İncelemek için tıklayın. - Gerze Meslek Yüksekokulu
Transkript
İncelemek için tıklayın. - Gerze Meslek Yüksekokulu
KIZILAY’DAN YÜKSEKOKULUMUZDA KAN BAĞIŞI SEMİNERİ PLÜTON’DA BİR GÜN DÜNYA’DA 6.4 GÜNE EŞİT Bir gün kaç dünya gününe eşit ? Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA), “New Horizons” uzay aracına ait “Lorri” kamerasıyla yayımladığı 10 fotoğrafla Plüton’da bir tam günün 6.4 dünya gününe eşit olduğunu açıkladı. “Gizemli Gezegen” olarak bilinen Plüton’da bir tam günün kaç dünya gününe eşit olduğunu kanıtlayan fotoğraflar, ABD’nin Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’ne (NASA) ait uzay aracı “New Horizons”(Yeni Ufuklar) tarafından SAYFA : 6 dünyaya gönderildi “Hedef 25 Projesi” kapsamında, Sinop Üniversitesi ile Kızılay arasında imzalanan iş birliği protokolü sonrası Yüksekokulumuzda kan bağışı bilgilendirme semineri düzenlendi. Orta Karadeniz Bölge Kan Merkezi adına Kızılay Kan Bağışçı Kazanım Uzmanı Alper Candan’ın kan bağışına dair farkındalık oluşturma maksadıyla yaptığı sunumda, ülkedeki kan bağışı oranlarına ilişkin de bilgi verildi. SAYFA : 8 ÜNİVERSİTE VE ŞEHİR BİRLİKTE GELİŞİYOR Üniversiteler şehrin en temel kurumlarından biri. Şehir ve üniversite birbirini besleyen, birbirinden güç alan iki yapı taşı. Bu doğrultuda üniversite-şehir iş birliği büyük önem taşıyor. Biz de Genç Duruş Gazetesi olarak üniversite ile şehir arasındaki bağı ve bu bağın nasıl daha da güçlü hale getirilebileceğini İlimiz Valisi Yasemin ÖZATA ÇETİNKAYA, Gerze Kaymakamı Bülent BAYRAKTAR ve Gerze Belediye Başkanı Osman BELOVACIKLI’ya kendilerini makamlarında ziyaret ederek sorduk. “Artık ciddi bir kurum izlenimi oluştu” “Yeni kampüsle birlikte halkla üniversite iç içe olacak” “Gençlerden Beklentimiz Büyük” Fiziki olarak yeni binaya geçilince insanlarda gerçekten bir yükseköğretim mevcut düşüncesi kuvvetli bir şekilde oluştu. Artık okulun önünden insanlar gelip geçerken ciddi bir kurum var izlenimi ortaya çıkıyor. Onun ötesinde hiç kuşkusuz üniversitelerin, bulunduğu yerlerin kültür ve yaşayışına etkisi olması gerekir. Bu anlamda sokakta gezdiğim zaman pek çok üniversite öğrencisine rastlıyorum, artık bu ilçe yükseköğrenim ilçesi olma yolunda ilerliyor. Devletimizin 81 ilde en az bir üniversite politikasına bağlı olarak kurulan genç bir üniversite Sinop Üniversitesi. Her ilin kendine özgü bir gelişme potansiyeli ve kendine has özellikleri var. Bu bakımdan Sinoplular’ın da Sinop Üniversitesinden beklentileri oluyor. Çünkü Sinop Üniversitesi kurulurken şehrin yerel dinamikleri, Sinop’un alt ve üst yapısı göz önünde bulunduruldu. Üniversitenin, bulunduğu şehrin insan kaynağına özgü bölümler açması, bölümlerini açarken Edebiyat Sinemanin İskeleti Putinim’e Kapalı Mektup SAYFA : 8 SAYFA : 3 şehrin koşullarıyla hareket etmesi, araştırma merkezleri olması ve bunların bütünleşmesi uyum açısından önemli. Mesela Sinop’ta balıkçılığın yanında gözle görülür bir turizm potansiyeli de var. Sinop Üniversitesi sunulan imkanlar dahilinde ön lisans, lisans öğreniminde ve araştırma merkezlerinde yürüttüğü akademik çalışmalarla kendine özgü şartlardan yola çıkarak üretim yapsın ki şehir de bundan istifade etsin. Yüksekokulumuzda Öğretmenler Gününe Özel Müzik Dinletisi SAYFA : 5 Eğitim denildiğinde işler değişiyor. Biliyorsunuz ülkelerin gelişmesini sağlayan eğitim ve öğretimdir. Meslek Yüksek okulumuz Gerze’ye kurulduktan sonra ilçe olarak büyük bir değişim geçirmeye başladık, çünkü Türkiye’nin her tarafından gençler ilçemize gelerek kendi kültürlerini de buraya taşıdılar. Burada sosyal, kültürel ve ekonomik yaşam değişti. Özellikle son yıllarda yüksek okulumuzun bölümlerinin çoğalması ilçemizi hem sosyal hem de kültürel yönden olumlu bir şekilde etkiledi. Umutla Yeşertilen Bir Hayat SAYFA : 4 2 T.C SİNOP ÜNİVERSİTESİ GERZE MESLEK YÜKSEKOKULU GAZETESİDİR ÜNİVERSİTE VE ŞEHİR BİRLİKTE GELİŞİYOR ÜNİVERSİTELEŞEN ŞEHİR Mİ? ŞEHİRLEŞEN ÜNİVERSİTE Mİ? Üniversiteler şehrin en temel kurumlarından biri. Şehir ve üniversite birbirini besleyen, birbirinden güç alan iki yapı taşı. Bu doğrultuda üniversite-şehir iş birliği büyük önem taşıyor. Biz de Genç Duruş Gazetesi olarak üniversite ile şehir arasındaki bağı ve bu bağın nasıl daha da güçlü hale getirilebileceğini İlimiz Valisi Yasemin ÖZATA ÇETİNKAYA, Gerze Kaymakamı Bülent BAYRAKTAR ve Gerze Belediye Başkanı Osman BELOVACIKLI’ya kendilerini makamlarında ziyaret ederek sorduk. Sinop Valisi Dr. Yasemin ÖZATA ÇETİNKAYA “Yeni kampüsle birlikte halkla üniversite iç içe olacak” Sayın Valim üniversite ve şehir ilişkisi hakkında neler söylemek istersiniz? Devletimizin 81 ilde en az bir üniversite politikasına bağlı olarak kurulan genç bir üniversite Sinop Üniversitesi. Her ilin kendine özgü bir gelişme potansiyeli ve kendine has özellikleri var. Bu bakımdan Sinoplular’ın da Sinop Üniversitesinden beklentileri oluyor. Çünkü Sinop Üniversitesi kurulurken şehrin yerel dinamikleri, Sinop’un alt ve üst yapısı göz önünde bulunduruldu. Üniversitenin, bulunduğu şehrin insan kaynağına özgü bölümler açması, bölümlerini açarken şehrin koşullarıyla hareket etmesi, araştırma merkezleri olması ve bunların bütünleşmesi uyum açısından Gerze Kaymakamı Bülent BAYRAKTAR: “Artık ciddi bir kurum izlenimi oluştu” 03 ARALIK 2015 PERŞEMBE önemli. Mesela Sinop’ta balıkçılığın yanında gözle görülür bir turizm potansiyeli de var. Sinop Üniversitesi sunulan imkanlar dahilinde ön lisans, lisans öğreniminde ve araştırma merkezlerinde yürüttüğü akademik çalışmalarla kendine özgü şartlardan yola çıkarak üretim yapsın ki şehir de bundan istifade etsin. Sinop Üniversitesinin diğer üniversitelerden ayrılan bir yönü olsun. Üniversite ile şehir bağını güçlendirmek için birçok proje yapılıyor. Kampüs alanları şehrin biraz daha dışına konumlandırıldı, ama zaten Sinop çok büyük bir şehir değil, gelişmekte olan şehirler arasında diyebiliriz. Yeni kampüs alanımız da bu doğrultuda seçildi, şehrin gelişmesiyle beraber kampüsün kurulacağı alanın konumuyla üniversite de şehirle iç içe olacak. Şehrin üniversite öğrencilerine sağladığı avantajlar hakkında görüşlerinizi alabilir miyiz? Sinop sosyal ve kültürel anlamda önemli bir yere sahip. Dışa açık, hoşgörü ortamını yakalamış ve turizm sektöründe önemli bir yol kat etmiş, bu başlı başına bir avantaj. Sinop’taki turizmin 2-3 yıl içerisinde önemli bir noktaya ulaşmasını kara ve havayolu ulaşımlarındaki gelişmelere bağlamak yanlış olmaz. Sinop’un sosyal dokusunun ve sıcak ortamının da turizm hareketliliğinde etkisi olduğunu düşünüyorum. Üniversite öğrencileri açısından da bu ortam mühim bir avantajdır. Çünkü Sinop 40 bin nüfuslu bir il, belki nüfus az ama bu düzeydeki ilçelerde de yüksekokullar, fakülteler var. Bu kapsamda bir ilçede ya da bu kapsamda bir il merkezinde öğrencilik geçiren başka örneklere baktığımızda Sinop Üniversitesi öğrencileri çok şanslı diye düşünüyorum. Çünkü küçük toplulukların daha çok kendi içinde yaşayan, dışardan gelen kültürleri barındırmakta zorlanan, uyum sorunu yaşayabilen yerler olduğunu görürüz, ama küçük bir il olmasına rağmen Sinop’ta böyle