İktisatta Gizemini Koruyan Bir Bilinmeyen: Değer Felsefenin Mutlak
Transkript
İktisatta Gizemini Koruyan Bir Bilinmeyen: Değer Felsefenin Mutlak
AİBÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:14, Yıl:14, Sayı:1, 14:129-152 İKTİSATTA GİZEMİNİ KORUYAN BİR BİLİNMEYEN: “DEĞER” FELSEFENİN MUTLAK DEĞERİNDEN İKTİSADIN NİSBİ DEĞERİNE Adnan DOĞRUYOL* Kıvanç AYDINLAR** STILL MYTERIOUS UNKNOWN IN ECONOMICS: “VALUE” FROM PHILOSOPY’S ABSOLUTE VALUE TO ECONOMICS’ RELATIVE VALUE Öz Bu çalışmadaki temel amaç “DEĞER” kavramının, klasik felsefe disiplininin aradığı ve temel sorusunun cevabı olan “MUTLAK DEĞER” nosyonunun, iktisadın en gizemli konsepti olarak görülen, günümüzde bile hala metafizik kokan “NİSBİ DEĞER” arayışında filozoflar ve iktisatçılar arasındaki yürüyüşümüz süresince, zihinsel arka plan üzerine yoğunlaşmaktır. Ayrıca mutlak değer kavramının, iktisatta nispi değere dönüşümünü Antik Yunan filozoflarından günümüze uzanan yolculuğunda, felsefe disiplininin temel ekseni olan ve bu eksenlerin günümüzdeki temsilcileri tarafından hala tartışılan idealizm-realizm çatışmasındaki yeri ve önemiyle birlikte, iktisat bilimi ideologlarının bu soruya verdikleri cevaplar aranacaktır. Anahtar Kelimeler: Felsefe, Mutlak Değer, Nispi Değer, Servet. Abstract The main purpose of this study is to concentrate on the mental background of the concept of “value” while we analyze the key relations between philosophers and economists at the process of pursuing the concept of “relative value”, which looks like a bit metaphysic even nowadays and is regarded as the most mysterious concept of economics before discussing the notion of “absolute value”, which is generally the answer of the major question the field of classical philosophy searches. Furthermore, the answers of the ideologists of economics to this question are analyzed by underlying the importance and position of the conflict between idealism and realism, which is the main axis of philosophy and is still discussed at the path of the ancient Greek philosophers up to nowadays. Key Words: Philosophy, Absolute Value, Relative Value, Wealth * Yrd. Doç. Dr., Sakarya Üniversitesi, İİBF, adogruyol@sakarya. edu. tr Araştırma Görevlisi, Sakarya Üniversitesi, İİBF, kaydinlar@sakarya. edu. tr 129 ** AIBU Journal of Social Sciences, Vol:14, Year:14, Issue:1, 14:129-152 Giriş İktisadın en önemli kavramlarından birisi hiç kuşkusuz değerdir. Felsefe tarihinin en temel sorusu yine değerdir. Ancak felsefe mutlak değerden bahsederken iktisat bilimi nispi değerden bahseder. Değerin iktisat biliminde çok çeşitli anlamları vardır. Bu anlamların başında da hiçbir zaman yüzeye çıkmamış olan bir tanesi vardır. Bu eski bir kavram olan Adil Fiyat (Just Price) dır-Adam Smith’in avcılarını, her türlü avın yakalanmasını genellikle gerektirdiği süre temeline dayandırarak değiştirmeye neden olan temel ilke. Burada istenilen anlam budur. Fiyatlar öyle olmalıdır ki (siyasal yarara bağlı olarak), kırsal alandaki ve kentteki bir günlük emek yaklaşık aynı geliri getirsin. Fakat, bu bir ideal olarak düşünülse bile, farklı çerçevelerde, birbirinden farklı yaşam standartlarına sahip olan bireyler için eşit kabul edilebilecek gelirin hesaplanması hala bir sorun olarak ortada duracaktır. Değer yardımcı olmayacaktır. Uygulamada işe yarayacak bir içeriği yoktur. Yalnızca bir kelimedir o (Robinson, 1964: 47). “Değer” (Value, wert, valeur, kıymet) kavramı, felsefe tarihinde, öznelci ve nesnelci açılardan çok değişik şekillerde tanımlanmıştır. Öyle ki bu tanımlar çokluğundan birlikli bir “değer” tanımı çıkarmak olanaksızdır. Bununla birlikte, değerlerin kaynağını öznede bulan öznelci ve hepsi olmasa da bazı değerlerin nesnel idealiteleri ve hatta mutlaklıkları olduğunu ileri süren nesnelci değer anlayışları açısından yapılmış “değer” tanımlarında ortak olarak dile getirilen bazı yönlere dikkat çekilebilir (Özlem, 2010: 171). Antik Çağdan günümüze kadar devam eden felsefe tarihinin en temel problemi idealist ve materyalist ikilem veyahut dilemmadır. Bu ikilem felsefe ve diğer bilimleri etkilediği kadar iktisat bilimini de aynı oranda etkilemektedir. Bu çalışmamız; Klasik Felsefede Mutlak Değer Tartışması:Antik çağda ahlak felsefesi ve değer (Platon, Aristo, Stoa ve Epikür okullarında etik değer) onyedi ve onsekizinci yüzyıl İngiltere’sinde değer tartışmaları J. Brown- J. Butler- W. Godwin-I. Shaftesburg ve J. Locke değer İktisat Ekollerinde Değer Smith, Ricardo, Senior, Mill, Marshall Lauderdale, Gossen, Menger ve Wiesser Karl Marx’a kadar olan pek çok düşünürün değer konusundaki düşüncelerini analiz etmektir. Bundan hareketle: felsefe disiplininin MUTLAK DEĞER kavramının, diyalektik olarak felsefe tarihinin temel dönüşümlerinin tespiti teorik bir çerçeveye alınacaktır. 130 AİBÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:14, Yıl:14, Sayı:1, 14:129-152 İkinci araştırma sorusunun cevabı aranacak ve mutlak değer kavramının on yedi ve on sekizinci yüzyıl İngiliz düşünürlerince ele alma biçimi değerlendirilecektir. Üçüncü araştırma sorusunun cevabı aranacak ve felsefe disiplininin temel sorusu olan Mutlak Değer kavramının iktisat teorisi içerisinde “NİSBİ DEĞER” kavramına nasıl dönüştüğü ve iktisatçıların buna nasıl yaklaştığı veya yaklaşımlarının ne olduğu konusu belirtilecektir. I. ANTİK ÇAĞDA DEĞERLER SİSTEMİ Antik Çağda genel olarak bir etik felsefesini ilk kez Yunan Aydınlanma çağında Sokrates’te buluyoruz. Etik sorunlarını kendine özgü eleştirsel yöntemi ile aydınlatmaya çalışan Sokrates’in görüşlerini öğrencisi Platon bize diyaloglarında aktarıyor. Xenophon’un Sokrates’ten Anılar’ında da O’na özgü düşünceler izleyebiliyoruz. Felsefe tarihini temel problematiği relativizm (göreceli-subjektivizm) ile objektivizmdir. Felsefe tarihinde relativizmin ilk temsilcileri olan sofistler, en ünlü sofist Protagoras’ın “İnsan her şeyin ölçütüdür” önermesinden anlaşılabileceği gibi, aslında öznelci ve insan-merkezci bir felsefe tipinin de habercileridir. Protagoras’ın ünlü önermesini değerler sorunu açısından irdelediğimizde, sofistlerin değerleri insana ait yüklemeler, öznenin şeylere atfettiği nitelemeler saydıkları açıktır. Kendileri özellikle değerler sorunu üstünde durmamış olmakla birlikte, sofistlerin felsefe tarihi boyunca sık sık karşımıza çıkan öznelci/ relativist değer anlayışının ilk habercileri olduklarında şüphe yoktur. Sofistler ilk kez kendilerinin yapmış olduğu, doğal olan, physei ile “sonradan insan eliyle konulan”, thesei ayrımı doğrultusunda,başta eşitlik ve adalet olmak üzere, değerlerin thesei alanına (insani ve sosyal alana) aidiyetlerinin altını çizmişlerdir. Değerler doğa yasalarının tümel geçerliliğine sahip olmamaları, tam tersine insan eliyle sonradan konulmuş (thesei) olmaları dolayısıyla, herkes için her zaman geçerli olamazlar. Bu durum, toplumsal yaşamdaki değerler çokluğunu, değerler konusunda fiilen yaşanan relativizmi de açıklar. Bunun gibi, Prodikos, inanç ve değerlerin psişik kaynaklı, yani insanın düşünme ve duygulanımlarının (pathos) eseri olduğunu belirtmekle, değerler sorununa psikolojist yönelimli bir düşünüş ve irdeleyiş şekli getiren ilk filozof olmuştur (Özlem, 2010: 173Gökberk, 2007: 47). 