Kapıları Aşarken
Transkript
Kapıları Aşarken
Kalemzáde Cengiz Yardım Kapıları Aşarken Ol’madık | Ol’uyoruz Kalemzáde|BLOG2015 kalemzade.nete-kitap Kalemzáde Cengiz Yardım Kalemzáde|BLOG5YIL kalemzadekamil@gmail.com Ocak2015-Eylül2015|DarıcaKOCAELİ Güncelleme/Eylül2015|DarıcaKOCAELİ Kitabın tüm hakları yazara aittir Hiçbir içerik, yazarından izin alınmaksızın, kendi namına kullanılamaz Ticari değildir Para ve sair yollarla satılamaz All rights reserved to the author On behalf, any content of the book can not be used without permission Not commercial No permission for sale Kitabı okumak ve paylaşmak isteyenler kalemzade.net sitesi üzerinden e-posta ile bloga üye olduktan sonra A5-pdf formatındaki nüshayı gönül rahatlığıyla indirebilir Máliyetine bile olsa ticári maksat gütmemek kaydıyla çıktısını alabilirler Bu Ümmetin Çocukları! “Ölüler sizi duyamaz” diyen Kuran’ı ölülere okuyan, “Ne dediğinizi bilmeden salata yaklaşmayın” diyen Kuran’ı ne dediğini bilmeden namazında okuyan, “Şefaatin tümü Allah’ındır” diyen Kuran’dan, başka şefaatçiler çıkaran, “Bu kitaptan sorulacaksınız” diyen Kuran’a karşı “şu rivayetlerden, şu kitaplardan, şu şu hükümlerden de sorumluyuz” diye ekleyen, “Kolaylaştırılmıştır” diyen Kuran’ı zorlaştıran ve sen anlayamazsın diyen, “Oku” diyen Kuran’ı okumayıp duvara asan ya da bilmediği bir dilde ölülere okuyan uyanamamış nesillerin çocuklarıyız. ÖnSöz 4 numaralı e-kitaptan itibaren tüm e-kitaplarım, Allah’ın ayetlerini ve tevhidi keşfedişimden sonra blog sitemde yazdığım yazılarımın kronolojik olarak kitaplaştırılmasından ibarettir. Asla ve asla birer din öğretim kitabı değillerdir. Alelade bir insan olarak belli bir süreçteki tespit ve düşüncelerimi, blog sitemde yazmak suretiyle paylaşımımdır. Temel iddiam “oku” emrinin herkes tarafından anlaşılarak dinimizin tek kaynağı olan Kuran’a, esas olarak geleneğe değil, sadece Kuran’a yönelinmesi ve Allah’ın kitabının bireysel akıl yoluyla anlaşılamayacağından korkulmaması gereğidir. Bunun dışındaki tüm düşüncelerim ve anlatımlarım, bir gelişim döneminin tezahürü olarak değerlendirilmeli, kendi fikrime değil doğru yola, Allah’a ve O’nun sözlerinin gerçekliğine çağırımımın paylaşımı olarak görülmelidir. Kalemzâde | Cengiz Yardım Eylül2015 Darıca/KOCAELİ İçindekiler __1 Rüyaların Tevili Rüyalar Gaybdan/Gelecekten Haber Verir mi? _11 O da Bir Sebebi İzledi Sabah/Akşam Yıldızının Düşündürdükleri _22 Vay Müşrik Vay!!! Kime müşrik denir? Toplumumuz müşrik mi? _30 Lãnetlenmiş Ağaç Şeytanın ve Âdemin Tefsiri _35 Ruhuna El-Fatiha! Uyuyan Ümmet _47 Allah’a İman Zan mıdır? Bilim Bilmekten Gelir _49 Din ve Bağış İlişkisi Bahçe Sahiplerinin Düşündürdükleri _53 Lodos Etkisi Kim Daha Kirli? _58 Başlıksızca… Özgecan… Özgecan… _64 Kahvehane Parlamentosu Sahte Okey… _67 Parasız Müslümanlık!!! Parasız Müslümanlık da Olmuyormuş’muş!!! _69 Tanrı Yokmuş’muş! Zıddıyla Düşün!… _73 TaHa’nın Düşünceleri Her İnananın Musa’dan Alacağı Birçok İbret Vardır _77 Ne Güzel Şehir! Ne Álâ Memleket! Beled Suresinden Gönledüşümler _82 At Toksinlerini İnfitar’ın Ertesi İzdüşümü Sahnesi _86 Daha Önce İndirilenlere İman Kitaplara İman Bahsi 118 Kendini Tes Et|Kuran’a İnanıyor musun? İmanlı mısın İnkârcı mı?|İsa Tarzı Bir Sorgulama 125 Affedin Affetmezlikten Arınmak 135 Pamuk Gibi Bir İhtiyarın Tutarsız Duası Dua mı Ediyoruz? Kendimizi mi Kandırıyoruz? 138 Hál’e Kısa Bir Özet Salãt ve Sair Tartışmalar Üzerine… 146 Öfkeli Gençlerin (!) Kara Bayrağı Kara Bayraktaki Büyük Yanlış 156 Allah’ın Sınırları Var Baba İnsan, Allah’ın Sınırlarını Aşabilir mi? 165 Allah Biliyorsa Bizim Seçim Şansımız Var mı? Bu Yazıyı Tıklamanız Bir Seçim ama Çok Küçük Bir Olasılıktı 169 Büyük Şehirler Küçük İnsanlar Musa Dedi ki; İstanbul’a Gidin, İstediğiniz Orada Vardır! 174 Batıdan Doğan Güneş Neden Cehennem, Neden Deneniyorum, Ben mi İstedim Dünyayı! 179 Sen Hep Varsın Küçüğüz, Daha Çok Küçüğüz… Kalemzáde|Kapıları Aşarken Rüyaların Tevili Rüyalar Gaybdan/Gelecekten Haber Verir mi? Rüyalar hepimizi evvelden beri düşündüren başlıklardan biri olmasına rağmen konuşmaktan genelde haklı olarak imtina ediyoruz. Çünkü ben de aynı fikirdeyim ki; rüyalar kişinin kendi mahremidir. Onların sizden başka sadece (her şeyi yaratan ve tanık olan) Allah aynısıyla farkındadır. Geleneksel rüya tabiri anlayışına ise hiç girmek bile istemiyorum. Kültüre özel bazı simgeler olabildiği muhakkak ama, klasik rüya tabirleri çoğunlukla saçma sapan “zan”lara ulaştırırlar bizi. Genellikle bir sonuç da çıkaramazlar. Ortaya sallanan bir iddia curcunası vardır. Onlardan biri tutarsa “işte rüyam tuttu” olur! Acaba rüyalar (gaybdan) bilinmezden ya da gelecekten haber verirler mi gerçekten! Ya da başka bir nedeni de var da biz mi bilmiyoruz henüz! 1 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Neden İbrahim’in oğlunu boğazladığı rüya, üzerine basa basa bu kadar anlatılıyor? Yusuf’unki ilmi sayesinde kuvvetli bir zan mıydı? Yoksa rüya tevil etmek için bazı bilgilere haiz miydi? Bu bilgiler gayb bilgisi mi yoksa olayların tefekkürü müydü? İbrahim oğluna rüyasını anlattığında ne oldu? Oğlunu kesme gibi bir durumu yaşadı mı İbrahim? Vahiy almasına rağmen neden Muhammed’den gördüğü rüyadan ders alması isteniyor? Neden Yusuf’un rüyasını anlatmaması konusunda Yakup bu kadar ısrarlı? Bir elçi nasıl oluyor da bir zannın peşine düşmüş bir kâhin gibi zindan arkadaşlarına rüya tabir ediyor? Nasıl oluyor da Melik’in rüyasına dayanarak Yusuf böyle ekonomik bir işe kalkışıyor? Allah’tan başka kimse geleceği bilemezken, bilinmezden ve gelecekten haber verebilir mi bir elçi? Eğer veremiyorsa daha gerçekleşmeden Yusuf nasıl bildi? Ve en önemlisi… Her rüya bahsinin neticeye ulaşması anında neden bir secde ve Allah’a övgü söz konusu? Rüya ile önü açılan bu bilgiler bize hangi ana gerçeği gösteriyor? Rüyalar çoğunlukla günlük yaşamdan zihnimize yansıyan (psikolojik) görüntüler, görümler olarak ortaya çıkıyorlar. İçimizdeki sevinç ya da sıkıntı ve yahut bir yoğunluk kendisini rüyamızda da karşımıza benzer biçimlerde çıkarıyor. Ancak benim bugün size bahsedeceğim rüya biçimi bu çoğunluk rüyalarımızdan biraz farklı. Sizin de başınıza gelmiştir ki; bir rüya gördüğünüzde bazen öyle bir yerde bulursunuz ki kendinizi, yeryüzünde ve hayatınızda henüz öyle bir yere gitmiş, öyle bir yerde bulunmuş ya da öyle bir olayı bir benzeri ile yaşamış değilsinizdir. Belki de birkaç defa aynı rüyayı benzer biçimlerde görmüş, hep aynı yerde bulunmuş ve benzer oluşlarda bulmuşsunuzdur kendinizi. Ve demişsinizdir ki “Ben bunu sadece rüyamda gördüm. Veya sadece rüyamda gördüğüm bir yer. Veya sadece rüyamda bulunduğum bir mekân. Ya da sadece rüyamda tanıdığım bir kişi. Yahut sadece rüyamda yaptığım bir iş.” Eminim ki bu sadece benim başıma gelmiyor. Birçok rüya uyanır uyanmaz veya çok kısa bir sürede unutulurken tekrar tekrar kendini gösteren ve hissettiren bu tip rüyalar genelde etkilidir ve üzerimizde sorular ve izler bırakırlar. 2 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Sözgelimi… Yıllarca önce rüyanızda kendinizi o hiç bilmediğiniz yerde, hiç bilmediğiniz bir evde, hiç bilmediğiniz bir pencerenin önünde, o şekliyle hiç bakıp da görmediğiniz bir manzaraya bakarken gördünüz. Unutmadınız da. Çünkü bu mekânı ve manzarayı farklı hallerde ve oluşlarda olsa da rüyalarınızda defalarca gördünüz. Ve yıllar sonra hayat bu ya, günü geldi. Daha önce hayatınızda tanık olmadığınız o eve taşındınız. Daha önce bulunmadığınız o pencerenin önünde, daha önce bakmadığınız o manzaraya bakarken buldunuz kendinizi. Fark ettiniz ki bu gerçek size yılarca önce rüyalarınızda malum olmuş meğerse. Böyle bir durumdan ne ders çıkar bize? Hiç karşılaşmadığımız ve sadece rüyalarımızda gördüğümüz bir şeyin gerçek hayatta ya da gelecekte yaşanması bir kanıttır. O da, bilinmezi sadece Allah’ın bildiğine kanıttır. Yani bu tip rüyaların gerçekleşmesi Allah’ın varlığına delildir. Çünkü O, bizim bilmediğimiz şeyleri bilendir. Ve bunu kendi nefisimizde bize göstermektedir. Aslında bu durum mucizenin ta kendisidir. Çünkü sadece Allah’ın bildiği bir gerçek gerçekleşmiş durumdadır. Eğer o evin o penceresini ve o manzarasını daha önce rüyanızda görmemiş olsaydınız, onu sadece Allah’ın bildiğini nasıl anlayacaktınız!!! Her gün yüzlerce yeni şey görüp, yeni oluşlar yaşıyoruz. Ama her birini ilk defa yaşadığımız için bunları Allah’ın daha önceden bildiği aklımıza bile gelmiyor. İşte bunlardan birini veya birkaçını eğer daha önce rüyamızda görmüşsek ve hatırlamışsak, işte o an Allah’a secde edip O’nun her şeyi önceden bildiğini kavradığımız an olmalıdır. Rüyayı bizim görmüş olmamız bu neticeyi değiştirmez. Çünkü bizim için, rüyanın kesin tevili gerçekleştiğinde anlaşılır. Daha önce değil. Daha önceki, az ya da çok zan içerir. Bir bilgi, bir haber ancak doğrulandığı zaman gerçekleşmiş olur. Televizyonda haber dinliyorsak doğrulanmış gerçekleri dinliyor olmalıyız. Diğer haberler ise ya bir tahmin, ya bir hesaplama ya da bir aktarım olarak hiçbir zaman yüzde yüz değildir. Hava tahmini gibi. Yarın kar yağacaktan ziyade yağabilirdir… Bulutların hareketi bizi belli 3 Kalemzáde|Kapıları Aşarken bir tahmine yöneltir ama kar yağışı beklerken bulutların yoğunlaşmadan üzerimizden geçip gittiğini de çok defa yaşamışızdır. Rüyanın gelecekten haber olup olmadığını anlamak için gerçekleşmesi gerekir. Ne zamanki gerçekleşir, rüyanı gerçekleştirmiş olur ve anlarsın. İşte bu maddi manevi secde gerekçesidir. Allah’ın varlığının, bizi denediğinin, yetiştirdiğinin, bize kendisi hakkında deliller sunduğunun delilidir. Yoksa rüya ile gaybten şu haberi yüzde yüz aldım diyemez kimse. Gaybı bilmem ben, der. Ama şunun şöyle olacağını, şu şu kuvvetli deliller nedeniyle umuyorum, tahmin ediyorum der. Bunun için de ilme, bilme ihtiyaç vardır. Sadece rüya için değil günlük gelişmeler için de böyledir. O halde Kuran’daki rüya kıssalarını nasıl anlamalıyız? Şimdi kısaca onlara bakalım. İçinde rüya geçen bölümlere… 12 Yusuf 4 Bir vakit Yûsuf babasına şöyle demişti: “Babacığım, ben rüyada on bir yıldızla, Güneş’i ve Ay’ı gördüm; onları bana secde ediyorlar gördüm.” 12 Yusuf 5 “Yavrucuğum, dedi, rüyanı kardeşlerine anlatma; sonra sana bir oyun oynarlar. Hiç kuşkusuz şeytan, insan için açık bir düşmandır.” Neden Yakup Yusuf’a rüyanı kardeşlerine anlatma diyor? Bu soru hep kafamı kurcalamıştır. Ne olacak ki anlatsa, diye. Niye kötülük etsinler Yusuf’a, rüyada ayın, güneşin ve yıldızların kendisine secde ettiğini görmüş diye. Net bir cevap bulamamıştım. Eğer onlarda da rüya ilmi varsa o halde neden başlarına gelecekleri tahmin edememiş olabilirlerdi? Sonra Yusuf 37’de Yusuf’un zindan arkadaşlarına konuşmaya başlarken “Ben Allah’a güvenmeyip ahreti de tanımayan bir toplumun dinin terk ettim” diye söze başlaması da hep kafamda soru işaretleri oluşturmuştur. Çünkü Yusuf kıssasında ne zaman nerede Yusuf, ortak koşan bir kavmin dinini ne ara terk etmişti bulamıyordum. İşte meğerse cevaplar bu “rüya” ayetlerinde saklı imiş. Eğer Kuran’da güneş, yıldız ve ay kelimelerinin geçtiği tüm ayetleri göz önüne alırsanız, çok eski devirlerden beri güneşe, aya ve yıldızlara 4 Kalemzáde|Kapıları Aşarken ilahlık vasfı verildiğini ve bunun taa Mekke dönemine kadar sürdüğünü görebilirsiniz. “Güneşe de, ay’a secde etmeyin, bana edin” (41:37) diyen Allah bu kahrolası kültürü defalarca yerle bir ettiği halde insanlar ortak koşmaktan vazgeçmemiştir. Ortak koşan bu kimselerin peygamber çocukları olması bir şeyi değiştirmez. Yusuf’un kardeşleri, Allah’a inansa da güneşe, aya ve yıldızlara halen ilahlık vasfı veren kişiler olarak eğer Yusuf’un rüyasını dinlemiş olsalardı, muhtemelen çıngar çıkardı. Bugün evliyalara, ermişlere, gavslara, kutuplara ve hatta peygamberlere ilahlık vasfı verenlere tutup, ben bunların hepsinin bana secde ettiklerini rüyamda gördüm dediğinizi düşünün ve alacağınız tepkiyi hayal edin!!! Dolayısıyla Yakup da Yusuf da bu rüyayı konuştukları o gün anlamış değillerdir. Yakup’un korkusu diğer çocuklarının bu gök cisimlerini Allah’a ortak koşuşları ile ilgiliydi. Rüyanın tevilini bildiği için değil. Ne zamanki kıssa sonunda Mısır’da birleştiler, rüya o zaman tevil edilmiş oldu. 12 Yusuf 100 Babasını ve annesini tahta çıkarıp oturttu; onun için secdeye kapandılar. Dedi ki: ‘Ey Babam, bu, daha önceki rüyamın yorumudur. Doğrusu Rabbim onu gerçek kıldı. Bana iyilik etti, çünkü beni zindandan çıkardı. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını açtıktan sonra, (O,) çölden sizi getirdi. Şüphesiz benim Rabbim, dilediğini pek ince düzenleyip tedbir edendi. Gerçekten bilen, hüküm ve hikmet sahibi O’dur.’ Kısacası burada geleceği bilen bir Yakup ya da Yusuf yoktur. Kıssanın başında, kısa vadede olacakları tahmin eden muvahhid bir Yakup ve ne olduğunun farkına bile varmayan ama sadece Allah’a yönelen bir Yusuf söz konusudur. Diğer kardeşler ise henüz muvahhid değillerdir. Olay gerçekleşene kadar olacakları bilen sadece Allah’tı. Yusuf gördüğü rüyanın gerçekleştiğini, işte Mısır’daki bu birleşme anında anladı ve bunu ifade etti. “Gerçekten bilen, hüküm ve hikmet sahibi O’dur” Yusuf’un bildiği ise sadece kendi bildiği kadarıyla sözleri ve olayları yorumlamadan ibarettir (12:101) ve bunu devamındaki ayetler 5 Kalemzáde|Kapıları Aşarken anlatır. Ardından Muhammed’e de “Bunları sen bilmezdin. Gayb haberidir bunlar” (12:102) denmesi de bu kapsamda manidardır. Peki o halde bir çelişki yok mu? Yusuf’un zindan arkadaşlarına yaptığı rüya yorumları ne olacak? Yusuf orada gelecekten haber vermiyor mu? Bakalım… 12 Yusuf 36 Onunla birlikte iki genç de zindana girmişti. Biri: ‘Ben (rüyamda) kendimi şarap sıkıyorken gördüm.’ dedi. Öbürü: ‘Ben de kendimi başımın üstünde ekmek taşıyorken gördüm; kuş da ondan yemekteydi’ dedi. ‘Bunun yorumundan bize haber ver. Doğrusu biz seni, iyilik yapanlardan görmekteyiz.’ Zindanda bu kadar kısa konuşmuş olamazlar elbette. Mümkün ki gençler Yusuf’a kendilerinden ve yaşadıklarından da çokça bahsetmişlerdir. Onları etraflıca tanıyan Yusuf da rüyalarından bir anlam çıkarmış olabilir. Ama Yusuf’un asıl bildiği rüyanın yorumundan çok sözlerin ve olayların etraflıca düşünülmesinden çıkardığı sonuçtur. Siz olsanız, öleceğini bildiğiniz birisine öleceksin der misiniz? Diyecek olsanız da “böyle devam edersen sonun ölüm olur” dersiniz. Birisine sigara içtiğin için öleceksin demezsiniz, sigara içmeye devam edersen sonun böyle olabilir dersiniz ancak. İşte Yusuf’un söylediği de bunun gibidir. Sen böyle başkalarını rab edinmeye devam edersen sonunda kaybedersin demiştir. Elbette böyle derin düşünebilen birisinden rüyadan da gerçeğe en yakın tahmini yapmış olması beklenir. Bakalım Yusuf ne demiş… 12 Yusuf 37 Dedi ki: ‘Size rızıklanacağınız bir yemek gelecek olsa, ben mutlaka size daha gelmeden önce onun ne olduğunu haber veririm. Bu, rabbimin bana öğrettiklerindendir. Doğrusu ben, Allah’a iman etmeyen, ahireti de tanımayanların ta kendileri olan bir topluluğun dinini terk ettim.’ Gördüğümüz gibi Yusuf, henüz rüya tabirine geçmeden önce asıl becerisinin oluşları, olayları ve neden sonuç ilişkilerini değerlendiriyor olmasıdır. Yemeğin rüyayla bir ilgisi yoktur. Kabiliyetinden bahsediyor 6 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Yusuf. Ve belki de biraz fazlaca güveniyor kendisine. Ardından 38,39 ve 40’ıncı ayetlerde hala yoruma geçmemiş olan Yusuf önce tevhidi anlatıyor. Nihayet 41’inci ayette başlıyor rüyalardan yaptığı çıkarıma… 12 Yusuf 41 “Ey benim zindan arkadaşlarım! Rüyanıza gelince: Bir taneniz rab edindiği kişiye şarap sunacak. Ötekiniz ise asılacak da kuşlar başından yiyecek. Hakkında fetva sorduğunuz iş, böyle hükme bağlanmıştır.” Şimdi şunu diyebilirsiniz. İşte Yusuf gelecekten haber veriyor. Hatta hüküm budur gibi bir şey söylüyor. Bu kapsamda Kuran’da geçen Yusuf’un sözleri ile Allah’ın sözlerinin birbirine karıştırılmaması gerektiğini düşünüyorum. Yusuf’un her söylediğini Allah tasdik ediyor mu acaba! Evet, ben de çoğunuzla aynı şeyi düşünüyorum. Burada Yusuf kendinden fazlaca emin ve iş budur, bitmiştir, gibi bir tavrını seziyorum. Ve o kadar emin ki, kurtulacağını düşündüğü kişiden kendine bir menfaat sağlamaya, Allah’tan aldığı ilimle Allah’tan başkasından destek almaya çalışıyor. Ama bakın neler oluyor… 12 Yusuf 42 Kurtulacağını sandığı kişiye dedi ki: ‘Efendinin katında beni hatırla.’ Fakat şeytan, efendisine hatırlatmayı ona unutturdu, böylece daha nice yıllar (Yusuf) zindanda kaldı. İşte Yusuf o anda şeytanın oyununa gelmiş oluyor. Hiçbir gayb haberini yüzde yüz bilemeyeceğini, her şeyi bilenin Allah olduğunu ona bir an için unutturan nefsi onu yanıltmış oluyor. Ne rüya, gerçekleşmeden tevil edilmiş olur, ne de bizim her hesabımız yüzde yüz doğrudur. Yusuf’un, öldürüleceğini düşündüğü gencin öldüğüne dair de bir ifade geçmez Kuran’da. Biz de Yusuf gibi (bilgimiz ve tecrübemiz kadarıyla) sadece yorumlarız. En doğru bilgiye ulaşmaya çalışırız. Her şeyin en doğrusunu ise sadece Allah bilir. Bir şeyleri iyi yorumluyor oluşumuz, en doğrunun o olduğu ya da yaptığımız hesap kitaptan sonra tahmin ettiğimiz şeyin gerçekleşeceği yüzde yüz anlamına gelmez. Umarız, ümit ederiz, bekleriz, gerçekleştiği anda tevil olur. Kesin bildiğimiz sadece Allah’ın her şeyi bildiğidir. 7 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Kibre ya da çokbilmişliğe girdiğimiz anda, daha yıllarca bilgisizlik zindanından çıkamamaya da hazır olmalıyız. Ya Melik’in rüyası diyebilirsiniz… 12 Yusuf 43 Hükümdar:’ Ben (rüyamda) yedi besili inek görüyorum, onları yedi zayıf inek yiyor; bir de yedi yeşil başak ve diğerleri ise kupkuru. Ey önde gelen (kahin-bilginler,) eğer rüya yorumluyorsanız benim bu rüyamı çözüverin’ dedi. Yusuf bu rüyaya yönelik olarak ettiği tefekkürle, kuvvetle ihtimal olabilecekleri beyan etmiş ve tarım ve ekonomi politikalarına yönelik tedbir alınmasını önermiştir. Geçmişten aldığı dersle de zindandan çıkma işini (günümüz politikacılarına ders olacak mahiyette) artık aklanmaya bağlamıştır. Yusuf rüyalara da olaylara da ilmiyle tefekkür ederek çareler bulmuştur. Bir kâhin gibi hareket ettiği anda cezasını da görmüştür. Demek ki rüyalar henüz gerçekleşmeden tevil olmuş olmazlar. Ancak bazı rüyalar bize ders ve tedbir almamızı hatırlatabilir ve Allah’ın her şeyi bildiğini ispat ederler. Bu kapsamda rüyalar bizim için denenme gerekçesidir. Peygamberler ve elçiler için de böyle. Allah’ın gerçekliğini hatırlamak üzere… 17 İsra 60 Hani biz sana: ‘Muhakkak Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır’ demiştik. Sana gösterdiğimiz o rüyayı insanları denemek için yaptık, Kur’an’da lanetlenmiş ağacı da. Biz onları korkutuyoruz. Fakat (bu) onlarda büyük bir azgınlıktan başka bir şey arttırmıyor. 