Televizyon programı sunuculuğuyla ünlenmiş olan merhum Cenk
Transkript
Televizyon programı sunuculuğuyla ünlenmiş olan merhum Cenk
Televizyon programı sunuculuğuyla ünlenmiş olan merhum Cenk KORAY, Đbrahim TATLISES’in seslendirdiği ‘Yetiş ya Muhammed, yetiş ya Ali’ adlı şarkıda geçen ‘Yetiş ya Ali’ sözüne karşı çıkmış ve ‘Hz. Ali, peygamber olmadığı için onun için ona yetiş denemez.’ iddiasında bulunmuştu. Bu olayı duyan Sayın Şeyh Mahmut REYHANĐ, kendisine cevaben bir mektup yazmıştır. Bu cevaptan sonra Cenk KORAY çok memnun olduğunu belirtip şeyh Mahmut REYHANĐ’yi telefonla aramış ve sarf ettiği sözler için özür dileyerek en kısa zamanda Đskenderun’a gelip kendisini ziyaret edeceğini söylemişti. Ancak bu görüşmeden kısa bir süre sonra Cenk KORAY ziyaretini gerçekleştiremeden vefat etmiştir. Sayın Cenk KORAY Beyefendi, 17 Kasım tarihinde kaleme almış olduğunuz “YETĐŞ YA MUHAMMED, YETĐŞ YA ALĐ” başlıklı yazınız herhâlde gereksiz bir müdahaledir. Bu tür yazılar ancak provokatörlere (kışkırtıcılara) ve mezhep hastası olan yobazlara yakışır. Sizin gibi halk ve vatan uğrunda beyin yoran ve ülkenin tüm dertlerini omuzlarına alan değerli yazarları bu düzeye düşmekten tenzih ederim. Değinmek istediğiniz türkü, toplumsal dalgalardan bir esintidir. Demek isterim ki, halk içinde kökleşen ve fıtrî bir nitelik kazanan böyle geleneksel kavramları yok etmek, kontrol altına almaya çalışmak beyhudedir. Hz. Ali’yi (a.s) bulunduğu mertebeden indirmeye hiç kimsenin gücü yetmez. Đslamiyet’in üç büyük imparatorluğu bu amacı güttü ve eridi, bitti; bu hedefe ulaşamadı. Onu aşağılamak, büsbütün silmek istediler; bunu başaramadılar ve bu tanrısal ışığı söndüremediler. Hz. Ali’ye olan düşmanlık Aleviler üzerine uygulanmaya başlandı, korkunç eziyetler yapıldı, başlarına yıldırımlar yağdırıldı, onlara kırımlar yapıldı; fakat bütün bu kaba kuvvet Aleviliği ortadan kaldıramadı. Hiç kuşku yok ki, Hz. Ali (a.s), “Ali” olmasaydı, bu azgın kin ve amansız düşmanlıklar karşısında tükenip biterdi, ismi bile anılmaz bir duruma gelirdi. Fakat Hz. Ali’ye (a.s) bir şey olmadı. Onu kötülemek, unutturmak, Đslam defterinden silip atma amacı güdüldü, daha sonra altmış (60) yıl boyunca camilerde, hutbelerde kendisine sövüldü ve bu sövgü devletin yasası haline getirildi. En adi, en azgın suçlulardan bile daha ağır ceza gördü. Fakat bu güzel isim gittikçe büyüdü ve devleşmeye doğru gitti. Zalim iktidar, özellikle Emeviler Hz. Ali (a.s) ile çok uğraştılar. Satılmış imam, fıkıh ve hadis bilginlerine dayanarak bu dev ismi dar bir çerçeveye soktular. “Đşte Ali” dediler. Aldatıcı olan bu politik akım –affedersiniz- sizi de yakalamış oldu. Siz de Hz. Ali’yi (a.s) bu dar çerçeveden görüyorsunuz. Hem de zalim ve sahtekârların hesabına kendisini bu şekilde tanımlamaya kalkışıyorsunuz: “Soru: Hz. Ali kim? Cevap: 1. Hz. Peygamberin amcasının oğlu, 2. Đlk çocuk Müslüman, 3. Dördüncü (4.) Halife 4. Aşere-i Mübeşşerelerden.” Sayın Üstat, Hz. Ali’yi (a.s) tanımak için büyük yazar, bilgin, profesör ve filozof olmak gerekmez; ancak mezhep tutkusundan uzak olmakla beraber Hz. Ali’nin (a.s) hayatını incelemek, genellikle mezhep lakırdısına yol açan olaylar üzerinde durmak yeter. Siz bunu yaparsanız ve çelişkileri akıl terazisine koyup iyiyi sahteden ayırmaya çalışırsanız Hz. Ali’yi (a.s) Hz. Peygamber (s.a.a) ile aynı kefede göreceksiniz ve o zaman Hz. Ali’ye (a.s) başkasına nasip olmayan bu üstün özelliklerin Allah (c.c) ve Hz. Peygamber (s.a.a) tarafından verilmiş olduğunu göreceksiniz. Ne yazıktır ki Đslam ümmeti; Allah (c.c) ve Hz. Peygamber (s.a.a) vergisine kafa tuttu, isyan etti ve sanki Hz. Muhammed’e (s.a.a) “Sen bir peygambersin, Allah’ın elçisisin. Biz sana inandık, ama sakın Ali’ye bu kadar avantaj verme, onu herkesten daha üstün tutma.” der gibi oldu. Ne yazıktır ki Đslam tarihini dolduran bu haktan cayma ve buna karşı gelme hareketleri sanki gerçekten de Hz. Peygambere (s.a.a) böyle bir ültimatomun (kesin uyarı) verildiğini gösteriyor. Hatta ve hatta bu manevi ültimatom, Sünni mezhebin anayasası sayılır oldu! Đşte bunun için sizin bu yazınız uğursuz mezhep ve çekişmesini kamçılayan kötü bir propaganda gibi görülebilir... Neden mi? Çünkü Đslam ümmetinin neredeyse yarısı Şiidir. Bunların hepsi Hz. Ali’nin (a.s) Hz. Peygamberle (s.a.a) aynı kefede bulunduğuna ve şefaat etmeye yetkili olduğuna inanırlar. Şimdi, bu yaygın ve onlara göre kutsal olan inanca ters düşecek gündem dışı yazmak doğru olur mu? Acaba, bu yazının iki mezhep arasındaki çekişmeye neden olmayacağı ne malum? Bugünlerde Sünni dostu olmayan bir Alevi veya Alevi dostu olmayan bir Sünni tasavvur edilemezdi; ancak dinci siyasi partiler araya girince psikolojik yaklaşımlar yavaş yavaş çekilmeye başladı. Artık siz kime yardım ettiğinizi düşünün. Sayın Üstat, üçüncü bine giriyoruz... Geriye dönüp baktığımız zaman ister istemez içimiz burkuluyor. Burkulmaz mı? 1500 yıl boyunca mezhepçilik namına çene çaldık, çekiştik, boğuştuk. Birbirimize amansız düşman olduk, kırım korkunçluğunu bile normal gördük; daha sonra ne kazandık? Hiç mi hiç! Diğer milletlerin gerisinde kalmadık mı? Kaldık! Dinimiz en yüksek ve en doğru din olduğu hâlde başkasına kölelik etmekten kurtulduk mu? Yine kurtulamadık! Eğer bu kafayla gidersek daha çok binler tükenir; ama bu uğursuz ihtilaf ayakta kalır. Artık kendimize gelelim, bu uğursuz defteri kapatalım, kâbus dolu uykudan uyanalım. Sayın Üstadım, bir kere daha söylemek isterim ki sizin müdahaleniz gereksiz bir müdahaleydi. Çünkü Hz. Ali’ye (a.s) beslenen sevgiyi hiç kimse durduramaz. Emevi ve Abbasi canavarları dahi buna engel olamadılar. Hz. Ali sevgisi, yapılan korkunç zulüm ve işkencelerin içinden sıyrılıp yayıldı. 1500 yılı doldurup taştı. Şii kesimi şöyle dursun, Sünni kesimine ve Hristiyanlar’a bile geçti Ali sevgisi... Sayın beyefendi, başta Hz. Ali’yi (a.s) tanımlamak için kullanmış olduğunuz cümleler üzerinde birer birer durmak istiyorum: 1. “Hz. Ali, Hz. Peygamber’in amcasının oğludur!” Evet, ama Peygamber hazretlerinin başka amcaoğulları da vardı. Hiç biri bu ayarda olamadı. 2. “Hz. Ali ilk Müslüman çocuktur.” Evet, ama bu çocuk başka bir çocuktur. Bu çocuk, 8-9 veya kimi rivayetlere göre 10 yaşındayken Hz. Peygamber’e (s.a.a) “Yakın akrabalarını uyar!” anlamındaki ayet indiği zaman Peygamber Hazretleri (s.a.a) en yakın akrabaları olan Abdulmuttalip ve Muttalipoğullarını yemekli bir toplantıya çağırmış ve yemekten sonra bir konuşma yapmıştı. Allah’tan aldığı görevi bildirmiş ve “Hanginiz bana candan yardım eder, yanımda olursa o kimse kardeşim, arkadaşım ve benden sonra hepinizin velisi, efendisi olsun.” diye teklifini yapmıştı. Herkes sustu. En küçükleri olan Hz. Ali (a.s) ileri atıldı: “Ben sana yardım eder, senin yanında olurum.” dedi. O zaman Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Ali’yi (a.s) boynundan tutup onlara gösterdi ve “Bu benim kardeşim, vasiyyim ve benden sonra halifemdir, onu dinleyin, kendisine itaat edin!” dedi. Davetliler gülüşerek dağıldılar ve Hz. Ali’nin (a.s) babası Ebu Talib’e “Oğlunun emirlerini dinle, kendisine itaat et.” diyerek alay ettiler. Bu olayı rivayet edip eserlerine geçirenler büyük Sünni âlimleridir. Bunlardan birkaç isim söyleyelim: Şeyh-ül Đslam unvanını alan Đbni Hacer Askalanî “Đsabe”, c. 2, s. 22; “Tabari Tarihi” c.2, s. 217; “Ebul Fida Tarihi” c.1, s. 116; Ondan sonra, Đbni Đshak Đbni Cerir; Đbni Ebi hatim, Đbni Merdeveyh; Đbni Naim; Đbni Cafer Đskafî, Beyhaki; El Muttaki El Hindi; Tefsir bilginlerinden Salebi gibi kalburüstü hadis, tarih ve fıkıh bilginleri bu olayı yazmışlardı. Bu arada çağımızın âlimlerinden Mısırlı yazar Muhammed Hüseyin Heykel, hicri yılın 1350, 12 Zilhicce ayında, Ehram gazetesinin 5. sayfa, 2. sütununda bu olayı aynen nakletmiştir. Bu olayda çok önemli bir nokta var ki, onu kavrayabilen Hz. Ali’nin (a.s) gerçek yerini ve peygamberle beraber nasıl aynı kefede yer aldığını hemen anlar. Hz. Peygamber (s.a.a), peygamberliğini yaymaya henüz başlarken, yanında daha beş kişi bile yokken o küçük çocuğu bu makama getirmek istedi. Topladığı akrabalarından (40 kişi) hiçbiri kendisini peygamber olarak tanımazken, bu çocuğu kendilerine tanıtıyor, saygılarına sunuyor “Emirlerini dinleyin, kendisine itaat edin.” diyor. Yani Hz. Muhammed (s.a.a) peygamberlikle beraber Hz. Ali’nin (a.s) vasiliğini bir arada yürütmek istedi ve bunu yürüttü de. Ancak, yalnızca anlamak isteyen anlar... Ali ilk Müslüman değil de ilk Müslüman çocukmuş. Evet, böyle dediler! Neden mi? Çünkü diktatör iktidarın sansürü altında satılmış veya Kureyşin hilafet politikasına gönül kaptırmış tarih ve hadis yazarları “Đlk Müslüman olan Ali’dir.” diyemezler. Bu elbette yasak ve sakıncalıdır. Hz. Ali’ye (a.s) karşı daha önce gizli kampanya yürüten Kureyş, bir komplo sonucunda hilafete Ebu Bekir’i getirdi ya, artık onu şişirmek, gerçekten büyük göstermek, kendi namına halka fiyaka satmak, yapılan haksızlığı örtmek gerek. Onun için her türlü fazilet tasnifinde kendisine bir öncelik uyduruldu. Gözü dönmüş yobazlar adeta birbirleriyle yarış etti, herkes bir şey uydurmaya çalıştı. Đslam’a giriş önceliği söz konusu olunca dünya, âlem biliyor ki Hz. Ali (a.s) herkesten önce Đslam’a girmiştir. Zira Hz. Ali (a.s) Hz. Peygamber’in evindeydi ve ailenin üçüncü bireyiydi. Đki yaşından beri peygamberin gölgesi gibi onun yanından ayrılmadı, sadık bir talebesi, bir oğlu gibi evinde hatta kucağında yetişti. Hz. Peygamber (s.a.a) peygamberlikten önce sık sık Hira Dağı’na gidip inzivaya çekilirdi. O zamanlar Hz. Ali’yi (a.s) de beraberinde götürdüğü çok rivayet edilir ve ondan başka kimseyi yanına aldığı rivayet edilmemiştir. Böyle bir avantaja sahip olan Hz. Ali (a.s) elbette herkesten önce Müslüman olacaktır, tersini düşünmek mantıksızlık olur. Ancak iktidara dönüşen sinsi muhalefet, dinsel yetkisini kötüye kullanan yobazlar sayesinde bu duruma ağırlıklarını koydular ve güdülen politika doğrultusunda değerlendirme yaptılar. Hz. Ali’nin (a.s) önceliğini gölgelemek için Đslam’a giriş önceliğini sınıflara ayırdılar. Dediler ki: “Đslam’a ilk girenler kadınlardan anamız Hz. Hatice; yetişkin erkeklerden Ebu Bekir, çocuklardan Ali ve kölelerden Zeyd Đbin Harise’dir.” Sayın Üstat, bu aldatıcı tasnife siz de aldandınız ve “Ali ilk çocuk Müslüman” diyerek din yetkisine hâkim zorba siyasetin düdüğünü siz de öttürdünüz. Bu yanıltmacaya ne gerek var? Sen dört kişiden en önce olanı manevra yapmadan söyle biliyorsan; söyleyemiyorsan bilmediğini bilene bırak! Ali için çocuk önceliği varmış. Oysa sağlam bir araştırma yaparsanız Hz. Ali’nin (a.s) Ebu Bekir’den çok önce Đslam’a girmiş olduğunu göreceksiniz. Ancak bu öncelik Ebu Bekir’in gül hatırı için budandı. Keyfe göre sınırlandırıldı. Kimi akıllılar çok daha ileri gidip tarihle alay ettiler. Güya daha Hz. Ali (a.s) dünyaya gelmeden önce Ebu Bekir, Hz. Muhammed’in (s.a.a) yanından ayrılmaz bir dostuymuş ve peygamber olur olmaz ilk inanan kendisi olmuş. Hatta hatta Hz. Muhammed’in (s.a.a) amcası Ebu Talib ile Şam’a kadar gidip Rahip Buhayra ile buluştukları olayda Ebu Bekir yine Hz. Muhammed’in yanındaymış. Bin kere maşallah, tatsız bilgiler Halebî veya Dıhlanî (sıyret) kitaplarında yazılmıştır. Oysa bütün Sıyret ve tarih kitapları Hz. Muhammed’in o zamanlar 8 veya 9 yaşında olduğunu ve Hz. Muhammed’in Ebu Bekir’den 2 yaş büyük olduğunu yazarlar. Öyleyse, Ebu Bekir o zaman 7 yaşındaydı. Acaba 7 yaşındaki çocuk, Şam’a kadar nasıl ve niçin gitti? Hz. Muhammed bir ticaret amacıyla Şam’a gidecek olan amcası Ebu Talib’in kendisini bırakıp gitmesine üzüldüğü için amcası ona acıdı ve onu yanına aldı. Acaba Ebu Bekir hangi amcasıyla gitti? Hz. Muhammed (s.a.a) yetim idi. Ne anası vardı ne de babası. Amcası Ebu Talib onu büyüttü, yetim olduğunu hissettirmedi. Bu sebeple onsuz kalamaz diye yanına aldı. Peki, Ebu Bekir’e ne oldu, niçin gitti? Bu hikâye sadece ‘Ebu Bekir peygamberin sohbetlerine çocuk yaşta başladı.’ dedirtmek için uyduruldu. Siz mutlaka bu gibi palavralara inanmayacaksınız. Bunu iyi biliyorum. Fakat Mekke müftüsü olacak bir âlimin Ebu Bekir’i yüceltmek için aklını nasıl feda ettiğine bir bakın. Onu en büyük yapmak için elde sağlam bir belge olmadığı halde sahte belgelerle Ebu Bekir’i nasıl Ebu bekir yaptıklarını anlamak her bakımdan mümkündür... 3. Gelelim hilâfet dizisine: Sayın Üstat, siz Hz. Ali’yi (a.s) tanımlamak için dördüncü halife unvanını ikram ediyorsunuz. Dördüncü mü? Allah Allah ne kadar cömert insanlar varmış! Acaba Hz. Ali’yi (a.s) dördüncü yapan kim? Hilâfet dümenini eline alan Kureyş mi? Maazallah iş Kureyşe kalsaydı Hz. Ali (a.s) ne dördüncü olurdu ne de on dördüncü. Kureyş salt Hz. Ali’yi (a.s) sollamak, saf dışı bırakmak için hilâfeti politik sahnelere aktardı. Bin bir dolap çevirerek Ebu Bekir’i halife yaptı. Hz. Peygamber’in tüm emir ve ısrarlarını hasıraltı etti. Şurası bir gerçektir ki birinci halife olan Ebu Bekir’i millet seçmedi, onu Ömer seçti. Yanında Muhacirlerden Ebu Ubeyde vardı. Hilâfette ısrar eden Ensarların birliği çözülünce, dâhi Ömer hilâfeti kaçırmamak için bu fırsatı kullandı, hemen elini uzatıp Ebu Bekir’e biat etti. Ebu Ubeyde ve Ensarlardan çözülen kişiler onu takip etti. Böylece ani bir manevrayla seçim değil, oldu-bitti şoku ortalığa hâkim oldu. Herkes büyülendi, durumu öğrenmeye gelen şaşıp kaldı, gelenlerin eli Ebu Bekir’in eline vuruldu ve biat diye işlem yapıldı. Hz. Peygamber’in cenaze işleriyle meşgul olan Haşimilerden hiç kimse yoktu. Kureyşin diğer kabileleri zaten böyle bir sürprizi çoktan istiyorlardı. Bu azgın gelişme Hz. Ali’nin (a.s) düşmanlarına elbette çok iyi geldi. Onlar halifelerine biat etmek için bölük bölük geliyorlar; bir yandan da icma borusu çalıyorlardı. Zaten sözbirliği anlama gelen icma boş lakırdı hâlinde bütün tarih köşelerinde yankılar yaptı. “Müslümanlar sözbirliğiyle Hz. Ebu Bekir’i halife seçtiler.” diyerek tarihe bir yalan daha eklendi. Ömer, Ensar birliğinin çözülmesini iyi değerlendirdi ve zaman geçirmeden hedefe varmayı başarabildi. Ensar, bilindiği gibi Evs ve Hazrec denilen iki kabileden oluşur. Birbirine ezeli rakip olan bu iki kabile arasında Đslam’dan önce savaşlar bile olmuştu. Ancak Đslam dini onları birleştirdi, birbirine kardeş yaptı. Ensarlar, Hz. Peygamber’in (s.a.a) kendi memleketlerinde vefat etmesi hesabıyla onun yerine geçmeyi hak bildiler ve Beni Saide Sekıyfesinde toplandılar. Toplantıda Hazrec kabilesinden Sâd ibin Ubade’yi tek aday olarak gösterdiler. Ömer toplantıyı haber alınca aceleyle yanına Ebu Bekir ve Ebu Ubeyde’yi alarak onları bastı. Biraz çekişme ve söz düellosundan sonra Ömer bir konuşma yaptı, daha sonra Ebu Bekir konuştu. Bu konuşmalardan cesaret alan Evs kabilesinden iki lider, Hazrec kabilesine olan kıskançlık duygularına tekrar kapıldılar ve Ensar birliğine yan çizdiler. Bu iki lider Ömer’e tez davranıp işi bitirmesi için cesaret verdiler. Ne enteresandır ki bu iki liderin ne kendileri ne çocukları hiçbir zaman Hz. Ali’ye (a.s) dost olmadılar. Sıffîn Savaşı’nda bile bütün Ensarlar, Hz. Ali’nin (a.s) yanında iken yalnız bu iki kişi Muaviye’yi tuttu. Muaviye’nin yanında bunlardan başka Ensardan kimse yoktu. Sayın Beyefendi, işte hilâfet dizisi böyle başladı. Hz. Ali (a.s) dediğiniz gibi dördüncü halife değildir. Hz. Ali (a.s) birinci ve tek halifedir. Neden mi? Çünkü hilâfet ya Şiilere göre Allah ve Peygamber tarafından verilen bir makamdır veya Sünnilere göre milletin oyuna bağlı bir makam. Eğer Allah (c.c ) ve Peygamber’e (s.a.a) ait bir makam ise halife kuşkusuz Hz. Ali’dir; zira Hz. Ali (a.s) için Hz. Peygamber (s.a.a) daha önce yazdığım gibi “Bu benim halifem” demişti. Biraz sonra tamamlayıcı belge ve kanıtlar göstereceğim. Yok, eğer Sünni âlimlerin iddiasına göre hilâfet seçimle kazanılan bir makamsa birinci halife yine Hz. Ali’dir; çünkü diğer halifeler seçimle değil, oyun ve zorbalıkla bu makama geldiler. Dördüncü dediğiniz Hz. Ali’nin (a.s) ise nasıl halife olduğunu elbette biliyorsunuz. Biliyorsunuz, ama yine de hatırlatmak isterim. Üçüncü halife Osman son beş yılında çok kötü bir yönetim uyguladı. Yani akrabası olan Emeviler’in keyfine göre bir yönetim. Zalim, kalleş ve menfaat düşkünü valiler yönetiyordu ülkeyi... Her taraftan uyarma, protestolar yağmaya başladı, aldırış etmedi. Daha sonra millet ayaklandı, her taraftan gruplar halinde Medine’ye yürümeye başladılar. Önce protesto ve tehdit edici tutumdan öteye gitmediler. Bu sıkı tehditlere karşı halkı memnun etmeye, zalim valileri değiştirmeye söz verdi. Söz verdi, ama kalleş akrabalarının baskısı kendisini yalancı duruma soktu. Hiçbir şey değiştirmedi. Đhtilalcılar fazla beklemeden evini basıp onu öldürdüler. Halife öldürüldü; ama hilâfet elbette yüzüstü kalacak değil ya, yeni halife için gerek ihtilalcılar gerek Medine’deki Ensar ve sahabeler, herkes Hz. Ali’yi (a.s) istedi. Hz. Ali (a.s) önce reddetti. Sonra “Benim biatim mescitte olacak.” dedi ve mescitte on binlerce sahabe kendisine biat etti. Đşte Hz. Ali (a.s), başkasına nasip olmayan gerçek bir seçim sonucunda rakipsiz olarak halife oldu. Rakipsiz dedim, zira Kureyş artık ortada yok. Osman’ın öldürülmesiyle hilâfet mekanizması onların elinden düştü. Emeviler kaçtı, çil yavrusu gibi dağıldılar. Öldürülen halifelerini dahi defnetmeye cesaret edemediler. En son üç veya dört kişi gece defnettiler. Hz. Ali (a.s) halife oldu, ama Kureyş, Kureyş’tir. Önce olayın şokunun karşısında suskunluk geçirdiler, daha sonra kendilerini toparladılar ve kendisine savaş açtılar. Cemel Savaşı’nda Kureyş yenildi. Đkinci kez Sıffîn’de hıncını almak istedi. Sıffîn’de yenilmek üzereyken büyük bir hileyle savaşı durdurdu. Bu uğursuz hile yüzünden Harici denilen grup çıktı. Hz. Ali (a.s) şimdi de Haricilerle uğraşmak zorunda kaldı, onlara derslerini verdi, ancak daha sonra bir suikastle şehit oldu. Bitmedi, Hz. Ali’den (a.s) hıncını alamayan Kureyş, o öldükten sonra kendisine en ağır cezayı uyguladı. Altmış (60) yıl boyunca camilerde, hutbelerde bu büyük adama sövdüler, lanet okudular. Demek oluyor ki dünyanın en temiz, en dürüst ve en saygıdeğer insanı şimdi en kötü ruhlu insanların düzeyine değil, çok daha aşağılara düşürülmeye çalışılmıştır. Yine bitmedi, Kureyş’in baştan beri yapmış olduğu haksızlıklar din-iman oldu, oldu ama nasıl? Başa getirilenlere dokunulmazlık konuldu. Haklarında kötü söz söylenmesi küfürdür diye fetvalar verildi. Hz. Ali’yi (a.s) sevenlerse dışlandı, ezildi; kâfir, zındık damgasıyla Müslümanlıktan bile atıldı. Alevilere yapılan bu ağır eziyetin tek nedeni Hz. Ali’yi (a.s) sevmeleriydi. Hz. Ali’nin (a.s) büyük suçu da dördüncü halife olmaktı. Hz. Ali (a.s) onların nazarında katildir; zira Đslam savaşlarında onların en yaman en kahraman adamlarını öldürdü. Onun için Kureyşin gözünden düştü. Birincilik onun hakkı olduğu hâlde dördüncü olmasına bile razı olunmadı. Sayın Üstat, şimdi buyurun dördüncü gözüyle baktığınız Hz. Ali’yi (a.s) beraber tanıyalım. Acaba gerçekten dördüncü mü yoksa Kureyşin elinde kalsaydı dördüncülük, beşincilik veya altıncılık görür müydü? Hz. Ali’nin (a.s) uğramış olduğu haksızlıklardan biraz söz ettik. Bunların hepsinin gözle görülecek, elle tutulacak birer gerçek olduğunu kanıtlamak için kaynak göstermeye bile gerek yok. Zira hiçbir tarih, bunların tersini yazmaz. Hz. Ali’nin (a.s) hak ettiği yere Ebu Bekir’i getirdiler, “Daha önce Đslam’a girdi” diye yutturdular. Peki, biz de yutalım ve iki sene bekleyelim, fakat adam ölürken hilâfeti velinimeti olan Ömer’e devretti. Ömer de mi Hz. Ali’den (a.s) önce Đslam’a girmiş? Oysa tam yedi (7) yıl sonra Müslüman olmuştu. Öyleyse Ebu Bekir’in ortaya sürülen önceliği boş bir bahanedir. Vakıa Suresi, onuncu ayeti şöyledir: “Önceden gelenler Allah’a daha yakındırlar.” Ömer yine efendi efendi gitmedi. Ölürken de Hz. Ali’yi (a.s) büsbütün gölgelemek, dışlamak ve hesaptan tamamen çıkarmak için, halifelik görüşmelerine onunla beraber beş kişi daha soktu. Bu beş kişinin hepsi de Kureyşliydi ve hepsi de Hz. Ali’ye (a.s) rakip ve düşmandılar. Onlar hilâfeti rüyalarında dahi görseler inanamazlardı; ama Ömer onların gözlerini açtı. Onları hilâfete birer namzet (aday) gösterdi. Bununla yetinmedi, Hz. Ali’nin (a.s) hatta Peygamber’in en azılı düşmanı olan Emevileri tekrar ayağa kaldırmak için hilâfetin tam Osman’a gelmesini ayarladı. Zira Abdurrahman’ı aralarında hakem yaptı. Abdurrahman ise Osman’ın kayın biraderidir, bu sinsi manevradan sonra beklenen oldu ve Osman sözde seçilerek halife oldu. Daha sonra olan oldu ve gelişmeler hep Hz. Ali (a.s) ve Aleviler aleyhine hızlandı. Her neyse, bu konu çok geniş bir konudur, bunu sayfalara sığdırmak olanaksızdır. Bunları “Mezhepte Aleviler” ve “Haksızlık ve Haklılık” adlı kitaplarımızda bol bol yazdık. Şimdi size göre Hz. Ali’nin (a.s) en son özelliğine gelelim... (4) Ali, Aşere-i Mübeşşerelerdenmiş. Güzel bir formül. Bu hadisi uyduran ve buna inananlara Hz. Ali’nin (a.s) namına mı teşekkür etmek gerekir yoksa tarihin namına mı? Sayın Beyefendi, ben bu hadisin tartışmasına başlamadan önce sizin sağduyu, mantık ve vicdanınıza başvurmak isterim. Acaba bu hadisin ideolojisini, çelişkili ve yüz kızartıcı ayrımcılığını düşünüp tarafsız olarak değerlendirirseniz biçimsiz bir uydurma ve kocaman bir palavra olduğunu fark etmez misiniz? 1500 yıldan beri dillere destan olan bu lakırdıyı eminim ki vicdanınıza yutturamazsınız. Çünkü vicdan din ve mezhep üstü bir güçtür. Peygamber hazretleri, Efendimiz, eğer gerçekten bu hadisi söylemiş ise bu Đslam’ın bir ayıbı olur. Hz. Peygamber (s.a.a) açık açık “Arap’ın, Arap olmayana üstünlüğü yoktur; üstünlük ancak takva ile olur.” dedikten sonra hâşâ sümme hâşâ böyle bir ayrımcılık yapmaz. Yani yüz bin kişi arasından salt Kureyş kabilesinden on kişi seçip onlara böyle özel bir avantaj vermez. Bu ayrım, yüce Peygamberimizin kişiliğine, prensibine, yapıcı tutumuna yakışıksız bir çelişkidir. Allah’ın elçisini böyle kötü davranışlardan tenzih edelim. Hz. Peygamber (s.a.a) cennetle müjdeleyebilir, birçok kez birçok kişiye bu müjdeyi vermiştir. Fakat yalnız on tane isim söyleyip başkasının yüzüne kapıyı kapatmak Peygamber’in yapacağı bir iş değildir. Öte yandan bu on kişinin hepsinin Kureyşli oluşu bir bakımdan çok gülünç. Yani cennet Kureyşin tekelinde midir? Acaba Đslam dini Kureyş’e kalsaydı, hiç yürür müydü? Sanmıyorum! Peygamber’e en çok eziyet eden, onu susturmak, onun önünü kesmek isteyen, en sonunda da evinden, yurdundan kovan Kureyş değil miydi? Daha sonra Medine aslanları kendisine sahip çıktılar, yanlarına çağırıp bağırlarına bastılar. Kendisini ve beraberindeki arkadaşlarını barındırdılar, mallarını onlarla paylaştılar. Kendisini korudular ve canlarını kendisine siper ettiler. Savaşlarda yüzünü güldürdüler... Sözün kısası Đslamiyet yapısını kanlarıyla harçladılar... Bu savaşların birinde yetmiş (70) aslan şehit verdikleri hâlde zerre kadar sarsılmadılar, savaşta bulunmak mutluluğu kendilerine nasip olmayan diğer aslanlar da üzüldüler... Şimdi iş cennet avantajına gelince bu sadık aslanlara avantaj yok. Cennet yalnız Kureyşlilerindir. Cennet Medinelilerin aslanlar gibi dövüştükleri o savaşlardan kaçanların cennetiymiş. Kim mi kaçtı? Başta büyük hazretler kaçtılar. Evet, acı, ama gerçek! Yani Peygamber öldükten sonra hemen yerine sahip çıkanlar o savaşlarda sevgili Peygamberlerini düşman çemberinde bırakıp selâmeti kaçmakta bulmuşlardı. Bu acı durumun şahidi sadece Alevi kaynaklar değil, Bekirci, Ömerci, Osmancı tarih ve sıyret kitaplarıdır. Mesela Ebu Bekir’in, Đslam savaşlarında en ufak bir katkısı var mı? Neyse Ebu Bekir zayıf bünyeli ve savaş eri değil deyip geçelim. Ama abartmaya alışkın olanlar, “En büyük kahraman Ebu Bekir” diye iddia ederler. Đşte bu, utanmazlıktan gelir. Ömer’e gelelim. Ömer yiğitmiş, kahramanmış, şöyleymiş, böyleymiş. Hz. Peygamber (s.a.a) “Allah’ım Đslam dinini Ömer’le güçlendir.” diye dua etmiş de Ömer Đslam’a girmiş. Hicret günü herkes gizlenerek, izini kaybettirerek hicret ederken kendisi açık açık hem de Mekkelilere meydan okuyarak, gözdağı vererek ve doğrusu onlarla alay edip onları rezil ederek Medine’ye gitmiş. Fakat isteyen buyursun Đslam tarihini beraber inceleyelim ve Ömer’in bu şişirmelere karşın ne yaptığını değerlendirelim. Ömer sadece Bedir Savaşı’nda bir dayısını öldürdü, ondan sonra hiçbir savaşta ve hiçbir yerde onun bir kahramanlığını, yiğitliğini göremiyoruz. Tarih ve siyret yazarları savaşların sonucunu verirken, öldürülenleri ve kimin kimi öldürdüğünü yazarlar. Ömer Bedir Savaşı’nda bir dayısını öldürdü, ondan sonra savaş sonucunu bildiren hiçbir kahramanlar listesinde ismine rastlanmaz. Ancak kaçanlar listesinde ismi bol bol geçer. Örneğin Uhut Savaşı’nda kaçmıştır. Kaçışını bizzat kendisi anlatıyor: “Biz Uhut Savaşı’nda Hz. Peygamber’in yanından dağıldık. Ben tepeye çıkana kadar kaçtım. Orada bir ceylan gibi kayadan kayaya sıçradığımı hissediyordum.” 1[1] Bir başka kaynaktaysa, “Müşriklerden Dırar Đbnil Hattap, Uhut Savaşı’nda kaçmakta olan Ömer’i kovalamış ve mızrağın tersiyle dürterek ey Hattab’ın oğlu, kaç git seni öldürmeyeyim.” demişti. Dırar daha sonra Müslüman olmuş ve Ömer onun bu iyiliğini unutmamıştır.” 