131 AIBU Journal of Social Sciences, Vol:14, Year:14, Issue:1, 14:129-152 II. KLASİK OKULA YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER Adam Smith’i değer teorisi konusunda eleştirenlerin en önemlisi James Maitland (8. Lauderdale kontu) adında bir İskoçya soylusudur. Lauderdale, 1804 yılında yayınlanan (Genel servetin özü ve kökenleri ve servet artışının özü ve nedenleri üzerine bir inceleme [Inquiry into then ature andorigin of public wealth and into the nature and causes of its increase]) adlı eserinde (kişisel servetin) değeri(ni) meydana getiren faktörün, büyük ölçüde, eşyanın kıtlık derecesi olduğunu ifade etmektedir. Lauderdale eserinde, servet miktarının oluşmasında ana faktörün büyük ölçüde mübadele (değişim) değeri olduğunu ve bu değerin de kısmen eşyanın kıtlığına göre belirlendiğini vurgulayarak; eşyanın kıtlık oranındaki artışın (nadir bulunur olmasının)servet miktarını arttıracağını öne sürmüştür. Lauderdale’e göre;kişinin sahip olduğu şeylerin değerlenmesinden dolayı zengin olduğu durumda, toplumsal servetin azalması gerekmektedir. Bu yüzden kişisel ve toplumsal çıkarlar arasında kaçınılmaz bir çelişki/karşıtlık vardır. Lauderdale, Adam Smith’in, toplumun da –bireylerde olduğu gibi- tasarruf ederek sermayesini arttırabileceği fikrini kabul etmemiştir. İskoçyalı düşünürün/yazarın çalışmasında, üretim araçlarının bollaşması ve tüketim mallarının daha az tüketilmesi halinde oluşabilecek durumun ortaya çıkartacağı sakıncalara değinilmiştir (Haney, 1968: 382). Böylece, yüzyirmibeş yıl sonra bazı iktisatçıların öne sürdükleri düşüncelerin ilk temelleri atılmıştır. John Rae de (1786-1873) Adam Smith’e Lauderdale ile birlikte hemen hemen aynı cepheden saldırmıştır. 1834 yılında yayınlanan ( Genel iktisat konusunda bazı yeni ilkelerin açıklaması [A statement of some new principles on the subject of political economy]) adlı kitabında “ bireyler aslında mevcut bulunan servetten büyük hisselere sahip olmak yoluyla zenginleşirler; ülkeler ise ancak yeni servetler yaratarak zengin olurlar. Bu yüzden ülkeler için, zenginlik yaratmak ve üretmek birinci derecede önemlidir” (Rae, 1834’ten aktaran Haney, 1968: 384) diye belirtir. Rae, diğer ekonomik konulara dair yazılarında da zamanını çok aşan ileri bir görüşe sahiptir. Kuruluş halindeki sanayinin korunmasına yönelik düşünceleri sonradan Stuart Mill’in işine yaramıştır. Sırf başkalarına gösteriş yapmak veya çevresindekileri imrendirmek için abartılı servet tüketimine yönelttiği eleştiriler, daha sonra Veblen tarafından (Aylak sınıfın teorisi = The theory of the leisure class) daha detaylı incelenmiştir. Rae’nin faiz ve servet birikimi konusundaki düşünceleri, zaman konusundaki keskin psikolojik analizi; sadece kendi dönemi için 132 AİBÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:14, Yıl:14, Sayı:1, 14:129-152 değil,günümüzde korumaktadır. bile önemini kaybetmemekte ve geçerliliğini Ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısındaki orta Avrupalı iktisatçılar, Adam Smith’in servet hakkındaki görüşlerini, aynı dönemdeki Anglo-Sakson iktisatçılardan/yazarlardan daha detaylı incelemiş ve eleştirmişlerdir. Adam Smith’in iktisadi hayatın ve davranışların kendine has tabii/doğal kanunları olduğu ve bu davranışların, sosyal hayatın diğer alanlarıyla karıştırılmaksızın gözlemlenebileceği varsayımına, ilk Alman ve Avusturya iktisatçıları karşı çıkmışlardır. Onlara göre iktisadi hayat, sosyal hayatın diğer alanları ile doğrudan ilişkilidir. Devletin zenginliği, ülkenin ekonomik faaliyetlerine sıkı sıkıya bağlı olduğuna göre, bu faaliyetler hükümetin yol göstericiliğinde ve gözetiminde gerçekleşmelidir. Alman tarihçi okulundan Adam Müller, (1779-1829) Adam Smith’in düşüncelerini bu esaslara göre eleştiren ilk Avrupalı iktisatçılardandır. 1810 yılında yayınlanan (Die elemente der staatkunst) adlı eserinde bir şeyin değerini, devletin o eşyaya verdiği önemin belirlediğini öne sürer. Ve servet kavramının anlaşılmasında, servetin oluşumunda ve korunmasında devletin rolünün belirleyici olduğunu vurgular. Müller’in görüşleri bir bakıma Lauderdale’in düşüncelerinin bir yansımasıdır. Adam Smith’in aksine,serveti arttırma yolunun tasarruf değil, tüketim olduğuna inanmıştır (Savaş, 2007: 434). İktisada dair esas düşüncelerinin açık olarak gösterdiği muğlak/belirsiz dünya görüşüne rağmen Müller’in memuriyet hayatı ve Avusturya başbakanlığındaki müşavirliği döneminde gerçekleştirdiği iktisadi uygulamaları, çalışmalarına günümüze kadar kabul edilebilir bir geçerlilik katmıştır. Friedrich List (1789-1846) Müller ile aynı zamanda yaşamıştır. Tübingen üniversitesi iktisat profesörlüğü, devlet memurluğu, yerel yasama meclis üyeliği görevlerinde bulunmuş, siyasi reformlar için çalışmalar yürütmüştür. Eserlerinde öne sürdüğü düşünceler, daha popüler olmakla birlikte, Müller’in düşünceleriyle örtüşmektedir. List’e göre, servet analizini yalnızca değişim değerlerini esas alarak yapan Adam Smith, bu değerlerin üzerine inşa edilen üretimi ihmal etmekle hata etmiştir. Çünkü bir milletin refahı, servet birikiminden ziyade, üretim gücünün artışına dayanır. List, bir bakıma Müller’den de ileri giderek, üretim gücünü devletin adeta temeli (bilimsel, hukuki, idari, dini, estetik esası) olarak görmektedir. List’e göre, öğretmenler, doktorlar, yargıçlar, idare amirleri doğrudan doğruya servet üretmemekle beraber, önem açısından servet üretimine öncülük eden, milli üretim güçlerini desteklerler. List’te merkantilist görüş tarzını hatırlatan taraflar vardır. Çünkü milli otarşiye (dış dünyaya bağımlı olmadan, ülkenin kendi 133 AIBU Journal of Social Sciences, Vol:14, Year:14, Issue:1, 14:129-152 kendine yeterli olma durumu) ve kişisel servetin dışında bir milli servetin varlığına inanır; serbest ticarete karşı korumacılığı savunur ve üretimi teşvik eder (List, 1841/2001: 169). Gerek List gerekse de benzer düşüncedeki diğer iktisatçıların bazı düşünceleri, şaşırtıcı bir şekilde, tarihsel gelişim sürecine öncülük etmiştir. List’in 1841 yılında yayınlanan önemli eserinde ( Milli Ekonomi Sistemi –Das Nationale System der Politischen Ökonomie) yazarın ve A. Müller’in ortak düşünceleri, herkesin anlayabileceği bir sadelikte yazılmıştır. Bu kitap sistematik bir şekilde bölümlere ayrılmamasına ve sık sık tekrarlar içerlemesine rağmen, popüler bir şekilde yazıldığı için çok fazla okunmuş ve kamuoyunu etkilemiştir. Adam Smith’in servetin içeriğine dair yaptığı açıklamaların bir kısmı da, pek çok konuda onun düşüncelerini benimseyen ve savunan yazarlar tarafından eleştirilmiştir. Smith’in teorilerini herkes tarafından anlaşılabilir bir hale getiren önemli Fransız iktisatçı Jean Baptiste Say (1767-1832) de bunlardan biridir. Smith’in servet kavramını, muhafaza edilen değerli maddi eşyalara indirgemesine şiddetle itiraz eden Say’e göre, doktorların, müzisyenlerin hizmetleri gibi “maddi olmayan ürünler” de servet sayılmalıdır. Baptiste Say, bir ressamın tablosu servet sayılırken, bir müzisyenin eserinin servet sayılmaması için hiçbir geçerli neden görememektedir. Yazar bu düşünce tarzını daha da ileri götürerek Adam Smith’in servet tarifine ilave olarak, maddi olmayan hizmetlerin de servet sayılması gerektiğini savunmuştur (Hunt, 2005: 185). John Stuart Mill (1806-1873) İngiliz felsefe sisteminin pek çok alanında, önde gelen bir düşünür olmasına rağmen, servet hakkındaki mevcut düşüncelere yeni bir şey ekleyebilmiş değildir. Onun Smith ile başlayan klasik okulun bir üyesi olarak, en büyük hizmeti bu okulun düşüncelerinin küçük değişiklerle sistemli hale getirmek olmuştur. Bu bakımdan Mill ve Say birbirine benzer yollar takip etmişlerdir. Esasında servet hakkındaki düşünceleri de aynıdır. Mill’e göre servet, bir değişim değeri olan bütün faydalı ve hoşa gidecek şeylerdir; bunlar maddi ve biriktirilmeye müsait olmalıdır. Bununla beraber, J. B. Say gibi J. S. Mill de yetenek ve beceriyi servet tarifine dahil etmiştir (Mill, 1871/2008: 7-10). Servet, değişim değeri olan maddi eşyanın taşıdığı değerlerin toplamı olarak tarif edildiğinde, son bir eleştiriyle daha karşılaşılır. Bu da sadece etik bir düşünce ile ileri sürülen itirazlardır. Gerek Müller ve gerekse List’in eserlerinde belirsiz (muğlak) bir şekilde mevcut bulunan düşünceler, önce John Ruskin tarafından açık