Mayıs - Burhan Dergisi
Transkript
Mayıs - Burhan Dergisi
¾ËWh¸?Âh¸??¾lG ÀÍYjºA ÄjºA A ÀnI ¿mH Şeyh Sâdi Şîrâzî’den: * Tahammül sana önce zehir gibi görünür. Fakat tabiatına kök salınca bal kesilir... * Dünya alâkası ALLAH’A karşı perdedir ve bir neticesi yoktur. Sen ancak bağları kopardığın takdirde vuslata nâil olursun... ¿ÌXi¹@Ãi¹@@¿mH * Azametli adam kurum satar; çünkü büyüklüğün yumuşaklıkla olduğunu bilmez... * Yolunun yiğitleri, bela okuna hedef olanlardır. Onlar kibir külâhını atmışlar, yücelik tacıyla başlarını yükseltmişlerdir... * Öğüdü, tesir etmeyeceğini bildiğin bir kimseye verme, ey şaşkın.. Elinden dizgini kaçırmış olan zavallıya, “oğlum yavaş sür” denmez... ¾ËXh¸@Âh¸@@¾lH * Sen zebûn ol da derini yırtsınlar. Çünkü gönül sahipleri küstahların yüklerine katlanırlar. Allah adamlarının toprağından testi yapsalar, halk onu melâmet taşıyla kırar... * Sel heybetle aktığı için yukarıdan aşağı tepesi üstü düşer. Hâlbuki çiğ damlası küçük ve âcizdir; bu sebeple gökyüzü onu muhabbetle alır, ayyuk’a çıkarır... * Methü senâ ipiyle kuyuya inme, Hatem gibi sağır ol da kendi ayıplarını dinle... * Muhabbetin seni toprak etmesinden korkma. O mahvettiği takdirde sonsuzlaşırsın! Toprağın altında değişmedikçe sağlam taneden ot bitmez... * Seni ALLAH’A âşina kılacak kimse benliğinden seni kurtarmış olandır. Çünkü benliğinle beraber oldukça kendine yol bulamazsın ve bu inceliği de kendini unutanlarından başkası bilemez... * Yüzücülükte yiğit olsan, elini ayağını ancak çıplakken kullanabilirsin. Şu halde şöhret, namus ve riya hırkasını sırtından çıkarmalısın; elbisesiyle suya batan kimse âciz kalır... * Kişi kendinden üstününü aramayı fırsat bilmelidir. Kendin gibisiyle vaktini ziyan edersin. Kendi benzerlerinin izinde ancak kendini beğenmişler yürür... * Aşkına sadık olan kimse canına kıyabilendir; yüreksiz âşık kendine âşıktır... * Bir kere serden geçen insan, başına taş ve ok yağmuru yağsa da, dileğinden el çekmez... * Seçkin bir akıllı gönülsüz olur; meyvelerle yüklü dal başını yere kor... * Büyüklük gösterişle, lafla olmaz; yücelik dava ile kuruntu ile elde edilmez. Tevazu yüceliği arttırır, fakat gurur seni toprağa serer... * Üstü başı temiz fakat ahlâkı kirli olan kişinin cehennem kapısını açmak için anahtara ihtiyacı yoktur... * Eğer mertsen, mertliğinden bahsetme. Sen kendini iyilerden saydıkça kötü olursun... * ALLAH’A karşı iyi, halka karşı kötü olan akılsızlar, ibadetlerinin meyvesini yiyememişlerdir... Daha güzel Burhan’lar da buluşmak dileğiyle Allah’a emanet olunuz. İçindekiler AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: Sayı: Mayıs Gençlik Rehberi 4 Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Ömrün ve Gençliğin İmtihanları 6 Nureddin YILDIZ Gençlik Bunalım Dönemi Mi? 10 Yard. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. Pir Seyyid Ahmed Er-Rufai Hz. Buyuruyor ki; 13 Serdar TAŞAR Peygamberimizin Örnek Gençliği 14 Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR Hz. Peygamber (s.a.v) Neyimiz Olur? 19 Hayatını Yaşayamadan Ölenler 20 Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR Mutlaka Diriltileceksiniz Ve Aydın BAŞAR Salih AYDIN Musa KARACA " & ( ) * + , ( $ % " ) - . # 1 Murat TÜRKER $ / % * ! Hasan BAŞAR Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK % " Nebevi Mücadele 38 Ersan BİLGİN Kader’e İman Etmemek Küfürdür 41 Hüseyin AVNİ 0 ! Ubeyd ZELİL Dini Ve Kültürel Değerlerimizde Üç Aylar 33 & # Posta Çeki No: Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti. Müşteri No: Geç Kalınmış Yolculuk 1 26 Müslüman Muhabbet Ehlidir 30 ! ' Ahmet KAYAK Tek Sayı: 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: Yurtdışı 1 Yıllık Abone: Yrd. Doç. Dr. İsmail ALTUN Artık Uyanmayacak Mısınız? 24 Konjonktürellik Testi! 28 Hayatını Yaşayamadan Ölenler Asım AYDOĞDU Gsm: 0538 233 5000 Abdullah ÇAKIR Talha AKA Prof. Dr. Ali AKPINAR . Sorguya Çekileceksiniz 22 Ahmed Er-Rufai Hz. " ! ! 2 0 Hacı Şaban Efendi Hz. (I) 46 Halit EŞKAN Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 1 ! ! " 2 3 ! # # 0 0 4 # Akıl Mürşid Olur Mu? 50 5 ! " 2 ! # # 0 0 # Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 398 94 69 Emre TOPOĞLU Rufai Halka-i Zikrinde Kendilerine . Salavat OkunanPeygamber . Aleyhisselam Efendilerimiz Ve Unvanları 54 Hâdimi Rufâî burhandergisi@hotmail.com Ahmet Yuter: “Cami hayatın merkezidir. . Cami olmazsa olmazımızdır. . www.burhandergisi.com Cami hayatın kendisidir.” 56 Milsan A.Ş. 0212 697 1000 Ayrılır İmiş 59 Aylık Süreli Yayın 6 ( + $ % 8 6 7 ) $ * * - % $ % ) * 7 % * ) ( ) : 7 ) % ; ) ) 8 + * ) + 7 * % * + * / ( 7 . ) 8 < ) 7 ' * . * 6 % % < 8 * ' 9 ) * 6 % % ( 7 7 ) ( + Seyda Molla Bahri 60 ( % * ) ( ( ( * ( ( % ) + * / * % 7 + > Görme Engellilerin Kur’an Aşkı Müthiş 66 < % > ( 9 ) ? 8 / ) 4 * ) % ( - & % $ / * $ * $ : $ % ) + * / 9 ) % ) ( ) % < Zelili (Mehmet ÇAĞLAYAN) Yusuf KARAGÖZOĞLU + = Röportaj Burhan Çocuk 70 Aydın BAŞAR Musa KARACA 4 Gençlik Rehberi Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN 6 Ömrün ve Gençliğin İmtihanları Nureddin YILDIZ 10 Gençlik Bunalım Dönemi Mi? Yard. Doç. Dr. Ebubekir SİfİL 14 Peygamberimizin Örnek Gençliği Prof. Dr. Ali AKPINAR Gençlik Rehberi Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN Ö mrünü bu milletin îmânın kurtarmaya feda eden ve bu uğurda başarılı olan şanslı insanlardan biri de Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleridir. Üstad, yaşlılardan daha çok gençlerle ilgilenmiş ve onların îmânını kurtarmak uğruna hapisleri bile göze almıştır. İmansızlık cereyanının kol gezdiği 1940’lı yıllarda yazdığı “Gençlik Rehberi” isimli kitap birçok vatan evladının îmânının kurtulmasına sebep olmuştur. Yazıldığı yıllardan beri elden ele dolaşan ve gençlerin başucu kitabı olan bu eser halen daha tazeliğini devam ettirmektedir. Ben, bu yazımda sizi üstadla buluşturacak ve onun adı geçen eserlerinden bazı bölümleri istifadenize sunacağım. “Bir kısım gençler, şimdiki aldatıcı ve câzibedâr lehviyyât ve hevesâtın hücumları karşısında “Âhiretimizi ne süratle kurtaracağız?” diye, Risâle-i Nur’dan medet istediler. Ben de Risâle-i Nur’un şahs-ı manevisi namına onlara dedim ki: 4 “Kabir var, hiç kimse inkâr edemez. Herkes ister istemez oraya gidecek. Ve oraya girmek için de üç tarzdan (yoldan) başka yol yok: Birinci yol: O kabir, ehl-i îmân için daha güzel bir âlemin kapısıdır. İkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefehât ve dalâlette gidenlere bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrit içinde bir haps-i münferit, yalnız başına bir hapis kapısıdır. Öyle gördüğü ve itikâd ettiği ve inandığı gibi hareket etmediği için öyle muamele görecek. Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için bir îdâm-ı ebedî kapısıdır. Yani hem kendisini hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek. Bu iki ışık bedîhidir, delil istemiyor, göz ile görünür. Mayıs Madem ecel gizlidir, her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor ve genç ihtiyar farkı yoktur. Elbette daima gözü önünde öyle büyük dehşetli bir mesele karşısında biçare insan, o idam-ı ebedî, o dipsiz, nihayet haps-i münferitten kurtulmak çaresini aramak ve kabir kapısını bir âlem-i nura açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hadisesi, o insanın dünya kadar büyük bir meselesidir.” (Gençlik Rehberi, 12-13) “Bir gün yanıma birkaç genç geldi. Hayat ve gençlik ve hevesât cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için, tesirli bir ihtâr almak isteyen bu gençlere, ben de eskiden Risâle-i Nur’dan medet isteyen bu gençlere dediğim gibi dedim ki: “Sizdeki gençlik ka’tiyyen gidecek. Eğer siz dâire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zayi olup başınıza hem dünyada, hem de kabirde, hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiyye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak, iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz, o gençlik mânen bâki kalacak. Ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak” (Gençlik Rehberi, 29) “Risâle-i Nur’daki hakiki teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Husûsen gençlik darbesini yiyip, taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin, Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları vardır. Evet, gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, akıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ilerideki bir batman lezzete tercih eder. Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker. Ve bir saat sefehât keyfiyle bir namus meselesinde, binler gün hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saâdeti mahvolur. Bunlara kıyasen, biçare gençlerin çok vartaları var ki, en tatlı hayatını, en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar. Ve bilhassa simalde koca bir devlet, gençlik hevesatını elde ederek, bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünkü, akıbeti görmeyen kör hissiyatla harekete eden gençlere, ehl-i namusun güzel kızlarını ve karılarını ibahe eder. Belki hamamlarında erkek-kadın beraber çıplak olarak girmelerine izn vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder. Hem serseri ve fakir alanlara, zenginlerin mallarını helal eder ki, bütün beşer bu musibete karşı titriyor. Mayıs İşte, bu asırda İlam be türk gençleri kahramanca davranıp iki cihetten hücum eden bu tehlileye karşı, Risale-i Nur’un “Meyve” ve “Gençlik Rehberi” gibi keskin kılıçlarıyla mukabele etmeleri elzemdir. Yoksa o biçare genç, hem dünya istikbalini, hem mesud hayatını, hem ahiretteki saadetini ve hayat-ı bakiyesini azaplara, elemlere çevirip maveder ve su-i istimal ve sefalette hastanelere ve hissiyatın taşkınlıklarıyla hapishanelere düşer. Eyvahlar, eseller ile ihtiyarlığında çok ağlayacak. Eğer terbiye-i Kuraniye ve Nur’un hakikatlarıyla kendini muhafaza eylese, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mesud bir Müslüman ve şair zihayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur. (Gençlik Rehberi, 40-41) Dost istersen Allah yeter. Evet, o dost ise, her şey dosttur. Yaran istersen Kuran yeter. Evet, ondaki enbiya ve melaike ile hayalen görüşür ve vukutlarını seyredip ünsiyet eder. Mal istersen kanaat yeter. Evet, kanaat eden iktisad eder, iktisad eden de bereket bulur. Düşman istersen nefis yeter. Evet, kendisini beğenen, belayı bulur, zahmete düşer. Kendisini beğenmeye safayı bulur, rahmete gider. Nasihat istersen ölüm yeter. Evet, ölümü düşünen, hubbu dünyadan kurtulur ve ahiretine ciddi çalışır. (Gençlik Rehberi, 126) Ben, bu yazıyı okuyan genç kardeşlerime, üstadımızın adı geçen eserlerini ve Şehid Seyyid Kutub’un tefsirinden Yusuf suresinin tefsirini sık sık okumalarını tavsiye ederim. Bundan da daha önemlisi, anne ve babalarına kulak vermelerini ve onların nasihatlerini can kulağı ile dinlemelerini tavsiye ederim. Ayrıca, dünya ve ahiretlerinin mamur olması için ehlullahtan birinin dizini dibine oturmalarını ve onun eğitiminde bir hayat yaşamalarını tavsiye ederim. Gençler! beni dinlerseniz, sözüme kulak verir ve gereğini yaşarsanız ölürken güle güle ölürsünüz. Güle güle ölen de inşaallah cennete gider. 5 Ömrün ve Gençliğin İmtihanları Nureddin YILDIZ D önerken neler döndürüyor üzerinde neler. Gündüzü gece, geceyi gündüz yapıyor. O döndükçe zengin fakir, fakir zengin oluyor. Dipdiri insanlar yataklara düşüyor, iyileşmez zannedilenler iyileşiyor. reder ; b a s z me nır az, ede m a l r, kaza u u l B u B r. r. kazanı n a d kazanı n ı n e d sabr n rü far er ; şük d e r r ; istiğ k a ü p ş a y nlış rumda der, ya u e d a r t e a H .H i azanır k n meğin a e d r i n o b ç r i ede i, h . Rabb r ı d amimi ı s l ç i k n a r z e ka Yet rmaz. a k ı ç bo ş a olsun. Genç ihtiyarlıyor, ihtiyar ölüyor. İhtiyar yaşıyor, genç ölüyor. Kimi yiyecek bulamıyor, açlıktan kıvranıyor; kimi de gıda fazlalığından şişiyor. Kimi güler, kimi ağlar. Kimi şımarır, kimi ezilir. Dünya bu, dönüyor. Döndükçe de renkler değişiyor. Ağlamakla gülmek, açlıkla tokluk, hayatla ölüm, sıcakla soğuk, iyi ile kötü ikiz gibidirler. Herkes imtihan halindedir. Ne gülenin güldüğü kalıcı, ne ağlayanın ağlaması! Zenginlik de sabit değil, fakirlik de. Çocuklar da kalıcı değil, analar babalar da. Hep dönüyoruz. Her döndüğümüz yönde başka bir imtihan çeşidine muhatabız. Aslında fakirlikle imtihan, zenginlikle imtihandan zor değildir. Tersi de böyle. Hastalık imtihan olduğu gibi sıhhat de hesabı sorulacak bir imtihandır. Biz kulluk sınavındayız: Her halükârda 6 Mayıs kazanmak durumundayız. Bazen sabrederek bazen de şükrederek; ama imtihanda olduğumuzun bilinci ile hareket etmekle mükellefiz. Yapamayan için şükür sabırdan zordur. Çocuk bir imtihandır. Olmaz, o bir imtihandır. Olur, o başka bir imtihandır. Gelişir, dertleri kabarır o bir imtihandır. Erkek olur, erkekliği; kız olur, kızlığı zor görülür. Aslı ise öyle değildir. Ne tür olursa olsun o bir imtihandır. Eş sahibi olmak da böyle, bekârlık evliliği, evlilik bekârlığı aratır zannedilir. Asla değil! Mal bir imtihandır; yokluğu bir dert varlığı bin dert! Gözümüzü nereye çevirsek orada bir imtihanın içinde buluruz kendimizi. Ta gözlerimizi kapatana kadar. Gözlerimizi kapatınca da imtihanın hesabı ile açarız onları. Dünyanın varlığı kadar kesin bir hakikat şudur: Burada imtihan için varız. İmtihanımız da en hassas yerlerimizden, belki göz bebeğimizden olacaktır. Evladımızdan, eşimizden, malımızdan, dostlarımızdan ve canımızdan… Bir kesin hakikat daha: Mızmızlansak da, ağlasak da, gülsek de kader muhakkaktır. Yazı yazıldı, kalem kırıldı. En muazzam sonuç, başımızdaki dertleri nimete dönüştürmektir. Çünkü bizim Rabbimiz her şeyi bilen ve yaratandır. Başımıza gelenleri heba etmeyen, acımıza, sıkıntımıza ecir yazandır. O, bizi yaratan; kaderimizi yazan; ne yapacağımızı gözetip bize cennetler hazırlayandır. O, hiçbir şeyi zayi etmiyor. Asla! Ahiret beklentisi olmayan kâfirin başına gelen dertler onlar için bir musibettir. Hem dünyada sıkıntı çekecekler hem de ahirette çektiklerinin karşılığında bir ecir bulama- yacaklardır. Mü’min için ise böyle değildir. Günahkâr bile olsa çektikleri pek çok açıdan onun lehinedir: a- Belalar kâfirlerin cezalarının bir bölümünün dünyada verilmesidir. Mü’minin sıkıntıları ise, seviyesinin ve sabrının ölçüldüğü imtihanlardır. Biri yavrusunu kaybedince belasını bulmuş olur, diğeri de yavrusunu kaybettiğinde sabredip, Rabbine sığındığı için imtihanı kazanmış ve ecre dönüştürmüş olur. b- Belalar Hak’tan sapmanın sonucudur. İmtihan olan sıkıntılar ise, istikamet üzere olmanın gereğidir ve derecelerin artması içindir. İnsanın Allah katındaki yakınlığı güçlendikçe sıkıntıları da çoğalır. Bunun için en büyük dertlere peygamberler düşmüştür. Kulun seviyesi yükseldikçe, takvası arttıkça imtihanın ağırlığı da artar. c- Mü’minlerin başına gelen hadiseler imanlarının artması ve derecelerinin yükselmesi ile sonuçlanır. Kâfirlerin başlarına gelen belalar ise onları daha derinlere sürükler. İnatlarını artırır. Karanlıkları çoğalır. d- İmtihanlar sabır ve takva ile aşılır. Belalar ise tövbe ve istiğfarla kaldırılır. Mü’minin en büyük silahı sabırdır. Hatta sabır olmadan hiçbir imtihanı kazanmak mümkün bile değildir. Zaten mü’minin hayatı üç kelimenin etrafında döner durur: Sabır, şükür ve istiğfar. Bulamaz, edemez sabreder; sabrından kazanır. Bulur, kazanır şükreder; şükründen kazanır. Hata eder, yanlış yapar; istiğfar eder ondan kazanır. Her durumda kazançlıdır. Rabbi, hiçbir emeğini boşa çıkarmaz. Yeter ki samimi olsun. Güldüğü de kâr, ağladığı da kâr. Sabır mükemmel bir silahtır. Emirlere; Yasaklara ve; Kadere sabrederek kazanırız. Mü’minin en büyük silahı sabırdır. Hatta sabır olmadan hiçbir imtihanı kazanmak mümkün bile değildir. Zaten mü’minin hayatı üç kelimenin etrafında döner durur: Sabır, şükür ve istiğfar. Mayıs 7 İmtihanlarımız üç aşamalıdır İmtihanlarımız Üç Aşamalıdır 1- Eleme aşaması: Kur’an’ımız diyor ki: “Andolsun ki içinizden cihat edenlerle sabredenleri belirleyinceye kadar ve söylediğiniz sözlerin doğru olup olmadığını açıklayın- mala, cana ve evlada gelen ziyanla elde edilir. Resulûllah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular ki: “Dünyada sıkıntı çekmeyenler, kıyamet gününde dünyada iken belalara sabredenlerin kazandıklarını gördüklerinde isteyecekler ki, keşke dünyada derilerimiz parçalanmış olsaydı da onlar gibi sevap kazanmış olsaydık!” (Tirmizi, Zühd, 59/2402) Bu Yüzüne BirBir de de bu yüzüne bak; Bak; caya kadar sizi imtihan edeceğiz.” (Muhammed Suresi, 31) Peygamberlerin yoludur bu yol. Allah kimin ne olduğunu, kimin verdiği söze ne kadar Eğer başımıza gelen dertler, çocuklarımızdan çektiklerimiz, bir türlü iyi gitmeyen işimiz, tuttuğumuzun elimizde kalması bizi yaratıcımıza, Allah’a yöneltiyor ve bunaldıkça ‘Ya Rabbi!’ diyebiliyorsak ne âlâ! “Andolsun ki içinizden cihat edenlerle sabredenleri belirleyinceye kadar ve söylediğiniz sözlerin doğru olup olmadığını açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.” (Muhammed Suresi, 31) sadık kaldığını görmek ister. Eler eler. Malında azalma verir, tuttuğu elinde kalır, çocuğunda, eşinde, akrabasında sıkıntılar verir. Sadakatini, teslimiyetini görmek ister. Ne diyordu, ne yapıyor onu bilmek diler. Bu imtihanda iman sahibi olmak, imtihandan kurtulmak değildir. Tam aksine iman sahibi olduğun için imtihana tabi tutulmak vardır. 2- Arındırma Aşaması: Dertsiz zamanlarda kazanılamayanlar, imtihan anında kazanılabilir. Resulûllah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdular ki: “Müslüman’ın başına gelen her dert, keder, üzüntü, eziyet, sıkıntı, hatta (bedenine) batan bir dikenle Allah (o kulun) bir hatasını siler.” (Buhari, Merda, 1/5641; Müslim, 6568) 3- Derece yükseltme aşaması: Sıkıntılar Allah katında yükselmeye vesile olur. Namazla elde edilmeyen seviyeler, 8 Derinden bir ‘Ya Rabbi!’ demek nelere değmez ki? Şeytanın, ‘Sıkışınca desen ne olur? Zamanında neredeydin?’ gibi saptırmalarına aldırmadan O’na yönelebilmek ne güzel. Elbette bunalınca, dara düşünce O’na döneceğiz. O, çaresizlerin, bunalmışların, dertlilerin Rabbidir. Sıkıntılar gerçek dostlarla geçici dostları ortaya çıkardığı için de nimettir. Körü körüne tutulduklarımızdan kurtarırlar bizi. Belki de dertlerin en önemli yönü, Allah ile konuşmak gibi olan Kur’an okumaya sebep olmasıdır. Sıkıldıkça Kur’an okuyabilmiş olsaydık ne büyük kazancımız olurdu? Kur’an’la haşir neşir olan bir mü’mine hangi dert çekilmez olabilir? Ah bir becerebilsek! Dertlendikçe, işler tıkandıkça, bütün yollar kapandıkça Allah’ın elimizdeki ipi Kur’an’a sarılabilsek. Onu doya doya okuyabilsek. İçindekilerden ibret alabilsek! Ateşe atılıp da yanmayan İbrahim’i, küçücük kuşların taşlarıyla helak olan filli orduyu, Nemrud’u, Firavun’u, Karun’u anlayabilsek! Allah’ın azametini idrak edebilsek! Mayıs Mart 9 Gençlik Bunalım Dönemi Mi? Yard. Doç. Dr. Ebubekir SİFİL H iç düşündünüz mü, çağdaş dünyada “gençlik” denince akla ilk önce “hayatının en bunalımlı döneminde bulunan” yaş grubunun gelmesi normal mi? lı nalım u b “ n anı , ş düny a aksine d ğ n a i n Ç i l k i prof in artı ç i n genç” u e on önemi ni verm d i s k e i r l e ç em gen rinin s . e l k i d r öğren çağıdı Çocukluk dönemini bir yana bırakacak olursak, “gençlik bunalımı”, “orta yaş bunalımı” (yaşlılar zaten otomatik olarak bunamış görülür) gibi ifadeler, artık dilimize de iyice yerleşmiş bulunuyor. Biraz düşününce, bu tabirlerin insana hayatının her döneminde hastalıklı muamelesi yapılmasını reva gören çarpık bir anlayışın ürünü olduğunu anlamak zor olmasa gerek. Parçalara Bunalmak Parçalara Bölünerek Bölünerek Bunalmak Bir başka şekilde ifade edecek olursak, insan hayatını belli yaş gruplarına göre sınıflandırarak, her bir grup için, “anormallikler yapması yaşı itibariyle normaldir” şeklinde bir ön yargı geliştirmek, hastalıklı bireylerden oluşan hastalıklı toplumların işi olsa gerek. Gerçek şu ki, bu durum, özellikle hayatının en verimli ve en enerjik dönemini yaşayan, beynini 10 Mayıs ve vücudunu en üretken biçimde kullanabileceği çağda bulunan genç insanlar için, son derece olumsuz bir yargıyı ifade eder. Bunalım Edebiyatı Bunalım Edebiyatı Bizde Neden Yok?Yok? Bizde Neden Oysa bu yaş grubunda bulunan bireyler öğrenmeye, yeteneklerini ve becerilerini geliştirmeye ve kendilerini olgunlaştırmaya en uygun çağlarında bulunmaktadır. ‘Bizim kültürümüzde durum nedir?’ diye baktığımızda, karşılaştığımız manzara kısaca şöyledir: Bu noktada şu soruları da sormak gerekir: Hayatı daha yeni tanıma ve öğrenme sürecinde olduğu halde, Batılı hayat tarzı içinde anne babasından bile “bağımsızlaştırılan” genç, kişiliğini nasıl bulacak, istikametini nasıl çizecek, yetenek ve becerilerinin farkına nasıl varacaktır? Hangi kurum ve hangi sosyal hizmet uzmanı bu gence, kendi Herşeyden önce, İslâm kültüründe bireyin anlattığımız tarzda toplumsal açıdan çeşitli yaş kategorilerine ayrılmasının sözkonusu olmadığının altını çizelim. Uzun medeniyet tarihimiz boyunca hayatın her alanına ve insan denen “zübde-i alem”in her boyutuna ilişkin incelemeler yapmış, eserler vermiş bulunan ulema ve hukemanın, gençlik döneminin kendine mahsus problemleri olduğunu söyleyen Bizim medeniyet ve kültürümüzde çocuk daha doğar doğmaz beynine ilk nakşolan, sağ kulağına okunan ezan ile sol kulağına okunan kamet sesidir. Anne sütü ile beslenme devresi boyunca çocuk, “taharet-i kübra” üzere bulunmaya özen gösteren annesi tarafından helâl süt ile emzirilir, uyutulurken salâvat ile, ilâhi ile uyutulur. ailesinin ve yakınlarının verebileceği duyguyu, ilgiyi ve desteği verebilir? ve bu problemlere çözümler öneren bir çalışmasını, kitabını veya risalesini bilmiyoruz. Anlattığımız bu sınıflandırma ve bağımsızlaştırma adı altında olumlu-olumsuz her türlü etkiye açık bırakma durumu, hayatını biz müslümanlardan farklı yaşayan; varlığa, hayata ve insana bizden oldukça farklı bir gözle bakan Batılı anlayışı yansıtıyor. İslâm medeniyetinde sayısız çalışmanın konusu olan alanların bazılarını sayalım: Başta bütün dinî ilimler, tıp, botanik, veterinerlik, farmakoloji (ilaçlarla ilgilenen ilim dalı), musiki, mimari, günlük hayatta kullanılan aletler ve kap-kacak, hayvanlar, kuşlar, böcekler, putlar, muhtelif canlıların sesleri ve bunların özellikleri, madenler, astronomi, meteoroloji, tarih, coğrafya, aritmetik, geometri, fizik, kimya, arkeoloji, felsefe, mantık, zaman ve mevsimler, harflerin ve rakamların esrarı (cifir), sihir (tılsım), uzun boylu insanlar, kısa boylu insanlar, uzun yaşayan insanlar… ve daha niceleri. Evet, medeniyetimizde hayatın her alanına ilişkin eser vermiş, kitap yazmış olan İslâm alimlerinin, “gençlik ve sorunları” tarzında bir eser vermemiş olmasının elbette bir anlamı olmalıdır. Bu anlam şudur: İnsanın, kendi fıtratına uygun bir ortamda, kendine ait hayat tarzını sürdü- Mayıs 11 İslâm ilim tarihine adını altın harflerle yazdırmış simalara bakın. 