2[2] Ömer savaşlar boyunca hep kaçmıştır. Onların hepsini yazmak uzun sürer. Can yayınlarında basılan “Haklılık ve Haksızlık” adlı kitabımızda hepsini kaynaklarıyla yazdık. Üçüncü hazretin kaçmışlığına gelince, onlar zaten meşhur olaylardır. Osman kaçmakta tam bir şampiyondur. Belki ondan söz etmek gereksizdir; zira diğer iki büyük, kaçmış olduktan sonra onun kaçmaması aranmaz. Zaten dediğim gibi kaçmakta en başta gelir. Uhut Savaşı’nda bir kaçışta üç günlük mesafede olan Avas Dağı’na kadar varmıştır. O bir şairin dediği gibi: “Ben, savaşta kendimi sıkmadım. Kaçmakta ise bir ceylan gibiydim.” Sayın Üstat, savaşlarda kaçmak demek o memleketi düşmana teslim etmek demektir; Đslam savaşlarında kaçmak ise Hz. Peygamber’i (s.a.a) düşmanın eline vermekten başka bir anlam ifade etmez. Etmez, fakat ne üzücüdür ki Peygamberlerini azgın bir hâlde olan düşman çemberi içinde bırakıp kaçanlar en önde kendilerine yer buluyorlar. Hz. Peygamber (s.a.a) cenneti ikram ediyor, ama kime? Salt onlara ve onların tutumuna sadık olan birkaç kişiye. Bir de utanmadan aralarına Hz. Ali’yi (a.s) de sokuyorlar. Evet, Hz. Ali’ye de (a.s) bu özel avantajı tanıdılar, ama bu ayrı bir oyundur. Zira Hz. Ali’yi (a.s) tutan kesimden listede tek bir kişi bile yok, listede olanların hepsi Hz. Ali’nin (a.s) rakibi, düşmanlarıdır. Böylece “Yanlış anlaşılmasın, Ali sadece on kişiden biridir, kimse şımarmasın ve kimse onu, boyunu aşan makamlara getirmesin. Đşte görüyorsunuz Peygamber tarafından cennetle müjdelenenlerden Ali’yi tutan kimse yok, ama hepsi Ömer’i tutanlardır.” denmek isteniyor. Bu oyun düzenlendi ve koca Đslam ümmetine böylece yutturuldu, üzücüdür; ama siz de Sayın Cenk Beyefendi, evet yuttunuz ve Hz. Ali’yi (a.s) bu kadar dar çerçeveden görmekle adeta iftihar ediyorsunuz. “Hz. Ali elbette Đslamiyete en büyük katkıları olan bir zattır ve kendisine sevgimiz ve saygımız sonsuzdur.” diyorsunuz. Maşallah, sonsuz diyorsunuz, ama “Cennetle müjdelenen on kişiden birisi olmak dışında, başka bir özelliği yok.” demekle Hz. Peygamber’in (s.a.a) özel bir önem gösterdiği Hz. Ali’yi (a.s) değil, hilâfet politikasının cambazları tarafından küçültülmüş, önemsizliğe itilmiş Hz. Ali’yi (a.s) görüyorsunuz. Her neyse, şimdi bu cennet hadisini temelden ele alalım... Üstat, bir daha söyleyeyim, bu hadis uydurmadır. Sizi ve sizin gibi başkalarına rehber olacak ilim ve kültür adamlarını böyle uydurmalara aldanmaktan tenzih ederim. Hz. Peygamber (s.a.a) bu kadar sadık, dürüst ve iman dolu binlerce sahabe arasından istisna yaparak Allah’ın (c.c) cennetini birkaç kişiye bağışlamaz. Bu ayrım bilhassa Peygamber’e (s.a.a) uygun değildir. Cenab-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’de müminlere genel olarak cennet vaat etmiştir. Şöyle; “Đman edip hayırlı işler yapanları müjdele, onları altlarından çaylar akan cennetler bekliyor.” 3[3] “Đman edip hayırlı işler yapan ve Allah’ın emirlerine uyan kimseler, onlar cennetin ehlidir.” 4[4] “Allah müminlerden canlarını ve mallarını cennete karşılık satın aldı.” 5[5] Bu ayetlerin ayarında olan Hac 14, Secde 19, Nisâ 124, Gafir 40, Feth 7, Talâk 11 gibi sayılamayacak kadar çok ayet var ki müminleri cennetle müjdeliyor. Hz. Peygamber (s.a.a) hadislerinde de birçok kimseye cennet müjdesini vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.a) savaşta elini kaybeden Zeyd Đbin Suhan için “Kesilen eli kendisinden önce cennete gidecek.” demişti. Bu hadisi Đbni Hacer “Đsabe” kitabında ve Ebu Ömer “Đstiap” kitabındaki Zeyd maddesinde yazar. Đslamiyet’in ilk günlerinde Ammar Đbin Yâsir ve babasıyla Hz. Muhammed’e (s.a.a) inanıp Müslüman oldukları zaman Mekkeliler tarafından kendilerine işkenceler ediliyordu. Hz. Peygamber (s.a.a) oradan geçerken onları görür ve “Ey Yâsir ailesi, sabırlı olun. Allah sizi cennetle mükâfatlandıracak.” derdi. Ayrıca, Hz. Peygamber (s.a.a) Ammar için “Cibril bana Ammar’ı cennetle müjdele, dedi.” diye söylemiştir. 6[6] Daha sonra cennet sözünü sahabelerden alan çok. Bunlardan Cafer Bin Ebi Talib’in de böyle bir müjde aldığını Heytemi “Mecma” kitabı, c. 9, s. 272’de ve Amru Bin Sabit Heytemi de kitabında c. 9, s. 363’te belirtmiştir. Hz. Peygamber (s.a.a), Hz. Hasan (a.s) ve Hz. Hüseyin (a.s) için dedi ki: “Bunların dedeleri cennette, anaları cennette, babaları cennette, halaları cennette, teyzeleri cennette, kendileri cennette ve kendilerini sevenler de cennette.” 7[7] Bu hadis Tıbrani’nin büyük ve orta kitaplarında yazılmıştır. Đmam Ahmed “Müsned”, c. 1, s. 177’de Sâ’d Bin Ebi Vakkas’ın şöyle bir hadisini yazıyor... Sâ’d demiş ki: “Ben peygamber’in Abdullah Bin Sellam’dan başka hiç kimseye cennet sözü verdiğini işitmedim.” Đşte felaket buna denir! Bunlar politika uğruna üretilen palavraları yutturabilmek için gerekirse karada gemiler yüzdürmeye çalışırlar. Bakın işte Ahmed Bin Hanbel, bir mezhep kurucusu, büyük bir âlim olduğu hâlde bu gibi çelişkileri sakınmadan kitabına geçiriyor. Sâ’d’ın rivayetine göre Abdullah Bin Sellam’dan başka hiç kimseye cennet sözü verilmemiştir. Bununla kitabının 187’nci sayfasında rivayet ettiği on kişiye cennet bağışlama hadisini kendisi baltalamış oluyor. Öyle ki baltalayan hadisin kahramanı Sâ’d’dır. O Sâ’d ki, cennetle müjdelendiği söylenen on kişi arasında yer alan bir sahabedir. Onlar diyorlar ki “Sen cennetle müjdelenen birisin.” o “Hayır” diyor. “O yalnız Abdullah Bin Sellam’dır.” bu çelişkiler neyi gösterir? Cennet bağışlama hadisinin kökten yalan olduğunu gösterir. Ahmed Bin Hanbel olgun ve ılımlı bir Đslam bilginidir. Ancak her şeye rağmen Kureyş’in hilâfet politikasının kıskacına girmiş ve Ömer’in sinsi tutumuna kendini kaptırmıştır. Ne kadar ılımlı olursa olsun bu hastalıktan kendisini kurtaramamıştır. Birbiriyle çelişen iki hadis yazıyor ve ikisine de sağlam diyor. Oysaki hiç birisi sağlam değildir ve her ikisi de Hz. Ali’nin (a.s) önünü kesmek için oynanan sahnenin bir dekorudur. Bu meşhur hadis iki kanaldan aktarılıyor. Birincisi Abdurrahman Bin Avf’ın rivâyeti, diğeri Said Bin Zeyd’in rivâyetidir. Abdurrahman Bin Avf’ın rivâyeti hiç geçerli değildir; zira kendisinden bu hadisi rivayet eden Abdurrahman Bin Hamit isimli hadis bilgini Hicret’in 105’inci yılında 72 yaşında iken vefat etmiştir. Bu bakımdan Abdurrahman Bin Avf’ın tam öldüğü sene doğmuş olduğu için kendisini görememiştir ki ondan hadis almış olabilsin. Bu zaman uygunsuzluğu hadis nakletme kurallarına ters gelir ve böyle bir hadise Mürsel ismini verirler. Mürsel Arapça’da bağlı karşıtıdır, yani sağlam bir kaynağa bağlanamamıştır. Hadisi rivayet eden, dayandığı ve ondan işittiğini söylediği adamın zamanını idrak etmemişse ondan hadis nakletmesi elbette düşünülemez. Abdurrahman Bin Hamit, Đbni Avf’ın vefatından önce en az 10 veya 8 yılı idrak etmiş olabilseydi, ondan bir şey işitmiş olabilirdi. Ancak, biyografisine göre Đbni Avf’ın vefat ettiği 32’nci Hicri yılda doğmuştur. Onun için ne kadar dürüst bir hadisçi de olsa böyle bir hadis geçersiz kalır. Bu bitti, ikinci kanala gelelim. O da Said Bin Zeyd’in rivayeti. Said Đbin Zeyd bu hadisi Kufe’deyken söyledi. Bunu ilk kez Muaviye tarafından Kufe valisi yapılan Muğiyre Bin Şube’nin yanında yumurtladı. Bu bakımdan tam 40 sene bekletmiş ve ancak ölmeden bir sene önce bu bombayı patlatmıştır. Bu önemli lakırdı, Ebu Bekir ve Ömer döneminde yoktu. Ebu Bekir “Sekiyfe” olayında hilâfete hazırlanan Ensarla tartışırken hiç ondan bahsetmedi. Onlara şöyle diyordu: “Siz peygambere çok yardım ettiniz, ama onun yerine geçmek bizim hakkımız. Çünkü Kureyşliyiz ve Kureyş, Hz. Peygamber’in ağacıdır.” Acaba diyorum, o zaman bu hadis piyasaya çıkmış olsaydı ve elinde böyle bir koz olsaydı kaçırır mıydı? O zaman “Bakın” diyecekti, “Peygamber hazretleri on kişiyi başa getirip cennetle müjdeledi. Bu on kişinin hepsi bizden, sizden bir kişi bile yok. Peygamber’in uygun gördüğü tercihe siz karşı mı çıkacaksınız?” Bu hadisi dile getirir ve onları kolayca sustururdu. Fakat ne yapsın böyle bir hadis yoktu, çünkü uyduran kahraman daha bunu uydurmamıştı. Daha sonra Ömer, Şura kurulu olarak altı Kureyşli tayin etti ve “Hz. Peygamber, bunlardan hoşnut olarak ayrıldı.” dedi ve aralarından bir halife seçmelerini istedi. Eğer böyle bir hadis olsaydı, yüzde yüz ona dayanır ve hepsini Kureyşli olarak seçtiği için bunu koz olarak eline alır ve “Đşte Peygamber’in cennetle müjdelediği kişiler bunlardır.” demez miydi? Elbette derdi, ama daha fol da yoktu yumurta da. Said Bin Zeyd bu hadisi 40 sene kadar neden saklamış, kimseye söylememiş? 40 sene sonra açığa vurmuş, acaba neden? Belki zamanın diktatörü Muaviye’yi okşayıp gönlünü almak için böyle bir formül bulmuştur. Zira Muaviye’den korkuyordu. Muaviye, oğlu Yezid’i veliaht yaptığında Sâid ona biat etmedi. Emevi diktatör ise bunu bir çeşit isyan sayıyordu. Böyle bir hadis uydurmak elbette Muaviye’nin hoşuna giderdi. On kişinin hepsi Kureyşli olmakla beraber Hz. Ali’nin (a.s) dışında hepsine Sekıyfe ve Şura kongrelerine uygun bir zihniyetle bakar ve içlerinde Hz. Ali’ye (a.s) gönül verecek hiç kimse olmadığı için elbette kendi siyasetine uygun bir propagandanın konusu olurdu. Bu hadisin uydurma olduğu her bakımdan ortada. Mesela, isimler hilâfet sırasına göre dizilmiş. Önce Ebu Bekir, sonra Ömer, Osman, Ali ve diğerleri. Zira hilâfet kaderi belli olduktan sonra uyduruldu ve uyduran zat elbette buna göre düzecekti. Eğer Hz. Peygamber (s.a.a) gerçekten bu hadisi söylemiş ve kendi isimleri bu şekilde sıralamışsa o zaman iş bitmiş sayılır. Yani, kavga ve gürültüye gerek yok. Ne Ensarın aday göstermesi ne de Haşimilerin darılıp bağırması gerekirdi. Ebu Bekir, Ömer’i vasiyet ettiği için Talha’nın karşı çıkması ayıp olur. Cennetle müjdeleme onuruna ters düşerdi bu. Ömer’in de şu Şura rezaletini sahneye koyması, ortalığı karıştıran boş bir lakırdı olurdu. Ancak felsefeye gerek yok. Hz. Peygamber (s.a.a) bu hadisi kesinlikle söylemedi, uyduran, halifelerin sırasına göre bunu ayarladı. Bu düzmece yalnız burada değil, tarih ve hadis kitaplarında da sürekli karşımıza çıkar. Güya halifelerin dereceleri, Peygamber (s.a.a) zamanında da böyleymiş. Gafillere yutturmak için uydurulan bu tip düzmeceleri görmeye alıştık. Sözün kısası; Sünni mezhebi din ve siyaset karışımı bir yapılanma üzerinde oluştu. Sayın Beyefendi, bundan anlaşılıyor ki, Hz. Ali (a.s) bildiğiniz gibi değildir. Kelimenin tam manasıyla onu tanımıyorsunuz, hem de tanımak bile istemiyorsunuz. “Ali Peygamberle aynı kefede olmaz.” diyerek ahkâm kesmek, Hz. Ali’yi (a.s) tanımamaktan ileri gelir. Hz. Peygamber’in (s.a.a) bizzat kendisi Hz. Ali’yi (a.s) kendi kefesine aldıktan sonra artık kimseye söz düşmez. Hz. Ali (a.s) Peygamber’in (s.a.a) kardeşidir, bu bir gerçektir. Bu gerçeğe inanabilmek için ‘Kardeşleme ‘olayını bir daha hatırlayalım: Peygamber Hazretleri (s.a.a) Mekke’deyken Müslümanları birbirine bağlamak için kardeşleşme sistemini kurdu. Her iki sahabeyi birbirine kardeş olarak ilan etti. Medine’ye hicret ettikten sonra Mekke’yi Medine’ye bağlamak için ikinci kez aralarında kardeşleşme yaptı. Ancak bu sefer Mekkeli sahabeye Medineli bir kardeş tayin etti. Fakat kendisi için her iki tertipte de Hz. Ali’yi (a.s) kardeş yaptı. Birincisi normal diyelim, zira bu, yalnız Mekkeliler arasında yapılmıştı, fakat ikincisinde ‘bir Mekkeli bir Medineli’ olma şartı vardı ve sahabeler bu şekilde kardeş ettirildi; ancak Hz. Muhammed (s.a.a.) ve Hz. Ali (a.s.) Mekkeli oldukları hâlde birbirlerine kardeş oldular. Hz. Peygamber Hazretleri (s.a.a) yalnız kendisi ve Hz. Ali (a.s) için, koyduğu bu kuralı uygulamadı? Uygulamadı, çünkü kendisine Hz. Ali’den (a.s) başka kimse kardeş olamaz ve çünkü Hz. Ali’ye (a.s) kendisinden başka kimse kardeş olamaz. Gerçek ortada, başka yorum istemez... Çünkü ikisi aynı kefededir. 8[8] Bu hadisi rivayet eden sahabeler: Ali Bin Ebi Talib, Ömer Bin Hattap, Enes Bin Malik, Zeyd Bin Ebi Evfa, Abdullah Bin Ebi Evfa, Abdullah Bin Abbas, Mahduç Bin Zeyd, Cabir Bin Abdullah, Ebu Zer Gifâri, Amir Bin Rabia, Abdullah Bin Ömer, Ebu Emame, Zeyd Bin Erkam, Said Bin Müseyyib vs. Kardeşleşme olayından anlaşılıyor ki Hz. Ali (a.s) Hz. Peygamber (s.a.a) ile aynı kefededir. Bu beraberliği pekiştiren pek çok kanıtlarımız vardır. Şimdi son olarak Beraat olaylarını inceleyelim: Peygamber Hazretleri (s.a.a) bir gün Ebu Bekir’e Beraat Suresini verip Mekkelilere okuması için onu Mekke’ye gönderdi. Daha sonra, arkasından Hz. Ali’yi (a.s) göndererek “Git, Ebu Bekir’e yetiş, ondan sureyi al, Mekkelilere onu sen oku.” diye emir verdi. Ebu Bekir, Hz. Peygamber’in (s.a.a) yanına döndüğünde “Ya Resulullah, benim hakkımda bir ayet mi indi?” diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.a) “Hayır, ancak Allah’tan emir aldım, bu sureyi ya ben gidip okuyacağım ya da okuyan benden biri olacak.” dedi. Bu hadisin doğruluğunu kanıtlamak için kaynak göstermedim zira siz 25 Kasım tarihli köşe yazınızda bunu itiraf ediyorsunuz. Olayı Đmam Ahmed, Nisai, Hakim, Zehebî gibi dev Sünni âlimler bile onayladıktan sonra kabul etmemek düşünülemez. Ancak itirafınıza rağmen olay üzerinde üstünkörü yorum yapmakla, taşıdığı büyük manadan kaçıyor veya ona değinmek istemiyorsunuz. Neymiş? Kimsenin Hz. Ali (a.s) için Ehlibeytten değil diye itiraz ettiği yokmuş... Çok güzel, zaten Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Ali’nin (a.s) Ehlibeytten olduğunu tasdik etmek için söylemedi ki bunu, zaten aka ak demenin ne gereği var? Hz. Peygamber (s.a.a) “Bu sureyi ya ben gidip okuyacağım ya da okuyan benden biri olacak” demekle, yani benim kefemde olan biri demek istiyor. Hz. Ali’den (a.s) başka hiç kimseye Peygamber’i (s.a.a) temsil etme yetkisi verilmemiştir. Bu bakımdan Beraat suresinin tebliğinde Hz. Ali’nin (a.s) üstünlüğü açıkça görülür. Burada bir sure nin tebliğinden ziyade hilâfetin kaderinin tayini vardır. Acaba diyorum, Hz. Peygamber (s.a.a) Efendimiz neden önce Ebu Bekir’i gönderdi? Bu işin Ebu Bekir’in işi olmadığını bilmiyor muydu? Elbette biliyordu, ama yine de onu gönderdi. Neden acaba? Kendisiyle alay mı etmek istedi? Asla, Peygamber Hazretleri (s.a.a), ciddiyetini daima muhafaza eden bir elçidir. Öyleyse neden mi? Ebu Bekir’e bir ders ve ibret vermek istedi ve verdi de. Yani “Bak, işte Cenab-ı Allah sana en ufak işler için bile yetki vermedi, sakın yarın büyük işlere burnunu sokma.” der gibi oldu. Oldu, ama anlayan kim? Ebu Bekir’i birkaç ayet okumak için yeterli görmeyen Hz. Peygamber (s.a.a) acaba Hz. Ali’yi (a.s) sollayıp hilâfet makamına geçmesini hoş karşılar mıydı? Kesinlikle hoş karşılamazdı. Fakat Ebu Bekirciler anlar mı? Ne yazık ki anlamazlar. Zira bu sahte inanç daha önce onlara yutturuldu. “Ebu Bekir hazretleri Müslümanların sözbirliğiyle halife olarak seçildi.” Blöf biçimini alan bu sahte bildiri, daha sonra güçlü bir inanç olarak yayıldı ve neredeyse Đslam’ın altıncı şartı olma gibi kutsallık onurunu kazandı. Daha önce Ebu Bekir’in nasıl halife olduğunu belirttik. Yani, Müslümanların ittifakıyla değil, Ömer’in zorbalık ve dehasıyla halife olduğunu kanıtladık. Acı, ama gerçek... Ebu Bekir halife değil, işgalciydi! Ona yapılan biat; sürpriz, rastlantı ve bizzat kendisinin tabiriyle felte idi. Evet, birinci halife olan zat, halka hitaben okuduğu bir hutbede “Bana olan biatınız bir felte idi.” demişti. Sayın Üstat, felte Arapça bir sözcüktür. Siz, lütfen araştırın, değerlendirin. Felte sözcüğünün anlamı şudur: Sürpriz, rastlantı, oldu-bitti ve en doğrusu kaçırma. Đbni Kesir, Büyük Tarihinde Halife Ömer’in yaptığı son hac dönüşünde okuduğu meşhur hutbesinde şöyle dediğini yazıyor: “Ebu Bekir’in biati bir felteydi, ama Allah Đslam ümmetini onun şerrinden korudu.” Allah Allah, ne korkunç söz, ne korkunç ifşaat bu... Ömer burada açık açık demek istiyor ki “Bu iş kolaylıkla bitmemiş olsaydı, zorlukla yapılacaktı.” Ömer’in ağzından kaçırdığı bu iki sözcük içinin tercümanı oldu. ‘Allah şerrinden korudu.’ Şer kötülük demek, anlam belli: ‘Đyilikle olmasaydı kötülükle olacaktı.’ Artık bu filmin senaryosunu kimin hazırladığını anlamak zor değil. Đbnü’l Esir, Alevi değil, Sünnidir, Ömercidir. Fakat zavallı ne yapsın, her şeyi saklayamaz ki. Çok şeyler sakladı, çok yalanları savundu ve zaman zaman çok değerli belgeleri esir kaçırır gibi kaçırdı. Burada bir şairin beytini hatırladım: “En büyük fazilet, düşmanın itiraf ettiği fazilettir.” Değerli Üstat, siz Beraat olayından öyle küçümser bir tavırla bahsettiniz –ki Mübahale olayının üzerinden geçtiğiniz gibi- “Hadi hadi bütün bunları biliyoruz, ne var sanki” der gibi onu savmak istediniz. Bir de “Hz. Muhammed’in yanına Ali’yi alıp gelmesinden daha doğal bir şey yoktur. Elbette Sâ’d Bin Vakkas veya Talha’nın gelmesi düşünülemez.” diyorsunuz. Oysa bu sözler konudan kaçmak için yapılan manevralardan başka bir şey değildir. Acaba böyle gereksiz bir savunma sizin direnişinize ne kazandırıyor? Hz. Peygamber (s.a.a) buraya aile ve soy namına boy göstermeye gelmiyor, Đslam dinini tanıtmak ve onun üstünlüğünü göstermek için Hristiyanlarla yüz yüze gelmek istiyor. Cenab-ı Allah, Mübahale’ye gelirken onlara şöyle söylemelerini emrediyor: “Siz çocuklarınızı getirin biz de çocuklarımızı getirelim; kadınlarınızı getirin, kadınlarımızı getirelim; kendiniz gelin, biz de gelelim.” Hz. Muhammed (s.a.a) ‘Çocuklar’ deyince, Hz. Hasan (a.s) ile Hz. Hüseyin (a.s); ‘Kadınlar’ deyince Hz. Fatıma’yı (a.s) kastediyor. Fakat sıra Hz. Ali’ye (a.s) gelince “Adamlarımızı getirelim.” demiyor. “Kendimiz gelelim.” diyor. Yani Hz. Ali’yi (a.s) kendi kefesinde göstermek için birinci çoğul şahıs zamirini kullanarak “Enfüsene” diyor. Enfüs sözcüğü, nefis sözcüğünün çoğul şeklidir. Bu kelime her ne kadar Arapçada hakiki ve mecazi anlamlar verirse de Türkçede yine geniş kapsamda bulunur. Mesela; öz varlık, kişilik, öz benlik, ruh ve hayat gibi kavramları karşılar. Bu bakımdan, Hz. Peygamber (s.a.a) kendi nefsini Hz. Ali’nin (a.s) nefsiyle bir arada söylemekle Hz. Ali’yi (a.s) kendi varlığına almış oluyor. Tıpkı aynı cinsten olan iki harfin birbirine idgam olup tek harf gibi okunması gibi. Peygamber (s.a.a) Efendimiz, Hz. Ali (a.s) ile olan beraberliğini Peygamberlikten önce ve 63 yaşına gelinceye dek sürdürmüştü. Hiçbir zaman onu ihmal etmemişti. Söylediği pek çok hadislerle onu sık sık yüceltmiştir. Örneğin: “Ya Ali, Musa’nın yanında Harun nasıl idiyse, sen de, benim yanımda öylesin. Ancak, benden sonra peygamber gelmeyecektir.” (Buhari, Müslim,Tirmizî, Đbn-i Mace, Đmam-ı Ahmed, Taberanî) Bu hadis ve bunun ayarında hadisler pek çoktur. Dost olsun, düşman olsun bütün hadis yazarları tarafından onaylanmıştır bunlar. Öyleyse Đslam Peygamberi (s.a.a), Hz. Ali (a.s) için bunları söyledikten sonra, “Ali Peygamberle aynı kefede olmaz.” diye ahkâm kesmek kimin haddi olur? Neymiş? “Yetiş Ya Ali diyordu da neden yetiş ya Ömer” demiyordu? Allah Allah bu da laf mı? O kadar gülünç bir teklif ki, suyu aşağıdan yukarıya akıtmak için beyhude yere uğraşmak gibi... Gerek Sünni gerek gerekse Alevilerde Ömer’den medet bekleme modası yok. “Yetiş ya Ömer” diye çağıran hiç yok! Oysa halk her zaman “Yetiş ya Ali!” diye çağırır, hatta bunu geleneksel bir alışkanlık haline getirmiştir. Neden mi? Çünkü önce Peygamber Hazretleri (s.a.a) bu usulü başlattı. Dar bir duruma düşünce “Yetiş ya Ali!” diye çağırırdı. Örneğin Uhut Savaşı’nda herkes kendisini bırakıp kaçtıktan sonra düşman kıskacı içinde kalınca “Yetiş ya Ali, bu gelenleri piskürt!” derdi. Hz. Ali (a.s) hemen atılır ve kudurmuşçasına saldıran düşmanların bir kısmını öldürür, kalan kısmını dağıtırdı. Hz. Peygamber (s.a.a) başka bir saldırgan grubu gösterir “Yetiş ya Ali, bunları def et!” der, Hz. Ali (a.s) yine şahin gibi atılır, birkaçını öldürür, gerisini dağıtırdı. Bu olay Sünnilerin tarihinde yazılmıştır. Mesala, Đbnü’l Esir’in Uhut Savaşı bölümünde aynen okuyabilirsiniz. Acaba Peygamber Hazretleri (s.a.a) neden “Yetiş ya Ömer” demedi? Çünkü Ömer o zaman kaçanlar arasındaydı! Yani aziz Peygamberi, azgın düşmanların eline bırakmış ve kendi deyimiyle kayalar arasında ceylan gibi sıçrıyordu. 9[9] Düşman çemberi içinde sıkışıp kalan Peygamber (s.a.a) elbette kaçan Ömer’i değil, yanından ayrılmayan, canını önüne koyan Hz. Ali’yi (a.s) çağırır. Siz bunun hesabını Đbrahim TATLISES’ten değil, Hz. Peygamber’den (s.a.a) sorun. Ve daha açıkçası, doğrudan Hz. Cebrail’i (a.s) sorumlu tutun! Çünkü Đbnü’l Esir Tarihinde Uhut Savaşı bölümünde şöyle bir olay yazılıdır: “Uhut Savaşı’nda aslancasına çarpışan Ali, Peygamber’in yanına hiçbir düşman yaklaştırmamak için gözünü kırpmadan, tehlikeden tehlikeye atılırken Cibril Aleyhisselam yukarıdan gür bir sesle ‘Zülfikar’dan başka kılıç, Ali’den başka yiğit yoktur.’” diyerek kendisine tanrısal bir madalya vermiş oldu. Bu madalya birçok Sünni âlimin kitaplarını süslemiştir. Bu tarihi olay bir efsane değil, Đslam tarihine şanlı bir sayfa katan gerçektir. Cibril Aleyhisselam, “Ömer’den başka yiğit yok!” demedi. Çünkü yukarıdan baktı Ömer kaçıyor, Hz. Ali (a.s) ise Peygamberini kurtarmak veya önünde şehit olmak için ölüm-kalım mücadelesini yiğitçe sürdürüyor. Evet, notlar o zaman verildi. Üstün Yiğitlik Madalyası Allah (c.c) tarafından hazırlanıp sahibine o zaman sunuldu... Öyleyse, Đbrahim TATLISES’in suçu ne? O ancak sanatının eridir! Ona meydan okumaktansa gelin büyük Türk şairi Süleyman Çelebi’ye meydan okuyun. Hz. Ali’yi (a.s) kayırıyor diye kendisini eleştirin. Süleyman Çelebi ünlü “Mevlid-i Şerif” divanında “Hikâye-i Kesikbaş” adlı bir kaside de yazmıştır. Sadece Hz. Ali (a.s) için yazmış olduğu bu kaside veya destanı Peygamber’e (s.a.a) ait olan yapıtına dâhil etmiştir. Acaba neden? Çünkü Peygamberle (s.a.a) aynı kefede olduğu için. 48 sayfadan oluşan bu divanın elimde Osmanlıca bir baskısı vardır. Destan 38’inci sayfasında yazılmıştır. Hz. Ali (a.s) Kesikbaş’ın vücudunu ve oğlunu yiyen, karısını ve yüzlerce Müslüman’ı kaçıran devi öldürmek için bulunduğu kuyuya doğru gidiyormuş, kuyu çok derin, 500 kulaç yetmiyormuş. Kendini boşluğa bırakıp 7 gün 7 gece boşluktan iniyor; kâh başı yukarıda kâh ayağı, nihayet dibe varıyor, devi öldürüyor, Kesikbaş’a dua okuyup vücudunu ve oğlunu diriltiyormuş. Esirleri toplayıp kuyunun ağzına getiriyor ve yine bir dua okuyup yeryüzüne çıkıyormuş. Şair Çelebi, Hz. Ali’nin (a.s) akıl almaz efsanevi mucizelerine çok ilginç bir mucize daha katıyor, nerdeyse Hz. Ali’yi (a.s) Tanrısallaştıracak kadar ileri gidiyor. Acaba neden? Süleyman Çelebi, Alevi midir? Kesinlikle değil! Zira Hz. Ali’ye (a.s) hayran olmak yalnız Alevilere kalmış bir şey değil, halk arasında geleneksel bir akım haline gelmiştir. Her türlü övgüye layık olan bu büyük adam için akıl ve mantığa hitap eden nitelikler artık yeterli görülmemiş, akıl ve mantık şöyle dursun, buna kafa tutacak efsaneler dile getirilmiştir. Đşte size eşsiz bir kahramanın heybetli kişiliği doğrultusunda içlerine doğan efsanelerle duygularını besleyen halk, Hz. Ali’nin (a.s) büyüklüğünü dile getirmeye başladı. Bu manevi kuram, bu geleneksel kült, birçok insanın duygularını doldurmuştur. Bu arada Süleyman Çelebi gibi Sünni kesime bağlı olan niceleri var ki bu tanrısal esin, mezheplerin çelik zırhını delmiş ve kalbine girmiş, kendileri bile farkında olamamışlardır. Kesikbaş destanı gibi daha pek çok destanlar, romanlar, efsaneler üretilmiştir. Büyük Larousse Ansiklopedisi bile “Halk Edebiyatı” diye o yapıtlardan söz eder. Burada Ansiklopedi deyince aklıma şunlar geliyor: Tarihçilerin en büyük ayıbı, tarih bilimini zaman zaman mezhep ritmine göre ayarlamalarıdır. Diyelim ki tarih yazarları eski din adamları, Đmamlar, hafızlar, şeyhlerdir. Onlar zaten mezhepçiliğe kendilerini adamış fanatik insanlardır; fakat modern dediğimiz, sadece ilim ve araştırma amacına dayanan şu ansiklopedileri hazırlayanların böyle hevese kapılmaları cidden çok daha üzücüdür. Biz bu fanatizmin defterini dürmek için aydınlarımızdan medet umuyoruz. Şimdi bu aydınlarımızı kime şikâyet edelim? Söz konusu olan ansiklopedi, Hz. Ali (a.s) hakkında bir biyografi yazıyor. Biyografiyi hazırlayan zat, tarihe aykırı hatalar yapıyor, pot kırıyor. Bunlar bizi ilgilendirmez, ama mesela, “Hz. Muhammed’in (s.a.a) ölümünden sonra halife seçmek üzere oluşturulan altı kişilik kurul” diyor. Oysa Hz. Muhammed’in (s.a.a) değil, Ömer’in ölümünden sonra bu kurul oluşturuluyor. Bu büyük hata. Bize ne? Ama mezhepçiliğe malzeme olacak notlara şöyle bir bakalım: “Şiilerin, Peygamber’in kendisinden sonra Ali’nin halife seçilmesini salık verdiği yolundaki iddialarını doğrulayacak bir belge yoktur. Ebu Bekir’in ölümünden sonra Ömer ve Osman’ın halife seçilmesine de karşı çıkmadığı anlaşılmaktadır.” Daha sonra Hz. Ali’nin (a.s) Arapçada bir şaheser olan mektup ve özlü sözlerine gölge düşürmek için çelme çalıyor ve diyor ki: “Onunla ilgili olduğu söylenen mektup ve özlü sözlerin gerçekten kendisinin olduğunu saptamak güçtür.” Bu yüzden bu ansiklopedi, ansiklopedi olmaktan ziyade, mezhepçiliğe taze kan veren modern bir takviye unsuru oluyor. Ben, sayıklamaktan beter bu gibi haltlara cevap vermeye tenezzül etmek istemem. Hem konudan uzaklaşmış oluruz, hem de “Haklılık ve Haksızlık” adlı kitabımız bu gibi haltlara susturucu cevaplarla dolu. Şimdi esas konumuza dönelim. Bu sayın ansiklopedi, Hz. Ali (a.s) için üretilen efsanevi roman, hikâye ve destanlardan “Halk Edebiyatı” diye bahsediyor. Birçoklarının isimlerini ve yazarlarının adlarını veriyor. Ancak Kesikbaş destanına gelince yazarın adını vermiyor. Burada eserin Şii eserlerinden olduğuna kesinlik katmak için ince bir hile uyguluyor. Neden? Çünkü bunu Süleyman Çelebi yazmış derse, Sünni mezhebi aleyhine kötü bir propaganda yapmış olur. Bu ansiklopedi, 39 Bilim adamı tarafından hazırlanmıştır. Sanıyorum içlerinde bir tek Alevi bile yok. Olsaydı bu biyografiyi hazırlayana itiraz ederdi. Gerçi mezhepçilik yapıp bulundurmazlar da o ayrı. Zaten mezhep diktatörlüğü yalnız Türkiye’de var. Türkiye’de seçim ne kadar serbest ve demokrasiye uygunsa mezhep o kadar serbest olmaktan yoksundur. Bu laiklik ilkesine rağmen... Sayın Üstat, bu kadar uzatmak istemezdim, ama konu, konuyu doğuruyor; uzatmamak elde olmuyor. Hz. Ali’nin (a.s) Hz. Peygamberle (s.a.a) aynı kefede olup olmadığı tartışması sanırım Hz. Ali’nin (a.s) lehine bitmiştir. Çünkü ele aldığımız bahisler hep bu neticeyle sonuçlanmıştır. Zaten gerçek her bakımdan belli. Bu güzel ismin birleştirilip tek isim halinde söylenmesi bile yeterli. MEHMET ALĐ Mehmet Ali ismi, çok yaygın bir hâl almış ve büyük bir sempatiye mazhar olmuştur. Bu iki güzel isim birbirine o kadar yakışıyor ki, güneşe yakışan ışık gibidir. Bu ismi kullananlar yalnız Aleviler mi? Sünnilerde de oldukça yaygındır. Bir inceleme yaparsak, çok sayıda veziri, paşayı ve devlet adamını bu isimde göreceğiz. Đsim hem Araplarda hem de Türklerde büyük rağbet görmüştür. Acaba Peygamber’in (s.a.a) ismine eşlik eden başka bir isim var mı? Elbette yok! Đşte bu manevi ayrıcalık Hz. Ali’nin (a.s) özelliklerine ayrı bir özellik daha katıyor. Çünkü Hz. Ali (a.s), Hz. Peygamberle (s.a.a) beraber aynı kefededir. Burada Hz. Ali’in (a.s) bir sözünü hatırlatmak isterim. Đbni Ebil Hadid “Nehc-ul Belağa” şerhinde Hz. Ali’nin (a.s) şöyle dediğini yazıyor: “Benim Hz. Peygamber’e olan oranım, ışığın ışığa olan oranından farksızdır.” Sayın Beyefendi, sizi eleştirilmiş olmaktan tenzih ederim, zira takındığınız tavır normaldir. Kişinin görüş ve kanılarını sınırlandırmak kimsenin haddi değildir. Đsteyen istediği gibi bir şeyi kabul veya reddeder; ancak bununla beraber sizin bu doğrultuda normalüstü bir çıkışınız var ki onu içime sindiremedim. Siz bu kadar verip veriştirdikten sonra “Ben tarafsızım” diyerek bir hakem rolü takınmak istiyorsunuz. Bin kere maşallah. Acaba ne kaldı? Sünni-Alevi çekişmesine katkıda bulunacak, kavgayı sürdürecek ne varsa söylediniz. Yani en koyu mutaassıbı ayakta tutan, içini dolduran duygular bunlardır. Eğer siz tarafsızsanız, acaba taraflılar nasıl olur? Yoksa taraf tutan fanatiklerin avukatlığını yapmak, tarafsızlık mı sayılır? Siz kelimenin tam manasıyla tarafsız değilsiniz. Biz çok tarafsız insanlar gördük; ama onlar hakkı kişilere göre değil, kişileri hakka göre tanımak isteyen insanlardı. Yaşar Nuri ÖZTÜRK ve benzerleri bu tip insanlardı. Yaşar Nuri Bey, Alevi midir? Kesinlikle değil! Ancak hakkın yanında olduğu için Alevi gibi göründü. Ben zaten Alevi aramam. Hakka sahip çıkacak insanlar ararım. Đşte onlar tarafsız olur, siz ise hiçbir zaman tarafsız olmazsınız. Zira Đslam tarihine damga vuran ve başlı başına bir tarih olan Gadir olayını bile bir çırpıda yalanlayıp, “Büyük palavra” diyorsunuz. Neymiş efendim? Bu olay doğru olsaydı büyük hazretler onun aleyhine hareket ederler miymiş? Az önce dedik ya, siz kişilere göre hak tanımak istiyorsunuz. Yine hazretler namına konulan dokunulmazlık zorunluluğundan vazgeçmek istemiyorsunuz. Bizim ezeli derdimiz bu değil midir? Onların Hz. Peygamber’in (s.a.a) çizdiği yolun tersine hareket ettikleri ortada. Efendim, o zaman damat hazretleri de suçluymuş. Neden sesini çıkarmamış? Neden üç halifenin hilâfetini tanıyıp onlara biat etmiş? Çok affedersiniz, ama şimdi söyleyeceğim sözler olgunlaşmamış meyve gibi tatsız olacaktır. Zira siz tartmadan, ölçmeden konuşuyorsunuz. Tarihin yabancısı mısınız? Herhâlde öyle değil. Öyleyse “Damat hazretleri itiraz etti, küstü, altı ay kadar küskün olarak biate katılmadı.” diyen tarihçileri neden değerlendirmiyorsunuz? Bunları yazan başta Buhari olmak üzere bütün Đslam tarihçileri... Hz. Ali (a.s) neden küstü? Neden altı ay kadar biat etmedi? Neden ömrünün sonuna kadar yakınıp durdu? Acaba boş yere miydi? Sözlerinde, hutbelerinde hep uğradığı haksızlıkları neden dile getirdi. Zaman zaman Kureyşi Allah’a şikâyet etti? “Ey Allah’ım, Kureyş bana zulmetti, hakkıma mani oldu. Onun cezasını sen ver.” şeklindeki sözleri, en büyük Sünni şeyh ve imamların itirafıdır. Hz. Ali (a.s) altı ay sonra biat etmek zorunda kaldı. Çünkü Kureyş, Kureyştir. Onlar ikinci bir Bedir, ikinci bir Uhut, ikinci bir Hendek savaşına razı olur, Hz. Ali’nin (a.s) hilâfetine razı olmazlardı. Kureyşin bu korkunç kinciliği bir gün Ömer’in ağzından kaçmıştı. Đbnü’l Esir Tarihinde, yaptığı son hac bölümünde söylemiş olduğu hutbede Ömer’in şöyle dediğini yazar: “Evet, Ebu Bekir’in biati bir felteydi, ama Allah Đslam ümmetini onun şerrinden korudu.” Burada Ebu Bekir’in biatinin kaçırma olduğunu itiraf etmekle beraber, iyilikle olmasaydı kötülükle olacaktı demek istiyordu. Kureyşin bu kötü niyeti daha sonra olduğu gibi ortaya çıkmadı mı? Üç hazretten sonra ortalık karıştı, dizgin Kureyşin elinden tamamen kaçmıştı. Duruma hâkim Medine Ensarları ve diğer Müslümanlar birleşerek Hz. Ali’ye (a.s) biat ettiler. Fakat Kureyş kıyameti kopardı. Üst üste iki yıldırıcı savaş açtı. Diyelim ki Hz. Ali (a.s) yenildi, amacına ulaşamadı. Ama bu Kureyş için yetmedi. O öldükten sonra dünya tarihinin bilmediği bir ceza usulü uyguladılar. 