olarak ele alınmış, daha sonra ise “İsraf Faciası” (Tragedy of Waste) adlı çalışmanın sahibi 134 AİBÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:14, Yıl:14, Sayı:1, 14:129-152 Stuard-chase tarafından ileri sürülmüştür. Değişim (mübadele) değeri olan şeylerin gerek bireyler ve gerekse toplumlar için her zararlı tarafları her zaman olabilir. Uyuşturucu maddelerin bir değişim değeri vardır; bir tedavi aracı olarak kullanıldığında insan mutluluğuna katkısı olan bu maddeler, sürekli kullanım halinde ise gerçekten berbattırlar. Chase’in işaret ettiği gibi, bugünkü toplumlar, halka isteğinin dışında güçlü reklamlarla satın alması için telkin edilen birçok yarasız veya zararlı ürünlerin mevcudiyetine katlanmaktadırlar. Buna rağmen, bu tür mallar birer değişim değerine sahiptirler. Ruskin, bu tür mallar için hastalık (illth) ifadesini kullanmaktadır. İlk sosyalistler, Smith’in takipçileri tarafından ileri sürülen düşünceleri pek çok açıdan itirazla karşılamalarına rağmen, bu düşünürlerin servet tarifi hakkındaki düşüncelerine katılır gibi görünmektedirler. Gerçek şudur ki, sosyalistler servetin bölüşümü ve mülkiyeti konusunda gösterdikleri ilgiyi, servetin ne şekilde oluştuğu konusuna göstermiş değillerdir. Karl Marx (1818-1883) ekonomik anlamda servetin bir nevi mal birikiminden kaynaklandığını kabul etmiştir. Ona göre, değer ifade eden şeyler sadece maddi eşyadan ibaret değildir; fakat bunlar, maddi olmayan değerlerin yaratılması için gerekli araçlardır. Şu halde, toplum hayatının maddi olmayan faydalarından herkesin yaralanabilmesini sağlayabilmek için, herkese yaşamanın maddi araçlarından bol miktarda temin edilmesi gerekmektedir. III. DEĞER TEORİSİ: DEĞER KONUSUNDA UZLAŞMAZLIKLARIN DOĞAL ARTIŞI İktisat bilimi ilerledikçe iktisatçılar, servet hakkında bilimsel kamuoyunu doyurucu açıklamalar yapılmadan önce, fayda ve değer kavramlarına dair bazı temel bilgilerin varlığının gereğini anlamaya başladılar. Daha önceki iktisatçılar ya bu kavramlarda genel bir anlaşma olduğunu varsayıyorlar veya bu konulara hiç değinmiyorlardı. Ardılları ise bu konuda daha açık olma ihtiyacı hissettiler. Fayda bir ihtiyacın tatmini veya bir amacın gerçekleşmesi olarak tarif edilmiştir. Bir kısım iktisatçılar ise, bütün faydalı şeylerin servet sayılması halinde, temiz hava ve güneş ışığının da servet olarak kabul edilmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu tarif, gereğinden fazla, çok geniş bir alanı kapsayınca ortaya nedret (kıtlık) kavramı atıldı. Fakat bunun da zayıf tarafları vardı. Önceden de gösterildiği üzere, ihtiyaç maddelerinin miktarı azaldıkça, milli servetin arttığını kabul etmek sağduyuya aykırı gelir. Aynı şekilde, ülkedeki eşya miktarı artınca –her eşyanın değeri kaçınılmaz olarak düşeceğinden135 AIBU Journal of Social Sciences, Vol:14, Year:14, Issue:1, 14:129-152 “ülke fakirleşmiştir” demek de saçmadır. Servet analizlerinde bir üçüncü yol da sadece güçlükle elde edilebilen şeylere değer atfetmektir. Bu sayede bir şeyin servet sayılabilmesi için üretiminin son derece külfetli olması gerekmektedir. Bu durumun zorlukları da aşikârdır. Her emek aynı kalitede, aynı verimlilik ve önemde olabilir mi? Eğer böyle değilse, farklı emek türleri arasındaki ilişkiyi kim kararlaştıracaktır? Bu şekilde değer kuramı –fayda, kıtlık ve emek ölçüleri arasında- iki yüz senenin üzerinde bir süredir gelişim göstermektedir. Hala bile sorgusuz, itirazsız kabul edilebilecek bir sonuca ulaşılmamıştır. Son yıllarda, milli servet azaltılmadan tarım ürünlerinin miktarının kontrol edilmesi yoluyla, tarımsal kazançların çoğaltılmasının olanaklı olup olmadığı, tekrar tartışma konusu olmuştur. Değerin tarifi bir felsefi problem olarak ele alınırsa, yüzyıllardır süregelen “idealist-materyalist tartışması” ile karşılaşılır. İdealist görüşe göre değer, bir şeyin bizi tatmin etme kabiliyetinin takdiriyle belirlenen sübjektif bir meseledir. Materyalist teori ise bu konuda objektif olmaya doğru bir eğilimin ifadesidir. Bir şeyin başka bir şey ile mübadele edilmesi sebebiyle onun ölçülebilirliğini kabul eder. Değer hakkındaki sübjektif anlayışın objektif teori derecesinde açık ve somut bir hale getirilebilmesi amacıyla, maddelerin içerdiği değerin ölçülmesine yarayacak bazı formüller bulunmuştur. Fakat iktisatçıların çoğunluğu bu kıstasları yapay kabul etmektedirler. Bu iki değer görüşü arasındaki boşluğun tatminkar bir şekilde doldurulabildiği şüphelidir. Değer (ve bunun nakdi ifadesi olarak fiyat) konusu öteden beri düşünce hayatında büyük bir zihinsel karışıklığa neden olmuştur. Bir kısım iktisatçı ve düşünürler ise değer ve fiyat kavramları arasında fark görmezler; diğerleri ise fiyat kavramını daima değişmekte olan piyasa şartlarının belirli bir zamandaki ifadesi olduğunu, değer kavramının ise ideal bir önem takdirinin bütün belirleyici etkenlerini kapsadığını kabul ederler. Bu zorlukların, terimlerin daha büyük bir özenle kullanılması ve bu tabirlerden ortaya çıkan anlamın önceden belirtilmesinden başka çıkar yol yoktur. IV. DEĞER TEORİSİ: YENİ BİR FİKİR ÜZERİNDE DENEMELER Değer konusu üzerine yazılan yazılar, iktisadın bir bilim olarak ortaya çıkmasından önce de, önemli bir miktara varır. Tabii ki, başlangıçta ortaya atılan düşünceler ne de olsa net değildi, fakat bu düşüncelerin pek çoğu, büyük sonuçlar doğuran daha sonraki düşüncelere öncülük 136 AİBÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:14, Yıl:14, Sayı:1, 14:129-152 etmişlerdir. Kendi kendisine yeten ve geçimlik ekonominin temelini oluşturan feodal sistemin çözülmesiyle feodal senyörün sosyal pozisyonunun zayıflaması, kent hayatının ilerlemesi ve ticaretin başlaması ile birlikte değerin tanımlanmasında ki iktisat dışı faktörlerin (sosyolojik ve teolojik) etkisi ortadan kalkmıştır. Orta çağın en önemli skolastik düşünürlerinden Thomas Aquinas (1224-1274) şöyle düşünüyordu (Jeauneau, 1998: 93). Bir maddenin faydası, kişilerin bu maddeye karşı duydukları ihtiyacın derecesine göre çeşitlilik gösterebilir, fakat bu gibi düşüncelerin objektif değer ölçümlerinde rolü azdır. Çünkü adil fiyat fikri, herhangi bir maddenin değerini, o maddeyi üreten zanaatkarın harcadığı emeğin kendi toplumsal konumuna ve geleneklere göre belirlenen bedeline sıkı sıkıya bağlamaktadır. Aquinas’ın görüşleri üzerinden yüzyıllar geçtikten sonra yeniden ortaya atılmış, bir maddenin değerinin uzun bir dönem hesaba katıldığı durumda, onun üretimi için gerekli emek miktarına göre belirlendiği kabul edilmiştir. Belirli bir süre her iki görüş de bir arada bulunmuş olmakla birlikte T. Aquinas’tan (1224-1274) sonra, değeri belirleyen asıl faktör, emek değil de fayda olarak görülmüştür. Onüç ve Ondördüncü yüzyıllarda yaşayan Bridan ve Biel isimli düşünürler değerin temelinin, eşyanın insan ihtiyaçlarını tatmin etme kabiliyeti olduğunu ve bunun, fiyat dalgalanmaları halinde ortaya çıkan değer hareketlerini sonuçlandırdığını ileri sürdüler. Bugünün anlayışlarına uygun gelen bazı görüşlere sahip ilk İngiliz yazarlardan Nicholas Barbon (1640-1698) da daha sonra bu görüşü benimsemiştir. Onun düşüncesine göre eşya, insanların maddi veya manevi ihtiyaçlarını karşılayabildiği takdirde bir değere sahip olur. Fakat bu malların belirli bir anda mevcut miktarı da “hali hazır değerine” yani fiyatlarına etki eder. Nihayet, piyasa değer hakkında en doğru hükmü verecektir; şu halde fiyat ve değer temel itibarıyla birbirinin aynısıdır (Barbon, 1690). İngiltere’de iktisadi istatistiklere dair yazılarıyla tanınmış olan Merkantilistlerden Sir William Petty değer yaratan faktörler arasına araziyi de katmıştır. “Emek servetin babasıysa, toprak da anasıdır” ifadesi her zaman kullandığı cümlelerdendir. Ona göre herhangi bir değer ölçülmesinde, emek gibi arazi de hesaba