48 Fetih 27 Yemin olsun ki Allah, resulüne o rüyayı hak olarak doğru çıkarmıştır. Allah dilerse, başlarınızı tıraş etmiş, saçlarınızı kısaltmış olarak güven içinde, korku duymadan Mescid-i Haram’a mutlaka gireceksiniz. Allah, sizin bilmediğinizi bildi de bundan önce size yakın bir fetih nasip etti. Peki İbrahim’in rüyası… Öncesinde İbrahim “Salihlerden bir yardımcı” istiyor (37:100). Ardından bir çocukla müjdeleniyor (37:102). Ve ardından aşağıdaki ayet geliyor… 8 Kalemzáde|Kapıları Aşarken 37 Saffat 102 Böylece (çocuk) yanında koşabilecek çağa erişince (İbrahim ona): “Oğlum” dedi. “Gerçekten ben seni rüyamda boğazlıyorken gördüm. Bir bak, sen ne düşünüyorsun.” (Oğlu) Dedi ki: “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah, beni sabredenlerden bulacaksın.” Ortada ne bir bıçak var, ne kesme… Hatta ne de ne de İsmail… İbrahim’in duasına yönelik olarak müjdelenen çocuk İshak olduğu halde gelenekte neden İsmail deniliyor bilmiyorum. En azından Kuran’da görebildiğim kadarıyla bu çocuğun İshak olma ihtimali mantıksal olarak da yüksek. Ama yine de net bir iddia ortaya koymadan “çocuk” diyelim biz. İbrahim bir rüya görüyor. Rüyasında çocuğu boğazladığını (kesmeye mecaz anlamında da gırtlağını sıkmak anlamında da olabilir) görüyor ve oğluna rüyasını anlatıp yorumlamasını istiyor. Gelenekte ya İbrahim’in rüyası gerçek gibi algılanmış ya da tevili (gerçekleşmesi) rüyadaki simgelerle karıştırılmış durumda. Devam edelim… 37 Saffat 103 Sonunda ikisi de teslim olup, onu alnı üzerine yatırdı. Bir insanı kesmek için alnı üzerine yatırmak ne kadar mantıklı!!! Ense köküne bıçak vurularak daha da mı yavaş çıksın canı istiyor İbrahim!!! Kurbanlık hayvan bile keserken yan yatırılıp yumuşak yere vurulan bıçak sıra insana gelince omurlara mı vurulacak!!! Üstüne üstelik “bir masumun canını almayı yasaklayan” Allah, elçisine “oğlunu kes” mi diyor!!! Neyse… Çok tartışmalı… Ama gerçek olan şu ki her ikisi de Allah’a secde ediyorlar. Bir şekil varsa, insan alnı üzerine secde eder çünkü. Rüya her ne görüntüde olursa olsun tevil olmuş (gerçekleşmiş) oluyor çünkü. Kuran’daki diğer rüya tevillerinde olduğu gibi. Olay tamamlanmış oluyor. Artık oğlunu alıp araziye götürüp bıçağı vuracak olsaydı bile vurmasına gerek kalmamış oluyor. Rüyanın gereği bitti. Alınacak ödül varsa alındı, edilecek secde edildi zaten. Rüya doğrulandı, tevil edildi, gerçekleşti. 37 Saffat 104 Biz ona: “Ey İbrahim” diye seslendik. 9 Kalemzáde|Kapıları Aşarken 37 Saffat 105 “Gerçekten sen, rüyayı doğruladın. Şüphesiz biz, ihsanda bulunanları böyle ödüllendiririz.” Demek ki gelenekte anlatılan ve Tevrat’ı da hadis kitabına dönüştüren bir rivayet daha yerle bir oldu Kuran’la. Çünkü Kuran öyle bir dehşet hikâyesi anlatmıyor bize. Varsa da rüyalardaki simgelerden ibaret kalmış olması muhtemel. Ve demek ki rüyaların tevili, aynısıyla ya da bir benzeriyle gerçekleşmesidir. O bilinmezin bilinir hale gelmesidir. İnsanların Allah tarafından denenmesidir. Yusuf’ta da Muhammed’de de, İbrahim’de de böyledir. Belirli rüyalar iyi bir tahminle (genellikle de kendi kendine) yorumlanabilirler. Ama gerçekleşene kadar gelecek, net bir biçimde kimse tarafından bilinemez. Allah hariç. Gerçekleşmesi ise Allah’ın delillerindendir. 10 Kalemzáde|Kapıları Aşarken O da Bir Sebebi İzledi Sabah/Akşam Yıldızının Düşündürdükleri Kuran’da apaçık ayetler okuyoruz ve okuyanlar olarak anlıyoruz. Sonra ilgili ayetteki gerçeği bir şekilde tebliğ ediyoruz. Ayetin tüm açıklığına rağmen bir de bakıyoruz ki “sen Kuran’a kendi kafana göre anlam veremezsin” diye bir itiraza uğramışız! Hâlbuki biz ayeti olduğu şekliyle ifade etmişiz. Bu kez “sen onu anlayamazsın” iddiası! Sanki Allah bize anlamayacağımız bir kitabı göndermiş gibi! Bu tip iddiaları çok konuştuk ve tutarsızlıklarını ortaya çok defa koyduk. O konulara bir kez daha girmek istemiyorum. Ancak bir şeyi konuşmadık. Açık Kuran ayetlerinin reddedilmesinin nedeni nedir? Yani sebep nedir? 11 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Sözgelimi görüyoruz ki cehennem diye bir kavram var ve ona yaslananlar onda ebediyen kalacaklar. Elbette ki Allah aksini dilemedikçe… Ve Allah “ben bunun aksini dilerim” ya da “dilemem” diye bir şey söylemiyor. Bu durumda geleneksel inanışta “cehennemde günahlarımızın kefaretini çektikten sonra bir hayal havuzunda yıkanıp paklanıp cennete gidebileceğimiz” yönünde batıl bir iddia var. Batıl diyorum. Çünkü Kuran’da karşılığı yok. Ateş olarak nitelenen azabın dışında azaplar da olabileceği söz konusu. Ama ateşe girip “Cem Yılmaz’ın ironik deyimiyle” biraz bronzlaşıp cennete gitmek diye bir şey yok. Demek ki bunu iddia etmek, Allah’a O’nun demediği bir şeyi dayatmak gibi bir şey. Konuyla ilgili peş peşe gelen şu iki ayeti dikkatlice okuyalım. 3 İmran Ailesi (Al-i İmran) 23 Şu kendilerine Kitap’tan pay verilmiş olanlara bak, aralarında hüküm vermesi için Allah’ın Kitabı’na çağrılıyorlar da içlerinden bir kısmı yüz çevirerek dönüp gidiyor. 3 İmran Ailesi (Al-i İmran) 24 BUNUN SEBEBİ onların, “ateş bize sayılı birkaç gün dışında asla dokunmayacaktır” demeleridir. Uydurmuş oldukları yalanlar, dinlerinde kendilerini aldatmaktadır. Açıkça anlaşılıyor ki “cehennemde arınıp da cennete gitmek” diye bir şey yok. Ancak, benim asıl üstünde durmak istediğim mesele “sebep” meselesi. İlk ayette “kitaptan yüz çevirme” olayı ortaya konup ikinci ayette bunun sebebi açıklanıyor. Sebep neymiş? Allah hakkında demediği bir şeyi iddia etmek. Ve özellikle son cümleye dikkat! “Uydurmuş oldukları yalanlar, dinlerinde kendilerini aldatmaktadır”. Bundan daha açık bir ifade olabilir mi? Allah hem hatayı hem de sebebini ortaya koyuyor ve “ders alın işte, aynısını yapıyorsunuz” diyor. Ama işte ilkini yapan yani kitaptan yüz çeviren kişi, ikinci ayette ne dendiğini düşünecek kadar bile ayetlere bakmıyor. Sebep nedir? Sebep “neden” diye sormak değil midir? Niçin’in sahibi değil midir sebep. Sormak, sorgulamak değil midir? Peki sebepler bu 12 Kalemzáde|Kapıları Aşarken kadar önemli mi? Acaba Allah sebepleri o kadar işaret etmiyor da ben mi işime geldiği için buna parmak basıyorum? Bakalım… 3 İmran Ailesi (Al-i İmran) 75 Ehlikitap’tan öylesi vardır ki, ona yüklerle emanet teslim etsen onu sana iade eder. Onlardan öylesi de vardır ki, onu bir dinar emanet etsen, tepesine çökmedikçe onu sana geri vermez. BUNUN SEBEBİ şudur: Onlar: “Ümmilerin, bizim aleyhimize yol bulmaları mümkün değildir.” demişlerdir. Onlar, bilip durdukları halde, Allah hakkında yalan söylerler. Dikkat edersek göreceğiz ki az önceki cehennem bahsi ile ilgili benzer bir durum burada da var. Allah hakkında iddia edilmiş bir yalana uymak yine sebep olarak ortaya konuyor. Ama oluş farklı olduğunda farklı bir sebep de olabilirdi elbette. Enam 130’dan sonra 131’de olduğu gibi. 6 ÇiftlikHayvanları/BüyükNimet (Enam) 131 SEBEP şudur: Rabbin, halkı habersiz bir haldeyken kentleri helâk edici değildir. Benim dikkatinizi çektiğim nokta, doğruyu bulmamız için, yine sebepleri izlemeye yönlendiriliyor olmamız. Allah sebeplere birçok yerde işaret eder ve onlar üzerinde düşünmemizi ister. Hacc 15’de yine Allah hakkında bir iddiaya “sebep yoluyla araştırın” üzerine bir işaret vardır. 22 KutsalZiyaret (Hacc) 15,16 Kim Allah’ın dünyada ve âhirette kendisine yardım etmeyeceğini sanıyorsa; BİR SEBEPLE GÖĞE UZANSIN, sonra öteki ilişkilerini kessin de bakıversin: Oyunu, öfkelendirdiği şeyleri gerçekten giderecek mi?” Biz onu, böylece açıkseçik ayetler halinde indirdik. Kuşkusuz, Allah, dilediğine/dileyene kılavuzluk eder. Yasin 18,19’da uyarıcıları uğursuzluk sebebi sayanlar, aynı uyarıcılar tarafından asıl sebebi bulmaya yönlendirilir. 36 YeSin (Yasin) 18 Dediler: “Sizin yüzünüzden uğursuzlukla karşılaştık/biz sizi uğursuzluk sebebi saymaktayız. Eğer bu işe son 13 Kalemzáde|Kapıları Aşarken vermezseniz, sizi mutlaka taşlayacağız. Ve bizden size acıklı bir azap kesinlikle dokunacaktır.” 36 YeSin (Yasin) 19 Dediler: “Uğursuzluk kuşunuz sizinle beraberdir. Size öğüt verildi diye mi bütün bunlar? Hayır, siz savurganlığa, aşırılığa sapmış bir topluluksunuz.” Sad 10’da vahye karşı baş kaldırmış ve elçileri beğenmeyen bir gruba, kendilerinin özel olmadıkları hatırlatılır ve iddialarını kanıtlamak için sebeplere yönlendirilirler. 38 Sad 10 Yoksa göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunanların mülk ve saltanatı onların mı? Eğer öyleyse SEBEPLER İÇİNDE YÜKSELSİNLER. Mümin 12 ve 22’de hesap günü çıkış yolu arayanlara hallerinin sebebi açıklanır. Yani geçmişleri hatırlatılır. 40 Bağışlayan (Ğafir)/Mümin 12 Bu HALİNİZİN SEBEBİ şu: Allah’a, yalnız O’na çağrıldığınızda inkâr etmiştiniz. O’na ortak koşulduğunda ise iman ediyordunuz. Artık hüküm o en yüce, o en büyük olan Allah’ın… 40 Bağışlayan (Ğafir)/Mümin 22 SEBEP şuydu: Resulleri onlara açıkseçik mesajlar getirirdi de onlar inkâr ederlerdi. Sonunda Allah hepsini yakaladı. O çok güçlüdür, azabı da şiddetlidir. Mümin 36 ve 37’de Firavun kendisini sebeplere bakmaya ve düşünmeye çağıran Musa’yla dalga geçer. 40 Bağışlayan (Ğafir)/Mümin 36 Firavun dedi ki: “Ey Hâmân, SEBEPLERE ULAŞABİLMEM İÇİN bana yüksek bir kule yap!” 40 Bağışlayan (Ğafir)/Mümin 37 “GÖKLERİN SEBEPLERİNE ULAŞIRSAM, Mûsa’ın tanrısına, da ulaşırım. Ben onun yalancı biri olduğunu düşünüyorum.” Firavun’a, yaptığı işin kötülüğü bu şekilde süslü gösterildi de yoldan saptırıldı. Firavun’un tuzağı hep kayıptadır. 14 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Hemen ardından gelen 41’inci ayette Musa’nın içimizi sızlatan sözleri gelir. Allah o Musa’dan razı olsun. Hesap günü ona ve aynı duyguları yaşamış tüm elçilere üzüntünün zerresini tattırmasın İnşallah. 40 Bağışlayan (Ğafir)/Mümin 41 “Ey toplumum! SEBEP NE Kİ; ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz.” Musa’yla bugünkü müminleri aynı duygularda burunlarımızı sızlatarak buluşturan Allah’a şükürler olsun. Kimileri bunu anlamazlar. Bir durun ve bir an için düşünün ve emin olun; Bu hissiyat için Allah’a ne kadar teşekkür etsek, ne kadar secde etsek azdır. 40 Bağışlayan (Ğafir)/Mümin 42 “Siz beni, Allah’a nankörlük etmeye ve hakkında hiçbir bilgim olmayan şeyi O’na ortak koşmaya çağırıyorsunuz. Bense sizi o çok güçlü ve çok bağışlayıcı olana davet ediyorum.” Casiye 35’de de ateşe gireceklere bir başka sebep hatırlatılır. 45 DizÇöküş (Casiye) 35 Bunun SEBEBİ ŞUDUR: “Siz, Allah’ın ayetlerini eğlence aracı yaptınız, dünya hayatı sizi aldattı/gurura itti. Bugün ateşten çıkarılmayacaklar, özür dilemeleri de kabul edilmeyecek.” Münafikun suresinde Muhammed’e “Şehadet ederiz ki sen Allah’ın elçisisin” dedikten sonra dönüp yine onun aleyhine işlere girişenlere durumlarının sebebi açıklanır. 63 İkiYüzlüler (Münafikun) Bu durumun SEBEBİ ŞUDUR: Onlar iman ettiler, sonra küfre saptılar da kalpleri üzerine mühür basıldı. Artık onlar incelikleri anlamazlar. Ve geldik özellikle sona bıraktığım Kehf suresine. Sebep konusunu en belirleyici kıssa durumundadır. Okuyanlar bilirler Zülkarneyn sebepten sebebe koşan hem mülk hem de derin ilim sahibi bir kul olarak, tedbirden tedbire ulaşır. 15 Kalemzáde|Kapıları Aşarken 18 Mağara (Kehf) 84 Biz onun için yeryüzünde güç ve saltanat hazırladık ve ona her şeyden bir SEBEP verdik. Eline verilmiş imkânların kıymetini bilen Zülkarneyn sebepleri yol edinmiştir. Kâh laftan anlamazlarla, kâh üzerine türlü belalar gelmişlerle, kâh türlü zalim ya da mazlum toplumlarla karşılaşmış, mücadelesine her şart ve ortamda devam etmiştir. Bunları yapmak içinse sebepten sebebe koşmuştur. 18 Mağara (Kehf) 85 O da bir SEBEBİ İZLEDİ. 18 Mağara (Kehf) 89 Sonra BİR SEBEBİ DAHA İZLEDİ. 18 Mağara (Kehf) 92 Sonra YİNE BİR SEBEBİ İZLEDİ. Kıssanın ayrıntıları bu makalenin direkt olarak konusu değil ama Zülkarneyn bildiğiniz gibi sormuş, sorgulamış, aramış, bulmuş, yardımlarda bulunmuş, tedbir almış, doğruları bularak vahyi hayata tatbik etmiştir. Aynı surede Musa da kendi kıssasında kendisinden ders aldığı kula sebep peşinde koşarak ulaşmıştır. İşte sebep’in en iyi tanımlarından biri 64’üncü ayettedir. 18 Mağara (Kehf) 64 (Musa) Dedi ki: ‘Bizim de aradığımız buydu.’ Böylelikle ikisi İZLERİ ÜZERİNDE GERİYE DOĞRU gittiler. 18 Mağara (Kehf) 65 Derken, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular. İşte “sebebi izlemek” oluşun ardından geriye doğru giderek “neden”i bulmaktır. Sebebi izlemek “neden” diye sormaktır. Her elçinin yaptığı sorgulama ve araştırma işinin adıdır. Her müminin de yapması gerekendir. Sebepleri izlemek geriye doğru gidildikçe tek sebebe ulaştırır. O da Allah’tır. Aklınıza ne gelirse gelsin, akıllı bir sorgulamayla sebepten sebebe giderek Allah’ın bir sıfatına ulaşmak mümkündür. 16 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Sözgelişi ıslandık, sebebi ne… yağmur yağıyor, sebebi ne… bulutlar yoğunlaştı, sebebi ne… yükselen su buharı birikti, sebebi ne… sular buharlaştı, sebebi ne… güneş ısıttı, sebebi ne… güneşte patlamalar var, sebebi ne… yakıt oluştu, sebebi ne… içe çekim var, sebebi ne… dönüş hızı vs, sebebi ne… genişleyen uzay, sebebi ne… big bang, sebebi ne… zerrenin patlaması, sebebi ne… potansiyel enerji, sebebi ne… yokluk, sebebi ne… varlık, sebebi ne… mutlak bilinç, sebebi ne… Allah, sebebi ne… Sebebi olmaz, O öncesi ve sonu olmayan olmalıdır ki Allah olsun, aksi takdirde bütün sebepler çöker. İyi ya da kötü hangi oluşu izlersek izleyelim sebep zinciri bizi bir şekilde Allah’a ulaştırır. Ama sebepleri Allah’ın yaratmış olması bizim sorumluluğumuzu ortadan kaldırmaz. Başımıza her ne gelirse gelsin potansiyel olarak Allah yaratmıştır ama o sebeplerin içinden birini biz seçtiğimiz için başımıza gelen her şeyin sebebi yine biziz. Zincir süreci içerisinde sebepler birden çok da olabilir. Biz birini bile bulsak o bulduğumuzun yolunu izleyip yine tek sebebe varırız. İşte o birçok sebepler bizim çoğunlukla seçimlerimiz olur. Her sebep hazırdır. Bizden öncekiler o sebeplerden birini oluş olarak takip edip gelmiştir. İyi ya da kötü her oluştan geriye doğru gidersek asıl sebeplere ulaşırız. Peki bu bizim ne işimize yarar? Hem ilmimiz derinleşir. Hem Allah fikri, delilli ispatlı olarak göğsümüze oturur. Hem de sebepleri bulmuş olmamız, oluşun sonucunda doğru işi yapmaya yönlendirir bizi. Sebepler yerine sonuçları düşünen kişiler genellikle yanlış ya da doğru bile olsa rastgele çözümler bulurlar. Ama sebeplere dayanan kişi eğer oluş kötüyse, tedbir alır; eğer oluş iyiyse bilinçli olarak örnek alır ve tavsiye eder. Sanırım örneklendirirsek daha iyi anlayabiliriz. Sözgelimi maden kazası oldu. “Şimdi ne yapalım?” diyerek sonuca doğru düşünen kişi olayın nedenlerini araştırmaz. Eğer etik tarafı güçlü değilse kendisini olayın dışında görmeye ve kurtarmaya bile çalışır. Ne yapalım oldu, der. Bu işin niteliği budur der. Çözüm olarak da “bari kalanların maaşlarını artıralım, ailelerine imkânlar verelim, üzüntülerini 17 Kalemzáde|Kapıları Aşarken paylaşalım, yas ilan edelim, sorumlu olarak birilerini bulalım ve benzeri işler üretir. Bunların çoğu da elbette kötü işler değildir. Hayra yönelik olanları vardır. Ancak ne işçilerin maaşlarının artırılması, ne ailelerin acılarının paylaşılması, ne sorumlularının hapse atılması ne de yas ilan edilmesi, ne gidenleri geri getirir, ne de kazanın SEBEBİNİ ortadan kaldırır. Gidenler elbette geri gelmez ama eğer SEBEPLER İZLENİRSE o oluşu oluşturan “neden?”ler sorulmuş ve bulunmuş olacağı için bir daha aynı biçimde kazalar meydana gelmesine çareler bulunmuş olur. Bu paragrafı lütfen siyasi mesaj gibi algılayıp hakkımda lehte ya da aleyhte zanda bulunmayın. İyi işlere iyi kötü işlere kötü deme prensibimden vazgeçmiş değilim. Örnek bariz ve güncel bir örnek olduğu içindir. Sadece siyasetçiler hata yapmıyor, biz de hata yapıyoruz. Ama siyasetçileri sorguladığımız kadar kendimizi sorgulamıyoruz. Sebebi izlemek hususunda şimdi kendimizden örnekler verelim… Sözgelimi hasta olduk. Hasta olmak bir oluştur. İlaç alıp iyileşebiliriz. İstirahat edip iyileşebiliriz. Bunların hepsi sebebe değil sonuca yönelik işlerdir. Ne ilaç almak, ne istirahat etmek bir daha o hastalığa yakalanmayacağız demek değildir. Oysa sebebi izlersek neden hasta olduğumuzu buluruz. Sebep rüzgâr olsun, soğuk olsun, mikrop olsun ve sair olsun. İşte sebebi bulunca, bir daha rüzgârda dışarı çıkarken üzerimize kalın bir şeyler giyeriz. Elimizi yüzümüzü, iç çamaşırımızı, merdivenlerimizi ve evimizi temiz tutarız ki bir daha aynı hastalığa yakalanma ihtimalimizi azaltalım. Sözgelimi sınavdan zayıf not aldık. Sonuca yönelik olarak, bunu ailemize nasıl açıklayabileceğimizden, suçu öğretmene atmaya kadar yeterince çözüm olmayan işler yerine sebepleri izlesek neden kırık not aldığımıza yönelik nedenlere ulaşır ve en doğru çözüme adım atmış oluruz. 18 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Bu “sebebi izlemek” konusunu günlük hayatımıza izdüşürerek birçok derdimize en doğru devayı bulmaya çalışmak varken çoğumuz maalesef sonuca yönelik işlere girişiriz de sebepleri göz ardı ederiz. Bunu imani meselelerde kullanmak da bir müminin en güzel imana gelme ve inancından emin olma yöntemidir. Her mümin, şu ve benzeri soruları sormalı sebepten sebebe koşarak Allah fikrine ulaşmalıdır. Neden Müslüman oldum? Neden doğdum? Neden var oldum? Neden insanım? Neden seviyorum? Neden nefret ediyorum? Neden Kuran çıktı karşıma? Neden Allah böyle demiş? Neden oruç? Neden namaz? Neden fakire yardım? Neden cennet? Neden cehennem? Neden, neden, neden… Konuyu bitirirken… Geçmişte bilim insanları da bu sebep zinciri ile bu güne kadar düşünmüş ve bilimsel başarılara böyle imza atmışlardır. Neden, diye sorarak. Ve bundan sonra da düşünmelidirler? Mesela, neden güneş sistemindeki tüm gezegenler bir yöne dönerken Venüs ters yöne dönmektedir? Neden Venüs dünyanın ikizi denebilecek bir şekil ve büyüklüktedir? Neden dünya su ve toprak rengiyle özdeşleşmiş bir mavicennet timsali iken, Venüs ateş renkleriyle simgeleşmiş ve üzerinde lavlarla dolu ırmaklar olan bir cehennem gibidir? Tüm volkanik akıntılara rağmen neden Venüs’te birçok metalin erimeden bulunmasına engel bir sıcaklık seviyesi yoktur? Dünyada benzer sıcaklık ve şartlarda yaşayabilen organizmalar varken Venüs’te bu sıcaklığa dayanabilecek canlılar neden yok denilmektedir!!! Neden Venüs atmosferinde su buharı vardır? Dünyada volkanlar sönmüş ve yerkabuğu parça parça iken, hala sönmemiş volkanlarla dolu Venüs’ün yüzeyinde neden hala yekpare ve sert bir tabaka vardır? En uzak gök cisimleri hakkında birçok bilgiye ulaşan insanlık milyarlarca yıl önce Venüs’ün dünya gibi bir cennet olduğunu iddia ettiği halde, nasıl değiştiğini neden bilmemektedir? Neden Venüs’ün yeryüzünde üzerine güneş doğmayan, doğduğu görünmeyen, gölge olmayan yerler vardır? Venüs’te geceler ve gündüzler neden mevsim halindedir? Venüs neden, yılın gününden kısa sürdüğü tek gezegendir? Neden Venüs’ün yoğun bulut kaplı yüzeyi 19 Kalemzáde|Kapıları Aşarken gizemini hala bu kadar koruyor? Neden güneş sistemini çevreleyen takımyıldızlar arasında kuvvetli bir manyetik alan ve Venüs atmosferindeki gibi manyetik yıldırımlar vardır? Neden VenusExpress ve diğer mekiklerin çalışmaları ve ulaştıkları sonuçlar ülkemizde yeterince incelenmiyor? Tarihçiler de düşünmelidir… Neden Venüs geçmişte sabah akşam ilahlık vasfı verilerek tapınılan bir yıldız olarak kabul edilmiştir? Neden Venüs’e ve üzerindeki yeryüzü şekillerine hep tanrıça (dişi) isimleri verilmiştir? Neden Babil tabletlerinde Venüs’ten bu kadar çok bahsedilir? Aynı tabletlerde Venüs’ün yörünge döngüsü o günkü teknoloji ile nasıl bu kadar hassas bir şekilde hesaplanabilmiştir? Orta Amerika, Uzak Doğu ve Mezopotomya kültürlerinde Venüs neden bu kadar çok geçer? Babil’de indirilmiş olduğu iddia edilen tabletler Müslüman tarihçilerce neden yeterince incelenmemektedir? Teologlar