7-8 yaşlarında Kur’an’ı ezberlemiş, 10-15 yaşlarında temel İslâmî ilimleri tahsil etmiş ve 20 yaş sınırına dayandığında artık eser yazmaya, fetva vermeye ve ilim meydanında nam salmış alimlerle yarış etmeye başlamış bu insanları yetiştiren, elbette kurumsal yapısı ve oturmuş sistemiyle canlı medeniyetten başkası değildir. rebilmesi, ancak kendine ait değerlerle inşa olmuş, yaşayan canlı bir medeniyetin varlığı ile mümkün olabilir. Hiç şüphesiz, böyle bir hayat tarzı olmaksızın, insan fıtratını ve hayatı her yönüyle kuşatmış canlı bir medeniyet olmaksızın, bireyin veya toplumun sağlıklı olabilmesi mümkün değildir. İslâm kültüründe “gençlik ve sorunları” başlıklı bir problemin bilinmiyor olmasını, işte böyle bir medeniyet olgusunun varlığında aramalıyız. BirLiman Liman Toplum Bir Toplum Bizim medeniyet ve kültürümüzde çocuk daha doğar doğmaz beynine ilk nakşolan, sağ kulağına okunan ezan ile sol kulağına okunan kamet sesidir. Anne sütü ile beslenme devresi boyunca çocuk, “taharet-i kübra” üzere bulunmaya özen gösteren annesi tarafından helâl süt ile emzirilir, uyutulurken salâvat ile, ilâhi ile uyutulur. Öğrenme yaşına geldiği zaman, her bir hücresi önce İlâhî Kelâm ile dolar. Çağdaş hayatın dayattığı çekirdek aile tarzının ve modern yaşama biçiminin yalıtılmış dar çerçevesine hapsolmaksızın, alabildiğine geniş bir çevrede başlar hayatı tanımaya. Sadece anne-babasından değil, topluca paylaşılan bir hayatın hazzını ve yaşayan bir geleneğin terbiye usulünü dedesinden-ninesinden, hocasından ve mahalle büyüklerinden devşirir. Büyüklerinin katkılarıyla, komşuluk, mahalle arkadaşlığı ve saygıyı, sevgiyi, güveni, paylaşmayı, dayanışmayı, fedakârlığı öğrenir. Böyle bir yetişme süreci ve sosyal çevre güvencesiyle gençlik dönemine adım atan çocuk, üretmeye hazır, donanımlı, kendinden emin ve kişilikli bir birey olarak hayata atılacaktır. İlim tahsil ediyorsa, yüzyıllar içinde olgunlaşarak pekişmiş bir eğitim sisteminde kendini geliştirecektir. Herhangi bir meslek ve sanat dalına intisap etmişse, yine asırların birikimiyle oluşmuş çırak-usta ilişkisi içinde alanında ihtisas sahibi olacaktır. Çağdaş dünyanın “bunalımlı genç” profilinin aksine, gençlik dönemi onun için artık öğrendiklerinin semeresini verme çağıdır. İslâm ilim tarihine adını altın harflerle yazdırmış simalara bakın. 7-8 yaşlarında Kur’an’ı ezberlemiş, 10-15 yaşlarında temel İslâmî ilimleri tahsil etmiş ve 20 yaş sınırına dayandığında artık eser yazmaya, fetva vermeye ve ilim meydanında nam salmış alimlerle yarış etmeye başlamış bu insanları yetiştiren, elbette kurumsal yapısı ve oturmuş sistemiyle canlı medeniyetten başkası değildir. Başka hiçbir kültür ve medeniyette örneği bulunmayan “Tabakât” ve “Terâcim” türü kitaplarda, böyle onbinlerce büyük insanın hayat hikâyesi canlı birer ibret tablosu olarak elimizde bulunmaktadır. Namazda gözü olanlar için ezan sesi her devirde çınlama devam ediyor. 12 Mayıs Pir Seyyid Ahmed Er-Rufai Hz. Buyuruyor ki; Ey kendinden başkasına hamd edilmeyen ve hayrin sadece kendisinden beklendiği, her şeyin evveli ve âhiri, zâhiri ve bâtını, Hayy ve Kayyûm, celâl ve ikram sahibi olan Hz. Allah, hamd ve senâ ancak sana mahsustur. Salât ve selam, hak din üzere ve bütün insanlara hiclayet kaynağı olarak seçip gönderdiğin seçkin kulun ve rasûlün olan Efendimiz Muhammed (s.a.v)’in üzerine olsun. Onun emirlerini yerine getirip onu önder kabul edenler mes’ûd, onun emirlerinden yüz çevirenler ise, rahmetten mahrum kalmış kimselerdir. Yine salât ve selâm onun âline, ashâbına, etbâina ve kıymete kadar onun sünnetine tâb’i olanlara olsun. Ey kardeşlerim! Beşer aklı riyâzete muhtaçtır. Beşer aklının birinci riyâzeti, Allah’ın kudret eserlerini tefekkürdür. Görmezmisiniz ki, Allah şu yeryüzünü nasıl dürüp yaymış ve ne güzel tasvir edip üstüne fezâyı, âsumanı yerleştirmiştir. Mayıs 13 Peygamberimizin Örnek Gençliği Prof. Dr. Ali AKPINAR G metini y ı k n ı san de oğu in ç a nere k i l m ç a n , e i ğ G etti a i, israf ğ i usund d n e o m k e i l bi diğ i tüketil l ı öneml s n a e n z i ve ğim ekilece ç . a b a biridir hes n e d r e nimetl 14 ençlik, insanın geleceğinin temelidir, gençlik de toplumun geleceğinin teminatıdır. Temiz ve kişilikli bir gençliğe sahip olanlar, kâmil insan olmanın temelini atmışlar demektir. İyi bir gençliğe sahip olmayanlar, iyi bir alt yapıya sahip değiller demektir. Böyleleri ileriki yaşlarında düzelmiş olsalar bile, gençlik dönemlerinde yaşadıkları kötü tecrübeler, onların olgunluk dönemleri etkiler. Bu yüzden pek çok insan, geçmişe dönük pişmanlıklar içerisinde olur. En kâmil insanlar arasından seçilen peygamberler, her bakımdan temiz bir çocukluk ve gençlik dönemlerine sahiptirler. Onlar, seçilmiş insanlardır. Yüce Allah, oları pek çok insanın arasından seçip görevlendirmiştir. Peygamberlik Allah vergisidir, ama peygamberlikle görevlendirilenler de seçilmeyi hak etmiş kimselerdir. Peygamberler, günahtan korunmuş ma’sûm kimselerdir. Onların peygamber olmadan önce, günahlardan korunmuş olup olmadıkları tartışılmış olsa bile, genellikle peygamberler temiz bir geçmişe ve gençlik dönemine sahip kimselerdir. Mayıs Son peygamber Hz. Muhammed aleyhisselam da yaşadığı tertemiz çocukluk ve gençlik dönemleri ile her zamanın gençlerine en güzel örnektir. Üstelik O, yetim ve öksüz büyümesine rağmen kirli toplumda temiz kalabilen bir gençtir. Yaşadığı toplumda her çeşit günah, pek çok insan tarafından işlendiği halde, O bunlardan kendini korumasını bilmiştir. Kaynaklarımız, onun gençlik dönemi ile ilgili şu bilgilerle doludur: Peygamberimiz, yetişkinlik çağına kadar mertlik ve insanlıkta kavminin en üstünü, ahlakça en güzeli, komşuluk haklarını en fazla gözeteni, doğru sözlülükte en başta geleni, eminlik ve güvenilirlikte en büyüğü, kötülükten en uzak olanı idi. Bunun için kendisine kavmi arasında el-Emîn/yani güvenilir kişi, güven veren insan denirdi.[1] O, peygamber olmadan önce de ne puta tapmış, ne içki içmiş, ne de putlar için yapılan şenlik ve törenlere katılmış, ne de putlar adına kesilen etlerden yemiştir. O, bu gerçeği şöyle anlatır: Ben, kitap ve imanın ne olduğunu bilmezken bile, Kureyşlilerin küfür üzerinde bulunduklarını bilmekten uzak kalmışımdır.[2] Nitekim O peygamber olduktan sonra, insanları tevhide ve ahlakî güzelliklere çağırınca, geçmişi ile ilgili bir itirazla karşılaşmamıştır. Hiçbir kimse, bugün sen bunları bize söylüyorsun, ama düne kadar onları sen de işlemiştindiyememiştir. Onun bu tertemiz geçmişi Kur’ân’da şöyle ifade edilmiştir: “Ben bundan önce bir ömür boyu içinizde durmuştum. Hâla akıl erdiremiyor musunuz?”[3] Ben peygamber olmadan önce kırk yıl aranızda yaşadım. Siz benim doğruluğumu, dürüstlüğümü, emanete hıyanet etmeyişimi, ümmiliğimi biliyorsunuz. Ben gençliğimde hiç Allah’a isyan etmedim, putlara tapmadım, asla yalan söylemedim, hiç aldatmadım… Şimdi siz benden, böyle bir şeyi yapmamı nasıl istersiniz?[4] Onun sahip olduğu güzelliklerini anlatan Kur’ân ayetlerinin biri de şöyledir: “Gerçekten sen büyük bir ahlak üzeresin.” Fatiha ve Alak suresinden sonra üçüncü sırada inen Kalem suresinin bu ayeti, onun Kur’ân öncesi sahip olduğu güzelliklerini açık bir şekilde tescil etmektedir. Çünkü bu tespit yapıldığında henüz onun tüm hayatını kuşatan Kur’ân ayetleri inmemişti. Ama O, büyük bir ahlak üzere bulunuyordu. Daha sonra Onun Kur’ân’la daha da olgunlaşan ahlakî kişiliğini eşi Hz. Ayşe şöyle özetlemiştir:“Onun ahlakı Kur’ân’dı.”[6] [5] Hangi ortamda yaşarsa yaşasın Müslüman gidişata seyirci kalamaz. Gündemi yakından takip eder. Gidişat, iyi ise, ona destek olur ve onun daha iyi bir şekilde devam etmesi için gayret eder; kötü ise onu düzeltmek için çalışır. Peygamberimiz, henüz peygamber olmadan önce Mekke’de yaşanan haksızlıklara dur demek için kurulan erdemliler hareketinin aktif bir üyesi olarak kötü gidişata dur demek için seferber olmuştu. Mekkelilerden ve oraya dışardan gelenlerden haksızlığa uğramış her kim olursa olsun mazlumun hakkını geri almak, zalime karşı mazluma yardım etmek, zayıfın hakkını güçlüden, garibini hakkını yerliden almak ve adaleti aralarında hâkim kılmak üzere kurulan Hılfu’l-Fudul hareketine katılmıştır. Daha sonra da Ben ona İslam döneminde de çağrılsam mutlaka icabet ederim buyurmuştur.[7] Peygamberimiz, Bedir savaşında henüz 21-22 yaşlarında bulunan Hz.Ali’yi sancaktar yapmış; Tebuk gazvesinde Neccaroğulları sancağını 20 yaşında bulunan Zeyd b. Sabit’e vermiş. Mayıs 15 Kırk bin kişilik büyük bir orduya henüz 18 yaşında bulunan Üsame b. Zeyd’i komutan olarak atamış; 21 yaşındaki Muaz b. Cebel’i kadı olarak Yemen’e göndermişti. Peygamber olmadan önce ticaret ortaklığı yaptığı Sâip b. Ebî Sâip, Mekke fethinde Müslüman olarak Peygamberimizin huzuruna geldiğinde şunları söylemiştir: Sen benim ortağımdın ve ne iyi ortaktın![8] Hz. Hatice ile evlenirken nikâh merasiminde söz alan amcası Ebû Talip henüz yirmi beş yaşındaki yeğenini şöyle tanımlıyordu: “Doğrusu Muhammed, Kureyş’in hiçbir gencine benzemeyen, onlardan hiçbiriyle bir tutulamayan bir gençtir. Çünkü o, şeref, asalet, erdem ve akıl bakımından onlardan ayrılır.”[9] Azatlısı olan Zeyd’e sen bizim kardeşimiz ve azatlımızsın diye iltifat ederdi. Zeyd ise onda gördüğü güzellikleri şöyle anlatmıştı: Yemin ederim ki, ben sana hiç kimseyi tercih etmem. Sen bana, hem annem hem de babam makamındasın… Ben onda öyle şeyler gördüm ki, babamı bile ona tercih etmem, ben ondan hiçbir zaman ayrılmayacağım.[10] Otuz beş yaşlarında iken Ka’be tamir edilmiş ve Hacerü’l-Esved’in yerine konulmasında Mekkeliler arasında anlaşmazlık çıkmıştı. Sonunda mescidin kapısından ilk giren kişinin hakemliğine razı olma konusunda anlaşmışlardı. O kişinin Hz. Muhammed olduğunu görünce şöyle bağrışmışlardı: “Bu güvenilir kişidir. Bu Abdullah oğlu Muhammed’dir. Onun vereceği karara razıyız!”[11] Kendisine ilk vahiy geldiğinde, gördüğü manzara karşısında endişelenip korkuya kapılan Hz. Peygambere vefakar ve fedakar eşi Hz. Hatice şöyle diyordu: “Sen rahat ol, üzülme. Allah’a yemin ederim ki, Allah seni asla utandırmayacak, ele güne rezil etmeyecektir. Çünkü sen, akrabalık bağlarını gözetirsin. Hep doğru söylersin. Emanete hıyanet etmezsin. Sıkıntılara katlanmasını bilirsin, güçsüzlerin elinden tutarsın. Misafir ağırlamayı seversin. Zor durumda kalan mağdurların hakkını korumak için onlara yardım edersin.”[12] Onun sahip olduğu bu güzellikler, düşmanları tarafından bile teslim edilmişti. Rum Kayseri Heraklius, elçi olarak huzurunda bulunan, o zaman müşriklerin önde gelenlerinden olan Ebu Süfyan’a Peygamberimizin özellikleri ile ilgili sorular sormuş ve aralarında şöyle bir diyalog geçmişti: -Bundan önce, onun hiç yalan söylediğine tanık oldunuz mu? -Hayır, asla böyle bir şeye tanık olmadık. -İnsanlara yalan söylemeyen, vallahi Allah’a yalan söylemez![13] Habeşistan’a hicret eden Cafer b. Ebî Talib de Necaşî’nin huzurunda şunları söylemişti: “Ey Kral! Allah içimizden, aramızda yaşadığı kırk yıl doğruluğu, dürüstlüğü, asaleti, emanete riayetkarlığı ile tanıdığımız bir kimseyi peygamber gönderdi...”[14] 16 Mayıs PEYGAMBERİMİZİN GENÇLİĞE Peygamberimizin Gençliğe VERDİĞİ ÖNEM Verdiği Önem Kendisi mükemmel bir gençlik dönemi yaşamış olan Peygamberimiz, gençlere büyük önem vermiş, onları hep iyiye, güzele yönlendirmiş; ilk Müslüman gençlerden mükemmel şahsiyetler yetiştirdikten sonra gencecik yaşta onları büyük görevlere getirerek onura etmiştir. Onun konu ile ilgili hadislerinden bir kısmı şöyledir: “Yedi sınıf insan vardır ki, Allah onları, hiçbir korumanın olmadığı bir günde, kendi koruması altında gölgelendirecektir: Adâletli idareci, Allah’a ibadette yetişen genç..”[15] Ama müslümana her zaman yakışan, ibadettir kabahat değil. Kabahat ise, işlenmeğe ve denenmeye değmez. İbadet gençliğe değer kazandırırken, kabahat onu yer, bitirir. Peygamberimiz gençlere verdiği değeri, onların liyakatlilerini en yetkin görevlere getirerek tescil ediyordu. Bir kaç örnek verecek olursak: Peygamberimiz, Bedir savaşında henüz 21-22 yaşlarında bulunan Hz.Ali’yi sancaktar yapmış; Tebuk gazvesinde Neccaroğulları sancağını 20 yaşında bulunan Zeyd b. Sabit’e vermiş; kırk bin kişilik büyük bir orduya henüz 18 yaşında bulunan Üsame b. Zeyd’i komutan olarak atamış; 21 yaşındaki Muaz b. Cebel’i kadı olarak Yemen’e göndermişti. O, gençlere o kadar değer ve önem vermişti ki, müşrikler onun gençlerle oturup kalk“Şüphesiz ki Allah masını yadırgamaktaygençliğini Allah’a taat“Sabah akşam, Rablerinin dılar. Bir defasında yanınle geçinen gençleri serızasını isteyerek O’na yalvaranları da Habbab, Suhayb, Bilal ver.”[16] ve Ammar varken Kureyş kovma. Onların hesabından sana bir ekâbirleri ona gelip şöyle sorumluluk yoktur, senin hesabından “Gençlerinizin en hadediler: “Ey Muhammed! yırlısı ihtiyarlarınıza benzeda onlara bir sorumluluk yoktur Sen bunlara mı razısın? yenleri, ihtiyarlarınızın en ki onları kovarak zulmedenlerden Demek Allah, aramızdan şerlisi ise, gençlerinize öze[20] olasın.” bunlara mı lütfetti? Şimdi nenleridir.”[17] biz, onlara mı tabi olacağız? Kov onları yanından, belki “Gençler! Geceleri o zaman sana uyabiliriz!” IBiuyanık olmaya bakın. Hiç şüphesiz hayır hep zim için onlardan ayrı bir oturum yap. Senin yanına gençliktedir.”[18] Arap heyetleri geldiğinde biz bu çoluk çocuktan utanıyoruz. Bari biz yanına gelince onlardan uzaklaş. Biz Gerçekten de, gençlik enerjinin heyecanın gittikten sonra istersen onlarla otur.” Peygamberimiz en yoğun olduğu bir dönemdir. Güzel şeyler, en onların bu teklifini kabul eder gibi olunca da şu ayetgüzel bir biçimde gençlikte yapılır. İman genç lerle uyarıldı:[19] ve dinç gönüllerde gür bir biçimde yeşerir. Amel, o dinç bedenlerde en güzel örneklerini verir. Hayırlar “Sabah akşam, Rablerinin rızasını istegenç sahipleriyle dinamik ve şen olurlar. Bu yüzden yerek O’na yalvaranları kovma. Onların hesaibadet te gençlikte, kabahat de gençliktedenilmiştir. bından sana bir sorumluluk yoktur, senin hesabından da onlara bir sorumluluk yoktur ki onları kovarak zulmedenlerden olasın.”[20] “Şüphesiz ki Allah tövbe eden genci sever.” “Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O’na yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma.”[21] Mayıs 17 Ayetler, peygamberimize ve onun şahsında tüm önderlere İslam(a gönül vermiş olan müminlere, toplum içerisindeki yerleri ne olursa olsun, değer vermenin gerekliliğini ve onlara katlanmanın zaruretini net bir şekilde ortaya koymaktadır. Davetçiyi toplumun değer yargıları yönlendirmemelidir. Davet adamı Allah’ın değer yargılarını esas almalıdır. O’na göre üstünlük, Allah’a karşı yükümlülüklerini gerçek anlamda yerine getirmededir. Kim O’na iyi kul olursa, o üstündür. Çünkü Allah, insanların kalıplarına değil onların kalplerine bakar, dış görünüşlerine değil amellerine bakar. Sonuç olarak şunları söyleyebiliriz: Gençlik, insanın geleceğinin temelidir. Gelecekte kurulacak mükemmel şahsiyet binasını üzerinde taşıyan bir temeldir. Bu nedenle geleceğimizin teminatı olan gençliğimizi her türlü kötülükten, çürümüşlükten, zaaflardan korumalıyız. Bunda herkese büyük görevler düşmektedir. Şöyle ki: Önce genç olanlar, gençliklerini ömürlerinin en verimli çağı olarak görmeli, onu en güzel ve dona- kötülükleri onlara anlatmamalı, kendi düştükleri yanlışlara gençleri düşürmemek için tedbir almalıdırlar. Üçüncü olarak yetkili olan her kurum, gençliğin önemini bilmeli ve gençleri iyiye, güzele yönlendirmeli, onları her türlü kötülük odaklarından korumaya yönelik önlemler almalıdırlar. Her konuda örneğimiz olan Peygamberimiz, gençlik dönemi ile de bizler için en güzel örnektir. O, peygamber olarak görevlendirilme- “Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O’na yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesine uyan kimseye uyma.”[21] nımlı bir şekilde geleceğe hazırlamalı, her çeşit tahribattan onu korumalıdır. Onlar bilmelidirler ki günahlar, gençliği harap eden şeylerdir. Hiçbir günah, merak sâiki ile bir kerecik olsun denenmeye değmez. Zira tarih boyunca insanların denemediği günah kalmamış, işlenen hiçbir günahın da hiç kimseye zerre kadar hayrı/yararı olmamıştır. Bu nedenle gençler, toplumları nasıl olursa olsun, kendilerini ilim, irfan ve takva ile donatmalıdır. Bunun için de peygamberler başta olmak üzere, İslâm önderlerinin hayatları bol bol okunmalıdır. Unutulmasın ki, gençlik çoğu insanın kıymetini bilemediği, israf ettiği, ama nerede ve nasıl tüketildiği konusunda hesaba çekileceğimiz en önemli nimetlerden biridir. den önce, yaşadığı topluma rağmen, bir insan olarak aklını ve iradesini kullanarak tertemiz bir gençlik yaşamıştır. Peygamber olduktan sonra da gençliğe büyük önem vermiş, saadet çağının altın neslini öncelikle gençlerden kurmuş ve bu altın nesli tüm zamanların insanlarına örnek olarak sunmuştur. Kaynaklar [1] Asım Köksal, İslam Tarihi, II, 113 (İbn Sa’d, Tabakât, I, 121) [2] Asım Köksal, İslam Tarihi, II, 119-121 (Suyûtî, Hasâis, I, 221) [3] 10 Yunus 16. [4] Kurtubî, Tefsîr, VIII, 321. [5] 68 Kalem 3. [6] Ahmed, VI, 188. [7] Asım Köksal, İslam Tarihi, II,132-136 [8] Asım Köksal, İslam Tarihi, II,140-142 (Ebû Davûd, IV, 260) [9] İbn Hişam, es-Sîratü’n-Nebeviyye, I, 201. [10] Asım Köksal, İslam Tarihi, II,165-166. [11] İbn Hişam, age, I, 204; Taberî, Tarîh, III, 201. [12] Taberî, Tefsîr, XXX, 162; İbn Hişam, es-Sîratü’n-Nebeviyye, I, 253. [13] Buharî, Bedü’l-Vahiy 5. [14] İbn İshak, Sîre, s, 195-196. [15] Buhâri, Ezân İkinci olarak büyükler, gençlere iyi örnek olmalı, onları her türlü tahribattan korumalıdır. Bu meyanda asla gençliklerinde işledikleri 18 36, Zekât 16; Tirmîzî, Zühd 53; Nesâî, Kudât 2; Ahmed, 2, 429; Muvatta, Şiir 14 [16] Münâvî, a.g.e. 288; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, I, 286 [17] Münâvî, a.g.e. III, 487; Aclûnî, a.g.e I, 286[18] Aclûnî, a.g.e. II, 5 [19] Bkz. İbn Kesir, Tefsîr, II, 134-135; III, 80-81. [20] 5 Enam 52. [21] 18 Kehf 28. Mayıs Abdullah ÇAKIR Hz. Peygamber (s.a.v) Neyimiz Olur? K abul ediyorum. Bu da nereden çıktı. Ne kadar saçma bir soru diyenleri duyabiliyorum. Ama bana peygamberimizdir cevabının dışında bir cevap vermenizi istiyorum. Evet, bizler Peygamberimiz’i (s.a.v) çok iyi bilmiyoruz. Çünkü hayatını başından sonuna kadar okumadık ve okumuyoruz. Halbuki, onun hayatında başından geçen öyle hadiseler var ki geçmişimize, günümüze ve geleceğimize ışık tutan. Bu soruya hep bir ağızdan O bizim liderimiz, önderimiz, rehberimiz, örnek alacağımız tek insandır diyebiliriz. Bir hadise mi yaşadık, Peygamberimiz’in (s.a.v) ve sahabelerinin yaşadıklarıyla bir irtibatını kurabilmeliyiz bocalamamak için. Hak ile batılın birbi- Ama hiç düşündük mü gerçekten, peygamber- rinden ayırt edilmesinin güçleştiği bu çağda lerin sonuncusu kime, niçin denir, neyi temsil eder, çoğu zaman ne şekilde tepki vereceğimizi, na- nasıl birisidir diye. O bizden iman etmemizi isti- sıl duracağımızı kestiremeyeceğimiz şeylerle yor. İman ettiğimizi söylüyor ve peygamberliği- karşılaşıyoruz. Ama Peygamber (s.a.v) ve ashabı ni tasdik ediyoruz. Ama bir şey daha istiyor: itaat. böyle bir durumla karşı karşıya kaldıklarında Ve ardından şu soru geliyor: Peygamber’e (s.a.v) şöyle davranmışlardı diye bilir ve ona göre tavrı- iman edip de itaat etmemek olur mu? Ona itaat mızı takınırsak duruşumuz da yerinde olur. etmek ne demektir ve sözde, fiilde, düşüncede itaat nasıl olur? Allah peygamberini tanınsın, anlaşılsın, itaat edilsin ve model alınsın diye göndermiş- Bunun üzerine düşünelim. tir. Onu bırakıp da başkaları gibi olmaya çalışmak bir insanın hayatında kendisine yapabileceği en büyük İsmini çok duysak da, sözlerimiz ve konuşma- hatadır, kötülüktür. Onu örnek alan bir mümin larımız arasında çok tekrar etsek de itaat ettiğimiz cansız bir bedene ruh gibi olur. Karanlık, cehalet, önderimizi, liderimizi yani Peygamberimiz’i bozulmuşluk, bozgunculuk, iblis ve iblisleşmiş insan- (s.a.v) yeteri kadar tanıyor muyuz? Çok fazla geriye gitmeyelim, daha yakın tarihimizde çok önemli görülen şahsiyetlerin hayatları hakkında kalın sis perdeleri var. Doğumlarını, çocukluklarını, genç- lar onun en büyük düşmanı olur. “Seni düşündükçe gül dikiyorum ellerimin değdiği yere” diyor ya İlhan Berk bir şiirinde, aslında bu tam da son Peygamberi (s.a.v) örnek liklerini, aile hayatlarını, iş hayatlarını vs. ay- alan bir müslüman-mümin tanımıdır. Hakikaten rıntılı bir surette bilemiyoruz. Buna mukabil salih bir insan kimdir sorusuna verilebilecek en güzel 1443 sene önce doğmuş en son Peygamber’in cevaptır bu. Rabbini ve resulünü düşündükçe (s.a.v) hayatı ve yaşamı hakkında daha çok ve bozulanı ıslah eden, kötüyü iyileştiren, çirkini ayrıntılı bilgi elimizde var ve bu bir mucize güzelleştiren bir salih mümin, ellerinin değdi- iken acaba bu malumatın kaçına vakıfız. Ne ği her yere gül diken Peygamberi’nin (s.a.v) işi- kadarını okuduk ve öğrendik. ni yapıyor demektir. Yani O’nun varisidir. Mayıs 19 Hayatını Yaşayamadan Ölenler M. Emin Karabacak İ nsanoğlu o kadar garip bir yaratık ki; nerede, ne zaman ne yapacağı hiç belli olmamaktadır. Bir bakarsın olduğundan çok daha fazla olgun, bir bakarsın çocuktan daha fazla çocuksudur. Bu da herhalde insanoğlunun bilinmeyen bir denklem olduğunu göstermektedir. İnsanoğlu çocukluğunda, şimdiki çocuklar gibi büyümek için can atar. Her sabah kalktığı zaman “Ben biraz daha büyümüşüm değil mi?” diye etrafındakilerin teyit etmelerini bekler. Okula gitmek için can atar, sonra üniversite, iş hayatı, evlilik hayatı derken çoluk çocuğa karışır. Bir de bakar ki yaş 40’ı bulmuş. Büyümek için ne kadar acele ettiğinin farkına varır ve çocukluğunu özlemeye başlar. Çocukluğunu o kadar özler ki; “Ah bir çocuk olsam!..” diye başlayıp istenen şekillerde davranış göstermeyen çocuklarına; “Keşke senin yerinde ben olsam…” diye başlayan cümlelerle devam ettirir özlemini. 20 Özlem ve pişmanlık arasında gidip gelirken, içinde bulunduğu yaş ve zamanın da farkına varamaz. İçinde bulunduğu zamanı da ileride özlemek için boş geçirir. Sonra da: “Hey gidi gençlik hey!..” demeye başlar. Hastanelere bakıyorsunuz hastalarla dolu. “Nasılsınız?” diye kime sorarsanız “Hastayım” der. Gerçekten de öyle. İnsanlar, gençliğinde para kazanmak adına sağlığını harcamakta, yaşlılığında da kaybettiği sağlığını kazanmak için gençliğinde kazandığı paraları harcamaktadırlar. Hemen her gün kazalarda birilerinin öldüğünü, sakat kaldığını televizyondan ya da gazetelerden haberdar olmaktayız. Hatta eş dostla birlikte anne babamızı da kendi ellerimizle mezara koyduğumuz da olmuştur. Öyle düşünürüz ki ölüm bizim için değil de sanki bir başkası için yaratılmıştır. Yaş ilerleyip ihtiyarlık kapımızı çalınca ölümü düşünmeye başlarız. Önceleri hiç ölmeyeceğimi- Mayıs zi zannederken yaşlanınca ömür denen şey ne kadar çabuk geçti diye düşünürüz. Sanki bu kadar yaşı biz yaşamamışız gibi gelir. Ne zaman ve nasıl mutlu olacağımızın daha tarifini yapamadan geçiverir ömrümüz. Hayatı anlamadan ve anlayamadan geçiririz. Mutluluğun her zaman kapımızı çalmasını bekleriz veya mutluluğu olduğundan farklı şeylerde aramakla geçirmişizdir ömrümüzü. Çocukluğumuzda; büyüdüğümüzde, okulu bitirdiğimizde mutlu olacağımızı beklemişizdir. Gençliğimizde ise evlendiğimizde, çocuğumuz olduğunda, borçları bitirdiğimizde, arabayı değiştirdiğimizde mutlu oluruz demiştik. Yaş biraz daha geçince, çocuklarımızın üniversiteyi bitirip göreve başlaması, çocukların evliliği, emeklilik gibi durumların gerçekleşmesi sonucu mutlu olmayı beklemiştik. Hayata hazırlanmak için o kadar zaman harcamışızdır ki; hayatımızı yaşamadan ömür hayatının sonuna geldiğimizin farkına varırız. Söz ve davranışlarıyla her zaman bilinmeyen denklem gibi davranan insanoğlunun bu halini ünlü bilge Eflatun’a sorarlar. “İnsanoğlunun en çok şaşırtan davranışları nelerdir?” sorusuna Eflatun şöyle cevap verir: hayat geçmişte ya da gelecekte değil şimdiki zamanda yaşanır. İnsanoğlu günümüzde hâlâ bilinmeyen bir denklem gibi davranmaya devam etmektedir. Hâlâ elinde fırsatlar varken bunları değerlendirmek yerine geleceğine bakar. Her zaman geçmişiyle geleceği arasında gidip gelmektedir. Hep arkasına ya da uzaklara bakar. Önüne pek bakmak istemez. Oysa önüne bir baksa, kendini tanıyacak ve anı yaşamak için bulunduğu yaş zamanı değerlendirecektir. Kısacası şimdiki zamanın farkına varıp anı yaşayacaktır. Ama bakmıyor ya da bakamıyor. Hayat da insanoğlu için bir su gibi akıp gitmeye devam etmektedir. Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’in şu hadisleri insanoğlunun içinde bulunduğu zamanın, fırsatların ve nimetlerin farkına varıp yaşayabilmesi için bize yol göstermektedir. Peygamber Efendimiz (s.a.v): “İki nimet vardır ki, insanların çoğu bu nimetleri kullanmakta aldanmıştır: Bunlar sıhhat ve boş vakittir.” (Buhari, Rikak, 1) buyurur. Yine Allah Resulü (s.a.v): “Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini biliniz. Bu beş şey: 1. Hastalık gelmeden önce sağlığın, 1. İnsanoğlu çocukluktan sıkılır, büyümek için acele eder, sonra da çocukluğunu özler. 