katılmalıdır. W. Petty görünüşe göre, emek ve toprak faktörleri arasında ilişkiyi belirtmeye çalışıyordu. Eserinin bir başka yerinde de, ortalama nitelikte bir erkeğin bir günlük gıda masrafının, bir günlük emekten daha iyi bir değer ölçüsü olduğunu beyan etmektedir. Petty’le aynı dönemde yaşamış olan John Locke (1632-1704) ise tamamen karşıt görüştedir. Locke’a göre, değeri emek yaratır; tek başına 137 AIBU Journal of Social Sciences, Vol:14, Year:14, Issue:1, 14:129-152 bir önemi olmayan arazi ancak üzerinde çalışıldığı zaman bir değer yaratabilir. Sermaye, alet ve üretim aracı biçiminde, birikmiş emekten ibarettir. Bu düşünceler iki yüz sene sonraRicardo ve sosyalist düşünürler tarafından tekrar ele alınmıştır. Locke, arz ve talebin piyasa değeri yani fiyat üzerindeki kısa dönemli etkilerini itirazsız kabul etmiştir. Ona göre, kısa bir dönem ele alındığında arz ve talep değerin belirlenmesinde etkili olur, ama uzun bir dönemde, üretim temel belirleyicisi olan emek değeri de belirler. John Locke talep esnekliği kavramının önemini de fark edip; “yaşam için mutlak gerekli olan şeyler neye mal olursa olsun alınmalıdır, fakat zorunlu ihtiyacı karşılamayan şeyler benzerleri arasında bir tercih sırasına konulacaktı” diye söylemiştir. Locke aynı ihtiyacı karşılayan mallar arasındaki ikame kavramı konusunda da net bir fikre sahiptir. Değişim değeri teorisinin açıklaması konusunda –genellikle Adam Smith’e atfedilen- elmas ve su örneğini ilk defa kullanan John Law’dır. (Faydalı olan su bol olduğundan değişim değeri düşüktür, buna karşılık bir faydası olmayan elmas ise yüksek fiyatlarla aşınıp satılmaktadır. ) Law “Para ve ticarete dair” (Money and trade considered) adlı eserinde “eşya bir işe yaradığı için değerlidir. Bu değer eşyanın faydasının derecesine veya kullanım gerekliliğine göre değil, arz ve talep miktarları arasındaki farka göre az veya çok olur. Değer ölçüsünün tekrar fayda kavramına yönelmesi Fransız maliyecisi Turgot’un (1727-1781) eserleri sayesinde olmuştur. Gerçekten fayda kavramının sistemli bir şekilde analiz edilmesi Turgot’a atfedilmiştir. Turgot, değeri yaratan birkaç faktörün var olduğunu kabul etmekle beraber, bu etkenler arasında en önemlisi olarak; bireyin ihtiyacını, diğer bir deyişle bir malın tüketiciye sağladığı fayda olarak görüyordu. Tabii ki fayda bakımından kişiden kişiye, zamandan zamana, yöreden yöreye büyük farklılıklar vardı. İhtiyacı gidermek için karşılaşılan güçlükler de değerin belirlenmesine etki ediyordu. Piyasa fiyatına gelince Turgot, arz ve talebin önemini idrak ediyor ve alıcıların istekleriyle satıcıların şartları arasında ortalama bir fiyatın oluşacağını kabul ediyordu. Richard Cantillon (1680-1734) bir Fransız bankeri olup, 1755 yılında yayınlanan “Essay upon the nature of commerce in general- genel olarak ticaretin mahiyeti üzerine bir deneme” adlı eserinde klasik değer teorisinin temellerini atmıştır. (A. Smith, Cantillon’un eserine olan bağlılığını zaman zaman dile getirmekten çekinmemiştir. ) Ona göre bir malın değeri, üretiminde kullanılan arazi ve emeğin hem nitelik hem de nicelik bakımından ölçüsüdür. Piyasa fiyatı ise, arz ve talebe göre şekillenir; bu piyasa fiyatının her zaman malın değeri ile bire bir 138 AİBÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:14, Yıl:14, Sayı:1, 14:129-152 örtüşmesi gerekmez. Bununla birlikte herkes tarafından kullanılan ve her zaman aranılan bazı maddelerin piyasa fiyatları sabit kalır ve malın değerine yaklaşır. Diğer fiyatlar ise, genel olarak arz ve talep miktarına göre şekillenmekle birlikte, alıcıların arzu ve isteklerine ve satıcıların yeteneklerine göre malın değerinde sapma gösterebilir. Adam Smith’in “Milletlerin Zenginliği” adlı eseri, Cantillon’un eserinden yirmi yıl sonra yayınlanmıştır. Adam Smith daha başlangıçta değeri (değişim/mübadele) ve kullanım değeri olarak ayırmaktadır. Ona göre, bu iki değer nadiren birleşirler; çünkü kullanım değeri çok fazla olan maddelerin bolluğu yüzünden, piyasa değeri olmayabilir veya bunun tersi gerçekleşir. İşte burada, daha önce John Law tarafından kullanılmış olan, elmas ve su örneğini Adam Smith de tekrar kullanmıştır. Smith değeri emek ile açıklayan görüşün muhafazakar bir taraftarı olmamakla birlikte, bir maddenin değişim değerinin, o şeyin üretilmesi için gereken emek tarafından belirlendiğini açıklamıştır. Adam Smith’e göre bütün eşyaların gerçek değişim değeri bunlar için harcanan emektir. Gerçekten altın ve gümüşün farklı dönemlerde satın alabileceği emek miktarı değişim gösterdiği halde, bir malın üretimi için gerekli emek miktarı zamanla pek az değişir. Fiyatlar ne kadar değişirse değişsin, emek miktarı değerin gerçek ölçüsüdür. Emek ile ifade edilen değer reel fiyata, parasal olarak da belirlenen değer ise nominal fiyata karşılık gelir. Smith değeri emek ile açıklayan teorinin uygulamadaki sıkıntılarını da inkar etmemiştir. Kendisi bu teorinin ancak nispeten basit topluluklara uygulanabileceğini söylemekle, emeğin değişik yetenek ve verim dereceleri veya birbirinden tamamen farklı alanlarda çalışan kişilerin faaliyetleri arasında birer denklik arayışı gibi zorlukları da bertaraf etmiş bulunmaktadır. Bundan başka Adam Smith saygınlık nitelik ve prestij farklarının çeşitli zanaatlar arasındaki sıralamada etkili olduğunu düşünerek emeğin sadece miktar esasına göre değerlendirilmesinin mümkün olamayacağını da kabul etmiştir (Smith, 1776/2007: 39). Piyasa değerleri, üretim maliyetinin (emek, toprak ve sermaye maliyetlerinin) tayin ettiği normal değerlerin altında veya üstünde olarak seyreder. Fakat bu fiyat normal değerden uzun süre farklı kalmaya devam edemez; çünkü ekonomik düzenin yarattığı bir tür cazibe gücü bu iki tür değeri birbirine yaklaştırır. Ancak, tekeller ve doğal sebeplerden ötürü piyasa değerlerini geçici veya sürekli olarak normal değer seviyesinin üstünde tutabilir. 139 AIBU Journal of Social Sciences, Vol:14, Year:14, Issue:1, 14:129-152 V. KLASİKLERİN DEĞER TEORİLERİ – ADAM SMİTH’İN TAKİPÇİLERİ: RİCARDO, SENİOR, MİLL, MARSHALL Adam Smith’in Milletlerin Zenginliği eserini yayınladıktan sonra uzunca bir süre Adam Smith’in analizine yönelik ciddi bir eleştiri öne sürülmemiştir. Bu dönem sonunda ortaya çıkan büyük bir iktisatçı, aslında klasik geleneğe bağlı kalmakla birlikte, bazı konularda üstadı Adam Smith’i gölgede bırakan yepyeni düşünceler ileri sürdü. David Ricardo (1772-1823) bir Londra borsacısının oğludur. Genç yaşında borsada büyük bir servet kazandıktan sonra bu işleri bırakmış ve iktisadi konulara dair çalışma ve yayınlara yönelmiştir. Ricardo, değer kavramının tahlili rekabetin var olduğunu farz ediyordu. Kısa döneme özgü piyasa dalgalanmalarını ikincil önemde görerek bir tarafa bırakmış ve uzun dönemde gerçekleşen fiyatla meşgul olmuştur. Ona göre, eşyanın değerine etki eden faktörler bir taraftan üretim için gerekli olan emek, diğer taraftan da o eşyanın kıtlık derecesidir. Yenisi yapılamayacak olan bir kısım eşya değerini kıtlığı belirler. Fakat bu tür eşyalar o kadar azdır ki, değer teorisi formüle edilirken bunların üzerinde durmaya gerek yoktur. Bir milletin iktisadi hayatını devam eden, üretimlerine gerektiği kadar emek tahsis edildiği takdirde sınırsız miktarda üretilebilecek olan mallardır. Bu tür mallar için emek maliyeti değerin esasını oluşturur. Toprak rantı, bir kısım toprağın tarıma ayrılmış en verimli topraklara kıyasla üstünlük derecesi ne kadar ise ancak o miktarda ödendiğine ve sermaye de birikmiş emekten başka bir şey olmadığına göre, değeri yaratan faktörün emek olduğunu kabul etmek son derece mantıklıdır. Üretime harcanan emeğin nitelik bakımından gösterdiği farklar (mesela beceri ve uzmanlık dereceleri) büyük bir öneme sahip değildir; esasen piyasa çok önceden