necip-fazil
Transkript
necip-fazil
Büyük Doğu Çağına Doğru Hüküm Kitap 3 İhsan Şenocak Kitaplığı 3 ISBN: 978-605-66081-2-4 Editör Cihad AYAN Tashih Abdülhamid KILIÇ Kapak ve Tasarım Muhammed Fatih DEMİRTÜRK Yayın Evi Erdal Ulu - Hüküm Basın Yayın Dağıtım Pazarlama Adres: Ali Kuşçu Mah.Fatih Cad. No: 15/2 Fatih / İstanbul İletişim Murat TÜRK +90 536 476 37 20 e-mail: info@hukumdergisi.com www.hukumdergisi.com Baskı Matsis Matbaa Hiz. San. Tic. Ltd. Şti. Matbaa Adresi Tevfik Bey Mah. Doktor Ali Demir Cad. No: 51/1 Küçükçekmece/İstanbul Matbaa Sertifika No: 20706 Bütün hakları saklıdır. Büyük Doğu Çağına Doğru İÇİNDEKİLER TAKDİM 9 NECİP FAZIL ve BÜYÜK DOĞU »» Giriş »» Bidayeti »» DÖRT MERHALE »» Koşulsuz İman »» Saf Tefekkür »» Salih Amel »» Şuur »» TARİHİ SÜREÇ »» Necip Fazıl ve Abdulhakîm Arvasî »» BÜYÜK DOĞU’YA DOĞRU »» BÜYÜK DOĞU »» Şâirliği »» Tiyatroculuğu »» Aksiyonu »» Müdâfaaları »» İslâm Telakkisi »» Milliyetçiliğe Bakışı »» Hülasa 11 11 12 13 13 15 16 16 18 23 27 28 31 34 37 39 42 45 47 BÜYÜK DOĞU ÇAĞINA DOĞRU »» Doğuşu »» İslâm’ın Gelecek Tasavvuru »» Müceddidiyye’nin Fikir ve Hareket Şubesi 50 51 52 53 3 Büyük Doğu Çağına Doğru »» »» »» »» »» »» »» Büyük Doğu ve İslâmî Hareketler İslâm Asıl, İdeolojiler İzafî Başyücelik Devlet Tasavvuru İslâm ve Batı Tefekkürü Hesaplaşma İşte İz, Geliniz! Hülâsa 53 54 55 61 62 63 65 HERŞEY SADECE İSLÂM’DA 67 »» İslâm’ı İslâm’la Anlamak 68 »» Güneş Yenilenmez 69 »» Batı’nın Kıymet Ölçüsü 73 »» BİR DAVA ATLASI ve DÜŞÜNCE SİSTEMİ 73 OLARAK BÜYÜK DOĞU »» Medeniyet Savaşçıları 74 »» Büyük Doğu’nun Etkisi 75 HA TÜFEĞİ OLMAYAN ASKER, HA ÖFKESİ OLMAYAN FİKİR »» Hesaplaşma »» Muhalif Dil »» Vasiyyet 79 80 82 83 BÜYÜK DOĞU DAVASI’NIN HÜLÂSASI: “NE MUTLU MÜSLÜMANIM DİYENE!” 84 KÂİNAT’IN SAHİBİ’NİN ÖNÜNDE DİZE GELİŞ HÂLİ: 88 NAMAZ ve NECİP FAZIL 4 Büyük Doğu Çağına Doğru »» »» »» »» »» »» »» »» »» Diz Çök Ey Zorlu Nefis! 88 Ver Cüceye Onun Olsun Şâirlik 91 Mukaddes Eşiğin Süpürücüsü 91 İthamlar 92 Remel Yürüyüşü 93 Hiçbir Anestezi Namaz Gibi 95 Dış Alakayı Kesemez Hanımının Namaz Şehadeti 96 Kaza Namazlarını Kılış Sistemi 97 Hülâsa 98 ŞUURDAN ŞİİRE NECİP FAZIL; 101 İDEALDEN ÜTOPYAYA NAZIM HİKMET »» Cemâdâttan Cemaate, İhtilaftan Rahmete 102 »» Allah Rasûlü’nün İlim ve Fikir Vadisi 103 »» Necip Fazıl 103 »» Zikir Seslerinden İnkar Naralarına 104 Nazım Hikmet »» Nazım Gizlese de Kelimeler İtiraf Eder 105 »» Şiir ve Şuur 106 »» Komünizma: 25 Kuruş 107 »» Biri Büyük Mukallit, 108 Diğeri ise Hakk’ın Sözcüsü »» “Şoförün Camiye Gittiğimizi 110 Bilmesini İstemedi” »» Camiden Çıkınca 112 BÜYÜK DOĞU KÜLLİYÂTI 114 5 Büyük Doğu Çağına Doğru RAHLEMİZDE MUSHAF-I ŞERÎF, OMUZUMUZDA BUHÂRÎ, SIRT ÇANTAMIZDA İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ 122 MİLLİ GÖRÜŞ ve BÜYÜK DOĞU: İKİ AYRI BAŞLIKTA TEK BİR MEDENİYET PROJESİ 125 »» İdeolocya Örgüsü ve Adil Düzen 126 »» İki Ulu Hoca 126 »» İslâm’ın Fikir ve Siyaset Mümessilleri 127 »» Yusuf’un Gömleği 128 »» Kaba Softalar 129 »» Büyük Ödev 129 »» Ara Noktası 130 »» Hoca ve İFAM 130 »» Eritre’yi İstanbul Kadar Yakın Kılan Adam 132 »» Yeniden Büyük Doğu ve Milli Görüş Çağı 132 »» Son Söz 133 SECCADESİNİ ALAN AĞA CAMİİ’NE GELSİN! 134 »» Mâbedlerin Gurbeti 135 »» Bir Yetîmu’l-Asr: Ağa Camii 135 »» İki Ulu Hoca: Ali Haydar Efendi ve 136 Abdulhakîm Arvasî »» İstanbul’un Sahibi İslâm’dır 137 »» İsmailağa Muhasarası 137 »» Seccadesini Alan Ağa Camii’ne Koşsun! 138 »» Ağa Camii’nde Secde-i Rahmân’a Varmak 138 »» Ağa Camii’nde Dua 140 6 Büyük Doğu Çağına Doğru BÜYÜK DOĞU »» Emir Eri »» Gökkubbeyi Dolduran Sadâ »» Azların Çoklara Galibiyeti »» Ebû Cehil Karargâhı »» Neden Bizde Kant Yok? »» Niçin Gazzâlî? »» Ne Süleymaniye Kaldı, ne de Beyazıt »» Üçüncü Sınıf Muharrirlerden Mukallitlere »» Avrupa’nın Beyaz Bedevileri »» Batı’nın Sihirlediği Akıllar »» Fetih Ufuklarındaki Dahi »» Sorular ve Sorunlar »» Batı Kimi Tatmin Eder?! »» Çare »» Meşşâîleri Nasıl Anlamalı?! »» Susturulan Ulemâ Adına »» Gazzâlî’nin İzinde Bir Mütefekkir »» Sidre-i Münteha »» Eyüp’te Akşam »» Altınla Yazılmaya Değer »» Sancak »» İstanbul’dan Bağlum’a »» Allah’a İtaat Etmeyene İtaat Edilmez »» İsim de Fikir de Ona Ait »» Ortak Mesuliyetimiz »» Temsil »» Ruh Planı 141 141 142 143 144 145 146 147 148 149 149 150 151 153 153 154 155 156 157 157 158 159 159 160 161 162 163 163 7 Büyük Doğu Çağına Doğru »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» »» 8 Yine Büyük Doğu Şâir mi, Mütefekkir mi? Tiyatro Allah-u Ekber Ötelerden Habersiz Nizâma Lanet Olsun! Memuriyet mi, Ubudiyet mi?! Hakk’ın Müdâfaası İman ve Hareket Ya Hep,Ya Hiç! Felsefe: Sağlam ve Çürük Ceviz Neden Gitmedim? Had Bilmezler Seyyid Kutup Tanrı Dağı ve Hira-Nur Kardeşlerim! 165 166 167 168 169 170 170 173 174 175 176 177 178 180 181 Büyük Doğu Çağına Doğru * هو ب ح ص س TAKDİM Allah demenin yasak olduğu bir zamanda “Allah-u Ekber” diyen bir dava adamıdır Üstad Necip Fazıl. Yürekten çıkan tekbîrin sarayları sarsıp, sütunları nasıl yerle bir edeceğini gösterdi. Konuştukça, yazdıkça Ebû Bekir karargahına şecaat, Ebû Cehil karargahına ise matem düştü. Mevzuyu hep en derinden ele aldı fakat herkesin anlayabileceği bir muhtevâda anlattı. Kafirlerle hesaplaştı, Müslümanlara da yeniden “Müslüman olunuz!” dedi. Dışarıda hep büyük adımlarla yürüdü, zindanda ise “Mehmed”e hürriyet mektupları yazdı. Ölmenin ya da dünyada kalmanın destanı et* Kudemâ, kağıdın yere atılması endişesiyle mektuplarında Allah Teâlâ’yı “ ”هوzamiri, besmeleyi “”ب, hamdeleyi “”ح, Efendimiz’e salâtı “”ص, selamı ise “ ”سharfleri ile remz ederdi. 9 Büyük Doğu Çağına Doğru kilemeyeceğini, bu davanın şahısların varlığına bağlı olmadığını “Yarın elbet bizim, elbet bizimdir. Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir.” diyerek ilan etti. Farklı zamanlarda, farklı vesilelerle kaleme alınan yazılardan ve bir tebliğ ile bir konferanstan oluşan bu kitap, Büyük Doğu’nun, İslâm’ı anlama ve ondan anlaşılanı hayata tatbik etme ameliyesi olduğunu ifade etmek için telif ve tedvin edilmiştir. ال حول وال قوة إال بالله العيل العظيم والرأي يخطىئ ويصيب٬ هذا رأيي İhsan ŞENOCAK Şubat 2016 10 Büyük Doğu Çağına Doğru NECİP FAZIL ve BÜYÜK DOĞU * Giriş “Büyük Doğu”, doğunun İslâm’la terkibe girdikten sonra kazandığı yeni haldir. Dünyanın yaratılış sırrına ve insanın “halife” olarak mükellef tutulmasına muvafık olması cihetiyle de “Büyük Doğu”, keşf-i kadîm noktasında bir yenilik arz eder. Varlık zemininden uzaklaştırılan insanlığı, ilk olarak Hz. Adem’e öğretilen ve en son Allah Rasûlü’ne vahyedilen İslâm yolunda, “Rüzgardan hafif topuklarla içimizdeki iklimlere doğru ruhani ve ince bir sefere” çağırır… “Büyük Doğu, İslâm içerisinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir ictihad kapısı...”. Sadece, “Sünnet ve Cemaat Ehli tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyet’e yol açma geçidi; ve O’nu eşya ve hâdiselere tatbik etme işi...”1 1 Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü, s.7-10. *Ayet-i Kerîme’lerin bir kısmının manası, Tefsirli Meal şeklinde verilmiştir. Bazı hadîs-i Şerîf ve kelâm-ı kibâr da bu şekilde tercüme edilmiştir. 11 Büyük Doğu Çağına Doğru İslâmiyet’in emir subaylığı… Büyük Doğu, yeryüzünü inşa hususunda gerekli olan bütün esasları gerek ana hatlarıyla, gerekse de ince ve mahrem çizgileriyle İslâm’da arar, bulur, sonra da bulduklarını eşya ve hâdiseye tatbik eder. Bidayeti Büyük Doğu terkibini ilk olarak bir şiirde kullanan Üstad, daha sonra ona İslâm’ın zuhûruyla başlayan bir misyon yükler. Hayatın iman, fikir ve sanat boyutlarını muhit olan Büyük Doğu, Kitap ve Sünnet’in müşahhas hali olan saadet asrını beşeri planda “mîzan-ı ekber” olarak görür. Kitap, Sünnet, icma kıyas ya da diğer delillerden hiçbiriyle meşruiyet kazanmayan bir muhtevâ hiçbir şekilde Büyük Doğu’da yer bulamaz. Üstad, dairesel tarih tasavvurunu esas almanın da bir sonucu olarak muhataplarını saadet asrına geri dönmeye çağırır ve ilerlemeci tarih anlayışını tenkit eder: Zaman, korkunç daire; ilk ve son nokta nerede? Bazı geriden gelen, yüz bin devir ilerde! Ona göre İslâm’a bağlılık noktasında Büyük Doğu’nun Sahâbe devrinden tek farkı, zarfı/ismidir. Fakat isim, muhtevâya nisbetle kendini kıymetlendirirken, “emir subayı” olduğuna vurgu yapar. Buna göre Allah Rasûlü ve Sahâbeden intikal eden muhtevâyı esas almak Büyük Doğu’nun esasını teşkil eder. 12 Büyük Doğu Çağına Doğru DÖRT MERHALE Büyük Doğu’nun varoluşu koşulsuz iman, saf tefekkür, salih amel ve dava şuuru merhalelerinden oluşur. İman bütün diğer merhalelerin temelidir. Mütefekkir tefekkürden önce, “Ne getirdin, götürdün bildirdinse âmenna” der. Tefekkür, iman ettikten sonra başlar ve Allah’ın zatı dışında her şeyi kapsar. İmandan sonra gelen amelin “salih” olabilmesi, İslâm’ın belirlediği esaslar çerçevesinde kalmasına bağlıdır. Allah Azze ve Celle ilk üç merhaleyi tamamlayan müminin, işiten kulağı, gören gözü, tutan eli olur.2 Üstad’a göre, hayatı bütün renk ve şubeleriyle İslâm’a göre tâyin eden Sahâbe, imanla başlayıp şuura dönüşen varoluş serüvenini en kamil şekilde ortaya koyan güzide bir nesildir. Büyük Doğu’nun inşa etmeyi hedeflediği gençliğin hem köklerini görmek, hem de müşahhas planında neye tekâbül ettiğini anlayabilmek için, her bir merhaleyi bu güzide nesil bağlamında incelemek zaruret arzeder: Koşulsuz İman Kelime-i tevhidle başlayan İslâm, başka inanış şekilleriyle sentezi reddeder. Müslüman hayata “Lâ ilâhe İllallâh/Allah’tan başka bütün ilahlara hayır” diyerek yani bütün ideolojileri inkar ederek başlar. Bu yüzden Mekke dönemi “sentezi red”, Medine ise “sadece İslâm söylemini inşa” dönemidir. 2 Buhârî, Rikak, 38. 13 Büyük Doğu Çağına Doğru Cahiliyye dönemini bizzat yaşayan Sahâbe, Allah Rasûlü’ndeki “üstün ahlakı” görünce, O’na, hiçbir Peygamberin ümmetinde olmadığı çapta teslim oldu. Bu durum, aşırı korku ya da aşırı muhabbetten kaynaklanan bir bağlılıktan çok farklıdır. Çünkü Sahâbe hiçbir sözü yalanla irtibatlandırılmayan, geleceğe dair verdiği haberler de olduğu gibi çıkan bir Peygamber’e muhatap olmuştu. Bu yüzden teslimiyetin sınırlarını hiç olmadığı kadar genişletti. Konuyu şu örnek çerçevesinde izah edebiliriz: “Allah Rasûlü bir bedevîden at satın alır. Atın parasını ödemesi için bedevîye kendisini takip etmesini söyler. Allah Rasûlü hızlı, bedevî ise yavaş bir şekilde yürür. Yol boyu insanlar atın satıldığından habersiz, bedevîye, atı satması için fiyat teklif eder. Bedevî, yeni müşterilerle, pazarlığa başlar. Bu esnada Peygamber-i Ekber’e seslenerek, “Eğer bu atı satın alırsan al, aksi takdirde onu satıyorum” der. Bedevî’nin ifadelerini duyan Allah Rasûlü , “Ben senden onu satın almadım mı?” diye sorar. Bedevî: - Hayır! Vallahi ben onu sana satmadım. - Bilakis ben onu senden satın aldım. - Aldığına dair şahit getir. Bedevî ile Allah Rasûlü’nün son konuşmasına tanıklık eden sahabi Huzeyme b. Sabit atın sahibine: “Şehadet ederim ki sen atı Allah Rasûlü’ne sattın” der. Hâdise üzerine Allah Rasûlü Huzeyme’ye yönelip, “Neye göre şehadet ediyorsun?” diye sorar. 14 Büyük Doğu Çağına Doğru Huzeyme: “Senin tasdikinle Ya Rasûlallah.”3 diye cevap verir. Bunun üzerine Allah Rasûlü : “Huzeyme kime şehadet ederse tek başına onun şehadeti yeterli olur.”4 buyurur. Huzeyme b. Sabit, Allah Rasûlü’nün atı satın aldığını görmedi, fakat O’na şehadet etmekten de imtina etmedi. Çünkü hiçbir hâdisede O’nun yalan bir beyanını görmediği gibi, nubuât kabilinden olan haberlerinin de doğru çıktığına şahit olmuştu. İşte Büyük Doğu’nun inşa etmeyi hedeflediği gençliğin varlık örgüsünün ilk merhalesi, Allah’a ve O’nun Rasûlü’ne kayıtsız şartsız teslimiyettir. Saf Tefekkür Varoluş serüvenin ikinci aşaması saf tefekkürdür. Her Müslüman istidadı nisbetinde tefekkürle mükelleftir. Müctehid aynı zamanda mütefekkirdir. Yemen’e vali olarak gönderdiği Muaz b. Cebel’e, “Sana bir dava geldiğinde neye göre hükmedeceksin?” diye soran Allah Rasûlü’nün öğrencisi ile muhaveresi müctehidin hayatında tefekkürün yerini de gösteriyor: - Allah’ın Kitab’ı Kur’an ile. - Kitab’ta bulamazsan? - Allah Rasûlü’nün Sünnetiyle. - Onda da bulamazsan? - Kendi ictihadımla hükmederim. Ebû Dâvûd, Kada, 3604. İbn Hacer, el-İsâbe, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrût, 1995, II, s.339. 3 4 15 Büyük Doğu Çağına Doğru Peygamberinin elçisini, Peygamberinin razı olduğu şeye muvaffak kılan Allah’a hamd olsun.”5 Sahâbedeki iman ve tefekkür birlikteliği 23 yıl gibi -diğer dünya milletlerine kıyasla- çok kısa bir zamanda İslâm-devlet yapısını müesses hâle getirmiştir. Salih Amel Tevrat, Hz. Musa’ya Kızıl Denizi geçip Firavun boğulduktan sonra nâzil oldu. Kur’an-ı Kerîm’in hüküm ayetleri de Medine’de indi. Çünkü hüküm ayetleri -sadece okunmak için değil- hayata tatbik edilmek için indirilmişti. Bu yüzden maniler zail olduktan sonra gönderildiler. Sahâbe, “Allah’ın, hayatın bütün şubelerini kapsayan talimatları” olarak gördüğü Kur’an-ı Kerîm’i amel etmek için okudu. İçkinin yasaklandığını bildiren, “Artık vazgeçtiniz değil mi?”6 ayeti okunduğunda elinde kadeh olanlar, “Vazgeçtik Allah’ım!” diye karşılık verdi. Örtü ayeti inince kadınlar oldukları yerlerde elbiselerini yırtıp başlarını kapattı. İşte Büyük Doğu, gençliği “Sakarya Nehri” gibi kıvrım kıvrım engelleri aşıp Medine’ye ulaşmaya, orada Sahâbe gibi Kitab’ı yaşamaya çağırıyordu. Şuur Üstad muhataplarını, rüzgardan daha hafif topuk5 6 Tirmizî, Ahkâm, 3; İbn Mâce, Menâsik, 38. Mâide: 91. 16 Büyük Doğu Çağına Doğru larla iç dünyalarında sefere çıkmaya, iman, tefekkür ve salih amel menzillerinden geçip “şuura” varmaya davet etti. Şuur, varoluş ehramının zirve noktasıydı. Oraya ulaşanlar her ameli, sadece Allah bilsin diye yapmaktaydı. Şuur, hem gözü kara, hem de o nisbette strateji sahibi olmayı gerektiriyordu. Bu yüzden Sahâbe ne hicrette, ne de müdâfaa savaşlarında tehlikenin büyüklüğüne ve kazanıp kaybetmeye bakmadan mevzisinde durdu. Süheyb-i Rûmî hicret etmek istediğinde Kureyş’ten bir grup yolunu kesip, gitmesine mâni olmak istedi. Süheyb atından inip, sadağından çıkardığı okları ve yayını eline alıp, çevresini saran müşriklere, “Ey Kureyş topluluğu! Hepinizden daha iyi ok attığımda şüpheniz yoktur. Allah’a yemin olsun ki heybemdeki oklar bitinceye kadar bana yaklaşamazsınız. Oklar bitince kılıcımı alır, elimde ondan bir parça kalıncaya kadar sizinle savaşmaya devam ederim.” diye meydan okudu. Süheyb’in hicret noktasındaki kararlılığını gören Mekke’li müşrikler şöyle dedi: - Mekke’ye fakir olarak geldin, şimdi ise böyle zengin olarak gitmene müsaade etmeyiz. Mekke’de malını bıraktığın kişiyi bize göster, seni de serbest bırakalım. - Malımın yerini söylersem beni serbest bırakır mısınız? - Evet. Süheyb, malının yerini Kureyşlilere bildirince ser17 Büyük Doğu Çağına Doğru best bırakıldı. Medine’ye gidip Hz. Rasûlüllah’ın huzuruna vardığında hakkında şu ayet indi:7 “İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızasını kazanmak için kendini feda eder’’8 İşte Büyük Doğu idealinin bu dört merhalesi, kalın ve mahrem çizgileriyle, en berrak ve en derin halleriyle Sahâbededir. TARİHİ SÜREÇ Sahâbe, tabiûn ve müctehid imamlar devri, Büyük Doğu idealinin muhtevâ itibariyle varlığını koruduğu devrelerdir. Sonraki dönemlerde belli aralıklarda fetret yaşandı, kırılmalar oldu. Büyük Doğu’nun asli renkleriyle tekrar zuhûr edişi ise Devlet-i Aliyye ile olur. Bu yüzden Üstad, Gençliğe Hitabe’de Osmanlı’nın Büyük Doğu ile münasebetini, İslâm’la irtibatı bağlamında değerlendirir ve şöyle der: “Devlet ve milletinin büyük çapa ermiş yedi asırlık hayatında ilk iki buçuk asrını aşk, vecd, fetih ve hakimiyetle süsleyici; üç asrını kaba softa ve ham yobaz elinde kenetleyici; son bir asrını, Allah’ın Kur’an’ında ‘belhüm adal’ dediği hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını da işgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, Türk’ü madde plânında kurtardıktan sonra ruh plânında helâk edici tam dört devre bulunduğunu gören... Bu devirleri yükseltici Bk. Kurtubî, el-Câmi’u li Ahkâmi’l Kur’an, Müessesetu’r Risâle, Beyrût, 2006, III, s.15-16. 8 Bakara: 207. 7 18 Büyük Doğu Çağına Doğru aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi... Beşinci devrenin kapısı önünde dimdik bekleyen bir gençlik...”9 Devlet-i Aliyye’nin yedi asırlık hayatının iki buçuk asrı, Büyük Doğu idealinin iman, tefekkür, amel ve dava şuuru itibariyle bir bütün olarak algılandığı zaman dilimidir. Bu dönemde ilim meclislerinde tam bir derinlik, talebelerde âl-i himmet vardır. “Yükseltici Aşk” döneminin âlimlerinden olan Hocazâde, Molla Hüsrev, İbn Kemal, Ebûssuud,... sanattan siyasete kadar hayatın bütün şubelerini irfana açmıştır. İlim, fikir ve sanat bütünlükte mânâ bulan vücut gibi algılanmıştır. Alet ilimleriyle âli ilimler iç içe okutulmuştur. İlim tarihi düşünce tarihinden, düşünce tarihi de sanat tarihinden ayrı değildir. Naklin konuştuğu yerde akıl susmuş, aklın konuştuğu yerde nakil referans kabul edilmiştir. Zevahiri yazan kalem susunca, ruhun amentüsünden bahseden kalemler konuşmuştur. Müşahhasın zirvesinde mücerredin sahanlığı vardır, oradan son noktaya veliler adam taşımıştır. İlim, siyasetin üzerinde görülmüş, Bâkî şiirini medreseden beslemiş, Sinan imarete nakış nakış “İslâm şehir ahlakını” işlemiştir. Devlet idaresinden, sanata kadar her noktaya bilgelik hakim olmuştur. Çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür dönemlerinde muhkem Büyük Doğu idealinde kırılmalar gö9 Necip Fazıl, Hitabeler, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s.250. 19 Büyük Doğu Çağına Doğru rüldü. Aydınlanma Devri’nin şımarık aklı, pek çok insanı ifsad etti. Münkir akıl etkin oldukça kırılma daha da derinleşti. Neticede ilim fikirden, fikir ilimden nefret eder oldu. Gerçek hayattan tecrit edilerek yetiştirilen aydınlar gürûhu yaralanan zihinleri tedavi etmekte güçlük çekti. Medresenin boynuna “Gerici” yaftası asılarak insanların en azından bir bölümünün ondan uzak durması temin edildi. Batı tarzı eğitim veren kurumlara ve onların müfredatına sığınan zeki öğrenciler, ulemânın sadra şifa sözlerine, “tedavi kabul etmeyen ölü vücutlar” gibi kayıtsız kaldı. “Hayvandan daha aşağı taklitçilerin” egemen olduğu dönemde, Müslümanların zihinleri çeşitli ideolojilerin tutsağı oldu. Nitekim mahkumiyet yaşayan isimlerin başında gelen Ziya Gökalp, medresede en son Gazzâlî’nin, “el-Munkiz-u mine’d-Delâl”ini okumasınâ rağmen inkar taarruzuna direnemedi. Tarih-i Kadîm’in sahibi Tevfik Fikret de, hac yolunda vefat eden saliha bir kadının çocuğuydu. “Eve Dönen Şâir” Yahya Kemal, Nazım Hikmet’in hocasıydı. Bu yüzdendir ki Nazım hayatının ilk yıllarında İslâm Medeniyetini övücü şiirler kaleme almıştı. Milletin Batıyla münasebeti iç ve dış organları tersyüz edilen adam gibiydi. Korunması gereken uzuvları dışarıda, insanlarla temas halinde olması gereken uzuvları ise içerdeydi. Entelijansiya ise, kalbini Batılı adamın eline teslim eden mahkumlar sı20 Büyük Doğu Çağına Doğru nıfından ibaretti. Ulemâyı temsil eden Medrese ile entelijansiyaya ait mektep arasındaki denge mektep lehine değişmiş; siyasî, ictimâî, iktisadî kırılmaların baş müsebbibi olarak medrese gösterilmekte, Tevfik Fikret gibi milletin mukaddesâtına hakaret etmede önde duranlar bizzat hedefe Kur’an-ı Kerîm’i koyarak mücadele etmekte,“Ey kitâb-ı köhne, yırtılır bir gün, medfen-i fikr olan sahifelerin” diye milletin varlık sebebi Kur’an-ı Kerîm’e hakaret etmekteydi. Bu dönemde, Sultan II. Abdülhamid bir diriliş koridoru açmaya çalıştıysa da yeni neslin önüne geçip o koridoru aydınlatacak mütefekkirler kadrosunu bulamadı. Üstad Necip Fazıl’ın ifadesiyle o “pençeleri sökülmüş bir aslan” gibiydi. Bu yüzden küfre öldürücü darbeler indiremedi. Dördüncü devrin aktörleri ise, “İşgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayete” irtikap edip milleti, madde plânında kurtardıktan sonra ruh plânında helak etti. Yüz binlerce şehidin kanıyla mühürlenen Anadolu vefasız oğulların istilâsına uğradı. Medrese kapatıldı, ulemâ susturuldu, darağaçları kuruldu, camî ile okul ayrı dilden konuştu. İmam kürsüde “Beşeriyetin atası Hz. Adem’dir” dedi, okulda öğretmen, “insan soyunun maymuna dayandığını” iddia etti. Anneler evlâtlarını, Kabe ninnileriyle büyütürken, gazeteler koro halinde Kemallettin Kamu’nun: “Burada erdi Musa 21 Büyük Doğu Çağına Doğru Burada uçtu İsa Bülbül burada varsa Hürriyet için öter. Ne örümcek ne yosun, Ne mucize ne füsun Kabe Arab’ın olsun Çankaya bize yeter” şiirini neşretti. Okul kitaplarında Osmanlı sadece tenkit mevzuu bir bahis ya da devlet olarak okutuldu. Kosova’dan Çin’e kadar mazlum Müslümanların adını duyduklarında saygıdan ayağa kalktıkları Sultan II. Abdülhamid’den, -Necip Fazıl “Ulu Hakan” diyene kadar“Kızıl Sultan” diye bahsedildi. İlim, fikir ve sanat cephelerini etkisi altına alan tahribat öylesine kapsayıcı ve sarsıcı idi ki, ayakta kalmak güçlü bir selin önünde durmaktan farksızdı. Buna rağmen sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az olan alimler sessiz fakat derinden destansı bir hizmet yürüttüler. Mısır’a hicret etmek zorunda kalan Mustafa Sabri Efendi ve Muhammed Zâhid Kevserî kaleme aldıkları eserlerle modernist hareketin etkisini azalttı. İslâm harfleriyle telif ettikleri eserleri, dünya Müslümanları için ahir zaman müşkillerini çözme noktasında mizan oldu. Hilafet’in merkezinde kalanlar İslâm harfleriyle eser telif etme yerine, adam yetiştirdi. Zira harf inkılâbıyla tedrisat değişmiş, birkaç sene içerisinde 22 Büyük Doğu Çağına Doğru İslâm harfleri ile yazılan eserleri anlayıp okuyacak adam da kalmamıştı. Bu yüzden okunmayı bekleyen eserler yerine, mevcutları okuyacak bir kadro yetiştirmek daha mühimdi. Bu bağlamda Ali Haydar Efendi, Mahmut Efendi’yi; Ahmed Ziyâuddin Gümüşhanevi adıyla anılan tekke, Mustafa Fevzi Efendi, Hasib Efendi, Abdulaziz Bekkine, Mehmet Zâhid Kotku, Abdurrahman Beşikçi ve Hacı Ferşat Efendi gibi mürşitleri yetiştirdi. Kelamı Tekkesinin adı ile bütünleştiği Esad Erbili’nin meclisinde de Mahmud Sami Efendi hizmete hazırlandı. Süleyman Hilmi Tunahan ve Bediüzzaman Said Nursi de binlerce talebe yetiştirdi. Allah’ın, Kitabı’nı beşer eliyle koruyacağına dair vaadinin10 tecelli edeceği birileri çıkıp bu izmihlali dava etmeli; fikir, sanat ve hareket cephelerinde İslâm’ı temsil etmeliydi. Kaşgari Dergahı’nda insanları irşad eden Abdulhakîm Arvasî, Necip Fazıl gibi bir mütefekkiri böyle bir devirde yetiştirip İslâm’ın emrine verdi. Necip Fazıl ve Abdulhakîm Arvasî Sefihi teslim alan cümleleri,“cins kafa” basit görür ve kusar. Batı’nın ona verdiği herşeyi kusan Üstad, bir akşam çalıştığı bankadan çıkar evine doğru giderken Eminönü’nden vapura biner. Kendisine İslâmî telkinlerde bulunacak olan esrarengiz bir adamla kar10 Hicr: 9. 23 Büyük Doğu Çağına Doğru şılaşır. Yanına oturan adamla önce zahiri meseleleri konuşur. O tasavvuftan sorunca adam “Beyoğlu’nda Ağa Camî’nde, Cuma günleri vaaz veren Abdulhakîm Arvasî var, ona git” der. Vapur Beylerbeyi’ne vardığında karşılıklı selamlaşıp ayrılırlar. O andan itibaren Necip Fazıl’ın zihninde hep fuhşun merkezi olan Beyoğlu’nda yalnız Cuma günleri vaaz veren Büyük Veli vardır. Kiminle konuşursa konuşsun aklı hep Ağa Camî’ndedir. Bir Cuma günü, yanında ressam arkadaşı Abidin Dino vardır... Bulundukları apartman Ağa Camî’ne yalnız birkaç yüz metre mesafededir. Birden aklına içinde bulundukları günün Cuma olduğu gelir. Arkadaşına “Haydi davran gidiyoruz. Sana üstün haberciyi göstereceğim.” der. Üstad camiyi ve Abdulhakîm Arvasî’yi şu şekilde tasavvur eder: “Cami... Girince sol tarafta, yerden bir iki basamak yüksekliğinde, balkonumsu bir yerde, sarıklı, beyaza yakın kır ve uzun sakallı bir zat... Önünde, kitabını koyduğu küçük bir yer masası... Etrafında, diz üstü veya bağdaş kurup oturmuş bir küme insan... Aralarına geçip oturduk. Son derece tesirli bir ses... Tane tane konuşuyor. Ders bitince ön sırada oturan bir gencin yardımıyla kürsüden indiler. Etrafındakilere şefkatle baktılar. Potinlerimizi giyip kendilerini kapıda beklemeye başladık. Başlarını kaldırıp o anlatılmaz gözlerini üzerimize diktiler: 24 Büyük Doğu Çağına Doğru ‘Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız; Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız!’11 Ben atıldım: - Affınızı rica ederiz efendim; ellerinizden öpmek saadetine erebilir miyiz? Uzandığım, esmer, zarif ve incecik parmaklı eli bir can kurtarana yapışırcasına kapıp öptüm. - Biz Eyyûb Sultan’da oturuyoruz, dediler; Gümüşsuyunda, ne zaman isterseniz buyurun. Devlet!.. Evlerine,yuvalarına çağrılıyorduk.12 Sıcak bir ilkbahar günü... Kaşgari Dergahı... İkinci buluşma... İlk sualleri: Ne iş yaparsınız? - Bir bankada çalışıyorum. Muharrir ve şâirim... İsmim Necip Fazıl... - Tasavvuftan bir şeyler biliyor musunuz? Okuduğunuz kitap oldu mu? Bahriye mektebindeki hatıramı anlattım. Semeretü’l-Fuad ve Divan-ı Nakşi’yi söyledim. Son zamanlarda da, karıştırdığım Marifetname... Nakşi Divanı’nın kimin eseri olduğu sualine cevap veremedim. İşte ateşten harflerle beynimi dağlayarak söyledikleri ilk fikir: “Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz. Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi?”13 Kaçta gitmiştik? Bilmiyorum! Öğle vakti miydi, ikindi miydi? Bilmiyorum! Çıktığımız zaman akşam olmuş, karanlık bir seccade gibi Eyüb’ün üstüne Necip Fazıl, Çile, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s.76. Necip Fazıl, O ve Ben, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s.80-94. 13 Necip Fazıl, O ve Ben, s.97. 11 12 25 Büyük Doğu Çağına Doğru atılmıştı.”14 “Bana ilk günden son güne kadar: ‘Bizdensin. Seni mensup ve mahsuplarımızın arasına alıyoruz! Yola kabul edildin!’15 dediler. Bir yakınının ifadesiyle bana, ‘Sen gemidesin! Ayak silmeye mahsus bir paspas olsan da yine gemidesin! Seni bırakmazlar! Aldıklarını bir daha bırakmazlar.’”16 “Sene 1943.. Ben gazetedeki fıkralarıma ve yüksek mimari şubesindeki derslerime devamdayım... Büyük Doğu’yu hazırlıyorum... Yoğunluk içerisinde Efendim’i (Abdulhakîm Arvasî) göremiyorum... Büyük Doğu çıktı. Eyyûb’te bir kurban kesmek ve Efendim’in elini öpmek niyetindeyim.”17 Üstad bu niyetle yola çıkar, dergaha varır fakat Abdulhakîm Arvasî’yi bulamaz. “Polisler O’nu alıp merkez şubeye götürmüşlerdir. Merkez şubeye gider fakat orada da görüşemez. Oradan İzmir’e nakledilir. Ardından da Ankara... Ankara’da 19 gün hasta yatar. 1943 yılının bir cumartesi günü sabah namazı vakti son kelimesi ‘Allah’ olduğu halde ruhunu teslim eder. Esrarengiz bir adamın delaletiyle Bağlum Köyüne defnedilir.”18 Üstad, 1943 yılından sonra Abdulhakîm Arvasî’nin ruhaniyetini her dem başucunda hisseder. Ona o derece bağlanmıştır ki değerini kıymetlenNecip Fazıl, a.g.e., s.98. Necip Fazıl, a.g.e., s.132. 16 Necip Fazıl, a.g.e., s.134. 17 Necip Fazıl, a.g.e., s.219. 18 Necip Fazıl, a.g.e., s.221-222. 14 15 26 Büyük Doğu Çağına Doğru dirirken şöyle der: “Kaç milyon baba ve kaç milyon anne, senin milyonda birin eder? Seni Bağlum köyündeki, namsız ve nişansız çukurunda, bembeyaz ve taptaze kefene bürülü, esmer ve pembecik teninin hiçbir noktası tozlanmamış, derin gözlerin ebediyete çevrili, Allah’ı zikrederken görüyorum.”19 BÜYÜK DOĞU’YA DOĞRU Üstad, Abdulhakîm Arvasî’yi tanıyıncaya kadar mücerred aklın kalemiyle siyah yazılar karalayan, zaman zaman Müslümanlar hakkında ağır ifadeler de kullanan bir muharrirdi. O’nu tanıdıktan sonra kendisiyle birlikte şiir ve makaleleri de tövbe etti. “Büyük Veli” olarak nitelediği Abdulhakîm Arvasî’den önceki ameliyesini, “çelik-çomak oynamak” olarak niteler, sonrasını ise “öteleri kurcalayan”, kendini gelmiş ve geçmiş zamanın problemini çözmeye adayan, “beyni zonk zonk zonklayan” “üstün çilenin sadık yari” olarak görür. Üstad, sanat meclislerinde yaşının üzerinde bir itibara sahipti. Oralarda “büyük”tü, fakat Abdulhakîm Arvasî’nin maneviyat merkezinde kendini “mukaddes eşiğin süpürgecisi” olarak gördü, hayata yeniden bir “mübtedi” olarak başladı. Tekke’de eridi, orada oldu, orada erdi; fikre, sanata “Allah boyası”nı orada vurdu. Aşk ocağından “dervişlik icazeti” aldıktan sonra, ömrünü, insanlara kim olduklarını, nereden gelip nereye 19 Necip Fazıl, a.g.e., s.261. 