2. Önce para kazanmak için sağlığını harcar, sonra da yitirdiği sağlığını kazanmak için parasını harcar. 2. Ölüm gelmeden önce hayatın, 3. Fakirlik gelmeden önce zenginliğin, 4. İhtiyarlık gelmeden önce gençliğin, 3. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar, sonrada hiç yaşamamış gibi ölür. 5. Meşguliyet gelmeden önce boş vaktin kıymetini bilmektir.” (Tirmiz, Zühd,25) buyurmuşlardır. 4. Hayata hazırlanmaya o kadar zaman harcar ki hayatını yaşamaya vakti kalmaz. Sonuç olarak hayatın anlamını kavrayabilmek için içinde bulunduğumuz zamanın ve nimetlerin farkına varmak gerekir. Hayatın ah vahlarla geçirilmek için değil; yaşanmak ve Allah’a kul olmak için yaratılmış olduğunu unutmamak gerekir. 5. Yarını o denli düşünür ki, bugünün elinden kayıp gittiğini fark etmez bile. Oysa Mayıs 21 Mutlaka Diriltileceksiniz Ve Sorguya Çekileceksiniz Yrd. Doç. Dr. İsmail ALTUN K ur: buyrul e l y ö ş de Kerim’ ı nra n a ’ r Ku kten so ü d l ö le r ettiler. a i d “Kâfir d i i eklerin c kı e y e m m hak i b b a diriltil !R iz. Hayır ceksin e De ki: l i t l i r di e lbette ınız siz r için, e a l k ı t ı da yap karşılığ e v ( Sonra k ce ek ildirile b a göre p k a l ’a h a l l mut ,A ir). Bu t k 1 e c e l veri ır.” kolayd 22 ur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Kâfirler öldükten sonra diriltilmeyeceklerini iddia ettiler. De ki: Hayır! Rabbim hakkı için, elbette diriltileceksiniz. Sonra da yaptıklarınız size mutlaka bildirilecek (ve karşılığı verilecektir). Bu, Allah’a göre pek kolaydır.” 1 Kıymetli okuyucularım! Ahiret inancı hakkında insanları üç gruba ayırmak mümkündür: 1. Öldükten sonra dirilmeyi kabul edenler. 2. Öldükten sonra dirilmeyi kabul etmeyenler. 3. Öldükten sonra dirilmeyi kabul edenler, fakat ölüm ötesi hayatı Kur’an’ın anlattığı gibi değil de kendi heva ve heveslerine göre vasıflandıranlar. Birincilere göre bir şeyi yoktan var edenin onu tekrar var etmeye gücü yeter. İkincilerin iddiasına göre, çürümüş kemiklerin tekrar diriltilmesi mümkün değildir. Üçüncüler de bu hususta birincilerle hemfikirdir. Ancak diriltildikten sonra yaşanacak hadiseler hususunda görüş ayrılıklarına sahiptirler. Mayıs Hemen ifade edelim ki öldükten sonra dirilme ve hesaba çekilme hadisesi, naklen sabit, aklen mümkün ve vicdanen gereklidir. Naklen sabittir. Çünkü tahrifata uğramamış tek ilahî kitap olan Kur’ân-ı Kerîm, “Elbette diriltileceksiniz. Sonra da yaptıklarınız size mutlaka bildirilecektir” buyurmaktadır. Aklen mümkündür. Çünkü bir şeyi yoktan var edenin onu tekrar diriltebileceği aklen imkânsız değildir. Ayrıca kâinata ibretle bakılacak olursa yaratılan şeylerin kader itibariyle birbirlerine benzedikleri görülür. Güneş, ay, yıldızlar gibi gök cisimleri, bitki, hayvan, insan gibi yaratıklar ömür ve ölüm itibariyle hep birbirlerine benzemektedirler. Mesela, güneş doğar, yükselir, ziyası artar, akşama doğru sararmaya başlar ve batar gider. Bir bitki, doğar, büyür, yeşerir, sararır, çer çöp haline gelir ve kurur gider. İnsan doğar, büyür, gençliğini yaşar, yaşlanır ve ölür gider. Kâinatın ömrü de böyle olacak. Zira bir şeyin parçasında var olan özellikler, onun tamamında da vardır. Yalnız burada şu hususa da dikkat çekmek gerekir. Güneşin batması tekrar doğmayacağı anlamına gelmez. Bitkinin kuruması, yeryüzünün tekrar yeşermeyeceği anlamına gelmez. İnsanın ölmesi tekrar diriltilmeyeceği anlamına gelmez. Kâinatın son bulması, başka bir âlemin kurulmayacağı anlamına da gelmez. O halde, batan güneş doğacak, kuruyan yeryüzü yeşerecek, ölen insan diriltilecek ve başka bir âlem kurulacaktır. Ahirete inanmak vicdanen de gereklidir. Zira her insanda fıtraten bir adalet duygusu vardır. Buna göre kötülük yapan cezasını bulmalı, iyilik yapan da mükâfatını almalıdır. Onun içindir ki hangi dine ve inanca sahip olurlarsa olsunlar bütün toplumlar kendi devlet sınırları dâhilinde adlî kurumlar oluşturmuşlardır. Çünkü adalet tecelli etmedikçe insanın gönlü rahat etmemekte ve huzur bulamamaktadır. Ancak dünya hayatında adalet tam olarak tecelli etmemektedir. Dünya yargıçları bazen yanılmakta, en ağır suçlular suçsuz sanılmaktadır. Torpil, rüşvet, adam kayırma ve zalimlerden çekinme gibi nedenlerle zalim, müstahak olduğu cezaya çarptırılmamakta, mazlum her zaman hakkını alamamaktadır. Haksızlığa uğrayan kişi yapabilirse önce mahkemeye başvur- Mayıs makta ve hakkını aramaktadır. Mahkeme hakkını teslim edemezse bir üst mahkemeye müracaat etmekte, o da adaleti icra hususunda yetersiz kalırsa son olarak uluslar arası mahkemeye müracaat etmektedir. Sevgili kardeşlerim şimdi soralım. Ya uluslar arası mahkemede de adalet tecelli etmezse ne olacak? Vicdanımız bize diyor ki, yalancı şahitliğin olmadığı, rüşvetin, torpilin, adam kayırmanın geçersiz olduğu, yanılmayan ve kimseden korkmayan bir hâkimin hükmettiği bir mahkeme-i kübrâ (en üst mahkeme) olmalı ve hak yerini bulmalıdır. Onun için ahiret, naklen sabit ve aklen mümkün olduğu gibi vicdanen de gereklidir, diyoruz. Bu çerçevede ahiretin iki önemli fonksiyonuna işaret etmek gerekir. Birincisi yevmü’l-fasl2 olmasıdır. Yani ahiret, hakkın batıldan ayrıldığı gündür. Bilindiği gibi insanlar, değişik kanaatlere, inançlara ideolojilere, görüşlere, fikirlere ve rejimlere sahiptirler. Herkes kendi görüşünün, kendi yolunun doğru olduğu iddiasındadır. İnsanların anlaşamadığı, ihtilaf ettiği konularda hâkimler hâkimi fasl gününde hükmünü verecektir. Kimin doğru yolda kimin yanlış yolda olduğu o gün ortaya çıkacaktır. İkincisi ise ahiret adaletin tecelli edeceği gündür. Bu dünyada adaletin mutlak manada hâkim olduğunu söylemek mümkün değildir. Ezen var, ezilen var. Haksız var haklı var. Zalim var, mazlum var. O gün hak yerini bulacak, iyilik yapan mükâfat alacak, haklıya hakkı teslim edilecek, haksız cezasını çekecek, bu dünyada Allah için fazla külfet çeken orada fazla nimete erecek ve böylece vicdanlar rahat edecektir. O halde akıllı insan, sorumluluk duygusuyla yaşayan, Yaratıcısına karşı kulluk vazifesini, yaratılanlara karşı da insanlık vazifesini yerine getiren kimsedir. Basiretli kişi, kimseye zulmetmeyen, hukuka riayet eden, haddini bilen, Rabbini tanıyan, keyfine göre değil ilahî ilkelere göre yaşayan kimsedir. Aydın kişi, Kur’ân’ı baş tacı eden, Rasûlullah’ın yolunu takip eden, hayırlı işler yapıp kötülüklerden sakınan, Rabbine karşı saygılı olan ve istikbal için ne hazırladığına bakan insandır. Zira zerre kadar hayrın da zerre kadar şerrin de önümüze konulacağı büyük bir gün bizi bekliyor. Kaynaklar (1. Teğâbun, 64/7 2. Murselât, 77/38.) 23 Artık Uyanmayacak Mısınız? Ahmet KAYAK pimize e H . r ı d k sarsıcı en uza Ölüm d z i m i d ır. ır. Ken uzdad yakınd m u c u ş sak ba , deniz r a l n da say a tap ayata h i içtikçe d , r d e l r e “Ma nz n lere be n e ç hyiddi i u u M ( suy ” . tar ları ar k u l z u sus abi) ibni Ar 24 “İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar.”(Hz.Muhammed (s.a.v)) İnsan, kendisinin âciz ve zelil, dünyanın aldatıcı ve fâni; ahiretin ise çok yakın olduğunu, tam olarak, ancak ölünce anlar. Ey Müslümanlar! Artık uyanma vakti gelmedi mi ? Gaflet uykusundan ne zaman uyanacaksınız? Faraza, gördüğümüz şeyleri nasıl gördüğümüzü izahtan acizken, minik akıllarımızla bu evreni var eden Rabbimizin emirlerini yerine getirmemek ne ile izah edilebilir? Ölümün, ne zaman geleceği belli değil ama hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyoruz. Hayatımızda hep mal-mülk diyoruz; duygu ve düşünce itibariyle hep başka kurgu ve hayallerle yaşıyoruz. Hepiniz kendi işinizle, hesabınızla ev almak, araba almakla ve her ne yapıyorsanız yapmakla meşgulsünüz. Ama size Allah(c.c)’ tan, dinden, ahiretten, kabir hayatından, ahlaktan, namazdan, Peygamber (s.a.v)’den bahsedilince vaktimiz yok diyorsunuz. Bu nasıl oluyor anlamak imkansız. Vakti verene vaktimiz yok. Gerçekleri duymak neden bu kadar zor geliyor insanlara? Ama öyle bir sistem içindeyiz ki, tek ilgilendiğimiz şeytanın oyunları, eğlenceli ve geçici anlık heveslerle vakit geçirmek… Hepi- Mayıs miz vakit geçmiyor diye şikâyet ederiz. Ama hepimiz ölümden korkarız. Ölüm sarsıcıdır. Hepimize yakındır. Kendimizden uzak da saysak başucumuzdadır. “Maddi hayata tapanlar, deniz suyu içenlere benzerler, içtikçe susuzlukları artar.” (Muhyiddin ibni Arabi) Bizler de öyleyiz zaten tek derdimiz midelerimizi doldurmak ve sürekli daha çok boş ve gereksiz maddi şeyler elde etmek…İşte bu yüzden farklı bir şeyler yapmak isteyen insanlara yaşıtları karşı çıkar, gerçek sorunlar hakkında konuşmak istediklerinde karşı çıkarlar, çünkü örümcek ağının içinde öyle şartlanmışlar ki gerçeği dinlemek yerine boş yere eğlenmeyi tercih ederler. Neyiniz var sizin Müslümanlar? Kendinize gelin. Kuran-ı Kerimi açın ve okuyun. ALLAH (c.c) ‘ın size konuşmasına izin verin. “Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın!”(Lokman Suresi 33.ayet) diyor Yüce Rabbimiz. ALLAH (c.c) size dünyayı onunla ahireti arayasınız diye verdi, ona bağlanasınız diye değil. Unutmayın, dünyada yaşamıyorsunuz, dünyadan geçiyorsunuz.Dünya aladatıcı bir metadır ayetini yaz şey derdimize derman olmadı. Akıl edip bir kere kapına gelemedik Ey Rabbim. Hakiki mü’minliği biz göremedik. Gerçek Müslümanlığın yüzüne bakabiliyor muyuz? Hakiki Müslümanlık olsaydı şu andaki perişaniyetimizi çok iyi anlayacaktık. Ama bu ortada olmadığı için bozuk ve köhne bir fikrin ifadesi olarak din bir vicdan işidir, sapık zihniyete saplandığımız için, Kuran-ı rafa koyduğumuz için, Resullullah(s.a.v)’ı ara sıra andığımız için, ALLAH(c.c); yemenin, içmenin, çalışmanın, dünyevi işlerinden hazzından sonra vakit bulunduğu zaman anıldığı için gerçek Müslümanlığı anlamaya ve anlatmaya adeta imkan yok gibidir. “Neden Kuran-ın anlamını iyice düşünmüyorlar? Yoksa kalpleri mi kilitli?(Muhammed Suresi 24.ayet)” diyor ayet-i kerime gerçekten öyle mi? Gururu bırak, acizliğini anla, Rabbini tanı ve vazifeni bil, dünyaya niçin geldiğini öğren. Üstat Necip Fazıl ne güzel anlatıyor: “Yeryüzü dediğin Biz 21.asırda törpülenmiş Kuran-ı Kerimi açın koca bir mabed geldik bu bir nesil haline geldik, sağdan ve okuyun. ALLAH (c.c) ‘ın mabede maksat ibadet üç gelen fırtınalar sağımızdan bir size konuşmasına izin verin. günlük dünya için gayret üsşeyler koparıverdi, soldan esen tüne gayret ebedi bir hayat “Sakın dünya hayatı sizi fırtınalar solumuzdan bir şeyler için gayret yok hayret!” Haaldatmasın!”(Lokman Suresi 33.ayet) koparıp götürüverdi. Fırtınanın yat bir kumaş gibi değil ki, düen büyüğü neye maruz kaldığızeltilsin ya da tekrar dokunsun. mızı bilememe fırtınasıydı. NaO sadece bir kere gelir geçer. Üstat sıl bir belaya maruzuz bilmiyoruz. Bediüzzaman ne diyor: “Hem ahiretini bilen ve Müminler bilselerdi ki kalplerinde ALLAH (c.c)’a ait dünyanın hakikatini keşfeden, aklı varsa pişmana, hisler yıkılıyor o zaman ALLAH (c.c)’ a hakman olmaz, yeniden dünyaya dönüp uğraşmaz. kıyla kulluk edip, O’ na sarılacaktı. Biz yıkık dökük Elli seneden sonra, alâkasız, tek başıyla bir bir nesil haline geldik. Enkazı fareleri bile barındıradam, sonsuz hayatını dünyanın bir iki sene maz yıkık bir bina haline geldik. Bu bir nesil için çok gevezeliğine, şarlatanlığına feda etmez. Dünya korkunç bir yıkımdır. Bir nesil ALLAH(c.c)’ın azameti madem fanidir, hem madem ömür kısadır, makarşısında secde etmezse bir nesil ALLAH (c.c.)’ın dadem gayet lüzumlu işler çoktur, hem sonsuz vasına sahip çıkmazsa, bir nesil ALLAH (c.c)’a karşı hayat burada kazanılacaktır, dünya sahipsiz kalbi saygı dolu O’na teveccüh etmezse ve onun mudeğil. Hem şu misafir olduğumuz dünyanın bir habbetiyle yine O’na sığınmazsa o nesil esasen mahsahibi var, iyilik ve fenalık cezasız kalmayavolmuştur. Adeta ruhlarımız ölmüş, kendi cenazemize caktır. Dünyevi şeyler sadece kabir kapısına ağlayabilseydik keşke … İnsan kendisi için ağlayabilkadardır. O zaman en doğru yol, dünya için seydi… Biz işte öylesine anlaşılmaz öylesine bilinmez ahiretini unutmazsın, ahiretini dünyaya feda alabildiğine bir karanlıkta hangi kapıyı çalacağımızı etmezsin sonsuz hayatı üç günlük dünya hayabilmeyen şaşkın insanlar durumundayız. Gönüllerin tına değişmezsin, kendini misafir kabul et, bu sahibinin sevilmediği 21.asırda, Resullullah(s.a.v)’ın misafirhanenin sahibinin emirlerine göre haregönüllerde yer almadığı 21.asırda. Gönüllerde Mev- ket et, selametle kabir kapısını açıp sonsuz bir la’nın yerine maddenin tayin olduğu 21.asırda, hiçbir hayata gir.” Mayıs 25 Ubeyd ZELİL Kıymetli okurlar, Bu yazıda bir ademoğlunun ilk kez gittiği umre yolculuğuna dair çok etkilendiğimiz notlarından bir bölümü paylaşmak istedik. Aslında orada her kareye dair öyle içli notlar alınmış ki, hepsini aktarmak isterdik ancak yazının çok uzun olması hasebiyle ilk bölümüne dair notları “İlk Görüşte Aşk” alt başlığı ile aktardık. İlerleyen sayılarda inşaallah diğer kısımlarına dair notları da, yine “Geç Kalınmış Yolculuk” başlıklı bölümümüzde farklı alt başlıklar ile siz kıymetli okuyucularımıza aktarmak niyetindeyiz. Selam ve dua ile. GEÇ KALINMIŞ YOLCULUK 1 GEÇ KALINMIŞ YOLCULUK 1 “İlk Görüşte Aşk”Aşk” “İlk Görüşte Her giden, öyle bir aşktan bahsediyor ki, itikadınız tam olsa da merak ediyorsunuz, nasıl bir çekim gücü, nasıl bir manevi atmosfer var orada? Her giden ama istisnasız her giden nasıl böyle bir aşk hissedebilir? Sahiden anlattıkları kadar hissediyorlar mı bu duyguyu? İşte bu sorular ile meşgul iken ve hiç aklında yokken öyle bir fırsat çıkar ki karşısına genç ademoğlunun, onbeş gün gibi kısa bir süre içerisinde bir umre yolculuğuna çıkacaktır. Eski dostlarından gidenlerin “oralarda hep aklımıza geldin, sana dua ettik” sözünü hatırlar, sadece gitmek isteyip hiçbir çaba göstermemiş olduğunu düşünüp hayıflanır ve sonra kafasındaki tüm soruların cevabını şu cümlede bulur; “Elhamdülillah, Rabbimize misafir olmaya gideceksiniz!” O vakit anlar ki, 26 evet giden herkes aşk ile dönebilir, istisnasız giden herkes... Zira hepsi Allah’ın (C.C.) misafiridir. Hazırlıklar tamamlanır, işlemler yapılır. Ademoğlu eşi ve küçük bebeği ile vedalaşır ve zamanın gerektirdiği haliyle, havaalanında ihrama girer. O an ihramın tam olarak ne anlama geldiğini idrak edememiştir. Uzun bir bekleyiş ve ardından uçak havalanır. Geride sevdiklerini ve özellikle henüz hiç ayrılmadığı küçücük bebeğini bırakmanın hüznü ama kutsal topraklara gitmenin heyecanı ile yola koyulmuşlardır. Uçak Cidde semalarında inişe geçer. Sınav bu ya, Cidde havaalanından 10-15 saat gibi bir süre çıkamamışlardır. İçinde bir kasvet, nasıl bir aksilik bu? Nihayet uzun ve yorucu işlemler sonrasında havaalanından çıkıp Mekke’ye doğru hareket başlamıştır. Yorgunluk, açlık, uykusuzluk ve özlem... Henüz aşk ta yoktur içerisinde. Garip bir duygu bu, giden herkes aşk ile dönüyor, ademoğlu bir şey hissetmiyor. Çok mu günahkar acaba, kalbi mi ölü? Otele ulaşılmıştır artık, daha önce kaldığı otellere benzemiyor burası. Oldukça derme çatma bir otel. Mekke semaları inşaatlar ile dolu. Her köşede bir vinç... Kalabalık ve sıcak... Beytullah nerede, onu da göremiyor... Bir garip duygu içerisinde... Nihayet ilk umre için yola koyuluyorlar. Yürüdükçe heyecan başlıyor. Kabe’yi ilk kez görecektir ve hatta ilk gördüğünde edeceği dualar bile hazırdır kafasında... Dilinde “Lebbeyk...” nidaları... Tam öğle namazı vakti, kalabalıktan içeri giremeyecekleri için avluya kadar ancak ulaşabiliyorlar. Dış avlunun beyaz ve sıcak mermerleri üzerine oturuveriyorlar. Atmosfer yavaş yavaş sarıyor etraflarını... Yüzlerce, binlerce misafir, Rabb’lerine koşmuş... Namaz bitiyor, hiç Mayıs bir hissiyat yok ademoğlunda, şaşkın bir vaziyette, adeta buz kesmiş tüm bedeni... Tecrübeli bir ses, “hadi, şimdi içeri doğru geçmeye çalışacağız, ilk kez gelenler bakmasınlar, ben Kabe’yi gördüğümüzde size haber edeceğim ve kafanızı kaldırıp duanızı ediniz. İçinizden geldiğince dua edin. Biliyorsunuz ki ilk karşılaşma çok önemli...” diyor. Ayak uçlarına bakarak ilerlerken, az önce hissedemediği tüm duygular bir anda sarıyor ademoğlunu... Farkında değil ama hüngür hüngür ağlıyor mu ne? Allah’ım bu nasıl bir duygu? Aynı ses; “Evet haydi kafanızı kaldırın Beytullah karşınızda, duanızı edin.” dediğinde göz, el, beden yok oldu sanki hepsi... Yakarışlar var her yanda göğe yükselen... Benimkileri de alın dercesine yalvarıyor ellerini göğe açıp... Karşısında tüm heybeti ve aynı zamanda mütevaziliği ile Beytullah... Yıllarca yöneldiği kıblegahı tam karşısında... Anlatılır gibi değil... İnsanlar, dualar, gözyaşları... Bu duygular ile karıştı onca misafirin arasına genç ademoğlu... Tavaf için kalabalık halkanın içine daldı. Hacer-ül Esved’e heyecanla, “beni de gör” dercesine selamını verdi, ilahi bir kameranın tüm bu olan biteni kaydettiği bilinci ile... İnsanlar grup, grup, renk renk, dillerinde dualar ile dönüyorlardı Rabb’lerine misafir olmanın heyecanıyla... Etrafındaki herkese, O’nu da aralarına kabul ettikleri için belki, mütebessim bir ifade ile “teşekkür ederim” dercesine başını sallıyordu. Aslında nasıl dua etmesi gerektiğine dair bilgi almıştı gelmeden önce ama o diğer yöntemi yani içinden geldiği gibi, gönlünce iltica etmek istedi Rabbi’ne... Şöyle bir etrafına baktı, herkes ama herkes iştiyakla yalvarıyor kendi dillerinde, farklı şekillerde. O an orada bulunan en günahkar kişi olduğu düşüncesi ile başını göğe kaldırdı Mayıs ve şöyle yakardı; “Rabbim, beni misafir olarak kabul ettin, bu müminlerin arasına kattın, sana hamd olsun. Burada edilen tüm dualar hürmetine benimkileri de kabul buyur.” Hamd... Ne özel bir kelime... Üzerine sayfalar dolusu, saatlerce konuşulabilecek bir kavram... Belki sık sık kullandığı bir kelimeydi ademoğlunun. Genelde nasılsın sorusuna rutin olarak verdiği cevaptı, “hamdolsun”. Ancak hiç bu denli hissederek, bu denli içini ferahlatarak söylememişti belki... Tavaf sünnet-i seniyye’ye uygun biçimde tamamlanmıştı. Ter, adeta bir pınar gibi vücudundan akıyordu. Tam anlamı ile sırılsıklam bir vaziyetteydi. Kalabalık arasından biraz sıyrılıp, tavaf namazı için zemzem kuyularının bulunduğu yere vardılar. Şimdi kuyu yerine soğuk ve ılık su bidonlarının olduğu yer... Soğuk, buz gibi zemzemden yine hamd ederek içti ademoğlu. Akabinde istikametleri, “Say” yapmak için Merve ve Safa tepeleri... Merve ve Safa tepeleri arasındaki uzun koridorda Hz. Hacer validemizi düşündü. Nasıl bir ruh hali olabilirdi acaba? O’nun telaşını anlamasına imkan yoktu belki ama özlemle küçük bebeğini düşündü... O susuz kalsaydı, tam şu anda, burada... Ne yapardı? İşte o zaman yüreğinde bir sızı hissetti. Gidenlerin yeşil ışık olarak bildiği ve “helvele” olarak tabir edilen, erkek hacıların ekseriyetle koşar adımla geçtikleri bu kısmı, yüreğinde derin bir sızı hissederek tamamlamıştı. Nihayet ilk umre tamamlandı. Artık ihramdan çıkılacak ve umreyi tamamlamış olmanın huzuru ile otele dönülecekti. Yorgunluk, tatlı mı tatlı, serin mi serin bir yorgunluk... Evet sıcak ve kalabalık içerisinde serin bir yorgunluk... 27 Konjonktürellik Testi! Murat TÜRKER B azen dost meclislerinde, sohbet ve müzakere ortamlarında geçmişte yaşamış ve hayatlarıyla bizlere rehberlik eden ulvî şahsiyetlerle ilgili farazî bir soru gündeme getirilir: “Acaba tarihin filanca döneminde neş’et etmiş falanca büyük ve mühim zât bugün aramızda olsa, bizim şu an karşılaşmakta olduğumuz problemlere karşı nasıl bir tavır takınırdı?” )’ın kir (ra e b u b z. E e onun v “Biz H k a s aşa inde y m e zaman n o ö d n u n o e olsak d n i mesele r e a y c n a l ştığı fi r tutum karşıla i b l ı s nda na karşısı rdık? ” takını 28 Bu tür bir soruyu gündeme getirmenin ve o mübarek zâtları bugüne taşıma faraziyesine vücut vermenin arka planında, genellikle, bugün çıkmaza düştüğümüz müşkil meseleler karşısında doğru tavrın ne olduğu hususunda o örnek şahsiyetlerin bakış ve duruşlarından istifade etme gibi bir hedef mündemiçtir. Mesela “Bugün yüzyüze olduğumuz şu sorun karşısında Efendimiz (sav) hayatta olsa nasıl bir tutum sergilerdi? Veya Hz. Ebubekir (ra) olsa ne yapardı?” gibi sorular, çoğunlukla o hakikat kahramanı zâtları bugüne taşıma ve onların yol-yordamlarını transfer etme gayretiyle ilişkilidir. Mayıs Ne var ki, böyle bir yöntem, bizzat bu akıl yürütmeyi yapanların indî-kişisel yaklaşımlarından arındırılamayacağı için, son tahlilde objektiviteden yoksun bir yaklaşımdır. Böylesi bir metodun istifadeye açık yanları olsa da, tümüyle geçmişten bugüne hayalen taşınan zâtın yaklaşımını yansıttığını iddia etmek imkânsızdır. Son tahlilde bu, bir tahmini açığa çıkarmaktan öte bir işleve vücut veremez. Ancak kanaatime göre, bizim bugünkü tavır ve yaklaşımlarımızdaki isabet düzeyini, eşya ve hâdiselere bakışımızdaki genel algı biçimini test etme adına, yukarıda andığımız yöntemin tam tersi, yani geçmişi bugüne getirme değil de, bugünü geçmişe taşıma, bize oldukça mühim veriler sunabilir. Şunu kastediyorum: “Hz. Ebubekir (ra) bugün yaşasaydı şu olay karşısında nasıl bir tavır sergilerdi?” sorusunu sormaktan ziyade, küçük bir özne ve zaman değişikliğiyle soruyu şu şekilde sormak: “Biz Hz. Ebubekir (ra)’ın döneminde yaşasak ve onun yerinde olsak onun o zaman karşılaştığı filanca mesele karşısında nasıl bir tutum takınırdık?” Bu iki farklı zaman dilimini birbiri yerine tasavvur etmenin bir tür anakronizm olduğu, yapılacak doğru şeyin her olayı kendi zaman ve mekân şartları içinde değerlendirmek olduğu ifade edilerek bir itiraz dile getirilebilir. Bu itirazda haklılık payı da vardır ama ben, özellikle bugünden geçmişe uzanıp, kendimizi tarihin bir döneminde yaşanmış herhangi bir hadisenin kahramanı olarak tahayyül ettiğimizde, bugün olaylara ne ölçüde konjonktürel bir gözlükle baktığımızın ispatı mahiyetinde ipuçlarına rastlayacağımızı düşünüyorum. “Namaz kılarız ama zekât vermeyiz!” fitnesine karşı “Tek başıma kalsam da, şayet bunlar Allah Resulü’ne verdikleri bir eğeri benden esirgerlerse onlarla savaşırım!” diyen Hz. Ebubekir’in (ra) kararlılığını mı sergilerdik. Hz. İbrahim’in (as) puthaneye girip kendilerine ibadet edilen putları kırması hadisesinde -bugünkü kafa yapımız ve zihnî işleyiş biçimimizle- o zamana ışınlansaydık ve o ulu’l azm nebinin yanında yöresinde yaşayan bir kişi olsaydık, kim bilir hangi mevhum maslahat ve mazarratlar aklımıza sökün ederdi de, bunun hikmetten hâlî bir tasarruf olup olmadığı sorusu kıymık gibi beynimize batıverirdi? O devirde neşet etseydik, “Namaz kılarız ama zekât vermeyiz!” fitnesine karşı “Tek başıma kalsam da, şayet bunlar Allah Resulü’ne verdikleri bir eğeri benden esirgerlerse onlarla savaşırım!” diyen Hz. Ebubekir’in (ra) kararlılığını mı sergilerdik, yoksa bugünkü idare-i maslahatçı mantığımızla, işi türlü şekillerde yokuşa sürer, orta ve uzun vadede Din’de onulmaz gedikler açılmasına yol açacak bir ‘ortayolculuğu’ mu işletirdik? Hz. Hud’un (as) yerinde olsaydık, toplumda o gün yaşanan refah ve kalkınmışlığın hatırına, Allah’ın emrine muhalif bir seyirde akan hayatı mazur görecek ‘zihnî açılımlar’ üretir miydik? O zamanlarda yaşasaydık, acaba bugün olduğu gibi yine ‘dar kapı’ya iltifat etmez miydik? Kimilerinde gözlemlediğimiz gibi, bir meslek teşekkülü hâline getirdiğimiz grubumuz, hizbimiz, derneğimiz ve cemaatimizin dünyevî selameti ve ikbali adına bugün yaptığımız gibi o zaman da oportünizmin dibini bulur muyduk? Evet, belki bunlar hayalî ve hayalci sorular ama bazen hayalden gerçeği tashihe bir yol uzanabilir. Hem somut ve bugüne bakan bir karşılığı olmasa da işbu sorular zihnimizin ne ölçüde konjonktürel çalıştığı konusunda bize fikir verebilir… Mayıs 29 Müslüman Muhabbet Ehlidir Hasan BAŞAR Muhabbet bağına girdim bu gece, Açılmış gülleri derdim bu gece, Vuslatın çağına erdim bu gece; nım ) : “Ca v a s ( z yemin erimi ’a b h m a l a l g nA Pey de ola edikçe n i m l t e e t n e a kudr izler im . Birbirinizi s i k m iniz ederi emezs r i etmiş g n e t a e m n i n e e ce dikçe d ınız takdird sevme ğ tı ız. Yap bir şey n ı z i s z n i a ğ olm ece selamıime izi sev a n d i r z i ı b n bir i? Ara4. Ayrıca bk.Tirmizî, Et’ m m i ey 3-9 eb) söyley (Müslim, îman 9 e 9, Ed kaddim u ” M ! , e z c i Ma yayını 56; İbn amet 45, Kıy Muhabbet doyulmaz bir pınarmış. Ararım, ararım, ararım seni her yerde; Sorarım ıssız gecelerde, sevgilim nerde? Açıldı bahtımın gonca gülleri, Gönül bağında öter bülbülleri, Aşkıma sarayım hep gönülleri, Muhabbet doyulmaz bir pınarmış. Ararım, ararım, ararım seni her yerde; Sorarım ıssız gecelerde, sevgilim nerde? 