Türk Milletinin Tarifi
Transkript
Türk Milletinin Tarifi
Türk Milletinin Tarifi Türk milletini nasıl tarif etmeliyiz? Cemiyetimiz, bu sorunun cevabının aranmaya başlanmasından günümüze kadar, birbirinden farklı tariflerle karşı karşıya kalmıştır. Bunun sebepleri çeşitlidir. Bazen, başka milletlerin kendi yapılarına uygun tariflerinin bize uygulanması yoluna gidilmiş; bazen, milleti meydana getiren unsurlardan, tarifi yapanların meyillerine ve çıkarlarına uygun olanları alınıp Türk milleti sadece onlara bağlanmak istenmiş; bazen de, tamamen ilmi bir mesele olan milliyet siyasi düşüncelerin ifadesi şekline sokulmaya çalışılmıştır. Hareket noktası, sakat, hissi veya maksatlı olan böyle davranışlarla, Türk milletinin gerçek ve ilmi tarifi elbette ortaya konamazdı. Nitekim konamamış ve gerçeği dile getirmekten uzak, birbirlerine karşı ve ilim dışı tariflerle bir çok nesillerin kafaları karıştırılmıştır. Türk’ün tarifine girişmeden önce, bir gerçeği bilmek gerekir. Bu gerçek, dünya üzerinde bu güne kadar millet kavramının tek ve ortak bir tarifinin yapılamamış olmasıdır. Bunun sebebi, milletlerin, millet oluşuşlarındaki farklardır. Milletleri meydana getiren ırk, dil, vatan, kültür, din, ülkü, tarih gibi çeşitli unsurlar vardır. Eğer yeryüzündeki bütün milletler, bu unsurların hepsinin bir araya toplanması ile meydana gelmiş olsalardı, o zaman ortak bir millet tarifi yapmak mümkün olurdu ve tabii idi. Fakat böyle değildir ve olmamıştır. Milletler, bu unsurlardan birisinin veya bir kaçının birleşmesi ve kaynaşmasıyla ortaya çıkmışlardır. Çok kere birisinde büyük önem taşıyan bir unsur, bir diğerinin oluşunda hiçbir rol oynamamıştır. Mesela; Türkler, Macarlar ve Almanlar için, ırk önemli bir milliyet unsurudur. Fransızlar ve Amerikalılar içinse değildir. Çünkü Türkler, Macarlar ve Almanlar, tek bir ırktan meydana gelmiş milletlerdir. Fransızlar birkaç, Amerikalılar birçok ırkın karışması ile ortaya çıkmışlardır. Dil; Türklerle Araplar için önemli bir unsurdur. Çünkü bütün Türkler gibi bütün Araplar da aynı dili konuşurlar. Fakat üç kantonun da Almanca,Fransızca ve İtalyanca gibi üç ayrı dil konuşulan İsviçreliler için, dil, bir birlik unsuru değildir. Vatan; bütün fertleri devlet sınırları içinde yaşayan milletler için önemli bir milliyet unsurudur. Fakat bağımsız devletlerinin sınırları dışında milletdaşları bulunanlar için aynı şey söylenemez. Almanya’nın, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Moskofların eline geçen bir kısım topraklarında kalmış Almanlar ve ilk anayurdumuz Doğu Türkili toprakları ile diğer illerdeki tutsak Türkler bunun misalidir. Bugün Filistin’de devletlerini kurmuş olan Yahudiler, yakın zamanlara kadar dünyanın birçok yerlerine dağılmış bir halde yaşamakta idiler. Eğer vatan, milliyet için mutlak bir unsur olsaydı, Yahudi milletini inkar etmek gerekirdi. Halbuki Yahudi milleti tarih boyunca vardı. Bugün de İsrail’de, devletini yeniden kurmuş olarak, varlığını devam ettirmektedir. İşte, bütün milletler için ortak bir tarif yapılamayışının sebebi, bunlardır. Çünkü milleti meydana getiren unsurlardan hepsi bütün milletlerde bulunmamaktadır.Bundan dolayı cemiyetler, oluşlarında rol oynayan milliyet unsurlarını içine alan tarifler yapmak zorunda kalmaktadırlar. Fransızların Almanları, Amerikalıların Macarları, İsviçrelilerin İngilizleri örnek alarak milliyet tarifi yapmaya kalkmaları bundandır. Biz de, milliyet tarifimizi, Türk milletinin tarihi oluşuna uygun bir şekilde ve kendi açımızdan yapmaya bunun için mecburuz. Başka milletleri örnek alarak, Türk milletini o örneğe uydurmaya çalışanların düştükleri yanlışın sebebi de, bu gerçeğe sırt çevirmiş olmalarıdır. Biz de, milliyet tarifimizi, Türk milletinin tarihi oluşuna uygun bir şekilde ve kendi açımızdan yapmaya bunun için mecburuz. Başka milletleri örnek alarak, Türk milletini o örneğe uydurmaya çalışanların düştükleri yanlışın sebebi de, bu gerçeğe sırt çevirmiş olmalarıdır. Türk milletini tarif ederken yabancıları örnek almak ne kadar sakat ise, milletimizi, milliyet unsurlarından bir tekinin etrafında toplamaya çalışmak da o kadar yanlıştır. ‘’Kültür birliği’’ ni esas almanın, ‘’gelenekler’’ i savunmanın, aynı vatanda yaşamayı veya ‘’tabiiyet’’ i yeter bulmanın eksikliği ve aksaklığı bundandır. Bu unsurlardan bazıları Türk milletinin oluşunda rol oynamışlardır. Fakat tek başlarına değil, diğer unsurlarla birlikte… Birçok unsurların birleşmesiyle meydana gelmiş bir varlığı bunlardan yalnız birisinin eseri ve neticesi imiş gibi göstermek yanlıştır. Böyle bir tarif, suyu, sadece oksijenle tarif etmek kadar sakattır. hareketlerimizde büyük rol oynamıştır. Dünün sınırı belirsiz, bugün ise hedefi belli bu ülküsü, milli varlığımızda en önemli unsurlardan birisidir. Madem ki bütün dünya milletlerini içine alabilen bir tarif yapılamasının imkansızlığı, cemiyetleri, kendilerine uygun ve kendilerine göre tarifler yapmaya mecbur bırakmıştır. Buna göre biz de bu doğru ve umumi yoldan gitmeye ve millet tarifimizi kendi açımızdan yapmaya mecburuz. Bunu yaparken de lüzumsuz zorlamaları, hissi davranışları ve hayali yamamaları da bir tarafa bırakmak elbette ki şarttır. Çünkü Türk milletinin tarifini yapmak, bu gerçeği tespit etmekten başka bir şey değildir. Gerçeklerin tespiti ise hayal ve yakıştırmalarla değil, ilim ve müspet düşünce ile olur. Buna göre yapılacak şey, Türk milletinin nasıl meydana geldiğini tespit etmekten ibarettir. Bu tespit ise, Türk milletinin oluşunda ve devamında, hangi milliyet unsurlarının rol oynadığını ortaya koymak ile olur. Bu unsurları içine alan tarif bizim için Türk milletini tek, şaşmaz ve en doğru tarifi olacaktır. Türkler için vatan da önemli bir unsurdur. Ancak vatan unsurunun Türk’e has özelliği ile düşünülmesi şarttır: Türkler için soy, önemli bir unsurdur. Çünkü Türk milleti, bugünkü bazı milletler gibi, çeşitli ırkların karışması ile meydana gelmiş değildir. Türk milleti, tek bir soyun eseridir. O soy da Türk soyudur. Bu gerçek, başka bir şekilde, şöyle de söylenebilir: Tarihte bir ana Türk soyu vardır. Türk milleti bu ana soydan meydana gelmiş ve bugüne kadar aynı Türk milleti olarak yaşamıştır. Bu sebepten, Türk milletinin oluşunda, soy, çok önemli bir unsurdur ve hatta birinci unsurdur. Türkler için dil de önemli bir milliyet unsurudur. Çünkü bugün bütün Türkler, tarihteki ana Türk dilinin devamından başka bir şey olmayan Türkçe’yi konuşmaktadırlar. Türk oldukları halde Türkçe’den gayrı dil konuşan Türkler de varsa da bu büyük çoğunluğun yanında hiç denilebilecek kadar ehemmiyetsiz bir sayı teşkil eder. Bu sebepten dil de, Türkler için çok önemli bir unsurdur. Türkler için kültür de, önemli bir milliyet unsurudur. Bizim kültürümüz tarihten getirdiğimiz, geliştirerek bugünkü neticesine ulaştırdığımız ve bugün bütün Türk dünyasında yaşamakta olan Türk kültürüdür. Türkler için ülkü de, önemli bir unsurdur. Milletimizin, yüzyıllar boyunca ‘’kızılelma’’ diye adlandırdığı bu ülkü, tarihteki büyük hamle ve Başka bütün milletlerin, tarihleri boyunca tek anavatanları bulunduğu halde, Türkler, Doğu Türkeli ve Türkiye olmak üzere iki anavatana sahip olmuşlardır. Tarihte bu iki anavatanın tek anavatan haline geldiği zamanlar vardır. Bugün ise, çevresindeki bazı parçalarını yabancılara kaptırmış halde bulunan Türkiye’ye karşı Doğu Türkeli, yabancı çizmesi altındadır. Bu durum, vatan unsurunu gölgelemekte ise de, bu gölgenin geçici bir karanlık olduğunu kabul etmek gerekir. Bugün Irak’taki, Azerbaycan’daki veya Orta Asya’daki Türkü, nasıl millet kadromuzun dışında bırakamıyorsak, vatan toprakları için de durum aynıdır. Yani, vatan unsuru bugünkü geçici, tabiilikten ve gerçeklikten uzak şekliyle değil, tarihi ve gerçek olan asıl şekliyle düşünmeye mecburuz. Bu şekliyle vatan, Türk milleti için, önemli bir unsurdur. Türkler için tarih de önemli bir unsurdur. Bugün yeryüzünde yaşayan bütün Türkler, aynı tarihin insanlarıdır. Bu tarih iki anayurdumuzda veya o anayurtlar odağında daha başka topraklarda geçmiştir. Yani bütün bu tarih, Türk milletinin ortak tarihidir. Bundan dolayı da tarih, Türk milletinin tarifinde yer alacak önemli bir unsurdur. Türkler için önemli bir unsur da dindir.Bugün Türklerin hepsi denecek kadar büyük çoğunluğu İslam dinindedir. Başka dinlerde olan Türklerin sayısı bu büyük çoğunluğa göre pek küçük bir sayıdır. Türkler, İslamiyet’i benimsemede, yaymada ve Hıristiyan dünyasına karşı korumadaki davranışlar ile adeta, milli bir din haline getirmişlerdir. Bu sebepten de din, Türkler için önemli unsurlar arasına girmiştir. Görülüyor ki, Türk milletinin oluşunda ve gelişip devam etmesinde, milliyet unsurlarından yedisi; yani ırk, dil, kültür, vatan, tarih ve din rol oynamışlardır. Türk soyunun, yeryüzünün geniş alanlarına dağılmış ve yayılmış olan kitlelerinden küçük parçaların Türkçe’den başka dil konuşmaları veya İslamiyet’ten gayrı dinlere mensup bulunmaları ile yurtlarının bir kısmının yabancıların elinde bulunması, tarihi gerçeği gölgeleyecek bir durum meydana getirmiş olmuyor. Buna göre, Türk milletinin ilmi anlayışa uygun ve gerçeği dile getiren tarifi, kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor: Türk milleti; soy, dil, kültür, ülkü, vatan, tarih ve din unsuru ve birliği ile birbirine bağlı bir cemiyettir. Nejdet SANÇAR Kaynak: Türkçülük Üzerine Makaleler – Nejdet Sançar, Devlet- Töre Yayınevi 1976 Milli Kültür Medeniyet Ayrımı ve Milli Kültür (Hars) ile medeniyet arasında hem birleşme noktası, hem de ayrılık noktaları vardır. Mili kültür ile medeniyet arasındaki birleşme noktası, ikisininde bütün toplumsal hayatları içine almasıdır. Toplumsal hayatlar şunlardır; Din, ahlak, hukuk, akıl, estetik, ekonomi, dil ve fen ile ilgili hayatlar. Bu sekiz türlü hayatın bütününe milli kültür adı verildiği gibi medeniyet de denilir. Şimdi, milli kültür ile medeniyet arasındaki ayrılıkları, farkları arayalım: Birinci olarak, kültür milli olduğu halde, medeniyet milletlerarasıdır. Kültür, yalnız bir milletin din, ahlak, hukuk, akıl, estetik, dil ekonomi ve fen hayatlarının uyumlu bir bütünüdür. Medeniyet ise, aynı gelişmişlik düzeyine sahip birçok milletlerin sosyal hayatlarının ortak bir bütünüdür. Mesela, Avrupa milletleri arsında ortak bir Batı medeniyeti vardır. Bu medeniyetin içinde birbirinden ayrı ve bağımsız olmak üzere bir İngiliz kültürü, bir Fransız kültürü, bir Alman kültürü v.d. barınmaktadır. İkinci olarak, medeniyet, yöntem aracılığıyla ve ferdi iradelerle oluşan sosyal olayların bütünüdür. Mesela din ile ilgili bilgiler ve bilimler yöntem ve irade ile oluştuğu gibi, ahlak, hukuka güzel sanatlara, oluştuğu aklın fonksiyonlarına, dile ve fenlere ait bilgiler ve teoriler de hep fertler tarafından yöntem ve irade ile oluşturulmuşlardır. Bundan dolayı aynı medeniyet dairesi içinde bulunan bütün bu kavramların, bilgilerin ve bilimlerin medeniyet dediğimiz şeyi meydana getirir. toplamı Milli kültürü oluşTuran şeyler ise, yöntem ile, fertlerin iradesiyle var olmamışlardır. Yapay değillerdir. Bitkilerin, hayvanların