Türkiye`de Sosyal Politika-Celik
Transkript
Türkiye`de Sosyal Politika-Celik
TÜRKİYE’DE SOSYAL POLİTİKA-ÖZET PATERNALİZMDEN YENİ LİBERALİZME DOÇ. DR. AZİZ ÇELİK Yüzyılın Kısa Özeti “Mücerrebdir [sınanmıştır], şimdiye kadar nerde sendika teşekkül etmiş ise, orada daimi surette sermaye aleyhinde bir esas teşekkül etmiştir. (…) Onun için, burada sermayedaranı daimi surette tehdit altında bulunduracak sendikaların teşkili muzırdır. Muzır olduğundan dolayı Hükümet teşkiline mani olmuştur. (…) Onların teşekkül etmesi (…) üzerine, sermaye sahipleri büyük tehdit altına alınmıştır. Biz ise sermayeye muhtacız ve ona muhtaç olduğumuz bir zamanda, sermayeyi tazyik altına almak caiz değildir.(…) Şimdiki halde sendikanın teşkiline lüzum yoktur. Ne vakit oraya gelirsek, o vakit tetkik olunur. Memleketin ahval-i maliye ve iktisadiyyesi terakki ederse, sendika lâzım mıdır, değil midir? O vakit bahsedilir (alkış). Şimdiki halde hiç lüzum yoktur” Dahiliye Nazırı Ferid Paşa Meclis-i Mebusan 19091 *** “Grev isteyen işçinin Türklüğünden şüphe ederim” Çalışma Bakanlığı Müsteşarı Fuat Erciyes, 19502 *** “Grev yapmak için önce gelişmiş bir sanayiye sahip olmak gerekir, sanayimiz daha bebek halinde idi. Bu sanayiyi daha bebek halinde öldüremezdik” Çalışma Bakanı Mümtaz Tarhan, TBMM, 19563 *** “Türkiye Gıda Sanayii İşçileri Sendikasına bağlı İstanbul’da Ayvansaray, Hasköy, Sütlüce, Beşiktaş, Balat ve Yenipakun olmak üzere 6 değirmende 8 Nisan 1970 tarihinden itibaren uygulanmasına başlanmış bulunan grevin, memleket sağlığı ve güvenliği ile son derece yakından ilgili olması bakımından Milli Güvenliğimizi bozucu nitelikte görülmesi sebebiyle 30 gün geciktirilmesi; Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliğinin uygun mütalâası üzerine, 15/7/1963 tarih ve 275 sayılı Kanunun 21 inci maddesine göre, Bakanlar Kurulunca 9/4/1970 tarihinde kararlaştırılmıştır” Bakanlar Kurulu Kararı, 19704 *** “Toplu pazarlık hakkı ve bu hakkın kullanımı konusunda hükümler içeren bu madde ile ilgili olarak, Ülkemizin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik şartlar dikkate alınmış ve konulan 1 Dahiliye Nazırı Ferid Paşanın Tatil-i Eşgal Kanunun Meclis-i Mebusan görüşmeleri sırasında yaptığı konuşmadan. A. Gündüz Ökçün, Ta’til-i Eşgal Kanunu (1982), 1909, A.Ü. SBF Yayınları, Ankara, s.87-88 2 Çalışma Bakanlığı Müsteşarı Fuat Erciyes, İşçi Sesi 29.1.1950 ve 13.2.1950 tarihli nüshalarından aktaran Makal (2007), s. 274 3 Aktaran Ahmet Makal (2002). Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963, İmge Kitabevi, Ankara. ss. 259-272 4 11 Nisan 1970 tarih ve 13469 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 7/458 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı 1 çekince gerekçelerinin geçerliliğini koruduğu kanaatine varılmıştır” TBMM Dışişleri Komisyonu Raporu, 20065 TÜRKİYE’DE SOSYAL POLİTİKANıN KÖKLERİ VE EVRİMİ Cumhuriyet Öncesi Türkiye’de sosyal politikanın kökenlerinin çok eski tarihlere, Orhun kitabelerine kadar dayandığı; Selçuklu ve Osmanlı’da iktisat politikasının sosyal amaçlı olarak yönlendirildiği savlarına rastlanmakla6 birlikte, ülkemizde sosyal politikaya ilişkin incelemeleri (“cılız” başlangıçlar da olsa) 19. yüzyılın ikinci yarısından başlatmak eğilimi güçlüdür7. Talas, Osmanlı İmparatorluğu’nda; genel olarak tüm büyük despotik devletlerde görüldüğü gibi, sosyal politikanın gelişimine uygun bir ortamın oluşmadığını, daha önce bazı genel kuralların var olduğunu ancak Devletin işçi ve işveren ilişkilerine müdahalesinin İkinci Meşrutiyetle birlikte başladığını belirtmektedir8. Koray, Osmanlı’da sanayileşmenin olmaması nedeniyle sosyal sınıfların gelişmesinin mümkün olmadığını ve böylece bir toplumsal istem ve çatışma ürünü olan sosyal politikanın ortaya çıkamadığını; devletin koruyucu olmaktan çok yasaklayıcı davrandığını vurgulamaktadır9. Ekin, Osmanlı’nın son dönemlerindeki sosyal politika gelişmeleri ile ilgili şu noktalara dikkat çekmektedir: İşçi hareketleri ve sosyal politika doğrudan sanayileşmenin ürünü olduğu için, Osmanlı döneminde sanayileşmenin sınırlı olması sosyal politikanın da gelişmesini geciktirmiştir. Devlet müdahalesi (koruyucu önlemler) madencilikle sınırlıdır. Devletin çalışma koşullarına seyirci kalması çalışanlar için olumsuz sonuçlar doğurmuştur. İkinci Meşrutiyetle birlikte, çalışma ilişkilerinin kamu müdahalesiyle hazırlanacak bir iş yasası ile düzenlenmesi yerine, toplu iş ilişkileri ile ilgili bir yasa (Tatil-i Eşgal Kanunu) 5 TBMM Tutanak Dergisi, Dönem: 22, Yasama Yılı: 3, T.B.M.M. (S. Sayısı: 977), (Gözden Geçirilmiş) Avrupa Sosyal Şartının Onaylanma-sının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun Tasarısı ve Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler ile Dışişleri Komisyonları Raporları (1/968). http://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem22/yil01/ss977m.htm 6 İlhan Dülger, “Avrupa Birliği ve Türkiye’de İktisadi Politika-Sosyal Politika Eşgüdümü”, İşveren Dergisi, Cilt XXXVIII, Sayı 6, Mart 2000. 