sayi 3 k - Sağlik Ve insan Dergisi
Transkript
sayi 3 k - Sağlik Ve insan Dergisi
Sayı : 3 / Mart 2012 14 MART TIP BAYRAMI’NDA Tıp Dünyamızın Duayenlerinden Prof. Dr. Şinasi ÖZSOYLU: Doktorun Hekim Olması İçin Hikmet Sahibi Olması Lazım! > 18 DOKTOR Yeryüzü Doktorlarının Hikayesi Hekim Gözüyle Yeryüzünden Notlar > 38 ve... E İ T A MP Hekimlik ve Empati > 16 Yaşamın Kıyısında > 44 Bir Doktor… AYLIK SAĞLIK VE YAŞAM DERGİSİ Yıl: 1 Sayı: 3 • MART 2012 Doktor, Tabip, HEKİM ve EMPATİ… İLTEK - İletişim Teknolojileri A.Ş. adına 14 Mart Tıp Bayramı dolayısıyla Mart sayımızın kapak dosyasını HEKİM ve EMPATİ olarak belirledik. Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü Muhammet ÖZDEMİR Yayın Danışma Kurulu (Alfabetik) Prof. Dr. Cevdet ERDÖL, Prof. Dr. Elif DAĞLI, Esra KAZANCIBAŞI ÖZTEKİN, Prof. Dr. Hakan ŞATIROĞLU, Prof. Dr. Hasan Fevzi BATIREL, Prof. Dr. Metin DOĞAN, Prof. Dr. Murat TUNCER, Prof. Dr. Necdet ÜNÜVAR, Prof. Dr. Nesrin DİLBAZ, Osman GÜZELGÖZ, Öznur ÇALIK, Prof. Dr. Sabahattin AYDIN, Prof. Dr. Sait EĞRİLMEZ, Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ, Doç. Dr. Tuncay DELİBAŞI Yayın Editörü Hande AYDEMİR İletişim Direktörü İ. Mediha İMAMOĞLU Grafik Tasarım Mustafa HALICI (İLTEK) Yayın İdare Merkezi İstanbul Caddesi Devrez Sokak No: 1/7 İskitler-Altındağ/ANKARA Tel: 0.312.286 50 50 iltekas@yahoo.com www.saglikveinsandergisi.com dergi@saglikveinsandergisi.com Yayın Türü Yaygın Süreli Basım Yeri Kalkan Matbaacılık San ve Tic. Ltd. Şti. Büyük Sanayi 1. Cd. Alibey İşhanı, 99/32 İskitler-Altındağ/ANKARA Tel: 0.312.342 16 46 Basım Tarihi Mart 2012, ANKARA Sağlık ve İnsan Dergisi, basın meslek ilkelerine uymaya söz vermiştir. Dergimiz bütün sağlık çalışanlarına ve sağlıkla ilgilenen muhataplarına İltek A.Ş.’nin hediyesidir. Kaynak gösterilmeden yazılar iktibas edilemez, alıntı yapılamaz. Yazılar yayınlansın, yayınlanmasın yazarlarına iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukuki sorumluluk yazarlarına aittir. ÜCRETSİZDİR. © İLTEK A.Ş. - 2012 ISSN: 2146-829X Kavramsal olarak önümüze doktor, tabip ve hekim olarak çıkan olguyu bu sayımızda çok farklı yönleri ile ele aldık. Bunu yaparken bir yandan sağlık ve insan çerçevesinin dışına çıkmamaya, diğer yandan da farklı ve ilgi çekici bir dosya sunmaya gayret ettik. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Tıp Eğitimi ve Hekimlik çalışması bu konudaki özgün araştırmalardan derlenerek hazırlandı. Konu hakkındaki bilgileri derli toplu ve kalıcı olarak bir kere daha gündeminize taşıyoruz. Hemen arkasından, aynı zamanda dergimizin Yayın Danışma Kurulu Üyesi olan Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Hasan F. Batırel Hocamızın tıp eğitimi ve hekimlikle ilgili güzel makalesini bulacaksınız. Yine bu sayıdan itibaren Yayın Danışma Kurulumuza katılan Değerli Hocamız Prof. Dr. Tevfik Özlü hekimliği empati kavramının süzgecinden geçirerek ele aldı sizler için. Tıp eğitimi, asistanlık, doktorluk, tabiplik, hekimlik gibi kavramlar üzerinden, tıp dünyamızın duayen hocalarından Prof. Dr. Şinasi Özsoylu ile yaptığımız çok ilginç bir röportaj sunuyoruz, yine kapak dosyamızla ilgili olarak... Osman Güzelgöz ve Hande Aydemir’in yaptığı söyleşide Şinasi Hoca, doktor veya tabiplerin ancak hikmet sahibi olduklarında hekim olabileceklerine işaret ediyor. Manisa Kırkağaç’tan Dr. Abdullah Kâhya aile hekiminin insanımız için nasıl YAKIN DOKTOR olabildiğini yaşadıklarından yola çıkarak kaleme aldı. Hekimliğin aynı zamanda diğerkamlık olduğunu ispatlayan ve bu ulvi mesleğin insaniliğini yeryüzü ile tanıştıran bir gönüllüler ordusu var: YERYÜZÜ DOKTORLARI. Grubun Türkiye Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. İhsan Karaman Hocamız ve grubun gönüllülerinden Uzm. Dr. İlker İnanç Balkan’ın yazılarını da ilgi ile okuyacaksınız. Kendisi bir diyaliz hastası olan Dr. Dr. Ali İhsan Avan kardeşimizin yaşadıkları ve yazdıkları ise gerçekten çok etkileyici. Gazeteci-Yazar dostumuz Osman Güzelgöz dergimize önemli katkılar sunmaya devam ediyor. Şinasi Özsoylu Hocamızla Yayın Editörümüz Hande Aydemir’in gerçekleştirdiği özel röportaja eşlik eden Osman Güzelgöz ayrıca gönül dünyasının zenginliklerini yansıtan çok özel duygularını nefis bir yazı ile bizlerle paylaştı. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü ve yine 8 Mart Dünya Böbrek Günü’nü unutmadık. Kadınlarımız için en hassas oldukları cilt bakımı konusunda güzel bir araştırma yazısı yer alıyor bu sayımızda. Türk Nefroloji Derneği’nin çalışmalarının aktarıldığı yazı da ilgi çekici detaylar içeriyor. >> Atriyal Fibrilasyon Derneği Başkanı Prof. Dr. Erdem DİKER bizi kalbimizin ritimleriyle önemli bir konunun farkında olmaya çağırıyor. Mart sayımızın PORTRESİ Prof. Dr. İhsan Doğramacı oldu. Hekimlik ve Empati kapak dosyamızı HOCABEY’in yaşamından kesitlerin yer aldığı güzel bir çalışma ile taçlandırdığımızı düşünüyoruz. Bu sayımızın haber, kültür-sanat ve sinema sayfalarını da beğeneceğinizi ümit ediyoruz. … Trabzon’dan Prof. Dr. Tevfik Özlü ve İzmir’den Prof. Dr. Sait Eğrilmez Hocalarımız Yayın Danışma Kurulumuza katıldılar. Dergimiz giderek yaygınlaşıyor ve ilgili her kesim tarafından kabul görüyor. Bize ulaşan tebrik, teşekkür, öneri ve desteklerden, gönderilen ileti ve yazılardan bunu görüyor, anlıyor ve hissediyoruz. Emeği geçen herkese, ilgi ve desteğini esirgemeyen sağlığın insanlarına şükranlarımızı sunuyoruz. Dergimize saglikveinsandergisi.com web adresimizden ulaşabilir, her sayımızı pdf formatında indirebilir, inceleyebilirsiniz. Hekimlerimizin ve sağlık çalışanlarımızın 14 Mart Tıp Bayramını kutluyoruz. YAYIN DANIŞMA KURULUMUZ Prof. Dr. Cevdet ERDÖL : TBBM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşleri Komisyonu Başkanı Ankara Milletvekili Prof. Dr. Elif DAĞLI : Sigara ve Sağlık Ulusal Komitesi (SSUK) Başkanı Esra KAZANCIBAŞI ÖZTEKİN : Sağlık Editörü / Yazar / Yayıncı Prof. Dr. Hakan ŞATIROĞLU : Şatıroğlu Sürekli Eğitim Sağlık ve Kültür Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı Prof. Dr. Hasan Fevzi BATIREL : Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Metin DOĞAN : Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Murat TUNCER : Hacettepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Necdet ÜNÜVAR : TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu Üyesi / Adana Milletvekili Prof. Dr. Nesrin DİLBAZ : Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Klinik Şefi Osman GÜZELGÖZ : Sağlık Bakanlığı İletişim Koordinatörü Öznur ÇALIK : TBMM Nüfus ve Kalkınma Grubu Başkanı / Malatya Milletvekili Prof. Dr. Sabahattin AYDIN : Medipol Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sait EĞRİLMEZ : Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Göz Hastalıkları ABD Öğretim Üyesi Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ : Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi, KTÜ Hasta Hakları Uygulama ve Araştırma Merkezi (HAHUM) Müdürü, KTÜ Farabi Hastanesi Başhekimi, Hasta Hakları ve Sağlıklı Yaşam Derneği (HAKSAY) Başkanı, Doç. Dr. Tuncay DELİBAŞI : Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Klinik Şefi Uluslararası Sağlık Federasyonu (USAF) Genel Başkanı İÇİNDEKİLER > sayfa 12 sayfa 4 Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Tıp Eğitimi ve Hekimlik sayfa 16 Hekimlik ve Empati sayfa 18 Prof. Dr. Şinasi ÖZSOYLU: Doktorun Hekim Olması İçin Hikmet Sahibi Olması Lazım! sayfa 38 Hekim Gözüyle Yeryüzünden Notlar sayfa 44 Yaşamın Kıyısında Bir Doktor… sayfa 48 Dayanılması En Kolay Acı, Başkalarının Çektiği Acı Mıdır? sayfa 52 Yaşlanma Karşıtı Önlemler sayfa 56 Kronik Böbrek Hastalığı sayfa 60 Atriyal Fibrilasyon sayfa 72 SAĞLIK&iNSAN Haberleri sayfa 78 SAĞLIK&iNSAN / Kültür-Sanat sayfa 80 SAĞLIK&iNSAN / Sinema Tıp Eğitimi ve Hekimlik > sayfa 32 Yakın Doktor! > sayfa 64 14 Mart Tıp Bayramı Dolayısıyla Hekim ve Hocaların Hocası Olarak Bir Kere Daha Prof. Dr. İhsan DOĞRAMACI 3 Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Tıp Eğitimi ve Hekimlik* 14 Mart 1827’de faaliyete geçen Tıbhane-i Âmire, ülkemizde modern anlamda açılan ilk tıp okuludur. Bu nedenle 14 Mart 1827 tarihi, ülkemizde modern tıp eğitiminin başlangıcı kabul edilmekte ve Tıp Bayramı olarak kutlanmaktadır. Cumhuriyet dönemindeki tıp eğitiminin üniversite düzeyindeki ilk kurumu olan İstanbul Tıp Fakültesi, 1933 yılında kurulmuş olmasına rağmen, mazisi 500 yıl öncesine, Fatih Sultan Mehmet döneminde 1470 yılında kurulan Fatih Darüşşifası’na dayanmaktadır. 1970 yılında fakülte, dönemin Profesörler Kurulu’nca alınan karar gereği, 500. yılını kutlamıştır. Tıp eğitiminin Osmanlı’daki tarihsel serüveni içinde, ihtisas medreselerinin 19. yüzyıla kadar süren etkinliği söz konusudur. İhtisas Medreseleri Anadolu Selçukluları ve beylikler döneminde kurulmuş, Osmanlılarda da klasik medreselerin yanında ihtisas medreseleri anlayışı sürmüştür. 4 Fatih Sultan Mehmed, bugünkü Fatih Camii’nin iki tarafına birer dershaneli dördü kuzey, diğer dördü güney tarafında 8 medreseden ibaret Sekizli Medreseler (Sahn-ı Semân) adı verilen devrin en büyük medreselerini yaptırdı (1463-1470). Güneydeki dört medresenin yanına, bütün hastalıkların tedavisi ve ilaçlarının verilmesinin emredildiği bir darüşşifa (hastane) yapılmıştı. Fatih Darüşşifası’nda 19. yüzyıla kadar yaklaşık 350 yıl tıp eğitimi ve hasta bakımı sürmüştür. Burada yapılan tıp eğitimi, İstanbul Tıp Fakültesi’nin ilk nüvesi olarak kabul edilmektedir. SAĞLIK&İNSAN Osmanlılarda her caminin yanına medrese yapılması geleneği 16. yüzyılda da sürdürülmüş, Kanuni döneminde (1520-1566), ordunun tabip, cerrah ihtiyacını karşılamak için cami yanında 1555 yılında kurulan tıp medresesi ve darüşşifada tıp eğitimi verilmiş, sağlık hizmetleri ırk, dil, din, cinsiyet farkı gözetilmeden sürdürülmüştür. dayanarak kesinleştirilememiş olsa da, diğer medreselerde olduğu gibi burada da kitapla ders geçme esas olduğundan, talebeye verilen kitapları bitirmeye bağlı olduğu düşünülmektedir. Öğrenciler sabahtan öğleye kadar medreselerde iç hazineden verilen kitapları hocalarının plan ve programları doğrultusunda okur, öğleden sonra uygulama için darüşşifaya geçerlerdi. Süleymaniye Tıp Medresesi’nde eğitim süresinin ne kadar olduğu, eldeki kaynak ve belgelere III. Selim (1789-1807), donanmanın hekim ve hasta bakım ihtiyacını karşılamak üzere 18 Şubat 1805’te Kasımpaşa’da Tersâne Tıp Mektebi’ni kurdurmuştur. Alet ve kitaplarının Avrupa’dan getirtilmesine, Avrupa’da tıp öğrenimi görmüş hocaların görevlendirilmesine gayret edilen bu okul, Kabakçı 17 ve 18. yüzyıllarda batının ilim sahasındaki gelişmelere uygun yapılanma ihtiyacı çerçevesinde, medreselerdeki tıp eğitiminin yerini yeni eğitim kurumları almaya başlamıştır. İsyanı (1807) ve Alemdar Vak’ası (1808) gibi karışıklıklar sonrasında faaliyetini durdurmuş, 1822 Kasımpaşa Yangını ile binası da ortadan kalkmıştır. Kısa bir süre yaşamış olan bu kurumun, Türk tıbbının batılılaşma sürecinin dönüm noktasını oluşturduğuna dair kabuller mevcuttur. Batılılaşma çabalarını sürdüren Sultan II. Mahmud da, Yeniçeri Ocağı’nın kapatılmasının ardından modern bir orduya sahip olma hedefinin bir parçası olarak yeni orduya (Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye) nitelikli hekim ve cerrah yetiştirilmesi için Vezneciler’deki Tulumbacılar Konağı’nda bir askeri okul niteliğindeki Tıbhâne-i Âmire’yi kurdurmuştur. 5 SAĞLIK&İNSAN 14 Mart 1827’de faaliyete geçen okul, ülkemizde modern anlamda açılan ilk tıp okuludur. Bu kurum, daha sonra farklı adlar alsa da eğitime aralıksız ve kendisini geliştirerek devam etmiştir. Bu nedenle 14 Mart 1827 tarihi, ülkemizde modern tıp eğitiminin başlangıcı kabul edilmekte ve Tıp Bayramı olarak kutlanmaktadır. Bu okulda üst katta Tıphane, altta ise Cerrahhane öğrencileri ayrı ayrı okurlardı. Tıphane’nin ilk Nazırı (Müdürü) hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’dir. Hekimbaşısı sıfatıyla Sultan II. Mahmud’a bir rapor sunan Mustafa Behçet Efendi, bu raporda okulun asıl amacını şöyle özetlemiştir: Askeri sınıfın hasta ve yaralılarına, savaş ve barış dönemlerinde bakılması, tedavi ve pansumanlarının yeni tıp kurallarına uygun bir şekilde yapılması gerekmektedir. 6 Hâlbuki İstanbul’da bulunan Müslüman hekimlerin pek çoğu eski tıp ile meşgul olmakta ve yeni tıbba dair bilgileri bulunmamaktadır. Gerçek anlamda bir hekimin, hem eski ve hem de yeni tıbba vakıf olması lazımdır. Dolayısıyla hekim, bu iki tıbbın bilgilerinden istifade ile tedavi usulleri geliştirerek hastalarına bakmalıdır. Yeni tıbbın öğrenilmesi, bu alanda maharet sahibi olunması ise, ne suretle olursa olsun, yabancı dil bilmeye bağlıdır. Bu şartlar göz önünde tutularak İstanbul’da müstakil bir “Dârü’tTıbb-ı Âmire”, imparatorluk tıp okulu kurulduğu takdirde, eski ve yeni tıp ilimlerinin öğretilmesi ile birkaç sene zarfında, Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye’de gayrimüslim doktorların istihdamı sona erecek; bilgili ve beceri sahibi Müslüman doktorlar bunların yerini alacaktır. Tıp okulunun gerekliliği bu şekilde vurgulandıktan sonra Mustafa Behçet Efendi, okulun öğretim kadrosu ve ders programı hakkında da bizi bilgilendirmektedir: Öğretim kadrosu bir hoca ve iki muallim/öğretmenden meydana gelecek, bunların yeteri kadar yardımcıları olacaktır. Hocanın mutlaka Müslümanlardan olması gerekir. Muallimler ise mümkün olduğu takdirde Müslüman, bu mümkün değilse gayrimüslimlerden de olabilir. Hoca, öğrencilere gramer, yazım kuralları ve yazı; ecza ve bitkiler ile hastalıkların mümkün mertebe Türkçe ve Arapça isimlerini öğretecektir. Ayrıca boş vakitlerde hoca, öğrencilerin dini bilgilerini geliştirip pekiştirmeleri için ilmihal ve Birgivi Risalesi okutacaktır. Muallimler ise, biri Fransızca ile beraber cerrahlık öğretecek, ameliyatların nasıl yapıldığını gösterecektir. SAĞLIK&İNSAN Diğer öğretmen, lisan bilen kabiliyetli öğrencilere anatomi ve tıbbi temel bilgileri yabancı dilden öğretecektir. Bu öğrencilerden müsait olanlar ameliyatı öğrenmek üzere seçilerek hastaneye gönderilecek, kabiliyeti olanlar cerrah, bunların dışındakiler tabip olarak yetiştirilecektir. Rapor, Tıphane ile Cerrahhane’nin beraber açıldığını ve ayrıca buralarda sadece Müslüman gençlerin bu sahada yetiştirileceğini de göstermektedir. Okul dört sınıftan oluşup, kolaylık ve teşvik olsun diye giriş sınavı yoktur. İsteyenler okul kâtibine adını yazdırarak öğrenci olabilmektedir. Okul yatılı değildir; öğrencilere öğle yemeği ile beraber, her birine aylık yirmi kuruş harçlık verilmektedir. Dersler hasır üstüne diz çökülerek yapılır ve süresi iki saattir. Teşrih kadavra üzerinde değil, modeller üzerinde gösterilir. Sınıf geçme usulü yoktur. Ders esnasında yapılan müzakerelerde öğrencinin başarısı hocalar tarafından ölçülür; konuyu iyece kavradığı ve öğrendiği anlaşılan öğrenciler, hocaları tarafından bir üst sınıfa çıkarılır, boşalan yerlere sırada bekleyenler alınırdı. Böylece dört sınıfın derslerini tamamlayanlar “tabib muavini/ doktor yardımcısı” unvanıyla mezun edilerek ihtiyaç duyulan yerlere gönderilirlerdi. Okul, 11 Mart 1839’da Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i Şâhâne adıyla yeniden açılmış ve 290 öğrencisiyle eğitime başlamıştır. Okul 4 yıllık idadi denilen hazırlık bölümü ile dört yıllık esas tıp eğitiminin yapıldığı yüksek bölümden oluşmaktadır. Fransız İhtilali’nden sonra Avrupa’da geçerli dil olan Fransızca öğretim dili olarak belirlenmiştir. Okulda 1839 yılında bir de eczacı sınıfı açılmıştır. Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhane, 1843 yılında ilk mezunlarını vermiştir. 1848 yılında okulda, ayda bir kez ve taş basması usulü ile bilimsel bir mecmuanın yayınına başlanmıştır. Bu mecmuada Türkiye’deki önemli tıp olaylarından bahsedilmiş ve Avrupa’da yayınlanan tıp dergilerinden yapılmış çevirilere yer verilmiştir. 1848 yılında okuldan mezun olan öğrencilerin artık Avrupa okullarında sınav verecek kadar iyi yetiştiklerine kanaat getirilince Türk, Ermeni, Rum ve Katolik olmak üzere 4 mezun Viyana’ya gönderilerek orada sınav vermişler ve yeterlilikleri belgelenmiştir. Bunun üzerine Avrupa Fakültelerine eşit kabul edilen İstanbul’daki tıp okuluna “Fakülte” unvanı verilmiştir. İstanbul Tıp Fakültesi, kendisini Avrupa fakültelerine eşit kabul edince, yabancı memleketlerde tıp eğitimi almış olarak Türkiye’ye gelen ve Türkiye’de hekimlik yapmak 7 SAĞLIK&İNSAN İstanbul hastanelerinde bir ameliyat isteyenleri imtihan etmek üzere 1849’da “Kolokyum” imtihanı yapmayı kararlaştırmıştır. 1848 yılında çıkan yangında binaları yok olan okul, 1909’da Haydarpaşa’da yapılacak yeni binasına geçinceye kadar birkaç defa yer değiştirmek zorunda kalmıştır. Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şâhâne’de eğitimin Fransızca oluşu nedeniyle Hoca ve öğrencilerin çoğu gayrimüslimlerdendir. Gayrimüslim gençlerin gerek din, gerekse muhit itibariyle Fransızca öğrenmeleri daha kolay olduğu için, özellikle eğitim ilerledikçe Türk öğrenciler dersleri izlemekte güçlük çekiyor, eğitimin bir 8 ölçüde daha hafif olduğu cerrah ve eczacı sınıflarına ayrılmak zorunda kalıyorlardı. 1857’de, eğitimin Türkçe yapılması için öğrenciler tarafından bazı hocaların da destek olduğu bir mücadele başlatılmıştır. Bu mücadele sonucunda 1867 yılında Askeri Tıbbiye’nin bir odasında Türkçe tıp eğitimi veren Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye (Sivil Tıp Okulu) açılmıştır. Bunu yine o sene açılan Sivil Eczacılık Sınıfı takip etmiştir. Eğitim dilinin Türkçeleşmesi ülkenin sağlık alanı ile ilgili önemli bir karardır. Çünkü 1827 yılından, derslerin Türkçe olarak verilmeye başlandığı tarihe kadar, gayrimüslimlerin de okula kabul edilmelerine rağmen, yetişen hekim sayısı 300’ü ancak aşmıştır. Yani mezun sayısı değil memleketin, ordunun bile ihtiyacını karşılamaktan uzaktır. 1870 yılında Askeri Tıp Okulu da eğitim dilini Türkçe olarak kabul etmiş, eğitim dilinin Türkçe olmasıyla birlikte okuldan mezun olan hekim sayısı hızla artmaya başlamıştır. İlerleyen yıllarda, Tıbbiye, bünyesinde yeni ve önemli birimler oluşturmaya devam etmiştir. 1887’de Dâülkelp Tedavihanesi (Kuduz Müessesesi), 1892’de Telkihhane (Çiçek Aşısı Enstitüsü) kurulur. SAĞLIK&İNSAN 1893’te görülen kolera salgını üzerine, ders programına bakteriyoloji dersi eklenir ve Tıbbiye bünyesinde kurulan Bakteriyolojihane’nin başına bizzat Louis Pasteur’ün tavsiyesi ile talebelerinden Dr. Maurice Nicole getirilir. Bilindiği üzere II. Abdülhamid, Tıbbiye-i Şâhane dahiliye muallimi Zoeros Paşa başkanlığında bir heyet görevlendirerek, kuduz aşısının keşfi ardından kurulacak Pasteur Enstitüsü’ne bağışladığı 1.000 altını ve Mecidi Nişanı’nı Pasteur’e göndermiştir. Bu heyet kuduz aşısı hazırlanmasını ve uygulanmasını öğrenerek, döndüklerinde Dâülkelp Tedavihanesi’ni kurmuşlardır. 1898’de Sarayburnu Gülhane Rüştiyesi’ne ait binada Türk Tıbbının gelişmesine büyük katkı sağlayacak olan Gülhane Askeri Tatbikat Mektebi kurulmuştur. II. Meşrutiyet’in ilanı ile 1908 yılında istibdat idaresi sonlandığında, önce Maarif Vekilliği’ne bağlanan Mülki Tıbbiye, daha sonra Darülfünun’a bağlanarak “Fakülte” adını almış ve böyle anılmaya başlanmıştır. 1908 yılında Meşrutiyet’in ilanından sonra sivil ve askeri tıp okulları Haydarpaşa’daki yeni binada birleşince “Tıp Fakültesi” adı, artık her ikisini kapsıyordu. 1909-1910 ders yılı başlangıcında yeni Tıp Fakültesi “Darülfünun-u Osmanî” şubelerinden biri olarak eğitime başlamıştır. Tıp Fakültesi, İstanbul Darülfünunu’nun bir şubesi olunca, artık eski askeri tıp okulunda olduğu gibi tabip olan bir nazır ya da sivil tıp okulunda olduğu gibi hekim olan bir müdür tarafından idare edilme sistemini aşmış oldu. Avrupa tıp fakültelerinde olduğu gibi, İstanbul Tıp Fakültesi de kendi kendisini yönetme yetkisi kazandı. Derslere ve idareye hakim olmak üzere bir Muallimler Meclisi oluşturuldu. Yeni Fakülte’nin ilk reisi Seririyat-ı Hariciye Muallimi Op. Dr. Cemil Paşa (Topuzlu) oldu. Fakülte oluşturulurken “Muallim” ünvanı taşıyan hocalar, “Müderris” ünvanı aldılar. Çünkü muallimlik ünvanı Alman yüksek öğrenim kurumlarında Extra-Ordinarius veya Fransa’da ProfesseurAdjoint ünvanı ile eşdeğer olup, ikinci derecede kalmıştı. Yeni Fakülte’nin oluşturulmasında AngloSakson usulü denilen tıp eğitimi tarzı yeğlenmişti. Bu sistemde öğrenci beş yıl teorik, uygulamalı ve klinik eğitimden sonra, altıncı yılda yalnızca klinikte uygulama dersleri görürlerdi. Birinci Dünya Savaşı sırasında Türk Doktorları 1922 yılı, Tıp Fakültesi tarihinde hanımların ilk kez eğitime katılma hakkını kazandığı yıl olduğundan ayrı bir öneme sahiptir. Bu yıl on kız öğrenci Tıp Fakültesi’ne kabul edilmişlerdir. Bunlardan altı tanesi 1927 yılında mezun olmuş, 1928 yılında stajlarını tamamlayarak hekimlik yapmaya başlamışlardır. 9 SAĞLIK&İNSAN yerine İstanbul Üniversitesi kurulmuştur. İlk Rektör, Tıp Fakültesi iç hastalıkları ordinaryüslerinden Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp’tir (1881-1948), ancak bu görevi sadece 1.8.1933-16.7.1934 tarihleri arasında yürütmüştür. Bu isimlerden Fatma Müfide Kâzım Hanım (Prof. Dr. Müfide Küley), 1929-1933 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi II. Dâhiliye Kliniği’nde ihtisas yapmış, 1942 ile emekli olduğu 1973 yılları arasında iç hastalıkları anabilim dalında öğretim üyesi olarak hizmet vermiştir. 