organik hayatı nasıl kendiliğinden ve doğal bir biçimde gelişiyorsa, milli kültüre ait olan şeylerin oluşması ve gelişmesi de tıpkı öyledir. Mesela dil, fertler tarafından, yöntemle yapılmış bir şey değildir. Dilin bir kelimesini değiştiremeyiz. Onun yerine başka bir kelime icat edip koyamayız. Dilin kendi doğasında olan bir kuralını da değiştiremeyiz. Dilin kelime ve kuralları ancak kendiliklerinden değişirler. Biz, bu değişmeye seyirci kalırız. Fertler tarafından yalnız birtakım terimler yani yeni sözler eklenebilir. Fakat bu sözler ait olduğu meslek sınıfı tarafından kabul edilmedikçe, söz durumunda kalarak, kelime olmak özelliği kazanamaz. Yeni bir söz bir meslek sınıfı tarafından kabul edildikten sonara da, bir topluluk sınıfı kelimesi özelliği kazanır. Ancak, bütün halk tarafından kabul edildikten sonra dır ki, ortak kelimeler arasına girebilir. Fakat, yeni sözlerin bir meslek sınıfı veya bütün halk tarafından kabul edilip edilmemesi onları icat edenlerin elinde değildir. Eski Osmanlı dilinde Şinasi’den beri milyonlarca yeni söz icat edildiği halde, bunlardan az bir bölümü meslek sınıfı kelimeleri arasına geçebilmiştir. Ortak kelimeler arasına geçenlerse, beş on kelime kadardır. Demek ki, milli kültürün ilk örneğini dilin kelimelerinden, medeniyetin ilk örneğinin de yeni sözler biçiminde icat edilen terimlerinde görüyoruz. Yeni sözler ise kişinin kendi eseridir. Bazen bir kişinin icat ettiği bir söz birden hak arasına yayılabilir. Fakat bu yayılma kuvvetini o söze veren, onu icat eden adam değildir. Toplumun kişilerce bilinmeyen, gizli bir akımıdır. Bundan on beş yıl önce, yurdumuzda yanyana iki dil yaşıyordu; Bunlardan birincisi, resmi bir değere sahipti ve yazıyı tekeline almış gibiydi. Buna Osmanlıca adı veriliyordu. İkincisi, yalnız halk arasında konuşulmak zorunda kalmış gibiydi. Buna da, küçümseyerek, Türkçe adı veriliyordu ve aşağı tabakaya özel bir argo sanılıyordu. Halbuki, asıl doğal ve gerçek dilimiz bu idi. Osmanlıca ise, Türkçe‘nin, Arapça’nın ve Acemce’nin dilbilgisi, söz dizimi ve sözcüklerinin birleştirilmesiyle oluşturulmuş yapay bir karışımdan ibaretti. Bu iki dilden birincisi, doğal bir oluşumdu ve günlük hayatta kullanılan kullanılan kendiliğinden ortaya çıkmıştı. Bundan dolayı, milli kültürümüzün diliydi. İkincisi ise, fertler tarafçıdan yöntemle ve iradeyle yapılmıştı. U dil aşuresinin içine, yalnız bazı Türkçe kelimeler ve takılar karışabilirdi. Demek ki, Osmanlıca’nın milli kültürümüzde pek az bir payı vardı. Bundan dolayı, ona medeniyetimizin dili idi, diyebiliriz. Yurdumuzda bu iki dil gibi, iki ölçü de yarı yana yaşıyordu. Türk halkının kullandığı Türk ölçüsü, yöntem ile yapılmıyordu. Hak ozanları, ölçülü olduğunu bilmeden, gayet lirik şiirler yazıyorlardı. Tabii, bu ilham ile, yaratıcılıkla oluşurdu. Özel bir yöntemle ve taklitle yapılmıyordu. O halde, bir ölçü de Türk kültürünün içindeydi Osmanlı ölçüsüne gelince; bu Acem şairlerinden alınmıştı. Bu ölçüde şiir yazanlar taklitle ve belli bir biçimde yazıyorlardı. Bundan dolayıdır ki, aruz ölçüsü denen bu ölçü halk arasına girememişti. Bu ölçüde şiir yazanlar, Acem edebiyatını ders alarak öğreniyorlar, aruz yöntemiyle uyguluyorlardı. Bundan dolayı, aruz ölçüsü milli kültürümüze giremedi. Acemlerde ise, köylüler bile aruz şiirler söyler. Bundan dolayı, aruz ölçüsü İran’ın milli kültürüne ait demektir. Yurdumuzda, bunlardan başka, yanyana yaşayan iki müzik vardır. Bunlardan biri halk arasında kendi kedine doğmuş olan Türk müziği diğeri Farabi tarafından Bizans’tan çevirme ve aktarma yoluyla alınan Osmanlı müziğidir. Türk müziği ilham ile oluşmuş taklitle dışardan alınmamıştır. Osmanlı müziği ise, taklit aracılığıyla alınmış ve ancak yöntemle devam ettirilmiştir. Bunlardan birincisi milli kültürümüzün, ikincisi ise medeniyetimizin müziğidir. Medeniyet, yöntemle ve taklit aracılığıyla bir milletten diğer millete geçen kavramların ve tekniklerin bütünüdür. Milli kültür ise, hem yöntemle yapılamayan, hem de taklitle başak milletlerden alınamayan duygulardır. Bu nedenle Osmanlı müziği kurallardan oluşmuş bir fen biçiminde olduğu halde, Türk müziği kuralsız yöntemsiz fensiz melodilerden, Türkün bağrından kopan samimi nağmelerden ibarettir. Halbuki, Bizans müziği kaynağına çıkarsak, bunu da eski Yunan kültür içinde görürüz. Edebiyatımızda da yanı ikilik vardır. Türk edebiyatı halkın atasözleriyle bilmecelerinden, halk masallarıyla hal koşmalarından, destanlarından, halk cengnameleriyle menkibeleriniden, tekkeliden ilahileriyle nefeslerinden, halkın güldürücü fıkralarından ve halk tiyatrosundan ibarettir. Atasözleri, doğrudan doğruya, halkın bilgece sözleridir. Bilmeceleri de yaratan halktır. Halk masalları da fertler tarafından düşülmemiştir. Bunlar, Türkün mitolojik çağlardan başlayarak, gelenek yoluyla zamanımıza kadar gelen peri masallarıyla dev masallarıdır. Dede Korkut kitabı’ndaki masallar da, ozandan ozana sözlü bir biçimde yazılmış halk masallarıdır. Türk tarihinde ve etnografyasındaki mitler, lejandlar, efsaneler de Türk edebiyatının elamanlarıdır. Cengnamelere ve dini menkıbelere gelince, bunlar halk edebiyatının islami devresine ait ürünleridir. Halk şairlerinin koşmalarıyla destanları, manileriyle türküleri de, yukarıda saydığımız eserler gibi Türk hakkının samimi eserleridir. Bunlar da yöntemle taklitle yapılmamışlardı. Aşık Ömer, Dertli, Karacaoğlan’lar gibi şairler, halkın sevgili şairleridir. Tekkeler de birer hak mabedi olduğu için buralarda doğan ilahilerle nefersler de hak edebiyatına, dolayısıyla Türk edebiyatına aittir. Yunus Emre ve Kaygusuz ile Bektaşi şairleri bu gruba girerler. Osmanlı edebiyatı ise, masal yerine ferdi hikayelerle Romanlardan, koşma ve destan yerine taklitle yapılmış gazellerle alafranga şiirlerden oluşmuştur. Osmanlı şairlerinin her biri mutlaka, Acem devrinde bir Acem şairine, Fransız devrinde bir Fransız şairine benzer. Fuzuli ile Nedim bile bu konuda farklı değildirler. Bu yönden Osmanlı yazarlarıyla şairlerinden hiç biri orijinal değildir, hepsi taklitçidir; hepsinin eserleri estetik ilhamdan doğmuştur. Mesela, nüktecilik (Humour) bakımından, bu iki gurubu karşılaştıralım. Nasreddin Hoca, İncili Çavuş Bekri Mustafa ve Bektaşi Babaları hak nüktecileridir; Kani ile Sururi ise, Osmanlı divanının mizahçılarıdır. Doğal nüktecilik ile yapay mizah arasındaki fark, bu karşılaştırma ile meydana çıkar. Karagözle orta oyununa gelince; bunlar da hak gösterisi yani geleneksel Türk tiyatrosudur. Karagöz ile Hacivat’ın çatışmaları, Türk ile Osmanlı’nın yani o zamanki kültürümüzle medeniyetimizin mücadelelerinden ibarettir. Ahlakta da aynı ikiliği görürüz Türk ahlakı ile Osmanlı ahlakı birbirine zıt gibidir. Kaşgarlı Mahmud, Divan-ı Lugat-it Türk maddesinde, Türkleri kısaca tarif ediyor. diyor, Türk’te böbürlenme ve övünme yoktur. Türk, büyük kahramanlıklar ve fedakarlıklar yaptığı zaman, bir olağanüstülük yaptığından habersiz görünür. Cahiz de, Türklerin aynen bu biçimde anlatıyor. Osmanlı tipine bakarsak, eski şairlerinde kendine övgü dizmelerin yeni edebiyatçılarında ise böbürlenme ve övünmenin hakim olduğunu görürüz. Servet-i fünun okulu Osmanlı edebiyatının en parlak devridir. Bu okulun takipçisi olan şairlerin çoğu şüpheci, kötümser ümitsiz, hasta ruhlar biçiminde görünmüşlerdir. Hakiki Türk ise, inançlı, iyimser ümitli ve sağlamdır. Hatta bilginlerimiz arasında da, ikilik görürüz. Osmanlı bilginlerinin geleneksel ismi ulema-i rüsum (resmi bilginler) idi. Anadolu’daki bilginler ise, halk bilginleri idi. Birinciler, rütbeli fakat cahil idiler, ikinciler, ilimli fakat rütbesiz idiler. Politika ve askerlik sahasında büyük bir dahi olan Afşarlı Nadir Şah, bütün Müslümanları Sünnilik dairesinde birleştirmek ve bütün sultanları Osmanlı padişahının emri altına sokmak için görüşmelerde bulunmak üzere, İstanbul’a dini ve politik bir kurul göndermişti. İstanbul’da bu kurul ile görüşmek için resmi bilginleri görevlendirdiler. İranlı bilginler kurul bunlara söz anlatmakta yetersiz kalınca, sadrazama başvurarak dediler ki: “Bizim bilimden başak, politik hiç bir rütbemiz yoktur. Oysa ki görüşmelerde bulunduğumuz kişiler büyük rütbeli kişiler olduklarından, karışmalarında serbestçe söz söyleyemiyoruz. Bizi taşradaki rütbesiz bilginlerle görüştürürseniz, çok memnun oluruz.” Ragıp Paşa’nın Tahkik ve Tevfik adlı kitabında naklettiği bu gerçek olay gösteriyor ki, Nadir Şah’ın bilim kurulu Osmanlı bilginlerine değil, Türk bilginlerine değer veriyorlardı. Eski devirlerin politik ve askeri başarıları da, halk arasında çıkmış, cahil ve okur-yazar olmayan paşalar aitti. Daha sonra Ragıp Paşa ve Sefih İbrahim Paşa gibi Osmanlı eğitiminde yüksek bir yer sahibi olanlar hükümetin başına geçince işler bozulmağa başladı. Bununla beraber, bu toplumsal ikilikler yalnız düşünce etkinliklerine özeldi. O zamanlar, el işi ayak tabakasına ait sayıldığından, yüksek tabaka tekniklerin her çeşidinden uza duruyordu. Bu sebeple mimarlık, hattatlık, taş oymacılığı, ciltçilik, tezhipçilik, marangozluk, demircilik, boyacılık, halıcılık, çuhacılık, ressamlık, nakkaşlık gibi pratik tekniklerin yalnız bir şekli vardı. O da hak tekniğiydi. Demek ki, genellikle yüksek bir güzelliğe sahip bu sanatlara sadece Türk sanatı adını verebiliriz. Bunlar Osmanlı medeniyetine değil, Türk kültürüne ait idi. Bugün Avrupa, bu eski sanatlarımızın ürünlerini milyonlar harcayarak parça parça topluyor. Avrupa’nın Amerika’nın müzeleri, salonları hep Türk eserleriyle dolmaktadır. Avrupa’da, bu Türk hayranlığına Turquerie adı verilir. Avrupa’nın gerçek düşünür ve sanatçıları mesela Lamartine’leri, Auguste Comte’ları, Pierre Laffite’leri, Mismer’leri, Pierre Loti’leri, Farrere’leri türkün samimi sanatına, alçak gönüllü gösterirsiz ahlakına, derin ve bağnaz olmayan dindarlığına, özetle, var olanla yetinmek ve kadere boyun eğmekle beraber sürekli bir iyimserlik ve idealizmden ibaret olan fakir ama mutlu hayatına hayrandırlar. Fakat bunların aşık oldukları şeyler, Osmanlı medeniyetine giren yöntemle ve taklitle yapılmış eserler değil, Türk kültürünün ilhamıyla oluşmuş orijinal eserlerdir. Yalnız ülkemize özgü olan bu garip durumun nedeni nedir? Niçin bu ülkede yaşayan bu iki tip, Türk tipi ile Osmanlı tipi birbirine bu kadar zıttır? niçin Türk tipinin her şeyi güzel, Osmanlı tipinin her şeyi çirkindir? Çünkü Osmanlı tipi Türk kültürüne ve hayatına zararlı olan emperyalizm alanına atıldı. Kozmopolit oldu. Sınıf çıkarını imparatorluğu genişledikçe, yüzlerce milleti egemenliği altına aldıkça, yönetenlerle yönetilenler ayrı iki sınıf haline giriyorlardı. Yöneten bütün kozmopolitler Osmanlı Sınıfı’nı, yönetilen Türkler de Türk Sınıfı’nı oluşturuyorlardı. Bu iki sınıf, birbirini sevmezdi. Osmanlı sınıfı, kendini hakim millet biçiminde görür, yönettiği Türklere mahkum millet gözüyle bakardı. Osmanlı, sürekli Türk’e (eşek Türk) derdi. Türk köylerine resmi bir kişi geldiği zaman, Osmanlı geliyor diye herkes kaçardı. Türkler arasında Kızılbaşlığın meydana çıkışı bile, bu ayrılıkla