da bu araştırmalara katılmalıdır. İşin maddesel taraflarından çok manevi tarafları olduğunu elbette biliyorum. Ama merak etmek bulmanın yarısı değil mi bilimde? Sözgelimi, dünyayı dışarıdan ve mümkün olan en yakından izlemek isteyen “yabancı”lar olsaydık, radyo ve ötesi dalga alıcılarına yakalanmayacak gözetleme mevzileri olarak, kaç tane uygun oturma yeri seçebilirdik? Kesin bir şey ima etmiyorum. Sorularımın bir kısmı zanlar da içeriyor elbette. Olmadık yorumlar yapmak da değil maksadım. Bilimci değilim, tarihçi değilim. Ben bu soruların çoğunun cevaplarını bilmiyorum. Sadece örtüşen şeyler dikkatimi çekiyor. Kuran’a kafamıza göre anlam veremeyiz diyenler, o halde en çok bilimle uğraşıp gerçeklerle anlam verenler olmalı değil midir? Hadi Kuran’ı okumaktan kaçıyorlar ama eğer bilime de önem vermiyorlarsa bu da onların bir başka tutarsızlığının adıdır. Bilime önem veren “gavur!!!” ülkelerde bazı bilimsel tespit ya da teoriler çizgi romanlara bile konu olurken, kutsal kitabı “oku” diye başlayan bir ülkede doğru dürüst kitap bile okunmuyor. Neyse… 20 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Umarım bilimcilerimiz kopyala yapıştır tezler dışında bunları da araştırır ve umarım tarihçilerimiz rivayetleri araştırdıklarının onda biri kadar bu gereksiz(!) konuları da inceler ve arkeologlarla birlikte çalışırlar. Ayrıca umarım ki futbol kulüplerinin yabancı futbolculara yüzlerce milyon dolar harcadıkları bir ülkede birileri çıkar uluslararası bilimsel araştırmalara da on on beş milyon dolarla ortak olur. Ve umarım devletimiz ülke içindeki bilime de, diyanete harcadığının az bir kısmı kadar yatırım yapıp bilim insanlarımızı da destekler. Farkındayım, bu yazının son kısmı olağan yazılarımdan daha farklı oldu. Hadi ben bir değişiklik yapıp böyle yazdım da, sebepleri izleyelim bakalım ki, siz neden bu yazıyı buraya kadar okudunuz? Bence aynı sorular farklı biçimlerde hafızamızdan gelip geçtiği için. Çünkü merak bizim yaratılışımızda var. Ve de sebep zincirini takip edelim bakalım, neden merak ediyoruz? Müşterek hissiyatlarımızla beraber sevgi ve selam ile… 21 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Vay Müşrik Vay!!! Elçi, nebi kimdir? Son elçi mi, son nebi mi? Kitaba inananlar olarak biz de elçi miyiz? Kime müşrik denir? Toplumumuz müşrik mi? Mekke halkı henüz uyarılmamış mıydı? Ve bu kapsamdaki diğer sorulara cevap niteliğinde düşünceler… Elçi ne iş yapar diye başlayalım. Elçi, kime; yani hangi bilinçli hükümdara elçilik ediyorsa ondan haber getirir. Eğer Allah’ın elçisiyse Allah’tan, kulun elçisiyse kuldan. Elçiliğin delili getirilen haberdir. Bu haber illa ki bir kitap olmayabilir. Kitap indirilmişse nebiliktir aynı zamanda. Ama kitap olsun ya da başka bir şey olsun, getirilen şey haber niteliği taşımalı ve Allah’tan olduğuna dair delil içermelidir. Biz nebi değiliz. O halde bizim bulduğumuz deliller, adı üstünde “bizim 22 Kalemzáde|Kapıları Aşarken bulduğumuz deliller”dir, Allah’ın “kulum sen elçimsin git haber ver” dedikleri değil. Her ne kadar kitabı savunanlar “ben Allah’ın elçisiyim” demeseler de, arada bir “Kuran’ın elçisiyim” diyebiliyorlar. İyi niyetle söylendiğinde son günlere kadar ben de bir sakınca görmüyordum ama yine de haddi aşmışlık sezmiyor da değildim. Çünkü elçilik, bir bilinçli görevlendirme gerektirir. Bu kapsamda cismi olarak kitap bir bilinçli görevlendiren değildir. Çünkü arkasındaki bilinç kitabın değil, Allah’ındır. Kitap cansız, bilinçsiz bir cisimdir. Kuran’ın canlı olması mecazi bir anlatımdır, muhteviyatının yaşanır olmasıyla ilintilidir. Oysa hiç tereddüt etmeden kendimizi tanımlayabileceğimiz başka bir kelime var Kuran’da. O da “uyarıcı”dır. Bizler bu kapsamda eğer hakkıyla gerçeği savunuyorsak ancak “uyarıcı(lar)” olabiliriz. Şehrin ötesinden koşarak gelip “elçilere uyun” diyen adamlar ve kadınlar olabiliriz ancak. Son haberci gelmiştir. “Hatemül nebiyyin” olan Muhammed’dir o da. Haber getirenlerin sonuncusudur. Allah’tan haber getirme dönemi o tarihte bitmiş demektir. Ondan beri Kuran’ı dillendirenler ancak ona uyup, Muhammed’e (yani onun getirdiği ve uyduğu habere) uyun diyenler olabilir. İşte Kuran’da “o elçiye itaat edin” emrinin gereği de budur. Onun getirdiği ve uyduğu haberdir. O’nun elçilik belgesi önümüzdeyken (Kuran’a bile olsa) ben de elçiyim demek pek doğru gelmiyor bana. Hele Allah’a elçilik iddiasını konuşmuyorum bile. Eğer “ben de elçiyim” diyorsak, bana da “şu haberi götür dendi” demiş oluruz. Oysa biz o elçilik belgesini getiren değil, okuyup, anlayıp, o hızla koşa koşa insanları uyarmaya başlayan insanlarız. Uyarıcıyız. Kitapta bu güne kadar kimsenin görmediği bir şeyi görmek de elçi olduğumuz anlamına gelmez. Gördüğümüz şey yüzünden koşa koşa uyaracağımız anlamına gelir. Kitapta uyarıcı anlamındaki kelime ise “nezir”dir. “Size hiçbir uyarıcı gelmedi mi” diye sorulduğunda “eğer gerçekten iman etmişsek” onlar üzerine biz de şahit olalım diyedir. 23 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Çünkü kitap kişi ayırt etmeden bize “kalk ve UYAR” demektedir. Uyar emrini kabul ediyorsak “uyarıcı” olduğumuzu, nezir olduğumuzu da kabul etmişiz demektir. Görebildiğim kadarıyla Kuran’da “nezir” kelimesi “canlı uyarıcı”lar dışında kullanılmamıştır. Nerede kullanılmışsa kavmini uyaran kişilere verilmiş bir sıfattır. Kitaba, her türlü ayete ve vahye ise “zikr” sözcüğünden türeyen “hatırlatıcı” kelimesi ve türevleri kullanılmıştır. Ama birçok mealde bu iki kelime birbirinin yerine kullanılarak hatalı anlamlara yol açmaktadır. Hatırlatmak başka şey, uyarmak başka şeydir. Bu kapsamda nebiler de, elçiler de, diğer müminler de nezir’dir. Elçiler açık (mübin) uyarıcılardır. Allah onlara bunu açıkça beyan etmelerini vahyetmiştir ve onlar da bildirmişlerdir. 15 Hicr 89 Ben açık (mübin) bir uyarıcıyım… Her nebi aynı zamanda müjdeleyici ve uyandırıcı bir elçi ve bir nezirdir. Her elçi nebi değildir, ancak aynı zamanda bir (uyarıcıdır) nezirdir. Her diğer uyarıcı mümin ise sadece nezirdir. Nebiler de, elçiler de, nezirler de diğer insanların üzerine şahittir. Her kavme peygamber gelmesi gerekmez ama her kavim için hidayete sebep olacak kişiler vardır. Açık ya da kapalı. Ve bu kişiler orada burada aranmaz, hüsnü zan ile bile olsa şudur budur denilip de yüceltilmez. Bunun hem diyenlere hem de denilenlere zararı vardır. Üstelik bu konuda yanılabiliriz de. Görüşüm o ki o uyarıcılar aynı zamanda her gerçek müminin ta kendisidir zaten. Birbirlerini de uyarırlar. Müddessir 2’deki “Kum fe ENZİR” emriyle bize söylenen de budur. Kalk ve uyar, kalk ve nezirlik yap, denir bize… kalk ve elçilik yap, kalk ve nebilik yap denmez. Kuran’a elçi olmak ise sadece aramızda kullandığımız mecazi ve iyi niyetli bir söylemdir belki ama çok da yerinde bir tabir olarak görmüyorum artık. Peki nezirler kimi uyarırlar? Müşrikleri mi!!! Eğer uyarılmamışsa nasıl müşrik olabilir ki bir insan? Uyarılmamışsa nasıl kâfir olabilir? Kuran’ı rehber edinenlerle mücadeleye girişmemişlerse Tevbe suresindeki gibi 24 Kalemzáde|Kapıları Aşarken nasıl anlaşılabilir? Müminlerle mücadeleye girişenler elbette kendilerini gösterecekler ve bunu bir şekilde dile getireceklerdir. Bunun dışında ortalıkta müşrik aramak ve onu bunu tekfir etmek bir mümine yakışan bir iş değildir. Eğer müşrikler varsa onlar kendilerini zaten belli eder. Sokaktaki ihtiyar amcaya ya da evdeki yaşlı teyzeye “cübbesiyle ün salmış” din bozguncusu ya da müşrik muamelesi yapılmamalıdır. Çok iyi niyetli ve affedici bir bakış açısıyla bakabilirsek, bazı hataları görmezden gelebilir ve bir kitabın içinde “bu kitabı oku” yazsa bile o kitabı okumayan kişiler onun okunacağını bilemeyebilirler ve duvara asıp bırakabilirler, diye düşünebiliriz. İşte bu yüksek iyi niyetle bakabilirsek, bu noktada bir uyarıcıya ihtiyaç olduğunu görürüz. “Oku” demesi gereken bir kişiye… İşte nezirler (uyarıcılar) eğer bir toplum uyarılmamışsa o toplumu uyarırlar. Şehrin bir ucundan öbür ucuna, ülkenin bir köşesinden diğer köşesine, dünyanın bir bucağından diğer bucağına koşarak ne konuda uyaracaklarsa o konuda uyarırlar ve “ben de elçiyim” demez “elçilerin haber verdikleri doğruymuş” derler. Çünkü vahyi işitmiş ya da okumuş ve gerçeği fark ederek ona tanık olmuşlardır. 36 YeSin (Yasin) 20 Şehrin en uzak yerinden bir adam koşarak geldi: “Ey kavmim, elçilere uyun” dedi. Hem “son nebi ve elçi gelmiş” diyoruz, hem de “kendilerine uyarıcılar gelmeden yok edilmiş toplum yoktur” diyoruz. Demek ki bugünkü toplumlara da uyarıcılar gelmeli ve “ey halk elçinin getirdiği haber doğruymuş” demelidirler. Uyarıcıların “bana da elçilere vahyolunduğu gibi vahyolundu” demek gibi bir iddiaları olamaz. Uyarıcılar sadece okur, işitir ve işittiğinin doğruya yönelttiğini anlayıp, o hızla kalkıp kendi halklarını uyarmaya başlarlar. Aynen şu ayette olduğu gibi… 46 KumTepeleri (Ahkaf) 29 Hani cinlerden birkaçını, Kur’an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Böylece onun huzuruna geldikleri zaman, dediler ki: “Kulak verin;” sonra bitirilince kendi kavimlerine uyarıcılar (munzirin) olarak döndüler. 25 Kalemzáde|Kapıları Aşarken O ana kadar uyarıcıların toplumları uyarılmış olmayabilir de. Eğer uyarıcılar kendi toplumlarına hemen “müşrik” yaftası yapıştırırlarsa halklarını uyarmadan onlardan kopmak istedikleri anlamına gelir. Bu durumda uyarıcılık görevlerini yapmamış, hatta kötüye kullanmış olurlar. Gerekmedikçe kimseyi tekfir edip de açıkça şirk koşanlar hariç, toplumlarından nefret etmeye başlayanlar ne İbrahim gibi, ne Musa gibi, ne Lut gibi, ne İsa gibi, ne Nuh gibi, ne de Muhammed gibi davranmış olurlar. Çünkü uyarılmamış toplum şirk bile koşuyor olsa uyarılmış olmamak gibi ciddi bir mazereti vardır. Bu mazeretin Allah katında geçerli olup olmadığı ve uyarılmamış toplumların halinin ne olacağı Allah’a kalmıştır. Bizim bilmediklerimizi Allah bilir. Haklarında bir iyiliğe mi kötülüğe mi karar verdiği hususunda bizim zannın ötesinde bir matematiğimiz olamaz. Ayrıca toplumlar şirk koşuyor olsa bile uyarılana kadar “müşrik” sıfatını hak edip etmedikleri hakkında yorum yapamayız. Şirkin önde gidenleri ve küfrün liderleri ile toplumun bilmeyenini aynı kefeye koyarsak, hükmü biz vermiş oluruz ki bunu elçiler bile yapmamış, son dakikaya kadar uyarmaya devam etmiş ve hatta Lut vakasında İbrahim’in yaptığı gibi neredeyse helake engel olmak için son ana kadar çabalamışlardır. Uyarılmamış toplumu illa bir isimle isimlendirmemiz gerekirse o isim “müşrik” değil ancak “ümmi” olur. Çünkü ümmiler kitap nedir, iman nedir bilmeyen insanlardır. Doğruya muhtaç haldedirler. Kuran peygamberi bile kendisine vahiy gelmeden önce “kitap nedir, iman nedir” bilmediği halde eğer müşriklerden olmamışsa, İbrahim’in putperest bir toplumda kâinattaki melekûta tanık olup ve vahiy alıp uyarmaya başlayana kadar, hiç müşriklerden olmadığı söyleniyorsa, biz nasıl uyarılmamış toplumumuzu müşrik diye sınıflandırabiliriz! Hayır, onlar müşrik değil ümmidirler. Ellerinde bir kitap olması, yeryüzündeki diğer kitaplardan haberdar olmaları ve bugüne kadar din hakkında kendilerine doğru yanlış birçok şey öğretilmiş olması onların mümin bir uyarıcı tarafından gerçekle uyarılmış olduğu anlamına gelmez. Mekke toplumu da öyle değil miydi? Etraflarında Tevrat da, Zebur da, İncil de 26 Kalemzáde|Kapıları Aşarken vardı. İbrahim’den gelen dini bir gelenek de. Ve uyarılmamış kabul edilip, sonunda uyarıldılar. Doğduğundan beri kendisine ateşin tanrı olduğu söylenen bir insan bile hiç uyarılmamışsa doğruyu bulamama hususunda mazeret sahibidir. Örtüsüne bürünmüş ümmilerdir onlar. Kendisine nezir (uyarıcı) gelmemiş toplumları Allah helak etmeyeceğini söylüyor. Her kasabaya uyarıcı gelmesi de gerekmez, belirtilen şey; uyarıcı gelmemiş yerlerin helak edilmeyeceğidir. Bu yüzden neresinin altı üstüne getirilecekse orada uyarıcılar türemeye başlamıştır ki orada kurtuluşa layık olanlar bu yok oluştan, bu silinişten kurtulsunlar. Yani uyarıcıların türemesi belki de son şanstır o toplum için. Ümmiler şirk koşsalar bile müşrik değil, mazeret sahibidirler. İşte gerçek nezirler o mazereti de ortadan kaldırmak içindir. “O halde kimseyi uyarmayalım da kıyamet günü sevdiklerimizin mazereti olsun” gibi şeytani bir düşünce de bu durumda akla gelebilir. Eğer öyle yaparsak da Yunus’un düştüğü hataya düşmüş oluruz. Allah’ın emrine karşı duran kurtulabilir mi? Anladığımız kadarıyla Yunus kavmine kızmış ve terk etmişti onları. Bundan dolayı sıkıntıya uğramayacağını da zannetmişti. Ama kınandı. Ve unutmayalım Yunus bu hatasından dönmeseydi yüz binden çok kişinin kurtulmasına vesile olabilir miydi? Kuran’da gördüğümüz kadarıyla Yunus, kavminin hepsi iman eden belki de tek elçidir. Tüm bunlara rağmen bugün görüyoruz ki, ümmileri bir tarafa bırakın, Kuran’ı merkezleyen Müslümanlar bile basit ihtilafları büyüterek birbirlerini tekfir etmeye, farklı bir görüşünden dolayı terk etmeye ve böylece aynı hataya tek tek düşmeye başladılar. Asıl fitneler vahye tabi olanların arasında çekemezlik nedeniyle ve gerçekte toplum hayatına etki etmeyen çok basit nedenlerle dolaşıyor. Bir insan doğru yolu bulduğunu da düşünse, nezir de olsa, elçi de olsa, nebi de olsa kendisi hakkında ne karar verileceğinden ve cehenneme yollanıp yollanmayacağından emin olamaz. Sırtına aldığı yükten dolayı belki de ümmilerden bile daha zordadır. Ben kurtuldum, kimin ne hali varsa görsün diyen kişinin bir davası olabilir mi!!! Davası yoksa, değeri 27 Kalemzáde|Kapıları Aşarken olabilir mi!!! Allah Kuran’ı görmen için seni seçtiyse, neden seçmiştir hiç mi düşünmez insan!!! Bakara 213’ü hep hatırlayalım… …O kitap hakkında aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düşenler, kendilerine verilenlerden başkası değildi… Anlatacağımı anlattım sanıyorum. Kuran’ın gerçek tevhid anlayışını ilk fark edişinde, kendi eski halini unutup sağa sola kâfirler, münafıklar, müşrikler diye saldıran düşünmezler gibi olmayalım. İlmin kendisine açılıyor olması bir Müslüman için denenme sürecidir. Cenneti kazandığı ve süreci doğru yaşadığı anlamına gelmez. İlme talip müminler olarak, Kuran gerçeklerini gördükten sonra dünyayı bir anlamda terk etmenin ve gece gündüz sadece kendimizi abartmanın da manası yok. Vahyi okuyup işittikten sonra bu bilinçle hayatımıza kaldığımız yerden devam etmeliyiz. Ve bu kez yanlışlarımızdan arınmakta olan, doğru işler yapan ve Allah’ın kitabından öğüt alıp, akıl ettiğini hayatına tatbik etmeye ve bu bilinçle uyarmaya çalışanlar olalım. Bölünüp parçalanıp, akrabalık bağlarını koparmayalım. İlk sözümüzde doğruya şıp diye inanmalarını bunca arınmamışlıktan sonra beklemeyelim insanlardan. Bir hıristiyana, bir yahudiye, bir hinduya veya hiç tanımadığımız herhangi bir yabancıya ve hatta Tanrının varlığını ve kitabı reddedenlere gösterdiğimiz iyi tavrı, güler yüzü ve hoş sözü, kendi toplumuna göstermez bir tutarsızlıkta olmayalım. İçimizdeki öfkeyi değil, barışı, sevgiyi ve merhameti canlı tutalım. Onların çoğu, uyanmaya aday olan bizim canımız ciğerimiz, eşimiz, kardeşimiz, arkadaşımızdır. Onlar müşrik değil ümmidir. Müşrikler net bir şekilde haberli, ümmiler ise habersizdirler. Biz de öyle değil miydik? Daha önce yaptığımız iyi işlerden dolayı mı yoksa bundan sonra yapma potansiyelimiz olduğundan dolayı mı Allah bizi kitabını fark etme lütfuna nail etti? Hangimiz Kuran kendisine açılana kadar hep dosdoğru işler yaptığını iddia edebilir! Hatırlayın… Biz de habersizdik. Eğer Kuran’a yönelmişsek bizi de bir şekilde, bir biçimde birileri uyarmıştır öncesinde. Oluşların sahibi ise elbette Allah’tır. 28 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Ben doğru yolu buldum deyip ilk iş olarak onu karnında taşımış annesine müşrik diyen hayırsız gafillerden olmayalım. Gelin bir İbrahim gibi olalım. O, ortak koştuğu besbelli babasından, apaçık işareti alana kadar hiç yüz çevirmemiş, şirk koştuğunu bile anlatmaya çalışırken, ona hiç “müşrik” dememiş “babacığım” diye hitap etmiştir. Umarım Kuran’ı hayatının merkezine almış müminler olarak da hatalarımızdan günden güne arınırız. Kuran kolaylaştırılmıştır ama basit değildir. Müminliğe adım atmak da kolaydır ama asla basit bir iş değildir. Yük oldukça ağırdır. Ancak taliplisine Allah kolaylaştırır. Müddessir suresini hatırlayalım… Bize kalk ve uyar dendi. Ardından elbiseni temizle diye ilave edildi. Elbiseni çıkar da çıplak kal denmedi. Mesele üzerimizdeki elbiseyi temizleyerek, Rabbimizi yücelterek, üzerimize o ana kadar bulaşmış olan şirk pisliğini temizleyip, o elbiseyi temiz olarak giymeye devam ederek uyarmaktır. Kendi farkındalığımızı insanların başına kakmak için uyarmıyoruz, onların da uyanması için uyarıyoruz. İyilik “vay müşrik vay” diyerek tebliğ ettiğimizi de başa kakmak değildir. Rabbimiz için sabrederek mücadele etmeliyiz. Allah’ın ayetlerine karşı birisi inatçı kesilmiş olabilir. Kimse boşa yaratılmamıştır. Ne amaçla yaratıldığını ve tüm çabamıza rağmen neden ikna olmadığını bilmediğimiz bir kişiyi Allah’la baş başa bırakmamız gerekmez mi? Şirkin önderleriyle ümmileri nasıl aynı kefeye koyarız! Öfkemize nasıl teslim oluruz! Yoksa biraz bir şeylerin farkına vardık diye sur’a üfürülecek o günden hiç mi korkmuyoruz artık!!! Deneniyor ve büyüdükçe küçülüyoruz. Haddimizi aşmayalım… Biz, doğruya ileten bir Kuran dinledik/okuduk sadece… Ve unutmayalım Kuran da şefaatçi değil, sadece şifadır. Şefaatin tümü Allah’ındır. 29 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Lãnetlenmiş Ağaç Şeytanın ve Âdemin Tefsiri Allah, Adem’e “şu ağaca yaklaşma” emrini verdi… Şeytan emrin farkında ve dosdoğru yol üzerinde oturuyordu… Şeytan emri yok saymadı… Adem de emri yok saymadı… Adem emrin nedenini merak etti… Adem emrin nedenini bulamasa bile orada bir gerçek olduğuna emindi önce… Adem’in emri yorumlayacak aklı da vardı… Oysa emir ve içinde geçen ağaç sadece bir fitneydi… Allah’a iyi niyet güdenle kötü zan biçeni ve dolayısıyla sadık olanla olmayanı ayırmak için… Adem’in aceleci merağını gören şeytan emri alıp Adem’e “senin düşünmene gerek yok, sebebi budur” diye tefsir etti… Ama şeytanın 30 Kalemzáde|Kapıları Aşarken açıklaması Allah hakkında “kötü zan” içeriyordu… Adem kendisi anlamaya çalışsa Allah hakkında “iyi zan” ile Allah’ın gerçek iradesini bulabilirdi… Şeytan’ın tefsiri, Allah’ın Adem’i kendisinden uzak tutmak için ona kötülük irade ettiği yönündeydi… Senin sonsuz bir hayata kavuşmanı ve melek olmanı istemiyor dedi… Eğer emri Adem tefsir etseydi, Allah’ın kendisini koruyup gözetmek için bu emri verdiğini ve kendisi için iyilik irade ettiğini anlardı… İzdüşümüne gelince… Şimdi Kuran var… İçinde tevhid temelinde ve kapsamında kendini tekrarlayan birçok öğüt ve misal var… Eğer şeytan tefsir ederse Allah hakkında “kötü zan” içeren birçok netice çıkarır… Eğer sen tefsir edersen Allah hakkında “iyi zanla” birçok netice çıkarırsın… Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; Allah sana azap diledi, herkese kabir azabı verecek, sorgu melekleri gelip kafana tokmaklarla vuracak, börtü böcük gelip azapla hepinizi yiyecek der. Sen, Allah hakkında iyi zanla tefsir edersin; kabir azabı da neymiş, sadece zalimlere cehennem, O’na güvenip de iyi işler yapanlara ise cennet verecek dersin. Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; orucunu bozarsan 61 gün cezası var der. Sen, iyi zanla tefsir edersin; en merhametli olan Allah’ın gününe gün tutmanı öğütlediğini görürsün. Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; senelerce kılmadığın namazları kaza etmen gerektiğini, her gün defalarca rükûlar (rekât) etmeni söyler. Sen, iyi zanla tefsir edersin; en merhametli olan Allah’ın namaza kaza şartı koymadığını ve dünyaya dalıp da unutmaya yüz tutmaman üzere vakitlenmiş olarak, onu tesbih etmeni istediğini görürsün. Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; yabancı ve gırtlak yapına uymayan bir dille ve özellikle anlamadan okumanı tavsiye eder. Sen iyi 31 Kalemzáde|Kapıları Aşarken zanla tefsir edersin; en merhametli olan Allah’ın kendi dilinde ve anlamak üzere okumanı istediğini görürsün. Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; senin aklını kullanmanı istemiyor, kullanırsan günaha girersin der. Sen iyi zanla tefsir edersin; en merhametli olan Allah’ın, bize aklımızı, gözümüz ve kulağımız gibi kullanmak üzere verdiğini ve ısrarla kullanmamız gerektiğini hatırlattığını görürsün. Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; zorlaştırdıkça zorlaştırır. Sen iyi zanla tefsir edersin; en merhametli olan Allah’ın kolaylaştırdıkça kolaylaştırdığını görürsün. Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; ölümden korkutur. Sen iyi zanla tefsir edersin; en merhametli olan Allah’ın verdiği ölümün nimet olduğunu görürsün. Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; Allah hepinizi cehenneme tıkacak, sizi ancak başka şefaatçileriniz kurtaracak der. Sen iyi zanla tefsir edersin; bütün şefaatin Allah’ın olduğunu, O’ndan başka kimsenin şefaatçi, kurtarıcı olmadığını görürsün. Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; Allah adeta bir zalimmiş(!) de başkaları sana karşı daha merhametli imiş gibi gösterir. Sen iyi zanla tefsir edersin; en merhametli olanın Allah olduğunu görürsün. Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; din günü birçok sahip olduğunu söyler. Sen iyi zanla tefsir edersin; din gününün tek sahibinin Allah olduğunu görürsün. Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; Allah’a ulaşabilmek için birçok kişiden (alimden, hocadan, evliyadan, peygamberden, ölüden, hükümdardan, tarikattan ve ne kondurabilirse) torpil ve yardım gerekir der. Sen iyi zanla tefsir edersin; sadece Allah’tan yardım dilenmesi gerektiğini görürsün. 32 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; şu yol doğru yoldur bu yol doğru yoldur ötekisi de doğru yoldur diyerek sana birçok sözde sırat-ı müstakimler gösterir ve buna rahmet diyerek, o saydığı yolların kuldan sahiplerinin ancak seni oraya sokabileceğini zannettirir. Sen iyi zanla tefsir edersin; dosdoğru yolun sadece Allah’ın gösterdiği olduğunu ve O’ndan istemen gerektiğini görürsün. Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; seni fakirlikle korkutur, nimetlenebilmen için birilerinin kölesi olmaya gönderir. Sen iyi zanla tefsir edersin; dünyevi korkuların geçiciliğini anlar, nimeti de ilmi de Allah’ın verdiğini görürsün. Şeytan, Allah hakkında kötü zanla tefsir eder; dosdoğru yolda olanı sapık, deli, dinden çıkmış gösterir ve insanlar nezdinde kınar. Sen iyi zanla tefsir edersin; insanların çoğunun yanlış yolda olduğunu görür ve insanların değil Allah’ın seni kınamasından çekinirsin. İşte benim gördüğüm lanetlenmiş ağaç, bu şeytanın soyudur. Hep kötü meyve verir, zora sokar. Ateşte doğar, cehenneme biter. Dallarındaki tomurcuklar şeytan başları gibidir. Yersen onunla gıdalanırsın. Doğduğu yere ait olursun. İyi meyve veren ağaç ise, o şeytana uymayacak olan insanların soyudur. Toprakta doğar, gökyüzünden inen suyla can bulur, cennete biter. Dallarında ne nimeti arzuluyorsan ondan vardır. Yersen onunla gıdalanırsın. Doğduğu yere ait olursun. İçimizdeki şeytanı ve dışımızdaki şeytanları tanıyalım. Onlar ateş gibi yakıyorlar ve canımızı acıtıyorlar. Zehir gibi tadları var. Oysa Allah topraktan yarattığı bizi Kuran’la serinletiyor ve ayağımızın altındaki toprağa da her gün tonlarca su yağdırıyor. Hem manevi, hem maddi. Kimisi şu metaforlu anlatımı masal sayabilir. İster inanın ister inanmayın, O’nun varlığını reddediyor bile olsanız, Allah size yine de öğütler verir. İyi zanla bakan “işittik ve itaat ettik” der. Kötü zanla 33 Kalemzáde|Kapıları Aşarken bakan “işittik ve isyan ettik” der. Kimisi ise ümmi gelir ümmi gider, her söylenene inanır ve meçhule giden bir gemiye biner. Kimisi kör gelir kör gider, hiçbir şeye inanmaz. Kimisi sağır gelir sağır gider, işine gelenden başka bir şeyi duymaz. Kimisi kendi kokusundan, cennetin kokusunu bile alamaz. Gözünü kullanmak istemeyenin göze, kulağını kullanmak istemeyenin kulağa, koku almak istemeyenin burna ihtiyacı yoktur. Aklını kullanmayanın da akla ihtiyacı yok demektir. Ha bir insan olmuş ha bir taş! Ha bu hayatta, ha diğerinde! Herkes kendini bilir. Herkes kendi istediğini “ol”ur. Neyi istiyorsa ona ulaşmayı dava edinir. İsteyen Kuran’ı anlamak için okur, onu dava edinir. İsteyen Kuran’a iman ettiğini zannederken Kuran’ın üstüne geçmişten beri yığılıp uydurulan ve yeni yeni uydurulmaya da devam eden dinleri yol edinir. İsteyen kendi tutarsızlığını Kuran’a vurup Kuran’ı reddeder, öte hayatta olasılığını bile sıfırladığı karşılığı beklemez. İnanmak istemeyen, yasayı da müjdeyi de reddeder. İman etmek isteyen ikisinden birden emin olma peşine düşer. İşte benim gördüğüm, bu ikisi birden Kuran’ın içindedir. Dışında arayan sadece olayın farkında değildir, habersizdir. Yine de herkes kendi bilir. Dinde zorlama yok. Biz Allah’ın rızasını öncelesek de en merhametli olan Allah öte hayatta bize cenneti vaat ediyor. Her şeye ve tüm bu olumsuzluklara rağmen isterim ki biz o cenneti dünyada da kurmayı dava edinelim. İster inansın ister inanmasın, birlikte yaşadığımız insanlarla belki de bu dünyayı da huzur ve barış yurduna çevirebiliriz. En azından bunu hayal edebiliriz. Güzel taraflarından bakabiliriz şu mavi/yeşil cennete. Biz bunu burada dava edinmezsek öte taraftakine talip olmak hazıra konmak istemekten farklı değil. 34 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Ruhuna El-Fatiha! Uyuyan Ümmet Kuran’ı okurken “Allah’ın adıyla” diye başlayan ama sonunda “Amin” kelimesini Fatiha suresine ekleyerek mescitleri bir Amon tapınağıymış gibi çınlatan ve Allah’tan gayri herkesi dinde önder sayan ümmetlerin çocuklarıyız. Kuran’ı okurken “Bütün Övgüler Allah’adır” diye söz veren ama, peygamberleri, evliyaları, azizleri, ölüleri, imamları, hocaefendilerini ve mülki liderlerini Allah’tan daha çok övme peşinde olan, hatta peygamberini iki kainatın efendisi, Geylanisini zamandan ve mekandan münezzeh sayan nesillerin çocuklarıyız. 35 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Kuran’ı okurken “En gözetici, en merhametli, en koruyucu Allah’tır” diyen ama, peygamberi, sahabesi, evliyası, şeyhi O’ndan daha merhametliymiş gibi bilinç altı(ötesi) kirlenmiş nesillerin çocuklarıyız. Kuran’ı okurken “Din Gününün sahibi Allah’tır” diyen ama, din günü peygamberini, evliyaları, şehitleri, şeyhleri, âlimleri, imamını ve hatta cemaatini ve kitaplarını şefaatçi edinen nesillerin çocuklarıyız. Kuran’ı okurken “Sadece sana kulluk eder, sadece senden yardım dileriz” diyen ama, Yetiş Ya Muhammed, Yetiş ya Ali, Yetişin Gavslar Kutublar, Yetiş şeyhim diye başkalarını çağıran, din adına din adamlarına, liderlerine ve patronlarına bile sığınma peşinde olan nesillerin çocuklarıyız. Kuran’ı okurken “Bizi dosdoğru yoluna ulaştır” diyen ama, Allah’ın dosdoğru yolu olan Kuran’dan bihaber şekilde fırka fırka, hizip hizip olmuş, çeşit çeşit yolların, tarikatlerin, mezheplerin, cemaatlerin en doğru yol olduğunda ısrar eden ve bu yüzden birbiri ile kavga eden nesillerin çocuklarıyız. Kuran’ı okurken “Kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğramış ve sapmışların yoluna değil” diyen ama, Kuran nimetinden nasiplenmemiş, nimeti Kuran’ın dışında arayan, Allah ve peygamberleri hakkında her türlü iftirayı din diye dayatan, gaflet ve delalet içerisinde bulunanların yolunda giden nesillerin çocuklarıyız. “Ölüler sizi duyamaz” diyen Kuran’ı ölülere okuyan, “Ne dediğinizi bilmeden salata yaklaşmayın” diyen Kuran’ı ne dediğini bilmeden namazında okuyan, “Şefaatin tümü Allah’ındır” diyen Kuran’dan, başka şefaatçiler çıkaran, “Bu kitaptan sorulacaksınız” diyen Kuran’a karşı “şu rivayetlerden, şu kitaplardan, şu şu hükümlerden de sorumluyuz” diye ekleyen, “Kolaylaştırılmıştır” diyen Kuran’ı zorlaştıran ve sen anlayamazsın diyen, “Oku” diyen Kuran’ı okumayıp duvara asan ya da bilmediği bir dilde okuyan uyanamamış nesillerin çocuklarıyız. 36 Kalemzáde|Kapıları Aşarken İşte bu ümmetin ölüsüne değil yaşayan “ruhuna el-fatiha” demenin ve uyandırmanın zamanıdır! Sen de uyan kardeşim! Artık uyan!!! 37 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Yazı ile ilgili Öne Çıkan Yorumlar… Yorumcu1: [46:17] Vellezî kâle li vâlideyhi uffın lekumâ e teidâninî en uhrece ve kad haletil kurûnu min kablî ve humâ yestegîsânillâhe veyleke ÂMİN, inne va’dallâhi hakk(hakkun), fe yekûlu mâ hâzâ illâ esâtîrul evvelîn(evvelîne). [ALİ BULAÇ] O kimse ki, anne ve babasına: “Öf size, benden önce nice nesiller gelip geçmişken, beni (diriltilip) çıkarılacağımla mı tehdit ediyorsunuz?” dedi. O ikisi (anne ve babası) ise Allah’a yakararak: “Yazıklar sana, iman et, şüphesiz Allah’ın va’di haktır.” (derler; fakat) O: “Bu, geçmişlerin masallarından başkası değildir” der. Yorumcu2: Amin kelimesi Aramice “öyle olsun” anlamina geliyor, yani amon/misir tanrilari ile bir alakasi yok…dine okadar ekleme yapmislarki, fatihanin sonuna ekleme yapilmasi insani hic sasirtmiyor. Güzel bir yazi olmus, ellerinize saglik. Selam ve dua ile. Yorumcu3: Fatiha Suresinin hakkını veremeyenlerden Kur’an’ın hakkını vermesini bekleyebilir miyiz? Yorumcu4: ALLAH razı olsun kardeşim. Yaratıcı fatiha ve diğer sürelerde hiç bir şeyi eksik bırakmamıştır. tas tamam söylemiştir. Kimin haddine ki tamamlama ihtiyacı duyar. bizler yaratıcının söylemini eksik mi buluyoruz da tamamlıyoruz. Bu haddini aşmak olur. haddini aşan hadis kolleksiyoncuları bunu bilerek yapmışlardır. KUR’AN Müslümanı olsalardı. hadisler diye bir uydurmalar olmazdı, saygılarımla Kalemzáde: Allah umuyorum bilmeden kullandığımız ifadelerden dolayi sorumlu tutmaz. 46nci surede gecen amin ifadesi “iman et” fiilidir. Bugun kullanilan amin kelimesi ile ayni kelime degildir. Bu kapsamda asıl kullanilmasi gereken elhamdülillah ve inşaallah’tır. İnşallah kelimesi tahrife ugramistir. Bugun inşallah kelimesi maalesef ‘sanmiyorum ama umarim olur’ gibi bir manada kullaniliyor. 38 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Yazida bahsettigim amin konusu ise fatiha suresine ekleniyor ve suredenmis gibi ve seslice okunuyor olmasi ile iliskilidir. Kral Amon’un dualarinizin ardindan adimi anın soylemi ise dusundurucudur. Dolayisiyla şirkin kokusu olduğuna dair suphe icerir ve kanimca tercih edilmemelidir. Yorumcu5: Amin kelimesiyle ilgili bir kaç kafa karıştırıcı yazı okumuştum.. Artık pek kullanmıyorum (ağız alışkanlıklarım dışında) onun yerine Allah’ın sözü olan ”İnşaallah”ı kullanıyorum.. Kısa ve öz yine yeniden harika bir yazı olmuş yüreğinize sağlık… Yorumcu6: Yaradan nasıl dua edileceğini hiç bir şeyi eksik bırakmadığı Kuran’da öğretiyor. YÛNUS-10 (Diyanet Vakfi Meali) Onların oradaki duası: «Allah’ım! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz!» (sözleridir). Orada birbirleriyle karşılaştıkça söyledikleri ise «selâm» dır. Onların dualarının sonu da şudur: Hamd, âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. Allah’a emanet Yorumcu7: Bu yazı doğru yol göstermiyor; bunu okuyanı şüpheye ve çevresi içerisinde ayrılmaya itiyor. Fesatlık ile beraber insanın içine vesvese sokuyor ve belki de şeytana uymaya itiyor. ” Bunu yapıyorsun, yapma.” diyor ama ” yapman gereken aslında şu ” demiyor. Yanlışı kendince, sert bir şekilde ifade edip ” bakın yanlışları gösterdim. ” diye böbürleniyor ama ” Bunlar yerine şunu yapmanız ” diyerek bu ‘alışkanlıklardan’ kurtarmak adına daha keskin ve yapıcı sözler kuramıyor. Amin kelimesine gelince… Amin, amen ve türevleri… Bir çoğu semavi dinlerde kullanılıyor. Kitapta amin yazmıyor ama amin derseniz yanlış yaparsınız da demiyor. Aslında amin kelimesi tek bir yaratıcının olduğunun ve diğer semavi dinlerde kalıplaşmasına rağmen onlarında aynı yaratıcıdan geldiğinin 39 Kalemzáde|Kapıları Aşarken de bir göstergesi adeta. Hemen Amon-Ra tapınakları ile özdeşleştirmek, kendi fikrinizi kabul ettirmek adına bir oyun aslında. Sizinde dediğiniz gibi, bilmediklerimizden sorumlu değiliz. Ama amin kelimesini ne anlamda, niçin ve cemaat halinde neden söylediğimizi de hiç olmazsa biz biliyoruz. Ve bu da ümmeti yanlış yola sevk etmedi hiç bir zaman. Sağlıcakla. Kalemzáde: İlginç ve manidardır ki; “Amin” kelimesi kanonik İncillerde de şerh düşürülerek geçer. Matta 6’nın altında bulunan dipnota dikkat edin. Yorumcu8: Siz de Kuran’ı olduğu gibi kabul etmiyorsunuz. Yazılarınızda sürekli ayetleri olduğundan farklı yorumlama çabası var. Üstelik bu yaptığınız Kuran’ın açık ve anlaşılır olmasıyla çelişiyor. Kalemzáde: T… bey, Havada bırakmayın iddianızı, örnek getirin. Hangi âyetleri olduğundan farklı yorumladığımı gösterin. Hatamı bileyim ve düzelteyim. Yorumcu8: Rüyaların Tevili yazısı baştan sona. İsra Gece Yürüyüşü yazısında İsra ilk ayette kimden bahsedildiği konusunda Bakara 23 ayeti göz ardı edilmiş. İlk bakışta gözüme çarpanlar bunlar. 40 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Kalemzáde: Dikkat ederseniz her iki yazıda da size geleneğin öğrettiği şeyleri korumaya almaya çalışıyorsunuz, Kurana sarılıp onun ne dediğini anlamaya değil. Bakara 23 ü göstererek orada geçen kul ifadesini alıp ısra 1 e yamiyorsunuz. Çünkü gelenek size peygamberin 7 kat göğe miraca ciktiğini öğretmis. Bunun yanlış olma ihtimalini gormek istemiyor farkına varmadan Kuran’ı görmezden geliyorsunuz. Rüyaların tevili yazısında da ben Kuranin söylediğinin aksine bir yorum yapmadım. Kuranda olanı kadariyla düşündüm. Ama siz muhtemelen olmayan bıçağı ismailin boynuna vurma, secde yerine girtlagini kesmeye ve yusufun kardeşlerini de şirkten kurtarmaya odaklandıniz. Çünkü gelenek size bunları böyle anlattı, Kuran değil. Iddianizin tam aksine bende kuran ayetlerini olduğu gibi anlama çabası var, ama gelenek bunu yapmadığı ve hep farklı yorumladığı için şimdi Kuranda öyle değil böyle yazıyor dediğimiz zaman benim gibileri yalanci sayıyorsunuz. Çünkü Kuranda ne yazdığına ve ne yazmadıgina odaklanamiyorsunuz. Selam. Yorumcu8: Ayetlerin açık anlatımına gelenek deyip kendi yorumunuzu doğru kabul ediyorsunuz. Yusuf peygambere ilim verilmiş. Bu gayb değildir. Gayb olsaydı da ters düşmezdi çünkü Kehf suresinde bunu veren de Allah’tır. İbrahim peygamberin hadisesi Kuran’daki evlatlarla imtihan edilme ayetinin bir örneğidir. İsra ilk ayette peygamberimizden bahsedildiği açıktır. Buna ayetten delil getirmeme yamamak diyorsunuz. Miraç keyfiyeti meçhul bir konudur. Bedenen olması da şart değildir. Gelenek karşıtlığı inkarcılığa yol açmasın. Kalemzáde: Umuyorum bir gün gerçege, Allahın gerçeğine şahit olacaksınız. Allaha emanet olun. 41 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Yorumcu9: Evinize giren katillerden hirsizlardan kurtulmak için sadece Allahin yardimini bekleyin sakin sakin polis veya asker cagirmayin yoksaaaa yukarda saydiklarinizdan olursunuz.. Kalemzáde: L…., mantık hatası yapma; evine giren hırsızdan kurtulmak için tabi ki polisi çağır. Ama aşçı çağırma, dürümcü çağırma… Hele hele polis kılığına girmiş hırsız ve katilleri sakın çağırma. Ve en önemlisi uyanık ve tedbirli ol ki hırsız evin girmesin. Yorumcu10: Amin kelimesi, İslamiyet’e Hz. Muhammed’in ölümünden 300 yıl sonra hadis kitapları ile girmiştir. Hıristiyanlığa ise Yahudilikten geçmiştir. Amin kelimesinin manası, “olsun” demektir. İbranice’de ise su anlamına gelmektedir. Hıristiyanlıkta “Amen” olarak kullanılmaktadır. Amin kelimesi, Kuranda hiç geçmediği halde Hz. Muhammed kullandığı için biz Müslümanlar olarak kullanmaktayız. Tek tanrılı ve semavi dinlerin hepsinde amin kelimesi kullanılmaktadır. Pek çok dinde, tanrım dualarımı kabul et anlamına gelmektedir. Bir dua sonunda amin deniliyorsa, ‘’Tanrının gerçekliğini, mükemmeliyetini, güvenirliğini kabul ediyorum, yerine getirilmesi istediğim dua ve taleplerin doğruluğunu tasdik ediyorum’’ demektir. İslam hadislerine göre, Hz. Muhammet Fatiha süresini okurken sonuna geldiğinde, Cebrail görünerek ve Amin demesi için ikaz etmiştir. Bu olaydan sonra Hz. Peygamber, Müslümanlara imam amin dediğinde sesli olarak Amin deyiniz demiştir. Amin kelimesinin Yahudilikten dilimize geçtiği düşünülse de, çok eski zamanlarda kullanıldığı da söylenmektedir. Mısır tanrısı Amon’dan geldiğine inanlar da vardır. Ra adı ile Güneş tanrısı kabul edilen Amon, gizliliği ve görünmeyeni temsil etmektedir. Eski Mısırlılar, tüm dualarda ve yakarışlarda Amon’un ismini anarlardı. Bu dönemde, orada yaşayan 42 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Yahudilerin Amon düşünülmektedir. kelimesini amin olarak dillerine aldıkları Yorumcu11: Yetiş ya muhammed denmesinin sebebi farklıdır dinimizi saptıranlar sizlersiniz insanların kafasını karıştırmaktan başka birşey yaptığınız yok .. Yorumcu12: “”Âmin, “kabul et” manasına gelen bir ism-i fiil (fiil manasına gelen isim)dir. Âmin demeye de te’min (emniyet hissi vermek) denilir. Bu Kur’an nazmının bir parçası değildir. Bunun için Mushafa yazılmaz. Fakat Buhari ve Muslimde de rivayet edildiği üzere Hazreti Peygamber (s.a.v.) Efendimiz buyurmuşturki: “İmam veleddâllîn dediği zaman hepiniz âmin deyiniz. çünkü melekler âmin derler. Âmin denmesi, meleklerin âminine rastgelenin geçmiş günahları affedilir. Diğer mevkuf bir hadiste de:”Dünya halkının saflarının hızasında göktekilerin safları bulunur” Bundan dolayı yerdeki “âmin” gökteki “âmin”e rastgelirse ibadet edenin günahları affedilir.” buyurulmuştur. Bundan dolayı “âmin” sünnet ile sabittir. Hem imam ve hem cemaat tarafından gizlice yapılmalıdır. İmam gibi yalnız başına namaz kılan da gizlice söyler.”” Hak Dini Kur’an Dili (Elmalılı Hamdi Yazır) Cilt 1 sayfa:142 Not: Günümüzde, gelenek gelenek deyip saf ve temiz müslümanların itikatlarını bozmaya çalışan bir kısım kimselere uymak yerine hz. Peygamberin hadisine uymak daha doğru bir davranış değilmidir. Yarın huzurullahta sorulduğu zaman, en azından ben Hz. Peygambere uyduğumu ifade edeceğim. Ya siz ne diyeceksiniz, filancalar, falancalar bize böyle dediler mi diyeceksiniz. yazık… 43 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Kalemzáde: A…, kafan karıştıysa daha önce inandıklarını gözden geçir. Kafan karıştıysa, daha önce tatmin olarak iman edip etmemiş olduğunu sorgula. Eğer kafan karıştıysa bu demek oluyor ki, kafanda Kuran’a dair net bilgiler yok. Kafan karıştığına göre daha öncekiler kesin doğru diye bildiklerin değil sadece zan imiş. Madem kafan karışıyor, Kuran’ı anlayarak oku ve kafa karışıklığını gider. Selam ile… Kalemzáde: 10 Yunus 10 …Onların dualarının sonu şudur: “Bütün övgüler âlemlerin rabbi Allah’adır.” “Elhamdülillahi Rabbil Alemin” Yorumcu13: Ya bu Buhari ve Müslim de yani zamanında Gayb Tv’yi kurmuşlar galiba. Nasıl yayın yapıyolar gaybdan….. Bunlar Resullere kitaplara Allah’a iftira atmaktan başka birşey yapmıyorlar….. Allah’tan başka doğru sözlü kim olabilir? Yorumcu14: Ne Buhari kaldı ne Müslim ne de Ebu Hureyre. O kadar çok düşmanlık yapıyorsunuz ki hadisçilere, yolunuz Kur’anı anlamak mı birşeylere düşmanlık etmek mi belli değil? Yorumcu13: F… Hocam; Nisa 48’de.. Doğrusu Allah, kendisine ortak koşulmasını asla affetmez. Ondan başkasını (diğer günahları) ise, dilediği kimseler için bağışlar ve mağfiret buyurur. Her kim Allah’a şirk koşarsa gerçekten pek büyük bir günah ile iftira etmiş olur. Allah günahları nasıl affedeceğini ayette bizlere açıklıyor. Şirki asla affetmem diyor. diğer günahları ise dilediğim kimseler için bağışlarım 44 Kalemzáde|Kapıları Aşarken diyor. bu şekilde Muhammed resula bizlere bildirmesi için vahiy ediyor. Muhammed resul bu vahyi olduğu gibi değiştirmeden bize aktardığına göre; Şimdi Buhari ve Müslim ne diyor bakalım. melekler ile birlikte amin dersek geçmiş günahlarımız (içinde şirkde olsa bile) bağışlanır diyor. ve bunu Muhammed resuldan aldık diyor…. Ana burada birileri yalan söylüyor!!! Yalan söyleyenleri buldunuz değil mi? Allah’ın hükmüne ortak oldular mı resullere, kitaplara ve Allah’a iftira attılar mı? Kendimize soralım İslama kitaba ve gerçekten iman edenlere düşmanlık yapan kim? Hadislerin Muhammed resule iftira edilerek yaldızlı sözlerle düzenlenmiş bir aldatmaca ZAN’lar topluluğu olduğunu görmüyor musunuz? Yorumcu14: Malumu her yerde söylemeye gerek yok. Şirkin affedilmeyeceği bu makamda söylenmesine de gerek yok. Hadiste geçen ifadeler teşbih. Bunu anlamayıp, “aha şirki de affettiriyorlar, ayete karşı geliyorlar” demek su-i zandır. İtham etmek, tahkir etmektir. Bunları anlamamak, anlamak istememektir… Ama Nisa 48 i bildirip, “Allah dilerse affeder” deyip, kimseye hakaret etmeden kendi görüşünü bildirmek daha doğru değil mi? Benim değindiğim nokta bu. Allah düşüncelerimize istikamet versin, doğrularla buluştursun. Yanlışları arattırmasın, doğruları buldursun… Amin kelimesi ile ilgili; ben dualarımı “Amin Velhamdülillahi Rabbil Alemin” diyerek bitiriyorum. Ayete aykırı birşey var mı? Yorumcu15: Sayın Kalemzade, Muhteşem bir yazı yazmışsınız. Yürekten kutlarım. Bu ümmetin büyük çoğunluğu Yüce ALLAHIN KURAN DA BELİRTTİĞİ İMAN EDEN MÜMİN KİMSELERDEN 45 Kalemzáde|Kapıları Aşarken OLUŞSA idi yüzyıllardır mezhep savaşlarıyla birbirini boğazlayan, Yüce peygamberimiz Hz.Muhammed den sonra en yakın arkadaşları Hz.