27 Büyük Doğu Çağına Doğru gittiklerini anlatmaya; Allah, alem, ruh gibi felsefenin en temel bahislerine fasledici cevaplar vermeye adadı. Sanatın sanat için olmasını akla ziyan bir gayret olarak gören Necip Fazıl, fikir gibi sanatta da ilahi rızanın esas alınmasını, Allah için yapılmasını söyledi: “Anladım işi sanat Allah’ı aramakmış, Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış.” BÜYÜK DOĞU Üstad pek çok türde yazı kaleme aldığı gibi, matbuat aleminin de hemen her şubesinde yer aldı. Üç farklı dergi çıkardı. İlk olarak Ahmet Hamdi Tanpınar ve Ahmet Kudsi Tecer’in etkin olarak yer aldığı Ağaç Mecmuası’nı neşretti. 14 Mart 1936’da ilk sayısı çıkan mecmua 17 sayı devam edebildi. Ankara havasının bariz bir şekilde hissedildiği Ağaç’ta, Necip Fazıl imzası ile yer alan yazılarda bir arayış vardır. Necip Fazıl, Allah’tan ve ahlaktan bahsetmenin bizzat yasaklandığı bir zaman diliminde Büyük Doğu mecmuasını neşretti. Nitekim 1 Eylül 1943 yılında ilk sayısı çıkan Büyük Doğu’nun yayım hayatına başlamasından kısa bir müddet evvel devrin başvekili Şükrü Saraçoğlu imzasıyla Üstad’ın da günlük yazılarının yayımlandığı gazeteye, “Allah ve ahlaktan bahsetmek yasaktır!” şeklinde bir yazı gönderilmişti. Büyük Doğu, siyasî iradenin baskısından dolayı ilk sayılarında rengini tam olarak belli edemez.20 Buna 20 Necip Fazıl, O ve Ben, s.231. 28 Büyük Doğu Çağına Doğru rağmen “rahatsız edici” bulunur ve 1944 yılı ilkbaharında vekiller heyeti kararıyla kapatılır. Gerekçe ise, muhtevâsında hadis-i şeriflerin yer almasıdır. Müstebit idareyi en fazla rahatsız eden ise, “Allah’a itaat etmeyene, itaat edilmez” mealindeki hadis olmuştur. Devrin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel, Üstadla karşılaştığında ona şöyle der: “Bu hadisi neşretmek, bize itaat edilmez demektir.” Büyük Doğu, 1943-1978 yılları arasında 35 yıl çeşitli boyutlarda günlük, haftalık ve aylık olarak yayımlanmış ve toplam 512 sayı çıkmıştır. Dergide birçok isim yazmakla beraber yazıların önemli bir bölümü müstear isimlerle Necip Fazıl’a aittir. Büyük Doğu’nun yayın hayatına başladığı yıllarda Necip Fazıl, Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Şubesinde hocalık yapmaktaydı. Hasan Ali Yücel tarafından kendisine bir anda iki görevi îfâ edemeyeceği, üniversite hocalığı ile “Büyük Doğu” mecmuası arasında tercihte bulunması tebliğ edildiğinde bakana, 50 kişilik sınıflarda 50 kişiye konuşmaktansa Büyük Doğu ile bütün gençliğe seslenmeyi tercih edeceğini söyledi ve Akademi’den ayrıldı. Üstad, milletin duygularına tercüman olunca seçkin sınıfın gazabına uğradı, yok edilmek istendi. Halbuki Onu, mecmua ile akademi arasında tercihte bulunmaya zorlayan zât, hâdiseden birkaç yıl önce (1938) Ona gönderdiği şiir kitabını, Necip Fazıl’a şu cümlelerle ithaf etmişti: “Hakkında her sıfatın aciz 29 Büyük Doğu Çağına Doğru kaldığı şâir Necip Fazıl’a.”21 Memuriyetin maddî esareti de beraberinde getireceğini düşünenler, Üstad’ın “Mecmua”yı tercih ederek aristokrasi ile mücadeleyi seçmesi karşısında sarsıldı. Necip Fazıl üniversiteyi kaybetti; fakat Büyük Doğu adeta müstakil bir üniversite oldu. Yakın dönemin Müslüman gençliği o üniversitede yetişti. Sahte kahramanları orada tanıdı. Abdülhamid’in “Kızıl Sultan” değil “Ulu Hakan” olduğunu orada öğrendi. İslâm’ın ne olduğu ve nasıl kuvveden fiile aktarılacağı noktasında bir hamurkâr işlevi gören Büyük Doğu, iman, fikir, hareket ve dava şuurunu kuşanma noktasında sürekli konuşan, sorun çözen, yol açan bir kürsü gibiydi. Bu yüzden rahatsız edici bulundu ve çeşitli nedenlerle 14 defa kapatıldı. Genellikle siyasî otorite tarafından kapatılan Büyük Doğu zaman zaman maddî imkansızlıktan dolayı da yayım hayatına ara vermek zorunda kaldı. Anadolu gençliği tarafından bir ilim ve fikir membaı olarak görülen Büyük Doğu, büyük bir alakaya mazhar oldu. Dergi’nin gazete bayiine çıkacağı gün sabahın erken saatlerinde bazı bayi önlerinde dergi kuyruğu oluşur, ev ya da yurtlarda birlikte kalan öğrenciler müştereken satın aldıkları Büyük Doğu’yu sırayla okumayı bekleyemez, sayfaları bölerek okurdu. Büyük Doğu zor bir dönemde “ihkâk-ı hakk” taleNecip Fazıl, Hücum ve Polemik, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s.120. 21 30 Büyük Doğu Çağına Doğru binde bulundu. O, “gaiplerden beklenen ses”ti. Çağın mümin mütefekkirleri, şâirleri, sanatçıları için hakkın ilan edildiği bir kürsüydü. Buz dağlarını, ciğerinden üflediği “hoh hohlarla” eriteceğine bütün mevcudiyetiyle inanmıştı Üstad. Milletin din, ırz, tarih davasına kasteden yapı, ilk ciddi sarsıntıyı Üstad’ın Büyük Doğu’suyla yedi. Büyük Doğu’nun 14 Kasım 1947 tarihli 72. sayısı toplatılınca Üstad, “Borazan” adıyla ancak üç sayı çıkabilen bir mizah dergisi neşretti. O, bu mecmuayla yanlışı ibtal, hakkı tesis etmeyi bir varoluş meselesi olarak gördüğünü ve her şartta gereğini yerine getirmek için hiçbir şeyden yılmayacağını gösterdi. Çoğunluğu Üstad’a ait yazıların neşredildiği mecmuada istibdat cesaretle hicvedildi. Büyük Doğu bir buçuk aylık bir fetretten sonra tekrar yayım hayatına dönünce Borazan’ın yayım hayatı sona erdi. Üstad iki dergi arasındaki selef-halef münasebetini, “Ziyafet masasına prens gelir gelmez, yaver mevkiini terk etti” diyerek ifade eder. Şâirliği İslâm, her şey gibi iman eden şâirin şiirindeki muhtevâyı da değiştirir. Nasıl içtiğini, nasıl zina ettiğini şiirinde anlatan, yağmadan, intikamdan bahseden Cahiliyyenin şâirleri imanla Allah Rasûlü’nün şâirleri kadrosuna dahil olunca, şiirlerinin muhtevâları gibi amaçları da değişti. Cahiliyye döneminde öl31 Büyük Doğu Çağına Doğru dürülen kardeşine kırk yıl ağıt yakan Hansa, Müslüman olduktan sonra ölüme bakışı o kadar değişti ki, Kadisiyye’de dört oğlu şehit olunca, “Beni oğullarımın şehadetiyle onurlandıran Allah’a hamd olsun” dedi. İlk şiir denemelerine Heybeli Bahriye Mektebinde başlayan22, o günden itibaren şiiri sürekli gelişen Üstad’ın şiirindeki gaye ve muhtevâ değişimi ise Abdulhakîm Arvasî’yi tanıdıktan sonra olur. Poetika’da şiiri, “Allah’ı sır ve güzellik yolunda arama işi” olarak tanımlar.23 Üstad’ın şiirindeki şekil ve kalıp, gaye ve muhtevâ değişimi, ilk şiir kitabı olan Örümcek Ağı’ndan itibaren (1925), Kaldırımlar (1928), Ben ve Ötesi (1932), Sonsuzluk Kervanı (1955) ve şiirinin kemal noktası Çile’ye doğru uzanan bir okuma ameliyesine tabi tutulduğunda açık bir şekilde görülmektedir. Örümcek Ağı, edebiyat çevrelerinde yüksek bir beğeni ile karşılanır. “Kaldırımlar” şâirinin şiirleri, içki sofralarında sabahlara kadar tekrar edilir. Necip Fazıl’ın şiiri karşısında hayranlığını gizleyemeyen Ziya Osman Saba, “Necip Fazıl belki Türk Edebiyatının en büyük şâiri değildir; fakat Türk Edebiyatının en büyük şiir kitabı Ben ve Ötesi’dir” demekten kendini alamaz. Üstad’ı genç yaşına rağmen “büyük şâirler” arasında değerlendiren edebiyat çevreleri O’nun İslâm’la tanışmasından, şiirindeki gaye ve muhtevâ değişi22 23 M. Orhan Okay, Necip Fazıl Kısakürek, s.32. Necip Fazıl, Çile, s.474. 32 Büyük Doğu Çağına Doğru minden sonra söz birliği etmişçesine ağız değiştirirler. Hiçbiri şiirin İslâm’a göre insanı ve cemiyeti inşa etmesine tahammül edemez. Bu yüzden Onu “sâbık şâir”, “mistik şâir” terkipleriyle, nisyana mahkum etmeye çalışırlar. Çünkü onlara göre Peygamber-i Ekber’i şiirin kaynağı gören birisi şâir olamaz. Şiir, Allah’ı aramanın değil, O’ndan uzak durmanın vasıtası kabul edilmeliydi. Aristokrasi, Üstad’ı “bohem” hayatı yaşadığı yıllarda kaleme aldığı şiirleriyle yaşatmak istiyordu. Bu yüzden O’nun önceki şiirlerinde kısmî değişiklere gitmesine bile tahammül edemiyordu. Onun şu ifadeleri,edebiyat çevrelerine hakim olan ideolojik okumayı ve buna bağlı olarak yaşanan dışlamayı teşhîr etmektedir: “Mal sahibi bensem, bunları istemediğim, tanımadığım ve çöplüğe attığım bilinsin... Attıklarım, aldıklarımdan çok olan eski şiirlerimi yenileriyle demetledikten ve bu kitapta (Çile) derledikten sonra meydana gelen şu kadar parça şiir, şu ana kadar şâirliğimin tam ve eksiksiz kadrosu oluyor. İşte şiir kitabım bu, hepsi bu kadar ve kitaba gelinceye kadar başka hiçbir şiir bana, adıma ve ruhuma mal edilemez.”24 Aristokrasi, Akademideki memuriyetini elinden aldıkları gibi şâirliği de O’ndan alacaklarını düşünmüştü. Ona göre fıkra, makale, tiyatro, konferans derken şâirliği de kaybetmişti Necip Fazıl. “Bir mısrası, bir millete şeref vermeye yeter” denen 24 Necip Fazıl, a.g.e., s.11. 33 Büyük Doğu Çağına Doğru şâir, hafızalardan silinmek isteniyordu. Çünkü O bir mümindi. Müşahhasla mücerret arasındaki farkı göremeyen, bu yüzden sürekli basit müşahhası ulvileştiren çevrelere Üstad, şöyle cevap verdi: “Nereden biliyorlar çalışmadığımı, nasıl ihtimal veriyorlar şâirliği kaybetmiş olabileceğime? Ruh nescimi mikroskop altında, muayene ettiler de orada şiir hücrelerinin öldüğünü mü gördüler? Eğer incir ağacı olsaydım, mevsiminde yemişimi veremedim diye beni suçlamak, kısırlık töhmeti altında bulundurmak mümkündü. Fakat ben sanatkârım, mevsimlerimi kendim seçerim ve için için oluşlarımı belli etmeyebilirim.” Üstad’ın şiirini tecrit edenler hedeflerine ulaşamadılar. Edebiyat meclislerinin kabul etmediği şiirler yüz binlerin dillerinde destanlaştı. Necip Fazıl, usta bir nakkaş gibi şekil verdiği gençliğe, şiirdeki “Mutlak hakikati arama cehdi” ile şiirin ne olduğunu ve neye hizmet ederse bir mana ifade edeceğini gösterdi. Büyük Doğu’nun sanat mecrası, şiir istidadı olan pek çok gencin inkişafına vesile oldu. Tiyatroculuğu Üstad fikir ve sanat adamı olmanın yanında dava adamıydı da. Bu yüzden tefekkürünün oluşması kadar cemiyete tatbikiyle de meşgul oldu. Bu uğurda bedel ödedi, hürriyeti elinden alındı. Fakat yetişmesi için “zindanlarda çürüdüğü gençliğin” inkişafı ona bütün acılarını unutturdu, her şeye rağmen Allah’a 34 Büyük Doğu Çağına Doğru hamdetti. Üstad bütün ameliyelerini ilahi bir vazife olarak görüyor, ibadet şuuruyla yapıyordu. Bunun için takatinin fevkinde bir cehdle mücadele ediyordu. Ömrünü yetişmesine adadığı neslin hamuruna başka eller değmesin diye, fikir ve sanat cephesinin her alanında eserler veriyor, şiirde olduğu gibi tiyatroda da Büyük Doğucuları başkalarına muhtaç etmiyor; muhaliflerini, “Bir Müslüman kaleminden bu yapıtlar çıkar mı?” diye hayrette bırakıyor. Onların İslâm’a dair ön kabullerini yıkıp-parçalıyordu. Necip Fazıl, insanlarla iç içe olduğundan tesir gücü diğer sanat dallarına nisbetle daha çok olan tiyatroyu, “Tezin laf olmaktan çıkıp büyü olduğu yer” olarak görürdü. Dinlemeye hazır kalabalıklar önünde, “Ön tarafı açılır-kapanır bir mikap (küp) içinde hayatı yakalama” cehdi olan tiyatroyu bir davet kürsüsü olarak kullanırdı. Üstad, dava adamı sorumluluğu yanında, Şehir Tiyatroları Genel Müdürü ve baş aktörü Muhsin Ertuğrul’un ısrarları neticesinde tiyatro ile ciddi anlamda alakadar olur, bu süreçte ilk tiyatro eseri olan Tohum’u kaleme alır. Eserin konusu, milli kurtuluş hareketinin ana üslerinden biri olan Maraş’ta maddeci Batı’ya, maneviyatla karşı koyuşun hikayesidir. Eser, Üstad’ın hakkında “Büyük aktör” hükmünü verdiği Muhsin Ertuğrul tarafından sahneye aktarılır. Münekkitler eseri ve sahneye uyarlanışını takdir ederler. Fakat 35 Büyük Doğu Çağına Doğru halk alakasız kalır. Bunun sebebi ise Üstad’ın ifadesiyle eserin “mücerret fikirlerle örülü diyalog manzumelerinden ibaret olmasıdır.” Üstad yine mücerret fikirlerle örülü ikinci tiyatro eseri olan, “Bir Adam Yaratmak”ı kaleme alır. Eser, 1937 kışında yine Muhsin Ertuğrul tarafından sahneye taşınır. Bu kez halk tarafından büyük ilgi ile karşılanır. Uzun zaman kapalı gişe oynanır. Künye, Sabır Taşı, Para, Nam-ı Diğer Parmaksız Salih; derken 1949 senesine gelinir ve Üstad tiyatroya bir ara noktası koyar. 1964’de noktayı kaldırır. “Reis Bey”, “Ahşap Konak” ve “Siyah Pelerinli Adam”ı yazar. Noter huzurunda Necip Fazıl ve Shakespeare’in tiyatrolarının dışında hiçbir eseri oynamayacağını söyleyen Muhsin Ertuğrul, “Reis Bey”i gözyaşları içinde okur fakat oynanmasında görev almaz. Çünkü; şehir ve devlet tiyatroları Necip Fazıl’a kapatılmıştır. Üstad’ın büyük mazlum Sultan Abdülhamid’i müdâfaa ettiği tiyatrosu ise siyasî çevrelerde büyük bir rahatsızlığa sebep olur. Çünkü Üstad’ın her eseri, ilim mazlumları gibi siyaset mazlumları adına bir müdâfaanameydi. Yalan söyleyen tarihe, sahte kahramanlara fikir ve sanat cephesinde ilk itiraz eden dava adamıydı Necip Fazıl. Ankara’da sahnelenen, “Ulu Hakan Abdülhamid Han”ı, Meclis de teyakkuz halinde takip etmişti. Usta aktörlerin yalnızlaştırma iradesi ve siyasî çevrelerin baskısı neticesinde Üstad’a Akademi gibi sanat 36 Büyük Doğu Çağına Doğru çevrelerinin kapıları da kapanır. Buna karşın milletin vicdanına giden yolun kapıları açılır. Böylece sanat da, sanatkâr da yeniden milletle buluşur. Edebiyat çevrelerinde gümrüğe takılan şiirlerini her şehirden binlerce genç okur. Şehir Tiyatrolarında oynanmayan eserleri lise, üniversite öğrencileri tarafından sahnelenir ve “Reis Bey’”in, “Ulu Hakan Abdülhamid”in etkisi neredeyse bütün bir Anadolu’da hissedilir. Aksiyonu Üstad, uzun bir günbatımı yaşayan Anadolu’da “gaipten beklenen ses” gibiydi. Umut oldu. “Sabredin gelecektir eskimez pörsümez yeni” dedi. “Ulu Hocaların” yapamadığını yaptı. Kalemiyle, kürsüsüyle, “İşte iz, geliniz!” dedi. Mecmua sayfalarında bayraklaşan, “iman-fikir, hareket ve dava şuuru” terkibi, her yaştan on binlerce insan tarafından kanun-i esasi olarak görüldü. Necip Fazıl ortak kabul etmez yegâne hakikat olarak gördüğü İslâm’ı daha büyük kitlelere taşıyabilmek için 1960’lı yıllardan sonra meydanlara indi. Üstad, Edirne’den Kars’a kadar pek çok vilayette konferansa ve mitinge katıldı. “Kim var diye seslenilince sağına ve soluna bakınmadan fert fert ben varım” cevabını verici bir gençliği yetiştirebilmek için yollara düştü. İstihbarat elemanlarının simitçi, su satıcısı, ayakkabı boyacısı kılığında dinleyip, rapor ettikleri konuşmalarında, “Beni Allah tutmuş kim eder azat!” diyerek kararlığını gösterdi, muhataplarına ce37 Büyük Doğu Çağına Doğru saret aşıladı. “Allah-u Ekber” demenin yasaklandığı, müezzinlere cebren “Tanrı uludur”un söyletildiği yıllara bizzat tanıklık eden isimlerden biri olan Prof. Dr. Recep Doksat, Üstad’ın aksiyonunun ne derece bir öneme haiz olduğunu tayin ve tespit ederken şöyle demektedir: “Gençtim, daha hamdım ve her yerde O’nun aleyhinde konuşmayı adeta alışkanlık haline getirmiştim. Henüz İslâm’ın gıybet yasağına da tam olarak müdrik değildim. Kendimi onu sevmemeye, beğenmemeye zorlamışım meğer!.. Bir gece, rüyada, bir vahadayım... Etraf kum, çöl... Birkaç ağaç ve halka olup bağdaş kurmuş beyaz maşlahlı, nur yüzlü şahıslar... Ortada bir ateş yanmakta... Ben, halkanın dış kenarına yakınım ve ayaktayım, o halkaya mensup olma şerefinden mahrumiyetin idraki içindeyim, fakat; halkanın dışındakilerle konuşacak kadar da yakınım onlara. Kırklarmış onlar! Tüylerim ürperiyor. Bir de fark ediyorum ki halkanın ön sırasında, Necip Fazıl da oturmakta. Hayret ve biraz da haddini bilmez bir hiddetle en yakınımdakine soruyorum: “Bunun aranızda işi ne?” Muhatabım, elini dudaklarına götürüp “sus” diyor ve ilave ediyor: “Onun misyonu/aksiyonu var!”25 Üstad’ın misyonu, 40 yıllık mücadele hayatının son 30 yılında kendisiyle beraber olan şeker hastalığına, zindanlara, baskılara ve engellemelere aldırmadan İs25 Ahmet Kabaklı, Sultanu’ş-Şuarâ Necip Fazıl, s.78-79. 38 Büyük Doğu Çağına Doğru lâm davası için gösterdiği fedakarlıkta ve neticesinde yetişen gençlikte açıkça görülmektedir. Necip Fazıl’ın aksiyonunun kıymetini takdir edebilmek için o günkü cemiyetin fotoğrafını ve Üstad’ın o fotoğrafta yaptığı değişiklikleri görmek gerekir. Üstad, Büyük Doğu’nun nasıl bir zeminde başladığı ve nereye geldiği ile alakalı şöyle der: “Biz mücadeleye başladığımızda önümüzde buzdan küfür dağları vardı. Onları hoh hohlarımızla erittik”, “Serseri kuşlar gibi dolaşırken Anadolu bozkırlarına bıraktığımız tohumlar görüyorum ki bugün gür ormanlıklar haline geldi.” Müdâfaaları Her Peygamber hakkın müdafiidir. Ölümün muhakkak olduğu yerlerde Hakk’tan başka hiçbir otorite tanımayacak kadar gözü kara ve her bir gruba alakasına göre konuşacak kadar strateji sahibidirler. Peygamberler, sözü tam mahallinde söyler. O mahal bazen Nemrud’un şehri, Fravun’un Sarayı, bazen de Dâru’n-Nedve olur. Peygamberlerin liderliğinde ilerleyen “Sonsuzluk Kervanı”na katıldıktan sonra söz Necip Fazıl’ın ağzından ve kaleminden önce yüreğinden çıktı. Her türlü bedeli ödemeyi cana minnet sayan yüreğinden.... Yüreğin sözü gençlik üzerinde o derece etkili oldu ki, ihtilal zamanlarında üniversite talebeleri postanelere koşup O’na, “Üstadım! Bütün mevcudiyetimle 39 Büyük Doğu Çağına Doğru emrindeyim’ içerikli telgraflar gönderdi. O’nun için söylenen, “Bir sözü ihtilale yeter adam” ifadesinin aslında mübâlağa olmadığı gençlerin söz ve yazılarının etkisiyle verdikleri cevaplarda aşikârdır. Müstağribler mürteci, modernistler de halis Müslüman oluşundan dolayı O’nu yok saymaya çalışsa da, İngilizler için Shakespare, Almanlar için Goethe neyse Türkiye için de Necip Fazıl odur. Müslüman olmanın gereğini yapmanın bedelini 10 defa hapse girerek ödedi Üstad. Buna rağmen mahkeme salonlarında, zindanlarda hakkı söylemekten geri durmadı. Baskılar duruşuna engel olamadı. Üstad’ın mahkemede bizzat kedisinin yaptığı savunmalar konferans havasında olur, salonu dolduran gençler sanki zalim hükümdar karşısında, “Bizim Rabbimiz yer ve göklerin Rabbi Allah’tır!” diye meydan okuyan Ashâb-ı Kehf ’in muasır kardeşini dinlerdi. Üstad’ın en zor bahisleri en müşahhas hâle getiren ifade gücü mahkeme salonlarında da kendini gösterir, nev’i şahsına has müdâfaalarıyla huzurdakilere fikir ziyafeti verirdi. Fikrî muhtevâya bağlı kalarak hakka tercüman olma noktasında ne Büyük Doğu Eflatun’un Akademyası’na, ne de Üstad’ın “Müdâfaalar”ı Sokrat’ın “Savunma”sına kıyas edilebilir. O’nun sevdiği kelimelerden biriyle ifade edersek; “harikaydı” müdâfaaları... Suça azmettirici olarak yargılandığı Malatya davasında iddia makamında sırf ken40 Büyük Doğu Çağına Doğru disine karşı çıkarılan 4 savcıyı göstererek, “Amme avukatı olarak tek fikir etrafında tek kişinin temsil etmesi gereken iddia makamında bu 4 kişi de nedir? Ben hiçbir operada 4 tenor görmedim!” dedikten sonra şu meyanda bir müdâfaada bulunur: “Benim, müteşebbis sanıkları doğrudan doğruya azmettirdiğime dair elde hiçbir delil bulunmadığına, her şey yazılarımdan alınan ilhamla yapılmış farz edildiğine ve bütün mesele böyle bir faraziyenin ceza hukuku bakımından suç teşkil edip etmeyeceği üzerinde olduğuna göre, bu davayı kökünden hal ve fasl edici bir misali takdim etmeliyim: Dünya edebiyatında kıskançlığın şaheseri Othello’dur. Shakespeare’in meşhur Othello’su. İmdi; hastalık derecesinde kıskanç bir koca, sırf bu hissi yüzünden karısını öldürse de cebinden Othello çıksa, şu kürsünün üzerine eğilmiş, beni hayretle dinleyen kaytan bıyıklı savcı, Shakespeare’in iskeletine pranga vurulması için Londra Savcılığına müzekkire mi yazacaktır? Daha evvel de söylediğim gibi, her insanda, mücerrede ve umumî telkinlere karşı bir fren ve hareketini sırf nefsine bağlayıcı şahsî bir istiklal ve mesuliyet duygusu olmak lazım gelmez mi?”26 1968 tarihli bir müdâfaasında hakimler heyetinin huzurunda şunları söylemiştir: “Biz sadece, mücerret ve müstakil olarak İslâm’ın savunucularıyız ve devlet nizâmlarını hedef tutmaksızın böyle bir savunucuNecip Fazıl, Müdâfaalarım, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s.186-187. 26 41 Büyük Doğu Çağına Doğru luk hamlesinde hiçbir kanuni suç olmadığını bilenlerdeniz. Eğer mücerret ve müstakil olarak İslâm’ın müdâfaası suçsa, buna ait kanun maddesi getirilsin; biz de gerekirse başlarımızı üç ayaklı sehpanın yağlı ipine teslim edelim...”27 Üstad; Bedii Faik, Ahmed Emin Yalman gibi, Müslümanlar’a ağır tenkitler yönelten -kendi ifadesiyle- müseccel yobazlara karşı olduğu gibi, mahkeme heyetleri huzurunda da Hakk’ı müdâfaa etmekten istinkaf etmemiştir. İslâm Telakkisi Bir göğüste iki kalp olmaz. Her yüreğin yöneldiği tek bir kıblesi vardır. Necip Fazıl da Müslümanları yegâne kıbleleri olan Kabe’ye pazarlıksız olarak yönelmeye çağırmıştır. Ona göre, İslâm şerik kabul etmez. İslâm başlı başına İslâm’dır. Her şey O’nda mevcut olduğuna göre O’nu anlayabilmek için mağrur aklın müessisi felsefeden istimdatta bulunmak doğru değildir. İslâm’ın bünyesinde felsefeye yer olmadığından hikemiyatı “İslâm Felsefesi” terkibiyle ifade etmek de hatadır. Necip Fazıl’a göre felsefe; “doğruyu bulma değil, her defa yanlışı yakalama aletidir ve bütün felsefe mezhepleri birbirinin yanlışını çıkarırken doğrudur. Doğru tek, yanlış ise sayısız olduğuna göre, o mutlak “tek”e malik olanın, sayı saymak ve hakikati böle 27 Necip Fazıl, a.g.e., s.225. 42 Büyük Doğu Çağına Doğru böle bir şeye varılabileceğini sanmakla ne ilgisi olabilir?”28 Üstad, mücadele hayatında, “insan ve cemiyetin iç ve dış hayatını, bütün derinliği, sonsuzluğu, güzelliği ve doğruluğuyla tekeffül eden tek nizâmın İslâm” olduğunu, bu yüzden “yalnız İslâmiyet”e inanılması gerektiğini, “Şeriat’ın,... kendi öz saffet, asliyet ve tamamiyeti içinde hiçbir tecezzî (bölünme) ve muvazaa kabul etmez bir bütün olduğunu”29 yüksek tizden haykırdı. O’nun ifadesiyle söylemek gerekirse, “Küfür yobazı” ve “din tahripçilerinin” egemen olduğu bir devirde her şeyin İslâm’da olduğunu, çözüm ve çareyi farklı nizâmlarda arayanların “ha bulduk, ha buluyoruz!” tesellisiyle hiçbir şey bulamadıklarını, her gün her şeyi biraz daha bulunmaz hâle getirdiklerini anlattı. “Her şey İslâm’dadır: ...İnsanlık kadrosunda ve bilhassa muazzam ve muhteşem garplı insan ve cemiyet tecrübesinde kaç saadet ve kaç felaket şekli, kaç çare ve kaç çaresizlik ifadesi belirmiş bulunuyorsa, bunların topyekün hakikati, müsbet ve menfi haberi; kısaca külli nimet ve dava İslâm’dadır. Sosyalizma ve komünizmanın var etmek isteyip de yok ettiği ictimâî adalet ve tesviye ölçüsünün hakikati İslâm’da... Liberalizma ve kapitalizmanın yedire yedire ferdi çatlatmasına veya mukabil fertten her hakkı 28 29 Necip Fazıl, Çerçeve 4, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s.251. Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü, s.95. 43 Büyük Doğu Çağına Doğru çaldırmasına mâni ölçüler, İslâm’da. Demokrasya ve fikir hürriyetinin en nazik sınırları ve özü İslâm’da. Aynı demokrasya ve fert hürriyetinin başıboşluğa ve kargaşalığa sarkan aşırılığını köstekleyici fikir ve şahsiyet hakkı İslâm’da... Nazizma ve faşizmanın kazip rüyasını gördüğü üstün nizâm ve ruhî müeyyidecilikteki esas İslâm’da... Batının her sahada arayıp bulamadığı cennet İslâm’da; her sahada içine düştüğü cehennemden korunuş yolu da İslâm’da...”30 Üstad, “olunmayacak her şeyle, olunacak her şeyin kefalet ve keyfiyetinin İslâm’da” olduğu hakikatine, Müslümanların ilim, sanat ve fikir zaafiyeti içerisinde olmalarını gerekçe göstererek itiraz edenlere, halin İslâm’ın yaşanmadığından kaynaklandığını nitekim, “Rönesans’tan sonraki dünyanın İslâmî gözle görülemediğini ve güdülemediğini”31 söylemiştir. Problem İslâm’da olmadığına, bilakis İslâm’ın yaşanmamasından kaynaklandığına göre çare de İslâm’ın yenilenmesinde aranmamalıdır. Çünkü, “İslâm bir güneştir. Güneş yenilenmez. Güneşe bakan gözler yenilenir.” Batı ile Doğu arasında medcezir yaşayan, doğudan vazgeçemeyen, batısız da yapamayacağına inanan ve bu yüzden her ikisinin sentezinden yana bir tavır alan Müslüman modernistler Üstad’a göre mevcut halleriyle “fikir ihaneti”32 içerisindedirler. Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü, s.98. Necip Fazıl, a.g.e., s.95. 32 Necip Fazıl, a.g.e., s.159. 30 31 44 Büyük Doğu Çağına Doğru Üstad, Müslümanların “Büyük Doğu” ruhunu kuşanabilmeleri için bir inkılâba muhtaç olduklarını fakat bunun ruhunda derin şüpheler taşıyan modernistlerle olamayacağını, “Allah Rasûlü’nün mu33 kaddes ayak izleriyle açılmış yolu bulmak” anlamına gelen İslâm inkılâbının, ancak ,“Şeriat, tasavvuf ve bunların hikmetlerine nüfûz ehliyetinde şahsi ruh ve akıl”34 cephelerine sahip, “derin ve gerçek Müslümanların” eliyle gerçekleşebileceğini söylemiştir. Bugün gelinen nokta itibariyle 70’li yılların kurtarıcıları olarak gösterilen pek çok hareketin misyonlarını tamamlayamadan silinip gitmeleri, Üstad’ın gerçek İslâm İnkılâbının onlarla olmayacağı yönündeki tespitinin ne kadar yerinde olduğunu göstermektedir. İslâm ne sosyalizmde olduğu gibi malı kutsallaştırır ne de kapitalizma da olduğu gibi servet sahibini yüceltir. Servet sahibi Abdurrahman b. Avf ve zâhid Ebû Zerr’i aynı safta toplar, birine, diğeri için dua ettirir. Milliyetçiliğe Bakışı İslâm’ın ırka dayalı toplum yapılarını reddetmesinin bir gereği olarak Necip Fazıl, “belli oranda İslâm’ın payını muhafaza etmekle beraber ağırlık merkezinin Türklük’te aranması”na karşıdır. Çünkü “İslâm ne pay verir, ne pay alır; topyekün ‘hepi ister ve onu bulama33 34 Necip Fazıl, a.g.e., s.112. Necip Fazıl, a.g.e., s.164. 45 Büyük Doğu Çağına Doğru dığı yerde ‘hiç’e talip olur.”35 İslâm yekpâredir ve hiçbir ideoloji ile sentez kabul etmez. Bu yüzdendir ki Üstad, Türk- İslâm, Arap-İslâm gibi sentezleri reddeder: “Tanrı Dağ’ı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman” gibi muvazaacı bir tekerlemenin belirttiği madde ve posa Türkçülüğüne inananlar iyice bilmelidirler ki Tanrı Dağ’ı bir put ismidir, ‘Hira’ ise Kainatın Efendisi’ne vahyin nâzil olduğu sadece bir mekan adıdır ve zıt manalar asla birleşmez. Müslüman hiçbir dağa ilahî hüviyet biçemez, sadece layık olanını mübarek bilir; Allah’ı tevhidden ve bu tevhid potasında her alakanın eriyip gittiğini takdirden gayri vazife tanımaz.”36 Onda İslâm’ın tel’in ettiği kavmiyetçilikten en küçük bir tesir yoktur. Bu noktada şunları söylemektedir: “Eğer gaye Türklükse, bilmek lazımdır ki, Türk, Müslüman olduktan sonra Türk’tür.”37 Bunun ötesinde bir dava gütmek İslâm’la alakalandırılmaz: “Milliyetçilik... asıl ruhtan gelen kokudur ki, maddeyi kezzapvari eritir; ve ebediyyen birlik olanlarla sonsuz aykırı olanları, istedikleri kadar maddede yakın ve uzak olsunlar, iki safa ayırır. O zaman taraflar, maddede iki kuzu olsa, mümin kuzu öbürü sırtlan görünmeye mahkumdur.”38 Yani aynı ırka mensup iki Türk’ten biri mümin diğeri gayri müslimse milliyetçilik, gayr-i Necip Fazıl, Rapor 4, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s.78. Necip Fazıl, Rapor 4, s.78. 37 Necip Fazıl, Hitabeler, s.257. 38 Necip Fazıl, Çerçeve 3, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s.207. 35 36 46 Büyük Doğu Çağına Doğru müslim Türk’ü sırtlan gibi, başka bir ırka mensup mümini ise hakiki kardeş görmeyi gerektirir. Üstad, Müslüman Türk’ü, Büyük Doğu davasının sadık hizmetkarı görür ve bütün ırkî yaklaşımlardan mücerret bir bakışla dirilişin onunla gerçekleşeceğine inanır: “11. asırdan 16. asra kadar Müslüman Türklerin elinde yüceltilen İslâm, sonunda Türkiye’de bozuldu ve İslâmlık iddiasındaki her yerde aynı hâle geldi. Şimdi ancak Türkiye’de düzeltilmelidir ki, her yerde düzeltilebilsin... Bu, asırlarca İslâm’ın kılıcını elinde tutmuş olan Türk’e, tarihi bir kader olarak Allah’ın verdiği bir imtiyâzdır.”39 Bu imtiyâzı ırkçılık olarak telakki etmek ise ırkçılığın ne demek olduğunu bilmemek ya da Müslüman Türk’e İslâm’a hizmetkârlığı çok görmek anlamına gelmektedir. Üstad’ın, davet noktasında köle Bilal’le, Efendi Ebû Leheb’i aynı derecede öneme sahip gören, iman ettikten sonra ise köle Bilal’i bütün müşrik efendilerin üzerinde kabul eden İslâm’dan başka ölçü tanımadığını, O’na ait beylik bir cümle ile ifade etmek gerekirse şu söylenebilir, “Bütün davamızın hülâsası: ‘Ne mutlu Müslümanım diyene!’dir.”40 Hülâsa Üstad, ideolojilerin İslâm’la münasebetini, İslâm ve diğerleri olarak görür, öz-posa ayrımına tabi tutar Necip Fazıl, Hitabeler, s.257. Necip Fazıl, Sahte Kahramanlar, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s.252. 