31 Mayıs 1933’te çıkarılan 2252 sayılı İstanbul Darülfünunu’nun İlgasına ve Maarif Vekâletince Yeni Bir Üniversitenin Kurulmasına Dair Kanun ile Üniversite Reformu sürecine girilmiş, aynı yılın 31 Temmuzunda İstanbul Darülfünunu lağvedilip 10 İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden sonra Cumhuriyet döneminde ikinci tıp fakültesi olarak 1945 yılında çıkarılan 4761 sayılı kanunla Ankara Tıp Fakültesi kurulmuştur. Hacettepe Tıp Fakültesi’nin başlangıcı sayılan Çocuk Sağlığı Kürsüsü 2 Şubat 1954 tarihinde Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne bağlı olarak kurulmuştur. Hacettepe Üniversitesi, Çocuk Sağlığı Enstitüsü ve Hastanesi olarak 1957 yılında Hacettepe’de çalışmaya başlamış ve 1958 yılında da eğitim, öğretim, araştırma çalışmalarına ve kamu hizmetine geçmiştir. * Bu yazı İstanbul Tıp Fakültesi Deontoloji ve Tıp Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Fatma Arın NAMAL’ın “İSTANBUL TIP FAKÜLTESİ KISA TARİHÇESİ” isimli makalesinden istifade edilerek hazırlanmıştır. Ayrıca Feyzullah Akben’in editörlüğünde Ajans FA tarafından Sağlık Bakanlığı için hazırlanan “SAĞLIK ORDUSU” eserinden ve bu eserdeki arşiv fotoğraflarından yararlanılmıştır. Kendilerine teşekkür ederiz. SAĞLIK&İNSAN Eğitim sistemlerine baktığımızda ülkemiz tıp fakültelerinde üç farklı sistem uygulanmakta. İlki derslerin kendi içlerinde ayrı ayrı verildiği disipline dayalı klasik eğitim sistemi. Diğer ikisi ise disiplinler arası entegre sistem. TIP EĞİTİMİ VE HEKİMLİK Prof. Dr. Hasan F. BATIREL Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Toplum içerisinde eskiden beri üç önemli zümre vardır; ilmiye sınıfı, yani bilim adamları, askeriye ve adalet mensupları. Bu zümrelere mensup insanlar yaptıkları işin doğası sonucu ayrıcalıklı görülmüşlerdir. Bununla beraber her mesleğin sıradanlaşmaya başladığı yeni düzende, tıp mesleğinin itibarı da düşüyor. Bu sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada, hatta Amerika’da bile geçerli. Göğüs Kalp Damar cerrahisinin öncülerinden John Benfield, “Ah o eski zamanlar” başlığıyla yazdığı makalesinde çok güzel ifade etmiş: “Tıp mesleğini ve göğüs kalp damar cerrahisini karamsarlık kaplamakta. İhtisasa başlayan yeni asistanların eskiler kadar iş ahlakına sahip olmadıkları ifade ediliyor. Göğüs Kalp Damar cerrahisine en zeki ve en parlak tıp öğrencilerini artık çekemiyoruz. 1996 yılında açılan kadrolara 200 başvuru 12 varken, 2007’de başvuru sayısı 96’ya indi. Kadroların % 30’u boş. Doktorların daha az paraya daha çok çalıştıkları inkâr edilemez. Hâlbuki genç avukatlar, ekonomi ve yüksek teknoloji uzmanları çok daha iyi kazanıyorlar. Bu da zeki gençlerin tıp ve göğüs kalp damar cerrahisinden uzaklaşmalarına neden oluyor.” Ülkemizde tıp mesleği hâlâ en parlak öğrencileri çekiyor. Bunu büyük oranda hekimlik mesleğinin nispeten devam eden saygınlığına ve gelirinin ülke standartlarının üzerinde olmasına bağlayabiliriz. Clement Hiebert, 1988’de, Boston’da New England Cerrahi Derneği Başkanı olarak yaptığı konuşmasında, hekimlik ve cerrahlığın yüceliğini aşağıdaki veciz ifadelerle anlatır: “Cerrahide en iyi saklanmış gizem kendini tamamlamaktır, kendini cerrahi sahanın getirdiğinden daha büyük bir şeyin ve getirdiği nimetlerin içerisinde kaybetmelisin. Bir cerrahın hayatının keyfi, iyi bir şeyler yapmaktır, en iyi iş hâlâ orada. Hastalık, acı ve ızdırap düşmanlarımız; el, kafa ve kalbimizle savaşıyoruz.” Peki bizler ülkemizin en iyi öğrencilerine yeterli derecede üstün bir eğitim ve meslek imkanı sunabiliyor muyuz? Cevabı maalesef hayır… Bunun arkasında birçok neden bulunmakta. Öncelikle kurum özellikleriyle başlayalım. İyi bir tıp eğitimi hem verilen sağlık hizmetinin yeterliliği, hem de eğitim tecrübesi açısından en az 20-30 yıllık bir kurumu ve değişime açık bir dinamizmi gerektirir. Oysa ülkemizdeki tıp fakültelerinin büyük bir çoğunluğu son 20 yılda açılmıştır ve öğretim üyesi kadroları nicelik ve nitelik açısından yetersizdir. SAĞLIK&İNSAN Bunun sonucu olarak eğitimin niteliği düşmekte ve sonunda insan hayatını teslim alacak doktorları yetiştiren kurumların eğitimlerinin standardizasyon gereğini ortaya çıkarmaktadır. Ülkemizde bu konuda yapılan akreditasyon çalışmaları ümit vericidir, fakat daha işin çok başındayız. Tıp fakültelerini değerlendirirken bazı unsurları göz önüne almak gerekir: 1. Dönemin ihtiyaçlarına göre yenilenen bir eğitim sistemi ve entegrasyonu sağlanmış bir program, 2. Yeterli öğretim üyesi kadrosu, tıp eğitimi ve hastane alt yapısı, 3. Yüksek nitelikli öğrenci ve öğretim üyesi başına düşen öğrenci sayısının uluslar arası standartta olması, 4. İnsanın kendini geliştirmesini sağlayan genel ortamın bulunması. Ülkemizde tıp fakültelerinin ancak %10’u bu kriterlerin tamamını karşılayabilmektedir. Eğitim sistemlerine baktığımızda ülkemiz tıp fakültelerinde üç farklı sistem uygulanmakta. İlki derslerin kendi içlerinde ayrı ayrı verildiği disipline dayalı klasik eğitim sistemi. Diğer ikisi ise disiplinler arası entegre sistem. Ülkemizde ‘entegre sistem’ olarak adlandırılan ilk sistemde program ağırlıklı olarak (yaklaşık yüzde 50-60) eğitici sunumları (öğretim üyelerinin verdiği dersler) ile yapılır. “Probleme dayalı eğitim” veya “aktif eğitim” olarak adlandırılan ikinci sistemde ise ağırlık, 8-12 kişilik küçük gruplarla yapılan, öğrencilerin daha aktif oldukları ve kendi öğrenme sorumluklarını daha fazla taşıdıkları probleme dayalı öğrenim etkinlikleridir. Ülkemizde daha temel kriterler hakkıyla karşılanamamışken ve eğitim sistemi oturtulamamışken, tıp eğitim teknolojisi çok hızlı bir şekilde ilerliyor. Eskiden 2000 sayfalık, 5 kiloluk kitapları koltuğumuzun altında taşımaya çalışırken, bugün bütün kitapların tablet pc versiyonları var ve istediğimiz bilgiye anında ulaşabilmek gibi bir kolaylık ile karşı karşıyayız. ABD’de asistanların en sık kullandıkları kaynak cep telefonlarından dahi ulaşabildikleri “Up-to-Date”, yani güncel tıp bilgisi web adresi. Poliklinikte orijinal bir hasta gördüğünüzde, dünyada o konuda daha önce herhangi bir yayın yapılıp yapılmadığını anında kontrol edebilme lüksüne sahipsiniz. Ülkemiz bu konuda maalesef çok geriden geliyor. Oysa tıp öğrencilerinin klasik ders ile öğrenme usullerinin 2000’li yılların başında değişmeye başlaması gerekirdi. Derslerde anında internet kullanımı ve öğrencilerin elindeki tablet pc’ler ile bilgiye kolaylıkla ulaşabilmenin yolunun açılması gerekirdi. Öğrencilerin öğretim üyelerinden daha kolay adapte oldukları bir gerçek ve bu süreci hızlandırabilmek için önce eğiticilerin teknolojik evrim geçirmeleri gerekiyor. 13 SAĞLIK&İNSAN Herhalde önümüzdeki beş yıl içerisinde o da olacak. Tüm bu teknolojik gelişmelere rağmen tıp eğitimi aynı zamanda bir kişisel tecrübedir, yani hekimliktir ve size yön verecek örnek bir hocadan meslek öğrenmek sizi gerçek bir hekim yapabilir. Hasta bilgilerini değerlendirme yöntemini, karar verme önceliklerini, tıbbi verileri analiz ederken önemli ile önemsizi ayrıştırmayı, hastanın yanında ayakta duruş, hastaya dokunuş şeklini, muayene tarzını, mesleğinizi icra ederken önceliklerinizi ve iş yapma sırasını, hatta başka insanların tıbbi ve bilimsel gayretlerini; önemli olmasalar bile hep takdirle karşılamayı, sunum yapan bir kişiyi önemsediğini göstermek için mutlaka soru sormak gerektiğini, kitaplardan ve internetten değil, size iyi örnek olacak hocalardan öğrenebilirsiniz. Clement Hiebert hocalığın erdemini, silsile halinde bilginin devredilmesini ve bu devri gerçekleştirmenin keyfini yine o muhteşem konferans konuşmasında çok iyi ifade ediyor. “Biz cerrahi hocaları bir geleneğin muhafızlarıyız. Bilgi bize verilmiştir, biz de onu aktarmalıyız, üzeri temizlenmiş bir şekilde, böylece bulduğumuz yeri daha iyi ve parlak şekilde bırakalım. Gordon Scannell’in cerrah babası yıllar önce benim babama öğretmiş. Gordon bir öğrenci ve asistan olarak bana yardım etti. Benim oğlum Timothy, başka bir alanda, kısa süreliğine Gordon’un 14 tek oğlunun hocalığını yaptı. Üç nesil birbirine öğretiyor! Bir asistanın; bir zamanlar bizim asistanlara öğrettiğimiz ve bir zamanlar Frannie Moore, Dr. Churchill, Leland McKittrick, Goerge Nardi, veya Earle Wilkins tarafından bizlere öğretilen aynı ifadeyi kullanması, öğüdü vermesi ve birinci sene asistanının sorusunu sormasına kulak misafiri olmaktan daha büyük bir keyif olabilir mi? Hekimlik bilgisini aktarmak için harcadığımız zaman, burada olmanın onurunun kirası olarak ödediğimiz şeydir. Taşıdığımız unvanın yerine getirilmesidir; neticede doktor (docere) öğretmek demektir.” Amerikan Mezuniyet Sonrası Tıp Eğitimi Konseyinin (ACGME) hekimlik kriterleri şunlardır; 1. Hasta bakımının düzgün yapılması, 2. Yeterli bir tıbbi bilgiye sahip olunması, 3. İnsanlar arası ve genel iletişim becerilerinin bulunması, 4. Profesyonel bir meslek erbaplığı, 5. Mesleğini icra ettiği sırada öğrenmeye devam etmek yani iş odaklı öğrenme ve ilerleme, 6. Ve hekimlik pratiğinin bir sisteminin olması. Bunları yazmak kolay, fakat gerçekleştirmesi zordur. 14. asırda doğmuş Amasya Darüşşifası hekimi Sabuncuoğlu Şerefeddin’in (1385-1470?) aşağıdaki veciz ifadelerinde ACGME kriterlerini bulmak mümkün. 80 küsur yaşındayken, Türkİslam tarihindeki ilk resimli cerrahi kitabını yazmış olan bu büyük cerrahın, kitabındaki (Cerrahiyetü’l-Haniyye) muhteşem ifadeler aşağıda: “Bu sanat içinde çok türlü mizaçlara tuş olursun (iletişim becerisi) ve müşkil marazlara muttali (tıbbi bilgi) olursun. Bir işi hor görüp adını yavuz etmeyesin (profesyonellik), akibeti mahmud olmayan hastaya el vurmayasın (hasta bakımı), dünyasına tamah edip kendini halk katında aziz iken hor etmeyesin (iş odaklı öğrenme). Elbette rağbetinden ve hırsından insafın artık gerektir (sistem)...” Ülkemizin sınırlı kaynaklarına rağmen en iyiyi arama azminde olan öğrenci ve asistanlarımıza hekimliği öğretmek ve şifa bekleyen hastalarımıza hizmet etmek, hepimiz için dünyanın en gelişmiş ve imkânları en bol yerlerinde olmaktan daha değerli olmalı… SAĞLIK&İNSAN 15 SAĞLIK&İNSAN Hekimlik ve Empati Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Hekimlik insanın insana yardım etme dürtüsünden köken alan bir meslektir. Hekimlik, toplumsal rol paylaşımında üstlendiğimiz sıradan bir görev olarak değerlendirilemez. Diğer bütün meslek sahiplerinden farklı olarak hekim, kendi kişisel hedeflerine ulaşmak için değil; sadece, hastasının yararına ve onun gereksinimini karşılamak üzere çalışır. Hastayla hekim arasında sıradan bir satıcı-müşteri ilişkisi kurulamaz. Hasta karşısında hekim, kendisine veya çalıştığı kuruma ait motivasyonlarla hareket edemez. Kuşkusuz, her hekimin meslek onuruna yakışır bir şekilde kazancının olması hakkıdır. Ama para veya ün kazanmak için hekimlik yapılamaz. Hekim, mesleği gereği, daima hastasını düşünmek, hastasını öncelemek, hastasından yana olmak durumundadır. temel beklentisi, hekimin kendisini dinlemesi ve doğru algılamasıdır. Hastalar hekime gelirken kafalarından pek çok şeyi kurgularlar. Ona neleri anlatıp neleri anlatmaması gerektiğini, hangi sırayla, nasıl anlatmasının uygun olacağını düşünürler. Ancak, çoğu zaman bu plan işe yaramaz. Hekimle karşılaştığı andan itibaren, çoğu hastanın aklı karışır, unutur, heyecanlanır, utanır, adeta dili tutulur. Bu durumdaki bir hekime düşen, sadece hastasının söylediklerini değil, söylemediklerini, söyleyemediklerini de görerek, onu anlamak, adeta yüreğinin sesini duymaktır. Bunu, ancak empati yeteneğiniz varsa yapabilirsiniz. Karşınızdaki kişiyi, kendinize ait değil, onun içinde bulunduğu fiziki ve ruhsal atmosferi dikkate alarak değerlendirmediğiniz sürece, asla doğru algılayamazsınız. Hekim, mesleği gereği hastasının gereksinimlerini, beklentilerini tespit ederek, ona mesleki ve etik kurallar içerisinde cevap vermeye çalışır. Bu durum hekime, karşısındaki hastayı doğru anlama sorumluluğu yükler. Hastaların da en Birçok hastada, hastalığın yol açtığı endişe ve korkular, anksiyete ve depressif duygular, hastalığın kendisinden çok daha önemlidir. Zaten hastayı hekime getiren, hastalıktan çok hastalığın, hasta üzerindeki bu tür etkileridir. 16 Hastanın merakının, korku ve endişelerinin giderilmesi, hastalığın tedavisi gibi hasta için bir ihtiyaçtır. Bu da hastalıkla ve sonuçlarıyla ilgili hastanın merak ettiği, öğrenmek istediği soruların, hekimi tarafından cevaplanmasını gerektirir. Başarılı bir hekim, hastasıyla konuşması sırasında bu tür soruların yanıtlarını –sorular sorulmasa da– vermelidir. Mesleki bilgi ve becerimiz, bizi, her zaman başarılı bir hekim kılmaya yetmeyebilir. Hastasını konuşturamayan, ondan doğru bilgiyi alamayan hekim, uçsuz bucaksız okyanusta nereye kulaç atacağını bilmeyen bir kazazede olmaktan kurtulamaz. Oysa hastalar, bize, ne tarafa yönelmemiz gerektiğini söylerler. Hastalar, hastalığının ne olduğunu kendileri bilmez, ama aslında çoğu zaman onu hekime söylerler. Yeter ki hekim, hastasının sözlerini dikkatle dinlesin ve satır aralarını da okumayı ihmal etmesin. Hastasını empatiyle dinleyen ve doğru iletişim kurabilen hekim, tanı, tedavi ve tıbbi bakım okyanusunda pusulayla yön belirleme lüksüne sahip bir kazazede konumuna çıkmış olur. SAĞLIK&İNSAN Empatik iletişim, sadece hekime yol göstermekle kalmaz, hastanın hekimine güven duymasını sağlayarak, tedaviye uyumunu da belirgin şekilde artırır. Hastanın hekimine güven duyması, tedavi başarısıyla çok yakından ilgilidir. Güven sorunu varlığında, hasta-hekim ilişkisi asla amaçlanan sonucu vermez. Yıllarca hastane hastane, hekim hekim gezen çoğu hastanın aradığı, aslında gönlünde yatan, rüyalarına giren beyaz önlüklü prensi/prensesi bulma arayışıdır. Kendisine zaman ayıran, onu sevecenlikle karşılayan, empatiyle dinleyen, sorularına anlaşılır yanıtlar veren, kafasındaki kuşkularını gideren, kendisine moral verip geleceğe umutla baktıran bir hekim karşısında hastanın bu arayışı sona erer. Hekimine güven duyan hasta tedaviye uyum gösterir. Hasta uyumu, tedavinin, diğer bir anlatımla hekimin başarısının olmazsa olmazlarındandır. Hekimi gerekli/değerli/ önemli kılan hastadır. Hastanın sorununu çözmek, yüzünü güldürmek için hekim olduk. Hasta bizden aradığını bulmuş ve memnun olarak ayrılıyor, başka arayışlara yönelme ihtiyacı duymuyorsa, görevimizi yapmışız demektir. Bunun için, öncelikle hastalarımızı, ihtiyaçlarını, taleplerini, beklentilerini, sorularını, duygularını, korkularını, endişelerini doğru algılamamız ve bunlara uygun/ optimal cevaplar geliştirmemiz gerekiyor. Yıllarca hastane hastane, hekim hekim gezen çoğu hastanın aradığı, aslında gönlünde yatan, rüyalarına giren beyaz önlüklü prensi/prensesi bulma arayışıdır. 17 SAĞLIK&İNSAN Tıp Dünyamızın Duayenlerinden Prof. Dr. Şinasi ÖZSOYLU: Doktorun Hekim Olması İçin Hikmet Sahibi Olması Lazım! Osman GÜZELGÖZ / Hande AYDEMİR 18 SAĞLIK&İNSAN 3. sayımızın kapak dosyasını HEKİM olarak belirledikten sonra konu ile ilgili röportajımızı kiminle yapacağımızı kendi aramızda uzun uzun tartıştık. Bu isim çok tecrübeli, tıp tarihimizde ismi bilinen ve yaşamı ile hekimlik kavramının içini doldurmuş özel birisi olmalı diye düşündük. Elbette bu çerçevenin içine alabileceğimiz birçok isim vardı hekim dünyamızda. Biz hepsi de çok saygıdeğer olan bu isimler arasından Prof. Dr. Şinasi Özsoylu’da karar kıldık. Prof. Özsoylu 1927’de Erzurum’da doğmuş. 1945 yılında girdiği İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni 1951 yılında birincilikle bitirmiş. İhtisasını Hacettepe’de yapmış. Rahmetli Prof. Dr. İhsan Doğramacı Hoca’nın yol arkadaşlarından birisi. Yurt dışında hem eğitimini geliştirmiş hem de farklı dönemlerde çeşitli görevlerde bulunmuş. 1964 yılında doçent, 1969’da profesör olmuş. Prof. Dr. Şinasi Özsoylu ülkemize pediatrik hematoloji alanında yıllarca hizmet etmiş gerçek bir bilim insanı. Öylesine kibar, centilmen, beyefendi bir üslubu ve konuşma tarzı vardı ki hayran olmamak elde değil. Fatih Üniversitesi’nde Şinasi Hocamızla sıcacık bir sohbet gerçekleştirdik. Papyonu, fötr şapkası ve bastonu, naif ve gözlerinin içi gülen tavrı ile zarif, kibar, centilmen bir beyefendi olarak karşıladı bizi. “Hande Hanım isminizle müsemmasınız” diyerek ilk jestini yaptı. Aslında kendisi de isimleriyle müsemma bir kişilikti. 2 saate yakın konuştuk Şinasi Hocamızla. O kadar güzel konuşuyordu ki bir ara soru sormayı bıraktığımızı ve kendimizi hayran hayran onu dinlemeye kaptırdığımızı fark ettik. Doktor, tabip ve hekim kavramlarını çok farklı ve özgün bir bakış açısı ile tanımlıyor Şinasi Hoca. Hekimliği çok önemsiyor, empati ve iyi insan olma gerekliliğinin altını belirgin olarak çiziyor. Mart sayımızın kapak dosyasını HEKİM olarak belirledik. Hekim deyince duayen isimlerden birisi olarak siz akla geliyorsunuz. Bu nedenle kapınızı çaldık. Öncelikle kabul buyurduğunuz için teşekkür ederiz Hocam. Siz, 1927 yılında Erzurum’da doğmuşsunuz. Öncelikle soralım, niye Erzurum’da doğdunuz? Yani bir memur çocuğu olarak mı? Erzurum’un yerlisi olarak mı? Nasıl bir ailede doğdunuz? Kimler vardı ailede siz 1927’de doğduğunuzda? - Efendim, teşekkür ederim, zahmet edip bana geldiniz, iltifat ettiniz. Arkadaşların arasında çok daha bu işleri iyi yapabilecek kimseler olabilir, ama ben de elimden geldiğince iyi bir örnek olmaya çalışacağım. Doğrusu doğmam benim elinde değildi, rahmetli anam ve babam Erzurum’da bulunuyorlardı, zaten Erzurumlu bir aile. Erzurum’da babam memur, annem ev hanımı ve orada evlenmişler, ben ailenin 3. çocuğu olarak doğmuşum. Sonra babamın memuriyeti dolayısıyla Erzurum’dan Karaköse’ye, Kars’a, Kars’tan Çıldır’a, Çıldır’dan Tarsus’a gelmişiz. Tabii ailemiz oldukça geniş bir aile, 4 çocuk, ana-baba, o günün şartlarında çok güç olabiliyor, anama, babama şükran borçluyum, nur içinde yatsınlar, bizim için her şeyi yapmak için uğraştılar. Anama ve babama borcumu ödeyemeyeceğim gibi devletime de borcumu ödeyemem, Allah devletten razı olsun. Çünkü benim okumam devletimin sayesinde oldu. Adana Lisesi’nde devlet beni parasız yatılı okuttu, tıp fakültesinde de devlet beni bütün ihtiyaçlarımı karşılayarak doktor olmama büyük yardımı oldu. Kaç yaşına kadar Erzurum’da kalmıştınız Hocam? - 3 yaşında ben Erzurum’dan çıkmışım. Fakat tıp fakültesinde öğrenciyken eksternal olarak Erzurum’a gittim ve orada 2,5 ay hastanede yattım kalktım ve çalıştım. Birazcık dışarı çıkmak fırsatım oldu ama büyük zamanım hastanede hastalarla geçti ve ondan da çok şey öğrendim, çok da memnunum. 3 yaşında çıkan bir insanın yalnız anası Erzurumlu, Babası Erzurumlu, doğum yeri Erzurumlu olunca ben Erzurumluyum; ama Erzurum’un inceliklerini maalesef bilemiyorum. Keşke ben de bir Dadaş olabilsem, yani hoşgörülü, yardımsever bir insan olabilsem, bunlar güzel tarafları olur. Biz alışkanlıklarımıza göre doktor, tabip ve hekim gibi kavramları kullanıyoruz. Bu kavramları nasıl değerlendirmeliyiz? Doktor nedir, hekim kimdir? - Efendim, tıp fakültesinden mezun olan herkes ve PCT’si olan herkes doktordur kelimenin anlamıyla. Fakat doktorun, hekim olması için hikmet sahibi olması lazım. Hikmet, çok ayrı bir husustur. Yani yalnız bilgili olmak doktor olmaya yeter, fakat hastaya ve insanlığa, topluma yardımcı olabilmesi için insanın hikmet sahibi olması lazım. 19 SAĞLIK&İNSAN Kendini düşünmekten daha çok insanın ve toplumun değerlerini yüceltmek, yani daha çok hastasını yüceltmeye yardım etmesi gerek. Yani salt bilgiyle mezun olana doktor diyoruz... Hekim kavramında bazı şeyleri ilk defa tıp fakültesinin o zaman stajyer denen, şimdi intörn denen safhasında 14 Ağustos 1950 senesinde düşünmüşüm ve bir yere kaydetmişim. Demişim ki hekim; sevgi dolu, saygılı, temiz, insanları seven, vefalı, iyilik yapmaktan haz duyan ve örnek olmaktan mutluluk hisseden, yardım edebildiği kadar bu işin hazına varabilen insan olmalı. Tababet biraz daha sanatın icrası ile ilgili o zaman. Bu icranın biçimi ile ilgili daha çok öyle mi? Yalnız kendini düşünmemeli, toplumu düşünmeli, topluma yardım etmekten büyük haz almalı diye düşünmüşüm. Sonra ona bazı şeyler daha kattım, burada da sevgi, saygı yanında, bana öyle geldi ki hekim, araştırıcı olmalı, bildiklerinden şüphe etmeli ve ahde vefayı, büyüklerine ve memleketine hizmet etmeyi seven ve bununla mutlu olan insan olmalı gibi geldi bana. Tabip kavramı doktorla mı, hekimle mi eşleştirilmeli Hocam? - Efendim, tabip esasında iki anlama da gelir. Tabip dedikleri zaman, hikmeti olmasa dahi bir doktordan ayrı, yani mezun olan kimsenin anlamının dışında tababeti icra ederken davranışlarını kontrol eden kimse olarak düşünülmesi gerekir bana göre. 20 - Dememiz lazım diye düşünüyorum. - Tabip ve hekim sorumluluklarının idrakinde olan, vefalı olan, iyilik yapmayı seven insan olmalı. Bunun üzerinde şunun için durmak istiyorum: Birkaç yıl evveldi, eve giderken radyoyu açtım, radyoda dinlediğim bir türkü bunları bana bir kere daha düşündürdü. Türküde şöyle diyordu: “Hastane önünde incir ağacı, doktor bulamadı bana ilacı, (bundan sonrası çok acı) başhekim geliyor zehirden acı.” Şimdi böyle hasta psikolojini düşünün ve bu türküyü söyleyen insanı düşünün. Bunu düşündürtmenin ve söyletmenin hekimlikle ilgilisi yok. Hekim, her zaman hastasına ümit veren, çok defa yardım eden, bazen de şifa verebilen insandır. Yani her zaman şifa veremeyebilir, ama yardım etmeye hep açık olmalı, ama en önemlisi her zaman hastaya ümit vermelidir. Şu kavramı bütün meslektaşlarımla beraber düşünmek isterim: Doğrucu olacağım diye bize güvenen ve tutunmaya çalışan insanın ümitlerini kırmamaya çalışmalıyız, en kötü haberi dahi mümkün olduğu kadar onu hayata bağlayacak şekilde vermeliyiz. Hekim çok dikkat etmeli, hastasıyla konuşurken çok dikkat etmeli. Hekim, al şu reçeteyi git diyen insan olmamalı, onu açıklamalı, onu nasıl kullanacağını, ne kadar kullanacağını, sıkıntıları olduğu zaman ne yapacağını çok iyi açıklayan ve bu yaptığı işten bir huzur duyan insan olmalı. Hekim kötü haberi veya gelişmeyi nasıl vermeli, cümlelerini nasıl seçmeli ya da nasıl davranmalı? - Bir hastanın bugünkü imkânlarla şifa bulmayacak hastalığı olabilir. Buna senin hastalığın iyi olmaz demek yerine, daha uzun süre sizinle uğraşmamız gerekebileceğini bilmenizi isteriz, ama hiç ümidinizi kesmeyiniz, size yardım etmeye ben her zaman hazırım ve imkânlarımızı sonuna kadar kullanacağım. Düşünün sizden daha kötü olanları hatırlayın ve bugünkü şartlara şükredin dersem, hastaya sahip çıktığımı, onu takip edeceğimi, onunla hemdert olacağımı söylüyor, fakat onu ümitsiz bırakmıyorum. Bu söyleyiş tarzı çok önemli, çünkü hasta sizden bir şey bekliyor, ümit bekliyor; siz ümitlerini kırarsanız çok kötü bir şey yaparsanız. Kaldı ki, bilgilerimiz her gün değişiyor ve tıp çok büyük bir hızla ilerliyor, eski yıllardan çok hızlı gidiyor. 