7 Bu konuda bakınız. Saymen (1954), Talas (1992), Ekin (1987), Makal (1997), Koray (2000), Erişçi (2003), Sülker (1968), Şnurov (1973), Koç (2003). 8 Talas (1992), s.39. 9 Koray (2000), s.100. 2 tercih edilmiştir. Grev hakkı açısından sert yasakçı bir düzenleme getirmeyen Tatil-i Eşgal Kanunu sendika hakkı konusunda yasaklama dönemini başlatmıştır. Yasa ile kamu kesiminde sendikalaşma yasaklanmıştır10 . Özel sektör ise bu yasağın dışında bırakılmıştır. Ancak kamu kesimi dışında kayda değer bir iş gücünün olmayışı nedeniyle, bu yasa sendikaların etkisini önemli oranda daraltmıştır11. Öte yandan 31 Mart Olayı (1909) nedeniyle ilan edilen sıkıyönetim ve 1913 yılında İttihat ve Terakki Fırkası’nın ülke yönetimini ele almasının ardından işçi örgütlenmeleri ve bu yolla çıkarlarını koruma olanakları büyük ölçüde aksamıştır12. 31 Mart Olayı; başka etkenlere dayalı siyasi gelişmelerin, sendikal ve sosyal hakları etkilemesinin ilk örneğidir. Ancak 1925 Takrir-İ Sükûn, 1940 Milli Korunma Kanunu, 1971 12 Mart ve 1980 12 Eylül gibi örnekler de benzer sonuçlara yol açacaktır. Sosyal güvenlik uygulamaları açısından ilk adımlar, askerleri ve kamu hizmetinde çalışan sivilleri kapsayacak şekilde Tanzimat ve Meşrutiyet’ten hemen sonra başlamıştır13 . Cumhuriyet öncesi dönemde sosyal güvenliğin büyük ölçüde geleneksel yöntemlere (aile içi yardımlaşma, dinsel yardımlar, meslek kuruluşlarının yardımları) dayandığını ve sınırlı sosyal güvenlik uygulamalarının ortaya çıktığını söylemek mümkündür. Makal, sosyal güvenlik uygulamalarının Avrupa’nın gerisinde olduğunu ancak bir uçurum olmadığını vurgulamaktadır14. Ancak Almanya’da 1910’da nüfusun yüzde 21,5’unun sağlık sigortası kapsamında olduğu düşünülecek olursa aradaki fark daha iyi anlaşılabilir15. Cumhuriyetin İlk Yılları: Liberal İktisat-Otoriter/Paternalist Sosyal Politika Cumhuriyetin kuruluşundan, 1950’lere kadar geçen dönem Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş ve devlet geleneklerinin belirginleştiği yıllardır. Dolayısıyla Türkiye’nin sosyal politikası açısından da belirleyici önem 10 Mesut Gülmez, Tatil-İ Eşgal Kanunu, Türkiye Sendikacılık Ansiklopedisi, Cilt 3, 11 Ekin, 229, Talas (1992), s.42. 12 Cahit Talas, Sosyal Ekonomi, Ankara: S Yayını, 1976, s. 253. 13 Talas (1992), 40. 14 Makal (1997), ss.208-217. 15 Kuyucuklu, s. 119. 3 taşımaktadır. Bu dönemde oluşan gelenek ve zihniyetin izleri bugüne kadar devam eden kalıcı etkiler yaratmıştır. 1923’te toplanan İzmir İktisat Kongresi, izlenecek iktisat politikasının saptanmasında 1930’lara kadar etkili olmuştur ve bunun doğal sonucu olarak sosyal politika üzerinde önemli bir yeri vardır. Kongre’de işveren kesiminin ağırlığını koymasıyla Cumhuriyetin ilk yıllarında liberal bir iktisat politikası izlenmeye başlanmıştır. İzmir İktisat Kongresi, Korporatizm tartışmaları açısından da önemli örneklerden biridir. Bir forum niteliğinde olan; pratik olmaktan çok sembolik önem taşıyan 16 ve hükümete tavsiye kararları alan Kongre’nin, mesleki temsil esasına (çiftçi, tüccar, sanayici ve işçi grubu) dayalı olarak toplanması ve karar alması bunun en önemli nedenidir. Kongre’de işçi grubu tarafından önerilen; amele yerine işçi ifadesinin kullanılması; sendikalaşma hakkının, sekiz saatlik iş gününün tanınması; kadınlara doğum öncesi ve sonrası izin verilmesi, asgari ücret miktarının tespiti, ücretlerin nakden ödenmesi, işçilere haftada bir gün izin verilmesi, 1 Mayıs gününün işçi bayramı olarak kabul edilmesi, hastalanan işçiye üç aya kadar gündeliğinin ödenmesi gibi konular kabul edilirken; hafta tatili ücreti, yıllık ücretli izin, çalışamayacak durumda hastalanan işçiye işletme tarafından tazminat ödenmesi, iş kazası geçiren işçinin hayatının güvenceye alınması gibi konular ise diğer üç grubun kabul etmemesi nedeniyle reddedilmiştir17. İzmir İktisat Kongresi’nde çiftçi, tüccar ve sanayi grupları ile ilgili alınan kararların hemen hemen tümü hayata geçirilirken, işçi grubu ile ilgili kararlar kağıt üzerinde kalmış 18 ya da çok gecikerek ve kısmen yerine getirilmiştir. Korporatist ilhamlarla toplanan ve her yıl tekrarlanması planlanan kongre, işveren gruplarının korporatist projeyi reddetmesi ve liberal politikaları tercih etmesiyle sonuçlanmıştır19. 16 Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi, 7. Baskı, Ankara: İmge Kitabevi, 2003. s.45. A. Afetinan, İzmir İktisat Kongresi, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1982, ss. 51-54. 18 Tevfik Çavdar, Türkiye Ekonomisinin Tarihi, Ankara: İmge Kitapevi, 2003. s. 164. 19 Aykut Kansu, “Türkiye’de Korporatist Düşünce ve Korporatizm Uygulamaları”, Türkiye’de Modern Siyasi Düşünce Cilt 2 Kemalizm, 2. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2002, s. 260. 