açıklanabilir. Şah İsmail’in dedesi olan Şeyh Cüneyd, oğuz boyları arasında Oğul mu önce gelir, yoksa sahabeler mi diyerek propaganda yapıyordu. Oğuz boyları, Oğuz Han’ın çocukları ve Kayılar’ın amca oğulları değil miydiler? Nasıl oluyordu da, padişahın Enderun’dan çıkan devşirmelerden oluşan sahabeleri (yakın adamları) bunlara tercih ediyordu. O tarihteki halk şeyhleri, Türklerin o zamanki ezilmişliklerini geçmişte Ehl-i Beyt’in (Peygamber Soyu) uğramış olduğu ezilmişliğe benzetiyorlardı. O zaman, Türkmenlerin büyük bir kısmı, bu benzeyişe aldanarak, baba ocağından ayrıldılar; kendi kendilerine arı bir edebiyat, ayrı bir felsefe, ayrı bir tapınak yaptılar. Bununla beraber, din bakımından Osmanlılardan ayrılmamış olan Sünni Türkler de, milli kültür bakımından Osmanlı emperyalizmine bağlandılar. Bunlar da, kendi kendilerine milli bir kültür yaparak. Osmanlı medeniyetine karşı tamamen ilgisiz kaldılar. Osmanlı medeniyetinin seçkinlerine havas denildiği gibi, Türk kültürünün de ozanları, aşıkları, babaları ve ustaları vardı. Demek ki, ülkemizde iki türlü seçkin bulunuyordu. Bunlardan birincisi sarayı temsil ediyordu. Bu sınıfın geçimini sağlayan da saraydı. Mesela, Osmanlı şairleri saraylardan “caize” almakla geçindikleri gibi, Osmanlı müzisyenleri de sarayın verdiği bağışlarla maaşlarla geçinirlerdi. Halkın saz öve söz şairleri ise, adını olan Osmanlı bilginleri kazaskerlikte, kadılıklarda yüksek maaşlar ve arpalıklar alırlardı. Halk hocalarından ve şeyhlerinden ibaret olan Türk din adamları ise, yalnız halk beslerdi. Bundan dolayı güzel sanatlarda ve diğer alanlarda rehberlik eden ustalar, yiğitbaşılar ve ahi babalar yalnız halk sınıfından yetişirler ve daima hak ve Türk kalırlardı. Görülüyor ki milli kültür ile medeniyeti birbirinden ayıran, milli kültürün özellikle duygulardan, medeniyetin özellikle bilgilerden oluşmuş olmasıdır. İnsanda, duygular yönteme ve iradeye bağlı değildir. Bir millet, başka bir milletin dini, ahlaki ve estetik duygularını taklit edemez. Mesela, Türklerin İslamlıktan önceki dininde Gök Tanrı ödül tanrısıdır. Cezalandırmaya karışmaz. Ceza tanrısı, Erlik Han isminde başka bir mitolojik kişiliktir. Tanrı yalnız cemal (güzellik) sıfatıyla göründüğü için, eski Türkler onu yalnız severlerdi; Tanrıya karşı korku hissi duymazlardı. İslamlıktan sonra, Türklerde “muhabbetullah”ın (Tanrı sevgisi) üstün gelmesi, bu eski geleneğin devamından ötürüdür. Türklerde “menhafetullah” (Allah Korkusu) pek enderdir. İstanbul’da ve Anadolu’daki vaizlerin tecrübeleri gösteriyor ki, güzelliğe, iyiliğe dair vaaz edenlerin dinleyicileri sürekli artıyor; cehennemden, zebanilerden bahseden vaizlerin dinleyicileri ise sürekli azalıyor. Türklerin eski dinlerinde katı sofuca icabetler yoktu, estetik ve ahlaki törenler çoktu. Bunun sonucu olarak, İslamlıktan sonra da, Türkler en güçlü bir imana, en samimi bir din duygusuna sahip oldukları halde kuru sofuluk ve yobazlıktan uzak kaldılar. Bu konuda Yunus Emre’yi okumak yeterlidir. Türklerin camilerde ilahilere ve mevlit okumaya; tekkelerde ise şiire, müziğe büyük bir yer vermeleri estetik dindarlık örneği ne uymalarından dolayıdır. Eski Türk dininde, Türk tanrısı, barış ve barışlık Tanrısı idi. Türk dininin özünü gösteren il kelimesi, barış anlamına geliyordu (Kaşgarlı Mahmud) ilci (barışçı) demek olduğu gibi, İlhan Barış Hakanı demekti. Türk İlahları, Mahçurya’dan Macaristan’a kadar sürekli bir barış ortamı sağlayan, barışsever öncülerden başka bir şey değildi. En eski Türk devletinin kurucusu olan Mete’nin yüksek ahlakını, barışseverliğini, emperyalizmden kaçınmasını Yeni Mecmua’da yazmıştım. Türk barışseverliğinin kurucusu Mete’dir. Türklerin bu eski barışçılık geleneği sayesindedir ki, Türk hükümdarı İslam döneminde de her zaman yenilenlere şefkatle davranmış, her zaman kendilerini milletlerarası barışın sorumlusu saymışlardır. Türk tarihi, baştan başa, bu duruma tanıktır. Avrupalıların o kadar suçladıkları Atilla bile, yine onların anlattıklarına göre yenilmiş milletler ne zaman barış istemişlerse, derhal kabul etmiştir. Çünkü, Atilla’nın Tanrı Kutu unvanını, Allah’ın Belası şeklinde çevirmekle tarihi bir günah işlemişlerdir. Türklerin bütün sanat dallarında açıkça görülen estetik özellikleri de doğallıkla, çinilerinde, mimarlık ve yazı sanatında beliren hep bu estetik özelliklerdir. Türkün güzel sanatlarında olduğu gibi, din hayatında ve ahlakında da hep bu özelliklerin egemen olduğu görülür. Bu örnekten de anlaşılır ki, bir kültürün meydana getiren çeşitli sosyal yaşayışlar arasında içiten bir bağlılık, içiten bir uyum vardır. Türkün dili nasıl saf ise, din, ahlak, güzellik, politika ekonomi ve aile hayatları da hep saf ve içtendir. Türkün hayatındaki sevimlilik ve orijinallik ve bu egemen karakterin bir yansımasından ibarettir. Fakat, milli kültürün elemanları arasındaki bu uyuma bakıp da, medeniyetin de uyumlu elemanlarından meydana geldiğini zannetmek doğru değildir. Osmanlı medeniyeti Türk, acem, Arap kültürleriyle İslam dinine, Doğu medeniyeti ve son zamanlarda da Batı medeniyeti kurumlarından meydana gelen bir karmadır. Bu kurumlar hiçbir zaman kaynaşarak, iç içe geçerek uyumlu bir bütün haline giremedi. Bir medeniyet ancak milli bir kültüre aşılanırsa, uyumlu bir birliğe kavuşur. Mesela İngiliz medeniyeti, İngiliz kültürün aşılanmıştır. Bundan dolayı, İngiliz kültürü gibi, İngiliz medeniyetinin elemanları arasında da bir uyum vardır. Milli kültür ile medeniyet arasındaki bir ilişki de şudur; Her kavim, ilk önce, yalnız milli kültürü vardır. Bir kavim, kültür bakımından yükseldikçe politik açıdan da yükselerek kuvvetle bir devlet oluşturur. Diğer taraftan da, kültürün yükselmesinden medeniyet doğmaya başlar. Medeniyet, başlangıçta milli kültürden doğduğu halde, sonradan komşu milletlerin medeniyetinden de birçok kurumlar alır. Fakat bir toplumun medeniyetinde fazla bir gelişmenin süratle meydana gelmesi zararlıdır. Ribot diyor ki:”Zihnin fazla gelişmesi karakteri bozar.” Kişide zihin ne ise, toplumda da medeniyet odur. Kişide karakter ne ise, cemiyetin fazla gelişmesi de milli kültürü bozar. Milli kültürü bozulmuş olan milletlere “dejenere milletler” denir. Milli kültür ile medeniyetin sonuncu bir ilişkisi de şudur: milli kültürü kuvvetli, fakat medeniyeti zayıf bir milletle, milli kültürü bozulmuş, fakat medeniyeti yüksek olan başka bir millet politik mücadeleye girince, milli kültürü kuvvetli olan millet her zaman galip gelmiştir. Mesela, eski Mısırlılar, medeniyette yükselince milli kültürleri bozulmaya başladı. O zaman yeni doğan Fars devleti ise, medeniyette henüz gri olmakla beraber, kuvvetli bir milli kültüre sahipti. Bu nedenle İran’da da medeniyet yükseldi. Buna karşılık milli kültür zayıflamağa başladı. Bu kere de, önce milli kültürleri henüz bozulmamış olan Yunanlılara yenildiler. Bir süre sonra Yunan kültürü de bozulmağa başladığından, gerek Yunanlılar, gerek İranlılar, kuvvetli bir milli kültürle meydana çıkan medeniyetsiz Makedonyalılara yenildiler. Doğuda Eşkani ve Sasani ailelerinin batıda Romalıların, milli kültürü bozulmağa başlayan Makedonyalılara üstün gelmiş de aynı şekilde açıklanabilir. Nihayet, medeniyetten hiçbir nasibi olmayan, fakat milli kültürde son derece güçlü olan Raplar ortaya çıkarak hem Sasanileri, hem de Romalıları yendiler. Fakat. Çok zaman geçmeden Arap milleti de medenileşmeğe başladığından milli kültürünü kaybederek politik egemenliği Türkistan’dan yeni gelmiş olan töreli Selçuk Türklerine teslim ettiler. Töre Türklerin milli kültüründen başak bir şey değildir. Türklerin şimdiye kadar bağımsız kalması, Çanakkale’den İngilizlerle Fransızları kovması ve Mütarekeden sonra, İngiliz silahlarıyla ve parasıyla donanmış bulunan yunanlılarla Ermenileri yenerek manen İngilizleri yenmesi, hep bu milli kültürün gücü sayesindedir. Milli kültür ile medeniyet arasındaki bu ilişkiler anlaşıldıktan sonra artık Türkçülüğün ne demek olduğunu ve bu memlekette ne gibi görevleri yerine getirmesi gerektiğini belirleyebiliriz. Osmanlı medeniyeti, iki sebeple yıkılmak zorundaydı. Birincisi, Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün imparatorluklar gibi, geçici bir topluluktan ibaret olmasaydı. Sonsuza kadar yaşayacak olanlar ise, geçici topluluklar değil, toplumlardır. Cemiyetlere gelince, bunlar yalnız milletlerden ibarettir. Esir milletler, milli benliklerini imparatorlukların kozmopolit yönetimi altında, ancak bir süre için unutabilirlerdi. Bir gün, mutlaka milletler den ibaret olan gerçek toplumlar sürü oluş uykusundan uyanacaklar, kültürel bağımsızlıklarını ve politik egemenliklerini isteyeceklerdi. Avrupa’da beş yüz yıldan beri bu işlem sürüyordu. Bundan dolayı, bu gelişmeden bağımsız yaşamış olan Avusturya, Rusya v Osmanlı İmparatorlukları da, önceki benzerleri gibi, dağılmağa yüz tutacaklardı. İkinci neden batı medeniyetinin, yükseldikçe, doğu medeniyetini büsbütün ortadan kaldırmak güce ulaşmasıdır. Rusya’da ve Balkan ülkelerinde Batı medeniyeti, Doğu medeniyetinin yerine geçtiği gibi; Osmanlı İmparatorluğu’nda da aynı durum baş gösterecekti. Doğu medeniyeti, bazılarının zannettikleri gibi, gerçekten İslam medeniyeti değil. Kaynağı, Doğu medeniyeti idi. Nasıl ki, Batı medeniyeti de Hıristiyan medeniyeti değil. Batı Roma medeniyetinin bir devamından ibaretti. Osmanlılar. Doğu Roma medeniyetini, doğrudan doğruya Bizans’tan almadılar: kendilerinden önce Müslüman Araplarla acemler bu medeniyeti almış olduklarından, Osmanlılar onu, bu dindaş milletlerden aldılar. Bundan dolayıdır ki bu medeniyeti, bazı fikir adamları İslam medeniyeti sandılar. Batı medeniyetinin her yerde doğu medeniyetinin yerine geçmesi doğal bir kanun olunca, Türkiye’de de böyle olması zorunlu idi. O halde Doğu medeniyeti dairesinde bulunan Osmanlı medeniyeti ister istemez ortadan kalkacak, onun yerine bir taraftan İslam diniyle beraber bir Türk kültürü, diğer taraftan da Batı medeniyeti geçecektir. İşte Türkçülüğün görev bir taraftan yalnız hak arasında kalmış olan Türk kültürünün arayıp bulak, diğer taraftan Batı medeniyetini tam ve canlı bir biçimde alarak milli kültüre aşılamaktadır. Tanzimatçılar, Osmanlı medeniyetini Batı medeniyetiyle uzlaştırmağa çalışmışlardı. Oysa ki iki zıt medeniyet yanyana yaşayamazlar; sistemleri birbirine aykırı olduğu için, ikisi de birbirini bozmağa neden olur. Mesela, Batı’nın müzik tekniği ile Doğu’nun müzik tekniği birbiriyle uzlaşmaz. Batı’nın deneysel mantığı ile Doğunun iskolastik mantığı birbiriyle barışamaz. Bir millet ya Doğulu olur, ya Batılı olur. İki dinli bir fert olmadığı gibi, iki medeniyetli bir millet de olamaz. Tanzimatçılar, bu noktayı bilmedikleri için yaptıkları yenilik hareketinde başarı sağlayamadılar. Türkçülere gelince, bunlar esasen Bizanslı olan Doğu medeniyetini büsbütün bırakarak Batı medeniyetini tam bir biçimde almak istediklerinden, girişimlerinde başarılı olacaklardır. Türkçüler tamamıyla Türk ve Müslüman kalmak şartıyla, batı medeniyetine tam ve kesin bir biçimde girmek isteyenlerdir. Fakat, batı