1986’dan bu yana her 5 yılda bir bildiklerimizin yüzde 50’si değişiyor. Bu demektir ki, bizim bildiklerimizin temeli çok sağlam değil, aksi halde yüzde 50’si değişemezdi. SAĞLIK&İNSAN olacağını erkenden hissettim. Öğrenciyken de gördüğüm hastalara yardım elimi uzatmak için uğraştım. Türkiye’de 1945’te kaç tane tıp fakültesi vardı? - O sene 2 tane vardı, birisi Ankara’da yeni açılmıştı, zaten İstanbul’da daha uzun süreden beri vardı. Bu kadar sağlam olmayan temeller üzerinde kati konuşmak yerine, ümit veren ve yardımcı olmaya heveslenen hekimin, hastasına çok daha yardımcı olabileceğini düşünüyorum. Bu yalan söylemek değildir. Aynı rahatsızlığı veya aynı durumu açıklarken daha insani davranılması, yani bir hekime yakışır şekilde konuşulmasının çok uygun olacağı kanısındayım. Sizin hekimliğinizi tercih etmenizde etkili olan özel bir durum veya husus var mı? Hekimlerle ilgili herhangi bir olumsuzluk yaşadınız mı? Anneniz, kardeşleriniz ya da çevrenizde sizi etkileyen bir şey oldu mu? - Efendim, çocukluğumda ben hekim olmak istemişim. Rahmetli anamın söylediğine göre 3 yaşından itibaren doktor olacağımı söylüyormuşum. Nereden geliyor bilmiyorum. Fakat doktorların iyi insan olması kafamda hep vardı. İlkokula Çıldır’da gittim, bir doktor bey vardı, temiz, iyi bir insan ve benim için farklı bir insandı, giyinişinde, davranışında iyi bir insan intibaı veriyordu, daha sonra ortaokulda ve lisede fazla bir yaklaşım göremedim. Ama fakülteye girerken muayenemin yapılması için hastaneye günlerce gidip geldikten sonra, orada muayene edemeyeceğini ve benim bu işimi zamanında bitiremeyeceğimi anlayıp bir doktor muayenehanesine gittiğim zaman da böyle bir doktor olmaktansa olmamam daha iyidir diye düşündüğüm olmuştu. Yani Tıp Fakültesine kayıt yaptırmak için hastaneye gittiniz. Doktor orada muayenenizi bitirmedi ve muayenehanesine gitmek zorunda kaldınız. Sene 1945 miydi? - Evet, 1945’te oluyor. Sonra tıp fakültesine gittiğim zaman farklı bir durumun olduğunu gördüm. Yalnız bilginin değil davranışın çok önemli O yıllarda hekim olmak adına ilk adımları atarken okuldan, hocalarınızdan aldığınız temel fikir neydi? Hemen ilk aklınıza ne gelir mesela bu konuda? Hocalarımızın büyük çoğunluğu iyi örnekler ve bize “olgun başak dik durmaz” der, tevazuu işaret ederlerdi. Hep tevazuun esas olduğunu söylerlerdi. Tıp eğitimi nasıldı Hocam? O günkü şartlar çok farklı; 1933’te üniversite devrimi yapıldı ama en önemli atılım kanımca rahmetli İhsan Doğramacı’nın Hacettepe’yi kurmasıyla oldu. Ben oranın ilk 3 asistanından biriydim. Rahmetli Doğramacı Hoca Bey, o güne kadar olan yaklaşımı değiştirmek için çok büyük gayret harcadı. Gariptir ki durumdan memnun olmayan diğer hocalarımız da şikâyet eder, fakat bunları kendileri bir seviyeye geldikten sonra düzeltmeye uğraşmazlardı. Rahmetli Hoca Bey bu iş için çok büyük gayret harcadı ve bizlere yaptığı yardım inanılmaz değişikliklere sebep oldu. 21 SAĞLIK&İNSAN O zamana kadar İhtisas’ta volanter vardı, süresi sayılmaz, para almazdı. Volanter denenler gelir bütün işleri yaparlar, fakat para almaz ve müddetleri sayılmazdı. O zaman tıp fakültesinde öğrenci yoktu. İhsan Doğramacı Çocuk Hastanesi o zamanki ismiyle, Hacettepe Çocuk Hastanesi’nde yoktu. Biz yalnız asistan olarak orada bulunuyorduk. Bir kısım asistanlar o zamana kadar müddetleri sayılır, fakat para almazlardı. Üçüncü grup da çok az olmak üzere asli olurlar, birkaç ay için maaş alabilirler ve süreleri de sayılır. hocalarındı; asistanlar hocaya yardım için bulunurlar, fakat hocanın dediğini yaparlardı. İhsan Bey ilk defa hasta hekiminindir, hocanın değildir’i getirdi. Çok büyük bir değişiklik yaptı, birdenbire hepimize sorumluk verilmiş oldu. Dolayısıyla kendimize çeki düzen vermeye çalıştık. Laboratuvara girip çalışmamız isteniyordu, bu bizim için çok büyük bir avantajdı. Asistanlar hocaya hizmet eden durumdan birdenbire hastaya hizmet eden ve ona karşı sorumlu olan duruma gelince hepimiz çok daha gayret edip çok daha zevkle çalışmaya başladık. Sonra İhsan Bey rahmetli bunu hemen değiştirdi, volanterlik yok, herkes maaş alacak dedi. Ayrıca maddiyatın yanında daha önemli bir şey vardı yaptığı! O zamana kadar hastanedeki hastalar Hekimler hastalarına çok iyi davranmak zorundaydılar. Burada zaten yönetim değişmiş ve güler yüzlü olmuştu, araştırmaya önem verilmişti. Çok şanslıyım ki Hoca Beyin yanında asistanlığa 22 girdim. Ve bütün arkadaşlarıma çok bağlıyım, seviyorum hepsini. Çok çalıştılar ama bu çalışmanın sonucunda hepsi çok başarılı oldular. Bu sorumluluk onları çok daha dikkatli olmaya sevk etti. O zaman da aranızda hekimler arasında bir rekabet var mıydı? Hastaya hangimiz daha önce bakacağız, hangi vakayı alacağız gibi durumlarla karşılaştınız mı? - Efendim, şöyleydi: Birbirimizle rakip değil birbirimizi tamamlayıcıydık. Bireysellik yoktu takım vardı. Büyük oyuncu değil, büyük takım olmamız isteniyordu. Büyük takım olmak için de herkes birbirinin açığını kapatmak, herkes birbirine yardım etmek ihtiyacını hissediyordu, hatta mecburiyetini hissediyordu. SAĞLIK&İNSAN Bugün hekimler arası rekabette durumu nasıl görüyorsunuz Hocam? - Doğrusu rekabet şimdi biraz farklı tarafa gitti gibi geliyor bana. O zaman İhsan Bey’in kurduğu sistemde büyük doktor yoktu, büyük takım vardı ve buna çok dikkat ediliyordu. Hemşire hanımların yaklaşımı fevkalade olumluydu. Büyük bir gayret, büyük bir özveri vardı; bu özveri ve bu büyük takım hareketi her safhasında hastaya aksettiriliyordu. Hasta seviliyor, hastaya güler yüz gösteriliyor, hasta ailesiyle birlikte ele alınarak ona yardım edilmeye çalışılıyor ve benim bildiğime göre dünyada ilk defa aileyle birlikte hasta ele alınıyordu. Yani bizim hastanın ailesine gittiğimiz oluyordu, evdeki durumu görmeye çalışıyorduk ve onların ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyorduk. Böylece hasta hastaneye yattığı zamandan sonra eve gittiği zaman hangi ortama gideceğini biliyor ve buna göre de tedbirler almaya çalışıyorduk. Bu, çok önemli bir şeydi. Zaten Hoca Bey’in kurduğu sistemde Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hastanesi denmişti. Bu, Türkiye’de ve dünyada ilkti. Daha önce hep pediatri, yani çocuk hastalıkları konuşuluyordu, hâlbuki burada çocuk sağlığı ve hastalıkları oldu. Çocuk sağlığı olunca tabii koruyucu hekimlik çok önem kazandı. Bunun yerine getirilebilmesi için aile, çevre ve toplum dikkate alınmaya başlandı ve aşılanmalara çok büyük önem verildi. Hocam şu hastaların evlerine gitme konusuna tekrar dönelim mi? Bir anımı sizinle paylaşmak isterim. Bir yüzbaşının kızı hastaneye getirildi. Amerikalı bir doktor vardı, Doktor Klingberg, bir profesördü. Ben, bu 9 yaşındaki kız çocuğuna tüberküloz florit tanısı koydum. Dr. Klingberg bana bu hasta tüberkülozu nereden aldı diye sordu. Ben de bilmiyorum dedim. Evine gidip araştırmayacak mısın dedi. Ben de hemen adreslerini istedim ve evine gittim. Yanımda hemşire hanım vardı, iyi ki o hemşire hanım vardı, çünkü ben eve girdim, anneyi, babayı muayene ettim, tam dışarıya çıkıyordum ki o sırada emir eri vardı, emir eri içeri girdi, yabancı olan hemşire bana bunu da muayene etmeyecek misin diye sordu. Ben dedim ki, o bu ailenin içinden değil ki. Ama bak ailenin içine giriyor deyince birdenbire düşüncem değişti ve o askeri muayene ettiğim zaman akciğerlerinde problem olduğunu anladım. Kendisine bir kâğıt yazarak Gülhane Hastanesi’ne gitmesini önerdim. Böylece çevresiyle birlikte hastayı değerlendirmek başlamıştı ve benim için bu çok değişik, gördüklerimin dışında bir yaklaşımdı, son derece etkilenmiştim. Aksi halde ben emir erini muayene etmeyecektim. Aile de tüberkülozla devamlı karşılaşacak ve en önemlisi emir eri tüberküloz olduğunu bilmediği için tedavisi gene yapılmayacaktı, o da arkadaşlarına da bulaştıracaktı. Fakültede öğrenciyken ben hasta olsam yanıma gelen hekim nasıl olmalı diye düşünmüştüm. Demiştim ki bir kere temiz olmalı, sonra giyimi kuşamı bir hekime yakışır olmalı, benim ona güven duymam gerektiği için bunu düşünmüştüm. Onun bilgisi kadar davranışları da benim için çok önemli demiştim, hatta belki davranışlarını daha ön sıraya koymuştum. Sonra eğer bir şey parayla ölçülecek olursa, yardım etmenin bir parası olamaz. Öyleyse para ile ölçüye gittiğiniz zaman insani hükümler ve diğer kıymet hükümleri alt üst olabilir. Uzun yaşamım sırasında aç kalmış hekim görmedim. Hırslı hekim olmanın propagandasını yapmanın da doğru olmadığını düşünüyorum. 23 SAĞLIK&İNSAN 1945’te siz tıp fakültesine başladığınızda Türkiye’de toplum nazarında nasıl bir hekim intibaı ve itibarı vardı? Bugün 2012’deyiz, nasıl bir doktor intibaı ya da itibarı var? - Efendim, ben burada itibarı sağlayanın hekimin kendisinin olduğuna inanıyorum. Meslektaşlarımızın davranışı çok önemli. 1951’de mezun olup Van’ın Başkale’sine gittiğim zaman 48-50 yaşlarında, yani benim iki misli büyüklüğümdeki bir erkek hasta benim ilk hastamdı. Ayakta duruyor ve koyduğum iskemleye buyurun oturun dediğim zaman estağfurullah deyip oturmuyordu. Bir hekimin karşında oturmanın saygısızlık olacağını düşünüyordu. İki-üç defa tekrarladım, gene estağfurullah deyince kolundan tutum, rica ettim oturttum. Zaten devlet memurluğunda gelen kimselerin böyle oturtulması düşünülmüyordu. Meslektaşlarımın şikâyet yerine problemi çözmek için ne yapmamız gerektiğini düşünmelerini öneririm. Hayatta uzun yaşamım sırasında bir şey dikkatimi çekti, şikâyet etmek hiçbir şeyi değiştirmez. Şikâyet etmek yerine şükretmek ve şükürle beraber tedbir düşünmek çok uygun olur, aksi halde hep şikâyet eder dururuz. Özellikle hekimlikte hiç uygun değildir; çünkü biz şikâyet eden değil şikâyetleri gideren, şikâyetlere derman olmak zorunda olan ve bunu yaparken büyük bir haz duyan, büyük mutluluk duyan insanlar olmak zorundayız; hekim sıradan bir insan değildir. 24 Doktorlarımız geçmişten bugüne fırsat buldukça yurt dışına gidiyorlar. Siz de gitmişsiniz. Avrupa ve Amerika’daki tıp eğitimi daha mı ileride bizden? Ne eksiğimiz var bizim? Müsaade buyurursanız, önce eğitim nedir, bilgilendirme nedir bunu bir ayıralım. Ben çok bilgili olabilirim, mesela sigaranın moleküler seviyede bütün zararlarını bilebilirim, araştırma da yapabilirim ve bunları herkese öğretebilirim, bu sırada elimde sigara varsa ben alim, fakat eğitimsizim. Eğitim davranışları düzeltiyor, bilgi bize birtakım şeyleri ezberletiyor. Zannediyorum ki eğitim için farklı davranışların örnekleri olmak zorundayız. Burada da şikâyet etmek yerine örnek olmak lazım. Şimdi acaba niçin gidiliyorun sebebini hem düşünüyorum hem de içimde son yıllarda bir sevinç var. Sevinç şu: Türk ismini daha çok yabancı dergilerde görüyorum. 2012 benim için çok farklı, çünkü çok beğenilen Blood Dergisi’nde şu 3 ay içerisinde 5 Türk ismi gördüm. Bu dergide yıllarca bir Türk ismi arayıp dururken şimdi 3 ay içerisinde 5 isim gördüm. Çok daha önemlisi, bunlardan bir tanesine Blood Dergisi’nden “editorial” yazması istenmiş. Bu da artık bazı şeylerde Türk tıbbının kabuğunu kırdığının işareti. Ama bunun böyle tek tek şahıslarla değil daha fazla müesseselerle olmasını diliyorum. Öyle görünüyor ki çok kısa süre zarfında bir Türk bilim adamının tıp sahasında Nobel alması çok güzel bir şey olacak. Ben bunu bekliyorum ve çok da uzak olmadığına inanıyorum. Bence öğrenciler daha farklı yaklaşımları ve daha farklı araştırmaları yapabilmek için dışarıya gitmeyi arzu ediyorlar. Tıp fakültelerimizin üzülmesini istemem, gayret ediyorlar kendilerince. Fakat emekli olduğumdan 17 yıl sonra bile hâlâ çok tanınmış tıp fakültelerinin öğrencilerinin not almadan, kredi almadan her Cumartesi sabah 8’de bana geliyor olmaları düşünülmeye değer. Niçin geliyorlar her konunun çok daha büyük bir ustası olduğu halde? Bir ihtiyaç hissettiklerinin işareti olabilir diye düşünüyorum. SAĞLIK&İNSAN Bu işareti alan öğrencinin dışarıdaki imkanları da denemesi normal gibi geliyor. Gitmelerini, görgülerini ve eğitimlerini artırmalarını uygun görüyorum, fakat gittikten sonra tekrar ülkeye dönerek orada gördükleri iyi şeyleri buraya nakletmelerini de canı gönülden diliyorum. Siz de yurt dışına gittiniz. Neler kattınız kendi bilginize, birikiminize yurt dışında? - Efendim, ben Hoca Bey’in yanında benim formasyonumda çok etkin olan Doktor Klingberg, Doktor Wray, Burhan Say ve Şeref Bey’in büyük katkılarını gördüm. Fakat yurt dışına gitmem de ufkumu açtı. Hoş görürseniz bir anımı nakletmek isterim. Washington Üniversitesi’nin San Luis Çocuk Hastanesi’nde çalıştığım günlerde hastanede yatıp kalkıyordum. Bir sabah kalktım, burası özel bir üniversitenin hastanesi, bir baktım çok temiz olan hastanedeki temizlik biraz daha farklı yapılıyor. Şaşırdım ve yönetici olan hanıma bugün bir fevkaladelik var ne oluyor dedim. Dedi ki belediye başkanı gelecek. Benim 1959’daki konseptim demokrasilerde hiç kimsenin üstünlüğü yoktur gibisindendi. Kendisine, biz özel üniversiteyiz, belediye başkanının gelmesi bizi ilgilendirmez diyecek oldum ve orada ilk dersimi aldım. Bu hanım bana, “Belediye başkanı seçilmiş bir insandır ve hepimiz ona saygılı olmalıyız” demişti. O zaman demokrasideki noksanlığımın açığını gördüm. Bundan sonra diğer görgümü etkileyen faktörler oldu, fakat esas hadise oradaki dayanışmayı, çalışmanın hızını ve araştırmaya verilen önemi görmemle oldu. Bunlar beni yalnız reçete yazan, yalnız hastayı muayene eden, yalnız hastasına iyi davranan ve tolore eden, yardım eden kimsenin ötesinde farklı bir şekilde tıbbın akışına yön veren kimse olmam gerektiğini işaret etti. Bu bakımdan dışarıya gitmemin çok etkisi olduğunu düşünüyorum. Şimdi doktorlarımız genellikle çok çalıştıklarını, mesai sürelerinin fazla olduğunu, ailelerine de yeterli zamanı ayıramadıklarını düşünüyor ve söylüyorlar. Bu öncesinden de böyle miydi? Siz ailenize nasıl vakit ayırırdınız? Eşiniz şikâyet eder miydi çok çalışmanızdan dolayı? - Doktorluk ayrı bir hadisedir. Doktor sıradan insan değildir, pardon, hekim sıradan bir insan değildir. Hekimlikte aslolan, hastanın iyileşmesi, hastanın düzelmesi, hastanın rahatıdır. Yani hekimin öznesi hastasıdır. Bizim zamanımızda Hacettepe’de, gece saat 2’den evvel hiçbir asistan nöbetçi olsun olmasın yatağına gitmiyor, sabahleyin 7’de de röntgen toplantısına yetişiyordu. Ve kimse de şikâyet etmiyordu. Çünkü herkes yaptığından dolayı gurur duyuyor, başarısından dolayı çok memnun oluyordu. Hekim sıradan bir insan olmadığı için, hikmet sahibi olması gerektiği için çalışmanın çok büyük değerini hemen fark eder ve çalışmak çalışmak çalışmak der. Burada aileyi ihmal değil ama zamanın büyük çoğunluğunu hastasına ayırır ve bundan şikayet etmez. Çünkü bu onun hazzıdır, huzurudur ve bu da onun farklılığıdır, hekim olmanın farklılığıdır. Siz de çok hatta çok kavramının da ötesinde çalışan bir kişi olarak biliniyorsunuz. Anneniz size “senin üzerine güneş doğmasın” demiş. Doğmadı mı gerçekten sizin üzerine güneş? - Efendim, rahmetli anama ve devletime çok şey borçluyum ve borcumu ödeyemem. Rahmetli anam okumamıştı, fakat asla cahil değildi, çok iyi düşünüyor, çok iyi önerilerde bulunuyordu. Bana da önerileri vardı, halen yazılı, hatırıma geldikçe yazıyorum, çok farklı şeyler söylüyordu. Bunlardan bir tanesi de söylediğiniz gibi, “Şinasi, üstüne güneş doğmasın evladım!” diyordu. Buradan neler kastettiğini çok iyi anlıyorum. Kendisi de çalışkan bir insandı fakat benim çok çalışmamın, daha iyi bir insan olmam için esas olduğunu düşünüyordu. Eşime de şükran borçluyum, ben gece 11’e kadar hastanede profesör olduğum zamanlarda da çalışıyordum ve şikâyet etmiyordum. Çocuklarıma da çok müteşekkirim, çünkü onlara sevgimi gösteriyor, fakat vaktimi veremiyordum, ama onlar da bütün bundan memnundular. Ben hepsine müteşekkirim. 25 SAĞLIK&İNSAN olmalı diye düşünmüştüm. Demiştim ki bir kere temiz olmalı, sonra giyimi kuşamı bir hekime yakışır olmalı, benim ona güven duymam gerektiği için bunu düşünmüştüm. Onun bilgisi kadar davranışları benim için çok önemli demiştim, hatta belki davranışlarını daha ön sıraya koymuştum. Sonra eğer bir şey parayla ölçülecek olursa, yardım etmenin bir parası olamaz. Öyleyse para ile ölçüye gittiğiniz zaman insani hükümler ve diğer kıymet hükümleri alt üst olabilir. Uzun yaşamım sırasında aç kalmış hekim görmedim. Hırslı hekim olmanın propagandasını yapmanın da doğru olmadığını düşünüyorum. Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Hematoloji Onkoloji Eğitim Araştırma Hastanesi Kök Hücre Laboratuvarı KİT Ünitesinin 6 Ocak 2010 tarihinde yapılan açılış töreninde hastane Başhekimi Prof. Dr. Bahattin TUNÇ ve hastane çalışanları ile birlikte... Anadolu’da daha çok maddi imkânsızlık içinde olan aileler, eğer çocuklarını okutma imkânları olursa en iyi parayı kazanan mesleği edinmelerini istiyorlar. Bundan dolayı da doktorluk en iyi paranın kazanıldığı meslek olarak biliniyor. Bunu da değerlendirerek, doktorun, hekimin maddiyatla, para ile ilişkisi nasıl olmalı? Yani ailelerin bunu böyle görmesi onlar için doğal olabilir, sosyolojik bir realite olabilir. Ama bunun devamında doktor bunu içselleştirip benim mesleğimin gereği çok para 26 kazanmaktır demeli mi? Bu maddiyat doktorun, tabibin veya hekimin neresinde durmalı? Para ve hekim kavramı üzerinde biraz duralım mı Hocam? - Efendim, bu çok önemli bir sorun ve buradan rahatsız olmadan kendimizi kritize etmeye çalışmalıyız. Başkasına çuvaldızı batırmadan iğneyi kendimize batırmamız lazım. Biz hekim de olsak hasta oluyoruz. Fakültede öğrenciyken ben hasta olsam yanıma gelen hekim nasıl İnsanca yaşamak için şükretmeyi bilirsek imkânlarımız çok kötü değil. Ama biz hekim olarak nereye ağırlık vermemiz gerektiğini düşünmek zorundayız. Bir yazısı çıkan, bir araştırması yayınlanan bir hekimin hissettiği hazzı parayla ölçmek mümkün değildir. Öyleyse para gereklidir, ama her şey değildir. Paranın miktarının sonu yoktur, insanlar şükretmeyi bilirlerse huzur içerisinde olabilirler. Hekimler bu hususta en çok şükretmeyi bilmeleri gereken bir grup. Her şeyin bir bedeli var diye düşünecek olursak, o zaman mutlu olmamız mümkün olmaz, o zaman açgözlülüğümüz dolayısıyla hep aç hissederiz. Onun için ben ölçüyü herkesin kendisine göre ayarlamasını düşünüyorum. Ama önerim, mutluluğu sırf parada değil başka yerde aramalarıdır. SAĞLIK&İNSAN Hocam siz giyim kuşam da çok önemli dediniz. Bizim yaş grubumuz belki de papyon nedir bilmiyor ya da görmüyor. Varsa da çok da çok nadir görüyoruz. Siz kravat yerine neden papyon tercih ediyorsunuz? - Efendim, ben fakültedeyken papyonu takmaya başlamıştık. Çocuk hekimi olduktan sonra çocuklar boyun bağını, kravatı elleriyle tutup çekiyorlardı. Onun için papyon daha iyi olabilir diye düşündüm. Fakat en çok etkileyen de Doktor Klingberg’in papyon takmasıydı. Özdeşleştirdim kendimi onunla, onun gibi verici, onun gibi farklı olmak istedim. Bu hususta ben şanslıydım, iyi insanlarla, iyi hekimlerle karşılaştım. Doktor Klingberg ben başasistanken; –ki hastanenin ilk başasistanıyım Hacettepe’nin– bana, Şinasi dedi, beni 24 saat ihtiyacın olduğu anda çağırabilirsin, ben “full time”mım dedi. Ben zaten full time lafını ilk defa Hoca Beyden duydum ve Hacettepe’de duydum. Doktor Klingberg bana dedi ki, Perşembe günleri akşam 19.30’la 21.00 arasında kiliseye gidiyorum, mümkün olursa oradan çağırma, ama çok mecbur kalırsan oradan da çağır, ama bunun dışında 24 saat beni çağırabilirsin, ben çünkü full time’mım dedi, yani tam günüm. Bunların yardımlarından bir misal daha vermek isterim. Doktor Wray geceleri en çok çağırdığımız insanlardandı. Bir Mayıs sabahı kendisini saat 3’de ensefolapati olan bir bebek, 11 aylık bir bebek için çağırdım. Geldi, beraber hastayı gördük, saat 5’e doğruydu, ezan okunuyordu, bana dedi ki, Şinasi, hasta sabitleşti, sen de gerekeni yapmışsın, ben dedi gidebilir miyim, çünkü eşim doğumda dedi. Yani bu bey Amerikalı, eşi doğumda, fakat kendisi gece yarısı gelip yabancı bir ülkede hastanın ihtiyaçlarının peşinde koşuyordu. Bana çok güzel bir örnek oldu ve hekimin nasıl davranması gerektiğinin de ayrı bir misali oldu. Benim bu misallerim, fulltime anlayışının nasıl olması gerektiğini ve bizim daha iyi hekim olabilmek için birbirimizi teşvik ederek, birbirimizi yüreklendirerek, birbirimizi severek, birbirimizi sayarak, hastalarımızı severek, onları tolore ederek, hoş görerek işimizi yapmamız gerektiğini gösteriyor. Ben bunu öneriyorum. Siz hekimlerin tam gün çalışmasından yanasınız. - Başka hiçbir şey düşünmedim ve ben ful-time’mı da 24 saat düşündüm. Siz hem tam günü destekliyorsunuz hem de mecburi hizmeti destekliyorsunuz. Doğu’ya ve Güneydoğu’ya hekimlerin gitmeleri gerektiğini her fırsatta söylüyorsunuz. - Efendim, meslektaşlarımın çok hoşuna gitmeyecek düşüncelerim var bu konularda. Ben fakülteden birincilikle mezun oldum, asistan olarak kaldım, fakat mecburi hizmetim olduğu için Van’ın Başkale’sine gittim. Önceleri üzülmüştüm. Fakat çok büyük faydasını gördüm sonra, gerisin geri düşündüğüm zaman. Bir kere, fakülteden mezun olduktan sonra orada kalsaydım kendi tecrübelerim yerine hep başkalarının telkinleriyle devam edecektim. Hâlbuki ben öğrendiklerimi uygulamak için kendi şartlarımı zorladım ve kendimi de krizite ettim. Bu bana ben olmam, şahsiyetimin perçinlenmesi için çok büyük örnek oldu. Tıp alanındaki gelişmeler ve tıp eğitiminde empatinin yeri neresi sizce? - Şimdi bakıyorum; 1980’lere geldiğim zaman kanıta dayalı tıp çok önemli diye düşündüm ve buna çok önem verdim. 1990’lara geldim, probleme yönelik tıp kavramı kafamda gelişti ve dedim ki ben kanıta dayalı tıbbı, problemleri çözmek için kullanmalıyım. 2003 senesi geldiği zaman bütün bunlar maddi olarak doğru, fakat bir noksanlık olduğunu hissettim ve empatinin esas olduğunu anladım. Ben bunları, kanıta dayalı tıbbı, problemlerin çözümü için kullanmalıyım, fakat bu sırada karşımdakinin madde değil insan olduğunu, bu insanın benden yardım isteyen bir kimse olduğunu düşünmem gerektiğini anladım. Daha çok empati yaparak, hastanın yerinde ben olsaydım bana nasıl davranılması gerekir, diye düşünmeye başladığım zaman daha iyi bir hekimlik yapacağımı varsaydım. 