39 40 47 Büyük Doğu Çağına Doğru ve modern, çağdaş, ılımlı gibi ön ekler kabul etmeyen bir İslâm’a inanır. “İslâm’ın Gelecek Tasavvuru”nun ne olduğu, tekrar nasıl hayata tatbik edileceği, Müslümanların 400 yıldır beklenen hamleyi niçin yapamadığı noktasında yol açıcı, yöntem belirleyici, hedefe taşıyıcı adımlar atar. Büyük Doğu, bütün bunların yanında aynı zamanda bir toplumsal mutabakat metni, bir tarih eleştirisidir. Büyük Doğu’da tatbik edilmek istenen, İslâm’ın kendisidir. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’yu vasıta olmakla sınırlandırması, onun merkeze alınarak maksat olmasına mâni oldu. Büyük Doğu’nun merkez addedilmesi, “usûl” okumak için “usûl” okumaktan farksız olurdu. Hakikatte ise “usûl” nusûsu anlamak için vardır. Necip Fazıl, İslâm’ı indirgeyen, parçalayan yaklaşımlara karşı da tavır aldı. Onların, yayılma alanlarını kapattı. Koruyucu, kurucu bir misyon üstlendi. “Nefsanî tefsîrci” dediği ve “fikir ihaneti” içerisinde olmakla itham ettiği gürûh ancak ondan sonra ortaya çıkabildi. Büyük Doğu, insanı niçin oldu, neden oldu, nasıl oldu sorularını cevaplamaya çağırdı. Her nevi ideolojiyle hesaplaştı, fiilî engellemelere karşı kararlılığını; “Ey düşmanım! sen benim ifadem ve hızımsın. Gündüz geceye muhtaç ,bana da sen lazımsın” diyerek dile getirdi. Aynı zamanda hayat öyküsü olan “Sakarya Türküsü”nde, hayalini kurduğu ve yetişme48 Büyük Doğu Çağına Doğru si için “zindanlarda çürüdüğü” gençliğe görev ve sorumluluklarını hatırlattı. Üstad’a göre Büyük Doğu, Batı ile Doğu’nun kesiştiği noktada İslâm’a yol açmak için kurulan zafer kürsüsüdür. Üstad da o kürsünün iman-fikir-hareket ve şuur başlıklarını bir arada temsil eden hatibidir. Muhataplarına, ülkenin gerçek sahiplerinin kendileri olduklarını ve bunu çekinmeden haykırmaları gerektiğini söyledi. Uyandırdı, ayağa kalkmaya çağırdı. *** 49 Büyük Doğu Çağına Doğru BÜYÜK DOĞU ÇAĞINA DOĞRU K eşf-i kadîm, toplumsal mutabakat esaslarını Peygamberlerin mirasında aramaktır. Keşf-i kadîm, İslâm’ın “Muhîtu’l-Meârîf ’i” olan Kur’an-ı Kerîm ve Hadis-i Şerifler’in müminler için yegâne kaynak olduğunu benimseyip mucebince amel etmektir. İslâmî tefekkür ve onun üzerine ibtina eden İslâmî hayat, keşf-i kadîmle başlar. Mütefekkirle filozof tam da bu noktada, yani yolun başında birbirinden ayrılır. Mütefekkir keşf-i kadîm yapar. Çünkü özneler, olaylar değişir; fakat tefekkür tarlası mesabesinde olan Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye hep aynı kalır. Her müsbet fikir o tarlada neş-u nema bulur. Mütefekkir, keşf-i kadîmle İslâm’a nasıl bakılacağını ve İslâm’ın hayata nasıl tat50 Büyük Doğu Çağına Doğru bik edileceğini gösterir. Filozof ise, “vaz-ı cedîd” yapar. Selef-i Salihîn’in mirasını, “modası geçmiş” bir dünya değeri olarak görür, onu münkir nazarla eleştirip tarihsel okumaya tabi tutar. İslâm’ın sabitelerini tartışmaya açar. Vaz-ı cedîd’e göre akıl, buyurgan ve yönlendiricidir; ya vahyin üzerinde ya da yanında bir yere sahiptir veya öyle olduğunu düşünür. Keşf-i kadîm sahîh silsileyi, vaz-ı cedîd ise atalar dinini temsil eder. Vaz-ı cedîd, hevayı ilahlaştırır, yalan üzerine saraylar kurar. Vaz-ı cedîdin savrulmada sınırı yoktur. En yalanı en doğru, en doğruyu da en yalan gibi gösterebilir. Hakikatin yolunun açılması, İslâm Çağı’nın yeniden başlaması için bir keşf-i kadîm olan Büyük Doğu’nun bu iki zıt ameliye bağlamında anlaşıması zaruret ifade etmektedir. “Büyük Doğu Çağına Doğru” başlıklı bu bölüm, bu bâbdan mütevazi bir tahlilden ibarettir. Tahlil, büyük bir külliyât içerisinde birkaç mevzuyu kapsadığından ya da bir büyük denizden sadece birkaç damla sunduğundan “büyük tahlil/büyük terkib” gibi iddialardan da uzaktır. Doğuşu Büyük Doğu, Cumhuriyet sonrası yaşanan siyasî, ictimâî ve ahlakî farklılık ve reddediş içerisinde bir hesaplaşma, bir İslâmî şuur inşası ve medeniyet projesi olarak doğdu. “Zıp zıp kadar beyinlere” karşı iman, fikir ve hareketin müdâfaasını yaptı. Münkir kadro51 Büyük Doğu Çağına Doğru larla hesaplaştı. Seçkinlere karşı ezilenlerin, toplum mühendislerine karşı da İslâm’ın yanında yer aldı. Büyük Doğu, Anadolu insanına küfür karşısında nasıl bir duruş alması gerektiğini, değerler sistemini tekrar ne şekilde etkin hâle getireceğini anlattı. İslâm’ın kâmil bir medeniyet olduğunu ve bu yüzden hiçbir düşünce sistemiyle sentez kabul etmeyeceğini, nereden ve kimden gelirse gelsin İslâm dışı her düşüncenin de merdud olduğunu ilan etti: Ey genç adam, bu düstur sana emanet olsun: Ötelerden habersiz nizâma lanet olsun!41 İslâm’ın Gelecek Tasavvuru Büyük Doğu, İslâm’ı anlama, yaşama ve cemiyete hakim kılma idealidir. O, mağlup doğudan muzaffer doğuya gidişin yol haritasıdır. Büyük Doğu en kapsayıcı ve en arınmış haliyle, Üstad Necip Fazıl’ın İslâm üst başlığı altında örgüleştirdiği siyaset, cemiyet, ahlak, devlet ve gelecek tasavvuru, İdeolocya Örgüsü de onun vahiy merkezli ortak mutabakat metni/millet sözleşmesidir. Üstad, temel devlet kurumlarının nasıl ve neye göre işleyeceğini, milletin hak ve ödevlerinin neler olduğunu ise, Büyük Doğu’nun başyapıtı olan İdeolocya Örgüsü’nde ifade etti. Büyük Doğu, Tanzimat’tan itibaren aranan ve bulunduğu zannedilen çarelerin gerçekte Batı’nın akıl 41 Necip Fazıl, Çile, Büyük Doğu Yayınları, Istanbul, s.466. 52 Büyük Doğu Çağına Doğru ocağında imal edildiğini, bu yüzden çözüm yerine sorun ürettiğini, çarenin ise içerde milletin ruh köklerinde olduğunu söyledi. Büyük Doğu, münkirlerin iddia ettiği gibi Üstad’ın itibar arama vasıtası değil, bilakis Tanzimat sonrası yaşanan süreçte itibarsızlaştırılan millete İslâm’la iade-i itibarda bulunma yoludur. Erken yaşta kaleme aldığı “Ben ve Ötesi”, Ziya Osman tarafından “Türk Edebiyatı’nın en büyük şiir kitabı” övgüsüne muhatap olan Üstad için çıkıp da, “Büyük Doğu itibar peşinde koşan bir hayalperestin ütopyasıdır” demek, bedahat derecesinde bir iftira olmaktan öte bir anlam taşımaz. Müceddidiyye’nin Fikir ve Hareket Şubesi Büyük Doğu, İ’lâ-i kelimetullah davasına daha çok aksiyon noktasında katkıda bulunan bir milletin tefekkür sınırlarını aşan, İslâm’ı eşyaya ve hâdiseye hakim kılma cehdidir. Bu yönüyle Büyük Doğu, İmam Rabbânî ile başlayan Müceddidiyye koluna bağlı bir fikir ve hareket hamlesidir. Biri diğerinden doğan iki esas üzerine ibtina eder: Şeriat ve tasavvuf... Üstad, tasavvuf vurgusuyla Büyük Doğu’yu, İmam-ı Rabbânî üzerinden vahyin kaynağına götürür. Büyük Doğu ve İslâmî Hareketler Büyük Doğu, Şeriat-tasavvuf birlikteliğiyle, muasır bütün İslâmî hareketlerden farklıdır. Şeriat merkezli İhvân Hareketi ile Cemaat-i İslâmî arasında yakın bir 53 Büyük Doğu Çağına Doğru ilişki vardır. Bir anlamda İhvân, Cemaat-i İslâmî’nin varoluş sebebidir. Tasavvuf, İhvân’da, kurucusu Hasan el-Bennâ’nın bir sufî olması hasebiyle gözükür fakat hareket çapında bir yoğunluktan mahrumdur. Cemaat-i İslâmî ise mahza Şeriât merkezlidir. Nedvetu’l-Ulemâ, İhvân hareketinin daha bilge, daha alim şeklidir. Büyük Doğu ise bunlardan tamamen bağımsız Şeriat’ı da tasavvufu da içine alan bir anlama ve yaşama biçimidir. Büyük Doğu, Anadolu merkezlidir. Fakat İhvân gibi pergelin diğer ucuyla bütün Âlem-i İslâm’ı ihata eder. Üstad’ın ifadesiyle Büyük Doğu: “Vatanın bugünkü ve yarınki sınırlarıyla çevrili bir ruh ve keyfiyet planına sahiptir. O kendini mekan çerçevesinde değil, zaman çerçevesinde gerçekleştirmeye taliptir.”42 Beklenen inkılâbın aleti söz ve kalem, alanı öncelikle Anadolu ,sonrasında Âlem-i İslâm ve nihayet bütün bir yeryüzü, kadrosu ise Müslüman gençliktir. İslâm Asıl, İdeolojiler İzafî Büyük Doğu, aynı zamanda bir tarih eleştirisi ve durum tespitidir. Yaşanan zamana konuşur ve çözüm önerilerini tedrici bir sistemde tatbik etmeyi hedefler. İnsana kim olduğunu, nereden, neden geldiğini ve nereye döneceğini sorar: “Niçin oldun, nasıl oldun, ne oldun, ne olmak için oldun, ne olmalısın, ne olacakNecip Fazıl, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s.8. 42 54 Büyük Doğu Çağına Doğru sın?”43 Sonra da içerden bir dille “inanan insana” bu soruların cevabını verir. Büyük Doğu, İbnu’n-Nedîm’in “Fihristü’l-Kütub”ü gibi kaybolan “mearifi” sonraki kuşaklara taşıyan bir köprüdür. Bir farkla ki “Fihrist”, mearifin mevcud ya da zamanla kaybolan eserlerini; Büyük Doğu ise iman, fikir ve aksiyonun yekûnunu havidir. Anadolu’nun fikir ve hareket damarlarına diriliş aşısı yapar. Büyük Doğu’da İslâm asıl, ideolojiler ise İslâm doğrusuna bakılarak oluşturulan yanlışlardır. Çünkü İslâm’ın “Yekpâre bir inanış, görüş ve ölçülendiriş manzumesi...”44 olması, yegâne aslın o olmasını gerekli kılar. Dolayısıyla Büyük Doğu her ne kadar ictimâî hayatta tek muhalif ses gibi görünse de gerçekte bütün ideolojiler onun muhalifidir. Başyücelik Devlet Tasavvuru II. Selim’in idareyi devraldığı 1566’dan itibaren millette bir inkılâb beklentisi var. Bu bağlamda kaleme alınan Koçi Bey’in “Islahat Risâlesi” hem bu beklentinin hem de devlette muvazeneyi kaybettiğimizin itirafıdır. Tanzimat, Meşruiyet ve Cumhuriyet ise beklenen inkılâbın Batı’nın akıl, hukuk ve ahlak teknesinde yoğrulmuş halidir. Bu yüzden sadece İslâm’dan neşet edecek devlet tasavvuru beklentisi hala güncel değerini korumaktadır. 43 44 Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü, s.99. Necip Fazıl, a.g.e., s.7. 55 Büyük Doğu Çağına Doğru Başyücelik, Kur’an-ı Kerîm, Sünnet-i Seniyye ve müctehid imamların mirasından hareketle inşa edilen bir devlet ve cemiyet tasavvurudur. Başyücelik’te cemiyet iradesini temsil adına, dünyanın her yerinde örnekleri bilinen millet meclislerinin yerinde Yüceler Kurultayı vardır.45 Yüceler Kurultayı, milletin; dinde, fikirde, sanatta, ilimde, siyasette, müsbet bilgilerde, ticarette, askerlikte, eser, keşif, görüş, terkib ve dava sahibi güzidelerinden oluşur.46 Üstad’a göre Yüceler Kurultayı, Hakk’ın iradesinin tecelligâhıdır. Buna remiz olarak da cephe duvarında şu levha asılıdır: “Hakimiyet Hakk’ındır”. Yüceler Kurultayı’nın her ölçüsü kanundur ve her kanun, tezatsız bir ideolocya bütününün tatbikî hükümleri halinde bir ana manzumeye ve onun da perçinli olduğu aslî mihraka bağlıdır.47 Buna göre Üstad, tatbiki hükümlerle fıkhî hükümleri, ana manzume ile “kavâid-i külliyeyi”, aslî mihrakla da ayet ve hadisleri kasdetmektedir. Başyücelik’in en tepe noktasında, Yüceler Kurultayı/Ehlu’l-Hall ve’l-Akd’in seçtiği Baş Yüce/Ulu’l-Emr bulunur. Başyüce, devlet reisidir. Yüceler Kurultayı, Başyüce’yi İslâm’a muhalif şartlar içinde gördüğünde görevden alır. Başyüce ise Yüceler Kurultayı’nı doğrudan doğruya feshetme hakkıNecip Fazıl, a.g.e., s.257. Necip Fazıl, a.g.e., s.257. 47 Necip Fazıl, a.g.e., s.257. 45 46 56 Büyük Doğu Çağına Doğru na malik değildir.48 Başyücelik Hükümeti, bir Başvekil/başbakan ve Maarif, Savaş, İktisat, Maliye, Sağlık ilâ ahir gibi on bir vekilden/bakandan oluşur. “Vekil” tabiri, doğrudan doğruya “Başyüce”ye izafetle bu adı alır. Her vekaletin altında üçer müsteşarlık bulunur.49 Yüce Din Dairesi/Meşihat Makamı reisi, Baş Yüce tarafından seçilir. Hükümet reisiyle bir hizada durur fakat hükümet üstü bir seviyeye maliktir. Ulviyet ve hususiyeti bakımından hükümet içerisinde yer alamaz. Devletin başlıca istişare organıdır. Yüce Din Dairesi, Başyüce nezdinde ana kaynağın ilim ve vicdan sesini belirtir ve çatışma olması halinde Başyüce’ye karşı Yüceler Kurultayı’nı hakem tutar ve hiçbir tesir kabul etmez.50 Yüce Din Dairesi, Yüceler Kurultayı gibi Başyüce’ye bağlıdır. Fakat emir ve talimatları Kitap ve Sünnet’ten alır. Bu yönüyle tam bir özerkliğe sahiptir. Hz. Ömer’in Müctehid sahabilerle tesis ettiği ictihad şurası konumundadır. Yüce Din Dairesi, aldığı kararları uygulamak için Başyüce’ye takdim eder. Başyücelik’te her dava sahibi, edep sınırları içerisinde her türlü hesap sorma yetkisine maliktir. İşsiz, aç, bakımsız, mazlum,... herkes Başyüce’nin kulak zarlarını patlatacak kadar mükemmel bir uyandırma Necip Fazıl, a.g.e., s.261. Necip Fazıl, a.g.e., s.264-5. 50 Necip Fazıl, a.g.e., s.269. 48 49 57 Büyük Doğu Çağına Doğru ve hesap sorma yetkisine sahiptir.51 Hak arama müessesesi ise Halk Divanı’dır. Halk Divanı, Başyücelik sarayında bu ismi taşıyan büyük bir salondadır ve herkes dinleyici ve seyirci sıfatıyla bu salona girebilir.52 Halk Divanı’nda hiçbir demokrasi idaresinin varamayacağı fert hakkıyla, hiçbir totaliter rejimin ulaşamayacağı hükümet hakkı bir aradadır. En büyükle en küçük aynı mecliste oturur. Devlete hakim olan zat, hakkında hüküm verilen teb’a karşısında mahkum; mahkum olan teb’a ise hesap sorması cihetiyle hakim konumundadır. Hakkını alana kadar en zayıflar, Halk Divanı’nda en güçlü olanlardır. Millet, Halk Divanı’yla devleti denetler. Hak ve hesap sorar. Bu, demokrasideki halkın protesto ve gösteri hakkından daha ileri bir seviyedir. Çünkü demokratik toplumlarda ezilenler, protesto yapanlar değil, yapamayanlardır. Başyücelik tasavvurunda herkes hakkını Halk Divanı’nda talep eder. Halk Divanı’nın en mümtaz örneği Allah Rasûlü’nün yaşadığı saadet asrına aittir. Divan, Hz. Ömer zamanında ise müşahhas bir çerçeve kazanmıştır. Sahâbe, Halk Divanı’nda Hz. Ömer’e üzerindeki elbiseden, ne kadar maaş aldığına kadar her nevi soruyu sormuştur. En yeni ve en ileri görüş ve buluş hamlelerini muhitleştirecek olan ilim, fen ve sanat adamları 51 52 Necip Fazıl, a.g.e., s.271. Necip Fazıl, a.g.e., s.271. 58 Büyük Doğu Çağına Doğru kadrosu Başyücelik Akademyası’nı çerçevelendirir.53 Münevverler sınıfının temel direği olan “Başyücelik Akademyası” bir anlamda “kültür genelkurmaylığı” gibidir. Başyücelik Akademyası, fikir îmal eder. Maarif vekaletiyle yakın ilişki içerisindedir. Fakat Başyüce’ye bağlı olması hasebiyle Yüceler Kurultayına karşı da mesuldür. Akademya üyesinin tek borcu vardır. O da bir mısra ya da bir fikir cümlesi îmal etmek yahud da laboratuvar ortamında çalışıyorsa bir keşifte bulunmaktır. Başyücelik Akademyası silsile olarak Hz. Ömer zamanındaki ictihad meclisine dayanır. Ebû Hanife’nin Fıkıh, Hadis, Kur’an ilimleri ve Arap dilinde derin ilme sahip 40 öğrenci ile kurduğu Fıkıh Akademisi de aynı çizgide hizmet etmiştir.54 Fransız İlimler Akademisi esas alınarak kurulan ve ekalliyet paşalarına yer veren Encümen-i Daniş tecrübesi ile Başyücelik Akademyası arasındaki fark, aynen maymunla insan farkına denktir.55 Başyücelik İş Ölçüsünde, millet menfaatine olmayan faaliyetler, iş ve meslek kabul edilmez. Belli yaş hadleri ve sağlık şartları istisna, her ferd mutlaka bir işle mükelleftir. İş dağıtımına memur olan Hükümet Organizması halkı rençberlikten ameleliğe veya talebelikten herhangi bir memurluğa kadar layık olduğu Necip Fazıl, a.g.e., s.271. Kevserî, Makalât, s.132. 55 Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü, s.275. 53 54 59 Büyük Doğu Çağına Doğru verim toprağına dikmek, orada tutturmak ve geliştirmekle sorumludur. Böylece bir iş kaçağından bir gün, bir “Başyüce” çıkabilir.56 Başyücelik Ceza Ölçüsü; hadler, kısas ve ta’zîr olmak üzere üç başlık altında değerlendirilir. Hadler, miktarı belli cezalardır. Suçlu için ceza, diğer insanlar için ise caydırıcı özelliğe sahiptir. Kısasta suçluya imkan nisbetinde işlediği cürme muvafık ceza tatbik edilir. Tazîr ise hakkında muayyen bir ceza bulunmayan suçlardan dolayı tertib edilen cezadır. Başyücelik Ceza Ölçüsünde ana omurga hadlerden oluşur. “Had” kelime anlamı itibariyle “men etmek” demektir. Bunun için sultanların kapılarında bekleyen görevliye, gelenlerin içeriye girmesine mâni olduğundan dolayı “haddâd” denir. Buna göre İslâm’da ceza, diğer bütün hukuk sistemlerinden farklı olarak insanların suçtan uzak durmasını amaçlar. Bunun için Şâri’ önce zinaya giden yolları kapatır, onun çirkinliğini anlatır sonra da cezayı tayin eder. Mesela, şartları haiz olması durumunda hırsızlığın cezası el kesmektir. Bundan şikayetçi olmak, “Niçin ateş beni bu kadar merhametsizce yakıyor?” demek gibidir. Mücrim nazarında kahhar görünen “ceza ateşi” mümin nazarında, “asla sürünmeyeceğim için beni hiç yakmaz” hafifliğine maliktir. Üstad, İdeolocya Örgüsünde “Devlet ve İdare Mefkuremiz” başlığı altında, Başyücelik emirlerini de izah 56 Necip Fazıl, a.g.e., s.276-7. 60 Büyük Doğu Çağına Doğru ederek devlet tasavvurunu ana hatlarıyla belirtir. İslâm Devlet tasavvurunun ne olduğu, ne olması gerektiği ve nasıl işleyeceği ile alakalı esasları tayin eden “Başyücelik”, bir fakih nazarıyla şerhe muhtaçtır. Maalesef ki bizde bu çapta bir adam çıkmadı. Eser, Arapça’ya tercüme edilmediğinden İslâm alemindeki ulemâ tarafından da fark edilemedi. Gazeteci, edebiyatçı ya da akademisyen elinde itibarsızlaştırıldı. İsnadı tamamen İslâmî esaslara ait olan Başyücelik Tasavvuru, cuhela nazarında “Eflatun Cumhuriyet Modeli” ya da Eflatun’un “Devlet”inden esinlenerek yazılan ütopya olarak değerlendirildi. Edebiyat ve sanat çevrelerinde büyük bir mahrumiyet yaşayan, anlaşılamadığından dolayı sığ yorumlara mahkum edilen “Devlet ve İdare Mefküremiz” dahil olmak üzere İdeolocya Örgüsü’nün tamamını şerh etmek, İFAM’ın (İlmî ve Fikrî Araştırmalar Merkezi) edası zorunluluk arz eden borçları arasındadır. İslâm ve Batı Tefekkürü Batı ve İslâm iki farklı dünyadır. İslâm vahye, Batı ise Yunan aklı, Roma Hukuku ve Hristiyan ahlakından müteşekkil bir terkibe dayanır. Batı, bir kuru akıldır ve Allah Azze ve Celle kuru akla ne kadar hak ve imtiyâz vermişse Batı bunların hepsine mâliktir ve kuru aklı nelerden mahrûm etmişse onların hepsinden de yoksundur. Tabii olarak her iki medeniyet, dil, içerik ve gaye 61 Büyük Doğu Çağına Doğru açısından da birbirinden farklıdır. Ne var ki Tanzimat’la birlikte mustağribler, Batı Medeniyeti’nin safında yer alıp İslâm’ın dil, içerik ve gayesini Batı’yı esas alarak değiştirme gayreti içerisinde oldu. Milletin sükutla tepki gösterdiği batılılaşma hareketi ilk ve en esaslı darbeyi Büyük Doğu’dan yedi. Büyük Doğu, “Galip gelmek için binbir cephede savaş vermeye memur ezeli ve ebedi hakikat davasıydı.” Üstad da o davanın hamalı olarak Batılılaşmanın karşısında durup, millet evlatlarına Allah Rasûlü’nün , izlerini gösterdi. Hesaplaşma Büyük Doğu aynı zamanda bir adayıştır. Millet-i İslâm için yaşamaktır. Onun selameti uğruna her nev’i tehlikeyi göze almaktır. Üstad, hayatın her cephesinde Allah ve Rasûl davasına adanmışlığın mucibince yazıp, konuşmanın gayreti içerisinde oldu. Büyük Doğu, ideolojilere karşı olduğu gibi İslâm’ın ideolojik formlarda dünyevî ya da beşerî bir olgu olarak sunulmasıyla da mücadele etti. İslâm adına konuşan herkesi zihinsel arınmaya çağırdı, hariçte kalanlarla da hesaplaştı. Üstad, 1943 yılında Diyanet İşleri Başkanı’nın, Kur’an-ı Kerîm’i Türkçe’ye çevirip sonra da ibadet dili haline getirmek için bir kanun çıkartma teşebbüsü içinde olduğunu basından öğrenince haberden birkaç gün sonra bir toplantıda, Diyanet Reisi’yle 62 Büyük Doğu Çağına Doğru karşılaşır ve ona: Duyduğuma göre, Kur’an’ı, Türkçe’ye çevirmek ve bunu resmen ibadet dili haline getirmek şeklinde bir düşünceniz varmış... Sapıklık ve hüsranların en büyüğü olan böyle bir hâdiseyi, bizzat sizin ağzınızdan duymadan inanılır şey telakki edemiyorum. Lütfen hakikati bildirir misiniz? Reis, hâdisenin doğru ve gerçeğe uygun olduğunu söyleyince Üstad’dan şu cevabı alır: Kur’an-ı Kerîm’in Allah kelamı olduğuna inanan her fert, Allah kelamının nâzil olduğu lisan kalıbından ayrılmayacağını, ayrılacak olursa, artık onun Allah kelamı olmayacağını bir hamlede kavrayacak bir anlayışa sahiptir. “Bakın, Diyanet İşleri Reisi! Ben, Necip Fazıl, sizin elinizdeki icra vasıtalarına karşı, bir kamyonu durdurmak isteyen bir piliç kadar zayıf bir ferdim, fakat size açıkça haber veriyorum, eğer sapıklığınızın büyüsü altında şuurunu köreltip sizi destekleyecek bazı fertler bulacak ve bu niyetinizi tatbik mevkiine çıkaracak olursanız, bir piliçten hiç farkı olmayan bu zayıf cüssemi, kamyonun tekerlekleri altına atmakta tereddüt göstermeyeceğim!.”57 İşte İz, Geliniz! Üstad, İstiklal Mahkemeleri zulmünün hafızalarda çok canlı olduğu, ‘Allah” demenin yasaklandığı, minarelerde “Tanrı Uludur” diye muhdes ezanlar okunduğu 57 Necip Fazıl, Hücum ve Polemik, s.96-100. 63 Büyük Doğu Çağına Doğru bir zamanda meydan yerinde durdu: “İşte iz geliniz!” dedi. Yüreklere cesaret aşıladı. İslâm’ın ne olduğunu kavrayan derin müminleri “büyük fetih yürüyüşüne” davet etti. Köye, mezraya hapsedilen İslâm’ı yeniden izzet kürsülerine taşıdı. Doğu-Batı muhasebesi yaptı. Camî deyince aklına çorap kokusu gelen ve bütün ameliyeleri, “Bir saman kağıdından kopya almak” olan mustağribleri fikren mağlub edip, Allah Rasûlü’ne aidiyetin fikri nasıl besleyebileceğini gösterdi. Her nevi propaganda malzemesi kullanılarak halka dikte edilen yeniliklerin, esasında Batı’nın çöplüğüne ait “eskiler” olduğunu söyledi. İslâm’a gerici diyenlerin hakikatte yüzbin devir geride olduğunu, zahirde geri gibi görünen Müslümanların halinin de onlara “deh” demeye matuf olduğunu ifade etti. Dinsiz kuşatmayı yardı, İslâm’a söven taifeyi tek başına gölgede bıraktı. Modernitenin yalanlar masalı olduğunu gösterdi. Büyüdü, devleşti, tek başına Hakkarî’den Edirne’ye kadar bir nesli İslâm dairesinde muhafaza etti. Büyük Doğu fikir, sanat ve hareket fakültelerine malik bir üniversite gibiydi. Üstad, içinden geldiği öteki dünyayı en mahrem noktalarına varıncaya kadar deşifre ve cerh etti. İslâmcıların yekûnundan daha müessir bir eleştiri dili geliştirdi. Tefekkürü sanat diliyle arz etti. Bu cihetle muhaliflerini dahi büyüledi. Selefî, sufî, liberal ve radikal İslâmcı dahil hemen herkes Onun ya lisanını kullandı ya da pek çok ifadeyi Ondan aldı. Cumhuriyet elitlerinin karşısında ürkek ve mahcup bir halde 64 Büyük Doğu Çağına Doğru duran Anadolu evlatlarına, aslında ürktükleri çağdaş varlıkların fikir-sanat ürünlerinin korsan, dev cüsselerinin de mukavvadan olduğunu, yani onlara yanlış bir tesirle kediyi aslan sûretinde gördüklerini anlattı: Ey tepetaklak ehram, başı üstünde bina; Evde cinayet, tramvay arabasında zina! Bir kitap sarayının bin dolusu iskambil; Barajlar yıkan şarap, sebil üstüne sebil! Ve ferman, kumardaki dört kralın buyruğu; Başkentler haritası, yerde sarhoş kusmuğu! Geçenler geçti seni uçtu pabucun dama, Çatla Sodom-Gomore, patla Bizans ve Roma! Büyük Doğu damar damar bütün Anadolu’yu sardı. Diriliş ve Mavera ondan doğdu. Ne var ki Büyük Doğu asıl varlık alanı olan medresede makes bulamadı. Medrese hayattan koptu, içe kapandı. Bu yüzden ilmiye, Büyük Doğu’yu keşfedemedi. İlahiyat da Üstad’ın fikir cephesinde hüsrana mahkum ettiği Batı aklına büyük bir hayranlık duygusu içerisinde sentez teklif etti. Yüksek Lisans ve Doktora için Harvard’a, Oxford’a gitti. Hülâsa Büyük Doğu, hayatın her alanında olmasına rağmen, “400 yıldır, anlayamadığımız, bilemediğimiz, göremediğimiz, örgüleştiremediğimiz, seçemediğimiz, yapamadığımız, duyamadığımız, sezemediği65 Büyük Doğu Çağına Doğru miz, bulamadığımız, eremediğimiz İslâm’a nüfûz etme”58 davasıdır. Büyük Doğu Müslüman gençlere, İslâm coğrafyasının varlığına, içinde bulunduğu şartlara ve bütün Müslümanlara yönelttiği soru ve onlara verdiği cevaplarla yeniden arınıp İslâmlaşmanın yolunu gösterdi. Büyük Doğu, müstemleke kafalara, eşya ve hâdiselere hükmetmeye memur olduklarını hatırlattı. Maddeci batıya yoksun olduğu ruhu, ruhçu doğuya da madde üzerinde egemenlik kurma yolunu gösterdi. Müslümanı derin bir kavrayışla kuşattı ve onu mazideki izlere sadık kalarak tufanın içerisinden selamet denizine doğru yürümeye çağırdı. *** 58 Necip Fazıl, a.g.e., s.91. 66 Büyük Doğu Çağına Doğru HERŞEY SADECE İSLâM’DA G eçmiş ve gelecek zamanın ictimâî ve siyasî düğümlerini Peygamberler çözdü. Hürriyete vurulan prangayı onlar kırdı. Akıl anarşisine tutulanlar ise, “çözdük” vehmiyle gerçeğe her gün yeni düğümler attı. İdeologlara ittiba edenler sonunda gerçek diye kaosun kucağına düştü. Üstad, düğüm çözenlerin yani Peygamberlerin arka safında durdu, o saftan Peygamber’i Ekber’e iktida etti: “Sende insan ve toplum, sende temel ve bina; Ne getirdin, götürdün, bildirdinse âmenna” dedi. Silsileye dahil olmak için Büyük Veli Abdulhakîm Arvasî’ye talebe oldu. Onunla tanışınca “modern cahiliyye”ye ait herşeyi çöpe attı. Hakikatle yüzleşme67 Büyük Doğu Çağına Doğru sinin bir ittifak değil iltihak olduğunu ifade etti: “Bir hendeğe düşercesine kucağına düştüm gerçeğin”. Üstad en zor bilmeceyi o gerçeğin kucağında çözdü. Gerçek mürşidi, sırtında dilediği yolu aşmaya yardımcı olan bir merkep değil, bir rehber olarak gördü.59 Üstad, Abdulhakîm Arvasî’ye intisabından sonra, “Ya hep İslâm ya hiç İslâm” dedi. Muhataplarını, “Yeryüzünü kamil manada şifaya ulaştırıcı gerçek medeniyet olan İslâm’a60 kayıtsız şartsız teslim olmaya” çağırdı. İslâm’ı İslâm’la Anlamak Büyük Doğu, İslâm’ı İslâm’la anlayıp hayata tatbik etme projesidir. Her şey İslâm’da mevcut olduğuna göre Onu yine Onun usûlleriyle anlamak mecburiyeti var. Mağrur aklın müessisi felsefeden istimdatta bulunmak, hem İslâm’ı tahrif kapısını aralar hem de anlaşılmaz hâle getirir. İslâm’ın bünyesinde felsefeye yer olmadığından hikemiyâtı, “İslâm Felsefesi” terkibiyle ifade etmek de hatadır. Üstad’a göre felsefe; “Doğruyu bulma değil, her defa yanlışı yakalama aletidir”. “Her şey İslâm’dadır... İnsanlık kadrosunda ve bilhassa muazzam ve muhteşem garplı insan ve cemiyet tecrübesinde kaç saadet ve kaç felaket şekli, kaç çare ve kaç çaresizlik ifadesi belirmiş bulunuyorsa, bunların topyekûn hakikati, müsbet ve menfi haberi kısaca Necip Fazıl, Tanrı Kulundan Dinlediklerim, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s.15. 60 Necip Fazıl, Çerçeve, s.182-3. 59 68 Büyük Doğu Çağına Doğru külli nimet ve dava İslâm’dadır. Sosyalizma ve Komünizma’nın var etmek isteyip de yok ettiği ictimâî adalet ve tesviye ölçüsünün hakikati İslâm’da. Liberalizma ve Kapitalizma’nın yedire yedire ferdi çatlatmasına veya mukabil fertten her hakkı çaldırmasına mâni ölçüler İslâm’da. Demokrasya ve fikir hürriyetinin en nazik sınırları ve özü İslâm’da. Aynı demokrasya ve fert hürriyetinin başıboşluğa ve kargaşalığa sarkan aşırılığını köstekleyici fikir ve şahsiyet hakkı İslâm’da... Nazizma ve Faşizma’nın kazip rüyasını gördüğü üstün nizâm ve ruhî müeyyidecilikteki esas İslâm’da. Batının her sahada arayıp bulamadığı cennet İslâm’da; her sahada içine düştüğü cehennemden korunuş yolu İslâm’da.”61 Üstad, “Olunmayacak her şeyle, olunacak her şeyin kefalet ve keyfiyetinin İslâm’da” olduğu hakikatine Müslümanların ilim, sanat ve fikir zafiyeti içerisinde olmalarını gerekçe göstererek itiraz edenlere, halin İslâm’ın yaşanmadığından kaynaklandığını nitekim “Rönesans’tan sonraki dünyanın İslâmî gözle görülemediğini ve güdülemediğini”62 söyleyerek cevap verir. Güneş Yenilenmez Problem İslâm’da olmadığından, bilakis İslâm’ın yaşanmamasından kaynaklandığına göre çare de İslâm’ın yenilenmesinde aranmamalıdır. Çünkü, “İslâm 61 62 Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü, s.98. Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü, s.95. 