medeniyetine girmeden önce, milli kültürümüzü arayıp bularak milli kültürümüzü ortaya çıkarmamış gerekir. Ziya GÖKALP Kaynak: Türkçülüğün Esasları – Ziya Gökalp, Toker Yayınları, 2002 İnsan ve Sistem Milletlerin ve toplumların kalkınıp yükselmesinde sistemler mi daha büyük rol oynar, yoksa sistemleri uygulayacak insanlar mı? Bu mesele üzerinde biraz durmak ve düşünmek faydasız değildir: En yeni ve asri silahlarla donatılmış bir ordu düşünelim. Böyle bir ordunun kumandanları, askerliğin gerektirdiği bilgiden ve vasıflardan yoksun iseler, bu ordu, sadece sahip bulunduğu o maddi silah gücü ile savaş kazanabilir mi? Bir toplumun milli menfaatlerini korumak ve onu her türlü tehlikelerden uzak tutmak için hazırlanmış bir kanun düşünelim. Böyle bir kanun, onu uygulayacak ellere sahip bulunmazsa; o kanun, kütüphane raflarında kalmış, tozlu bir kitaptan başka bir şey sayılabilir mi? En güzel ve milliyetçi bir müfredat programına uyularak hazırlanmış ders kitaplarının, milli ruh ve milli şuurdan yoksun bir öğretmenler ordusunun eline teslim edildiğini düşünelim. Alınacak sonuç ise, beklenilen dereceye yaklaşabilir mi? İkinci Dünya Savaşı’nın, maddi silah bakımından güçlü İtalyan ordusunu hatırlayalım. Komünizmi yasaklayan kanun maddelerinin, yakın yıllardaki devrede, en aşırı ve azgın hareketler karşısında dahi uygulanmadığı memleketimizi düşünelim. Ve, Fransızlık ruhunu baltalamayı birinci vazife saymış olan, İkinci Dünya Savaşı komünist Fransız öğretmenlerini aklımıza getirelim. Bunlar ve benzeri örnekler, bizi şu gerçeğe götürecektir: Bu gibi meselelerde asıl olan insandır. İnsan olmadıkça, sade en güzel fikirler ve sistemler değil, en güçlü silahlar da gereken faydayı sağlayamaz. Toplumların kalkınıp, yükselmesi konusunda da durum aynıdır. Yani bir toplumun maddi ve manevi alanlarda yükselmesi, milletin mutluluğa erişmesi meselesinde de, sistemlerden çok, onları uygulayacak insanlar mühimdir. En güzel içtimai-iktisadi bir fikri ve sistemi, vatana hizmet düşüncesi taşımayan insanların meydana getirdiği bir hükümetin eline teslim edin. Alınacak sonuç, alınması gerekenden çok az olacaktır. Buna karşılık, şöyle böyle bir sistemi, millete hizmet düşüncesiyle dolup taşan insanlardan meydana gelen bir heyete verin. Sonuç, muhakkak, çok daha iyi olacaktır. Çünkü her şey insana, insanın niyetine, hareketine bağlıdır. İnsan yetişmiş, iyi niyetli, vatansever ve milliyetçi olmadıkça; toplumuna hizmet aşkıyla dolup taşmadıkça, onun eline teslim edilecek silah da, sistem de kısır ve yavan kalmaya mahkumdur. Türkiye’nin kalkınmasını sosyalist sistemde görenler, işte bu gerçeği bilmeyen, bunun üzerinde hiç durmamış ve düşünmemiş kimselerdir. Onlar, bilerek veya bilmeyerek, komünizmi sosyalizm diye yutturmaya çalışanların tesiri altındadırlar. Sistem, elbette, mühimdir. Ama, sistemi uygulayacak insan çok daha mühimdir. İnsan ise, ancak, milliyetçi olduğu nispette insandır. Bu sebepten sistemi, fikri, kanunu uygulayacak olan milliyetçi insanları, heyetleri, hükümetleri bulmadan, herhangi bir sisteme bel bağlamak boştur. İnsanın en mükemmeli olan milliyetçi ve onun bağlandığı milliyetçiliği bir yana itip, her derde deva saydığı sosyalizmi tek toplum reçetesi sananlar, bunun için yanlış yoldadır. İnsan ile sistem bir araya geldiği takdirde milletler ihtiyaçları olan şeyleri elde edebilirler. Nasıl insan, milliyetçiliği nispetinde insansa, fikir ve sistem de milliyetçilik görüş ve temeline dayandığı nispette fikir ve sistemdir. Türkiye’nin kalkınması mı? Milliyetçi temel üzerine yükselen fikir ve sistemin milliyetçi insanlardan meydana gelecek hükümlere teslimi… İşte gerçek… Ve işte Türkiye’de, aydın denilen kişilerin bulamadığı, kavrayamadığı şey… Nejdet SANÇAR Kaynak: Türkçülük Üzerine Makaleler – Nejdet Sançar, Devlet- Töre Yayınevi 1976 Türkçü Gençlere Soyunuza, yurdunuza ve devletinize en verimli hizmetin Türkçülük Ülküsü ile sağlanabileceğine inandığınız için bu yolda yürümekte olan gençlersiniz. İnsan hayatının en romantik çağlarında, genç ruhları büyüleyen zevk verici, çekici, şahsi faydalar sağlayıcı bir çok maddi ve manevi imkanlara sırt çevirip, böyle çetin bir yolda yürümeyi göze almanız, şüphesiz, takdirle karşılanacak bir milli şuur hareketidir. Bu yolda yürümeye karar verirken, Türkçülüğün, ona gönül verenler için bir ateşten gömlek olduğunu elbette biliyordunuz. Bunu örnekler ve tecrübelerle gördükten sonra da Türkçü kalmanız, muhakkak ki, damarlarınızda dolaşan kanın büyüklüğünü içten duymanızdandır. Evet, Türkçülük, son yüzyıllarda çeşitli hadiselerinde ortaya koyduğu gibi gerçekten, bir ateşten gömlektir. Türk topraklarında Türk Ülküsünü Türk’ler için böyle bir ıstırap haline getirenler, bu büyük ırkın malum düşmanlarıdır. Düşmanlığın kaynağı yurdumuzun dışında, onu Türkiye’ye bin bir kalıba sokmak suretiyle sinsi sinsi yürütmeye çalışanlar ise içimizdedir. Kızılı, masonu, nurcusu, Kürtçüsü gibileri başta olmak üzere bunların çoğunu biliyorsunuz. Ancak, bunlarla birlikte bilmeniz gerekli bir grup daha vardır. En belirsiz ve sinsileri oldukları için, Türklük düşmanlığını en rahat yapabilen bu grup, son imparatorluğumuzun Türkiye Cumhuriyeti’ne en kötü mirası olan “imparatorluk artıkları” dır. Bu düşmanlık, 1938’den sonraki yıllarda, zaman zaman, Türkiye çapındaki hadiseler şeklinde de görülmüştür. Bunun neticesi olarak, Türkçülük, milli iradenin apaçık bir şekilde çiğnendiği korkunç yıllarda olduğu gibi, milli irade yıllarında da karşısında, her zaman salyalı dişler görmüştür. Türk Ülkü’sünün Türklüğün kaderine hakim olacağı günlere kadar, bunun böyle sürüp gideceği muhakkaktır. O mutlu güne kadar Türklüğü sadece kanında değil, kanıyla birlikte ruhunda, vicdanında, kalbinde ve kafasında bulup duyan bütün Türkler, yani Türkçüler, bu yoldaki mücadelelerine ara vermeden devam edeceklerdir. Türkiye’deki bu Türkçülük düşmanlığı, insan mantığını donduracak derecede korkunç bir hadisedir. Dünyanın hangi ülkesinde o yurdun sahibi milletin milliyetçiliği, devletin yüksek makamlarında bulunan kimselerin başı çektiği hareketlerle ezilmeye çalışılmıştır? Bu talihsizliği 1944’te ve 1953’te iki kere uğrayan ülke, bizim Türkiye’mizdir. Almanya’da Almancılığın, İngiltere’de İngilizciliğin, Fransa’da Fransızcılığın, yani o milletlerin milliyetçilerinin, devletlerinin kaderine hakim bulunan Almanlar, İngilizler ve Fransızlar tarafından ezilmek istenmesi gibi bir çılgınlık görülmüş müdür? Hatta bu büyük çaplı cemiyetler bir yana, komünizmin pençesine geçmek gibi bir büyük felakete uğramamış hangi dünya ülkesinde, o yurdun sahibi milletin milliyetçiliğine karşı girişilmiş böyle bir hareket gösterilebilir? Türkiye, dünya üzerinde, bu durumda tek ülkedir. Ve hadiselerin bizi ulaştırması gereken neticeye göre, Türk Ülküsü’nün Türkiye’nin kaderine hakim fikir olacağı günlere kadar, bu böyle devem edip gidecektir. Bunda dolayı bu günkü –ve beklide yarınki– Türkçü nesilleri, büyük vazifeler beklemektedir. Bunların en mühimlerinden birisi, Türk Ülküsü’nün Türkçüler için bir ateşten gömlek olmaktan kurtarılmasıdır. Bunun çok çetin, çok güç bir vazife olduğu muhakkaktır. Ama bu çetinlik ve güçlük, vazifenin yapılması için bir engel sayılmaz. Çünkü Türk, çetin engellerle boğuşmak için yaratılmış bir soydur. Onun için siz bugünkü Türkçü nesiller, soyunuza has bu tarihi güçle, ne bahasına olursa olsun, bu engeli aşmaya mecbursunuz. Hangi yaşta bulunursa bulunsun, bu gün her Türkçü, Türklük Ülküsü yolunda kendisini nelerin beklemekte olduğunu iyice bilmelidir. Sürülmek, işinden olmak, maddi ve manevi sıkıntılara boğulmak, hürriyetsiz bırakılmak gibi sıkıntılar, dertler ve belalr, bu yoldaki Türkler için göğüslenmesi gereken hususlardır. Bu sıkıntılar, dertler ve belalar başkaları için çok ağır, candan bezdirici, kahredici olabilir. Fakat, uğramakta olduğu haksızlıkların, karşısına dikilen belaların ana kaynaklarını, sebebini ve manasını bilen Türkçü için bunlar, kahır değil; aksine kendine tarihi ve ırki vazifesini ihtar eden uyandırıcı kırbaçlardır ve öyle olması lazımdır. Hadiseler ve tecrübeler şunu ortaya koymuştur ki, Türkçü; yürekli, sabırlı ve planlı olmaya mecburdur. Yürekli olmayan bir genç, Türkçülüğün engelli ve ıstıraplarla dolu yolunda uzun zaman yürüyemez. Bu hep böyle olmuştur. Ama dökülen dökülmüş, yorulan durmuş, fakat yürekliler yollarına devam etmişlerdir. Türkçü sabırlı olmaya da mecburdur. Çünkü bir yandan düşmanlar, diğer taraftan imkansızlıklar önüne Çin Setti gibi dikildikçe, bu gibi çetin engellerin aşılabilmesi için sabır, en büyük yardımcıdır. Plan ise, başarı kapısını açacak anahtardır. En büyük teşekküllerden en küçük gruplara kadar her Türkçü topluluk, esasları tespit edilmiş bir plan ile hedefe yürümelidir. Ve imkan bulunursa veya imkanı hazırlayıp, Türkçü kuruluşlar tek plan üzerinde yürümeye çalışmalıdırlar. Yine hadiseler göstermiştir ki, Türkçü, Türkçüden başka kimseden yardım göremez. Bu gerçek genç Türkçüleri iktisadi imkanlara sahip olma fikrine götürmeli ve hatta bu hırsla doldurmalıdır. Eski nesillerin seslerini büyük kitlelere duyuramayışlarının en mühim sebeplerinin birinin de bu iktisadi imkansızlıklar olduğu unutulmamalıdır. Bu günün genç Türkçülerinden bir grubun bu yolda bir adım atmış olmaları sevindiricidir. Bu ilk adımı başkaları takip etmeli ve imkanlar hazırlanıp, bu yoldaki teşebbüsler birleştirilip büyük bir güç meydana getirilmeye çalışılmalıdır. Türkçülük aynı zamanda bir ahlak yolu olduğu için, genç Türkçüler, Türk Ülküsü dışında bulunan kişilerle münasebetlerinde ( ve şüphesiz onların ahlak kavramını hiçe saymaları sebebiyle) çok kere aldanmaktadırlar. Bu yolda devamlı aldanmaların daha çok sürüp gitmemesi için de birtakım esaslar tespit edilmesi, karşı cephedekilerin ne gibi oyunlarla neler elde etmek istediklerinin tespiti; kısacası, düşmanların oyununa gelmemek için tedbir alınması da lazımdır. Genç Türkçü ! Şu kahpelikler ve kahpeler dünyasında; soyuna yurduna ve devletine hizmet aşkıyla dolu kalbinle giriştiğin mücadelede en büyük gücün Tanrı’nın sana müstesna bir bağışı olan damarlarındaki kandır. O kan üç bin yılı aşkın tarihindeki ölüm meydanlarında kazanılmış eşsiz zaferlerden, yaşadığın toprakları süsleyen mimari eserlere; minyatür, yazı şiir vesaire gibi sanat ürünlerinden yiğitlik, azim, fedakarlık, erdem, namus, haysiyet vesaire gibi en büyük insanlık meziyetlerine kadar bütün büyüklüklerin ve ululukların temelidir. Türk’ü, eski yüzyıllarda, dünyanın birinci milleti yapmış olan o kandı. Yarın, o eski şanlı hayatına kavuşturacak da yine o kan olacaktır. Çünkü o kan ile yapılamayacak iş, erişilemeyecek hedef yoktur. Türk’ü er meydanlarında yenemeyenler, onu, içinden kemire kemire yok etmek yoluna sapmışlardır. Son çağlarda, bilhassa Tanzimat sonrası yıllarında Türk’ü kökünden kopartmak, onu sadece adı ile Türk kalacak hale getirmek için akla hayale gelmeyen en namert, en sisi oyunlara başvurulmuştur. Bu oyunlara hala devam etmektedir. Ve ne kadar acı ki, düşmanlar, bunda haylide başarı kazanmışlardır. Fakat