30 Mayıs Bu güfteyi hepimiz dinlemişizdir. Türk sanat müziğinin eşsiz parçalarından bir tanesi olarak dinledik bu şarkıyı. Dinleyen hemen herkes çok sevdi. Herkes kendine göre yorumladı, işine nasıl geliyorsa öyle kullandı. Hatta bir rakı firmasının reklamında bile kullanıldı. Ve bu durum hakikaten beni çok üzdü. Ne var ki bunda diyeceksiniz. Bu şarkı sözlerinin yazılışız hikâyesini bilenler niye üzüldüğümü bilirler, yeni duyanlar da hak vereceklerdir eminim. Bu güfte Saadet Kaynak tarafından yazılmıştır. Saadet Kaynak bir gün sabah namazını kılar, ardından gözü tutar ve bu esnada Peygamberimizi(sav) rüyasında görür. Uyandığında bu heyecan ile bu güfteyi yazar. Yani bu eser peygamberimize ithafen yazılmıştır. Bunu çoğu kimse bilmez. Onun için bu eser öyle her yerde kullanılamaz. Hele içki reklamında hiç kullanılmaz. Niçin yazıldığını bilerek yerine göre kullanılmalıdır. Ama kapitalist ve vahşi dünya her şeyi kendi menfaati için tereddüt etmeden kullanılıyor. Her şeyi yapmacıklaştırıyor. Özü kaybettiriyor. Dünyevileştiriyor. Yani muhabbet dediğimiz şey içki masasına meze ediliyor. Her şey yapmacıklaştıkca ve dünyevileştikçe insan vahşileşiyor. Kalbi kararıyor, katılaşıyor. Kendinden başka bir şey düşünmüyor. Değer üretmek yerine değerleri tüketiyor. Tam bir tüketim çağındayız. Gönüller harap, yıkılmış, yerinde baykuşlar ötüyor. Bir bakın etrafınıza her gün ne kötülükler yaşanıyor. İşte kötülüğün ete kemiğe büründüğü son olay. Dokuz yaşındaki küçük Karslı Mert’in başına gelenler. O zavallı çocuğun hayallere bile sığmayacak şekilde hunharca katledilmesi. Vahşetin zirve noktası. Bu toplum nereye gidiyor? İşte içinde bulunduğumuz ruh halimiz. Herkes böyledir demiyorum ama bir toplum böyle, bir tek birey bile yetiştiriyorsa, o toplum için tehlike canları çalıyor demektir. Eğer zamanında tedbir alınmazsa Allah muhafaza bu ve buna benzer olaylar çoğalacaktır demektir. Gerçi içinde bulunduğumuz İslam dünyasının hali, zaten pekte içler açısı değildir. Kan, gözyaşı, zulüm. Gözlerimizi kırpmadan birbirimizi boğazlıyoruz. Yüreklerimiz katı ve acımasız, sevgiden yoksun. Dünya gözlerimizi kör etmiş. Boğazımıza kadar kirin ve günahın içine batmışız. Bu bataklıktan akılla çıkılmaz. Allah’a (cc) şükür aklımız yerinde. En azından doğruyu ya da yanlışı az buçuk biliyoruz. Biz bu bataklıktan bir tek muhabbetle çıkabiliriz. Seyrani’nin dediği gibi: “Muhabbet küpünün olsam şarabı Yar beni doldurup içer mi bilmem Mamur olmak için gönül harabı Bir mimar eline geçer mi bilmem” Biz de eksik olan şey ruh terbiyesi. Ruhun anahtarı kalp, kalbin anahtarı da muhabbettir. Müslüman muhabbet ehlidir. Muhabbet şarabıyla dolu küpe düşmeden kalplerimiz yumuşamaz. Eğer muhabbet ehli değilsek imanımızı sorgulamalıyız. Bunu ben değil, âlemlere rahmet olarak gönderilen iki cihan güneşi Peygamberimiz (sav) söylüyor: “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim Biz de eksik olan şey ruh terbiyesi. Ruhun anahtarı kalp, kalbin anahtarı da muhabbettir. Müslüman muhabbet ehlidir. Muhabbet şarabıyla dolu küpe düşmeden kalplerimiz yumuşamaz. Mayıs 31 İnsanı insan yapan muhabbettir. Muhabbette samimiyet vardır. Muhabbette fedakârlık vardır. Muhabbet acıyı bal eyler. Muhabbette özlem vardır. Muhabbet ehli, meylettiği muhatabıyla vakit geçirme özlemi içinde yanar tutuşur. Hep onunla birlikte olmayı arzular. Ondan ayrı kalması kişiye zulümdür. Seven sevdiğini incitmez. Ondan incinmez. ki sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. “Ey Fuzûli yar eğer cevr etse ondan incinme Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz Yar cevri aşıka her dem muhabbet tazeler” bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız!” (Müslim, îman 93-94. Ayrıca bk.Tirmizî, Et’ime 45, Kıyamet 56; İbni Mace, Mukaddime 9, Edeb) Gerçek muhabbet ilahi muhabbettir. Allah’a(cc) muhabbet nasıl olacak. İnsanlar önce ve tek Allah’ı(cc) sevecekler. Allah u Teâlâ bu- Bu hakikati Yunus Emre’de kendi lisanı ile ne güzel dile getiriyor: “Bir kez gönül yıktınısa yurdu ki: Benim için birbirini sevenlere, benim için bir araya gelip oturanlara, benim için birbirini ziyaret edenlere, benim için birbirine verenlere muhabbetim vaciptir. (Hadîs-i kudsî) Bu kıldığın namaz değil Allah’ı seven peygamberini de sever. “De ki: Eğer Yetmiş iki millet dahi Allah’a muhabbetiniz varsa hemen bana uyun Elin yüzün yumaz değil” ki, Allah da sizleri sevsin ve suçlarınızı affetmekle örtsün. Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir.”(Âl-i İnsanı insan yapan muhabbettir. Muhab- İmrân Sûresi,3/31) Allah muhabbeti kalbe yer- bette samimiyet vardır. Muhabbette fedakârlık leştikten sonra başka muhabbete ne hacet. vardır. Muhabbet acıyı bal eyler. Muhabbette Diğer muhabbetler ilahi muhabbetin sadece özlem vardır. Muhabbet ehli, meylettiği muhata- aksidir. Güzel değildir demiyorum. Güzeldir, bıyla vakit geçirme özlemi içinde yanar tutuşur. ama gerçeğinin yanında bir hiç sayılır. Hep onunla birlikte olmayı arzular. Ondan ayrı kalması kişiye zulümdür. Seven sevdiğini incitmez. Ondan incinmez. Fuzuli’nin dediği gibi: Yürek yanmalı, kabarmalı, taşmalı. Velhasıl erimeli, bütün katılığı gitmeli. Muhabbetle dolan yürek kimseyi yakmaz. Kimseyi incitmez, kırmaz, dökmez. Muhabbet ehli yürekten konuşur, dilden değil. Yapmacık değil, samimidir, içtendir. Zaten bu değil midir kalpleri yumuşatan? Ehli kalp olan konuşmasa da hissettirir. Kalplere bir yumuşaklık, bir sıcaklık verir. Siz onu hissedersiniz. O kişiye karşı içten içe bir sevgi beslersiniz. Böylece aramızda bir muhabbet hâsıl olur. Muhabbet hâsıl olduktan sonra bütün kötülükler kaybolur gider. Ve o zaman emin olun ki dünya içinde bulunduğumuz durumdan çok ama çok daha güzel olacaktır. Ama bu muhabbet, içki masasına meze edilen yalancı muhabbet olmayacak. 32 Mayıs Dini Ve Kültürel Değerlerimizde Üç Aylar Yrd. Doç. Dr. Mustafa KARABACAK et kudsiy n ı r a l aman en Bazı z birind r i b n ında übârek m r a l bakım n Bu k ardır. v i r e l r olara ük a l l n y ü a t e s ü i er v faziletl , gecel r u e l B n . r ü g ini rılabil y a da üç n a ı r s a a l k p l ha g ru e irisi de b n âban v a ş d , r b a e l c y a re bilinen e y i ır. d ylarıd aylar a n a z rama Mayıs “İnsanların bedenleri ve organları birbirinden farklı olmadığı halde, Cenab-ı Hakkın bazılarına ihsan etmiş olduğu akıl, anlayış, Rabbine ibadet ve taat sayesinde bu özellikler kendilerinde bulunmayanlardan elbette üstündür. Bunu inkâra imkân yoktur ve bu herkesin kabul ettiği bir gerçektir. İşte bunun gibi bazı zamanların Allah Teâlâ’nın ihsan etmiş olduğu özellikler sayesinde diğer zamanlardan üstün olmasında bir engel yoktur. Vakitlerin de cüzleri itibariyle birbirinden farklı olmadığı halde bazı zamanların üstün olması, diğer zamanlarda olmayan bir ibadetin veya hayırlı bir işin o vakitte olmasındandır.”1 İnsan hayatı her zaman tekdüze değildir. Hayat bazen sağlıklı, bazen hastalıklı; bazen mutlu, bazen mutsuz; bazen tatlı, bazen acılı günlerle doludur. İnsana düşen, mutlu olduğunda şükretmesini, sıkıntıya düştüğünde sabretmesini bilmektir. Çünkü şükür, nimetin artmasına sebep olduğu gibi, sıkıntılar karşısında sabretmenin neticesinde de insanın Allah katında derecesini artırır. Tekdüze devam eden hayatın içinde bazı 33 etapların olması insana nefes aldıracaktır. Şöyle de denebilir: Uzun bir sefere çıkan bir kimsenin yolculuktan kaynaklanan, kendisini bekleyen sıkıntılar vardır. Sıkıntılardan bunaldığı bir sırada mola verebileceği, dinlenebileceği bir yer bulduğu zaman ne kadar rahatlarsa, bazı ay ve günleri de hayatın karmaşası içinde bir değerlendirme vakti olarak düşünmek gerekir. Şirket yöneticilerinin belirli zaman dilimlerinde şirketin genel bir muhasebesini yaparak, ne yaptık, ne yapıyoruz, ne yapacağız sorularının cevabını bulmaya çalıştıkları zamanlarda olduğu gibi, belirli ay ve günlerde insanlarda kendileri için bir muhasebe yaparak ne yaptım, ne yapıyorum, ne yapacağım sorularının cevabını bulmaya çalışır. “Bu durumda mübârek gün ve geceleri, mutluluklarımız için şükrümüzü, sıkıntılarımız için de sabrımızı artırmak için karşımıza çıkan önemli bir fırsat olarak görmek mümkündür.”2 Ayrıca “Günahların silinmesinde, iyiliklerin artmasıında zaman ve mekânların katkısı büyüktür.”3 Bundan dolayı bazı ayların, günlerin, gecelerin diğer ay, gün ve gecelere üstünlükleri vardır. O halde değerlendirmek istenilen vakit ne kadar faziletli ise o zamanda yapılan ibadetten istifade de o derece fazladır. İbnü’l-Cevzî’nin dediği gibi: “Amelin sevabı vaktin şerefi nisbetinde artar; kalbin huzuru ve niyetin ihlâsı ile arttığı gibi.”4 Faziletli zamanlarda insanlar geçmişteki hataların muhasebesini yaparak, gelecekle ilgili projelerini, yapmak istediklerini belirlerler. Geçmişte yapılan hatalardan dersler çıkarırlar ve daha güvenli, daha dikkatli daha mutlu bir hayat geçirmiş olurlar. Mübârek zamanların önemli bir dilimi de halk arasında “üç aylar” olarak bilinen receb, şâban ve ramazan aylarıdır. “Kameri aylardan peş peşe gelen üç ay olan receb, şâban ve ramazan ayları, Müslüman halkın ortak hafızasında “üç aylar” ola- rak şöhret bulsa da, bu “nassî” olmaktan çok “hissî” bir kavramdır.”5 Bunların ilki receb ayıdır. 1.RECEB1. RECEB Receb ayı İslâmiyetten önce savaşmanın haram kabul edildiği dört aydan biri olup6 dini geleneğimizde önemli yeri olan üç ayların ilkidir. “Receb ayı câhiliye döneminde de ta’zim edilir ve onda savaşılmazdı. Receb ayı ile ondan sonra gelen şâban ayına müşrikler recebân derlerdi.”7 Receb ayının haram aylardan sayılması, senenin ortasında Mekke civarında oturanların umre yapmaları içindir.8 Câhiliye devrinde, receb ayı boyunca savaştan ve baskınlardan uzak durulur, özellikle ilk on gününde umre ziyaretleri yapılır ve putlardan oluşan tanrılara “atîre” veya “recebiyye” denilen kurbanlar takdim edilirdi. Receb ayının Arab-ı baîde (Âd ve Semûd) döneminde “hevber”, Arab-ı ârıbe döneminde “esamm” (sağır) diye adlandırıldığı, kan dökmenin, mala ve ırza dokunmanın yasak olduğu bu ayda kavga ve silâh sesleri, imdat çağrıları duyulmadığı için bu adla anıldığı rivayet edilir.9 Bazıları receb ayının on dört hatta on yedi ismini saymışlardır.10 Receb ayına verilen bu isimlere bakarak; Arapların bu ayda savaşmadığı ve bu aya pek ziyâde değer atfettikleri söylenebilir.11 Şükür, nimetin artmasına sebep olduğu gibi, sıkıntılar karşısında sabretmenin neticesinde de insanın Allah katında derecesini artırır. 34 Mayıs Receb ayı Faziletli Vakitlerle ilgili kitaplarda “haram aylar” başlığı altında incelenmektedir. Halk arasında ise receb ayı daha çok üç aylar arasında sayılmaktadır. Hatta üç aylar kavramının oluşmasına sebep olan hadislerden birisi şudur: Receb ayı girdiği zaman Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle dua ederdi: “Allah’ım bize receb ve şâban ayını mübârek kıl ve bize ramazan ayını da mübârek kıl.”12 Bezzâr’ın Müsned’inde hadis daha çok tanındığı şekliyledir: Recep ayına ait özel bir namaz yoktur. Recep ayının ilk cuma gecesinde kılınan regâib namazının faziletiyle ilgili rivâyet edilen hadisler mevzûdur, bâtıldır, doğru değildir.17 Cumhûru ulemaya göre böyle bir namaz bid’attir. Bu namazı muteahhirîn âlimlerinin ileri gelenlerinden Hafız Ebû İsmail el-Ensârî, Ebû Bekir b. es-Sem’ânî, Ebü’l-Fadl b. Nâsır, Ebû’l-Ferec b. el-Cevzî ve başkaları zikretmişlerdir. Bu namaz ilk defa hicri dört yüzden sonra ortaya çıktığı için mutekaddimûn âlimler ondan bahsetmemişlerdir.18 2.ŞÂBAN 2. RECEB “Allah’ım bize receb ve şâban ayını mübârek kıl ve bize ramazan ayına ulaştır.”13 Bu hadis halk arasında mübârek üç aylar diye bilinen receb, şâban ve ramazan aylarında, özellikle bu ayların başlangıcında ve mübârek gecelerde vâizlerin sıkça zikrettiği ve kendisiyle dua ettiği bir hadistir. Faziletli geçmişteki Kamerî yılın receb ayından sonra, ramazandan önce gelen sekizinci ayının adıdır. Halk arasında üç aylar olarak kabul edilen ayların zamanlarda insanlar ikincisidir. hataların muhasebesini Şâban ayının fazileti onun Ramazan yapmak istediklerini belirlerler. ayından önce gelmesinden kaynaklanmaktaGeçmişte yapılan hatalardan dersler dır. Bilindiği gibi ramazan çıkarırlar ve daha güvenli, daha dikkatli oruç ayıdır. Nasıl beş vakit daha mutlu bir hayat geçirmiş olurlar. farz namazlardan önce aynı Receb ayıyla ilgili cinsinden sünnet namazlar olarak bu aya özel nateşvik edilmişse ramazan maz, zekât vermek, oruç ayından önce oruç tutmak tavsiye edilmiştir. tutmak,14 umre yapmak gibi hususlar sahih riŞâban ayının faziletinden bahseden hadislere vayetlerde vârid olmamıştır. bakıldığı zaman bu rahatlıkla görülecektir. Bu örneklerden birisi şu hadistir: Diğer zamanlarda olduğu gibi receb ayında da nafile oruç tutulabilir. Müslim’in Sahîh’inde geçtiği Üsâme b. Zeyd “Ey Allah’ın Rasûlü! Şâban gibi Rasûlüllah (s.a.v.), receb ayını tamamıyla oruçlu ayında tuttuğun kadar başka aylarda oruç tutgeçirmeyi yasaklamıştır;15 çünkü Rasûlüllah rama- tuğunu göremiyorum (sebebi nedir?) deyince zan ayı hariç hiçbir ayın tamamını oruçlu ge- Rasûlüllah şöyle cevap verir: çirmemiştir.16 yaparak, gelecekle ilgili projelerini, “Bu (şâban ayı) receb ayı ile ramazan ayı arasında insanların gafil oldukları bir aydır. Hâlbuki o, amellerin âlemlerin Rabbine yükseltildiği bir aydır. Ben, oruçlu olduğum halde amellerimin yükseltilmesini arzu ederim.”19 Câhiliye döneminde Mekkeli müşrikler receb ayını savaşmanın yasak olduğu haram aylardan sayıyorlardı. İslâmiyet döneminde de bu gelenek devam etti. Daha sonra Müslümanlar kendisinde Kur’an’ın indiği ve içinde bin aydan hayırlı bir gecenin olduğu ramazan ayına önem vermeye Mayıs 35 başladılar. Aynı zamanda câhiliye döneminden kalma bir âdet olarak receb ayına da önem verilmeye devam edilince ikisi arasındaki şâban ayı ihmal edildi. Hâlbuki o, İslâmiyette önem verilen ve kendisinde oruç tutulan ramazan ayından sonraki faziletli bir aydır. Ramazan ayına hazırlık için özellikle şâban ayının oruçlu geçirilmesi iyi olur. Bu, tıpkı farz namazlardan önce kılınan sünnet namazlar gibidir. Doğrusunu Allah bilir. Bir başka rivayette ise şâban ayı Rasûlüllah’ın (s.a.v.) oruç tutmayı en sevdiği ay olarak belirtilmektedir: “Rasûlüllah’ın (s.a.v.) oruç tutmayı en çok sevdiği ay şâbandır. Hatta onu oruçlu geçirerek ramazan ayına ulaşırdı.”20 Şu hadiste ise şâban ayında oruç tutmanın faziletinin ramazan ayından kaynaklandığını bildirmektedir: Rasûlüllah’a (s.a.v.): “Ramazan ayından sonra hangi ayda oruç tutmak daha faziletlidir?” diye soruldu. Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Ramazan ayına hürmeten şâban ayında.”21 Dolayısıyla şâban ayında özellikle ramazan ayına hazırlık olarak oruç tutulabilir. 3. RAMAZAN 3. RAMAZAN Kur’an-ı Kerim’in nâzil olduğu aydır. Üç ayların sonuncusudur. Ramazan ayı cahiliye döneminde de bilinen bir aydı. Cahiliye döneminde kendisine bir kutsiyet atfedilmemiş, yani kan dökülmesi ve savaşılması yasak edilmemişti. Bu ayın ayrıcalıklı olması İslâmiyetle birlikte oldu. Bu ay on iki ay içinde ismi Kur’an’da anılan tek aydır.22 Kur’an’ın bu ayda indirilmesi, bin aydan hayırlı kadir gecesinin bu ayda olması, İslâmiyetin temel ibadetlerinden birisi olan orucun bu ayda tutulması,23 terâvih kılınması, mukâbele okunması, iftar yapılması, sahura kalkılması, itikâfa girilmesi ve fıtır sadakasının verilmesi gibi ibadetlerin bu ayda yapılması, İslam dininin dolayısıyla Müslümanların bu aya ayrı bir önem vermesine neden olmuştur. Kendisine verilen önemden dolayı bu ay halk arasında “On bir ayın sultanı” ve “Şehr-i Mübârek” (Mübârek Ay)olarak kabul edilmiştir. Ramazan ayı Müslümanların değerlendirmek için adeta yarış yaptığı en önemli aydır. Ramazan ayı bir hadiste “… mübârek bir ay…” 24 başka bir hadiste “Ayların efendisi…”25 olarak vasıflandırılmıştır. Bir başka hadiste ise ramazan ayı kutsal kitapların indiği ay olarak bildirilmektedir: “İbrahim’in (a.s.) sahifeleri ramazan ayının ilk gecesinde indirildi. Tevrat ramazan ayının altısında indirildi. İncil ramazan ayının on üçünde indirildi. Kur’an da ramazan ayının yirmi dördünde indirildi.”26 Bu hadise göre İbrahim’in (a.s.) sahifeleri, İncil, Tevrat ve Kur’an-ı Kerim ramazan ayında inmişlerdir. Kur’an-ı Kerim’in Ramazan ayında indiği âyetle sabittir. “(O sayılı günler), insanlar için bir hidayet rehberi, doğru yolu ve hak ile batılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur’an’ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır.”27 Ramazan ayı aynı zamanda Rasûlüllah’ın (s.a.v.) Cebrail’e (a.s.) Kur’an’ı arz ettiği aydır. “Rasûlüllah (s.a.v.) her yıl ramazan ayında Cibril’e (a.s.) Kur’an’ı arz ederdi. Vefât ettiği yıl iki defa arz etti.”28 Rasûlüllah (s.a.v.), receb ayını tamamıyla oruçlu geçirmeyi yasaklamıştır;15 çünkü Rasûlüllah ramazan ayı hariç hiçbir ayın tamamını oruçlu geçirmemiştir.16 36 Mayıs Ramazan ayının fazileti ile ilgili Rasûlüllah (s.a.v.) “Ramazan ayı gelince semânın kapıları açılır; cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar zincire vurulur.”29 “Her kim inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek ramazan orunu tutarsa o kimsenin geçmiş günahları affedilir.”30 “Beş vakit namaz, iki cuma ve iki ramazan büyük günahlardan kaçınıldığı takdirde aralarında işlenen küçük günahlara keffârettir.”31 buyurmaktadır. Kaynaklar *Aksaray Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi. 1. Vehbi, Mehmed, Hulâsatü’l-beyân, XIII, 5249- 5250. 2. Algül, Hüseyin, Mübârek Gün ve Geceler, s. 15. 3. Konevî, Sadreddin, Şerh-i Hadisi Erbaîn, (Tercüme Ekrem Demirli, Kırk Hadis Şerhi), s. 128. 4. Davudoğlu, Müslim Şerhi, VI, 514. 5. Bulut, Ahmet, Ramazanı Nasıl İhyâ Ederim?, s. 9. 6. Buhârî, Bed’ül-halk, 2, Tefsîr (sûre 9), 8; Edâhî, 5,Tevhid, 24; Müslim, Kasâme,29; Ebû Dâvûd, Hac, 27; Ahmed b. Hanbel, V, 37. 7. Cevherî, İsmail b. Hammad, Sıhâh Tacü’l-lüga ve sıhâhu’l-Arabiyye (thk. Ahmed Abdülğafur Attar), I, 133. 8. İbn Receb el-Hanbelî, Letâifü’l-maârif, s. 222, 456. 9. Günay, Hacı Mehmet, “Receb” DİA, XXXIV, 506. 10. İbn Receb el-Hanbelî, Letâif, Enes’ten (r.a.) rivâyet edilen bir hadiste, s. 225. 11. Geylânî, Abdulkâdir, Gunyetü’t-tâlibîn, I,195,(Tercüme: Güner, Mustafa, Üç Rasûlüllah (s.a.v.) “En faziletli sadakanın ra- Aylar ve Faziletleri, s. 10- 11). 12. Ahmed b. Hanbel, I, 259; Bezzâr, el-Müsned, XIII, mazan ayında verilen sadaka”32, Buhârî ve 117; Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, IV, 189; Heysemî, Mecmau’z-zevâid, III, 140; Sââtî, Bülûğu’l-emâni min esrâri’l-fethi’r-Rabbânî, , IX, Müslim’de rivâyet edilen bir 230- 231. 13. Bezzâr, el-Müsned, XIII, 117; hadise göre “Ramazanda Taberânî, el-Mu’cemü’l-evsat, IV, 189. 14. umre yapmanın hacca Receb ayında oruç tutmanın faziletiyle ilgili Kur’an-ı Kerim’in Ramazan ayında eşdeğer” veya Hz. Peyhadis olarak rivâyet edilen şu söz başta basın indiği âyetle sabittir. “(O sayılı günler), gamber’le “beraber hackuruluşları tarafından yaygınlaştırılmaya çalıinsanlar için bir hidayet rehberi, cetmeye eşdeğer” olduşılıyor. Ebû Saîd el-Hudrî’den (r.a.) bildirilen ğu belirtilmiştir.33 hadiste: “Allah Teâlâ yer ve gökleri, latif ve kesif doğru yolu ve hak ile batılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri olarak Kur’an’ın kendisinde indirildiği 27 Ramazan ayıdır.” Sonuç olarak, bazı zamanların kudsiyet bakımından birbirinden üstünlükleri vardır. Bunlar mübârek günler, geceler ve aylar olarak gruplara ayrılabilinir. Bu faziletli aylardan birisi de halk asında üç aylar diye bilinen receb, şâban ve ramazan aylarıdır. Receb ayı özellikle cahiliye döneminde değer atfedilen en önemli aydı. İslamiyetle birlikte bu değer atfı ramazan ayına geçti. Beş vakit farz namazlardan önce nasıl sünnet namazlar teşvik edilmişse oruç ayı olan ramazan ayından önce de özellikle şâban ayında oruç tutmak tavsiye edilmiştir. cisimleri yarattığından beri (Levh-i Mahfuz’da) ayların adedi on ikidir. Onlardan dördü hürmetli aylardır ki, bunlarda dövüşmek ve öldürmek yoktur; yasak edilmiştir. Haram aylardan biri de recebdir. Ona Şehrullah-i Esam denir. Üçü de bir biri arkasından gelen, zilkâde, zilhicce ve muharrem aylarıdır. Recep ayı ise tektir ve şehrul- lahtır. Yani Allah’ın ayıdır. Bundan sonra gelen şâban benim ayımdır. Bunun arkasından gelen ramazan ümmetimin ayıdır. ..” Hadisin devamında her günkü oruca -yirmi güne kadar- farklı vaadlerde bulunulmuştur. Ayrıca bk. Geylânî, Abdulkadir, Gunyetü’t-tâlibîn, I, 198-199 (Tercüme: GÜNER, Mustafa, Üç Aylar ve Faziletleri, s.121). Benzer hadis bk. Hallâl, Fezâilu şehri receb, s.64-67. Eseri tahkik eden Amr Abdülmün’ım bu hadisin mevzu olduğunu söylemiştir. Bu sözlerde fazlaca abartı olduğunu düşünmekteyiz. Bilindiği gibi mevzû hadisleri tanıma yollarından biri de “halkı hayırlı işlere teşvik etmek amacıyla hadis uyduranların sözlerindeki aşırı mubâlağadır.” Bu konuda bk: Kandemir, M. Yaşar, Mevzû Hadisler, s. 176-186. 15. Müslim, Libas, 10. 16. Müslim, Sıyâm, 175. 17. Ali el-Kârî, el-Esrâru’l-merfûa, s. 459; el-Edeb fî receb, s. 36. 18. İbn Receb el-Hanbelî, Letâif, s. 228. 19. Nesâi, Savm,70; Ahmed b. Hanbel, V, 201. 20. Ebû Dâvûd, Savm, 57; Nesâî, Savm,70. 21. Tirmizî, Zekât, 28. 22. el-Bakara, 2/185.23. el-Bakara, 2/183. 24. Ahmed b. Hanbel, II, 230, 385, 425; Nesâî, Savm, 3. 25. Beyhakî, Fezâilü’l-evkât, I, 335; Şuabü’l-İmân, V, 310; Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr, IX, 205. 26. Ahmed b. Hanbel, IV, 107; Katâde’nin Vâsıla’dan bir başka rivâyetinde “Zebur, ramazan ayının on ikisinde indirildi” ilavesi vardır. Kurtubî, el-Câmî li ahkâmi’l-Kur’an, XVI, 126. 27. el-Bakara, 2/185. 28. Buhârî, Menâkıb,25; Müslim, Fedâil, 50;Fedâilu’s-Sahâbe, 98,99; İbn Mâce, Cenâiz, 64. 29. Buhârî, Savm,5; Müslim, Sıyâm, 1-2. 30. Buhârî, Salâtü’t-Terâvîh,1; Savm,6;Müslim, Salatü’l-Müsâfirîn, 175,176. 31. Müslim, Taharet, 14- 16; Tirmizî, Salat, 46. 32. Tirmizî, Zekât, 28; Ali el-Muttakî, Kenzü’l-ummâl, VI, 399; Suyûtî, el- Câmiu’s-sagîr, I, 50;Münâvî, Feyzü’l-kadîr, II,38. Bu hadis “Şabân” ayı başlığı altında incelenmişti. Hadiste ayrıca şu bilgi de vardır: “Ramazandan sonra hangi ayda oruç tutmak daha faziletlidir?” sorusuna Rasûlüllah (s.a.v.) şöyle cevap verdi: “Ramazana ta’zim için şâban ayında.” 