17 4 Olağanüstü koşulların ürünü olarak ortaya çıkan, eksik ve yetersiz bir metin olarak değerlendirilen20, ve bir savaş hali metni olan 1921 Anayasası’nda devletin hukuksal yapısı, demokratik hak ve özgürlükler konusu ele alınmamıştır21. Daha kapsamlı bir metin olan 1924 Anayasası ise sosyal haklara yer vermemiş, kişi hak ve özgürlüklerini; doğal hukukçu, liberal ve bireyci bir yaklaşımla ele almıştır. Soysal’a göre 1924 Anayasası’nda yer alan kişi hak ve özgürlükleri bütün klasikliği ile Fransız devriminin etkilerini taşımaktadır22. 1924 Anayasası ekonomik konularda mülkiyet ve girişimi koruyucu nitelikte olup, müdahaleci ve sınırlayıcı değildir. Tanör, 1923 yılında yapılan İzmir İktisat Kongresinin ruhunun Anayasaya sindiğini ve 1924 Anayasası devletinin, liberalizmin “jandarma devlet”ine benzediğini yazmaktadır. 1924 Anayasasında sosyal haklara ve devletin bu alandaki görevlerine yer verilmemiştir. Bunun tek istisnası parasız ilköğretim hakkı ve zorunluluğudur. Tanör, 1924 Anayasası’ndaki devlet felsefesinin; sosyal değil liberal olduğunu belirttikten sonra, rejimin “inkılâpçı” karakterinin ve “devletçilik” politikalarının uygulamada bir takım sosyal politikaları gündeme getirdiğini vurgulamaktadır 23 . Soysal da, devletçilik ilkesi nedeniyle uygulamada bazı sosyal önlemlerin alındığını dile getirmektedir. Talas ise, 1924 Anayasasına sosyal haklar açısından daha olumlu bakmakta ve devletin nitelikleri olarak sayılan “halkçılık, devletçilik ve devrimcilik” ilkelerinin, sosyal devlete götürecek üç ilke olduğunu belirtmektedir. Talas, Anayasa’da yer alan çalışma hakkının da sosyal politika açısından önemine değinmektedir. Makal ise Anayasa’da yer alan çalışma hakkının daha çok çalışma özgürlüğü bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini ve Talas’ın sözünü ettiği üç ilkenin ise Anayasa’ya 1937 değişikliği ile girdiğini belirterek 1924 Anayasası’nın sosyal hakları net bir biçimde içerdiğini söylemenin zor olduğunun altını çizmektedir24. 20 Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, 10. Baskı, İstanbul: YKY, 2004. s. 290. Talas (1992), s.64. 22 Soysal, s.176. 23 Tanör, ss 308-311. 24 Ahmet Makal, Türkiye’de Tek Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1920-1946, Ankara: İmge Kitabevi, 1999 (1999), ss. 330-332. 21 5 1924 Anayasası ile tanınan sivil hak ve özgürlükler, Takrir-i Sükûn Kanunu nedeniyle bir yıl sonra kullanılamaz hale gelmiştir. Tevfik Çavdar’ın tam anlamıyla bir olağanüstü “sus yasası”25 olarak nitelediği Takrir-İ Sükun Kanunu 1925’te yürürlüğe girdi ve Cumhuriyetin ilk sıkıyönetimi ilan edildi . Dört yıl ∗ boyunca yürürlükte kalan Takrir-i Sükûn Kanununun hükümete vermiş olduğu olağanüstü yetkiler çalışma ilişkilerinde de olumsuz sonuçlar doğurdu. Muhalefette yer alan gazeteler, sendikalar, dernekler ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldı. Yasa ile 1920–25 arasında canlanan işçi hareketinin bastırıldığı belirtilmektedir26. Yasanın verdiği yetkilere dayanılarak mevcut işçi örgütleri kapatılırken CHF, bundan sonraki 20 yıl boyunca işçileri ya kendi denetimi altında örgütledi ya da tümüyle örgütsüz bıraktı27. Bu dönemde Tatil-İ Eşgal Kanunu yürürlükte olmasına rağmen Tek Parti yönetimi grevlere hoşgörülü davranmamış hatta 1933 yılında Cemiyetler Yasasında yapılan değişiklikle grev ve lokavtın cezası artırılmıştır28. 1930–46: Devletçi İktisat-Otoriter/Paternalist Sosyal Politika Cumhuriyetin ilk yıllarında sosyal politika ile ilgili bölgesel kanunlar ile ∗ çalışma hayatının çeşitli sorunlarını kısmen ele alan yasalar (Borçlar Kanunu, Hafta Tatili Kanunu, Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun, Umumi Hıfzısıhha Kanunu) çıkarılmasına rağmen dönemin en önemli sosyal politika düzenlemesi 1971 yılına kadar çeşitli değişikliklerle yürürlükte kalan 3008 sayılı İş Yasası (1936)’dır. Cumhuriyet’in başlangıcından itibaren sosyal politika alanında gözlenen kısmi bireysel iş hukuku mevzuatı ile işçiyi korumayı 25 Çavdar, s.169. Takrir-i Sükun ile başlayan ve temel hakların askıya alınması anlamına gelen sıkıyönetim uygulamaları Cumhuriyet tarihinde önemli bir yer tutmaktadır. Sıkıyönetim ve olağanüstü haller sendikal ve sosyal hakların kullanımını sınırladığı için sosyal politika tarihi açısından da büyük önem taşımaktadır. Zafer Üskül’ün hesaplamalarına göre Cumhuriyet tarihindeki sıkıyönetim uygulamalarının toplamı 26 yıla yaklaşmaktadır. İstanbul ise sıkıyönetim ve olağanüstü hal uygulamaları açısından başı çekmektedir. Cumhuriyet tarihi boyunca İstanbul 24 yıl 2 ay 10 günlük süreyi sıkıyönetim ve olağanüstü hal altında geçirmiştir. Diğer bir deyişle Cumhuriyet tarihinin üçte bire yakın bölümü sıkıyönetim ve olağanüstü hal altında geçmiştir. Zafer Üskül, Siyaset ve Asker Cumhuriyet Dönemimde Sıkıyönetim Uygulamaları, İstanbul: AFA Yayınları, 1989, ss. 22-28. 26 Makal (1999), ss.35-336. 27 Yıldırım Koç, Türkiye İşçi Sınıfı ve Sendikacılık Hareketi Tarihi, Ankara: Yol-İş Yayını, 2003, s.64. 