itibaren bu ayrımlara göre ayarlanmıştır. Örf ve âdetin etkisi bu şartların kolaylıkla değişmesine izin vermez (Ricardo, 1817/2008: 52-53). Ricardo değeri sadece emek ile açıklayan teoriyi ısrarla savunmasına rağmen Londra’da 1817 yılında basılan “Principles of PoliticalEconomyandTaxation – Politik İktisat ve vergilendirmenin İlkeleri” adlı eserinin sonraki baskılarında bölüm başlıklarında yaptığı bazı değişiklikler; emek değer teorisinden uzaklaşması şeklinde yorumlanmıştır. Özellikle Hollander’in 1904’te yayınlanan “The Development of Ricardo’sTheory of Value” başlıklı çalışmasından sonra (455-491), Ricardo’nun kitabının 3. baskısında “Değer Üzerine” bölümüne yaptığı eklemeler, değeri sadece emekle açıklayan teorinin zayıflığını fark etmesi ve giderme çabası olarak görülmüştür. Ricardo’nun 1. basımda, değişim değeri yalnızca malın üretiminde 140 AİBÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:14, Yıl:14, Sayı:1, 14:129-152 kullanılan emek miktarına bağlıdır ifadesine, 3. baskıda sabit sermaye olmadan üretilen mallarda ücretlerdeki bir artışın fiyatları arttıracağını eklemesi; sadece fiyat değişimlerini açıklama çabası olarak görülmelidir. Çünkü Sraffa’nın da başarılı bir şekilde gösterdiği üzere; Ricardo, 1821 yılında yazdığı bir mektupta, bir malın “nispi değerinin” içerdiği emek miktarı tarafından belirlendiği konusunda tamamen emin olduğunu belirtmektedir (1951/2004: xl). Klasik geleneğe bağlı kalan büyük iktisatçılardan ikincisi Nassau Senior’dur (1790-1864). Avukat olmasına rağmen ömrünün büyük kısmını iktisat öğretimine ayırmıştır. Seniour kendi kuramını Adam Smith ve Ricardo tarafından atılan temeller üzerine inşa edilmekle birlikte, değer anlayışı bakımından daha ziyade Adam Smithe’e yakınlık gösterir. Senior, Ricardo’nun değeri emek ile açıklayan teorisini kabul etmemiş ve bu kuramın, emeğin değeri oluşturan bir faktör olması bakımından sınırlı derecedeki rolünün de şüphe ile karşılanmasına sebep olacak gereksiz bir abartı olduğunu açıklamaya çalışmıştır. Senior’a göre ister emeğin o işe tahsisine göre, isterse doğal faktörlerden ileri gelsin, kıtlık değerin esaslı bir unsurudur. Fakat bunun dışında, emek ve sermaye masraflarını içeren üretim maliyetlerinin de değere etki ettiğini kabul etmek gerekir. Sermaye masrafları, sermaye birikimine olanak veren, tüketimden vazgeçmenin bir karşılığı olarak algılanmalıdır. Seniour böylece, sonradan Alfred Marshall ve neo-klasik olarak adlandırılan iktisat okulu tarafından savunulan ve genel kabul gören değer teorisinin belli başlı unsurlarını hazırlamış bulunmaktadır. “Neo-klasik” olarak adlandırılan iktisatçıların değer konusundaki düşüncelerine geçmeden önce, John Stuart Mill’in bu konudaki düşüncelerini de belirtmek yerinde olur. Ona göre, değeri yaratan iki faktör fayda ve ele geçirme üstünlüğüdür. Bununla birlikte, bu faktörlerin oynadıkları roller uygulamada çeşitli eşya grupları itibariyle farklılıklar göstermektedir. Ricardo’nun değeri emek ile izah eden teorisine ilk defa karşı çıkan Samuel Bailey’in (1791-1870) analizlerinden etkilenen S. Mill, bu bakımdan malları doğal olarak üç ayrı gruba ayırmıştır. Miktarı mutlak olarak kıt ve sınırlı sayıda olanlar, çalışılarak sayısı arttırılabilecek olanlar ve miktarı ancak artan maliyetler pahasına arttırılabilenler… Birinci tür malların değeri arz ve talep ilişkilerine bağlıdır. İkinci kategoriye giren malların değerinin belirlenmesinde de arz ve talep kuralı geçerli olmakla birlikte, bu kısımda emeğin ücreti, sermayenin faizi ve –istisnai hallerde- toprak rantını da içeren üretim maliyetleri de işe karışır. Piyasa fiyatları gerçek değerden farklı olabilir; fakat serbest rekabet bu fiyatları üretim maliyetine doğru 141 AIBU Journal of Social Sciences, Vol:14, Year:14, Issue:1, 14:129-152 çeker. Çünkü arz, üretimin devamına olanak sağlayan asgari bir kar haddine kadar artar veya azalır. Üçüncü gruba giren malların fiyatı değerini belirleyen faktör, yine üretim maliyetidir; bu kısım malların fiyatı, ihtiyaç duyulan miktarda malların üretiminin gerektirdiği en yüksek üretim maliyetine kadar yükselme eğilimi gösterir (Roncaglia, 2005 :227). Alfred Marshall (1842-1924), eski değer teorisine modern sanayileşme ve büyük ticari teşebbüsler döneminin koşullarına uygun yeni bir yön vermeye çalışmıştır. Kendisi 1885’ten 1908 yılına kadar İngiltere’de Cambridge üniversitesinde iktisat profesörlüğü yapmıştır. Klasik okulda yetişmiş ve iyi bir matematik kültürü almıştır. Bu bakımdan ekonomik teoriye yeni bir ivme verebilmek için gerekli şartları bulunduruyordu. Marshall değer konularını kendi ekonomik sisteminin merkezine koymuştur. Değere dair fayda ve üretim maliyeti teorilerini bir araya getirerek bir sentez oluşturması, Marshall’ın en büyük başarısıdır. O dönemde - İngiltere hariç- bütün Avrupalı ve Amerikalı düşünürler, fayda kavramının üstünde durarak, üretim maliyeti yaklaşımına karşı çıkmaktaydılar. Bu düşünürlere göre, bir mala değer katan etken her şeyden önce o malın insan isteklerine cevap verebilme ölçüsüdür, yoksa üretimin ne kadara mal olduğu değildir. Marshall kendi değer teorisini basit bir örnek ile açıklamaya çalışmıştır: “Makas ne sadece alt ve ne de yalnız üst parçasıyla değil, her ikisiyle birden keser”. Bununla birlikte değer teorisinin bu kadar basit olmadığını Marshall da kabul etmektedir. Ona göre kısa dönem göz önüne alındığında, değer hemen hemen tamamen talebe bağlıdır. Çünkü mal bir kere pazara getirildikten sonra, fiyatı müşterinin satın alma isteğine göre şekillenir. Fakat uzun dönemde arz önem kazanır; bir malın fiyatı onun üretilebilmesi için gereken masraflara oranla önemli bir farklılık göstermez (Marshall, 1890/1961: 261). Marshall’ın bu açıklama tarzı, klasik değer teorisine yeni bir biçim ve genel bir saygınlık kazandırmıştır. Bununla beraber klasik doktrin ile uyuşamayan ve bu görüş ayrılıkları nedeniyle klasik değer teorisinin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini ısrarla iddia eden iktisatçılar olmuştur. Bunlara göre objektif ve bilimsel olma iddiasındaki klasik teori, ekonomik olayların sadece dış görünüşleriyle ilgilenmiş, özellikle değişim değerlerine önem vererek, fayda veya kullanım değeri kavramını ihmal etmiştir. Hâlbuki fayda (kullanım değeri), değer kavramının anlaşılması bakımından, mübadeleden (değişim değerinden) daha fazla önem taşımaktadır. Klasik doktrinden ayrılan bir başka görüş de, Karl Marx ve diğer sosyalist düşünürlerin çalışmalarında ortaya çıkar. Sosyalistler, değeri 142 AİBÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:14, Yıl:14, Sayı:1, 14:129-152 emek ile açıklayan teoriyi genişleterek, bu teoriyi, faiz rant ve karın yalnız emek tarafından yaratılan gerçek değerden haksız pay aldıkları yolundaki iddialarını ispat etmek için ekonomik ve etik bir araç olarak kullanmışlardır. VI. KLASİK DEĞER TEORİSİNİN ELEŞTİRİSİ: JAMES MAITLAND (LAUDERDALE KONTU) Klasik teoriyi eleştiren düşünürlerin önde gelenlerinin düşüncelerini de gözden geçirmek yararlı olacaktır. Değerin fayda ile olan ilişkisini açıklayan en eski düşünürlerden biri, Adam Smith’in İskoçyalı eleştiricisi Lord Lauderdale’dir (1759-1839). Kendi değeri (fiyatını kastederek) sürekli değişkenlik gösteren emeğin değerin kaynağı olamayacağını öne süren Lauderdale’e göre gerçekte değeri yaratan faktör, bir malın belli bir zamandaki mevcut miktarıyla birlikte, bu mala karşı duyulan ihtiyacın sürekliliğidir (The Earl of Lauderdale: 1819, 28). Bununla birlikte zorunlu ihtiyaç maddeleri talebinin, arz azalsa bile sabit kaldığını, fakat lüks tüketim mallarına olan talebin ise artıp azalabileceğini Lauderdale de kabul etmiştir. Böylelikle bugün “talep esnekliği” olarak adlandırılan konunun basit bir açıklamasını yapmış