27 SAĞLIK&İNSAN Doğrusu bunların hepsi yeterli değil, bunların ötesinde bir şey daha lazım. O da, acaba benim bu verdiğim hizmet daha ekonomik olarak nasıl verilebilir, nasıl daha yaygınlaştırılabilir? Bir de, şahısların, hastanın bu maddi yardıma ne kadar tahammül edilebileceğini ve nasıl problemlerinin çözülebileceğini daha iyi düşünmek gerektiğini hissettim. Henüz çözümler bitmiş değil ve yaşadığımız müddetçe de görüşlerimiz hep değişecek, hep daha arayıcı ve araştırıcı olmak zorundayız. Tabii ki benim söylediğim tek doğrudur demiyorum, ama en azından düşünülmesi gerektiğine işaret etmek istiyorum. Yoksa bütün problemleri çözebilecek durumda değilim ve zaten bu benim işim de değil. Sizce Türkiye tıp alanında, uygulamalarında ne kadar mesafe almış görünüyor? Mesela organ nakli şu an için çok gündemde, hem Hacettepe Üniversitesi, hem Akdeniz Üniversitesi. Bununla ilgili neler söylersiniz Hocam? - Efendim, teknolojik gelişmeler tıbbın esası değil, fakat yardımcısı olmalı. Yani teknolojiyi ihmal edemeyiz, teknoloji çok gereklidir, fakat teknolojinin bilimin önüne geçip insanı esir almasını istemiyorum, buna bilgisayar da dahil. Eğer teknolojinin esiri olursak o zaman insani değerlerimizin yeri tartışılabilecek, ayrıca biz toplum olarak neyi öne almalıyız diye düşünmek zorundayız. Ben çocukluğumda tifo aşısına maruz kalmıştım; çok büyük faydası olup olmadığı hâlâ tartışılabiliyor. Acaba onun yerine çevreyi düzeltmenin ve içilen suyun, el temizliğinin, anne sütünün, sigaranın önlenmesinin, alkolün azaltılmasının, ne mümkünse onun; tek eşliliğin ve diğer koruyucu hekimliğin basit yöntemlerinin, bu arada önemli bazı aşıları değiştirmemek üzere dikkate almamız gerektiğini düşünüyorum. Ve eminim ki insan beyni teknolojinin de üzerine çıkarak bu soruların çözümünde yeni yöntemler ve yeni düşünceleri geliştirecektir. Bunu yaparsak biz dünyaya örnek olabiliriz, aksi halde dünyanın gidişini takip eden ve yalnız onlara ayak uydurmak mecburiyetini hisseden hekimler oluruz gibi düşünüyorum. Hocam siz aslolan olan iyiliktir, doğru zamanla değişir diyorsunuz. Yani hekim buna nasıl bakmalı? Hekim, doğrular değiştikçe kendini ona göre yeniden mi adapte etmeli? İyiliğin hiç değişmeyeceğini söylediğinize göre nasıl bakacak buna hekim? - Efendim, çok teşekkür ediyorum, bu çok önemli bir konu. 28 SAĞLIK&İNSAN Doğru, şu andaki bilgimiz, şu andaki düşüncemiz, fakat olayları takip ettiğimiz zaman doğrunun değiştiğini görüyoruz. Şimdi 1956’larda, 57’lerde anne sütü yerine inek sütünü öneriyordum o zamanki konsepte göre ve bir de şunu söylüyordum: İnek sütü verdiğim bebekler ayda 1,5 kilo alıyor, anne sütü verdiğim bebekler 600 gram alıyor. Objektif olarak bakarsanız ben o fazla kilonun zararını düşünemediğim için ve onu o zaman anlayamadığım için ileride bu çocuklarda diyabet çıkacağını, ileride bu çocuklarda kalp hastalığı çıkabileceğini, bunlarda mafsalların bozulabileceğini, karaciğer yağlanmasının olabileceğini, diğer metabolik hastalıkların olacağını düşünemediğim için öyle varsaymıştım. Fakat fizyolojiyi gördükten sonra ve hele anne sütünün beslemesi yanında koruyuculuğu ve bütün ihtiyaçları ne kadar güzel temin ettiğini öğrendikten sonra düşüncemi değiştirdim. Yani doğru dediğimiz şey zamanla değişebiliyor. Bilim bunun için sürekli olarak şüpheyi ve araştırmayı gerektiriyor. İyilik ise insani münasebetlerle, davranışlarla ilgilidir. İyilik dünya kurulduğundan beri hiç değişmedi. Hep iyi söz söylemek, iyi davranışta bulunmak, yardım etmek ve yardım etmekten haz almak. Hekimliğin esas tarafı bu; hiç değişmedi ve değişmeyecek de görünüyor. Öyleyse biz değişen doğrulardan ziyade değişmeyecek gibi görünen iyiliğin peşinde olmalıyız. Hocam, size çocuk sesi desek ya da çocuk desek aklınıza ne geliyor? Bir ağlama sesi, bir bakış, çocuk, nedir size göre? - Efendim, en az 3 çeşit çocuk sesi var. Bir; ihtiyacı var, altını kirletmiştir veya bir yerine bir şey batıyor, bir ihtiyacı var, yardım istiyor. İki; çocuk varlığını gösteriyor, orada bulunduğunu ve ihmal edildiğini hissediyor ve sesini çıkarıyor ve ben buradayım, bana bakın demek istiyor. Üçüncüsü; hasta çocuk sesi var. Hasta çocuk sesi daha odaya girerken hemen fark edersiniz, o, çocuğun hasta olduğunu işaret ediyor. Esasında daha başka çocuk sesleri de var, ama 3 önemlisini dikkate getirmek isterim. Hocam sizi çok yorduk. Çok teşekkür ediyoruz. - Efendim, ben çok teşekkür ediyorum. Muvaffakiyetler diliyorum size ve derginize. 29 Symplicity® Renal Denervasyon Sistemi™ ile Renal Denervasyon (RDN) Prosedür Genel Bilgileri Renal Denervasyon’un (RDN) prensipleri nelerdir? Böbreğe gelen ve böbrekten giden sinirler, hipertansiyon (yüksek kan basıncı) üzerinde yüksek etkiye sahip sempatik sinir sisteminin hiperaktivitesinde oldukça önemli bir rol oynamaktadır. Sempatik sinirlerin cerrahi yöntemle bloke edilerek kan basıncının düşürülmesi kanıtlanmış bir methoddur . Medtronic’ in Symplicity® Renal Denervasyon Sistemi™, bu method üzerine geliştirilmiş yeni bir teknoloij olup, tedaviye rağmen hedeflenen kan basıncına ulaşılamayan dirençli hipertansiyon hastaları için yeni bir terapi sunmaktadır. RND nasıl çalışır? Tek sefer uygulanan ve renal arter duvarına gönderilen radyo frekans enerjisi ile renal sinirlerin uyutulmasını sağlayan minimal invaziv bir tekniktir. Renal denervasyonun amacı, renal arter sistemini riske atmadan sempatik sinir system tafiğini azaltarak kan basıncında sürekli olarak bir düşüş sağlamaktır. RDN Prosedürü? Anjioplasti gibi kolay bir endovasküler prosedürüdür, Küçük ve esnek olan ‘Simplicity Renal Denervasyon Sistemi hekim tarafından femoral artere üst kısmından yerleştirilir ve renal artere ulaştırılır. Renal artere ulaşıldıktan sonra, cihaz düşük enerjili radyo frekans enerjisi göndererek renal arteri kaplayan sempatik sinirlerin aktivitesini durdurur. Uygulama minimal invazivdir ve sonrasında hasta üzerinde herhangi bir implant kalmaz, hasta fonksiyonlarına hızlıca geri döner ve normal hayatına devam eder. Hasta üzerindeki etkileri nelerdir? Güncel çalışmalar, dirençli hipertansiyon hastalarında , umut vaad eden kan basıncı düşüşü göstermektedir. Bu tedavi, kardiyovasküler riski ciddi oranda düşürmekte ve aynı zamanda bazı hastaların ömür boyu kullanması gereken anti-hipartansif ilaç gereksinimini de azaltabilmektedir. TÜRKİYE’DE İLK KEZ İLAÇLARLA TEDAVİYE DİRENÇLİ HİPERTANSİYON HASTALARINDA ANKARA ATATÜRK EĞİTİM ARAŞTIRMA HASTANESİ’NDE RENAL DENERVASYON TEKNİĞİNİN UYGULANMASI Bu bir ilandır. Dünyada bazı merkezlerde uygulanan ve hipertansiyon hastalarını ilgilendiren yeni bir tedavi yöntemini Türkiye’de ilk uygulayan Atatürk Eğitim Araştırma Hastanesi 1. Kardiyoloji Klinik Şefi Prof. Dr. Mehmet Bilge oldu. 3 ayrı hastayı bu yöntemle tedavi eden Prof. Dr. Mehmet Bilge bu özellikli tedavi konusunda şu bilgileri verdi: “Bugüne kadar ilaç, diyet ve egzersiz ile tedavi edilen hipertansiyon hastaları için bu yöntem dünyada iki yıldır uygulanıyor. Ölüm nedenleri arasında ön sıralarda yer alan hipertansiyon, koroner kalp hastalığı, inme, kalp yetersizliği, böbrek yetersizliği gibi ciddi komplikasyonları ile çok önemli bir halk sağlığı problemidir. Renal Denervasyon, 3 ya da daha fazla ilaç kullanmasına rağmen tedaviden sonuç alınamayan ya da herhangi bir nedenle tansiyon ilacı kullanamayan hastalar için uygun bir tedavi yöntemidir. Hastayı uyutmadan kasıktan özel kataterler yardımıyla her iki böbreğe de girilerek yapılan ve yan etkisi çok nadir yöntemle, beyinden böbreğe ve böbrekten beyne giden, her iki böbrek damarının etrafında bulunan sempatik sinirler özel bir cihazın ürettiği radyofrekans yöntemi ile devre dışı bırakılmaktadır. Hasta tedavi 30 sonrası 1 gün içinde taburcu edilebilmekte ve işlem 18 yaş üstü uygun her yaştaki hastaya uygulanabilmektedir. Hastalar Renal Denervasyon tedavisi sonrası bir süre daha tansiyon ilacı kullanarak, belirli bir süre takip edildikten sonra bu ilaçların dozu azaltılabilmektedir. Böbrek ve kalp gibi organlara zarar veren ve felç riski doğuran yüksek tansiyonun kontrol altına alınmasıyla bu riskler önemli oranda azaltılabilmektedir. Türkiye’de ilk kez 3 hipertansiyon hastasına Renal Denervasyon (Ameliyatsız Minimal İnvazif Yöntemle böbrek sinirlerinin devre dışı bırakılması) işlemini biz gerçekleştirdik. Bazı hipertansiyon hastalarının 3’lü, 4’lü ilaç almalarına rağmen kan basınçları düşmüyor. Böyle hastalara, karın açılmadan kasık damarından girilerek hipertansiyon oluşumu ve devamında önemli rol oynayan böbrek sempatik sinirlerinin devre dışı bırakılması işlemi uygulanıyor. Biz de 3 hastamızda bu özellikli tedaviyi başarıyla uyguladık. Türkiye’de halen 15 milyon hipertansiyon hastası var. Bunların yaklaşık 1,5 milyon kadarı ciddi hipertansiyon hastası. Bunlar ilaca cevap vermeyen hastalar. İşte bu grup hastalar renal denervasyon için uygun olduğu düşünülen hastalardır.” SAĞLIK&İNSAN 31 SAĞLIK&İNSAN Gencecik bir yaşta genellikle Anadolu’nun bir köyünde başlarız göreve. Halk bizi ayrı bir kucaklar, bağrına basar, gönül kapısını sonuna kadar açar bize. Neredeyse hiçbir meslekte örneği olmaksızın her birimiz mesleğin ilk gününden itibaren idareciyizdir; ya aile sağlığı merkezinde ya toplum sağlığı merkezinde ya da hastanede. YAKIN DOKTOR! Dr. Abdullah KAHYA* Manisa / Kırkağaç Karakurt-İlyaslar Aile Sağlığı Merkezi Aile Hekimi Daha küçücük bir çocuk iken pek çoğumuz bize yöneltilen ”Büyüyünce ne olacaksın?” sualine eminim hiç düşünmeden “Doktor!” cevabını verivermişizdir. Yaşadığımız bu bereketli topraklarda hekimlik saygın bir meslektir, bu medeniyetin insanları hekimi sever ve ona ayrı bir değer verir. Hekim güvenilirdir, hekim en mahrem sırların paylaşılabildiği emin kişidir. Gencecik bir yaşta genellikle Anadolu’nun bir köyünde başlarız göreve. Halk bizi ayrı bir kucaklar, bağrına basar, gönül kapısını sonuna kadar açar bize. Neredeyse hiçbir meslekte örneği olmaksızın her birimiz mesleğin ilk gününden itibaren idareciyizdir; ya aile sağlığı merkezinde ya toplum sağlığı merkezinde ya da hastanede. Doğumunun çok öncesinden başlayarak ölümüne kadar. 32 Hayatının her döneminde acısıyla, kederiyle, sevinciyle insanla iç içedir hekimlik mesleği. Bu meslek insanı sevme, onu hiçbir zaman hor görmeme ve Yaradan’dan ötürü yaratılanı aziz bilme mesleğidir. Bir kimse başka bir kimsenin tenine iğne ucunu bile dokunduramazken, hekim bilimsel ve ahlâki olmak kaydıyla insan vücuduna müdahale hakkı olan ve yasayla yetkilendirilen yegâne kişidir. Bugün bir çok meslektaşımız gibi biz de hekimliğin farklı bir boyutunu yaşıyoruz, yeni deneyimler ediniyoruz. Şimdi adımız “Aile Hekimi”. Güzel bir isim değil mi? Hemen de benimsedik. Aile hekimliği uzmanı arkadaşlarımıza haksızlık olmasın, onların yeri ayrı ama birey olarak da toplum olarak da çabucak kabullendik bu ismi. Hepimiz tedirgindik başlangıçta, bilinmeyen insanı ürpertir. Ya bir yanda bardağın dolu tarafını görmeyi tercih edenler, bir yanda bardak hepten boş kalacak kaygısı yaşayanlar ya da bardak kırıldı kırılacak diyenler. Diğer yanda kader ortaklarımız, hizmette yoldaşlarımız ebe, hemşire ve sağlık memuru arkadaşlarımızın bize oranla daha derinden yaşadığı ne olacak, nasıl olacak, sonu nereye varacak ve geleceğimiz nasıl şekillenecek endişesi. Bir yanda güzel, çok güzel olacak diyenler, bir yanda hiçbir yere kıpırdamayın bir yıla kalmaz bu sistem iflas eder, her şey geriye döner diyenler. Diğer tarafta ise vatandaşımız da merakla soruyordu: “Sağlık ocağındaki Dr. Osman ile Aile Hekimi Dr. Osman arasında ne fark olacak ki?” SAĞLIK&İNSAN Gerçi onlar açısından bakıldığında medyadaki pek çok habere göre bu aile hekimliği fena bir şeye de benzemiyordu. Evet o günleri hep birlikte yaşadık, biz de bu süreci bir Verem Savaş Dispanseri hekimi, uyum eğitimleri döneminde bir eğitimci, Aile Hekimliği’ne geçiş ve sonrasında Sağlık Grup Başkanı ve Toplum Sağlığı Merkezi sorumlu tabibi, en sonunda da bir aile hekimi olarak çok yönlü gözlemleme fırsatı bulduk. Size Manisa gibi sürecin çok sağlıklı işlediği, bakanlık, valilik, sağlık il müdürlüğü,hekimsağlık çalışanı, vatandaş koordinasyonunun olabilecek en iyi düzeyde oluştuğu bir il üzerinden değerlendirmelerde bulunmak istiyorum. Başlangıçta bir kısım meslektaşımız, kendilerine has mesleki duyarlılıkları nedeniyle bazı konularda haklı olarak tedirgindiler, endişeleniyorlardı ya aşı oranları düşer, gebe ve bebek takipleri aksarsa diye. Hem sonra var olan oturmuş bir sistem daha da iyileştirilebilecekken bu kadar reformist bir adım atılması gerçekten gerekli miydi? daha iyi noktalara geldi. Yeni doğan ve erişkinlere yönelik tarama programları başarıyla yürütüldü. Kronik hava yolu hastalıkları ile mücadelede ve tüberküloz tedavisinin olmazsa olmazı doğrudan gözetimli tedavi (DGT)’de ilgili kurumlara büyük destek verildi. Birey ve toplum ruh sağlığı bölgesel bazda daha yakından takip edilir hale geldi. İlk defa obezite ile mücadele halkın gündemine bu kadar girdi. Sigarayı bıraktırma konusu sürekli gündemde tutuldu. İkinci ve üçüncü basamağa direkt başvurularda ciddi azalma gözlendi. Maliyet etkin bir tablo ortaya çıktı. Bu ve benzeri örnekler çoğaltılabilir. Bu başarılar bakanlık kademelerinden başlayarak köydeki tek birimli aile sağlığı merkezi çalışanlarına kadar bir bütünün parçaları tarafından elde edilmiştir. Ancak göz ardı edilmemelidir ki bu başarıdaki en büyük pay, doğal olarak bir sistemin tümden değişmesi sırasında yaşanabilecek tüm olumsuzlukları bizzat yaşayan, sık yönetmelik değişiklikleri ile hayata geçirilmesi istenen yepyeni uygulamaları, aksatmaması gereken rutin işlerinin yanı sıra sabır ve bazen binbir zahmetle yerine getiren, bugün de 14 Mart Tıp Bayramını onurla kutlamayı haketmiş olan hekim, ebe, hemşire, sağlık memuru ve yardımcı personele aittir. Bugün bu soruların cevabını daha net olarak verebiliyoruz: İstatistiklere göre aşı oranları düşmedi yükseldi. Bulaşıcı hastalıklarda korkulduğu gibi bir yükseliş trendine girilmediği gibi bazı hastalıklar tamamen elimine edildi. Gebe tespit oranları çok daha iyi rakamlara taşındı. Loğusa, bebek izlemleri tek aile sağlığı elemanı ile çalışmanın zorluklarına rağmen 33 SAĞLIK&İNSAN zincirin sadece buzdolabındaki aşı kutuları ve su şişelerinin yeri demek olmadığı bu çabalarla daha bir anlam bulmuştur sanıyorum. Daha önce mahalle gezisi yapan ebemizin ev ziyareti sırasında ya da ailenin kendi başvurusu halinde ilk haftalarda haberdar olunan doğumlar, daha ilk günden bilgisayar ekranına düşer hale gelmiştir. Evet, Aile Hekimliği ile Türkiyemizde ne değişti? Manisa örneğiyle devam etmek istiyorum. Başka bir resmi kurumda benzeri bulunamayacak şekilde neredeyse hepimizin çalışma yeri değişmesine rağmen bakanlığımızın da motive edici ve ikamet konusunda olduğu gibi kolaylaştırıcı uygulamaları sonucu sorunsuz denebilecek bir adaptasyon süreci yaşanmıştır; bu süreç not edilmeye değer bir süreçtir.Nüfus çok kısa sürede ve çok sağlıklı bir şekilde kayıt altına alınmıştır, öyle ki TÜİK verileri ile kıyaslanabilir hale gelmiştir. Manisa ilinde sağlık müdürlüğünden bir hekim arkadaşımız ve ekibinin emeği sonucu oluşturulan aile hekimliği bilgi sistemi (AHBS) yazılımı ise bize beraberinde pek çok kolaylık getirmiştir. Kayıt, takip, arşiv, bilgilendirme gibi hizmetlerin yanı sıra örneğin kayıtlı kişilerin hekim değişiklikleri de mobil imza ile sistem üzerinden kolayca yapılabilir hale gelmiştir. 34 Bir çok ham bilgi kullanılabilir, işlenmiş veri haline dönüşmüştür. Beşinci çalışma grubunda Aile Hekimliği Dernekleri Federasyonu temsilcisi olarak üyesi bulunduğum GARD Türkiye çalışmalarına da bu yazılım önemli veri desteği sağlamıştır. Aile hekimliği ile bebek, gebe ya da bir yetişkine yapılan her aşı kağıt üzerinde çetelenen bir bilgi olmaktan çıkmış, tek tek T.C. kimlik numarası ile takip edilebilir, güvenilir istatistiki bir bilgi haline gelmiştir. Yine yazılım ekranından, buzdolabımıza yerleştirdiğimiz bir aparat sayesinde dolabımızın ısısını uzaktan takip edebilir hale geldik, eğer ısı sınırları aşıldıysa ya da buzdolabımızdan veri akışı kesildiyse Sağlık İl Müdürlüğünden gelen SMS mesajı ile anında önlem alabiliyoruz. İlginçtir, iş yerimize girdiğimizde yardımcı personelimize sorduğumuz ilk sorulardan biri jeneratörün yakıtının ne durumda olduğudur, böylece soğuk Gece gerçekleşen doğumun hemen ertesi günü daha hastanedeyken aileyi tebrik etmek, anne ile bebeğin sağlık durumunu öğrenmek için aranan ve bundan sonraki işlemler için bilgilendirilen vatandaşımızın yaşadığı duygular ile bizim yaşadığımız, konuya ve yaptığımız işe hakim olma hissi de Aile Hekimliğinin ne olduğunun ve neleri değiştirdiğinin tam tamına cevabıdır sanırım. Bireylere: ”Sizler bana madden ve manen zimmetlisiniz, ben sizden mesulüm, gücüm ve bilgim yettiğince sizinleyim, hastalıkta ve sağlıkta sizinle beraberim” mesajı bundan daha güzel nasıl verilebilir? Bize kayıtlı bir hanımefendinin bir kadın hastalıkları ve doğum uzmanına başvurup gebelik tanısı almasının ardından belki daha o, bu bilgiyi hiçbir yakınıyla paylaşmadan, durumunun 15-49 yaş kadın izlem ekranına yansıması sonucu ebe ya da hemşire hanımın kendisini arayarak mahremiyet sınırlarını da incelikle gözeterek konuyu nazikçe sorgulaması sağlıkta neyin değiştiğinin herhalde diğer bir güzel göstergesidir. SAĞLIK&İNSAN Dışarıda yağan karda, aile sağlığı merkezinin yolunu yürüyerek kat etmiş, en az kendisi kadar yaşı olan kocasını da kendine baston edinmiş yaşlı teyzenin daha kapıdan girer girmez karşılaştığı sıcak ve nezih ortam nedeniyle yüzünde beliriveren tebessüm, o ortamı hazırlayana kadar katlandığımız tüm sıkıntı ve meşakkatleri nasıl olur da unutturmaz ve derin bir haz duymamızı sağlamaz? Performans kriterleri optimum hedeflerin yakalanması açısından teşvik edici olabilir ama hepimizin sahip olduğu gönül kriterleri hiçbir ölçü birimi ile ölçülemez ve performansının da sınırı yoktur. Beş yaşındaki çocuk hastamız annesine “beni yakın doktora götürün, o beni çok seviyor” dediğinde “yakın doktor” kelimesi kadar Aile Hekimini hangi sözcük daha iyi tanımlayabilir. Evet aile hekiminiz size en yakın doktordur, sadece bedeninize değil ruhunuza ve sosyal hayatınıza da sağlık katabilmek için size yakındır. Toparlayıcıdır aile hekimi, bazen hastaneye sevk ettiğiniz hasta tüm tetkiklerini getirir bir de sen bakıver der, bazen de köprü olursunuz uzman dostunuzun bilgi ve yeteneğine, hastanızı en kısa yoldan ona ulaştırırsınız. Bu kadar disiplinize bir yapılanmanın daha da önemlisi halk yararına bir değişimin kime zararı dokunmuş olabilir ki? Devam edelim, gezici hizmet sayesinde hekim ayağı değmemiş yerleşim yeri kalmamıştır, bu hizmet dahilinde hasta baktığımız bazen bir kahvehane köşesi, bazen de bir muhtar odası önünde, ayda bir reçete edilmesi gereken hipertansiyon, diyabet gibi kronik hastalıklarının ilaç kutuları elinde bizi bekleyenlerin memnuniyeti ya da ateşi yükselmiş bebeğini kucağına alıp gelmiş annenin hissiyatı, hizmetin adı ne olursa olsun elbette önemli değil midir? Halbuki bizler o mütevazi şartları bile oluşturabilmek için çoğunlukla zorlanmakta, çeşitli problemler yaşamaktayız ama yine de o köyden ayrılırken gönlü rahat bir şekilde görevini yerine getirmiş olmanın huzuruyla başka bir köye hizmeti taşımak için yollara düşeriz. Beş yaşındaki çocuk hastamız annesine “beni yakın doktora götürün, o beni çok seviyor” dediğinde “yakın doktor” kelimesi kadar Aile Hekimini hangi sözcük daha iyi tanımlayabilir. Evet aile hekiminiz size en yakın doktordur, sadece bedeninize değil ruhunuza ve sosyal hayatınıza da sağlık katabilmek için size yakındır. Daha da ne değişti derseniz o kadar çok şey değişti ki. Bunlar için aile hekimliği olmalı mıydı ya da benzerleri önceden de vardı diyebilir kimileri ama reformlar sistemleri değiştirir, sistem de kapsadığı her şeyi. 35 SAĞLIK&İNSAN Aile sağlığı elemanı ismine alışamasalar da ebe ve hemşirelerimiz görevlerini öyle bir duyarlılıkla ifa ederler ki her türlü takdire şayandırlar. İkiz gebeliği olan ve takiplerinde hiçbir risk faktörü öngörülmeyen bir gebemizin, hamileliğinin yedinci ayında, bir sabah bizi telefonla arayarak telaş içinde:’ bir tanesini doğurdum,yetişin’ dediğindeki halimizi siz tasavvur edin. Yüz gelişi doğan, göbeğini kestiğimiz, sonra da adı adımız olacak erkek bebeği biz hastaneye yetiştirirken, 112 ekibine teslim ettiğimiz annenin ve hastanede kol gelişi ile doğan kız bebeğinin sağ salim hallerini gördükten sonra, orada birbirine sarılıp ağlayan ebe ve sağlık evi hemşiremin durumunu hangi sözcükler ifade edebilir. Bunlar aile hekimliğine geçilmeden de yaşanabilirdi ama sonuçta biz sağlıkçılar bu sayede kendimizi daha fazla aileyle içiçe hissediyor ve onlar da bebeklerine ismimizi verecek kadar bizleri kendilerinden görüyorlarsa adı öyle konmamış olsaydı bile gerçekten bu durum o ailenin hekimliği değil de nedir? Evet biz onlarla hayatlarının her döneminde beraberiz, bazen bir doğumun sevincini paylaşır, bazen de evinde bir çok kez çayını içtiğimiz, kimbilir ne günler görmüş geçirmiş bir koca çınarı, bir servinin dibine emanet ederiz sessiz göz yaşlarımızla. Bazı dostlarımın aile hekimliğinde her şey çok mu yolunda, aksayan hiçbir yanı da mı yok dediklerini işitir gibiyim. 36 Elbette haksız da değiller, ama gelinen noktada hoşnut olunacak güzellikleri görüp ilerisi için daha da ümitvar olmamızın önünde hangi engel var? Tabii ki hastalarımız ya da sağlıklı bireyler aile sağlığı merkezimize geldiklerinde bizi aşırı poliklinik yükü altında bezmiş görmesinler, asıl görevimiz olan koruyucu sağlık hizmetlerine daha çok zaman ayıralım isteriz. Bunca yoğunluğun içinde karmaşık sınıf detaylarıyla uğraşacağımıza herkes A sınıfı hizmet alsın, vatandaşımız aile sağlığı merkezine hele hele tek hekimli köy aile sağlığı birimine başvurduğunda, hekiminiz bugün acilde nöbetçi ya da şu an otopside cevabını alıp geri dönmesin de isteriz, hâlâ hükümet tabibi ya da klasik sağlık ocağı mevzuatı çerçevesinde değerlendirilip incitilmek de istemeyiz, bunca saydığımız çabalardan yorgun düşen yüzlerce tek çalışan meslektaşımızın diğerleri gibi senelik iznini rahatça kullanabilmesini de arzularız. Manisa örneğinde olduğu gibi sivil örgütümüz olan bizim de yönetiminde görev aldığımız Manisa Aile Hekimleri Derneğimiz (MAHED) ve çatı örgütümüz Aile Hekimliği Dernekleri Federasyonu (AHEF) ile empati yeteneklerinin en üst düzeyde olduğuna inandığımız ve zaten aramızdan çıkmış, bizden birileri olarak bildiğimiz yöneticilerimizin, hiçbir kör ideolojinin esiri olmadan ülkemiz, halkımız ve sağlık camiamız için en hayırlı sonuçları elde edeceklerine dair inancımız da tamdır. Bizim de eksiklerimiz olabilir ancak niyet iyi ise akıbet de iyi olacaktır. Bu duygular içinde 14 Mart Tıp Bayramınızı kutluyor ve başta sayın bakanımız Prof. Dr. Recep Akdağ olmak üzere aile hekimliği uygulamasına geçişte bu vizyonu çizen, destek olan ve bundan sonra da her türlü iyileştirmeye katkı sunacak olanlara da teşekkürlerimizi arzediyorum. SAĞLIK&İNSAN 37 SAĞLIK&İNSAN Hekim Gözüyle Yeryüzünden Notlar (Yeryüzü Doktorlarının Hikayesi) Prof. Dr. M. İhsan KARAMAN Yönetim Kurulu Başkanı Uzm. Dr. İlker İnanç BALKAN Gönüllü Yeryüzü Doktorları Türkiye 38 SAĞLIK&İNSAN Resimde görülen ihtiyar zat Kenya Mombasa’da yaşayan bir yeryüzü sakini. 