bu hain emellerine asla ulaşamayacaklardır. Çünkü Türk artık uyanmıştır. Uyuyan Türklüğün en şuurlu bölümü olan genç Türkçüler hızla çoğalmaktadır. Bozkurt soylu Bozkurtluğunu ruhunda duymaktadır. Bu ruh, bir gün bütün yurdu ilahi bir ateş gibi saracak ve Türk Ülküsü, Türk’ün kaderini çizecek hakim fikir olacaktır. Bu büyük ve tarihi vazifede en büyük yük senin omuzlarında olacaktır, genç Türkçü ! Eşsiz soyuna böyle büyük ve kutlu bir hizmet yapabileceğin için ne mutlu sana !.. zaman içinde haritadan silindikleri bir zaman içinde, o zamanki Türkiye gibi maddi gücü pek yetersiz bir memleketi ayakta tutabilecek tek kuvvet, elbette ki, milliyetçilik olabilirdi. Ve bunun neticesi olarak, milliyetçilik, yurdumuzda öylesine yayılmıştı ki, diktatörlük devrinin o yıllarda başbakanı Saraçoğlu Şükrü bile, 1943 de mecliste yaptığı bir konuşmada: “Türk’üz, Türkçüyüz ve Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal (en azından, hiç olmazsa) o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir.” demek zorunda kalmıştı. Nejdet SANÇAR İşte, bu derece güçlenen ve daha da güçlenip cemiyetin siyasetine dahi hakim olma istidadını gösteren milliyetçiliğe karşı, 1944 baharında malum haçlı seferi açıldı. Kaynak: Türkçülük Üzerine Makaleler – Nejdet Sançar, Devlet- Töre Yayınevi 1976 Tarihteki haçlı seferleri, İslamlığın kökünü kazıma gayretinin neticeleri idi. 1944 haçlı seferinin hedefi ise Türkçülüğü yok etmek olmuştu. Milliyetçi Hareket Karşısındakiler ve Bu ülkenin yakın çağlar tarihinde çok görülen bir talihsizlik vardır. Ne zaman yurdun yararına sayılacak bir adım atılmak, bir hamle yapılmak istense, böyle davranışlar, karşısında her zaman Türklük düşmanı kuvvetler bulmuşlar ve çelmelenmişlerdir. Türklüğe yararlı hareketlerden milliyetçilik hamlesi olarak ortaya çıkıp da çelmelenmek ve hatta biçilmek istenenlerin en unutulmayacakları 1944 ve 1953 yıllarındakilerdir. Birincisi, tek parti diktatörlüğü devrine, ikincisi “milli irade” zamanına ait olan bu hadiseler, bu güne kadar sürüp gelen ve bundan sonra da devam edeceği muhakkak olan sinsi Türklük düşmanlıklarının mahiyetlerini aydınlatabilecek hareketlerdir. 1944 hadisesi, Türk Milliyetçiliğinin üzerinden silindir geçirmek ihanetiydi: İkinci Dünya Savaşı yıllarında milliyetçilik çok kuvvetlenmiş, bütün Türkiye’ye yayılmıştı. Bunun bir sebebi Türkçü yayınların çokluğu ise, diğer bir sebebi de dünyayı sarmış bulunan ateş ve kan tufanı idi. Devletlerin göz yumup açıncaya kadar bir O yılların vatansever ve namuslu Türklerinin çok iyi bildikleri gibi 1944 haçlı seferini tertip edenler, bu ırkın ve bu yurdun can düşmanları sinsilerdi. Açtıkları ihanet bayrağının altında ise, o devrin kanı, ruhu ve kafası bozuk bütün okumuş takımı toplanmışlar ve Türk Milliyetçiliğini hançerleme ihanetinde birbirleriyle yarış etmişlerdi. Ama, Türk Milliyetçiliği, bir avuç namerdin kahpeliği ile kökü kazınabilecek bir fikir değildi. Aylarca sürüp giden ve Türklüğe kin kusan o kampanya sırasında namert ellerin hançerleriyle çok yara almış, fakat yine de ayakta kalmıştı. 1953 de ki hareket ise, o yılların meşhur Türkçü derneği Türk Milliyetçiler Derneğinin kapatılması ve bu suretle milliyetçi hareketin bir kere daha hançerlenmesi şeklinde oldu. Türk Milliyetçiler Derneği, hürriyet ve demokrasi havası içinde doğmuş ve kısa zamanda Türkiye’nin bir çok yerinde açtığı ocaklarla yurt çapında bir teşekkül halini almıştı. Derneği kuranlar ve ocaklarını açanlar, genç aydınlardı. Bu suretle milliyetçilik, genç Türk aydınlarının gayretiyle bir kültür gücü haline geliyor, büyüyor, güçleniyordu. Derneğin çatısı altında toplananların hızla artması da fincancı katırlarını ürkütüyordu. Bir Selanik dinmesine atılan bir kurşun, bu gelişmeden ürken şuursuz siyasiler ile Türkçülük düşmanlarının bir kere daha aynı safta birleşmelerini sağladı. Devrin başbakanı, Türkçülüğe karşı, tarihin asla bağışlamayacağı bir iftirada bulundu ve neticede dernek, mahkeme kararı ile kapatılıp, malları elinden alındı. Bu suretle, siyaset dalaverecileriyle Türkçülük düşmanlarının ortaklaşa yürüttükleri bir dolap, milliyetçi hareketi bir kere daha hançerlemiş ve gelişme durdurulmuş oluyordu. Eski yılların milliyetçi hareketleri, siyasetin dışında hamlelerdi. Bu sebepten, yurtdışındaki düşmanları büyük çapta ilgilendirmemekte idi. Fakat yeni hareket, siyasi bir şekle bürününce iş değişti. Çünkü milliyetçiliğin bu yolla sağlayacağı bir başarı, Türkçülüğü, devletin kaderinde söz sahibi edebilecekti. Türkçülüğün, Türkiye’nin hayatında söz sahibi olması ise, yurdumuz üzerinde iktisadi ve siyasi bir takım ince hesapları bulunan dış kuvvetlerin bu yoldaki emellerine set çekilmesi olurdu. Çünkü, devlet gemisinin dümenini elinde bulunduracak milliyetçi fikri hiçbir şekilde tavlamak mümkün olamazdı. Türkiye’ye karşı bir takım ince hesaplar yürüten dış kuvvetlerin, bu sebepten, ellerindeki bütün imkanları kullanarak belirmekte olan büyük tehlikeyi önlemeleri kendi pis çıkarları için bir zaruretti. Gerçi, milliyetçi hareketin bugünkü siyasi gücü yakın bir gelecek için büyük başarı müjdelemiyordu. Fakat çok uzak olmayan bir zaman için bir takım ümitler uyandırmakta olduğu da bir gerçektir. Türkiye’nin, bugünkü okuyan genç neslinin harekete büyük çapta meyil etmesi de, milli hareketlerden ürkenleri elbette düşündürüyordu. Yıllardan beri tatlı ninnilerle uyutulan milletin bu uykudan bir anda uyanması da mümkündü. İşte bu sefer, dışarıdaki kuvvetlerle içerdekileri birleştiren buydu. Umulmadık bir neticeyle karşılaşmak imkanı vardı. Korkulu rüya görmektense uyanık yatmak, elbette ki daha yerindeydi. İşte, Türkiye üzerinde korkunç bir kasırga gibi esen yıkıcı propaganda, bu korkunun neticesi idi. Kasırganın her tarafa savurduğu milyonlar, kapanma niyeti taşıyan kapıları, bu suretle ardına kadar açtı. Milliyetçi hareketin, perde arkasından idare edilen kalleşçe ve kahpede bir oyunla bir kere daha hançerlendiği artık bir vakıadır. Fakat bu netice mücadelenin bitmiş olması demek değildir. Mücadele elbette ki devam edecektir. Milliyetçilik yumruğunun, içteki ve dıştaki Türkçülük düşmanı kuvvetlerin kafalarında bir atom bombası gibi patladığı güne kadar devam edecektir. Çünkü milliyetçi hareket, karşısındaki kuvvetlerinki gibi, bir dalavere yolu değildir. Milliyetçi hareket, kuvvetini ve hızını Türk ırkının milli ülküsü Türkçülükten almaktadır. Bu mücadelede en acı taraf, fikir itibari ile bu cephenin yolcuları olan birçok Türk’ün, siyasi durumları dolayısıyla, milliyetçi hareketin dışında ve bazen de karşısında, bulunmalarıdır. Fakat, sabırla koruk nasıl üzüm olmakta ise, milliyetçi hareketin dışındaki milliyetçilerin de bir gün, şu veya bu şekilde, Türkçülük saflarında toplanmaları imkansız değildir. Türkçülük fikrinin Türkiye’nin kaderine hakim olması bir zarurettir. Türk milleti; yabancıların dümen suyunda seyreden tekneler cinsinden bir devletin değil de, okyanusları dalgalandıran büyük savaş gemileri gibi bir devletin sahip olmak istiyorsa, bunun yolu, milli ülküsünü geminin kaptan köşküne oturtmaktır. Bugünkü iç ve dış şartlara göre, bu, elbetteki kolayca ulaşılabilecek bir netice değildir. Ama, zorluğuna rağmen, mutlaka ulaşılması gereken bir neticedir. Bunun için, her şeyden önce, Türklük için çarpan kalplerin hepsinin bir bayrak altında toplanmaları lazımdır. Bu mücadelenin, Türk’ün varlığı mücadelesi olduğuna inanmak lazımdır. Korkusuz, er kişiler haline gelmek lazımdır. Kısacası, şanlı atalarımız Gök Türkler gibi “Türk milleti yok olmasın diye gündüz oturmadan, gece uyumadan, ölesiye bitesiye çalışmak” lazımdır. Bunu yapamazsak alınlarımıza yazılacak kara lekeyi hak ediyoruz demektir. Nejdet SANÇAR Kaynak: Türkçülük Üzerine Makaleler – Nejdet Sançar, Devlet- Töre Yayınevi 1976 Türk Ülküsü İnancın ne büyük ruhi amil olduğunu anlatmaya lüzum yok. İmanla, ümitsiz hastalar bile iyileşiyor (H. Nihal ATSIZ) Bir ülkünün çerçevesinde toplanmak ve onun için ölümü bile göze alarak savaşmak ne güzel şeydir! İnsanlar ancak ülkü ile hayvanlardan ayrılabiliyorlar. Milli bir ülkü olmadıktan sonra, insanın hayvandan ne farkı kalır? Hayvan, ölümden ve ızdıraptan kaçar, kuvvetliden korkar. Dünya bir çarpışma alanıdır. Yaratıcı kuvvet, dünyayı bir çarpışma düzeni içinde yaratmış, yaratılanlar çarpışma düzeni içinde yaşayıp bugüne erişmişlerdir. Bunun, neden, niçin böyle olduğu hakkındaki yüksek felsefi düşünceleri bir yana bırakıp gerçeği olduğu gibi kabul edersek, çarpışmaya hazır bulunmanın en hayati prensip olduğu sonucuna kendiliğinden varırız. İnsanlar arasındaki çarpışma, birleşip düzene girmiş topluluklar arasında oluyor. Bu topluluklara millet diyoruz. Milletler, binlerce yıldan beri var. Amansız boğuşmalarda bazıları ortadan kalkmış, bazıları sonradan kurulmuş, fakat milletler her zaman var olmuş, her zaman birbiriyle savaşmıştır. Savaşmak, yaşamak için gereklidir. Çünkü, milli çıkarların çatıştığı davaları bitirmek için, savaştan başka çare bulunamamıştır. Milletleri savaşa hazır bulunduran iki vasıta vardır. Biri maddidir, buna “teknik” diyoruz. Biri ruhidir, “ülkü” adını veriyoruz. Uzun tarih göstermiştir ki, eşit maddi kuvvetler arasındaki çarpışmayı ruhi yönden üstün olan kazanır. Ruhi kuvvet, teknik kuvveti yaratabilir. Ruhi kuvvetten yoksunluk ise, maddi güç ne kadar büyük olursa olsun bozgun demektir. Ruhi kuvvet nedir? Milli üstünlük inancı, büyümek isteği, yani milli ülküdür. Milli ülküler, toplulukların yaratıcı kuvvetidir. Bütün yaratıcı güçler gibi de, aykırılıkları yok etmek özelliğine maliktir. Türk yaratıcı gücü, yani Türk ülküsü, yüzyıllardan beri prensip haline gelmiş, uğrunda çarpışılmış, birkaç kere gerçekleşmiş bir düşüncedir. Ona hayal diyenler, hayal içinde gevşeyip tembelleşmiş olanlardır. Dedikleri gibi hayal olsaydı, hiç gerçekleşir miydi? Bununla beraber yirminci yüzyıl bir mucizeler zamanı olmuş, olmaz sanılanlar mümkün kılınmıştır. Bu bakımdan da Türk ülküsünün gerçekleşmesini ummak, insanlar için, haktır.Türk ülküsü, Türk büyüklüğü ve Türk kudreti isteği ve inancıdır. Ölümden korkmayan, ızdıraptan kaçmayan, kuvvetli ile savaşı göze alan yaratık, ancak ülkücü insandır. Bir zamanlar, dinler, insanları hayvan olmaktan kurtarmak için çalıştı, onlara Tanrı”dan öğütler verdi. Bugünkü ülküler tamamıyla millidir. Dini inancı da içine almış olan milli ülkü, insanları sürükleyen, güçlendiren ve asilleştiren bu duygu ve düşüncedir. Bugünkü kaba maddecilik arasında, Türk ülküsü sararmış, biraz küllenmiş gibi görünüyor. Maddecilik hastalığı geçtiği zaman, o, yine parlayacaktır. Onun için Türk ülküsüne sarılmaya mecburuz. Bütün Doğu milletlerini yendiği halde, yalnız Türklerle başa çakamayan Batı”nın içine sinmiş düşmanlığı ve hıncı karşısında, bizim silahımız, Türk ülküsüdür Arab”ı, Acem”i, Hind”i, Çin”i yenilirken, tek başına Avrupa”ya dalan ve yüzyıllarca tek başına bütün Avrupa milletlerine karşı Tanrının adının savunan Asya arslanları, zaman zaman gaflet uykusuna dalmışlar, fakat sonra sıçrayıp şahlanmışlardır. Bu seferki dalgınlık biraz