bulunmaktadır. Azalan fayda ve marjinal fayda (Diminishing and Marginal Utility) kavramları ilk kez W. F. Lloyd’un (1794-1884) eserlerinde kullanılmış ve izah edilmiştir. Belirli bir mala duyulan ihtiyacın tatmin edilmesinin mümkün olduğunu ve ihtiyaç giderildiği anda değerin ortadan kalktığını ilk önce belirten de Lloyd’dur. Onun kullandığı , “parça parça gıda verilen ve her defasında yemek arzusu bir parça daha azalan aç adam” örneğini fayda ve değerden bahseden hemen her iktisat kitabında görmek mümkündür. Lloyd, değerin gerçekte tatmin edilmiş ve edilmemiş ihtiyaçların ayrılma noktasında kendini gösteren bir düşünce durumu olduğunu belirtmektedir. VII. MARJİNAL FAYDA OKULU VE KLASİK DOKTRİNE KARŞI YÖNELTİLEN DİĞER ELEŞTİRİLER H. H. Gossen’in (1810-1858) çalışması, İngiltere’de W. S. Jevons’un ve daha sonraki Avusturya iktisat okulunun öncüsü olmuştur. Gossen’e göre malın değeri çeşitli ihtiyaçları tatmin edebilme yeteneği ile ilişkilidir; fakat tüketilen miktar arttığında, her ilave birimin ihtiyacı 143 AIBU Journal of Social Sciences, Vol:14, Year:14, Issue:1, 14:129-152 tatmin etme yeteneği bir öncekinden daha düşük olur. Her birimin ihtiyaç tatmin etme yeteneği üretim maliyetine göre değişiklik gösterir. Değer bu biçimde iki bilinmeyenden (tüketime bağlı ihtiyaç tatmin yeteneği ve üretim maliyeti) oluşan bir denklem ile temsil edilir ve değer “marjinal fayda” ile “marjinal negatif faydanın” (marginal disutility) dengeye geldikleri (eşitlendikleri) noktada gerçekleşir. Gossen çalışmasında istatistik ve grafiklerden faydalanmış, sayısal yöntemlerin kullanılmasıyla iktisadın matematik ve geometri gibi kesin sonuçlar veren bir bilim olabileceğini öne sürmüştür. Anglo-sakson dünyası,(İngiliz düşünürleri) Gossen’in düşüncelerine çok benzeyen değer teorileriyle W. S. Jevons’un (1835-1882) çalışmalarında karşılaşmıştır. Meslek hayatı çok hareketli geçen Jevons, Avustralya’nın Sydney şehri darphanesinde ayar memurluğu yapmış, daha sonra Owens ve University kolejlerinde profesörlük yapmıştır. Onun iktisat bilimine yaptığı tek katkı, tüketimin anlaşılması konusundaki ısrarıdır. Fayda hakkındaki görüşlerinin çok azı yenidir. Gossen’in ilk çalışmaları, Jevons’un öne sürdüğü düşüncelerin pek çoğunu içermekteydi. Bununla birlikte Jevons, Gossen’in bu çalışmasından “politik iktisat teorisi (Theory of political economy)” adlı kendi kitabının yayımlanmasından (1871) yıllar sonra haberdar olduğunu ifade etmiştir. Jevons bir yandan (Lloyd’un daha önceden ortaya attığı) insan ihtiyaçlarının sınırsız çeşitliliği, diğer yandan değişim değerinin belirlenmesine etki eden marjinal fayda kavramı üzerinde ısrarla durmuştur. Jevons’a göre iki tür malın değişim değeri, mübadele tamamlandıktan sonra, her iki maldan karşılıklı olarak elde edilen miktarlarının sağladıkları fayda miktarları karşılaştırılarak belirlenebilir. Mesela, A adlı kişinin elinde on birim mal olsun, B adlı kişide de başka bir maldan üç birim olsun. A, B’nin bir birim malına karşı kendi elinde bulunan maldan beş birim vermeye razı olabilir, fakat B’de olan malın ikinci birimi için kendi elindeki maldan tekrar beş birim vermeye razı olmayacaktır. Bu örnekte de görüldüğü üzere, değer (değişim değeri), belirli bir anda elde bulunan malın fayda seviyesine göre şekillenmektedir. Jevons değer teorisinin ve faydanın bu ve benzeri özelliklerini grafiklerle gösterip, kendi teorisinin uygulamalarını değişik miktarlar ve farklı durumlara göre açıklamıştır (Jevons, 1871/1970: 9293). Açık söylemek gerekirse marjinal fayda düşüncesini benimseyen tüm düşünce sistemlerine karşı en önemli eleştiriler de bu alanlarda yapılmıştır. Çünkü bu düşünceyi destekleyenler teorilerinde matematiksel bir kesinlik aramaktadırlar. Halbuki yukarıdaki örnekte de görüldüğü üzere, büyük oranda sübjektif bir konu olan faydanın belirlenmesi üzerine tatmin edici bir ölçü bulunmamaktadır; elde edilen 144 AİBÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:14, Yıl:14, Sayı:1, 14:129-152 sonuçlarda görünen kesinlik tamamen aldatıcıdır. Jevons miktar kavramını miktar olarak açıklamaktaki zorluğu fark etmiş ve bu sıkıntıyı toplumu tek bir bütün olarak ele alarak ve sadece tek bir malın faydasının yerine birçok faydanın karşılıklı ilişkilerini inceleyerek bu zorluğun üstesinden gelmiştir. Fayda kavramının derin bir analizini yapan Jevons, birkaç farklı tür tespit etmiştir. Örneğin, bir mallın belli bir zamanda tüketilen tüm birimlerinin faydalarının toplamı, toplam faydayı; tüketilen son birim maldan elde edilen fayda da marjinal fayda oluşturmaktadır. Marjinal fayda okulunun çalışmalarına İsviçre’nin Lozan üniversitesinde profesörlük yapan Fransız iktisatçı LeonWalras tarafından devam edilmiştir. 1874 yılında Kuramsal Ekonomi Politiğin Esasları (Elementsd’Economie Politique Pure) adlı çalışması yayınlayan Fransız profesöre göre, değer belirli bir malın toplam faydasıdır, fakat bu malın mübadele sırasındaki değeri, faydası ile sadece arz edilen miktarı arasındaki orana göre değil, bütün diğer mallarla olan ilişkilerine göre şekillenir. Bir malın diğerine kıyasla değeri, her birinin marjinal faydalarının kıyaslanması yoluyla belirlenir. Walras’ın bu düşüncelerinin Jevons’unkilerle örtüştüğü gözükmektedir. Walras bir bakıma da, değere ilişkin üretim maliyeti ve fayda kuramlarını uzlaştırmaya çalışmıştır; çünkü fayda etkenine olduğu kadar, belirli bir dönemde gerçekleşen arz miktarına da önem vermektedir. Fakat bu iki etken arasındaki ilişki kurulamadığından, Jevons gibi, Walras’ın görüşleri de sübjektif kavramların nicel (kantitatif) bir şekilde ifade edilme çabasından öteye gidememiştir. VIII. DEĞERİN OKULU FELSEFİK ANALİZİ: AVUSTURYA İngiltere’de Jevons’un değer kavramına yönelik fayda teorisi üzerinde çalışmakta olduğu sıralarda, Avusturya’da Karl Menger (1840-1921) aynı içerikte diğer bir düşünce sistemi inşa etmeye çalışmaktaydı . Menger ekonomik olayların nedensellik ilişkileri bakımından sübjektif analizleri aşırıya kaçan ve değere yönelik değişim (mübadele) kuramına karşı Almanya’da yapılan eleştirilere ısrarla devam eden “Avusturya okulu”nun manevi kurucusu sayılır. Menger’e göre değer, gerçekten bir malın sağladığı faydadan ibaretti. Mübadele ve elden çıkarma, mala özgü ve insan zihnindeki eğilimlerin bir dışa vurumundan başka bir şey değildir. Menger böylece değer kavramını tamamen objektif bir olgu olarak ele aldığı için objektif değer hükümlerini büsbütün ihmal etmiştir 145 AIBU Journal of Social Sciences, Vol:14, Year:14, Issue:1, 14:129-152 Menger’in en çok tanınan takipçilerinden olan Friedrich Von Wieser (1851-1926) değer konusunu bütün iktisat teorisinin merkezi haline getirmiştir. Wieser, bütün iktisadi araştırmalarının amacının da, devletin görevinin de değerleri maksimize etmek olduğunu öne sürecek kadar ileri gitmiştir. Ona göre değeri yaratan sadece fayda faktörüdür. Wieser bir malın değerinde üretim maliyetinin etkisini reddetmemiş hatta bu etkinin önemini vurgu yapmış, ancak üretim maliyetinin de fayda konusunun bir alt bileşeni olduğunu göstermeye çalışmıştır. Ona göre üretim maliyeti, üretim faktörlerini belirli bir malın üretimine teşvik edebilecek bir bedelden ibaret değildir; ayrıca bu üretim faktörlerine söz konusu malın üretimini diğer malların üretiminden daha çok istenilir hale getirmek de gerekir. Bununla beraber, maliyet değerinin kullanım değerinden daha ön planda olması gerekmez. Kullanım değeri yine birinci derecede öneme sahiptir. Sadece kullanım değeri, maliyet değerinin minimum veya maksimum seviyelerini belirleyerek üretilecek mal miktarını tayin eder. Bir örnekle açıklamak gerekirse; A malının Y birimi için kullanım değerini X lira olarak kabul edersek üreticiler, üretim olanaklarını diğer bir B malının