75 yaşında. İdrar yolunda tıkanma olmuş, doktorlar normal yoldan sonda takamayınca göbek altından delerek karnına bir boru yerleştirmişti. Son 7 senedir idrarı bu borudan bir torbaya geliyordu. Kenya’da sosyal güvenlik sistemi olmadığından özel ve devlet hastanelerinde ameliyatını yaptıramadı, buna maddi imkanları yetmiyordu. Bir ay önce radyoda bir anons duydu, yeryüzünün bir yerlerinden onun vatanına, şehrine ürologlar gelecek ve Sayyida Fatimah hastanesinde prostat ameliyatları yapacaklardı. Hem de kesip biçmeden, kapalı yolla, endoskopik olarak. Bu hastane bir hayır cemiyetince destekleniyordu, ameliyatı için bir ücret ödemesi gerekmeyecekti. Karar verdi, müracaat etti. Tetkikleri yapılarak ameliyat için hazırlandı ve hayatının dönüm noktası olacak günü beklemeye başladı. 12 Ocak 2011 sabahı, o hastanede, orada ve her yerde olmak için adanmış yeryüzü doktorlarınca ameliyat edildi. Hayatının ilk ameliyat tecrübesiydi bu. Korkuyor, titriyordu. Spinal anesteziyle yapılan ameliyatı sırasında kendisine “iyi misin babacığım” diye soranlara çenesi titrediğinden cevap veremiyordu. Çok değil, 40 dakika sonra ameliyatı bittiğinde ise yıllardır olmadığı kadar mutluluk doluydu. Kenya/Mombassa, prostat ameliyatı. İnanamıyordu, 7 yıldır hayatının her saniyesini birlikte geçirdiği idrar torbasından kurtulmak, herkes gibi gönlünce sokaklarda dolaşmak, torunlarını özgürce sevmek. Kenya’da, Mombasa’da... Hayatın tadına yeniden varan 75’lik bir ihtiyar, bilmediği, tanımadığı, belki bir daha hiç görmeyeceği “Yeryüzü Doktorları”na dua ediyor, insanlığın var olduğuna ve yerküresi döndükçe iyiliğin var olacağına bir kez daha inanıyordu... Tıpkı hastane bahçesinden torununa tutunarak yürüyen bir âmâ olarak girip, gözüne konulan Türkiye’den getirilmiş yeni mercekle yeryüzünün yedi rengine yeniden kavuşarak hastaneden çıkan katarakt hastası binlerce Afrikalı kaderdaşı gibi… Tıpkı, hastane bahçelerinde ağaç gölgelerine serdikleri hasırların üstünde, aylarca hatta yıllarca kendilerini ameliyat edecek bir cerrahın gelmesi için bekleyen çaresiz “fistül” hastası Nijerli kız kardeşleri gibi… İstanbul’dan kalkıp 65 saat süren bir yolculuktan sonra Maradi Devlet Hastanesine ulaşan kadın doğum uzmanları, gördükleri tablo karşısında önce irkilirler, sonra derhal her açıdan harabeyi andıran hastaneyi Türkiye’den getirdikleri teçhizat, ilaç, malzeme, tecrübe, disiplin ve tebessüm ile bir fakülteye çevirirler ve hastanenin cerrahlarını ekiplerine alarak ameliyatlara başlarlar. Bu hastanede döner sermaye yoktur, mesai yoktur, öğle yemeği yoktur. Yoğun bakım yoktur, genel anestezi imkanı yoktur, anında her malzemeyi hazır eden ameliyathane ekibi yoktur, bir ilave tetkik gerekse laboratuvar yoktur. Hasta yatağı varsa bile çarşafı yoktur, yastığı yoktur, serum askısı yoktur, yoktur, yoktur… Yokluklar içinde besmele ile çiçek gibi uyutulur hastalar, güzelce dikilir rahimden mesaneye uzanan, yıllarca hastayı idrar kokusuna mahkum eden “fistül” yarıkları. 39 SAĞLIK&İNSAN Yeni bir hayata uyanır hastalar, çiçekler açar ürkek yüzlerinde. Diğer anneye gelir sıra. Ameliyat sonrası takipler için, hatta benzer vakaların ameliyatı için artık hastanenin Nijerli cerrahları da yeterli özgüven ve tecrübeye sahiptir. Bir yıl sonra aynı şehre gelecek yeni Yeryüzü Doktorları ekibi ameliyat sonrası geç dönem komplikasyonlar açısından eski hastaların kontrollerini yapacak ve işte bu mutluluk karesini resimleyeceklerdir… Hastalar bir bir doktorlarına emanet edilir ve veda vakti gelmiştir. Son gün, Türkiye’den getirilen cömertliğin kesesi açılır ve hastane bahçesinde kurbanlar kesilerek misli görülmemiş bir ziyafet verilir. Haftalar içinde iyileşip evlerine dönen anneler artık fistül nedeniyle doğumlarda çocuklarının, tekrarlayan enfeksiyonlar nedeniyle evlerinin sorumluluğunu yerine getiremez hale gelip eşlerini, yıllarca yaydıkları iltihaplı idrar kokusu nedeniyle itibarlarını kaybetmiş olmanın ızdırabını değil; eşlerine, çocuklarına, sevdiklerine, sağlıklı bir hayata kavuşmanın coşkusunu giymişlerdir… Onu ameliyat edecek bir cerrah olmadığından, karnından midesine yerleştirilmiş bir borudan beslenerek ölümü bekliyordu. Bu drama tanık olan Yeryüzü Doktorları arasında, ömrünü yeryüzünün muhtaç ve mazlumlarına adamış bir güzel insan vardı. Harun Cansız, bir kulak-burun-boğaz profesörüydü. Karar verildi, hasta Medine Hastanesinin derme-çatma ameliyathanesinde uyutuldu. Nijer/Maradi: Bir fistül hikayesi: Mutlu son. Bir hikaye de Somali’den… Açlık ve kuraklığın milyonlarca insanı yerinden yurdundan kopardığı, bir umudun peşinde adım adım tükenen bedenlerin sıcak kumlara cansız uzandığı, çocukların “Anne su yok mu?” diye inleyerek sabahladığı Somali’den… Yolları Mogadişu Medine Hastanesine düşmüştü Yeryüzü Doktorlarının… Bir köşede, iki büklüm 40 yaşlarında bir kadına rastladılar. Adına, gelin biz “Ayşe” diyelim bu hikayede. Ayşe, nefes almakta zorlanıyordu, bir deri-bir kemik kalmıştı adeta. 40 Sordular, “Derdi nedir?” diye. Anladılar ki, boğazında oturmuş ve hem yemek borusunu, hem soluk borusunu tıkayan bir tümör yüzünden bu haldeydi Ayşe. Anestezi cihazı yoktu, maske ve balon kullanıldı; koter cihazı yoktu, kanayan her damar tek tek iplikle bağlandı; majör ameliyat seti yoktu, ele ne geçerse onunla yapıldı ameliyatı Ayşe’nin. Yaklaşık iki saat sonra, boğazına bir yumruk gibi oturan, onu boğan, onu dermansız bırakan tümöründen kurtulmuştu bile... Birkaç gün sonra tekrar çocuklarını kucağına alacak, onlarla fakir ama mutlu sofralarına oturacak olan Ayşe, bilmese de, tanımasa da ezelde kardeş olduğu bir insan evladının, bir Yeryüzü Doktorunun elinden şifa bulmuş, ebede kadar söylenecek bir kardeşlik türküsünün dizeleri olmuştu artık… SAĞLIK&İNSAN Buradaki düşüncenin kökeninin: Dicle’nin kenarında bir kurt bir koyunu yediği zaman, bunun sorumluluğunu yüreğinde hisseden, Hz. Ömer’in duygu dünyası olduğunu söyleyebilirim. Yeryüzü Doktorları olarak çıkış noktamız budur. Somali. Prof. Dr. Harun Cansız, ameliyat ettiği hastasıyla. İşte Yeryüzü Doktorları olarak sağlık yardımı götürdüğümüz her ülkede buna benzer hikayelerin içinden geçiyoruz. Aslında o kadar yoğun bir tempo ile yürüyor ki çalışmalar, çoğu zaman biriken hikayeleri kaydetme imkanı bulamıyoruz. İnsani yardım çalışmaları gönüllülük esası ile yürüdüğü için göreve çıkanlar Türkiye’de çalıştığı kurumda normal çalışma temposunu arttırarak zaman üretiyor. Yani mesela Afrika’ya gidip döndüğünüzde sizi bekleyen iş yükü her zamankinden daha fazla olabiliyor. Biz de şair İsmet Özel’in dediği gibi diyoruz: “Önce yap, sonra açıklarsın. Bilgece yap. Yani koruyarak, yani için titreyerek, yani yıkılmasın diye...” Mart 2012 itibariyle, listemizde 1.100’ü ülkemizden olmak üzere toplam 3.500 kadar gönüllü bulunmaktadır. Bunların çoğunluğu sağlık çalışanıdır. Yeryüzü Doktorları, bugüne kadar dört kıtada 30 kadar ülkeye tıbbi ve insani yardım ulaştırmıştır. Bunlar arasında Sudan, Inguşetya, Kongo, Filistin, Sierra Leone, Gana, Hindistan, Kenya, Bangladeş, Nijer, Sri Lanka, Bosna, Irak, Kosova, Guatemala, Makedonya, Endonezya, Lübnan, Afganistan, Pakistan, GineBissau, Gürcistan, Somali, Yemen, Kırgızistan ve Suriye sayılabilir. Bu satırların kaleme alındığı günlerde Somali’nin başkenti Mogadişu’da 62 yataklı Yeryüzü Doktorları Şifa Hastanesinin açılışı gerçekleşiyor; Gazze’de birikmiş komplike vakaların ameliyatı ve cerrahi eğitim görevlerini tamamlayan ekibimiz yurda dönüyor; “Kardeş Coğrafyalarda Sağlık Baharı” projesi kapsamında Suriye’den komşu ülkelere sığınan yaralı ve hasta mültecilere yönelik sağlık hizmeti koordine ediliyor; kardeş ülke Azerbaycan’a cerrahi branşlarda tıbbi yardım ve eğitim desteği götürmek üzere yola çıkmak için hazırlanan akademisyen ekibimizin hazırlıkları sürüyor ve Nijer’de 5 milyon 400 bin insanı ölüm riski ile karşı karşıya bırakan kuraklığa bağlı açlıkla mücadele kapsamında bir yandan doğrudan gıda yardımına devam ediliyor, bir yandan da kalıcı beslenme merkezleri kurulması yönünde çeşitli kurumlarla işbirliği arayışı devam ediyordu. Biz, yeryüzünün neresinde temel insani ihtiyaçlardan –ki bunun biz sağlıkçı olduğumuz için sağlık tarafıyla ilgileniyoruz–insani ve tıbbi temel ihtiyaçlardan mahrum bir insan varsa, bundan bir ölçüde bizim de sorumlu olduğumuz düşüncesindeyiz. 41 SAĞLIK&İNSAN Derneğin yurt içinde yürüttüğü yardım çalışmalarının kapsamı da her geçen gün genişlemektedir. Yeryüzü Doktorları Mogadişu Şifa hastanesi açılışı. İnsanoğlu, bazen doğal afetlerden daha fazla yekdiğerinin hayatını tehdit eder ve sağlığı, esenliği, dirliği tahrip eder. İşte, dünyanın birçok yerinde, dış ve iç savaşlar nedeniyle, sağlık sisteminin, kurumlarının zarar gördüğü, dolayısıyla insanların temel sağlık ihtiyaçlarının yeterince karşılanamadığı durumlarda, Yeryüzü Doktorları devreye girmekte ve tıbbi yardım sağlamaktadır. Yardımlar, derneğimizin İngiltere Manchester’daki genel merkezi “Doctors Worldwide” ile birlikte kararlaştırılarak yürütülmekte ve dünyanın her yerine dağılmış bağışçı ve gönüllülerimiz tarafından finanse edilmektedir. Yıkılmış sağlık kurumları onarılıp donatılmakta, anaçocuk sağlığı hizmetleri verilmekte, binlerce sünnet ve küçük operasyon yapılmakta, kitlesel sağlık taramaları, salgın hastalıkların önlenmesi çalışmaları 42 gerçekleştirilmektedir. Ayrıca, savaşlar, zulümler, afetler sebebiyle akıl ve ruh sağlığı tehdit altında olan erişkin ve çocukların rehabilitasyonu amacıyla, bu alanda çalışan sağlık elemanlarına daha önce Sri Lanka’da, Filistin’de, İstanbul’da olduğu gibi en yetkili uzmanlarca eğitim seminerleri ve kurslar verilmektedir. Van depreminin ilk saatlerinden itibaren bölgeye ulaşan YYD-SAR (Yeryüzü Doktorları AramaKurtarma) ekiplerinin başarılı çalışmalarının yanı sıra, gerek Gevaş Devlet Hastanesinde kurulan mobil sahra hastanesi, gerek gezici ayaktan sağlık hizmeti ve psikolojik rehabilitasyon ekipleriyle bölge halkının yanında olmuştur, olmaya devam etmektedir. Yoksul çocukların sünnetinden, çeşitli illerimizin kırsal bölgelerinde yürütülen sağlık hizmeti çalışmalarına veya İzmir Basmane’de olduğu gibi zor koşullarda yaşam mücadelesi veren kaçak göçmenlere götürülen sağlık taraması, aşılama ve ayaktan tedavi hizmetleri gibi çeşitli yurt içi projeler de bu kapsamda sayılabilir. Mogadişu / Somali’de beslenme yetersizliğinden ölmek üzere olan bir çocuk. SAĞLIK&İNSAN Kabre indiğinizde toprak olan yine toprağa döner, üstünüzü biriktirdikleriniz örter. İşte o yüzden ben de kendi adıma, Yeryüzü Doktorları gönüllüsü, şair-doktor Levent Dalar gibi, “yoksul, mazlum çocukların gülümsemelerini; acısı dinmiş bir annenin yüzündeki rahatlamayı, gerçekten sevildiğini gören bir insanın gözündeki ışıltıyı biriktiriyorum. Yeryüzü Doktorları Van depreminin yaralarını sarmak için yollarda. Biz Yeryüzü Doktorları ailesi olarak, Yaradan’ın insana bahşettiği en güzel duygu olan “merhamet”i, yeryüzündeki en erdemli eylem olan “iyilik”e dönüştürmek için yola çıktık. “Bir insana hayat veren, bütün insanlığa hayat vermiş gibidir” düsturuna inandık. Merhametin ve iyiliğin sınırları aştığı, mutlu ve huzurlu insanların özgürce dolaştığı, adil ve müreffeh bir dünyada yaşamak yeryüzünün tüm sakinlerinin en doğal hakkı. Açlığın, sefaletin, çaresizliğin, savaşların ve bunların neden olduğu hastalıkların, sakatlıkların olmadığı bir dünya mümkün mü? Neden olmasın? Tüm ömrün amacı budur. Bunun için para biriktirir, zenginlik güçtür. Şan ve şöhret biriktirmek ister, itibar güçtür. Adalelerini geliştirir. Güçlü ve değerli hissetmek için biriktir de biriktirir. Ama zaman bunların hepsini sizden ”Mezara indiğimde biriktirdiğim her şey geri alınacak, toprak olan yine toprak olacaksa, çocuk gülümsemeleri benden dünyaya geri döndüğünde dünya daha aydınlık olur belki. Üstüme kendi biriktirdiklerim devrilecekse, altında kaldığım ağırlığı daha kolay taşırım belki. Belki burada biriktirdiğim birkaç dua gelir ve tanıklık eder bana “orada ve her yerde…” geri alır. Şair İbrahim Tenekeci, “Ölüm biriktirdiğin şeylerin altında kalmak olmalı” diyor. İnsan kısacık ömründe neler biriktirebilir? Neden biriktirmek ister? İnsan, kendine itiraf etmese, etmekten korksa da çok güçsüz, minicik olduğunu bilir. Büyümek ve güçlü olmak ister. Yeryüzü Doktorları ekibi, Van Gevaş Sahra Hastanemizin önünde. 43 SAĞLIK&İNSAN Yaşamın Kıyısında Bir Doktor… Dr. Ali İhsan AVAN Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Hekimi 44 SAĞLIK&İNSAN Yaşadığımı, doktorluğa ilk başladığımda hissettim. Hastaneye, bir ibadethaneye gider gibi koşa koşa gittim, mutluydum. Ayda 400 saat çalışıyordum. Sanki bir şeyleri unutmak, geçmişin intikamını almak istiyordum. İşe yaramaz, pısırık Ali İhsan’dan insan hayatı kurtaran, yaşama müdahil olan bir Ali İhsan olmuştum. Artık o küçük köylü çocuk değil, yaşama karşı hoşgörülü, dışa dönük, aydın, gelişmelere ve yeniliklere açık, yüreğinden kini ve nefreti atmış bir Ali İhsan. Arkadaşlarının ve dostlarının Dr. Alex’i. Güzel gülen, arkadaşlarının gülmesine güldükleri Alex. İlkokul 2. sınıfın son günüydü. Karne sevincim, komşu kızının üzerime su serpmesiyle son bulmuştu. Üzerime serpilen sudan kaçmak isterken düşmüş ve (o güne kadar ailemin Sağlık ve İnsan Dergisi tarafından hem bir hekim hem de bir hasta olarak duygularımı dile getirmem istendiğinde, yaşamımın çeşitli kesitlerini sunmak, hayatı algılama biçimimi ya da hayattan payıma düşeni sizlerle paylaşmak istedim… Yaşamı, insanların ne kadar basit algıladığını düşünürdüm. Yaşadığım olaylar neticesinde bunun gerçek olduğunu, yaşamın bir çizgi olduğunu öğrendim. Bir gün gribal bir enfeksiyona yakalandım. 1 hafta devam etti. bilmediği ve daha sonra da doktorların yanlış tanı koyduğu) akciğerlerimdeki kistler patlamıştı. Ailem durumu bilmediği için beni 5 gün evde tutmuş, daha sonra ilçe devlet hastanesine götürmüşlerdi. Buradaki doktor, yanlış teşhis koymuş ve 7 gün zatürree tedavisi uygulamıştı. Yaklaşık 3 hafta sonra–koma halindesepsis olmuş–doğru teşhis konulabilmiş ve umutsuz bir şekilde ameliyata alınmıştım. İlkokul 2. sınıfta başlayan ve ortaokul 2 ile lise 1. sınıfta da devam eden ameliyat süreci başlamıştı. Bu ameliyatlar sonrasında sağ akciğerimin üçte ikisini kaybetmiştim. Kistin vücuduma yayılması nedeniyle hayatımın büyük bir bölümü bu kistle mücadeleyle geçti. Bu kist nedeniyle en son böbreklerimi de kaybettim. Halen bu kistle mücadele ediyorum… Yaklaşık 1 aylık tedavinin ardından yaşamımın diyalize bağlı devam edeceğini öğrendim. Çoğumuz diyaliz makinesinin ne olduğunu bilmeyiz. Bilse bile sadece televizyonlarda görmüştür. Kablolar, kocaman bir alet. Orada kan dolaşıyor. Nesnel bir kavram. Ama bir diyaliz hastası için hayata bağlanan kablolardır, bunlar. Bu kablolar kopunca yaşam kopar. Arkadaşlığın, dostluluğun ne demek olduğunu ben hastalanınca anladım. Kim kalmış etrafımda. Bir kedi kalmış, başka bir şey kalmamış. Gün geliyor, dostlar teker teker aramaz oluyor. Aslında her insan yalnız. Doğarken yalnız, ölürken yalnız, yaşamla mücadele ederken de yalnız. Bir sabah uyandım, acayip bir şekilde başım ağrıyor ve konuşamıyorum. Birkaç saat sonra da komaya girdim. Allah’tan ailem yanımdaydı. Genellikle yalnız yaşıyordum. Hemen 112 ambulansı ile Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi İbni Sina Hastanesi’ne başvurdum. Hayatı Dikimevi’nden kalkan bir tramvaya benzetiyorum. Tramvay, Dikimevi’nden kalkıyor ve terminale kadar gidiyor. Bazı insanlar terminalde, bazıları Emek’te bazıları ise Kızılay’da iniyor. Benim için Kızılay’da ya da Emek’te inmek o kadar önemli değil. Önemli olan yaşamı kaliteli bir şekilde yaşamak. Yaşamı olumlu bir şekilde algılamak. Pozitif yaşamak. İnsanlara en iyi şekilde, en iyiyi ve güzeli verebilmek. Zaten hayatı bu şekilde algıladığım için meslek olarak da doktorluğu seçtim. Orada acı gerçeği öğrendim. Yaşamımın bir dönüm noktası. Böbreklerim iflas etmişti. Bu basit bir virüs enfeksiyonu sonucu olmuştu. Yaşam benim için bundan sonra artık çok daha zor olacaktı. Bazen düşünüyorum. Ben ne zaman evde oluyorum diye. Haftanın 3 günü hastanede, 3 günü diyalizde, bana sadece bir Pazar günü kalıyor. Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde okudum. 45 SAĞLIK&İNSAN Düzeltilmesi gereken şey herhalde insanların çocuklukları. Eğer çocukluklarını düzeltebilirsek, erişkin olduklarında insan gibi insan olmanın gerekliliklerini öğretebileceğiz. Bundan önceki yaşamımda sürekli hastanedeydim şimdi de hastanedeyim. Herhalde ben hastanede doğdum, hastanede öleceğim. Gülmenin ne demek olduğunu arkadaşlarım benden öğrendiler. O kadar çok gülerdim ki acil serviste... Maalesef o eski ruh halimi bulamıyorum şimdi. Gülmek istesem bile içimde acı bir tebessüm oluşuyor. Acil serviste duygularımızı kaybettik. Yaşama bakışımızı kaybettik. Üzülemiyoruz, sevinemiyoruz. O kadar duygusuzlaştık ki… Hastalara bakarken devamlı kendimi düşünüyorum, kendimi onların yerine koyuyorum. Böbrek hastalarını muayene ettiğim zaman–aynı dertleri, aynı acıları yaşadığım için–onların acılarını yürekten hissediyorum. Hasta mı olmak gerekirdi, bu duyguları hissedebilmek için? Acaba neden bu kadar duygusuz kaldık. Bu konuda bizi dinlemek istemeyen bir insanın bir gün bir organa ihtiyacı olabilir. 46 Ben bir doktorum. Hiç aklıma gelir miydi, bir gün böbreklerimi kaybedeceğim. Belki 50 bin-100 bin hasta muayene ettim. O kadar çok hastaya baktım. Ama takdir, piyango bize çıktı. Kötü bir piyango ama bize çıktı. Gün gelir size de kötü bir piyango çıkabilir. İnsanların gözünü hırs bürümüş. İnsan parayla sağlığı satın alamıyor. Benim şu anda milyonlarım olsa bir böbrek bulamam. Böbreğimi yerine koyamam. O yüzden sağlığın kıymetini yaşam içerisinde bilmeliyiz. İnsanın organlarına saygısı olması gerekir. Bu hastalık benim suratıma bir tokat gibi indi ve “Sen bir insansın” dedi. O saatten sonra düşündüm, insanlara nasıl yardımcı olabilirim diye. Eğer yaşamım uzun süre devam ederse bundan sonra çocuk psikiyatristi olmak istiyorum. Çünkü her insan bir çocuk. İnsanın çocuk yönü var. Ve çocuklukta ki patolojik değişiklikler insanın erişkin yaşamına yansıyor. Yaşamda en önemli şey normali yakalamak. Su içebilmek, spor yapabilmek, koşmak… Bütün bunlar insanın normali. Uyku uyumak, geceleri uyuyabilmek en önemli şeylerden bir tanesi. Ama maalesef biz normallerimizin farkında değiliz. Normallerimizin farkına varabilmemiz için mutlaka anormal bir şeyler mi yaşamamız gerekiyor? Bazı zamanlar yürüyorum, insanların içine çıkıyorum. İnsanların içine çıktığım zaman, hayatın içine girdiğim zaman hasta olduğumu unutuyorum. Sağlıklıymışım gibi geliyor. O zaman hiçbir şekilde kendimi dinlemiyorum. Ama ölmek de o kadar kötü bir şey değil. Sadece bu dünyada yapmış olduğunuz şeyler yetersizse o üzüntü veriyor, insana. Benim için yaşam nedir? Okyanusta bir sandaldayız ve sandalımız su alıyor. Biz ise bu suyu elimizdeki taslarla boşaltmaya çalışan insanlarız. Etrafımızda birçok aç köpekbalığı dolaşıyor. Tek umudumuz ise uzaktan gelecek bir gemi… SAĞLIK&İNSAN Sümüklü Ali İhsan! Fotoğraf çektirirken sınıfın en arkasında ufacık kafası görünen çocuk. Köylü çocuğu Ali İhsan. Nazire Öğretmen ne demişti? Sümüklü mü? Ufacık ruhunda yaralar açmıştı, nefret etmişti okulundan, öğretmeninden. Okuldan almıştı ablası, onu. Çünkü okula gitmek istemiyordu. Bir yıl sonra savaşmaya karar verdi. Büyük adam olacaktı. Pısırık olmayacaktı. Zaten büyük büyük Prof. amcaları da öyle demiyor muydu? Nazire Öğretmenin Ali İhsan’ın kulaklarında açtığı delik aslında ruhunda açılan ve ilk nefret duygusunun yeşertildiği bir delikti. İnsanı birey olarak değil de kişiliğini yok sayarak sınıflandırmak, Ali, Ayşe, Fatma yerine sakat, kör, topal, kambur vb. ifadeler kullanmak… Bu insanlarımızın içinde bulunduğu dünyayı anlayabilmek için birazcık empati yapamaz mıyız? Kimi zaman “İyi ki bende yok” mantığı ile hareket ettiğimiz kimi zamansa özürlü deyip geçtiğimiz insanları anlamak için mutlaka bir organımızı kaybetmemiz mi gerekir? Sadece özürlüler haftasında sarf edilen albenili ama içi boş laflar; atletizm ve basketbol gibi bir iki spor müsabakası haberi ile geçiştirilen Engelliler Haftası… Milyonlarca engelli daha fazlasını hak etmiyor mu? Son zamanlarda mensubu olduğum Sağlık Bakanlığı organ nakilleri ve bağışı konusunda bizleri de umutlandıran önemli adımlar Bu duygu Ali İhsanı belki de ileride çok iyi bir doktor yapacaktı. O ameliyat senin bu ameliyat benim, yıllarca yaşama meydan okuyan güçlü ve inançlı Ali İhsan, kimi zaman mevcudu koruyan, kimi zaman elindekilerle yetinen kimi zaman da yaşama karşı esen rüzgardan etkilenen kuru bir yaprak gibi, bir o yana bir bu yana savrulup duracaktı. Artık, “Oğlum bu ne sakal?” diyen başhekimine “Yakışmış mı hocam?” diye karşılık veren adam yerine “Başhekime görünmeyeyim ne olur ne olmaz” diyen bir adam gelmişti. Acaba içimdeki savaşma ruhumu mu tüketiyordu? attı. Ancak nakiller konusunda bürokratik düzenlemeler tek başına yeterli olmayacaktır. Bununla birlikte toplumu değiştirmek, bu konuda bireylerde farkındalık oluşturmak gerekir. Bu da uzun ve zorlu bir mücadeleyle başarılabilir. Bu konuda herkesin üzerine düşen görevi layıkıyla yerine getirmesi gerekir. Engelli yaşamı daha yaşanır hale getirmek için hep birlikte çalışmalıyız. Ben hem bir doktor hem de bir engelli olarak ülkemin bu konuda iyi yerlere geleceğine inanıyorum. Annem dünyanın en iyi annesi idi. Yüreğini bana verecekti, hiç çekinmeden. Yeter ki ben iyi olayım... Çocukken hep bana: “Oğlum sen hastasın, evde otur, abin tarlaya, çifte gider.” derdi. Ben ise evde kalmayı hiç sevmezdim. Ama evde kalmak zorundaydım. Herşeye rağmen hayata pozitif bakıyorum. Bir nefes varsa o nefesi en güzel şekilde almalıyız. Yaşamanın ve nefes alabiliyor olmanın kıymetini bilmek gerekiyor. Bunun için herkesin organ nakli konusunda duyarlı olmasını istiyorum. “Organlarımız Toprak Olacağına Nefes Olsun, Can Olsun.” 47 SAĞLIK&İNSAN Dayanılması en kolay acı, başkalarının çektiği acı mıdır? Osman GÜZELGÖZ 48 SAĞLIK&İNSAN Bir genel cerrahın odasında görmüştüm ilk kez o cümleyi: “Dayanılması en kolay acı, başkalarının çektiği acıdır!” Doktorun arkasındaki panoda bir atasözü edasında bana bakan bu sözlerden çok etkilenmiş ve dalıp gitmiştim geçmişe, çocukluğuma… ... Acı ile ben daha 9 aylıkken tanışmışım. Annemin ısınmak için mangalda yaktığı kömür ateşine düşerek hem de. Sağ elim, yüzüm ve bedenimin bazı bölgeleri yanmış o zamanlar. Benim hatırlamadığım bu acı ile ilk tanışmadan, sağ elimdeki izler aracılığı ile haberdarım zaten. Çilekeş anacığım beni sırtına alıp kapı kapı doktor aramış. 