33. Buhârî, Umre, 4; Müslim, Hac, 221- 222. Mayıs 37 Nebevi Mücadele Ersan BİLGİN “İtaat Cennete” “İtaat Edenler Edenler Cennete” Ebû Hüreyre radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: ’de ı Kerim n ’a r uz miz Ku duğun Rabbi u k o ’ı Kitab halde, ) z i “Sizler n i ldiğ dinizi leri bi n k e e k ç r p e i (g red iği em l i y i a klınızı ar A l ? n z a s u n n i su akara yor mu B u ( t ” u ? n z u nu r musu o y i ifade ı ğ e m ç n r a e l l ku bu g rarak u y u b 2,44) tedir. etmek 38 “İstemeyenler dışında, ümmetimin tamamı cennete girer” buyurdu. Bunun üzerine: - Ey Allah’ın elçisi, cennete girmeyi kim istemez ki? denildi. Peygamber Efendimiz: - “Bana itaat edenler cennete girer, bana karşı gelenler cenneti istememiş demektir” buyurdu. (Buhârî) Cennete girmeyi istemeyenleri iki sınıfta toplamak mümkündür. Adına “ümmet-i dâvet” denilen ve kendilerine İslâm tebliği ulaştırılan kimseler, şâyet bu daveti kabul etmezler, yani Müslüman olmazlarsa, kâfir diye adlandırılırlar. Bir diğer grup ise, “ümmet-i icâbet” denilen ve İslâm’ı kabul etmiş olanlardır. Bunlar, örnek nitelikte olması gereken insanlardır. Fakat bunlar arasında Peygamber’in tebliğ ettiklerine uymayanlar ve dinin Mayıs emirlerini gerektiği şekilde yerine getirmeyenler de vardır ki, bunlar da âsî yani günahkâr kabul edilirler. Kâfir olanlar hiçbir şekilde cennete giremezler. Âsi, günahkâr kabul edilenler ise, cehennemde cezalarını çektikten sonra cennete girerler. Kardeşim, Peygamberimiz’e itaat, Kur’an ve Sünnet’e sımsıkı sarılıp bağlanmayı içine alır ki, böyle hareket edenler mü’min olarak cennete girerler. “Kötülüğe Olunmazsa” “Kötülüğe Engel Engel Olunmazsa” - Hz. Ebubekir radıyallahu anh, halife seçildiğinde minbere çıkarak Allah’a hamdettikten sonra şunları söyledi: “Ey insanlar! Sizler ‘Ey iman edenler! Siz kendinizi korumaya bakın. Siz hidayette olduğunuz zaman başkasının dalâlete (yanlışa ve sapıklığa) gitmesi size bir zarar veremez...” (Mâide 5/105) âyetini okuyor fakat doğru yorumlayamıyorsunuz. Ben Hz. Peygamberimiz’in (sas); “İnsanlar, işlenen bir kötülük gördüklerinde ona engel olamazlarsa Allah Teâlâ onları, tamamını kapsayan bir belaya düçar eder” buyurduğunu işittim.” (Kenz) - Hz. Ebubekir (ra) yine şöyle buyurmuştur: “Kendilerini engelleyebilecek kadar güçleri olduğu halde ümmet, içlerinde Allah’a isyan edenlere engel olmaz ve onlara karşı çıkmazsa Allah üzerlerine bir bela indirir. Sonra bu belayı da onlardan uzaklaştırmaz.” - Müslümanın gayesi, ferdi ibadet ve taatlerini ihlasla yapmakla birlikte bütün insanların dünya ve ahiret mutluluğu ve saadeti için çalışarak Yüce Allah’ın rızasını kazanmaktır. Her Müslüman, Yüce Allah’ın kendisine verdiği meziyetlerle (akıl, irade, his, ünsiyet, vs.) bütün gücüyle çalışmayı vazife bilir, en büyük ibadet sayar. Şuurlu Müslüman, kendi mutluluk ve saadetinin toplumun ve insanlığın mutluluk ve saadetinden geçtiğinin şuurundadır. - Ferdin ve toplumun iyiliği ve ıslahı birlikte düşünülmeli, toplum ferde, fert topluma feda edilmemelidir. Ferdî ihmallerden doğacak zarar, toplumu da etkiler. Aynı şekilde, sapıklığa düşmüş toplumlara gelen felâket, fertleri de kapsamı içine alır. Fertlerin iyiliği de ona engel olamaz. Çünkü iyiler, toplumun ıslahı için gerekeni yapmamışlardır. - Her Müslüman; Doğru ile yanlışı ayırır ve Doğrunun hakim olması için, İyi ile kötüyü ayırır ve İyinin hakim olması için, Faydalı ile zararlıyı ayırır ve Faydalının hakim olması için, Adalet ile zulmü ayırır ve Adaletin hakim olması için canla başla çalışır. Kardeşim, çünkü gerçek mutluluk ve saadet; doğrunun, güzelin, iyinin, faydalının ve adaletin, toplumda bütünüyle hakim olması ile mümkündür. Gemiyi Delenler Gemiyi Delenler Hz. Peygamberimiz aleyhissalâtu vesselâm fenalıklar karşısında, iyilerin seyirci kalmaması, kötüler yüzünden gelecek (fitne, fesad, şer vs. her çeşitten) toplumsal ızdırabların, iyiler de dâhil bütün cemiyetin varlığını tehdid edeceğini ifade ederek fenâlıklar karşısında nemelâzımcılığı önlemek için zihinden çıkması zor olan bir de teşbîhte bulunur, örnek verir: “Allah’ın hudûduna (emir ve yasaklarına) giren meseleleri tatbîk eden ve yağcılık yaparak müsâmaha ve gevşeklik göstermeyen iyi ve şuurlu kimse ile, yasakları işleyen kimselerin durumları, bir gemiye binip kur’a çekerek, geminin alt ve üst katlarına yerleşen yolculara benzer. Öyle ki, alt katta oturanlar, su ihtiyaç- “İnsanlar, işlenen bir kötülük gördüklerinde ona engel olamazlarsa Allah Teâlâ onları, tamamını kapsayan bir belaya düçar eder” buyurduğunu işittim.” (Kenz) Mayıs 39 Her Müslüman, Yüce Allah’ın kendisine verdiği meziyetlerle (akıl, irade, his, ünsiyet, vs.) bütün gücüyle çalışmayı vazife bilir, en büyük ibadet sayar. larını giderirken üsttekilerin yanından geçip onları rahatsız ediyorlardı. “İyiliği Kendiniz “İyiliği Emredip Emredip Kendinizi Unutuyor Unutuyor Musunuz?” Musunuz?” (Alttakiler bu duruma son vermek için) bir balta alarak geminin dibini delmeye başlasalar, üsttekiler hemen gelip: “Yâhu ne yapıyorsunuz?” diye sorunca alttakiler: Ebû Zeyd Üsâme İbni Zeyd İbni Hârise radıyallahu anhümâ şöyle dedi; Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ i şöyle buyururken işittim: “Biz su ihtiyacımızı görürken sizi rahatsız ediyorduk, halbuki suya muhtacız, şimdi sizi rahatsız etmeden yerimizi delerek bu şekilde elde edeceğiz” deseler ve üsttekiler bu işte onlara mâni olsalar hem kendilerini kurtarırlar, hem onları kurtarmış olurlar. Eğer yaptıkları işte serbest bıraksalar, hem onları helâk ederler, hem de kendilerini helâk ederler.” (Müslim) İslam’da, emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i ani’l münker (irşad, tebliğ, ikaz etmek) işinin, her birimiz için mutlak olarak farz olduğu örnekte de anlatıldığı gibi nettir. Yoksa fert ve toplum yok olur, gider. - Rabbimiz buyuruyor: “Sizden öyle bir ümmet-cemaat bulunmalıdır ki, onlar herkesi hayra çağırsınlar, iyiliği emretsinler, kötülükten vazgeçirmeye çalışsınlar. İşte onlar muradına erenlerin tâ kendileridir.” (Âl-i İmrân 3/104.) Hz. Peygamberimiz buyuruyor: “İyiliği emret, kötülüğü nehyet. Bu yolda gelecek meşakkatlere de sabret.” (Buhari) “Kıyamet günü bir adam getirilir ve cehennem ateşine atılır. Bağırsakları karnından dışarı çıkar ve onlarla birlikte değirmen döndüren merkeb gibi döner durur. Cehennem halkı onun yanına toplanırlar ve derler ki: – Ey filân! Sana ne oldu? Sen iyiliği emredip kötülükten nehyetmez miydin? O kişi de: – Evet, iyiliği emrederdim, fakat kendim yapmazdım, münkerden nehyederdim, fakat kendim yapardım, der.” (Buhârî, Müslim) Bu hadîs-i şerîf, mü’min olan, hatta iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırmak gibi bir vazifeyi yapan bir kimsenin cehenneme girişini ve oradaki kötü akıbetini gözler önüne sermektedir. Dünyada kendisini tanıyan ve nasihatlarına muhatap olan, fakat uymadıkları için kendileri de cehenneme girmiş olanlar, onun burada bulunmasına ve bu ürkütücü ve ürpertici haline şaşarlar. Sözümüzle işimiz uyumlu olmalıdır. Sözümüz başka, işimiz başka olmamalıdır. Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de “Sizler Kitab’ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bakara 2,44) buyurarak bu gerçeği ifade etmektedir. Cehennem azabı haktır ve çeşit çeşit, derece derecedir. Günahkâr müminler de, suçları mikdarınca ceza çekmek üzere cehenneme gireceklerdir. Sözü ile davranışı birbirine aykırı olan, ilmi ile amel etmeyenlerin Allah katındaki cezaları şiddetlidir. Kardeşim, Ma’rûfu (iyiliği) emir ve münkeri (kötülüğü) nehiy vazifesini yerine getirmek ve bunun gereğiyle amel etmek, cehenneme girmeye engel olur. 40 Mayıs Kader’e İman Etmemek Küfürdür Hüseyin AVNİ H âsılı, bazı rivâyetlerde bir veya birkaç îmân esasının bulunmaması onların gerçekte mevcûd olmadığını göstermez. Değişik münâsebetlerle, îmân esaslarından bir kısmı açıklanmış olabilir. Kur’ân bunun açık şâhididir. Nitekim bir yazımızda şöyle demiştik: net -i Sün l h E n a e e inan gereks , î v Kader e Em ı nların ı gerek a r c a l a m d ısın imâ ği karş i l imdik m d i l a l â z k ı î l rlı Abbâs k kara e c e tanlar l s i e b d e r a e l rıy bile v cı uruşla d u r inan e b , d ş a u K ve durm i nlara O . böyles ı d a r n a ı l ş m ı ma yazm t’in ta e m ler ki, m n i Ü s l i i b b i ar sâh çalanl ı y a . r a yorlar bir k u n y o ş yanlı Kur’ân’da, (Bir) Bâzen sırf Îmân’a veya Îmân ve Amel-i Sâlih’e dâir âyet veya âyetler gelmiştir. Hiçbir îmân esâsından bahsedilmemiştir. Kur’ân fihristinden neye îmân edildiği gösterilmeden, sadece “îmân edenler” hitabıyla (258) âyet bulacaksınız. (Îmân edip sâlih amel işleyenlere gelince, onlar için Me’vâ Cennetleri vardır.)[10] Nelere îmân edildiği gösterilmemiş. Tabiî ki, îmân esaslarının tamâmına îmân edenler kasdedilmektedir. “Bu îmân, her hangi bir tasdîkdir” deyip, îmân esasları inkâr mı edilsin? (İki) Bâzen sırf Allâh’a îmân’a dâir âyetler gelmiştir. (Çünki O, azîm olan Allah’a îmân etmezdi.)11] (Kim Allah’a îmân ederse Allah onun kalbine Mayıs 41 hidâyet verir.),[12] (Kim Rabbine îmân ederse, artık ne eksiklik’den ne de ğadirlikden/haksızlığa uğramakdan korkmayacaktır)[13] (Artık kim Tâğût’u inkâr eder ve Allah’a îmân ederse o sapasağlam bir kulpa sarılmıştır.)[14] Bu âyetlerde diğer îmân esaslarından bahsedilmiyor. Âhiret ve diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin? (Üç) Bazen sırf Allah’a, Peygamber’e veyâ Peygamberlere, îmân’a dâir âyet gelmiştir. (Kim Allah’a ve Resûlüne îmân etmezse şübhesiz biz kâfirler için bir alevli ateş hazırladık.)[15] (O halde Allah’a ve Resûllerine îmân ediniz.)[16] Âhiret ve diğer îmân esasları inkâr mı edilsin? (Dört) Bazen sırf Kitâb’a veya kitâblar’a veya Allah’dan İndirilenler’e îmân’a dâir âyet gelmiştir. (Allah’ın âyetlerine inanmayanları Allah hidâyet etmeyecektir.),[17] (Yalan iftirâyı ancak Allah’ın âyetlerine inanmayanlar yaparlar.),[18] (Âyetlerimizi ancak kâfirler topluluğu inkâr eder.),[19] (Şübhesiz sana bir takım açık âyetler indirdik. Onları ancak fâsıklar (kâfirler) inkâr eder.)[20] (Şübhesiz ki, Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azâb vardır.),[21] (Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, hiç şübhe yok ki, Allah, azâbı çok şiddetli olandır.),[22] (Âyetlerimizi yalanlayanlar ve büyüklenerek onlardan uzak duranlar. Onlar cehennemliklerdir.),[23] (Âyetlerimiz hakkında ancak kâfir olanlar (inanmamak, inkâr etmek, bâtıl olduklarını ortaya koymaya çalışmak, cennete girebilmek için onlara da îmân edilmesinin şart olmadığını iddiâ etmek gibi yollarla) mücâdele ederler.),[24] (Âyetlerimizi inkâr edenlere gelince, onlar amel defterleri solundan verilecek olanlardır. Üzerlerinde kapatılmış bir ateş vardır)[25] ve daha niceleri… Allâh, Âhiret ve diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin? (Beş) Bazen sırf Âhiret Günü’ne, îmân’a dâir âyetler gelmiştir.[26] Allah ve diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin? (Altı) Bazen sırf Meleklerle alâkalı âyetler gelmiştir.[27] Allah, Âhiret ve diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin? (Yedi) Bazen sırf Kader’e Îmân’a esas olacak âyetler gelmiştir.[28] Allah, Âhiret ve diğer îmân edilecek esaslar inkâr mı edilsin? (Sekiz) Bazen sırf Allah’a, Âhiret’e ve Melekler’e îmân’a dâir âyetler gelmiştir.[29] Diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin? (Dokuz) Bazen sırf Allâh’a ve Âhiret Günü’ne îmân’a dâir âyetler gelmiştir.[30] Diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin? (On) Bazen sırf Allah’a, Âhiret Günü’ne îmân’a ve Sâlih Amel’e dâir âyetler gelmiştir.[31] Yine diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin? Amel-i Sâlih îmân esası mıdır; ona fırsat bulamayan veya sadece tenbellijk îcâbı amel etmeyen cennete gidemeyecek midir? (On Bir) Bazen, sırf Allah’a, Melekler’e, Kitâblar’a ve Peyğamberler’e îmân etmeye dâir âyet gelmiştir.[32] Âhiret inkâr mı edilsin? Burada bir nokta kalmaktadır: Cibrîl hadîsi tek bir hâdise ile alakalıdır. Rivâyetlerin fazla ve eksik olarak farklı oluşları sağlamlıklarını zedelemiyor mu? Hayır, birbirine ters düşmeyecek noksanlıklar ve fazlalıklar bilhassa rivâyetin aslı başka delîllerle pekişirse “ıztırâb”/çelişki sayılmaz ve sağlamlığa mani olmaz. İki mühim noktadan çok kötü açık veriyorlar: Bir kere Kader inancına sâhib olan İmâmlarımız İmâm A’zamlar, Mâlikler, Şâfiîler, Ahmed İbnü Hanbeller devirlerindeki zâlimlerden icâzetli ve destekli bir hareket içinde değillerdi. 42 Mayıs İslamoğlu: Bana sorarsanız, Allah Resulü’nden öyle geldiği kanaatinde asla değilim. Kadere Îman hicri ilk yüzyılda Müslümanların birbirlerinin boynuna kılıç düşürdükleri bir siyasi tartışmaydı. Cevâb: Sana sormuyoruz. Kim sorarsa sorsun. Biz Mü’minler Kader’e îman’ın Allah’tan ve Resûl’ünden geldiğine îman ediyoruz. “Artık dileyen îman etsin dileyen de küfretsin…” İslamoğlu: Çünkü bu madde Emeviler devrinde Emevilerin zulümlerini kader üzerinden yürüttüler ve Hasan el-Basri kader risalesi diye bir mektup yazdı Abdulmelik bin Mervan’a; meşhurdur, piyasada vardır, onu alın da bir okuyun. Hasan el-Basri’nin kader risalesi. Hay dillerine sağlık Üstadım! “Allah’a iftira ediyorsunuz” diyor. Ne diyorlardı Emeviler? “Hüseyin’in kaderi ölmekti. Dolayısıyla bizim suçumuz yoktu, kaderine koştu; napalım.” Hz. Zeyneb’e Yezid’in dönüp de Hüseyin’in kesik mübarek başını gösterip söylediği lafı biliyor musunuz? “Onu Allah öldürdü.” Kadere iman diye buna diyorlar onlar; biliyor musunuz? Buna karşılık Hasan el-Basri o irfânî mizacına rağmen, o mûnis yapısına rağmen kükredi. Allah’a iftira ediyorsunuz, dedi. İslamoğlu: Amentü’nün Kur’an’daki karşılığını biliyor musunuz? Kur’an’da iki ayet var: “Herkes Allah’a, meleklerine, kitâblarına ve Resûllerine îmân etti.” Orda kadere iman maddesi var mı, bir bakın bakayım? Yani Amentü’nün tamamı var ama kadere iman yok Kur’an’da. Niye acaba hiç düşündünüz mü? Onlar, cukkaları hesab ederek İman kitabını 17 sene evvel yazdım. Orda da bunu Amerika’nın Irak’a girip milyona kayda geçirdim. Bu aslında varan Mü’min kanı dökmesine yüz ümmetin tarihindeki bir pobinlerce Mü’min kadının da ırzına lemiğin rivayetin içine girgeçmesine yardımcı olanlara yalakalık mişidir. Anlatabiliyor muyapan “Müslüman aydınlar” ve t.v. yum? Yoksa Amentü’nün karşılığı Kur’an’da iki ayette patronları gibi olmadılar. var. Fakat bu yok, bu madde yok. Cevâb: Yukarıda da geçtiği gibi nice âyetlerde îmân esasları tam olarak verilmemektedir. Nitekim bu âyette Kadere Îmân’ın yanında Ahiret Gününe Îmân da yoktur. Şimdi, “Allah, Âhiret’e îmân etmeyi ayrı tuttu” mu diyeceğiz? Yoksa “îmânın esasları dörttür, Âhiret’e îmân yoktur” mu denilmektedir? Bu nasıl bir akıl, bu nasıl bir îmân? Esâsen biz böylesi akıl, ilim, anlayış ve ciddiyetten uzak kimselerle ve aynı vasıftaki sözleriyle uğraşmakla ne kadar harab olduğumuzu kısmen de olsa biliyoruz. Ama ne çâre ki, buna birçok sebeb ve hikmetle mecbûr kalıyoruz… “Bu aslında Ümmet’in tarihindeki bir polemiğin rivayetin içine girmişidir; anlatabiliyor muyum?” diyorsunuz. Çok iyi anlatıyorsunuz ve yalan söylüyorsunuz. Kuruntu ve hayallerinizle hezeyânlar saçarak Allah’ı, Resûlünü ve âlimiyle-avâmıyla bütün bir Ümmet’i yalanlıyorsunuz. Demek ki, “Amentü’nün karşılığı Kur’an’da iki ayette var. Fakat bu yok, bu madde yok” ha!... Allah doğru söyledi: “…Âyetlerin tamâmını görseler de onlara îmân etmezler….” Mayıs Cevâb: Büyüklerin büyük sözleri cücelerin cüce beyinleriyle işte bu kadar anlaşılabilir. Hasen-i Basrî âlimane, hakîmâne ve fâdılâne bir şekilde hem doğruyu söyledi hem de doğru söyledi. O’nun i’tirâz ettiği bunların “kaderden olduğu” değil, kul olanların kendi kesb ve isyânlarını kadere yüklemeleri, âlimlerin ifâdesiyle kaderle ihticâc etmeleri idi. Kader kalkanı arkasına sığınılmazdı. Âdâlet ve hikmet çerçevesini hiçbir zaman taşmayacak olan Kader’in arka planında mazeret ileri sürüp mes’ûliyyetten kurtulmaya çabalamağa mâni olacak nice incelikler ve sırlar vardı… Oysa onlar doğruyu söylemişlerdi ama doğru söylememişlerdi. Kendi irâdeleriyle attıkları adımları hesâba katmamışlardı. Bir doğru ile kendi eğrilerini kılıflamaya çalışmışlar ve hakîkaten Allah’a iftirâ etmişlerdi. Tıpkı Nebimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’e “şâhidlik ederiz ki sen Allah’ın Resûlüsün” diyen münâfıklar için Rabbimizin “halbuki Allah şâhidlik etmektedir ki onlar elbette yalancılardır/yalan söylemektedirler” buyurması gibi… Nebimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in “Allah’ın Resûlü” olduğu doğruydu, münâfıklar doğruyu söylüyorlardı; ama doğru söylemiyorlardı, maksadları doğru değildi… İslamoğlu: Dolayısıyla tarihte siyasi bir takım sonuçlardan dolayı rivayetlerin içinde korumaya alınmış hususları biz akaidin bir maddesi gibi algılar- 43 sak yanlış olur. Hakikaten beni niye buraya çektiniz? Bela yetmiyordu başımdaki şimdi bir de bunu mu eklediniz? Şimdi yarın bakın siz piyasaya: “Amentü’ye de dokundu.” Cevâb: Doğru, Âmentü’ye çok süflî bir biçimde, sapıkça ve câhilâne dokundunuz. Evet, târihte de günümüzde de inançlarını bir takım siyâsi kabûllerinin kurbânı yapan ve inanç sapmalarının ibretlik tablolarını sergileyen irâdesi zayıf zavallılar olmuştur. Lâkin, Kadere inanan Ehl-i Sünnet imâmları gerek Emevî, gerekse Abbâsî zâlimliği karşısında canlarını bile verebilecek kararlılıkla dimdik durmuş, bu duruşlarıyla destanlar yazmışlardı. Onlara ve Kader inancı sâhibi Ümmet’in tamamına böylesi bir karayı çalanlar bilsinler ki, yanlış oynuyorlar. Bu çamur, akıllılar ve hidâyette olanlar nezdinde zaten kara olan suratlarını tastamam karartmaktan başka bir işe yaramaz. Bilhassa iki mühim noktadan çok kötü açık veriyorlar: Bir kere Kader inancına sâhib olan İmâmlarımız İmâm A’zamlar, Mâlikler, Şâfiîler, Ahmed İbnü Hanbeller devirlerindeki zâlimlerden icâzetli ve destekli bir hareket içinde değillerdi. Onlarla araları hiç mi hiç iyi değildi. Meselâ günümüz zâlim düzenlerince icâzet verilen ve Selefimizin kalesini düşürmek mukaddes işiyle vazîfelendirilip beslenen akademisyenler ve t.v. sâhibleri gibi değillerdi. Onlar, hiçbir zaman ayyaş Abbâsî padişahına karşı Müşrik Hülâgü ile işbirliği yapıp bir rivâyette yüzbine yakın, başka bir rivâyette de milyona yakın Müslümanın kanının dökülmesine sebeb ve yardımcı olan Şiî vezir İbnü’l-Alkamî gibi olmadılar. Tıpkı günümüzdeki gibi… Onlar, cukkaları hesab ederek Amerika’nın Irak’a girip milyona varan Mü’min kanı dökmesine yüz binlerce Mü’min kadının da ırzına geçmesine yardımcı olanlara yalakalık yapan “Müslüman aydınlar” ve t.v. patronları gibi olmadılar. Onlar, Amerika’yla işbirliği yapan husûsan Iraklı Şiîler ve Türkiyeli satılmış zâlimler için tenkid şöyle dursun, tek bir kelime bile sarf etmeyen Goldziher âşığı ve talebesi “Modernist Müslüman aydınlar, t.v. sahibleri,” zâlim yaverleri ve onların zulümlerine çanak tutanları gibi asla değillerdi. Küfür sistemlerinin açık gübre yığınlarında üretilen şu zehirli kültür mantarlarına bakın hele!... Kimlere hangi çamuru atmaya kalkışıyorlar?!... Dünyalık hedefler uğruna satmadıkları kalmayanlar, Sahâbeden günümüze Ümmetin İmâmlarına nasıl da tiksindirici iftirâlar atıyorlar?... Zâlim Amerika’nın ve Yehûdî’nin cezâlandırdığı ve ipini çektiği bir siyâset adamını kıyasıya karalarken Amerika’nın bölgedeki en büyük av köpekliğine soyunanlara tenkıdvârî bir şeyler demek şöyle dursun, önlerinde zevkle kuyruk sallayanların şu dediklerine bakın!... “Tarihte siyasi bir takım sonuçlardan dolayı rivayetlerin içinde korumaya alınmış hususları biz akaidin bir maddesi gibi algılarsak yanlış olur”muş… Alakalı olduğu meselemize nisbetle şu artistik ve bir o kadar da müptezel olan gürültülere bakınız!... Bu, insanların gözünün içine baka baka tarihi ters yüz etmek değil de nedir?... Oysa asıl Kader meselesinde ciddî problemleri olan Mu’tezile o sözü edilen dönemlerde bahsi geçen zâlimlerle beraber olmuş, Mü’minlerin Kader inancına sâhib olan imamlarına kan kusturmuşlardı… Bu yapılana, “yavuz hırsızın ev sahibini yakalaması” demezler de ne derler? Hâsılı, asıl şu andaki Kader inkârcıları, içinde yaşadıkları İslâm’a düşman Küfür düzeninin siyasi gübreliğinde yetişen veya onlardan beslenen kimselerdir. Onların Kader inkârı şeklindeki küfür inançlarını belirleyen küfür sistemleri ve ideolojileridir. İslamoğlu: Amentü Kur’an’dır. Baştan sona iman ettik, hadise budur. Cevâb: Bu sözle, Sünnet’i bir tarafa fırlatan ve Mü’min olduğunu iddiâ ederek Mü’minleri kandırmaya çalışan harbi kâfirlerin taktiği hedefleniyorsa dünya hayatı ve hiçbir şey için değmeyecek boşuna zavallıca bir iş yapılıyor. Kur’ân’a îmân etmek sadece lafla olmaz… “Şâyet Allah dileseydi onlar şirk koşmazlardı,“[34] “Şâyet Rabbin dileseydi yer yüzündekilerin tamamı hep beraber îmân ederlerdi,”[35] “Şâyet Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı”,[36] 44 Mayıs Çünki O’na îmân eden Sünnet’i bir yana atamaz… “Kur’ân’a baştan sona iman ettik” diyen Ondaki Kader âyetlerini keyfince yorumlamakla buharlaştırıp dolaylı olarak inkâr edemez. İslâmoğlu: Kaldı ki aynı rivayeti nakleden Buhari ve Müslim aynı rivayeti içinde kadersiz de nakletmişlerdir. Bu rivayetlerin hangi sayfa, hangi cild, hangi numara olduğunu görmek isteyen İman kitabına baksın, orada var. Dolayısıyla lütfen bunları bir tartışma meselesi haline getirmeyelim. Cevâb: “Buhari ve Müslim, aynı rivayeti, içinde kader bulunmayan tarıklerle de nakletmişler” ise ne olmuş? Bu, hangi ilmî mesnedle Kaderin inkârını gerektiriyormuş?.. Kur’ân’da onlarca kıssa vardır ki, değişik yerlerde değişik şekillerde anlatılır. Bunlarda çelişki asla yoktur ama, bir takım fazlalık ve eksiklikler vardır. Bir takım husûslar, sözler ve işler bir takım âyetlerde yer almadı diye inkâr mı edilecek?... Kezâ yukarıda da anlattığımız gibi îmanla alakalı âyetlerde bulunan eksik ve fazla unsurlara ne diyeceğiz?... Sübhânellah bunlar hep bir tornadan çıkmış!... İdrâk fukaralığı hepsinde aynı… Bakış şaşılığı tıpatıp… Cevab: Biliyor musunuz, Müşrikler Allah’a ve Meleklerine de inanıyorlardı, bu Kur’ân’ın bir çok yerinde bize naklediliyor, ne dersiniz? İnanıyorlardı, ama çarpık bir şekilde… O halde Allah’a ve meleklerine doğru bir şekilde -hâşâ ve kellâ- îmân etmeyecek miyiz? Müşriklerin bu sözleri, Kadere Îmân değildir; hakîkatte, gerektiği şekilde inanmadıkları kaderi kalkan yapmaktır. Yukarıdaki âyetin iniş sebeblerinde de naklettiğimiz gibi, onlar, -tıpkı günümüzdeki kader inkârcıları gibi- kader mevzûunda Nebimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in Kader anlayışına i’tiraz etmişler, şu sözü de -Allahu a’lemO’nu ilzam, yani kendi kabûlü ve inancı ile susturmak için söylemişlerdi. Veya diyebiliriz ki, çarpık ve yamuk yumuk da olsa Müşrikler Kader inancında şu kader inkârcılarından doğruya daha yakındırlar. Çünki Allah celle celâlühû, “Şâyet Allah dileseydi onlar şirk koşmazlardı,“[34] “Şâyet Rabbin dileseydi yer yüzündekilerin tamamı hep beraber îmân ederlerdi,”[35] “Şâyet Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı”,[36] İslamoğlu: Aslında bunlar bayatlamış şeyler. Cevâb: Eski küflenmiş kâfirlerle çağdaş dinsizlerin ve İslâm düşmanlarının çiğneye çiğneye hakîkaten bayatlattığı bir sakız: İslâmî olan değerlere “bayatlamış şeyler” yaftasını asmaya kalkışmaları… “Allah dileseydi, elbette onları hidâyet üzere toplardı, o halde sakın câhillerden olma”,[37] “Allah dileseydi, onu işlemezlerdi; o halde onları iftirâlarıyla baş başa bırak”,[38] İslamoğlu: Ama diyeceksiniz ki hocam “kadere de iman etsek.” Hiçbir sıkıntısı yok, ama hangi kadere. Ne anlıyorsunuz kaderden? “Allah dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı”[39] ve daha nice âyetlerde bu manada başka nice sözleri buyuruyor, ona ne diyeceksiniz?.. Cevâb: Biz Kader’den, küfür sistemlerinin beslemeleri cüce beyinlilerinin anladığını değil, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem, Ashâb’ı ve Ehl-i Sünnet İslâm âlimlerinin tamâmının anladığını anlıyoruz. Allah’ı da mı -hâşâ- “asılsız bir kader inancı” ile karalayacağız, yahud O’na “sen de Müşrikler gibi düşünüyorsun” mu diyeceğiz? Söz aynı… (Devam edecektir.) Kaynaklar İslamoğlu: Biliyor musunuz, müşrikler kadere iman ediyordu ve Kur’an bize naklediyor bunu. Ne diyorlardı: “Eğer Allah dileseydi biz şirk koşmazdık”[33] diyorlardı ve Kur’an da bize bunu aynen iki yerde naklediyor. Ne dersiniz? “Ne mübarek adamlar” mı dersiniz, “vay ahlaksızlar vay” mı dersiniz? Allah’a bundan büyük iftira olur mu? Şimdi kadere iman mı etmiş oldular bu adamlar? Mayıs [10] Secde:19 [11] Hâkkah:52 [12] Teğâbun:11 [13] Cin:13 [14] Bakara:256 [15] Fetih:13 [16] Âl-iİmrân:179, A’râf:158, Hadîd:7 [17] Nahl:104 [18] Nahl:105 [19] Ankebût:47 [20] Bakara:99 [21] Âl-i İmrân:4 [22] Âl-i İmrân:19 [23] A’râf:36 [24] Ğâfir:4 [25] Beled:19-20 [26] Nahl:22,60, İsrâ:10,45 [27] Kur’ânda sadece “Melâike” kalıbının geçtiği (68) âyet vardır ki, diğer kelimeler ayrıdır. [28] Kamer:49,Ahzâb:38 [29] Bakara:177 [30] Bakara:232 [31] Bakara:62, Mâide:69 vd. [32] Bakara:285 [33] En’âm:148 [34] En’âm:107 [35] Yûnus:99 [36] Mâide:48 [37] En’âm:35 [38] En’âm:112 [39] Hûd:118 45 Hacı Şaban Efendi Hz. (I) Halit EŞKAN Y üce Allah gizli bir hazine idi. Bilinmeyi istedi ve sevdi; büyüklüğünü, kudretini, merhametini, nimetlerinin sonsuzluğunu, hikmetlerinin sırlarını, eserlerinin çeşitliliğini göstermeyi muradetti. Bu sebeple