Ömer-Hz Osman-Hz Ali VE Hasan Hüseyini katlatmezlerdi. Günümüzde Irak Suriye, Libya Afganistan Ve Pakistan da, Afrika da milyonlarca Müslüman katledilmezdi, Emperyalist ülkelerin boyunduruğunda yıllardır cehaletten, geri kalmışlıkdan kıvrandırmazdı, yoksulluktan, Kuran ne diyor””” işledikleri günahlar, zulumler nedeniyle bir kısmını, bir kısmına MUSAALAT EDERİZ” Saygılarımla1 1 Diğer yorumlar için kalemzade.net’i ziyaret ediniz. 46 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Allah’a İman Zan mıdır? Bilim Bilmekten Gelir Varsayalım ki Tanrı yok! Tanrı yoksa hiçbir şey yoktur. Olan şeyler olmayan şeylerden var olamaz. Fiziksel, tabiat inançlı bir var oluş bile düşünseniz bir ilk neden şarttır. Varoluşu kendinden olan hiçbir şey, hiçbir örnek getiremezsiniz. Yağmurun ve karın yağması da, bulutların yer değiştirmesi de, karadeliklerin oluşması da, tırnağınızın kanaması da, dövizin ederinin düşmesi de bir sebebe ve hatta sebeplere bağlıdır. Her oluşta ya da varlıkta sebepler sebepleri izler. Büyük Patlama (Big bang) bile bir nedene bağlı olmak zorundadır. Aksi halde big bang’i tanrı yapmış olursunuz. Patlayan, bilinçsiz, kendini akışa ve tesadüfe bırakmış bir tanrı olabilir mi? Ne kadar derine giderseniz gidin nedeni 47 Kalemzáde|Kapıları Aşarken olmayan bir ara neden bulamazsınız. Nedeni olmayan tek neden, her şeyin nedeni olan Allah’tır. Nedensizlik O’nun varlığının özelliğidir. Bunun gibi yüzlerce yol bulabiliriz O’nun varlığını görmeye. Peki bu akıl yürütme bilim değil midir? Bilim sadece akıllı cep telefonunu veya suyun kaldırma kuvvetinin ölçüm değerini bulmak mıdır? Bu bilim, yerçekiminin kaç Newton çektiğinden bile daha hakiki bir bilim değil midir? Felsefe bilim değil midir? Akıl bilimi bilim değil midir? Bilim bilmekten gelir değil midir? Bilim bir şeyi bilmekse, en hakiki bilim Allah’ı bilmek bilmi değil midir? O halde Allah’a iman nasıl olur da zan olabilir? Allah’ın tüm mahiyetini bilmek ise, apayrı bir konudur. Kuran’da geçen bilgilerin bir kısmına ulaşamamış olup buna rağmen orada Allah’ın işaret ettiği bir gerçek olduğuna iyi zan duymakla, Allah’ın varlığına imanın da aynı ölçüde bir iyi zan olduğu özdeşleştirilebilir mi!!! Böyle bir görüş, ateizm inancına mazeret oluşturur. Oysa ateizm, medeniyetin şu son döneminde ortaya çıkmasına rağmen, en ilkel dindir. Allah’ın varlığına iman zerre kadar şüphe ve zan içermez. Kelimeleriniz anlatmaya yeter ya da yetmez ama eğer gözlemler ve düşünürseniz kesin bir şekilde varlığını bilir ve yaşarsınız. Allah’ın varlığından emin olamamak net ve acı verici bir eksikliktir. Hayatın anlamını kaybetmesidir. Koca evrende kaybolmaktır. Yaptığınız yapmadığınız her şeyin bile nedensizleşmesi kadar saçmadır. Allah’ın varlığına iman için kitaba da ihtiyaç yoktur, okullar bitirmeye de. Kuran hatırlatıcıdır. Bir insan Kuran’ı okuyup da Allah’ı bulabilir elbette ama Kuran ve diğer kutsal kitaplar Allah’ın varlığını bilmek için değil, O’ndan gelen öğüdü anlayıp doğru yola girmek, kulluğu sadece O’na yapmak içindir. Kuran “ol” emrinin gereği olarak en iyi biçimde “ol”abilmek için bir rehberdir. Allah var. Hiç zan’netmeyin. Emin olun. 48 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Din ve Bağış İlişkisi Bahçe Sahiplerinin Düşündürdükleri Bir şerefeli, iki şerefeli, üç şerefeli minarelerin dibinde yıllar önce yarım araba ateş tuğlasıyla örülmüş, iç duvarları rutubette çağ atlamış ve üstü toplama saclarla kaplanmış 0 artı 1 gecekondular… Kocaman kubbeleri olan, üstü kurşunla kaplanmış, içi pahalı mozaik ve çinilerle süslenmiş camilerin önünde kucağında ayağı çıplak bebesiyle dilenen kadınlar… Devlet bütçesinden dine diyanete ayrılan meblağların dışında, her Cuma günü dolup taşan camilerde, o camiyi daha da büyütmek, falanca kuran(!) kursunu daha da büyütmek, filanca cemaatin mescidini daha da büyütmek, daha da büyüyen o camilerin daha da büyüyen masraflarına 49 Kalemzáde|Kapıları Aşarken katkı vermek için toplanan daha da büyük paralar… Allah adına az ya da çok veren sayısız insan… Bu bağış işleri böyle olmasaydı da… O camilerde her Cuma o mahalledeki en az üç camide toplanan paralarla bir yoksul aile ayağa kaldırılsaydı… Bir gün bir borçlu özgürleştirilseydi… Bir diğer gün bir okuyamayan okutulsaydı… Bir başka gün bir işsizin derdine derman olunsaydı… Öbür hafta birinin kirası ödenseydi… Diğer hafta birine bir rızık tezgâhı açılsaydı… Bir hafta o mahallede Türkçe Kuran dağıtılsaydı… Bir gün çaresiz bir hastanın masrafları karşılansaydı…Bir gün bir yaşlı çift sevindirilseydi… Acaba birkaç yıl içinde o mahallede bugünkü kadar dert kalır mıydı!!! Hep camilere mi salvolar… Hayır! Biz kendi mahallemizi iyi bildiğimizden… Başka mahalleler de elbet var şu topraklarda ve şu dünyada… İçleri altından haçlarla, tunçtan İsa heykelleriyle süslenmiş daha büyük, daha büyük kiliselerin köşesinde elindeki şarap şişesiyle sızmış derbeder ihtiyarlar… Kiliseler için bağış sepetleri, maaşlardan kesilen vergiler ve rakamı dudakları uçuklatacak bağış kampanyaları… Tarihi ve korunaklı havraların kenarındaki sokakta kurulmuş pazarda tezgâh altlarından kıvırcık ve patates toplayan kadınlar… Önünde bağdaş kurmuş kocaman Şiva heykelleri olan koskocaman tapınakların mermerlerinde üzerindeki 50 Kalemzáde|Kapıları Aşarken yırtık pırtık bir bez parçasıyla secde etmiş, zayıflıktan kurumuş Hint fakirleri… Dünya, ibadethanelere bağışladığı paralar ile Tanrı’sını satın alabileceğini zanneden bir yığın akılsız insanla dolu. Havuzlara, nehirlere ve su kuyularına atılan bozuk paraları saymıyorum bile. Dindarlarla da bitmiyor… Anıtmezarlarda taşları öptüren bir tuhaf milliyetçilik görüntüleri ve çeşitli –izm’ler ve –çilik’ler adına toplanan ve harcanan mallar, paralar… Anıtların ve heykellerin önünde haklı ya da haksız direnirken, gerçekte ne yaptığından habersiz ve ödediği fahiş ev kirasından artan cebindeki son kuruş harçlığını karikatür dergilerine, sprey boyalara ya da dört sayfalık –izm gazetelerine veren, tutuşturulmuş öğrenciler ve işçiler de var. İnsanlar bunları da görmeli elbette… Herkes gördüğünü, yaşadığını biliyor… Biz evimizdeki çöpü daha iyi biliriz. Camidekini onun için özellikle söylüyoruz. Herkes kendi çöpünü dökmeli… Herkes kendi evinin önünü süpürmeli ki mahalleler çiçek açsın. Taştan kocaman binalar değil, yeryüzünün tamamı Allah’ın mescidi olur işte o zaman. Allah’ın kitabında “neden camiye yardım etmiyorsunuz, büyük camiler neden yapmıyorsunuz?” diye bir cümlesi yok… Aksine “Hayır!” diyor “Siz yetimi yedirmiyorsunuz, siz yoksulu doyurmuyorsunuz, siz muhtaca yardım etmiyorsunuz.” Sadece dinler ve –izm’ler yoluyla değil destekleşmeye ve barışa ihanet… Kime yardım ettiklerini, nedense doğru dürüst bir türlü göremediğimiz birçok yardım kuruluşunu da, tüm bu saydıklarımıza ekleyelim. Çeşitli bahanelerle toplanan paraların az bir kısmı bile eğer ihtiyaç sahiplerine gitse, bir ülkede kimsenin aç ya da yoksun kalacağını hiç zannetmiyorum. Ekonomik hayatın tam içinde de böyle. Mal ve hizmet yoluyla sömürenler de bitmiyor. Örneğin bedava ya da çok cüzi olması gereken ve havadan son derece düşük maliyetle tv gibi yayını yapılabilecek internet ve dijital haberleşme teknolojisi yok mu da, halen hem öğrenciler hem aileler kabarık internet ve iletişim faturaları ödüyor? Şu internete ve telefona gereğinden fazla ödenmiş paraların yoksullukla mücadele için harcandığını düşünün az biraz. Birkaç 51 Kalemzáde|Kapıları Aşarken danışıklı firma, akbabalar gibi nasıl da üşüştü şu toplumun üzerine de, yıllardır koparıp koparıp duruyor, iletişim satıyorum diyerek! Yoksa birileri hala doymadı mı? Ne mide varmış birilerinde! Nasıl bir işkembe bu!!! Keynes teorileri de umarım yakında çöker… Ekonominin tanımı da! Acaba kaynaklar mı sınırlı olan, yoksa kaynaklar sınırsız da insanlar mı onları sahiplenip, şu fakirler bahçemize girmesin diyerek çit çevirip sınırlandırıyorlar!!! Yoksa yağmuru da ekonominin küresel kurmayları mı yağdırıyor!!! Şu gezegeni yörüngesinde onlar mı çeviriyor!!! İlahları ile kandırmayan, Allah’ı hakkıyla anabilen kimse mi kalmadı şu dünyada tepemize dikilenlerde!!! Gerçi suç mışıl mışıl uyuyanlarda… İnsanlar kendisini mi düzeltiyor da toplum düzelebilsin! İnsanlar edindikleri ilahları bırakmıyor ki Allah’ı anlayabilsin! Söze gelince Allah, icraata gelince parayı tanrı edinenler sadece parası çok olanlardan çıkmıyor. Kendisine zulmeden, insanın ta kendisi! Herkesin, kendi çapı kadar tanrısı var. Çapı kadar çalıyor. Çapı kadar yığıyor. Acıkınca da tanrısını yiyor. 52 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Lodos Etkisi Kim Daha Kirli? Üç gün kesintisiz sürmüş ve evlerin aralarına kadar girip dolaşmış, her köşe bucakta sağlamlaştırılmamış her nesneyi arayıp bularak, oraların altını üstüne getirmişti lodos fırtınası. İnsanlar şu rüzgâr artık bir kesilse de alıştığımız normal hayatımıza dönsek diyordu. İşte şimdi lodos etkisini kaybetmiş ve yerini soğuk kuzey rüzgârlarına bırakmış durumda. Ama şimdi lodos kadar sert olmamasına ve hatta kıyaslanamayacak kadar yumuşak esmesine rağmen hava buz kesiyor… 53 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Gecenin on iki buçuğu… Sahil yolunda uzun ara önümdeki arabayla uyumlu bir hızda giderken aniden dörtlülerini yakıp sağa yanaştığını gördüm. Kaldırım üzerinde bulunan uzun boylu iki kadından biri yaklaşarak arabanın sağ ön camına 90 derece açıyla eğilip, kollarını açık cam girişine sabitledi ve sürücü ile konuşmaya başladı. Kadınların giyiminden ve tavrından o saatte orada ne için bulundukları anlaşılıyordu. Yanlarından geçip yoluma devam ediyordum ki, çok az ileride sağ taraftaki çimlerin arasındaki bodur bir ağacın arkasında birisi daha olduğu dikkatimi çekti. Bir adam bir eli deri ceketinin cebinde dikkatle onları izliyorken elinde sigara olan diğer eliyle kadınlara “tamam” der gibi işaret etti. Dikiz aynasından baktığımda az önce konuşmakta olan kadının o arabaya bindiğini, diğer kadının ise geriye çekilip üşümemek için iki kolunu kavuşturup beklemeye devam ettiğini gördüm. Belli ki üçü de beraber çalışıyorlardı. O kadınların yaptığının ne kadar yanlış ve temiz olmayan bir iş olduğunu düşündüm. Acaba dedim mazeretleri, yaptıkları işin kirliliğinin üstünde olabilir mi? Sonra çimlerin arasındaki adam aklıma geldi. Onların yaptıkları kirli işin getirisi olan kirli paraya ortak olan adam… Acaba o kadınlar mı daha kirliydi, yoksa onların etini pazarlayıp yiyen ve onlara asalak gibi yapışarak iyi kazandığını zanneden bu adam mı? Acaba dedim bu adamın getireceği herhangi bir mazeret yaptığının kirini temizleyebilir mi? Fakat daha olayın en başında sağa yanaşıp duran adamın pisliğini ve mazeretini ilk etapta hiç önemsememiştim!!! Sık sık “pislik” kelimesi içinde bolca bulunan bu düşünceler beynimde gidip gelirken konudan uzak gibi görünse de hatırıma “Müşrikler birer pisliktir” ayeti geldi. 9 Tevbe 28 Ey iman edenler, MÜŞRİKLER ANCAK BİRER PİSLİKTİRLER; öyleyse bu yıllarından sonra artık Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. EĞER İHTİYAÇ İÇİNDE KALMAKTAN KORKARSANIZ, ALLAH DİLERSE SİZİ KENDİ FAZLINDAN ZENGİN KILAR. Şüphesiz Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. 54 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Düşündüm… Ben oradaki bu insanları içten içe kınarken aslında ne kadar merhametsiz ve ikiyüzlü olduğumu eve gelip iki tane mandalina yedikten sonra kitabı açınca fark ettim. Çünkü Allah kitaptaki bir önceki ayetinde “dilediği kimsenin tevbesini de kabul edeceğini” söylüyordu. 9 Tevbe 27 Sonra ALLAH, DİLEDİĞİ KİMSEDEN TEVBESİNİ KABUL EDER. ALLAH, BAĞIŞLAYANDIR, ESİRGEYENDİR. Ya ben! Onları görünce aklıma pislikten ve nefisten başka bir şey gelmemişti. Çünkü işin ne tür bir iş olduğunu biliyor ve iğrenti duyuyordum. Oysa yaptıkları şirk değil, fahiş bir günahtı sadece. Ama tüm bu iğrentinin içinde şeytanın nefsimize süslü gösterdiği şeyler de yok muydu! İğrendiğimi söylediğim şeyden, işin içinde olsaydı gerçekten iğrenir miydi nefsim? Demek ki asıl kınanması gereken başkalarından çok kendi nefsimizdi. Allah’ın koruması olmasaydı, bizim nefsimiz çok mu temizdi! Aklımıza gelen ayetlere “bla bla” diyerek geçici bir süre duymazdan gelmeye, bir dörtlü yakmaya, frene basmaya, sağa yanaşmaya ve ufak bir nakit avansa bakardı, pis gördüğümüz şeyi süslü görmek!!! Hangisi kendisini daha kolay temizler? Elleri kirlenmiş birisi ellerini yıkayınca kiri akıp gider. Foseptik çukuruna bile düşsek, en fazla bir hafta kokar, yıkana yıkana temizleniriz. İnsanların çoğu en büyük pisliği zina zannediyor… Hele hele başkasının zinasını daha da kötü zannederler. Onların da bir kısmı kendi zinasından kolaylıkla kurtulduklarını düşünürler. Gerçekten de öyle midir? Bir hayat kadınının temizlenmesi bir iddet döneminden ne kadar fazla olabilir? Onların adı çıkmış. Ya kendisine “hayat erkeği” lakabı konulmamış, zinası elinin kiri olmuş adamcıklar!!! Ya her ikisinden olmayıp da günahlardan korunduğunu zanneden bizler!!! Sokakta gördüğümüz o günahkârların hiç temizlenemeyeceğini ve Allah’ın onları asla lütfuna nail etmeyeceğini zanneden bizler, acaba içine düştüğümüz şirk foseptiğinden ne kadar kolayca yıkanıp temizlenebiliriz! 55 Kalemzáde|Kapıları Aşarken 4 Nisa 116 Hiç şüphesiz, ALLAH KENDİSİNE ŞİRK KOŞANLARI BAĞIŞLAMAZ. Bunun dışında kalanlar ise, (onlardan) dilediğini/dileyeni bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır. Bir hayat kadını, ister Müslüman olsun ister dinsiz, çoğunlukla yaptığı işin doğru olmadığını bilir. Buna rağmen kendince mazeretleriyle devam eder. Eğer yaptığı işten vazgeçerse ve pişman olup bir daha yapmazsa ve de belki de elinden bir tutan olursa temizlenir elbette. Hele ki tevbe edip Allah’ın kitabına dönerse diğerlerinden bile daha temiz olur. Allah mümin kullarının günahlarını örter. Peki şirki, yani Allah’a ortak koşmayı din zannedip, bütün hayatını o şirkle bulanmış olarak yaşayan ve dosdoğru yolda olduğunu zanneden bir insan o kadar kolay temizlenebilir mi? Yanlış yaptığını bilen hayat kadını yaptığı yanlıştan dönerken, yanlış yapmadığını düşünen müşrik hayat adamı yanlışından nasıl döner? Hangisinin kiri Allah katında katmer katmerdir. 4 Nisa 48 Gerçekten, ALLAH KENDİSİNE ORTAK KOŞULMASINI BAĞIŞLAMAZ. BUNUN DIŞINDA KALANI İSE, DİLEDİĞİNİ BAĞIŞLAR. Kim Allah’a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur. Her fırsatta zina eden bir adamla, her fırsatta şirk koşan adamı yan yana getirdiğinizde, emin olun ki zina eden daha temizdir. Her gün fuhuş yapan hayat kadını ile hayatının her anında şirki din diye yaşayan kadını yan yana getirdiğinizde emin olun, hayat kadını diğerine göre daha temizdir. Yok öyle olmaz, diyorsanız; Allah’ın her türlü günahı dilerse affedebileceğini söylerken neden şirki affetmediğini söylediğini bana daha iyi açıklamanız gerekir. 4 Nisa 49 Kendilerini (övgüyle) temize çıkaranları görmedin mi? Hayır; ALLAH DİLEDİĞİNİ TEMİZLEYİP YÜCELTİR. Onlar, ‘bir hurma çekirdeğindeki iplikçik kadar’ bile haksızlığa uğratılmazlar. 56 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Allah boşu boşuna ve laf olsun diye söz söylemez. Eğer Allah “müşrikler birer pisliktir” demişse pisliktirler. Temizlenmesi arınması gerekir. Onu temizleyebilmek için önce onun farkında olması gerekir. Pis olduğunu düşünmeyen yıkanmaz. Pislik içinde olduğunu görmeyen temizlenmeye gerek duymaz. Şirki ne abdest temizler, ne hamam. Kırk tane kiremidi suyun altında eritecek kadar gusletseniz de, sadece Allah’a yönelmedikçe, şirk pisliğinizi temizleyemezsiniz. Onu temizleyecek olan akıl ile anlamak üzere okunan Kuran’dır. Bizi kötülüklerden koruyacak olan, o kitaptan ve yaratılmışlarda gördüğümüz yansıyan ayetlerden öğrendiğimiz ve boyun eğdiğimiz salâtı hayata ikame etmemizdir. Fuhuş elbette ki insanlık onuruyla bağdaşmıyor. Buna rağmen Allah dilerse onu affediyor. Ya şirk!!! Ya Allah’tan başkasına yöneliş!!! Başkalarının da Allah gibi hüküm koyma yetkisi olduğuna dair bir gafil hayat!!! Başkalarına da Allah’ı sever gibi sevmek ve hatta daha güçlü bir bağlılıkla bağlanmak!!! İnsanlık onuruyla hiç bağdaşıyor mu? Sadece Kuran da değil… Her yer ayetlerle dolu. Başkasının nefsini görünce lodos etkisi yapıyor. Günah kavramını az çok bilene doğal olarak fazla ve fahiş geliyor. Ama kendi nefsimiz alıştığımız kuzey rüzgârları gibi. Kuvvetli lodos, sokakların ve evlerimizin arasında gezip, elimizle kurduğumuz şeyleri arayıp, bulup, yıkıp, dağıtıp bize haddimizi bildirdi ve uyardı. Ama çaktırmadan esen soğuk rüzgârlar iliğimize kadar işleyip bizi hasta etmeye devam ediyor. Buna rağmen her türlü ilacını da vereni görmezden gelmek ne büyük gafillik… O soğuk havada… ambalaj üstüne ambalajlara bürüyüp… şifa dolu bir suyu ikramlık paketler halinde dilim dilim mandalinanın içine koyarak… bize servis eden Allah’ı apaçık göremedikçe… o aptal ve küçük nefsimizi şişirip şişirip bir şey zannederiz… ve ilaç olan Kuran’ın ne dediğini de asla anlayamayız. Allah en koruyucudur… Allah en merhametlidir… Allah en affedicidir… Nefsini övmeyip, merhameti isteyene ve affını dileyene… 57 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Başlıksızca… Özgecan… Özgecan… Kar yağmış bir güzel. Ağacın dallarına dolmuş bembeyaz bir güzellik. Koskoca adam gidiyor, hihoha diye kahkahalar atarak silkeliyor ağacı. Bir görevi varmış da onu başarmış gibi dönüp gidiyor sonra. Adam mutlu, tabiat mutsuz. Çocuklar uğraşıp didinip bir kardan adam yapmışlar. Havucunu, zeytinini eksik etmemiş, süpürgesini koymuş fotoğraf çekiniyorlar. İki tane serseri gelip tekme tokatla ve kartopuyla yıkıyorlar kardan adamı. Serseriler mutlu, çocuklar mutsuz. Bir sürü yemiş vermiş sahipsiz bir ağaç. Meyveler sallanıyorlar dallarında. Canı çeken bir tane alıp yiyor, gelip geçen nasipleniyor. Hatta kuşlar, arılar ve kelebekler de… Sonra bir doymamış adam geliyor, döküyor tüm meyveleri aşağıya. Doldurup doldurup götürüyor. 