1950’lerin sonu. Aylardan Ramazan, vakitlerden akşam... Öyle tombul, güzel ve albenili bir bebekmişim ki, beni gören herkes “Dayanılması en kolay acı, başkalarının çektiği acıdır!” mantığını işleterek sitem etmiş zavallı anacığıma: “Ne ettin de yaktın bu güzel çocuğu!” Nereden bilsinler ki, çocuğun sadece canı yanıyor; oysa anasının varlığı, benliği, yüreği yanmakta ve o çilekeş ana sırtında yavrusu kapı kapı dolaşarak oğlunun yangınına doktor aramakta... Acı, acıya dayanmak, acıya dayanmanın kolaylığı, acı çeken ve başkaları… Bu kavramlar hâlâ tüylerimi diken diken eder ve bütün sıcaklığı ile yaşar yüreğimde, beynimde, bedenimde… Belki de bu altyapının tesiri ile çocukluğum kendi kendime ve çevreme ısrarla yaptığım “Doktor olacağım!” telkinleri ile geçti. Nerede bir hasta, nerede bir hastalık, nerede bir sancı, nerede bir acı gördüysem hep haykırırdım çevreme: “Ben büyüyünce doktor olacağım!” Benim yaşadıklarımı, babamın ... Hasreti, gurbeti, sevdayı, 7 yaşındaydım, hiç unutmuyorum; hastaydım ve yine acılarla kıvranıyordum. O zamanlar (1965) Urfa’da ne bugünkü gibi mükemmel kamu ve özel hastaneleri ne de her türlü hastalığı bilen, tedavi eden doktorlar vardı. Rahmetli Babam Tenekeci Mahmut Güzelgöz, beni sırtında taşıyarak doktor ararken Ustası Mukim Tahir’in şu hoyratını okumuştu kulaklarıma: benimle ve diğer kardeşlerimin hastalıkları ile yaşadıklarını halk ozanları, türkü yakıcılar, hoyrat çığıranlar da yaşamışlar besbelli. Hem de yüreklerinin yangınını bedenlerinin yangınlarında dile getirerek yaşamışlar. ayrılığı; ince hastalığı, kuşpalazını, yanık izlerini, Behçeti, kanseri, nefriti, böbrek yetmezliğini ve daha nice hastalığı iç içe yaşamışlar yüreklerini bedenlerine siper ederek çoğu kez. Çoğu kez çare bulamamışlar gönül yaralarına ve bunlardan mütevellit beden hastalıklarına. Bu nedenledir ki; türkülerimiz, hoyratlarımız, manilerimiz, bozlaklarımız; dertle, yara ile hasta ve tabiple, acılarla, Yara sızlar! Ok değmiş yara sızlar. Yaralının halinden Ne bilsin yarasızlar! Bu hoyrattı işte; benim o doktorun arkasında gördüğüm “Dayanılması en kolay acı, başkalarının çektiği acıdır!” sözlerinin tercümesi. Bu hoyrattı işte o gün acılarımı hafifleten; beni acıya karşı şerbetleyen bu hoyratın tılsımlı, cinaslı sözleri idi belki de... Gerçekten de hayat her anlamda acılarla, acı çekenlerle, acılara direnenlerle ve acılara karşı “başkası olanlarla” ile dolu değil mi? acı çekenlerle ve yine acıları “başkası olanlarla” iç içe olmuş. Bakın, Ali Ekber Çiçek’in Erzincan’dan derlediği türkü ne güzel anlatıyor benim baştan beri bir türlü anlatmayı beceremediklerimi: Yine tazelendi yürek yarası Ben bu derde nerden derman bulayım Efendim efendim benim efendim Benim bu derdime derman efendim… 49 SAĞLIK&İNSAN Mukim Tahir (merhum) bir Urfa türküsünde, acı çekenlerin, yarası derinlere düşenlerin, gözü yolda kalanların tabip beklemesini bakın nasıl anlatıyor; hiç kimsenin böyle anlatmayı başaramayacağı gibi: Trene bindim de tren sallandı Zalim doktor ciğerimi elledi İyi oldun diye köye yolladı Söyleyin anama da anam ağlasın Babamın oğlu var beni neylesin… Kapıyı çalan kimdir Aç bakım gelen kimdir Yaram derine düştü Belki gelen hekimdir Hem gurbeti, hem ince hastalığı (verem) hem de çaresizliği yaşayanların yürek sızısını bir Akdağmadeni türküsünde rahmetli büyük usta Nida Tüfekçi derlemiş: Oy Habip Habip Habip Sensin yarama tabip Yaralarım sızlıyor Belki gelen sertabip… Hastane önünde incir ağacı Doktor bulamadı bana ilacı Baştabip geliyor zehirden acı Keskinli Büyük Usta Hacı Taşan da hastayı, doktoru ve acılara karşı başkalaşanları anlatıyor bir türküsünde: Garip kaldım yüreğime dert oldu Ellerin vatanı bana yurt oldu… 50 Melodik yapısı, sözleri, anlattıkları ve hissettirdikleri ile benim en sevdiğim türkülerden birisidir, kırmızı gül demet demet. Muharrem Akkuş’tan derlenen bu Erzurum türküsü o kadar çok şey anlatır ki birkaç mısrada ve akıp giden melodisinin hüznünde: Kırmızı gül her dem olsa Yaralara merhem olsa Ol tabipten derman gelse Şol revanda balam kaldı Yavrum kaldı balam nenni… Yaşayan en büyük halk ozanlarından birisi olan Neşet Ertaş kendine özgü Kırşehir söyleyişi ile katılıyor çare arayışlarımıza ve dert söyleşimize: Sinemde gizli yaramı kimse bilmiyor Hiçbir tabip bu yarama merhem olmuyor Boynu bükük bir garibim yüzüm gülmüyor Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen… SAĞLIK&İNSAN Nuri Hafız Başaran’ın (merhum) bu Urfa türküsünde söylediği doktor arayışı mıdır bilinmez! Yoksa doktor bir sevgili arayışı mı? Belki de ustalıkla söylenmiş bir sitemdir hem doktora, hem sevgiliye: Bahçe bar verende gel Ayva, nar verende gel Hasta düştüm gelmedin Bari can verende gel… İnsanın canının cananı gidince, zaten hiç kimseler çare bulamaz ki derdine. Herkes çekilen acılar için bir başkası oluverir oracıkta. Cemil Cankat (merhum) anlatıyor bunu hepimizin çok iyi bildiği bir Urfa türküsünde: Gitti canımın cananı Bıraktı beni yaralı Doktor gelse tabip gelse Bulamaz derdime çare… bizim de bu yazı ile anlatmak istediklerimize son noktayı öylesine güzel koymuş ki: Nedir acı, kimdir acı çeken? Biz kimin acılarına bugüne kadar başkaları olduk; kim bizim acılarımızın başka yerinde Suda balık yan gider Açma yaram kan gider Yaralıyım bana değme Baygınım gel gönlüm eyle Buna tabip neylesin Ecel gelmiş can gider Yaralıyım bana değme Baygınım gel gönlüm eyle… Şimdi herkes bu yazıyı okuduktan sonra kendi çocukluğuna doğru bir gezintiye çıksın. Hayatına, dününe, bugününe bir baksın; yürek yanığı bu mısraların penceresinden… durdu? En yakınımızdakinin bile acılarına bazen başkası olurken; kendi acılarımıza başkası oluverenlere ne diyebiliriz ki? Şu hoyratı başucumuza kaydetmekten başka elimizden ne gelir ki: “Yara sızlar Ok değmiş yara sızlar Yaralının halinden Ne bilsin yarasızlar!” … Karadeniz yöresi insanının hiciv yeteneği, derdini anlatmak adına kullanılırsa ve konu da doktor-hasta ilişkilerinde “başkası kim” sorusuna cevap aramaksa bakın Hüseyin Dilaver’den alınan Trabzon türküsü buna nasıl cevap veriyor: Oy benim sevdiceğim Olur mu böyle keder Bu Sürmene Yaylası Onbeş doktora bedel… Sadece biz acı çekenlerin değil, acıya çare arayan sevgili doktorlarımızın da çaresizliğini anlatmak ancak bu kadar güzel olur bence. Hayriye Temizkalp’ten alınan bir Erzurum türküsü hasta-doktor ilişkisine, 51 SAĞLIK&İNSAN Yaşlanma Karşıtı Önlemler Op. Dr. Berfu BABUCÇU Plastik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı Yaşlanmaya bakışımız, yaşama bakışımızdır aslında. Yaşlanmak deneyim demek, hayata karşı geliştirdiğimiz bambaşka bir bakış açısı ve olgunlaşmak demek. Oysa başa sarıp baktığımızda, küçükken büyümek için çırpınır, yetişkin olma çabalarına gireriz. Ama 30’lu yaşlardan sonra durum tersine döner. Zamanın akışına karşı koyma çabamız başlar. Bu çaba ruhen değil, bedenen bir çabadır aslında. Olgunlaşma ve bilinçlenme sürecimizin doruklarındayken, görünüşümüzün de en iyi şekilde olmasını isteriz. Bu amaçla tüketim dünyasının bir malzemesi olma yolunda harcanmaktansa, bilinçli yollardan önlem alma yoluna gitmemiz gerekir. 52 Derimiz, vücudun en büyük organı ve dış etkenlere maruz kalan ilk bariyer olmaktadır. Bu nedenle yıpranma belirtileri ilk defa cildimizde görülmektedir. 30’lu yaşlara kadar devam eden yapılanma ve yenilenme süreci, bu dönemden itibaren 40 yaşlarına dek plato çizer, ve yapım ile yıkım eşit bir hale gelir. Daha sonra ne olur; tabii ki yıkım süreci ağır basar ve cildimiz yıpranmaya, yaşlılık belirtilerini göstermeye başlar. O halde nedir bu yaşlılık belirtileri? Gülümsemekten elbette vazgeçmeyeceğiz, ama ilk işaretler burada başlıyor. Göz çevresinde, dudak kenarlarında başlayan ince çizgilenmeler, zamanla yerini derin kırışıklıklara bırakmak üzere hazırlanıyorlar. Cildimiz nemini kaybetmeye başlıyor, kuruluk ve sarkmalar boy gösteriyor. Hele bir de güneşlenmeyi seviyorsak, cilt lekeleri kaçınılmaz bir hal alıyor. İşin aslı, karakteristik özelliklerimiz kaybetmeden alacağımız önlemler doğrultusunda, güzel yaş almaya ne dersiniz! Öncelik cilt temizliği ile başlamaktadır. Bunu için basitçe evde uygulayacağımız cilt temizleyicileri başlangıç için yeterli gelmektedir. Ötesinde aylık yaptırabileceğiniz profesyonel cilt bakımları katkıda bulunur ve cildinizin koruma bariyerini güçlendirir. Günümüzde cilt bakımları vitaminler ve antioksidan ürünler ile zenginleştirilmiş olup, temizliğin ötesinde yapım ve onarım işlemlerini tetikler ve katkıda bulunur. SAĞLIK&İNSAN Farklı sistemler denemek istiyor ve özel günlerinizde kendinizi şımartmak istiyorsanız, size önerebileceğim en güçlü bakım Gold Treatment adı verilen altın maskedir. gereksiniminizi ortadan kaldıracaktır. Önemli olan, cildinizin neye ihtiyacı olduğunu saptamak, eksik olanı yerine koyabilmektir. Her birey gibi, siz de farklısınız ve farklı ihtiyaçlarınız var. Altın bilindiği gibi yıllardan beri romatolojik hastalıklarda güçlü antiinflamatuar özelliğinden dolayı kullanılan bir madde olup, bugün geliştirilen teknoloji sayesinde cilt bakımda gelinen son nokta olmuştur. Benzer şekilde enjeksiyonsuz dolgu dediğimiz, kollajen bakımları da erken yaşlarda başlandığı taktirde dolgu ihtiyacınızı erteleyecek veya Cildin ilk etapta kaybettiği, nemi, kollajen ve elastin lifleridir. Kollajen ve elastin birer proteindir ve kendi vücudumuzdaki enzimler nedeni ile yenilerini yerine koymak adına yıkılırlar. Oysaki 30’lu yaşlardan sonra yapım süreci azalmaya başladığından, yıkılan kadar lifler yerine konulamaz ve zaman içinde miktarları azalmaya başlar. Bu anlamda, bu sürecin yönetiminde mezolifting adını verdiğimiz uygulamalar devreye girerler. Mezolifting, cilde kaybettiğini veren, tamamlayan bir çeşit mezoterapi uygulamasıdır. Cilde enjekte edilen vitamin, aminoasit, eser elementler ve hyaluronik asit içeriğinden oluşan preparatlar kullanılır. Antioksidan içeriğiyle yüz, boyun, dekolte bölgesi ve ellerde, cildi canlandırır ve yapılandırır. Benzer şekilde, PRP (platellet rich plasma) uygulamasında kendi kanımızdan elde edilen kök hücrelerin saflaştırılmasıyla bu yapılandırma süreci güçlendirilebilmektedir. 53 SAĞLIK&İNSAN PRP sistemi ile kendimize bağış yapmanın keyfini sürerken, dokularımızın onarımını en üst seviyeye çıkarmak mümkündür. PRP ve mezolifting süreçlerini hem profesyonel uygulamalarda hem de evde kullandığımız dermokozmetiklerin emilimini artırmada Roller sistemi en etkili katkı olacaktır. Roller, üzerinde mikroiğneciklerin bulunduğu, uygulanan bölgede yüzlerce kanal açan bir sistemdir. Bu kanallar kullandığımız ürünün emilimini yüzlerce kat artırarak, fayda sürecini uzatmaktadırlar. Cildimiz gençleştirmede, teknolojinin bize sunduğu en yenilikçi imkan ise, Fraksiyonel lazerlerdir. Fraksiyonel lazer cilt yenilemede ve sıkılaştırmada ameliyatsız yöntemlere alternatif olmakta ilk sırada yer almaktadır. Fraksiyonel lazerler ile ciltte yenilenme sağlanırken, cilaltı dokulara 54 ulaşan kolonlar sayesinde kollajen ve elastin lifleri anında % 30 sıkılaşmakta; 6 ay süren yeniden yapılanma sürecine girmektedirler. FDA onayı ile kanıtlamış olan bu uygulama, bilinçli ellerde sadece hedef çizgilere yönelik bir önlem olarak sunulmaktadır. Diğer bir taraftan yaşamın akışı içinde, güler, ağlar, kızar, şaşırır ve daha pek çok duygusal değişim geçiririz. Geride bıraktıkları mimik çizgileri olarak adlandırılır. Bu çizgilerin yerleşmesine müsaade etmeden, giderebildiğimiz en popüler uygulama botokstur. Botoks denilince, maske gibi ifadesiz yüzler aklımıza geldiğinden çoğunlukla uzak duruyor ve kaçınıyoruz. Oysa gördükleriniz sadece kötü örnekler. İyi bir uygulama sonucunda botoks yapıldığı anlaşılmamakla birlikte, sadece sizdeki canlılık ve dinamik bakışlar dikkati çekiyor. Bugün Amerika’da en sık yapılan kozmetik uygulamaların arasında birinci sırayı botoks almaktadır. Güvenilirliğini Sırada daha derin çizgiler, sığ bir oluğa dönüşmüş kırışıklıklar var. Bu probleme çözüm önerimiz, saf dolgu maddeleri veya kendi yağınızla yapılan dolgu işlemleridir. Denemeye saf dolgu maddelerini kullanmakla başlayabilir; memnuniyet derecesine göre kendi yağınızla kalıcı sonuçlar elde edebilmekteyiz. Unutulmamalıdır ki, bu bir süreç ve emek ürünüdür. Doğal güzelliğimizi korumak, yılların izlerini azaltmak için, giderek artan bakım takviyelerinden faydalanmak çok uzak ve zor değil. En başta alacağımız önlemler ile sonraki zamanlarda yapılacak onarım süreçlerini kolaylaştırmak ve azaltmak mümkün hale gelmiştir. SAĞLIK&İNSAN 55 SAĞLIK&İNSAN Küresel Bir Salgın: Kronik Böbrek Hastalığı Prof. Dr. Kenan ATEŞ Türk Nefroloji Derneği Genel Sekreteri Her yıl Mart ayının ikinci Perşembe günü Uluslararası Nefroloji Derneği ve Uluslararası Böbrek Vakıfları Federasyonu tarafından Dünya Böbrek Günü olarak ilan edilmiştir. Bu yıl 8 Mart tarihinde yedincisi kutlanan Dünya Böbrek Günü’nde tüm dünyada böbrek sağlığı ve hastalıkları konusunda toplum bilincini artırmak, erken tanının önemini vurgulamak, kronik böbrek hastalığının insan sağlığı ve ülke ekonomileri üzerindeki ağır yükü hakkında kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla çeşitli etkinlikler düzenlenmektedir. Böbrek hastalıkları konusunda halkımızı bilgilendirme ve bilinçlendirmeyi hedefleyen sosyal sorumluluk projelerinde aktif olarak yer almayı ilke edinmiş olan Türk Nefroloji Derneği, ülkemizdeki etkinliklere öncülük etmektedir. Kronik böbrek hastalığı adeta salgın halini almış olan önemli bir halk sağlığı sorunudur. Tüm dünyada erişkinlerin yaklaşık % 10’unda böbrek hastalığı bulunduğu tahmin edilmektedir. Türk Nefroloji Derneği tarafından 23 ilde 18 yaş üzeri 10 bin750 kişinin katılımı ile yapılan CREDIT çalışması, Türkiye’de erişkinlerin % 15.7’sinde çeşitli evrelerde kronik böbrek hastalığı varlığını göstermiştir. Bu oran, basit bir hesapla ülkemizde 7,5 milyona yakın kronik böbrek hastası bulunduğu, yani her 6-7 erişkinden birinin böbrek hastası olduğu anlamına gelmekte ve sorunun boyutunun tahmin edilenin çok üzerinde olduğuna dikkat çekmektedir. Kronik böbrek hastalığı basit ve ucuz bazı kan ve idrar testleri kullanılarak erken saptandığında önlenebilir veya ilerlemesi geciktirilebilir olmasına karşın, farkındalığının ve erken tanısının düşük olması birçok olguda buna olanak vermemektedir. Ülkemiz de dahil dünyanın çeşitli bölgelerinde yapılan çalışmalar, hastalığın farkındalığının % 10’un altında olduğunu göstermiştir. Türk Nefroloji Derneği tarafından Dünya Böbrek Günü için hazırlanan görsel çalışmalardan birisi 56 SAĞLIK&İNSAN Bu nedenle, hastalık sıklıkla son dönem böbrek yetmezliği evresine ilerlemekte, yüksek maluliyet ve ölüm oranları ve kötü yaşam kalitesi ile hasta sağlığını, uygulanması gereken yüksek maliyetli diyaliz ve böbrek nakli tedavileri ile sağlık bütçesini ciddi bir şekilde tehdit etmektedir. Halen tüm dünyada 2 milyonu aşkın kişi diyaliz ve böbrek nakli tedavileri ile yaşamını sürdürmektedir. Yıllık % 6-8’lik artış oranı ile gelecekteki 10 yıl içinde bu sayısının iki katına çıkması ve toplam tedavi maliyetinin 1,5 trilyon doları aşması beklenmektedir. Bu şekilde, yakın gelecekte gelişmiş ülkelerin sağlık bütçelerini ciddi olarak zorlayan, daha düşük gelir düzeyine sahip ülkelerde ise altından kalkılması mümkün olmayan bir ekonomik yük ortaya çıkacaktır. Türk Nefroloji Derneği tarafından düzenli olarak toplanan Ulusal Böbrek Kayıt Sistemi verileri son dönem böbrek yetmezlikli hasta sayısının ülkemizde de Grafik 1. Türkiye’de son dönem böbrek yetmezliğinin sıklığı. dramatik bir şekilde arttığını göstermektedir. Bu verilere göre, Türkiye’de 2001 yılında milyon nüfus başına 314 olan son dönem böbrek yetmezlikli hasta sayısı 10 yıl içinde 2,7 kat artarak günümüzde 900’e yaklaşmıştır (Grafik 1). Halen ülkemizde diyaliz uygulanan veya böbrek nakli yapılmış 65 bine yakın hasta bulunmakta ve toplam sağlık bütçesinin % 5,2’si bu hastaların tedavisi için harcanmaktadır. Bu sayının yakın gelecekte 100 bine ulaşacağı ve tedavi maliyetinin 3 milyar doları aşacağı tahmin edilmektedir. Öte yandan, kronik böbrek hastalıklı bireylerde hastalığın erken evrelerinden itibaren maluliyet ve ölüm riskleri artmakta ve hastalık son döneme ilerledikçe bu artış daha da belirginleşmektedir. Öyle ki, diyaliz tedavisine başlayan hastaların yarıya yakını 5 yıl içinde hayatını kaybetmektedir. Yüksek maluliyet oranları ve kötü yaşam kalitesi, bu hastaların aile ve sosyal yaşantılarını da olumsuz etkilemekte ve ekonomik üretkenliklerini engellemektedir. Bu şekilde, hastalığın yarattığı ekonomik kayıp daha da artmaktadır. 57 SAĞLIK&İNSAN Kronik böbrek hastalığının giderek artan tıbbi, sosyal ve ekonomik yükünü azaltmak için hastalığın gelişimini önlemeye, erken tanı ve uygun tedavi yöntemleriyle ilerlemesini engellemeye, hastaların yaşam sürelerini uzatmaya ve yaşam kalitelerini artırmaya yönelik önleme programının ulusal ölçekte uygulamaya konulması gerekir. Bunun için kronik böbrek hastalığı sağlık otoritesi tarafından toplum sağlığı açısından öncelikli hedefler arasında kabul edilmeli ve ilgili paydaşlar tarafından gerekli çalışmalar bir an önce başlatılmalıdır. Bu bağlamda öncelikli olarak; düzenli egzersiz yapmak, sağlıklı beslenmek ve ideal vücut ağırlığını korumak, tuzu azaltmak, yeterli sıvı almak, sigaradan ve aşırı alkol tüketiminden kaçınmak gibi kronik böbrek hastalığı gelişimini büyük oranda önleyebilecek sağlıklı yaşam tarzı değişikliklerinin toplum tarafından benimsenmesi ve uygulanması sağlanmalıdır. Önleme programının diğer önemli bileşeni, yüksek risk altındaki kişilerin belirlenmesi ve bu kişilere yapılacak düzenli taramalar ile hastalığın erken evrede saptanması ve ilerlemesinin engellenmesidir. Kronik böbrek hastalığı için en yüksek risk grupları; şeker hastalığı, tansiyon yüksekliği, kalp-damar hastalığı ve ailesinde böbrek hastalığı olanlar ile yaşlılardır. Diğer risk faktörleri arasında obezite, metabolik sendrom, sigara, böbrek taşları, tekrarlayan idrar 58 yolu infeksiyonları, sık ağrı kesici ilaç kullanımı, bazı bağ dokusu hastalıkları ve düşük doğum ağırlığı sayılabilir. Türk Nefroloji Derneği tarafından yapılan CREDIT çalışması, toplumumuzda bu risk faktörlerinin de yüksek oranda mevcut olduğunu göstermiştir. Buna göre, erişkinlerin % 33’ünde hipertansiyon, % 13’ünde şeker hastalığı, % 32’sinde obezite, % 35’inde aktif sigara içiciliği bulunmaktadır. Özellikle kronik böbrek hastalığının en önemli nedeni olan şeker hastalığı sıklığının 2002’de % 7.2 iken, günümüzde % 13’e ulaşmış olması endişe verici bir durumdur. Böbrek yetmezliğinin tıbbi ve ekonomik yükünü azaltmanın bir diğer yolu böbrek nakli sayısının artırılmasıdır. Son dönem böbrek yetmezliğinin ideal tedavisi diyaliz değil, böbrek naklidir. Böbrek nakli, hastalara daha uzun ve daha kaliteli bir yaşam olanağı sunmasının yanı sıra tedavi maliyetinin de önemli ölçüde azalmasını sağlamaktadır. Sağlık Bakanlığı’nın büyük desteği ile ülkemizde böbrek nakli yapılan hasta sayısı son 10 yılda yıllık 550’den 2.814’e yükselmiştir. Ancak, bu artışın yeterli olduğunu söylemek mümkün değildir. Halen 65.000’e yakın son dönem böbrek yetmezlikli hastanın sadece % 12,5’i böbrek nakillidir, geri kalan % 87,5’lik büyük hasta grubu diyaliz ile yaşamını sürdürmek zorundadır. Öte yandan, ülkemizde böbrek nakillerinin % 80’den fazlası canlı vericiden yapılmaktadır, kadavradan böbrek nakli sayısı yeterli değildir. Ulusal Organ Bekleme Listesine kayıtlı 19.000 hastanın böbrek beklemesine karşın, son yılda sadece 521 hasta bu şansa erişebilmiştir. Bu alanda yapılması gereken çok iş ve alınması gereken çok mesafe vardır. En önemlilerinden birisi de organ bağışının artırılmasıdır. Türkiye’de 2011 yılında toplam 1.319 beyin ölümü bildirimi yapılmış olmasına karşın, bunların sadece dörtte birinin ailesinden organ bağış izni alınabilmiştir. Nüfusu 75 milyona ulaşan ülkemizde hem yıllık beyin ölümü bildirimi sayısı, hem de bağış oranı batı ülkelerinin oldukça gerisindedir. Bu durum, sorunun çözümünde sağlık personelinin eğitiminin ve toplumun bilinçlendirilmesinin önemini ve bu çabaların süreklilik arz etmesi gerektiğini göstermektedir. SAĞLIK&İNSAN 59 SAĞLIK&İNSAN Yaşlanan Toplumun Sinsi Tehdidi: ATRİYAL FİBRİLASYON Prof. Dr. Erdem DİKER Atriyal Fibrilasyon Derneği Başkanı “Bir mum diğerini tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez” Hz. Mevlana 60 SAĞLIK&İNSAN Eğer hayatımızın sonbaharı başlamış, altmışlı yaşları aşmış isek yakınlarımızı, arkadaşlarımızı şöyle bir yoklarsak bir çok tanıdığımızın geçici konuşma, görme bozukluğu, ellerde ayaklarda güç kaybı nedeniyle doktora başvurduğunu veya düpedüz felç nedeniyle sakat kaldığının farkına varırız. Belki, yaşlanıyoruz olacak böyle şeyler, diye durumu tevekkül ile kabul ederiz. Tabiî ki hayata dair her şeyi düzenlemek, kontrol etmek mümkün değildir. Ama ya bazı kötü durumları bir nebze de olsa önleyebiliyorsak! Yaşımız ilerledikçe kalbimiz de yaşlanır. Damarların içinde kalsiyum, yağ toplanmaya başlar. Bu durum hem damar duvarını sertleştirerek elastikiyetinin kaybolmasına yol açar, hem de damar içinde daralma oluşturarak kan akımını bozar. Tıp dilinde biz buna ateroskleroz diyoruz. Sonuçta bizim bu süreçte hissettiğimiz, göğüs ağrıları ve kalp krizleridir. Son yıllarda bu durumun en azından yavaşlatılması ve hasarlarından korunma konusunda büyük ilerlemeler olmuştur, ama damar sertliği süreci durdurulamaz veya tamamen önlenemez. Günün birinde karanlık yüzünü ellerde his veya hareket kaybı, konuşma bozukluğu, görme bozukluğu ile gösterir. İşte inme veya felç dediğimiz durum budur. İnme/felçlerin tabii ki tek nedeni “atriyal fibrilasyon” denilen kalp ritmi bozukluğu değildir. Özellikle hipertansiyon dediğimiz kan basıncı yüksekliği, beyin damarlarının aynı kalp damarları gibi sertleşmesi (aterosklerozu), inmelerin diğer en büyük nedenleridir. Son söylediğimiz iki felç nedeni uzun yıllardır çok iyi bildiğimiz konulardı. Ancak son yıllara kadar hâlâ bir grup hastada neden inme olduğunu açıklayamıyorduk. Sanki bu hastalar bir sır perdesinin arkasında ne olup bittiğini anlayamadığımız hastalardı. Son yıllarda anladık ki “atriyal fibrilasyon” denilen ritm bozukluğu, sebebini tespit edemediğimiz bir çok inme felaketinden sorumlu. Kararlılıkla vurgulamamız gereken en önemli konu her ritm bozukluğu, her çarpıntının inmeye neden olmayacağıdır. Özellikle genç yaşlarda görülen çarpıntı ve ritm bozukluklarında bu risk hemen hiç yoktur. Dolayısıyla her çarpıntısı olan kişinin inme için endişe etmesinin hiçbir anlamı yoktur. İnme riski taşıyan durum “atriyal fibrilasyon” denilen ritm bozukluğuna has bir durumdur ve bu ritm bozukluğuna tansiyon yüksekliği, şeker hastalığı, kalp yetmezliği gibi durumlar eşlik ettiğinde risk daha da artar. “Atriyal fibrilasyon” inme açısından ayrıcalıklı bir ritm bozukluğudur. Çünkü başka hiçbir ritm bozukluğunda kalbin kulakçık denilen üst tarafında kan göllenmesi olmaz. Yaşlanan kalbin bir diğer bozukluğu “atriyal fibrilasyon” denilen ritm bozukluğudur. “Atriyal fibrilasyon” bazen birkaç saniye süren kalbimizin “pır pır” ettiği çarpıntı, bazen ise bizi perişan eden saatler süren çarpıntı ile karşımıza çıkar, bir çok kişide ise hiç belirti vermez. 