kâinatı bir tertip içinde ve yavaş yavaş yarattı. Sonra insanı topraktan halk etti. Ona kendi ruhundan üfledi ve bütün isimleri öğretti. Sonra onu kendisine halife yaptı. Yani hükümranlığı kendi adına kullanma mükellefiyeti ile yükümlü kıldı. şerifte i s i d a , Bir h anları b o ç n u n toplum r e l er emi r l i r i c a t “Am arı, oktorl ir.” d r e l lillerid e alim d r e i, arifl . kişiler lmıştır ı p a y i es nitelem Demektir ki insan cismi ile değil ruhu ile insandır. Kâinatın özüdür. İnsan küçük bir kâinat, kainat büyük bir insandır. Ve insan topraktan ziyade ruh-i paktır. Yüce Allah herşeyi insan için insanı kendisi için yaratmıştır. O halde yaratılışta gaye varlık insandır. “Yeryüzünde Allah! Allah! Diyen insan var oldukça kıyamet kopmayacaktır.” Hadis-i şerifi gaye insanında mümin olduğunun delilidir. Yaratılan ilk insan ile birlikte, biri ak, diğeri kara iki bayrak dikildi. Ak bayrağı diken Adem 46 Mayıs (a.s); kara bayrağı dikerek yol kesen, iblisti. Sonra Habil geldi. İnsanlar onun pak nurunun zıttı Kabil oldu. Adalet ve zulmün, simgesi olan bu iki bayrak altında, insanlar kıyamete kadar, toplanmaya devam edeceklerdir. Allah, insanların tek vücut halinde yaşamalarını murad etmiştir. Ve her birine kendi ihtiyaçlarını değil, her birine hepsi için gerekli olan şeyleri ilham etmiştir. Bu sebeple insanlar farklı meşreplerde yaratılmıştır. Neticede her insan kendi meşrebine uygun bir işe yönelmiş ve cemiyet hayatında sosyal sınıflar teşekkül etmiştir. Bu sosyal sınıflar içerisinde temayüz eden dört sınıf vardır ki, bunlar; amirler, alimler, tacirler ve ariflerdir. Bir hadisi şerifte “Amirler toplumun çobanları, alimler doktorları, tacirler emin kişileri, arifler delilleridir.” nitelemesi yapılmıştır. Amirler sınıfına gelince; Amirler seçkin sınıfın, en üstün şahsiyetleri arasından, adalet, liyakat, ehliyet, emniyet vasıfları ile muttasıf olma esasına göre seçilmiş olan, egemenlik gücünün devamı için dinin, toplum hayatının bütün birimlerin de etkinliğini sağlayan, Allah ve Resulüne itaat eden, Allah’ın hükümleri ile hükmeden, vahiy ile hareket ederek dönemlerinin sorunlarını çözebilme dehasına sahip olan, hayatın her anını Allah’ı görüyormuş gibi yaşayan, kalbinde Allah korkusu taşıyan, Hakk’a rıza noktasında sabit kadem olan, evrensel toplumun iyiliği için çalışan, bir millet için hayırlı olanın başka milletleri taklit etmeden yalnızca kendi özünden ve ihtiyaçlarından ortaya çıkan değerler olduğu şuuru ile hareket eden, bölüp hükmetme yerine birleştirip yöneten, ideal bir neslin yetişmesine öncülük eden, ekonomik ve ticari hayata işlerlik kazandıran, gelir dağılımında adaleti tesis eden, kâr getiren ve menfaat sağlayan kaynakları fırsat eşitliği esasına göre paylaştıran, halkın refah düzeyini yükselten, zahirinde mahrumiyet, iç tarafında kötülük ve günah olan fakirlikle mücadele eden, zenginlikle ortaya çıkan bozulma ve yozlaşmayı önleyici tedbirleri tedvir eden, ahlaki olamayan yasaları hukuken geçersiz oldukları için yürürlükten kaldıran. Beşeri her kanunun arkasında mutlaka beşeri bir zaaf olduğu gerçeğini müdrik olan ve mutlak hukuku tesis etmek için var gücü ile çalışan, saygın şahsiyetli, mütevazi, müşfik, yumuşak huylu olan ve halka güven vererek ve halkın güvenliğini sağlayan, öfkelendiği zaman adil olan ve topluma adaleti öğreten, koruyan ve kollayan, ötekileştirmeyen, toplumu bütünü ile kucaklayan, ahlak ve maneviyatın, dini hayatın, ilim ve irfan sahiplerinin koruyucusu olan, Rab olarak Allah’tan din olarak İslam’dan Resul olarak Hz. Muhammed (s.a.v)’i Allah’ın kendilerinden razı olduğu erdemli kişilerdir. Karşıt olarak kuvveti elinde bulunduran bu yüzden kuvvetin iktidarını hak sebebi sayan, bulundukları makamı, liyakat ve ehliyet itibarı ile temsil yeteneğinden mahrum olan, layık olmadıkları şeyler peşinde koşan, rahatına düşkün ve tembel olan bunun yanında devletin bütün imkânlarından yararlanarak, sefih bir debdebe içinde yaşayan, toplumsal taleplere karşı duyarsız olan, ayrıca soysuzlukla damgalanmış mütelallibe yöneticiler, saltanatlarını sürdürebilme adına devrimcidirler. Yani bir şeyi bir başkası adına yerini terke zorlayan, hakka dayanmayan, yönetimleri keyfilik, keyfilikte süreklilik ve ardışıklık şeklinde olan bir zihniyetin sahibidirler. Hukuk tanımayan, devletin va’z ettiği dogmatik hukuku ve kanun koyucunun çıplak iradesini adaletin yerine ikame eden, kanun eşittir adalet diyen, fikirler için makber, insan ile hakikat arasında perde olan ideolojilere beyinlerde taht kurma amacı güden, ideolojilerini her şeye hakim ve her şeyi tayin eden bir tanrı gibi topluma dayatan ve hürriyetin ana zemini olarak ilan eden, dolayısıyla hürriyeti tanımayan, devamla hür ilim ve ilmi hürriyeti, hür ahlak ve ahlakı hürriyeti, hür adalet ve adil hürriyeti yok eden, yüksek bir nam ile anılmak için kalkınmayı, milli kurtuluş ve selameti materyalizm ve dinsizlikle temellendiren, bu Yüce Allah herşeyi insan için insanı kendisi için yaratmıştır. O halde yaratılışta gaye varlık insandır. “Yeryüzünde Allah! Allah! Diyen insan var oldukça kıyamet kopmayacaktır.” Hadis-i şerifi gaye insanında mümin olduğunun delilidir. Mayıs 47 düşünceyi topluma dayatan, ıslahat adı altında yapılan her icraatı, din aleyhtarı bir mahiyete dönüştüren, toplumu ifsat eden maddeci ve din karşıtı devrimlerle insanlar arasındaki ve devletle toplum arasındaki güven duygusunu yok eden, tolumun bir kesimini potansiyel suçlu ve düşman kabul eden, nesiller arasındaki iletişim vasıtalarını ortadan kaldıran veya yozlaştıran, insanların eğitim haklarını ellerinden alan veya engelleyen, toplumu anarşiye ve kaosa sürükleyen, yükselen her feryadı kendilerine yönelik bir tehdit şeklinde algılayan, kendileri gibi düşünmeyenlere düşman olan ve zulmeden, kan, gözyaşı, kin ve nefrete dayalı icraatlarına hukukilik kılıfı uydurmaları için hukuk tanımayan, ehliyetsiz, ahlaksız, vicdansız, köle ruhlu ve şahsiyetsiz, halk düşmanı yargıçları vasıta eden bir yönetim anlayışı toplumun yararına değildir. Bu zihniyetin hamilleri, gafillerdir, dalalet ehlidir, zalimdir, haindir. Alimler sınıfına gelince; İlim Allah’ın sıfatlarındandır. Tam ve mutlak bilgi, Allah’a aittir. İlim bilgi, alim bilgili insandır. Alimlerin bilgileri kesbidir. Satırdan alır akıl ve irade sahipleri ile paylaşırlar. Allah ilimi dileyene verir. İnsanlar O’nun ilminden cüz’i bir kısmına muttali olabilirler. İlim Allah’a yaklaşmada, Allah’ın hikmetlerini, sırlarını, kudretini, büyüklüğünü idrak etmede insanın kendisini bilmesinde, şahsiyetinin oluşmasında insana acziyeti bildirmede vasıtadır. İlim olmadan medeniyet olamaz nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) “iyilik kalemdedir. Kıyamete kadar ona ehil olanlar çıkacaktır. İnsanlar kalemle ilerleyecekler kalemi elinde tutan alimin mürekkebi şehitlerin kanı ile denktir. İlim sahipleri ölüler arasında dolaşan diriler gibidirler.” buyurmakla, ilimin kıyamete kadar gelişmeye devam edeceğini haber vermektedir. Bilimde her şey ahlakidir. Ahlak, istekli davranış kaidelerine dönüştürülmüş dindir. Allah’ın emirlerine uygun bir yaşama biçimidir. Bu bağlamda kurtuluşa erenler, ilmi ile amil olan muhlis alimlerdir. Muhlis alimin nuru, isyan ateşini söndürür. Muhlis alim izzeti Allah katında arar, vicdanı bütündür. Vicdan insanı hürriyete, hür olmaya çağıran deruni bir sestir. Bu sese kulak veren alim, hür ilmi ve ilmi hürriyeti her şeyin üstünde tutar. “Dünyayı zindan eden olgunun, amirlerin zulmü değil alimlerin yağcılığıdır.” Gerçeğini bilir. İlmin haysiyetine göre davranır, dik duruşludur, kibirli değil mütevazıdır, elde ettiği hiçbir başarıda kendi gücünü görmez. Acziyetini müdriktir. Erdem sahibidir, kendini bilir, rabbini bilir. Bu manada alimler Rab olarak Allah’tan din olarak İslam’dan peygamber olarak Hz. Muhammed (s.a.v)’den razı olan, Allah’ında kendilerinden razı olduğu gerçek mutluluğu tadanlardır. Karşıt olarak; (Buna Mukabil) Kendi kültürlerine yabancılaşmış, milli şahsiyetini kaybetmiş, ruhları vatan değiştirmiş, fikren göç etmiş, mukallit, son derece kötümser, tenkitleri hep yıkıcı, sınırlı ve sığ düşünceli, Hak’kı red ve inkâr eden, dinsizliği fikri bir üstünlük alameti şeklinde algılayan, din terakkiye manidir diyen, tahsil hayatını cehalete dönüştüren, toplumun ananelerini, dinini ve medeni hayatını koruyacak, milli ahlak ve yaşayışını düzenleyecek, inanç ideali fikriyatını bilinçlendirecek olan seçkinlerin yetişmesini engelleyen, toplumun yaşayan dinamiklerinden habersiz olan, tarihini küçümseyen, ecdadını tahkir eden, geçmişi kötülemekle toplumda kendilerine yer edinmeye çalışan, Peygamber Efendimiz (s.a.v) “iyilik kalemdedir. Kıyamete kadar ona ehil olanlar çıkacaktır. İnsanlar kalemle ilerleyecekler kalemi elinde tutan alimin mürekkebi şehitlerin kanı ile denktir. İlim sahipleri ölüler arasında dolaşan diriler gibidirler.” buyurmakla, ilimin kıyamete kadar gelişmeye devam edeceğini haber vermektedir. 48 Mayıs başka milletlerin hayranı ve mukalliti olan, hayranı oldukları milletlere ayak parmak uçlarından bakmaları yüzünden çukurlaşan, onlar karşısında zelil, başları hep eğik ve belleri bükük duran, efendilerinden öğrendiklerini asıl manalarından başka bir şekilde anlayan ve yorumlayan, bu anlayışlarını topluma dayatan, topluma tepeden bakan, kendilerini azim, toplumu hor ve hakir gören, müfsit oldukları halde, ıslahatçı oldukları iddiasında bulunan fitne odakları ve şeytanın düdükleri olan aşağı tabakadan aydınlar fasıktır, ve toplum için zararlıdır. aldatmayarak huzuru sağlayan, malı verip marifeti alan, Rab olarak Allah’tan din olarak İslam’dan peygamber olarak Hz. Muhammed (s.a.v)’razı olan, Allah’ın kendilerinden razı olduğu bahtiyarlardır. Onların uzaklıkları yakınlıklarından, ölümleri hayatta olmalarından daha hayırlıdır. Yüce Allah onların helaklarından başka hiçbir şeylerini artırmasın. Arif, ahlaki ve manevi arınma sayesinde sezgi gücü ile anlayan, aklın idrak sınırının bittiği yerde, akıldan çok daha güçlü bir idrak mekanizması olan kalbi devreye soka bilen, kalp gözü açık olan, keşif ve müşahede yolu ile bilen, Allah’ı Allah ile tanıyan, marifetinin artması ile birlikte hayreti de artan, hayreti bilgisini aşan, sonuçta bildiği her şeyi unutan, marifetten aciz olduğunu müdrik olarak Allah’a iltica edendir. Tacirler sınıfına gelince; Arifler sınıfına gelince; Arif; tanıyan, bilen, aşina olan, halden anlayan, bilgisi marifet olandır. Marifet, gönlün Allah muhabbetiyle yanıp, yine onunla hayat bulması halidir. Tacirler toplumun emin kişileridir. Fütüvvet sahibidirler. Fütüvvet; vakar, doğruluk, ihlas, sabır, cömertlik, merhamet, hamiyyet, Arife, Allah’ın bildirmeiffet demektir. Fütüvvetin aslı Arifi görenler siyle hiç bir şey gizli kalmaz. imandır. İman eden müminAllah’ı hatırlarlar. Arifle Çünkü orada bilen kendisi dedir. Mümin kendinden emin hidayete erilir. Her şeyde ğil. Allah’tır. Mümin Allah’ın olunan insandır. Bu bağlamHakk’ı gören arifin sırtı nuru ile, arif Allah ile bakar. da tacirler, kıyamet gününde Kalpleri marifet nuru ile doludur. üzerinde kimsenin hakkı budünyaya, yüzü Allah’a Mümin Allah’ı zikirle, arif ise lunmayan, kötülüklere karşı dönüktür. yalnız Allah ile meşgul olur. iyilik eden, kendisi kadar başArif Allah’ın konuşan dili, kalarını da düşünen, halka hizmet gören gözüdür. Kendisi sustuğu halde, içinde eden, heva ve heveslerini ilah edinmeyen, cimrilik kapısını kapatıp, cömertlik kapısını açık tutan, hırs Hakk’ın konuştuğu bir Allah dostudur. kapısını kapatıp Hak’ka rıza kapısında sabit Arif dünya ile birlikte, ahiretten de yüz çevirmişkadem olan, halktan ümit kapısını kapatıp Hakk’ın reca kapısına iltica eden, dilini yalana, gıybete, tir. Arif sadece Allah’a aşıktır. Gönlünü vermiş malayaniye kapatıp zikir ve hikmetli sözlere muhabbetullahı almıştır. Allah’ın lütfu da, kahrı açık tutan, şeytani eylemler kapısını kapatıp, rah- da onun için aynı hoşluktadır. Arifin gönlü Allah’a mani eylemlere yönelen, misafirperver olan, hile- bağlıdır. Arifi görenler Allah’ı hatırlarlar. Arifle li veya çürük mal satmayan, müşterilerinden hidayete erilir. Her şeyde Hakk’ı gören arifin fazla para almayan, ölçü ve tartıda hile yap- sırtı dünyaya, yüzü Allah’a dönüktür. Alçak gömayan, tüketicinin faydasını gözeten, başkalarında nüllü ve cömerttir. Duruşuyla halkı Hakk’a davet kusur aramayan, kimseye kin tutmayan, büyüklere eden, kalbi Allah’ın sevgisiyle dolup taşan, zahiri hürmet eden, küçüklere şefkat ve merhametle mua- de batını da şeriat olan bir gönül eridir. Arş mele eden şeytana düşman olan, nefsine muhalefet ve Rahman’dır. Kalbi Allah’ın nazargâhı olan, cihan eden, dünya sevgisini kalbine sokmayan, yaramaz ve sultanıdır arif. çirkin huyları terk eden, dini ile dünyası çatıştıHak’tan ayrılmış olanlar dalalet ehlidir. Hem şaşğında dinini tercih eden, Allah’ın emirleri ile emreden yasaklarından kaçınan, hiç kimseyi kındır, hem de şaşırandır. (Devam edecektir.) Mayıs 49 Akıl Mürşid Olur Mu? Emre TOPOĞLU “Hıristiyanlar âlim olunca, Hıristiyanlıkla alakaları kesilir, Müslümanlar cahil olunca İslamiyet’le alakaları kesilir.” der Charles Mısmer. sif rak tav a l o ” ı pıs n, inin ka li (r.a.), “Di ı, r h e ş “İlim lan Hz. A olsayd k e c u e r n y i bu bil nın akılla n değil, altı ü e c e d i sa öz üzerin rdi”, s mestin lmesi gereki takınacağı di meshe rşısında aklın eçik olarak es ka ile din derece açık v adır. kt on tavrı s rtaya koyma o Evet, İslamiyet’te akıl ve nihayetinde kastedilen düşünmek, yani tefekkür elbette ve şüphesiz çok ama çok önemlidir. Zira bu hususta Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de muhtelif yerlerde birçok ayet bulunmaktadır. Fakat akıl, her hususu kavrama yetkisi noktasında yetersiz kalmakta, farklı unsurlar ile desteklenme zaruriyetine maruz bulunmaktadır. İslâm, akla büyük bir değer verir. Onu, Allah katında mes’ûl sayılmanın iki temel şartından biri olarak kabul eder. Akla bu derecede ehemmiyet veren İslâm, mü’minleri her vesîleyle, hayatın hakikatlerini ve ilâhî beyanların hikmetlerini tefekküre yönlendirir. Rabbimiz yarattığı sayısız varlık içinde insanı eşref-i mahlukat olarak yarattı. Onu akıl, 50 Mayıs En başta Kur’ân-ı Kerîm, daha sonra Kur’ân’ın şerh ve îzâhı mevkiinde olan Allah Rasûlü’nün Sünnetti, son olarak da Allah Rasûlü’nün izinde sadâkatle yürüyen, takvâ ehli, âlim ve ârif zâtlardır. İnsan, bunların tebliğ ve irşâdı olmadan, kendi kendine, ne aklını selîm hâle getirebilir, ne nefsini tezkiye edebilir, ne de kalbini tasfiye edebilir. izan gibi pek çok vasıfla tezyin etti ve imtihan için dünyaya gönderdi. Yarattığı kulların hususiyetlerini şüphesiz onlardan çok daha iyi bilen Rabbimiz, aklın gaye-i hak noktasındaki yetersizliği ciheti ile de insanlığa rehber olması sebebi ile 124 bin küsür peygamberi insanlığa göndermiş, vahiy ve kitaplar ile de hakikat yolunu böylelikle aydınlatmıştır. Bu dahi aklın belli hususlarda yetersizliğini göstermeye delil olarak yeterlidir. olması bakımından Peygamberler ve yaşayışları da önemli birer kaynaktır. Hâlbuki felsefe ve benzeri yollar, peygamberlerin tebliğ ve irşâdı olmadan, kendi gayretleriyle, hakikati anlamak iddiâsındadırlar. Lâkin insanlar, peygamberlerin hiçbir dünyevî karşılık beklemeden, Allâh’ın zât ve sıfatları hakkında verdikleri o muhteşem ilmin bir zerresini, binlerce senelik felsefî düşünce, araştırma, inceleme, müşâhede ve nefsi arındırma yoluyla bile elde edemezler. Hastanın aklı da onu hekime çeker, götürür. Ama aklı kendisine ilaç olamaz. İşte bu bağlamda fani hayatımızı anlamlandıran, bilinmeyen ve merak edilenlerini açıklığa kavuşturan, akıl ve kalp için her bakımdan tatminkar deliller ihtiva eden yegane kitap şüphesiz Kur’an-ı Kerim’dir. Yine bizlere yol gösterici Bu hususu Mevlana Hazretleri şöyle ifade ederler; “Çocuk aklı bile; kitapla meşgul ol! der. Fakat çocuğun kendi kendine kitaptan bir şey öğrenmesi mümkün değildir. Allah’ın fazl u keremine her boşboğaz yol bulsa idi, Cenab-ı Hak bu kadar peygamber gönderir miydi?” Peygamberler, tüm insanlık için, Allah’ın en büyük nimetidir. Onların Allah’ın zat ve sıfatları hakkında verdikleri muhteşem ilmin cüz’i bir kısmını bile, insanlar, binlerce senelik felsefi düşünce, araştırma, inceleme ve müşahede ve nefsi arındırma yolu ile elde edemezler. Bu hususta İmam-ı Rabbani Hazretleri de şöyle buyurur; “Peygamberler alemlere rahmettirler. Allah Teala bu yüce insanlar aracılığı ile bizim gibi cüz’i akıl sahiplerine kendi Zat’ını ve sıfatlarını bildirmiş ve bizleri anlayışımız nisbetinde Zat’ına ve sıfatlarına mahsus yüceliklerden haberdar etmiştir. Yine peygamberler vasıtası ile nelerden razı olduğunu ve nelerden hoşnut olmadığını bizlere bildirmiş, dünyevi ve uhrevi menfaatlerimizi zararlarımızdan ayırma imkanı bahşetmiştir. Eğer peygamberler olmasaydı, beşer aklı, ne Allah’ın varlığını (kamilen) idrak edebilir, ne de O’nun yüceliklerini kavrayabilirdi.” Mayıs 51 “İlim şehrinin kapısı” olarak tavsif buyrulan Hz. Ali (r.a.), “Din, sadece akılla bilinecek olsaydı, mestin üzerinin değil, altının meshedilmesi gerekirdi”, sözü ile din karşısında aklın takınacağı tavrı son derece açık ve seçik olarak ortaya koymaktadır. Yani dinin hükümlerini akıldan öğrenmek gerekseydi, namaz içinde kahkaha ile gülen kimsenin sadece namazının bozulması gerekirdi. Zira namaz içinde olmayan kimsenin kahkaha ile gülmesi, abdestine zarar vermez. İslâm’ın hükümleri dikkate alındığı zaman, böyle bir hareketi namaz içinde yapan kimsenin hem namazı, hem de abdesti bozulur. Bunun yanı sıra felsefe ve benzeri yollar, peygamberlerin tebliğ ve irşâdı olmadan, kendi gayretleriyle, hakikati anlamak iddiâsındadırlar. Lâkin insanlar, peygamberlerin hiçbir dünyevî karşılık beklemeden, Allâh’ın zât ve sıfatları hakkında verdikleri o muhteşem ilmin bir zerresini, binlerce senelik felsefî düşünce, araştırma, inceleme, müşâhede ve nefsi arındırma yoluyla bile elde edemezler. Ayrıca bir hakikattir ki, aklın ortaya koyduğu bilgiler; şüphe, tereddüt, hatâ, noksanlık ve yanılma tehlikelerinden hiçbir zaman tam olarak arınmış olamaz. Zira akıl; kanaatlerin, kalıplaşmış düşüncelerin ve dış çevreden gelen müsbet ve menfî telkinlerin az veya çok, ama mutlakâ tesiri altında kalır. Hırs, öfke, heves gibi zaaflardan; unutma, dalgınlık ve hatâ gibi kusurlardan bütünüyle kurtulamaz. Onun ulaştığı pek çok hüküm, bu dış renklerle boyanmış ve karışmış olarak ortaya çıkar. Yani akıl, hatâsız bir kaynak değildir. Kadim Yunan’da aklın zaafını gösteren şöyle bir hâdisenin yaşandığı nakledilir: dâvâyı kazandığı takdirde ödenecektir. Bunun mânâsı, talebe ilk dâvâyı kazandığı takdirde, öğrenim mükemmel olmuş ve hoca ikinci takside hak kazanmış demek olacaktır. Lâkin tahsil nihâyete erdikten sonra, talebe hocasına verdiği ilk taksidi kâfî sayıp ikinci taksitten vazgeçmesini ister. Bu istek yüzünden ilk dâvâ, hoca ile talebe arasında gerçekleşir. Duruşmada talebe, hâkimler heyetine: “–Ben bu dâvâyı kazansam da kaybetsem de bu parayı vermemem gerekir.” der. Hâkimin: “–Neden?” diye sorması üzerine de şu izahta bulunur: “–Dâvâyı kazanırsam, kararınız gereğince; yok eğer kaybedersem ilk dâvâyı kaybetmiş olduğum için, dâvâlıyla aramdaki anlaşma gereğince bu parayı vermemem gerekir.” Buna mukâbil, hocası filozof da aynı şekilde: Bir genç, hukuk tahsil etmek için bir filozofa mürâcaat eder. Bunun için kararlaştırılan ücretin yarısı peşin ödenecek, diğer yarısı ise, talebe ilk aldığı “–Ben bu dâvâyı kaybetsem de kazansam da bu parayı almam gerekir.” der. Yine hâkimin: Aklın; insan, kâinat ve bunlardaki hakikatlere bir ayna mesâbesinde olan Kur’ân-ı Kerîm üzerinde tefekkür ederken elde edeceği netice, tıpkı topraktan çıkarılan ham mâdenler gibidir. Bu mâdenleri mâmûl hâle getirense, îman muhabbetiyle dolu bir kalptir. 52 Mayıs “–Niçin?” suâline şu karşılığı verir: “–Kazanırsam, kararınız gereğince; kaybedersem, dâvâlıyla aramdaki anlaşma gereğince, parayı almam lâzım. Çünkü ben kaybettiğim takdirde o, dâvâ kazanmış olacak ve Allah Rasûlü’nün Sünnetti, son olarak da Allah Rasûlü’nün izinde sadâkatle yürüyen, takvâ ehli, âlim ve ârif zâtlardır. İnsan, bunların tebliğ ve irşâdı olmadan, kendi kendine, ne aklını selîm hâle getirebilir, ne nefsini tezkiye edebilir, ne de kalbini tasfiye edebilir. ikinci taksit için gereken şart gerçekleşmiş ve borç doğmuş olacaktır.” Görüldüğü üzere her ikisinin iddiâsı da gâyet aklî ve mantıkîdir. Demek ki akıl ve mantık, bu misalde olduğu gibi, zaman zaman kendi ördüğü duvarların içine kendini hapsedip çıkmaz sokaklara girebilir. Tıpkı bir duvara; “Buraya ilân asmak yasaktır!” diye, kendisi de ilân olan bir levha asarak kendi kendini tekzip etmek gibi… Aklın; insan, kâinat ve bunlardaki hakikatlere bir ayna mesâbesinde olan Kur’ân-ı Kerîm üzerinde tefekkür ederken elde edeceği netice, tıpkı topraktan çıkarılan ham mâdenler gibidir. Bu mâdenleri mâmûl hâle getirense, îman muhabbetiyle dolu bir kalptir. Nasıl ki derin bir kuyuya bakan insanın başı dönerse, Kur’ân’ın hakikatinde derinleşen bir kalbin duyuşları da sonsuza açılır, kulu hayret vâdilerinin yolcusu kılar, mârifetullah’tan hisseler almaya sevk eder. Bu sebeple her insanın, mânevî terbiyeden geçmesi zarûrîdir. Noksanlıklarını görüp telâfîsine gayret edebilmek için, kendi hâlini seyredebileceği bir hakikat aynasına ihtiyacı vardır. Kalp; hissiyâtın, yani duyguların merkezidir. Allah’tan gayrısından tasfiye edilerek mânen seviye kazanmış bir kalbin “hads, ilham ve sünûhât” kelimeleriyle de ifâde edilen salâhiyet ve kudreti, aklın sunduğu delilleri birleştirerek, tıpkı kırık bir vazonun parçalarını bir araya getirip aslî şeklini ortaya çıkarmak gibi, hakikatin kâmil mânâda idrâkini temin eder. Bu ayna; en başta Kur’ân-ı Kerîm, daha sonra Kur’ân’ın şerh ve îzâhı mevkiinde olan Hakikaten Kur’ân-ı Kerîm, kalbin seviyesi nisbetinde derinliğine dalınabilen uçsuz bucaksız bir okyanus gibidir. Nasıl ki yüzme bilmeyen biri, ancak sığ sularda kulaç atabilirken, mâhir bir dalgıç, denizin en derin yerlerine dalar; kıyıdakilerin göremediği, acâyip, garâip ve değişik manzaralarla bambaşka âlemler seyrederse, takvâ yolunda kalben merhaleler kat eden kimseler de Kur’ân’da pek çok hikmet tecellîleriyle karşılaşır, ondan gerçek mânâda feyz alırlar. Nasıl ki derin bir kuyuya bakan insanın başı dönerse, Kur’ân’ın hakikatinde derinleşen bir kalbin duyuşları da sonsuza açılır, kulu hayret vâdilerinin yolcusu kılar, mârifetullah’tan hisseler almaya sevk eder. Bu yazı, Muhterem Osman Nuri Topbaş Hocaefendi’nin sohbet ve eserlerinden derlenmiştir. Mayıs 53 Rufai Halka-i Zikrinde Kendilerine Salavat Okunan Peygamber Aleyhisselam Efendilerimiz Ve Unvanları Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Âdem (a.s) Allah’ın temizlediği kuludur. Safıyyullah denmesinin nedeni: Adem aleyhisselam yasaklı meyveden yedikten sonra Allah-u azimuşşan O’nun tevbesini kabul etmiş ve arındırmıştır. Bundan dolayı kendisine Safıyyullah denmektedir. Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Nuh (a.s) Allah’ın kurtardığı kuludur. Necıyyullah denmesinin sebebi: Tufan olayından Allah’ın Nuh aleyhisselamı kurtarmasından dolayı bu unvan verilmiştir. Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Şît (a.s) Allah’ın hibesidir. Hıbetullah denmesinin sebebi: Cenab-ı Hakk Habil’in ölümünden sonra Âdem As.’ın sabrına mükâfat olarak Şit As.’ı ihsan etti. Şit ismi İbrânice olup, Arapça karşılığı “Allah’ın hibesi” mânâsınadır. Not: Rufai Halka-i zikrinde ağızdan ağıza bu kelime “hubbetullah” olarak geçmiştir. Bunun doğrusu “hıbetullah”tır ve bu şekilde telaffuzun düzeltilmesi gerekir. Hubbetullah kelimesi doğru değil ve bir anlamı da yoktur. Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. İdris (a.s) eygamberi) anlamında bir unvandır. Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. İbrahim (a.s) Allah’ın halîlidir. Halil dost demektir. Kur’an’ı Kerim’de Allah’ın İbrahim aleyhisselamı “halil” edindiği anlatılmaktadır. (Nisa - 125 ) Bu yüzden kendisine Halilullah ünvanı verilmiştir. Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. İsmail (a.s) Allah’ın kurbanıdır. Kurban olayı malumdur. Bu olayda kendisini Allah’ın emrine kurban eden İsmail aleyhisselam “zebih” (kurban) unvanını almıştır. Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. İshak (a.s) Allah’ın nebisidir. Allah’ın nebisi (peygamberi) anlamında bir unvandır. 54 Mayıs Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Şuayb (a.s) Allah’ın günahlardan arındırdığı kuludur. Kavminin şirke bulaşması, tartı ve terazide hile yapmasına karşı Allah’ın kendisini tezkiye ettiği kulu anlamında bir unvandır. Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Musa (a.s) Allah’ın konuştuğu kuludur. Allah’ın kendisiyle konuşmasından dolayı Musa aleyhisselam “kelimullah” Allah’ın konuştuğu kulu unvanı verilmiştir. Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Davud (a.s) Allah’ın kendisine hükümranlık verdiği kuludur. Allah-u Teâla Davud aleyhisselama hem peygamberlik hem de dünya saltanatı hükümdarlık vermiştir. Bundan dolayı kendisine “atıyullah” unvanı verilmiştir. Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Süleyman (a.s) Allah’ın mührüdür. Davud aleyhisselamın oğlu olan Süleyman aleyhisselam da hem peygamber hem de hükümdardır. Öyle bir hükümdardır ki yeryüzünde Allah’ın mührüdür. Cinler, kuşlar rüzgâr emrine verilmiştir. Bu yüzden kendisine “Hatemullah” unvanı verilmiştir. Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. İsa (a.s) Allah’ın kendi ruhundan üflediği kuludur. İsa aleyhisselam Babasız doğmuş ve doğuşu Kur’an’ı Kerimde Âdem aleyhisselamın yaratılışına benzetilmiştir. Tertemiz iffet abidesi Hazreti Meryem ruhun üflenmesiyle hamile kalmıştır ve bu sebeple İsa aleyhisselama “ruhullah” unvanı verilmiştir. Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur. Şeksiz hakk dır, doğrudur ki; Muhammed (s.a.v) Allah’ın rasulüdür. Hatemun nebiyyin ve hatemerrusul olan efendimiz aleyhisselamın unvanı pek çoktur ama halka-i zikirde “resulullah” unvanı zikredilmektedir. Allah’u Teala’nın salat ve selamı onların üzerine olsun. Mayıs 55 Ahmet Yuter: “Cami hayatın merkezidir. Cami olmazsa olmazımızdır. Cami hayatın kendisidir.” Röportaj: Aydın BAŞAR T i r. Cam i d i z e e rk atın m y a Cami h . r i ı d m z a ı C ım ezli olmaz a s z i merk a m a olm C ir. ndisid e k ımızı n m ı ı t d a a y a h iye zli da cam t a y merke a i h m a .C nın başlar k a havası r a n i at n i am ne yince c e d e r ye r i t h a n ı t hay ya n nun ha u s . Bunu u m k u o r k o y nlı ın asını a m n arımız ı l ş k ta u c o ç lhassa ını için bi rılmas ı t ş ı l a e camiy rum. o y i s m öne 56 ürkiye’nin en çok ses getiren kültürel cami projesi olan “Aydınlar Camide” projesinin sahibi ilahiyatçı yazar Ahmet Yuter Hocamızla çalışmalarını, projelerini ve eserlerini konuştuk. Böyle iyi örneklerin çoğalması ve yaygınlaştırılması dileklerimizle, siz değerli okuyucularımızı hocamızla yapmış olduğumuz mülakat ile baş başa bırakıyoruz. Muhterem Hocam, öncelikle bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız? 1963 Amasya ili Merzifon ilçesi Yakacık köyü doğumluyum. İlkokulu köyümde, orta ve liseyi Merzifon İmam Hatip’te okudum. İlahiyatı açık öğretim vasıtasıyla bitirdim. Okumayı, yazmayı çok sevmekteyim. Kültür, sanat, edebiyat, kitap, musiki ilgi alanıma girmektedir. 1983’den beri de minber, mihrap, kürsü hizmetlerini Diyanet İşleri’ne bağlı çeşitli camilerde yürüttüm ve halen yürütmeye devam etmekteyim. İlk altı yılımızı Merzifon’un köylerinde geçirdik. 1989’dan beri İstanbul Zeytinburnu Müftülüğü’ne bağlı Çarşı Camii’nde vazife yaptıktan sonra 1991’den beri de şuan içinde bulunduğumuz Topkapı Teknik Oto Sanayi Sitesi Çinili Camii’n- Mayıs de vazifemi sürdürmekteyim. Meslek hayatımda otuz birinci yılımın içine girmiş bulunmaktayım. Yazı hayatınıza nasıl başladınız? 1981 yılında “Ona yalvarış” ismindeki ilk şiirim Can Kardeş dergisinde yayımlandı. İlkyazım da Yeni Düşünce diye haftalık bir yayın organı vardı, orada yayımlandı. Daha sonra çeşitli basın yayın organlarında makalelerim, şiirlerim yayımlanmaya devam etti. 18 tane irili ufaklı kimisi telif, kimisi yayına hazırlama suretinde kitap çalışmamız mevcut. Son çalışmamız ise henüz yayımlanmamış olan “Gül Efendim” isminde sadece Sevgili Peygamberimiz aleyhis selatü ve selam’a dair yazdığım şiir ve yazılarımı bir araya getirdiğim çalışmamızdır. Hocam diğer kitaplarınız hakkında da bilgi verir misiniz? Yazmadan önce okumayı seviyorum. Çok iyi bir okur olmamama rağmen okumaya gayret ediyorum. İmam hatiplik vazifesinde de hâlâ iyi bir imam ve hatip olmaya çalışıyorum. Bu vazifenin mânâları o kadar ağır ki Cenab-ı Hak onu taşımayı nasip eylesin. Eserlere gelince bunlardan bazılarına değinecek olursam şunları söyleyebilirim. Şimdiye kadar tek başına bir konu olarak ele alınmamış bir konu olan “komşuluk” üzerine ilk kitap fakire nasip oldu. “Çocuk yetiştirmede altın kurallar” diye bir çalışmamız oldu. Ben çocuk eğitimi ile de ilgilendim, bu konuda ders veren akademisyenlerin de derslerinde bulundum. Çok notlar tuttum ve onlardan istifade ettim. Bu konu, ilgi alanıma da girdi ve bu konuyu önemsedim. Bir diğer çalışmamız, özellikle anne baba çocuk ilişkilerinde olumlu yönden katkı sağlamasını düşündüğümüz, ailede ve toplumda görgü kurallarını anlatan bir kitaptır. Bu konu çok ilgi de uyandırdı, birçok sivil toplum kuruluşundan, derneklerden, vakıflardan bu eserle ilgili sohbet yapmamız istenildi. Okulda, evde, camide, so- kakta, toplu taşıma araçlarında ve her yerdeki görgü kurallarını ciddi şekilde ele aldığımız bir eserimiz oldu. Bu çalışmayı beş tane bu alanla ilgili akademisyen hocamızın nezaretinde tamamladım. Ümit Meriç, Neval Sevindi, Mehmet Dikmen, Mustafa Şahin ve Osman Sezgin gibi önemli isimlerin katkılarıyla yayımlanmış oldu. Ayrıca 1994’ten beri biz bu camide Kürsüden Akademik Sohbetler platformu oluşturduk. Dört cilt halinde buradaki yapılan konuşmaları neşrettik. Daha bir dört cilt kadar yayınlanacak konuşmalar var. Bunlar ilk defa bu camiye nasip olan güzellikler. Türkiye Olimpiyat Komitesi ilk defa bu camideki hizmetleri fair play ödülüyle ödüllendirdi. İlk şiir kitabım ise “Haberin var mı” adlı dini, edebi, ahlaki şiirlerimden oluşan bir kitaptır. Vaaz hutbelerimden oluşan “Kur’an Yolu” kitabım da bir başka eserimdir. Bir başka eserim “Hayatı kolaylaştıran kurallar” diye hem hanımları, hem beyleri, hem çocukları ilgilendiren bir kitabımızdır. Bu eserimizde hayatı yaşanır hale nasıl getirebiliriz sorusunu irdelemiş olduk. En çok sevdiğim kitaplarımdan birisi de Nesil Yayınlarından çıkan “Medine ikliminden esintiler” isimli merhum Ali Ulvi Kurucu’yu anlatan bir portre çalışmasıdır. Bu eserde Üstad’ın hiçbir yerde yayımlanmamış sohbetlerini, özellikle bizim camimizde yaptığı sohbetlerini yayımlamış olduk. Bize camideki faaliyetlerinizden de bahseder misiniz? İmam, önder, lider, yol göstericidir. Bir mahallenin, muhtarı, öğretmeni, psikoloğu gibi bir mahallenin her şeyi olmalı imam. Benim aklımdaki imam profili bu şekildedir. Sadece camiyi açıp kapayan değil veya sadece ezan okuyan, vaaz veren ve namaz kıldıran değil… Bu düşüncelerle biz 1994’te Prof. Dr. Mim Kemal Öke Hocamızla Akademik Sohbetlerimizi başlattık. Yani üniversite kürsülerinde ders veren hocalarımızı, sanatçılarımızı, doktorlarımızı ve yazı dünyasından şair ve yazarları cami cemaatiyle buluşturduk. Burada, tıp, hukuk, sanat, ilahi- Sevgi odaklı cami hizmeti vermek lazım… Minberi, mihrabı sevdirerek bu işi yapmak lazım… Gerektiğinde futbol oynatarak, gerektiğinde jimnastik yaptırarak, gerektiğinde hediyeleşerek çocukları camiye çekmek lazım… Mayıs 57 yat, iktisat, kimya, astronomi gibi alanlardaki bilgiyi birikimi topluma yaymaya çalıştık. İlmi sahanın otoriteleri bu camiye geldiler ve teknik imkanlardan da yaralanarak sunumlarını gerçekleştirdiler. Bu çalışmaları yaparken cami edebine ve adabına riayet etmeye son derece özen gösterdik. Dünkü Cuma itibari ile tam 620 hocamız konuşmuş oldu. Tekrarla birlikte 1100 civarında bir sunum gerçekleştirilmiş oldu. Çok şükür şuan bu çalışmamızda yirminci yılın içerisine girmiş olduk. Bu arada camimizde iki bin kitabı olan kırk kitaplıklı bir kütüphanemiz oluştu. Çevremizde üniversiteler var, biz bu kütüphaneyi oradaki okuyan üniversite öğrencilerine hitap edecek şekilde hazırladık. Bir de camimizin vesile olduğu hayırlı hizmetler oldu ki bunlardan bir tanesi de Türkiye’nin on ayrı bölgesine on bin kitap gönderdik. Bazen okullarımızdan, bazen yeni kurulan vakıf ve derneklerimizden, bazen hapishanelerden ihtiyaç hissedenlerin isteği doğrultusunda kitap ihtiyaçlarını karşıladık. Nereden bize bir kitap isteği geldiyse oralara kitap göndermeyi çok önemsedik. Gönderdiğimiz kitaplar da öyle yırtık pırtık değil, yeni ve faydalı kitaplar olmuştur. Artı biz bu camide dört sefer kan bağış kampanyası düzenledik. İki sefer uyuşturucu ve sigara ile ilgili Yeşilay kampanyası yaptık. Bugüne kadar belki bine yakın insanın sigarayı bırakmasına önayak olduk. Bu konuda yaptığımız özel dua terapileri çok etkileyici oldu. Sigara ile ilgili programlarımızdan sonra toplu halde sigarayı bırakanlar oldu. Yapmış olduğunuz bu hizmetler başka ne gibi hayırlara vesile oldu Hocam? Bu sohbetler vesilesi ile boşanmaktan vazgeçenler, intihardan dönenler oldu. Gençlerin özellikle cumaya alışmaları sonra da beş vakte alışmalarına vesile oldu. Mesela rahmetli Ömer Lütfi Mete, Yusuf Suresi’ni bir senarist gözüyle anlattığında üniversiteli gençler çok ilgi göstermişti. Mesela sanatçılardan Yaşar Alptekin geldiğinde de aynı ilgi olmuştu. Oktay Sinanoğlu, Yavuz Bülent Bakiler, Mete Işıkara, Orhan Kural, Ahmet Kabaklı, Ahmet Özhan, Hayrettin Karaman, Suat Yıldırım, İbrahim Canan, Hasan Cihat Örter, Ahmet Yüksel Özemre gibi birçok isim hep ilgiyle karşılandı. Tabi biz bütün bu çalışmalarımızı İstanbul Müftülüğü ve Zeytinburnu Müftülüğü’nün müsaadesi ile yaptık. Hiç müsaadesiz 58 iş yapmadık. Önemli olan insanın hem ruhunu, hem kalbini, hem kafasını, hem bedenini toplu bir şekilde sahiplenmesi, bu doğrultuda kendini aydınlatması, bilgilenmesi olduğunu düşünerek biz bu işe giriştik. Çünkü insanımızın aydınlandığı zaman, kendi huzuruna, ailesinin huzuruna ve iş dünyasındaki huzuruna katkı sağlamış olacağını düşündük. Yani üç kelime ile amacımız “insanı mutlu etmek”tir. Zaten dinin de amacı budur. Cami merkezli hayat denilince ne düşünüyorsunuz? Bir de çocukların camiye alıştırılması konusundaki fikirleriniz nelerdir? Cami hayatın merkezidir. Cami olmazsa olmazımızdır. Cami hayatın kendisidir. Cami merkezli hayat da camiye adımımızı atarak başlar. Cami merkezli hayat deyince caminin havasının kokusunun hayatın her yerine taşınmasını anlıyorum. Bunun için bilhassa çocuklarımızın camiye alıştırılmasını önemsiyorum. Meskun bir yer olmamasına rağmen camimiz yazın hiç boş kalmadı. Kırkın üzerinde çocuk ile spor ve eğitim merkezli faaliyetlerimizi gerçekleştirdik. Çocukların camiyi sevmesi, imamı sevmesi, namazı sevmesi, dini sevmesi başlı başına çok mühim bir konudur. Camiden, imamdan, namazdan, dinden korkan nesiller anarşist olabilir. Allah muhafaza kendisine, ailesin ve toplumuna zarar verebilir. Neden? Ahlaki değerlerden uzak olarak yetişen bir insan ruh açlığı içinde kalır. Kalp ve akıl açlığı içinde kalır. Sadece bedeninin doyması onu tatmin etmez. Dolayısıyla camilerdeki vazifeli arkadaşlarımıza da çok vazifeler düşüyor. Sevgi odaklı cami hizmeti vermek lazım… Minberi, mihrabı sevdirerek bu işi yapmak lazım… Gerektiğinde futbol oynatarak, gerektiğinde jimnastik yaptırarak, gerektiğinde hediyeleşerek çocukları camiye çekmek lazım… Mesela biz her bayram sabahı çocuklarımıza bayram harçlığı dağıtırız. Her kandilde çocuklarımıza hediyeler dağıtırız. Çocuk bir şekilde caminin güzelliğini fark ediyor ve oraya gönüllü geliyor. Vermiş olduğunuz kıymetli bilgilerden dolayı çok teşekkür ederim. Ben teşekkür ederim. Bu vesile ile tüm Burhan Dergisi okurlarına selamlarımı iletiyorum. Mayıs Ayrılır İmiş Bu dünyanın hangi kahrın çekeyim İnsan sevdiğinden ayrılır imiş Ölüm vardır her dem boyun bükeyim Her kardeş kavminden ayrılır imiş Her ne gelse bize sübhanımızın İbadet taatte noksanımızın Hiç kıymeti yoktur cismanımızın Bu ruhta bedenden ayrılır imiş Nice şahlar ölmüş yatmış toprağa Niceler cennette binmiş burağa Kimin genç öldürür kimin pir ağa Pirlikte gençlikten ayrılır imiş Zelili (Mehmet) itibar etme dünyaya Bir gün varacaksın elbet kübraya İlimde amelde eyleme riya Günahta sevaptan ayrılır imiş Zelili (Mehmet ÇAĞLAYAN) 1927-1982 Mayıs 59 Seyda Molla Bahri Yusuf KARAGÖZOĞLU Medrese Eğitimiyle Tasavvufi Disiplini Bir Arada Kendinde Toplayan Bir Alim: Seyda Molla Bahri Sözler başlamadan evvel bizleri eşrefi mahlukat sünün ü s e v lının ip ya ma n ü d vazgeç O n e d n i heves dip geçici kber e e ı d a h e ci , din-i n ı n a nefsiyl lam rle cila i k i rlığını z a i t k n i a b c l an ka p amın s l s i i n el dedi m a e Mübi l y i ek nın ilm iştirer t e y i c yapma ren . tını öğ a k yordu ı e d z a n t u u n on süruru n i n e ve r m olarak yaratan bize her türlü rızık veren yine bizlere hidayet kaynağı olarak kitabı Kuran-ı Kerim’i bahşeden ve bizleri Hatemu’l-Enbiya Hz. Muhammed Mustafa’ya (S.A.V) ümmet yapan Allah’a hamd eder, O’nun Kutlu Nebisi ve Ashabına salat ve selam ederim. İslamın ilme öğrenmeye ve alime verdiği önem malum. Cenabı Mevla bir ayeti kerimede “Kulları içinde Allah’dan ancak âlimler (gerektiği gibi) korkarlar” (Fâtır/28) Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) ilim öğrenme hususunda “İlim öğrenmek, erkek ve kadın her müslümanın üzerine farzdır.” (İbn-i Abdulberr, Muhtar)buyurmaktadır. Alimler, peygamberlerin varisleridir (Ebû Davud, Tirmizî). Aynı zamanda alimler toplumun önderleri, hakkın 60 Mayıs hak bilip ona ittiba eden batılı batıl bilip ondan kaçınan, insanları hayra teşvik edip şerden men eden, bir kandil gibi onları aydınlatan, onlara ilim ve hikmet pınarlarından içiren, nasihatleriyle insanların kalplerini yumuşatıp istikamete sevkeden, isyanda ve günahkar kullara tevbeyi hatırlatan, insanlar arasında Allah’tan en çok korkan, toplum içinde varlıkları ganimet, ölümleri musibet, ihlas ve takvalarından dolayı ilahi yardıma mazhar olan Allah’ın kendilerini güzel bir ahlak ve ilimle şereflendirdiği veli kullardır. İşte Molla Bahri de Allah’ın bu veli kullarından biriydi. Yakın zamanda vefatı başta Elazığ ili olmak üzere Türkiye’nin doğusundan batısına birçok eş dost ve sevenini üzmüştür. Kolay değil böyle bir uluçınarın yetişmesi, o ilim, cihad, takva eriydi; konuşması zikir, susması tefekkürdü, bakışlarında ibret vardı, gerektiğinde kal ehli gerektiğinde hal ehli olurdu; yanına gelenlere öğüt ve nasihat eder, Allah’ın Kelamı ve Kainatın Efendisi’nin sünnetini anlatırdı. Seyda molla bahrinin kısaca hayatını aktarmak istiyorum. 1921 yılında (Hicri1339, Rumi1337) Palu’ya bağlı yeni adıyla Gemtepe (Ğeydmem) köyünde doğdu. Babası köyün önde gelen simalarından İsmail Efendi’dir. Ona adını babasının dostu, Şeyh Said hadisesinde çokça adı geçen, sonunda da idam edilen Şeyh Şerif koydu. Adı Bahri’dir deyince Bingöllü Hacı Süleyman Efendi (Şeyhin müridi) “Efendi biz buralarda Bahri adını hiç duymadık. Buralarda Bahri adı yok. Neden Bahri adını koyuyorsunuz.” deyince, Şeyh “O ilim deryası olacak. Bunu göreceksiniz. Onun için adını Bahri koydum” diye cevap verir. Daha küçük yaştayken babasından Kur’an dersi almaya başladı. Daha sonra köylerine imam olarak gelen Bingöl’e bağlı Çan köyünden Molla Hasan Efendi’den Kur’an derslerini almaya devam etti. Bir yıl sonra Molla Hasan Gökdere’ye bağlı Züver köyü- ne gitti. Oda dayılarının köyü olan Züver’e giderek Ondan Kur’an dersi almaya devam etti. Kur’an-ı hatmettikten sonra büyük Ğeylan köyüne gitti. Burada da Molla Mustafa Efendi’den yedi yıl fıkıh derslerini okudu. Molla Mustafa’nın vefatından sonra Karakoçan’a bağlı yığ (yeni adıyla Bulgurcuk) köyüne gitti. Sarıcan’lı Seyda Molla Muhammed burada imamlık yapıyor ve dersler veriyordu. İki yıl Bulgurcuk’ta Seyda Molla Muhammed’den okumaya devam etti. 1954 yılında Seyda Molla Muhammed vefat etti. Tahsilini henüz tamamlayamamıştı. Bunun için Diyarbakır’a gitti. Bir yıl Diyarbakır’da aslen Siirt’li olan Molla Said Cimzırk’ın derslerine devam etti. 1955 yılında burada tahsilini tamamlayarak hocası Molla Said’den icazet aldı. 1955–1960 yılları arasında Ğeydmem köyünde dersler vermeye başladı. Her yıl 50 - 60 civarında talebesi olurdu. 1960–1986 yılları arasında da Karakoçan’a bağlı Bulgurcuk köyünde tedrise aralıksız devam etti. Her gün sabah evden çıkar gece yarılarına kadar medresede dersler vermeye devam ederdi. 1960–1986 yılları arasında da Karakoçan’a bağlı Bulgurcuk köyünde tedrise aralıksız devam etti. Her gün sabah evden çıkar gece yarılarına kadar medresede dersler vermeye devam ederdi. 1986 yılında Elazığ’a yerleşti. Son yıllara kadar burada da İslamın ilme öğrenmeye ve alime verdiği önem malum. Cenabı Mevla bir ayeti kerimede “Kulları içinde Allah’dan ancak âlimler (gerektiği gibi) korkarlar” (Fâtır/28) Mayıs 61 Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.V) ilim öğrenme hususunda “İlim öğrenmek, erkek ve kadın her müslümanın üzerine farzdır.” (İbn-i Abdulberr, Muhtar)buyurmaktadır. Alimler, peygamberlerin varisleridir (Ebû Davud, Tirmizî). dersler vermeye devam etti. Takvimler 6 Nisan 2014 ü gösterdiğinde dar-ı bekaya göç edip hayatı boyunca Rızay-ı Bariyi kazanmak için çabaladığı en sevgili dostuna kavuştu. İnsanların dünya debdebesi ve hırsından göz açamadığı vakit O dünya malının ve süsünün geçici hevesinden vazgeçip nefsiyle cihadı ekber edip kalbini zikirle cilalamanın, din-i Mübin-i islamın sancaktarlığını yapmanın ilmiyle amel dedip onun zekatını öğrenci yetiştirerek vermenin sürurunu tadıyordu. Hiç şüphesiz o yaşadığı çevrede aşiret kavgaları, köy kavgaları, arazi ve sınır ihtilafları, ölüm ve yaralamalar gibi çokça olaylarda aracı olur. Saygın kişiliği ile tarafları bir şekilde uzlaştırıp barıştırır. 93 yaşında olan Seyda’nın beşi kız üçü erkek sekiz çocuğu vardır. Devlet Eski Bakanlarından Ahmet Cemil Tunç’un babası ve Elazığ Belediye Başkanı Mücahit Yanılmaz’ın kayınpederi olan Molla Bahri’nin en önemli özelliği ise, emsali şeyh ve alimlere karşın, kendi şeyhi Haydar Baba gibi Milli Görüş Hareketine ve Erbakan Hoca’ya olan ilgi, alaka ve bağlılığıdır. Sohbetlerinde cihad ibadeti ayrı bir yer tutardı. Talebelerine, “Gücüm olsa da kapı kapı gezip hakkı tebliğ etsem” diyerek öğrencilerini bu yolda mücadele etmeye teşvik ederdi. Cömerttir. Denilebilir ki; şöhretinin bir kısmını ilim ve irfanından dolayı kazandıysa, bir kısmını da cömertlikten ve misafirperverlikten kazanmıştır. Evinden misafir eksik olmaz. Misafire ikram etmekten büyük bir haz alır. Hiçbir zaman dünyalıkta gözü olmadı. Zaten dünyalık olarak oturduğu evin dışında hiçbir şeyi de yoktur. Dostlarına ve arkadaşlarına karşı çok vefalıdır. Dost, akraba ve hasta ziyaretlerini imkânı ölçüsünde ihmal etmez. Hayırseverdir. Akraba ve yoksullara karşı çok merhametlidir. Sahip olduğu imkânları hiç kimseden esirgemez. Herkesin derdiyle dertlenmek gibi bir yaradılışa sahiptir. Seyda tarikat ehliydi, disiplinli bir tasavvufi yaşantısı vardı, Elazığ’ın Kırklar mahallesinde kendi adıyla bilinen Molla bahri camiisinde gençlere ilmi sohbet eder ve onlarla birlikte zikir meclisi kurardı. Bir kadiri tarikatına mensup olup bu silsileyi sürdüren seyda Molla Bahrinin haftanın belirli günlerinde sesli zikir halkaları yapıp zikir meclisini aşk ve vecde getirdiğini bizzat bu halkaya katılıp zikir yaptığım için biliyorum. Paslı ve hastalıklı kalpler ancak zikirle yumuşayıp tevbe-i nasuhla istikamet bulur, kalplerdeki kin hased, dünya hırsı, kıskançlık, gıybet, riya gibi hastalıklar ancak zikir cilası ve istiğfar etmekle azalır. Yine Seydanın bizzat kendi düzenlediği ilim irfan sohbetlerinde bulunmuşluğum vardır, o yumuşak ses tonu ve mütebessim yüzüyle dinleyenleri mest edercesine Kuran ve Sünnetten deliller getirip ilmi bir uslupla akıllardaki şüpheleri izale ederdi. Seyda’nın tefsir, hadis, fıkıh, kelam, akaid, ve tasavvuf gibi müstakil islami ilimlerde derinleştiğini biliyoruz, kalplere şifa olan, ruhları tezkiye eden bu ilimleri Kuran ve Sünnet menbaından geçirerek etrafına öğretiyordu, Molla Bahrinin ilim öğretmede eski alimlerin usul ve metodunu mu kullanıyordu. Seyda’nın günlük yaptığı zikir ve virdler, ihti- 62 Mayıs mam gösterdiği sünnetler ve nafile ibadetler vardır. Âişe (r.anhâ)’dan rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Kendinizi güç yetirebileceğiniz amellere veriniz. Çünkü siz usanmadıkça Allah usanmaz. Allah katında amellerin en sevimlisi, az bile olsa, devamlı olanıdır.” Nitekim Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir amel işledi mi ona devam ederdi.(Müslim, musâfirîn, 215, 218, gibi ameller ve vakitler de günlük virdlere girer. Vird ve zikirle, bağımlı olan ameller oruçlu geçirmemiz mendup olan günler, halkın kendilerinden gafil olduğu kuşluk ve gece namazları da günlük virde dahil olan şeylerdir. Rahmetli seyda Molla bahrinin alim olmanın yanında fakih ve arifi billah (hak ehli), mutasavvıf 221; sıyâm 177; Nesaî, kıble 13, kıymu’1-leyl 17; iman 29, Ibn Mâce, zuhd 28; Muvatyönü vardı, medrese ilmiyle tasavvufu (kadiri tarita, salatu’1-leyl 4; Ahmed b. Hanbel, VI, 40-51, 61, 84, 122, 168, 199, 212. 231, 233, katı silsilesini sürdürmesi) meczetmesi onun fakih241, 244, 250.,Sünen-i Ebu Davud Tercemem ve Şerhi, Şamil Yayınları: 5/216) Bu lik ve mutasavvıflık vasıflarını birleştirdiğin gösterir. hadis her müslümanın günlük amelleri gücü Yani şeriat ve tarikat Nitekim peygamberimiz (sav) ve kapasitesi nisbetinde devam etmesi gerek- “Bildiği ile amel edene Allah bilmediklerini öğretir” (Münavi, Feyzu’l-Kadir, 4:388; Gazali, El-Munkızu mine’d-Dalal, 60;) tiğine işaret eder. Peygamhadiste; “Onlara biz öğreberimiz Hz. Muhammed tiriz” (Tevbe/101). “Allah Mustafa sallallahu aleyhi Alimler toplumun önderleri, Âdem’e isimleri öğretti” ve sellem şöyle buyurmuşhakkın hak bilip ona ittiba eden batılı (Bakara/31). “Allah hatur “Gerçek şu ki, bazen batıl bilip ondan kaçınan, insanları diselerin te’vilini sana kalbime bulanıklık çöhayra teşvik edip şerden men eden, bir öğretti” (Yusuf/6). Yine küyor. Ve şüphesiz ki bir âyet: “Onların bilmekandil gibi onları aydınlatan, onlara ben, Allah’a günde yüz diği şey, size öğretildi” ilim ve hikmet pınarlarından içiren, defa istiğfar ederim.”( (En’am/91) ayetlerinde işaMüslim, Zikir: 41; Ebû Davud, Vitr: 26) nasihatleriyle insanların kalplerini başret edildiği üzere salih kul ka bir hadislerinde : “Bir yumuşatıp istikamete sevkeden, çalışarak elde edilen ilimde kimse günde yüz defa yani kesbi ilimde belli bir sübhânallâhi ve bi-hamyol kateder, ihlaslı bir şeklide dihî derse, onun günahları deniz köpüğü kadar rızayı ilahiyi gözeterek ilmiyle amel ederse ona kesbi bile olsa hepsi bağışlanır.” (Buhârî, Bed’ü’l–halk 11; Daavât ilimden sonra vehbi ilim verilir, nitekim molla bahri 64, 65; Müslim, Zikir 28. Ayrıca bk. Tirmizî, Daavât 59, 62; İbni Mâce, Duâ 14.Riyazü’s kesbi ilim olarak Fıkh-ı zahir (fıkıh) ve vehbi ilim olaSalihin - İmam Nevevi Tercüme ve Şerh: Prof. Dr. M. Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail Lütfi rak fıkh-ı batını (tasavvuf) kendinde toplamıştır. Çakan, Yrd. Doç. Dr. Raşit Küçük) buyurmuştur. Günlük istiğfar, resule salat getirme, günlük tehlil ve tesbihler, Tasavvufun diğer islami ilimlerle münasebebelirli ameller yapmamız teşvik edilen vakitler, ti hakında selefi salihinin sözlerini aktaralım. İmam mesela Cuma gün ve gecesinde peygambere Malik (ra) “Kim ilim okur da tasavvuf ehli olsalat getirme, o günde Kehf Suresini okuma mazsa fasık, kimi de tasavvuf ehli olupta ilim okumazsa zındık olur. Kim ikisinin arasında, yani alim hem de mutasavvıf olursa hakikat sahibi olur.” (Keşfu’l-Hafa; 1/341) Haris el-Muhasibi’nin “Allah seni muhaddis mutasavvıf kılsın, mutasavvıf muhaddis kılmasın.” sözünün manasını Ebu Talib Mekkî (386/1005) şöyle izah ediyor: “Sen önce hadis ve eser öğrenir, sünnet ve fıkıh hakkında bilgi sahibi olur, sonra zühd ve ibadet yolunu tutarsan yükselir ve ârif bir sûfî olursun. Tersine önce ibadet, takva ve manevî hallerle meşgul olur, sonra ilim ve hadis öğ- Mayıs 63 renmeye çalışırsan, hadisi ve dinin esaslarını bilmediğin için; ya galat, ya şatah veya şeriata muhalif söz söylersin. Onun için zâhirî ilimlere ve hadis yazma işine müracaat ederek halini düzelt. Çünkü esas olan budur.” ( İbn Haldun, Şifaü’s-Sail) Molla bahrinin hayatı bir yönüyle Nakşi Şeyhi merhum Mehmet Zahid Kotku hazretlerine benzerken, bir yönüyle de Bediüzzaman’ınkine benzer. Çünkü Seyda molla bahri bir taraftan halkla içiçe olduğu için kendisine gelen içtimai ve fıkhi sorulara cevap verirken, diğer taraftan siyasete bigane kalmaz, merhum Necmeddin Erbakan, merhum Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi, Turgut Özal, Korkut Özal, Cevat Ayhan, Prof. Dr. Cevat Akşit ve daha bir çok ismin hocası olarak saygıyla hatırlanan Mehmet zahid kotku hazretleri Türk siyasi hayatında Müslümanların ilk olarak temsil edildiği parti olması bakımından büyük önem taşıyan Erbakan ve arkadaşlarının kurdukları Milli Nizam ve ardından Milli Selamet Partisi’ne desteklerini esirgemeyen müslümanların oylarının boşa gitmesini istemez. Molla bahri de dergahında oturan bir mutasavvıf olmanın ötesinde Erbakanın yakın bir dostu olarak bizzat Müslümanların kendilerini temsil eden parti olan refah partisine fillen destek vermiştir. Molla bahrinin Bediüzzamana benzeyen tarafı medrese eğitimiyle tasavvuf disiplinin bir arada bulundurmasıdır. Nitekim Üstad Bediüzzaman Medresetüzzehra projesinin hayata geçirilmesiyle medrese ilimleri, pozitif bilim ve tasavvufun hepsinin birlikte öğretileceğini önemsiyordu. Hem mekteb, hem medrese, hem tekke. Mekteb (Darulmuallimin)’deki “intizam ve tefeyyüz ondan buna (medreseye) geçsin ve fazilet ve diyanet, bundan (medrese) ona (mekteb) geçsin; tebeddül ile herbiri ötekine bir kanat verip zülcenaheyn olsun. (Nursi, B.S., Münazarat, İstanbul, Yeni Asya Neşriyat 1996a, 125-134) Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin tasavvufa ilgisi büyüktür, kadiri ve nakşi tarikatları ile çok münasebetleri olmuştur. Kadiri üstadının, Nureddin (k.s.); Nakşi Üstadının Seyyid Nur Muhammed (k.s.) olduğunu kendisi ifade etmiştir. Burada Bediüzzaman’ın bir talebesinin sualine verdiği cevabı hatırlatmakta fayda var. Bir talebesi Üstad’a, “Üstadım, sen Geylani Hazretleri ve Rabbani Hazretleri için “Benim iki önemli üstadım” diyorsun. Fakat çoğu zaman, “Tek üstadının Kur’an olduğunu söylüyorsun” diye sorar. Verdiği cevapta bu çok ince noktayı şöyle açıklar: “Abdülkadir Geylani (k.s.) ve İmam Rabbani (k.s.) gibi zatlar, beni Birinci Said döneminden İkinci Said dönemine getiren zatlardır. Şu anda ise onlar durus-u Kur’an’iyede (Kur’an derslerinde) ders arkadaşlarımdırlar.” Bir yerde de Abdülkadir Geylani (k.s.) ile İmam Rabbani (k.s.) Hazretlerinden iki önemli üstadı olarak bahseder. Bu zatların irşadıyla büyük bir manevi değişim geçirmiştir. (Bediüzzaman ve Tasavvuf-Tarikat (Gülistan Dergisi) Said-i Nursi Hazretleri normalde on beş sene kadar süren klâsik medrese eğitimini üç ayda tamamladı. Bu olağanüstü gelişmeyi kavrayamayanlar tarafından düzenlenen münazaraları (ilmi tartışmalar) kazanarak kendini ispatladı. Bu yüzden “Molla Said”e, “zamanın emsalsizi, benzersizi” anlamında “Bediüzzaman” lâkabı verildi. Bediüzzamanın hayatı eski said ve yeni sadi diye ikiye ayrılır, eski said içtimai ve siyasi konularla içli dışlı, medrese ve pozitif bilimlerle uğraşırken, yeni siyasetten elin çekmiş, tasavvufla meşgul olmuş, İsyanda ve günahkar kullara tevbeyi hatırlatan, insanlar arasında Allah’tan en çok korkan, toplum içinde varlıkları ganimet, ölümleri musibet, ihlas ve takvalarından dolayı ilahi yardıma mazhar olan Allah’ın kendilerini güzel bir ahlak ve ilimle şereflendirdiği veli kullardır. 64 Mayıs fen ve felsefeyi terketmiş, iman hakikatlerine sarılmıştır. Bediüzzaman eski Said döneminde fen ilimlerinin (pozitif ilimleri), kelam ve felsefe ve mantık gibi medrese de yükselmişti, tabiatı darwinist evrimle açıklayan ateist görüşü çürütmek amacıyla coğrafya, matematik, jeoloji fizik, kimya, astronomi ve özellikle felsefeyi öğrendi. Bu ilimleri öğrenerek din ile bilimin çatışmadığını islamın bilime bakışını ortaya koyuyordu, Yeni Said zamanın en mühim tehlikesinin fen ve felsefeden geldiğini söyleyerek buna karşı siyaset ile cevap verilmesinin hatalarına dikkati çekerken şöyle demektedir: Bu zamanda ehl-i ıslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelene bir dalaletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yeganesi nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse,, galebe çalınsa, o kafirler münafık derecesine iner. Münafık, kafirden daha fenadır.(Lemalar sh. 107). Eski said döneminin felsefe ve siyasetle yara aldığını marifetin olmadığını görerek bu dönemde kelami ve fenni ilimlerin aklı fazlasıyla meşgul ettiğini bildiği için yeni sadi döneminde irfan ve marifet boyutun olduğu münzevi bir şekilde kalbi yönelişi gerçekleştirdi. “Kırk elli sene evvel, Eski Said, ziyade ulumu-u akliye ve felsefiyede hareket ettiği için, hakikatül hakaike karşı ehli tarikat ve ehl-i hakikat gibi bir meslek aradı. Ekser ehl-i tarikat gibi yalnız kalben harekete kanaat edemedi. Çünkü, aklı, fikri hikmet-i felsefeyle bir derece yaralıydı, tedavi lazımdı.” (Mesnevi Nuriye sh. l277) Zaman tarikat zamanı değil, imanı kurtarma zamanıdır diyen Bediüzzaman ise, bununla ilgil olarak Hiç şüphesiz o yaşadığı çevrede aşiret kavgaları, köy kavgaları, arazi ve sınır ihtilafları, ölüm ve yaralamalar gibi çokça olaylarda aracı olur. Saygın kişiliği ile tarafları bir şekilde uzlaştırıp barıştırır. Mektubatında şunları söyler: “Eğer şeyh Abdülkadir-i Geylânî, Şâh-ı Nakşibend ve İmam-ı Rabbânî gibi zatlar, bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini (gayretlerini), hakaik-ı imaniyenin (iman hakikatlerinin) ve Akâid-i İslâmiyenin (İslam’ın esaslarının) takviyesine (kuvvetlendirilmesine) sarf edeceklerdi.” (Mektubat / 5. Mektup / syf: 22 – 23) Başta Üçüncü Sırada Sarıklı Olan Amcam Palulu Molla Halıt Sözlerime son verirken rahmetli amcam Palulu Molla Halıt’la, Seyda Molla Bahrinin dostluklarından bahsetmek yerinde olacak. Amcam merhum Molla Halıtın Seyda’nın muhibbi ve cemaatinin müdavimi olduğunu hatırlatmak istiyorum. Nitekim sıklıkla birbirleriyle görüşürlerdi, ilim meclislerinde bulunurlardı, Allah rızası için birbirlerini sever, ilim ve zikir üzere buluşurlar, Allah ve Resulüne muhabbetle vakit geçirir, içinde oturup sohbet ettikleri mekan marifet nuruyla dolardı. Şimdi o güzel insanlardan bize nasihatleri ve hatıraları kaldı, o güzel insanlar güzel atlara binip gittiler. Ne güzeldir böyle salih kulların sohbetinde bulunmak, şeytanın tuzaklarında kurtulup Rahman’ın veli kullarının dostluğun kazanmak. Sözlerimi Cahit Sıtkı Tarancı’nın bize rabıtayı mevti hatırlattığı dizelerle bitirmek istiyorum. Neylersin ölüm herkesin başında. Uyudun uyanamadın olacak. Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında? Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında. Mayıs 65 Görme Engellilerin Kur’an Aşkı Müthiş Aydın BAŞAR M li Sesli e T l ü Gön mında et Bey a t r m o h e t M ne ir inter e b e y i d yıl önc rı i a k l i a d u O un 0 n kurs ’a r u ursa 5 K k k l ilk İ . iş 5 ze etm stan 3 r u k u organi eb se lmış v ı t a adar i k k i c a n n e a r öğ Şu lmuş. lam o n u z e iş. Top m l i d kişi m e n . ulmuş p mezu b u r ’ü g 0 ç ü 10 yısı ise a s n u mez 66 ehmet Saraç Bey görme engelli birisi olarak örnek bir faaliyet organize ediyor. Bir internet odasında düzenlediği kurslarla onlarca görme engellinin Kur’an öğrenmesine vesile oluyor. Bizim gibi gördüğü halde az Kur’an okuyanlara ise esaslı bir ders vermiş oluyor. “Kur’an’ı anlayarak okuyalım” falan derken kendimizi bu söyleme çok fazla kaptırdığımızı ve Kur’an’ın orijinalini okumaktan uzak kaldığımızı fark etmeye başlıyoruz. Kur’an’ı anlamadan okumanın da ruhumuzu eğittiğini ve kalbimize tesir ettiğini yeniden hissediyoruz. İnşallah biran evvel kendimize; “Bugün kaç sayfa Kur’an okudum” sorusunu sormaya da başlarız. Ya lafzı ya manayı ihmal eden insanlar olarak Kur’an’ı anlayarak okuma platformuna ihtiyaç duyduğumuz gibi “Kur’an’ı anlamadan okuma” platformuna da ihtiyaç duyduğumuz gün bu meseleyi idrak edebiliriz. Bu düşüncelerle onca zahmetlere katlanarak Kur’an’ı orijinalinden okumaya çalışan görme engelli dostlarımızın bu güzel gayretini duyurmak istedik. Bunun için Mehmet Saraç Bey ve onun her daim yanında olan arkadaşı İsmail Kurşun Mayıs Bey’le bir pazar günü buluştuk ve Mehmet Bey’le düzenlediği sanal Kur’an kursu hakkında sohbet ettik. Mehmet Saraç Kimdir? Baş gözü kapanan ama gönül gözü kapanmayan Mehmet Bey bu olaya biraz içerlese de bunun bile iyi tarafını görmeyi başarmış. Onu da şu sözünden anlıyoruz: “O kişi bana kötülük yaptığını sanarak aslında bana iyilik yapmış. Ben o evden çıkıp başka yere taşındım. Orada bana çalışma imkânı doğdu. Görmediğim halde çanta cüzdan, kemer imalatı yapmaya başladım.” Mehmet Saraç 1964’te Konya’nın Bozkır İlçesine bağlı Dere Kasabası’nda doğdu. İlkokulu bitirdikten sonra 1976 yılında ailesiyle birlikte İstanbul’a yerleşti. O yıllar “İstanbul’un taşı toprağı altındır” düşüncesinin yaygın olduğu yıllardı. 1976’da İstanbul’a gelen Mehmet Saraç o yıl bir çanta cüzdan atölyesinde işe başladı. 1986 yılında bir kaza geçirdi ve tek gözünü kaybetti. Bunun üzerine bir müddet sonra diğer gözünde de katarakt oluşunca 1995’de ameliyat oldu. Ameliyattan sonra üç ay görmeye devam etti. Sonrasında sağlam gözünün arkasındaki retina tabakası aşırı sıcaktan ve stresten yırtılınca o gözünü de öylece kaybetti. 1976’dan beri çantacı olan Mehmet Bey beş altı yıl kadar orada çalıştıktan sonra Çin malları piyasayı istila edince imalathane kapanmış ve kendisi de işsiz kalmış. Engellilere acımak yerine onlara iş imkânı vermenin daha uygun olduğunu hep duymuşuzdur ama maalesef bu konudaki yaralarımız da henüz sarılmış değildir. Mehmet Bey’in; “Şuanda bana iş imkânı olsun çanta imalatının yüzde doksanını yani tezgâhta olan bütün işleri yapabilirim“ demesi yetişmiş elemanların bile kıymetini bilmediğimizi ortaya koymaktadır. Sabretti, isyan etmedi Güzel insanlarla tanışma Mehmet Saraç Bey gözlerini kaybettiği o günü şöyle anlatıyor: “Ameliyattan üç ay sonra bir iş görüşmesine gitmiştim. Dönüşte Esenler Metrosu’nda gözümün zayıfladığını hissettim. Arabaları çift ve yatay görmeye başladım. Eve zar zor ulaştım… Artık hiç göremiyordum. Ertesi sabah doktora gittiğimde retinanın yırtıldığını öğrendim.” 2000 yılının sonlarına doğru iki gözü de görmemeye başlayan Mehmet Bey o yıl İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği görme engelliler kampına katılır. Orada Celal Çevik, onun kardeşi Nuri Çevik, Mustafa Göz ve Ahmet Kabalak beylerle tanışır. Bendenizin de tanıdığı güzel insan Celal Çevik Abi o dönemde Beyazay Derneği’nin İstanbul şubesi başkanıdır. Bu abiler vasıtasıyla Beyazay Derneği ile tanışan Mehmet Bey onlardan şöyle bahsediyor: “Bu abilerin hepsi gönül insanıydı. Ve bir Türkiye mozaiği oluşturuyorlardı. Biri Sivas’tan, biri Malatya’dan, öteki Erzurum’dan, ben Konya’dan… Biz bu arkadaşlarla birlikte çok güzel bir dostluk kurduk ve güzel faaliyetler yaptık.” 1995’in sonlarından beri görme engelli olarak hayatına devam eden Mehmet Saraç Bey bu duruma hiçbir zaman isyan etmemiş. Fakat bu süreçte onu üzen tek bir olay olmuş; onu da kendisi şöyle anlatıyor: “Görme engelli baş gösterdikten sonra bir yıl hep evde kaldım. Ama hiçbir zaman bir isyan duygusu yaşamadım. ‘Neden bana’ sorusunu sormadım. Ama o günlerden kalan acı bir hatıram var ki o da; ev sahibinin “bu artık kirayı veremez” diyerek beni ve ailemi evden çıkartmasıdır. O kamptan sonra Beyazay Derneği’ne gidip gelmeye başlayan Mehmet Saraç Bey derneğin yönetimine de girmiş ve 2009’a kadar dernek bünyesindeki çeşitli görevlerde yer almış. Bilhassa sosyal işler biriminde organize ettiği faaliyetlerle oldukça dikkat Gönül Teli sesli odalarında düzenlen Kur’an kursunun öğreticiliğini kendisi de bir görme engelli olan Hafız Rıdvan Cinkaya Hoca fisebilillah olarak üstlenmektedir. Kendisi 2003 yılında görenler ve görmeyenler arasında yapılan Kur’an okuma yarışmasında Türkiye birincisi olmuştur. Mayıs 67 çekmiş ve özürlülerin sosyal hayata katılmaları gerektiği düşüncesiyle yüzün üzerinde katılımcının olduğu çeşitli geziler düzenlemiş. Bu geziler vesilesiyle Konya, Çanakkale, Edirne gibi illere defalarca gitmiş… Yüz engelliye yüz Kur’an-ı Kerim Mehmet Bey ve arkadaşlarının Beyazay Derneği’ndeki son faaliyeti ise; “Yüz engelliye Yüz Kur’an-ı Kerim” kampanyasını düzenlemek olmuş. Bu kampanyanın amacı “Kur’an alamıyorum” diyenlere ücretsiz Kur’an-ı Kerim temin etmekmiş. Kampanya esnasında bir de şöyle bir güzellik yaşamışlar: Mehmet Bey Kur’an-ı Kerim’lerin finansmanı noktasında sıkıntıya düştüğü bir sırada Radyo Mavi Karadeniz’de türkü programı yapan Mustafa Çil adlı bir arkadaşı kendisini aramış; “dert ettiğin şeye bak” diyerek kendisini radyo programına davet etmiş. Gerisini ise Mehmet Bey şöyle anlatıyor: “Arkadaşım beni canlı yayına aldı. O yayında türkü yayını kesildi çünkü telefonlar kitlendi, Biri dedi beş tane Kur’an hediye ediyorum; öbürü dedi; 10 tane Kur’an hediye ediyorum; böylece biz yüz rakamına ulaştık ve hatta geçtik bile…” Mehmet Saraç Bey bu Kur’an-ı Kerim’ler için fiyat konusunda yardımcı olan Altınoluk Dergisi ve Erkam Matbaacılık’a da ayrıca teşekkür etmeyi unutmuyor ve şöyle diyor: “Allah razı olsun oradaki yöneticiler ve çalışanlar bize epeyce yardımcı oldular. Çok şükür Kur’an-ı Kerim’leri orada bastırdık. Erkam’da çalışan görme engelli abimiz Adil Altınkaya’nın emeklerini de ayrıca zikretmek istiyorum.” Görme engellilere İnternet’te Kur’an Kursu 2009’un sonlarında bir kalp krizi geçiren Mehmet Bey dernek işlerinden yavaş yavaş el etek çekmiş. Artık vaktinin çoğunu evde geçirmeye başlamış. Fakat aktif bir tabiatı olan Mehmet Bey evde de boş duramamış ve İnternet üzerindeki faaliyetlerine başlamış. İnterneti ne şekilde kullandığını ise kendisi şöyle anlatıyor: “Skype ortamı diye bir şey var yani konuşan program. Biz bilgisayarı jaws denilen bir ekran okuyucu programla kullanıyoruz. Bu program İngilizcedir. Bu programın her türlü dil seçeneği var ama Türkçe seçeneği maalesef yok. Bunun için ayrıca Türkçe sentezleyici programı kullanıyoruz.” Mehmet Bey Gönül Teli Sesli Odaları diye bir internet ortamında ilk Kur’an kursunu iki yıl önce organize etmiş. İlk kursa 50 öğrenci katılmış ve bu kurstan 35 kişi mezun olmuş. Şuana kadar ise üç grup mezun edilmiş. Toplam mezun sayısı ise 100’ü bulmuş. Gönül Teli sesli odalarında düzenlen Kur’an kursunun öğreticiliğini kendisi de bir görme engelli olan Hafız Rıdvan Cinkaya Hoca fisebilillah olarak üstlenmektedir. Kendisi 2003 yılında görenler ve görmeyenler arasında yapılan Kur’an okuma yarışmasında Türkiye birincisi olmuştur. Maraş’ta oturan ve diyanette görevli olan Rıdvan Cinkaya Hoca aynı zamanda birkaç yıldır Tokat Müftülüğü ’nün düzenlediği görme engelliler Kur’an kurslarına da hocalık yapmaktadır. Gören görmeyeni görse Bu kursların düzenlenmesinde üstün gayret gösteren Mehmet Bey bazı katılımcılar için Elifba temin etme noktasında bir takım sıkıntılar yaşıyor. Yardım toplamadıklarını fakat Elifba ve Kur’an hediye etmek isteyenler varsa onları ihtiyacı olan kişiye yönlendirdiklerini söylüyor. Kendisinden öğrendiğimize göre görme engelliler için özel hazırlanan Elifba ve Kur’an Mushaf’ı fiyatları şöyle: “30’a 33 ebadında 40 sayfadan oluşan Elif Ba’nın fiyatı kargosuyla beraber 20 lira. Kur’an-ı Kerim 6 cilt set halinde. Telli olanı 120 dikişli olanı 150 lira.” Bu kurslara katılmak isteyen görme engelliler ve görme engellilere Elifba ve Kur’an hediye etmek isteyenler Mehmet Bey’e mehmet42sarac@gmail.com adresinden ulaşabilirler. 68 Mayıs HİKMET DAMLASI! “Muhakkak ki tasavvuf sekiz özellikten meydana gelir. Onları yap ki; kurtuluşa eresin: Kaza ve Kadere Rıza, Belaya Sabır, Bütün hallerde Takva, İnsanlardan hiç kimseye kibir etmemen, daima tevazu üzere olman, elinle kimseye eziyet etmemen, dilinle kimseye eziyet etmemen, senden sıla-i rahimi kesene sıla-i rahim yapman. Rasulullah (s.a.v) buyurdu ki; “Kim tevazu gösterirse Allah onu yükseltir. Kim de kibir ederse Allah onu alçaltır.” (Sanamerli Seyyid Hacı Ahmed Baba’nın Kaleardılı Hacı Ahmed Baba’ya Verdiği İcazetten Bir Bölüm) Mayıs 69 Burhan Çocuk Musa KARACA İnancın Zaferi Bu ay takvim yapraklarına bakınca 29 Mayıs 1453’te dünyayı etkileyen muhteşem bir zaferin yıl dönümünü göreceğiz. Hatırladığınız gibi İstanbul’un Fethi. Şanlı tarihimizdeki bu olay birçok açıdan incelenmesi gerekir. Bu zaferle Osmanlı İmparatorluğu’nda kurulma dönemi tamamlanmış, Yükselme Dönemi başlamıştır. Bin yıllık Hristiyanlığın merkezi olan Bizans İmparatorluğu tarihe karışmış, böylece Osmanlı, Avrupa’ya karşı büyük bir siyasi üstünlük kazanmıştır. Dünya tarihi de bu zaferden etkilenmiş Orta Çağ kapanıp Yeni Çağ başlamıştır. Bu zaferin sonuçlarından sadece birkaç tanesini paylaşmış olduk. Benim üzerinde durmak istediğim asıl konu bu zaferdeki komutanı tanımaktır. II. Mehmet bu zaferden sonra “Fatih” unvanını almış, Fatih Sultan Mehmet olmuştur. Fatih tahta ilk oturduğunda 12 yaşında idi. II. Murad’ın doğuda ve batıda barışı sağladığını düşünerek tahttan çekilmesini duyan Macar Kralı, Osmanlılarla yapılan barışı geçersiz sayarak yeni bir Haçlı Seferine çıkacağını ilan etmesiyle Fatih, babası II. Murat’ı tekrar tahtına davet etmiş. II. Murat ise bu davete olumsuz cevap vermiştir. Bunun üzerine II. Mehmet babası II. Murat’a ikinci mektubunda ise şunları yazar: “Padişah iseniz geliniz, ordularınıza kumanda ediniz; yok, padişah biz isek, emrimize itaat edip ordularımızın başına geçiniz!” Bu mektup üzerine II. Murat, yeniden Osmanlı tahtına oturur. II. Murat 1451’de ölür ve yerine tekrar II. Mehmet çıkar. İkinci kez tahta oturduğunda 19 yaşındadır. Fatih, iki yıl sonra İstanbul’u fethettiğinde 21 yaşında gencecik bir delikanlıdır. Bu zaferde görülen en önemli farklardan biri ise dünyada ilk kez karşılaşılan gemilerin karadan yürütülmesidir. Sultan II. Mehmet İstanbul kuşatması ile ilgili hazırlıklarını 23 Mart 1453 tarihinde tamamlayarak kuşatmayı başlatmak üzere Edirne’den İstanbul’a hareket etmiştir. Bunun üzerine Doğu Roma İmparatoru, Haliç Körfezi’ne yabancı gemilerin girişinin engellenmesi için emir vermiş, Yalı Köşkü civarındaki Kentenarion Kulesi ile Galata Surları arasına zincir çekilmiştir. Bu zincir çok iri ve yuvarlak baklalardan yapılmış ve birbirine büyük demir kancalarla bağlanmış bir zincirdir. Sağlam olması için de iki taraftan surlara tutturulmuştur. Haliç surlarının zayıf olduğunu ve buradan kente girişin daha kolay olacağını düşünen Sultan II. Mehmet, donanmasına Doğu Roma’nın zincirle kapattığı Haliç’e girme emrini vermiştir. Ancak başlatılan deniz taarruzu istenilen şekilde sonuçlanmamış ve Zeytinburnu açıklarında Osmanlı donanması büyük kayıplar vermiştir. Bunun üzerine Sultan II. Mehmet donanmayı karadan yürüterek Haliç’e indirme kararı almıştır. Önceden hazırlanmış olan kızaklarla 72 parça gemi Tophane Limanı’ndan başlayarak, Humbaracı yokuşu, Asmalı Mescit, Tepebaşı, Kasımpaşa güzergâhından Haliç’e indirilmiştir. 29 Mayıs gecesi başlatılan saldırı sonucunda da İstanbul fethedilmiştir. Burada Fatih’in başarıya nasıl inandığını görüyoruz. Hiçbir olumsuzluk başarıyı engelleyememiş. Gerekirse karadan bile gemilerin yürütülebileceğini göstermiştir. Bu zaferle Fatih, Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz’in: “İstanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden ordu ne güzel ordudur.” hadisinde belirtilen övgüye ulaşarak ne güzel bir komutan olmuştur. Mekânın cennet olsun güzel komutan. Fatih ve İki Papaz Fatih Sultan Mehmet Han, üzerinde derin etkisi bulunan hocası Akşemseddin’in sık sık tekrar ettiği bir Hadis-i Şerif, genç sultanın her zaman baş düsturu ve rehberi olmuştu: “Ümmetimden iki sınıf ilmi ile amel ederse, insanlar kurtulurlar: Âlimler ve Hâkimler. Eğer bu iki sınıf bozulursa, bütün halk bozulur ve ortalığı fesat kaplar.” Bundan dolayıdır ki Fatih, ülkesinde ilme ve adalete son derece ehemmiyet vermiştir. İstanbul’un fethinden sonra mahkûmları serbest bırakan Fatih’in huzuruna, zindandan çıkmak istemeyen iki papaz getirilir. Bunlar, Konstantin’e âdil ve hakperest olmaktan bahsettikleri için zindana atılmış, sonra böyle adaletsiz bir dünyanın içerisi, dışarısından daha rahat diye hapisten çıkmamaya yemin eden keşişlermiş. Fatih, dünyaya kahreden bu iki papaza: “O halde sizlere şöyle bir teklifim var. Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketlerimizi geziniz. Müslüman hâkimlerin ve Müslüman halkın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz hemen gelip bana bildiriniz ve siz de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hayata küsmekte haklı olduğunuzu ispat ediniz.” Kendileri için gayet cazip gelen bu teklifi hemen kabul eden iki papaz, Padişahtan aldıkları hususi bir tezkere ile Osmanlı idaresinde olan her kasabayı gezmeye başlarlar. Bu arada eski başşehir Bursa’ya da uğrayarak şöyle bir davaya şahit olurlar: “Bir Müslüman bir Yahudi’den bir at satın almış. Ancak hiçbir kusuru yok diye satılan at meğer şiddetli hastaymış. Müslüman, hemen ertesi sabah erkenden Bursa kadısına gitmiş. Fakat kadı efendi dairesinde yokmuş. Bir müddet bekleyen davacı, kadı efendinin geleceğinden ümidini kestiği için bırakıp gitmiş. O akşam at, ahırda ölmüş. Bu durum kadıya iletilince şöyle bir karar vermiş: İlk geldiğinizde makamımda bulunsaydım, sağlam diye satılan atı sahibine iade ettirir, paranızı alırdım. Mademki atın elinizde ölmesine, benim makamımda bulunmayışım sebep oldu, o halde ziyana girmenize ben sebep olduğum için iade edemediğiniz ata verdiğiniz parayı ben tazmin ediyor, ziyanınızı ben ödüyorum.” Papazlar, Osmanlı kadılarının bu derece adil kararı karşısında birbirlerine bakarak parmaklarını ısıra ısıra mahkemeden çıkarlar ve geze dolaşa İznik’e gelirler. Burada da şöyle bir davaya şahit olurlar: “Bir Müslüman, diğer bir Müslüman’dan tarla satın almış. Ekin zamanı gelince tarlayı sürmeye başlamış. Bir ara sabanın ucuna bir şey takılmış. Orasını kazınca, bir küp altın çıkmış. Hemen bunları alıp, tarlayı satın aldığı Müslüman’a gitmiş: Kardeşim! Tarlayı sürerken bu çıktı. Ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer içinde bu altınların mevcut olduğunu bilseydin, tarlayı bana satmazdın. Al şu altınlarını!’’ der. Tarlanın ilk sahibi: ‘’Hayır! Ben sana tarlanın içini, dışını, altını, üstünü, hepsini birden sattım. Senin nasibine çıkan bu altınlara ben nasıl sahip çıkarım, haramdır, alamam. Mesele bu şekilde uzayıp gidince hâkime intikal etmiş. İznik kadısı bu iki Müslümandaki birbirlerinin hakkını koruyucu tavrını görünce evlenme çağında çocukları olup olmadığını sormuş. Birinin oğlu, öbürünün de kızı olduğunu öğrenince onları evlendirmiş ve altınları onlara vermiş.” Papazlar buradan ayrılıp başka yere gitme ihtiyacı duymadan doğruca Fatih’in huzuruna gelip gördüklerini anlatarak: Bütün bunları görünce Osmanlı adaletinden emin olduk ve hayatımızın bundan sonraki kısmını, dininizden olmayan Hristiyan papazlarının dahi zulme uğramayacağı adaletinize teslim olarak ülkenizde geçirmek istiyoruz, derler. Hadis-i Şerif Talha ibn Ubeydullah (ra) rivayet ediyor: Resulullah (sav) buyurdular ki; “Allah ibadete düşkün gençle, meleklere karşı iftihar ederek şöyle buyurur “Kuluma bakın, benim rızam için nefsani isteklerini terk etmiştir”. (Müsnedül Firdevs, Deylemi)