bir durum kesinlikle yok. Burası sürekli farklı kültürlerle iç içe yaşayan bir toplum olduğu için üniversite öğrencileri kültürel zenginlik ve hoşgörü açısından oldukça avantajlı. Son olarak öğrencilere ne gibi tavsiyelerde bulunmak istersiniz? Sinop’ta geçirdikleri yıllarını hem sosyal açıdan hem de öğrenim açısından verimli tamamlamalarını öneririm. Buradan ayrıldıklarında Sinop Üniversitesi öğrencisi olarak değil, Sinop gönüllüsü olarak ayrılmalarını diliyorum. Üniversite ve şehir ilişkisi hakkında neler söylemek istersiniz? Fiziki olarak yeni binaya geçilince insanlarda gerçekten bir yükseköğretim mevcut düşüncesi kuvvetli bir şekilde oluştu. Artık okulun önünden insanlar gelip geçerken ciddi bir kurum var izlenimi ortaya çıkıyor. Onun ötesinde hiç kuşkusuz üniversitelerin, bulunduğu yerlerin kültür ve yaşayışına etkisi olması gerekir. Bu anlamda sokakta gezdiğim zaman pek çok üniversite öğrencisine rastlıyorum, artık bu ilçe yükseköğrenim ilçesi olma yolunda ilerliyor. Öğrenciler ilçeye ekonomik anlamda da katkı sağlıyor. Bunun yanında yaptıkları etkinliklerle de farkındalık yaratmaya çalışıyorlar, böylece kültürel etkileşim açığa çıkıyor. Dolayısıyla üniversite olması gereken ağırlığı artık hissettirmeye başladı diye düşünüyorum. Gerze Meslek Yüksekokulunun ilçeye sağladığı katkıların yanı sıra farklı kültürlere sahip öğrencilerin burada bir araya gelmesi Gerze için son derece güzel bir önemli. Üniversite ve şehir ba- ğının güçlenmesi, üniversitede yapılan etkinliklerin halkı da kapsaması ve bu etkinliklere olan ilginin artmasıyla sağlanabilir. Ayrıca şehirde de öğrencilere ve akademik personele kucak açacak mekanların olması gerekir. Öğrencilere sağlanan imkanlar nelerdir? Üniversiteye adapte olmak için ilk etapta zaman gerekiyor, herkesin farklı düşünceye ve kültüre sahip olması da dışlanmaya kadar gidebiliyor. Sosyalleşmeleri, kendilerini ifade edebilmeleri açısından faydalı olabilecek kafeler var, ama öğrenciye imkan sağlamak sadece kafeyle sınırlı değil. Eğitim gördükleri alanlara ilişkin etkinlikleri düzenleyebilecekleri yerler oluşturulmalı. Bu ihtiyaç büyükşehirlerde daha iyi karşılanabilir. Küçük şehirlerde biraz daha ağır gider, o anlamda eksiklikler var. Son olarak Gerze Meslek Yüksekokulu öğrencilerine neler söylemek istersiniz? Birçok ilçede Yüksekokul ve benzer bölümler var. Bu nedenle rekabet var. 3 T.C SİNOP ÜNİVERSİTESİ GERZE MESLEK YÜKSEKOKULU GAZETESİDİR Gerze Belediye Başkanı Osman Belovacıklı: “Gençlerden Beklentimiz Büyük” Eğitim denildiğinde işler değişiyor. Biliyorsunuz ülkelerin gelişmesini sağlayan eğitim ve öğretimdir. Meslek Yüksekokulumuz Gerze’ye kurulduktan sonra ilçe olarak büyük bir değişim geçirmeye başladık, çünkü Türkiye’nin her tarafından gençler ilçemize gelerek kendi kültürlerini de buraya taşıdılar. Burada sosyal, kültürel ve ekonomik yaşam değişti. Özellikle son yıllarda yüksekokulumuzun bölümlerinin çoğalması ilçemizi hem sosyal hem de kültürel yönden olumlu bir şekilde etkiledi. Üniversiteler bence bir ülkenin en önemli değerlerinden biridir, çünkü bir ülkeye biçim verecek olan üniversitelerimizde yetişen gençlerimizdir. Gerze’de sosyal ve kültürel anlamda ciddi bir çalışma yürütülüyor. Yüksekokulun Gerze halkı ile iç içe olması da sosyal birlikteliği güçlendiriyor. Yüksekokul Gerzemize ışık kattı. Esnafımız kazanç sağlıyor. Gençlerin çok iyi işler yapmasını istiyorum. Halk oyunları çalışmaları, konservatuar sizler için var. Yapmış olduğumuz stüdyodan yararlanabilirler. Öğrencilerimizden müzik, spor ve sanatsal anlamda çok şey bekliyoruz. Rekabetin içinden sıyrılmak ve azmetmek önemli. İşin peşini bırakmak doğru değil. İnsanların kendisini farklılaştırması gerekir. Farklı kılabilmesi için mücadele etmesi, arayış içinde olması gerekir. Zaman çok kıymetli, o nedenle zamanı iyi değerlendirmek lazım. Kaybettiğiniz zamanın değerini yaşadığınız anda anlayamazsınız. Onu zamanında kullanmak gerekir. Öğrencilerin kendi eğitim alanlarına sıkı sıkı sarılıp gereğini yapmalarını temenni ederim. Ertan Özkük Havanur Subaşı Bir milletin ilerlemesi, gelişmesi insanlarını ne kadar eğittiğiyle doğru orantılıdır. Eğitim seviyesi iyi düzeyde insanlardan oluşan milletlerin hem kendilerine hem de insanlığa olumlu yönde katkıları olacağı muhakkaktır. Bir eğitim kurumu olan üniversitelerimiz, ülkenin ilerlemesi, geleceğin inşası ve istenilen seviyeye ulaşmasında kritik öneme haizdir. Bu noktada, bizler, üniversitelerimizi sadece öğrenci merkezli birer eğitim merkezi olarak mı yoksa hem öğrenci hem de toplumun inşa sürecine dahil olan bir mekanizma olarak mı düşüneceğiz? sorusunun cevabını bulmamız gerekmektedir. Ülkemizdeki üniversite sistemi, keyfiyetten ziyade kemiyete ağırlık veren bir yapıdadır. Bir üniversitenin değeri kaç öğrencisi olduğuyla ölçülmektedir. Bin bir zahmetle üniversiteyi kazanan öğrenciler mezun olduğunda alanını tanıyamıyorsa, yeterli bilgi donanımıyla mücehhez değilse, bugün gelinen nokta açısından yaklaşık 200 üniversitenin ülkemizin geleceğine yön verememesini garip karşılamamak gerekir. Maalesef ülkemizde diğer eğitim kurumlarıyla birlikte üniversitelerimizin sayıya endeksli, halktan kopuk, sadece kendi çapında bir şeyler yapmaya çalışan ancak ne yaptığını kimsenin bilmediği, değiştirilmesi için de herhangi bir çabanın olmadığı bir durum söz konusudur. Bu noktadan çıkmanın en önemli yolu ise, her alanda fakülte ve yüksekokul açmaktan ziyade, belirli alanlara yoğunlaşan birimler; az sayıda, liyakatli, alanına hâkim, içinden çıktığı toplumun değerleriyle barışık, onların problemlerine çözüm bulan mezunlar verebilmek olmalıdır. Bugün artık, birçok dalı bulunan, öğrenci sayısı bakımında çok olan üniversite anlayışı terk edilmeye başlandı. Tematik üniversite diyebileceğimiz belirli alanlara has üniversiteler açılmaktadır. Mesela, tıp, psikiyatri, ekonomi, güzel sanatlar vs… bunlardan bazılarıdır. Belirli alanlara has üniversitelerin açılması, aslında her birimi içinde barındırmaya çalışan üniversitelerin işlemediğinin birer yansıması değil midir? Sadece kemiyet düşünüldüğünde, verilen mezunların liyakatsizliği göz önünde getirildiğinde daha az bölümlü, belirli alanlarda temayüz eden üniversite anlayışının önemi ortaya çıkmaktadır. Bugün dünyaca ünlü Harvard ve Oxfort üniversitelerin öğrenci sayısı lisans 6700 ve yüksek lisans 12000 civarındadır. Bizdeki üniversitelerin 50 binler civarında ve bilimsel anlamda etkisinin çok az olduğu düşünüldüğünde az sayıda öğrenci ve belli alanlarda yoğunlaşan eğitim anlayışının ne kadar isabetli olacağı ortaya çıkmaktadır. Üniversitelerimizin sadece kemiyet sorunları yoktur. Bunun yanında içinde bulundukları toplumdan kopuk bir yapıları da bulunmaktadır. Dikkat edilirse Anadolu’daki üniversiteler şehirlerin dışına kurulmuştur. 