üretimi sonucunda elde edecekleri hasıladan (kazanç) daha fazlasını A malından elde edeceklerini düşündüklerinde, A malını üretecekleridir. Bu durumda üreticiler hiçbir zaman Y ünitesinin değerini temsil eden X kadar para miktarından daha fazla bir hasılanın var olduğuna ikna edilemezler. Avusturya okulunun (en azından Anglo-Sakson ülkelerde) en çok tanınan üyesi, üniversite hocalığı ve üç kez Avusturya-Macaristan İmparatorluğu maliye bakanlığı yapmış olan Eugen von Böhm-Bawerk’tir (1851-1914). Onun iktisat bilimine yaptığı katkı sadece değer teorisi alanıyla sınırlı kalmamıştır. Böhm-Bawerk marjinal fayda kuramını benimsemiş, yani piyasada arz edilen mal miktarının, tatmin ettiği en önemsiz ihtiyacın derecesine göre değerin belirleneceğini savunmuştur. Ayrıca bir malın, ihtiyaçları tatmin etme yeteneğinin, mübadele edildiği durumda elde edilen diğer malın miktarına da etki edeceğini kabul etmiştir . Böylelikle daha önceleri kabul edilen sübjektif kullanım değeri yerine, sübjektif mübadele değeri ikame edilerek Alfred Marshall’ın Neoklasik değer teorisine doğru bir yönelim meydana gelmiştir. IX. DEĞER KONUSUNDA KLASİK DÜŞÜNCENİN SOSYALİST DÜŞÜNCEYE ETKİSİ 146 AİBÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:14, Yıl:14, Sayı:1, 14:129-152 Kaynağını klasik kökten alan başka bir hareket de, değeri emek ile açıklayan sosyalist düşüncedir. Ricardo’nun değerin tamamıyla emekten meydana geldiği fikrini kabul edip destekleyen ilk sosyalistler William Thompson (1783-1833), J. F. Bray (1809-1895) ve John Gray’dir (17991850). Bu düşünürlerin sosyalist doktrininde “servet/özel mülkiyet (property)” ifadesi çoğu kez “maddi eşya (material goods)” anlamında kullanılmaktadır. Bu düşünürlerin eserlerinde, değerin tamamen emek tarafından meydana getirildiği, çalışmadan servet sahibi olan kişilerin bu servetlerini asıl sahipleri olan işçilerden hile ile almış olduklarına vurgu yapılmıştır. Sosyalist düşünürlerden Thompson, makine ve üretim araçlarının birikmiş emek olduğunu, girişimcinin sevk ve idare rolünün ise bir tür emek sayılması gerektiğini vurgulayarak her iki faktörün de marjinal hasıladan pay alması gerektiğini öne sürmüştür. Bray ise değeri, sadece emeğin yarattığını, mübadelede ancak eşit değerlerin değiştirilebileceğini ve bu kuralın dışına çıkmanın doğru olmayacağını belirtmiştir. Gray de aynı şekilde değerin sadece emek tarafından yaratıldığını ileri sürmüştür. Bu düşünürlerin çalışmalarını, değer kavramının iktisadi analizinden çok, ahlaki varsayımlar olarak ele almak daha doğru olur (Savaş, 2007: 433). Sosyalist yayınların, çalışmaların ana fikri, artı değer teorisi ve değeri emek ile açıklayan kuramdır. Bu teorilerin iktisadi bakımdan mantıklı bir açıklamasını yapmaya çalışmış olan Marx’ın amacı, bir bakıma Thompson’ın düşüncelerine benzerlik göstermektedir, çünkü Thompson da iktisadi düşüncelerini (sadece ahlaki değil) somut ve mantıklı bir temele oturtma ihtiyacını hissetmiştir. Karl Marx (1818-1883) siyasi düşünceleri yüzünden profesör olarak üniversiteye kabul edilmemiş ve siyasi broşürler ve manifestolar yazarak sosyal dönüşüm hareketleri içinde aktif bir şekilde yer almıştır. Avrupa’nı çeşitli ülkelerinde kısa süreli seyahatleri dışta tutulursa, Almanya’dan sürüldükten sonra hayatının geri kalanını İngiltere’de geçirmiştir. Marx’ın toplumsal devrime olan ilgisi hiç sarsılmamıştır. Çalışmalarının çoğunun akademik bir karakter göstermesi, devrimci görüşlerinin bilimsel saygınlığını sağlamış ve bu devrimleri kaçınılmaz tarihsel bir zorunluluk olarak göstermiştir. Marx değer kavramını Ricardo gibi, ( bir malın normal şartlar altına, yani orta seviyede özen ve zamanına göre ortalama yetenekte bir kişi tarafından üretilmesi için gerekli emek) kabul etmiştir. Marx’ın bu tarifi, bir maddenin üretiminden satılmasına kadar geçen süredeki piyasa değeri dalgalanmalarını da hesaba katmış oluyordu. Çünkü emeğin uzmanlık bakımından gösterdiği çeşitlilikler, üretilecek malın değerinin de farklı olmasına neden olduğu gibi, sadece uzmanlık 147 AIBU Journal of Social Sciences, Vol:14, Year:14, Issue:1, 14:129-152 derecesi farkları da işçi yetiştirme maliyeti farklarıyla açıklanabilir. Bu farklar da, Ricardo’nun açıkladığı gibi örf ve adetlerden kaynaklanmıştır. X. MARX: ARTI-DEĞER VE SÖMÜRÜ Marx’ın değer kuramının yönelttiği eleştiriler, bizzat Marx’ın artı değer teorisinin sebep olduğu tartışmaların yanında pek sönük kalır. Marx’ın kuramının temel taşı olduğu ve sistemini bu temel üzerinden şekillendirdiği için, en çok tartışılan, eleştirilen ve üzerine yayınlar yapılan konu da doğal olarak Marx’ın emek değer teorisi olmuştur. Artı değer teorisi Ricardo’nun eserlerinde çok belirgin bir şekilde olmasa da mevcuttur, fakat net bir şekilde açıklanmamıştır. Kapsamlı ve bütüncül bir şekilde teorize edilmesi Marx tarafından gerçekleştirilmiştir. Engels’e yazdığı 24 Ağustos 1867 tarihli mektupta en büyük iki ekonomik başarısı olarak, artı değer teorisini geliştirmesi ve (mübadele değeri ve kullanım değeri olmak üzere) ikili karaktere sahipolan değer kavramını daha iyi açıklayabilmek için emeği de iki kategoriye ayırmasını göstermiştir (Marx, 1867/1987: 402). Marx tüm “metaların”1 kullanım değerini oluşturan ve belli bir amaca yönelen üretken emeği “somut emek” olarak adlandırmış, onu bütün toplum biçimlerinden bağımsız olarak, insanoğlunun varlığının zorunlu bir koşulu olarak görmüştür. “Soyut emeği” ise; her tür emek, bir taraftan fizyolojik anlamda insan emek gücü harcamasıdır ve özdeştir diye tanımlamış ve mübadele değerinin belirleyicisi olduğunu öne sürmüştür. Marx’ın, zihinsel bir genelleme değil, gerçek bir toplumsal sürecin düşüncede yansıması olarak ele aldığı soyut emek, metalarda nesneleşmiş ve cisimleşmiş olduğu için kullanım değerinin yegâne ölçüsüdür. Marx da, insanların yetenek ve becerileri farklılıklar gösterdiği, aynı şekilde firmaların da teknik üretkenlik düzeyleri ve üretim teknolojileri de farklı olduğu için, tekil üreticilerin emeğinin, değerin belirleyicisi olamayacağını fark etmiştir. O yüzden, verili bir toplum için normal üretim koşullarında, ortalama beceri düzeyinde ve o toplumun mevcut emek yoğunluğunda, tüm kullanım değerini yaratmak için gerekli emek zamanını “toplumsal olarak gerekli emek” diye tanımlamıştır. Değerin tek belirleyicisi olan soyut emek ile aynı anlamda kullandığı “toplumsal olarak gerekli emeğin”, malın üretilmesinde harcanan emek miktarı veya emek zamanı olduğunu öne sürmüştür (Marx, 1867/2007: 53-57). Marx, kapitalist üretim sisteminde, ürünlerin değişim (mübadele) aracılığıyla örgütlenmesi biçiminde ortaya çıkan ve onları satma gücüne sahip kişilerin mülkü haline gelen ürünleri “meta” olarak adlandırır ( Bottomore, 2011: 101). 