28 Ekin, s. 231. Bunlar Zonguldak ve Ereğli yöresindeki maden işçileri ile ilgilidir. ∗ ∗ 6 hedefleyen zihniyetin zamanla yerini rejimi korumaya yönelik zihniyete bıraktığı gözlenmektedir29. İş Yasası hazırlanmasına yönelik olarak Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayan girişimler (1921, 1924 ve 1932) sonuç vermemiştir 30 . 1930’ların başına kadar izlenen liberal iktisat politikaları iş yasasının çıkışını engelleyen önemli bir etkendir. İzmir İktisat Kongresinden beri uygulanan liberal iktisat politikaları 1930’ların başlarında terk edilmeye başlanmıştır. Bir yandan Uluslararası Çalışma Örgütü üyeliği, öte yandan devletçilikle birlikte gelişecek sanayileşmenin sonuçlarının bir yasa ile düzenlenmesi kaçınılmazdı 31 . 1936 tarihli İş Kanunu o zamana kadar en sistematik ve kapsamlı düzenleme olması ve bazı hükümleri açısından ileri standartlar getirmesi nedeniyle olumlu özellikler içermesine rağmen çalışma ilişkilerinde otoriter bir yaklaşımı da yansıtmaktadır. Örneğin sendika ve özgür toplu pazarlık söz konusu edilmemiş, aksine grev ve lokavt açıkça yasaklanmıştır32. Makal, 1936 iş yasasının ikili bir karaktere sahip olduğunu bireysel iş ilişkileri açısından “koruyucu”, toplu iş ilişkileri açısından ise “otoriter” bir nitelik taşıdığını vurgulamaktadır. Makal, toplu iş hukuku alanında getirilen yasakların bir tehdidin varlığından değil, dönemin zihniyetinden kaynaklandığının altını çizmektedir 33 . Dereli, işçi sınıfının kayda değer bir gücünün veya sınıf çatışmaları yokken böyle bir yasanın çıkarılışını, 1930’ların devletçi iktisat politikaları yanında geleneksel devlet paternalizmine bağlamaktadır 34 . Talas, iş yasasının toplu iş hukuku ile ilgili hükümlerinin 1930’lardan itibaren tek partiye dönüşmekte olan rejimin niteliklerine paralel olduğunu yazmaktadır 35 . Gülmez, 1936 iş yasasını, “devletin çalışma yaşamının tüm sorun ve alanlarına biricik ve düzenleyici aktör niteliğiyle kapsamlı karışmasının simgesi, kısaca rejimin iş yasası” olarak 29 Makal (1999), s.387. Talas (1992), ss. 96-97. 31 Koray (2000), s.102. 32 Ekin, s.234. 33 Makal (1999), s.387. 34 Toker Dereli, Labour Law and Industrial Relations in Turkey, İstanbul: Menteş Kitabevi-Kluwer Law International, 1998, s. 34. 35 Talas (1992), s.120. 30 7 tanımlamaktadır36. Meclis görüşmeleri sırasında Celal Bayar, “iş kanunu büyük partimizin büyük ve ana prensiplerinden nur almıştır” değerlendirmesini yapmıştır37. Bayar’ın sözünü ettiği “nur” CHF’nin 1931 programı ile benimsediği ilkelerdir. 1931 programı ile, halkın “ayrı ayrı sınıflardan mürekkep olmadığı”, “bir işbölümü içinde muhtelif mesai erbabına ayrılmış” bir topluluk olduğu belirtilerek, CHF’nin “sınıf mücadelesi yerine içtimai intizam ve tesanüt” amacını güttüğü kabul edilmiştir38. Parti Genel Sekreteri Recep Peker, “yeni iş kanunu sınıfçılık şuurunun doğmasına ve yaşamasına imkân verici hava bulutlarını silip süpürecektir”39 değerlendirmesiyle İş Kanunu’nun toplu iş ilişkileri alanındaki gerçek amacını ve felsefesini dile getiriyordu. Öte yandan 1936 yılında, Ceza Kanununda yapılan değişiklik çalışma yaşamını dolaylı olarak etkilemiştir. Dönemin faşist İtalyan Ceza yasasından aynen aktarılan hükümlerle (TCK 141 ve 142. Maddeler) ∗ “bir sosyal sınıfın diğer bir sosyal sınıf üzerinde hâkimiyetini tesis etmek”, “cemiyetin hukuki ve siyasi nizamını bozmak” ağır yaptırımlara bağlanmıştır40. İş yasasının toplu iş ilişkileri alanında getirdiği otoriter düzenlemeler 1938 yılında Cemiyetler Kanunu’nda yapılan ve “sınıf esasına ve adına dayanan cemiyetlerin” (sendika) kurulmasını yasaklayan değişiklik ile pekişmiştir. Saymen, 1938 değişikliği ile otoriter hatta totaliter bir Dernekler Kanununa yol açıldığını ve sendika kurmanın imkânsız hale geldiğini 41 , Kutal bu değişiklikte devrin totaliter rejimlerinin etkili olduğunu ve 1909 tarihli liberal Cemiyetler Kanununun ortadan kaldırıldığını yazmaktadır 42 . 1938 Cemiyetler Yasası değişikliği, Türkiye tarihindeki ilk mutlak sendika yasağıdır ve işçi hareketleri açıkça ortadan kaldırılmıştır43. “Dönem içinde bütün bu düzenlemelere gerekçe oluşturabilecek 36 Mesut Gülmez, Meclislerde İşçi Sorunu ve Sendikal Haklar (1909-1961), Ankara: Öteki Yayınevi, 1995. s. 162. 37 Gülmez (1995), s.173. 38 C.H.F Programı, İstanbul: Devlet Matbaası, 1931, ss, 13-15. 39 Gülmez (1995), 179. 141 ve 142. maddeler 12 Nisan 1991’de 3713 sayılı yasa ile yürürlükten kaldırılmıştır. 40 Makal (1999), ss. 180-181. 41 Ferit H. Saymen, Türk İş Hukuku, İstanbul: Hak Kitabevi, 1954. s. 54. 42 Gülten Kutal, Türkiye’de İşçi Sendikacılığı (1960-1980), İstanbul: İÜ İktisat Fakültesi, 1977, s.9. 