tehlikeli gibi görünüyor. Çünkü, içinde yabancıya hayranlık unsuru var. Tehlikeler nereden gelirse gelsin, ne kadar büyük olursa olsun, tek çare ve tek ilacı “Türk ülküsüdür”. Bir şair: Bu toprak için,Bu bayrak için,Ölelim..Fakat bilelim. Diyor. Güzel bir düşünce. Türk ülküsünün yoluna girdiğimiz gün, bu şiiri biraz değiştirerek söyleyeceğiz: Bu toprak için,Bu bayrak için,Ölelim.Ne düşünelim, ne de bilelim! Nihal ATSIZ, 1955 Büyüklük Ülküsü (H. Nihal ATSIZ) Şahsi çıkara önem vermeyen, toplumun iyiliğini isteyen her düşünce insanidir. Bu insani düşünce, toplumun maddi kazançları ile yetinmeyip manevi kazanç davası da güderse, o zaman “ülkü” olur. Ülküler birer büyüklük davasıdır. Bundan dolayıdır ki, büyümek isteyen, büyüklük ardından koşan milletlerin ülküsü vardır. Bir Nepal”in, bir Panama”nın veya İsviçre”nin ülküsü olamaz. Bunların milli davalarının son basamağı, nihayet, huzur ve bolluktur. Huzur ve bolluk ise ülkü olmak özelliğini taşımaz. Çünkü huzur ve bolluk isteği, milletleri heyecanlandırmaz. Vecd haline getiremez. Onları ölüme kadar varan fedakarlığa sürükleyemez. Büyüklük davası, yani ülkü, savaşla elde edildiği içindir ki, insanlık tarihinde büyük savaşçıların, kumandanların ve kahramanların daima seçkin bir yeri olmuştur. Savaşlar, kahramanlık ruhunu beslemiş, erdemli insanların yetişmesine sebep olmuş, destani edebiyatı yaratmıştır. Yirminci Yüzyıla doğru yaklaştıkça savaşlar daha ıztıraplı bir hal almakla beraber, hiçbir şey onun ahlaki karşılığı olmamıştır ve uzun zamandır savaşmayan milletlerde ahlaki bir bozulmanın başladığı gözden kaçmamaktadır. Mesela İsveç”te kültür ve refah son dereceye vardığı, bu alanda Amerika ve Almanya”dan bile üstün bulunduğu halde, İsveç halkının ahlakındaki, günden güne çoğalan yozlaşma, düşündürücü bir durum almaktadır. Bazı bayramlarda İsveçli gençlerin topyekün yaptığı rezaletler, memleketteki homoseksüel derneklerinin yasa ile tanınması, çocuk yetiştirebilecek kaabiliyetteki aileler arasında bile sun”i ilkahla çocuk sahibi olmak gibi gariplikler, bu milletin bir iç sıkıntısı, bir manevi bocalama içinde olduğunu gösteriyor. İsveç, iki yüzyıldan beri savaşmamıştır. Bir zamanlar “büyük devlet” olan İsveç”in artık hiçbir büyüklük emelinin kalmayışı, uzun bir süredir devam eden tarafsızlık, atom savaşına tam manasıyla hazırlanacak kadar maddi güç göstermesine rağmen, manevi kuvvetlerden yoksunluğu, bu sonuçları hazırlamıştır. Soysuzlaşma durdurulmazsa, İsveç, günün birinde tıpkı Estonya, Letonya ve Litvanya gibi bolşevikliğin ağına düşüverecektir. Çünkü İsveç milletinin heyecan verici bir ülküsü, bir büyüklük ülküsü yoktur. Bu örnekler söyliyeyim ki, geldiği belirli ülkelerin bir bulunuşlarıdır. dış tarafıdır. ülküsüzlüktür. epeyce çoğaltılabilir. Şu kadarını hükümet darbelerinin sanat haline ülkelerde, bunun baş sebebi, bu büyüklük ülküsünden yoksun İktisadi yoksulluk, siyasi buhran işin Asıl ve gerçek sebep, milli Milli ülküler, milletleri yüzyıllar boyunca ayakta tutacak enerji kaynağıdır. Ülkücü milletler, fedakar insanlarla doludur. Fedakar insanların çokluğu, her türlü insani meziyetlerle yaşar. Hayvanlaşmış toplumlar refah ve dıştan büyüklük içinde de olsa, yıkılmaya mahkumdur. Eski Roma gibi… Türk milleti, ülküsü olan mutlu toplumlardan biridir. Bütün tarihi boyunca büyüklük ülküsü ardından koşmuş, birlik ve fetih savaşları yapmış ve Birinci Dünya Savaşı”nın sonuna kadar da daima bir büyük devletin sahibi olmuştur. Bugün, Türkler arasındaki mayalanmanın Kızılelma, Turancılık, Uluğ Türkistan veya Büyük Türkili adlarıyla adlandığını görüyoruz. Bunun manası “büyüyüp birleşme” veya “birleşip büyümek istiyorum” demektir. Ancak kaabiliyetli ve enerjik olanlar büyüklük ülküsü ardından koşar. Çünkü büyüklük ülküsü, büyük fedakarlıklar ülküsü demektir. Bundan dolayıdır ki, korkaklarla aşağılıklar büyüklükten korkar, daima küçük kalmak ister. Nihal ATSIZ, Büyük Türkeli, 25 Nisan1962 Milliyetçilik Üzerine Düşünceler - Alparslan TÜRKEŞ Dünya üzerinde insan toplulukları milletler halinde yaşamaktadırlar. Her millet kendi özelliklerini korumaya, geliştirmeye gayret etmekte ve kendi topluluğunu diğer milletlerden daha ileri, daha yüksek, daha refahlı yapmaya çalışmâktadır. Milletler arasındaki bu rekabet ve karşılıklı yarışma, milleti meydana getiren insanların müşterek duygular halinde birleşmeleri ve müşterek bir millî şuur etrafında toplanarak kendi toplum varlıklarını, belirli hedeflere yöneltmek şuuruna sahip olmalarıyla mümkündür. Milletlerin faaliyetlerinde, yükselmelerinde ve kendi toplumlarını refaha kavuşturmak, geliştirmek çabalarında Milliyetçilik şuuru ve Milliyetçilik duygusu başlıca tesir yapan faktör olmaktadır. Milliyetçilik duygusundan yoksun olan bir toplumun millet manzarası göstermesi mümkün değildir. Milliyetçilik duygusuna sahip olmayan milli şuura sahip olmayan bir topluluğun bir arada yaşaması mümkün değildir. Böyle bir duygudan ve şuurdan mahrum toplulukların dış olayların en ufak bir tesirine karşı kendilerini koruyamadıklarını, hattâ dış tesirler olmasa dahi kendi kendilerine dağıldıklarını ve belirli vasıfları olan, belirli hedefleri olan bir topluluk hüviyetinden çıktıklarını görmekteyiz. Türk milletinin yükselmesi ve tehlikelerden korunması, Türk milletini meydana getiren kişilerin teker teker milli şuur sahibi olmasına ve kalplerinin millet sevgisi, vatan sevgisi ile çarpmasına bağlıdır. Bunun için milli doktrin Dokuz Işık'ın birinci ilkesi olarak Milliyetçiliği koymuş bulunmaktayız. Şüphesiz burada bahis konusu edilen Milliyetçilik Türk Milliyetçiliğidir. Türk Milliyetçiliği ne demektir? Türk Milliyetçiliği, Türk Milletine karşı beslenen derin sevgi, bağlılık duygusunun, müşterek bir tarih ve müşterek hedeflere yönelme şuurunun ifadesidir. Türk Milliyetçiliği insanî duygularla beslenen bir anlayıştır. Türk Milliyetçiliği kin ve garazı esas almayan, sevgiyi esas alan bir düşünce tarzıdır. Milliyetçilik; milletini sevmek, vatanını sevmek ve milletinin tehlikelere karşı korunması için her fedakârlığı göze almak duygusu ve düşüncesidir. Türk Milliyetçiliği bütün Türkleri kardeş sayan bir düşüncedir. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve kendisini Türk milletinin bir mensubu kabul eden herkesi kardeş sayan bir düşünce ve görünüştür. Türk Milliyetçiliği Türk milletinin gözüyle olayları görmek ve değerlendirmek zihniyetini ifade etmektedir. İster Türkiye içinde olsun, ister Türkiye dışında olsun, cereyan eden her olayın Türk milletine zarar getirmemesini istemek, düşünmek ve bunun için çalışmak duygusu ve şuuru, Türk Milliyetçiliği'nin bir başka ifadesidir denilebilir. Bunun yanı sıra Türk milletinin gerek Türkiye'de meydana gelen yerek Türkiye dışında meydana gelen olaylardan azami ölçüde yararlanmasını istemek, meydana gelen her olayın Türkiye'ye azami ölçüde yarar sağlamasını düşünmek ve bunun için çaba harcamak da Türk milliyetçiliğinin bir gereği olarak görülmelidir. Millet tarifini ele almakta Türk milliyetçiliğini belirlemek için yarar vardır. Türk milleti dediğimiz gerçek nedir? Bugün Türk milleti dediğimiz gerçeği şu şekilde tarif etmek mümkün. Müşterek bir tarihten gelen ve müşterek bir târih şuuruna sahip bulunan, aynı dine mensup, aynı kültürle yoğrulmuş, aynı devleti kurmuş, yaşatmış ve bugün de aynı devletin sahibi ve bayrağı altında yaşayan, sınırları içinde yaşayan insan topluluğu Türk milletini teşkil etmektedir. Yâni Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan ve Türklüğü benimseyen, aynı tarihe mensup, aynı şuurunu taşıyan ve aynı kültürle yoğrulmuş, aynı dine mensup insan topluluğu bugünkü milletimizi meydana getirmektedir. Türk milleti tarifi bu çizilen çizgilerin dışına ayrıca taşmaktadır. Türk milleti büyük bir millet olduğu için bugün dünya üzerinde geniş sahalara yayılmış ve dağılmıştır. Bugün dünya üzerinde yaşayan aynı dine mensup, aynı tarihe mensup ve aynı dili konuşan Türk topluluklarının sayısı yüz yirmi milyon civarında tahmin edilmektedir. Bunların ancak üçte biri Türkiye sınırları içinde bulunmaktadır. Bugünkü Türkiye sınırları dışında kalan Türkleri Türk Milletinden saymayacak mıyız ? Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan Türkler de Türk milletindendir. Onlar da Türk milleti deyiminin içindedirler. Ancak Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan Türkler başka topraklarda, başka milletlerin idaresi altında bulunmaktadırlar. Bugün dünya üzerinde biricik bağımsız Türk Devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti bütün Türklük meselelerinin sahibi ve temel varlığıdır. Bu bakımdan Türkiye Cumhuriyeti'nin birinci planda ele alınması ve korunması, yüceltilmesi başlıca konuyu teşkil etmelidir. Türk milletinden olmak, Türk milletini sevmek ve Türk devletine sadakatle hizmet aşkı taşımak, vatana bağlılık duygusu içinde bulunmak ve Türk milletinin yükselmesi için elinden gelen her fedakârlığı yapmak ve çalışmak duygusu ve şuurudur. Bu duygu ve bu şuuru taşıyan herkes Türk'tür. Kalbinde yabancı başka bir milletin özlemini özentisini taşımayan, kendisini Türk hisseden, Türklüğü benimseyen ve Türk milletine, Türk devletine hizmet aşkı taşıyan herkes Türk'tür. İşte Türk Milliyetçiliği'nin temel görüşü budur. Bu görüş ışığında olayları değerlendirmek zorunluluğu vardır. Türk Milliyetçileri sadece Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bulunan Türklerle mi ilgilenecektir. Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan Türklerle münasebetlerimiz ve bunlara karşı tutumumuz ne olmalıdır? Bu sorulara verilecek cevap şudur : Türk Milliyetçiliği, dünya üzerinde nerede Türk varsa onlarla ilgilidir. Onlara karşı derin bir sevgi ve ilgiyle doludur. Dünyanın neresinde Türk varsa bu Türklerin iyi durumda olmaları, bu Türklerin yükselmeleri, korunmaları, kendilerine mümkün olan her çeşit yardım ve desteğin sağlanması Türk milliyetçiliğinin şaşmaz düsturudur. Ancak Türk Milliyetçiliği Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında bulunan Türklerle ilgisinde ve münasebetlerinde, bu ilgi ve münasebetlerin Türkiye Cumhuriyeti'ni tehlikeye sokmayacak, Türkiye Cumhuriyeti'ne zarar vermeyecek şekilde yürütülmesi prensibini esas alır. Türkiye Cumhuriyeti'ni tehlikeye sokacak, Türkiye Cumhuriyeti'ne zarar verecek durumlarda herşeyden önce dünyada biricik bağımsız Türk Devleti olan Türkiye Cumhuriyeti'ni tehlikelerden korumak ve her çeşit zarara karşı onun gözetilmesi Türk Milliyetçiliği'nin esas görüşünü teşkil etmektedir. Bugün yirminci yüzyılın son çeyreğinde dünya üzerinde insanlık büyük mesafeler kat etmiş bulunmaktadır. İnsan Hakları Beyannamesi hemen bütün devletlerce kabul edilmiş ve imzalanmıştır. Birleşmiş Milletler Anayasası bu teşkilâta üye olan bütün devletler tarafından kabul edilmiş ve imzalanmış. Bu iki önemli vesikanın kabul ettiği bir insanlık ilkesi vardır. Bu insanlık ilkesi her milletin kendi kendisini idare etme hakkına sahip olduğu görüşüdür. Self Determinasyon denilen, her toplumun, her milletin kendi mukadderatına kendisinin hâkim olması görüşü İnsan Hakları Beyannamesi'nde ve Birleşmiş Milletler Anayasası'nda yer almış olan mukaddes bir hak teşkil etmektedir. Bu hakka dayanarak bugün Afrika'da ve Asya'da birçok insan toplulukları yeni devletler, yeni milletler halinde sahneye çıkmakta, bağımsızlıklarını ilân etmektedirler. Bugüne kadar tarihte hiç bir zaman devlet olmamış, devlet kurmamış olan birçok Asyalı ve Afrikalı insan toplulukları yeni milletler, yeni devletler halinde sömürgeci devletlerden bağımsızlıklarını almışlar ve Birleşmiş Milletlere üye olmuş bulunmaktadırlar. Tarihte belirli bir medeniyetleri dahi kaydedilmemiş olan birçok insan toplulukları Self Determinasyon prensibine dayanarak bağımsızlıklarını alıp yeni devletler halinde hürriyetlerine kavuşurlarken Türkiye sınırları dışında yaşayan Türklerin bu haklarının teslim edilmemesi insanlık bakımından yüz kızartıcı bir durumdur. Her milletin kendi mukadderatına hâkim olmak mukaddes hakkı olduğu gibi, başka milletlerin boyunduruğu altında sömürgesi olarak yaşayan Türk topluluklarının da, İnsan Hakları Beyannamesi'nin öngördüğü kendi mukadderatlarına hâkim olmak "Self Determinasyon" haklarını kullanmak kutsal haklarıdır. Türklerin de bu haklarını ortaya koymak herşeyden evvel yüksek insanlık vazifesinin bir gereğidir. Bu bakımdan biz Türk Milliyetçiliğinin bir diğer görevi olarak başka milletlerin sömürgesi durumunda yaşatılan Türk topluluklarına Birleşmiş Milletler Anayasasında yer almış olan, İnsan Hakları Beyannamesi'nde yer almış olan, Self Determinasyon hakkının tanınmasını bir insanlık vazifesi olârak ileri sürmekteyiz. Ve bunu söylemeyi bir vazife saymaktayız. Bunu söylememiz başka milletlere düşmanlık ifadesi değildir. Kendi milletimizin insanca yaşama haklarını istemektir. İnsanca yaşama hakkı istemek bir insanlık vazifesidir. Şimdiye kadar birçok Türk aydınları bunu ifadeden dahi çekinmişlerdir. Burada ilân ediyorum! Kendini bilen her Türk bu gerçeği her yerde ifade etmelidir. Herkese bunu anlatmalıdır. Bahse konu olan bu Türk topluluklarını kendi sömürgeci tutumlarıyla esir olarak tutan milletlere de bunu açıkça söylemeli ve insanlık duygusuna insanlık haysiyetine aykırı olan bu davranıştan onların vazgeçmesinin, herşeyden önce kendilerini yükselteceğini onlara anlatmalıdır. Yurdumuzda iç politika mücadeleleri, politika menfaatleri dolayısıyla Türk milletinin yüksek dâvaları çiğnenmiştir; zarara sokulmuştur. Türkiye'de Turancılık görüşleri hakkında yalan yanlış iddialar ortaya atılmış ve Turancılık düşüncesi, Turancılık fikri kötü, zararlı bir düşünce olarak Türk milletine tanıtılma yoluna gidilmiştir. Yunanlılar için Enosis neyse, Ruslar için Panislavizm neyse. Almanlar için Alman Birliği neyse; Araplar için Arap Birliği neyse, İranlılar için Panaryanizm neyse, Türkler için de Turancılık odur. Ruslar için suç ve kusur olmayan, Almanlar için suç ve kusur olmayan, Yunanlılar için suç ve kusur kabul edilmeyen, Araplar için suç ve kusur kabul edilmeyen, daha birçok milletler lçin suç ve kusur kabul edilmeyen kendi milletinden olan insanların kölelikten kurtulması ve yakın kültür birliği içinde, yakın işbirliği içinde bir varlık haline gelmeleri düşüncesi, Türkler için neden kötü gösteriliyor? Neden bir suçmuş gibi Türk kamu oyuna takdim ediliyor? Hiç şüphesiz bunu yapanların bir kısmı kendi hasis siyasî menfaatleri için Türk milletinin bu büyük ülküsünü istismar etmişler, kötülemişlerdir. Diğerleri de Türk düşmanlarıdır. Yabancı kölelik rejimlerinin içimize sokulmuş kölelik tellallarıdır ki, bunların başında komünistler gelmektedir. Bunlar Turancılık düşüncesinin baş düşmanlarıdır. Her yerde bu fikri gülünç göstermeye, bu fikrin Türkiye için tehlikeli olduğunu göstermeye çalışarak Türk milletinin gücünü meydana getiren millî düşünceyi tahrip etmek çabasını göstermişlerdir. Milliyetçilik, Türk milletine karşı beslenen derin sevginin ifadesidir. Kalbinde başka bir ırkın gururunu taşımayan ve kendîsini samimi olarak Türk hisseden ve Türklüğe adayan herkes Türk'tür. Biz; Türk milletine rnensup olduğumuza göre, bu milletin içinden çıkmış insanlar olduğumuza göre, elbette ki kendi milletimize karşı derin bir bağla bağlı alacağız ve bu milletin yükselmesi için, bu milletin haklarının daima her çeşit tesirlerden uzak, her şeyin üstünde bulundurulması için çalışmayı görev tanıyacağız. İşte bu sebeplerden dolayı bizim milliyetçiliğimiz, Türk milletine karşı duyulan derin, köklü bir sevgi ve Türk milletinin içinde bulunduğu müşkül durumdan bir an önce, en modern, en ilmi metotlarla çıkarılarak en kısa yoldan modern uygarlığın en ön safına geçirilmesini sağlamak duygusundan kuvvet alır. Milliyetçiliğimiz başkalarına karşı kin, garez duygularıyla beslenmez. Demek ki, Türk Milliyetçiliği, Türk milletine karşı duyulan derin sevgi, bağlılık ve onu güç durumdan kurtarıp, kuvvetli, her çeşit korkudan, baskıdan uzak, şerefiyle yaşayan, müreffeh, mutlu ve modern uygarlıkta en ön safa geçmiş bir hale getirmek isteği ve bu isteğin yarattığı duygudur. Birinci prensibimiz olan milliyetçiliğimizin özet olarak tarifi budur. Bunun yanında Türkçülük kelimesini de ilâve ediyoruz : Milliyetçiyiz, Türkçüyüz. Neden Türkçüyüz? Çünkü milletimiz Türk milletidir. Türkçülük ne demektir? Türkçülük, Türk milletinin hayatının her safhasında yapacağı her şeyin Türk ruhuna, Türk geleneğine uygun olması ve Türk'e yararlı olması amacının, fikrinin ön planda tutulmasıdır. Türkçe konuşacağız, Türkçeyi daima herşeyin üstünde tutacağız. Yapılacak her işte Türklük ruhuna Türk'ün özelliğine uygun ve Türk milletine yararlı olması şartını göz önünden kaçırmayacağız. Türkçülüğün de kısaca tarifi budur. Birinci prensibimiz olarak aldığımız Milliyetçilik ve Türkçülük, kısaca yaptığımız bu izah ve tarifle işte bu şekilde ortaya koymuş oluyor. Ülkücülük - Alparslan TÜRKEŞ Ülkücülük batı dillerinden dilimize giren idealistik kelimesiyle aynı olan bir anlam belirtmektedir. Ülkücülük veya idealizm insan kafasının içinde elde edilmesi, varılması en mükemmel, en güzel, kendisini mutlu edecek hedeflerin tasarlanması ve bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için arzu gösterilmesi ve çalışılması anlamını taşır. İnsanlar arasında idealistler yetişmeseydi insanlık bugün dünyayı aydınlatan birçok gelişmelerini, birçok alanlardaki yükselişlerini sağlayamazdı. Her gerçek, her fikir önce insanların kafasında bir hayâl olarak doğar. İnsanlar hayal ederler. Hayâl kurarlar. Bu hayalleri kendileri için iyi olan, kendilerinin özledikleri, elde etmekle mutluluk duyacakları bir takım istekleri, birtakım özleyişleri belirtir. İnsanlar hayâlleriyle diğer canlılardan bir ayrıcalık gösterirler ve gerçekten insanlık vasfını kazanmış olurlar. İşte ülkücülük de yani idealizm de insanların ve insan topluluklarının kendileri için varılması mutluluk sağlayacak, varılmasıyla en gelişmiş, en yükselmiş bir durum sağlayacak, bir hayâlin düşünülmesi ve insan beyninde tasarlanarak şekillendirilmesidir. Her toplumda idealistler vardır, ülkücüler vardır ve ülkücülerin, idealistlerin bulunuşu toplumlar için bir saadettir; büyük bir talihtir! Türk milleti için bizim düşündüğümüz ülkü nedir? Türk milleti için tasarladığımız ideal nedir ? Her şeyden önce Türk milletinin ahlâkta, maneviyatta, insanlık duygularında en yüksek seviyede bulunması, yaşaması ve ilimde, teknikte dünyanın en ileri girmiş varlığı haline gelmesi ve ekonomik açıdan kalkınmış, tarımını modern tekniğe göre geliştirmiş ve modern sanayi kurmuş, refahlı bir toplum haline gelmesi, Türk toplumu için bir Türk milliyetçisinin düşüneceği ülkünün esaslarından mühim bir kısmını teşkil etmektedir. Türk milliyetçiliğinin, ülkücülüğünün sınırları içinde sade bunlar mı vardır? Sade bunlar değil başka düşünceler, başka hedefler de vardır. Bu hedefler Türk milletinin hiç kimseden merhamet dilenmeyecek, lütûf, dilenmeyecek bir duruma gelmesi, kendi gücüyle ayakta duran, kendi, gücüyle varlığını koruyabilen ve sözünü dünyanın her yerinde saydırabilen bir varlık haline gelmesi düşüncesidir. Bunun yanı sıra Türk milletinin haklarını her zaman dünyaya tanıtabilmesi, dünyaya duyurabilmesi düşüncesidir ve yine bunun yanı sıra bütün Türklerin kölelikten, yabancıların buyurduğu altında yaşamaktan kurtulmaları ve Self Determinasyon, yani kendi mukadderatlarına kendilerinin hakim olması kutsal prensibine göre, hepsinin bağımsız hale gelmeleri, bağımsız olmaları Türk ülkücülüğünün bir diğer görüşü, düşüncesidir. Bunun için milli doktrinin önemli bir ilkesi olarak ülkücülüğü almış bulunmaktayız. Türk milliyetçilerinin ülkücülük tarifinin sınırları içinde bulunacak görüşleri, fikirleri ancak genel olarak işaret etmiş bulunmaktayız. Türk ülkücülüğünün hedef aldığı düşünceler genel olarak belirtilmiş olan bu fikirlerden ibaret değildir. Ülkücülüğümüzün içerisinde her mesleğe mensup Türk milliyetçilerinin kendi mesleklerinde en ileri, en yüksek ve gerek kendi milletimiz için, gerek insanlık için en çok yararlı neticeleri elde etmek görüşü de yer alacaktır. Bir Türk Milliyetçisi kendi toplumu için, kendi milleti için idealizmi daima göz önünde bulunduracak, bu genel idealizm prensipleri ile birlikte kendi sahası, kendi branşı ile ilgili çalışmalarında da bu temel ve genel mahiyetteki esaslarına uygun, onunla bütünleşmiş bir halde kendi branşı ile ilgili ülkücülüğünü de tespit edip güdecektir. Ülkücüler uzak hedeflidir, uzun vadelidir. Bir ülkünün hemen yarın gerçekleşmesi mümkün olmayabilir. Ülküler önümüzdeki yüzyılları kapsayabilir. Ama ülkü insanın kalbini aydınlatan bir ışıktır. Ülkü insanlara yönünü tayin etmesini sağlayan bir kılavuzdur. Milletler için de milli ülkü, milletin kılavuzu, milletin yolunu aydınlatan güneşidir. Ülküsüz insan çamurdan bir varlık gibidir. Ülküsüz insan dümensiz, pusulasız bir gemi gibidir. Bunun için her Türk Milliyetçisi, her Dokuz Işık'çı mutlaka ülkücü olacaktır, mutlaka ülkü sahibi bulunacaktır. Hem millî ülkü sahibi olacaktır, hem insani ülkü sahibi olacaktır, hem de kendi mesleğiyle ilgili ülkücü bir kişiliğe sahip olacaktır ki, hem de kendi mesleğinde başarılı, yararlı bir kişi olarak gelişsin hem de mensup olduğu topluma, milletine yararlı hizmetler yapsın, insanlığa yararlı faaliyetler gösterebilsin. Bunu için Dokuz Işık doktrininin çok önemli ilkelerinden olan ülkücülüğe büyük değer vermekteyiz. Ülkücüyüz! İnsanlık ailesi, yeryüzünde yaşayan bütün insanlar, milletler denen ayrı ayrı üyelerin bir araya gelmesinden meydana gelir. Bir insan, insan olmak isterse, insanlığa hizmet etmek isterse, evvelâ kendi milletine hizmet etmeli, kendi milletini yükseltmeye, kendi milletini mutlu kılmağa çalışmalıdır. Bunu yaptığı takdirde aynı zamanda insanlığa da hizmet etmiş olur. Çünkü bir insan kendi ailesini düşünür ve ona karşı vefalı kalırsa, insanlık duyguları en olgun seviyeye erişeceği için, kendi ailesi dışındaki insanlara karşı da yararlı ve vefalı olur. Bir insan kendi milletine faydalı olamaz, kendi milletine karşı bağlılık duymazsa, onun insanlığı düşünmekten bahsetmesi nihayet bir fantazi