69 Büyük Doğu Çağına Doğru bir güneştir. Güneş yenilenmez. Güneşe bakan gözler yenilenir.” Batı ile Doğu arasında medcezir yaşayan Doğu’dan vazgeçemeyen Batısız da yapamayacağına inanan ve bu yüzden her ikisinin sentezinden yana bir tavır alan Müslüman modernistler de Üstad’a göre mevcut halleriyle “fikir ihaneti”63 içerisindedirler. Müslümanların muhtaç oldukları inkılâbın ruhunda derin şüpheler taşıyan modernistlerle olmayacağı, “Allah Rasûlü’nün mukaddes ayak izleriyle açılmış yolu bulmak”64 anlamına gelen İslâm inkılâbının ancak, “Şeriat, tasavvuf ve bunların hikmetlerine nüfûz ehliyetinde şahsi ruh ve akıl”65 cephelerine sahip “derin ve gerçek Müslümanların” eliyle gerçekleşebileceği açıktır. Üstad, inkılâbı doğru tanımlayamayan ve bu yüzden liyakatsiz ellerden onun zuhûrunu bekleyen yığınları irşad edebilmek ve onları gerçek inkılâbın bağlıları arasına katabilmek için, “Doğru Yolun Sapık Kolları”nı telif etti. Kur’an-ı Kerîm’in ondört asırdır doğru anlaşılamadığını iddia eden ve bu iddiayla Peygamber’in de Kur’an’ı anlayamadığı hezeyanında bulunan sözde tefsîrcilerin denize düşenlerin kurtulmak için kendilerine sarıldıkları “yılanlar” olduklarını, boğulmaktan kurtulmayı bekleyen insanları, denizden evvel zehirleriyle onların öldürdüğünü anlattı. Agâh Necip Fazıl, a.g.e., s.159. Necip Fazıl, a.g.e., s.112. 65 Necip Fazıl, a.g.e., s.164. 63 64 70 Büyük Doğu Çağına Doğru olmaya davet etti. Üstad, gerçek İslâm inkılâbını temsil etme liyakatini göremediği hareketleri, müşahhas bir şekilde teşhir etmekten de geri durmadı. Aklı ön plana çıkaran Afgânî, Abduh, Reşîd Rıza, Muhammed Şeltût, Merağî, Ferîd Vecdî gibi isimlerle bilinen Mısır Mektebinin yanısıra, gelenekçi olmakla birlikte modern çizgilerin baskın olarak görüldüğü Hind Mektebini de tahlil ve tenkit etti. Üstad’a göre bütün bu, “Başıboş ictihad davranışlarının, her türlü reformcuların, her nevi ruh ve mana zedeleyicilerinin doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak ilk muharriki İbn Teymiyye’dir”.66 Bugün gelinen nokta itibariyle 70’li yılların kurtarıcıları olarak gösterilen hareketlerin misyonlarını tamamlayamadan silinip gittikleri görülmektedir. Bu durumda, Üstad’ın gerçek İslâm İnkılâbının onlarla olmayacağını söylemesinin ne kadar isabetli bir tesbit olduğu ortadadır. Üstad’ın, İbn Teymiyye yorumunun ilmî arka plan ve fikrî derinlikten yoksun olduğunu iddia edenler şunu bilmeli ki, bu hüküm her şeyden önce bir terkiptir. İlmî arka planı Ehl-i Sünnet ulemâsına, fikrî tahlili ise Üstad’a aittir.67 İbn Teymiyye, müstakil bir şahsiyet olarak ele alındığında Üstad’a ait hüküm ifrad sayılabilir. Ondan müstakil bir şahsiyet olarak istifade edilebilir. ‘ُخ ْذ َما َصفَي 66 67 Necip Fazıl, Doğru Yolun Sapık Kolları, s.108. İbn Teymiyye tahlilleri için bk. www.ihsansenocak.com. 71 Büyük Doğu Çağına Doğru َد ْع َما كَ ُد َر٫/Sahîh olanı al problemli olanı bırak’” denilebilir. Fakat günümüzdeki her nevi kayıtsız/selefî hareketin doğrudan ya da dolaylı olarak İbn Teymiyye’ye aidiyeti düşünüldüğünde hükmün makûliyeti anlaşılacaktır. Hâdisenin ideolojik yansımalarını tahlilden mahrum olanlar ne Ona Harranlı diyen Muhammed Zâhid Kevserî’yi anlayabilecek ne de Ona “Şeyhü’l-İslâm” diyerek kendilerini kör taklitten kurtarabilecektir. Yeni, eskiye bağlı olduğu ölçüde muteber ve anlaşılabilirdir. Aksi bir söz ya da ameliye bütünüyle sahibine aittir. Bu tür ameliyeleri İslâm’la ilişkilendirip, “İslâmî çağdaşlaşma” gibi terkipler adı altında ifade etmek dini tahriftir. İslâm, İslâm’dır ve her şey en saf şekliyle sadece ondadır. Üstad, “و اعبدوا الله/Allah Teâlâ’ya ibadet edin” buyruğuna muhatap olan müminleri, “Seyr-i ilallah’a/Allah’a doğru yürüyüş”e davet etti: Seni aramam için beni uzağa attın! Âlemi benim, beni kendin için yarattın!68 *** 68 Necip Fazıl, Çile, s.42. 72 Büyük Doğu Çağına Doğru BİR DAVA ATLASI ve DÜŞÜNCE SİSTEMİ OLARAK BÜYÜK DOĞU Ü stad hakikati arayışta aklı, insanı tevhide kavuşturan bir köprü olarak görür. Ne “dogmada” olduğu gibi aklın önemini inkar eder ne de felsefede olduğu gibi ona mutlak anlamda itaat eder. İslâm’ın yol verdiği ölçüde akla, “Bu iş ne seninle ne de sensiz olur’ der. Üstad, arayışı perdeleyen, zaman zaman da kulu bütünüyle arayıştan alıkoyan dünya zevklerini, eşyayı değerlendirmede en sahici kıymet ölçüsü olan ölümü anarak aşar: Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir! Mezarda geçer akçe ne ise onu biriktir.69 Batı’nın Kıymet Ölçüsü Batı ile İslâm arasında ilimde, fikirde ve sanatta 69 Necip Fazıl, a.g.e., s.139. 73 Büyük Doğu Çağına Doğru ittisali imkansız bir kopukluk vardır. Batı, batı; İslâm’da İslâm’dır. Nitekim kitle imha silahlarını icad etmek Batı nazarında bilim; İslâm’da ise tesebbüben katliam suçudur. Hâdisenin bu boyutuna dikkat çeken Üstad, sığ bir nazarla, “Batı’nın ilmini ve fennini alalım; kültüründen uzak duralım” diyenlere karşı çıkar, Ulu hocalar gibi bilgiyi, “memdûh/övülen” ve “mezmûm/yerilen” olmak üzere ikiye ayırır. Batı’nın maslahat ve menfaati için kullandığı bilginin ancak “öz-posa” ayırımına tabi tutulduktan sonra meşru olabileceğini söyler. Üstad, Tanzimat’tan sonra hayranlıkla izlenen Batı’yı, “muzdar” konumunda olan birinin ancak ölmeyecek kadar yiyebileceği domuz eti hükmünde görür. Ona göre Batı’dan ya zaruret durumunda ya da en doğruyu en yanlışla kıyas etme noktasında istifade edilebilir. Ruhsatı doğuran nedenler ortadan kalkınca da tekrar azimete dönülür. Üstad, Batı’da ilim ve kültür faaliyetleri için bulunanları, zeki ve kurnazlığı ile temâyüz eden Prometheous’un gökten ateşi çalıp aydınlanmaları için insanlara vermesine benzetir. Ona göre, ilim için Batıya gidenler Prometheous’un zeka ve aceleciliğini dikkate alan “ulvi bilgi casusları” gibi olmalıdır. Medeniyet Savaşçıları Büyük Doğu, şiir, tiyatro, sosyoloji, felsefe, tasavvuf, ilmihal,... gibi hayatın hemen her şubesinde hem 74 Büyük Doğu Çağına Doğru fikir, hem de hareket olarak vardır. Üstad, “Allah” demenin yasak olduğu bir devirde İslâm Nizâmı’na sözcülük yapan, Başyücelik Tasavvuruyla da O Nizâm’ın müesses yapısını güncelleyen fikir ve hareket adamıdır. “Davayı temellendirici baş eseri” olarak gördüğü İdeolocya Örgüsü başta olmak üzere diğer bütün kitap ve yazıları, Ehl-i Sünnet akidesine bağlı aksiyoner medeniyet savaşçılarının yetişmesi, onların eşya ve hâdiseleri İslâmî nazarla görmeleri için kaleme almıştır. Üstad’ın Büyük Doğu davasına varis olarak gördüğü Medeniyet savaşçılarının hareket alanı ise Anadolu merkezli bütün bir yeryüzüdür: “Her türlü mekan ve mıntıka hasisliğinden mücerred ve münezzeh hakikat, mutlaka her yeri kaplayacaktır.”70 Büyük Doğu’nun Etkisi Felsefe ve akıl zaman zaman küstahlaşarak İslâm’ı susturma iddiasında bulunmuştur. Fakat her defasında ulemâ, aklın silahlarını kullanarak onu tabii sınırları içerisinde kalmaya mecbur etmiştir. Üstad da, yirminci asrın şımarık aklını kendi silahlarıyla mağlup edip ona ağır darbeler indirmiştir. Cumhuriyet’le birlikte İslâm’ın ilim, fikir ve sanat vadileri bütünüyle kapatıldığında Üstad fikir ve sanat vadilerini, ilim vadisinin de koordinatlarını hatırlatacak şekilde yeniden açtı. Fikrî kıymet ölçülerine, İs70 Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü, s.13. 75 Büyük Doğu Çağına Doğru lâmîlik ayarı yaptı. Direk ya da dolaylı olarak İslâm’ın yetersizliğinden bahisle yeni arayışlar içerisine girenlere, yanlış yerlerdeki tecessüslerinin onları “hakikat”ten ebediyyen mahrum bırakacağını söyledi. Üstad teşkilatı olmadığı halde, bir teşkilat çatısı altında hizmet eden cemaatlerden daha etkiliydi. Farklı meşreblere aidiyeti olan bütün mukaddesatçı gençliği kucakladı. O ümmetin -nev’i şahsına münhasır- hem mütefekkiri hem de mürşidiydi. Büyük Doğu, Müslüman Türk’ün olduğu kadar Müslüman Kürd’ün de davasıydı. Üstad, bir ırkın üstünlüğüne dayalı her söylemin merdud olduğunu, “Ne Mutlu Müslümanım Diyene” cümlesiyle ifade etti. Bu cümleyi de Büyük Doğu davasının hülâsası olarak kıymetlendirdi.71 Ümmetle buluştuğu noktayı ifade sadedinde ise şunları söyledi: “Ülkücüsü, Akıncısı, Mücadelecisi, Nurcusu, Süleymancısı, MTTB’lisi, filanı, falanı diye hiçbir tefrike yer vermeksizin bildireyim ki, Allah ve Sevgilisi’ne hüvesine bağlı her genç hangi çevredense o çevrenin yanlış ve doğrularını gösterici nurdan, alnında bir pertev taşıyor demektir ve başımın tacıdır.”72 Üstad, bütün davası birkaç ekmek daha fazla kazanmak olan Müslümanlar gürûhuna karşı, “Kim var diye seslenildiğinde sağına ve soluna bakmadan fert 71 72 Necip Fazıl, Sahte Kahramanlar, s.147. Necip Fazıl, Rapor 5-6, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s.84. 76 Büyük Doğu Çağına Doğru fert ben varım cevabını veren” ve davası için “Anadan,yardan geçen” bir nesil yetiştirdi. Büyük Doğu, çağdaş ideolojilerin genişleme alanını daralttığı gibi İslâm içerisinde tasarlanan modernizm mezhebinin de zaaflarını tesbit edip, onları sorguladı ve marjinalleştirdi. Büyük Doğu’dan “Diriliş” gibi bir büyük düşünce sistemi çıkabildi fakat o aynı etkiyi İslâmî ilimler alanında gösteremedi. “Düşünemediğimizi düşünmedikçe, düşünebilmekten uzak yaşayacağız” hükmü gerçek oldu ve Büyük Doğu asıl olması gereken alanın dışında sanat ve fikir sahasında varlığını sürdürdü. Büyük Doğu’nun muhit bir nazarla kuşatılamaması ve ona varis olduğunu zannedenlerin gerçekte başka şeyleri ”temellük” etmesi, onun fikrî manada güncellenmesine de engel oldu. Devletinin bir eyaletinin sınırlarına tekâbül eden küçücük bir coğrafyaya hapsedilen bir millete, coğrafî sınırlarının İspanya’dan Hindistan’a, ilmî ve fikrî hududunun ise ezelden ebede kadar uzandığını söyleyen Büyük Doğu, neyin, nerede, niçin ve nasıl olması gerektiğini gösteren hem devâsa bir dava atlası hem de bir düşünce ve hareket sistemidir. Amerikan-İngiliz çevrelerin ancak kırıntı fikir îmal edebilmesi, yalanlar üzerine kurulan emperyalist çağın kapanmaya yüz tuttuğu anlamına gelir. Eşya boşluk kabul etmez. Dünya yeni bir devre hazırlanıyor. İslâm’ın saf haliyle eşya ve hâdiseye hakim olması 77 Büyük Doğu Çağına Doğru demek olan Büyük Doğu’nun hayata tatbik vakti gelmiştir. Hz. Musa’yı Firavun’a yalnız başına göndermenin -haşa- stratejik bir hata ya da hayalperestlik olmadığını kabul eden “aydınlar heyeti” zahmet buyurup fildişi kulelerinden iner -ellerini değil- bedenlerini de taşın altına koyarsa Büyük Doğu Çağı’nın şafak evresinde olduğunu göreceklerdir. Muvaffakiyet Allah Teâlâ’dandır. *** 78 Büyük Doğu Çağına Doğru HA TÜFEĞİ OLMAYAN ASKER, HA ÖFKESİ OLMAYAN FİKİR İ slâmî tefekkürün bir tahliye/tezkiye, bir de inşa boyutu vardır. Tahliye, inşa kadar önemlidir. Çünkü tahliye olmadan inşaya başlamak senteze yol açar. Bunun için Peygamberler muhataplarını tevhide, tahliye ile çağırırlar. Şirksiz ve şeksiz bir imanın şartı tahliyedir. Üstad da, Büyük Doğu’yu inşa ederken önce zihinleri, “bilim ve ideoloji zırhı” içinde korunan hurafelerden, yalan tarihten ve sahte kahramanlardan temizledi. İdeoloji ve hurafe merkezleri ise her devirde “tahliye” harekatına sert karşılık verdi. Mekke müşriklerini de asıl rahatsız eden İslâm’ın kuşatıcı tahliye operasyonu olan “lâ ilâhe illallah/Allah’tan başka hiçbir ilah yoktur” ifadesiydi. İslâm, “ilah tahliyesi”ni her şeyi 79 Büyük Doğu Çağına Doğru yok sayma edatı olan, cinsini nefyeden “lâ” ile duyurdu. “Lâ” Allah Teâlâ’dan başka her şeyin hükümsüz olduğunu ilan etti. Çünkü “ lâ” da hem inkar, hem nefret, hem ayrışma, hem de öfke vardır. Allah Rasûlü , muhataplarını mustakim olmaya, ideolojik saldırılara karşı fikir öfkesi taşımaya, yanlışı kesin bir dille reddetmeye davet etti. Hesaplaşma Üstad’ın küfre karşı öfke dilini kullanması, kelime-i tevhidin birinci faslı olan ‘lâ ilahe’den doğdu. Vurguları ise misafir olarak kabul ettiği insanlar tarafından evi işgal edilen bir mağdurun isyan dilidir. Bu vurgu şiirine de, nesrine de hakimdir. Üstad, resmi tarihle ve yaşadığı zamanla hesaplaştı. İslâm’ı yok sayıp Türkleri Orta Asya’daki müşrik yapıya bağlamak isteyen seçkinler sınıfıyla hesaplaştı. Cumhuriyet aydınlarının “Kızıl Sultan” nitelemesine karşı Abdülhamid: “Ulu Hakan” kitabını yazarak şahıslarla, “Sosyalizm” kitabıyla ideolojilerle, “Son Devrin Mazlumları” kitabıyla rejimle hesaplaştı. Sakarya Türküsü ise, “bir hesaplaşma manifestosudur”. Üstad, saf aşk ve berrak vecdden yoksun İslâmî ruh ve ideolocyayı şahsî keyif ve tefsîrlere kurban eden, onu ölü kalıplarda donduran ham ve kaba softa tipiyle de hesaplaştı. İslâm’ı çağa uyduran modernizme de, onu donduran softaya da karşıdır. Kuruyan tefekkür mecrasını hesaplaşarak açtı. Bütün bunları yaparken 80 Büyük Doğu Çağına Doğru öfkeden de istifade etti. Onda öfke, muhalif unsurları nefy, muvahhid güçleri ise dirilişe teşvik eden muharrik güçtür. Bu yüzden Ona göre insanla hayvan arasındaki esas farklardan birisi fikir öfkesidir: “İnsan başını fare kafasından ayıran tek hâsse, bence fikir öfkesidir. Ha tüfeği olmayan asker, ha öfkesi olmayan fikir!” Fikir, öfkeyle yoğrulduğunda kararlılık ifade eder. Muhkem olur. Ne tevil ne de nesh kabul eder. Muhatap, sentez yollarının bütünüyle kapandığını anlar. Üstad’a göre “fikir öfkesi”, fikri bi’l-kuvve olmaktan, bi’l-fiil hâle getirir: “Kollarımız, kuvveti nasıl sinir cümlemizde bulursa, herhangi bir dünya görüşü de, sinir cümlesini fikir öfkesinde ele geçirir. Fikir öfkesi, düşünüş tarzlarının asabî cihazı, manivelâsı, icra müessiridir. Zihin onun sayesinde dinamizme kavuşur, yıldırımlaşır, kudrete erer, cansız bir ölçü kalıbı olmaktan kurtulur. Tek kelimeyle fikir öfkesi, kıymet hükümlerimizin hamle ve irade kaynağı... Onsuz fikir, duvarda veya sandıkta, evde veya dükkânda, kalabalıkta veya tenhada, ikide bir ötmekten başka hikmeti olmayan aptal bir guguklu saattir. Fakat öfkesiz fikir ne kadar acıklı bir manzaraysa, fikirsiz öfke de o nisbette merhamete lâyık bir levhadır. Ruhî teessürlerini herhangi bir görüş sistemine irca edemeden, rasgele bağıran-çağıran, kıran-döken, tepinen-dövünen bünyelere, haklı olarak hasta der geçeriz. Harikulâde muvazene, öfkesiz fikirle fikirsiz öfke81 Büyük Doğu Çağına Doğru nin arasında yerini bulan, müşterek bir akıl ve sinir nakliyetindedir”73 Muhalif Dil Üstad, bir taraftan inşada bulundu diğer taraftan ise öfke ve hicivle muhalif bir dil geliştirdi. Bilim zırhı altında saklanan inkarı tarumar etti, mütekebbire haddini bildirdi. Bilimi hurafeleştiren, “bilim” adına atılan her adımı inkarın delili olarak sunan materyalistler aya ayak basmayı da bu bağlamda değerlendirmişlerdi. Hatta Rus astronot Gagarin, “Fezada Allah diye bir şey yok” diye bir açıklama yapmıştı. Üstad da, “Feza Pilotu” şiirinde onun ideolojik körlüğünü derin bir öfke sağanağı altında tahlil ederek reddetti. Kâinatı kaplayan nâmütenahi delili göremeyen astronutu, “Başında çelik külah, sırtında plastik gocuk olan ve bir odun parçasına at diye binen çocuğa benzetti.” Büyük bir başarıya imza atmanın mağruriyeti içerisinde olan astronota, gittiği ayın fezadaki milyarlarca ışık, yol ve mesafeye kıyasla dünyaya bir karış mesafede olduğunu hatırlattı. Onu, kavanozun içinde iken kendini okyanusta zanneden balığa benzetti. Her nevi bilimsel adımı, inkarın delili olarak gören ve büyük bir mağruriyet içerisinde Müslüman inancıyla alay eden astronota öyle bir soru sordu ki, ona ilahi takdire teslim olmaktan başka çaresi olmayan bir kul olduğunu riyâzî bir kesinlikle hatırlattı: 73 Necip Fazıl, Hücum ve Polemik. 82 Büyük Doğu Çağına Doğru Yirminci asrın ablak yüzlü pilotu! Buldun mu ay yüzünde ölüme çare otu?74 Üstad, “tahliye eden” öfke dilinden dolayı defalarca yargısız infazlara muhatap oldu. Toplamda üç yıl sekiz ay hapis yattı. Karakol, mahkeme, hapishane gündeminden hiç düşmedi. Adaleti tesis ve tevzi etmeye memur heyetten herkes için olması gereken adaletin onun için de tahakkukunu istedi: “Eğer kanun bir tansiyon aleti gibi yalnız gördüğünü kaydeden, hatır ve gönül dinlemeyen, bir çöpçü ile hükümet reisini bir tutan ulvi terazi ise bu terazinin üzerinde sıfır noktasını geçecek bir sıkletimiz yok.” Vasiyyet Üstad, vasiyyetinde de öfke ve muhabbete dikkat çekti; her ikisinin de muhataplarını tayin etti: “Allah’ı, Allah dostlarını ve düşmanlarını unutmayınız! Hele düşmanlarını! Olanca sevgi ve nefretinizi bu iki Kutub üzerinde toplayınız.” Büyük Doğu’nun muhatap ve karşıtları üzerinde fevkalade müessir olmasının arkasında Üstad’ın söyleme tarzının ya da nasıl söylediğinin payı büyüktür. *** 74 Necip Fazıl, Çile, s.410. 83 Büyük Doğu Çağına Doğru BÜYÜK DOĞU DAVASI’NIN HÜLÂSASI: “NE MUTLU MÜSLÜMANIM DİYENE!” B üyük Doğu’yu İslâmiyet’in emir subaylığı olarak tarif eden Üstad Necip Fazıl, her dönemde farklı cephelerin yönettiği itibarsızlaştırma harekatına maruz kalmış fakat Allah Teâlâ’nın inâyetiyle hiçbir güç Onun İslâmiyet’e yol açma ameliyesine engel olamamıştır. Üstad’ın Hakkarî’den Edirne’ye kadar bütün bir Anadolu’yu ihyaya talip olan nesle Hamurkâr olacağını fark eden küfür yobazları, Onun çöpe attığı ve miras olarak da köpeklere bıraktığı Eski Necip Fazıl’ı diriltmeye çalışmış, aynı argümanlarla yeni cepheler açmışlardır. O Eski Necip Fazıl’dan olduğu gibi, başka sentezleri tahrik edecek Türk-İslâm sentezi görüşünden de uzaktır. Üstad’a göre “belli oranda İslâm’ın 84 Büyük Doğu Çağına Doğru payını muhafaza etmekle beraber ağırlık merkezinin Türklük’te aranması” , yani Türk-İslâm sentezi yanlıştır. Çünkü, “İslâm ne pay verir, ne pay alır; topyekûn ‘hepi’ ister ve onu bulamadığı yerde ‘hiç’e talip olur.”75 İslâm yekpâredir ve hiçbir ideoloji ile sentez kabul etmez. Bu yüzdendir ki Üstad, Türk-İslâm, Arap-İslâm sentezi gibi ifadeleri reddeder: “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman gibi muvazaacı bir tekerlemenin belirttiği madde ve posa Türkçülüğüne inananlar iyice bilmelidirler ki ‘Tanrı Dağ’ı bir put ismidir, ‘Hira’ ise Kainatın Efendisi’ne vahyin nâzil olduğu sadece bir mekan adıdır ve zıt manalar asla birleşmez. Müslüman hiçbir dağa ilahi hüviyet biçemez, sadece layık olanını mübarek bilir; Allah’ı tevhidden ve bu tevhid potasında her alakanın eriyip gittiğini takdirden gayri vazife tanımaz.”76 Üstad milliyetçiliği müşahhas bir şekilde kıymetlendirirken de şöyle der: “Bir gün evime Kenyalı, kuzguni siyah bir zenci gelmişti. Odama girerken beni Müslümanca selamladı ve benimle hem de ecnebî bir lisanı vasıta ederek dertleşmeye başladı. Birkaç saat içinde bu zenciye o kadar ısınmıştım ki, siyah kehribar yüzünü bile bembeyaz görmeye başlamıştım. Düşünmüştüm ki, şimdi bu zenci Romanyalı Hristiyan bir Gagavuz Türkü olsaydı, her türlü ırkî ve uzvî eşlik içinde acaba bana ne kadar yabancı görünecekti?” O 75 76 Necip Fazıl, Rapor 4, s.78. Necip Fazıl, a.g.e., s.78. 85 Büyük Doğu Çağına Doğru halde milliyetçiliği ırkî ayniyette değil “ruhî muhtevâ eşliğinde görmek gerekir.”77 Bu yüzdendir ki Üstad, Ziya Gökalp’in hareketini “Türk’ün İslâm’dan önceki hayatını azizleştirmek ve İslâm’ın yerine Türkçülüğü koymak”78 olarak değerlendirir ve reddeder. Üstad’a göre Türk’ün İslâm’sız hayatının hiçbir kıymeti yoktur. Buna bir kıymet takdir edenlerle durduğu yerin aynı olamayacağını da kesin bir dille ifade etmiştir. Nitekim kendisine İslâm’la ilişkisinin hangi düzeyde olduğunu sorduğu Türkçü Nihal Atsız’la arasında şöyle bir konuşma geçer; Atsız: “İslâm’a Türk’ün dini olduğundan dolayı saygı gösteriyorum.” Üstad: “Peki ya Türk’ün dini Şamanizm olsa ne yapardınız?” Atsız: “Bu durumda Şamanizm’e saygı gösterirdim.” Cevap karşısında hayretini gizlemeyen Üstad, bu tür bir telakkinin tereddütsüz küfür olduğunu söyler. Üstad, “Milletlerarası İslâm Talebe Teşekkülleri III. Genel Konferansında” (1975) İslâm Dünyasından iştirak eden alim ve münevverler topluluğunun huzurunda akdettiği “Beklenen Zuhûr” başlıklı konferansında şunları söyler: “Irkçılık ve kavimcilik mevzuunda bir suale hedef tutulacak olursam, tereddütsüzce, dünyanın en üstün ırk ve kavim vakıasını, 77 78 Necip Fazıl, Çerçeve 3, s.207-208. Necip Fazıl, Çerçeve 4, s.114. 86 Büyük Doğu Çağına Doğru merkezindeki mukaddes varlık zaviyesinden (Allah Rasûlü ) Arap’ta bulduğumu söylerim. Ama bugünkü Arap değil, dünkü Arap...”79 Mücadele hayatını ittihâd-ı İslâm üzerine bina eden Üstad’ın Türk-İslâm sentezini savunan bir hareketin içerisinde teşehhüt miktarı da olsa yer alması nasıl ifade edilmelidir, diye sorulursa hâdise yine Onun beyanıyla şöyle izah edilir: “Ruhun fikrî kuvvetinden ziyade adale ve hareket gücüne bağlı bir gençlik” içerisinde yer almam bir takım hissi olaylardan kaynaklanmıştır.80 Üstad’ın milliyetçiliği red davasını Ona ait beylik bir cümle ile noktalamak gerekirse şu söylenebilir, “Bütün davamızın hülâsası: ‘Ne mutlu Müslümanım diyenedir’.81 *** Necip Fazıl, Hitabeler, s.257. İfade’de tasarruf yapılmıştır. Bk. Kısakürek, Çerçeve 4, s.155. 81 Necip Fazıl, Sahte Kahramanlar, s.252. 79 80 87 Büyük Doğu Çağına Doğru KâİNAT’IN SAHİBİ’NİN öNÜNDE DİZE GELİŞ HâLİ: NAMAZ ve NECİP FAZIL İ slâm’la küfrün, fikir fikire, göğüs göğüse savaştığı Anadolu’da, millet varoluş savaşını kaybedince devrimbazlar mukaddesatımızı ateş gibi yaktı, sel gibi boğdu. Yüreklere bir umut, bir moral aşılayacak “maneviyat insanları” ya asıldı ya da asılmaktan daha beter bir hayata mahkum edildi. Üstad Necip Fazıl böyle bir zamanda zuhûr edip, Müslümanlar yenilse de, İslâm yenilmeyecek, dedi. Milletinin selameti için kıyama kalkan, darağaçlarının ve tabutlukların ürkütemediği bir “nezîr-i üryân”dı: İn-cin uykuda yalnız iki yoldaş uyanık Biri benim biri de serseri kaldırımlar… Diz Çök Ey Zorlu Nefis! En büyük düşmanı olan nefsini Abdulhakîm Ar88 Büyük Doğu Çağına Doğru vasî gibi bir büyük velinin duası ve himmetiyle, “Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!” diye sarstıktan sonra kendini keşfeden, umudunu yitiren millet evlatlarına dönüp, “Yollar ki Allah’a çıkar bendedir” diyen bir hareket ve dava adamıdır Üstad. İçinde hoca olan her evin gözlem altında tutulduğu, bu yüzden maneviyat önderlerinin insanlarla her defasında farklı yerlerde görüşmek zorunda kaldığı bir zamanda “Allah’a isyan olan yerde kula itaat edilmez.” hadisini Büyük Doğu’da kapak yaptı. Her nevi fikrî ve amelî nailiyetleri “çağdaş yobazlar” tarafından “mazinin masalları” olarak görülse de O, Allah Rasûlü’nün durduğu yeri işaret ederek, “İşte iz geliniz” demekten usanmadı. Kürsüsünü İslâm’ın metrûk fikir ve ilim saraylarının önünde kurdu. Orada, “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak.” dedi. Aşk ve heyecanını yitiren Müslümanlara, İskambil kağıtları, kumarbaz talimatı ve sarhoş kusmuğundan ibaret olan çağdaş yobazlığın, Hakk’ın hakim olduğu gün hükümsüz olacağını ilan etti: Bekleyin görecektir duranlar yürüyeni Sabredin gelecektir eskimez pörsümez yeni Karayel bir kıvılcım simsiyah oldu ocak Gün doğmakta anneler ne zaman doğuracak. Farklı şahıs ve vesileler kullanılarak yapılan İslâm’a ihanet tekliflerini hiç tereddüt etmeden reddetti: Fikrin ne fahişesi oldum, ne zamparası! Bir vicdanın bilemem, kaçtır hava parası? 89 Büyük Doğu Çağına Doğru Acemi terzi elinden çıkmış pantolonla şehre inen Müslüman gençlere, “Dokuz köyden kovulmuş dokuz köyün sahibi” sizsiniz diyerek irade ve izzet aşısı yaptı. Allah Rasûlü’ne hakaret etmenin sanat adamı olabilmenin ölçüsü kabul edildiği bir zamanda “hakikati arama sürecinde” ideolojilerin hiç bir kıymet ifade etmeyeceğini söyledi: “Yol Onun varlık onun gerisi hep angarya”. Üçüncü sınıf muharrir ve şâirlerin, Batı’nın lokomotifine bağlanmayı terakkinin yegâne yolu; Çankaya’yı da Mekke’ye alternatif olarak gördüğü bir zamanda tepkisini sadece çocuğunu okula göndermeyerek gösteren Anadolu insanına, “Bunların istediği de bu, çocuklarınızın okumalarına müsaade ediniz, Hz. İbrahim’i (a.s.) yakmayan Allah Teâlâ onları da koruyacaktır. Dayanın, yalan çağının sonuna geldik” dedi: Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes, Ey kahpe rüzgar, artık ne yandan esersen es. Fikir çilesini her nevi ızdıraptan daha âli gördü. Rahminde cemiyetin “Doğum sancısıydı” O. Bu mesuliyetin idraki içerisinde başı, “Milyonlarca ayağın altında kalsa da” cüce sanatkârlığa “paydos” demekten ve “semavî ülkelere” kanatlanmaktan vazgeçmedi. Van’dan Edirne’ye kadar bütün Anadolu’ya umut oldu. Onun konuştuğu ya da Büyük Doğu’nun okunduğu yerlerde İslâm yeşerdi, filizlendi, büyüdü ağaç oldu. 90 Büyük Doğu Çağına Doğru Ver Cüceye Onun Olsun Şâirlik Çuvallara doldurulan Kur’an-ı Kerîmler üzerine çıkıp da millete tehditler savuran devrimbazlara öfkesini sadece buğz ederek gösterenlere, “Sevinin başlar yüksekte” diyen de o idi. “İslâm’ın terakkiye mâni bir din olduğu” iddiasının okul kitaplarına kadar girdiği, İslâm’ın sanat ve fikir adamı yetiştirmekten ebediyen mahrum olduğunun millet evlatlarına aşılandığı günlerde: “Ver cüceye Onun olsun şâirlik” dedi. Şiirin de şâirin de Allah Rasûlü’ne itaatle bir mana kazanacağını söyledi. Üstad’a göre her şey gibi şiir de İslâm’ın emrinde olması durumunda şiirdir. Şiir, “Kainatın Efendisi’ni , Allah’ın Sevgilisini sezmeye doğru hususî ve ileri bir istidât” halidir. Ona göre, şuurdan İslâm’ı tebliğ kalıbına dökülen şiirle; hevadan hevese boşalan şiiri birbirinden, “üstün idrak müessesi olarak Kainatın Efendiliği makamının eşiğinde dize gelmek” ayırır. Mukaddes Eşiğin Süpürücüsü Küfür cephesi sözcüleri gibi kimi Müslümanlar tarafından da “benine” mağlup bir adam olmakla itham edilen Necip Fazıl’da fikrî ve amelî hasıla o derece İslâm’a aittir ki, Üstad müktesebatını “mukaddes eşiğin süpürgesi”, kendisini de, “O’nun ümmetlik liyakatinin en alçak ferdi, o mukaddes eşiğin süpürücüsü” olarak görür. “Çile”nin mukaddimesinde, “kendimi böylece 91 Büyük Doğu Çağına Doğru takdim ederim.” der. Ben de bir şeyler yapayım dercesine “Ashâb-ı Kehf ” in mağarası önünde bekleyen Kıtmîr’e özenir ve kendini, Allah Rasûlü’nden Altın Silsilenin Nurdan Heykelleri vasıtasıyla tevarüs eden İslâm davasının azat kabul etmez kölesi olarak addeder: Sonsuzluk Kervanı, “peşinizde ben, Üç ayakla seken topal köpeğim!’’ Bastığınız yeri taş taş öpeyim; Bir kırıntı yeter, kereminizden! Sonsuzluk kervanı, peşinizde ben....’’ Kıymet terazisinde Müslümanla kafir arasındaki farkı resmederken; Ellerime uzanan dudakları tepeyim Allah diyen gel seni ayağından öpeyim” der. İthamlar Ne var ki Hakk’a kullukla, Batıl’a kölelik arasındaki kalın çizgiyi idrak etmekten mahrum olanlar, Üstad’ın “ben” merkezli bir dünya kurduğunu iddia ederek aslında onun dünyasına ne kadar yabancı olduklarını ilan ettikleri gibi, Kur’anî esaslardan da ne kadar uzak olduklarını izhar etmiş oldular. Kur’an-ı Kerîm’in, İzzetin Allah’a, Rasûlü’ne ve topyekün müminlere ait olduğunu, fakat münafıkların bunu idrakten mahrum olduğunu bildiren ikazından nasipsiz olan bu “büyük muharrirler gürûhu”, Üstad’ın küfür yobazları için söylediği ifadelerini umuma şamil gibi 92 Büyük Doğu Çağına Doğru görmekte ve göstermektedir. Eşya ve hâdiseyi değerlendirmede “Muktezâ-i hâl”in ne derece öneme sahip olduğunu kavrayamayan bu gürûh, Kur’an-ı Kerîm’in gerek keyfiyet gerekse de kemiyet itibariyle bir müslümanın kafirlere denk olmayacağı, yirmi sebatkar müminin iki yüz kafire ya da hafifletilmiş haliyle yüz müslümanın ikiyüz müşriğe galib olacağını82 beyan eden hakikatinden de habersiz olduklarını ifşa ettiler. Remel Yürüyüşü İslâm’dan habersiz muharrirler taifesi, İslâm’ın sürgün olduğu yıllarda Allah’ın ümmete verdiği izzetin Necip Fazıl’da tekrar tezahür etmesini kibir olarak algıladı. İslâm’ı küfür yobazlarının görmek istediği şekil ve sûretlere mahkum eden bu taife, Üstad’ı kibrin merkezine oturtarak namazın da, haccın da şekillerinde saklı olan manayı idrakten uzak olduklarını ele vermiş oldu. Sonrasında “sa’y” olan her tavafta pazularını göstererek “remel” yapan Müslüman erkekler; Allah Rasûlü’nün ve Ashâbının çevredeki dağlardan onları izleyen müşriklere karşı haşmetli yürüyüşlerini tekrar ederek küresel güçlere ve işbirlikçilerine karşı nasıl durmaları gerektiğini öğrenirler. Üstad’ın hali, Allah Rasûlü’nün “remel” yürüyüşünün ne olduğunun ve Müslüman hayatında nasıl tezahür etmesi gerektiğinin resmidir. Namazdaki secde ile zalim bir sultanın meclisinde 82 Enfâl: 65-66. 