60 sene kadar Hz. Ali’ye küfür ettiler, lânet okudular, okuttular ve bunu devletin bir ilkesi haline getirdiler. Đşte Kureyş budur. Önce onu tanıyalım, sonra Hz. Ali’ye (a.s) karşı olan davranışları bilelim, ondan sonra da “Gadir olayı doğru olsaydı, sahabeler hemen toplanıp Ali’ye biat ederlerdi.” diye ahkâm keselim... Gadir olayına gelelim: Sayın Üstat, “Büyük palavra” diyebilmek olağanüstü bir cesaretti. O palavra ki Sünni mezhebin bayraktarlığını yapan yüzlerce âlim, imam ve hafızlar tarafından itiraf edilen bir olay. Hz. Ali’yi (a.s) istemeyen, Hz. Ali’nin (a.s) puanlarını düşürmek için her çareye başvuran, kendisini daha aşağıda göstermeye çalışan bu büyük Sünni âlimler, acaba Hz. Ali’nin (a.s) lehine yalan mı uydururlar? Böyle bir çelişki hiçbir zaman söz konusu olamaz. Önce olayı rivayet eden büyük sahabelerden birkaç isim sayalım. Hz. Ali’nin (a.s) en başta gelen rakipleri bile bu olaya değinmiş veya ufak bir imayla bundan bahsetmişlerdir ki bunlar Ebu Bekir, Ömer, Osman, Aişe, Sâd Ebu Vakkas, Talha, Amru Đbnil As, Abdurrahman Bin Avf, Said Bin Zeyd, Zübeyr Đbnil Avam, Halid Đbnil Velid, Hassan Bin Sabit, Sumre Bin Cündüp, Usame Bin Zeyd, Übey Bin Kâb, Selman-ı Farisi, Enes Bin Malik, Abdullah Bin Mesud, Ebu Eyyub Ensari, Miktad Bin Amru, Ebu Zer Güfari, Berâ Đbni Azip, Esad Bin Zerara, Esma Bin Ümeys, Cabir Bin Semra, Huzeyfe Đbnil Yemail, Hazime Bin Sabit, Zeyd Bin Erkam, Zeyd Bin Sabit, Abbas Bin Abdulmutallip, Abdullah Bin Abbas, Abdullah Bin Cafer, Cabir Bin Abdullah, Abdullah Bin Bedir, Kays Bin Sâd, Adiy Bin Hatim, Ebul Hyesem Malik, Bureyde Bin Selem, Amru Đbnil ( ) Cerir Bin Abdullah’tır. Ve istesem bunların on mislini daha yazabilirim, ama uzatmaya gerek yok. Bunların ve başkalarının rivayetleri şu aşağıdaki kitaplarda bulunur: Hatip Tarihi, c. 8, s. 290, c. 7, s. 377 Đbni Hacer, “Tehzip”, c. 7, s. 327 Huvarizmi “Menakıp”, s. 130 Suyuti, “Endurrul Mensur”, c. 2, s. 259 ve “Halifeler Tarihi”, s. 114 Đbnül Esir, “Üsüdül Gabe”, c. 3, s. 307, c. 5, s. 205 Đbni Hacer, “Đsabe”, c. 3, s. 488, c. 5, s. 205 Şemsettin Şafiî, “Esnel Mutallip”, s. 3 Đbni Kuteybe, “Maarif” s. 291 El Muttaki El Hindi, “Kenzul Ummal”, c. 6, s. 154, c. 7, s. 398 Đmam Ahmed, “Müsned”, c. 4, s. 281 Đbni Maca, “Sünen” c. 1, s. 28, ve 29 En Nisai, “Hasais”, c. 2, s. 473 Tabari, “Erriyad”, c. 2, s. 169 Razi Tefsiri, c. 3, s. 636 Đbni Kesir, “El Bidaye”, c. 5, s. 209 Makrizi, “Hutat”, c. 2, s. 222 Hakim, “Müstedrek”, c. 3, s. 109ve 110 Heytemi, “Mecma”, c. 9, s. 106 Tırmizi, “Sunen”, c. 2, s. 298 Halebi, “Sıyret”, c. 3, s. 302 Đbni Hacer, “Sevaik”, s. 25 Müslüm, “Sahih”, c. 2, s. 235 Zehebi, “Mizan”, c. 3, s. 224, ve Zehebi “Müstedrek” -özet kitabı-, c. 3., s. 533 Ebu Naim, “Hilye”, c. 4, s. 356 Đbni Kesir, “tefsir”, c. 2, s. 14 Mesudi, “Muruç”, c. 2, s. 11 El Kânduzî El hanefi, “Yâ Nenabül Meveddet”, s. 34 Đbni Talha, “Matalip”, s. 16 El hafız El kinci, “Kifâyet”, s.14 Bagavi, “Masabih”, c. 2, s. 199 Đbnissabbah, “Fusul”, s. 24 Ettahavi, “Müşkilül Asar”, c. 2, s. 309 Hamvini, “Feaid”, 58. Bap El Kadı Eşşevkani, “Tefsir”, c. 2, s. 57 Buhari, “Tarih”, c. 1, s. 375. Bunlardan daha çok var, ama sanırım yeter. Öte yandan Gadir olayı için özel kitap yazan yazarlar 25 kişiden fazladır. Bunların başında büyük tarih bilgini Ebu Cafer Taberî gelir. Taberî çok yaygın olan bu hadisin rivayetlerini 75 kaynaktan toplamıştır. Hafız Đbn-i Ukde, 105 kaynaktan gelen rivayeti almıştır. Ebu Bekir Caabi ise bunu 125 kaynağa kadar çıkarmıştır. Yine aslardan Darakutnî ve Şemsettin Ez Zehebî, bu olay için özel kitap yazmışlardır. Bilhassa Şemsettin Zehebî gibi bir fanatikten böyle bir yaklaşım beklenemezdi. Ancak böyle büyük ve açık bir olayı büsbütün inkâr etmek herhâlde akıl kârı değildir. Yani “Palavra” dediğiniz olayı bu büyük âlimler bile doğrulamışlardır. Şimdi diyeceksiniz ki bunu kabul etmek Sünni inancıyla nasıl bağdaşabilir? Evet, orası öyle, çünkü aynı zamanda onlar Ebu Bekirci, Ömerci, Osmancıdır. Fakat onların takıldığı sözcük “Mevlâ” sözcüğüdür. Evet, ama Hz. Peygamber (s.a.a) “Ben kimin Mevlasıysam, Ali de onun Mevlasıdır ...” demiş, ancak mevla kelimesi mutlaka hilâfet demek değildir diyerek bu kelimenin geniş anlamı üzerine felsefe yaparak lügat ve ciltler dolduruyorlar. Bu uzun bahislerden sonra anlaşılması gereken şey “GADĐR” olayı palavra değil, gerçektir... BĐLMEM ANLATABĐLDĐM MĐ? 28/12/1999 Mahmud REYHANĐ HĐLAFET HAKKI (2) Nurettin REYHANĐ Bismillahirrahmanirrahim Alemlerin rabbi olan Allah’a hamdolsun. Dualarımız ve selamlarımız nebimiz ve seyyidimiz, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed Mustafa (s.a.a.v) , onun güzel, temiz soyuna ve ehlibeytine olsun. Bizi, Hz. Muhammed’in itaatine muvaffak eden, Allah’ın ibadetine sabit kılan, “Seni alemlere rahmet olarak gönderdik.” diye nitelendirdiği nebî’i, resulü, ve habibi Hz. Muhammed’i tasdik edenlerden yaratan Allah’a hamdolsun. Allah’a şükürler olsun bizler, onun yolunu tuttuk, onun delillerini izledik, onun hidayet nuruyla aydınlandık, onun emirleriyle hareket ettik ve yasaklarından kaçındık. Onun hiçbir hadisini ve şeriatını değiştirmeyiz. Hiçbir veli ile bir tutmayız, onun hiçbir düşmanını veli seçmeyiz. Doğru bir niyetle ve ihlasla ona iman ettik. Dünya ve ahirette ebedi saadete; onun risaletini tasdik etmek, peygamberliğine iman etmekle ulaşılacağını öğrendik. Allahuteala Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: ”Battığı zaman and olsun yıldıza ki, arkadaşınız (Hz. Muhammed) sapmadı ve batıla inanmadı. O, kötü arzularına göre konuşmaz. Onun konuşması vahyedilenden başkası değildir. Ona, müthiş kuvvetleri olan biri öğretti”(Necm Suresi : 1-5) Bundan dolayı bizim, onun emirlerine itaat ettiğimizi ve sözlerini dinlediğimizi görürsünüz. Ehlisünnetin en büyük alimlerinin kaynaklarına göre Muhammed (s.a.a.v); insanları Hz. Ali’yi sevmeye teşvik ettiğini, onun (Hz. Ali) vasisi, velisi ve kendisinden sonra halifesi olduğunu, onun yolundan gidenlerin cennete, düşmanlarının ve onun yolundan sapanların cehenneme gideceklerini dile getirdiklerini anlatırlar. Burada sizlere ehlisünnetin büyük alimlerinden tarihçi ve müfessirlerinden Ebi Cafer Muhammed Đbni Cerir ‘et-Taberi’nin “El Vilayeh” adlı eserinden, “Gadir Hadisleri” bölümünden bir olayı nakledeceğim: Zeyd bin Arkam’dan rivayetle dedi ki: Hz. Muhammed (s.a.a.v)Veda Haccı’ndan dönerken, kuşluk vakti sıcakların şiddetli olduğu bir sırada Gadir Hum’a geldiğinde çalı çırpıyı temizlememizi emretti. Cemaat halinde namaza davet etti, toplandık. Çok güzel bir hutbeden sonra dedi ki: Allahuteala bana Cebrail (A.S) aracılığıyla: “Ey Allah’ın resulü; Rabbin tarafından sana bildirileni tebliğ et. Şayet tebliğ etmez sen risaletini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.”(Maide suresi : 67) Rabbim tarafından Cebrail (a.s.) burada durmamı, beyazla siyah herkese Ali bin Ebi Talib’in kardeşim, vasim, halifem ve benden sonra imam olduğunu bildirmemi emretti. Bana inananların azlığı, eziyet edenlerin çokluğu, Ali’ye düşkünlüğümden dolayı Rabbimin beni affetmesini Cebrail’e söyledim. Hatta bana, her söyleneni dinleyen kulak diye takıldılar. “Yine onların içinde öyleleri vardır ki, Peygamber'i incitiyorlar ve "O her söyleneni dinleyen bir kulaktır." diyorlar. De ki; "Sizin için bir hayır kulağıdır. Allah'a inanır, müminlere inanır, ayrıca sizden iman edenlere de bir rahmettir". Allah'ın Resulünü incitenlere acıklı bir azap vardır.” (Tevbe Suresi :61) Şayet isteseydim hepsini isimleriyle tek tek sayardım. Onları gizli tutmak yüksek ahlakıma daha uygundur. Allah ricamı kabul etmedi, illa onu tebliğ etmemi emretti: “Ey insanlar! Bilin ki Allah onu (Hz. Ali’yi) size imam ve veli olarak seçti. Herkesin ona itaat etmesini emretti. Onun hükmü uygulanır. Onun sözü geçerlidir. Ona karşı çıkan (muhalefet eden) lanetlidir. Onu tasdik eden Allah’ın rahmetine kavuşacaktır. Duyun ve itaat edin. Allah mevlanızdır. Ali de imamınızdır. Ondan sonra imamlık kıyamete kadar onun soyundan devam edecektir. Allah ve Resulünün helal ettiğinden başka helal yoktur. Allah ve Resulünün haram ettiği sürekli haramdır. Allah’ın bana bütün bildirdiklerini size açıkladım. Ona (Hz. Ali’ye)büyüklenmeyin. O hak üzerine amel eder, sizi hidayete götürür. Allah onu (Hz. Ali’yi) inkar edeni affetmeyecek, tövbesini kabul etmeyecek ve sonsuza dek şiddetli azap vereceğine dair söz verdi. Đnsanlar var oldukça, onlara rızk indiği sürece o (Hz.Ali ) benden sonra en üstününüzdür. Ona karşı gelen lanetlidir. Bu sözlerim bana Allah tarafından Cebrail (a.s.) aracılığıyla indirilmiştir. Yarın ona nasıl davranacağınızı göreceğiz. Kur’an’ın hükümlerini anlayın, kendi yorumlarınızla hareket etmeyin. -Hz. Ali’yi koltuk altından tutup herkesin göreceği şekilde yukarı kaldırdı.- Kur’an’ı ancak elini aldığım, vücudunu kaldırdığım tefsir eder, size öğretir. Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Mevlalığı Allah tarafından bana belirtilmiştir. Görevimi yerine getirdim, tebliğ ettim, duydunuz ve size açıkladım. Mü’minlerin emirliği benden sonra ondan başkasına haramdır. Hz. Muhammed (s.a.a.v)Hz. Ali’nin elini yukarı kaldırdı ve dedi ki:”Ey insanlar! Bu (Hz. Ali) kardeşim, vasim, ilmimin açıklayıcısı, bana ve Kur’ana inananların halifesidir. Allah’ım, onu veli seçenin velisi ol, düşman olana düşman ol, onu inkar edeni lanetle, hakkını inkar edene azap ver. Allah’ım, Hz. Ali’nin hakkını belirttikten sonra “Elyevmü ekmeltü leküm diynüküm. (….Bugün dininizi tamamladım….)” ayeti kerimesini indirdin. Bugün dininizi Ali’nin imameti ile tamamladım. Kim o nu ve onun soyundan gelen çocuklarımdan başka imam seçerse amelleri boşunadır, sonsuza kadar ateşte kalacaklardır. Đblis, Hz. Adem’i (a.s.) yüce sıfatına rağmen kıskandı ve onu cennetten çıkardı. Ali’yi kıskanmayın, amelleriniz düşer, ayaklarınızın üzerinde duramazsınız. “Vel asri. Đnnel insane lefi husrin” Ali hakkında inmiştir. (Asra yemin olsun ki, Đnsan mutlaka ziyandadır.)” (Asr suresi :1, 2) Ey insanlar! Gözünüzün önüne perde gelmeden, sırtınızı geri çevirmeden önce, Ashab’ı Sebti lanetlediğimiz gibi sizi lanetlemeden, Allah’a peygambere ve onunla nura iman edin. Allah’ın nuru bende, benden sonra Ali’de, Ali’den sonra Mehdi’ye kadar onun soyunda devam edecektir. Ey insanlar! Benden sonra imamlar gelecek, sizi ateşe davet edecekler. Kıyamet gününde zafere ulaşmayacaklardır. Allah ve ben onlardan uzağız. Onlar, yandaşları ve onlara uyanlar, cehennemin en alt tabakasında olacaklardır. Đmamlığı zorla alacaklar, hesabınızı görmek için yakında size yöneleceğiz. Üzerinize halis ateşten bir alev ve duman gönderilir de kendinizi koruyamazsınız.” (4) Sevgili kardeşlerim, Hz. Peygamberimizin (s.a.a.v) Hz. Ali (a.s.) hakkında dile getirdiği faziletleri görün. Bu sözleri duyduktan sonra Hz. Muhammed (s.a.a.v)inanıyor, onu doğruluyor isek Hz. Ali’yi sevmek onu veli seçmek onun yolundan gitmek, onun ipine sıkı sıkı sarılmak haktır. Evet, biz onu veli, imam ve yol gösterici olarak kabul ediyor onu örnek alıyoruz. Bize Alevî denmesine razıyız, bu isimle iftihar ediyoruz. Hz. Muhammed’in (s.a.a.v)“Allah beni Ali’yi benden sonra hidayete ersinler, diye önder olarak seçmemi emretti.” dediği Ali’nin velayeti ile nasıl iftihar etmeyiz. Allah’a şükür bizler, Mü’minlerin Emiri ile hidayete erdik, bizler sadık Alevîleriz. Biz ahlakımızı, edebimizi, güzel arkadaşlığımızı, peygamberin ehlibeyti, risaletin kaynağı, Allah’ın her türlü pislikten arındırdığı, tertemiz yarattığı, imamların en saygını ve en büyüklerinden kazandık. Şura suresinde “De ki: bunun karşılığında sizden bir ücret istemiyorum, yalnız akrabalarıma sevgi gösterin.” diye buyuruyor. Tefsir el Muhiyt’te Heyyan el Endulusi’nin; bu ayeti kerime indiği zaman Resulullah’a (s.a.a.v)“Allah kimi sevmemizi emretti” diye sorduklarında: “Onlar; Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’dir.” dedi. Kifayetü t’Talib eserinde Enes bin Malik rivayet ediyor: “Ben, Ebu Zer, Selman, Zeyd bin Sabit ve Zeyd bin Erkam Hz. Peygamber’in (s.a.a.v) huzurundaydık. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin içeri girince Hz. Resulullah (s.a.a.v) onları öptü. Ebu Zer, yerinden kalktı, eğilip Hasan ve Hüseyin’in ellerini öptü, gelip yerine oturdu. Ona gizlice:” Ey Ebu Zer, Resulullah’ın büyük, yaşlı ashabından birisinin Haşim ailesinden iki gencin elini öptüğünü gördün mü?” diye sorduk. Ebu Zer: “Evet. Benim duyduklarımı siz duysaydınız daha fazlasını yapardınız.” dedi. “Resulullah’tan (s.a.a.v) ne duydun?” diye sorduk. Ebu Zer:”Resulullah (s.a.a.v) Ali’ye ve onlara dedi ki: “Allah’a yemin ederim ki, bir kul bitap düşene kadar namaz kılar, oruç tutar ve sizi sevmez düşmanınızdan sakınmazsa namaz ve orucu hiçbir menfaat sağlamaz. Ey Ali, kim sizin hakkınızla Allah’a dua ederse onu mahcup etmez. Ey Ali, sizi kim severse size sıkı sıkı sarılırsa, Allah’ın ipine sarılmış olur.” Hadisin sonunda: “…..Hayret! Bazı kavimler bu sözleri duyacaklar, Allah onları hidayete eriştirdikten sonra sırt çevirecekler. Onlara (Ali ve soyuna) eziyet ederek bana eziyet etmiş olacaklar. Allah onlara şefaatimi göstermesin.” Sevgili kardeşlerim, Sadık ve emin olan Resulullah’ın (s.a.a.v) açıklamalarına dikkat edin. Oruç, namaz ve kulu Rabbine yaklaştıran her türlü salih amelin kabulünü Mü’minlerin Emiri Ali ve onun masum soyunun sevgisine şart koşmuştur. Onlara sırt çeviren, onlara düşmanca davrananlara ceza verecektir. Her ne salih amelle gelirse gelsinler, onların sevgisi ve velayeti olmadan faydası yoktur. Sevgili kardeşlerim, Đbn il Mes’udi ’nin Mürucul Zeheb adlı eserinde Muhammed bin Ebu Bekir’in (Ebu Bekir’in oğlu Muhammed), Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye’ye yazdığı mektuptan bir alıntı yapalım: “(Hz. Muhammed’e (s.a.a.v) salat getirip övdükten sonra)……. Allah onu (Hz. Muhammed’i) resul ve müjdeleyici olarak gönderdi. Ona ilk uyan vekil olan, iman eden, onu tasdik eden, Müslüman olan, ona selam veren kardeşi ve amcasının oğlu, Ebu Talib’in oğlu Ali’dir. Đnsanlara gizli olduğu zamanda ona inandı. Onu her türlü şiddetten kendisi korudu. Onunla savaşanla savaştı. Onu dost edineni dost edindi. Onun yolunu izledi. Amellerinde ona, kendisinden daha yakını yoktur. Kendini ona karşı yücelttiğini gördüm. Sen sensin, o da odur. O insanların en iyi niyetlisi, en üstün soyu, en hayırlı hanımla evli olandır. Sen ise, insanların en kötüsü ve en kötüsünün oğlusun. Sen ve baban hata ettiniz. Batılı Resulullah’a (s.a.a.v) tercih ettiniz. Allah’ın nurunu söndürmeye çalışıyorsunuz. Bu uğurda insanları topluyorsunuz, mallarınızı harcıyorsunuz. Kabileleri ona kışkırtıyorsunuz. Baban bu uğurda öldü. Sen de bu uğurda vekili oldun. Bil ki ümitsiz olduğun, onu her türlü şiddetten koruyan Allah’a karşı savaşıyorsun……..” Muaviyenin cevabında ise; Sahr oğlu Muaviye’den, babasını küçülten Ebu Bekir oğlu Muhammed’e: “…….. Mektubunda Ebu Talib oğlu Ali’nin Resulullah’a yakınlığını, ona karşı çıkmamın kötülüğünü zikrettin. Beni, senin olamayan, başkasının faziletleriyle protesto ediyor ve ayıplıyorsun. Bu fazileti senden başkasına veren rabbine şükret. Biz ve baban, Ebu Talib oğlu Ali’nin faziletini, ona itaat etmenin hak olduğunu, bizden iyi olduğunu biliyorduk. Allah, Peygamber’e vaat ettiğini seçtikten, davetini açıkça belirttikten, hüccetini açıkladıktan sonra onu (Hz. Muhammed’i) yanına aldı. Ali’nin hakkını ilk alan, baban ve Faruk-ı Ömer’dir. Anlaşarak ittifak halinde Onun emrine muhalefet ettiler. Kendilerinin hakkı olmayan, üstesinden gelemeyecekleri bir işe (biat etmeye) davet ettiler. Onun (Hz. Ali’nin) karşısında kekelediler. Biat etmekte gecikti. Sonra onlara biat etti, teslim oldu. Ölene kadar hiçbir emirde ona danışmadılar, hiçbir sırrı ona açıklamadılar. Baban onun mülkünün ve liderliğinin alınmasını kolaylaştırdı. Şayet bizim yaptığımız suç ise, bunu baban başlattı, biz de ortaklarıyız. Baban muhalefet etmeseydi, biz Ali’ye muhalefet etme imkanı bulamazdık. Ona teslim olacaktık. Fakat babanın yaptıklarını gördükten sonra biz de devam ettirdik. Bunu ilk yapan babanı ayıpla…….” Sevgili kardeşlerim. Mü’minlerin Emiri’nin en büyük düşmanı Süfyan oğlu Muaviye bile Hz. Ali’nin üstünlüğünü, hilafetin onun hakkı olduğunu itiraf ediyor. Ebu Bekir ve Ömer’in hilafeti ondan zorla aldıklarını ve hiçbir konuda kendisine danışılmadığını belirtiyor. Bundan dolayı biliyoruz ki, Müminlerin Emiri Ali’nin hak yolda olduğunu, Peygamber’in (s.a.a.v) deyimiyle kurtuluş, onun yolundan gitmekle olur. Bundan dolayı biz onun yolunu seçtik, onu velimiz bildik. Bizleri onun sevgisine ve itaatine eriştiren Allah’a şükürler olsun. Biz Alevîler Ali’nin yolunu seçtik ve bu isimle iftihar ediyoruz. Bizi sevmeyenlerin itham ettikleri yalanlara ve iftiralara önem vermiyoruz. Đleride inşallah Allah’ın huzurunda duracağımız zaman kimin hak, kimin batıl yolda olduğunu göreceğiz. Allah’ın salat ve selamları, sonsuza dek Hz. Pegamberimiz Muhammed’in ve pak soyu ehlibeytinin üzerinde olsun. Doğru yolu seçenlere selam olsun. KĐBĐR VE TEVAZU Davut Tümkaya ‘Kibir, kibriya, tekebbür, istikbar’ kelimeleri aynı kökten çekimlenen ve anlam olarak birbirine bağlı olan sözcüklerdir. Kibir, Arapça bir kelimedir ve zıttı tevazudur. Kibir; kibirlenme, büyüklenme, azamet göstermedir. Kibir; büyüklük, ululuk, kendini başkalarından üstün görmedir. Kibir; gururdur, yok yere güvendir, kıymetsiz şeylerle mağrurluktur. Kibir; benliktir, taassuptur. Hz. Peygamber (s.a.a.v.) bir hadisinde yüce Allah şöyle buyurdu der: ‘Kibriya ridam, azamet izarımdır. Kim bu ikisinden herhangi birinde benimle çekişirse onu cehenneme atarım.’ Büyüklük yalnız Allah`ındır. Buna rağmen büyüklük taslayan kişilere yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’in muhtelif ayetlerinde değinmiş ve tekebbürü kınayarak kendilerini başkalarından üstün görenleri tenkit etmiştir. Kibirli davranışların doğru olmadığı hadis ve rivayetlerde de geçmiş ve Đslam dini ulemaları kibrin mümin kalplerde yer alamayacağını birçok eserde örneklerle anlatmışlardır. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de: “Hiç şüphesiz Allah, onların gizleyeceklerini de açıklayacaklarını da bilir. O, büyüklük taslayanları asla sevmez.”(Nahl 23) buyurmuştur. Kibrin en büyüğü ve en kötüsü yüce Allah`a karşı yapılan kibirdir. Bu büyük kibrin örneğini Đblis, Kabil, Ham, Firavun, Nemrud ve benzerlerinde görebiliriz. Bunlar kendilerinde güç görüp büyüklük tasladılar. Đlahlık iddiasında bulundular. Yüce Allah`ın kudretini inkâr edip kulluk görevlerini yerine getirmediler. Đblis: Âdem`e karşı aslı nedeniyle taassupta bulundu ve Âdem’i yaratılışından dolayı eleştirerek “Ben ateştenim, sen ise çamurdansın.” dedi ve Đblis bu şekilde büyüklük tasladı, yüce Allah’ın emrine karşı geldi ve Âdem’e secde etmedi. Kur’an-ı Kerim’de: “And olsun sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere, ‘Âdem`e secde edin.’ diye emrettik ve melekler secde ettiler. Đblis ise secde edenlerden olmadı. Allah: ‘Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir?’ Đblis: ‘Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten onu çamurdan yarattın.’ dedi.”(Araf 11-12) Yine Kur’an-ı Kerim’de yüce Allah buyurur: “Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. Onu tamamlayıp içine de ruhumdan üfürdüğüm zaman derhal ona secdeye kapanın.” Bütün melekler toptan secde ettiler. Yalnız Đblis secde etmedi. (Sad 308) Yüce Allah`a kibirlenen Đblis ve ona tabi olan azgınlar ebedi bir şekilde cehennemle vaat edilmişlerdir. Hz. Ali Nehcül Belağa’da Đblis için: “Allah`ın düşmanı, mutaassıpların lideri ve büyüklenenlerin selefidir (öncesidir). O, taassubun temelini ortaya koyan kibirlilik kıyafetini, gurur elbisesini giyerek ve hakirlik maskesini çıkararak Allah ile çelişendir. Allah onu kibirlenmesinden dolayı nasıl küçülttüğünü ve büyüklenmesinden dolayı nasıl alçalttığını görmüyor musunuz? Onu dünyadan kovdu, ahirette de ona cehennemi hazırladı.” Kabil: Hz. Âdem`in oğludur. Kardeşi Habil’e kibirlendi ve onu kıskandı. Habil ise tevazu gösterdi. Kur’an-ı Kerim: ‘Onlara Âdem`in iki oğlunun kıssasını doğru haber ver. Hani o ikisi kurbanlarını hazırlamışlardı da birinin kurbanı kabul olunmuş diğerinin ki kabul olunmamıştı. Bu, öbürüne (Kabil, Habil’e) ‘Mutlak seni öldüreceğim.’ derken öbürü de (Habil) şöyle demişti: ‘Allah yalnız sakınanların kurbanını kabul eder. Beni öldürmek için elini bana uzatırsan ben seni öldürmek için elimi uzatacak değilim. Çünkü âlemlerin Rabbi olan Allah`tan korkarım.’(El Maide 27-28) Kabil kıssası bizlere kibrin, insan içinde insanı cinayet işlemeye teşvik eden bir duygu olduğunu anlatmaktadır. Ham: Kibirlenmenin bir örneğini ve sahibine ne yaptığını Hz. Nuh`un oğlu Ham`da da görebiliriz. Hz. Nuh`un oğlu Ham, babasına kibirlendi ve onu dinlemedi. Tufanda boğulanlarla boğuldu. Kur’an-ı Kerim de: “Nuh ayrı bir yerde bulunan oğluna: ‘Oğulcağızım bizimle beraber gemiye bin, kâfirlerden olma ki helak olursun’ dedi. Oğlu: ‘Ben dağa sığınırım, o beni boğulmaktan korur.’ dedi. Nuh: ‘Allah`ın merhamet ettiği kimselerden başka bugün Allah`ın azap emrinden koruyacak hiçbir fert yoktur.’ dedi. Aralarına dalga girdi, oğlu boğulanlara karıştı.” (Hud 42-43) Firavun: Kibirlendi ve kibri yüzünden kendini ilah ilan etti. Đnsanlara ‘Ben sizin yüce Rabbinizim.’ dedi. (En-Naziat 24) Bu şekilde kavmini kendine taptırdı ve sonunda Allah`ın kahrına uğradı. Nemrud: Kibre kapıldı. Ulûhiyet iddiasında bulundu. Kendisine karşı gelinecek ve mülkü sarsılacak korkusuyla hamile kadınları ablukaya aldı. ‘Yeni doğacak erkek çocukları öldürün.’ emrini verdi. Hz. Đbrahim tüm evreni yaratan bir yüce Allah`ın varlığından söz edince onu ateşe attırdı. Mucize sonucunda Đbrahim yanmadı. Nemrud ise Allah`ı yadsımada direndi. Yüce Allah, Nemrud`un beynine bir böcek musallat etti ve azap çeke çeke başını duvara vura vura öldü. (Nemrud ismi Kur’an’da geçmemektedir.) “Ümmetlerinin bolluk içinde yaşayan zenginleri ise nimetlerinin etkilerinin izleri sebebiyle taassupta bulundular ve ‘Biz malca ve evlatça daha çoğuz, biz azaba uğratılacak da değiliz.’ dediler.” (Sebe 3435) Bunun için “Kibirlenerek güçlüyüm, kuvvetliyim, arkam var, deme. Đnsanı sırt üstü yere seren var.” denmiştir. Kırk pınar güreşlerinde ise pehlivanlara şöyle seslenilirmiş: “Alta düştüm diye yerinme, üste çıktım diye de sevinme. Hayatta her an her şey olabilir.” “Ey insan seni yoktan yaratan, düzgün yapılı ve endamlı kılan, sana ölçülü ve dengeli davranma imkânı veren, (maddi ve akli yapıda seni en üstün kılan) seni dilediğin en güzel şekil ve biçimde terkib eden ihsanı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (El-infitar 6-7-8) Hz. Ali Nehcül Belağa`da şöyle buyurur: “Hakirliği başınızın üstüne koymaya, övünmeyi ayaklarınızın altına almaya ve kibirlenmeyi boynunuzdan atmaya dayanın; tevazuyu sizinle düşmanınız iblis ve askerleri arasında silahlı asker edinin… Allah kibir hususunda kullarından birine izin vermiş olsaydı, peygamberlerine ve dostlarına izin verirdi. Ancak münezzeh olan o, onlara büyüklenmeyi çirkin gösterdi ve onlar için tevazuyu uygun gördü.”(Nehcül belağa) Allah’a yapılan kibirden sonra kibrin en kötüsü peygamberlere karşı yapılan kibirdir. Bazı kibirliler; peygamberlerin kendileri gibi bir insan olduklarını, insanoğlunda olabilecek her şeyin peygamberlerde de olabileceğini ve dolayısıyla peygamberlerin olağanüstü güçlerini kibirlenerek reddederler. Peygamberler üzerinde türlü rivayetler uydurarak kendilerinin hata yaptıkları konuları, peygamberlere mal ederler ve hatalarını örtmeye çalışırlar. Peygamberlerle bağdaşmayan hikâyelerle insanları günah işlemeye teşvik ederler. “Bu, sizin gibi insandır, başka bir şey değildir. Yediklerinizden yer, içtiklerinizden içer. Siz kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz artık herhâlde ziyankâr olacaksınız.” (Müminun 34-35) Tekebbürde bulunan ve kendini peygamberler seviyesinde gören kişilerin şerrinden peygamberler bile Allah`a sığınırlar. “Musa dedi ki: Ben hesap görülecek güne inanmayan her kibirliden, benim Rabbim, hem de sizin Rabbiniz olan Allah`a sığınırım.”(Nehcül belağa) Ve bir kötü kibir de insanlara karşı yapılan kibirdir. Allah u Teâlâ’nın insanlara verdiği şöhret ve kuvvete kendi güç ve çabalarıyla sahip olduklarını sananlar var. Bu insanlar servetleriyle iftihar ederek duygularını kabartır ve servette üstün olduklarını görürler. Bunlar ne kendilerinden başka kimsenin fikrini beğenir ne de kimsenin yaptığından hoşlanırlar. Bu kibirli insan kitlesi kendilerine verilen çeşit çeşit nimetlerin gerçek sahibini unutur ve gaflete düşerler. Bu gafletle kendilerini üstün görme duygularıyla inkâr fırtınasına kapılır ve kendi öz nefislerine taparlar. Bir kitle insan da kendini manevi olarak üstün görür. Etrafına “ben bilirim” imajıyla çıkarlar. Gerçekleri bildikleri hâlde çıkarları uğruna olayları özünden saptırmaya çalışırlar. Her şeye sahiplenir ve ben olmazsam olmaz diye düşünürler. Bu kibirle hayatın en büyük hastalığını taşırlar. Bilmediği bildiğinden çok olan insan, kendinde arayıp da bulamadığının eksikliğini hisseder ve kendi kendine yetememe duygusunu yaşar. Ruhunu tatmin etmek için kibrinden başka beğenecek bir şeyi olmaz. Olaylara yalnız kendi amacı doğrultusunda bakar. Alışık olmadığı bir gerçek, kendine tecelli olsa da kabul etmez. Bu davranış insanların içine yerleşen zehirli bir kibir mikrobudur. Toplumda sulta sahibi olma düşüncesiyle saf ve temiz insanları dışlayan, insanların yaptıklarına, söylediklerine araştırmadan itiraz eden; söyleneni değil, anlamak istediğini anlayan; ilmi, kariyeri yükseldikçe kibri artan; her çırpıda benlik duygusu kabaran ve insanlara tepeden bakan insanlara hâkim olan kibirlik, yüce Allah’ın katında alçalanların mizacıdır. Kamışa binip onu at sanan, kralın tacını başına koyup kendini kral gören, kendine ait olmayan bir cübbe ile iftihar eden, boş alanda kahramanlık arz eden kibirliler kaybedenlerdir. Topraktan yaratılıp toprağa döneceğini bilen, bu gün var yarın yok olacağı kesin olan kimsenin kendini beğenmesi, kibirlenmesi nedir biliyor musun? Bunu unutmamak gerekir ki, kibir sahibine tevazu eden kimse kendine zulmetmiş olur. Onun içindir ki: “Önce mal, mülk, şöhret sahibi olsun; sonra onun kim olduğunu gör.” denmiştir. Bütün bunlara karşılık yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de: “Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma, çünkü sen ne yeri yarabilir ne dağları aşarsın.”( Đsra 37) buyurmuştur. Kur’an-ı Kerim’de ayrıca: “Ey müminler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın, alaya alınan, alaya alandan daha hayırlı olabilir.” buyrulmuştur. (el Hucurat 11) Sevildiği zaman yanında başkasının sevilmesini istemeyen, bütün ilginin kendisinde toplanmasını isteyen, bir menfaat için başkalarına alçalan, kendisinin de büyük evliyalar gibi olduğunu kanıtlamak için türlü hilelerle insanları kandıran bir kibirlinin sonu küçüklüktür. Toplumda otururken etrafına azamet saçan; bakışından, davranışından kibirliliği anlaşılır durum alan; yanındakilerini görmezlikten gelen; bilmediği hâlde biliyor imajı vermeye çalışan bir kibirli kendi kendini kandırır ve Allah katında aşağıların aşağısı kesiminden olur. Tarihe mal olmuş, dünya çapında kendini kanıtlamış ulema, şair, yazar ve gibilerin yanında kendini onlara eşit veya onlardan üstün gören bazı kendini bilmez kibirliler vardır. Onlar on kelimenin dokuzunu yanlış okurlar. Yazdıklarının hiç mantığı olmasa da yazdıklarını yüce yerlerde görürler. Yanlış bildiklerini söyleye söyleye buna artık kendileri de inanırlar. Bunlar hiçbir zaman yücelmezler. Temsilde hata olmaz ibaresinden yola çıkarak şu örneği vermek belki yerinde olacaktır: “Büyüklük taslayarak yanında bulunan camusun (manda) büyüklüğünü kıskanan ve göletten su içe içe camus kadar olmaya çalışan, su içtikçe de bir kendine bir camusa bakıp camus kadar büyük olmadığını gören kurbağanın sonu infilak olmuştur.” Taassupta bulunmanız gerekirse taassubunuz; hasletlerin asaletleri, fiillerin övülecek olanları, Arap evlerinden ve kabilelerin liderlerinden şereflilerin ve cesurların üstünlük iddiasında bulunduğu, arzulanan huylar, büyük akıllar, yüce mertebeler, övülen eserler gibi güzel işler için olsun. Komşuluğu korumak, ahde uymak, iyiliğe itaat, kibre karşı çıkmak, fazileti almak, aşırılıktan sakınmak, öldürmeyi büyük suç olarak görmek, insanlar için insaflı olmak, öfkeyi yutmak ve yeryüzünde fesat çıkarmaktan sakınmak gibi övülecek hasletler için mutaassıp olun. (Nehcül Belağa) Dibinde çamur bulunan ve kurcalanmadıkça saf, duru halini alan bir ırmak gibi olma. Bu gibi yapmacık saflık duruluk tehlike saçar. Tehlikenin yanına yanaşılmaması emrini vereceğine, ırmağın dibindeki çamuru temizlemek önemlidir. Çünkü büyük afetler deprem, sel, kasırga gibi felaketler bir ırmağın içinde yatan çamurdan daha tehlikeli değildir. Tevazu Bütün kâinat ve sahip olduğumuz her şey “Mâlikil Mülk’e (mülklerin sahibi)” aittir. Zenginlik, güzellik, irfan hepsi Allah’ındır. Đnsanı insan yapan ve ruhu yüksek âlemlerde coşturacak olan mizaç, iyi terbiye ve iyi ahlaktır. Đyi terbiye ve iyi ahlak; ruhu mütevazılığa gömen, olgunlukla, insan ve diğer varlıkların haklarını savunan insanda bulunur. Bu da tevazudur. Tevazu; muktedirken affetmeyi bilmek, bir şeyi doğru olduğu için yapmak, yapılan iyiliklerden dolayı teşekkür beklememektir. Tevazu, bulunulan mevki gereğince ve zamanın verdiği imkânlarla elde edilen başarıları gösteriş amacıyla sergilememektir. Tevazu, kişinin kendine ait olmayanı bilip şahsına uygun olmayan cübbeyi giymemektir. Tevazu; kişinin gerektiğinde “bilmiyorum” diyebilmesidir. Bilmediği hâlde bilir gibi görünmeye çalışmamaktır. Tevazu; kişinin kendisini toplumun bir ferdi olarak görmek ve üstündeki giysilerle, cebindeki maddiyatla büyüklenmemektir. Tevazu; kendi hâlinde olup kalbinde bencillik, ruhunda şımarıklık, mizacında beğenmişlik taslamamaktır. Tevazu, lehte ve aleyhte olanları olduğu gibi kabul etmektir. Tevazu; insanın kendisinin nereden geldiğini, nereye gideceğini, sonra da ne olacağını bilmektir. Yüce Allah: “Biz insanı en güzel biçimde yarattık, sonra onu aşağıların aşağısına gönderdik.” (Et Tin 45) ayetiyle insanın kendini tanımasını buyurmuştur. Ayetteki meal şudur: Yüce Allah, insanoğlunu kâinatın en güzel yaratığı olarak dünyaya göndermiş, ona akıl vermiş ve mantık ilham etmiştir. Allah katında bu kadar yüce mevkiye sahip olan bu insan, kendisine düşen ahlaki görevleri, emredildiği vecibe ve farizaları yerine getirmezse cezası da ağır olacaktır. Yani insan kul olduğunu bilecektir. Yüce Allah, ayetlerin devamında: “Fakat iman edip salih amel işleyenler için eksilmeyen devamlı bir ecir vardır.” (Ettin 6) buyurmuştur. Tevazu, Hz. Peygamber’in “Nefsini bilen Rabbini bilir.” söylemiyle insanın kendini tanımasıdır. Gerçek tevazuya ulaşan kimse kendini bilir, güzel ahlakı kalbinde ve ruhunda yaşatır. Yüce Allah: “Allah’ın kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler kendilerine hitap ettiğinde (laf attığında, incitmeksizin) selam derler, geçerler.” buyurmuştur. (Furkan 63) Mütevazı kişi kendini olduğundan farklı göstermeye çalışmaz. Herkes onu nasıl görüyor ve değerlendiriyorsa kendini o hâle razı eder. Olduğu gibi görünür ve de göründüğü gibi olur. Bu tevazu, Mevlana’nın dediği gibidir: “Şefkat ve merhamette güneş gibi ol, başkalarının ayıbını örtmekte gece gibi ol, sahavette ve cömertlikte su gibi ol, hiddet ve asabiyette ölü gibi ol, tevazu ve mahviyette toprak gibi ol, ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.” Tevazu; kişiye toplumsal kimlik kazandırır. Çünkü her zaman tevazu sahibi övülmüş, tevazu göstermeye çalışan ise yerilmiştir. Tevazu sahibi, Allah u Teâlâ’nın bütün isteklerini hilesiz riyasız yerine getirmeye çalışır ve getirir de. Tevazu edeptir, edep de dindir. Edebi olmayanın dini olmaz, dinde edepsizlik ve haksızlık yoktur. Tevazu; insanların önünde eğilmek, alçalmak değildir. Bu durum izzet değil zillet olur. Tevazu, herkese iyi muamele ile yaklaşmaktır. Mütevazı kişiyi birkaç yönden değerlendirmek gerekir. Allah’a karşı olan sorumluluk ile, insanlara karşı olan davranış biçimi ile, kâinattaki varlıkların hakkını bilmesi ve varlıklara layık oldukları muameleyi yapması ile onu değerlendirmek gerekir. Tevazunun merkezi kalptir. Temiz kalpler doğrulara işaret eder. Kalpte bencillik olduğunda kalp, tevazuyla görevlendirildiği merkezlik işini bırakır. Bırakıldığı zaman da tevazunun yüce Allah’a ait olduğunu unutur ve hakka boyun eğmez. Tevazu sahibi, kendini başkalarından aşağı görmeyeceği gibi zelil ve miskin de olmaz. Devamlı merhametli davranır. Bunun için de karşı taraftan tevazu da beklemez, teşekkür de. Bu şekilde, bu tevazu sahibi saygı görür. Çünkü tevazuyu içinde doğal olarak taşımaktadır. Tevazu, bir yerden saygı görmek veya bir amaca ulaşmak için yapılmaz. Böyle bir tevazu dilencinin tevazusuna benzer, bu da sahte bir tevazudur. Bazıları da yaptıkları bir şeyi Allah için yaptıklarını iddia eder, zaman geçmeden karşılığında bir mükâfat beklerler. Bu sahte tevazulara kanılmamalıdır. Gerçek tevazu; insanın doğasında imanı, irfanı kadar sahip olması gereken şerefli bir ahlaktır. Böyle bir insan, yüceliğin Allah’a ait olduğunu bilir ve hakka boyun eğer. Her zaman için bilincimiz, doğamızda olabilecek iyiliği ve kötülüğü, sevgiyi ve nefreti, tevazuyu ve kibri kontrol etmelidir. Đnsanoğlu kibirlenmek yerine mütevazı olmayı, zirvedeyken kendini bilmeyi, övülürken tevazu göstermeyi ve Allah’ın kulu olduğunu bilmelidir. Bunu yaparken zillet ve meskenete düşmemeli, herkesin dalga geçeceği hale gelmemelidir. Tevazu sahibi kimse, daima bilmediğinin bildiğinden daha çok olduğunu bilendir. Yarım yamalak birkaç kelimeyle kendini âlim sanan ve yapmacık şöhrete sahip olan, ilim kisvesine bürünen ve mağrur mağrur başkalarına tepeden bakan insanlar vardır. Hata yaptığının farkına varmayan, başkasının sözüne itibar etmeyenler hiçbir zaman başarı elde edemezler. Asıl tevazu sahibi kimse yanlışı gösterildiğinde, hatası söylendiğinde bundan rahatsız olmayan ve bunları yapanlara teşekkür edendir. Bir tevazu şekli daha vardır ki o da kibirden sayılır. Halkın içinde tevazu sahibi görünüp evinin içinde eli, dili ve hareketleriyle ailesine sıkıntı veren kişi, olsa olsa sahtekârdır ve bu da kibirden sayılır. Kimin kalbi doğrulara âşıksa o gerçek tevazuya ulaşır. Tevazu; ilahi aşk ile benlikleri yıkamak, nefisleri vesveselerden kurtararak iyi insanlarla olmaya çalışmak, peygamberlerin ahlakını seçmektir. Bu gibi tevazunun kıymetini bildikten sonra mallarını, mülklerini harcayanlar, el altında işçi olmaya razı olanlar, sokak sokak dolaşıp iman edenlere rastlarız. Bu mütevazı insanlar, dünyada ve ahirette şeref sahibidir. Gerçek sevgi kapıları her zaman için tevazu sahibi insanlara açılmıştır. Cennet kapıları da her zaman için onlara açıktır. Yüce Allah “Biz insanı katışık bir nutfeden (erkek ve kadının dölünden) yaratmışızdır. Onu imtihan edelim diye kendisini işitir ve görür kıldık. Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik. Đster şükredici olsun ister nankör.”(El Đnsan 2-3) diye buyurmuştur. Bu bilinçle kişi, nefsine manevi terbiye vermesi gerekiyor. Allah nezdinde kişinin şekil olarak fazla ibadet etmesi değil; ibadeti yanında gerçek tevazuyla diğer vecibeleri yerine getirmesi, tevazuyu içi ve dışıyla yaşaması önemlidir. Bakınız Hz. Ali mütevazıleri nasıl vasfediyor. Rivayet edilir ki: Hammam isminde ahid bir şahıs Hz. Ali’ye, “Ya Emiyrel Müminin! Bana sakınanları öyle nitele ki onları görüyor gibi olayım.” dedi. Müminlerin Emiri Hz. Ali ona cevap vermeyi ağırdan aldı, sonra şöyle dedi: “Ey Hammam! Allahtan sakın ve güzel şeyler yap. Allah sakınanlarla ve güzel şeyler yapanlarla beraberdir.” (Nahl 16-128) dedi. Hammam, bu sözle yetinmeyerek ondan talebini yerine getirmesi için ısrar etti. Hz. Ali Allah’a hamd ve sena edip Peygambere (s.a.a.v.) salât getirdikten sonra şöyle dedi: Münezzeh ve yüce olan Allah, mahlûkatı yarattığında onların itaatine ihtiyacı yoktu ve isyanlarından emniyette idi. Zira ona isyan edenin isyanı kendisine zarar vermediği gibi itaat edenin itaati de fayda vermez. Rızıklarını aralarında paylaştırdı ve dünyadaki yerlerine yerleştirdi. Orada sakınanlar faziletlilerdir. Konuşmaları doğru, giyimleri tutumluluk ve yürüyüşleri tevazudur. Gözlerini Allah’ın haram kıldığından çevirirler; kulaklarını kendilerine yararlı olan ilime vakfederler. Nefisleri, bollukta olduğu gibi musibette de aynıdır. Onlar için yazılan ecel olmasaydı sevaba özlemden ve cezadan, korkudan dolayı ruhları bedenlerinde bir göz kırpması kadar durmazdı. … Dünya onları istedi; ancak onlar dünyayı istemedi. Dünya onları esir etti; ama onlar nefislerini ondan kurtardılar. … Onlardan biri övüldüğünde kendisine söylenenlerden korkarak “Ben kendimi başkalarından daha iyi biliyorum. Rabbim beni benden daha iyi bilir. Allah’ım! Söylediklerimden dolayı beni sorumlu tutma. Beni zannettiklerinden daha faziletli kıl. Bilmediklerimden dolayı da beni affet.” der. … Onlardan birisinin alametini, dinde kuvvetli, yumuşaklıkta kararlı, yakiyn iman sahibi, ilimde hırslı, yumuşaklıkta bilgili, zenginlikte tutumlu, ibadette huşulu, fakirlikte güzel davranışlı, şiddet karşısında sabırlı, helali isteyen, doğru yolda çalışan, tamahkârlıktan uzaklaşan olarak görürsün. Korku içinde salih amelleri işler. Endişesi şükür olarak akşamlar. Endişesi zikir olarak sabahlar. Gafletten uyarıldığı şeylere karşı dikkatli, fazilette sahip olduğu şeyler için sevinçli… … Onu; emeli yakın, hatası az, kalbi mütevazı, nefsi kanaatkâr, yemesi az, işi kolay, dini iyi korunan, şehveti ölü görürsün. Hayır ondan umulandır, kötülük ondan emin olunan… Gafillerin arasında olduğunda zikredenlerden yazılır; zikredenlerin arasında olduğunda ise gafillerden yazılmaz. Kendisine zulmedeni affeder, kendisini mahrum bırakana verir, onu ziyaret etmeyeni ziyaret eder. Çirkin konuşmadan uzak, sözü yumuşak, kötülüğü kayıp, iyiliği hazır, hayrı gelen, şerri ise dönendir. Sarsıcı olaylara karşı çok vakarlı, kötü hallere karşı çok sabırlı, rahatlıkla çok şükredendir. Buğz ettiğine zulmetmez, sevdiği kişi için günah işlemez. Hakkında şahitlik yapılmadan önce hakkı tanır. Kendisine emanet edilen şeyi kaybetmez, hatırlatıldığı şeyi unutmaz, komşuya zarar vermez. Musibetlere alay etmez. Batıla girmez, haktan çıkmaz. Sustuğunda suskunluğu onu üzmez. Güldüğü zaman sesi yükselmez. Zulme uğradığında Allah, onun intikamını alana kadar sabreder. Nefsi kendisinden dolayı ezadadır, insanları nefsinden dolayı rahatlatmıştır. Ahireti için nefsini yorar, insanları kendi nefsinden dolayı rahatlatır. Uzak kaldığı bir kişiden uzaklaşması, zahitlik ve temizliktendir. Yaklaştığı bir kişiye yaklaşması, yumuşaklık ve rahmettendir. Uzaklaşması, kibir ve büyüklenmeden dolayı değildir; yaklaşması da hilekârlık ve aldatma amacıyla değildir.”(Nehcül Belağa) Ve yine Hz. Ali buyuruyor: “Allah’ın kulları! Biliniz ki, yüce Allah sizi eğlence olsun diye yaratmadı ve sizi ihmal de etmedi. Size verdiği nimetlerin meblağını bildi ve size olan ihsanını saydı. Düşmanlarınıza galip gelmeyi ve işlerinizde başarılı olmayı ondan dileyin. Ondan isteyin ve ondan ihsan talep edin.” (Nehcül Belağa) TOPLUMUN ÖTEKĐ YARISI Nihad YENMĐŞ Bir toplumun en küçük yapısı olan aile; anne, baba ve çocuklardan oluşur. Dolayısıyla toplumu oluşturan bireylerin yarısı kadın demektir. Ancak tarih boyunca toplumsal düzen oluşturulurken kadın yok sayılarak hareket edilmiştir. Bu uygulama, yaşamın her alanında birtakım eksikliklerin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Egemen olan erkeklerin düzeninde kadın, daima öteki yarı olmuştur. Oysa bütünün öteki yarısı geliştirilmeden toplumun sağlıklı bir şekilde gelişmesi düşünülemez, tarih boyunca bu şekilde başarıya ulaşmış, sağlıklı bir toplum örneği de verilemez. Kadına, nasıl yaşaması gerektiğinden tutun, nasıl giyineceğine kadar her şeyi erkekler belirleyecek ve kadın bunu kayıtsız şartsız uygulayacak, sonra da “Tarihte kadına gereken önemi veren bir toplum olarak tüm kararları kadınlarımızla birlikte almışız…” sözleriyle başlayan nutuklar atacağız. Yok öyle bir şey. Yerel seçimlerin henüz tamamlandığı bu günlerde yönetime talip olanların arasında kadın adayın yok denecek kadar az olması bir yana meclis üyeleri arasında kadınlarımızın esamisi bile okunmamaktadır. Beni en çok üzen Đskenderun ve Đskenderun’a bağlı beldelerin belediye başkan adayı ve meclis üyeleri listelerinin durumu. Alevi inancının gereği olarak kadınlarımıza verdiğimiz değeri yönetsel anlamda göstermemiz gerekmez miydi? Ben, belediye meclisinde kadın üyelerin varlığını; seviyeli, dürüst, şeffaf ve verimli bir hizmetin en önemli şartlarından biri olarak görüyorum. Kadının bulunduğu yerde nezaket vardır, toplumun menfaatini gözetme vardır, suiistimallerin önlenmesi vardır ve medeni ölçütün hâkim olduğu düzen vardır. Kadına ve kadın haklarına saygı her alanda sağlanmalıdır. Aksi durumda toplum düzeninde aksaklıklar kaçınılmaz olacaktır. Kadınlarımız, demokratik kitle örgütü olarak tabir ettiğimiz derneklerimizde, meslek odalarımızda, toplum yararı gözeten tüm kuruluşlarımızda ve sendikalarımızda erkekler kadar temsil edilmedikçe bir yanımız ama toplumun can damarı olan yanımız eksik kalacaktır. Ve bu eksiklik çağdaş medeniyete ulaşma yolunda ayaklarımızı bağlayacak pranga olacaktır. Kadınların eğitim, sağlık ve masa başındaki başarıları sayesinde bazı meslekler, kadınla anılır duruma gelmiştir. Kadınlar fırsat tanındığında veya kardelen misali her türlü zorluğu, engellemeleri aşıp kendi şanslarını kendileri yarattıklarında neleri başarabileceklerini herkese göstermişlerdir. Kadını eve hapseden, onu temsil etme hakkından uzaklaştıran zihniyet, bu başarılar karşısında en azından şunu kabullenmelidir ki, toplumun geri kalmışlığında, cahilliğinde kendisinin payı büyüktür. Kadını yaşamın dışına itme gayreti içinde olanlar en azından şunu düşünmelidir, bir insanın ilk öğretmeni kendi annesidir. Öğretmen cahil olursa öğrenci nasıl olur, sonra toplum nasıl şekil alır? Hz. Muhammed, (s.a.a.v) bir hadisinde “Çocuklarınızı doğmadan eğitmeye başlayınız.” diye buyurunca sahabelerden birisi sorar: “Bir çocuk henüz doğmadan nasıl eğitilir?” Hz. Muhammed’in cevabı 21. yüzyılın aydın insanının da özlemi olan cevaptır: “Annelerini eğitiniz.” Đşte bu yüzden kadınlar, haklarını sonuna kadar sorgulamalı, araştırmalı ve hayatın her alanında yer almalıdır. Aynı zamanda mecliste, yerel yönetimde, meslek temsilcilikleri ve kuruluşlarında erkekler kadar temsil hakkını kullanmalıdır. Hakkını diyorum zira bu, asırlar boyunca gasp edilen ve ancak Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk kadınına tekrar iade ettiği haktır. Kadınlar, aleyhlerine oynanan tüm oyunları boşa çıkarmalıdır. Günümüzde kadının kıyafeti siyasi bir gündem oluşturacak hâl almıştır. Kadın kendisine sorulmadan, tercihi dikkate alınmadan erkek egemen toplumda biçilen şablona uygun olarak yaşamaya zorlanmıştır ve zorlanmaya da devam edilmektedir. Bu zorlama babanın, ağabeyinin, kocanın ve hatta erkek kardeşin baskısı ile de olabilmektedir. Bunlar ancak kararlı ve bilinçli bir karşı duruşla engellenebilir. Şurası unutulmamalıdır ki yaşamın her alanında kadının erkek kadar söz sahibi olması toplumun gelişmesi için olmazsa olmaz bir koşuldur. Kadın bu konuda bilinçlenmeli ve erkeğin kayıtsız şartsız hükmetme gücünü kırmalıdır. Bunu yaparken saygın, gururlu, haklarının bilincinde ve toplumdaki yerinin ne olması gerektiğini kavramış bir birey olmak durumundadır. Kadınlar, Akad’ın çatısı altında bu bilinçlenme hareketine başlayarak erkeklerin sahip olduğu tüm haklardan yararlanma isteklerinin adımını atabilirler. Tüm kadınlarımız derneğimize üye olabilir, Alevi inancının temel ilkelerinin nesilden nesile aktarılmasına katkı sağlayabilirler. Unutmayalım ki ilk öğreticimiz, ilk öğretmenimiz annemizdir. Ve annemiz kadındır. Tüm kadınlarımıza saygılarımla. ELHASĐBî (Kaddes Allahu Ruvhahü) I Hüseyin Şanlı Candan inanan ve Đslam’ın emirlerini harfiyyen uygulayan müminler, tarih boyunca elmas cevheri gibi azınlıkta kalmıştır. Azınlıkta olmalarına rağmen benliklerine fıtrî olarak işleyen mizaç, akıllarında olgunlaşan fikir ile kalplerinden fışkıran imanlarının gücü ve azmiyle zalim asırlara meydan okumuştur. Çünkü onların kalpleri şüpheye yer bırakmayacak derecede nurla aydınlanıp hak yolunda hidayete erdi. Onlar, takva sahiplerinin adabı ve peygamberlerin ahlakıyla donanmışlardır. Đşte onlardan biri: Ehlibeyt ilim ve irfan pınarının yetiştirdiği en yüce şahsiyet olan Muhammed Bin Nusayr’dan sonra gelen El Hüseyin Bin Hamdan El Hasîbi (k.a.r.) El Hasîbi (k.a.r) kimdir Ebu Abdilleh El Hüseyin Bin Hamdan El Hasîbi (k.a.r.) hicri 260 miladi 874 yılında bir rivayete göre Mısır’da diğer bir rivayete göre Irak’ın Vâsıt ve Küfe şehirleri arasında bulanan Cenbela’da dünyaya gelmiştir. (Biz El Hasîbi’nin doğduğu yerin Mısır olduğu rivayetine daha fazla itibar ediyoruz.) Mensup olduğu Hamdan ailesi ilim irfan ve fazilette ün salmış bir ailedir. Babası Đslamî ilim ve fıkıhta zamanının bilginleri arasında sayılıyordu. Đlk tahsilini babasının yanında alan El Hasîbi (k.a.r.) on bir yaşındayken Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. Yetiştiği ev sürekli alimlerin ve fakihlerin uğrak yeri, ilim meclislerinin eksik olmadığı bir meskendi. Kendisi evlerinde ve başka yerlerde kurulan ilim meclislerini hiç kaçırmaz ilim yolunda her türlü fedakârlığa katlanırdı. Çok genç yaşta olmasına karşın Kur’an-ı Kerim’i ezberledikten sonra sarf, nahv, beyan, bedi, mantık, felsefe ve tarih ilimlerinde otorite sayılabilecek konuma geldi. Hac farizasını on beş yaşındayken eda etti. Dinî fıkıh ve şerî ilimlerini babasının dostu olan, zamanının büyük allamesi muhaddis, fıkıh deryası Esseyyid Ebu Mummed Abdullah Bin Muhammed Elcennan Elcenbelani (k.a.r.) den aldı. ( ElCenbelani hicri 235 miladi 849 yılında doğmuş hicri 287 miladi 900 yılında vefat etmiştir.) Esseyyid Elcenbelani (k.a.r.) Ehlibeytin 10,11 ve 12. Đmamları (a.s.) zamanında yaşamış ilim ve feyizleriyle yoğrulmuş yüce bir şahsiyettir. Yılın belli dönemlerinde ilim peşinde ve dostlarıyla bir araya gelmek için Mısır’a ziyaretler yapardı. Bu ziyaretlerinin birisinde dostu Şeyh Hamdan ElHasîbi’yi de (k.a.r.) ziyaret eder. Şeyh Hamdan Esseyyid Elcenbelani’den oğlu Hüseyin’i Cenbala’ya beraberinde götürmesini ve dinî fıkıh ve ilimleri kendisine öğretmesini rica eder. Bunun üzerine Esseyyid Elcennan ElHasîbi’yi (k.a.r.) Cenbela’ya beraberinde götürür. ElHasîbi (k.a.r.) kısa bir süre içinde hocasının en gözde talebesi olur. (1) Seyahatleri: El Hasîbi (k.a.r.) üstadı El Cenbali’nin en gözde talebesiydi. Đlim ve irşat konusunda akranlarından çok üst düzeydeydi. Hocasının hayatında bile müritleri ve talebeleri vardı. Hocasının vefatından sonra Cenbela’daki medresenin sorumluluğu kendisine geçti. Ömrünün tümünü ilim ve irfan için harcayan El Hasîbi’nin ocağına dünyanın her tarafından kendisine akın eden talebeleri sayesinde ünü bütün Đslam âlemine yayılıyordu. Hocasından sonra kısa bir süre Cenbela’da ikamet ettikten sonra şöhretinin kendisinden önce ulaştığı Abbasilerin başkenti Bağdat’a intikal eder. Bağdat’ta Cenbela’daki gibi ilim dergahı kurar. Bağdat’ta kaldığı yirmi beş yıl gibi uzun süre içinde hayatının en yoğun dinî faaliyetlerini icra eder. Dergahında Ehlibeyt ilimleriyle yoğurup yetiştirdiği birçok müridi olmuştur. (2) Hululî, vahdeti vücut felsefesine inanıp dinî usul konusunda aykırı fikirlere sahip olan El Hüseyin El Hallac gibi birçok mutasavvıfla Bağdat’ta ilmî muhavere ve münazaralar yaptı.