olur. İnsan, yetiştiği toprağın, yetiştiği milletin refâhını; iyiliğini, saadetini ve şerefini temin etmelidir. Bunu yaptığı takdirde, o milletin insanlığın bir parçası olduğu için, dolayısıyla insanlığa da hizmet etmiş olur. Ülkücülüğümüz nedir? Ülkücülüğümüz; Türk milletini en kısa yoldan en kısa zamanda modern uygarlığın en üst seviyesine çıkarmak; mutlu, müreffeh hale getirmek; bağımsız, özgür, kendi haklarına sahip bir hayata kavuşturmaktır. Kişilere hürriyet, milletlere istiklal başta gelen prensiplerimizdendir. İnsanlar hür ve eşit haklara sahip olarak doğarlar. Kabiliyet ve görevlerinin dışında insanlar haklarına tam olarak sahip kılınmalıdırlar. Toplum içerisinde insanlar kişisel liyakat ve kabiliyetlerine göre görevlendirilmeli ve bir sıraya konulmalıdır. Bütün bunlarla beraber ayrımsız olarak herkese bir imkân eşitliği sağlanmalıdır. İmkân eşitliği derken mücerret anlamda bir eşitlik anlaşılmamalıdır. Bu ülkücülüğümüzün içine bu günkü sınırlarımızın dışında bulunan Türklere ait herhangi bir şey girer mi? Türk adı taşıyan herkes bizim sevgi ve ilgimizin çevresi içindedir. Bundan vazgeçemeyiz. Bu her milletin tabiî hakkı olduğu gibi Türk milletinin de tabiî hakkıdır. Bugünün Birleşmiş Milletler Anayasası, yeryüzünde yaşayan her millete "kendi mukadderatına hakim olma" (self determinasyon) dedikleri prensibi kutsal bir prensip olarak ilân etmiştir. Bugün Afrika'da yaşayan ve bu güne kadar hiçbir bağımsız devlet kuramamış olan zencilere dahi, kendi mukadderatına hakim olma (self determinasyon) hakkı kutsal bir hak olarak tanınır ve bunların her biri yabancı boyunduruğundan, sömürgecilerin elinden kurtulup bağımsızlığını alırken, başkalarının boyunduruğu altında tutsak bulunan Türklerin tutsaklıktan kurtulmasını istemek, dilemek, bunun için iyi niyetler taşımak, Türk olan herkes için en tabiî ve kutsal bir haktır. Fakat biz ülkücülüğümüzde dâima gerçekçi olmayı ve girişilecek faaliyetlerde Türkiye'yi hiçbir zaman tehlikelere, risklere, maceralara sürüklemeyecek bir yol üzerinde bulunmayı esas kabul ederiz. Ülkücülüğümüz bir macera fikri değildir. Ülkücülüğümüz, Türk milletinin en kısa yoldan, en kısa zamanda modern uygarlığın en üst kamedesine yükseltilmesi, müreffeh, mutlu bir hayata erdirilmesi, kendi gücüyle ayakta durabilecek bir hale getirilmesi ve her çeşit korkudan, baskıdan uzak olarak, hür, müstakil yaşaması ülküsüdür. Bu ülkü aynı zamanda Türk olan herkese karşı ilgi ve sevgi göstermeyi, onların mutluluğunu dilemeyi ve onların mutluluğunu, Türkiye'yi risklere, tehlikelere maruz bırakmadan, bırakmaksızın, bırakmamak şartıyla sağlamaya çalışmayı içine alan bir ülkücülüktür. Dokuz Işık ve Türkiye, s.70-75 Türk Dünyası Alparslan TÜRKEŞ - DIŞ TÜRKLER MESELESİ Bugünkü Türkiye sınırı dışındaki Türkleri ne yapacağız? Bu zamana kadar milleti idâre eden kişilerimiz dış Türklerle ilgilenmeyi hep zararlı bulmuşlardır. Bu yanlış bir görüştür. Dünyanın neresinde Türk varsa, Türk milliyetçilerinin ilgileri içindedir. Dış Türkler için elden ne gelirse yapmayı Türk milliyetçilerinin boynuna borç sayarız. Fakat bunun için şartlarımız vardır. Baş şart Türkiye'nin tehlikeye sokulmamasıdır. Çünkü bütün dış Türklerin kurtuluşu Türkiye'nin varlığına bağlıdır. Dış Türkleri kurtarmak istemek bazılarının savunduğu gibi emperyalizm değildir. Emperyalizm, yabancı devletleri işgâl etmektir. Dış Türklerin kurtuluşunu, hür olmalarını istemek bizim meşru hakkımızdır. Ve bu hak, Birleşmiş Milletler Teşkilâtı tarafından korunmaktadır. Çağımızda, milletlerarası münasebetlerde, kültür yayılması ve dostlukla sokulma hareketleri geniş uygulama görmektedir. Her devlet kendi kültürünü kabil olduğu kadar geniş sahalara yaymak için gayret harcamaktadır. Bu sayede büyük iktisadi, stratejik ve siyasi menfaatler sağlanması kolay olmaktadır. Bizde imkanlarımız ölçüsünde bu konu üzerinde durmalıyız. Bunun ilk safhası Türk kültürüne bağlı topluluklar desteklemek, kuvvetlendirmek ve onlarla sıkı münasebetler içinde bulunmaktır. Buna karşılık da, yabancı kültürlerin yurdumuzda yayılmasına karşı dikkatli ve plânlı olmalıyız. Bu cümleden olmak üzere, TRT'nin daha kuvvetli ve yeni tesislere kavuşturulmasının önemini belirtmek isteriz. Bugünkü durumu ile, yurdumuzun bazı bölgelerinde TRT yayınları güçlükle dinlenmekte ve bizim yayınlarımızın yerini, yabancı, kötü maksatlı yayınlar almaktadır. Yayın programlarımızın da daha etraflı düzenlenmesi gereklidir. Sınırlarımız dışında bulunan Türk kültürüne bağlı topluluklar için özel ve devamlı yayınlar yapılmasına önem verilmelidir. Dış Türklere ilgisizlik devam etmektedir Türk Milleti tarihin en eski çağlarından bu yana, hatta doğduğundan beri esaret hayatını kabul etmemiş, hiç bir düşmana boyun eğmemiş, şan ve şerefiyle yaşamış bir millettir. Birinci Cihan Savaşı sonunda millettaşlarımızın büyük bir kısmı, çeşitli antlaşmalarla eskiden bizim topraklarımız olan şimdiki Bulgaristan, Yunanistan ve Rusya'da kalmışlardır. İlk sulh zamanlarından bu yana, esir olmayan ve esir sayılmayan bu TürkMüslüman kardeşlerimize yapılan işkence ve eziyetler gün geçtikçe artmaktadır. Bilhassa Rodos Türklerine yapılmakta olan insanlık dışı zulümler artarak sürmektedir. Daha bundan 50 - 60 sene önce Batı Trakya'daki nüfus nispetimiz % 85 olduğu halde bugün bu oran % 15'in çok altına düşmüş bulunmaktadır. Yunan idaresi altında bulunan vatandaşlarımıza benliklerini unutturma siyâseti güdülmektedir. Bu amaçla da günlerce su içinde bekletme, namuslarına tecavüz, dil ve burunlarını kesme ve daha nice akıl almayacak işkenceler yapılmaktadır. İsmini değiştirmeyenlere diploma verilmemekte, Türk çocukları gerekli kültürün bir zerresini dahi alamamaktadırlar. Bizden yardım, destek ve güven istiyorlar. Durum defalarca ilgili makamlara iletilmiştir. Hükümetlerimizin hâlâ bu konuda ne düşündüğünü açıklamaması ve Yunan hükümetine "dur" emrini vermemesi veyahut ta az da olsa misilleme yapmaması bizleri son derece şaşırtan ve o nispette de üzen bir durumdur. Oysaki Lozan antlaşmasıyla Yunanlılar; bunlara Yunan nüfusunu yerleştirmek yoluna gitmeyecekler, nüfus nispeti değişmeyecek, Türklere baskı yapılmayacak, onların yaşayışına müdahale edilmeyecek, Türkçe serbestçe konuşulacak, Türk okulları açılabilecek, okullarda Türk Kültürü'nün verilmesi engellenmeyecekti. Şu durumda Lozan antlaşmalarının bütün maddeleri ihlâl edilmiş bulunmaktadır. Meseleye eğilecek milliyetçi hükümetlere ihtiyaç vardır. Türklük ve Bozkurt Bazı milletler bazı hayvanları benimsemişler, onları kendilerine sembol yapmışlardır. Kartal, aslan, horoz bunların ilk akla gelenleridir. Türkler de bozkurtu benimsemişler, onu kendilerine sembol yapmışlardır. Sembollerle sembolü benimseyen milletler arasında bazı uygunluklar olduğu muhakkaktır. Sembol ile milletin birbirine en uygun düşeni ise, şüphesiz kurt ile Türk’tür. Çünkü kurt, hayvanlar dünyasının pençesi en sert olanı; Türk ise, insanlık aleminin yiğitlikte en önde bulunanıdır. Kurt, Türk soyunun hayatında çok mühim yeri olan bir varlıktır. Milletimiz, bu sert pençeli hayvanı yüzyıllar boyunca kendisinin yakını, yol gösterici, hatta kendi varlığının bir parçası gibi bilmiştir. Türk milletinin çeşitli nesillerinin ortak eserleri olan milli destan parçalarımız, bu Türk-kurt yakınlığının edebi ürünleri ve belgeleridir. Milli Türk destanının en güzel parçalarından birisi olan Oğuz Kağan Destanı’nın da, kurt, Türk’ü zafere ve dolayısıyla mutluluğa götüren bir yol gösterici, bir kılavuzdur. Tür’ün ulu atası Oğuz Kağan, savaşa giderken boz yeleli kurt her zaman O’nun ve ordusunun önündedir. Ergenekon Destanın da, bozkurt, Türkleri kapalı yurttan, o küçük vatan parçasından çıkarıp büyük vatanlarına kavuşturan bir yol gösterici, bir kurtarıcıdır. Bozkurt başka destan parçalarımızda da, Türk’ün hayatında büyük rol oynayan bir varlıktır. Türk milleti, bu yapısı küçük, fakat hayat mücadelesindeki yeri büyük, sert pençeyi öylesine benimsemiştir ki, kendisinin bozkurt neslinden olduğuna dahi inanmıştır. Tarihimizde, Türklüğe büyük hizmetler eden kahraman başbuğları bozkurtlar olarak adlandırmakta olmamızın sebebi budur. Türkçülük ülküsü ile dolup taşan yakın yıllar edebiyatımızda, bir çok eserlerde bozkurta yer verilmiş olması da bundandır. İnsan cemiyetlerini güçlü kılan, hayat mücadelesinde başka cemiyetlere üstün getiren manevi kuvvetler arasında, tarihten getirilmiş bu gibi milli unsurların yeri büyüktür. Milli varlıklara göz diken düşmanların, ilk önce bu manevi varlıklara saldırıp onları yıkmaya çalışmaları da bundan değil midir? Bozkurt Türk’ün manevi hayatında bundan dolayı mühim bir yer tutar Gazi Mustafa Kemal, hayatının son yıllarında coşkun milliyetçilik devrinde, bunun için, “Ergenekondan Çıkış” tablosunu yaptırıp Maarif Bakanlığı binasına astırmıştır. Sinsi Türk düşmanlarının, bozkurt düşmanlığı yapmalarının sebebi de bundan başka bir şey midir? Bozkur’u, bir milli sembol olarak gönlünde yaşatan; Ergenekon efsanesi ile büyülenip bu yönden de Türklüğüne sımsıkı bağlanan bir Türk çocuğuna, hangi yıkıcı fikir veya inanç tesir edebilir? Vicdanlarını kuzey iklimine satmış olanları, Türk’ün ilahi bozkurtuna “it” demeye ve bu adi horlamayı yaparken cibilliyetlerini ortaya koymaya sevk eden nedir? Kızgın çölün sarı altınları ile gözleri dönenleri, Türk’ü bu manevi güçten mahrum bırakmak için, tarihimizin onuncu yüzyıldan öncesini inkara yönelten hangi sebeptir? Türk düşmanları, bundan dolayı bozkurtun da düşmanlarıdır. Hayatı sadece madde olarak görenler de bu gibi mana hareketlerinin milletlerin hayatlarındaki yerini anlayamadıkları için, ister istemez Türklük düşmanları ile aynı safta yer almaktadırlar. Bozkurt, Türk soyunun hayatında ve milli varlığında, karanlık gecelerin yolcularına yol gösteren Çoban Yıldızı gibi büyük bir kılavuzdur. Türk’e kastı olanlar O’na düşmanlık edebilirler Sadece mideleri için yaşayanlar veya ihtiraslarına esir bulunanlar, bozkurtu horlayabilirler. Fakat, hayatın manasını, millet ve vatan için mücadele diye kabul eden, bu yüksek ruha erişmiş ve bu ruhla Türklük yolunda mücadeleyi varlıklarının tek manası bilenler için, bozkurt, bayrak gibi, sancak gibi büyük bir manadır. Bayrağı bir bez parçası sayan adi yaratıkla bozkurta it diyebilen fikri sapık arasında ne fark vardır? Türk için manevi birçok kutsal varlıklar vardır. Bozkurt da bunlardan birisidir. Bundan dolayı da bozkurtu korumak ve yaşatmak, ay-yıldızlı bayrağı vatan ufkunda dalgalandırmak kadar büyük bir Türklük vazifesidir. Türk’ün Türklük için yaşayan çocukları var oldukça, Türk Bayrağı Türk göklerinde nasıl dalgalanacaksa; ulu atamız Oğuz Kağan’a yol gösteren ve Türk’ü Ergenekon’dan çıkarıp büyük yurduna kavuşturan bozkurt da öyle yaşayacaktır. Çünkü bozkurt, Türk demektir. Türklük var oldukça, O’nu meydana getiren maddi ve manevi bütün unsurlar da var olacaktır. Bütün ahmakça davranışlara, bütün sinsi ve planlı ihanetlere rağmen, bozkurt, bunun için ebedidir. Nejdet SANÇAR Kaynak: Türkçülük Üzerine Makaleler – Nejdet Sançar, Devlet- Töre Yayınevi 1976