43 Ekin, s. 235. ∗ 8 derecede rejime yönelik ciddi tehlikeler var mıydı” sorusuna Makal, “hayır” yanıtını vermektedir44. İkinci Dünya Savaşının patlak vermesiyle ortaya çıkan olağanüstü hal nedeniyle Milli Korunma Kanunu (1940) kabul edilmiş ve bu kanun ile iş yasasının pek çok hükmü askıya alınmıştır. “Sınıfçılık şuuruna” karşı tavır sadece Tek Parti yönetimine özgü bir tutum değildir. Daha sonraki dönemlerde de Türk sosyal politika tarihinde önemli bir yere sahip olacaktır. Öte yandan bireysel iş hukuku ve sosyal güvenlik hukuku alanında atılan adımlara rağmen toplu iş hukuku alanının netameli bir alan olma özelliği ve bu alandaki yasakçı zihniyet daha sonraki yıllarda da devam edecek; sık sık nüksedecektir. Paternalizm sadece tek parti yönetiminin zihniyeti olmakla kalmayan, günümüze değin etkisini sürdürmekte olan bir kavram olarak ele alınmalıdır. Bu çerçevede AB uyum sürecinde toplu iş hukuku alanında ayak direme devam ederken bireysel iş hukukunda (işçi sağlığı ve iş güvenliği, eşit işlem, genç işçilerin korunması) adımlar atılması paternalizmin güçlü izlerinin sürdüğünü göstermektedir. Paternalist özellikler açısından bu dönem, sendikalaşmanın yasaklandığı koşullarda yoksullara düzenli bir yardım sistemi olarak kurulan Speenhamland Yasası ve bir yandan sosyal demokrat işçi hareketini bastırmaya çalışırken bir yandan da sosyal güvenlik sistemini kuran Bismarck’ın tavrıyla büyük benzerlik göstermektedir. Dönemin bir diğer belirgin özelliği ise, “inkılâbın” özgünlüğü iddiasıdır. Bu iddia sosyal politika alanında da yansımalarını bulmuştur. Peker, İnkılâp Dersleri’nde, hürriyet inkılâbını ve sınıf inkılâbını eleştirdikten sonra “bizim inkılâbımız hiçbir bakımdan kopya değildir, orijinaldir ve tesirleri bakımından evrenseldir” iddiasında bulunur45. Bu tez özellikle hürriyetçi ve sınıfçı fikirlerin karşısına halkçılığı çıkarır ve ülkemizde klasik ve sosyal hakların bulunmayışını temellendirmeye çalışır. Liberalizmin iktisadi ve siyasi olarak iflas ettiği 44 45 Makal (1999), s. 387. Recep Peker, İnkılap Dersleri, 4. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 1984. ss. 25-57. 9 koşullarda, sosyal politikanın ferdiyetçiliğe ve sınıfçılığa bırakılmaması diğer bir deyişle paternalizm ve korporatizm arayışları aslında Türkiye’ye özgü değildi. 1946–1963: Grevsiz ve Siyasetsiz Sendikacılık 1946 Haziran ayında, Cemiyetler yasasında önemli değişiklikler yapılarak dernek kurmak için izin sistemi kaldırıldı ve bildirim sistemi getirildi. Derneklerin idari kararla kapatılması sisteminden vazgeçilerek yargısal denetim kabul edildi ve sınıf esasına göre dernek kurma yasağı kaldırıldı. Böylece hem siyasi partilerin hem de sendikaların kurulmasına olanak sağlandı. Saymen bu değişiklikleri İkinci Dünya Savaşı sonrası güçlenen demokrasi davasının ve Türkiye’nin bağlı yorumlamaktadır 46 bulunduğu uluslararası sözleşmelerin sonucu olarak . Sendika ve siyasi parti kurma yasağının ortadan kalkmasının ardından iki sosyalist parti ve çok sayıda sendika kuruldu. Sendikalar daha çok bu iki sosyalist parti tarafından örgütlenmeye başlandı. Ancak Aralık 1946’da bu sendika ve partiler İstanbul Sıkıyönetim komutanlığı tarafından kapatıldı. “1946 sendikacılığı” olarak da adlandırılan dönemin ayırt edici yanı devletin müdahil olmadığı serbest bir sendikacılık dönemi olması ve sendika özgürlüğü rejimine dayanmasıdır. 1946 yılı; Çalışma Bakanlığının kurulması ve İş Kazaları ve Analık Sigortaları (İşçi Sigortaları Kurumu) sisteminin yürürlüğe girmesi açısından önemlidir. Aynı yıl İş ve İşçi Bulma Kurumu kurulmuştur. 1949 yılında Yaşlılık Sigortası sistemi kabul edilmiş, 1951 yılında ise İş Mahkemeleri kurulmuştur. Böylece, sosyal politikaya ilişkin kurumsal önlemler alınmaya başlanmıştır. Bu önlemler, Batı Avrupa’da sosyal devletin güçlendiği bir döneme denk gelmektedir. 1946 sendikalarının kapatılmasının ardından, 1947 yılında 5018 sayılı İşçi ve İşveren Sendikaları ve Sendika Birlikleri Hakkındaki Kanun kabul edildi. Bu kanun ile çok kısa süren sendika özgürlüğü rejiminden, sendika hakkı rejimine geçildi47. 5018 sayılı yasa ile sendika kurma özgürlüğü tanınmış ancak grev hakkına yer verilmemiş ve sendikalara ağır bir siyaset yasağı getirilmiştir. 46 Saymen, s. 158-159. Ahmet Makal, Türkiye’de Çok Partili Dönemde Çalışma İlişkileri: 1946-1963, Ankara: İmge Kitabevi, 2002, s.223. 47 10 Dereli, yasayı hazırlayanlara hakim olan düşüncenin, “Türkiye’nin sınıfsız bir toplum olduğu, bu sebeple sendikaların sınıf çatışmasını destekleyecek bir kurum değil devletle ve işverenle ülke kalkınması için işbirliği yapacak kurumlar olduğu” varsayımına dayandığını yazmaktadır48. Dönemin hükümetine hakim olan ana düşünce, sendikaları bir sosyal denetim aracı olarak kullanmak olmuştur. 