93 Büyük Doğu Çağına Doğru eğilmek arasında geceyle gündüz kadar fark vardır. Biri ubudiyetin, diğeri ise kula kulluğun ifadesidir. Biri tevhidin, diğeri ise şirkin remzidir. Mağrur bir kafirin yanında tevazu “zillet”, ayak ayak üstüne atmak ya da misliyle mukabelede bulunmak ise vakardır. Aynı duruşu müslüman meclisinde izhar etmek ise “kibirdir.” Üstad, İslâm’ın Camî’ye, Müslümanlığın ise hamallara mahsus olduğunun tescil edilmeye çalışıldığı bir zamanda İslâm’ın ne olduğunu ve nasıl anlaşılması gerektiğini anlatma vazifesini de üstlenmişti. Bu yüzden Müslümanlara karşı ne kadar “mütevazi” olduysa; uygarlığa ve onun işçilerine karşı da o kadar vakarlı durdu. Devrimbazların İslâm’ı, iman, ibadet ve ahlak dini olarak tanımladığı günlerde -bedel ödemeyi göze alarak- onun bir “hayat nizâmı” olduğunu açıkça beyan etti. İdeolocya Örgüsünü bu çerçevede yazdı. “Dini neşriyat yapmak ve rejimi beğenmemek”, “rejime itaatsizliğe teşvik etmek” gibi suçlamalarla defalarca dergisi kapatıldı. “Milleti kanlı ihtilale teşvik etmek, padişahlık propagandası yapmak” gibi ithamlarla yargılandı. Bütün bunlarda ne kadar samimi olduğunu on defa hapse girerek gösterdi. Vefat ettiğinde de Sultan Vahidüddin kitabında Mustafa Kemal’e hakaretten 1,5 yıl hapse mahkum olmuş ancak hastalığı sebebiyle ceza 8 ay ertelenmiş, Üstad da bu süreçte vefat etmişti. Böyle bir mahkumiyetle Rabbi’nin huzuruna 94 Büyük Doğu Çağına Doğru giden Üstad, zindana girerken ne söylediyse, içeride de, dışarıda da aynı şeyleri tekrar ederek hakikate tercüman oldu. Hem zulme karşı olan duruşuyla isyan ahlakının ne olduğunu öğretti, hem de İslâm’ın çağa nasıl tatbik edileceğine dair esasları belirledi. Hiçbir Anestezi Namaz Gibi Dış Alakayı Kesemez Üstad, Müslüman gençlerin ihtiyâç hissettiği her alanda yazdı. Makalelerinin önemli bir bölümünü ya otel odalarında ya da konferans için gittiği bir Anadolu şehrinin posta merkezinden dergi idarehanesini arayarak imla yoluyla kaleme aldı. Allah’a adanmış hayatında nefsine yenik düştüğü anlar da oldu. Her beşer gibi hatalar da yaptı. Çareyi namazda aradı, ona sığındı: Namaz sancıma ilaç, yanık yerime merhem Onsuz, ebedi hayat benim olsa istemem. Büyük buluşmaya tanık olan seccadesiyle teselli oldu: Beni kimsecikler okşamaz madem Öp beni alnımdan, sen öp seccadem! Zindanda derin bir vecd halinde kıldığı namazları -onun ifadesiyle- sanki “göz yaşı tarlası” sûretindedir: “...Hele namaz kılarken ne müthiş bir tarla haline gelmiştim. Uçsuz bucaksız gözyaşı tarlası.”83 Necip Fazıl, Cinnet Mustatili, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s.236. 83 95 Büyük Doğu Çağına Doğru Allah Rasûlü’nün İmrân b. Husayn’ın şahsında bütün ümmetine söylediği “Namazı ayakta kıl, güç yetiremezsen oturarak, buna da güç yetiremezsen yan tarafın üzerine olduğun halde kıl, ama mutlaka kıl” buyruğu, kalın çizgilerle namazın ne derece önemli olduğunu tayin eder. İmam Şafii ve Hanefilerden Züfer, namaz-hastalık münasebetini daha farklı bir bağlamda tahlil eder ve “Kaşlarınla, olmadı gözlerinle, o da olmazsa kalbinle ima ederek kıl” der. Üstad da bütün bu hakikatlerden hareketle namazın, “İnsanda şuur kaldıkça hiçbir sûrette bırakılamayacağı ve son nefese kadar her yerde ve her vaziyette kılınacağını” söyledi. Namazda yaşadığı vecd halini; “Hiçbir anestezi vasıtası namaz gibi müminin dış alakasını iptal edemez” diyerek ifade etti.84 Hanımının Namaz Şehadeti Üstad, namazla o kadar alakalıdır ki Allah Rasûlü’nün , “Bana bütün yeryüzü mescid ve temizleyici kılındı” hadisini esas alarak bazen bir mağazayı, bazen de bir hapishane koğuşunu musalla olarak görmüş, vakit girince, durup namazını kılmıştır. Yıllar önce, “Beyaz Saray’da/Kitapçılar çarşısında karşılaştığım bir ihtiyar şöyle demişti: ‘Yazıhaneme Nurettin Topçu da, Üstad Necip Fazıl da gelirdi. Topçu arkaya bir yere geçer namazını eda eder, giderdi. Üstad ise içeri girer, ‘Osman! Ser şuraya seccadeyi’ der, milletin Necip Fazıl, İman ve İslâm Atlası, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s.97-8. 84 96 Büyük Doğu Çağına Doğru ortasında namaza dururdu.” Kişinin ev hayatını en iyi eşinin bileceğini nazara alarak şunu söyleyebiliriz ki Üstad en geç 1944 yılından itibaren beş vakit namazını kılmıştır. Zira Hasan Ali Yücel eşi Neslihan Kısakürek’e iki elini tekbir getirir gibi kulaklarına kaldırarak: “Namaz da kılıyor mu?” diye sorduğunda, “Evet, beş vakit namazını kılıyor”85 cevabını almıştır. Kaza Namazlarını Kılış Sistemi Üstad, bohem hayatında kılamadığı namazları üzerine “İbtilâ Defteri” yazdığı kocaman defterinde nasıl bir sistem dahilinde kıldığını belirtmiştir: “Bu defterin sonuna, bulûğa erdiğim tarihten bugüne kadar, her seneyi ay ay gösteren bir tablo ekledim. Bu tabloda geçmiş yılların devre devre kılınabilmiş eda namazlarını, ay ay mavi mürekkeple karaladım. Kaza namazlarını da kırmızı mürekkeple... Böylece, Allah nasip ederse, mavi mürekkeple ileriye doğru, kırmızı mürekkeple de geriye doğru giden devrelerime yetişecek, Efendi Hazretlerini tanıdığım zamana varacak, oradan da bulûğ zamanıma ulaşacağım. Ömrüm olursa, ondan sonra, tek vakit borcum kalmamış olarak edalara devam... Defterde, belki maviden çok kırmızı görünecek ama, ne yapayım?.. Allah’a ahdim var: Her gün, en aşağı şu kadarına ahitliyim... Allah ve 85 Necip Fazıl, Bâbıâli, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, s.262. 97 Büyük Doğu Çağına Doğru kul hakkı olarak üzerimde ne kadar borç varsa, bunların hepsini ödetmeden canımı alma... Allah’la beraber bütün inananları şahit tutuyor ve onlardan duama ortak olmalarını diliyorum. Namaz, Efendim’den aldığım feyizle, benim için her işin başı, her oluşun temeli, dinin direği... Onsuz hiçbir şey konuşamam; ne konuşur, ne konuştururum’’.86 Üstad 1961’de kaleme aldığı bir notta namazlarını kaza etmek için belirlediği sisteminin gidişatıyla alakalı şunları söyler: “Bugün ne halde miyim? 1961 yılının Mayıs ayında?.. Söyleyeyim? Dostlarıma «Zâhid» görünmek değil de -Allah saklasın- düşmanlarıma «softa» görünmek ve yeni bir nefret vesikası vermek için söyleyeyim... Biraz da, en büyük haya mevzuu olan namazın, sırasında nasıl bir ilâna medar olabileceğini göstermek için haykırayım: Her gün, o günün beş vaktini, zamanında edadan başka, ayrıca iki günlük kaza namazı kılıyorum. Bu senenin Ramazanında, kazalarımı, bir gün ilâvesiyle üç güne çıkardım.”87 Hülâsa Üstad yüz civarında eser telif etti. Büyük Doğu, 86 87 Necip Fazıl, O ve Ben, s.157. Necip Fazıl, O ve Ben, s.156. 98 Büyük Doğu Çağına Doğru İslâm gençliğinin fikirde ve sanatta gıdası oldu. Abdülhamid’e “Ulu Hakan”, Sultan Vahidüddin’e “Vatan Dostu” ilk defa o dedi. Son devrin mazlumlarını yazarak siyasi cürümleri ilk o deşifre etti. Bütün mazlumlar adına küfür yobazlarının yakasına ilk o yapıştı. Bedel ödemeye hazır Müslümanların devrimbaz kodamanlardan hesap sorabileceğini ilk o gösterdi. “Sahte Kahramanlar”ı yazarak, gençliğe, tarihi yalanlardan nasıl rafine edeceklerini ilk o öğretti. Kitaplarında kuru bir nakilcilik yapmadı. Muhataplarına bir Müslüman olarak hâdiseleri nasıl tahlil edeceklerini gösterdi. Bir tarihçi olmadığından zaman zaman yanlışlar da yaptı. Fakat usûlde Ehl-i Sünnet akidesine aykırı tek cümle sarf etmedi. Asla namazlarını da terk etmedi. Üstad, Abdulhakîm Arvasî Hazretleri’nin talebesiydi. O bir mürşid değil, müritti. Büyüklüğü mürşidliğinden değil mütefekkir olmasından mütevellitti. Onu, “mürşid” olarak görenler de “mütefekkir” oluşunu idrak edemeyenler de anlayamadı. Müslüman gençliğin sahîh bir tarih şuuruna sahip olması için bir ömür büyük bir mücadele veren bir Üstad’ın yeni kuşakların fırtınalı denizde rotalarını aradığı bir zamanda bir zuhûl eseri olarak Üstad Necip Fazıl’ın namazla münasebeti noktasında sarfettiği cümleler büyük bir hayal kırıklığına sebep olmuştur. Müslümanın kardeşine karşı, “Haydi kusur işle de onu ilan ederek seni millet nazarında pespayeye çevireyim” anlayışından ne kadar uzak olması gerektiğine 99 Büyük Doğu Çağına Doğru Allah ve Rasûl talimatlarıyla müdrik olan bu Üstad, siyak sibakından koparılan ya da tahrik edici bir suale cevap sadedinde sarfedilen beyanatında belki de Üstad Necip Fazıl’ın mürşidinden naklettiği şöyle bir namazı kasdetmiştir: “Abdulhakîm Arvasî Hazretleri dedi ki: ‘Ben tam namaz olarak ömrümde yalnız iki rekat kılabildim; o da Medine’de mukaddes Ravza’da kıldığım namaz...’”88 Müktesebatı, fikrî istikâmeti ve dava şuuru itibariyle sözüne itibar edilen bir büyük tarihçinin, Üstad Necip Fazıl’ın namazıyla alakalı ifadeleri, Büyük Doğu’dan uzaklaştıracağı gençleri ya mealcilere ya da mezhepsizlere mahkum edecektir. Bundan da en ziyade milletimizin bu büyük tarih hocasının ızdırab duyacağı muhakkaktır. *** 88 Necip Fazıl, İman ve İslâm Atlası, s.131. 100 Büyük Doğu Çağına Doğru ŞUURDAN ŞİİRE NECİP FAZIL; İDEALDEN ÜTOPYAYA NAZIM HİKMET “ Büyük Fetihler”, büyük ruhlu kahramanların insanlığa hediyesidir. İlk onlar yarar kuşatmayı, ilk onlar göğüsler saldırıları, ilk onlar teselli eder muzdaribleri, bela anında ilk onlar kurar sabır cümlelerini… Peygamber-i Ekber onların, onlar da millet-i İslâm’ın ellerinden tutar. Tecdîd, onlarla sözden fiile dönüşür. Vahyin önündeki engeller onlarla kalkar. Onlar eker, bozkırlar onlarla ormana döner. Birkaç kişiyle başlayan yürüyüş onların kumandasında “hareket” olur. Velilerin, sıddıkların kanı gibi mütefekkirin mürekkebi de sel olur, medeniyetin kapısına vurulan kilidi kırar, parçalar. Yeryüzü göklerle, kul Rabbiyle, Şeriat cemiyetle onların irşadıyla buluşur. 101 Büyük Doğu Çağına Doğru Harekette, âlim/mütefekkir nefer; Peygamber-i Ekber ise komutan olarak rol alır. Her birinin ortak gayesi, Şeriat’a yol açmaktır. Nefer kadrosundan kimi Bilal b. Rebâh gibi boynundaki kementle Mekke sokaklarında dolaştırılırken “Allah-u Ekber” diyerek, kimi Ömer Muhtar gibi tekkeyi cihad meydanına taşıyarak, kimi de Üstad Necip Fazıl gibi, “Anadolu kürsü, bizse büyük destanın sözcüsüyüz.” diyerek Şeriat’ın yolunu temizler. Cemâdâttan Cemaate, İhtilaftan Rahmete Kitap, “hamd”den sonra onlardan bahseder; “Allah’ın seçilmiş kullarına selam olsun.” der. Elleri, renk ayrımı yapmadan her kıtadan Müslümanların elleriyle buluşur onların. Kalabalık onlarla “ümmet” olur; cemâdât cemaate dönüşür. İhtilaflar Kitab’a, Sünnet’e arz edilir, “rahmet” olur. Onlar, İstanbul’a dair konuşurken Şam’ı, Şam’a dair proje geliştirirken de İstanbul’u nazara verirler. Bütün İslâm şehirleri bir vücudun azaları gibi görülür; Gazze’ye düşen bombanın katlettiği çocukların taziyesi İslâmâbâd’da alınır, namazı ise İstanbul’da kılınır. Kölelikten kulluğa yürüyüş adımları Türk’e, Arab’a göre değil, İlahi Rıza’ya göre atılır. Yol boyu kopuşlar olsa, bedeller ödense de, geride kalanlar, “bunyân-ı mersûs”u korumaya devam eder. Küresel güçlerin aşamadığı yapı işte o kopuştan geride kalanların ümmet yapısıdır. Her veli, her mütefekkir 102 Büyük Doğu Çağına Doğru saldırı nereden gelirse gelsin, yağmurda, karda hep o yapıda bir tuğla olarak kalmakla mükellef olduğunu bilir, yerini terk etmez. Allah Rasûlü’nün İlim ve Fikir Vadisi Allah Rasûlü’nden tevarüs eden ilim mecrası medreseyi, medrese de fikir ve siyaset vadilerini sular. Onu görmeyenler, talebe kadrosuna bizzat katılamayanlar bu mecradan beslenerek ilim ve fikir gıdalarını alır. Zamanla ilimde, fikirde, harekette divaneler kadrosu zuhur eder. Mütefekkir eşya ve hâdisenin her nevisini ona göre değerlendirir: “Ne getirdin, götürdün, bildirdinse amenna” der; İslâm’ı hayata değil, hayatı İslâm’a uydurur. Necip Fazıl Abdulhakîm Arvasî, ilim ve irfan bahçesinden aldıklarının bir kısmını Üstad Necip Fazıl’la paylaşır. Üstad, eşyanın aşılmaz gibi görünen duvarlarını Büyük Veli’den aldığı o ruhla aşar: Otuz üç yıl saatim ilerlemiş ben durmuşum Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum. Necip Fazıl, İslâm’ın ilim ve fikir mecrasında Batı’dan aldığı her şeyden arınır. Üniversitenin, sanatın, edebiyatın günahlarından orada tövbe eder. Küçük işlerden vazgeçer. İlahi rahmetin sağanakları altında ıslanan ruhu daha sonra ne estetik kaygıları, ne de sanat çevrelerinin değerlendirmelerini dikkate alır. 103 Büyük Doğu Çağına Doğru Şiiri bir tebliğ vasıtası olarak görür. Allah’a göre yaşar. Mühim hakikatleri şiirle söyler. Her bir mısrası “bin yaradan kanayan ruhun attığı o müthiş çığlığa” tercüman olur. Dipsiz bir derinlikten kopup gelen ilahi aşk ,Müslüman yüreği sarıp sarmalar. Hz. İbrahim gibi tek başına ümmet olur Necip Fazıl. Hz. İbrahim’in Keldânilere meydan okuduğu gibi, Üstad da dinsizlere karşı yalnız başına söyler yenilmezlik destanını… Necip Fazıl, camiye hapsedilen ve ilk mektep sıralarından itibaren çocuklara hamalların dini olarak anlatılan İslâm’ı, sanat cephesiyle Edebiyat meclislerine taşır, Allah’a ve Rasûlü’ne iman etmenin sanatta da en büyük olmaya mâni olmadığını gösterir. Sakarya Türküsü ile bittiği zannedilen İslâm-Küfür savaşının yakın bir gelecekte tekrar şiddetleneceğini ve Sakarya’nın Peygamber’in kılavuzluğunda nihaî zaferi kazanacağını söyler. Zikir Seslerinden İnkar Naralarına Nazım Hikmet Küfür yobazlığını neşir vasıtalarından biri olarak da öne çıkan şiir, Üstad’la heva ormanlarından iman mecrasına taşındı, Onunla sanata iman, eman geldi. Ne var ki İslâm’a aidiyetinden dolayı ya eserleri okunmadı ya da okutulmadı. Tiyatroları yasaklandı. Üçüncü sınıf şâirlerle aynı safta gösterilmeye çalışıldı. Bir mukayese yapılırken, “Bizim de adamımız 104 Büyük Doğu Çağına Doğru var.” denilerek Üstad, Nazım Hikmet’le eşleştirildi. Nazım, bilinci parçalanmadan önce kaleme aldığı, “Burda bütün gözleri bir siyah el bağlıyor.” dediği “Ağa Camii” şiirinde “Ey bu caminin ruhu: Bize mucize göster.” diyerek mâbede sığınır. “Dergah’’ şiirinde ise, Ey ulu Allah’ım, ey Ulu Rabbim! Kuyuda zikreden, ağlayan kimdi? İçine eğildim... anladım şimdi: İsm-i celâlini candan andıkça, Yer yer yükselerek çalkalandıkça, Kuyunun zulmette parlayan suyu... Kuyu zikrediyor, ağlıyor kuyu!...” diyerek eşya ile halvet olup Mevlası’nı zikrettiğini itiraf eder. Ne var ki Nazım düşünce krizine girdiğinde elinden tutup ona yol gösterecek Abdulhakîm Arvasî gibi bir mürşitten mahrum olduğundan, Yahya Kemal’e olan öfkesiyle parçalanan şuurunu toplayacak birini bulamaz ve ucuz işlere itibar edip ideallerin değil, ütopyanın şâiri olmayı tercih eder. Tekke duvarlarının zikir seslerini duyan şâir, zamanla Allah’a secde etmeyi hürriyete pranga vurmak olarak görür ve en rahatsız edici inkar naraları ondan gelir. Nazım Gizlese de Kelimeler İtiraf Eder Nazım, “Yalınayak’’ şiirinde yabancı kalmaya özenle dikkat ettiği Akif ’ten, dolayısıyla da sanat kumaşlarının farklılığına rağmen Akif ’le aynı ruh kö105 Büyük Doğu Çağına Doğru künden beslenen Necip Fazıl’dan feyiz aldığını gizleyemez. O gizlese de kelimler itiraf eder. Nazım, İslâm sanat vadisinde otladı, Moskova’da sağıldı. Şiddetli bir kırılmayla öylesine tersine döndü ki bir zamanlar her şeyini muazzam gördüğü İslâm’ı tahkir edip, komünizmanın sınırsız propagandasını yaptı. Kâinat’ın Efendisi’nin ikliminden şiirini besleyen Üstad Necip Fazıl, kuşak kuşak ölümsüzleşirken; eteğine yapıştığı komünizmanın akıbetine uğrayan Nazım, birkaç eseri dışında hayattan arşive kaldırıldı. Çünkü her kitabın ömrü, ideolojisinin ömrü kadardır, ideoloji bitince kitap da biter. Üstad, şiirini hayy ve lâyemût olan Allah’a, Nazım’sa Moskova’nın katillerine secde ettirir. Ayaklara düşen mabuda secde eden şâir de nesillerin ayakları altında kalır. Şiir ve Şuur Nazım, şiire şuur veren İslâm’dan kopunca sun’î bir hayata mahkum olur: “Ben diyorum ki ona: kül olayım kerem gibi yana yana/ Ben yanmasam/ Sen yanmasan/ Biz yanmasak/ Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa...” mısralarıyla fikir çilesi çeken sanatçı intibaını vermeye çalışsa da, mitolojiler şâiri olmaktan kurtulamaz. Nazım, on binlerin komünizma ile rabıtasını kurarken de yalanlara sarılır, sanatkar olduğunu iddia 106 Büyük Doğu Çağına Doğru ederken de... Yapmadıklarını, yapamayacaklarını söyler; Üstad’la şuurdan şiire gittikçe sözün değeri artar; Nazım gibi hevadan şiire gidenlere yaklaştıkça ise ondan da, onun temsil ettiği ideolocyadan da soğur insan. Su diye koştuğu şeyin serab olduğunu anlar. Komünizma: 25 Kuruş Konya cezaevinde, vaktiyle Bursa hapishanesinde kalmış bir mahkumun Nazım hakkında Osman Yüksel Serdengeçti’ye anlattığı şu hâdise Nazım’ın neden arşive kaldırıldığının, temsil ettiği yanlışların neden millet vicdanında kabul göremediğinin onlarca şahidinden biridir: “Ben hapiste iken arkadaşlardan biri komünizmayı merak eder. Doğru Nazım Hikmet’in yanına gider ve sorar: ‘Ağabey Komünizma nedir?’ Nazım, cebini göstererek; ‘Sok elini buraya’ der. Mahkum çekinerek sokar. ‘Ne kadar para varsa al’ der Nazım. Mahkum alır. İki tane yirmi beş kuruş vardır. Kızıl şâir yirmi beş kuruşlardan birini ona verir, birini de kendi alır. ‘İşte Komünizma budur.’ der. Bu hareket mahkumda komünizmaya karşı bir hayranlık uyandırır. Nazım Hikmet’le samimiyeti ilerletir. Bir gün Nazım’a sormadan cebine sokuverir elini. Bakar ki iki tane elli lira var. Birini Nazım’a verir, diğerini kendisi almak ister. Fakat her şeyi paylaşma vaadinde bulunan Nazım kızar, adamı yanından kovar ve elli lirayı zorla geri alır. 107 Büyük Doğu Çağına Doğru Bu hâdiseyi dinledikten sonra, meğer Komünizma ne ucuzmuş, 25 kuruş olmuş, dedik.’’ Biri Büyük Mukallit, Diğeri ise Hakk’ın Sözcüsü Nazım hayatı dünya ile sınırlandıran, o dünya için büyük hayaller kuran bir mukallid; Necip Fazıl ise Ukbâ’yı insanın dünyasına çeken, Allah için yazan, Allah için yaşayan bir İslâm mübelliği, yani hakikat sözcüsü… İslâm mübelliği ciğerinden kalemine kan çekerek yetiştirdiği neslin muhafazası için Anadolu’da kalır, defalarca hapse girer, hayatı dahil her şeyini ortaya koyar: Ey hasis sarraf ,kendine bir başka kese diktir! Mezarda geçer akçe neyse, onu biriktir! Üstad Necip Fazıl, maddeyi mananın emrine verirken; Nazım, fikrini 25 kuruşa satar. Şiirini Marksizm’in propagandası için bir doktrin ve ezbere tespitler olarak görür. Halkın derdiyle ilgilenmek gibi bir meselesi hiç olmaz. Sezai Karakoç’un ifadesiyle Nazım, doktrinine kanıt ve uygulanacak alan bulma bakımından ilgilenmiştir halkla . “Trrrum, Trrrum, Trrrum! Trak! Tiki Tak!/ Makinalaşmak istiyorum. Mutlak buna bir çare bulacağım. Ve ben ancak bahtiyar olacağım/ Karnıma bir türbin oturtup/Kuyruğuma çift uskuru taktığım gün!” Nazım, halkın daha müreffeh bir hayat yaşaması 108 Büyük Doğu Çağına Doğru için değil, Komünizmanın propagandasını yapmak için tam bir pazarlamacı ağzıyla makineyi taklid eder. Bu tarzı gösteriyor ki, Nazım eğer bir kasabada hayvan tüccarı olsaydı, elindeki hayvanları satabilmek için pekala şiirinde hayvan sesleri hakim unsur olacaktı. Makineleşen bir ideolojinin içinde ruhunu da yitiren şâir, sanat iddiasıyla makine dişlileri gibi garip sesler çıkarır. Nazım, estetik ve poetik kaygılardan kurtulamazken, Üstad’da bütün bunlar mutlak hakikati bulmanın vasıtası olarak bir değer ifade eder. O, kellesini milyonların ayak bastığı cemiyet meydanına atarak, fildişi kulesini yıkmış, halkın içine dışarıdan bakan muteşâir değil, halkın içinden gelen şiir sultanı olmuştur. Makine şâirini pohpohlayıp, Üstad’ı boykota tabi tutanlar şunu unutmasınlar ki, bu kirli propaganda Büyük Doğu’nun zuhuruna mâni olamaz. Çünkü Büyük Doğu, İslâm’ı anlama ve hayata tatbik etme hareketidir. Nazım’ın ölümünden (v.1963) 6 yıl önce yaşadığı şu olay, Komünizma adına söylediği, yaptığı her ameliyenin hakikatte hükümsüz olduğunu gösterir. Nitekim Prof. Mustafa Mehmet, Hürriyet’ten Celal Demirbilek’e mevzu ile alakalı yaptığı açıklamada (7 Şubat 2004) şunları söyler: “Yıl 1957, Ramazan ayının 27’nci günüydü. Romanya Bilimler Akademisi Tarih Enstitüsü’nde çalışıyordum. Enstitü Müdürü beni odasına çağırınca çok 109 Büyük Doğu Çağına Doğru heyecanlandım. Komünist rejimde bir işçinin müdürü tarafından odasına çağrılması pek hayra alamet değildi çünkü. Bana ‘Otur’ dedi. ‘Scinteia Gazetesi’ni okudun mu?’ O gazete İşçi Partisi Merkez Komitesi yayın organıydı. Evet, dedim. ‘O zaman Nazım Hikmet’in Bükreş’te olduğunu duymuşsundur’ dedi. Beni şöyle aşağıdan yukarı doğru süzdü. ‘Hemen evine git, elbiselerini değiştir ve Athena Palace Oteli’nde kalan Nazım Hikmet’in yanına git. Nazım Hikmet Türkçe bilen biriyle konuşmak istiyormuş. Ne isterse ona göre hareket et. Ardından ‘Bize de bilgi ver’ diye ekledi. Athena Palace Oteli’nde Nazım Hikmet’in odasının kapısını ürkek ürkek tıklattım. Kapıyı kendisi açtı. İriyarı bir insandı. Çok heyecanlanmıştım. İçimden ‘Ey garip Mustafa, sen nire, Nazım Hikmet nire’ dedim. ‘Türkçe konuşan sensin değil mi?’ diyerek beni odasına buyur etti. Odada Ankara mı, İstanbul mu bilemediğim bir radyo çalıyordu. Yanında sonradan adını yanlış hatırlamıyorsam Galina (Nazım’ın doktoru ve sevgilisi Galina Grigoryevna Kolesnikova olsa gerek) olduğunu öğrendiğim hanım da bana tebessüm etti. “Şoförün Camiye Gittiğimizi Bilmesini İstemedi” Nazım Hikmet bana ne iş yaptığımı sordu. Gözlerinden Türkçe bilen biri ile konuşmanın mutluluğunu okuyordum. Birden sandalyeden ayağa kalktı ve bana 110 Büyük Doğu Çağına Doğru tok bir sesle ‘Oruç tutuyor musun?’ dedi. ‘Kardeşim bu akşam Kadir Gecesi’dir. Beni camiye götürmeni istiyorum.’ ricasında bulundu. Şaşkınlık içinde, olur efendim, diyebildim. İçimden, ‘Allah Allah! Koskoca bir komünist nasıl olur da...’ diye geçirdim. Siz akşam ezanından sonra hazır olun, dedim. Devlet ona bir araba tahsis etmişti. Teravihe kadar camiyi ziyaret ederiz diye anlaştık. Odadan çıkınca beni bir panik aldı. Teşkilata haber versem bir türlü, vermesem bir türlü. Şimdi yıkıldı orası ama Carol parkının içinde bir göl, ortasında bir adacık, onun üstünde de şirin bir camimiz vardı. İmama önceden haber verdim. Çok önemli bir misafiri akşam ile teravih namazı arasında camiyi ziyarete getireceğimi ve küçük bir mevlit programı yapmasını istedim. Nazım ve yanındaki hanımla camiye doğru yola çıktık. Nazım Hikmet, gittiğimiz yeri şoförün bilmesini istemiyordu. Arabayı camiye uzak bir yerde durdurttu, şoförü yolladı. Cami yarıya kadar doluydu ve mevlit okunuyordu. Nazım Hikmet için caminin ortasına bir sandalye konulmuştu. Nazım sandalyeye oturdu. Yanındaki hanım ise ayakta durdu. İmam bana mevlitten kısa bir parça okumamı istedi. Ben de “Ey Azizleri” okudum. Nazım dinledi. Sonra cemaate ünlü şâirin aramızda bulunduğunu duyurdum. İşte bu sırada Nazım kalkıp, cemaate ‘Ben Komünistim. Ama sizleri böyle cami gibi kutsal bir 111 Büyük Doğu Çağına Doğru mekanda derli toplu görmekten son derece mutlu oldum ve çok duygulandım.’ dedi. Camiden Çıkınca Vedalaştık ve camiden çıktık, köprüyü geçtik. Birkaç adım attıktan sonra Nazım sendelemeye başladı. Eliyle göğsünü tuttu, ‘Kardeşim ben ölüyorum’ dedi. Yere doğru yığılırken, bir kolundan ben diğer kolundan ona eşlik eden hanım tutup zorlukla parktaki bir kanepeye yatırdı. Hayatımın en güç anlarını yaşıyordum. İçimden, ‘Burada ölürse ben Komünist Partisi’ne ne derim’ diyordum. ‘Onu neden camiye götürdün’ diye sorduklarında ne cevap verecektim? Yanındaki kadın Nazım’ın başını dizlerine koydu. Çantasını karıştırıp bir ilaç verdi, taksi çağırmamı istedi. Nazım arabaya biner binmez nefes almakta zorluk çektiği için bütün camları açmamızı istedi. Şoföre bizi ormanlık Herastrav Parkı’na götür dedim. Nazım biraz açılır gibi oldu. Karnının aç olduğunu söyleyerek gittiğimiz yerde lokanta olup olmadığını sordu. Lokantada kendine geldi.”89 Nazım, hayatının sonunda ilk çizgisine geri dönme iradesi gösterdi, bir Kadir Gecesi’nde yıllar önce kurtarıcı olarak gördüğü camiye döndü, bu dönüşle yazdığı her şeyin ucuz propaganda olduğunu ilan etti fakat, kendisine o şöhreti verenlerden korktuğundan dolayı nihai hamleyi yapamadı. Eserlerini tashih etAlındığı site: http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber. aspx?id=201117. 89 112 Büyük Doğu Çağına Doğru meden aramızdan ayrıldı. Acıyın, ona ve onun gibi zavallılara… Acıyın, ondan medet umanlara… Acıyın, ideolojisine kendini bile inandıramayan Mayakovski’nin işportacısına bir ömür verenlere…. Acıyın ona, onun şakirtlerine, şâirciklerine… *** 113 Büyük Doğu Çağına Doğru BÜYÜK DOĞU KÜLLİYÂTI O kulda, hayatta Allah’tan bahsetmenin yasaklandığı gün; Anadolu, Büyük Doğu Mimarı’nın öncülüğünde muazzam bir fikir ve hareket hamlesine şahit oluyordu. Yalnız başına bir Müslüman bütün küfür yobazlarına meydan okuyor, İslâm gençliğine de “Batı’nın akıl ocağında bulacağınız en sahici gerçekler, onun İslâm’dan aldığı hakikattir. Sahtesine değil, hakikatine geliniz.” diyordu. Var olmakla, yok olmak arasında ecel terleri döken Anadolu evlatları, “Büyük Doğu” kürsüsünde bayraklaşan; “Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya; Yüzüstü çok süründün ayağa kalk Sakarya” çağrısı ile neyi, nerede arayacaklarını, kuruyan damarlarını 114 Büyük Doğu Çağına Doğru canlandıracak irfanı yalnızca Allah Rasûlü’ne teslimiyette bulabileceklerini idrak ediyorlardı. Hakkari’den Edirne’ye kadar bütün Anadolu, dava şuurunu Üstad’ın fikir ve hareket mecrasından aldığı hakikatle Sakarya’nın sularında terkib ediyordu. Milletin, ölümden daha derin uykulara dalıp, fikrî ve fiilî varlığını yitirdiği, mektepte İslâm’la olan bütün rabıtalarını kopardığı günlerde yayın hayatına başlayan Büyük Doğu Mecmuası (17 Eylül 1943), tam 35 yıl farklı aralıklarla Anadolu evlatlarını, ayağa kalkıp Batı’yla Hesaplaşmaya çağırdı: Sen bir devsin, yükü ağırdır devin! Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin! Üstad’ın ruhunda pişirdiği tefekkür iksiri, her nevi inkarcı ideolocyanın mefluç hale getirdiği sanat ve edebiyat vadilerine de hayat verdi. Üstad, yalnız başına hayatın bütün cephelerinde İslâm adına savaşan dava adamıydı aynı zamanda. Ebûssuud’dan olduğu gibi, Baki’den, Sinan’dan, Barbaros’tan da koparılan millet evlatları, İslâm’ın ne ilim, ne sanat, ne mimari, ne askeriye ve ne de siyasetle irtibatını kurabiliyor. Din namına her şeyi inkar eden bir eğitici kadrosu karşısında evden aldığı “kocakarı imanıyla” ayakta durmaya çabalıyordu. Bir yapıtın sanat eseri olabilmesinin yegâne ölçüsünün, “İslâm’la hiçbir şekilde irtibatının olmaması gerektiği” tezinin işlendiği bir devirde Necip Fazıl imzasıyla yayınlanan şiirler, İslâm’ın sanat vadisi önüne 115 Büyük Doğu Çağına Doğru konan bütün bendleri parçaladığı gibi “Müslümandan şâir, müslümandan sanatçı olmaz” yalanlarını da hükümsüz kıldı. Küfür yobazlarının, İslâm’ı yegâne kurtarıcı nizâm olarak gören bu büyük fikir, sanat ve dava adamının karşısında dize gelişleri, aslında İslâm sanatı önünde dize gelişleriydi. Kamusunu yok ettikleri, medresesini kapattıkları, ulemâsını darağaçlarında şehit ettikleri ve “Bundan sonra bu topraklarda kimse İslâm iddiasıyla çıkamaz” dedikleri bir zamanda Necip Fazıl, milletin “küfre” cevabıydı. Yok edilmeye çalışılan dilinin, dininin, çiğnenen ırzının hesabını soruyor ve “ciğerinden kalemine kan çekerek” bütün olanların hesabını soracak bir nesil yetiştiriyordu: “Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâvacısı bir gençlik... Halka değil, Hakka inanan; meclisinin duvarında ‘Hakimiyet Hakkındır’ düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakk’a kölelikte bilen bir gençlik...” Üstad, her şiirin, her tiyatronun, her gazetenin İslâm’ı tahkir ve tezyif vasıtası olarak kullanıldığı bir dönemde Anadolu evlatlarını her alanda küfür yobazlarından müstağni kılacak adımlar attı, eserler telif etti. Tiyatrodan dönerken imanından bir şeyler kaybettiğini hisseden millet evlatları, Onun kaleme aldığı “Bir Adam Yaratmak”, “Tohum” gibi eserleriyle hem tiyatronun nasıl olması gerektiğini gördü, hem de onların dünyasında tiyatro, mukaddesatı anlatma, 116 Büyük Doğu Çağına Doğru imanı tahkim etme aracı haline geldi. Şehir tiyatroları Üstad’ın eserlerini haftalarca kapalı gişe oynadı. Tiyatro yazarlığından şâirliğe, fikir ustalığından İslâmî harekete her şey, Onun elinde “Mutlak Hakikat”e hizmet vasıtasıydı: Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış. Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış. Üstad, eserleriyle küfür cephesinde hem şaşkınlığa hem de öfke patlamasına sebep oldu. Kazandıklarını zannettikleri cephelerde onların, adına şiir, adına tiyatro dedikleri belli bir şahsa yalakalık yapma denemelerinin “muşambadan eserler” olduğunu gösterdi. Allah Rasûlü’ne inanmanın fikirde ve sanatta terakkiye mâni olacağı “yalanı” ellerinde patladı. Allah Azze ve Celle tek bir adamla bile bilumum küfür yobazlarını mağlup edeceğini gösterdi. Üstad, Hz. İbrahim gibi, “Size de, Allah’ı bırakıp taptıklarınıza da yuh olsun.”90 dedi. Abdulhakîm Arvasî’yi tanıdıktan sonra yazdığı her eserin, akdettiği her konferansın özeti aslında “sizin yalanlarınıza ve diktiğiniz putlara yuh olsun”dan ibaretti. Ruhunu Batı aklına kaptırdığı Tanzimat’tan itibaren İslâm’a öfke kusan, Allah’a kulluğu yobazlık olarak gören “belhum edal”den daha aşağı taklitçilere, fikrin de bir namusu olduğunu gösterdi. Kaleminin gücünün, yanlışların millet evlatlarına tesir etmesine mâni olduğunu gören komünistler, bir gün huzuruna gön90 Enbiyâ: 67. 117 Büyük Doğu Çağına Doğru derdikleri “Rus sefiri” vasıtasıyla ona şu lanetli teklifi yapmışlardı: “Komünist olsanız size Moskova’nın yarısını veririz”. Üstad’ın şu şiiri bu nevi bütün tekliflere cevabıydı: Ellerime uzanan dudakları tepeyim. Allah diyen, gel seni ayağından öpeyim. Üstad, küfre karşı vakarı bütün sûret ve şekilleriyle kuşandı, milletin eğilmeyeceğini gösterdi. Kasabada orta mektebi, ilçede liseyi bitirip, büyük şehirlerde üniversite okumaya giden Anadolu çocuklarına, köşe başlarını tutan “mütref yapılanma”nın ya da sabetayist cemiyet pramitinin, esasında mukavvadan sûretler olduğunu ve elindeki iman kılıcıyla hepsini hak ile yeksan edeceğini anlattı. İslâm’ı, cumadan cumaya radyo programında konu edinmeyi, ölünün musalla taşı üzerine uzatılmasını İslâm’a yetecek kadar kafi bir hürriyet olarak gören küfür yobazlarına, yanına aldığı millet evlatlarıyla şöyle dedi: “İslâmiyet’i istemiyor, ondan nefret mi ediyorsunuz? Lütfen, ondan devraldığınız her kıymet ve serveti iade edin de öyle konuşalım! Başta sancak olmak üzere bütün vatanın; kumar parası gibi harcana harcana tükenmeyen ve hala dünyanın en nazik kilit noktalarını çerçeveleyen coğrafyamızın iadesini istiyoruz! Bu kilit noktalarını ele geçiren ruha sadık olmayanlar, onun infak hakkı üzerinde nasıl mülkiyet iddia edebilirler?”.91 Üstad, Anadolu kıtasının gerçek sahipleri olduk91 Hitabeler, 185. 118 Büyük Doğu Çağına Doğru larını söylediği millet evlatlarına karşı tevazusuyla, “Kendi aralarında merhametlidirler.”92 ayetine mazhar oldu. Üstad! Siyaset, tarih, sanat, davet külliyelerinden oluşan bir üniversite gibiydi. Öğrenci gibi seyyar satıcı da Büyük Doğu ile tanışınca kitap çapında bir müktesabata sahip olurdu. Onun, “kapıdan göndersem bacadan gelir” ifadesiyle Büyük Doğu’ya bağlılığını ifade ettiği bir seyyar satıcı, üniversite talebeleri için öğretim üyelerinden daha ziyade dinlenmeye ve sohbet edilmeye değer görülürdü. Talebeler, fakültedeki derslere gitmez, Marmara Kıraathanesi’nde ya da Küllük de Üstad’ın çevresinde yetişen seyyar satıcıyı dinlerdi. Devrimbaz öğretmenlerinin inkar hezeyanları karşısında susan lise talebeleri, onu tanıdıktan sonra “Büyük Doğu” lügatıyla onlara karşı koyarak, “Beni Allah tutmuş kim eder azat.’ derdi. Millet evlatları, Mecmua’nın çıkacağı günü heyecanla bekler,“Büyük Doğu” nizâmnamesine göre ruh ve şekil bulan “Büyük Doğu” üniversitesinde, “Büyük Doğu” idealinin ana kitabı “İdeolocya Örgüsü”nü okuyarak, hem İslâm’ın ne olduğunu ve hem de onu yıkmak için uydurulan devrim masallarının ne kadar sığ, basit ve naif düşünce marazları içerdiğini görürdü. Üstad, İslâm gençlerinin kime niçin iktida etmesi 92 Fetih: 29. 119 Büyük Doğu Çağına Doğru gerektiğini müşahhas örnekler çerçevesinde anlatabilmek için ham yobazların karanlık sûretleriyle gölgelemeye çalıştığı alana yöneldi ve alınlarında İslâm tuğrası taşıyan sonsuzluk kervanının nurdan heykellerini; “Veliler Ordusundan 333”, “Başbuğ Velilerinden 33”, “Son Devrin Din Mazlumları”, “O ve Ben” gibi eserlerinde anlattı. Hocaların süflî bir genellemeyle, çok yiyen, menfaat düşkünü, ölü istismarcısı olarak gösterilmeye çalışıldığı bir dönemde akıllara hayret verecek veliler hayatını anlatarak millet evlatlarına “gerçek kahramanları” gösterdi. Üstad, bütün siyer kitaplarından farklı bir dille kaleme alınan “Çöle İnen Nur”da Allah’a giden biricik yolun, Allah Rasûlü’ne ait olduğunu, insanlığın umudunun da ufkunun da O olduğunu anlattı. Üstad, Allah’ın insan ehramında en yüksek noktada en güzel eseri olarak yarattığı Efendimiz’e karşı aşkını ifade ederken de şöyle demişti: “Topuğunu bir kere öpebilmiş bir kum tanesi olabilseydim.”.93 “Kısa ve kalın hatlarıyla Batı, ince ve mahrem çizgileriyle de Doğu…”yu anlattığı ve “İdeolocya Örgüsü’ne bağlı olarak benim en başa alınması gereken verimlerimden biri” diye nitelediği “Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu” başlıklı eserini kaleme alarak, “Türkiye’yi, İslâm alemini ve bütün insanlığı kurtaracak sistemin örgüsünü lif lif ortaya koydu. Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, neye, niçin kar93 Çöle İnen Nur, 10. 120 Büyük Doğu Çağına Doğru şı çıkılacağını göstermenin yanında, neye, niçin teslim olunacağını resmetmektedir. Yüz civarında eseri olan Üstad, birilerinin İslâm’ı, çağın hakim unsurlarına göre yeniden yapılandırmak istediği, ümmete rağmen küresel eşkiyalarla kirli ittifaklar kurduğu, İslâm’ı ortadan kaldırmaya yönelik çalışmalara “ictihad” deyip meşruiyet kazandırmaya çabaladığı bir zamanda yeniden okunmalıdır. Büyük mecrası öz derinliğine kavuşmalı ki kirlenen vadilerimiz İslâm’la yeniden temizlensin. *** 121 Büyük Doğu Çağına Doğru RAHLEMİZDE MUSHAF-I ŞERîF, OMUZUMUZDA BUHÂRî, SIRT ÇANTAMIZDA İDEOLOCYA ÖRGÜSÜ K ilise, Anadolu’yu silahsız bir haçlı seferiyle geri alacak kadroyu yetiştirmeye tahsisli Amerikan Koleji’ni Sultan Fatih’in gemileri karadan yürüttüğü Rumeli Hisarın’da açmıştı. Ahmet Vefik Paşa’dan alınan arsa üzerine kurulan ve her nevi fesat mikrobunun üretim çiftliği olan bu okul, model alındı ve 1905 tarihi itibariyle Anadolu’da ecnebîlere ait kolejlerin sayısı altı yüze ulaştı. Misyoner Cyrus Hamlin, Amerikan Koleji olarak açılan ve daha sonra adı Robert Koleji olarak değiştirilen okulun konumunu “Hristiyanlığın İstanbul’a giriş kapısı” olarak ifade etti. Ahmet Vefik Paşa’nın okula arsa tahsisinden zi122 Büyük Doğu Çağına Doğru yadesiyle müteessir olan II. Abdülhamid (rahimehullah), Paşa’nın ölümü sırasında (1891) nereye gömüleceği kendisine sorulduğunda; “Onu, Kayalar Kabristanına Sultan Fatih’in gemileri karadan yürüttüğü yere defnediniz. Robert Koleji’nde çalınan çan sesleri kıyamete kadar kulaklarında çınlasın’ dedi. Robert Koleji’ni 1901’de AB (en yüksek ikinci not) derecesiyle bitiren Halide Edip Adıvar’ın İslâm kadınının modernleşmesinde oynadığı rol ve İstiklal Savaşı esnasında ısrarla Amerikan mandasını savunması ecnebî okulların etkisini resmetmesi açısından önemlidir. Rumeli Hisarı bir cihetle gemileri karadan yürüten iman ve iradenin abideleştiği merkez, diğer cihetle ise küfrün İslâm’ı çökertme planının başlangıç noktası olarak öne çıkıyor. Oluşla, yok oluşu cem eden bir nokta. Yıkıldığımız yerde yeniden doğrulma istidadına malik olabilecek miyiz? İlim, fikir ve harekete bulaşan inkar ve zillet virüslerini imha edebilecek miyiz? Yüreklere semadan sekînet yağıyor. İrademiz muhkem, itimadımız tam. Yakın bir gelecekte Rumeli Hisarı’nda rahlesinde Kur’an-ı Kerîm, omuzunda Buhârî-i Şerîf, sırt çantasında İdeolocya Örgüsü olduğu halde zuhûr edecek bir nesil, Hamlin’in “Robert Koleji’ni inşa ettiği noktada ümmetin “zafer kürsüsü’ olan İstanbul’a bakacak, mevcudu mütalaa, hali de muhasebe edecek ve işte orada “büyük fetih nizâmnamesi’ni 123 123 Büyük Doğu Çağına Doğru yazacak. Müslüman Gençler, ecnebî okullarında Batı aklıyla yetişen, ya da oralarda okumadığı halde onlarla gönül birlikteliği olan kuşağın teslimiyetçi duruşu nedeniyle kaybettiğimiz her şeyi, silahsız bir fetih harekâtıyla geri alacak. Âlem-i İslâm, bu fethin er ve kurmay kadrosundaki kahramanları istikbal etmeye hazırlanıyor. *** 124 Büyük Doğu Çağına Doğru MİLLİ GÖRÜŞ ve BÜYÜK DOĞU: İKİ AYRI BAŞLIKTA TEK BİR MEDENİYET PROJESİ A kif ömrünü İslâm coğrafyasını uyandırmaya adadı. İkbal, Kurtuba Camî’ni, Tarık’ın Duası’nı, Şikayet ve Yakarış’ı yazdı. Ali Haydar Efendi, Mustafa Sabri, Hasan el-Bennâ, Bediüzzaman, Seyyid Kutub, Ebu’l-Hasan en-Nedvî hâle çare aradı. Üstad Necip Fazıl fikirde istikâmeti tayin etti. Erbakan Hoca, siyasî krizin aşılması noktasında somut adımlar attı. Milli Görüş, Sünnet ve Cemaat çizgisindeki ilim, fikir ve hareket adamlarının mücadelelerinin hasılası oldu. Üstad ve Erbakan, İdeolocya Örgüsü ve Adil Düzen’le -selefleri gibi- İslâm’ın sadece iman, ibadet ve ahlaktan ibaret olmadığını, daha doğrusu ne ise o 125 Büyük Doğu Çağına Doğru olması gerektiğini anlattı. İki müellif, iki ayrı kitapta tek bir medeniyet projesi ortaya koydu. İdeolocya Örgüsü ve Adil Düzen Önce İdeolocya Örgüsü yazıldı. İdeolocya, bir mütefekkir ve hareket adamının dünyasında şekillendiğinden onda daha çok idealite öne çıktı. Erbakan Hoca, hâdiseye devlet adamlığı tecrübesini de katarak İdeolocya Örgüsü’nü Adil Düzen başlığı altında siyasî alana taşıdı, onu pratize etti. İki Ulu Hoca Üstad’la Erbakan Hoca arasında bir dönem zahir olan küçük çaplı ihtilafın arkasında da esasında idealite-pratize farklılığı vardı. Hâdise Ebûssuud’la İmam Birgivi’nin para vakıfları meselesindeki ihtilafına benzemekteydi. Her ikisi de haklıydı, ihtilaf ise hâdiselere farklı açılardan bakmalarından kaynaklanmaktaydı. İmam Birgivi, sivil bir alim olduğundan fıkıhta ideal olana meyletti. Ebûssuud ise ahkam-ı fıkhiyyenin icrasından mesul olduğundan uygulanabilirliği önceledi. Birgivi ve Ebûssuud yaşadıkları dönemin iki ulu hocasıydı. Her ne kadar zaman zaman hâdiselere farklı zaviyelerden baktıkları olduysa da fetvalarıyla İslâm’ın bölünmezliğini ve hayatın her şubesine hükmedeceğini anlatma noktasında aynı safta durdular ve hep aynı destanı söylediler. 126 Büyük Doğu Çağına Doğru İslâm’ın Fikir ve Siyaset Mümessilleri Tanzimat sonrası dönemde hocalar, “dünya işlerine aklı ermeyen sınıf ” olarak kabul edilince bilginin de öznesi değişmiş oldu. Hayattan kopan alimlerin bir kısmı medreseye çekildi, sarf-nahiv okutmayı, metin tercüme etmeyi yegâne vazife olarak telakki etti. Fikir ve siyaset alanı bütünüyle, İslâm’ı avam düzeyinde bilen insanlara kaldı. Onlar konuştu. Onlar siyaset üretti. İslâmî hareketi onlar yönetti. Üstad ve Erbakan Hoca, ulemânın hayattan bütünüyle tecrit edildiği bir dönemde İslâm adına hâle çare aradı. İslâm’ı yekvücud kabul eden iki ulu Hoca’nın; Abdulhakîm Arvasî ve Mehmet Zâhid Kotku (rahimehumallah)’nun bu iki öğrencisi İslâm’ın fikir ve siyaset mümessili oldu. Harf devrimi ve tedrisatın değişmesiyle siyasî ve ictimâî alanın dışında kalan ulemâya sözcülük yaptı. Onların söylemek isteyip de söyleyemediklerini gazete sütunlarından, meclis kürsülerinden dünyaya ilan etti. Çeşitli engellerle karşılaştılar, hakarete uğradılar, iftiralara maruz kaldılar, birinin namaz kılmadığı, diğerinin ise bir namazı birkaç defa kıldığı yazıldı. Üstad ve Hoca müslüman olmalarının gereğini yaptıklarından dolayı tutuklandı, hapse mahkum edildi. Fakat her durumda müstakim duruşları devam etti. Sarsılmadılar. Müslümanın, “imkansızlık” mazeretinin arkasına sığınamayacağını gösterdiler. Müslüman gençler, İslâm’ın iktisat nizâmı, ceza 127 Büyük Doğu Çağına Doğru hukuku gibi başlıklarının da olduğunu, dolayısıyla hayatın her şubesine hükmedeceğini ilahiyatçılardan değil, Üstad’dan ve Erbakan Hoca’dan öğrendi. Yani Üstad ideale tercüman oldu, Hoca ise bir anlamda Onun ideallerine uygulama alanı açtı. Yusuf’un Gömleği Milli Görüş, İslâm’ı camîye hapseden sekülarizme bir başkaldırı olduğu kadar, medeniyeti bütün şubeleriyle çağa arz ve tatbik hareketi olarak da temâyüz etti. Hoca, emperyalizmanın parçaladığı İslâm coğrafyasına döndü: “Yeniden Ankara, Bağdat ve Buhara Üniversiteleri’nin aynı programa sahip olacağını, Konya ve İslâmâbâd ovalarında yetişen ürünlerin aynı borsadan idare edileceğini” söyledi. Siyasî sahada olduğu gibi, iktisadî alanda da tam bağımsızlığı savundu. Ümmet coğrafyasını bölen sınırların sun’î olduğunu ve bir gün kalkacağını, İslâm dinarıyla dolar saltanatının biteceğini ifade etti. İstanbul, Hilafetin ilgasından onlarca yıl sonra Onunla ümmete, ittihâd-ı İslâm çağrısında bulundu. İslâm coğrafyasını muazzam bir heyecan kuşattı. O konuştukça emperyalizma endişelendi, mustazaflar cesaret kazandı. Üstad mukaddesatına sövülen millete dönüp, “Eğer bu millet ölmediyse o Fatih gelecek.” diyerek sabra ve direnişe davet etti. Umutlar yeşerdi. Büyük Doğu ve Milli Görüş gözlerini kaybeden fakat Yusuf ’a kavuşacağına dair umudunu yitirmeyen Hz. 128 Büyük Doğu Çağına Doğru Yakub’a gönderilen gömlek gibiydi. Onlarla gözlerimiz açıldı. Zulmet zail oldu, nur geldi. Kaba Softalar İçeride ve dışarıda bunlar olurken akademisyen, müftü, vaiz, müderris gibi unvanlara sahip kimi nasibsiz kaba softalar, İslâm algılarını sistemin inşa ettiğini, yani İslâm’ı yanlış öğrendiklerini düşünmeden, Üstad’ı ve Hoca’yı politika yapmakla itham etti. Sistemin övgüsüne mazhar olan bu zevat, onların şahsında yeniden gündeme gelen İslâm’ın muhit duruşunu reddetti. Aslında bu durum, müslümanın kendisine farz olan bir ibadeti yaptığından dolayı bir başka Müslüman tarafından tenkit edilmesi gibiydi. Daha açık bir ifadeyle hacca giden ya da namaz kılan bir müslümanı ibadetlerinden dolayı tenkit etmek nasıl süfli bir ameliye ise, Üstad ve Hoca’ya yöneltilen tenkitler de aynıydı. Hâdiseyi Büyük Doğu esasları çerçevesinde kıymetlendirmek gerekirse şöyle demek doğru olur: Propaganda kelimesi, o ulvi vazifeyi ifade etme gücüne sahip değildir. Fakat bununla yeniden İslâm Çağı’nın geldiğini haber vermeyi kastediyorlarsa, onlar işte tam da bunu yapmışlardır. Büyük Ödev Üstad ve Hoca, Müslüman gençlere büyük İslâm ödevini anlattı. Tespit ettiği sorunlar üzerinde isti’mâl-i fikirde bulundu. Hasılı tahsil ile meşgul ol129 Büyük Doğu Çağına Doğru madı. Dirilişin yol ve yöntemini gösterdi. Anadolu’yu bir ucundan diğerine defalarca dolaştı. Millet evlatları arasında yeni kahramanlar aradı. Ara Noktası Milli Görüş Hocayla iktidar olunca, Büyük Doğu Çağı da başlamış oldu. Hoca bir yılda on yıllık destan yazdı. Yobazlar, Büyük Doğu Çağı’nı varlığı adına büyük bir tehlike olarak görünce Hoca’ya karşı çok cepheli bir savaş başlattı. Allah Teâlâ öyle takdir etti ve destana bir ara noktası düşüldü. Hoca ve İFAM Hoca’ya vefatından birkaç ay önce İFAM’ı anlattığımızda ilgiyle dinlemişti. Sanki İFAM’ı, Milli Görüş ve Büyük Doğu’nun ulûm-u İslâmîyye akademisi olarak gördü ve problemi tesbit etme sonra da ona çare bulma noktasında şunları söyledi: “Hacı Bayram Camii’ne gitseniz orada pek çok namaz kitabı görürsünüz. Ne var ki Müslümanların, başşehirde en fazla uğradığı bu mâbedin avlusunda cihadla alakalı tek bir eser bulamazsınız. ‘Neden böyle?’ diye sorduğunuzda ise size denir ki, ‘Efendim! Fıkıh kitaplarında cihad bahsi mufassal bir şekilde anlatılmamıştır. Bu yüzden kitap çapında bir çalışma yoktur.’ Hadi bu ifadeyi bir an için doğru kabul edelim. Bunun gerekçesini araştırdığınızda şöyle bir gerçekle karşılaşırsınız; ‘Ulemâ zamanında cihadla alakalı bir eksiklik 130 Büyük Doğu Çağına Doğru söz konusu değildi. Zira cihad ibadeti bizzat devlet tarafından îfâ edilmekteydi.’ Bu yüzden, ayrıntıya girmek malumu ilam kabul edildi.” Hoca, ümmetin İslâm noktasında küllî bir bakıştan mahrum olduğunu, bu yüzden zahirle iktifa ettiğini anlatırken de şunları söyledi: “Hacı Bayram’daki sarıklı abidlere sürekli teheccüd kılan birinden bahsetseniz heyecanlanırlar fakat aynı kişilere bu şahsın cihad vazifesini terk ettiğini söylediğinizde buna taaccüb etmezler.” Hoca, İslâm nizâmının inşasında sürekli ehem olanı, mühime tercih etti. Bu noktada da şunları söyledi: “Sizler derslerinizde ümmet-i İslâm’ın ziyadesiyle ihtiyâç duyduğu hususlara ağırlık veriniz. Çözüm ve çareler üzerinde yoğunlaşınız. Her tefsîr ettiğiniz ayet ve şerh ettiğiniz hadis, ümmetin herhangi bir sorununu çözmeye matuf olsun, bu noktada yoğunlaşın.” Hoca, mezhep imamlarının fıkhî mirasından istifade edebilme ya da selefî mülahazaların yol açacağı bilgi anarşisinin önüne geçebilme noktasında ise şöyle bir tesbitte bulunmuştu: “Ağrıyı aspirinin içindeki asetilsalisilik asit giderir. Bu asetilsalisilik asit, kimya sanayinin konusudur. Eğer asiti, ilaç sanayinde hap haline getirmeden insanlara arz ederseniz, bu ölümlere yol açabilir. Kur’an ve Sünnet de kimya sanayine benzer. Fukahamız kimya sanayi hükmünde olan nassları, ilaç sanayi hükmünde olan fıkıh disiplini içerisinde cemiyetin sorunlarını çözecek bir 131 Büyük Doğu Çağına Doğru formata aktarmıştır. Sizler de günümüz ihtiyâçlarını dikkate alarak böyle bir çalışma yapmalısınız.” Eritre’yi İstanbul Kadar Yakın Kılan Adam Hoca hayatını İslâmî esasların inşasına adadı. Ümmetin gören gözü, işiten kulağı, hakkı haykıran sesi oldu. Ondan yana olduğunu zor şartlarda attığı fiilî adımlarla da gösterdi. Milli Görüş, Bosna savaşında bütün varlığıyla taraf oldu. Her nev’i riski göze alarak savaşın seyrini değiştirecek hayati adımlar attı. Zihinlerinden uzaklık kavramını çıkaran, Eritre’yi, Mora’yı, İstanbul kadar yakın gören bir nesil yetiştirdi. Milli Görüş, Kur’an-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’nin hülâsası, ecdadın mirasıydı; Hoca, Fatih’in, Abdülhamid’in siyasetinin devamıydı. Siyasî, iktisadî ve ictimâî manadaki adımları da hep bu çerçevede attı. Yeniden Büyük Doğu ve Milli Görüş Çağı Şimdi Göndoğumu... Milli Görüş’ün öz kardeşi İhvân-ı Müslimîn, Hz. Yusuf ’un medresesinde Mısır’ı bir daha vermemek için tedbirler alıyor, gün sayıyor. Tunus’da Nahda, Filistin’de Hamas düne göre daha fazla söz sahibi. Destana düşülen ara noktası kalkacak gibi. İslâm Coğrafyası ve Anadolu koşar adımlarla Hoca’nın ve Üstad’ın işaret ettiği hedefe doğru ilerliyor. Büyük Doğu ve Milli Görüş Devri yeniden başlayacak. 132 Büyük Doğu Çağına Doğru Son Söz Hasan el-Bennâların, Ebu’l-Hasan en-Nedvîlerin, Necip Fazılların ilim, fikir ve dava hassasiyetlerinin Muhterem Erbakan’ın devlet ve siyaset adamı kimliğiyle temessül etmesi demek olan Milli Görüş, İslâm’ı ilmihal düzeyinde bilen insanların ufkuna sığmayacak kadar büyüktür. Aksi bir mütalaa içinde olanlar ya da hâdiseyi politik zemine mahkum edenler tarihe bunun hesabını veremeyeceklerdir. *** 133 Büyük Doğu Çağına Doğru SECCADESİNİ ALAN AĞA CAMİİ’NE GELSİN! R amazanda yetimlerin başı okşanır, fukara sofraları nimete gark olur. Söze de, yüze de tebessüm gelir. Evde, tramvayda, trafikte hasılı insanların öfke seline tutulduğu bütün noktalarda, öfkeye sebep olanlar için de dua cümleleri kurulur. Bir Müslüman, gecenin bir yarısında Ramazan hediyelerinden oluşan bir paketi omuzlar şehrin bir ucundan diğerine, bir kardeşinin evine götürür ve üzerine, “Din kardeşinin hediyesidir, lütfedip kabul buyurunuz” şeklinde bir rica cümlesi yazıp bırakır, geri evine döner. Ramazan, gureba gönlünü hoş tutma mevsimidir. Onbir ay sokakları temizleyen, apartmanları silen, yevmiye hesabı çalışanların ayağına 134 Büyük Doğu Çağına Doğru hizmetin götürüldüğü aydır. Allah’ın muttaki kulları, içine riya karışır da kabul olunmaz korkusuyla titreyen kalpleriyle Ramazan’da da hayır hasenat yolunda koşar dururlar.94 Zenginler, Allah Rasûlü’nün , “Nice saçı başı dağınık, toz toprak içerisinde kapılardan kovulan kullar var ki, ellerini kaldırsalar Allah hiç birinin duasını geri çevirmez” buyurduğu gurebanın hizmetinde rıza-i ilahiyi ararlar. Bilirler ki, insanlar arasında “muteber” olmayan nice zayıflar var ki, dualarına icabet cihetiyle Allah Teâlâ katında pek kuvvetlidirler. Mâbedlerin Gurbeti İnsanlar gibi mâbedler de gurbete düşer. Garib mâbedlerde yapılan ibadetler, tıpkı gureba duası gibi icabete daha müstehaktır. Bir Yetîmu’l-Asr: Ağa Camii Bir Ağa’nın günah ve isyan merkezi olan Beyoğlu’nda yaptırdığı, bugün ise eğlence mekanları, müzik sesleri, civardaki kilise kalıntıları arasında gurbeti her renklerliyle yaşayan Ağa Camii, duaların müstecâb olduğu Yetimu’l-Asr bir mâbeddir. Gariblerin dualarını geri çevirmeyen Allah Teâlâ, garib mâbedlerde yapılan yakarışlara da icabet eder. Belki de bunun için Abdulhakîm Arvasî Hazretleri irşad için Ağa Camî’ni seçti. İslâm’a en ağır darbelerin vurulduğu yıllarda 94 Mü’minûn: 60-61. 135 Büyük Doğu Çağına Doğru orada, “Ya Rabbi! Küfrün bütün gücüyle İslâm’a saldırdığı zamanımızda, Din-i Mübîn-i İslâm’ı, fikir ve hareket cephesinde müdâfaa edecek, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat esaslarına bağlı bir nesli inşa edecek dava adamları yetiştirme noktasında bizlere muvaffakiyetler ihsan eyle” diye kesintisiz niyazları oldu. O dualara karşılık olarak Necip Fazıl bir Cuma günü kendini Ağa Camii’ne, o büyük mürşidin ellerine attı. Belki de bunun için Ali Haydar Efendi, Muhterem Mahmud Efendi’yi, Fener Rum Patrikhanesi’nin hemen üst tarafında, Şeyhü’l-İslâm İsmail Efendi’nin yaptırdığı fakat Cumhuriyet döneminde nisyana terk edilen İsmail Ağa Camii’ne imam yaptı. Bu iki garib camîde yapılan dualar ümmete, Büyük Doğu ve yüzlerce medrese olarak geri döndü. Biriktirdiği üç-beş kuruşla cami yapan, geri kalan malını, mülkünü de bu caminin yaşaması için vakfeden bir Şeyhü’l-İslâm’la, hamiyetperver bir Ağa’nın Fatih ve Beyoğlu’ndaki yetim mabetleri cemaatsiz, imamsız, hafızsız, ezansız kim bilir ne kadar gözyaşı dökmüştür. Büyükler hatırlatmasa ya da baykuşların yuva yaptığı kubbeleri olmasa yeni nesiller çoktan unutacaktı bu iki mekanın cami olduğunu... İki Ulu Hoca: Ali Haydar Efendi ve Abdulhakîm Arvasî Anadolu’da, ahıra çevrildiğinden dolayı milletin ibadet maksadıyla içine girmesi yasaklanan, çıyanla136 Büyük Doğu Çağına Doğru rın yuva yaptığı, örümceklerin ağ ördüğü, baykuşların öttüğü kaç cami daha vardı? Her biri düşmanın kahredici pençeleri ile yıkılan ümmet-i Muhammed adına, susturulan minberleri, asılan imamları adına ne ağıtlar yaktı, kim bilir? Dönemin iki Ulu Hocası Ali Haydar Efendi ve Abdulhakîm Arvasî’nin, salâtîn camileri dururken bu iki mâbedi seçmeleri, bir cihetle teselli, bir cihetle de bedel ödeme pahasına hakkı tutup ayağa kaldırma ameliyesiydi. İstanbul’un Sahibi İslâm’dır Biri alim, diğeri arif iki müslümanın haram, fuhuş ve isyan merkezlerinin en müstesna yerlerine, “İstanbul’un sahibi İslâm’dır”, “Bu toprakların tapusunda on binlerce şehidin kanı vardır. Binaenaleyh her insanın şüheda yolunda yürüdüğünün bir işareti ve mülkün sahibi Allah Teâlâ’yı taziminin bir sonucu olarak ibadet etme mecburiyeti vardır”, ihtarında bulunmak için inşa ettiği İsmailağa ve Ağa Camî kaç mücrimin kurtuluşuna sebep olmuştur, kim bilir? İsmailağa Muhasarası Cumhuriyet döneminde açılan meyhaneler, kumarhaneler, hâzirede gömülü zevata fâtiha yerine gönderilen sarhoş naraları, harîmine bakan mekanlarda yapılan fuhuş pazarlıkları ne ızdırablar yaşattı bu iki mâbede. Her şeye rağmen Muhterem Mahmud 137 Büyük Doğu Çağına Doğru Efendi’nin sessiz sedasız devrimi, Fener Rum Kilisesini tam bir muhasara altına aldı. Ağa Camii ise acılarıyla baş başa kaldı. Onun bu halinden cesaret alan Kilise, aynı hali İsmailağa’da da tatbik etmek, İstanbul’un merkezinde ikinci bir Beyoğlu kurmak için hayli zaman operasyonlar yürüttü. Bu amaçla camide iki de cinayet işlendi. Ardından daha sarsıcı, daha yok edici hamleler yapıldı. Seccadesini Alan Ağa Camii’ne Koşsun! Siz bu yazıyı okurken Allah’ın rıdvanına nail olmak isteyen Müslümanlar bu gece yarılarında da yardım paketlerini omuzlayıp içinde fukara ağırlayan hanelere ziyarette bulunacak. Peki ya garib mâbedlerin dualarına nâiliyet için Müslüman gençler ne yapacak? Kimler seccadesini omzuna alıp, “İstanbul İslâm’ındır” deyip Ağa Camii’ne namaza gidecek. Yeni Necip Fazılların yetişmesi, yeni medreselerin açılması için meyhaneler arasında, müzik sesleriyle boğulan, minaresindeki kandil de olmasa semtine Ramazanın uğradığı fark edilmeyecek ecnebî mahallelerindeki garib camileri kimler ziyaret edecek? Ağa Camii’nde Secde-i Rahmân’a Varmak Ey İslâm’ın Çocukları! Ellerindeki rakı şişeleriyle Ağa Camii’nin önünden geçip eğlence merkezlerine giden gürûhun nisyana mahkum ettiği bu ulvi mâbedin halıları üzerinde secde-i rahmâna varmak, ne 138 Büyük Doğu Çağına Doğru büyük bir lütuftur. Mihrabından, minberinden, kırılan pencerelerinden sokağa fışkıran fakat hayvandan daha aşağı bir hayatı yaşadıklarından dolayı nasipsizler tarafından idrak edilemeyen o nuru kuşanmak, onun ilhamıyla dua etmek için daha ne zamana kadar bekleyeceksiniz? Ey günah merkezinin kalbinde ihlas ve takva adası olarak duran Ulu Mâbed! Elbet bir gün İslâm’ın olan İstanbul’da sen de İsmail Ağa gibi müfeyyez talebelerle mâzîyi âtîye bağlayacak, bu fetrete son vereceksin. Etrafın meyhane sayısınca medreseyle dolacak. Nurun bütün bir İstiklal Caddesi’ni kaplayacak. Abdulhakîm Arvasî gibi Ulu Hocalar minberinde hutbe îrad edecek, bohem hayatında düşünce krizlerine mahkum olan çağın Necip Fazılları orada “bir hendeğe düşer gibi hakikatin kucağına düşecekler”. Ey İslâm’ın Çocukları! İsmailağa’dan, İskenderpaşa’dan, Aziz Mahmud Hüdayi’den, Risâle-i Nûr Dershanesi’nden, Süleyman Efendi Medresesi’nden, Menzil Dergahından hasılı İslâm’ın bol olduğu ilim irfan merkezlerinden -arada bir- namaz için Ağa Camî’ne gidiniz. Şehr-i İstanbul’un her köşesinden bu garib mescide namaz seferleri düzenleyiniz. Arkaya doğru bütün zemin saf, sokak camî, gökyüzü de kubbeniz olsun. Tarih de sizin bu ameliyenizi, “Allah Teâlâ, üzerinden yıllar geçse de her camîye, her garibe bir veli gönderir” diye kayda geçsin. 139 Büyük Doğu Çağına Doğru Ağa Camii’nde Dua Beyoğlu’nda, İslâm’ın en garib noktalarından birinde, on binlerle kılınan bir teravih sonrasında Allah’a açılan eller şüphesiz ki karşılıksız kalmayacaktır. Belki de bu zamandaki nasipsizliğimizin bir sebebi de, kumarhaneler arasındaki metruk mabetleri nisyana terk etmiş olmamızdır. Allah Rasûlü , “Mazlumun duasından korkun. Zira onunla Allah arasında perde yoktur” buyuruyor. O halde alın seccadelerinizi, bir Ağa’nın Rabbanî bir işaret olarak günah borsasının tam ortasına nurdan bir anıt olarak kurduğu Ağa Camii’ne gidiniz. En az Beyt-i Makdis kadar, Ümeyye Camî kadar mazlum, onlar kadar garib olan bu camînin nuruna gark olunuz. Unutmayınız ki, dünya gariblerin sevindirildiği bir rahmet dârıdır. Yine unutmayınız ki, Ayasofya’nın çok derinlere uzanan kilidi ilk darbeyi Ağa Camî’nde yiyecektir. *** 140 Büyük Doğu Çağına Doğru BÜYÜK DOĞU95 Sizleri İslâm’dan başka sığınak, barınak ve tutamak tanımayan muazzez müminler olarak selamlıyorum.96 Emir Eri Üstad, Büyük Doğu’nun sınırlarını tayin ederken, onun ezelden ebede kadar hüküm ferma edecek İslâm nizâmı olduğunu söyler. O, ezelde çağlayıp, ebede akan büyük bir iman mecrasıdır. Üstad da o büyük mecranın önündeki engelleri kaldırmaya memur fikir işçisi… Bu yüzden Büyük Doğu’yu tarif ederken o, ne yeni bir meşreb, ne yeni bir mezheb, sadece İslâm’a yol açma geçididir, der. Büyük Doğu, Allah ve Bu yazı, birkaç üniversitede “Büyük Doğu ve Necip Fazıl” başlığıyla akdedilen konferansın küçük tasarruflarla kayıttan yazıya aktarılmış halinden ibarettir. 