2000’li yılların sonlarına doğru yaygınlık kazanan uydu kent projeleri gibi üniversitelerimiz de adeta uydu eğitim kurumları haline gelmiştir. İl dışında üniversite kurulmaya ise gerekçe, şehir içinde yer bulunamaması gösterilmektedir. Meselenin bu yönü ayrıca tartışılabilir ancak, şehrin dışında üniversite kurmanın bireysel ve toplumsal sıkıntılara sebebiyet verdiğini ifade etmek gerekmektedir. Şöyle ki; üniversite ortamında halktan kopuk olan öğrenciler, mezun olduğunda bu kopukluğun birer yansıması olarak, halka tepeden bakabilme, onu beğenmeme durumuna girebilmektedirler. Bu şekilde mezun olan öğrenci, benim oyumla köylü Mehmet Ağa’nın oyu aynı değerde olamaz diyebilmekte, bizzat halkın seçtiği milletvekillerinden bazılarının ben kültürlüyüm onlar bir şey bilmez diyerek kendi milletine cahil muamelesi yapabilmektedir. Örnekleri artırmak mümkündür. İslam’ın ilk indirildiği yıllardan itibaren üniversite geleneği toplumsal hafızamızda yerini almıştır. İlk üniversite olarak kabul gören, Peygamberimizin arkadaşlarından oluşan Ashab-ı Suffa’nın mescidin yanında yer aldığı unutulmamalıdır. Tarihimizdeki Nizamiye Medreseleri Bağdat’ta, Nişabur’da Belh’te il merkezlerindeydi. Osmanlı döneminde de durum farksızdı. Söz konusu medreseler halkla iç içe, onların problemleriyle birincil derece ilgilenmekteydiler. Eğer toplumun seviyesinden şikayet ediyorsak, o toplumun birer parçası olan üniversitelerin onlara neler verdiğine bakmak gerekir. Verilmeyen bir merciden geri dönüş beklemek yanlış olacaktır. Dolayısıyla şehirleşen üniversiteler yerine üniversiteleşen şehirler oluşturulmalı veya şehirlerimizin bu yönlü dönüşümü sağlanmalıdır. Sinop üniversitesi olarak, “şehirleşen üniversite” anlayışından ziyade “üniversiteleşen şehir” amacının hayata geçirilmesi için yeni dönemde başta Sayın Rektörümüzün başkanlığında çalışmaktayız. Üniversitemizin özellikle Güzel Sanatlar Fakültesi ve Mahmur Kefevi İslami Araştırmalar Merkezi’ni şehrin içinde bir yerde faaliyete geçirmeyi arzulamaktayız. Eğer bu gerçekleşirse, halkımızla üniversitemizi bütünleştirmiş olacağız. Onlara yönelik kurslar, sohbetler, konferanslar, paneller ve seminerler düzenleyebileceğiz. Rabbim bunu gerçekleştirme gücünü bizlere versin. Yrd. Doç. Dr. Mustafa ÖZTOPRAK Gerze MYO Müdürü CAMDAN KALE Yazar: Jeannette Walls Çevirmen: Ezgi Kızmaz Ülgen Yayınevi: Epsilon Yayınevi Tür/Konu: Roman (Çeviri) Sayfa: 384 Orijinal Dil: İngilizce Basım Yılı: Haziran 2014 KİTAP KÖŞESİ EDEBİYAT SİNEMANIN İSKELETİDİR Ünlü oyuncu ve senarist Ercan KESAL “Türk Sinemasının Edebiyat ile Olan İlişkisi” konulu bir söyleşi vermek üzere Yüksekokulumuzdaydı. Hoca Ahmet Yesevi Konferans Salonunda düzenlenen söyleşi ve imza günü programına Yüksekokul Müdürü Yrd. Doç. Dr. Mustafa Öztoprak ile akademik ve idari kadronun yanı sıra çok sayıda öğrenci ve misafir katıldı. Ercan Kesal’ın senaryosunu yazdığı ve rol aldığı “Bir Zamanlar Anadolu’da” filminden kısa bir kesitle başlayan programda Kesal, “Türk Sinemasının Edebiyat ile Olan İlişkisi”ne dair fikrini samimi bir üslupla katılımcılarla paylaştı. Kendi hayatına temas ederek konuşmasına başlayan Kesal, çocukluk yaşlarından itibaren zamanının büyük bir kısmını kitaplarla geçirdiğini, edebiyat ve sinemanın özgürce hayal etme sanatı olduğunu ve ikisinin de insan ru- huna hitap etmeyi amaçladığını ifade etti. Sinema ve edebiyatın birbirinden ayrılamayacağını kaydeden Kesal: “Ben sinemaya edebiyatçı tarafımla girdim. Beni sinemada güçlü kılan etken de bu yönüm. Çünkü edebiyat sinemanın iskeletidir ve bu bağlamda bir film için senaryo çok önemlidir. Sevdiğim, takip ettiğim ve okuduğum eski edebiyatçıların da senaryo yazdığını öğrenince bu alana olan ilgim daha da arttı.” şeklinde konuştu. Söyleşinin ardından salonda bulunan öğrencilerin sorularını yanıtlayan Kesal’a teşekkür plaketini Yüksekokul Müdürü Yrd. Doç. Dr. Mustafa Öztoprak takdim etti. Kesal söyleşi sonunda, “Peri Gazozu” ile yeni çıkan kitabı “Nasipse Adayız”ı imzaladı. Ömer ÇAKICI VİZYONDAKİLER UZAKLARDA ARAMA BRIDGE OF SPIES Vizyon tarihi: 27 Kasım 2015 Yapım: Türkiye Tür: Dram Yönetmen: Türkan Şoray Senaryo: Onur Ünlü Yapımcı: Yağmur Ünal Vizyon tarihi: 27 Kasım 2015 Yapım: ABD Tür: Dram-Gerilim Yönetmen: Steven Spielberg Senaryo: Joel Coen, Ethan Coen Yapımcı: Steven Spielberg, Marc Platt 03 ARALIK 2015 PERŞEMBE 4 TANRI’NIN SUNDUĞU DELİLİK Yine saklanıyordu gölgeler, hüzünlü bir akşamın ufkunda. Kızıl grupta batan güneş ve o güneşin oluşturduğu denizde bir yansıma; ‘’CANAN’’ Güneş, kızıl gruba kendisini bırakmaya çalışırken, kızıllığının yansıması denize vuruyordu. Ağlıyordu deniz Canan’ın bu haline. Cananım’ın denizindeki dalgaların köpükleri kıyıya vuruyordu. Ağlıyordu taş duvarlar, kıyıya vuran dalgaların sesleri yüzünden. Kendisini batan güneşe teslim eden Canan, aldı başını başka diyarlara gitti. Gerçek yaşantısına bıraktığı tek iz ise denize vuran yansımasında ortalığa haykırmaya çalıştığı ‘inleyen nağme’ sesleriydi. Canan, kendinden geçmiş, temiz yürekli, yaşamayı daha önce de seven bir kızdı. Fakat onun en mutlu günü aslında bugün olacaktı, ama olmadı. Çünkü bugün kendisinin ‘Batuhan’ ile evlendiği gündü. Batuhan da yoktu onun için. Batuhan, saçları sarı, çekik gözleri ela, ince burunlu, kısa boylu, gözlüklü bir delikanlıydı. Canan, Batuhan’la tanıştığı günün ve koskoca evliliğin ikinci yılının hatıralarını eskimiş bir cüzdandan çıkarıp hatırlarcasına içi içini yiyordu. Durmadan ağlıyordu Canan Batuhan için. Batuhan, onun için tefecilerden evlenmeden önce büyük miktarda para almıştı. Evliliğin ikinci yılına yaklaşmadan, borcunu tefecilere ödeyemeyen Batuhan, bir gece ansızın ne görsün! Beyoğlu’nun arka sokaklarından birinde önünü üç kişi kessin mi? İkisinin elinde bıçak, diğer pala bıyıklı, uzun boylu kişinin elinde ise silah! İşte oracıkta, Batuhan’ın canını almışlardı. Altı el silah sıkılmış ve yirmi sekiz yerinden bıçaklanmıştı. Canan’ın can evinden vurulan, hasret baharı kokan gözlerindeki mazide. Ve Canan, yırtık bir montun kalan son düğmesinin kopması gibi kendini artık aşkından deli gibi köpüren denizin, serin gönül sularına çoktan bırakmıştı. Etrafa toplanan kişiler ise sadece bakabildiler onun bu içindeki isyan çırpınışlarına. Çünkü Canan, kendini Boğaz köprüsünden aşağıya atmıştı. Cankurtaranlar yetişene kadar Canan, Batuhan’ın ruhuyla yeşerecekti kara topraklarda. Çünkü Batuhan için ömrünü vermişti. Onların ömrünün son demini ise şimdi kara topraklar emiyor. Canan’ın ölümü üzerine yapılan otopsi sonucunda, çantasında olay yeri inceleme ekibi şu notu görmüştü: “Mezar taşıma Goethe’nin şu ünlü sözünü kesinlikle yazın, ‘’Bizim en mutlu olduğumuz anlar, Tanrı’nın bizi sevimli bir deliliğin içine sürüklediği anlardır.’’ Artık Canan ve Batuhan için Tanrı’nın sunduğu tek güzel delilik; onları kara topraklarda birleştirmesiydi. Mehmet BAŞ 03 ARALIK 2015 PERŞEMBE UMUTLA YEŞERTİLEN BİR HAYAT DERT OLDU Dert Oldu Çilelerim dert oldu küçücük dünyamda Tasam umurumda mı şu gamlı yasım da Ölmeden bir kez göreydim seni genç yaşımda O da yeterdi ey sevgili, kader yazılı başımda! Kaderim yazılmış acılı bir sevdaya Çekerim kahrını kaderin gönül dağında Düşüncelerim barınak oldu yarin ayağında İzlerinde ise adıma yazılmış asılı bir sevda. Çilelerim dert oldu küçücük dünyamda Hasta oldum dertlerimin ortağına Doktor bulamadı çare derdimin ilacına İlaç neylesin yarsız bir acıya. Nerden bağlandım sevda yangınına Dertlerim bir sarhoşluğun aşkında Gül olsa yetişmez artık gönül barınağımda Güller de kurudu yarsız ah kara toprakta! Mehmet BAŞ Denizin kenarında dalgaların sesinin duyulabildiği, fakat duvarların ardındaki mavi denizin görülmediği, duvarlarındaki Van Gogh sarısının hüznü ikiye katladığı bir yer Sinop Tarihi Cezaevi. Yaklaşık 400 yıl önce üç yanı deniz olan ve tarihi kale duvarları içinde yer alan Sinop Cezaevi, 1999 yılında kapatılarak müzeye çevrildi. Kalenin resmi olarak zindana dönüşmesi ise 1887 yılında ol du. Sinop Cezaevi birçok kitaba, şiire, şarkıya konu olan, tanınan ve tanınmayan binlerce mahkumu taş duvarlar arasında annesine, sevdiğine, çocuğuna kavuşma hasretiyle umut penceresi açanların yeridir. O mahkumlardan biri olan, 15 yıl boyunca hapis yatan, yaşayan tarihlerimizden Hüseyin Pehlivan; hayatını, yaşadıklarını ilk olarak kendini tanıtarak anlatmaya başladı: “21 yaşımdayken kan davasından düştüğüm bu cezaevinde, ilk önce idamla yargılandım daha sonra cezam müebbete döndü. Müebbet temyiz edilerek 15 yıla düştü. Babamı öldürdüler gözlerimin önünde, küçüktüm o zamanlar. Yıllar sonra babamı öldürenleri ben öldürmedim ama yaptırdım. Sabahattin Ali’nin yattığı yer o zamanlar karantinaydı, kapısında şu yazıyordu aklımda hala; “Arkadaş bu kapıdan girdiğinde dışarda, köyde gözü yaşlı bıraktığın anne, baba ve çocuğunu unutma. Kimsenin işine karışma. Seni Allah kurtarsın.” Allah oraya hiç kimseyi düşürmesin, düşene de sabır versin. İdama gittiğim gün dün gibi gözümde. Mahkemede müebbet verdiler, cezaevine döndüğümde arkadaşlarım pencerelerde bekliyorlar. Pencerelerden bağırıyorlar “İdam verildi mi?” diye. Dedim müebbet verdiler, çıktık yukarı, çay hazırlamışlar. Teselli olsun diye. Teselli nereye ediyorsan, ölünceye kadar almışsın, tesellisi olur mu bunun! Bağlama getirmişler. Çaldı biri, başkası da bir uzun hava okudu. Bir kaç kelimesi aklımda; “Oğlum Muhammedim gene gidek türaba. Bu hükümet hain oldu, eyledi evlerimizi haraba Oğlum Muhammedim işitirim turaba.” Beni biraz teskin ettiler, derken sabah oldu. O hayata alışmak zorundaydım artık. 15 sene bu hayatı yaşadım. Ben ilkokul mezunuyum, sizler gibi okul okumadım, ama ilkokul mezunu direk hapse girerse ne olur, bir şey bilmez oranın havasına alışmak zorundadır. Bir arkadaşla tanıştım lakabı gangster, yeni gelmişti. Banka soymuş, türlü türlü işler yapmış. Aynı koğuştayız bununla. Yine aynı koğuşta İranlı Ali diye bir arkadaş var. Sabah uyandım, yanıma geldi. Bana bir kitap verdi. Gangster göndermiş. Aldım yatağın ucuna koydum. Ali’ye dedi ki: “O kitabı al gel.” Götürdü, başka getirdi. Epiktetos’un kitabı “Düşünceler ve Sohbetler”. İnanır mısın okumadan uyuyamadım. Yatağıma geldi gangster. Eğer önceki kitabı okusaydın sana hoşgeldin demeyecektim. Bu okuduğunu sana hediye ediyorum dedi. Sokrates, Eflatun, Montaigne denemeleri hepsini okudum. Ben onunla tanışmadan önce ne kötü işlere bulaşmışım derdim kendi kendime. Bizim gibi müebbet cezası olanların giriş tarihi yazar ama çıkış tarihlerinde çizgi olur. Bir gün İdari Hakim çağırdı beni, sana bir hüküm kağıdı vereceğim dedi ama geçerli değil. Yanına giderken de bir tavuk gördüm duvarda demişim ki kendi kendime: “Şu tavuk kadar hükmüm kalmamış.” duymuş bunu Hakim, “Cenab-ı Allah bir kapı elbet açar sabret” dedi bana orada, senelik hücreye koydular sonra. Tek kişilik. Kapı açılmaz, kapının altında aralık var, oradan yemeği verirler. Yemek, su, ekmek. Yemek yemez- 5 T.C SİNOP ÜNİVERSİTESİ GERZE MESLEK YÜKSEKOKULU GAZETESİDİR T.C SİNOP ÜNİVERSİTESİ GERZE MESLEK YÜKSEKOKULU GAZETESİDİR dim. Su, ekmek sadece. Bir gün izne çıktı gardiyan, dönmeden önce bir esnafa beni anlatmış. O da bunu o mahkuma götür deyip, eskiden yuvarlak kaşarlar olurdu onlardan bir tane vermiş. Tabi acımış beni tanımıyor. Gardiyan geldi az yaklaş dedi. Peyniri uzattı. Yarabbi’ye şükrettim, nasıl sevindim beni bir gör. Beni can sahibi yapan o peynir. Gazete yasak. Kitap yasak. Bir gün gardiyanın cebinde Hayat Mecmuası var, çektim cebinden aldım. Ne yapıyorsun diye çıkıştı biraz, ne yapacağım okuyacağım dedim. Okudum. İlk haberlerde 53 yıl hapis yatmış bir parlamenter. 53 sene hücrede. 93 yaşında hapisten çıkmış. Sormuş bir gazeteci; nasıl yaşadın burada diye. “İlkbaharın geldiğini duvarların arasındaki otlardan anlıyordum.” demiş. O bana bir umut oldu, dedim ki kendi kendime, “ 53 yıl bile yatsam 93 yaşıma gelmem.” tesellim oldu. Orada elimizde olan tek şey nefes almaktı. -“Dışarda deli dalgalar Gelip duvarları yalar Beni bu sesler oyalar Aldırma gönül aldırma.’’ “Bilirsin bu türküyü, Sabahattin Ali yazmıştı.” Derin bir nefes çekti içine, yutkunarak, “Bundan başka hiçbir şeyimiz yoktu elimizde işte, bir de umudumuz be kızım, anlatmakla bitmez tükenmez hepsi. Geçti gitti yıllar da işte, benden de aldı götürdü gençlik baharlarımı. Buna da şükür kızım.” diyerek gözleri dolu bir şekilde sözlerini noktaladı. Anlıyoruz ki zor zamanlardır insanı eğiten, bitti denildiğinde aslında yeniden başlar her şey ve umuttur güzel şeyleri bize getiren. Yeniden başlayan en değerli hikayelerden Hüseyin Pehlivan’a ve bizi ağırlayan bütün ailesine Allahtan uzun ömürler diliyor, buradan da onlara teşekkür ediyorum. Fatmanur GÜÇLÜ SESSİZ ZİYARETÇİLER Çoğu zaman düşünüyorum, büyük balığın küçük balığı yediğini ve ardından gelen diğer hurafeleri. Bir öğüt olarak verilen bu söz, insanları daha güçlü yapmaktansa daha çok ezmeye itiyor olabilir mi? Hayvanlar da aynı insanlar gibi, onların doğasında da büyük olan küçük olanı yerle bir ediyor. Fakat insanlar ve hayvanlar arasında kocaman bir farklılık olduğunu her gün hatırlatsak da hiçbir işe yaramamış gibi gözüküyor. Biz düşünebiliyoruz, onlar ise içgüdüleriyle yaşıyor. Düşünebilen hayvan, yani insan diğer canlılar üzerinde kurmak istediği egemenliği günümüze getirmiş ya da sırtlanıp taşımış olabilir mi? Köpeklerin ve kedilerin doğasında evcilleştirilmek varsa ve insanlar onları evcilleştirip bu hale getirdiyse sizce suçlusu hayvanlar mı? Çoğu zaman insanların dudaklarından “Alt tarafı bir hayvan” ya da “evinde hayvan besleyip ne yapacaksın, pistir onlar pis” cümlelerini duyuyorum. Hayvanların insanlardan daha temiz olabileceğini, aslında doğayı bu hale getirenlerin onlar değil de bizler olduğunu düşünmek ise beni içler acısı bir noktaya getiriyor. Altı ay önce bir video izlemiştim, bir köpek yetiştiricisi bahçesine giren kediyi ön patilerinden asmış ve köpeklerin zıplayarak onu parçalamasını videoya çekmişti. Artık saçma bir hale gelen sosyal ağlardan birinde “Bahçeme girersen böyle olur” başlığı ile videoyu paylaşmıştı bu vatandaşımız. Şimdi merak ediyorum ve sormak istiyorum “O adam şimdi nerede?” Bir hayvanın zekâsıyla, kendi zekâsını bir tutan vatandaşımız hakkında imzalar toplandı, gerekli dilekçeler verildi. Sonuç ne oldu? Size kısaca bahsedeyim, vatandaş sosyal ağlarını kapattı, ortadan kayboldu ve benzeri birçok durumda olduğu gibi hiçbir suçla yargılanmadı. Bu davranışın aynısını bir insana yapsaydı yer yerinden oynardı değil mi? Peki bu vatandaşın bunu bir insana yapmayacağını