1946 ve 1950 seçim kampanyaları grev hakkı tartışmalarına sahne olmuş; CHP grev hakkına açıkça karşı çıkarken, DP grev hakkının tanınmasını istemiştir. CHP seçimi kaybettikten sonra, 1953 yılında grev hakkını programına almış, ancak grev ve lokavtı eş değer haklar olarak kabul etmiştir. DP ise 1950 öncesinde savunduğu grev hakkını 1950 sonrasında rafa kaldırmıştır. Dönemin Çalışma Bakanı Mümtaz Turhan, DP’nin grev hakkını tanımamasını “grev yapmak için önce gelişmiş bir sanayiye sahip olmak gerekir, sanayimiz daha bebek halinde idi. Bu sanayiyi daha bebek halinde öldüremezdik” şeklinde izah etmektedir49. Kapani, 1950–60 döneminde izlenen iktisat politikasını, kitleleri maddi bakımdan yararlandırma ve böylece onların desteğini sağlamayı hedefleyen ancak kitlelere gerçek refah ve güvenlik sağlamayan sosyal karakterden uzak bir politika olarak nitelemekte ve DP’nin grev hakkını tanımak konusundaki vaadini tutmamasını ve giderek kamu hürriyetlerini daraltmaya çalışmasını örnek olarak göstermektedir50. 1946-1960 döneminde, tek parti dönemine göre daha liberal özellikler taşımasına karşın sosyal politika ve çalışma ilişkilerinde devlet güdümü ve paternalizm devam etmiş, sosyal politikanın oluşumunda sadece devletin ve aydınların rolü olmuştur51 . Sosyal politika önlemleri; aşağıdan toplumsal bir baskının ürünü olarak değil bir yandan uluslararası konjonktürün, öte yandan genel oyun yaygınlaşması ve kısmi siyasi çoğulculuğun yaratmış olduğu seçmen kaygısıyla atılan adımların sonucudur. Dönem, toplumsal örgütlülüğe 48 Toker Dereli, Aydınlar, Sendika Hareketi ve Endüstriyel İlişkiler Sistemi, İstanbul: Fakülteler Matbaası, 1975. s. 329. 49 Makal (2002), ss. 259-272. 50 Kapani, s.101. 51 Koray (2000), s. 104. 11 ve siyasete örgütlü katılıma sıcak bakılmayan klasik liberal hürriyetler sistematiğine paralel özellikler arz etmektedir. Devlet güdümü ve paternalizmin gücünün devam etmesinde, henüz özel sektörün oluşmamasının ve devletin ekonomideki ağırlığının da payı büyüktür. 1960–1980: Sosyal Korumanın Güçlenmesi 1961 Anayasası, Türkiye’de sosyal politikanın gelişiminde köklü bir yönelim değişikliği anlamına gelmektedir. 1961 Anayasası sosyal dinamiklerin gelişmesine olanak sağlayan güçlü bir sosyal içeriğe ve özgürlükçü bir yaklaşıma sahiptir. Anayasa ile devlet “demokratik, sosyal hukuk devleti” olarak tanımlanmıştır. Böylece İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı’da güçlenen “refah devleti” politikaları ülkemize de yansımıştır. 1961 Anayasası, 1924 Anayasasından beri devam eden ve zaman zaman kesintiye uğrayan klasik özgürlükler sistematiği ile yetinmemiş; ikinci kuşak haklar olarak kabul edilen, ekonomik, sosyal haklara da geniş yer vermiştir. Hatta daha ileri giderek klasik liberalizmin kutsal saydığı “mülkiyet hakkı”nın kamu yararına sınırlanması ilkesi Anayasa’da yer almıştır52. 1961 Anayasasının “iktisadi ve sosyal hayatın düzeni” başlığını taşıyan 41. maddesinde “iktisadi ve sosyal hayat, adalete, tam çalışma esasına ve herkes için insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşayış seviyesi sağlanması amacına göre düzenlenir” hükmüne yer verilmiş, 42. madde ile de devlete çalışma hakkının gerçekleşmesi için sosyal, iktisadi ve mali tedbirleri alma yükümlülüğü getirmiştir. 1961 Anayasası bütün çalışanlara (kamu personeli dahil) sendikalaşma hakkı tanımaktaydı. Toplu sözleşme ve grev hakkı Anayasal bir hak olarak işçilere tanınmakla birlikte kamu personeli için Anayasal bir yasak söz konusu değildi. Lokavta Anayasal bir hak olarak yer verilmemiş “toplu iş sözleşmesi ve grev” hakkını düzenleyen 47. maddede “işverenlerin hakları” deyimi ile yetinilmişti. 1961 Anayasası, devlete sosyal ödevler yükleyen güçlü bir sosyal devlet vurgusuna ve ikinci kuşak haklar olan sendikal ve sosyal haklar ile özgürlükleri güvence altına alan sosyal ve özgürlükçü bir felsefeye sahip bir 52 Kapani, 108. 12 Anayasa idi. Ancak daha sonra çıkarılan yasalar ve yapılan uygulamalar 1961 Anayasası’nın bu özelliğini sınırlandırmıştır. Bir diğer deyişle, sosyal ve sendikal özgürlükleri koruyup geliştirecek toplumsal güçlerin ve örgütlenmenin yokluğu Anayasanın sağladığı hak ve özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesini engellemiştir. 1961 Anayasası sonrasında, gecikmeli de olsa sendikal hakları yakından ilgilendiren üç temel yasa kabul edilmiştir: 274 sayılı Sendikalar Yasası, 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası ve 624 sayılı Devlet Personeli Sendikaları Yasası. Talas, 274 sayılı yasayı; “özgürlükçü, ilerici, çoğulcu evrenselci ve düzenleyici” olarak tanımlamasına53 rağmen, 274 sayılı yasa kapsamına kamu personelini almayarak Anayasanın bütün çalışanlara sağlamış olduğu hakları, çalışanların bir bölümü için sınırlamıştır. Öte yandan 275 sayılı yasa ise Anayasa’da yer almayan lokavt kurumuna yer vermiştir. 274 ve 275 sayılı yasaların oluşturduğu sistem içinde 1960’lı yıllarda sosyal mücadelenin genişlediği görülmektedir. Kamu sendikacılığı geleneğini temsil eden Türk-İş’in yanında, 1967 yılında DİSK’in kurulması ve özel sektörde etkinliğinin artması, sendikal haklara yönelik kısıtlayıcı eğilimlerin ve sendikal hareketi denetim altında tutma yaklaşımlarının, karşı hareketlerin ön plana çıkmasına yol açmıştır. Bu çerçevede 1970 yılında 1317 sayılı yasa gündeme gelmiştir. Yasanın amacı DİSK’i yok etmek ve sendikacılık tekeli kurmaktı54. 