58 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Adam mutlu, soyguna uğramış biçare ağaç mutsuz. Gelen geçen mutsuz. Kuşlar, arılar ve kelebekler mutsuz. Bir güzel gül açmış dalında ve en güzel kokularına bürünmüş. Etrafına mutluluk ve güzellik yaymakta. Adamın biri geliyor. Koparmadan bir türlü sevemiyor gülü. Yapraklarını darmadağın edemeden duramıyor. Sonra da yere dökülmüş, hüzünlü yaprakların üstüne basa basa çekip gidiyor. Sanki verilen görevi başarmış bir edayla. Adam mutlu, güller mutsuz. Her güzellikte Allah’ı göremeyen, hepsi benim olmalı, her güzellik benim olmalı, her ağaca ben yaklaşmalıyım, her malı ben kazanmalıyım, her şey benim şehvetimindir diyenlerin yaptığıyla, en azılıların yaptığı zulümler, tecavüzler ve katliamlar, hep aynı kaynaktan besleniyor. Nefis… Şeytan… İnsanlardan öyleleri var ki, her şey kendisinin olsun ister. Bembeyaz, tertemiz bir şey gördümü orayı kirletenin, kullanacak olanın kendisi olmasını ister. Bembeyaz sayfaları çizer karalar. Paranın çoğunu, malın en iyisini, arabanın en iyisini, malın en görkemlisini ister. Onun var, benim niye yok der. Bir şekilde kendisi de elde etmeye çalışır. Açsa da doymaz, toksa da doymaz. Gökyüzündeki yıldızlar derlenip toparlanabilecek olsa, insanların çoğunun onları toplayıp, hepsi benim olsun diyerek ceplerine doldurmak isteyeceklerinden öyle eminim ki! Çiçeği dalından koparmadan sevemeyen bir kültürün, sevgisini, sıcaklığını ve güler yüzlülüğünü şehvetiyle sık sık karıştıran gafil bir neslin çocuklarıyız. Özgecan’lara da Can’lara da baktığında onların güzelliklerinde Allah’ın güzelliğini göremeyenler, bu gafilliği de abartan ve şehvetlerini tanrı edinenlerdir. Görünürde işledikleri en fahiş tecavüzler, biriken bir yığın küçük tecavüzün büyüye büyüye türlü günahlara dönüşüp kendilerini kuşatmasıyla gerçekleşmiştir. Her güzel bir kız gördüğünde şehvete kapılan erkek bozuntuları, her güzel bir delikanlı gördüğünde onu baştan çıkarıp elde etmeye çalışan kadın 59 Kalemzáde|Kapıları Aşarken bozuntuları, bizim için birer ibrettir. Onları o hale getiren de toplumdaki şirk batağından başka bir şey değildir. Gerçekte özgecanlara kimse tecavüz edebilmiş ve onları kesip, yakıp öldürebilmiş değildir. Onlar öyle zannediyor. Asıl ölüler bu kötülükleri yapanlar, asıl zulmettikleri nefisleri ve asıl yakılacak olanlar da bizzat kendileridir. Şu geçici hayal perdesi sadece doğruyu ve yanlışı ayrıt edebilip bizim ol’mamız içindir. Kötülük yapan kendine zulmeder. Ölçüsüz ve yön tanımayan şehvet, şeytan işi pislikten başka bir şey değildir. Kuran’a dokunabilenler özgecanlara dokunamazlar. Allah’ı tanıyanlar her güzellikte Allah’ı görürler. Çiçeği dalında ve sanatkârını överek severler. Allah’ı tanımayanlaraysa süslü görünen kahrolası şehvetleridir. Bir karıncanın önünü kesmekte tereddüt edenler özgecanların ellerini kesemezler. Kuru çalıları bile böceklere bir şey olmasın diye yakmaktan çekinenler, özgecanları yakamazlar. Çiçeği dalından koparmakta tereddüt edenler, özgecanları dalından koparamazlar. Güzelliklerde Allah’ı görebilenler, şeytan kötülükleri akıllarına getirdiğinde Âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarlar. Eğer birileri korkmuyorlarsa ve özgecanlara kıyıyorsa, şeytanlarıyla beraber cehennem onları beklemekte. İyi ki de beklemekte… Özgecan’a hangi günahından ötürü öldürüldüğü sorulacak. Ha bu arada… o pislikler erkek de sanılmasın. Kuran’a göre erkek, kadınları koruyup gözetmeyi hedef edinenlere verilen sıfattır. Onlara tecavüz edenlere, yakanlara, öldürenlere değil. Kontrolsüzce hareket eden kendi uzuvlarına bile sahip olamayana, koruyup gözetemeyene erkek mi denir? Onlar yerin dibine geçirilesi ibretlik şeytanların ta kendileridir. Allah her şeyi görüyor, biliyor. Her şeyin de karşılığını verecektir. Allah hem Rahman hem Rahimdir. Allah’ın merhameti Allah’ın adaletine mani değildir. 60 Kalemzáde|Kapıları Aşarken 19 Meryem 68-70 Andolsun Rabbine, onları da şeytanları da mutlaka haşredeceğiz. Onları cehennemin çevresinde diz çökmüş olarak hazır edeceğiz. Sonra her bir gruptan Rahman’a karşı azgınlık göstermek bakımından en şiddetli olanları ayıracağız. Biz ceheneme girmeyi kimlerin en çok hak ettiğini çok iyi biliriz. 61 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Yazı ile ilgili Öne Çıkan Yorumlar… Yorumcu1: Yazınız için teşekkürler, İşte bu ve bu gibi fahşanın çıkış yolu şu cümlenizde netleşiyor; “biriken bir yığın küçük tecavüzün büyüye büyüye türlü günahlara dönüşüp kendilerini kuşatmasıyla gerçekleşmiştir.” Hayatı dolap beygiri gibi yaşamaktan sıyrılmak, düşünebilen, sorulayabilen toplum haine gelebilmek gerekiyor. Çareyi düzenin gerçek sahibinde aramaz isek üretilen çarelerin yetmeyeceğini göreceğiz. Kur’an tanımı ile İnsan; kan dökücü, fesat çıkarıcı, aceleci, nankör. Nefsini terbiye eden müstesna. İdrak edebilen, Hikmeti anlayabilenlerden zikrine uyanlardan eyle bizi Rabbimiz. Selam ve dua ile… Kalemzáde: Özgecan’ın Babası (Allah ondan razı olsun) Mehmet Aslan’ın Sözleri: “Bize ocu bucu diyenler varmış. Ben çok akıllı bir insan değilim, ancak dilimin döndüğü kadar Kur’an-ı Kerimi okuyorum… Ben çok şey bilmem ama, halkımıza Ma’un Suresi’ni, Ali İmran Suresi’nin 103. ayetini ve Asr Suresi’ni okumalarını tavsiye ediyorum. Bu ayetler bana göre çok önemli. Doğru yolu bulmak, doğru yolu seçmek, doğru yolda yürümek çok zor. Malum, dünya geçimini sürdürmek için çalışıyoruz. Gözümüz körleşiyor, kulaklarımız sağırlaşıyor. Herkes kalbindeki sesi iyi dinlesin… Elbette ki çalışacağız, memleket için, ailemiz için, çocuklarımız için ama arada sırada da şöyle bir durup düşünmemiz lazım” Al-i İmran 103 Hepiniz Allah’ın ipine sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah’ın üzenizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz O’nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar. 62 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Maun suresi: Dini yalanlayanı gördün mü? İşte yetimi itip-kakan, Yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. İşte (şu) salat/namaz kılanların/edenlerin vay haline, Ki onlar, namazlarında/salatlarında yanılgıdadırlar, Gösteriş yapmaktadırlar, Ve ‘ufacık bir yardımı da’ engellemektedirler. Asr suresi: Asra andolsun ki insanlar hüsranda. Ancak iman edip salih işler yapanlar ve birbirlerine doğruyu ve sabrı tavsiye edenler hariç. Yorumcu2: Bu tarz olayların başlıca suçlusu kontrolsüz medya ve internettir. Yıllardır kadın bedeni üzerinden her türlü rezilliği özgürlük ve sanat kılıfıyla insanlara sınırsızca istedikleri gibi yayın yaptılar. Şu ülkede porno içerikli bütün site ve yayınlar yasaklanacak deseniz en başta bugün sevgi kelebeği rolleri kesenler ayaklanır. İnternet ve televizyonda her türlü rezilliğe kolayca ulaşılabiliyor. Genç beyinler zehirleniyor. Yorumcu3: “Çiçeği dalından koparmadan sevemeyen bir kültürün, sevgisini, sıcaklığını ve güler yüzlülüğünü şehvetiyle sık sık karıştıran gafil bir neslin çocuklarıyız.” Başka söze dahi gerek yok! Emeğine, gönlüne sağlık değerli Kardeşim. Dileğim ve çabam, diğer “CAN” lara zarar gelmemesi olacaktır. Selam ve Dua ile. 63 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Kahvehane Parlamentosu Sahte Okey… Adam kahvehanede okey oynarken veriyor veriştiriyor tepedekilere. Bunların hepsi hırsız, bunların hepsi arsız, bunların hepsi kendi menfaatinin peşinde diye! Bir yandan da masanın altında elindeki fazladan beşli balyaya bakıyor, içinde okey ya da göstergesi var mı diye! Karşısındaki adam da bu sırada demin attığı taş lazım olduğu için onu küçük parmağıyla geri alırken hak veriyor ortağına “Evet abi!” diyor “Verdiğimiz vergilerin yarısı bunların cebine gidiyor!” 64 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Bu sırada rakip eşler de katılıyor muhabbete. Bir tanesi “Dün duydum!” diyor “İhalelere kendi ortaklarını sokuyorlarmış.” karşısındaki eşine kaşıyla gözüyle “Kırmızı birlin var mı?” diye sorarken. Ortağı da “Abi zaten ihale detaylarını gizlice onlara bildiyorlar ki önceden!” diyor elindeki okeyi taşı düzeltirmiş gibi yapıp eşinin alması için en üste bırakırken! Bu sırada kenara oturmuş yancı bedavadan çayını içerken “Hepiniz çok haklısınız!” diyor “Devletten tanıdığı olan işi götürüyor!” Ertesi sabah bu beş adam rızkını aramak için mesailerine başlıyorlar. “Bunların hepsi hırsız!” diyen adam Pazar tezgâhına gelen müşterisine bir kilo pirinci yüz gram eksik tartıyor. “Vergiler bunların cebine gidiyor.” diyen adamsa, hatırına gelip de istemediği için fatura kesmiyor müşterisine. “İhalelere ortaklarını alıyorlar.” diyen zat devamlı müşterisine beş liraya sattığı malı yabancı müşteriye on beş liraya kakalıyor. “İhale detaylarını önceden bildiriyorlar.” diyen şahıssa belediyedeki adamından öğreniyor af çıkacağını ve ödemekten vazgeçiyor emlak vergisini. Yancı ise bu sırada iş bulmuş kendisine. Minibüs durağında çığırtmaya başlamış her gün o minibüse binenlere, şu minibüs şuraya gidiyor diye! Akşam olunca dördü tekrar buluşuyorlar kahvehanede ve başlıyorlar fakirlik, arabesk ve ezilmişlik edebiyatına ve ben olsam şöyle iyi yönetirdim, ben olsam böyle politika üretmezdim, ben olsam fakirlik kalmazdı, ben olsam bunları Taksim’de sallandırırdım demeye. Yancı ise az sonra yanlarına oturup “Haklısınız abi!” diyor çayına katmayanların şekerlerini, ceketinin cebine atarken. Eğer böyleyse… Ben de diyorum ki; siz dördünüz beşiniz orada olsaydınız ve oradaki dört beş kişiyi sizin okey masanıza oturtsaydık değişen çok da bir şey olmazdı. Hatta belki de daha kötü olurdu! Çalan çalmıştır çalmamıştır onu hukuk bilsin ben bilmem, ama ihtimaldir ki Allah sizin daha fazla çalacağınızı bildiği için oraya sizi getirmemiş, paranız çok olunca ailenize ve yakınlarınıza yüz çevirip de azacağınız için sizi zengin de etmemiştir! Allah malı veriyorsa da vermiyorsa da 65 Kalemzáde|Kapıları Aşarken rahmetindendir. Eğer onlar insanlara zulmediyorsa ihtimaldir ki sen onların yerine geçtiğinde daha da fazla zulmedeceğini biliyor ve bu yüzden “ben olsam”la bırakıyordur seni! Kötülük potansiyeldir. İyiliğin gerçekliğini belirler. Allah kötülüğü potansiyel olarak yaratmıştır. Kötülüğün kendisi kötü değildir. O kötülüğü potansiyelden çıkarmaktır insanı kötü yapan. Şu satırların yerine daha da ilgi çekicilikte bin türlü sinkaf içeren bir yazı yazabilirdim. Bu bir potansiyel kötülüktür. Ama yapmıyorum. Ya da siz, internet mahallesinin zürafa sokağında bir işler çeviriyor olabilirdiniz. Ama onun yerine, burada bir kardeşinizin yazısını okuyorsunuz. Siz de ben de belirgin kötülüklerden kaçınmaya çalışıp, daha faydalı işler yapmaya çalışıyoruz. Eğer yaptığımızın bir kıymeti varsa o sinkaflı yazının ya da net âlemindeki o çıkmaz sokağın potansiyel olmasındandır. Eğer tevhid iyi ise şirk potansiyel olduğu içindir. Her şey zıddı ile kaimdir. Karanlık gündüzün kıymetini, yokluk varlığın kıymetini, kötülük iyiliğin kıymetini ortaya koyar. Hatta bence şu dünyada tanık olduğumuz kötülerden daha da kötüleri vardır. Ama Allah onlara çok muhtemel ki bu potansiyellerini ortaya çıkarma imkânı vermemiştir. Kahvehane parlamentoları başa gelseydi eminim ki bundan daha iyisi olmazdı. Toplum neyi hak ediyorsa onu görüyor, onu yaşıyor. Birey düzelmeden toplum düzelmiyor. Hırsızlıktan şikâyet ediyorsan, önce sen çalmayacaksın. Sen az çalarken, çok çalandan şikâyet ediyorsan, sen aslında çalınmasına değil, sen varken başkasının çalmasına karşısın demektir. Zaten herkes kendi çapı kadar çalabilir. Ben az götürüyorum diyerek yırtamazsın abi! Sen götürebildiğin kadar götürüyorsun! Potansiyelin bu kadar! Daha fazla potansiyelin olsa belki de şikâyet ettiklerinden bile fazla çalacaksın! Eğer toplum ıslah edilmemiş diyorsan, önce kendini ıslah edeceksin hacı! Ben kurtuldum, sayıyı aldım derken oku’mazsan kitabını, bir de bakarsın ki okeyin de sahteymiş, hesap da sana kalmış! 66 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Parasız Müslümanlık!!! Parasız Müslümanlık da Olmuyormuş’muş!!! Eğer Allah bize halen yeter bir maddi zenginlik vermiyorsa acaba daha ol’mamış olabilir miyiz! “Nerede hata yapıyorum!” diye ya da “Bu da benim denenmemin ta kendisidir. Ben neye şükrediyor, neye şükretmiyorum ona bakayım!” diye düşünmeli değil miyiz! Yoksa zenginin neden malla sınandığını düşünmeden, onun “sanal” malıyla, züğürt çenemizi yormaktan öte ne yapmış oluyoruz ki! Adaletsizliğe karşı kıyam etmekle, elindekine şükretmek karıştırılmamalı tabi ki bu 67 Kalemzáde|Kapıları Aşarken arada. Zengin de elbette düşünmeli ki “Bunların hepsi benim mi?” diye ya da “Bunları gerçekten ben mi kazandım!” diye. İster paramız çok olsun, ister az.. İsterse de olmasın! Paranın en büyük sorun olduğunu zan’netmekten vazgeçtiğimiz anda para büyük sorun olmaktan çıkacaktır. Mevcut mal ve para varlığımızla yapabileceklerimizi gözden geçirebilmeliyiz. Kuran’dan uzak kalma mazereti olarak şu fakirlik edebiyatımıza bir çeki düzen vermeliyiz! “Para büyük ihtiyaç! Onun yokluğuyla dertlenmişken müslümanlık da olmuyor!” diyor, ya da “Elektrik faturası düşünürken Fecr suresini mi okuyup düşünmek gelir insanın aklına!” diye mazeretler üretiyorsak, dönüp kendimize bir daha bakmalıyız. Onların tuzu kuruymuş! Para derdini halletmişlermiş! Nereden biliyorsun! Belki de sen onları zengin zannediyorsun! Belki de algın paraya o kadar odaklı ki sadece işin maddi tarafını görmek istiyorsun! Belki de sen Allah’a güvenmiyor, ahrete inanmıyor ve sadece parayı ve bu dünyayı seçiyorsun! Cahillik de mazeret değil. Ki bu cahillik okul cahilliği değil zaten. Şu ihtimali de düşünmek gerek! Birilerinin Kuran’ı kabul etmeyip anlamamasına sebep, fakirlik değil de, o kitap ilmini alınca ona da nankörlük edebilecek ya da kendine zarar verebilecek potansiyel bir zulüm ya da bir erken fikri ergenlik tehlikesi olmasın! Para da aynen ilim gibi… Allah seni paraya ulaştırmayarak seni aslında koruyor olamaz mı! Kimisi parayı bulunca kendi geçmişini unutup sevdiklerinden yüz çevirip zevkü sefaya dalacağı için para ona gelmiyor olamaz mı! Kimisinin de ilmi bulup onu heva ve isteklerine alet edip sadece kendisi için evirip çevirip onu sahiplenmeye kalktığı gibi! Parayı da ilmi de infak etmek gerekir! Cahillik gibi fakirlik mazereti de çürük. Düşünemiyor muyuz ki, tarih boyu vahiyle kıyama kalkanların çoğu neden fakirdi! Zenginlik ise denenme için zaten büyük tehlike! Onu kıyasıya istemek ve hayatını ona ulaşmak üzere kurmak çok büyük tehlike! Allah’a “Önce bana para ver, sonra sana inanırım!” demek gibi bir şey. Allah korusun… 68 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Tanrı Yokmuş’muş! Zıddıyla Düşün!… Çok kızdırdılar beni. Zorla mı kabul edeceğim arkadaş! Haliniz ortada! Şöyle bir gerinip “Tanrı diye bir şey yok!” dedim sertçe “Tanrı dediğiniz, kendi kendinize uydurduğunuz bir şey! Tanrı insanları değil, insanlar Tanrı’yı yarattı! Eğer bu Tanrı saplantınız olmasaydı yeryüzü ne kadar mükemmel bir yer olurdu!” Beni dikkatle dinleyen birisi sözümü bitirdiğim an çılgınlar gibi caddede koşmaya ve bir çığırtkan gibi “Tanrı yokmuş!” diye bağırmaya başladı “Öyle bir şey yokmuş ahali!” 69 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Bana inanamayanlar bile o adama inandılar. Birbirlerine hayretle ve şaşkınlıkla Tanrı’nın olmadığını söylemeye başladılar. Artık herkes anlamaya başlamıştı gerçeği! Tanrı yoktu! Artık her duyan öldürüyordu tanrısını! Böyle devam ederse ne de güzel olurdu! Artık uyanmaya başlıyordu herkes! Tanrı yokmuş! Tanrı yokmuş! Tanrı yok! Artık özgürüz! Siliniyordu bu maskeli fenomen yeryüzünden! Sevinçle evime gittim. Elime patlamış mısır paketini alırken, televizyonu açtım. Son dakika haberleri hep aynı konuyla ilgiliydi. Altyazılar kalın puntolarla veriyordu haberi: “Tanrının olmadığı bildirildi! Tanrının olmadığı ispatlandı! Tanrı yalanmış! İsviçreli bilim adamları Tanrı’nın olmadığını kanıtladı!” Bütün gece çalkalanmış dünya! Tanrı yok, Tanrı yok, diye! Belki de ilk defa bu kadar rahat bir uyku çekmek üzere huzurla yattım yatağıma! Sabah uyandım ki bir ben kalmışım unutmayan. Tanrı fikri silinmiş beyinlerden… Komşulardan kime bahsettimse “O da kim?” diye sordular “Biz böyle bir şey duymadık daha önce!” Öyle sevindim ki! Artık herkes benim gibiydi. Kimse artık Tanrı diye bir şeyin varlığına inanmıyordu! Sokakları gezmeye başladım. Ama nedense herkeste tuhaf bir hüzün, bir yılgınlık ve bir huzursuzluk vardı. Gözler sanki ağlamaktan morarmış, dudaklar mutsuzluktan ve endişeden kımıldamak bile istemiyordu. Her köşe başında sinmiş ve kendi kendine “Her şeyi düzeltecek bir şey vardı ama hatırlayamıyorum!” diye mırıldanıyordu çokça insan. Ümitsizlik, amaçsızlık, güvensizlik ve dayanak bulamamışlık sarmıştı bedenleri. Sonra bir mahalleye girdim. Altı üstüne geliyordu. “Başıma gelenler kötülerin yanına kâr kalmayacak!” diye bağırıyordu birisi, bir diğeri “İntikam! İntikam!” diye ortalığı çınlatırken! Malı çalınan hakkını arayamıyor, öldürülen bebeler sokaklarda çürümeye terk ediliyordu. Yavaş yavaş insanların içindeki doğruya endeksli her şey siliniyordu. An be an insanlar çıldırıyor gibiydi. Herkeste bir korku bir telaş! Kimsenin kimseye güveni yoktu. Kadınlar tecavüzlere uğruyor, 70 Kalemzáde|Kapıları Aşarken kaçarken başkasına yakalanıyorlardı. “Bir daha mı geleceğim dünyaya!” diye ortalığı inleten insanlar tarafından dükkânlar ve mağazalar talan ediliyor, insanlar her öfkelendiklerini hemen orada öldürüveriyorlardı. Yüksekçe bir yere çıktım. Şehre doğru baktım. Her yerden dumanlar çıkıyor, yer yer küçük volkanlar patlamaya başlıyor, denizin dalgaları büyüyerek içerilere akmaya başlıyordu. Aslanlar, kaplanlar ve ayılar şehirlere hücum ediyor, insanları parçalıyorlar, vahşi kuşlar sürüler halinde parklardaki bahçelerdeki her şeye saldırıyorlardı. Tüm sürüngenler ve böcekler talan ediyorlardı yeryüzünü. Beslediği kedi köpek sahibine saldırıyor, sinekler her yiyeceğe üşüşüyorlardı. Tanrı yoktu! Gökyüzünde yıldızlar sağa sola kayıyor, koca bir ateş kütlesi güneşin önünden savrulup geçiyordu. Ardından bir göktaşı yağmuru başlıyor ve koca koca manyetik patlamalarla yeryüzü parçalanıyor ve yavaş yavaş evren içine çöküyordu. “Tanrı vaaar!” diye bağırdım “Vazgeçin bu öfkenizden, vazgeçin kininizden!” “Tanrı vaaar!” diye bağırdım “Tanrınızı değil şeytanınızı öldürün!” “Tanrı vaaar!” diye bağırdım “Kesinlikle var! Siz farkında değilsiniz!” Tanrı yoksa ahlak yoktu. Tanrı yoksa düzen yoktu. Tanrı yoksa kanun yoktu. Tanrı yoksa dünya yoktu. Tanrı yoksa yeryüzü, güneş, ay, yıldızlar, gökyüzü, kâinat yoktu! Yediklerini hazmetmeye bile gerek yoktu. Tanrı yoksa oksijen yoktu. Nefes yoktu. Kalp atışı yoktu. Tanrı yoksa ben yoktum! Sonra uyandı ateist… Bir “oh” çekip “hepsi rüyaymış” dedi. Tanrılar yokmuş, sadece Tanrı varmış, dedi. İyi ki de varmış. O bıraksaydı herkes birer tanrı olur ve hep birlikte yok olurlardı. Meğer tepkim Tanrı’ya değil, hem O’nun yerine kendilerini veya başkalarını ilah edinenlere, hem de o merhametli Tanrı’yı sevmek yerine ondan çokça korkan kendimeymiş! Affet Allah’ım. Senden korkan sana yaklaşmalıymış meğer. Sen sevilecek ve dayanılacak olanmışsın. İyi ki 71 Kalemzáde|Kapıları Aşarken varsın. İyi ki teksin. İyi ki her şeyi çekip çevirensin. Sen olmasan iyilik de olmazdı. Sen olmasan biz de olmazdık. Ama biz olmasak Sen yine olurdun. Bütün teşekkürüm sanadır. 