(3) Bu münazaraların hepsinde muzaffer olan Hasîbi’ye bu sayede kıskançlıklar oluşmaya başladı. Kıskançlıkların boyutu iftiralara kadar vardı. Karmıtîlik (4) inancına mensup olduğu iftirası bir süre zindanlarda hapsedilmesine neden oldu. El Hasîbi’nin Karmıtîlik gibi batıl inançlarla ve buna benzer iftiralarla ilgisinin olmadığı faziletleri ve kerametleri sonucu anlaşılınca serbest bırakıldı. Kendisinden af ve özür dilendi. Zira El Hasîbi’nin masum olduğunu batıl inançlarla yaptığı mücadeleden, eserlerinden ve kendisi hakkında söylenen rivayetlerden anlamak mümkündür. Bağdat’ta katlandığı bunca meşakkatten sonra kısa süreliğine Ehlibeytin öğretilerini öğretmek ve faziletlerini yaymak amacıyla Halep’e geçer. Aynı amaçla oradan Şam’a seyahat eder. Ehlibeyt öğretisini yaymaya çalıştığını öğrenen Emevi kalıntıları kendisine tuzak kurup öldürmek isterler. Bunun üzerine Kufe’ye gider. Hicri 333 yılında Seyfüddevle’nin Halep’e girip Hamdanî devletini kurmasıyla El Hasîbi (k.a.r.) Seyfüddevle’nin yanına Halep’e geri döner. Seyfüddevle El Hasîbi’ye çok büyük değer verdiğinden müridi ve talebesi olur. El Hasîbi (k.a.r.) hicri 346 miladi 957 yılındaki vefatına kadar Halep’te sevilen yüce bir insan olarak yaşar. Tarihî Kaynaklarda El Hasîbi (k.a.r.) Bir araştırmacının ulaştığı kaynağın gerçeği yansıtıp yansıtmadığına bakmadan hüküm vermemesi gerekir. Ulaştığı kaynağı diğer kaynaklarla karşılaştırıp mukayeseli olarak bilgileri vermesi ilmî çalışmaların gereğidir. Ancak taraflı yazılan yazıların çoğunda belirtilen hükümlerin doğruluğunu tespit etmek bir tarafa kalsın, kaynak belirtilmeden, bazı saçmalıkların çalakalem yazıldığına şahit oluyoruz. Bilhassa Alevilerle ilgili yazılan yazılarda öznel, taraflı ve gerçekle bağdaşmayan birçok saçmalığın yer aldığı bilinmekle birlikte bu saçmalıkları çağdaşlarımızın dillendirdiğini de görmekteyiz. Doğruları yazmakla mükellef olan yazarlar, mezhebî taassuplarının etkisinde kalıp doğruları çarpıttıklarını ortaya koydukları eserlerinden anlamaktayız. Bu yazarlar, gayretlerinin tümünü başkalarını kötüleyip kendilerini temize çıkarmaya harcamışlardır. Ne acıdır ki temyizden ve titizlikten yoksun okuyucuları ve inananları çoğunluğu oluşturmuşlardır. Gerçekleri saptırmak, her zaman çelişkileri doğurur. Doğrularda ise çelişkilere yer yoktur. Okuyucunun okuduğunda gerçekçi, inandığında mantıklı, tahlil ettiğinde becerikli olması gerekir. Aksi takdirde kendisinin ve başkalarının rahatı için hiç okumaması daha doğru olur. Hilekâr siyasetin ürünü uyuz tarih; imamımız, şeyhimiz, fakihimiz ve rehberimiz El Hüseyin Bin Hamdan El Hasîbi’yi (k.a.r.) unutup unutturmak istemiştir. Kişiliği, mizacı, ilmi ve irfanı yanında ortaya koyduğu eserleri kıskanç ve kindar kalemlerce yok edilmeye çalışılmış; ancak bu çabalar ismini ölümsüzleştirmekten başka işe yaramamıştır. Bazı tarihçi ve biyografi yazarları El Hasîbi’yi (k.a.r.) karalamak ve onu küçük düşürmek için çeşitli yollara başvurmuşlardır. Mezhebi taassuplarının etkisinde kalıp kindar bir tavırla saldıranların karşısında duranlar da vardı. Aynı mezhebe mensup olup da duygularıyla değil akıllarıyla hareket edenler El Hasîbi’nin hakkını vermişlerdir. Mezhepdaşlarından korkup hiç fikir beyan etmeyenler olduğu gibi ona duydukları sevgiyi dile getirenlerin sayısı da azımsanmayacak derecededir. Makamının yüceliğini zayıflatmayı amaçlayan Ennecaşi ve Bin El Gadairi gibi yazarların nezdimizde düşkünlükleri sabittir. Şafii Bin Hacer ElAskaleni “Lisanül Mizan” adlı eserinde: “El Hüseyin Bin Hamdan El Hasîbi Đmamiyye (5) mezhebinde fıkıh müellifi (yazar) Ebul Abbas kendisinden rivayet etmiştir. Kendisini methedip övgüde yere göğe sığdıramaz. Halep’te Seyfüddevle’nin imamıydı.” (6) Büyük alim, tarihçi, yazar Şeyh Muhsin El Emin “Ayanüşşiah” adlı dev eserinde El Hasîbi’ye ait tercümesinde övgü ve methiyelerden sonra: “Kendisi Đmamiyye mezhebinin alimlerindendir. Muasırları ve diğerleri tarafından hakkında söylenen iddiaların aslı astarı yoktur. Tertemiz bir sır ve içtenliğe sahiptir.” Esseyyid El Emin aynı kitapta “El Hasîbi” hakkında ulemanın söyledikleri övgüleri rivayet eder. El Hasîbi’yi kötülemeyi amaçlayan Đbnül Gadairi ve Ennecaşi gibi yalancıları ince bir üslupla reddeder. “Đddiaları ve kendisine attıkları iftiralar doğru olsaydı Đslamî inancı ve Ehlibeyt imamlarına velayetiyle ün salan El Emir Seyfüddevle (7) El Hasîbi’yi imam olarak kabul etmez cenazesine namaz kıldırmazdı. Kaldı ki “Errical” adlı kitabın yazarı Đbnül Gadairi’nin yaralamasından hiç kimse kurtulamamıştır.” diye yazmaktadır. Ünlü yazar Ettelakberi El Hasîbi de muasırları arasında gördüğü doğruluk ve güven üzerine El Hasîbi’den ilim konusunda icazet aldığını belirtmektedir. El Emin El Hasîbi’nin kitaplarını ve o kitaplardan rivayet edenlerden bahsederken on adet kitabın isimlerini sıralar. “Elihvan, Elmesail, Tarihül Eimmeh, Errisaleh, Esmaü Ennebi, Esmaül Eimmeh, Elmaideh, Elhidayetül Kübra” ne yazık ki günümüze ve elimize sadece Elmaideh ve Elhidayetül Kübra adlı kitapları dışında başka eser ulaşamamıştır. (8) Hıristiyanlar tarafından yazılıp basılan “El Müncid” adlı ansiklopedinin “El Alam” bölümünde “El Husaybi” başlığı altında yaptığı tercümesinde: “Ebu Abdilleh El Hüseyin Bin Hamdan” “Aslen Mısırlı olup Büyük Alevi muallimidir. Cenbela’ya seyahat etmiş oradan Bağdat’a intikal etmiştir. En son Halep’te karar kıldı. Nusayri mezhebinin kurucusu Bin Nusayr’in öğretilerini yaydı” diye yazmaktadır. (9) Elhidayetül Kübra kitabı Şiiler tarafından en sağlam, geçerli ve sözüne güvenilir kaynaklar arasında sayılmış ve onlarca Şii büyük yazar Elkübra’yı kaynak göstererek Ehlibeyt imamları ve fıkıhları hakkında alıntı yapmışlardır. El Hasîbi (k.a.r) bütün eserlerinde Ehlibeyt imamlarının öğretileri, faziletleri, tarihleri, insanlığa örnek ve ibret olan yaşamları ve mucizeleri hakkında bizleri aydınlatmıştır. Ehlibeyt imamlarından sonra yegane ilim kapısının Ebu Şuayb Muhammed Bin Nusayr (a.s.) dan başkası olmadığını bildirmiştir. Kendisinden alıntı yapıp övgüler dizen Şii yazarlar konu Muhammed Bin Nusayr’a gelince ağız değiştirip övgüleri sövgüye dönüşebiliyor. Bu öyle bir çelişkidir ki aşağıda sayacağımız yazar ve kaynakların ünlü sahipleri bu kadar geniş ilme ve irfana sahip olmalarına rağmen mezhebi taassuplarından dolayı böyle bir çelişkiyle anılabiliyorlar. Đlmine ve tarihi bilgisine dayanıp kendisinden rivayet aldıkları bir şahsiyetin bir dediğini kabul edecek kendi sefirlerinin makamının gerçek sahibi Muhammed Bin Nusayr’a ait olduğunu söylediğinde ona inanmayacaklar. Böyle bir tavır sağlıklı bir şahsiyetin davranış şekli olamaz. El Hasîbi’den (k.a.r.) rivayet alan çok sayıdaki ünlü Şii yazarın ve kitaplarından birkaç tanesini sayalım: Elmeclisi: “Biharül Envar”, Elkassi: “Tefsir” Ettelakberi: “Elcevami”, Muhsin El Emin: “Ayan Eşşia”, Muhammed Bakır Abdulkerim: “Eddem-atüssakibeh” El Bahrani: “Medinetül Meaciz” Abdullah şubber: “Hakkul Yakıyn” El Ehsai: “Errac-ah”, Mirza Muhammed Taki: “Sahifetül Ebrar” Hasan El Kıbbenci: “Müsnedül Đmami Ali” Hüseyin Bin Abdülvahhab: “uyunul Mucizat” gibi birçok yazar ve eser Hasîbi’yi kaynak göstermiştir. Bu onun güvenilir bir şahsiyet olduğu hakkında kanıttır. Bazı bağnazların beyinlerini kaplayan kara bulutlar dağıldıkça ElHasîbi’nin değeri daha iyi anlaşılacak yada onu hakketmeden yok olup gideceklerdir. Gelecek sayıda El Hasîbi’nin itikadı, inancı ve felsefesiyle görüşmek üzere..... 1234- 567- 89- El Hasîbi kudvatün müsla Hüseyin Muhammed El Mazlum El Hasîbi kudvatün müsla Hüseyin Muhammed El Mazlum Divanül Hallac ve yelihi ehbarühü ve tavasinuhü Sadi danavi Karmıtilik Đsmaili Hamdan Bin karmıtiye dayanır. Đlk ortaya çıkışı Irakta hicri 258 yılında Bahreyn ve Yemende yaygınlaşır. 317 yılında Mekkeyi ele geçirip hacıları öldürürler. Haceri esvedi kendi bölgelerine taşıdıktan 22 yıl sonra yerine iade ederler. Đmamiyye mezhebi 12 Đmamlara inananların mensup olduğu Şii Alevi mezhebi) Elhidayetül Kübra Lübnan baskısı mukaddimesi Seyfüddevle (919- 967) Halepte kurulan Hamdani devletinin emiridir. Adaleti, ilim ve alimlere verdiği değerle bilinen Seyfüddevle şöhretini Rumlara karşı yaptığı mücadele ve savaşlarla kazandı. Zamanında Hamdani devleti Đslam aleminin en yükselen ve gelişen devletiydi. El Hasîbi Halepte kaldığı süre içinde Seyfüddevlenin hocası ve imamıydı. Ayan Eşşia c.4 s.345 Esseyyid Muhsin Elemin El Amili Elmüncid Ansiklopedisi El alam bölümü ALEVĐLĐK, ALĐ’YĐ SEVMEKSE EN BÜYÜK ALEVĐ BENĐM Mahmut BAYRAM Ne zaman Alevilik konusu açılsa birilerinin kasıla kasıla “Alevilik, Ali’yi sevmekse en büyük Alevi benim.” sözünü duyar dururuz. Bu öylesine sıradanlaştı ki tartışma programlarında olsun, seçim meydanlarında yahut dost sohbetlerinde olsun sürekli karşımıza çıkmakla beraber maalesef bunun duygu sömürüsünden öteye geçmediğine üzülerek şahit olmaktayız. Çünkü sevgi evrenseldir. Belki sevginin ne olduğu tam olarak tarif edilemez ama sevginin ne olmadığı herkesin malumudur. Birini kötülüklere karşı korumak, onu savunmak, onun uğrunda ölmek belki sevginin değişik ifade şekilleridir. Ama birinin hakkının gasp edilmesini görmezden gelmek, onun katillerini dost bilip onları hak etmedikleri mertebelere yükseltmek kesinlikle sevgi değildir ve bunda herkes hemfikirdir. Çünkü sevginin göstergesi laf değil, ameldir. Sevgi yürekten olmazsa amel mutlaka yavan kalır. Bu her alanda böyledir. Sevgide sahtecilik olmaz, sevgi ikiyüzlülüğü kabul etmez. Bu yüzden ‘Ali’yi seviyorum’ diyenlerin Ali’ye karşı tavırları incelendiğinde gerçek duygu rahatlıkla anlaşılır. Ve işte bu yüzden diyoruz ki, Ali sevgisi amel ve bedel ister, laf değil. Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem de ona camilerde lanet ve sövgü geleneğini başlatan, onun evladını öldüren Muaviye’ye ‘Allah ondan razı olsun’ diyeceksin. Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem de onunla savaşan ve on binlerce Müslümanın ölmesine neden olan Muaviye’ye ‘Haksız değil, ictihadda bulundu.’ diyecek, yetmedi bir de hadis uyduracak ve kendince bir formül bulup “Ali haklı; ama Muaviye haksız değil.” iddiasında bulunacaksın. Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem tek suçları Ali’yi sevmek ve camilerde Ali’ye edilen sövgü ve lanetlemeleri dinlemeyi reddetmek olan sahabelerin seçkini Hucr Bin Adiy ve arkadaşlarını türlü hile ve iftiralarla öldüren Muaviye’yi suçsuz ve bağışlanmış göstermek için (güya) vahiy kâtibi olarak göstereceksin. Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem de Hz. Hüseyin’i ve Peygamber’in soyunu çoluk çocuk demeden işkencelerle öldüren Yezit’i mazur göstermek için bin dereden su getireceksin ve ona lanet okumayı caiz görmeyeceksin. Bu bin dereden getirilen suyun, bu çaba içinde olanları Allah indinde boğmaktan başka bir işe yaramayacağının farkına varmayacaksın. Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem de Kur’an-ı Kerim’in ayetleri ve Peygamber’in vasiyetine rağmen halifelik hakkını bin bir oyunla elinden alanları fazilette ondan üstün sayacaksın. Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem de onun eşini yani Peygamberimizin sevgili kızını dövüp evini yakmaya çalışanları ve çocuğunu düşürtenleri, Peygamberden sonraki en üst makama taşıyacaksın. Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem de onun evlatları Ehlibeyt imamlarını şehit eden sapık halifeleri -ki aralarında cinsî sapık olan, kendi öz kızına tecavüz eden, Kur’an-ı Kerim’i okla parçalatan, Kâbe’yi ateşe verenler de vardır- Ehlibeyt imamlarına tercih edecek ve onları Đslamın halifesi sayacaksın. Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem de Kur’an’ı ilk defa Ali kitap hâline getirdiği hâlde bunu Ebubekir yaptı diyeceksin. Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem onun ilk Müslüman oluşunu hazmetmeyip ona bu konuda bir ortak bulacak ve “Đlk Müslümanlar; kadınlardan Hz. Hatice, hür erkeklerden Hz. Ebu Bekir, çocuklardan Hz. Ali, azatlı kölelerden Zeyd ibn-i Hâris, kölelerden Bilâl-i Habeşî oldu.” diyerek hakkı gizleme yolunda manevra yapacaksın. Hatta bazı kaynaklarında “Bu sayılanlar arasında en önce Ebubekir Müslüman oldu.” diyerek Ali’nin bu konudaki tartışmasız önceliğini inkâr edeceksin. Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem Peygamber’in ‘Size iki emanet bırakıyorum. Biri Kur’an-ı Kerim diğeri Ehlibeytim’ hadisini ‘Size iki emanet bırakıyorum. Biri Kur’an-ı Kerim, diğeri sünnetim’ olarak değiştirmeye çalışacaksın. Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem de Peygamber’in onun için söylediği hadisleri, Ali’ye verdiği unvanları başkalarına yamayacaksın. Hz. Muhammed’in Ali için söylediği “En büyük sıddık sensin, faruk-ı azam da sensin.” hadisini görmezden geleceksin, öbür yandan da en büyük Alevi benim diyeceksin. Bu en basitinden bir çelişkidir. Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem de Hz. Muhammed’in “Sen benim dünyada ve ahirette kardeşimsin.” hadisine ve iki defa düzenlediği kardeş kılma törenlerinin her ikisinde de Hz. Ali’yi kendisine kardeş ilan etmesine rağmen -ki bu törenlerin ilki Mekke’ de, diğeri ve daha büyüğü Medine’de yapılmıştır- “Hz. Muhammed, Osman’ı kendisine kardeş yapmıştır. Peygamber, vefat edeceği sırada ‘Bana kardeşimi çağırın.’ diye buyurmuş oradakiler de kardeşiniz kim diye sorunca Peygamberimiz de güya ‘Osman’ demiştir.” iddiasını insafsızca atacaksın. Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem de yaşadığı müddetçe Peygamber’in en büyük koruyucusu olan Ebu Talip’i (hâşâ) kâfir göstereceksin. Ki Ebu Talip, Ali’nin babasıdır ve imanını Peygamberi korumakla, yazdığı şiirlerle, çocuklarını Peygamber’in emrine vermekle ve örnek yaşantısıyla ispatlamıştır. Đki yüzlülükleri nedeniyle Müslüman olarak görünen ama Allah katında imanını hiçbir ameliyle kanıtlayamayacak olan ve ömrü boyunca Đslama muhalefet eden Ebu Süfyan ve ailesini mümin, Ebu Talip’ i kâfir kabul edeceksin. Ebu Talip’ten çok sonraları başka kişiler için inen ayetleri, Ebu Talip için inmiş göstereceksin, yalan yanlış hadisler uyduracaksın ve bunlarla özbeöz mümin olan birisini kâfir göstermek için sıralayacaksın. Sonra kasıla kasıla en büyük Alevi benim diyeceksin. Đşte bu olmaz. Ebu Talip’in şefaatçisi Hz. Muhammed olacaktır, Peygamber bunu çok yerde söylemiştir. Peki ya diğerlerinin şefaatçisi kim olacak? Yapılan bütün bu zulümlerden sonra sakın kimse ‘peygamber şefaatçi olacak’ demesin. Peygamber, bu kadar hadisi boşuna söylemedi, Kur’an boşuna inmedi, Ehlibeyt boşuna imam olmadı. Yapılanlar konusunda hiç kimse için sığınacak bahane bırakılmadı, hüccet herkes için Ehlibeyt tarafından tamamlandı. Ebu Talip’in tek suçu vardır, o da Aliyel Mürteza’nın, Haydar El Kerrar’ın babası olmasıdır. Bu kadar saldırıya uğraması da bundandır. Hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem de Peygamber’in emrine rağmen salâvatı eksik söyleyeceksin. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: “Benim için şöyle selam söyleyin: Allah’ım, selamın Muhammed ve Ehlibeytine olsun; Đbrahim ve Đbrahim’in Ehlibeytine olduğu gibi.” (Buhari, Sahih c:8 s:245) Hz. Muhammed (s.a.a.v.) altını çize çize “Bana selam göndereceğiniz zaman Ehlibeytime de selam gönderin; yoksa bu salâvat eksik olur.” buyurmasına rağmen yazılan kitaplarda, Peygamberimizin adı zikredildiğinde ‘s.a.v.’ yani ‘sallallahü aleyhi ve sellem’ ifadesinin geçtiğini, ‘va âlihi’ ifadesinin yer almadığını görüyoruz. Eğer ‘va âlihi’ ifadesi geçecekse bu sefer ‘va eshabihi ecmain’ yani ‘ve tüm sahabelerine’ ifadesini de eklenmiş buluruz. Yani salâvat ya eksik ya da fazla olarak karşımıza çıkmaktadır. Böyle yapmakla Ehlibeytin özel konumunun içi boşaltılmaktadır. Sadece Peygamber ve Ehlibeyte has olan şeye herkesin ortak edilmesi masum bir davranış veya iyi niyetle açıklanamaz. Bunda Ehlibeyti inkâr ve yok sayma vardır. Oysa Hz. Muhammed (s.a.a.v.), kendisine selam gönderileceği zaman Ehlibeyti ekleyin demiştir, tüm sahabeleri değil. Çünkü Kur’an’da da açıkça görüldüğü gibi övülen sahabeler de vardır eleştirilenler de. Hatta bazılarından açıkça münafık olarak söz edildiği çokça ayet vardır. Bu sahabeleri Peygamberin yanında zikretmek ve selamda onları Peygamberle eş tutmak hiçbir şekilde doğru değildir. Bunda ısrarcı olanlara Allah’ı ve Peygamberi hatırlatarak tekrar ediyoruz ki bu hak, Ehlibeytin hakkıdır. Ve şurası unutulmamalıdır ki Ehlibeytin hakkı inkâr edilerek Alevi olunmaz. Evet, bütün bunlardan sonra hem Ali’yi seviyorum diyeceksin hem de ayet ve hadislere rağmen onun velayetini inkâr edeceksin. Tekrar etmekte fayda vardır, böyle Alevi olunmaz. Alevi olmak daha önce de belirttik; bedel ister, amel ister, laf değil. Sövgü ve lanetleme karşısında Hucr bin Adiy gibi olabilmek ve Ali’nin yolunda onun gibi can vermektir Alevilik. Muaviye’nin yardakçıları “Ali’ye (hâşâ) lanet et” dediklerinde “Vallahi beni parça parça kesseniz de bunu yapmam” diyen ve asla Ali’ye ihanet etmeyen Sayfi (Sayfi b. Fasil eş- Şeybanî) olabilmektir Alevilik. Hayatının bağışlanması karşılığında Ali’ye küfretmesi teklif edildiğinde ‘Ne dilerseniz onu yapın; ama bunu benden asla duyamayacaksınız’ diyen ve bunun üzerine Muaviye hazretlerinin valisi Ziyad tarafından diri diri toprağa gömülen Abdurrahman bin Hassan El Anezî’nin imanıdır Alevilik. (Yakubî’nin, Đbn-i Kesir’in, Đbn-i Esir’in tarih kitaplarında bütün bunlar kayıtlıdır. Ama daha kolay ulaşılabilirliği açısından Doçent Doktor Ahmet AĞIRAKÇA’nın Emeviler Döneminde Kıyamlar’ adlı eserine bakılabilir. Bu eserin 32-40 arası sayfalarını okuyan hangi insanın yüreği dağlanmaz ve hangi Alevi, önderleriyle gurur duymaz ve Hz. Ali’ye layık olma konusunda kendini sorgulamaz?) Peygamber’in sünneti terk ediliyor diye Muaviye’ye karşı çıktığı için Halife Osman’ın hışmına uğrayıp ailesiyle birlikte Rebeze Çölüne mahkûm edilen ve sürgünde can veren Ebuzer gibi olabilmektir Alevilik. Cemel’de, Sıffıyn’de, Nehrevan’da Ali’nin yolunda ölmektir Alevilik. Ali adının yasaklandığı ve Ali adındaki çocukların yakalanıp öldürüldüğü zamanlarda inadına Ali adını koymaktır Alevilik. Diri diri toprağa gömülmek pahasına Emevilerin ve Abbasilerin sapık halifelerine biat etmemektir Alevilik. Bu biat etmeme yüzünden hem kalemin hem kılıcın hedefi olmak ve en aşağılık insanın bile atmaya utanacağı iftiralara hedef olmaktır Alevilik. Dinin yozlaştırıldığı, Allah’ın nurunun söndürülmeye çalışıldığı dönemlerde Đmam Cafer-i Sadık ve diğer Ehlibeyt imamları gibi canla başla buna karşı koymaktır Alevilik. Alevilik, bedel ister, laf değil. Hem Ali’yi seveceksin hem düşmanlarını. Olmaz öyle. Bu, eşyanın tabiatına aykırıdır bir kere. Bu, ayet ve hadislere ters bir kere. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) buyuruyor: “…Ben Ali’denim, Ali bendendir. Ali’yi bilen ve seven beni de bilmiş ve sevmiş olur. Ali’ye eziyet eden Fatıma’ya eziyet etmiş olur. Fatıma’ya eziyet eden bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden ise Allah’a eziyet etmiş olur.” (Kunduzî, Yenabiü’l Mevedde) Hz. Muhammed (s.a.a.v.) başka bir hadisinde şöyle buyuruyor: “Ey Ali! Sen dünyada da ulusun, ahirette de. Seni seven beni sevmiş olur, sana düşmanlık eden bana düşmanlık etmiş olur. Senin dostun Allah’ın dostu, düşmanın da Allah’ın düşmanıdır. Sana düşmanlık edene yazıklar olsun.” (Hakim, Müstedrek c:3 s:128 / Kunduzî, Yenabiü’l Mevedde s:205 / Seyyid Mümin, Nuru’l Ebsar s:73) Mücadele suresinin 22. ayetinde bakın ne buyruluyor: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir kavim bulamazsın ki onlar, Allah’a ve Resulüne başkaldıran kimselerle bir sevgi ve dostluk bağı kurmuş olsunlar. Bunlar ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri olsa dahi.” Şimdi yine sormak gerekiyor, acaba Ehlibeyte yani Peygamber’in tertemiz soyuna bunca zulmü yapanlar, onları katledenler, camilerde onlara küfredenler Peygamber’i üzmüş olmuyor mu? Acaba Peygamber, bu yapılanlardan hoşnut mu kalmıştır? Acaba Peygamber, bütün bunları yapanlara sevgi duyuyor mudur? Aklı başında olan bir insanın evet diyeceğine hiç kimse ihtimal vermez. Yukarıda ayet ve hadislerle bunların açıkça Allah ve Peygamberine başkaldırı niteliği taşıdığı belirtilmiş. Bu davranışlarla Ali’ye, Fatıma’ya, Ehlibeyte eziyet ve zulüm edildiği, dolayısıyla Allah ve Resulüne de eziyet edildiği açıktır. Allah’a ve Resulüne eziyet edenlerin durumu Kur’an’da açıkça belirtilmiş: “Allah ve Resulüne eziyet edenler dünyada lanete, ahrette ise cezaya müstahaktır.” (Ahzab: 55. ayet) Peki, bu kadar açık ve net olan uyarılara rağmen bunları yapanlara neden sevgi duyuluyor? Neden onlara ‘radiyallahü anhüm’ yani ‘Allah onlardan razı olsun’ deniyor? Yukarıdaki ayet bir daha okunsun. ‘Đman eden insanlar, Allah’a ve Resule başkaldıranlara sevgi duymaz.’ deniyor. Başkaldırıyı geçelim, Peygamber’in tertemiz soyuna camilerde 1001 ay boyunca sövgüler yapılıyor, Peygamber’in torunları katlediliyor; buna rağmen bunları yapanlara sevgi beslendiği gibi ‘Allah onlardan razı olsun’ deniyor. Yoksa hep söylenildiği gibi biz mi yanlış anlıyoruz(!) Mümtehine suresinin birinci ayetinde yüce Allah, şöyle buyurur: “Ey inananlar! Benim düşmanım, sizin de düşmanınızdır. Đşte onları sevip dost edinmeyin.” Hz. Muhammed (s.a.a.v.) yukarıdaki hadisinde açıkça buyurmamış mı “Ey Ali! Senin dostun Allah’ın dostu, düşmanın da Allah’ın düşmanıdır.” diye. Đşte bu yüzden Alevilikte Tevella ve Teberra vardır. Tevella Ehlibeytin velayetine girmek ve onların sevenlerini sevmektir. Teberra ise onların düşmanlarından uzaklaşmak ve onlardan beri yani münezzeh olmak, uzaklaşmak demektir. Bunca ayet ve hadise rağmen Ehlibeyte bu yapılanlar Allah’a ve Allah’ın Resulüne bir baş kaldırı değil mi? Eğer göz kör değilse ve kalplere mühür vurulmamışsa herkesin buna ‘Evet, başkaldırıdır.’ demesi gerekir. O hâlde yine soruyoruz. Bazı Müslüman kardeşlerimiz, Ehlibeyte zulüm etmekle Allah’a ve Allah’ın Resulüne başkaldırmış olanlara ayet ve hadislere rağmen neden sevgi duyuyor ve onlara ‘Allah onlardan razı olsun’ diyor? Birisi Hz. Ali’ye gelip “Ben hem seni hem de falancaları seviyorum.” deyince Hz. Ali şöyle buyurur: “Sen şaşısın. Ya gözün açılacak ya da kör olacaksın sonunda.” Ehlibeyti dolayısıyla Ali’yi seviyoruz deyip de onlara düşmanlık edenlerden uzaklaşmayanlar şaşıdır. Hz. Ali’nin dediği gibi böyle durumda olanlar, ya gözleri açılıp aydınlanacak ya da kör olup karanlığa gömülecekler. Son sözümüz de Alevi toplumunun içinde yer alan ama yaşantısıyla, davranışıyla, giyimi ve kuşamıyla Ehlibeyte süs değil de utanç kaynağı olanlara ve uzaktan yakından alakası olmadığı hâlde kendilerine Alevi diyenlere olacaktır. Alevi olan, yaşamında Ehlibeyti örnek alır. Ehlibeyt niçin dünyaya gelmiştir, niçin bu kadar eziyet ve sıkıntıya katlanmıştır? Đnsanlara örnek olmak için değil midir? Ehlibeyt imamları; insanlara ihtiyaç duyacakları her şeyi açıklamış, göstermişlerdir. En iyi ve en doğru şekliyle beş vakit namaz kılmış, Ramazan orucunu tutmuş, hac farizasını eda etmiş ve bu konuda insanlara örnek olmuşlardır. O hâlde bize düşen, Ehlibeyte utanç kaynağı olmak değil; onlara ibadetimizle, yaşantımızla, amellerimizle süs olmaktır. Đbadetteki eksikliğin ibadetin kendisi inkâr edilmediği sürece belli bir telafisi ve af yolu vardır. Ama farz olan ibadetleri inkâr etmek, insanı helak eder. Bakınız Đmam Cafer-i Sadık (a.s.) gerçek Alevileri nasıl tanımlıyor: “Adamın biri, Đmam Sadık'ın (a.s) huzuruna gelir. Đmam, ona hangi kabileden olduğunu sorar. Adam: "Sizin sevenleriniz ve dostlarınızdanım." der. Đmam, "Allah Teâlâ ancak kendisine veli (dost) olanı sever. Dostu olana da cenneti vacip kılar. Đmam: "Hangi sevenlerimizdensin?" diye sorar. Adam susar ve cevap vermez. O sırada Sudeyr Essayrafi, Đmam'a: "Sizin sevenleriniz kaç kısımdır?" diye sorar. Đmam: "Üç kısımdır" diye buyurur. "Bir kısmı bizi görünüşte sever; ancak gerçekte bizi sevmezler.” Đkinci grup ise kalpte gizli olarak bizi sever ama açıkta sevmezler. Üçüncü grup bizi gizlide ve açıkta sever. Đşte onlar tatlı ve afiyetli sudan içen en üstün örneklerdir. Kur'an-ı Kerim'in, hakikatini, bütün sebeplerin sebebini bilen onlardır. Onlar, en üstün örneklerdir. Fakirlik, yoksulluk ve her türlü zorluklar hızlı koşan atın maksadına ulaşmasından onlara daha çabuk ulaşır. Zorluklar çekerler, korku ve ıstırap içinde olurlar. Devamlı imtihanlarla karşılaşırlar. Bazıları yaralanır, bazılarınınsa başları bedenlerinden ayrılır. Onlar, uzak beldelere dağılmışlardır. Allah Teâlâ, onların hürmetine hastaya şifa verir, yoksulu zengin eder. Onların hatırı için zafere ulaşırsınız, rahmet yağmuru yağar ve rızıklanırsınız. Onların sayısı çok azdır. Ama Allah Teâlâ’nın yanında değerleri çok fazladır. Bir kısmı ise bizi görünüşte değil içlerinden severler. En düşük derecede olan birinci kısımdakiler, bizi görünüşte severler ve bize karşı padişahlar gibi davranırlar. Dilleri bizimledir, fakat kılıçları bize karşıdır. Üçüncü derecedekiler, bizleri görünüşte değil de içlerinden severler. Kendi canıma ant olsun, eğer bizi görünüşte değil, içlerinden sevselerdi gündüzlerini oruç tutarak ve gecelerini teheccüd ve ibadet ederek geçirirlerdi. Böyle olanların dünyayı terk ettikleri yüzlerinden belli olur. Onlar barış ve itaat ehlidirler. " Đmam'ın (a.s) bu sözleri üzerine, o adam, "Ben sizi hem görünüşte ve hem de gizlide sevenlerdenim" dedi. Đmam, "Bizi hem görünüşte ve hem de içlerinden sevenlerin bir takım belirtileri vardır. Onlar o belirtilerle tanınırlar" buyurdu. Adam "O belirtiler nedir?" diye sorması üzerine, Đmam şöyle buyurdu: "O belirtiler can dostlarımızın sıfatlardır. Đlki, onlar tevhit bilgilerini gerektiği gibi bilenlerdir. Daha sonra imanın sınırlarını, hakikatini, şartlarını ve tevilini bilmişlerdir." (Tuhafül ukul Bin Şabet El Harrani) NUHUN GEMĐSĐ’NDE EHLĐBEYT Maruf AY Alevi kardeşlerimin Ehlibeyt’in Allah katındaki yerini ve önemini idrak etmeleri bakımından bu yazının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Gerçekten Ehlibeyt yolu, kurtuluş ve selamet yoludur. Özellikle Alevi genç kardeşlerimizin bu yazıyı okuduktan sonra Alevilik öğretisine daha da sıkıca sarılmalarını diliyorum. Yüce Allah’ın bizlere nasip ettiği bu kurtuluş yolu, Hz. Ali’ye, Allah’ın Resulü Hz. Muhammed (s.a.a.v.) Efendimize ve Ehlibeyte bütün kalbimizle canı gönülden olan bağlılığımız ve ikrarımızdan başka bir şey değildir. Nitekim Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.a.v.) bir hadisinde şöyle buyurur: “Ben sizlere iki değerli emanet bırakıyorum; Allah’ın kitabı ve benim itretim olan Ehlibeytim. Bu ikisi Kevser Havuzu’nda bana tekrar ulaşıncaya kadar asla birbirinden ayrılmazlar. Acaba benden sonra onlara nasıl davranacaksınız?” (Ahmet Bin Hanbel, Müsned c:3 s:14/Tirmizî, Sünen c:5 s:620 /Nisaî, Hasais s:30) Başka bir hadiste de şöyle buyurur: “Benim Ehlibeytim, sizler için Nuh’un Gemisi gibidir. Kim bu gemiye binerse kurtulur, kim bu gemiden uzaklaşırsa helak (yok) olur.” (Hakim, El Müstedrek c:3 s:343 / Mecmaü’l Zevaid, c:9 s:168) / Yenabiü’l Mevedde s:31 / Kenzü’l Evliya c:4 s:306 ve daha birçok eser) Sevgili Alevi kardeşlerim, tabi ki bu Ehlibeyt sevgisi ve Ehlibeyte bağlılık sadece dille olmaz. Bu bağlılık yürekten ve bütün vecibeleriyle olmalıdır. Allah hepimizi Kur’an-ı Kerim’e bağlı ve Ehlibeytin gerçek sevenlerinden eylesin ve bizi bu yoldan ayırmasın. Aşağıdaki bölüm, Şeyh Nasrettin ESKĐOCAK’ın Can Yayınları arasından çıkmış olan ‘Đlk Alevi Kimdir?’ adlı eserinden alınmıştır. “1951 yılında Sovyetler Birliği’nden eski eserler uzmanları Cudi Dağı’nın Kaf vadisinde araştırma yaparken eski ve çürümüş tahta parçalarına rastlamışlar. Bu parçaların bulunması, araştırmaların daha geniş yürütülmesini sağlamıştır. Böylece daha çok eski parçalara rastlanmasına sebep olmuştur. Bulmuş oldukları bu parçaların arasında 14 ikde uzunluğunda ve 10 ikde genişliğinde hiç değişmeyen ve çürümemiş bir tahtanın bulunması araştırmacıları dehşete düşürmüştür. Çünkü bulunan bütün tahta parçalarından yalnız bu tahta parçası hiç çürümeden sağlam bir vaziyette kalmıştır. 1952 senesinde araştırmacılar buradaki araştırmalarını bitirdikten sonra buldukları tahta parçalarının ve sağlam kalmış tahta levhanın Hz. Nuh’un gemisine ait olduğunu saptamışlardır. 1953’ te Sovyetler Birliği eski diller uzmanlarından 7 kişilik bir heyet kurulmuştur. Bunlar: 1-Sulenav: Moskova Fakültesi Eski Diller Uzmanı 2-Đfe Han Hunyu: Çin Lukuhan Fakültesinin Eski Diller Uzmanı 3-Mişatin lu : Eski Eserler Müdürü 4-Fen Mul Karf: Kifanza Fakültesi Eski Diller Uzmanı 5-Dirakn: Lenin Üniversitesi Eski Eserler Uzmanı 6-Eym Đhmad Külad: Keşif ve Araştırmalar Müdürü 7-Micar Kültüf: Stalin Fakültesi Başkanı Adları geçen eski dil ve eserler uzmanlarından kurulan bu heyet, sözü edilen levha üzerinde 8 ay süren bir inceleme yapmışlardır. Neticede Bu levhanın Hz. Nuh’un gemisine ait olduğu, Hz. Nuh’un bu levhayı, levha üzerine yazılan adlar bereketinde koruyucu olarak gemisinde bırakmış olduğu öğrenilmiştir. Bu heyetin levha üzerinde yapmış olduğu incelemelerden sonra üzerindeki yazının “Samani” dili ile yazıldığı belirlenmiştir. Bu yazıyı Manchester Üniversitesinden Eski Diller Uzmanı Đyf Maks Đngilizceye çevirmiştir. Yazının Đngilizce ve Türkçe karşılığı şöyledir: -O My God my helper: Ey Allah’ım ve yardımcım -Keep my hands with meray and for those hol people: Rahmetin ve keremin hakkı için ve bu mukaddes insanlar hürmeti için bana yardım et: -Muhamed: Muhammed -Alia: Đliya: Ali -Shabber: Şubbar: Hasan -Shabbir: Şubeyr: Hüseyn -Fatma: Fatıma: Fatıma They are all biggest and honourables: Bunların hepsi muazzam ve mükerrem kişilerdir. They World established for them: Âlem bunlar için kaimdir. -Help me by their name: Onların adına bana yardım et. You can reform to rights: Doğru yola yöneltebilecek yalnız sensin. Adları geçen eski dil uzmanları, söz ettiğimiz bu levha üzerindeki adlar karşısında büyük bir dehşete kapılmışlardır. Neden kapılmasınlar ki? Levha 5 bin seneden beri nasıl bu vaziyette kalır ve nasıl Hz. Nuh Aleyhisselam bu uzun süreden önce Ehlibeytin adlarını gemisinde bereket ve koruyuculuk sembolü olarak yazar ve hürmetlerinin hakkı için Allah’tan yardım ister? Evet, Ehlibeyte ait bu mucizeyi destekleyecek bir hadisi şerif mevcuttur. Hz. Muhammed “Biz olmasaydık Nuh’un gemisi yürümeyecekti.” diye buyurmuştur. Bu olay 1985’te Irak Necef el Eşraf dergisinde, Pakistan’ın Lahur- Maarif Yayınevinin yayınlarından Đliya adlı kitapta yer almıştır. Levha Moskova’nın eski eserler müzesindedir. Önceleri bu olay garip görünebilir; ama aslında garip değildir. Çünkü Hz. Muhammed’e şöyle hitap edilmişti: “Levleke me hulikatil eflek” (Sen olmasaydın felekler yaratılmayacaktı.) Evet, âlemlere rahmet gönderilen Hz. Muhammed’in (s.a.a.v.) hakkı için felekler yaratılır, Nuh’un gemisi yürür ve selamete erişir. Hz. Muhammed’in Ehlibeyti de aynı keramete sahiptir.” Nuh Aleyhisselam, Ehlibeyt ile Allah’a tevessül etmiştir. Bulunan gemi tahtaları şu an Rusya’nın Moskova kentinde Eski Eserler Müzesinde mevcut. Đşte olayın kanıtları: 1- Đliya Kitabı, Rakam: 42 Dar'ül Mearif'ül Đslamiyye, Lahur Pakistan Bas. 2- Dr. Salahattin el-Hüseyni "Sebil'ül Müstabsirin iles Sırat'ul Müstakim ve Sefinet'ün Nacin" S.264-266 3- Hakim Seyyid Mahmud Keylani "Đliya Merkez Necat Edyan'ül Alem" 4- Weekly Mirror dergisi, Đngiltere 1953 yılı, 28. Sayı 5- Britania Star, Yıl: 1954 Đngiltere 6- Sunlight, Dergisi Mancester 23. Sayı 1954 yılı. 7- Weekly Mirror, Londra 1 Şubat 1945 Sayısı. 8- El-Hüda Dergisi- Kahire Mısır 3 Mart 1954 Sayısı. EBU ZERR EL GIFARî ( ……./ H: 31 M:651-652) Đzzettin USLU Đlk Müslümanlardandır. Đslam tarihi incelendiğinde bütün olaylarda her zaman Hz. Ali ve Peygamber Efendimizin yanında yer almış, yaşadığı hayat tarzıyla adeta bir mümin Müslümanın nasıl olması gerektiğini göstermiş büyük sahabedir. Ebu Zerr, Ben-i Gifar kabilesine mensup olup doğum tarihi tam olarak bilinmemektedir. Hicrî 31 (M. 651/652) yılında 3. halife Osman’ın sürgüne gönderdiği yer olan er-Rebeze'de vefat etmiştir. Ebû Zerr’in ve babasının adı hakkında kaynaklarda çeşitli isimler zikredilmektedir. Bazı eserlerde isminin Cündüb b. Cenâde b. Seken, bazı eserlerde Seken b. Cenâde b. Kavs b. Bevaz olarak zikredilmektedir. Bazı eserlerde ise Cündüb b. Cenâde b. Kays b. Beyaz b. Amr olarak zikredilmektedir. Bu sonuncusunun daha doğru olması muhtemeldir. Zira annesinin künyesi Ümmü Cündüb'dür. (Ibnü'l-Esir, Üsdül-Gâbe, Vl, 99-101) Hz. Cündüb b. Cenâde'nin künyesi, Ebu Zerr'dir. Đslam tarihinde isminden ziyade bu künyesi ile meşhur olup bununla anılmaktadır. Lâkabı ise Mesîhu'l-Đslâm'dır. Bu lâkabı ona Hz. Muhammed (s.a.a.v.) bizzat vermiştir. Onun hayatı incelendiğinde kendisinin daha Peygamber Efendimizle tanışmadan önce ilahî doğru yolu bulduğunu ve kendisine has bir yöntemle Allah’a ibadet ettiğini görüyoruz. Kabilesi, Arap cahiliye devrinde putperest bir kabiledir. Ama Ebu Zerr o zamanlarda bile kabilesini doğru yola sevketmeye uğraşmıştır. Müslüman olduktan sonra da kabilesinden birçok kişiyi Đslam dinine davet etmiş ve onların Müslüman olmalarını sağlamıştır. Ebu Zerr, Đslam daha duyulmadan hakkın davetine cevap veren ve ruhen iman eden büyük sahabelerden biridir. Ebu Zerr’in hayatı ve kişiliği incelendiğinde diğer büyük gerçek sahabe ve ilk Alevilerden olan Selman El Farisî, Mikdad Bin El Esved El Kindi, Abdullah Bin Revahat El Ansarî’nin hayatları ve kişilikleri ile büyük bir benzerlik içinde olduğu görülür. Onun yaşayış tarzı halis bir Ehlibeyt taraftarı ve Alevi yaşayışıdır. Ebu Zerr’in hayatı ve kişiliğinin önemi yanı sıra bizim için önemli olan onun ilk büyük Alevilerden olduğunu rahatlıkla söyleyebilmemizdir. Đslam tarihi kaynaklarına bakıldığında Ebu Zerr, hem Şii hem Sünni tarihçilerince çok saygın bir kişilik olarak kabul edilmiştir. Yalnız dikkat çekici çok önemli bir nokta vardır ki o da Sünni tarihçilerin kaynaklarında bile Ebu Zerr’in, tam bir bağlılıkla Hz. Ali ve Ehlibeyt taraftarı olduğunun açıkça zikredilmesidir. Bu bize Ebu Zerr’in ilk büyük Alevilerden olduğunu açıkça göstermektedir. Ebu Zerr’in hayatını ve Đslam tarihindeki yerini birkaç sayfa ile anlatmanın mümkün olmadığını söylemek çok doğru olacaktır. Đslamiyetten önceki hayatını mı, kabilesini terk ederek çölleri aşıp Peygamber Efendimizle tanışıp Müslüman oluşunu mu, ölünceye kadar her vakada Peygamber Efendimizin ve Hz.Ali’nin yanında oluşunu mu, hayatı ve birçok şey pahasına doğruları söylemekten çekinmeyişini mi, katıldığı savaşları mı, Peygamber Efendimizin sünnetinden ayrılıp halkı kötü idare eden idarecileri (ilk üç halife dâhil) hayatı pahasına eleştirmesi ve bu yoldaki mücadelesini mi, Peygamber Efendimizden sonra sosyal adaletin sağlanması için yaptığı mücadelesini mi anlatalım. Gerçekten Ebu Zerr, Đslam dinine katkıları, yaşayış tarzı, yiğitliği, cesareti, doğruyu söylemekten ve savunmaktan hiçbir zaman çekinmemesi, yoksulların yanında yer alması, hayatı pahasına karşı ilk üç halife zamanındaki haksız uygulamalara karşı gelişi, Müslümanlarla müşrikler arasında yapılan bütün savaşlara katılması, haksızlıklara karşı yaptığı mücadele yüzünden bütün ömrünü sefalet içinde geçirmesi bakımından kesinlikle her Alevinin başına taç edeceği ve örnek alacağı, yeri doldurulamaz bir şahsiyettir. Ne mutlu Ehlibeyt taraftarlarına ki ona fazlasıyla sahip çıkmış ve gereği gibi onu yüceltmişlerdir. Ebu Zerr hazretlerinin Đslâm ile müşerref olması başlı başına bir olaydır. Bir gün, Gifâroğulları kabilesine mensup bir kişi, Mekke'den kendi kabilesine döndüğünde doğru Ebu Zerr'e gider ve Mekke'de bir zatın zuhur edip kendisinin peygamber olduğunu iddia ederek insanları yeni bir dine davet ettiğini ve Cenab-ı Hakk’ın vahdaniyeti hakkında halka talimatta bulunduğunu haber verir. Kabiledaşının vermiş olduğu bilgileri dikkatle dinleyen Hz. Ebu Zerr, karşısındakinin sözleri bittikten sonra: "Cenab-ı Hakk’a yemin ederim ki, bu zat, iyilikleri öğrenmeleri ve kötülüklerden sakınmaları için halka nasihatler yapmaktadır." dedi. Ebu Zerr, Peygamber Efendimiz ile tanışmak ve Müslüman olmak için yola koyulur. Mekke’ye vardığında Hz. Ali ile karşılaşır. Hz. Ali bu zatın halis bir mümin olduğunu anlar ve kendisini Peygamber Efendimize götürür. Ebu Zerr, Hz. Muhammed’i görür görmez Müslüman olur ve o andan sonra ne pahasına olursa olsun Hz. Muhammed’in yanında kalır ve her meselede onunla beraber olur. Hz. Ali bir hutbesinde şöyle buyurur: “Yeryüzünde yedi kişi vardır ki halk, onların yüzünden rızıklanır, onların yüzünden yardıma mazhar olur, onların yüzünden yağmur yağar: Selman-ı Farisî, Mikdat, Ebu Zerr, Ammar ve Huzeyfe onlardandır. Ben de imamıyım onların; onlar, Fatıma’ya namaz kılanlardır.” Đslam tarihçileri, birçok sosyolog ve sosyal bilimci, Ebu Zerr’i aynı zamanda büyük sosyalist, sosyal adaletçi, eşitlikçi ve devrimci kişiliği ile de dile getirmişlerdir. Gerçekten de hayatı boyunca yaptığı mücadele bunu açıkça göstermektedir. Osman’ın halifeliği zamanında Suriye’de Şam valisi olan Muaviye Đslami yaşama yakışmayan zevk ve sefa içinde yaşamakta, halktan topladığı paralarla gereksiz lüks yaşam sürmekte ve saraylar yaptırmakta idi. Zaten Muaviye’nin bu tutumu Müslümanlar tarafından da hoş karşılanmamaktaydı. Ama halkın üzerinde büyük bir baskı ve zulüm olduğundan halktan kimse bu haksız ve Đslama tamamen aykırı uygulamalara karşı çıkamıyordu. Ebu zer bunlara şahit olmak için bizzat Suriye’ye Muaviye’nin yanına gider ve gerçekleri görür. Ebu Zerr ile Muaviye arasında şu diyalog geçer: “Ey Muaviye, eğer bu sarayı kendi paranla yapıyorsan israftır, eğer halkın parasıyla yapıyorsan ihanettir!” Muaviye tecrübeli ve çok iyi siyasetçiydi. Tahammül ediyor, bir yol bulmak için düşünüp duruyordu. Bir gün Ebuzer’i evine davet eder. Haddinden fazla saygı ve iltifatta bulunmasına rağmen Ebuzer öfkeli ve sinirli çehresini azıcık olsun değiştirmeyince işi tehdide vardırır: “Ey Ebuzer! Eğer Osman’ın izni olmadan bir peygamber sahabesini öldürecek olsaydım, bu sen olurdun. Ancak seni öldürmek için Osman’dan izin almalıyım, bu iş benimle senin aramızı açıyor, sen yoksul ve alt tabakadaki insanları bize karşı ayaklandırıyorsun.” demiştir. Ebu Zerr de “Allah Resulü’nün sünnetine uygun davranırsan, seninle bir sorunum olmaz.” diye cevap verir. Aşağıda anlatacağımız olay Hz. Ebu Zerr’in bir mümine yakışan sade yaşantısını ve ilk üç halife zamanında yapılan usulsüz ve Peygamber efendimizin tavsiyelerine, sünnetine uymayan harcamaları eleştirmesi ile ilgili olup, Ebu Zerr’in bu onurlu direnişi onu Rebeze’ye sürgüne gönderilmesine sebep olmuştur. Osman devrinde fetih hareketleri oldukça genişlemiş ve bu yüzden fethedilen bölgelerin gelenekleri de Đslam'a etki etmeye başlamıştı. Bunun neticesi olarak, emirler sadelikten ayrılarak dünyevî bir yaşantının içerisine girmişlerdi. Saraylar, köşkler, konaklar inşa edilmeye, hizmetçiler tutularak işler onlara gördürülmeye başlanmıştı. Resulullah'ın devrinin sadeliği unutulmuştu. Bu sadeliği unutmayanlardan birisi de Ebu Zerr idi. O, sade yaşayışını sürdürmekte ısrar ediyordu. Onda mal ve servet biriktirme hırsı yoktu. Debdebeli bir hayat tarzını seçenlere gereken ikazları yapıyor; bu durumun onlara kötülükten başka bir şey vermeyeceğini, bir gün bunların hesabının sorulacağını söylüyordu. Ve sık sık delil olarak: "Altın ve gümüş depo edip Allah yolunda harcamayanlara elim azabı müjdele..." mealindeki ayeti okuyordu. Muaviye ve emirlerinin yaşantılarını sürekli eleştiriyordu. Bu yüzden Şam'da fesat çıkardığı iddiasıyla Ebu Zerr, Osman’a şikâyet edilir. Bunun üzerine 3. Halife Osman, Muaviye’ye bir mektup yazar. Bundan Sonrasını Abdülbaki GÖLPINARLI’nın Sosyal Açıdan Đslam Tarihi adlı eserinden aktaralım: “Mektup gelir gelmez Ebu Zerr’i sert bir deveye bindirip sert bir adamla Medine’ye göndermesini, devenin gece gündüz sürülmesini, her şeyi unutup kendi derdine düşmesi için yolda Ebu Zerr’i uyutmamalarını, hiçbir yerde konaklatılmamasını emreder. Ebu Zerr, hamutsuz bir deveye bindirilip Medine’ye yollandı. Yolda baldırları çürümüştü. Medine’ye varınca Hz. Osman’ın yanına götürüldü. Hz. Osman ona pek sert bir muamelede bulundu, yalancılıkla töhmetledi. Onu savunmak isteyen Ali’ye de kötü sözler söyledi. Sonunda Medine’den çıkıp Rebeze’ye gitmesini söyledi ve onu hiç kimsenin uğurlamamasını emretti. Mervan’ı yanına katıp gönderdi. Ebu Zerr ihtiyardı; saçı, başı ağarmıştı. Kendisini Hz. Ali, Abbas oğlu Abdullah, Đmam Hasan ve Hüseyin’le Ammar bin Yaser uğurladılar. Hz. Ali: “Ey Ebu Zerr” dedi. “Sen Allah için kızdın; onun için öfkelendin, ecrini(sevabını) ondan um. Bu toplum, dünyaları için senden korktu; sense dinin için korktun. ….Pek yakında bilir anlarsın kim kâr etmiş, kim daha fazla hasede düşmüş…” Evet, sevgili kardeşlerim, Peygamber Efendimizin kendisi için “Ebu Zerr kadar doğru söz söyleyen yoktur.” dediği çok büyük bir sahabesi olan Ebu Zerr, 3. Halife Osman tarafından Rebeze’ye sürgüne gönderilmiş ve orada sefalet içinde hayatının geri kalan kısmını ölünceye kadar sürgünde geçirmiştir. Ebu Zerr de Ehlibeyt taraftarlığı ve haksızlıklara karşı mücadelesi yüzünden eziyete uğratılmış ve sefil bırakılmıştır. (Asım KÖKSAL, Đslam Tarihi Mekke devri.) Ali Şeraiti, ‘Bir daha Ebu Zerr’ adlı eserinde de bu olayın tamamen insafsızca bir sürgün olayı olduğunu zikreder. Hatta Ebu Zerr’i, Hz. Ali ve birkaç Ehlibeyt ferdi uğurlamıştır. Ebu Zerr’in hayatında bu ve buna benzer olaylar çoktur. Bu anlattığımız birkaç örnek bile onun zamanında Hz. Ali ve Ehlibeyt taraflarına yapılan zulmü gözler önüne sermektedir. Ebu Zerr’in gerçek bir Ehlibeyt taraftarı olduğunu daha önce söylemiştik. Aşağıda belirtilen kaynaklardaki anlatımlar bunu açıkça göstermektedir. Hz. Muhammed’in (s.a.a.v.) döneminden kalma en önemli iki kaynak, Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerdir. Hz. Muhammed’in hayatında Hz. Ali’ye Kur’an’ın asıl metni ve iniş sebebi imla edilmişti. (Ebu Ferec Muhammed bin Ebi Ya’kub el-Verrak en-Nedim (ö.380/959) “El-Fehrest”kitabında; Bu habere yakın Đbn Sa’d (ö.230/809) “Tabakaat el-Kubra” adlı kitabında; Ahmed bin Abdillah Ebu Nu’aym el-Đsfehaniy (ö.430/1009) “Hilyet’ulEvliya” adlı kitabında; Suleym bin Kays el-Hilaliy (ö.76/655) “Kitabu Suleym” adlı kitabında...) Şia’nın ve Sünni’lerin muteber kitaplarındaki haberlere göre, Hz. Ali’nin kitap haline getirdiği bu iki ana kaynak, halife olan Ebu Bekir Đbnü Ebi Kuhafe ve yardımcısı ‘Ömer ibin Hattab tarafından reddedilmişti. (Suleym bin Kays el-Hilali “Kitabu Suleym”; Ahmed bin Ebi Ya’kub el-Ya’kubi (ö.284/863) “Tarih” adlı kitabında; Đbin Ceziy (ö.741/1320) “El-Tshiyl ila ‘Ulum el-Tenzil”; Celaluddin Abdurrahman bin Kemaleddin es-Suyuti (ö.911/1490) “El-Đttikaan fi ‘Ulum el-Kuraan”; Ebul-Feth Muhammed bin Ebil-Kaasem eş-Şehristaaniy (ö.548/879) “Tefsir” kitabının mukaddemesinde...) Bu iki ana kaynak Aleviliğin temel inancını ihtiva etmekteydi. Hz. Ali bu iki ana kaynağı en yakın çevresine, Hz. Selman-ı Farisî, Hz. Ebu Zerr el-Gıfarî, Hz. Mikdad bin Esved el-Kındî, Ammar bin Yaser gibi seçkin ilk Alevilere öğretmişti. Tarih kitaplarında aktarıldığı gibi, bu iki ana kaynağın içindeki gerçekleri, hayatını feda etme pahasına da olsa Hz. Ebu Zerr, insanlara yaymaya çalışmıştı. Bu ilk Aleviler Ehlibeytin hakkını iki ana kaynak olan Kur’an’a ve doğru hadislere dayanarak kanıtlamak için zorlu bir mücadele etmişlerdir. Hz. Peygamber Efendimizin, Ebu Zerr hakkında övücü sözleri vardır: "Yeryüzünde, Ebu Zerr'den daha doğru sözlü birisi yoktur.", " Kıyamet gününde yeri bana en yakın olanınız, dünyadan benim bıraktığım gibi çıkanınızdır." Ebu Zerr bu hadisi naklettikten sonra şöyle demiştir: "Vallahi benden başka hepiniz, bu dünyaya bir tarafından bulaştınız!" Peygamberimiz onun zühdünü (dünya nimetlerinden uzak yaşamasını) Hz. Đsa'nın zühdüne benzetmiştir. O, bu zâhidâne hayatını ömrünün sonuna kadar sürdürmüş ve Müslümanlar zenginleştikten ve hazineden aldıkları maaş ile daha müreffeh yaşar hâle geldikten sonra da şöyle demiştir: "Vallahi benim, Resulullah zamanındaki günlük geçimliğim (dört çift avuç) hurma idi, bugün de onu arttıracak değilim.( Đbn Abdilber, Đstî'âb, C. I, s. 214; C. IV, s. 62; Đbn Hacer, Đsâbe, C. IV, s. 63; Hacevî, age., C. I, s. 193. 87. Reşîd Rızâ, Tefsîr, C. X, s. 405 vd.) Đslam tarihindeki yeri asla doldurulamayacak olan Ebu Zerr, Müslüman olduktan sonraki hayatının hemen hemen tamamını Osman tarafından Rebeze’ye sürgüne gönderilinceye kadar Peygamber Efendimiz ve Hz. Ali’nin yanında Đslamı yaymak için mücadele ile geçirmiştir. Osman tarafından Rebeze’ye sürgüne gönderildikten sonra çok çileli ve sefil bir hayat yaşamış ve orada Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Öldüğünde sırtında yırtık bir elbiseden başka bir şey yoktu. Ölmeden önceki son günlerinde kızına üzülmemesini, Mekke tarafından bir kafile gelmedikçe ölmeyeceğini, zira bu kafile ile gelen bir gencin kendisine kefen getireceğini anlatıp arada sırada kızına "Bak bakalım, ufukta toz bulutu görüyor musun?" diyordu. Hicrî 31 (M. 651-652) yılında bir gün ufukta bir kervan gözüktü. Kervan konakladıktan kısa bir süre sonra Hz. Ebu Zerr, dâr-i bekâ'ya göçtü. Ensardan bir genç (Malik Eşter) gelip onu kefenledi ve cenaze namazını kıldırarak Rebeze'ye defnetti. (Hayreddin Zirikli, el-A'lâm, II, 140). Yaşantısı imanı ve kişiliği bütün Đslam âlemine bir ışık olan Ebu Zerr’in hepimize büyük örnek olması dileği ile Allah’ın rahmeti hepimizin üzerinde olsun. KIYAMET SAATĐ Ali Hasan ZUBAROĞLU Ahiret gününe inanmak, imanın şartlarından biri olmakla beraber sadece Đslam’ın değil tüm ilahi dinlerin ortak inançlarından biridir. Sünnilikte ahiret inancı olmakla birlikte Mehdilik inancı onlarda tartışmalıdır. Biz Alevîler ise hiç şüphesiz on ikinci imamımız Hz. Mehdi’nin zuhurundan sonra kıyametin kopacağına inanırız. Peki, zuhur ne zamandır? Bu bilinmezliğin hikmeti nedir? Önce bizdeki Mehdilik inancını ele alalım. Biz, bu inancı sahih hadisler ve ayetlere dayandırıyoruz. Kuran-ı Kerim’de Yüce yaratan şöyle buyuruyor: “Allah sizlerden iman edip salih ameller işleyenlere kendilerini yeryüzüne varis yapacağına dair söz verdi.”i[i] Başka bir ayette ise şöyle buyuruyor: “Zikirii[ii]’den sonra Zebur’da da yazdık ki, salih kullarım yeryüzüne varis olacaklardır.”iii[iii] Bu ayetlerden de anlaşıldığı üzere Hz. Mehdi’nin zuhur edeceği, yeryüzünü kâfirlerden temizleyip hak ve adaletle dolduracağı ve müminlerin yeryüzünün tek varisleri olacağı müjdesi Đslamiyet’ten önceki diğer ümmetlere de verilmiştir. Kaldı ki bu inanç, insandaki fıtri duygulardan da biridir. Büyük müfessir allâme Tabatabai, Tefsir-el Mizan’da bu konuyu açıklarken özetle şöyle der: “Đnsanoğlu yeryüzüne ayak bastığı andan itibaren mutluluk ve saadetle iç içe olan bir toplumsal hayatın ümidini hep kalbinde taşımıştır ve bu ümidine ulaşmak için çaba harcamıştır. Eğer böyle bir ümit gerçekleşmeyecek olsaydı, insanın böyle bir ümit taşıması mümkün olmazdı. Eğer yiyecek yaratılmasaydı, insana açlık duygusu da verilmezdi, eğer su olmasaydı, insanda susama duygusu da olmazdı; eğer ona bir eş yaratılmasaydı, cinsel duygu da verilmezdi. Đşte bu yüzden dünyada öyle bir zaman gelecek ki, insanlık toplumu adalet ve eşitlikle dolacak, fertler barış ve sefa içinde yaşayacak, toplum fazilet ve kemalle dolacaktır. Yeryüzünü adaletle dolduracak bir şahsa olan inanç, Đslam’a özgü bir inanç değildir. Kuran-ı Kerim’de de bildirildiği üzere, diğer ilahî dinlerde de bu müjde yer almıştır. Ve hatta bu inanç insanın fıtratından kaynaklandığı için bütün insan topluluklarında hatta putperestlerde bile vardır.”iv[iv] Cabir b. Abdullah-el Ensari’den nakledilen hadiste Hz Resulullah (SAA) şöyle buyuruyor: “ Mehdi benim evlatlarımdandır. Onun ismi benim ismimdirv[v], künyesi de benim künyemdir, ahlak ve yaratılış olarak da insanların en çok bana benzeyenidir. O gaybete çekilecek ve o dönemde halk şaşkınlık içinde kalacak, ümmetler sapıklığa düşecektir. Sonra Mehdi, parlak bir yıldız gibi ortaya çıkacak, yeryüzü zulüm ve haksızlıkla dolduğu gibi, onu adalet ve eşitlikle dolduracaktır. ”vi[vi] Ebu Said Hudri’den rivayet edilen diğer bir hadiste ise Hz. Resulullah (SAA) şöyle buyuruyor: “ Yeryüzü, zulüm ve haksızlıkla dolmadıkça kıyamet kopmaz. ” Sonra buyuruyor ki: “ Benim itretimden (ehlibeyt’imden) bir adam zuhur edecek, yeryüzü zulüm ve haksızlıkla dolduğu gibi, onu adalet ve eşitlikle dolduracaktır. ”vii[vii] Yunus b. Abdurrahman’dan naklen; Hz. Musa b. Caferviii[viii] (AS)’ın huzuruna çıkarak “Ey Resulullah’ın oğlu! Hak üzere kıyam edecek olan Kaim sen misin?” diye sordum. Bana şöyle buyurdu : “Hak üzere kıyam eden benim. Ama yeryüzünü Allah’ın düşmanlarından temizleyecek, onu zulümle dolduğu gibi adaletle dolduracak olan Kaim, benim evlatlarımın beşincisidir. Gaybeti o kadar uzayacak ki bazı kavimler onun hakkında irtidata düşecek, bazıları ise ona bağlı kalacaklardır. Bizim Kaim’imizin gaybetinde bizim sevgimize sarılan, velayetimize bağlı kalan ve düşmanlarımızdan uzaklaşan Şiilerimize ne mutlu! Onlar bizdendir, biz de onlardanız. Bizlerden Đmamları olarak razıdırlar. Biz de onlardan Şiilerimiz olarak razıyız. Ne mutlu onlara! Allah’a andolsun ki onlar, kıyamet günü bizimle beraber olacaklardır.”ix[ix] Hadislere baktığımız zaman Hz. Mehdi’nin zuhuru açık bir şekilde dile getirilirken ne zaman olacağına yönelik hiçbir bilgi yoktur. Kuran-ı Kerim’de şöyle buyruluyor : “(Ey Muhammed!) Senden kıyametin ne zaman gelip çatacağını sorarlar. Sen nerede, onun vaktini söylemek nerede? Onun bilgisi sadece Rabbine aittir. Sen ancak, ondan korkacak olanları uyarırsın.”x[x] Başka bir ayette ise : "(Ey Muhammed!) Đnsanlar senden kıyametin zamanını soruyorlar. De ki: "Onun bilgisi Allah katındadır, ne bilirsin, belki de zaman yakındır."xi[xi] Bu ayetlerde de gördüğümüz gibi kıyametin ne zaman kopacağına ilişkin bilgi, Yüce Allah'ın sırf kendisine özgü kıldığı ve aralarında peygamberler de olmak üzere kullarından hiçbirinin bilmesini istemediği gaybın kapsamındadır. Sadece kendi tekelindedir. Şeyh Hüseyin bin Hamden-el Hasibi’nin büyük eseri Hidayetil Kübra’da bu konuyla ilgili bizzat kendisinin rivayet ettiği hadiste diyor ki; Muhammed bin Đsmail ve Ali bin Abdullah-el Husniyen’den duydum, Onlar da Ebi Şuayb Muhammed bin Nusayr’dan, O da Đbn-el Fırat’tan, O da Muhammed bin Mufaddal’dan naklen: Muhammed bin Mufaddal diyor ki; Đmam Cafer-i Sadık’a (A.S) Mehdinin ne zaman zuhur edeceğini sordum. Bana “Hâşâ! Ne biz, ne bizim Şiilerimiz ne zaman zuhur edeceğine yönelik hiçbir şey söyleyemeyiz.” dedi. Peki, niye, diye sordum. Bana: “ Çünkü bu Kuran-ı Kerim’de açıklandığı üzere Allah’ın sadece kendi tekeline aldığı bir bilgidir.” dedi ve sonra “Sana kıyamet anı hakkında sorarlar, ne zaman gelip çatacak diye. De ki, onun bilgisi rabbimin tekelindedir. Vakti gelince, onu gerçekleştirip açığa çıkaracak olan odur. Göklerin ve yerin ağırlığını kaldıramayacağı bu olay başınıza ansızın gelecektir. Sanki sen bu konuyu biliyormuşsun gibi, sana onu soruyorlar. De ki; onun bilgisi Allah'ın tekelindedir, fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmezler.xii[xii]”, “Kıyamet vakti hakkındaki bilgi ancak Allah'ın katındadır.”xiii[xiii] Burada da yüce Allah bu ilmin kimseyle paylaşmaksızın sadece kendisinde olduğunu söylüyor” dedi. Sonra da “Ne bilirsin, belki de kıyamet saati yakındır! Kıyamete inanmayanlar, onun çabuk gelmesini isterler. Đnananlar ise ondan korkarlar ve onun hak olduğunu bilirler. Đyi bilin ki kıyamet saati hakkında tartışanlar, derin bir sapıklık içindedirler.xiv[xiv]”ayetlerini okudu. Ayette geçen ‘yumarun’ (tartışanlar) kelimesinin ne anlama geldiğini sordum. Bana “O ne zaman doğdu, onu kim gördü, o şimdi nerede, ne zaman gelecek.’ diye soranlardır.” dedi. “Tüm bunlar Allah’ın emrini aceleye getirmek ve onun yaptıklarından ve kudretinden şikâyet etmek içindir: Şüphesiz bunlardır dünya ve ahirette hüsrana uğrayanlar.” Ona, “Ey mevlam onun zuhuru ile ilgili hiçbir vakit verilemez mi?”diye sordum. Bana “Hayır, hiçbir vakit verilemez. Mehdimize vakit tayin eden, Allah’a ilminde ortak olduğunu ve Allah’ın Mehdi’yi kendi iradesiyle göndereceğini iddia etmiş demektir. ” dedi.xv[xv] Hz. Cafer-i Sadık (AS) başka bir hadisinde: “Birisi bizden Mehdi’nin zuhuru ile ilgili tarih verdiğimizi iddia ederse onu yalanlamaktan hiç çekinmeyin. Biz asla tarih vermeyiz.”xvi[xvi] diye buyuruyor. Başka bir hadisinde ise: “Kim Mehdi’nin zuhuru için bir vakit verirse yalan söylemiştir. Biz ehlibeyt asla bu konuda vakit vermeyiz.”xvii[xvii] Bu ayet ve hadislerde de açıklandığı gibi Hz. Mehdi’nin ne zaman zuhur edeceğini Allah’tan başka hiç kimse bilemez. Peygamberlerin bile bilmekten aciz olduğu bir bilgiyi bildiğini iddia eden, çok açık bir şekilde yalancıdır. Ancak; kıyamet alametlerinin ortaya çıktığı Hz. Mehdi’nin de zuhurunun yaklaştığı söylenebilir. Bu takdirin hikmetini sadece yüce Allah bilir. Biz aciz kullar olarak bunun ancak bir kısmını anlayabiliriz. Buna göre yüce Allah, kulları sürekli ahireti hatırlasınlar, ondan sakınsınlar ve ansızın gelip çatmasına karşı hazırlıklı olsunlar diye bunun ilmini kendi tekeline almıştır. Kıyametin her an kopabileceği inancı kişiyi sürekli teyakkuzda tutar ve hala fırsatı varken rabbinin kendisinden razı olacağı hayırlı amellere yönlendirir. Hz. Ali’nin (AS) buyurduğu gibi “Ahirete yakini olan, azığını çoğaltır.”xviii[xviii] Kıyametin kopacağının farkında olmayan ve her an onunla karşılaşma bilincinin verdiği uyanıklıktan yoksun bulunanlara gelince; onlar ancak kendilerini aldatırlar. Oysa ayet ve hadislerde her şey çok açık bir şekilde açıklanmıştır. Yüce Allah, kıyameti gece ve gündüz her an kopma ihtimali bulunan bir gayb olarak gizlemiştir. NEDEN HAZRET-Đ ALĐ? Ahmet Davut ŞANLI Đslam ümmetinde oluşan ihtilaf yoktur ki, bu ihtilafın çözümü Müslümanların şefaatçisi Hatemü’l Enbiya (son peygamber) Hz. Muhammed (s.a.a.v) tarafından gösterilmiş olmasın. Peygamber Efendimiz, her fırsatta kendisinden sonra ümmetinin karşılaşacağı fitneleri haber vermiş ve bu fitneler karşısında ümmetinin nasıl bir yol izlemesi gerektiğini özellikle ve defalarca vurgulamıştır: “Yakın bir zamanda bir fitne (karışıklık) meydana geldiğinde herkes Allah’ın kitabına sığınıp Ali Bin Ebi Talip’in eteğine sarılsın.” (Ebu Nuaym, Hilyetü’l Evliya / Ensabu’l Eşraş, c:1 s:118 / Tarih-i Dımeşk c:1 s:89) Görüldüğü gibi Hz. Muhammed (s.a.a.v.) kendisinden sonra meydana gelecek olayları ilahî bir hikmetle önceden görmüş ve ümmetini bu konuda uyarıp oluşacak fitneler karşısında tutmaları gereken yolu onlara göstermiştir ki bu yol, sıratu’l müstakim (dosdoğru olan yol) olan Ehlibeytin yoludur. Bu yol, Hz. Ali’nin yoludur. Burada çok önemli bir konu vardır. Acaba Hz. Muhammed (s.a.a.v.) Müslümanlara neden başkasını değil de bu yolu takip etmelerini özellikle emretmiştir? Bunun cevabını bizzat Hz. Muhammed veriyor: Çünkü hak ve Ali asla birbirlerinden ayrılmaz. “Ali hak iledir, hak da Ali ile.” (Hatip El Bağdadî, Tarih-i Bağdat c:14 s:321 / Đbn-i Asakir, Tarih-i Dımeşk c:3 s:119 / Ali El Hindî, Kenzu’l Ummal c:5 s:30) Hz. Ali, müminlerin emiridir. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ali’ ye selam verdiğiniz zaman ona ‘Emiyrül müminiyn’ diye hitap ediniz.” (El Yakin s:125 / Tarih-i Taberî) Đbn-i Ebil Hadit, Şerh-i Nehcü’l Belaga adlı büyük eserinde Hz. Muhammed’in defalarca şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Ya Ali! Sen, müminlerin emirisin.” “Ya Ali! Sen dinin ve müminlerin ya’subusun (arı beyisin).” “Ya Ali! Sen emiyrün nahılsın (müminlerin arı beyisin).” Arı beyinin arılar için ne denli önemli olduğunu araştıran, bu benzetmeyle Hz. Ali’ nin Müslümanlar için ne kadar vazgeçilmez olduğunu ve bu benzetmenin öyle sıradan bir şey olmadığını görecektir. Bilindiği gibi her kovanda bir tek arı beyi bulunur ve bu arı beyi kovandaki bütün arıların tek ve tartışmasız lideridir. Hz. Ali, müminlerin velisidir. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ali, benden sonra her müminin velisidir.” (Ahmet Bin Hanbel, Müsned / Tirmizi, Sünen) Hz. Ali’nin Allah katında özel bir yeri vardır. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: “Rabbime göre durumum ne ise, Ali’ nin de Allah’ın yanında durumu odur.” (Đbn-i Hacer, Sevaiku’l Muhrika, s:106 / Muhibuddin Taberi, Riyadun Nadire c:2 s:215 / Muhibuddin Taberi, Zehairu’l Ukba s:64) Hz. Ali hiçbir zaman Kur’an-ı Kerim’den ayrılmamıştır. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ali Kur’an ile, Kur’an da Ali ile beraberdir.” (Hakim, Müstedrek c:3 s:124) Hz. Ali, Kur’an-ı Kerim’in gerçek manasını bilen ve onu koruyandır. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ey Ali! Ben Kur’an’ın nüzûlü uğruna savaştım. Sen de onun gerçek manası uğruna savaşacaksın.” (Hanbel, Müsned / Ebu Davud, Sünen) Hz. Ali’nin eşi ve benzeri yoktur. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ali’nin insanlar arasındaki yeri, Kur’an’daki ‘Kul huvallahu ahad’ gibidir.” (Kenzü’l Hakayık, s:141 / Yenabiü’l Mevedde s:235 / El Kazirunî, El Erbain s:105) Hz. Ali, ümmetin ihtilaf ettikleri konuların çözümleyicisidir. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ey Ali! Benden sonra ümmetimin ihtilaf ettikleri şeyleri sen açıklayacaksın.” (Đbn-i Asakir, Tarih-i Dımeşk c:2 s.482 / Kenzu’l Ummal c:5 s:33 / Menavî, Kenzu’l Hakayık s:203) Hz. Ali, ilim kapısıdır. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ben ilmin şehriyim, Ali de onun kapısıdır. Đlim isteyen kapıya gelsin.” (Hakim, Müstedrek c:3 s:126 / Tarih-i Đbn- i Kesir, c: 7 s: 358 / Hanbel, Menakıb-ı Cami c: 5 s:201) Hz. Ali, Hz. Muhammed’in (s.a.a.v.) bu dünyada olduğu gibi sırlar âlemindeki kardeşidir. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ey Ali! Musa Peygamber için kardeşi Harun ne ise sen de benim için o menzildesin. Şu farkla ki, benden sonra Peygamber gelmeyecektir.” (Buhari, Sahih / Müslim, Sahih / Tirmizi, Sünen / Hanbel, Müsned) Hz. Ali, Hz. Peygamber’in sırrının sahibidir. “Sırrımın sahibi Ali Bin Ebi Talip’tir.”(Yenabiül Meveddeh, s:180 / Tarih-i Dımeşk, c:2 s:311 / Kenzü’l Hakayık, c:1 s:155) Hz. Ali, cennet ve cehennemi bölendir. “Ya Ali! Sen Kıyamet gününde cennet ve cehennemi bölensin. O gün ateşe bu senin, bu da benim diyeceksin.” (Yenabiül Meveddeh, s:285 / Sevaiku’l Muhrika s:214 / Hanbel, Müsned) Hz. Ali, sıddıyk-ı ekber ve faruk-ı azamdır. “Ya Ali! En büyük sıddık sensin. Hak ile batıl arasındaki faruk sensin. Sen müminlerin melikisin.” (Yenabiü’l Meveddeh s:201) Hz. Ali, Allah’ın yeryüzüne uzanan ve müminlerin ona sımsıkı sarıldığı ipidir. "Hep birden Allah'ın ipine sımsıkı sarılın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün..." (Âl-i Đmran, 103) Ehlisünnetin tefsir ve hadis âlimleri olan Hafız Kunduzi, Şafî âlimi Şeblenci ve Đbni Hacer şöyle rivayet etmişlerdir: Hz. Resulullah, Đmam Ali'nin elinden tutarak "Ona sarılın, bu gördüğünüz Ali, Allah'ın sağlam ipidir." dedikten sonra bu ayeti okudu: "Hep birden Allah'ın ipine sımsıkı sarılın.....” “Ey Ali! Sen benim dünyada ve ahirette kardeşimsin.” (Tirmizi, Sünen) “Ey Ali! Sen bendensin, ben de sendenim.” (Buhari / Tirmizi / Hanbel) “Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır. Allah’ ım ona dost olana dost ol, ona yardım edene yardım et. Ona düşmanlık edene de düşmanlık et.” (Kenzu’l Hakayık, c:12 s:116) “Ey Ali! Sen benim dünyada ve ahirette kardeşimsin.” (Hanbel, Müsned) “Ali’ nin aleyhinde konuşan benim aleyhimde konuşmuş olur.” (Hakim, Müstedrek / Zehebî, Telhis / Hanbel, Müsned / Nisaî, Hasais) “Kevser Havuzu’ nun başına ilk geçecek olanınız, ilk iman edeniniz olan Ali Bin Ebi Talip’tir.” (Đbn-i Abdülbir, El Đstiab c:3 s:28 / Đbn-i Ebi’l Hadid, Şerh-i Nehcü’l Belağa c:13 s: 119 / Hakim Nişaburî, Müstedrek c:3 s:17) “Ali’nin bana olan yakınlığı, benim Rabbime olan yakınlığım gibidir.” (Siyretü’l Halebî, c:3 s:391 / Riyadü’n Nadire c:2 s:215 / Zehairü’l Ukba s:64 / Sevaiku’l Muhrika s:106) Hz. Ali’ nin bu konularda neler söylediğine kulak verelim: 1) “…Peygamber her yıl Hira Dağı’ na ibadete çekilirdi. Onu benden başka kimse görmezdi. Ona vahiy geldiğinde şeytanın feryadını duydum. “Ya Resulullah, bu feryat nedir?” dedim. “Bu feryat eden şeytandır. Kendisine kulluk edilmesinden ümidini kesti artık. Sen benim duyduğumu duyuyor, gördüğümü görüyorsun; ancak Peygamber değilsin. Vezirsin ve hayırlar üzerindesin.” (Nehcü’l Belağa, 192. hutbe) 2) “Ben Allah’ın Resulunun kardeşi ve sıddıyk-ı ekberim. Bu sözü benden sonra yalancı ve iftiracıdan başkası söyleyemez. Ben insanlardan önce yedi yıl Resulullah ile namaz kıldım.” (Cerir Et Taberî, Tarihu’l Ümem c.2 s:312 / Đbn-i Kesir, El Kâmil c:3 s:112 / Hakim, El Müstedrek, c:3 s:112) 3) “Sizin aranızda iman bayrağını ben diktim. Đlahî hükümlerin helal ve haramını ben size öğrettim.” (Đbn-i Ebi’l Hadid, Şerh-i Nehcü’l Belağa c:6 s:873) 4) “Ben konuşan Kur’an’ım. Sorun her şeyi bana beni yitirmeden. Ant olsun Allah’a Kur’an’da hiçbir ayet yoktur ki; niçin ve kimin hakkında indi, nerede indi, düzlükte mi, dağlıkta mı hepsini en iyi bilenim ben.” (Taberi, c:2 s:198 / Fethü’l Bari, c:8 s:485 / Ensabu’l Eşraf, c:1 s:99) 5) “Ben cennetle cehennemin bölüştürücüsüyüm. Kıyamet gününde ateşe bu senin, bu da benim diyeceğim.” (Tarih-i Dımeşk, c:2 s:244 / Et Taberanî, El Bidayet, c:7 s:355) Hz. Muhammed’in (s.a.a.v.) Hz. Ali için söylediği hadisleri toplamaya kalksak kitaplar doldurulur. Hadislerin bu kadarı bile Hz. Ali’nin nasıl bir fazilete sahip olduğunu, Allah’ın ve Peygamberin yanında en yüksek mertebeye nasıl ulaştığını göstermeye yeterlidir. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) ne güzel buyurmuştur: “Şayet ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa; cinler hesap tutsa, insanlar da kâtip olsalar Ali Bin Ebi Talip’in faziletlerini kıyamet gününe kadar sayamazlar.” (Menakıb-ı Havarezmî, s:2, 235 / Yenabiü’l Mevedde s:121 / Mizanü’l Đtidal c:3 s:467 / Lisanü’l Mizan c:5 s:63 / Kifayetü’l Talib s:251 / Tezkiretü’l Huffaz s:8 / Feraidü’l Sımteyn) Sahabelerin ve mezhep imamlarının Ali hakkındaki sözleri de dikkate şayandır. Đbn-i Abbas’ ın bu sözü meşhurdur: “Ali’yle kıyaslanacak hiçbir önder görmedim.” (Uyunu’l Ahbar, c:1 s:110) Ahmet Bin Hanbel: “Ebu Talip’in oğlu Ali ile kimse kıyaslanmaya layık değildir.” (Đbn-i Cüzi, Menakıb-ı Ahmet Bin Hanbel s:160-163) Ahmet Bin Hanbel: “Peygamber’in sahabeleri arasında Ali’nin eriştiği mertebeye hiçbir sahabe erişememiştir.” (Hakim, Müstedrek c: 3 s:107 / Havarezmî, Menakıb s:3) Eş Şafî: “Ben düşmanlarının kıskançlığı yüzünden, dostlarının ise korkudan faziletlerini gizlemiş olmasına rağmen faziletleri doğu ile batıyı dolduracak derecede yayılmış olan Ali’ye şaşıyorum.” (Taberî, Rıyadü’n Nadire c:2 s:282 / Đbn-i Hacer, Sevaiku’l Muhrika s:118) Ahmet Bin Hanbel: “Resulullahın ashabı içinde Hz. Ali kadar fazileti sahih senetlerle bildirilen hiç kimse yoktur.” (Đbn-i Cüzî, Menakıb-ı Hanbel s:160 / Đbn-i Ebi Yalî, Tabakatü’l Hanabile c:1 s:319 / Hakim, El Müstedrek) Hz. Ali o derecede hakkı temsil ediyor ki münafıkların kim olduğu, Ali’ye olan sevgiyle anlaşılabiliyordu. Münafık demek, ikiyüzlü demektir. Temiz sahabelerin yüz akı Ebu Said El Hudri “Biz münafıkları Ali’ yi sevmemeleriyle tanıyorduk.” diye buyurmuştur. Hani Hz. Muhammed defalarca buyurmuştu: “Ya Ali! Seni ancak müminler sever ve sana ancak münafıklar buğzeder (kin besler).” (Sünen-i Nisaî c:2 s:271 / Sünen-i Tirmizî c:13 s:168 / Müstedrek c:3 s:483) Başka bir hadiste de “Ali’ye duyulan sevgi imandır, düşmanlık da münafıklıktır.” (Müslim, Sahih c:1 s:48 / Đbn-i Hacar, Sevaik s:73 / Ali El Hindî, Kenzu’l Ummal c:5 s: 105) Đşte Ali budur. Ali, hak ile bâtılı ayırandır. Acaba başka kim gelebilmiş bu dereceye kim? Taberanî’nin El Evsat kitabında Đbn-i Abbas’ın şöyle dediği nakledilir: “Ali’nin özel on sekiz üstün özelliği vardı ki, bunlar ümmetin içindekilerden hiç kimsede yoktur.” Buharî, Tarihü’l Kebir adlı eserinde bir sahabenin ağzından şu ifadeye yer vermiştir: “Ali, Peygamber’in sünnetini en iyi bilendir.” Ensabu’l Eşraf adlı eserde bir sahabeden şöyle bir nakil geçer: “Dinî farzları, Ali herkesten iyi bilirdi.” Yine Medineli sahabelerden naklen şu ifadeler de vardır: “Biz kendi aramızda kadılık hususunda Ali’yi Medine halkının en bilgilisi olarak tanıyorduk.” (Ensabu’l Eşraf, c:1 s: 97 / El Đstiab, c:1 s:9 / Tabakat, c:2 s:388) Peygamberimizin hanımlarından Ayşe’nin de konuyla ilgili bir sözü Suyutî’ nin Tarihü’l Hülefa adlı eserinde mevcuttur: “Ali, Resulullah’tan sonra sünneti en iyi bilendir.” Yine ünlü sahabelerden Đbn-i Mesut’un bir sözü Hakim’in Müstedrek adlı kitabında geçer: “Biz kendi aramızda Đslam hükümlerini en iyi bilen Ali’dir, diyorduk.” O yüzdendir ki Hz. Ali, halife olduğu zaman Hasan Basri, şunları söyleyecektir: “Ali, halifeliği zamanında halka doğru yolu gösterdi. Din eğrilmişken onu düzeltti.” (Đbn-i Ebi Şeybe, El Musannef) Bu söz aslında çok şey ifade ediyor. Peygamber’den sonra dinin eğrilmiş olduğunu yani Peygamber zamanında doğru olan yolun sonradan eğrildiğini ve Hz. Ali ile bu yolun tekrar doğrulduğunu anlatıyor. Peygamberimizden sonra Ali’siz yürünmek istendi bu yolda. Bütün bu üstün özellikleri bir kalemde silinip Hz. Ali dışlandı, eziyete uğradı, evi yakılmak istendi, eşi ve sevgili Peygamberimizin kızı Hz. Fatıma’nın evine zorla girildi ve bu zor kullanım sonucunda Hz. Fatıma’nın çocuğunu düşürmesine neden olundu, münafıklıktan ilahî damga yemiş kişilere dahi görev verilirken kendisi yönetimden ve her şeyden mümkün olduğunca uzaklaştırıldı. Eşi mirasından mahrum edildi. Ve daha birçok şey yaşatıldı. Profesör Doktor Zekeriya BEYAZ, gazetedeki köşe yazısında bu konuda bakın ne diyor: “Đster Alevi olalım, ister Sünni olalım ama akıl ve mantığımızı, adalet ve hakkaniyet duygumuzu dumura uğratmayalım, olayları o yüce insani özelliklerimizle görelim ve değerlendirelim. O zaman büyük ölçüde bir noktada buluşur ve gerçekleri yakalarız... Dolayısıyla da ihtilaflar büyük ölçüde sona erer ve Alevi-Sünni kardeşliğimiz de iyice pekişir. Ama akıl ve mantığımızı, insaf ve vicdanımızı karartırsak, o zaman gerçekleri yakalayamayız. Tabii o gerçeği başkaları öğrenmiş olacağından ihtilaflar da kendiliğinden ortaya çıkacaktır.” Đşte akıl ve sağduyuya dayalı aydın olmanın bilinci ve sorumluluğuyla dolu, bağnaz olmayan bir tutum. Đnsanım diyen mezhep taassubuna girmeden, birilerine hoş görünme adına kalemini ve vicdanını satmadan olayları değerlendirebilme olgunluğuna eriştiğinde insanlar oturup konuşabilecek ve bağnaz tutumların ördüğü kalın duvarlar teker teker yıkılıp eller güvenle birbirlerine uzatılacaktır. Kardeşliğin önünde duran en büyük engel, mezhep taassuplarıdır. Taassup yani körü körüne bağlanış sadece dinde değil, her alanda tehlikelidir ve dolayısıyla bundan özellikle kaçınmak gerekir. Peki, bu kolay bir iş mi? Taassuptan beslenen, taassuptan çıkar sağlayan kişilere alet olunmazsa ve başkasının fikir girdabına girilmezse veya bu girdaba illa ki girilecekse önce olaylar, durumlar dikkatlice incelenirse taassup yenilebilir. Burada esas görev, aydınlarımıza düşüyor. Prof. Dr. Zekeriya BEYAZ’ın yazısı şöyle devam ediyor: “Şurası kesin bir gerçektir ki; Hz. Peygamber'den sonra, başta Hz. Ali olmak üzere Ehlibeyti dışladılar, haklarını kıstılar, itibarsız hale getirdiler, hatta daha sonraları onlara, yani Ehlibeyte büyük zulümler yaptılar. Tabii burada hemen aklımıza şöyle bir soru gelecektir: Kim dışladı Ehlibeyti, kimler zulmetti Ehlibeyte? Hemen cevap verelim, Müslümanların idaresini ele alan yöneticiler... Daha açık söyleyelim; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman dışladılar; Muaviye ve oğlu Yezit zulmettiler... …Ehlibeyte ve Hz. Ali'ye yapılan bütün zulüm ve haksızlıklar, ictihad örtüsü ile örtülmüştür. Evet, altını çizerek ifade edelim ki; bu anlayış, Đslam'ın ruhuna da insanlık faziletine de aykırıdır. Hakkaniyet ve adalete aykırı olan bir karar ve uygulama, "Đctihaddır..." denilip dinen meşru görülemez. …Üzülerek açıklayalım ki; Sünni âlimlerimiz, eskiden beri Ehlibeyte karşı yapılan her türlü haksızlık ve dışlamaları, ictihad perdesi ile örtmüşler ve o haksızlığı yapanları da mazur görmüşlerdir.” (‘Đnanç Dünyası’ adlı köşe yazısı, Sabah gazetesi) Evet, Hz. Ali, Hz. Peygamber’den sonra her türlü haksızlık ve dışlamalara maruz bırakıldı ama Hz. Ali, güneş misali etrafını aydınlatmaya devam etti ve başta halifeler olmak üzere herkesin sorunlarının çözümleyicisi kendisi oldu. Yanlış karar veren halifelerin hatalarını düzeltti. Böylelikle hem mağdurun mağduriyeti giderildi hem de bu mağduriyete neden olacak olanlar bu nedenle helak olmaktan kurtuldu. Hz. Ali’yi her türlü haktan mahrum edenler, başları sıkıştığında Ali’ye başvurmaktan başka çare bulamadılar. Suyutî’nin Tarihü’l Hülefa adlı eserinde, 2. Halife Ömer Bin Hattab’ın şu sözü geçer: “Ali, Đslam hükümlerini hepimizden iyi bilir.” Aynı halife, bir sorunla karşılaşması durumunda Hz. Ali’ye olan ihtiyacını şu şekilde ifade etmiştir: “Ali’nin olmadığı yerde çözülmesi gereken bir sorunla karşılaşmaktan Allah’a sığınırım.” (Tabakat, c:2 s:339 / Suyutî, Tarihü’l Hülefa / Ensabu’l Eşraf, c:3 s:406) 2. Halife Ömer’e bu sözü söyleten çok olay olmuştur. Yanlış karar veren halifenin hatadan dönmesini hep Ali sağlamıştır. Bu yüzden Halife Ömer, tarihe geçen şu sözü de söyleyecektir: “Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu (yok olurdu).” (Taberî, Riyadu’n Nadire c:2 s:194 / Kenzu’l Ummal c:3 s:96,228 / Đbn-i Abdülbir, Đstiab c:2 s:261 / Fedailil Hamse fi Sihahis Sitte c:2 s:224,225 / Havarezmî, Menakıb s:48 / Đbni Cuzî, Sıbt Tezkiresi, s:87) Bütün bu anlatılanlara bakıldığında Hz. Muhammed’in (s.a.a.v.) neden Hz. Ali’ yi ümmetinin önderi, müminlerin emiri, ümmetinin karşılaşacağı sorunların çözümleyicisi olarak seçtiğini kolayca anlarız. Çünkü Hz. Ali’ nin üstlendiği misyon (amaç) budur. Onun örnek kişiliği, Müslümanlığı ve kahramanlığı hakkında üç yüz ayet inmiştir. Bunun gerçekliği konusunda kimse şüpheye düşmesin. Bu sözü edilen ayetler bizzat sünni kaynaklarda da kayıtlıdır. Đbn-i Asakir Tarihi’ ne, Fahrettin Razi’nin Tefsirine, Taberî’nin Tefsiri’ne, Esbabün Nüzul’e, Meşarik Envaril Yakin’e, Yenabiü’l Mevedde’ye ve daha birçok kaynağa bakılabilir. Hz. Ali, cennetle cehennemi bölendir. Ateşe bu senin, bu benim diyecek olandır. O, sıddıyk-ı ekber ve faruk-ı azamdır. O, emiyrül müminiyndir. Kısacası o, Ali’dir. Ali gibisi varken başka bir arayış içine girmenin ayetlerle ve hadislerle sabittir ki sonu hüsrandır. Hz. Ali, hidayet sancağıdır. Hz. Ali, sıratül müstakimdir. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ali, hidayet bayrağıdır ve evliyamın imamıdır. Bana itaat edenin nurudur. Takvalılara lazım olan kelimedir. Onu seven, beni sever; ona buğz (kin, düşmanlık) eden, bana buğz eder.” (Hilyetü’l Evliya, c:1 s:67) “…Sen ancak ve ancak bir uyarıcısın ve korkutucusun ve her kavmin bir hidayete eriştiricisi vardır.” (Ra’d: 7. ayet) Resulullah şöyle buyurdu: “Uyarıcı, korkutucu benim. Hidayete eriştiren de Ali’dir. Ey Ali! Hidayete erişmek isteyenler ancak sende hidayeti bulurlar.” (Đbn-i Sebbağ El Malikî, Fusulil Mühime c:2 s:107,122) / Tarih-i Dımeşk c:2 s:417 / Şevahidüt Tenzil c:1 s:293 / Kifayetü’t Talib s:233 / Feraidü’l Sımteyn, c:1 s:148 / Dürrü’l Mensur c:4 s:45 / Et Taberî, Camiü’l Beyan c:13 s:108 / Alusî, Ruhu’l Meanî c:13 s:97 / Tefsir Eş-Şevkanî c:3 s:70 / Tefsir-i Đbn-i Kesir c:3 s:502 / Nurul Ebsar s:71 / Müntahabatü’l Kenz c:5 s:34) “Budur benim doğru yolum, onu takip edin. Sizi ondan ayıracak başka yollara sapmayın.” (En’am, 153. ayet) Bu ayetin tefsiriyle ilgili Đmam Muhammed Bakır (a.s.) ve Cafer-i Sadık (a.s.) şöyle buyurmaktadırlar: “Burada doğru yol, imam demektir. Başka yollara sapmayın, yani sapık imamların peşine takılmayın, yolunuzu şaşırırsınız. Allah’ın yolu bizim yolumuzdur.” Salebî kendi tefsirinde Fatiha suresini tefsir ederken şu hadisi nakletmiştir: “Doğru yol, Muhammed (s.a.a.v.) ve Ehlibeytinin yoludur.” Aynı tefsirde “Bizi doğru yola hidayet et.” ayeti hakkında “Bizi Muhammed ve Ehlibeytinin sevgisine hidayet et, demektir.” hadisini Đbn-i Abbas’tan nakletmiştir. Đkinci Halife Ömer; Ali ile diğer bir kişi arasında hakemlik ederken Đmam Ali’ye künyesi ile hitap etti. Đmam Ali: “Hasmımın karşısında niye beni övüyor ve saygı gösterisinde bulunuyorsun?” diye buyurdu. Đkinci Halife Ömer şöyle dedi: “Babam size feda olsun. Allah sizin hatırınıza bize doğru yolu gösterdi. Sizin evde nur nazil oldu ve bizi karanlıklardan çıkarıp nura iletti.”(Zimahşeri, Rabiü’l Ebrar c:3 s:595) Đmam Cafer-i Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: “Sıratü’l müstakim (dosdoğru olan yol), Emirül Müminin Ali’dir.” (El Fakih / Tefsirül Ayaşi / Allame Tabatabai, El Mizan Fi Tefsirü’l Kur’an) Yine Đmam Cafer-i Sadık (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Sıratü’l müstakim, Allah’ı bilmeye giden yoldur. Bu yolun biri ahirette biri dünyada olmak üzere iki yönü vardır. Dünyadaki yol, itaat edilmesi zorunlu olan imamdır. Đmamı tanıyan ve onun rehberliğinde yol alan kimse ahiretteki yoldan yani cehennem üzerinde kurulan köprüden geçer. Onu dünya hayatında tanımayan kimsenin ahirette ayağı kayar, cehenneme yuvarlanır.” (El Meanî) Hz. Muhammed (s.a.a.v.), bu yöndeki uyarısını sayısız defa yapmıştı: “Size bıraktığım iki emanetten Kur’an ile Ehlibeytimden öne geçmeyin, helak olursunuz. Geride de kalmayın, helak olursunuz. Onlara bir şey öğretmeye de kalkışmayın, yoksa yine helak olursunuz. Zira onlar sizden daha bilgindirler.” (Suyutî, Durru’l Mensur c:2 s:20 / Usdu’l Gabe, c:3 s:137 / Kenzü’l Ummal, c:1 958. hadis) Evet, daha önce belirtildiği gibi Ali gibisi varken başka bir arayış içine girmenin ayetlerle ve hadislerle sabittir ki- sonu hüsrandır. Bütün bu açıklama, hadis ve uyarılardan sonra akıl ve insaf sahipleri her türlü mezhep taassubunu bırakarak aşağıdaki ayete yanıt vermelidir: “Hakka ulaştıran mı uyulmaya daha layıktır; yoksa doğru yola ulaştırılmadıkça hidayete ulaşmayan mı? Ne oluyor size, nasıl hükmediyorsunuz?” (Yunus suresi, 39. ayet) Bölgesel kültürler ve küreselleşme Hüseyin MAZMAN Küçük yerde yaşayan biri için yaşadığı yer dünyanın en büyük yeridir. Çünkü onun kocaman dünyası orada yaşanır. Dünyanın gerisi onun için önemli değildir, ancak dünyanın onu önemsediğini, bildiğini varsayar. Küçük çatışmaları vardır. Komşusuyla çatışır, kendisiyle aynı partiye oy vermeyen tanıdıklarıyla çatışır, temas halinde olduğu diğer inançlardan kişilerle çatışır. Bu çatışmalar çoğunlukla kişinin kendi iç dünyasında bazen de yaşadığı dış dünyada gerçekleşir. Bu durum dünyanın aşağı yukarı her bölgesinde böyledir. Ancak herkes bunu kendine özel sanır. Dünyanın her yerinde insanlar kendi küçük dünyasında yaşarken birileri bütün yaşam biçimlerini, inanç sistemlerini değiştirecek kararlar alırlar. Đnsanlar kendi küçük çatışmalarını yaşarken, çatışma halindeki tüm tarafları etkisi altına alan ve yaşanan çatışmaları anlamsız hale getiren başka bir tehdit ortaya çıkar: Küreselleşme. Hakim kültürler ve etki alanı daha dar bir bölgeyle sınırlı yerel kültürler bugün için küreselleşmenin baskısı altındadır. Her ne kadar hâkim kültür ve alt kültürler zaman zaman çatışma halinde olsa da her ikisinin varlığına karşı asıl tehdit küresel kültürdür. Küreselleşme kelime anlamı olarak dünya küresi üzerinde homojen(eşit) dağılımı ifade eder. Dünya küresinin bütününün aynılaşmasını ya da aynılaştığını öne sürer. Uygulamada ise küreselleşme sermayenin(paranın) serbest dolaşımı ve dünya üstündeki her noktada sınırlara takılmadan aynı haklarla var olmasıdır. Küresel sermaye başlarda ABD, Avrupa ve Japonya kökenliyken bugünlerde Kore, Çin, Hindistan ve Rusya gibi ülkelerin sermaye grupları da büyük sermaye olarak değerlendirilebilmektedir. Küresel kültür ise dünya küresinde var olan kültürlerin herkesçe kabul edilmiş bir sentezini değil Avrupa değerlerinin Amerikan anlayışı içinde dönüşmüş şeklini ifade eder. Küresel sermaye kime ait olursa olsun (Japon, Çin, Rus, Hint …) küresel kültür Avro-Amerikan eksende gelişir. Bu nedenledir ki, sermayeleriyle Avrupa ve ABD’yi kuşatan uzak doğu ülkeleri buraya kendi yaşam biçimlerini ve yerel kültürlerini taşıyamamakta aksine oradaki yerleşik kültürün etkisi altına girmektedir. Sermaye ile birlikte Avro-Amerikan kültür dünya küresi üstündeki tüm kültürlerin üstünde bir örümcek ağı gibi örülerek homojen bir dünya yaratmak çabasındadır. Ancak bu yeni homojen dünya tek bir homojeniteye yani AvroAmerikan değerlere ve onların tüm dünya küresinde hâkim olmasına dayanmaktadır. Avro-Amerikan kültür ekonomide liberal ekonomiye, kültürel bazda Hıristiyan değerlere sıkı sıkıya bağlıdır. Aydınlanama çağı sonrası Avro-Amerikan kültür bilimsel, felsefi ve ekonomik alanlarda önemli gelişme kat etmiş ve sahip olduğu değerleri bu gelişmelerle desteklemiştir. Bu durum yerleşik değerlerin teorik olarak desteklenmesini ve güçlenmesini sağlanmıştır. Fikirler ve inançlar kıyasıya tartışılarak geliştirilmiş bu yolla zayıf alanlar yeniden inşa edilmiştir. Fikri inşa bilimsel devrimle birleştiğinde Avrupa ekonomisi ve kültürü güçlenerek zenginlik yaratmaya başlamıştır. Sanayi devrimi ve hammadde gereksinimi Avrupalıların sömürge yaratmasıyla sonuçlandı. Dünya Avrupa’daki fabrikalara hammadde üreten bir stok alanına dönüştü. Bilimsel, felsefi ve kültürel değişimin dışında kalan bölgeler hızla fakirleşmeye başladı. Bu güç sahipliğinin el değiştirmesi anlamına geliyordu. Bilinen dünyanın önceki süper gücü Osmanlı sürekli güç kaybetmeye başladı. Siyasi arenada bilimde olduğu gibi bir enerjinin ve gücün korunumu kanunu vardır. Büyük güçlerin sahip olduğu enerji yok olmaz el değiştirir. 