gösteren herhangi bir belge var mı? Geçmişte adı anılan en ünlü seri katiller, insanlardan önce hayvanları katletmekle küçük marketlerini açıyorlarken, sizce hayvanlara zarar veren insanlar arasında ne kadar güvendesiniz. Alt tarafı bir hayvan olarak belirttiğimiz her canlı, doğanın dengesini bizlerden daha iyi koruyorken, onlar bu gezegenin sessiz ziyaretçileriyken, neden onları katletmek veyahut sevgisiz bırakmak yerine başlarını okşamıyoruz? Şunu unutmayın ki sevgi paylaştıkça yeşeren bir fidan gibidir, onu ağaçlara dönüştürecek olan da, daha ufacık bir fidanken koparacak olan da bizleriz. Damla Sanem Olgun YÜKSEKOKULUMUZDA ÖĞRETMENLER GÜNÜNE ÖZEL MÜZİK DİNLETİSİ Gerze Meslek Yüksekokulunda, 24 Kasım Öğretmenler Günü dolayısıyla Yüksekokul Müzik Topluluğu tarafından müzik dinletisi gerçekleştirildi. Yüksekokul akademik personelinin yanı sıra öğrencilere de keyifli bir gün yaşatmak maksadıyla düzenlenen programa; Yüksekokul Müdürü Yrd. Doç. Dr. Mustafa ÖZTOPRAK, Müdür Yardımcıları Öğr. Gör. Mehmet KESKİN, Öğr. Gör. Funda İNCE ile akademik personel ve çok sayıda öğrenci katıldı. Yüksekokul öğrencileri; Eray TOSUN, Ayşegül DURAN, Okan EFE, Ozan TUĞRUL ve Süleyman Çağrı KIRAN tarafından oluşturulan Gerze Meslek Yüksekokulu Müzik Topluluğu, kendi bestelemiş oldukları şarkıların dışında, bilinen ve sevilen eserleri ve türküleri de büyük bir başarı ile yorumladı. Programın sonunda, Yüksekokul Müzik Topluluğuna hediye takdiminde bulunan Yüksekokul Müdürü Yrd. Doç. Dr. Mustafa ÖZTOPRAK, öğrencilerimizi tebrik ederek başarılarının devamını diledi. KIZILAY’DAN YÜKSEKOKULUMUZDA KAN BAĞIŞI SEMİNERİ “Hedef 25 Projesi” kapsamında, Sinop Üniversitesi ile Kızılay arasında imzalanan iş birliği protokolü sonrası Yüksekokulumuzda kan bağışı bilgilendirme semineri düzenlendi. Orta Karadeniz Bölge Kan Merkezi adına Kızılay Kan Bağışçı Kazanım Uzmanı Alper Candan’ın kan bağışına dair farkındalık oluşturma maksadıyla yaptığı sunumda, ülkedeki kan bağışı oranlarına ilişkin de bilgi verildi. Konuşmasında, “Hedef 25 Projesi” hakkında öğrencilerimize ve katılımcılara aktarım yapan Candan, Sinop Üniversitesi ile Kızılay arasında imzalanan protokol kapsamında her yıl öğrencileri kan bağışı noktasında bilinçlendirmeyi hedeflediklerini ifade etti. “Hedef 25 Projesi”nin 2005 yılında uygulamaya konulduğunu belirten Candan: “Projemizin amacı, Türkiye’deki 25 yaş öncesi genç nüfusu harekete geçirerek kan bağışı konusunda bilinçlendirip, “gönüllü ve düzenli” kan bağışçısı olmalarını sağlamak ve bu bilinci gelecek nesillere aktarmaktır.” dedi. HEDEFİMİZ KAN İHTİYACINI BİTİRMEK Sunumunda, Kızılay olarak hedeflerinin Türkiye’de ki kan bulamama problemini yıkmak olduğunu dile getiren Candan: “10 yıl içerisinde Kızılay olarak ciddi çalışmalara imza attık. 2005 yılında başladığımız “Hedef 25 Projesi” sonucu 250 binlerde olan bağış sayısı bu yıl 2 milyona ulaşacak. Ancak bu rakam bile kan ihtiyacını sona erdirmeye yetmiyor. Mevcut 2 milyon bağış, arayan beş hastadan ancak dördünün ihtiyacını karşılıyor. Bu doğrultuda, bilinçli ve düzenli kan bağışı konusunda çalışmalar yaparak bu sorunu tarihe gömmeyi amaçlıyoruz.” şeklinde konuştu. Akreple Dans Bölüm 2 Çömeldiği yerde burnunun dibinde olan pembe bir gülü kokladı. Ebe olan arkadaşı Aalu, evin bahçesinin önünden geçiyordu. Bahçeye şöyle bir göz attı ama sırayla dikilmiş güllerin arkasında duran Bryce’i görmedi. Aalu, geldiği yere geri dönerek ebe yerinden pek fazla uzaklaşmamayı tercih etti. Bu sırada sinsice bahçeye giren bir oğlan çocuğu gördü. Bu aynı sokakta yaşadığı, evleri yan yana olan Owen’dı. En yakın arkadaşıydı. Genellikle çoğu vaktini Owen ile evlerinin arka tarafında evcilik oynayarak geçirirdi. Hafif esmer olan bu oğlan çocuğu renkli güllerin arasında üzerindeki beyaz bol gömleğiyle oldukça belirsiz duruyordu. Kafasını dikleştirip güllerin arkalarına doğru bakmaya çalıştı. “Bryce?” diye fısıldadı küçük oğlan. “Buradasın biliyorum. Hep buraya saklanırsın zaten.” “Buradayım.” diye fısıltıyla karşılık verdi Bryce. Güllerin arkasından öne eğilip kendini gösterdi. Owen da gülümseyerek gelip yanına çöktü. Kızın sarı saçlarının birkaç teli gül dalının dikenlerine takılmıştı. Oğlan parmağıyla sanki bir örümcek ağını bozar gibi saç tellerini kurtardı. İkisi de gülümsediler. Dakikalarca beklemişlerdi. Jane bir daha bu sokağa gelip bakmadı. Belki de oyun bitmişti. Belki de Bryce ve Dino’yu unutmuşlardı. Bryce ve Owen’ın, bahçesine saklandıkları evin pencereleri oldukça aşağıdaydı. Camlardan biri açıktı ve içeriden bir çeşit hayvan sesi geliyordu. Ses Bryce’ın dikkatini çekti. Ayağa kalkıp camın olduğu duvara doğru yaklaştı. “Nereye gidiyorsun?” diye fısıldadı oğlan. Küçük Bryce işaret parmağını dudaklarının üstüne koyarak sessiz olmasını ifade etti ve onun da gelmesi için başını cama doğru eğdi. Owen da çöktüğü yerden kalkıp Bryce’a katıldı. Birlikte duvarın aşağısındaki küçük camdan içeriye baktılar. Ev tuhaf bir şekilde yarıya kadar toprağın içine çökmüş görünüyordu. Bu yüzden odaları oldukça aşağıdaydı. Çatısından sarkan onlarca sarmaşık evi neredeyse gizliyordu. İki çocuğun da camdan gözetlediği bu oda oldukça karanlıktı. Bunun sebebi tek bir camın olması ve perdelerinin kalın ve siyah olmasıydı. Aynı zamanda odanın içindeki tek alevin mumların değil şöminedeki ateşin olmasıydı. Odada kimse yoktu. Bryce sonunda duyduğu garip ince hayvan sesinin kaynağını buldu. Ses, orada hemen büyük saatin yanındaki masanın üzerinde bulunan kafesteki küçük maymundan geliyordu. Kahverengi tüyleri kabarık ve iç gıdıklayıcı şekilde etkileyici ve kocaman gözleri olan bu küçük maymun bulunduğu kafesten sanki kurtulmak istiyor gibiydi. İncecik kolları kafesin demir parmaklıklarından dışarı uzanıyordu. ARKASI HAFTAYA… Müzeyyen YALÇIN 03 ARALIK 2015 PERŞEMBE 6 T.C SİNOP ÜNİVERSİTESİ GERZE MESLEK YÜKSEKOKULU GAZETESİDİR BİR NEFES Sadece derin bir nefes çekmek ne kadar kolay değil mi? Peki bir ağaç canlılara nasıl nefes olur? Ağaçlar atmosferdeki karbondioksiti ve ısıyı alarak besin üretirlerken yerine oksijen verirler. 