72 Kalemzáde|Kapıları Aşarken TaHa’nın Düşünceleri Her İnananın Musa’dan Alacağı Birçok İbret Vardır Taha, anlamak üzere okuduğu Kuran’la doğruyu fark etmiş, bilmeden Allah’a ortak koşuyor olmaktan tevbe etmiş bir mümindi. Zaten ortak koştuğunu bilen ortak koşmazdı ki! Ortak koşanlar, ortak koştuğunun farkında olmayanlar, kendilerini doğru yolda zannedenlerdi. O da öyleydi bir zamanlar. Din diye ne söylense inananlardandı. Bugüne kadar bildiklerinin, ona din diye anlatılanların birçoğunun doğru olmadığını, gerçek doğrularının Kuran’da Allah’ın kelimeleriyle ifade edilmiş olanlar olduğunu anlamıştı. 73 Kalemzáde|Kapıları Aşarken İçi içini kemiriyor, sevdiklerine de bir an önce bu gerçekleri anlatabilmek ve onları da uyandırmak istiyordu. Bu uyandırma işi esnasında karşılaştığı zorluklar, hakaretler ve hatta tekfir edilişler canını çok sıkıyor, göğsünü sıkıştırıp duruyordu. Kendine Müslüman diyen, ama neredeyse Kuran’da anlatılanları reddeder tavırlara girenler ve tam aksini din diye savunanlar onu üzüyordu. Hele hele bazılarının, Kuran’da henüz Taha’nın da tam olarak derinine inmediği ayetleri karşısına dikmeleri… kendi anlamamışlıklarını Taha’ya yönlendirmeleri… madem anlıyorsun şu ne demek bu ne demek diye en derin düşünülesi gereken ayetleri sormaları… ama anlama peşinde değil de anlamamanın geçerli olduğunu iddia etme peşinde olmaları çok canını sıkıyordu. Oysa herkes anlayabildiği kadar anlayacaktı. Mesele öğüdü alabilmekti. Bu düşünceler ve üzüntüler içinde kendi adının adı olan sureyi bir kez daha ağır ağır okumaya başladı. Ve her solukta düşündü… Kuran güçlük çekmek için değil, onda olanları düşünüp, doğru bilgiye yönelerek ibret almak içindi. Onu indiren, yeryüzünü ve ucu bucağını bilmediğimiz gökleri yaratandı. Koskoca bir evrenin küçücük bir yerinde bizim gibi bilgiye aç mini mini yaratılmışlar için, düşünene ne büyük bir lütuftu. Göklerin, yeryüzünün ve onun nemli toprağının altında ne varsa hepsi O’nundu. Hepsi kutsaldı. Vahiyle ve Allah’ın kelimeleriyle birlikte aydınlanan kimi noktaları ise ikinci kez kutsanmış demekti. O vadi de öyle bir yerdi. Vadiye Tuva ismini belki de sonradan koyanlar insanlardı, ama orayı ikinci kez kutsayan Allah’tı. Bizler sözü söylesek de, içimizde tutsak da O, gizlimizi de gizlimizin gizlisini de bilendi. Aynen o kutsal vadi gibi Allah’a bizim ne isim verdiğimiz değil, en güzel özelliklerin O’na ait oluşuydu önemli olan ve bizi bilgili kılan. Biz O’nu nasıl tanımlarsak tanımlayalım, O’na hangi tanrısal isimle seslenirsek seslenelim, en güzel vasıflar O’nundu. Yaratan O olduğuna göre, O neye iyi derse iyi olan, neye kötü derse kötü olan oydu. İnsanın iyi dediği değil, Allah’ın iyi dediğiydi iyi olan. İnsan denen yaratık, 74 Kalemzáde|Kapıları Aşarken nasıl olur da O’nun “doğrusu budur” dediğine “hayır, iyi o değil bu” diyebilirdi! Allah’ı takdir edebilen, doğruya en iyi adımı atacak olandı. Allah kulunu şüphesiz seviyordu. Ya kulları O’nu! O kullarının ne dediğini, ne düşündüğünü, hatta daha kulları O’ndan istemeden evvel onların neye ihtiyacı olduğunu onlardan bile iyi bilendi. Musa’nın da biliyordu. Musa ailesiyle gece yürüyüşündeyken bir ateş gördüğünde belirgin niyeti orada olması muhtemel kişilerden bir destek almak, belki de dünyevi bir yol bulmaktı. Ama Allah biliyordu ki gece gündüz Musa’nın yüreğindeki en derin istek, yeryüzünde bir yere giden değil, Yaratanına giden en doğru yolu bulmaktı. Bu yüzden, Musa’ya gerçek yol göstericinin, Yaratanı olduğunu orada hatırlattı. Önce ayağındaki nal’ları, nalın’ları çıkarttırdı. Öncelikle, ancak ayakların altına layık olan eski bildiklerini atmasını, unutmasını elzem kıldı. Yepyeni ve dosdoğru şeyler öğrenmesi için ilk yapacağı şey, o eskiden doğru bildiklerinden sıyrılmaktı. Ayağı yere basmalıydı Musa’nın. Allah, onu vahyini okuyup anlamaya layık bularak seçmişti. Bundan böyle vahyolunana tabi olmasını söyledi. Ona, tek ilahın Allah olduğunu unutmamasını ve O’na giden yolda çalışıp didinmesini emretti. Musa’ya, dünyanın ve dünya hayatının sonunun gelmekte olduğu bilgisini neredeyse gizlemiş olabileceğini hatırlattı. Çünkü bir son olduğundan ve sondan da sonrası olduğundan habersiz, iyi ve kötüyü içinde barındıran çift kişilikli insan, içinden geçen her kötülüğü hiç çekinmeden yapabilirdi. Ya da tam tersi, herkes net bir biçimde sondan ve ötesinden haberdar olsaydı özgür irade ile hareket etmeyebilirdi. İnsanların özgür iradeleriyle yapıp ederek tam karşılığını alması için bu bilgi tam kararında bir oranla verildi. Böylece iyiler ve kötüler, ol’anlar ve ol’amayanlar ayırt edilecekti. Ekinler ambara alınırken, saman çöpleri fırına atılacaktı. İşte Allah, o saatin geleceğinden şüphe içinde olanlara kulak asmamasını istedi Musa’dan. Gözlerinin sondan ötesini de görmesini istedi. Çünkü o hak edenlerden ya da hak edeceklerden birisiydi. Aynen tüm salih müminler gibi. 75 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Musa’ya elindekinin ne olduğunu şefkatle soran Allah, elbette biliyordu asanın ne olduğunu. Musa’nın görünenin ötesini görmesini istedi. Nasıl ki ayakta durmak için asasına yaslanıyorsa vahye yaslanmasını, nasıl ki asasıyla ağaçlardan yaprak dökerek hayvanlarına fayda sağlıyorsa vahye uzanarak ondan aldığını ona ulaşamayanlara ulaştırmasını, nasıl ki o asada başka başka faydalar varsa, o vahiyde de başka başka faydalar, şifalar olduğunu bilmesini istedi. Nasıl ki bıraktığı zaman asası dirilip koşar gibi olduysa, vahyin de diri olduğunu ve kuldan kula koşan bir asa gibi olduğunu ve ölü hükmündeki insanlara da bir anlamda can verdiğini bilmesini istedi. O asayı ilk durumuna çevireceğini belirten Allah elbette insanları da, dünyayı da ilk durumuna çevirecekti. Her şeyi başlangıçta ışık fotonları aşamasından geçiren Allah, Musa’nın koynundaki ilmiyle elini de bembeyaz bir ışığa çevirebilirdi. Taha kendi halini düşündü. Vahyin farkına varan her mümin zaten Musa gibiydi. Allah’ın, göğsünü açmasını, işini kolaylaştırmasını, dilinin düğümünü çözmesini ve söyleyeceklerini diğer insanların da anlamasına yardımcı olmasını istiyordu. Kendisinin gerçeğin farkına varışı gibi diğerlerinin de farkına varmasını arzuluyordu. Bu kapsamda vahyin farkına varan her mümin, keşke benim gibi düşünen bir kişi daha olsa da, onunla arkam kuvvetlense, onunla paylaşsam, onunla konuşabilsem, onunla sorularımıza beraber cevaplar arasak, onunla beraber ortak güzel işler yapsak, onunla birlikte gülsek, onunla birlikte ağlasak, onunla birlikte Allah’ı daha iyi ansak ve anlasak diye düşünürdü. Her Musa’nın geçmişinde irili ufaklı kabahatleri vardı. Şüphesiz Allah da bunu biliyordu. Musa gibi olan her mümine, Harun gibi kardeşler, dostlar verirdi. Musa’yı annesine de, Harun’a da, kızkardeşine de kavuştururdu. Allah onları da seçmiş, onlara da vahyetmişti. Birbirini anlamaya başlayan ve kalpleri ısınan tüm müminler, tüm Musa’lar, tüm Harun’lar ve onların annesi ve kızkardeşi gibi olan tüm anneler ve tüm kızkardeşler selam üzerinedir. Ama tüm bunlar olmasa bile Taha biliyordu ki; Allah, kuluna dost olarak yetendi. 76 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Ne Güzel Şehir! Ne Álâ Memleket! Beled Suresinden Gönledüşümler Şehrinle övünüyorsun. Geniş caddeleri ve renkli ışıklarla süslenmiş direkleriyle. Plazalarıyla, hava meydanlarıyla, kocaman camileriyle, alışveriş merkezleriyle, paralı otobanlarıyla. Bu şehirde oturduğun için kendini şanslı hissediyor ve övgüyle anlatıp duruyorsun. Övünüp duruyorsun köprülerinle, tramvaylarınla, trenlerinle, karayollarınla ve gökdelenlerinle. Ama farkında değilsin ki anlattığın hep alıştırılagelmişlikten gördüğün ve övünmek istediklerin. Andolsun şu şehre ki sen gafilin tekisin! 77 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Sokak aralarında ne olduğundan, hırsızların nerelere girdiğinden, hangi minibüste hangi genç kızın taciz edildiğinden, alıp başını gitmiş ahlaksızlıktan, üç kuruş için dostunu satandan, kıskançlıktan, öfke patlamalarından, hangi çocuğun çikolata ile kandırılıp kaçırıldığından, dilencilerden ve dilenci çetelerinden bahsetmiyorsun. Sen yağmuru, sıcak çayını yudumlayarak pencereden seyrederken, o yağmurun logar kapaklarından taşırdıklarının hangi iki odalı evi bastığından haberin yok. Okulların kırık kapısından ve tuvaletlerindeki klozetin olmayan kapağından, okulun önünde gezen torbacıdan bahsetmiyorsun. Elektrik faturasını ödeyemeyenlerle, et yerine en ucuz patatesi yiyenlerle, vergisi kârından çok esnafıyla övünmüyorsun. Karısını, kızını sokak ortasında döven, sözüne cinsel tercihiyle başlayan adamlarla, ya da acındırma, gıybet ve dedikoduyu yaşam tarzı yapan kaşı gözü sürekli oynayan kadınlarla özdeş kılmıyorsun kentini. Andolsun şu beldeye ki çok şeyden gafilsin. Andolsun şu caddelere ki hüsrandasın. Yapacağın bir şey olmadığını zannederek kaçmaktasın gerçeklerden. Üçüncü sayfalara bakmak bile gelmiyor içinden. Andolsun insanı en güzel biçimde yaratmış olana, öyle anneler ve babalar var ki şehrinde çocuklarının yumrukçukları açılmamış ceninlerini ve hatta daha gözünü açmamış diri bedenlerini bile çöp konteynerlerine atıyorlar. Öyle evlatlar var ki şu şehrinde ana babalarını bir huzurevine bırakıp yıllardır arayıp sormamış, ve hatta dövüp sokağa atmışlar! Neden övünmüyorsun onlarla! Onlar da şehrinin birer parçası değil mi? Kendini kendine yeterli gören ve yığınla mal tüketen insanın gözü, şehrinin sözde güzelliklerini görüyor, çirkinliklerini yok sayıyor. Ne başka bir dert, ne başka bir tasa! Tek derdi, tasası, kendi olmuş davası! Rakısı, balığı, mezesi ve masası! Tesbihi, seccadesi, cami önü muhabbeti, mezhebinin yasası! Ya da rahatına endekslenmiş siyaset davası! Kiminin şarj cihazı, telefonu, maç davası! Flaması, zebra perdesi, hamburger menüsü, dört ka televizyonu, yeni model arabası ve latte kahvesine yetecek olan parası! Daha çok, daha da çok için! Daha 78 Kalemzáde|Kapıları Aşarken da çok tüketmek, daha da çok zevk için! Ne gelirse ihtiyacı! Ne çıkmışsa piyasaya, onun ihtiyacı! Andolsun ki şehrinde demliği ve tenceresi kaynamayanlar var. Onlar senin şehrinden değil mi? Övünsene onlarla! Kendisini hiç kimsenin görmediğini zanneden insanın, aslında kendi gözleri görmüyor da farkında değil. Bir dili ve iki dudağı var ama sadece konuşmak istediğini konuşuyor. Önünde iki yol, iki amaç. Biri besbelli, diğeri sarp bir yokuş. Biri hüsran, diğeri kurtuluş. Ama o sarp yokuşa göğüs geremiyor. Dizlerinin bağı çözülüyor ve görmezden geliyor beldesinin kahırlarını. Bana ne diyor, ben halimden memnunum ve Allah’a da inanıyorum işte! Daha ne yapayım! Ben mi kurtaracağım O’nun kurtarmadıklarını! Halbuki bir boyun çözse yetecek! Elinden geldiğince, kalbinden koptuğunca bir boynu çözse… İki hamburger menüsünden ve bir üst model telefondan vaz geçip bir açı açlıktan kurtarsa! Ama her şeyin en iyisi onun ihtiyacı. Tercihi hep kendinden yana. O üst model onun ihtiyacı, o hamburger menüsü onu erteletecek! Nelere para verecek ve nelere olduğundan fazla ödeyecek, ama bir boynu çözecek ve bir aç aileyi doyuracak geliri kalmayacak! Çünkü baştan ayırmayacak! Önce kendi şeytanını doyuracak ve kalan bozuk paraları ya bir cami sandığına ya da arabasının camını silen çeteye verecek! Ve böylece Allah’ı da memnun etmiş olacak! Etrafımda kimse yok diyecek! Fakir yok! Belki de sen onları zengin zannediyorsun! Özgürleştireceğin bir borçlu da mı yok! Belki de istemeye yüzleri yok! Sürünen yoksulu anlamak istiyorsan sözlerine değil, gözlerine bak. Sabrına bak, merhametine bak. Anlamak istiyorsan anlamanın yolu çok. Eğer vermek istiyorsan vermenin de yolu çok. Söylemene de gerek yok. Kapıları kilitlenmiş ateşe girmek istemiyorsan, kapıları kilitlenemeyen iki göz evlerine bak. Ya göreceksin, ya evlerini bile göremeyeceksin! Kimilerini görmek içinse o sokaklara güven duyup giremeyeceksin! Malından veremeyenlerdensen mutluluk dağıt etrafa. Umut ol, gülücük ol. Uyandır uyanamayanları. Oku, okut. Herkese Kuran’la da hatırlatma, 79 Kalemzáde|Kapıları Aşarken ama Kuran’ı bil de hatırlat. Eğer okuyacaksan Belde suresini, fakirden çok zengine oku. Ve kıyam et yoksulu aldatana! Kartellere, bedava olanı sahiplenip kırpıp kırpıp satanlara karşı kıyam et! Ucuzlayanı pahalı satan sömürücülere karşı kıyam et! Karşılıksız kazanana karşı kıyam et! Herkesi aynı kefeye koyma, aşırıya kaçma, dengede ve adaletli ol. Sesini çok yükseltme, çok da kısma. Ama kıyam et! Her söyleneni aleyhine zannedenlerin seni yanlarına çekmelerine karşı kıyam et! Altında araban yokken karayoluyla, uçağa bir kez bile binememişken hava meydanlarıyla, üstünden bir kez bile geçmediğin köprülerle, kendine ait bir evin bile yokken gökdelenlerle ve plazalarla övünme. Parti, hizip, ideoloji, kulüp seçip durma. Birini öbüründen üstün görme. İyi işe “aferin” kötü işe “bu kötü” de. Kendi fikrini, kendi yolunu, kendi aklını bul. Doğru işlere destek verirken yanlışlara karşı kıyam etmeyi unutma. Kendin ol, başkası olma. Yıldız ol, uydu olma. Zenginin vergisi mamule zam yaptırmayı gerektiriyorsa bu nasıl zengin vergisiymiş de! Son kullanıcı ayrıca vergi ödüyorsa aldığı mala… Zengin neden vergisini koyar aynı malın fiyatına, de. Bütün vergiyi son kullanıcı ödeyecekse zenginden vergi aldığını söyleyen dünyanın büyük şeytanlarına ve onların haman olmuş iş ortaklarına inanma! Mal ve para onların arasında dönüp dururken, hangi gayri safi hâsıladan cebine girmeyen ortalama payı alıp da övünüyorsun şehrinle! Faiz zengine verdiğin paranın getirisi olmuş! Ribadan kaçmak, bankanın zorunlu olarak fakire verdiği fazlayı almamak olmuş! Bu nasıl riba ki ondan kaçmak bile parası çok olana yarıyor! Sen eğer yığıyorsan neden para yığdığını sorgula. Bankalar, olmayan paralarını sana satarken, üç kuruşunun faizini almamak mı kurtaracak seni! Bankaların sana karşılıksız ve fazladan para mı verdiğini zannediyorsun, senden aldığı ribanın álâsı ortadayken. Sen üç liralık malı onüç liraya satma ya da verdiğin hizmetten çalma. Faizin, ribanın, karşılıksız kazancın babası orada. Muhtacı bulup da veremiyor musun? Zengini doyuran fakiri göremiyor musun? Aldatanlara kıyam edemiyor musun? Söz bile söyleyemiyor 80 Kalemzáde|Kapıları Aşarken musun! Hiç değilse içine dert de mi edemiyorsun! Azıcık dert et! Belki verebileceklerden bir hisseden olur. Tüm bunları dert etmeye gerek kalmadığında, işte o zaman övünebilirsin şehrinle. Yoksulu kalmamış, sokaklarında istediğin saatte güvenle dolaşabildiğin ve Allah’ın dosdoğru yolunu bulmuş ne güzel memleket ve birbiriyle güler yüzle selamlaşıp duran ne güzel insanlar diye! Hayal mi diyorsun kalemzade! Hayali bile güzel. Birkaç kişi daha hayal eder belki! 81 Kalemzáde|Kapıları Aşarken At Toksinlerini İnfitar’ın Ertesi İzdüşümü Sahnesi O, en merhametlidir. Bizi en iyi gözetip koruyan O’dur. O her şeyin sahibi, tek olan Allah’tır. Beşer inanır, beşer inanmaz, ama O ne dediyse göreceksiniz ki olacaktır. Gökyüzü yarılıp parçalandığı zaman… Yıldızlar dağılıp söndüğü zaman… Denizler fışkırarak taştığı zaman… Kabirlerin içinde ne varsa dışarıya atıldığı zaman… Artık O’nun söylediklerinin ne kadar doğru ve ne kadar önemli olduğunu herkesin 82 Kalemzáde|Kapıları Aşarken fark edeceği zaman gelmiş demektir. Herkes o zamana kadar ne yapmışsa yapmış, ne yapmamışsa artık yapmasına da gerek kalmamıştır. Ortada duran gerçeğe rağmen, nedir insanı yanıltan! Bu kadar ikram sahibi, bu kadar verip duran, suyunu nefesini, meyvesini ve sindirenini, kanını dolaştıranını ve kalbini attıranını, gözüyle görmediği aklını ve beynini çalıştıranını, parmağının eklemindeki sıvıyı bile sızdırarak tuşa basmasını sağlayanını veren Allah’a karşı bu kadar nankör olmasına neden olan şey nedir! O’ndan başka kim olabilir şu Samanyolu’nu ve onun da üstündeki yıldız kümelerini ayakta tutan! Hangi tesadüf dünyayı döndürür aynı hızda ve güneşten şu mesafede uzakta! Hangi nedensiz nasıl, bu kadar aklı yaratır! Hangi enerji göğsünü bu kadar titretebilir! Hangi sevgi, her türlü haltı eden insana bu kadar sabredebilir! Hangi tasarımcı seni bu kadar güzel güldürebilir? Hangi ihtimal gamzelerini yanağının en güzel yerine kondurabilir? Hangi şans, senin gözlerini et kemik yerine o saydama ve o duygulu bakışa dönüştürebilir? Hangi para ile satın alabilirsin birisi tarafından gerçekten sevilmeni ya da senin için üzülen birinin gözyaşlarını? Seni sevene ve senin için üzülene o duyguyu veren sen misin, yoksa onların, o duyguların gerçek sahibi mi? Maalesef! İnsan dini, karşılık gününü yalanlıyor. Allah’ı da kendini de bilmiyor. Öğrenmek de istemiyor. Gözlerinin önündeyken göremiyor, kulakları duyarken anlayamıyor. Dokunduklarını bile hissedemiyor. Maalesef! İnsan Allah’ı da kendini de hiç tanıyamıyor. Dili ile kabul ederken, açıkça reddediyor. O’nun merhametini göremedikçe, O’nun koruyuculuğunu hissedemedikçe kitaptan ne dense dinlemiyor, her şeyini o ayetlere tercih ediyor. Oysa her yaptığı, gözünün ve kulağının önünde, bir bir kaydediliyor. Kim fısıldadı sana en son yaptığın kötülüğü? Kim ayarttı da seni, kırdın kalbini sevdiğinin? Kim tahrik etti seni de, öfkelendin dostuna? Kim yapma dedi de, vazgeçtin üç kuruş infak etmekten? Var mı gördüğün, 83 Kalemzáde|Kapıları Aşarken bildiğin biri? Ben söyleyeyim… Hepsini yapan da yaptıran da sendin. İçindeki o arkadaşın ne fısıldarsa onun dediğini doğru kabul ediyor, ama fısıldanmasına bile gerek olmayan ve net biçimde bildiğin iyiliği, bilmezden geliyordun. Sapmışsan seni saptıran, senden başka kimse değildi. Kötülüğü insana ne fısıldarsa kabul ediyor, iyi olduğunu bildiklerini ise erteleyip duruyor. Kötülüğü orada burada arayan insan, aslında kendi içinde olan kötülüğü yenmeye, ondan arınmaya hiç gayret bile etmiyor. Ne derse doğru, ne yaparsa doğru, ne isterse onun zannediyor. İnsanı saptıran falanca filanca değil, bizzat kendisi de, düşünüp farkına bile varamıyor. En büyük düşmanın da sensin, en büyük mücadelen de kendinle