1 148 AİBÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:14, Yıl:14, Sayı:1, 14:129-152 Marx’ın kapitalizm çözümlemesinin ve kuramının temel dayanağı olan artı değer teorisi ise kısaca, işçinin aldığı ücret ile çalışma süresi arasındaki ilişkiyi incelemektedir. İşçi hayatta kalmasına yetecek ve neslinin devam etmesini sağlayacak geçimlik düzeyde bir ücret alırken, aldığı ücreti karşılayacak çalışma süresinden daha uzun bir mesai harcar. Artı değer, işçinin üretime kattığı ile üretimden aldığı ücret arasındaki farktır. Marx da, Locke ve Ricardo gibi sermayeyi birikmiş emek olarak tanımlamıştır. Marx’a göre malların değeri, üretimleri için gerekli olan emek tarafından belirlenmektedir. Bu yüzden hem yatırım mallarının hem de tüketim mallarının fiyatları, her zaman üretim maliyetine yakın seyir izleyen nihai satış fiyatıyla adil bir şekilde kaynaşır. Kapitalist (işveren) artı değeri, üretilen malın her biriminin satış fiyatından değil, sadece işçiyi zorunlu çalıştırdığı fazla iş saatlerinde üretilen birimlerin satış fiyatlarından alır (Marx, 1867/2007: 218). Pre-kapitalist üretim tarzlarında, feodal rant ve köle sahibinin geçimi de işçinin ürettiklerine el koyma şeklindedir (dolaysız sömürü). Kapitalist üretim tarzında ise dolaylı bir şekilde var olan ve ancak artı-değer teorisiyle fark edilebilen sömürü, işçinin ürettiğiyle hayatta kalması için eline geçen arasındaki farka, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran sınıfların (kar, faiz ve rant olarak) el koymasıyla ortaya çıkar. Bu noktada ortodoks iktisatçıların büyük çoğunluğu, Marx’ı şiddetli bir biçimde eleştirirler. Köleci ve feodal toplumlarda gerçekleşen zorunlu çalıştırma ve ürüne zorla el koymanın, kapitalist üretimde yerini, işçi ve kapitalist arasında özgür ve gönüllü bir ilişkiye bıraktığını öne sürerler. İşçi belirli bir ücret karşılığında “emeğini” kapitalistin hizmetine sunmayı tercih edebilirken, aynı şekilde kapitalist de emek gücü kiralamak ya da kiralamamak arasında bir seçim yapma hakkına sahiptir. Dolayısıyla ortodoks iktisatçılara göre, özgür iradelerle yapılan tercihlerin sonucunda bir sömürü ilişkisinin ortaya çıkması mümkün değildir. Ama gözden kaçırdıkları veya görmezden geldikleri nokta, kapitalistlerle işçiler arasında koşulların kurumsal bir eşitsizlik göstermesidir. Kapitalist, sürekli olarak emek gücü kiralamak zorunda değildir, ancak karlı olduğuna inanırsa emek gücü kiralar. Ama işçi, hayatta kalabilmek için emeğini sürekli kiralamak zorundadır. Ortodoks iktisatçıların, iradi ve gönüllü seçim olarak adlandırdıkları aslında, işçi için açlıktan ölmekle sömürülmek arsındaki bir tercih olduğu için, bu “özgür bir seçimden” çok ekonomik bir zorunluluktur. Marx’ın artı değer teorisi kapitalist sermaye birikiminin ana lokomotifinin işçilerin karşılığı ödenmeyen emeği olduğunu çok net ortaya koyar; işçinin ürettiği değerin ancak bir kısmına karşılık gelen ücreti kapitalizmin doğasında var olan sömürüyü yansıttığı gibi ayrıca kapitalist yeniden üretimin de kaynağını oluşturur. Marx artı149 AIBU Journal of Social Sciences, Vol:14, Year:14, Issue:1, 14:129-152 değer teorisiyle, değeri üretim maliyetine indirgeyerek nispeten daha nesnel bir kuram yaratmaya çalışmıştır (Mandel, 1962/2002: 15). SONUÇ Servet ve değer konusunda son iki yüz yıllık düşünce hareketlerindeki bazı ana noktalar, sadece geçmişte çok tartışıldıkları için değil, günümüzde net bir şekilde sonuca bağlanamadıkları için hala önemlerini yitirmemişlerdir. Günümüz iktisat dünyasında, paraya hatırı sayılır bir önem atfedilmekte ve kendine has özellikleri nedeniyle (süreklilik, mübadele kolaylığı ve değerinin göreli istikrarı vb. ) hem ülkeler hem de kişiler para stokunu arttırmaya çalışmaktadırlar. Merkantilist teori savunucularının da ana iddiaları da bu yöndeydi. Merkantilistlerin eksiği, düşünme tarzlarının hatalı olmasında değil, politikalarının uzun dönemde doğuracağı sonuçları hesap edememeleri olmuştur. Merkantilizm pratik bir uygulama olarak asla ölmemiştir. Bu politika İkinci Dünya Savaşı’na kadar özenle uygulanmış, bu arada genel bir kural halini alan, aldığından çok satma politika uygulamasının kaçınılmaz sonuçları göz ardı edilerek, sığ görüşlü bir para biriktirme siyaseti ile bir arada yürütülmüştür. Hala geçerliliğini koruyan sorunlardan biri de, mübadele değeri şeklinde ifade edilen kişisel servet savunucuları ile diğer yanda toplum tarafından tasarruf edilen servet fikrini savunanlar arasındaki sessiz çekişmedir . Bir ülke, sahiplerinin istedikleri gibi kullanabildikleri büyük ölçüde kişisel servetlere sahip olduğu zaman mı, yoksa devletin mülkiyetindeki veya kontrolündeki doğal kaynaklara, kamu hizmetlerine, eğitim ve sağlık olanaklarına sahip olduğunda mı daha zengin sayılır? İktisadi bakımdan, biriktirilmiş para veya elde bulunan mallar servet sayılır; fakat geniş açıdan bakıldığında sağlıklı, iyi eğitim görmüş bir toplum ülke için daha büyük bir servet ve zenginlik olarak kabul edilebilir. Servet ve değer konuları iç içe girdiğinde, iktisatçıları düşündüren yeni sorunlar ortaya çıkmaktadır. Değer kavramının açıklanması konusunda, sübjektif faktörlerin mi, yoksa objektif bir biçimde ölçülmesi mümkün olanların mı göz önüne alınması gerektiği hala çözüme ulaşmamıştır. Sübjektif temellere göre ele alındığı takdirde, en azından sınırlı bir zaman için, net ve belirgin sonuçlara varmak mümkün olmayacaktır. Sadece objektif temellerle yetinmek de, iktisat teorisini üstüne inşa edeceğimiz bilginin güven ve saygınlık derecesinden şüphe edilmesine neden olacaktır. Geçmişte sıkça karşılaşılan bir eğilim de değeri, ne 150 AİBÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:14, Yıl:14, Sayı:1, 14:129-152 olduğundan başka ne olması gerektiğine göre, yani sosyal olarak nasıl olmasının tercih edildiğine göre açıklamaktır. Değer gibi karmaşık bir konuda tek bir belirleyici unsur bulmak pek mümkün gözükmemektedir. Bugünkü bilgilerimizle dahi, değeri belirleyen unsurlar arasında göreli(subjektif),nesnel değeri net bir şekilde belirleyemiyoruz. İktisat yazınında görülen pek çok teorinin bir kısmı, bir tek özelliği olan ekonomi dünyası varsayımına göre çalışmalarını şekillendirmişlerdir. Değer konusunda bu anlaşmazlığın temel nedenlerinin başında eski Yunan’dan kaynaklanan felsefik sorunlarla birlikte; Anglo-Sakson iktisatçıları ile Kıta Avrupası’ndaki meslektaşları arasındaki görüş farklılıkları, içinde yaşadıkları farklı ekonomik koşullarla açıklanabilmektedir. Bu açıdan değer ve servet konularında, bugün de iktisatçılar arasında farklı görüşlerin ortaya çıkması gayet normal ve kaçınılmazdır. Bugüne kadar elde edilen teorik ve amprik bilgilerin bu problemin (değer) günümüzde çözümlenmesini şu an mümkün kılmamaktadır. KAYNAKLAR BARBON, Nicholas (1690), A Discourse of Trade, http://www.marxsists.org/reference/subject/economics/barbon/trad e.htm,24. 02. 2013 BOTTOMORE, Tom (2001), A Dictionary of Marxist Thought. 2. Ed, Wiltshire, Blackwell GÖKBERK, Macit (2007), Felsefe Tarihi, İstanbul: Remzi Yayınevi. HANEY, Lewis (1968), History of EconomicThought. New York: Macmillan. HUNT, E. K. ,İktisadi Düşünce Tarihi (Çeviri: Müfit Günay). Ankara: Dost Yayınları. JEAUNEAU, Edouard,(1998), (Çev; Betül ÇOTUKSÖKEN), Ortaçağ Felsefesi, İstanbul: İletişim Yayınları JEVONS, William Stanley (1970), TheTheory of Political Economy, 2. Ed, Baltimore: Penguin. LAUDERDALE, The Earl of (1819), An Inquiry into the Nature and Origin of Public Wealth and into the Nature and Causes of its Increase,2. Edn, Edinburgh: ArchibaldConstable&Co. Edinburgh LIST, Friedrich (2001), The National System of Political Economy. 151 AIBU Journal of Social Sciences, Vol:14, Year:14, Issue:1, 14:129-152 http://site. ebrary. com/lib/sakarya/docDetail. action?docID=10014731, 18. 02. 2013 MANDEL, Ernest (1962/2002), An Introduction to Marxist Economic Theory, Newtown: Resistance. MARSHALL, Alfred (1961), Principles of Economics, 8. Edn, London: Macmillan. MARX, Karl (1867/2007), Capital: A Critique of PoliticalEconomyVol I, New York: Cosimo. MARX, Karl (1867/1987), Marx to Engels, 24 August 1867, MECW, Vol 42, London: Lawrance&Wishart. MILL, J. Stuart (1871/2008), Utilitarianism, New York: Cosimo. ÖZLEM, Doğan (2010), Etik Ahlak Felsefesi, İstanbul: Say Yayınları. RICARDO, David (1817/1962), On ThePrinciples of Political Economy and Taxation, London: Dent. ROBİNSON, Joan (1964), Economic Philosophy, Bungay: Penguin. RONCAGLIA, Alessandro (2005), The Wealth of Ideas, Cambridge: Cambridge University. SAVAŞ, V. Fuat (2007), İktisatın Tarihi, Ankara: Siyasal Kitabevi. SMITH, Adam (1776/2007), Wealth of Nations, New York: Cosimo. SRAFFA, Piero (1951/2004), The Works and Correspondence of David Ricardo, Vol. 1, Michigan: Edwards Bothers Inc. 152