40 kişinin 1 saatte havaya verdiği karbondioksiti yetişkin bir çam ağacı 1 saatte oksijene dönüştürebilir. Her şeyi karşılıksız olarak alıyoruz. Ağaçlar yaşadığımız evdeki annemiz gibi, biz dağıtıyoruz, kirletiyoruz, ağaçlar ise toparlıyor, temizliyor. Oysaki biz tüm tarih boyunca ağaçları yok ettik. Kağıt, ev, mobilya, para ve hatta silahlar yaparak... Ağaçlara teşekkür bile etmedik. Onlara ihanet ettik, katlettik, yok ettik. Ağaçlar için empati kurmayı bile düşünmedik. Bir dalını kopardığımızda kolumuzun koptuğunu hissetmek çok mu zor? Bir fidan dikmek hayatımızdan bir şeyi kaybettirmez. Faydasız bir ağaç düşünülemez. Betonlaşmış bir dünyadaki en önemli yaşam alanıdır ormanlar. Şehrin gürültüsünden, tozundan, stresinden kaçıp dinlenilen en huzurlu yerdir bir ağacın gölgesi. Dünyadaki tüketimin yarısı geri kazanılsa, her yıl 8 milyon hektar orman alanı korunabilir. Örneğin kullanılmış kağıdın tekrar kağıt imalatında kullanılmasının hava kirliliğini yüzde 84 oranında azalttığı kanıtlanmıştır. Su kirliliği yüzde 35 oranında önlenmiş, su kullanımında ise yüzde 45 tasarruf sağlanmıştır. Ayrıca 1 ton atık kağıdın kağıt hamuruna katılmasıyla 8 ağacın kesilmesi önlenmiştir. Kağıdın geri dönüşümü sonucunda; 1 çam ağacı ve 85 metrekarelik ormanlık alan tahrip edilmeyecek. Böylelikle Türkiye genelinde yılda 80 milyon çam ağacı ve 40 bin hektar ormanlık arazi korunmuş olacak. Ağaçlar sadece bugün mü önemli? Onlar gelecek için de lazım. Dünya hızla sanayileşme yolunda ilerlemekte. Yeşil alanların hepsi gri betonarme yapılarla çevrilmeye başlamışken, teknoloji yalnızca insanların talepleri üzerine yoğunlaşmışken, ağacın hatta ormanın ne denli önemli olduğunu unutur haldeyiz. Bugün kurtardığımız bir tek fidan, 50 yıl sonraya atılmış birer umut aslında. Bir düşünün, ailenizle bir ağacın gölgesinde mi oturmak istersiniz, yoksa bir fabrika bacasından çıkan dumanın altında mı? Bu hayata siyah-beyaz renklerden önce yeşil ve mavi tonlar gerekli, kendimize gelip geleceği garanti altına almaktan başka çaremiz yok. Nazmiye ŞAHİN Bir gün kaç dünya gününe eşit? Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA), “New Horizons” uzay aracına ait “Lorri” kamerasıyla yayımladığı 10 fotoğrafla Plüton’da bir tam günün 6.4 dünya gününe eşit olduğunu açıkladı. “Gizemli Gezegen” olarak bilinen Plüton’da bir tam günün kaç dünya gününe eşit olduğunu kanıtlayan fotoğraflar, ABD’nin Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi’ne (NASA) ait uzay aracı “New Horizons”(Yeni Ufuklar) tarafından Dünya’ya 03 ARALIK 2015 PERŞEMBE SİNOP’TA BİR HAFTASONU Günlerden Pazar, Sinop’ta keyifli bir gün. Yoğun iş temposu ve okula kısa bir ara. Peki ne yapmalı? Sizler için Sinop’ta yaşayan insanların haftasonu neler yaptıklarını gözlemledik. Sinop bilindiği üzere doğal güzellikleriyle bilinen harika bir ilimiz. Eğer Sinop gibi bir yerde yaşıyorsak kendimizi doğanın eşsiz güzelliklerine bırakmamız yeterli. Sadece hava almaya çıksak bile rastlayabileceğimiz o kadar eşsiz güzellik var ki… Aşıklar Caddesi Sinop’un vazgeçilmezi, hava pırıl pırıl, çoğu insan bu havanın tadını çıkarmaya başlamış bile. Kimisi spor kıyafetleriyle kimisi de günlük halleriyle ama hepsinin yüzünde de huzur ifadesi. Birçok insan arkadaşını takmış koluna, denize karşı bir kafede çay-kahve keyfi yapıyor, bir yandan da sıcacık sohbetlerini sürdürüyor. Yürümeye devam ediyoruz, güvercinler insanların etrafını sarmış, atılan yemlerle karınlarını doyuruyorlar. Bize de bu görsel şöleni keyifle izlemek kalıyor. yerlerinden gelenler bu lezzeti keşfetmişler bile. Öğrenciler ise okulun verdiği yorgunluğu üzerlerinden atmak için kafeleri tercih ediyorlar ve çeşitli etkinliklere katılarak zamanlarını değerlendiriyorlar. Ancak gençlerle biraz sohbet ettiğimizde yakındıkları birkaç konu oluyor. Sinemanın ve alışveriş merkezinin eksikliğini yaşadıklarını belirtmeden geçemiyorlar. Bu eksikliklere rağmen öğrenciler yine de mutlu bu şehirde. Benim için en güzel tablo aileleriyle beraber parkta vakit geçiren çocuklar ve onların masum gülümsemeleri. Ailecek hafta sonunun tadını çıkarıyorlar. Daha sakin aktiviteleri sevenler sahilde kitap okuyorlar veya fotoğraf çekiyorlar. Biraz daha ilerlediğimizde olta ile balık tutan insanlarla karşılaşıyoruz ve rastgele diyerek yanlarından ayrılıyoruz. Malum güvercinlerin karınları doydu. Kısacası burada boş vakitlerimizde kenSıra bizlerde, burada bir mantıcıya gi- dimizi doğaya salmak yeterli tatlı yorrip mantı yemek şart. Sinop mantısının gunluklarımızı üzerimizden atabilmek lezzeti bir başka tabi. Türkiye’nin farklı adına. Sinop’ta haftasonu işte böyle… Ecemnur ERGİN - Mahmut OLGAR - Ramazan GÜNEY PLÜTON’DA BİR GÜN DÜNYA’DA 6.4 GÜNE EŞİT gönderildi. NASA, “New Horizons” uzay aracına ait Lorri kamerasıyla 7-13 Temmuz 2015 tarihleri arasında çekilmiş 10 fotoğrafı yayınladı. Cüce gezegenin kendi etrafında tamamladığı bir turu gösteren 10 yakın çekim fotoğrafla bir Plüton gününün 6.4 dünya gününe eşit olduğu tespit edildi. Güneş Sistemi’ndeki yolculuğuna 19 Ocak 2006’da Florida’daki Cape T.C SİNOP ÜNİVERSİTESİ GERZE MESLEK YÜKSEKOKULU GAZETESİDİR HAYALLERİNİZ VE SİZ Dünyada milyarlarca tipte, değişik fikirlere sahip insan var ve hepsi yaşamın temel amaçlarından biri olan hayatta kalma mücadelesi veriyor. Karakterlerini temsil ettikleri bedenlerin nelere bağlı kaldığını veya kalması gerektiğini bazen bilemezler. İşte söz konusu insan olunca aklımızın da nelere odaklanması gerektiği bazen muamma bir durum haline gelebiliyor. Bu yazıda kazanmanız gereken savaşları nasıl kazanabileceğinizi, kaybettiklerinizden de nasıl dersler çıkarmanız gerektiğinden bahsedeceğim. Günümüz şartlarında maddiyat kadar mücadele isteği de bir hayali gerçekleştirmede çok büyük bir öneme sahiptir. İletişim içindeki her birey bu isteğini dille yansıtmaktan çok karakterinin baskın yanlarıyla söküp alması gerektiğini bilmelidir. Hepimiz Apple’ın nasıl kurulduğunu az çok biliriz. Hayal etmek, karar vermek uçsuz bucaksız bir okyanustur. Korkusuzca rotanızı belirlemelisiniz. Bunların birleştiği ortamda sizin başarı oranınızın haddi hesabı belli olmaz. Mutlu olursunuz. Bir de olayın tam tersine yüzeysel olarak bir bakalım. Kararsızlık dünyanın en kötü kelimelerinden biridir. Sizi ateşleyen bütün etkenlerin temelinde kararlarınız gizlidir. Başarının karşısına dikilen duvarların da bu kararların olumsuz düşüncelerle bezenmiş olduğunu görürüz. İnsanların hayal güçlerini dizginlemesi gelecek adına olumsuzlukların başlangıcı olarak gösterilebilir. Bir fikrin muhteşem olması gerekmez, hatta ne kadar uçuk olursa beyninizin derinleşeceği gerçeği de yok sayılamaz. Benim düşüncelerini olumsuz anlamda dizginlemiş insanlara tek bir önerim olabilir, rahat olun ve ufkunuzun gidebileceği son noktayı da aşmaya çalışın. Başarısızlığa bu kadar bağlanmanın en belirgin özelliği de cesaretin kaybolmuş olması. İnsanlar kalplerindeki arzuyla ister, mücadele gücüyle elde eder. Bunu kaybetmiş olmanız sizin adınıza pek hayra alamet bir durumun varlığını göstermez. Uzun lafın kısası güç sizin kalbinizdedir. Bunu aktif hale getirmek kolay görünen zor bir meseledir. Tam da bu noktada mutlu bir geleceğin varlığına yine zihninizdeki tabularınız karar verir. Başarmak mı? Yoksa başarısızlığı kabullenmek mi? Seçim sizin. Alican Alvin Çelik Canaveral uzay üssünden fırlatılarak başlayan “New Horizons” , 9 yıl 7 aydır görev yapıyor. “New Horizons”, Plüton dışında uyduları Cheron, Styx, Nix, Kerberos ve Hydra’da da keşiflerde bulunuyor. New Horizons’ın Plüton ile ilgili gözlemlerinin şimdiye kadar sadece yüzde 20’si uydu aracılığıyla dünyaya indirilebildi. Gökhan KESKİN SÖZÜM TÜRKÇE ÜZERİNE Kültürümüzün en önemli taşıyıcısı ve aktarıcısı olan Türkçemiz, günümüzde okumuş veya okumamış pek çok kimse tarafından yanlış yazılmakta, yanlış telaffuz edilmekte ve hatalı bir şekilde konuşulmaktadır. Bu yanlışlar da görsel ve yazılı basın organlarında sıkça tekrarlandığı için yaygın hale gelmektedir. Tabii bunun yanında, az okuma, dilimizi ve kültürel değerlerimizi tam anlamıyla bilmeme ve bunlara sahip çıkamama gibi nedenlerle