1317 sayılı yasa ile 274 sayılı sendikalar yasasının pek çok hükmü geriye götürülmüş ve en önemlisi sendika ve konfederasyonlara işçilerin üçte birini temsil etme koşulu getirilmiştir. 1317 sayılı yasa, Türkiye çalışma ilişkileri tarihinde 15-16 Haziran olayları diye bilinen iki günlük kitlesel eylemleri tetiklemiş ve daha sonra TİP’in başvurusu üzerine Anayasa mahkemesince iptal edilmiştir. Yasa, sendikalara yönelik vesayetçi yaklaşımın ve paternalizmin güçlü köklerini göstermesi açısından önemlidir. Bu yasa ile diğer bir kayda değer nokta ise, TİP dışında bütün partilerin oylarıyla kabul edilmiş olmasıdır55. 53 Talas (1992), s.156. Talas (1992), s. 167. 55 Koç (2003), s187. 54 13 1965 yılında, Anayasanın memurlara sendikal hakları tanımasından dört yıl sonra çıkarılan 624 sayılı Devlet Personeli Sendikaları Yasası, çalışma ilişkileri alanında paternalizmin, vesayetçiliğin 1961 Anayasasına rağmen devam ettiğini ortaya koymaktadır. 274 sayılı yasa görüşülürken, Komisyon Başkanı Coşkun Kırca ve Çalışma Bakanı Bülent Ecevit tarafından verilen önergelerle kamu personeli yasanın kapsamından çıkartılmıştır 56 . Böylece doğrudan hiçbir kamu yetkisi kullanmayan (idare hukuku açısından kamu ajanı olmayan) ve özel sektörde çalışan beyaz yakalı işçilerden hiçbir farkı olmayan kamu personeli ile işçilerin ortak örgütlenmesi engellenmiştir. Devlet Personeli Sendikaları Yasası ile kamu personeli sendikaları adeta bir yardımlaşma sandığına indirgenmiştir 57 . Bu sendikalara siyaset, toplu pazarlık, grev ve toplantı-gösteri yürüyüşü yasağı getirilmiştir. Ve 12 Mart 1971 yarı askeri müdahalesini takiben yapılan Anayasa değişikliği ile sendikalaşma hakkı sadece işçilere tanınmış ve kamu personeli sendikaları kapatılmıştır. Bu dönemde sosyal politika alanında yaşanan diğer önemli gelişmeleri şöyle sıralamak mümkündür: 1946’da kurulan İşçi Sigortaları sistemini geliştirmek amacıyla 1965 yılında 506 sayılı Sosyal Sigortalar Yasası kabul edildi. 1936’dan itibaren yürürlükte olan İş Kanunu 1971 yılında değiştirildi ve 1475 sayılı yasa yürürlüğe girdi. Yeni yasanın en önemli özelliği 1936 tarihli yasaya göre kapsamının önemli ölçüde genişlemesidir58. Ancak yeni iş yasası da tüm çalışanlar için geçerli olmamıştır. Basın ve Deniz işkolunda çalışanlar ayrı yasalara tabi olurken tarım ve havacılık sektörü yasanın kapsamı dışında kalmıştır. Bu dönemin diğer bir önemli yasası sınırlı bir yönetime katılma olanağı sağlayan 440 sayılı yasadır. Yasa ile belirli KİT’lerde bir işçi temsilcisinin Yönetim Kurulu’nda temsiline olanak sağlanıyordu59. 1975 yılında 1927 sayılı yasa ile İş Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle Kıdem Tazminatı miktarı 15 günlük ücretten otuz günlük ücrete çıkarılırken yararlanma koşulu üç yıldan bir yıla indirildi. İşsizlik sigortasının ve iş güvencesinin yokluluğu 56 Egemen, s. 351 ve 370. Talas (1992), s. 205. 58 Talas (1992), s. 106-107 59 Dereli (1998), s. 36. 57 14 nedeniyle kıdem tazminatı işten çıkarmalarda kısmi bir gelir ve güvence kaynağı oldu60. Sosyal politika açısından dönemin önemli gelişmelerden biri de 20 Temmuz 1978 tarihli Toplumsal Anlaşmadır. Toplumsal Anlaşma ülkemizde demokratik korporatizm arayışlarının ilk örneği olarak değerlendirilebilir. Anlaşma dönemin Başbakanı Ecevit ile Türk-İş Genel Başkanı Halil Tunç arasında yapılmış ve 14 ay yürürlükte kalmıştır. 20 Temmuz belgesinin sonuçları ne olursa olsun ülkemizde ilk kez hükümetle en büyük işçi konfederasyonu arasında ülkenin genel ekonomik ve toplumsal sorunlarını kapsayan bir diyalog oluşmuştur61. 20 Temmuz Toplumsal Anlaşması sadece kamu kesimini kapsamış ve Kamu kesiminde işçi işveren ilişkilerini düzenleyerek sağlıklı ve barışçı bir çalışma yaşamının oluşturulması, anlaşmanın temel amacı olmuştur. Bu çerçevede taraflar, ücret politikası, toplu pazarlık, iş hukuku ve yönetime katılma konusunda ayrıntılı hükümler üzerinde anlaşmaya varmışlardır. Toplumsal Anlaşma ile iş yasasının 13,17 ve 24. maddelerinde değişikliğe gidilerek iş güvencesinin sağlanması hedeflenmiştir. Toplumsal Anlaşma, 7 Eylül 1979 tarihine kadar sadece 14 ay yürürlükte kalabilmiş; işçi kanadı hükümetin vaatlerini yerini getirmediğini belirterek toplumsal anlaşmadan çekilmiştir62. Toplumsal anlaşmanın başarısız olmasında çok sayıda faktör etkili olmuştur. Anlaşmaya taraf olan hükümetin yapısı ve kısa ömürlü oluşu, yeni bir hükümetin göreve gelmesi, sendikal hareketin bölünmüş ve rekabetçi yapısı, Türk-İş’in anlaşmayı üye sendikalara benimsetmede yaşadığı zorluk bunlar arasında sayılabilir. Ancak Toplumsal Anlaşma, Cumhuriyet tarihi boyunca, toplumsal örgütlenmeye karşı takınılan vesayetçi tutumdan bir uzaklaşma ve bir demokratik korporatizm arayışı olarak önem taşımaktadır. Boratav, dönemin belirleyici özelliğini çok partili çoğulcu parlamenter rejimin halk kitlelerine siyasette söz sahibi olma imkanı tanımasından 60 Dereli (1998), s. 38 Cahit Talas, Bir Toplumsal Politika Belgesinin Yorumu: Toplumsal Anlaşma, Ankara, 1982, s.2 62 Metin Kutal, “Toplumsal Anlaşma”, Sendikacılık Ansiklopedisi, İstanbul, 1998, Cilt 3 s. 268. 