17. yy’dan sonra olan, gücün el değiştirmesidir. Hiç kimse elindeki gücü kolayca bırakmayacağına göre bunun savaşla olması gerekiyordu. Bu savaşlar gücün sahibi ve gücü almak isteyen yeni güç odakları arasında yaşanmıştır. Almanya’nın dünya savaşlarındaki tutumu bütün gücü ve Avrupa yönetimini kendisinde toplama isteğindendir. Bu tavrını ikinci dünya savaşında da sürdürmüştür. Bütün bu savaşlar gücün paylaşımı savaşlarıdır. Küreselleşen dünyada, kürenin hangi homojen değerler üzerine kurulacağı savaşlarla belirlendi. Küreselleşmenin kültür ayağı Hıristiyan değerlerle şekillenirken, ekonomik ayağı kapitalizmin liberal anlayışı üzerine kurulmuştur. Liberalizmin ana teması bireyselleşmedir. Birey bir başınadır. Bu bir başınalık sadece kültürel, sosyal bir durum değil aynı zamanda fiziki anlamda tek başınalıktır. Toplum kendi içinde en alt parçaya kadar bölünür. Yani toplum aşiret/beylik sisteminden feodal aileye, oradan çekirdek aileye ve nihayetinde bireye kadar bölünür. Bu ekonomik sistemin büyümesi için gereklidir. Üretilen malı satmak için müşteri gerekir. Müşteri sayısı arttıkça pazar genişler ve sermaye büyür. Pazarın tıkandığı noktada yeni ihtiyaçlar ortaya çıkar(bilimsel aktiviteler ve buluşlar yoluyla) ve bu ihtiyaçlar yeni pazar doyana kadar pazarlanır. Aşiret halinde ya da büyük baba büyük anne ile birlikte bütün ailenin birlikte yaşadığı aile düzenleri tüm aileye bir satış anlamına gelir. Bir televizyon birer beyaz eşya aileye yeterlidir. Eğer toplum bireye kadar bölünürse, her bireye televizyon, her bireye beyaz eşya, her bireye araba gerekir. Yani pazar büyür. Pazarı büyütmek için yaşam tarzı, alışkanlıklar ve kültürel yapı değiştirilecekse bunun için her şey yapılır. Küresel ekonomi bunu küresel kültürle başarır. Denklem şudur; yerel kültürü tahrip et, toplumu bireylere böl, yeni bireylere yeni bir kültür sun, o bunu üst kültürü kabullenmek adına sahiplensin. Böylece yeni bir pazar oluşsun. Sonra yarattığın yeni pazara ürünlerini sat. Bu denklemi işletmek tamamen kişiye bağlıdır. Ancak kişi seçimleri sırasında artan iletişim araçlarının ve dev bir ekonomik yapının kuşatması altındadır. Ekonomik yapı yeni ürünler sunup bunun kullanma rahatlığını sağlarken, yeni bir dünya düzeni içinde bunu kullanmayı dayatır. Babasıyla birlikte yaşayan bireye ailenin sahip olduğu dışında ikinci bir araç lükstür. Ama birey ayrı evde yaşarsa araç ihtiyaç olur. Aileye ikinci aracı satmak için çocuğun tek başına yaşaması gerekir. Tek başına yaşayan birey bir parçası olduğu toplumsal yapıdan ve kültürel değerlerinden uzaklaşır. Yeni kültür bir kent kültürüdür. Tarıma dayalı toplumların kırsalda rahatça uygulaması olan inanç ve kültürel değerleri kent kültürü içinde kendiliğinden uygulanamaz olur ve erimeye başlar. Burada tercih, hâkim olan kültür karşısında kendini aciz görüp o kültür içinde yer almak ya da yeni kültürü tamamen dışlayıp içe kapanmak, yerel değerlerine sıkı sıkıya bağlanarak cemaat grupları oluşturmak şeklinde olmaktadır. Birinci anlayış doğrudan teslimiyete ikinci anlayış dünyadan soyutlanarak yaşam döngüsüne yabancılaşmaya neden olmaktadır. Avro-Amerikan kültürü yaratan ve güçlü kılan bilimsel, kültürel ve ekonomik yapıyı algılayıp yerel kültürü evrensel ölçülerde yeniden inşa etmek için kullanamayan yapılar er ya da geç çözülerek yok olacak gibi görünmektedir. Bunu önemseyen insanlar için bu çok acı olsa da, bu yok oluşa üzülecek kimse kalmadığında (iki veya daha fazla kuşak sonra) bu değişimde eriyen değerlerin önemi de kalmayacaktır. Yerel kültürler küresel saldırıya hazırlıksız yakalanmışlardır. Önlem alacak, fikir üretecek ve yeni duruma uyum sağlayacak yapıyı kuracak zaman ve donanımlı insan gücü bulmakta sıkıntı yaşamışlar ve yaşamaktadırlar. Yeterli donanıma sahip kuşaklar Avro-Amerikan kültürle yetişmiş ve kendi değerleriyle çatışma halindedir. Toplumlarının gelişip dönüşmesinin önündeki en önemli engelin yerel kültür ve onun temsilcileri olduğunu düşünmekte ve bu yapıya savaş açmaktadır. Bu noktadan sonra artık hiçbir kültür sadece yerel değerlere dayanarak, en eski (ilk kaynak) kaynaklara yönelerek, yeni yapıyla mücadele edemez. Kendi kültürünü dönüştürerek, çağın gereklerine uyumlu ve yeni kültürle kıyaslanabilir zenginlikte bir fikri üretim yaratamadıkça sonuç ötelense de çözülme kaçınılmaz olacaktır. Eğer yerel kültür ayakta kalmak istiyorsa mevcut durumunu ortaya koymalı, temel anlayışını en güçlü yönleriyle yeniden tanımlamalı, geçmişten beraberinde getirdiği, kendisini zayıflatan kavram ve durumları kendi öz kaynaklarına dayanarak yeniden tanımlayarak dönüştürmeli, bu yolla temel değerler etrafında şekillenen günümüz yaşam tarzında uygulanabilir bir uygulama yöntemi ortaya koyabilmesi gerekmektedir. Bunu yapmak için de tehdit algılamasını değiştirmelidir. Varlığını tehdit edenin yakın temas halinde olduğu alt ve hâkim kültürler/inançlar değil doğrudan küresel kültür olduğunu algılayabilmelidir. Nitekim toplumundan yabancılaşan, yetişmiş insan gücü temas içinde olduğu alt ve hâkim kültürlerden yana değil küresel kültürden yana saf tutmaktadır. Bütün olumsuzluklara rağmen küresel tehdit mücadele edilemeyecek bir durum değildir. Tehdit ne kadar büyük ve organize olsa da ayakta kalma istek ve karalılığını gösterecek yapılar ayakta kalmak için bir yol bulacaktır. Bu kararlılık ve gücü gösteremeyenler ayakta kalmayı hak edemeyecektir. Doğada hiçbir şey zorla olmaz. Su akar yatağını bulur. Yaşam sadelikten hoşlanır. Yaşamın akışına uyum sağlayan, bu akışa uyumlu yöntemlerle yön veren sistemler yaşamı dönüştürerek varlığını sürdürür bununla çatışanlar yok olur. Üzülmek hiçbir şeyi çözmez. Mustafa Kemal’in her şeyi özetleyen bir sözüyle bitirelim “ Umutsuz durum yoktur, umutsuz insanlar vardır”. Yerel kültürlerin/inançların küresel tehdit karşısındaki yegâne şansı insanların umudunu ve inancını ayakta tutabilecek mekanizmalar geliştirebilmesindedir. Đnsanların umudunu ve inancını ayakta tutabildiğiniz sürece her tür zorluğu aşarak varlığınızı devam ettirebilirsiniz. BĐR ALEVĐ’NĐN ÜNĐVERSĐTEDE KARŞILAŞTIKLARI Mehmet UYAR Üniversite hayatına annemin, babamın ve yakın çevremin “Aman Alevi olduğunu belli etme. Ne duyarsan duy sus, kendini savunma, onlara uyum sağlamaya çalış.” nasihatleriyle başlamıştım. Çevremdekiler önce başarımı tebrik ediyor daha sonra aynı nasihatleri sıralıyorlardı. Nedeni ise belliydi. Kimliğimi açıklarsam ezileceğimi, hor görüleceğimi düşünüyorlardı. Gittiğim şehir dağlarla çevrili ve ulaşım açısından elverişsiz olan bir Anadolu şehriydi. Bu nedenle de halkı dışarıdan gelenlere özellikle de üniversite öğrencilerine pek hoş bakmıyordu. Halk ve dışarıdan gelip yerleşenler, genellikle aynı görüşlere ve bakış açısına sahiplerdi. Bu, muhafazakâr bir görüştü ve insanlar, bu muhafazakârlığın etkisiyle önyargılı ve sabit fikirliydi. Yaşadıklarım bana öğretmiştir ki; cahil kişilerin ruhu gübrelenmemiş, sürülmemiş topraklar gibi katıdır. Önyargılar bu ruhlara, kaya diplerinde biten otlar gibi sımsıkı yapışır, inatla büyürler. Ne yazık ki gittiğim şehirdeki tüm çevremde bu durumla karşılaştım. Sınıfımdaki ve yaşadığım yerdeki kişiler de şehirdeki toplumla birebir örtüşen düşünce yapısında idiler. Bundan sonraki öğrenim hayatımın tümünde karşılaştığım olaylar, yaşadığım durumlar nedeniyle yaptıkları uyarılar konusunda akrabalarıma hak verdim. Çünkü ad söylendikten sonra her zamanki gibi sorulur: “NERELĐSĐN?” Ben de bunun cevabını verince arkadaşlarımın yüzünde bir şok ifadesi oluşur ve ardından soru gelir: “Sen Alevi değilsin değil mi?” Diğer arkadaşım yüzüme bakarak beni o kötü (!) duruma layık görmez ve yanıtı önce kendi verir: “Yok canım değildir.” Tabi bana düşen cevap hayır oldu ve böylece ailemden ayrılıp bin bir hevesle geldiğim üniversitenin ilk gününde kendi aslımı inançlarımı, toplumumu inkâr etmiş, ettirilmiş oldum. Çağdaş, demokratik, özgürlüğün en çok yaşatılmaya çalışıldığı gösterildiği benimsetilmeye çalışıldığı yerdir üniversiteler. Çünkü hocalarımız bundan sonra hayata atılacak ve gelecek nesilleri yetiştirecek olan biz öğrencilerine bu sosyal hakları anlatmaya çalışırlar ki bizler de aynı şekilde davranabilelim ve eşit haklara sahip bir toplum olabilelim. Ancak ne acıdır ki arkadaşlarımın önünde inancımı savunamadığım gibi hocalarla da sınıfta bu konu tartışılırken susmak zorunda kalmıştım. Daha sonraki günlerde olayları daha iyi anlamaya başladım. Bazıları tarafından yoğun ve sistemli bir faaliyet yürütülüyordu. Đnsanlar, belli bir düşüncenin kalıbına sokuluyordu, toplum kuralları da o düşüncenin ön gördüğü şekilde oluşturuluyordu. Dahası bu düşünceler, üniversite gençliğine de empoze ediliyor, öğrenciler maddi ve manevi imkânlardan faydalandırılarak kendilerine çekiliyor ve bu imkânlardan faydalanan öğrenciler de zamanla verilmek istenen düşüncenin esiri oluyordu. Bu kesimler, neredeyse şehrin tamamını ve öğrencilerin çoğunu etkileri altına almışlardı. Dolayısıyla çevrem bu insanlardan oluşuyordu, çaresiz ben de bunlarla günlerimi geçiriyordum. Orada onlara uyum sağlamak zorundaydım ve böylece kendi inancımın gereklerini bırakıp onların ibadet ettiği şekilde ibadet etmeye başladım. Yoksa onların içtenlikle söylediği gibi Allah korusun (!) Alevi (inançsız) olurdum. Ne zaman Alevilik konusu açılsa hep bir önyargı ve iftirayla karşılaştım ve daha da acısı bu önyargı ve iftiraların arkadaşlarıma aileleri tarafından kesin bir doğru olarak öğretilmiş olduğunu anladım. Tabi bu düşüncelerin yanlış olduğunu yüzlerine vuramadım. Kendi inancımın ve toplumumun bu hurafelerle ve iftiralarla hiçbir alakası olmadığını içim yansa da anlatamadım. Daha sonra bu duruma da alıştım. Benim gittiğim şehirde katlandığım durumlara inşallah benden sonraki nesillerimiz katlanmak zorunda kalmaz ve inşallah gittikleri her yerde inançlarını ve görüşlerini özgürce savunabilirler. NELERĐ KAYBEDĐYORUZ AKRABALIK Vasıl GÜNDÜZ Đnsanlar yaratılış gereği üç temel üzerine oturtulmuştur. Bunlardan birincisi, insanın psikolojik bir varlık olmasıdır. Yani her insanın bir ruh hali vardır. Zamana, kişiye ve yere göre farklılıklar gösterir. Bu durum canlılar içerisinde sadece insanlara mahsus bir durumdur. Temel özelliklerden ikincisi ise insanın biyolojik gereksinimlerinin olmasıdır. Đnsanın fiziksel gelişimini devam ettirebilmesi için yeme, içme vb. ihtiyaçları söz konusudur. Üçüncü temel özellik ise insanın sosyal bir varlık olduğudur. Đnsan yalnız yaşayamaz, kalamaz, onun çevresiyle etkileşime girmesi gerekir. Bu da onun sosyal varlık olma özelliğini gösterir. Toplumu da meydana getiren unsurlar vardır. Bu unsurlardan biri aile ise (çekirdek aile) diğeri de şüphesiz akrabalardır. Dinimiz aileye ve akrabaya büyük önem vermiştir. Yüce kitabımız Kuran-ı Kerim’de şöyle buyrulmuştur: ““... Allah’tan korkun ve akrabalık bağlarını kesmekten sakının.” (Nisa :1) Üzülerek belirtmeliyiz ki emperyal kültür, dünya üzerindeki bir çok değerleri ve kültürleri yok etmiştir ve yok etmeye de devam etmektedir. Bu durum, genelde dünyayı, özelde bizi (Nusayri Alevileri) de etkilemiştir. Bu realiteyi yadsıyamayız, ama bu gerçekliği de körü körüne kabullenemeyiz. Günümüzde gerek ekonomik durumlar, gerekse gelişen teknoloji akrabalık ilişkilerine büyük oranda zarar vermiştir. Hatta bu ilişkileri kopma noktasına getirmiştir. Bu durum kendisini merkezi yerleşim birimlerinde yaşayan kardeşlerimiz üzerinde, kırsal alanda yaşayan kardeşlerimize nazaran daha net şekilde göstermektedir. Büyük aile kavramı yerini çekirdek aileye bırakmıştır. Şöyle ki ; dede-nine, annebaba ve çocuklar arası kuşak çatışmaları, amca, hala, dayı, teyze çocuklarının (kibar dilde (!) kuzenlerin) birbirlerini görmemeleri hatta birbirlerinin isimlerini dahi bilemedikleri bir dönemde, büyük aileden bahsetmek yersiz olurdu. Böyle bir manzara ile karşılaşmamızda aile büyüklerimiz kadar, biz düzenin birey üzerindeki etkisi oldukça önemli bir yere sahiptir. Hangi Değerleri Kaybediyoruz? Aile içi hiyerarşik yapımız kayboluyor. Özellikle yeni kuşakta anne, baba, ağabey, kardeş kavramları kullanılmamaktadır. Anneye ve babaya olan saygı gittikçe azalmaktadır. Oysa ki yüce kitabımız anne ve baba ile ilgili şöyle buyurmuştur: “Ve Rabbin, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi ve anaya, babaya iyilik etmenizi hükmetmiştir; onlardan biri, yahut her ikisi, senin hayâtında ihtiyarlık çağına ererse onlara “üf” bile deme, azarlama onları ve onlara güzel ve iyi söz söyle.” (Đsra :23) Akrabalar arası ilişkilerimiz de yok oluyor. Çok değil 1-2 nesil öncesine kadar birbirlerini ziyarete giden büyüklerimizin yerini, akrabanın ne demek olduğunu bilmeyen, bilgisayar masasından, iddia bayilerinden çıkmayan, hatta arkadaşını bile internet üzerinden bulan bir nesil almıştır. Bundan kaynaklanan olumsuzluklarla ilgili televizyon programlarında sıkça görmeye başlamamız tesadüfi değildir. Günümüzde akraba birliktelikleri hastalık, ölüm, düğün gibi belli durumlarda zorunlu olarak ifşa edilmektedir. Bunu yerine getirirken de “çevreye ayıp olmasın” mantığıyla hareket ediliyor olması işin diğer düşündüren noktasını ifade ediyor. Ekonomik anlamda belli refah düzeyine ulaşmış insanlarımız, ne hikmetse (!), daha düne kadar selam verdiği, beraber dolaştığı, hatta aynı sofrayı paylaştığı kardeşini, akrabasını tanımaz hale gelmişlerdir. Tam da bu noktada Hz. Ali’nin (a.s) bu konuyla ilgili hutbesine değinmeden geçemeyeceğiz: "Gerçekten de rızık yağmur damlaları gibi gökyüzünden yere iner, herkese ayrılan miktar eksiksiz-artıksız gelir, çatar. Dolayısıyla biriniz kardeşinizin aile veya malında, ya da bizzat kendi üzerinde bir fazlalık görürse bu onun fitne-fesada düşmesine neden olmamalıdır. Zira Müslüman olan kişi; anıldığı zaman aşağılanacak ve alçak-dar görüşlü kimselerce kınanacak bir aşağılığa düşmedikçe, ilk etapta yenecek ve zarar-ziyan görmeyecek bir yarışmacıya benzer. Hakeza kendinde hainlik olmayan Müslüman da Allah'tan iki güzel şeyden birini bekler. Ya Allah'a çağrılır, bu takdirde kendisine Allah'ın nezdinde olanlar daha iyidir. Ya da Allah'ın rızkına erer ki böylece ailesi ve malı olur, din ve hasebi (ilim, edep ve sabrı) de onunla olur, ayrılmaz. Şüphesiz ki mal ve evlat dünya ekinidir (ki fani olacaktır.) Salih amel ise ahiret ekinidir (ki bakidir.) Allah bazı kişilere de her ikisini verir. O halde Allah'ın sizleri korkuttuğu şeyden sakının. Allah'tan özür dilemek ihtiyacını duymayacak şekilde korkun. Gösteriş ve kendini beğenmişlik günahına bulaşmadan amel ediniz. Zira Allah'tan gayrisi için amel edeni Allah amel ettiği kimseye havale eder Allah'tan şehitlerin makamını, saadet ehlinin yaşayışlarını ve peygamberlerle birlikte olmayı dilerim. Ey insanlar hiç kimse her ne kadar mal-mülk sahibi de olsa yakınlarından ve onların kendini elleri ve dilleriyle savunmalarından müstağni (ihtiyaçsız) olamaz. Đnsanın yakınları, insanın ardında en iyi, en büyük koruyucularıdır. Đnsanın dağınıklık ve perişanlığını en iyi derleyip toplayanlar onlardır. Zorluk ve acılarda kendine (yabancılardan) daha merhametli olurlar. ...Allah'ın insana halk arasında verdiği iyi-hayırlı isim, başkasına miras olarak bırakacağı maldan daha hayırlıdır. Sakın ola ki fakir yakınlarınızı gördüğünüzde onlardan yüz çevirmeyin, onlara vermediğinizde çoğalmayacak ve verdiğinizde ise azalmayacak malı ihsan ediniz. Her kim akrabasından el çekerse onlardan bir el çekilmiş olur, ama kendisinden birçok el çekilmiş olur. Her kim etrafındakilere alçakgönüllü ve merhametli olursa, onların sürekli dostluğunu kazanır.” (Nech’ul Belaga 23. hutbe ) Bayramlarımızı eskiden nasıl kutladığımızı düşünelim; ailenin bütün fertleri, aile büyüğünün evinde toplanır, bayramlaşır, dargınlıklar ortadan kaldırılır, birbirlerinden uzak olanlar hasret giderirlerdi. Günümüzde ise bunun yerini bayram = tatil anlayışı almıştır. Hazır şablon olarak bulunan bir cep telefonu mesajı veya internet üzerinden bir bayram kartı ile teknolojik ve modern bir kutlama (!) yapmış oluyoruz. Kısacası bayramlarımızı mecburiyetten kutlar bir hale geldik. Bizler ki o bayramlara en çok sahip çıkması gereken bir inançtanız. O bayramın, dinsel ve kültürel anlamda, manevi hissini yaşamadan geçiriyoruz. Akraba ilişkilerinde üzücü olan bir diğer nokta ise aile bireylerinin bir araya geldiklerinde kendi aralarında yaptıkları sohbetlerde birbirlerine sordukları ilk şey “çoktandır görüşemiyoruz, niye arayıp sormuyorsun” türünden sorulardır. Bu durumun komik tarafı, her iki tarafında birbirlerine aynı bahaneleri söylemeleridir. “hastaydım, işlerim çok yoğundu, çocuklarla uğraşıyordum vb.” Unutulmamalıdır ki insanlarımız dizilere, magazin ve spor programlarına ayırdıkları saatlerin çok az bir kısmını bir araya gelmek için harcasalar belki bugün bu yazıyı yazmamıza gerek kalmayacaktı. Çevremizdeki aile büyüklerimiz aramızdan ayrılmaktadırlar ve geride kalan nesil de birbirlerinden bîhaber yaşamaktadır. Aynı soyadı taşıma dışında bir akraba tanımı, içeriği, yakın bir zamanda yapılamayacaktır. Đnsanlarımız gittikçe birbirlerine yabancılaşıyor. Bütün bu olumsuzluklara rağmen henüz her şey bitmiş değildir. Burada büyüklerimize özellikle anne ve babalara büyük görev düşmektedir. Bizler bu manevi güzelliklere, herhangi bir çıkar beklemeden önem vermeliyiz. Bu güzelliklerin yaşanmamasında / yaşatılmamasında bizlerinde hataları olmuştur. Önemli olan bu hatalardan olumlu çıkarımlar yapıp, yeni nesillerin bunları yaşatmasında onlara somut katkılarımızı sunmamızdır. Bu noktada değerlerimizi korumaya ve yaşatmaya çalışan derneğimize desteğinizi bekliyor ve derneğimizin kültürel faaliyetlerinde bulunmasını istiyoruz. Kuran-ı Kerim’de aile ve akraba ilişkileri ile ilgili Allah (C.C) şöyle buyurmuştur: “Đbâdet edin Allah'a ve ona hiçbir şeyi eş etmeyin. Anaya, babaya, yakınlara, yetimlere, yoksullara, yakın komşulara, uzak komşulara, yolda kalmışlara ve sahibi olduğunuz köle ve cariyelere iyilik edin, çünkü Allah, kendini beğenip övenleri sevmez.” Nisa 36 “Artık yakınlara, yoksula ve yolda kalana hakkını ver, Allah'ın rızâsını dileyenlere bu, daha hayırlıdır ve onlardır kurtulanların, muratlarına erenlerin ta kendileri.” Rum 38 “Akrabâya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver ve israfta ileri giderek boş yere, haksız yere malını saçma, savurma.” Đsra 26 “Üstün ve geçimi geniş olanlarınız, akrabaya, yoksullara ve Allah yolunda yurtlarından göçenlere vermekten çekinmesinler ve iyilik etmeyi terk etmesinler ve bağışlasınlar ve suçtan geçsinler. Allah'ın, sizi yarlıgamasını sevmez, istemez misiniz? Ve Allah suçları örter, rahîmdir.” Nur 22 Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.a.v) şöyle buyurmuştur: "Allah'a ve ahiret gününe inanan misafirine ikram etsin akrabasıyla bağını koparmasın"(tirmiızi) "Allah teâlâ buyurmuştur: "Ben Allahım. Ben Rahmanım. Rahmi ben yarattım. Ona ismimden bir isim ayırıp taktım. Kim akraba ile ilgisini sürdürürse, ben de onunla ilgimi sürdürürüm. Kim ondan ilgisini keserse, ben de ondan ilgimi keser, onu perişan ederim."(tirmizi) "Büyüklerinizden, akrabalarınızı ve akraba ziyaretini öğrenin! Çünkü akraba ziyareti, ailede sevgiyi artırır, malı çoğaltır ve ömrü uzatır."(tirmizi) "Kendisiyle ilgiyi devam ettiren akraba ile ilgilenmek gerçek ilgilenme değildir, asıl ilgilenme, akraba kendisinden alakayı kestiği zaman, onu ziyaret edip, ona ilgi göstermektir."(buhari) Hz. Ali (a.s) Nech’ul Belaga’da şöle buyurmuştur: "Dostları kaybetmek, gurbettir." "Đnsanların en acizi, kardeş kazanmada acizlik edendir; ondan daha acizi ise, kazandıktan sonra kaybedendir." "Đnsanlarla; öldüğünüzde ağlayacak, yaşadığınızda ise sizi özleyecek bir şekilde geçinin." ALLAH BĐZLERĐ EHLĐBEYT YOLUNDAN AYIRMASIN GELENEKLERĐMĐZDE SAKLI KALMIŞ MUCĐZE: BAKHUR Salim TAŞÇI Bakhur’un kökeni Arap Yarımadası’dır. Heredot’a göre (M.S. 5. yüz yıl): “Arabistan Bakhur, Murr ve tarçın üreten tek ülkedir… Bakhur veren ağaçlar kanatlı, küçük, rengârenk yılanlar tarafından korunmaktadır.” Diodorus Siculus M.Ö. 1. yüz yılın ikinci yarısında yazmaktadır ki: “Tüm Arabistan iç açıcı kokular yaymaktadır. Hatta kıyılarından geçen denizciler bile bu sağlık ve enerji veren güçlü kokuyu algılayabilir.” Aynı zamanda, saflaştırma işlemine gerek olmayacak düzeyde saf altın içeren madenlerden de bahseder. Öyle ki, yıldızların konumundan Đsa’nın (a.s.) doğumunun yakın olduğunu anlayarak, Celile’ye gelen ve yanında hediye olarak Bakhur, Murr ve altın getiren âlim doğudan gelmiştir, yani Arabistan’dan. Bakhur bugün Oman olan Dhofar Bölgesi’nden başlayan ve Yemen’den geçen, Kızıldeniz kıyısını seyredip Hicaz Mısır ve Kudüs’e varan “Bakhur Ticaret Yolu” üzerinden önceleri eşek ve daha sonraları deve kervanları tarafından taşınmaktaydı. Bu yol, geçtiği yerlerin ticari ve siyasal hayatını canlandırmakla uzun zaman tarihsel sosyolojik gelişimde de önemli bir rol üstlenmiştir. Bakhur ve Murr gibi bazı maddeler tarihten beri dini ritüellerin bir parçası, bir ilaç ve dezenfektan olarak kullanılagelmiştir. Endüstriyel çağa girilmesi ve kimyasal ilaçların yaygınlaşması ile arka plana itilmişlerse de, 3. binyılın başlaması ile birlikte geleneksel tıbba doğan yeni ilgi, bu ve bunun gibi maddelerin yeni imkânlarla, bilimsel olarak incelenmesini sağlamıştır. Yapılan empirik çalışmalar, bakhur kullanımının eski bir hurafeden öte olduğunu göstermiştir. Sivrisineklere karşı kullanılagelen kimyasal pestisidlerin su kaynaklarına karışması ile insanlara ve çevreye verilen zarar göz önünde bulundurularak yapılan bir çalışmada Aedes aegypti (özellikle Sarı Humma ve Dengue Humması hastalıklarını yayar), Anopheles stephensi (Sıtma hastalığını yayar) ve Culex quinquefasciatus (St. Louis Ensefaliti’ni yayar) türü sivrisineklerin larvaları üzerinde 41 farklı bitkisel yağın etkileri araştırılmış, aralarında bakhurun da bulunduğu 13 yağın %100 öldürücü olduğu saptanmıştır. (Amer A. & Mehlhorn H.: “Larvicidal effects of various essential oils against Aedes, Anopheles, and Culex larvae (Diptera, Culicidae)”; Parasitology Research; Vol: 99 (4); p. 466-72 /200609/) Özellikle viral hastalıklara karşı vücudun savunmasını üstlenen lenfosit tipi beyaz kan hücrelerinin üretiminin, bakhur tarafından %90 oranında arttırıldığı gösterilmiştir. (Mikhaeil BR et al.: “Chemistry and immunomodulatory activity of frankincense oil”; Zeitschrift für Naturforschung. C, Journal of biosciences; Vol: 58 (3-4); p. 230-8 /2003 Mar-Apr/) Bu, bakhurun insanın hastalıklara karşı direncini yüksek düzeyde güçlendirdiğini göstermektedir. Diğer yandan bakhurun kimyasal analizinde palmitik asid ve 8 çeşit triterpenoid (lupeol, beta-boswellik asid, 11-keto-beta-boswellik asid, asetil beta-boswellik asid, asetil 11-keto-beta-boswellik asid, asetil-alfa-boswellik asid, 3-okso-tirucallik asid ve 3-hidroksi-tirucallik asid) tespit eden Mısırlı bilim adamları, bakhurun doğal ekstresinin, bu maddelerin ayrı ayrı immünomodülatör etkilerden daha yüksek etkili olduğunu tespit etmişlerdir. (Badria FA et al.: “Immunomodulatory triterpenoids from oleogum resin of Boswellia carterii Birdwood”; Zeitschrift für Naturforschung. C, Journal of biosciences; Vol: 58 (7-8); p. 505-16 /2003 Jul-Aug/) Ayrıca bakhurun içindeki boswellik asidler; nötrofilik granülosit denen başka bir tip beyaz kan hücresinde, Lökotrien denen ve iltihabi reaksiyonlarda rol oynayan maddenin üretimini azalttığı da kanıtlanmıştır. Lökotrienlerin önemli rol oynadığı kronik iltihabi rahatsızlıklarda bakhur kullanımı bilimsel olarak test edilmiş, romatoid artrit, kronik kolit, kolitis ülseroza, Crohn Hastalığı, astım ve tümörlere bağlı beyin ödemlerinde başarılı sonuç elde edilmiştir. (Ammon HP: “Boswelliasäuren (Inhaltsstoffe des Weihrauchs) als wirksame Prinzipien zur Behandlung chronisch entzündlicher Erkrankungen”; Wiener medizinische Wochenschrift (1946); Vol: 152 (15-16); p. 373-8 /2002/) Diğer yandan boswellik asidlerin aynı zamanda beyaz kan hücrelerinin ürettiği Elastaz adlı enzimin de (HLE) üretimini azalttığı ve böylece benzersiz bir “çift yönlü” antiiltihabi etki gösterdiği ortaya konmuştur. (Safayhi et al.: “Inhibition by boswellic acids of human leukocyte elatase”; The Journal of pharmacology and experimental therapeutics; Vol: 281 (1); p. 460-3 /199704/) Nitekim bu çift etki, nötrofil aktivasyonu ile birlikte aynı anda Lökotrien ve Elastaz salınımının artışı ile oluşan iltihabi ve alerjik hastalıkların tedavisinde paha biçilmez bir özellik teşkil eder. Bakhurun ayrıca başta meninks denen beyin zarının kanseri, lösemi (kan kanseri), beyin kanseri ve bir seri başka kanser tipinde, kanser hücrelerini öldürücü (sitotoksik) ve büyümelerini engelleyici (sitostatik) etkiye sahip olduğu gösterilmifbgştir. Burada da bakhurun doğal ekstresinin ihtiva ettiği tekil maddelerden 2,3 ila 3,3 kat daha etkili olduğu görülmüştür. (Hostanska K et al.: “Cytostatic and apoptosis-inducing activity of boswellic acids towards malignant cell lines in vitro”; Anticancer Research; Vol: 22 (5); p. 2853-62 /2002 Sept-Oct/)&(Park YS et al.: “Cytotoxic action of acetyl11-keto-beta-boswellic acid (AKBA) on meningioma cells”; Planta medica; Vol: 68 (5); p. 397-401 /200205/) Ancak bakhur kullanımında dikkat edilmesi gereken hususlar yok değildir. Nitekim yapılan çalışmalar göstermiştir ki bakhur, belli ilaçların yıkılıp vücuttan uzaklaştırılmasını sağlayan sitokrom P450 enziminin (CYP 1A2/2C8/2C9/2C19/2D6/3A4) etkisini azaltmaktadır. (Frank A & Unger M: “Analysis of frankincense from various Boswellia species with inhibitory activity on human drug metabolising cytochrome P450 enzymes using liquid chromatography mass spectrometry after automated on-line extraction”; Journal of chromatography. A; Vol: 1112 (1-2); p. 255-62 /20060421/) Diğer bir deyişle sitokrom P450 tarafından yıkılan bir ilaç ile bakhurun bir arada kullanılması, ilacın yarılanma ömrünü uzatacağından istenmeyen etkilere yol açabilir. Bu bakımdan ilaç kullanan hastaların bir hekim veya eczacıya başvurarak kullandıkları ilacın bu enzimce yakılıp yakılmadığını, dolayısıyla bakhur ile etkileşim içine girip girmeyeceğini öğrenmelidirler. Yukarıda kısaca derlemeye çalıştığım bilimsel veriler ortaya koymaktadır ki bakhur hem pestisid (haşere öldürücü) etkisi ile hastalıklara karşı önlem hem mevcut bazı hastalıklarda kullanılan etkili bir ilaçtır. Böylece bakhurun sahip olduğuna inanılan şifasının bir hurafe olmadığını da rahatlıkla söylememiz mümkün. i[i] Nur/55 Yaygın görüşe göre bahsi geçen ‘Zikir’ Tevrat’tır. iii[iii] Enbiya/105 iv[iv] Bu özet “Masumlar ve Mehdilik” adlı kitaptan alınmıştır. v[v] Hz. Mehdi(AS)’nin tam adı ‘Muhammed-el Mehdi’dir. vi[vi] Feraid-us Simtayn , C-2, S-334 vii[vii] Müsned-i Ahmed : C-3 S-36, El-Müstedrek, C-4, S-557 viii[viii] Yedinci imamımız Hz. Musa el-Kâzım ix[ix] Kifayet-ul Eser, S- 269-270, Kemal-ud Din” C-2, S-361 x[x] Naziat/ 42-45 xi[xi] Ahzab/63 xii[xii] Araf/187 xiii[xiii] Lokman/34 xiv[xiv] Şura/17-18 xv[xv] Hidayetil Kübra S: 392-393 xvi[xvi] Bihar-ul Envar C-52 S-117 xvii[xvii] Kafi C-1 S-328 xviii[xviii] Gurer’ul Hikem S-29 ii[ii]