61 SAĞLIK&İNSAN Eskiden de bu amaçla kullanılan ilaçlar vardı, ama bu ilaçların kullanılması hiç bu kadar kolay olmamıştı. Diğer bir yenilik “atriyal fibrilasyonun” ilaç dışı tedavisidir. Kan göllenmesinin olması o bölgede kan pıhtısı oluşması ve oluşan pıhtının beyne gitmesi riskini ortaya çıkarır. İşte inmenin nedeni beyne giden pıhtının bir beyin damarını tamamen veya kısmen tıkayarak kan akımını bozmasıdır. Eğer konuşmamızı yöneten merkezleri besleyen damar tıkanırsa konuşma bozukluğu, hareketlerimizi yöneten merkezleri besleyen damar tıkanırsa bir tarafımızın tutmaması söz konusu olur. Hissetmediğimiz, farkına varmadığımız bir ritm bozukluğu bir gün bizi sakat bırakabilir. Aşağı yukarı yüz yıldır bilinip tanınan bu ritm bozukluğu neden şimdi gündemimize geld? Bunun iki büyük nedeni var: Bunlardan birincisi başlıkta da değindiğimiz gibi tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de yaşlanan nüfusun artması. Yüz yıl önce infeksiyon hastalıkları en büyük ölüm nedeniydi. Bu gün infeksiyon hastalıkları ile mücadelede büyük aşamalar kaydedilmiştir. 62 Artık infeksiyon hastalıkları ölüm nedenleri arasında ilk sırada değildir. İlk sıraya kalp ve damarlar hastalıkları oturmuştur. Ancak kalp hastalıkları içinde de sık görülen hastalıkların tipi zamanla değişmektedir. Kalp hastaları, şeker hastaları, yüksek tansiyon hastaları daha iyi tedavi edildikçe, hayatları uzadıkça daha önce çok sık karşılaşmadığımız problemler karşımıza çıkmaya başlamaktadır. Hele bunların varlığını tespit etmek, tanısını koymak daha da kolaylaşmış ise… İşte “atriyal fibrilasyon” denilen ritm bozukluğu bunlardan biridir. “Atriyal fibrilasyon”un dikkatimizi çekmeye başlamasının diğer bir nedeni yirmi yıl öncesine göre bu hastalıkla mücadele için elimizde daha çok araç gereç olmasıdır. Bu araç gereçlerden biri ilaçlardır. Özellikle son yıllarda ortaya çıkan kan sulandırıcı ilaçlar çok büyük bir toplum kesiminin “atriyal fibrilasyon”a bağlı “inme”den korunmasına yardımcı olacaktır. Kateter ablasyon denilen, uyanık hastada kasık damarlarından girerek kalp içindeki ritm bozukluğuna neden olan elektriksel odakların ısıtılarak veya dondurularak tedavisi artık ülkemizde de yapılmaya başlanmıştır. Ülkemizde son on yılda fertlerin sağlık hizmetlerine erişimi çok arttı. Artık sağlık sorunları olan her fert sorunlarının çözülmesi için daha talepkar ve talebinin karşılık bulduğunu görüyor. Her fert sağlıkla ilgili konularda daha bilgili, daha farkında, daha sorgulayıcı. ATRİYAL FİBRİLASYON DERNEĞİ iki binli yılların ortalarına doğru dünyada ve Türkiye’de gittikçe büyüyen “atriyal fibrilasyon” problemi konusunda öncelikle hekimlerde, ardından toplumun ilgili birimlerinde farkındalığı artırmak için kuruldu. “Atriyal fibrilasyon”a bağlı felçlerin azımsanmayacak boyutta olduğu, bunların önlenebildiği, hastalığın yarattığı sorunlardan kurtulmanın yollarının hekimlere ve hastalara anlatılması, sağlık otoritelerinin son yıllarda çığır açan faaliyetlerine katkıda bulunmak Atriyal Fibrilasyon Derneğinin öncelikli hedefleri olarak belirlendi. SAĞLIK&İNSAN 63 SAĞLIK&İNSAN 14 Mart Tıp Bayramı Dolayısıyla Hekim ve Hocaların Hocası Olarak Bir Kere Daha Prof. Dr. İhsan DOĞRAMACI “HOCABEY” 64 SAĞLIK&İNSAN İhsan Doğramacı, 1915 yılında, o zamanlar Osmanlı toprağı olan Erbil’de doğdu. Nüfuzlu bir Türkmen ailenin çocuğu olan Doğramacı’nın babası Doğramacızade Ali Paşa Erbil belediye başkanı, annesi İsmet Hanım ise Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda Kerkük mebusu olarak görev yapmış Kırdarzade Mehmet Ali Bey’in kızıdır. İhsan Doğramacı, Irak Başbakanı olarak 1930’larda görev yapan Hikmet Süleyman Bey’in kızı Ayser Süleyman’la 1942 yılında evlendi. Ayser ve İhsan Doğramacı çiftinin Şermin, Ali ve Osman adında üç çocuğu oldu. İlköğrenimini Erbil’de Türkçe okuyarak tamamlayan Doğramacı, (Lozan Antlaşması’yla Musul vilayetinin İngiliz Mandası’na bırakılması neticesinde Türkçe eğitimin yasaklanması nedeniyle ailesi tarafından orta ve lise tahsilini tamamlaması için Beyrut’a gönderilir.) Beyrut Amerikan Kolejini ve İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini bitirdi. 1949 yılında İstanbul Üniversitesine doçentlik başvurusunda bulunan Doğramacı sınavı geçerek doçent unvanını aldı. Atama için Ankara’da yeni kurulan tıp fakültesine başvurdu ve Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesine ataması yapılan Doğramacı hızlı bir mesleki ve akademik gelişme göstererek 1955 yılında pediatri profesörü unvanını aldı. Aynı yıl, Ankara Üniversitesine bağlı Çocuk Sağlığı Enstitüsünü kurdu. 1961 yılına kadar bu enstitüye Türkiye’nin ilk Hemşirelik, Beslenme ve Diyetetik, Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon ve Tıbbi Teknoloji Yüksekokullarını ekledi. Ardından, aynı üniversitede ikinci bir tıp fakültesi olarak Hacettepe Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesini ve Diş Hekimliği Yüksekokulunu kurma çalışmalarına başladı. Doğramacı, 1963-1967 yılları arasında önce Ankara Üniversitesi Rektörlüğü, ardından Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanlığı görevlerinde bulundu. 1967 yılında Hacettepe Tıp Fakültesi ile Çocuk Sağlığı Enstitüsüne bağlı yüksekokulları birleştirerek yeni bir üniversite oluşturdu: Hacettepe Üniversitesi. 1938 yılında Ankara Numune Hastanesi’nde Prof. Albert Eckstein’ın yanında ihtisas çalışmalarına başlayan Doğramacı, 1940 yılında, 25 yaşındayken çocuk sağlığı ve hastalıkları uzmanı oldu. Ardından Amerika Birleşik Devletleri’nde Harvard Üniversitesinde ve St. Louis’deki Washington Üniversitesinde araştırma görevlisi olarak çalıştı. 1947 yılında ise ailesiyle birlikte Ankara’ya döndü. 65 SAĞLIK&İNSAN İşte, anavatana gelişim ilk o yıllarda oldu. İstanbul’a geldiğimde Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Nurettin Berkol’a başvurdum. Prof. Berkol, Bağdat Tıbbiyesi’ni tanımadıklarını söyleyince “O zaman beni birinci sınıfa alın” dedim. Prof. Berkol “Yazık olacağını ancak, beni imtihan ederek hangi sınıfa uyum sağlayacağımı belirleyeceklerini ve ona göre işlem yapacaklarını” söyledi. 1933’te Bağdat Tıp Fakültesi’ne yazıldım. Üç yıl sonra da Edinburgh yerine İstanbul Tıp Fakültesi’nde eğitimimi sürdürmeye karar verdim. 1975 yılına dek, bu üniversitenin rektörlüğünü yürüttü. Rektörlük süresi bittiğinde, Paris Descartes Üniversitesinin Prof. Akil Muhtar’ın başkanlığında, Alman hocaların da yer aldığı bir jüri beni imtihan etti. Jüride tıpla ilgili her şey soruldu. yapmak üzere Türkiye’den davet alan Doğramacı, 1981 yılı sonunda Yükseköğretim Kurulunun (YÖK) ilk başkanı olarak atandı ve 1992’ye kadar Üniversitesi Onursal Rektörü • 1985 - 2010 Bilkent • 1992 - 2010 Uluslararası Pediatri Kurumu (IPA) Onursal Başkanı • 1992 - 2010 Uluslararası Yükseköğretim Konferansı (ICHE) Onursal Başkanı • 2003 - 2010 UNICEF Türkiye bu görevi sürdürdü. Millî Komitesi Onursal Doğramacı, 1984’te, ülkedeki Başkanı vakıf üniversitelerinin ilki olan Bilkent Üniversitesini kurdu ve • 2007 - 2010 Uluslararası üniversitenin Mütevelli Heyeti Çocuk Merkezi (ICC) Başkanı oldu. Onursal Başkanı 66 Böylece, tıbbiyeyi de normalden bir yıl daha kısa bir sürede bitirmiş oldum. • 1938 - Tıp Doktoru İstanbul Üniversitesi, İstanbul Başkanı hazırlıklarına danışmanlık Beşinci sınıfın sonunda bütün dersleri pekiyi ile geçip sınıf birincisi olarak staja başladım. • 1975 - 2010 Hacettepe kabul etti. düzenleyecek yeni bir yasanın Kısa bir süre sonra jüri başkanı Akil Muhtar odasına çağırdı, “Evladım, sen tıbbiyeyi bitirmişsin. Seni son yıl olan beşinci sınıfa alalım. Ondan sonra bir yıl staj yaparsın” diyerek kararlarını bildirdi. Akademik Geçmişi: Üniversitesi Mütevelli Heyeti yükseköğretim sistemini Kimi normal kimi kanserli hücreleri teşhis ettim. Beklememi söylediler. En Son Görevleri: pediatri profesörlüğü teklifini 1980 yılında, Türkiye’deki Mikroskop altında doku kesitlerini değerlendirmem istendi. • 1940 - Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanlığı Numune Hastanesi, Ankara • 1945 - 1947 Doktora Sonrası Araştırma (ABD) Harvard Üniversitesi, Massachusetts General Hastanesi, Boston Çocuk Hastanesi, Washington Üniversitesi, St. Louis, ABD • 1947 - 1949 Öğretim Görevlisi Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi • 1949 - 1955 Doçent Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi • 1955 - 1967 Profesör Ankara Üniversitesi • 1967 - 1981 Profesör Hacettepe Üniversitesi • 1976 - 1977 Konuk Profesör Paris Descartes Üniversitesi, Fransa SAĞLIK&İNSAN Mesleki Geçmişi: Nişanlar ve Madalyalar: • 1955 - 1981 Hacettepe Çocuk Sağlığı Enstitüsü Başkanı • Türkiye Cumhuriyeti Devlet Üstün Hizmet Madalyası • 1963 – Hacettepe Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi, Ankara Üniversitesi Dekanı • Azerbaycan Haydar Aliyev Ordeni • Azerbaycan İstiklal Ordeni (Birinci derece) • 1963 - 1965 Ankara Üniversitesi Rektörü • İran Hümayun Nişanı (Birinci derece) • 1965 - 1967 Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı • Mısır Halk Meclisi Madalyası • 1967 - 1975 Hacettepe Üniversitesi Rektörü • 1981 - 1992 Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Başkanı • Kristof Kolomb Nişanı, Gran Cruz Placa de Plata (Dominik Cumhuriyeti) • Duarte, Sánchez ve Mella Liyakat Nişanı, Gran Oficial (Dominik Cumhuriyeti) • Finlandiya Aslanı Nişanı (Birinci derece) • Polonya Liyakat Nişanı (Birince derece) • Officier de la Légion d’Honneur (Fransa) • WHO “Herkes İçin Sağlık” Altın Madalyası • Sevda-Cenap And Müzik Vakfı Onur Ödülü Altın Madalyası • Irak Yükseköğretim ve Bilimsel Araştırma Bakanlığı Takdir Madalyası • Paris Kenti Madalyası Ödülleri: • 1978 TÜBİTAK Hizmet Ödülü • 1981 Léon Bernard Vakfı Ödülü, WHO • 1986 Christopherson Ödülü, Amerikan Pediatri Akademisi • 1995 Maurice Pate Ödülü, UNICEF • 1998 Avrupa Konseyi “Barış, Adalet ve Hoşgörü” Ödülü (Franz Kardinal König ve Simon Wiesenthal ile paylaştı.) • 1999 Türkiye Sağlık ve Eğitim Ödülü • 2000 T.C. Dışişleri Bakanlığı Üstün Hizmet Ödülü • 2004 Dr. Jushichiro Naito Uluslararası Çocuk Sağlığı Ödülü (Japonya) • 2007 TBMM Onur Ödülü • 2009 Dünya Halk Sağlığı Dernekleri Federasyonu Dünya Sağlığında Mükemmeliyet Yaşam Boyu Başarı Ödülü 67 SAĞLIK&İNSAN Uluslararası Kuruluşlardaki Başlıca Görevleri: Hacettepe Tıp Fakültesi kurulduktan üç ay sonra da Ankara Üniversitesi beni üniversite rektörü seçti. İki yıl süren rektörlüğüm sırasında yıllardır karkas halinde olan Ankara Tıp Fakültesi’nin Morfoloji binasının tamamlanmasını sağladım ve bu iki yıl içerisinde her fakülteye bir veya iki bina ekledim. İki yıllık Ankara Üniversitesi rektörlüğü görevim sırasında sıkıntıları yaşayarak sorunlardan arınmış yeni bir üniversite kurulması teşebbüsüne geçtim. Bu üniversite, diğerlerinden daha farklı bir kanunla kurulacaktı. Burada rektörlük süresi iki yıl yerine beş ila sekiz yıl olacaktı. Rektörü, tüm öğretim üyeleri yerine Üniversite Senatosu kendi üyeleri arasından seçecekti. 68 Mali mevzuatta büyük kolaylıklar sağlanacaktı. Hacettepe Üniversitesi yürürlükte olan sistemin dışında bir düzen getiriyordu. O yıllarda üniversitelerde boykotlar ve anarşi hüküm sürüyordu. Bunun istisnası Hacettepe’ydi. Hacettepe Özel Kanunu çıkar çıkmaz üniversitede öğrencilerin ve asistanların yönetime katılma ilkesi kabul edildi. Örneğin, “Fakülte Konseyi, dekanın başkanlığında Fakülte Yönetim Kurulu üyeleri ile o fakültenin öğretim üye ve görevlilerinin aralarından seçecekleri dört üye, dört asistan üye ve her sınıftan seçilecek birer öğrenci üyeden kurulur” denilerek öğrenci ve asistanların yönetime fiilen katılmaları sağlanmış oldu. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) • 1946 WHO Anayasası’nı imzaladı, Uluslararası Sağlık Konferansı, New York • 1966 - 1996 Sağlık Alanında İnsan Kaynaklarını Geliştirme Üzerine Uzman Danışma Kurulu Üyesi (1990’dan önce: Sağlık Alanında İnsan Gücü Uzman Danışma Kurulu) • 1960 - 1970’ler Yaunde (Kamerun), İfe (Nijerya), Brasilia (Brezilya) ve Sherbrooke (Kanada) tıp ve sağlık eğitimi projelerinde ve diğer birçok ülkede Dünya Sağlık Örgütünün seminerleri, çalıştayları ve benzeri toplantılarında Danışman • 1976 Dünya Sağlık Asamblesi İkinci Başkanı • 1976 - 1981 Dünya Sağlık Asamblesi Türkiye Delegasyonu Başkanı • 1979 - 1982 Tıp Araştırma Komitesi Danışma Kurulu Üyesi • 1979 - 1982 Yönetim Kurulu Üyesi • 1979 - 1984 Ana Çocuk Beslenmesi Danışma Kurulu Üyesi • 1982 - 1983 Ana Çocuk Sağlığı Programları Danışma Kurulu Üyesi UNICEF • 1959 - 1999 Yönetim Kurulu Üyesi, New York Program Komitesi Başkanı (3 dönem) Yönetim Kurulu Başkanı (2 dönem) • 1958 - 2003 UNICEF Türkiye Millî Komitesi Başkanı SAĞLIK&İNSAN Uluslararası Pediatri Kurumu (IPA) • 1968 - 1977 Başkan • 1977 - 1992 Genel Direktör Uluslararası Çocuk Merkezi (ICC) • 1970 - 1984 Yönetim Kurulu Üyesi, Paris • 1999 - 2006 Başkan, Ankara Uluslararası Yükseköğretim Konferansı (ICHE) • 1981 - 2010 Yönetim Kurulu Üyesi • 1981 - 1992 Başkan Diğer • 1969 - 1981 Avrupa Üniversiteleri Rektörleri Konferansı Daimi Komitesi Üyesi • 1982 - 2010 Uluslararası Çocuk Konuları Araştırma Merkezi Onursal Bilim Danışmanı • 1983 - 2010 Franceville Uluslararası Tıp Araştırmaları Merkezi Onur Kurulu Üyesi • 1986 - 1999 İslam Tarih, Sanat ve Kültürü Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi • 1993 - 2010 Türk Dilli Ülkeler Pediatri Cemiyetleri Birliği Kurucusu ve Onursal Başkanı • 1997 - 1998 IPA / UNICEF / WHO / FIGO / UNFPA Task Force Başkanı • 2000 - 2010 Brock Chisholm Uluslararası İnsani Tıp Kurumu Yönetim Kurulu Üyesi 1963 yılı uygulama planında, “Ankara Üniversitesi Çocuk Sağlığı Enstitüsü potansiyelinden yararlanarak burada Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi adı ile tıp eğitimi veren ikinci bir fakülte kurulması” hükmü yer aldı. Bu karar, aynı yıl Ankara Üniversitesi Rektörlüğü’ne bildirildi. Rektör Prof. Suut Kemal Yetkin, Ankara Tıp Fakültesi Dekanlığı’na bilgi verdi. Bu fakültenin öğretim üyeleri olağanüstü toplanarak aynı üniversite içinde ikinci bir tıp fakültesi açılmasının önlenmesi için Başbakan İsmet İnönü’yü ziyaret ettiler. Toplantıda Milli Eğitim Bakanı Şevket Raşit Hatipoğlu ve Maliye Bakanı Ferit Melen de bulunuyordu. Toplantıda böyle bir kuruluşun yersiz ve tehlikeli olacağı dile getirilince Sayın Başbakan, öğretim üyelerine endişe etmemelerini söyledikten sonra Rektör Suut Kemal Yetkin’i makamına davet ediyor. Rektör Yetkin de Sayın İnönü’ye DPT’den kendisine gelen yazıyı gösteriyor. Sayın Başbakan, ertesi gün Sayın Yetkin’in kendisine takdim ettiği yazıyla birlikte DPT Müsteşarlığı’na giderek açıklama istiyor. Orada, mevcut fakültelerin fazladan öğrenci alamayacaklarını ifade etmelerine karşılık, Çocuk Sağlığı Enstitüsü’nün hiçbir yardım istemeden kurulacak yeni bir tıp fakültesine her yıl ihtiyaç duyulan sayıda öğrencinin alınacağı arz edilince Sayın Başbakan, fakülte ilgililerini makamına davet ederek Hacettepe Tıp ve Sağlık Bilimleri Fakültesi’nin açılacağı kararını bildiriyor. Karar şok etkisi yaratıyor. Ve senato kararı ile fakülte kuruluyor. 69 SAĞLIK&İNSAN kendisini 1981’de Léon Bernard Vakfı Ödülü’yle ve 1997’de “Herkes İçin Sağlık” Altın Madalyası’yla taltif etmiştir. Almanca, Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce bilen Doğramacı, 1946’da henüz 31 yaşındayken Dünya Sağlık Örgütünün kuruluşunda görev alma ve örgütün Anayasası’nı imzalama şansına sahip olmuştur. Dünya Sağlık Örgütü tarafından kendisinden dünyanın çeşitli bölgelerinde tıp ve sağlık bilimleri okullarının kuruluşunda danışmanlık yapması istenen Doğramacı, Kanada Quebec’te Sherbrooke Üniversitesine, Güney Amerika Brezilya’da Brasilia Üniversitesine, Afrika Nijerya’da Ife’ye ve Kamerun’da Yaunde’ye bizzat giderek buralarda tıp merkezlerinin ve okullarının kurulmasına öncülük etmiştir. İhsan Doğramacı, Dünya Sağlık Asamblesinde altı yıl boyunca Türk delegasyonunun başkanlığını yapmış, 1976’da Avrupa Bölgesi Ülkeleri başkanı ve Asamblenin ikinci başkanı olarak görev almıştır. Sonraki yıllarda, Dünya Sağlık Örgütü Yönetim Kurulu üyeliğinin yanı sıra örgütün birçok danışma komitesinin üyeliklerinde bulunmuştur. Dünya Sağlık Örgütü, Doğramacı’nın hizmetlerinin takdiri olarak 70 Doğramacı’nın aktif olarak katkıda bulunduğu kurumlardan biri de uzun yıllar Yönetim Kurulunda görev yaptığı UNICEF’tir. Kurumun Program Komitesine üç dönem, Yönetim Kuruluna iki dönem başkan seçilmiştir. 1995 yılında UNICEF tarafından Maurice Pate Ödülü ile onurlandırılmıştır. Türkiye’de 1958-2003 yılları arasında UNICEF Millî Komitesi başkanlığını yürüten Doğramacı, 2003’ten sonra komitenin onursal başkanlığı görevine getirilmiştir. İhsan Doğramacı, 1968 yılında, çocuk sağlığı alanında hizmet veren önemli bir kuruluş olan Uluslararası Pediatri Kurumu başkanlığına seçilmiş, bu kurumda çeyrek yüzyıl boyunca başkan ve genel direktör olarak görev almış, 1992 yılında da kurumun yaşam boyu onursal başkanı olmuştur. Doğramacı, UNICEF Yönetim Kurulu Başkanlığı sırasında Paris’teki Uluslararası Çocuk Merkezinin Danışma Kurulu üyesi olmuş, 1970’ten 1984’e kadar bu görevini sürdürmüştür. 50 yıllık varlığının ardından 1999’da feshedilen merkezi Ankara’ya taşıyarak 2006 yılına kadar başkanlığını bizzat yürütmüş, daha sonra da onursal başkanı olmuştur. Doğramacı’nın tıp ve sağlık bilimleri alanında yazılmış çok sayıda bilimsel makalesi, kitap bölümü ve kitabı bulunmaktadır. Makaleleri Çocuk sağlığı ve hastalıkları, halk sağlığı ve tıp eğitimi dallarında, ulusal ve uluslararası mesleki dergilerde yayımlanmış 100’den fazla makale Kitapları • Annenin Kitabı. 1952. 15. baskı. Ankara: Meteksan A.Ş., 2003. • Günümüzde Rektör Seçimi ve Atama Krizi: Türkiye’de ve Dünyada Yükseköğretim Yönetimine Bir Bakış. Ankara: Meteksan A.Ş., 2000. Gözden geçirilmiş, güncellenmiş baskı: Türkiye’de ve Dünyada Yükseköğretim Yönetimi. Ankara: Meteksan A.Ş., 2007. (PDF) • Prematüre Bebek Bakımı. Ankara: Örnek Matbaası, 1954. Editörlükler • 1958-1993 Editör, The Turkish Journal of Pediatrics, Ankara. • 1963-1980 Danışman editör, Clinical Pediatrics, Philadelphia, Pennsylvania. • 1975-1985 Editör, Bulletin of the International Pediatric Association, Ankara. Kaynak - Doksan Yıllık Yaşamımdan Anılar, Prof. Dr. İhsan Doğramacı, Bütün Dünya 2000 Dergisi, Nisan2006 - http://www.bilkent.edu.tr/ hocabey/hayat.html (Erişim Tarihi: 27 Şubat 2012) SAĞLIK&İNSAN 71 SAĞLIK&İNSAN Türk Hematoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Teoman Soysal: Gönüllü Verici Sayısı Çok Az Türk Hematoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Teoman Soysal, kök hücre nakli konusunda en büyük problemin akraba dışı vericilerin sayısının az olması olduğunu söyledi. Türkiye Akraba Evliliği Kurbanı Teoman Soysal, Antalya’da başlayan, “7. Ulusal Kemik İliği Transplantasyonu ve Kök Hücre Tedavileri Kongresi” kapsamında düzenlenen basın toplantısında, kök hücre naklinin bazı kan hastalıkları, kemik iliği yetmezlikleri ve doğumsal kan hastalıklarının tedavisinde başvurulan yöntemlerden biri olduğunu belirtti. Avrupa ülkelerine göre daha Kemik iliğinin yanı sıra kandan ve göbek kordonundan da kök hücre nakli yapıldığını dile getiren Soysal, daha önce gençlerde yaptıkları tedavileri ileriki yaşlarda da uygulamaya başladıklarını bildirdi. Türkiye’de 10 yıl önce yılda 200-300 civarında kök hücre nakli yapıldığını vurgulayan Soysal, “2009 yılında bin 203, 2010 yılında bin 467 ve geçen yıl 2 bin nakil gerçekleştirildi. Ancak her şeye rağmen sayılar henüz ülke gereksinimine göre yeterli değil. Türkiye’de yaşanan en büyük sıkıntılardan biri akraba dışı gönüllü vericilerin yeterli sayıda olmaması. Geçen yıl nakil yapılan 2 bin kişiden 80’i akraba dışındaki gönüllü vericiden alındı” diye konuştu. 72 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hematoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mehmet Ertem de Türkiye’de akraba evliliklerinin yoğun yaşandığını, bunun da bazı kalıtsal hastalıkların artmasına neden olduğunu söyledi. Lösemi ve talaseminin Türkiye’de daha yoğun görüldüğünü ifade eden Ertem, çocukluk çağında acil nakile ihtiyaç duyulabildiğini, bu nedenle de çocukluk dönemindeki transplantasyonun büyük önem kazandığını vurguladı. Türkiye’de pediatrik transplantasyona 1989’da başlandığına değinen Ertem, 450’si geçen yıl olmak üzere toplam 2 bin 158 çocuğa kemik iliği nakli yapıldığını bildirdi. Ertem, “Bu transplantasyonların yarısı son 5 yıl içinde yapılmıştır. Son bir yıl içerisinde de toplam nakillerin yüzde 20-25’ini gerçekleştirmişiz” dedi. Ertem, bu sayının yeterli olmadığına işaret ederek, yılda 800 çocuğa kemik iliği nakli gerektiğini belirtti. Türkiye’de çocuklarda yapılan kök hücre nakillerinin yüzde 12’sinin akraba dışındaki gönüllü vericiden sağlandığını dile getiren Ertem, Avrupa’da bu rakamın yüzde 50’lere yaklaştığını söyledi. “En az 300 bin gönüllü verici, 10 bin kordon bağı olması lazım” Kök hücre nakillerinin bebek kordonlarından da yapıldığını hatırlatan Ertem, doğum sonrası çöpe atılacak bebek kordonlarının başka hastalar için saklanması gerektiğini belirtti. Ertem, “Doğan çocuğun ihtiyacı olmayabilir ama başka hastalar için kullanılabilir. Türkiye’de en az 300 bin gönüllü verici, en az da 10 bin kordon bağı olması lazım. Türkiye’de bir an önce kordon bağı bankası oluşturulması lazım” diye konuştu. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Biyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fatma Oğuz Savran da Türkiye’de 27 bin gönüllü verici olduğunu, gazetelerde çıkan bir haber nedeniyle 3 ay içinde 3 bin 800 yeni verici kaydettiklerini söyledi. Almanya Regensburg Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selim Çorbacıoğlu da genetik açıdan uyum sağlanamadığı için Almanya’da Türk hastalar için donör bulmakta zorlandıklarını dile getirdi SAĞLIK&İNSAN İlk Kez Kadavradan Menisküs Nakli Yapıldı Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesinde, Prof. Dr. Murat Bozkurt ve ekibi tarafından kadavradan ilk menisküs nakli gerçekleştirildi. Atlet ve voleybolcu olan Konya Ereğli Atatürk Lisesi 12. sınıf öğrencisi Dürdane Kökbudak, yapılan başarılı operasyonun ardından, hem ilerleyen dönemde protez ameliyatı riskinden kurtuldu hem de spora dönebilme imkânı yakaladı. Atletizm ile başladığı spor yaşamına voleybol ile devam eden başarılı sporcu Kökbudak’a, 37 yaşındaki bir donörden alınan menisküsler nakledildi. Ameliyatı gerçekleştiren Prof. Dr. Murat Bozkurt, yaptığı açıklamada, menisküsün diz ekleminin iç ve dış tarafında bulunan anatomik yapılar olduğunu, bunların dizin yükünde, sağlamlığında rol oynadığını, kıkırdakların ve çevre dokuların bütünlüğünün korunmasında etkili olduğunu söyledi. Menisküs olmadığında kıkırdaklarda sorun yaşanmaya başlandığını anlatan Bozkurt, “Halk arasında dizlerde kireçlenme olarak bilinen sorun, erken yaşlarda başlıyor. Bunun dışında bağlar daha kolay yırtılıyor. Dolayısıyla menisküslerin eklem içindeki muhafazası, diz ekleminin sağlamlığı açısından önemli” dedi. “Dünyada bunun bir örneği yok” “Türkiye’de kadavradan menisküs nakli ilk defa yapılıyor. Dünyada da çok nadir olan olgulardan biri” diyen Bozkurt, “Yaptığımız bu ameliyat, kadavradan ilk menisküs nakli olmasının dışında farklı bir özellik de taşıyor. Nakil yapılan sporcumuzun, hem iç hem de dış menisküsü alınmıştı. Biz, her ikisini de naklettik. Dünyada da bunun bir örneği yok. Türkiye’de de hem iç hem dış menisküsün nakledildiği yegâne olgu Dürdane. Özel yöntemlerle iç ve dış menisküsü Dürdane’ye transfer ettik” diye konuştu. Donör hakkında da bilgi veren Bozkurt, doku bankasından edindikleri bilgiye göre, menisküsün 37 yaşındaki bir kadına ait olduğunu söyledi. Bozkurt, menisküs naklinde doku uyumundan çok dokunun ölçülerinin dize uygun olmasının önem taşıdığına dikkati çekerek, şöyle devam etti: “Bize, ölçümler yapılmış olarak geldi. Dürdane de bize yönlendirildiğinde birkaç yıl önce her iki menisküsü de travma sonrası alınmak zorunda kalınmıştı. Menisküsleri olmadığından hem spor hayatı bitmişti hem de yaşam kalitesi çok düşmüştü. Doku da uygun olunca, operasyonu gerçekleştirdik. Menisküste diğer hayati organlarda olduğu gibi ciddi bir doku uyumuna ihtiyacımız yok. Çünkü, menisküs diğerlerinden daha özellikli. Nakil, doku uyumu olmaksızın da yapılabiliyor, sadece yapı özelliklerinin uyumlu olması gerekiyor.” Her iki menisküsün nakledildiği ameliyatın yaklaşık 4,5 saat sürdüğünü ve atroskopik yöntemle gerçekleştirildiğini anlatan Bozkurt, “Bu yöntemle, sadece menisküs sokacağımız eklem kesileri yapıldı, kapalı yolla gerçekleştirildi” dedi. 73 SAĞLIK&İNSAN Dünya tıp tarihine geçecek bir ameliyat daha Akdeniz Üniversitesi Dünyada İlk Defa Bir Hastaya Aynı Anda Kalp ve Böbrek Nakli Gerçekleştirdi Aynı hastanın kalbe giden ana toplar damarı da donörün böbreğinden alınan damarla by pass edilirken, AÜ bu ameliyatla dünya tıp tarihine geçti. İki yıl önce annesinden böbrek nakli olmak için Akdeniz Üniversitesi Hastanesi’ne başvuran Diyarbakırlı 25 yaşındaki Ahmet Alp’in yapılan tetkikler sonucunda böbreğin yanı sıra kalp nakline de ihtiyaç duyduğu tespit edildi. Bunun üzerine organları bağışlanan 39 yaşındaki E.A.’nın böbrek ve kalbi Sağlık Bakanlığı’nın izni ile AÜ Prof. Dr. Tuncer Karpuzoğlu Organ Nakli Enstitüsü’nde Ahmet Alp’e başarıyla nakledildi. Aynı zamanda hastanın kol ve boynundan gelerek kalbe giden ancak tıkalı olan ana toplar damarı da donörün böbrek damarıyla by pass edildi. ÜÇ İŞ BİR AMELİYATLA BİTTİ BAKANLIK ÖZEL İZİN VERDİ AÜ Rektörü Prof. Dr. İsrafil Kurtcephe ve nakli yapan ekibin katıldığı toplantıda konuşan AÜ Kalp ve Damar Cerrahisi Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Ömer Bayezid, önemli bir nakil işlemini başarıyla tamamladıklarını söyledi. Aynı vericiden alınan kalp ve böbreğin aynı ameliyatta Ahmet Alp’e nakledildiğini kaydeden Prof. Dr. Bayezid, “Hastamızın kol ve boynundan gelen ve kalbe giden ana toplar damarı tıkalı olduğu için vericiden alınan böbrek damarı kullanılarak yeni takılan kalbe drenaj kanalı uygulandı. Böbrek damarı kullanılarak, kalbe yama yapılarak orijinal bir nakil gerçekleştirildi. Bir ameliyatla üç farklı ameliyatı gerçekleştirdik” diye konuştu. AÜ Prof. Dr. Tuncer Karpuzoğlu Organ Nakli Enstitüsü Müdürü Doç. Dr. Ayhan Dinçkan da Ahmet Alp’in iki yıl önce canlı vericiden böbrek nakli için başvurduğunu aktardı. Yapılan tetkiklerde bu naklin gerçekleştirilebilmesi için kalp naklinin de gerekli olduğunu tespit ettiklerini anlatan Doç. Dr. Ayhan Dinçkan ise şunları söyledi: “Böbrek naklini yapabilmemiz için kalp ve bütün sistemlerin normal olması gerekiyordu. Hastanın kalbinin yeterli basmadığı tespit edildi. Böbrek ile kalp nakline ihtiyaç duyduğu ortaya çıktı. Kombine nakil yapılması gerekiyordu. Ulusal Organ Nakli Bekleme Listesi’ndeki hastaya iki organ için izin çıkmadı. Bakanlık devreye girerek özel izin verdi. Hem böbrek hem kalp nakli oldu. Ahmet Alp’in toplardamarı tıkalıydı, by pass için damar gerekiyordu. Böbrek damarı kadavradan geldiği için uzundu, makul kısmı kullanıldı. Hasta ve verici genç olunca başarılı bir iş oldu. Tansiyonu hemen toparladı. Kalp nakli başarılı olunca böbreği kanlandırdık. Kısa sürede canlıdan yapılmış gibi böbrek idrar çıkarmaya başladı.” 74 SAĞLIK&İNSAN Sağlık Bakanlığı 14 Mart Tıp Bayramı 2012 Ödülleri Sağlık Bakanlığı’nın 14 Mart Tıp Bayramı çerçevesinde her yıl düzenlediği ve geleneksel hale getirdiği Yılın Doktorları Ödülleri sahiplerini buldu. 2012 yılında “Yılın Doktorları” ödüllerinin yanısıra Yılın Sağlık Çalışanları, Üstün Hizmet Ödülleri ve Altın Steteskop Medya Ödüllerini alanlar da belirlendi. 81 ilden seçilen doktorlar bu yıl da “Yılın Doktoru” ödülü aldılar. Kendi illerinde sağlık çalışmalarına yaptıkları katkı, sağlık hizmetindeki fedekarlıkları ve duyarlılıkları ile öne çıkan doktorlar Sağlık Bakanlığı tarafından “Yılın Doktoru” olmaya hak kazandılar. Sağlık Bakanlığı’nın 14 Mart Tıp Bayramı 2012 Ödülleri “Yılın Sağlık Çalışanları” kategorisinde değerlendirildi. Bu dalda Malatya İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde yaptıkları karaciğer nakillerindeki başarılarından dolayı Prof. Dr. Sezai Yılmaz ve Organ Nakli Ekibine ödül verildi. Ödül alan bir başka ekip ise yaptıkları kol, yüz, rahim, kalp ve diğer nakiller ile Türkiye’nin gündeminde olan Antalya Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Ömer Özkan ve nakil ekibi oldu. Bu arada Uşak Devlet Hastanesinden iki doktor da, aileleri organ bağışına ikna ettikleri için ödüle layık görüldü. Van depremi sırasında yaptıkları çalışmalarla bütün Türkiye’nin takdirini kazanan sağlık çalışanları arasından seçilen 20 personele de “Yılın Sağlık Çalışanı” ödülü verildi. Tıp mesleğine uzun yıllardır hizmet eden Genel Cerrah Hüseyin Talha Demirağ, Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Çağatay Güler ve Genel Cerrahi Uzmanı, Prof. Dr. Hüsrev Hatemi Sağlık Bakanlığı 2012 14 Mart Tıp Bayramı “Üstün Hizmet Ödülü” alan isimler oldu. Sağlık Bakanlığı 2012 14 Mart Tıp Bayramı “Altın Streteskop Medya Ödülleri” çeşitli kategorilerde sahiplerini buldu. Bu alanda ödül alan kurum ve isimler ise şöyle: Film Dalında: Ömer Faruk Sorak’ın Aşk Tesadüfleri Sever filmi; organ ve doku nakilleri ile ilgili doğru ve etkili mesajlarından dolayı… Dizi Dalında: Akasya Durağı Dizisi; Dumansız Hava Sahası Projesine katkıları için… Habercilik Dalında: Anadolu Ajansı; sağlık haberlerine verdiği önem ve objektif haberciliğinden dolayı… Sağlık Programı : Sağlıklı Yaşam Programı’nın yapımcı ve sunucusu Hande Aydemir; Sağlıkta Dönüşüm Programının uygulamalarının doğru tanıtımı ve Sağlıklı Yaşam Anadolu’da Programı ile sağlığın Anadolu’daki sesi olduğu için... İnternet Sitesi: Pozitif Yaşam Derneği’nin inter sitesi pozitifyasam.org.tr Radyo Programı: Mansur El Sabah, Alem FM. Dergi: Medimagazin. 75 SAĞLIK&İNSAN Böbrek reddine kök hücre umudu Böbrek nakli yapılan hastalara kök hücre enjekte edilmesinin, böbrek reddini önlemek için kullanılan ilaçlara ihtiyacı ortadan kaldırabileceği belirtildi. ABD’deki Louisville Üniversitesi Hastanesi ile Chicago’daki Northwestern Memorial Hastanesi’nde yapılan denemelerde, bir dizi hastada başarı sağlandığı açıklandı. Bilim ve Dönüşümsel Tıp Dergisinde yayımlanan araştırma sonuçları, hastaların büyük bölümünün yeni tedavi sonrası böbrek reddi (rejeksiyon) ilaçlarını düzenli olarak almasına gerek kalmadığını gösteriyor. Araştırmacılar, bunun organ naklinde büyük önem taşıdığı görüşünde. Organ nakli sırasında yaşanan en büyük sorunların başında vücudun, yabancı olarak algıladığı yeni organa karşı savaşma riski geliyor. Bunu önlemek için hastalar, hayat boyu bağışıklık sistemlerini baskılayan güçlü ilaçlar içmek zorunda kalıyor. Bu ilaçlar, hasta vücudunun organı reddetmesini engelliyor ama yüksek tansiyon, diyabet ve ciddi enfeksiyon riskini de beraberinde getiriyor. ÖNCE BAĞIŞIKLIK SİSTEMİ BASKILANIYOR Yeni yöntemde ise canlı vericiden bağışlanan organın yanında kök hücreler de alınıyor. Organ nakli yapılacak hastanın bünyesi, radyoterapi ve kemoterapi yoluyla kendi bağışıklık sistemlerini baskılayacak şekilde operasyona hazırlanıyor. Bir kaç gün sonra da hastaya kök hücre ve organ nakli yapılıyor. Uzmanlar, bu yeni yöntemin, organ reddini önleyecek yeni sistemler ve ilaçlar geliştirilmesi açısından umut verdiğini söylüyor. 76 Ağrı Kesicilerle İlgili Şok Gerçek! Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Serhat Bor, ağrı kesici ilaçların bilinen ve bilinmeyen yan etkileri hakkında açıklamada bulundu. Ağrı kesicilerin hazımsızlık, bulantı, karın ağrısının yanında mide kanaması, delinme, mide çıkışında daralma gibi birçok hastalığa sebebiyet verdiğini belirten Prof. Dr. Serhat Bor kimlerin risk grubuna girdiğini de şöyle açıkladı: “Başta daha önceden ülser rahatsızlığı geçirmiş hastalar olmak üzere, altmış yaş üstü kişiler, kalp-damar hastası olanlar, sindirim sistemi sorunu yaşayanlar ve şeker hastaları ağrı kesicilerin kullanımında dikkatli olmalı.” Ağrı kesicilerin yan etkilerinden korunma yöntemleri hakkında da açıklamada bulunan Prof. Dr. Bor, “Doz arttıkça risk artar. Bu tip ilaçları kullanırken düşük dozda alınmasına dikkat edin. Ağrı kesici ilaçların yanında, bunların meydana getirdiği yan etkilerden korunmaya yönelik ilaçlar da kullanın” dedi. “Ağrı kesiciler en fazla kullanılan ilaç grubu olmakla beraber tedavi değil anlık şikayet gidermeye yöneliktir” diyen Prof. Dr. Bor, ağrı kesicilerin mecbur kalınmadıkça ve bilinçsizce kullanılmaması gerektiğine dikkat çekti. Risk grubu ileri yaşta olanlardan ve yandaş hastalık taşıyanlardan korunmalarını isteyen Prof. Dr. Bor, katılımcıların sorularını yanıtlayarak konuşmasını bitirdi. Felcobot Üniversite yıllarından beri robotlar üzerine çalışan Necati Hacıkadiroğlu (31) ve 15 kişilik ekibi, GOSB Teknopark’ta 20 omurilik felçlisiyle fizik tedavi ve rehabilitasyon uzmanlarına danıştı. Öncelikli ihtiyaçları karşılamaya yönelik robotik mobilizasyon cihazı geliştirmeyi hedefleyen Hacıkadiroğlu, “Tek RMC, bugüne kadar omurilik felçlilerine yönelik geliştirilmiş, bilinen en küçük boyutlara sahip tekerlekli ayakta taşıma cihazı. Bu, gelişmiş tekerlekli sandalye değil, tamamen yeni bir buluş” diyor. Hacıkadiroğlu, Koç Üniversitesi fizik bölümünde okurken 3’üncü sınıfta okulu bırakmış. Okulun “robot kulübü” üyesiymiş. SAĞLIK&İNSAN Erkek hemşireler: “Doktor Bey Diye Sesleniyorlar!” Akdeniz Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu’ndaki erkek hemşireler 4 yıllık eğitimleri sonrasında mezuniyete hazırlanıyor. Bu bölümü bitiren tüm öğrencilerin KPSS sınavları sonrasında işe yerleştirilmeleri oldukça hızlı bir şekilde oluyor. Akdeniz Üniversitesi Sağlık Yüksekokulu’nda 4 yıllık eğitimlerinin sonuna yaklaşan erkek hemşireler mezuniyete hazırlanıyor. 7 Temmuz’da yapılacak olan KPSS sınavlarına hazırlanacak olan erkek hemşireler hastanelerde hastalar tarafından büyük ilgi görmeye başladı. Hastanelerde beyaz önlükleri ile kendilerini görenlerin ‘sünnetçi’, ‘laborant’, ‘sağlık memuru’, ‘ambulans şoförü’ ve hatta ‘doktor’ sandıklarını anlatan hemşire gençlerden Şahin Gür, “Hemşirelik bölümünü Antalya’da bulunduğum ve özellikle Akdeniz Üniversitesi’nin bir marka üniversite olması nedeniyle tercih ettim. Seçtiğim bölüme ailem de destek verdi. Bazen nasıl ben bu işe giriştim diye kendi cesaretime de hayran kalıyorum. İş geleceği garanti olan bir meslek. Erkek hemşire olmak isteyen ve üniversite sınavlarında tercih edip etmemekte tereddüt edenlere hiç düşünmeden bu bölümü işaretlemelerini isterim” dedi. Hemşirelik bölümünü tercih etmesinde babasının ısrar ettiğini söyleyen Gür, “Babam hastanede görev yaptı yıllarca. Ben İnşaat Mühendisi olmak istiyordum ancak Babamın ısrarına dayanamadım ve bu bölümü işaretledim. Ayrımcılık asla yapılmıyor. İyi ki tercih etmişim. İş garantisi bir sektör içinde bulunacağım” diye konuştu. Sağlık personeli, dolandırıcılara karşı tek tip kıyafet kullanacak Geçtiğimiz Ocak ayı sonunda Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Sağlık Uygulama Tebliği (SUT)’nde Değişiklik Yapılmasına Dair Tebliğ ile acil servislerde yeşil alan uygulaması kapsamında değerlendirilecek sağlık hizmetleri için katılım payı alınacağının hükme bağlandığını belirten Sağlık Bakanlığı, bu kapsamda 520.021 Kodu ile tanımlanan “Yeşil Alan Muayenesi” uygulamasında birliğin sağlanması için konuyla ilgili bir genelge yayımladı. Sağlık Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Nihat Tosun imzasıyla yayımlanan genelgede, 16.10.2009 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Yataklı Sağlık Tesislerinde Acil Servis Hizmetlerinin Uygulama Usul ve Esasları Hakkında Tebliğ’de; “Ayaktan başvuran, genel durumu itibariyle stabil olan ve ayaktan tedavisi sağlanabilecek basit sağlık sorunları bulunan hastaların (Yüksek risk taşımayan ve hafif derecedeki her türlü ağrı, aktif yakınması olmayan düşük riskli hastalık öyküsü, genel durumu ve hayati bulguları stabil olan hastada her türlü basit belirti, basit yaralar-küçük sıyrıklar, dikiş gerektirmeyen basit kesiler, kronik belirtileri olan ve genel durumu iyi olan davranışsal ve psikolojik bozukluklar)” şeklinde tanımlandığı hatırlatıldı. 4 sedyeli ambulans uçak müjdesi Sağlık Bakanı Prof. Dr. Recep Akdağ, sağlık sistemindeki bir yeniliğin daha müjdesini verdi. Türkiye’de hayatları kurtarmanın en önemli araçlarından biri haline gelen hava ambulansı filosuna 4 sedyeli bir hava ambulansı daha ekleniyor. Mart ayında hizmete girecek 4 sedyeli hava ambulansı aynı anda 4 hasta ve 14 personel taşıyabiliyor. Mevcut ambulans uçaklar ise 2 hasta ve 6 personel taşıyordu. Bugüne kadar ambulans uçaklarla 2 bin 196, mevcut 17 ambulans helikopterlerle ise 10 bin 746 hasta taşındı. 77 SAĞLIK&İNSAN KiTAP İncir Kuşları Sinan Akyüz Sinan Akyüz dünyanın seyirci kaldığı bir soykırımı Suada’nın öyküsüyle yeniden gündeme getiriyor. Yakın tarihi edebiyatla buluşturan yazar, aşkın içinde “savaşı ve şiddeti”, savaşın içinde de “aşkı ve inancı” ustalıkla harmanlıyor. Bu romanla Bosna Savaşı’nın bilinmeyen bambaşka bir yüzü gün ışığına çıkarken; kitap okuyucusuna sürpriz bir sonla veda ediyor. Takvim yaprakları 6 Nisan 1992’yi gösterirken bir bomba düştü beyaz zambakların açtığı yüreklere... Suada patlak veren savaşın estirdiği rüzgârda âdeta savrulan bir yaprak gibiydi. Savruldu, savruldu, savruldu.. Sonra da kader onu bir zamanlar ‘hayır’ dediği genç adamın eline esir düşürdü. Genç adam, o gün ela gözlü çöl ahusuna bakmış “Kader bizi ne inanılmaz bir şekilde birleştirdi, görüyor musun Suada?” demişti. Modern zamanlarda Avrupa’da yaşanmış bir soykırımda, kadere inananların romanıdır İncir Kuşları. Kalbin Direnişi Kemal Sayar “Baş döndürücü bir rüzgâr esiyor etrafımızda. Kronolojik zaman alabildiğine hızlanmış, durmadan imge yığıyor önümüze. Her şey çok hızlı, o yüzden hiçbir şey kökleşemiyor. Yer tutmak çok zor. Çok sayıda doğru var, ama hiçbir doğru kişinin iç âleminde ruhu sükûna erdirecek yoğunluğa ulaşamıyor. Hepimiz buradayız ve bir orası yok. Köksüz, yurtsuz, kimsesiz, yalnız. Anne babalarımızdan dahi emniyet almadan...” Böyle diyor Kemal Sayar ve bir çağın, bir toplumun, bir kuşağın serencamını, açmazlarını, çözülme ve savrulmalarını ustalıkla irdeliyor. Akla ve ruha dokunan incelikli çözümlemelerin eşliğinde, hepimiz için, ‘kalbin direnişi’ ni merkeze alan bir çıkış yolu öneriyor. Neden mi? Çünkü, “sadece kalbi olanlar içlerindeki mucizeleri görebilir ve sadece kalbi olanlar kötülüğe karşı direnebilir.” Keje Emine Uçak Erdoğan Güneydoğu’da Çocuk Olmak Bir Gecede Büyümek Demek... Bütün çocuklar kadar mutlu, bütün çocuklar kadar tasasızdılar. Kasabanın bütün bağlarına girebilir, bütün bahçelerinden yiyebilir, meyve ağaçlarına dalabilirdiler. Bir yaz gecesi aniden patlayan silah seslerine kadar... Önce özgürlüklerini, şenliklerini kaybettiler, sonra evlerinin bir ateş topu olduğunu gördü gözleri. Büyükler onlara bir şey söylemiyor, kendi aralarında “dışardakiler” dedikleri birilerinden bahsediyorlardı. Kimdi bu dışardakiler? Çocukluğunu 80’li yıllarda Güneydoğu’da geçiren yazar Emine Uçak Erdoğan, iki ateş arasında sıkışan bölge halkının bir yaz gecesi ansızın alt üst oluşunu anlatıyor. 78 SAĞLIK&İNSAN KiTAP Can Boğazdan Çıkar Mehmet Ali Bulut Hastalıklarımızın büyük bir kısmının yediklerimiz ve içtiklerimizden kaynaklandığı bilimsel anlamda da ispat edilmiştir. Kişilerin mizaçlarına uygun beslenmemesi, hastalıklara davetiye çıkarmaktadır. Yapılan bilimsel çalışmalarda, farklı motorlarda farklı yakıtlar kullanıldığı gibi; insanların da birbirinden farklı mizaç ve yapılara sahip olduğu, alınan gıdayı hazmettirecek enzimin her bünyede aynı güçte ifraz edilmediği belirlenmiştir. Bugün tüm dünyada, bu yeni bilgiler ışığında yeni bir beslenme tarzı önerilmekte; kişilerin, kan gruplarına (mizaçlarına) uygun beslenmeleri halinde şişmanlık ve hastalık probleminden kurtulacakları savunulmaktadır. Geleneksel tıp daha da ileri giderek her insanın kendine özgü sindirim sistemi ve enzimleri olduğu bilgisinden hareketle, kişiye özel beslenme programları önermektedir. Bilinçli beslenip sağlıklı yaşayın. Beyaz Önlük Siyah Şapka Carl Elliott Hayat kurtarması, hastaları iyileştirmesi beklenen “beyaz önlüklü” tıp, her ne pahasına olursa olsun daha çok satmak isteyen “siyah şapkalı” agresif bir endüstriye dönüştü. İşte modern tıbbın karanlık yüzüne yolculuk tam da bu dönüşümün hikâyesi aslında. The New Yorker ve The Atlantic Monthly’de yazan, tıp doktoru ve biyoetik uzmanı Cari Elliott, bizi davet ettiği bu yolculukta, eski usul hekimlik anlayışını, tüketim kapitalizmine feda eden sosyoekonomik değişimi, karanlığa katkı sunan aktörleri deşifre ediyor. Mesela ilaç üreticileri için “bilimsel” makaleler kaleme alan yazarlar, yani ilaç firmalarının sözünden çıkmayan hayaletler! Ya da “haber” bültenleri üreten halkla ilişkiler uzmanları... O neşterin dokunduğu tıbbın yumuşak karnından ortaya saçılanları okuduğunuzda siz de çok şaşıracaksınız! Aşka Yolculuk Veysel Karani Sinan Yağmur “Bana, ‘Sen kimsin?’ diye sormayın. Ömrü azıcık kalmış bir HİÇ’im. Ben, hiçbir şeyim, hiçbir şeyim. Yürek vermediğiniz, ta içinize erişemez. İnsanlara baktım ki her biri kendisine bir sevgili edinmiş. Kimi kadın, kimi erkek. Bazısı nefis, bazısı da heva. Kimi mal, kimisi de şöhret. Herkes o sevgiliyle ölüm anına kadar beraber olabilmiş, bazısı da kabrin başına kadar beraber bulunabilmiş, toprağa verilince ona veda etmiş. Herkes sevgilisini karanlık bir kuytuya bırakıp geri dönüyor. Düşündüm. Kendime öyle bir sevgili bulayım ki, hayatımda ve vefatımda benimle beraber olsun. Ömrüm, özüm ve sözüm üç aşk üzerine örüldü: Allah aşkı, Peygamber aşkı ve Annem. Bana kendini üç kelimeyle anlat deseler; yetimlik, yalnızlık ve yolculuk derim… Babasız kalmanın acısını imanla doldurdum, yalnızlığımda Allah’a sığındım. Yolculuğumu Habibullah’ın aşkına adadım.” 79 SAĞLIK&İNSAN 84. Oscar Ödülleri Sahiplerini Buldu Sinema dünyasının en prestijli ödülleri Oscarlar, ABD’nin Los Angeles kentindeki Kodak Tiyatrosu’nda sahiplerini buldu. Oscar gecesi her zamanki gibi Kırmızı Halı seremonisiyle başladı. George Clooney, Brad Pitt, Angelina Jolie, Jean Dujardin, Natalie Portman, Glenn Close, Michelle Williams, Glenn Close gibi birçok yıldızın şıklık yarışına girdiği törenin sunuculuğunu Billy Crystal yaptı. Gecenin kazananı The Artist oldu. Siyah-beyaz, sessiz film olan ‘The Artist’ En İyi Film ödülünü kazanırken, yönetmeni Michel Hazanavicius ve başrol oyuncusu Jean Dujardin’e de Oscar kazandırdı. Böylece 10 dalda aday gösterilen ‘The Artist’ 5 dalda Oscar kazanırken, En İyi Film Ödülü’ne layık görülen ikinci sessiz film oldu. 1929’da yapılan ilk Oscar Ödül Töreni’nde ‘’Wings’’ adlı sessiz film, En İyi Film seçilmişti. UGGIE DE SAHNEYE ÇIKTI Filmin Altın Tasma ödüllü dört ayaklı oyuncusu Uggie, En İyi Film ödülünü almak için yönetmen Michel Hazanavicius ile sahneye çıktı ve büyük alkış aldı. En İyi Kadın Oyuncu ödülünü daha önce 2 defa altın heykelciği evine götüren Meryl Streep kazanırken, Yardımcı Oyuncu dalında Oscar ödülleri de ‘Beginners’ ile Christopher Plummer ve ‘The Help’ ile Octavia Spencer’ın oldu. Bir diğer favori Martin Scorsese imzalı ‘Hugo’ ise sadece teknik dallarda başarılı oldu. ‘Hugo’ Görüntü Yönetimi, Sanat Yönetimi, Görsel Efekt, Ses Kurgusu ve Ses Miksajı dallarında Oscar kazandı. Yabancı Film dalında Oscar’a beklendiği gibi İran yapımı ‘A Separation’ ulaşırken, filmin yönetmeni Farhadi, ödül töreninde yaptığı konuşmada ‘’Bugün bizi dünyanın dört bir yanında milyonlarca İranlı seyrediyor. Eminim hepsi çok mutlular. İran haklı mutlu çünkü siyasetçilerin savaş, tehdit ve saldırıdan söz ettiği bir dönemde ülkelerinin ismi, siyasetin tozu altında saklanan zengin, köklü bir tarihe sahip ve muhteşem kültürü ile anılıyor’’ dedi. En İyi Orijinal Senaryo Oscar’ını Midnight in Paris ile Woody Allen, Uyarlama Senaryo Oscar’ını ise The Descendants ile Alexander Payne kazandı. SAĞLIK ve İNSAN 3