61 15 kaynaklanan popülizm olarak tanımlamaktadır. Boratav, ithal ikameci sanayileşme modeli nedeniyle ücretlerin bir maliyet unsuru olmanın yanında, bir talep unsuru olduğunu bu nedenle de ücretleri siyasi yönden baskı altına almaya gerek duyulmadığını ve ayrıca oldukça ileri bir sosyal güvenlik sistemi kurulduğunu vurgulamaktadır63. 1980 Sonrası: Liberalizmin Karşı Hareketi 1980’li yıllar ile birlikte bir yandan iktisat politikasında köklü bir değişikliğe gidilmiş (24 Ocak 1980 Kararları), öte yandan siyasal ve sosyal haklar alanında baskıcı-otoriter bir rejim değişikliği (12 Eylül 1980 darbesi) gerçekleştirilmiştir. 24 Ocak’ta yürürlüğe konan istikrar programının arka planında yatan gerekçe mevcut ücret seviyesi ile Türkiye’nin ihracat yapamayacağı iddiası ve ücretleri disiplin altına alacak yöntemlerin bulunması talebiydi64. Boratav, 24 Ocak kararlarıyla başlayan bu süreci sermayenin bir karşı saldırısı olarak tanımlamaktadır. Polanyi’nin kavramsal çerçevesini kullanacak olursak; 1960-80 döneminde toplumun kendini korumak için gerçekleştirdiği hareketler ya da klasik liberal reçetenin savaş sonrası Dünya’da terk edilmesinin getirdiği kazanımlar, bu dönemde piyasanın gerilemesine yol açmıştı. 1980’lerde ise piyasa sosyal hakları kısıtlamak üzere bir karşı hareket gerçekleştiriyordu. 24 Ocak programı; içte ve dışta piyasa serbestisi ile uluslararası ve yerli sermayenin emeğe karşı güçlendirilmesi hedefini güdüyordu. 24 Ocak programının “emek aleyhtarı” bir doğrultuda uygulanabilmesi, 12 Eylül 1980’de gerçekleşen rejim değişikliği ile olanaklı oldu65. 1982 Anayasası ve 1983 yılında çıkarılan sendikal yasalar (2821-2822) ile 1961 Anayasasının getirmiş olduğu özgürlükçü düzen ortadan kaldırıldı. 1982 Anayasasının temel yaklaşımı, 1961 Anayasasının aksine (1961 Anayasası meşruluğunu yitiren bir iktidara karşı direnme hakkına yer veriyordu) 63 Boratav, ss. 117-126. Boratav, s.147. 65 Boratav, s. 148. 64 16 devlete kutsallık atfetmek, sosyal hareketlerin önüne geçmek ve kişi haklarını sınırlamak olmuştur66. 1982 Anayasası ve sendikal yasalar hazırlanırken büyük ölçüde işveren örgütlerinin görüşlerine itibar edilmiştir. TİSK, 1982 Anayasasının hazırlık sürecinde Danışma Meclisine sunduğu raporda, sosyal sorunların yeni bir yaklaşımla ele alınmasını istemiş ve şu görüşleri dile getirmiştir67 “Geçmişte işveren-işçi ilişkilerine yaklaşımda daima işçilerin himayeye muhtaç olduğu görüşünün hakim olduğu bilinen bir gerçektir. Artık günümüzde işçinin ezildiği, istismar edildiği iddialarının geçersizliği ortadadır...Üç milyona yakın işsizin varlığı düşünülürse ülkemizde çalışan işçilerin mutlu bir azınlık teşkil ettiği söylenebilir.... Bu sebeple sosyal sorunlara yaklaşırken işçi lehine yorum kriteri terk edilmeli ve ülke yararı gözetilmelidir” . Bu görüşler doğrultusunda Anayasanın felsefesinde önemli değişiklikler yapılmış ve yasakçı, sosyal korumadan uzak ve devleti topluma karşı korumayı amaçlayan bir yaklaşım benimsenmiştir. 1982 Anayasası, devletin sosyal niteliğini kağıt üzerinde korurken, sosyal ve sendikal haklarda önemli kısıtlamalar getirmiştir. 1982 Anayasasında sosyal politikanın oluşumunu etkileyecek baskı gruplarına ilişkin getirilen kısıtlayıcı hükümler, sosyal politikayı zayıflatan bir etken olmuştur 68 . Talas, Anayasanın toplu olarak kullanılan hakları göz ardı etmesi nedeniyle aslında bu dönemin bir sosyal politikası olduğunun söylenemeyeceğini vurgulamaktadır. Devlet bu dönemde, bir yandan çalışma ilişkilerini düzenleyici rolünden bir yandan da iktisadi bir aktör olarak (işveren olarak) etkin konumundan (kamu kesiminin daraltılması ve özelleştirmeler yoluyla) geri çekilmeye başlamıştır. Koray, bu durumu devletin etkinlikten seyirciliğe çekilmesi tanımlamaktadır69. 66 Talas (1992), s.231. Türk-İş, Anayasa Tasarısı İşveren İsteklerine Göre Hazırlandı: İşte İspatı, Ankara: Tarihsiz. 68 Koray (2000), s.108 69 Koray (2000), ss. 120-123. 67 17 olarak Askeri rejim sonrası ANAP iktidarı, sosyal politika açısından çarpık bir popülizm dönemi olarak tanımlanabilir. Belediyeler tarafından sağlanan olanaklar, imar afları, vergi iadesi, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu, Yeşil Kart gibi uygulamalarla kentli yoksul kesimlerin sosyal sorunlarının çözümü iş gücü piyasası dışına taşınmıştır. Bir yandan sınıf tabanlı taleplere, sendikal örgütlenmeye karşı katı bir çizgi izlenirken, diğer yandan aynı kitleler “kentli, tüketici, gecekondulu, yoksul” özellikleriyle tatmin edilmeye70 böylece yeni bir tarz “liberal hayırseverlik”, sosyal politikanın yerine konmaya çalışılmıştır. Devletin kamusal yükümlülüklerine, toplumun kendi örgütlülüğüne ve kurumsallaşmasına değil ama ihsana dayalı bir modeldir bu. 70 Boratav, 152-153. 18