96 İrticalen yapılan bu konferanstaki tırnak içindeki ifadeler mana itibariyle nakledilmiştir. 95 141 Büyük Doğu Çağına Doğru Rasûl davasını hayatın merkezine buyur edip, onun emrine girmektir. İslâm’a, Hz. Muhammed’e emir eri olmaktır. Büyük Doğu’ya bu zaviyeden baktığınız zaman bedihî bir hakikat olarak görürsünüz ki, o bir mütefekkirle ya da bir alimle değil Hz. Muhammed’le başlar. O İslâm’dır. Gökkubbeyi Dolduran Sadâ Dün İslâm’ın önünde nasıl engeller varsa, bugün de var, yarın da olacak... Çünkü İslâm “hak”tır, hak da onunla mücadele eden batılla vardır. Üstad da meydan yerine çıktığı zaman, yani “Ben buradayım” dediğinde İslâm düşmanları farklı kimlikler altında Büyük Doğu ile mücadele ettiler. Önce küçük gördüler, hafife aldılar. İktidar da bizde, güç de bizde dediler. Efendimiz ’in hasımları da, “Bu kim ki? Mekke bunun gibi nice yetimi yuttu, bunu da yutar.’’ demişlerdi. Suya atılan bir taş gibi... Belki etrafında birkaç tane hâle oluşturacak, sonra kaybolup gidecek. Mekke semalarının Peygamber-i Ekber’in sesini yutacağını zannettiler. Fakat İslâm Cezîretu’l-Arab’ın gök kubbesini dolduran bir sada oldu. Müminler Mekke’de “Allah” dedi, Medine’de duyuldu. Hicret İslâm düşmanlarını “kazandık” diye sevindirdi. Bu kadarla iktifa etmediler, Medine’ye gittiler. Müminler, Bedir’de kazandı, Uhud’da kaybetti, Fakat Mekke’nin fethiyle bu yolda kaybetmek olmadığını gördü Sahâbe. Her 142 Büyük Doğu Çağına Doğru şeye rağmen onlara meydan okudu Peygamber-i Ekber , sonra Ashâbına yöneldi “َال ْعلَ ْون َ ْ َولَ ت َ ِه ُنوا َولَ تَ ْح َزنُوا َواَنْتُ ُم ِ ان كُ ْنتُ ْم ُم ْؤ ِم ِن َني, (Üzülmeyin, gevşemeyin, inanıyorsanız en üstün sizlersiniz)’’97 buyurdu. Yani önünüzde Uhud, yarınlarınızda da İran gibi, Bizans gibi uygarlıklar olsa da “Allah var, o ne güzel vekildir. Yürüyün, cihad sizden, fetih Allah’tan.” buyurdu. Azların Çoklara Galibiyeti Allah Rasûlü “Ayaktayız Ya Rabbi!” derken çevresinde yaralılar, önünde şehitler vardı. Silahı eliyle değil yüreğiyle taşıyan çocuklar vardı. Fakat onlar Allah’tan kafirlerin ummadığını bekliyordu, Cennet’e, rıza-i ilahiye taliptiler. O bu haliyle ümmetine Hak’la Batıl’ın mücadelesine “maddî mikyasla bakmayın; imanınız varsa siz üstünsünüz buyurdu. Allah Teâlâ bu halle alakalı sürekli yeni ayetler indiriyordu. Hz. Musa’yı Firavun’a gönderirken “اِ ْذ َه ْب اِ ٰل ِف ْر َع ْو َن اِنَّ ُه طَغٰى, (Firavun’a git, çünkü o iyice azdı)”98 buyurmuştu. Hz. Musa’nın kara kuvvetleri, deniz kuvvetleri, hava kuvvetleri yoktu. Maddî mikyasla baktığınız zaman bu büyük bir stratejik hataydı. Fakat Hz. Musa gitti. “Olmaz ki Ya Rabbi!” demedi. Vazifeyi veren, her şeye kadir olan Allah Azze ve Celle ise, Peygambere yürümek düşerdi. Hz. Peygamber de on bin kişilik muazzez Sahâbe kadrosuyla Tebük’e, Bizans’ın üzerine yürüdü. 97 98 Âl-i İmrân: 139. Taha: 24. 143 Büyük Doğu Çağına Doğru Eğer siz maddî mikyasla bakarsanız, o zaman münafıklar ve müşrikler gibi “ٌ اِنَّ ُه لَ َم ْج ُنون, Hiç şüphe yok o bir delidir’’99 diyeceksiniz ya da “Bu bir cinnet halidir. Tek başına böyle zor bir zamanda Bizans gibi bir uygarlığa meydan okunabilir mi?’’ diye düşüneceksiniz. Fakat Peygamber , stratejik analistlerin, siyaset bilimcilerin zarfına bakarak konuştuğu Bizans ve İran’ın ruhuna bakıyordu. “Bunun ruhu iflas etmiş, Ebû Zerr’e dayanamaz. Ömer’e dayanamaz bu mukavvadan bir devlet’’ diyordu. Efendimiz’den sonra yirmi yıl geçmeden Ashâb-ı kirâm İran’ı ayaklar altına aldı, Bizans’ın omurgasını çökertti. Ebû Cehil Karargâhı 1940’lı yıllar... Üstad Necip Fazıl’ın “İşte iz, geliniz!’’ dediği zamanlarda da Müslümanların gücü maddi mikyasta çok zayıftı. Fakat “Ayaktayız Ya Rabbi!” dedi Üstad, hem de ölene kadar. Yıllar sonra bir müslüman Ebu Cehil karargahına dönüp “Hesaplaşma şimdi başlıyor.” diyordu. “Allah” demenin yasak olduğu, minarelerde Allah-u Ekber’in susturulduğu yıllar… Ezan sesine hasret kalan millet, ya mezralara gidiyor ya da dağ başlarına çıkıyor, hasretini orada Allah-u Ekber diyerek gideriyor veya kayıklara binip denize açılıyor, oralar da “Ezan” okuyordu. Böyle bir zamanda Büyük Doğu’nun manşetleri “Gelin Ankara’nın ortasında Allah-u Ekber diyelim!” diyen 99 Kalem: 51. 144 Büyük Doğu Çağına Doğru bir muhtevâda idi. Siz madde planında baktığınız zaman hükmünüz, “Bu bir cinnet halidir.” şeklinde olur. Bu büyük bir stratejik hatadır, dersiniz. Fakat Kur’an-ı Hakîm de Mekke’de, Hz. Muhammed’e Onun ve ashabının büyük zaferler kazanacağını, “Allah’ın ordularının galib olacağını” haber vermemiş miydi? Peygamber-i Ekber bunu söylediği zaman Bilal bin Rabâh Mekke sokaklarında “Allahü Ehad” dediğinden dolayı işkence görmüyor muydu? Bütün bunlara rağmen Efendimiz bütün bu mevziler aşılacak buyurduğunda Sahâbede “Nasıl olur?” diye bir tereddüt olmadı. Sonra gördüler ki “Hicret” bir kaçış değil, daha ilerlere gitmek, Mekke’leri fethetmek için bir geri çekilişti. Sahâbe, tabiûn dönemlerinde de zaman zaman daha ilerlere gitmek için geri çekilmeler oldu. İslâm mücadele planında, iki farklı duruş, iki farklı mevzileniş var. Bu, cihad meydanları için olduğu gibi ilim ve fikir vadileri için de geçerlidir. İmam Gazzâlî ve İmam Rabbânî gibi rabbanî alimler, seleflerinin ızdırari geri çekilişlerini “fethe” dönüştürdüler. Neden Bizde Kant Yok? Bizde ikinci, üçüncü sınıf muharrirler çıkar derler ki, “İslâm hür düşüncenin önüne barikatlar, engeller koymuştur.”. Gerekçeleri ise ilim tarihimizde “büyük çaplı filozoflar olmayışı.”. Evet bizde Kant’ı, Descartes’ı 145 Büyük Doğu Çağına Doğru bulamazsınız. Çünkü Peygamber-i Ekber muhataplarına evvela “ تَ َف َّك ُروا ِف َخلْقِ الل ِه/ Allah’ın yarattıkları üzerinde düşünün” buyurdu. Önce iman, sonra tefekkür, hem de sonuna kadar… Fakat ne kadar cins bir kafaya sahip olsanız da düşünmenin bir sınırı var. Oraya geldiğinizde Üstad’ın ifadesiyle şöyle dersiniz, Anlamak yok çocuğum, anlar gibi olmak var. Akıl için son tavır, saçlarını yolmak var. Niçin Gazzâlî? Evvela iman edeceksin; Sonra yola çıkacaksın. Peygamberin ruhaniyetine teslim olacak, sonra yürüyeceksin. Bu yol, sizi Gazzâlî yapar. Gazzâlî olunca da sizi Kant gibi gece yarılarında sokakta cinnet naraları atan ya da günün belli bir saatinde gidip-gelen bir adam olarak görmezler. Eğer İmam Gazzâlî Hazretleri Hz. Muhammed’i tanımamış, Onun ruhaniyetine teslim olmamış olsa, onu da bir gece yarısında Bağdat sokaklarında ya da Şam caddelerinde cinnet nöbetlerine girmiş bir adam olarak görecektiniz. Nitekim İmam Gazzâlî Nizâmiye medreselerinde en zor bahisleri okuturken cinnet nöbetlerine girmişti. Maddenin nedenselliği, eşyanın varlığı ve sonra felsefenin o en esaslı mevzularına takılır kalır. Öyle ki ağzına aldığı her şey gibi, tefekkürü de kusar, geri çıkarır. Sonra anlar ki Peygamber’in varlığına, onun ruhaniyetine teslim olmadan bu yollardan yürünmez. Bizde Kant yok, doğrudur. Fakat Gazzâlî, 146 Büyük Doğu Çağına Doğru Râzî var, İmam Rabbânî var. Eğer birileri İngiliz ve Amerikan işgali ile medreseleri yani o büyük iman ve irfan merkezlerini kapatmamış olsaydı bu kriz yaşanmayacaktı. Ne Süleymaniye Kaldı, ne de Beyazıt İngilizler bizim irfan yerleşkemize giden bütün yolları kapattı. Artık ne Süleymaniye’miz ne de Beyazıt’ımız var. Mısır’da Ezher, Hindistan’da Nedvetu’l-Ulemâ, Diyûbend gibi büyük medreseler, ulu hocalar var. Ama bizim Süleymaniye’miz tarih oldu. Yerleşkemize giden bütün yolları kapattılar. Bu toprakların çocukları Şerhu’l Mevâkıf ’ı ellerine aldıklarında Taftâzânî’yi anlayamıyor. Onlar için Seyyid Şerif başka bir dünyanın adamıdır. Halbuki Taftâzânî onlardan biriydi, onda kendilerini buluyorlardı. Onu tanıyınca kendilerini de tanıyacaklardı. Mahrum bıraktılar. Eğer bu ulu hocaların dilini öğrenip de dünyalarına inebilseydik şöyle bir adam görürdük; eşyanın hakikatiyle söze başlayan, ilmin yollarını sıralayan, arazdan, cevherden bahseden, doğru düşünmenin prensiplerini ortaya koyan bir allâme. Yaşadığı çağa ait her nevi fikri akımı en az onların müntesipleri kadar bilen bir allâme. Münkir bir akılla hesaplaştığından ya da nasıl hesaplaşılacağını gösterdiğinden ayet ve hadis kullanmamış. Aristo’yu, Sokrat’ı alıp teker teker hepsini muhakeme etmiş ve her biri de ayaklarının altında kalmış... Bir bakıyorsunuz bir köşede Aristo 147 Büyük Doğu Çağına Doğru can çekişiyor. Öteki köşede Spinoza’nın sesleri duyuluyor. Lakin biz bunların yaşandığı o ilim ve fikir yerleşkemize giden bütün yolları kaybettik. Bu yüzden elimize aldığımız Şerhu’l-Akâid’in satırlarından Taftâzânî’ye gidemiyoruz. Çözemiyoruz problemleri, bu yüzden elimize Spinoza’yı verdiler. İlahiyatı bitirdikten sonra Batı’ya yüksek lisansa ya da doktoraya gittiğinizde sizi bir şarkiyatçının karşısına oturturlar. O da söze inkâr ile başlar… Eğer biz vefatına bir yıl kala “el-Fevâidu’z-Ziyâiyye’yi” yazan Molla Camî gibi bir adamı tanıyabilseydik, o zaman Gadamer diye bir adam bizim hayatımızda 3. sınıf bir muharrir olarak kalacaktı. Ama biz Molla Camî’nin dünyasına inemedik, çözemedik o kodları. Çünkü öyle muazzam bir ilim, fikir ve iman sarayı kurmuşlar ki, siz oraya ulu hocaların elinden tutmadan çıkamazsınız. Bir fikir ehramı… Madem ki bunlar hayatın en esaslı mevzularıdır, o zaman büyük mürşitlerin elinden tutup buralardan çıkacaksınız. Üçüncü Sınıf Muharrirlerden Mukallitlere Yerleşkemizi kaybedince kopuşların önünü alamadık. Batı’ya gönderdiğimiz 3. sınıf muharrirler geriye Batı’nın mukallitleri olarak döndü. Hocalarımız, medresemiz hala eşyanın o en zor bahislerine, felsefenin en zor konularına dair meseleleri oturup Kant’la da, Descartes’la da ya da onların takipçileriyle de müzakere ve münazara edecek fikrî derinliğe sahipti. Biz 148 Büyük Doğu Çağına Doğru ilmen değil, siyaseten çöktük. Ulemâ teslim olmadı. Eğer teslim olsaydı, teslim olan bir medresenin kapısına kanla mühür vurulur muydu, ulu hocalar için darağaçaları kurulur muydu?! Teslim olan ilmiye değil, siyasi iradedir. Batı “kurban isteriz” deyince, hilafet ve medrese kurban edilmiştir. Köleler efendiler adına tarihin en büyük cinayetini işleyerek ümmeti hem başsız, hem de irfansız bırakmıştır. Avrupa’nın Beyaz Bedevileri Batı, Osmanlı’nın üzerine gelemeyince Afrika’yı dolaşıp Güney Asya’ya gitmişti. Avrupa’nın Beyaz bedevilerine karşı insanlığın hamisiydik. Altı asır dinine ve diline bakmadan insanlığa muhafız olduk. Batı Asya’dan, Afrika’dan gaspettiği dünyalıklarla siyaset mecrasını derinleştirdi. Debîsi yükseldi, bizim siyasî bentlerimiz olduğu yerde durunca önce İstanbul’u, sonra da Âlem-i İslâm’ı işgal etti. Enkaz altında kaldık, iki asırdır kurtuluş savaşı veriyoruz... Batı’nın Sihirlediği Akıllar Devlet-i Aliyye’nin ahir ömründe Batı’ya gönderdiklerimiz aşağılık psikolojisi ile geriye geldi. Müftehir bir akıl ve 3. sınıf muharrir kafasıyla medreseye döndüler ve dediler ki, “Sen bu varlığınla hayatın en temel sorunlarına dair konuşamazsın’’. Elinin tersi ile ittiler. Bir tarafta Munis Tekinalp takma adlıyla Türkçülüğü öne çıkarıp “Kahrolsun Şeriat” diyen Moiz Ko149 Büyük Doğu Çağına Doğru hen’e, diğer tarafta ise Emile Durkheim’e intisap eden Ziya Gökalp‘i dinledi siyasi mahfiller. Kürt olduğu halde “Türkleşmek”ten bahsetti Ziya Gökalp… Diğer tarafta Tevfik Fikret “Ey kitabı köhne, yırtılır bir gün medfen-i fikr olan sahifelerin’’ diye Kur’an’a hakaret ediyordu. “Bunlar Medrese’ye gittiler, medrese onların sorunlarını çözemedi de savruldular” gibi bir ifade bütünüyle gerçek dışıdır. Yunan aklı, Hristiyan ahlakı ve Aydınlanma inkarının savrulmanın vehametini gizlediği bir zamanda da alimler, arifler eşyayı gerçek sûretiyle göstermeye devam ettiler. Fakat Batı’nın sihirlediği akıllar, baba sözü dinlemeyip on beşinde davulcunun peşine düşen kızlar gibiydi, ne alim, ne de arif dinliyordu. Fetih Ufuklarındaki Dahi Adım adım Büyük Doğu Mimarı’nın kurtuluş öyküsüne gidiyoruz. Bir âlim, felsefenin zirve noktalarını gördüğü halde tatmin olmayan büyük aklı, dehayı Hz. Muhammed’in nuruyla nasıl teskin etti? İşte İslâm budur. Mesele bu sırrı çözmek. Ötesi epistemolojik yalanlar… Eğer cins akılsanız, deha iseniz Batı felsefesinin zirve noktalarını görseniz de ruhunuzdaki derin acılar ve ızdıraplar dinmez. Çünkü “sekînet” semadan gelir. Semadan gelen Kitab’a öğrenci olan hocaların halkasında devşirilir. “َالس ِكي َنة َّ ُه َو الَّـ ِ ٓذي اَنْ َز َل / O, inananların imanlarını kat kat artırmaları için kalplerine sekînet 150 Büyük Doğu Çağına Doğru indirendir.”100 İşte o “sekînet’’i indiren Allah Azze ve Celle ve O’nun Peygamberi ya da öğrencileri yüreklere müdahale edecek. İşte Büyük Doğu Mimarı oraya doğru yürüyor. Anadolu’nun en cins kafası… 3. sınıf bir üniversite mezunundan ya da 3. sınıf bir muharrirden bahsetmiyoruz. Neden Ziya Gökalp, Tevfik Fikret ya da Nazım Hikmet Batı’ya amele olmaya razı oldu da, Üstad her şeyiyle Batı’yı kustu? Cins kafayla, 3. sınıf akıl kıyas kabul etmez. Necip Fazıl deyince Anadolu’nun en cins fikir kumaşından bahsediyoruz. Böyle bilmeli… Bütün ameliyesi Allah ve Rasûl davasını fetih ufuklarında temsil eden bir milletin çıkardığı o dâhiden, dehadan bahsediyoruz. Sorular ve Sorunlar Eğer bir Medrese ehliyetsiz ellerde “ekmek teknesine” dönmediyse hiçbir soruyu çözümsüz bırakmaz. Abdulhakîm Arvasî gibi kaç veli, kaç alim, kaç Necip Fazıl’ın kurtuluşuna sebep olmuştur. Mevzuya dair şöyle bir anektod arz edeyim. Geçen asırda Peşaver Üniversitesi’nde Hayran adındaki bir talebe düşünce krizine girer. Üstad gibi entelektüel kriz yaşar. Hocalara, “Madde nedir, neden, nasıl ve niçin yaratıldı?” diye sorular sorar. Hocalar bir yere kadar cevap verip duruyorlar, aciz kalıyorlar. Öğrenci soruda ısrar edince, çareyi onu okuldan kovmakta buluyorlar. O da babasına gidiyor, ağlayarak halini anlatıyor. Baba100 Fetih: 4. 151 Büyük Doğu Çağına Doğru sı diyor ki, “Bende senin gibi düşünce krizine mübtela olmuştum. Beni de okuldan uzaklaştırmışlardı. Benim bir hocam vardı. Buhara, Hartenk köyünde. Ebu’n-Nûr Hazretleri. Seni ona göndersem.’’ Hayran kilometrelerce yolu yaya yürür. Hartenk köyüne varır, Ebu’n-Nûr’u sorar, derler ki, “Beş yıldır kimse ile görüşmüyor. Köyde İmam Buhârî Hazretleri’nin türbesinin olduğu yerdeki camiye çekildi, orada riyazet ile meşgul.’’ Hayran diyor ki, “Benim bu düşünce krizimi aşabilecek, elimden tutabilecek, bana Hz. Muhammed’in yolunu gösterecek kişinin o olduğunu söylediler onun için geldim. Görüşmem gerekir.’’. “Peki’’ dediler. “Günde bir defa kendisine yemek veriyoruz. Bugün yemeği sen takdim edersin. Sorularını da yemek tepsisinin içerisine koyarsın. Eğer uygun görürse, seni davet eder.”. Hayran, yemeği Ebu’n-Nûr’a takdim ederken tepsinin içerisine okuldan atılmasına sebep olan sorulardan bir kısmını koyar. “Neden, niçin, nasıl,….” Ebu’n-Nûr Hazretleri yerden tepsiyi kaldırırken kağıdı görür. Soruları okur, tepsiyi yere bırakır. Başını kaldırır, karşısında Hayran’ı görünce yanına çağırır. Der ki: “Senin imanını kurtarmam riyazetten daha evladır. Beş yıldır kimselerle görüşmüyorum fakat şimdi sen git şehirden bir defter, bir kalem ve yatak al da gel. Söylenilenleri alır ve Hayran camiye yerleşir. O sorar Ebu’n-Nûr Hazretleri cevap verir. Bütün bunları not alır. Sonra hacca giderken yanında götürür, öncelik152 Büyük Doğu Çağına Doğru le Ebu’n-Nûr’un hocası olan Hüseyin Cisr’ın kabrini ziyaret eder. Orada oğlu Nedim Cısr’la karşılaşır. O da notları alır, Arapçaya çevirip, قصة اإلميان بني الفلسفة و العلم والقرأنadıyla basar. Daha sonra bu kitap Türkçe’ye de çevrilir. Bu eser, Medrese’nin Kant’ın, Descartes’ın, Siponoza’nın, Heiddeger’in nerelerde çıkmaza girdiğini ve krizin nasıl aşılacağını gösterdiği onlarca kitabından biridir. Batı Kimi Tatmin Eder?! Sanki Hz. Muhammed’in ordusuyla Tebük’e doğru gidiyorsunuz, karşınızda büyük bir güç var, yürekler ağza geliyor. Ama siz Sahâbeye dönüyor, “َولَ ت َ ِه ُنوا ال ْعلَ ْو َن اِن كُ ْنتُ ْم ُم ْؤ ِم ِن َني َ ْ َو َل ت َ ْح َزنُوا َواَنْتُ ُم/ Üzülmeyin, gevşemeyin, inanıyorsanız en üstün sizlersiniz.’’ ayetini okuyor ve diyorsunuz ki, “Siz Bizans’ın görünüşüne bakmayın, yüreği kokmuş bunun, ruhu değil, iskeleti ayakta. On ya da yirmi yıl sonra buraların fatihi siz olacaksınız.’’. İşte Batı’dan o siyasi dalga geliyor. İstanbul Onun felsefi mecrasının işgaline maruz kalmış, yürekler ızdırap mahşerine dönmüş. Çare Bunlardan bir tanesi de Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl. Öteye gidiyor, beriye geliyor. “Çare” arıyor, fakat nafile seferler… Batı felsefesini zirve noktalarıyla gören bu cins kafa en olmazda bile kurtuluş arıyor. Eğer 3. sınıf bir muharrirseniz Batı 153 Büyük Doğu Çağına Doğru sizi tatmin eder, her söze onlarla başlar, onlarla bitirirsiniz. Fakat muhatap cins kafa olursa Hz. Muhammed’in öğrencilerinden başkaları onu tedavi edemez, yıkıldığında ayağa kaldıramaz. Diyor ki: “Doktora gidiyorum halimi anlatıyorum. Yatağa çekildiğimde demir kerpetenlerle gözümü kapatsam yine uyuyamıyorum. ‘İşte bendeki hal, maraz bu’ diyorum. Batı’nın en cins akıllarını okuyorum Paskal’a bakıyorum. Adam kendini bir manastıra hapsediyor, orada feryat ediyor: ‘Bana Sokrat’tan, Descartes’tan, Kant’tan değil, bana bütün ruhları teskin eden Peygamberden bahsedin.’ ...” İşte Hevâ sizi biryere kadar götürüyor fakat orada duruyorsunuz. Metafizikle iletişim kurmanın mecburiyetini anlıyorsunuz. Eğer dehaysanız, zirve noktasına çıkabildiyseniz bunu daha çok hissediyorsunuz. Fakat 3. sınıf muharrirler bundan mahrum. Onun için Batı’ya gidip oradan tarihselci olarak dönenler bunu anlayamazlar. Çünkü onlar 3. sınıf muharrir bile olamazlar. İmam Gazzâlî’yi tanımayan Râzî’yi tanımayan nasıl nasipdar olsun ki? Meşşâîleri Nasıl Anlamalı?! Bir tarih farklı hocaların olduğu bir mecliste “İslâmî İlimlerin İhyası” başlıklı bir konuşma yapmıştım. Soru-cevap faslında akliyatla alakalı farklı görüşleriyle temâyüz eden bir İlahiyat’tan bir hoca, Müslüman filozofların görüşlerini çok iyi bildiğini 154 Büyük Doğu Çağına Doğru zannederek konuşmayı tenkid etti. Meşşaileri müdâfaa etti, Gazzâlî’ye saldırdı. Ona söyledim, siz de bilin. “Azizim bak! Sen Cambridge’te doktora yaptın, oradaki hocalarından yaptığın nakillerle sabah bir şeyler anlatmaya çalıştın. Onların eserlerini esas alarak İbn Sina’yı konuştun. Şimdi de İbn-i Sina’dan bahsediyorsun. Fakat Batılılar üzerinden İbn-i Sina’dan bahsediyorsun. Eğer ilmi derinliğin kafi ise şu müessesenin kütüphanesinden İbn-i Sina’nın Şifa’sını ya da Kanun’unu getirsinler, kendi ibaresiyle burada okuyalım, müzakere edelim, sonra da İmam Gazzâlî’nin söylediklerine bakalım. Karşımızdaki hocalardan da bir heyet olsun onlar da şu iki şeye karar versinler; Gazzâlî mi, Meşşailer mi hakkı temsil ediyor, İbn Sina’yı İngilizler üzerinden anlamak mı, yoksa kendi eserinden okumak mı daha bilimsel?. Susturulan Ulemâ Adına Mustağrib meclislerinde tek taraflı celselerde ulemâ aleyhinde verilen kararlar temyize gidecek. Bozulması gereken muhakemeler, bozulması gereken kararlar var, susturulan ulemâ adına, susturulan Gazzâlî’ler, Râzî’ler adına verilen yalan-yanlış hükümler var. Allah’ın inâyetiyle yeni bir nesil gelecek, tepetaklak olmuş ehramı ayakları üzerine oturtacak ve bütün işi mealcilik düzeyinde bir iman ve İslâm bilgisi olan bu insanlara İslâm’ın ne olduğunu anla155 Büyük Doğu Çağına Doğru tacak. O günler de gelecektir Allah’ın inâyetiyle. Gazzâlî’nin İzinde Bir Mütefekkir Büyük Doğu; Gazzâlî yoludur. Üstad ilimde ve maneviyatta olmasa da fikirde Gazzâlî’ye varis bir mütefekkirdir. Cins kafa… Büyük akıl, deha… Arıyor… Doktorlar çare değil… Aldığı ilaçlar üzerinde insan başı ve çarpı işareti var. Bunun anlamı, “Şu dozdan fazla alırsan hayatını kaybedersin.” İki katını alıyor. Yine uyuyamıyor. Cinnet günleri… Filozofların insanları oyalama dışında bir kıymet ifade etmeyen “buldum” sözünün ne kadar boş bir kelam olduğunun şuuru içerisinde Gazzâlî yolunun hocalarından Abdulhakîm Arvasî’ye gidişini şu cümlelerle ifade ediyor: “Vapura bindim, haliçte gidiyorum. Yanımda nur yüzlü bir adam”, var. Soruyorum, hem de her önüme gelene. Hastalar ‘acaba çare olabilir mi?’ diye her gördüklerine hallerini arzederler. Yanımdaki adama halimi arz ettim. Bir noktaya kadar konuştu. Felsefenin o en derin noktalarına indik. Bir noktaya geldik ki, “buradan ötesi benim haddimi aşar, Ağa Camî’nde, Abdulhakîm Arvasî adında bir imam var ona git, bundan ötesini o çözecek’’ dedi. “Bir Cuma günü Ağa Camî’ne birkaç yüz metre uzaklıkta bir evde, bir apartman dairesindeyiz. Yanımda Abidin Dino (Üstad’ın ressam arkadaşı) var. Dedim ki “O ihtiyar adamın bahsettiği Ağa Camî’ne, o hocaya 156 Büyük Doğu Çağına Doğru gidelim.’’. İkna ettim bir Cuma günü Ağa Camî’ne gittik. Sidre-i Münteha 1940’lı yıllar... Birkaç saf insan var. O büyük veliyi ancak o kadar Müslüman dinliyor. Belki o yıllar felsefenin fuzuli bahislerine onlar, yüzler, binler iştirak ediyordur. Fakat bu millet varlık içinde büyük bir mahrumiyet yaşadı. Ağa Camî’nde İslâm’la millet arasındaki bütün engellerini kaldıran Abdulhakîm Arvasî Hazretlerini birkaç saf insan dinliyordu. O gün birkaç saf adamı olan Büyük Veli, Üstad Necip Fazıl’la Anadolu’nun en zor problemlerini çözmeye talip oldu. Aklın takıldığı, felsefenin aciz kaldığı sidre-i müntehayı aşan adam onun halkasında yetişti. Üstad onunla buluşmasını, bir anlık gözlerinin ona değme anını anlatırken diyor ki, Bana, yakan gözlerle bir kerecik baktınız; Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız! Eyüp’te Akşam Felsefenin zirvelerinde dolaşan, Kant’ın, Descartes’ın, Spinoza’nın, Heiddeger’in tatmin edemediği akıl, ruhu kan revan içinde bir Büyük Veli’nin hidayet halkasında… Taftâzânî’nin, Seyyid Şerif ’in talebesi konuşuyor Necip Fazıl dinliyor. O konuştukça çözülmemiş bütün problemler hall-u fasl oluyor. En zor bahislerin düğümleri bir bir açılıyor. Üstad çı157 Büyük Doğu Çağına Doğru karken nur desen ellerine kapanıp diyor ki, “Efendim! Sizinle birlikte olmak istiyorum…”. “Olur, Biz Kaşgarî Dergâhındayız, buyurunuz…’’. (Kaşgarî Dergâhı Eyyûb’ten Pierre Loti’ye çıkarken hemen orada mezarlığın içinde. Üstad’ın kabri de hemen yolun kenarında). “Bir öğlen vakti gittim, ben sordum o cevapladı. Dışarıya çıktığımda akşam olmuş, hava kararmış, karanlık Eyûb’ü bir yorgan gibi örtmüştü. O en cins akıl Abdulhakîm Arvasî Hazretleri’nin önünde öğlede oturuyor, akşam kalkıyor. İşte buyurun… 3. sınıf muharrirle deha arasındaki fark… Onun için onların İmam Gazzâlî’ye, İmam Râzî’ye dair hükümleri benim ayaklarımın altına bile değmez. Altınla Yazılmaya Değer Üstad önceki hayatında ne yazdıysa onları Abdulhakîm Arvasî Hazretleri’nden aldığı Şeriat ölçüsüne vurur, uyuyorsa alır değilse reddeder. Bazılarını da Hocasına arz eder. En dakik şeriat mihengine vurarak bizzat O tashih eder. Bu münasip, bu değil der. 1935 yılında bir gazetede çıkan yazısını Abdulhakîm Arvasî Hazretleri’nin huzurunda okuyunca, Büyük Veli yazıyı ellerine alır ve üzerine “altın ile yazılacak yazı” yazar. Üstad da vasiyyetinde, hususî zarfında duran bu makaleyi bütün eserlerimin tasdiknamesi olarak kefenime iliştirin, der. (Esas itibariyle kefeninin içine bir şey konulmaz, 158 Büyük Doğu Çağına Doğru dünyadan bir şey götürülmez. Fukahanın hükmü budur. Üstad ise bunu teberrük babında mütalaa etmiş olmalıdır). Sancak Üstad Büyük Doğu Mecmuasını çıkarır. Mecmua iman ve İslâm davasına sözcülük yapacak. “İşte iz geliniz, Allah ve Rasûl davası burada’’ diyecek… Hani Yermük’te İslâm orduları dağıldığı zaman Ümmet’in Firavun’u Ebû cehl’in oğlu İkrime yanındaki 400 kişiyle öne atılır. Herkes susar Onun sesi duyulur: “من يبايع عيل املوت/ Ölümüne biat edenler gelsin, Hz. Muhammed’in sancağı yere düşecek, onun yere düşmesine müsaade etmesinler. Buraya gelsinler.” der. İşte bu çağrı, mağlubiyeti büyük bir zafere dönüştürür. İstanbul’dan Bağlum’a Öyle bir fetretteyiz ki, bütün yerleşkelerimizi kaybettik. Medresemizi yitirdik. Cins kafalarımız, büyük hocalarımız yok artık. Birisi meydan yerinde… O konuşuyor. Bütün ulu hocalar adına O yol açıyor. Büyük Doğu’yu çıkarıyor… Yıl 1943… ilk sayısını Hocasına getirecek, birde şükür kurbanı kesecek. Kaşgarî Dergâhına geliyor. Kapıyı vuruyor “Hocam!’’ diyor. Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’ni tutuklamışlar. Merkez’e götürmüşler. Merkeze koşuyor. Merkezden İzmir’e naklediyorlar. İzmir’den de Ankara’ya… Aradan 19 gün geçiyor ve Abdulhakîm 159 Büyük Doğu Çağına Doğru Arvasî Hazretleri Ankara’da ruhunu Rabbine teslim ediyor. Üstad ondan sonraki hayatını anlatırken, Efendim! Hani beni o en derin krizlerden çekip aldınız, kurtardınız ya, şimdi Bağlum’daki kabrinizde o nur desen yüzünüz ve başınızdaki sarığınızla yine Necip Fazıl’a en zor anlarında yol veriyor, elinden tutuyorsunuz, der. Allah’a İtaat Etmeyene İtaat Edilmez Üstad artık Allah ve Rasûl davası için her şeyi göze alabilen bir fikir ve dava adamıdır. Bütün dava adamları gibi o da çevresine, “Bu yol dikenli, dikenlere basmaya cesareti olanlar arkamızdan gelsin. Ayağını sevenler bu yola çıkmasınlar. İki güzelden birini isteyenler benimle yürüsün’’ diyor. Yıl 1944… Büyük Doğu’nun bir sayısında kapak, “ال طاعة ملخلوق يف معصية الخالق/Allah’a isyan olan yerde, kula itaat edilmez” melindeki hadis-i şeriftir. Başvekil der ki: “Necip Fazıl’ı tevkif edin. Derginin de yayınına son verin. Bu adam bize meydan okuyor, ‘Bu adamlara itaat edilmez. Bunların sözü muteber değildir’ diyor.” Büyük Doğu’yu kapattılar. Zannettiler ki bu destana son verecekler. Halbuki Hz.Peygamber böyle nice engeller ile karşılaştı. Mekke’de ki duruma bakarsanız ne dediklerini görürsünüz.Mekke’nin şifahi Anayasasında ne vardı? Mekke şehir devletinin değişmez, değiştirilmesi dahi teklif edilemez mad160 Büyük Doğu Çağına Doğru desi: “Mekke, çok tanrılı bir dini hayata iman eder.” Fakat Peygamber-i Ekber’in ilk sözü Mekke’nin şifahi anayasasının 1. Maddesini ayaklar altına almak oldu: “Lâ ilâhe İllallah Muhammed Rasûlüllah”. Tanımıyorum sizin anayasanızı, dedi... Allah’tan başka ilah yok. Peygamber de Onun Rasûlü’dür. O Peygamberi ve onun derinliğini idrak edemeyenler, Ashâbı kiramı da,1940’lı yıllarda bir taraf zindan bir taraf çileyken meydan yerine çıkan Üstad’ın “İşte iz geliniz’’ deyişini de anlayamaz. Belki de bunu bir cinnet hali olarak görür. İsim de Fikir de Ona Ait “Büyük Doğu’’, Üstad’ın önce bir şiirinin sonra ise hareketinin adı… Büyük Doğu’yu baş yapıtı olan İdeolocya Örgüsünde şöyle tarif eder; “O ne bir meşreb, ne bir mezhep… Yeniden İslâm’ı anlayabilme, anlayıp eşyaya ve hâdiselere tatbik edebilme cehdidir.’’ Yani Büyük Doğu İslâm nizâmıdır. O, İslâm nizâmının devlet ve millet yapısını, sonra ahlak boyutunu küllî bir nazarla hayata tatbik ediştir. İdeolocya Örgüsü, Ahkam-ı Sultaniyye kitaplarından sonra bu ümmetin yazdığı en önemli “devlet tasarımı’’ kitabıdır. Ama maalesef bundan ne siyaset biliminin, ne de ilahiyatlarımızın haberi vardır. Eğer biz İdeolocya Örgüsü’nü Arapça’ya tercüme edebilseydik Hindistan’da da, Mağrib’de de hocaların elinde olacaktı. İslâm anayasası nasıl yazılır, toplum nizâmı, ahlak nizâmı, cemiyet 161 Büyük Doğu Çağına Doğru nizâmı devlet tasarımı neye göre tayin ve tespit edilir?… Ona dışarıdan bakılsaydı, Anadolu’dan ruhî kemalini tamamlamadan Batı Kentlerine Cambridge’de, Oxford’da gidenler oralarda tercümelerini görmüş olsalardı onlarla geri döneceklerdi. İşte 3. Sınıf muharrir olmak böyle bir mahrumiyettir… Ortak Mesuliyetimiz Üstad, “Ana kitabım’’ dediği Büyük Doğu davasının baş yapıtı İdeolocya Örgüsünde “mağlup doğudan muzaffer doğuya nasıl gidilir, İslâmın gelecek tasavvuru nasıl teşekkül eder, yeniden hayat İslâm’a göre nasıl inşa edilir?’’ bunu anlatıyor. Dört asırdır bu milletin sorduğu bir soru var: “Nasıl dirileceğiz?”. Koçi Bey, Dördüncü Murat’a Islahat Risâlesi’ni yazıp vermesiyle bir anlamda Osmanlı devleti adına şunu da itiraf ediyordu; “Çöküyoruz. Devlet muvazenesini kaybediyoruz”. İşte o devlet muvazenesini kaybederken Koçi Bey’den sonra gelen pek çok isim yüzünü batıya çevirdi. Eğer Anadolu yüzünü Büyük Doğu’ya çevirebilseydi şu an dünya çapında bir devlet olacak ve ümmet de bu halde olmayacaktı. Onun için Büyük Doğu hepimizin ortak mesuliyetidir. Evvela onun önemli eserlerini Arapça’ya ve diğer dillere tercüme edip şerh etmek, sonra da İslâm’ın bu asra sunduğu devlet yapısı, millet yapısı nedir?’’ sorusuna cevap vermek. İşte bu bizim Büyük Doğu’ya karşı borcumuz; 162 Büyük Doğu Çağına Doğru Ödemek ise namus borcumuzdur. Temsil Üstad Büyük Doğu’yu önce yüreklere, sonra ise mektebe, üniversiteye ve bütün Anadolu’ya taşıdı. Tabi binbir engeli aşarak bunu yaptı. Birgün Hasan Ali Yücel; Onu çağırır ve der ki: “Ya üniversite, ya Büyük Doğu!” (Yani bir devlet memurunun bunları söylemesine, bundan sonra tahammül edemeyiz, der.) Zannediyorlardı ki Necip Fazıl’ı midesinden bağladık, sonuna kadar bize kul olur. Memuriyeti ubudiyete tercih edeceklerini düşünüyorlardı. Fakat karşılarında bir Müslüman vardı. Yoluna imanla başlamış, sonra tefekküre dalmış, sonra amele, sonra dava şuuruna ermiş bir cins kafa… Kant’ın, Descartes’in, Heiddeger’in tatmin edemediği, ikna edemediği bir kafa var karşılarında. Diyor ki: “Elli kişilik sınıfta elli kişiye konuşmaktansa Büyük Doğuyla bütün bir Anadolu’ya konuşmayı tercih ediyorum. Üniversitenize de size de eyvallah.’’ Biz bu duruşu İmam Nevevî’de, İmam Gazzâlî’de görüyoruz. İzz bin Abdisselâm’da, İmam-ı Rabbânî’de görüyoruz. İşte bu duruşu 20.yy’da, Abdulhakîm Arvasî Hazretlerinin öğrencisi Üstad Necip Fazıl temsil ediyor. Ruh Planı İslâm Davası’nı çağa tatbik edişin adı Büyük Doğu... Büyük Doğu’nun halka ulaşma vasıtası ise 163 Büyük Doğu Çağına Doğru Büyük Doğu Mecmuası. 1978’e kadar tam 512 sayı çıkıyor. Üstad her sayıda birden fazla müstear isimle yazar. Tek başına bir mecmua, tek başına bir ümmet… Acemi terzinin elinden çıkmış elbiseleri giyip İstanbul’a gelen Anadolu evlatları İslâm adına en gür sedayı ondan duyardı. İşte “İZ” geliniz diyen, mütefekkiri dinledikçe Batıl’a hasım, Hakk’a taraftar olurlardı. İnkar cephesi ise Üstad’ı her şeyi ile reddedetti. Evvela şâirliğini yok saydı. Bu adam şâir olamaz, dedi. Çünkü onların dünyasında Müslüman, fikre, sanata hasım, mani-i terakki bir varlıktır. Ya da toplumda bayağı işleri yapan adamdır. Necip Fazıl işte bu adamların safındadır. Hem de kendini İslâm nizâm sarayının süpürgecisi olarak takdim ediyor. Hayretteydiler. Nasıl olurdu? Nasıl, hasım gördükleri Müslümanların safında, sabaha kadar içiki meclislerinde şiirlerini okudukları Necip Fazıl durabilirdi. Büyük Şâir dedikleri Necip Fazıl, onların takdis ettiği neler varsa hepsini ayaklar altına aldı… Kimileri çıkıp Üstad şöhrete ulaşmak için Müslüman oldu, dedi. Bu akla sahip birinin Müslüman olması onların İslâm’a astığı yaftayı neshediyordu. Halbuki O, 20 yaşında, “Ben ve Ötesi”ni yazdığı zaman edebiyat meclislerinin en mütekebbir soytarılarını dahi etkilemiş, sabaha kadar onun şiirleri okunmuştu. 20 yaşlarında şöhretin zirvelerine tırmanmış bir adam. Ama ruhu aç. 164 Büyük Doğu Çağına Doğru Yine Büyük Doğu Üstad’a “sâbık şâir” sonra “mistik şâir” en son olarak da “şiir melekelerini yitiren adam” olarak baktılar. Hayatını üçe ayırdılar. Önceden şâirdi. Çünkü şâir olduğuna dair kayıtlı ifadeleri var, reddedemiyorlar. Üstad diyor ki “Madem bu şiir bana ait. Madem bu benim öz malım, o halde dilediğim gibi tasarrufta bulunma salahiyetine de sahibim. Hangisi Allah ve Rasûl ölçüsüne uyuyorsa en hassas Şeriat mihengine vurarak alıyorum, Çile’ye koyuyorum. Uymuyorsa reddediyorum. Kim bundan ötesini bana nisbet ederse o benden değildir.” diyor ki, “Benim şiir melekelerimi kaybettiğimi söylüyorlar. Acaba bunlar benim ruh dokumu bir mikroskobun altına koyup da şiir hücrelerimi kontrol ettiler, onların öldüğünü mü gördüler de bu hükme varıyorlar, nereden buna varıyorlar? Ben bir incir ağacı mıyım? Eğer ben bir incir ağacı olsaydım, onların istedikleri zamanda ve mevsimde yemişimi vermedim diye beni kısırlıkla itham edebilirlerdi, ama ben bir şâirim, bir mütefekkirim, oluşumu da, erişimi de, yönelişimi de istediğim mekan ve zamanda ben tayin ederim’’ diyor. Peki Üstadı neden inkar ediyorlar? İnkar edebilmek için şu kadar dernek kurdular, Nazım başta olmak üzere Cemal Süreyyalara şu kadar ödüller verdiler, taltif ettiler, gazetelerinde haber yaptılar. Bütün bunlar, Necip Fazıl’ın önünü kesebilmek içindi fakat hepsi tarih oldu, Üstad ise, tarih yapan 165 Büyük Doğu Çağına Doğru adam olarak hala yaşıyor. Şu kadar ödül verdikleri Nazım Hikmet kimdir? diye durup bir baktığınız da, Mayakovski’nin basit bir amelesini görürsünüz. Satıh üstü kopyacı, mukallid… Ya da Moskova’da heykellerin bacakları arasına girip Komünizma propagandası yapan bir müteşâir… Şu kadar ödül verdiler, şu kadar anma toplantıları yaptılar fakat nafile, bin ölüden bir diri çıkaramadılar… Şimdi Büyük Doğu çağı başlıyor Allah’ın inâyetiyle… Adım adım Büyük Doğu çağına doğru gidiyoruz, imanın ve İslâm’ın yürüyüşünün önüne geçemeyecekler. Dün olduğu gibi bugün de geçemeyecekler. Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar açılan İmam-Hatip okulları Büyük Doğu çağının başladığının, başlayacağının işaretidir. Fakat bu haliyle değil, ideal anlamda İmam-Hatip sancaktar olacak. Şâir mi, Mütefekkir mi? Bizde daraltıcı bir bakış açısı var; Necip Fazıl deyince akla bir şâir geliyor. Şâirliği, Üstad’ın asıl varoluş sebebi olan mütefekkirliğini gölgede bırakmıştır. Anadolu’nun ve belki de bu asrın en büyük mütefekkirini, şâir kimliğinden dolayı bu milletin evlatları öğrenmekten, anlamaktan mahrum kalmıştır. Büyük Doğu şiire sığmaz. Büyük adam olacaksanız etrafınızdakilerin fikir dünyasını bütünüyle tatmin etme mecburiyetiniz var. Boşluk bırakmayacaksınız, sizin boş bıraktığınız 166 Büyük Doğu Çağına Doğru yerleri başkaları doldurur. Farklı dünyalara aitseniz, yaptıklarınızı yıkarlar. Şiirde, fikirde, harekette önde durup da tiyatroyu, sinemayı verirseniz, oradan girer ve kaleyi içerden vururlar. Tiyatro Muhsin Ertuğrul diyor ki: “Tiyatro dalında Shakespeare’in tadında yazan bir adam yok, sen bize tiyatro yazsan...” Üstad, Tohum’u yazar, oynanır. Sonra onda tiyatroya karşı bir alaka oluşur. Tiyatroyu anlatırken diyor ki: “Tiyatro, sözün tez olmaktan çıkıp sihre dönüştüğü yerdir.’’ O yer de sahnedir. O halde bu milletin evladını eğer onlar tiyatrolarla kendi dünyalarına taşıyorlarsa sizin de orada olmanız gerekir. Eğer yoksanız o boşluğu başkaları dolduracak. Üstad Tohum’u yazıyor fakat mütefekkir kaleminden çıkıyor, mücerred ifadeler, Anadolu anlayamıyor, idrak edemiyor. İkinci olarak “Bir Adam Yaratmak”ı yazar. Bir Adam Yaratmak ile ulvi mücerredi müşahhaslaştırır. Anadolu gençliğinin idrak dünyasına indirir ve gişe rekorları kırar oyun. Camii’yi çorap kokularının mahşeri gören küfür yobazları mana merkezimizde, şiirde, tiyatroda zirvede olan, “Bir Adam Yaratmak” adlı oyunuyla yürekleri fetheden Üstad’ı görünce sarsılır. Muhsin Ertuğrul diyor ki: ‘Bundan sonra ya Shakespeare’in ya da Necip Fazıl’ın tiyatrolarını sahneye çıkaracağım. İkinci ve üçüncü sınıf muharrirlerin 167 Büyük Doğu Çağına Doğru kalemlerinden çıkan ürünleri sahnelemekten usandım artık. Ya Shakespeare ya da Necip Fazıl... Üstad Reis Bey’i yazar. Ne var ki sistem rezerv koymuş Necip Fazıl’a. Üniversite de yasak, tiyatro da… Muhsin Ertuğrul, Reis Bey’i ağlayarak okur. Fakat “ben bunu sahneleyemem” der. Reis Bey usta bir oyuncu eliyle sahneye çıkmaz. Fakat Anadolu evlatları Hakkarî’den Edirne’ye kadar köşe köşe, bucak bucak aktör olur, mahallelerinde, köylerinde, ilçelerinde Reis Bey’i sahneye taşırlar. Allah-u Ekber Sonra Abdülhamid’i yazar, oynanırken meclis sallanır Ankara’da. Sanki ihtilal olmuş. Neden? Çünkü Kızıl Sultan diye yaftalamışlar, tarihe sövecekleri zaman Abdülhamid’le başlamışlar. Bir adam da kalkıyor Abdülhamid’in hayatını tiyatroya taşıyor. En can alıcı sahnesi ise şurası: İttihat ve Terakki’den bir grup, Abdülhamid’e gelip diyor ki; “Sultanım senden helallik almaya geldik.” Abdülhamid Han Hazretleri buyuruyor ki: “Şahsım adına size hakkım helal olsun, ama yetim kalan çocuklar adına, dul kalan genç kadınlar adına, yavrularını kaybeden anneler adına, paramparça olan Âlem-i İslâm adına size hakkımı helal etmiyorum, yarın kıyamet günü iki elim yakanızda olacak.” İşte bu ifade ve dahası Ankara’da sahnelendiği zaman meclis sallanır… Siz öyle bir yüreğe sahipsiniz ki defalarca bedel ödüyorsunuz, zindana girip girip 168 Büyük Doğu Çağına Doğru çıkıyorsunuz fakat her çıktığınızda daha gür bir sesle “Allah-u Ekber’’ diyorsunuz. İman böyle bir keyfiyet. Ötelerden Habersiz Nizâma Lanet Olsun! Tabakâtü’ş-Şâfi’iyyeti’l-Kübrâ’da İmam Subkî, İzz bin Abdisselâm’ın “Allah-u Ekber’’ diyen hayatına dair şöyle bir anektod nakleder: Mısır’da bir bayram günü… Selamlama merasimi olacak… Heyet avluda, Hükümdar Eyyûb’un saraydan çıkması bekleniyor. Paşalar, valiler hepsi orada. Selamlama secdesi yapacaklar. İzz bin Abdisselâm, davetli değil, listede adı yok, protokolde yeri yok. Fakat O da orada. Valiler, paşalar selamda. O ise elini kaldırıyor. “Ey Eyyûb! Allah sana Mısır’ı emanet olarak verdi. Sen ise Mısır’ı meyhanelerle doldurdun, Allah’a bunun hesabını nasıl vereceksin’’ diyor ve geri dönüyor. Herkes şokta. Talebeleri koşup medreseye gidiyor ve diyorlar ki, “Hocam! Hayatın onun iki dudağından çıkan bir ifadeye bağlı, nasıl oldu da millet selamda iken sen, onu hesaba çektin?”. Diyor ki, “Evladım namazdaki halimi düşündüm, ‘Allah-u Ekber’ derken ‘Sen bütün güç ve kudret sahiplerinden daha büyüksün Allahım!’ demiyor muyuz? (Sonra اَلْ َح ْم ُد لِلّٰ ِه … َر ِّب الْ َعالَم َنيİşte varoluş destanımız burası. Sokrat’ın arayıp da bulamadığı çözüm burada. Hamdederken, ‘Sen sadece Türk’ün, sadece Kürd’ün, sadece Arab’ın değil, alemlerin Rabbisin…’ diyoruz.) Sarayda, namazdaki halimi düşündüm. İşte o zaman َصا َر الْ َملِ ُك أَ َما ِمي 169 Büyük Doğu Çağına Doğru كَال ِق ِّط/ Hükümdar karşımda bir kedi gibi göründü.” Üstad hakikati beyan noktasında İzz bin Abdisselâm’ın sarıksız halefi. Büyük Doğu satır satır haykırıyor: Ey genç adam bu düstur sana emanet olsun, Ötelerden habersiz nizâma lanet olsun. Bunu o tarihlerde diyebilmek Sahâbe mikyasında bir imana malik olmayı gerektirir. Memuriyet mi, Ubudiyet mi?! Üstad’ın “Müdâfaalar’’ı, mukaddesat adına ne varsa topyekün onların savunmasıdır. Zalim hükümdarın karşısında hakkı müdâfaa eden Ashâb-ı Kehfin kalِ الس ٰم َو kıp da,“ًال ْرض لَ ْن نَ ْد ُع َوا ِم ْن دُونِ ِه اِلٰهاً لَ َق ْد قُلْـ َنٓا اِذا ً شَ طَطا َ ْ ات َو َّ َربُّ َنا َر ُّب/ Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Ondan başkasına asla ilah demeyiz. Yoksa andolsun ki saçma bir söz söylemiş oluruz.”101 dedikleri gibi Üstad da hâl diliyle bu ayet-i kerîmeyi okuyor ve diyordu ki, birileri gitse sabahtan akşama kadar bir yerlerde beklese, falanın filanın huzuru dese, mezarında defter imzalasa da benim Rabbim yer ve gökleri yaratan Allah’tır. O etrafındaki Anadolu gençliğine, “Ben sizi memuriyete değil, Allah’a kulluğa çağırıyorum.” diyordu. Hakk’ın Müdâfaası Sun’î sebepler ve ardından gelen mahkumiyetler… Şu kadar sebep arasından birini zikredeyim: 101 Kehf: 14. 170 Büyük Doğu Çağına Doğru Bir lise talebesi Malatya’da Ahmet Emin’i vuruyor. Birkaç damla kan akıyor. (Üstad böyle bir hâdiseye karşıdır. Onun silahı kalemdir, kelâmdır. Burası herkese malum. Onların iki damla kanı, dünyaya bedeldir. Âlem-i İslâm’ın oluk oluk kanı akar dünyanın sesi çıkmaz, lakin onlardan iki damla kan, dünyayı ayağa kaldırmaya kafidir.) Ahmet Emin Yalman’dan iki damla kan akınca Üstad’ı tevkif ederler, “Azmettirici sensin, sen bu liseliyi tahrik ettin, o da gitti vurdu.” derler. Üstad mahkemedeki o meşhur savunmasını yapar ve der ki; “Sokaktasınız, yürüyorsunuz, bir adam... Yanında da hanımı var… Karşıdan gelen bir delikanlı hanımına baktı. O da kıskançlıktan dolayı çekti silahını ve adamı vurdu. Bu katilin cebinde de Shakespeare’in Othello’sunu görseniz -ki kıskanmanın şaheseridir, kıskançlığı ve kıskançlığın neticesindeki intikamı onun gibi anlatan başka bir yapıt da yoktur- katilin cebinde bu var diye, siz ey savcılar heyeti! Şimdi Londra savcılığına yazı yazacak, ‘Shakespeare’i mezardan kaldırın buraya gönderin, bu katinin azmettiricisi odur.’ mu diyeceksiniz?!’. Yani biri kibrit üretiyor, sonra da diyor ki bunu insanların maslahatı için kullanın. Eğer birisi insanların maslahatına değil de, düşmanının evini yakmak için kullansa, siz yakanı mı yoksa kibrit fabrikasını mı cezalandıracaksınız? Adaletiniz varsa elbette yakanı.... “Sonra her orkestrada bir tane şef olur. Peki benim davam neden 4 savcının nezaretinde görülür?” 171 Büyük Doğu Çağına Doğru Üstad duruşmaları 4 savcıyla yapılsa, mahkumiyet kararları önceden alınsa da, “İşte iz geliniz’’ demekten ödün vermedi. Zira siz mütefekkirseniz, sizde sürekli bir fikir patlaması olacak. Sizi hiçbir kalıp, hiçbir mecmua, hiçbir salon, hiçbir zindan istiâb edemeyecek, içine alamayacak. Hep akacak, hep çağlayacaksınız. Hep “HAKK” diyeceksiniz. Üstad’ın müdâfaalarından Müslüman gençlere düşen pay şudur; “En zor zamanlarda, en zor zeminlerde Allah ve Rasûl davası sanki sadece size emanet… Konuşacaksınız. İzz bin Abdisselâm gibi, Necip Fazıl gibi kalkacaksınız, karşınızdaki aslan yeleli kedilere karşı Allah-u Ekber diyeceksiniz, namazda Allah-u Ekber deyişinize sadakat göstereceksiniz.” Müslümanların, hocaların gündemi, Hz. İsa’nın gelişi, kıyamet alemetleri ümmetin çözdüğü meseleler olmayacak. Ümmet ırkçılık belasına savrulmuş, Bangladeş’te ittihad-ı İslâm diyenler idam ediliyor, Muhammed Mursi zindanda, Suriye, Irak, Doğu Türkistan ızdırap mahşeri… Peki ya benim gündemimde var mı? Senin sınıfında ne konuşuluyor? Suriye’de ağlayan anneleri, 2 yaşında boğazı kesilen çocukları, Irak’ta Allah ve Rasûl davasına inandıklarından dolayı öldürülenleri, Ebûbekir’e, Ömer’e sövmediklerinden dolayı bedel ödeyenleri konuşuyor musunuz? Yahudi’nin açtığı fitne mecrası binbir kola ayrıldı ve her yerde 172 Büyük Doğu Çağına Doğru kan ve gözyaşı olarak akıyor. Bunlar ne kadar gündemime giriyorsa, işte ben Allah-u Ekber’in bana emrettiği vazifeyi o kadar eda ediyorum. İman ve Hareket İman varsa aksiyon da vardır. Zikir dilden önce yürekten çıkar. Mümin bir defa diliyle Allah dedi mi bütün organları harekete geçer. Kelime-i tevhid sadece dille söylenen bir cümle değil, bir hayat nizâmının ilanıdır. Üstad ne bir veli, ne de dersiâm’dı. Fakat susturulan, darağaçlarına gönderilen muzdariplerin, mazlumların sözcüsüydü. Allah ona bütün küfür yobazlarının sesini bastıracak bir ses, kalemlerinin tesirini kıracak bir belagat vermişti. Çağın Hassan b. Sabit’iydi O. Nasıl Hassan küfrü hicvettikçe Allah Rasûlü ve Sahâbe rahatlardı, Üstad da konuştukça Müslümanlar huzur bulurdu. Üstad okullara devrin Başbakanı’nın imzasıyla gönderilen yazı gereği Allah’tan ve ahlaktan bahsetmenin yasaklandığı bir zamanda Allah ve Rasûlü’nün davasından bahseden, onu devlet çapında bir mikyasta anlatan adamdır. Onun için en önde olanlardandır. Dikenli yollarda “ah” edip inlemedi, ağyarı sevindirmedi, acıları hep içine çekti. Edirne’den Hakkarî’ye kadar Anadolu’yu karış karış dolaştı. Bir konuşmasında yaptıklarını sonuç planında değerlendirirken şunları söyledi: “Serseri 173 Büyük Doğu Çağına Doğru kuşlar gibi Anadolu semalarında uçarken ağzımdan bıraktığım o tohumlar, şimdi gür ormanlar haline gelmiş.”. Eğer bugün bu topraklarda fikirde, sanatta, edebiyatta birileri kırılmadan ayakta duruyorsa, işte bütün bunlar Onun Anadolu bozkırlarına attığı tohumlardır. Ya Hep,Ya Hiç! Üstad’ın İslâm’dan anladığı ve İslâm’a dair anlattığı şudur; “Ya hep İslâm, ya hiç İslâm.” İslâm hiçbir sistemin yedek parçası olamaz. O’nu Gadamer’le anlayamazsınız. Hz. Muhammed’in önünde çökecek, ona öğrenci olacaksın. Sonra sana Gazzâlî, Râzî, Taftâzânî diyecekler. Tevazu ile zillet, vakarla kibir arasında inci bir çizgi var. Vakar yerinde tevazu zillet; tevazu makamında vakar ise kibirdir. Bir İslâm talebesi olarak şunu söyleyeyim -her zeminde ve zamanda Allah’ın inâyetiyle bu söylediğimi isbata da kadirim.- Lakin Bunu kendi adıma bir iftihar vesilesi olsun diye söylemiyorum, “ ْ’’ َوا َ َّما ِب ِن ْع َم ِة َربِّ َك فَ َح ِّدث/ Rabbinin nimetine gelince; işte onu anlat.”102 ayetine iktida ederek söylüyorum; İslâm irfanının çöktüğünü iddia edenleri, bu yüzden hikmetin Batı’dan alınması gerektiğini söyleyenleri masaya davet ediyorum. Buyrun gelin, sizinle Mevlânâ Molla Cami’nin “Fevâid”ini okuyalım, “Şerhu’l-Akâid” 102 Duha: 11. 174 Büyük Doğu Çağına Doğru okuyalım. Üstad, felsefe okumaya karşı değildir. Onun esas alınmasına karşıdır. Mutlak doğru olan İslâm’ın Felsefe’nin başlıklarına arz edilerek anlaşılmasına karşıdır. İslâm ne ise odur. Şuna ya da buna göre muhtevâsı değişmez. Felsefe: Sağlam ve Çürük Ceviz Felsefe doğruyu bulmanın değil, doğruyu nasıl bulmanın yoludur. Hâdiseyi şöyle bir örnekle anlatalım. Dünya büyüklüğünde bir çuval... Çuvalın içi çürük cevizlerle dolu. Her gelen elini çuvala sokuyor, çıkarıyor, ‘buldum’ diyor. Daha sonra gelen onun bulduğunu ‘işte o çürüktü’ diyerek reddediyor, kendisi çuvaldan hakikat niyetine bir başka ceviz çıkarıyor, doğrunun elinde olduğunu iddia ediyor. Bir sonraki de onun cevizinin çürük olduğunu ilan ederek, kendisi bir başka ceviz çıkarıyor. Hâdise bu minvalde devam ediyor. Felsefe tarihi sağlam ve çürük cevizler tarihidir. Felsefe, yanlışı isbat etme müessesesidir. Bir müessesedir ama o müessese yanlışı isbat eder, doğruyu gösteremez. Çünkü dünya büyüklüğündeki bir çuval… İçi çürük cevizlerle dolu… Şimdiye kadar kime nasip oldu sağlamı bulmak. Madem âlem bir, eşya bir, hayat bir, ruh bir o halde bunların ne olduğuna dair tanımlar da bütün zamanlarda aynı olmalı değil mi?! Fakat “hakikat”in 175 Büyük Doğu Çağına Doğru tarifi Peygamberlerde değişmez. Hz. Adem (a.s.) Allah’a, Ahiret’e, aleme dair ne söylediyse, Hz. Muhammed de aynısını söylüyor. Çünkü hakikat değişmez. O halde kim hakikate malik? Kimin elinde, kimin dünyasında, kimin ufkunda gerçek? Üstad fikir ve hareketiyle şunu gösteriyor, büyük akıllar ancak Hz. Muhammed’e teslim olursa kurtulabilir. Fakat üçüncü, dördüncü sınıf muharrir olursanız Cambridge’le Oxford’la iftihar edersiniz, onlarla çok şeyler kazandığınızı zannedersiniz, bu yüzden İslâm’dan nasibdar olmazsınız. Neden Gitmedim? İlahiyat’ı bitirdiğim zaman büyük bir alimin yanına gitmiştim. Dedim ki: “Hocam! Babam sizin olurunuza bıraktı, eğer müsaade ederseniz yüksek lisans için Amerika’ya gidiyorum.’’. Orada eşyanın sırlarını çözeceğim, en azından öyle düşünüyorum. Malumunuz oradan gelene bir itibar var. Söyleyen muteber olunca, söylediği de muteber oluyor. Söyleyenin itibarı, muhtevânın basitliğini gölgede bırakıyor. Ne dediğiniz değil, kim olarak dediğiniz önemli. Eğer CV’nizde Cambridge, Oxford varsa size farklı bakıyorlar, farklı bir nazar, farklı bir mülahaza var. Dedi ki o alim: “Sen gidince bir şarkiyatçının karşısına oturacaksın, ondan ders alacaksın. Fakat bu adam senin Peygamberine sövüyor, senin hakikat anlayışını, ta176 Büyük Doğu Çağına Doğru savvurunu reddediyor ve sen Peygamberine söven bir adama öğrenci olacak, üzerinde onun imzası olan diplomayla iftihar edeceksin.103 Babanın bir düşmanı olsa ve sen de onunla sabahtan akşama kadar otursan babanın sana karşı bakışı nasıl olur. Bundan rahatsız olur mu? Baban rahatsız olur da, Allah Rasûlü kendisine hakaret edenlere öğrenci olmandan, ellerinden diploma almandan elem duymaz mı?” Vazveçtim. Üstad hayata yamanmış bir dini reddetti. İslâm pazarlık kabul etmez dedi. “İslâm bir güneştir, güneş yenilenmez güneşe bakan gözler yenilenir.” dedi. Had Bilmezler Biraz Batı’dan, biraz da İslâm’dan almanın adını “ıslahat” koyanlara, “Bu yaptığınız tamir değil, tahrib” dedi. Sahte mürşitlerin arkasına takılıp gidenlere, “Bunların külliyatını okuyan, bulma iddiası ile yola çıkan, ömür boyu yürüyen, fakat bulmaktan mahrum kalan bî çarelerden olur.” dedi. “Durun kalabalıklar bu cadde çıkmaz sokak” diye haykırdı. Geçenlerde biri geldi, bir bahis üzerinde konuşuyor, davasını tevsik etmek için çırpınıyordu. Dedi ki: “Hocam 50 tane hadis var, siz de kalkıyor bu kadar hadisle beni ilzam etmeye çalışıyorsunuz”. Dedim ki: “Azizim! Sen ‘muzdarip’ hadis nedir bilir Tabii ki Hendese ya da tabâbet alanında öğrenci Batı ülkelerine gidilebilir, yüksek lisans, doktora yapabilir. 103 177 Büyük Doğu Çağına Doğru misin? “Bilmem” dedi. “Peki ‘Sahîh’ hadisin şartları nedir bunları bilir misin?’’ “Bilmem’’ dedi. “Peki sana okuduğum o hadisin senedinde kimler var onu bilir misin?’’ “Onu da bilmem’’ dedi. “O halde dışarıya buyur kardeşim!’’ dedim. Sahih hadisin ne olduğunu bilmeyen biri sahih hadislerin 50 tane olduğunu nereden bilebilir?! Bunu kendi öğrenemeyeceğine göre, o halde ona öğretenle konuşmalı. O gelsin. “Yaver” çıksın “sultanı” gelsin. Bunlar ulvi meseleler… Bunlar derin bahisler… Lakin hayata dair, dünyaya dair basit meseleler noktasında konuşacak, sohbet edeceksen buyur. İlmî konuşmanın bir edebî var, bir kıymet ölçüsü var. Evvela durmamız gereken yeri ve haddimizi bilmemiz lazım. Onun için Üstad’ın eleştirdiği adamlara bizdeki had bilmezler şöyle bakarlar: “Necip Fazıl, okumadığından dolayı ıslahatçıları anlamamıştır.” Üstad, İbn-i Teymiyye’yi bütün bu ayrışma noktalarının merkezi görür. Yani hep orada, onun ilim arsasında neş-u nema bulmuştur yıkım. İslâm dünyasındaki mevcut selefî akımlara küllî bir nazarla baktığınızda bu mütalaanın ne kadar yerinde bir tesbit olduğunu daha iyi anlarsınız. Seyyid Kutup Seyyid Kutup bu Ümmet’in büyük mazlumlarındandır. Ona hem küfür cephesi, hem de Müslümanlar zulmetmiştir. Küfür cephesinin zulmü ma178 Büyük Doğu Çağına Doğru lum… Müslümanların zulmüne gelince mezhepsiz ve Humeynici müslümanlar kendi zaviyelerinden bir Seyyid Kutup anlatmışlar. Onlar için önemli olan Onun neyi anlattığından ziyade, onların Ondan ne anlamak istedikleridir. Medrese ve Tekke çevreleri de eğer Seyyid Kutup bunlar gibiyse kalsın dediler. Fakat hakikat bundan çok daha farklıdır. Seyid Kutup’un eleştirdiği Tekke, işbirlikçi tekkedir. O tasavvufa değil, işbirlikçi müteşeyyihlere karşıdır. Medrese tarafında duran herkes gibi benim de bir zamanlar Seyyid Kutub’a farklı bakışım olmuştur. Fakat bizzat eserlerini kendi kaleminden okuyunca çok daha farklı bir Seyyid Kutup’la karşılaştım. Bu gün Seyyid Kutup’u sorsalar, derim ki; “Üstad gibi ciğerinden kalemine kan çekerek yazan bir dava adamı.” Müslüman gençler Râzî’den, Kurtubî’den sonra ‘Fî Zilâl’ okumalı. Çünkü onun yüreğinde de, satırlarında da aşağılık duygusundan nokta kadar bir tesir göremezsiniz. O’nun yazdığı mevzular Fildişi Kulesi’ne çekilmiş, ümmetin dünyasından kopuk yaşayan adamların bahisleri değildir. Bakın onun hayatına, bütünüyle dünyası ümmetin derdi ve davasıdır. Bu istidradiyeden sonra Üstad’ın Seyyid Kutub’la alakalı mütalaasına şöyle bir tetimme yapalım: Üstad, “Sahte Kahramanlar Konferansı”nda Şehîdu’l-İslâm’a dair diyor ki: “Kendisinden af dilemesini isteyen yakışıklı orangutan maymunu Nâsır’a 179 Büyük Doğu Çağına Doğru ‘Bir mümin bir münafıktan af dilemez.’ cevabını veren ve kahramanca ölmeyi bilen Seyyid Kutup eğer Hz. Osman’la alakalı sözlerinden döndüyse hakiki bir şehittir.”. Üstad’ın hükmü bu… Seyyid Kutub, “el-Adalet’ül İctimâîyyetu fi’l-İslâm” kitabının dördüncü baskısında (1964) bizzat kendisi Hz. Osman’a dair ifadeleri kaldırıyor. O halde Üstad’ın Doğru Yolun Sapık Kolları kitabındaki ifadelerine tetimme düşmek gerekir. Buna göre Üstad’ın son hükmü şöyledir, “Seyyid Kutub hakiki bir kahraman ve büyük bir şehittir.”. Evet… Bu konferanstaki son bahis Üstad’ın milliyetçilik mülahazası olacak... Onu herkes kendi zaviyesinden anlatmak ister. Fakat o ne ise odur. Onu o olarak anlarsak, onu anlamış oluruz. Tanrı Dağı ve Hira-Nur Herkesin dünyasında inişler, çıkışlar olur. Üstad’da da oldu bunlar. Farklı vadilere sondajlar vurdu. Bir ara milliyetçilik cephesine de sondaj vurdu. Fakat sonunda hükmü şu oldu: “Vurduğum sondajlardan su değil başka şeyler çıktı.”. Millliyetçilik cephesinde, milliyetçilik vadisinde vurduğu sondajlara dair hükmü budur. Buna göre “Raporlar’’daki kıymet ölçüsünü bu ifadenin muvacehesinde yani sondaj vurma aşamasında sarfedilen sözler olarak değerlendirmek lazım. Nitekim bir konferansında karşıdakiler “Tanrı Dağı kadar 180 Büyük Doğu Çağına Doğru Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız’’ diye bağırınca “olmaz’’ der; Tanrı Dağı bir putun adıdır, Hira Dağı ise vahye muhatap olan bir mekandır. Nurdağıdır. Ya Tanrı Dağı kadar Türk ya da Hira Dağı kadar Müslüman olacaksınız!!! İslâm sentezi reddeder. Türk-İslâm sentezi olursa birileri Kürt-İslâm sentezi ile çıkar. Siz, Türk-İslâm sentezi ile çıkarsanız birileri Arap-İslâm sentezi ile gelir. Ya hep İslâm, ya hiç İslâm! Dolayısıyla diyor “Davamızın hülâsası, Ne mutlu Müslümanım diyene!’’dir. Kardeşlerim! Konuşmamın başında İngilizler İrfan ve ilim saraylarımıza giden bütün yolları kapattılar, dedim. O bendleri aşıp da ilim saraylarına gidenler yeterli bir kemiyete malik olmadıklarından büyük inkişafı başlatamadılar. Fakat şimdi İngiliz çağı bitiyor... Batılı adam küllî fikirler imal edemiyor artık. Batı’nın fikir mecrasına kan ve gözyaşı doldu. Artık fikir akmıyor, ne Spinoza’sı var ne Heiddeger’i... Sadece parçacı fikirler îmal ediyor. Onunla dünyayı idare edecek ne bir iddiası, ne de istidadı var. Batı mahrumiyet çağına giriyor. Dünyanın dengeleri değişiyor. Medeniyetler üzerinde yazanlar, çizenler de aynı şeyi söylüyorlar. Eşya boşluk kabul etmez. Madem Batı çöküyor, o halde yeni bir çağ başlıyor. Nasıl Hz. Muhammed 10 bin 181 Büyük Doğu Çağına Doğru kişiyle dünya uygarlıklarının üzerine yürürken ashabına, “Üzülmeyin gevşemeyin inanıyorsanız en üstün sizsiniz, bunların zarfı var fakat mazrufu çürük, İslâm çağı başlıyor’’ diyordu. Şimdi ben de burada diyorum ki, “Ey Fildişi kulelerine çekilenler! Zahmet buyurup sokağa inerseniz, elinizi değil ruhunuzu ve gövdenizi bu milletin oluş mücadelesi için yeniden taşın altına koyarsanız, o zaman göreceksiniz ki Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar yayılan bir ruhla Büyük Doğu çağı Allah’ın inâyetiyle başlıyor. Yeni bir döneme giriyoruz. Bu hamle Büyük Doğu’nun hamlesidir. Çağ İslâm’ın çağı olacaktır. Madem ki Büyük Doğu, İslâm’ı keşfediş ve hayata tatbik ediş mücadelesidir, o halde bütün sistemlerin iflas ettiği bir vasat, Büyük Doğu çağının başladığı vasattır. Dirilişin merkez üssü yine Anadolu olacak… Bunu en iyi hasımlarımız biliyor. Bu yüzden sürekli yeni tuzaklar kuruyorlar. Sen, “Ne mutlu Müslümanım diyene!” deyip Edirne’den Hakkarî’ye kadar elele, yürek yüreğe durdukça yeni planlar devreye sokacaklar. Ellerindeki maşa işlevsiz olursa yeni maşa ile fitne ateşini tutuşturmaya devam edecekler. İlk adım Anadolu’nun dirilişi, ikinci adım ise bütün mustazafların ve mazlumların hesabını sormak, olacak. Büyük Doğu Çağı için bedeller ödenecek fakat geri adım atılmayacak. Şam da bizimdir, Bağdat 182 Büyük Doğu Çağına Doğru da… Buhara da, Türkistan da…. Üstad Necip Fazıl’ın fikriyatının varisleri olarak buradan Bangladeş’in, Arakan’ın, Şam’ın, Bağdat’ın, Mısır’ın hasılı bütün yeryüzünün mazlumlarına, ittihad-ı İslâm bağlılarına selam ediyoruz. Allah’ın selamı üzerinize olsun. *** 183 Katolisizmi Olmayan İslâm’ın Protestanca Okunuşlarına Karşı