dilimiz, güzelliğini ve ifade kudretini yitirmiş ilkel bir anlaşma aracı haline getirilmektedir. Duygu ve düşünceler artık çok az sayıda kelimeyle aktarılmaya çalışılıyor ve kelime dağarcığı fakir bir toplum haline geliyoruz. “Acaba kaç kelimeyle bir günümüzü geçiriyoruz?”, “Kelime haznemizde acaba kaç kelime var?” diye kendimizi sorgulamamız gerekiyor. Her birimiz üç beş kelimeyle konuşan insanlar haline geldik. Günümüzde Türkçemiz’in karşı karşıya kaldığı birçok problem bulunmaktadır. Bunların hepsine burada değinme imkânımız olmadığından bu problemlerin en önemlilerini vermeye çalışacağım. Şüphesiz, Batı kaynaklı kelimelerin ölçüsüz bir şekilde dilimize girmesi meselesi bu problemlerin başında gelir. Zamanında, Türkçe’nin sadeleştirilmesi için Arapça ve Farsça kelimeler dilden atılırken, Batı kaynaklı kelimelere kucak açılmasının bunda payı büyük olmuştur. Aydın geçinen ve kendisini kültürlü sayanların konuşmalarında “performans, enformasyon, konsorsiyum, brifing, global, miting, trend” gibi kelimeler sıkça yer almaktadır. Bu tür kelimelerle konuşmak, kültürlü ve farklı görünmenin gereği sayılmıştır. Oysa yabancı asıllı kelimeler, dilimizin varlığını tehlikeye sokmakta, onun gelişim yollarını tıkamaktadır. Bugün iş yerleri ve mağaza isimlerinde bunun birçok örneğini görebiliyoruz. Yabancılaşma rüzgârının etkisiyle yazılan bu tabelalara örnek vermeye gerek görmeyerek dili olumsuz etkilediğini söylemeyi yeterli görüyorum. Çünkü bunlar, her an karşımıza çıkabilmektedir. İş yeri adlarındaki bu yabancı asıllı kelimeler ne yazık ki, halk tarafından seviliyor, ilgi çekici bulunuyor olmalı ki, iş yeri sahipleri bunu bilinçli olarak yaptıklarını ifade ediyorlar. Öyleyse, halk arasında gittikçe artan bu durumun önüne geçmek için, Türkçemiz’i sevenlere büyük işler düşüyor. Sadece iş yerlerine değil, televizyon kanallarına, gazete ve dergilere yabancı isim verilmesinin yanlış olduğu konusunda ilgililer uyarılmalı, toplumda baskı grubu oluşturulmalı ve bu konuda yasa dahi çıkarılmalıdır. Sözlük karşılığı aynı olmakla birlikte, aralarında ince anlam farklılıkları bulunan sözcükleri tam olarak bilmemek ve doğru olarak kullanmamak da dilimizde karşılaştığımız bir başka problemdir. Örneğin; “arzu etmek, dilemek, istemek” fiilleri arasındaki anlam farklılıklarını iyi anlayamayan radyo ve televizyon sunucuları, programlarındaki konuklarına hitaben, “Dilerseniz, söyleşimize bir müzik parçasıyla ara verelim.” diyebiliyorlar. Hâlbuki insan, Allah’tan veya konum bakımından kendisinden üstün saydığı kimselerden dilekte bulunur; şarkı veya türkü dinlemek için, sırf sunucu öyle istiyor diye kimse dilekte bulunmaz. Nitekim türkülerimizin birinde geçen, “Tanrı’dan diledim bu kadar dilek.” sözleri, “dilemek” fiilindeki “murat” karşılığını açıkça ortaya koymaktadır. Bu nedenle, nezaket ifadesi olarak söylenen, “Dilerseniz, söyleşimize bir müzik parçasıyla ara verelim.” sözü, kaba bir ifade şekline girer. Dilimizdeki bir başka yanlış kullanım da, “şans” kelimesinin yanlış kullanılmasıyla ilgili olarak ortaya çıkmaktadır. İngilizcede, “şans, kader, talih; ihtimal, fırsat, risk” anlamlarına gelen kelime, dilimize “şans, talih” olarak, olumlu anlamıyla girmiştir. Oysa bazı tıp doktorları bu kelimeyi, “hastalığa yakalanma şansı” diyerek, ihtimal ve risk anlamında kullanıyorlar ki, bu durum Türkçe’ye uygun değildir. Hastalığa yakalanmak gibi olumsuz bir durum, hiçbir zaman şans sayılamaz. Ana hatlarıyla vermeye çalıştığım bu problemlerin şiddetini arttırarak devam ediyor olması endişe vericidir. Varlığımızın yegâne sebebi olan dilimiz, atalarımızdan bize yadigârdır. Anneler, babalar, öğretmenler ve yazarlar, gençlerin Türkçe’yi bilmediklerini, okuduklarını anlamadıklarını, daha kötüsü ters anladıklarını, ortaöğretim ve yükseköğretimdeki başarısızlığın dil yetersizliğinden ileri geldiğini söylemektedirler. O halde dil davası, hakikaten en önemli millî dava olarak kabul edilmeli, çözüm yolları üretilmelidir. Batı dillerinden dilimize giren çok sayıda yabancı kelime, dilbilgisi kuralları, yabancı dillerin mantığı ve dünya görüşünün benimsenmesi karşısında suskun kalınmamalı ve vatanımızı savunurcasına dilimizi savunmalıyız. Muhabbetle kalın… Lütfü Kerem BAŞAR Gerze MYO Türk Dili Okutmanı 7 İSTANBUL’DA BİR “ARA” İstanbul öylesine misafirperver ki gelen hiç kimseye “git” diyememenin yükünü taşıyor artık. Bizans’ın, Roma’nın Osmanlı’nın başkenti olan bu güzel şehirde şimdilerde metropol havası esiyor. İstanbul, caddelerinden ara sokaklarına kadar insan seliyle geçiriyor günlerini. Farklı anlayışlarıyla, farklı kültürleriyle, değişik bakış açılarıyla ülkenin pek çok yerinden akın eden insanlar dolduruyor İstanbul’u… Bu kalabalık, hoşgörünün ve saygının eşliğinde zenginliğe dönüşebilecekken insanlar birbirine daha da yabancılaşıyor ve ötekileşiyorlar. 1950’lerin İstanbul’undan Ara Güler sayesinde elimizde kalan fotoğraflara bakarken anlıyoruz ki o dönemlerde yaşantılar arasında büyük uçurumlar yoktu. Gelişen teknoloji, zamanla oluşan beklentiler, hiyerarşik çalışma düzeni hayatı bu kadar etkilemiyordu. Fotoğraflardaki insanlar aynı sokaklarda yürüyor aynı hayatın ağırlığını taşıyordu onun yaşadığı yıllarda İstanbul’da… 1928 yılında İstanbul’un Beyoğlu semtinde doğan Ara Güler, yıllar sonra çektiği fotoğraflarla “İstanbul’un Gözü” olarak anılmaya başladı. Başlarda sinema ile ilgilenmek istediyse de daha sonra foto muhabirliğini tercih etti. Çünkü o hep gitmek, keşfetmek, hayatı aramak istedi. Henüz lisedeyken sinemaya karşı duyduğu ilgiyle sinemanın her alanında çalıştı. 1951 yılında babasının aldığı 35 milimlik makineyle ilk fotoğrafını çekti. İlk fotoğrafı Ticaniler denilen gerici bir grubun kırdıkları Gümüşsuyu’nda ki Atatürk heykeliydi. Kısa süre sonra Hayat Dergisi’nde bölüm şefi olarak çalışmaya başlayan Ara Güler’in ünlü bir ajans olan Magnum Ajansı’na katılması çok zaman almadı. Mesleğinin ilerleyen yıllarında dünyaca ünlü kişilerinde fotoğraflarını çeken Ara Güler Picasso’nun ona kattıklarını şöyle dile getiriyor: “Picasso ile hayat konuşulur, sanat değil. O’ndan, hiçbir şeyi fazla dert etmemeyi öğrendim…” “Fotoğrafı insan beyni çeker” Ara Güler’in fotoğraf anlayışında: “En iyi fotoğraflar için en kaliteli makinelere yer yoktur. Eğer öyle olsaydı en iyi daktilosu olan en iyi yazıyı yazardı. İyi bir fotoğrafçı dikiş makinesiyle de fotoğraf çekebilir. Çünkü fotoğrafı makine değil insan beyni çeker. Makine sadece kayıt yapar hepsi bu.” O’na İstanbul’un Gözü denilmesinin sebebi de budur. Gözünü açtığı gibi gördüğü İstanbul’u kaydetmiştir fotoğraflarında. “Ben olmasaydım…” Dünyanın en iyi 7 fotoğrafçısı arasına giren Ara Güler 87 yıllık hayatında geriye dönüp baktığında bize kattıklarını şu sözlerle anlatıyor. “Edebiyatçıların çoğu benim arkadaşımdı, her gece Sabahattin Eyüboğlu grubu vardı. Entelektüel bir hayat vardı. İnsanlar birbirlerinin evine gider edebiyat konuşurlardı. Şimdi futbol maçı konuşuyorlar. Necip Fazıl Kısakürek, dünyada gelmiş geçmiş en büyük şairdir, fakat çok tehlikeli biridir. Orhan Veli Kanık arkadaşımdır, sarhoşken belediyenin açtığı lağım çukuruna düşüp öldü. Orhan Kemal de arkadaşımdı. Bedri Rahmi Eyüboğlu da haftanın üç günü birlikte olduğum adamlardan. Fikret Mualla, dünyanın en iyi adamıdır. Sabahattin Eyüboğlu hocamızdı bizim. Onların içinde yaşadım. Onlara gidip de röportaj yapmama gerek yoktu Ben olmasaydım Türk Edebiyatı yüzsüz kalırdı. Dali’nin fotoğraflarını çektim, bir hafta sonra öldü Picasso’nun da fotoğrafını çektim. Ben olmasaydım Roma İmparatorluğu’na ait, tarihi M.Ö. 500’lü yıllara dayanan ve ismini tanrıça Afrodit’ten alan Afrodisias bulunmayacaktı. Nemrut Dağı benim fotoğraflarımla tanındı. Nuh’un Gemisi’nin izlerine ilk rastlayan benim.” “Bir ölünün üzerinde yürüyen adamlardır sokakta gördükleriniz. “ Medenileşmek adı altında kendini günden güne yok eden bir şehrin insanıdır Ara Güler… Fotoğrafa ilk başladığı yıllarda değil de geride bıraktığı tarihi arşive baktığında fark eder bunu. Yılların, şehrini değiştireceğini düşünmediği zamanlarda saklamıştır tüm güzelliğiyle İstanbul’u… Onun bir ömrünü geçirdiği İstanbul’unun balıkçıları, sokak satıcıları, oradan oraya koşuşturan neşeli çocukları vardır fotoğraflarında. Her biri hayattır. Her biri Ara Güler kabul etmese de sanattır. İnsanının içine dokunan çok şey gizlidir tek karesinde dahi. 2 milyonu aşkın bir fotoğraf arşivinden görebildiğimiz sayılı fotoğraflar bile yüzümüzü güldürmeye ya da gözümüzü yaşla doldurmaya yeter. O fotoğraflar arasında kaybolup giderken yitirdiğimize üzüldüğümüz tek şeyin insan olmadığı hissine kapılırız. Henüz çok yüksek katlı binaların olmadığı, insanlığın, içten gülümsemenin kaybolmadığı yılların eserleridir o fotoğraflar. Çaresizliğin, umutsuz bekleyişlerin, yalnızlığın, kalabalığın belgeleri... Modernliğin ve gelenekselliğin yol ortasında çatıştığı buruk bir gülümseme. Ara Güler’in İstanbul’u her renk hayatın yansıdığı siyah beyaz fotoğraflardadır. Günümüzün rengarenk ama içi bomboş fotoğraflarına inatla. Gördüğü her şeyin yanına kalbiyle hissettiklerini ekler, hayatı deklanşöre basarak dondurmasını hayat ondan istemiş gibi… Şehir, camiler, yüzlerce yıllık tarihin izleri olan yapılar, saygıyla Ara Güler’e selam verircesine yansır fotoğrafa. Bazen bir savaşın ortasında çektiği kareyle dünyayı uyandırır bazen de güzellikleri uzaklarda aramanın yanlış olduğunu vurgularcasına bizi dürterken buluruz onu. Her gittiği yerde adeta hayat, o fotoğraflasın diye yaşanıyor ve o her zaman doğru yerde yakalıyor hayatı. Saniyeler içinde kaydedilen bir hayatın sayfalar dolusu hikâyesi olduğunu anlatıyor arşivindeki kareler. Geçmişin samimiyetinden yıllar geçtikçe uzaklaşan bu şehir ve insanları hakkında düşündüklerini Ara Güler şu sözlerle ifade ediyor: “Bir ölünün üzerinde yürüyenlerdir sokakta gördükleriniz. Eski şehirden hiçbir şey kalmadı. Şehrin estetiği değişti. Uygarlık ileriye gidiyor ama insanlar güzellik anlayışını kaybetti.” Berna Özyurt 03 ARALIK 2015 PERŞEMBE 8 T.C SİNOP ÜNİVERSİTESİ GERZE MESLEK YÜKSEKOKULU GAZETESİDİR PUTİNİME KAPALI MEKTUP Ah benim ayı boğanım, rengi kül, yanağı gül kurusu dostum, Putinim... Sevgili yoldaş Vladimir Putin, bu mektubu zatıâlilerinize olan sevgimin, sempatimin ve muhabbetimin bir nişanı olarak sunmak isterim. Öncelikle Lenin ve Stalin’den sonra kriz yönetebilmek adına yürütmüş olduğunuz kaos politikasına büyük bir saygı duyan ev hanımlarımızın selamlarını iletmek istiyorum. Ocakta yemekleri piştiği için bir hayli tedirginler ve alacağınız doğalgaz kararını büyük bir korkuyla bekliyorlar. Evvela sıcak deniz sevdanıza aralık ayında bulunduğumuzun altını çizerek bir süre ara vermeniz noktasında sizlere taze istihbarat bildirmek isterim. Ayrıca bir beyaz nesli deniz ve güneşe maruz bırakarak telef etme isteğinizi de anlamış değilim. Zira global kutsiyetinizin sıcak denizle sınırlı kalmayıp; piknik kültürümüze de yönelmesinden korkan çok sayıda aile reisi var. Ahh Putinçka! Yaşanan son gelişmeler ülkemizdeki sosyal demokratlar kadar beni de ziyadesiyle üzdü. Elbette aramızda birkaç saniye ihlalin lafı olmamalıydı. Eminim o ihlal İngiltere’ye yapılsa David Cameron pilotlarınızı beş çayına davet eder, 03 ARALIK 2015 PERŞEMBE Almanya Devlet Başkanı Angela Merkel’se, zatınıza pilotlarınız aracılığı kokulu mendilini gönderip, bir kez daha bağlılığını bildirirdi. Sanırım Biz Türkler biraz anlayışsızız. Ancak içimizde size ve yayılımcı politikalarınıza büyük bir hayranlık duyan gizli dostlarınız da hala var. Ülkemize gelecek olan turistleri engelleme girişiminizde eminim ki; yuva yıkan malum Rus hanımlarına büyük bir darbe niteliği taşıyor ve bu kararınız yine ocakta yemeği pişen Türk kadınlarının gönlünü çalmaya yetti bile. Onlar zaten sizin doğalgazınıza ve yayılımcı politik karalılığınıza hayranlar. Ayrıca askeri yardımlarınız için Esad rejiminin haklı teşekkürünü iletmekten onur duyuyorum. Malum savaştıkları için bir hayli meşguller ve hala Afganistan ve Irak’ta ölenlerin sayısına ulaşamadıkları için büyük bir utanç duyuyorlar. Ben de onlara Stalin döneminde Kafkasya ve Asya’da ölen milyonları hatırlatarak teselli veriyorum. Zira yiğit Çeçen komutan Ramzan Kadirov kadar olmasa da sizinle işbirliği içerisinde olmak ziyadesiyle mutluluk duyuyorum. Ah benim sinirlenince tatlılıktan ölen prensim, Putinim… Şu sıralar psikolojinizi dinç tutunuz. Bakmayın biz Türklerin saniyesinde devlet kurup, devlet yıktığına, eski zamanlarda sıcak denizlere inme arzunuzu kursağınızda bırakışımızı unutun lütfen. Sadece sizinle büyük Asya ittifakı kurmak için, Avrupa Birliğinden yiyeceğimiz 26’ncı reddi bekliyoruz o kadar. Biz Türkler çılgınız evet ve Fransa’da düzenlenen barış yürüyüşüne katılmamanız sonrası hakkınızda ‘Müslüman oldu’ söylentilerini üreterek sizi derinden yaraladığımızın da farkındayız. Ancak biz bunu hep yapıyoruz. Öyle ki Obama’nın Devlet başkanı olduğu gün Van’ın Gülpınar köyünde 44 küçükbaş koyunu kurban eden köy ahalisinin de bu minvaldeki inancı dipdiri hala. Ah benim ayı boğanım, rengi kül, yanağı gül kurusu dostum, Putinim. Karşılıklı oturup, KGB anılarını dinlemek için neler vermezdim. Hem bu arzumu bir zeytin dalı olarak algılamak isterseniz, ona da eyvallah! Bizden neden bir Dostoyev- ski çıkmıyor sorusunu tartışarak aşağılık kompleksimize şifa bulabilir miyiz bilmiyorum. Ancak şunu biliyorum ki sizin denge siyasetiniz sayesinde dünya ayakta duruyor. Malumunuz dünya Google Play uygulaması kadar hızlı gelişiyor ve ülkemde iplerin kopma noktasına gelmesiyle birlikte tırnak kemiren birçok dostunuz adına, bu mektubu size göndererek yüce erdeminize sığınıyorum. Bizimkiler bir cahillik etmişler, size de bağışlamak düşmeli bayım, çünkü İvan Turgenyev’den miras kalan nihilisttik akımı, emin olun ondan daha fazla size yakışıyor. Ülkemizle olan ilişkileri kuvvetlendirmek gerektiğini vurguladığınız günü hatırlarsınız. Akabinde Ermeni soykırımı açıklamanızla birlikte siyasi kıvraklığın Nirvanası’na ulaşarak, kendinize hayran bırakmıştınız ya. Ben de sözlerime son verirken, bu samimi mektubun aramızda bir sır olarak kalmasını bilhassa rica ediyorum. Hâkim sınıfı sizi korusun ve yüceltsin! Ömer Çakıcı