yaptığın. Ya kendinden olan o arkadaşınla beraber onun gitmek istediği ateşe doğru yüzeceksin, ya da ondan arınıp en güzel günlere yelken açacaksın. Tercih tamamen senin. Bu dünyanın karşılığı olacak o günde, kimse kimseye bir fayda ya da zarar veremeyecek. Kimse kimseyi kurtaramayacak. Sadece sen ve öbür sen olacaksınız, tek karar vericinin karşısında. Kendinden arınmışsan kurtulacak, arınamamışsan onunla beraber onun gitmeyi çok istediği o muhtemel yere sen de gideceksin. Kendinde olanı, sana potansiyel olarak verilmiş olan kötülüğü ve tüm şeytani taraflarını Allah’a iade edemez misin? Ben bunları istemiyorum ve geri veriyorum diyemez misin? Verip arınamaz mısın? O kötü tarafının istediği, kötü olan ama süslü gördüğün ne varsa verip arınamaz mısın? Sana güzellikler, iyilikler kalsa olmaz mı? Hayata bu güzellikleri tatbik etsen… Mutlu olsan… Sevinçli olsan… Müjdeyi fark etsen… Sonsuz hayattan vazgeçmesen… Buradaki hayata ise güzelliklerinle ve daha bir hevesle atılsan… Şeytanına satmasan nefsini de Allah’a versen. Allah’ın, işte bu nefsinin bir kısmını bile vermene karşı vaat ettikleri ve rızası sana fazlasıyla yetmez mi? İnfitarı gerçekleştirsen. Deşsen içini gök gibi, yarsan göğsünü yer gibi. İçindeki kötülükleri kovsan da gitseler… Moleküllerini temizleyip, 84 Kalemzáde|Kapıları Aşarken toksinlerini atsan. Tertemiz olsan. Arınsan her türlü pislikten… Potansiyeli bile kalmasa… Dezenfekte etsen… Allah en merhametlidir. Allah bir tanedir. Biricik Rabbindir. O’na teslim olup dayansan. Söylediklerini kitaptan okuyup, gökyüzüne ve yeryüzüne bakıp anlamaya çalışsan, kimse sana zarar veremez. Sen kendi kendine vereceğin zarardan kurtulsan… O’na sığınsan… Ki seni, O’ndan başka kimse kurtaramaz ve O’ndan başka kimse seni bu kadar iyi anlayamaz. Mutlu olmayı hak ediyorsun. O’nun da senden beklediği bu zaten. Hadi sevinmeye, gülümsemeye başla. Olayların mahiyetini düşün, ama ne uç, ne de kahrol! Beraber gülmek de beraber ağlamak da mutluluktur. Dağıt yığdığın kara bulutlarını. O senin mutlu olmanı istiyor. Senin içine koyduğu mutluluğu fark etmeni ve başkalarına da hatırlatarak çoğaltmanı. Gerçeği yalanlama ve sana ne verilmişse onu paylaş ki onlar da hatırlasınlar. Temizle göğsünü, bul mutluluğu. Sen kimsenin kilidini sökemezsin. İyiliği tavsiye et, kötülükten uzak tut. İyi olmaya başlayanın ve hak edenin göğsünü açacak olan O’dur. Sonra insan olanlarla birleştir ellerini ve artık gülümse. Hem onlara hem de seni mutlu etmek için tüm fırsatları yaratan Yaratan’ına. 85 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Daha Önce İndirilenlere İman Kitaplara İman Geleneksel İslami algıda Tevrat’tan ve İncil’den bahsedildiğinde inanılmaz bir alerji gündeme geliyor. O kadar yoğun bir “Onlar tahrif edilmiş kitaplardır!” algısı var ki, o kitapları eline almak bile günaha girmekle ve hatta dinden çıkma tehlikesiyle eşdeğer bir hareket gibi görülüyor. Gariptir ki bu kapsamda İncil’e olan tepki Tevrat’tan bile daha fazladır. Geleneksel vaazlarda bir şekilde Tevrat az da olsa gündeme gelirken İncil kelimesi onun kadar bile ağza alınmaz. Hatta “İsa” kelimesi bile bundan etkilenmiş, İsa’dan bahsetmek adeta 86 Kalemzáde|Kapıları Aşarken misyonerlikle eşleştirilmiştir. Oysa eğer bir alerji duyulacaksa, Tevrat’a İncil’den daha fazla alerji duyulabilirdi. Çünkü Tevrat üzerinde döndürülmüş dolaplar İncil’e göre çok daha fazladır. Ama çoğunluk gerçeğin farkında değil. Bunun böyle olmasının nedeninin Tevrat üzerinde eğilip bükülen dillerin oluşturduğu sözde hadis külliyatlarıdır. İncil üzerinde eğilip bükülerek İslam dünyasına hadisleştirilip sokulan rivayetler, Tevrat yoluyla yapılanlara göre daha azdır. Bu yüzden İncil’e duyulan alerji, hatta gizli öfke aynı oranda Tevrat için söz konusu değildir. Buna rağmen her iki kitap ve içeriğindeki onlarca kitap da geleneksel bir Müslüman için hiç de önemli görülmez. Sanki Allah bilmediğimiz, hayali kitaplara iman etmemizi söylüyormuş gibi bir algı söz konusudur. Oysa Kuran’ın indiği dönemde hemen hemen bu kitapların aynısıydı yeryüzünde olanlar. Allah açıkça diyebilirdi “O kitaplara bakmayın. Onlar tahrif edilmiş ve içinde benim zikrim yoktur.” diye. Ama görüldüğü gibi böyle olmamış “Onların içinde Allah’ın zikri vardır.” denilmiştir Kuran’da. Demek ki bu kitaplar için “Tahrif edilmiştir.” diyenler de “Orijinal olarak korunmuştur.” diyenler de yanılıyor. Demek ki başka bir şey olmalı. Demek ki ortada her ayetin bize öngördüğü ve aklımızı kullanarak iman etmemiz gerektiği gibi bir vasati yol olmalı. Allah bize zorluk dilemez. Ama aklımızı kullanmamızı gerektirecek kadar bir saha da bırakır. Sadece bu konudaki ayetler için değil, hemen her ayet için de durum böyledir. Örneğin evren ne sonsuzdur, ne de sonlu. Vasati bir yol vardır ki her iki tezi de çürütür ve evren sürekli genişlemektedir, der. Şekle takılan, dindar olacağım diye aklını sofulaştıran veya hevasına yenilip her gördüğüne Pollyanna gibi bakan, dolayısıyla aklını ve mantığını yeterince kullanmayan anlayamaz. Aklı kullanma, imanın, eminlik olması için gerekli bir yöntemdir. Allah’ın ayetleri ne tahrif edilmiştir, ne de edilmemiştir. Ama sürekli manipüle edilmeye, gizlenmeye, örtülmeye ve değiştirilmeye çalışılmaktadır. Oysa aklını 87 Kalemzáde|Kapıları Aşarken kullananlar Allah’ın zikrini hep bulmuşlardır. Çünkü Allah insanların ciltlediği kitapları değil, kendi zikrini korumaktadır. Allah, Kuran’ı “daha önce indirilenlerdekini onaylamak, onlarda ihtilafa düşülen hususlara açıklama getirmek üzere…” indirdiğini söyler. Ama Kuran da geçmişten beri şeytani öğretilere kurban edilmeye kalkışılmış, geleneksel ve dönüştürülmüş anlayışla daha öncekilerin akıbetine uğratılmaya çalışılmıştır. Neyse ki bugünlerde Kuran’ı aslına döndürme çabaları, Allah’ın yardımıyla güçlenmiştir. Keşke Tavrat ve İncil’i esas kitap kabullenenler de kendi kitaplarını aslına döndürmeye çalışmış olsalardı! Bu noktada ortaya çıkmıştır ki Kuran, gerçekten de “daha önce indirilenlere” de iman için vazgeçilemez bir anahtardır. Buna rağmen her uyanışta olduğu gibi, bu son uyanış da baltalanmaktan geri kalmamıştır. Kuran’da bu konudaki muhkem ayetler bile, şekle hapsedilmeye ve aklı kullanmaksızın sadece şeklen kabule zorlanmaktadır. Oysa eğer bir ayete iman edilecekse aklı kullanma çerçevesinde nasıl iman edileceği de bu kitapta yazılıdır. Allah “Daha önce indirilen kitaplara iman edin” diyerek bırakmamıştır. Birçok ayetiyle bu imanın nasıl olacağını da açıklamıştır. İyi niyetle de olsa Tevrat’ı ya da İncil’i eline alıp okuyanların çoğu, o kitaplarda geçen bir ifadenin Kuran’la taban tabana zıt olduğunu gördüğünde ne yapacağını şaşırıyorlar. Düşüncelerinde belirsizliğe düşüyorlar ya da düşünmekten bile vazgeçiyorlar. Allah da bunun farkındadır elbette. O, insanlara kaldıramayacağı bir yük yüklemez. Cevaplar Kuran’da var. İşte bu makalemi “daha önce indirilenlere iman” konusundaki net düşüncelerimi hem o kitaplardaki hem de “Kuran’daki cevaplar” çerçevesinde paylaşmak için yazdım. Umarım anlaşılabilirim. Allah son kitabında ehli kitaba atfen “Ey kitap ehli, ne diye İbrahim hakkında çekişip tartışırsınız? Tevrat da ondan sonra inmiştir, İncil de. Akıl etmiyor musunuz ki?” (3:65) der. Bu ayeti üzerimize alındığımızda gördüğümüz şudur: En son indirilen Kuran’dır. Daha öncekiler 88 Kalemzáde|Kapıları Aşarken hakkında herhangi bir tartışmaya girdiğimizde, son kitabı dayanak kabul etmeliyiz. Aynı zamanda Kuran’da “daha önceki kitapların onaylandığı, onlarda ihtilafa düşülen birçok konulara açıklama getirildiği ve daha önce indirilenlere de iman etmemiz gerektiği altı çizilerek gösterilir. Ve bir de bizden, ehli kitabı çağırırken “ortak olana ve Tek Tanrıya çağırmamız” istenir. O halde yapmamız gereken, ister Tevrat’ın içindekiler ve Zebur olsun, ister İncil olsun, isterse Ani kitabeleri veya ne bileyim Orhun yazıtları, Zümrüt tabletler falan olsun, hatta hint ve çin felsefesi gibiler olsun hiç fark etmez; o kitaplarda okuduklarımızdan Allah lafzı olarak geçtiği iddia edilenler, Kuran’da okuduklarımızla ve kâinatın reddedilemez gerçekleri ile hangi ortak noktaları içeriyorsa iman etmemiz gereken onlardır. Biz gerçeği onaylayanlar olmalıyız. Sözü okur, işitir, gerçeği onaylayana iman ederiz. Diğerleri, yani uymayanlar için boşuna tartışmanın manası yok. Ya eklenmiş, ya rivayetlerle süslenmiş, ya çevirilirken yanlış çevrilmiş, ya da henüz biz anlamamış olabiliriz. Ve en önemlisi biz, bize indirilen kitaptan sorumluyuz (43:44) ve ehli kitap olsun olmasın, hatta Allah’a iman etsin etmesin, diğer insanlarla selam içinde yaşama gayretinde olmalıyız. Orijinal yazımlarının hemen tamamı birbirini tuttuğu halde ve ortada iken, bugünkü Kuran meallerinde bile, bir yığın tahrif ve hatalı çeviri varken, Tevratta ve İncili okuduğumuzda içimizi sızlatan ifadelerin de mevcut halleriyle hatasız olduğunu iddia eden birimiz, okuduğu her Kuran mealinin de hatasız olduğunu kabul etmesi gerekir. Bu hem zan hem de ciddi bir tutarsızlıktır. Kendi adıma şunu söylemek istiyorum. Ben Kuran’ın tamamına iman ederken daha önce indirilen kitapların tümündeki satırlara değil, o satırlardaki (tanık olduğum) Allah zikrine ve reddedilemeyecek gerçeklere, yani indirildiğine emin olduklarıma iman ediyorum. İndirildiğine emin olmadıklarıma da iman ettiğimi söylersem, hem size, hem kendime, daha önemlisi hem de Allah’a yalan söylemiş olurum. 89 Kalemzáde|Kapıları Aşarken “Daha önce indirilenlere iman” etme noktasında daha iyi bir çözümü olan var mı bilmiyorum. Dinlemeye de hazırım. Ama görüşümü söyleyip böyle bırakmayacağım. Bu görüşü destekleyen görebildiğim delilleri de satır aralarımda paylaşmaya çalışacağım. Allah’a savaş açanlar O’nun ayetlerinin üzerini örterler. Aynen bir savaşta örtü ve gizleme yapmak gibi. Siz mühimmatlarınızın ve silahlarınızın üstüne istediğiniz kadar çalı çırpı toplayıp örtün, er geç o çalı çırpı kuruyacak ve zamanla rüzgârlarla birlikte uçup gittiğinde altındaki gerçek görüntü ortaya çıkacaktır. Ya da tam tersi, kartondan bir evi taştan bir bina diye satmaya kalksanız da gerçeğin ortaya çıkması işi bilenlerin aklını kullanmasına bakar. Siz bir hurafenin üstünü istediğiniz kadar altın rengiyle kaplayın, parmaklarıyla iki “tık tık” yapabilenler altındaki kof sesi duyar ve sahte bir bina olduğunu anlarlar. Bu yüzden ister Tevrat’ta ister İncil’de olsun, Allah’ın zikrini görebilenler görür ve “Bu da kitaptandır” denen her şeye değil “indirilene” iman ederler. Ama bunu görebilmek için Allah’ın zikrine daha önceden tanık olmak gerekir. İster Kuran’da, ister Tevrat’ta, ister Zebur’da ya da İncil’de olsun. Ki Tevrat ve İncil mevcut durumu ile bile bu doneleri içerir. Bu durumda Tevrat ve İncil’i takip ettiğini iddia edenler bile kendi kitaplarına ihanet etmekte, bu kitapların tamamının Allah’tan olduğunu söylemekle o kitapların içinde olan bir kısım ayetleri de böylece reddetmektedirler. İnsan sözleri ile Tanrı sözleri ayrıştırılmalıdır. Din sadece Allah’ındır. Şimdi nihayet örneklerle bazı delilleri sunmaya çalışayım… “Allah yeri ve göğü altı günde yaratandır.” ifadesi hem Kuran’da, hem İncil’de hem de Tevrat’ın “Yaratılış” bölümünün daha ilk satırlarında birbirine benzer cümle yapılarıyla geçer. Bu söz (anlam itibarı ile) Allah’ın zikridir. Ama Tevrat’a ilave edilen bir cümle ve devamındaki bazı yönlendirmeler Kuran’la uyuşmaz. Allah’ın bu zikrini gizlemek isteyen birisi onun üstünü çalı çırpı ile örtmeye çalışmış ve “Yedinci gün tanrı dinlendi.” demiştir. Oysa o günün (devrin), yedinci günün anlamı bu değildir. Şimdi bir Kuran iman edeni olarak, daha önceki 90 Kalemzáde|Kapıları Aşarken kitaplara iman edeceğim diye o cildin iki kapağının arasında bulunan bu cümleye de iman edip “Allah yedinci gün dinlendi” dersem ne olur biliyor musunuz? Kuran’daki defaten geçmiş bir çok ayeti reddetmiş olurum. Eğer Allah “o kitaplara iman edin” dedikten sonra ne şartlarla iman edeceğimi söylememişse sırtıma taşıyamayacağım bir yük yüklemiş demektir. Bu da Allah’ın şanına yakışmaz. Ama Allah bizi yarı yolda bırakmamış ve gerçeği, Kuran’da açıklamıştır. Senin için sonra gelen önce gelenden hayırlıdır, demiştir. Altı günde yeri göğü yaratmış ve ardından onun kürsüsü yarattığını kuşatmıştır, demiştir. Ve de en önemlisi ihtilafa düşülen tartışmaya son vermiş ve “Allah’a hiçbir yorgunluk dokunmamıştır.” diyerek Tevrat’a ilave edilerek gerçeğin üstünü örtmeye çalışan bu cümleyi açık açık reddetmiştir. Şimdi kalkıp “daha öncekilere iman” edeceğim diye Allah’ın yedinci devirde yorulup dinlenmeye geçtiğine mi iman etmeliyim, yoksa yaratılışın yedinci devrinde olanın ben olduğuma mı? Allah’ın yorulup dinlendiğine mi iman etmeliyim yoksa bu cümlenin Allah’ın zikri olmadığına mı? Düşünün ve karar verin. O saçma “dinlendi” ifadesi Allah’ın zikri değil, Allah’ın zikrinin üstünü örtmek için eklenmiş bir rivayet veya geleneğe uydurmak için bilinçli olarak hatalı çevrilmiş bir ifade ya da dönüştürülmüş bir örtüdür, bir çalı çırpıdır. Zamanı gelmiş, sararıp solmuş ve Kuran rüzgârıyla uçuşup giderek, altındaki gerçek zikir ortaya çıkmıştır. “O’na hiçbir yorgunluk dokunmamıştır.” diyen Allah başka belirli kalıplarla da Tevrat’a ilave edilen sözcükleri, cümleleri, paragrafları ve beşeri yorumları yalanlar. Daha önce indirilenlere iman edin, derken bize kıstaslar koyar. 91 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Tevrat ve İncil Nasıl Doğrulanır? Eğer sözlerimi iyi sıralayabilirsem, makalemin devamının, Tevrat ve İncil’de neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda tereddüte düşmüş olanlara ciddi bir ufuk açabileceğini iddia ediyorum. Umut ediyorum ki, aslında çözümün ne kadar kolay olduğunu görecekler. Tabi ki eğer Kuran’ı kendi dillerinde hakkıyla, anlayarak ve üzerinde düşünmüş olarak okumaya çalışmışlarsa! Daha önce de belirttiğim gibi, Tevrat’ın ve İncil’in içinde bulunan Allah zikrine tanık olan Kuran ehlinin bir kısmı, hevesle 66 kitaptan oluşan “kitab-ı mukaddes” cildinin içinde ne var ne yoksa Allah’ın lafzından olduğu veya lafzı olmasa bile Allah’ın dini olması gerektiği, Yahudi ve Hıristiyanların tamamının da bizim gibi baştan sona hak olan bir kitaba iman ettikleri gibi bir zanna kapılıyorlar. Çünkü bilinç ötelerinde “o kitaplara da iman” ayetleri var. Elbette öyle ama Kuran’da bu imanın ve 92 Kalemzáde|Kapıları Aşarken o kitapları onaylamanın, doğrulamanın nasıl olduğunu anlatan ayetlerdeki bazı kelimeleri düşünmeksizin es geçtiklerini çok iyi biliyorum. Bu iddiamı Kuran’da “Tevrat” ve “İncil” kelimeleri geçen ayetlerle inşallah size delil göstereceğim şimdi. Tereddüdü olanlar Kuran’ı açıp bakabilirler… Tevrat kelimesi, hem de İncil’le beraber ilk olarak 3:3’de geçer. Allah, kitabı hak ile indirdiğini söyler ve ardından meallerde genellikle “önündeki” benzeri bir kelime kullanılır ve ardından daha önce de Tevrat ve İncil’in benzer biçimde indirilmiş olduğuna işaret eder. Bu bahsettiğim kelime arapça “beyne yedey” olarak okunan bir yapıdadır. Basitçe “ellerin arasında olan” demektir. Deyimleşmiş bu yapı “önünde olan, iki elinde olan, iki elinin arasında olan, müşahade edilen, görüp tespit edilmiş olan, yanında halihazırda olan, gözünün önünde olan, eline verilmiş olan” gibi hemen hemen benzer anlamlarla açıklanır. Meallerde de genellikle “önündeki” diye çevrilir. Anlaşılabilir bir çeviridir. Ama elbette ayeti okurken o kelimeyi de okuduğunun farkında olana! İşin can alıcı noktası şu ki, kitapta ne zaman Kuran’ın Tevrat ve İncil’i veya İncil’in Tevrat’ı onaylamasıyla ilgili bir ayet geçse bu “beyne yedey” yapısı bir şekilde o ayetin içindedir. Ama unutmayın meal yazanlar bu kelimeyi çevirmeyi gereksiz bulmuş da olabilirler. Maalesef bazı meallerde ya da aynı meal içinde bazı ayetlerde bu kelime hiç kullanılmadan “Tevrat’ı ve İncil’i onaylamak” onsuz çevriliyor. Peki bu ne demek? Bu, şu demek ki Allah, kitabında ne zaman daha önce indirilen kitapları onamaktan, daha doğrusu “doğrulamak”tan bahsediyorsa aslında “önündekiyle doğrulamak”tan ya da “önündekini doğrulamak”tan bahsediyor. Yani hâlihazırdaki Tevrat ve İncil’i, cilt arasındaki kitap olarak değil, önünde bulunanın doğrularıyla doğrulamayı ve eşzamanlı olarak doğrulanmayı kast ediyor. 93 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Şimdi 3:3’ü gözden geçirirsek anlayacağımız şudur: Kitabı sana HAK İLE DOĞRULAYICI olarak indirdi. O şey ki ÖNÜNDEKİDİR. Tevrat’ı ve İncil’i de indirdi(ği gibi) Anlıyoruz ki “Önündeki” denilen şey indirilen şeydir. Allah’ın vahyidir. Bu ayetin devamındaki 4 ve 5’inci ayetler de bu tezi doğrulayıcıdır. 4’üncü ayette “Daha önce insanlara bir yol gösterici olarak da Furkan’ı (doğruyu yanlışı ayırt edici olarak) indirdi. Şu bir gerçek ki, Allah’ın ayetlerini örtüp inkâr edenler için şiddetli bir azap vardır. Ve Allah hem Azîz’dir hem intikam alıcı…” şeklindeki ifade bize Tevrat’ın Furkan olmaktan çıkartılmak için başına ne çoraplar örüldüğünün ve yeni Furkan olan Kuran’ın inişiyle bunu yapanların foyalarının nasıl ortaya çıktığının işaretini verir. 5’inci ayette de “yerde gökte hiçbir şeyin Allah’a gizli kalamayacağı” ifade edilerek anlam pekiştirilir. Tevrat içinde Allah’ın zikri korunmuştur ama “Bu da kitaptandır, Bu da Allah’tandır” diyen din adamları, kâhinler ve hahamlarca eklenen hurafelerle Yahudiler kendilerini kitap yüklü eşeklere çevirmişlerdir. İçindekilerle birlikte Tevrat aslında bugün görüldüğü kadar kalın bir kitap değildir. Yine de ben iddiamı tek bir ayetle bırakacak değilim. Tevrat ve İncil geçen diğer ayetleri de hatırlatacağım. Başka deliler de var. 3:48’de Allah, İsa’ya atfen Meryem’e seslenerek “Ona Kitap’ı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğreteceğini” söyler. Sadece İncil’den ve hikmetten bahsedebilirdi. Ama zaten ortada olan bir kitabı, Tevrat’ı da söylüyor. Demek ki Tevrat konusunda öğrenilmesi ve hatırlanması gereken şeyler var. Zaten bunları dört şahitli İncil’de görüyoruz. İncil’in ardına eklenen bir yığın uydurma kitapta göremesek de! Bu ayetin hemen bir ayet sonrasında, 3:50’de ise İsa’nın ağzından şöyle söylenir: “Tevrat’tan ÖNÜMDE BULUNANI DOĞRULAYICIYIM. Size haram kılınmış olanın bir kısmını size helal yapacağım. Rabbinizden ayet getirdim size. Artık Allah’tan sakının ve bana itaat edin!” 94 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Dikkat edersek, İsa Tevrat’ı tamamıyla onaylamıyor, Allah’ın yasasını geçersiz kılmaya, tamamen yok saymaya geldiğini de söylemiyor. Vasati yoldan gidiyor. ÖNÜNDEKİNİ Tevrat’tan onayladığını, Tevrat’ı ancak ÖNÜNDEKİ çerçevesinde doğrulayabileceğini belirtiyor. Ve ekliyor… Size haram kılınmış olanın bir kısmını helal kılacağım, diyor. İnanın ki Tevrat’ı okumuşsanız göreceksiniz, haram kılınanlar, (birkaç kalem hariç) din adamlarının diktası sebebiyle halklarına haram kıldıklarından başkası değil. İsa (ayrıca vahyedilenler müstesna) Allah’ın haram kıldıklarını değil, din adamlarının haram kıldıklarını helal kılacağını söylüyor. Bugünkü Tevrat’ın içinde, Allah’ın adı kullanılarak haram kılınanların Allah’ın emri olmadığını anlamamak için kör olmaktan başka çare yok. Sadece “Levililer” kitabını (bölümünü) bile okusanız, baştan sona halkın din adamlarınca nasıl sömürüldüğünü ve halka başa defalarca kakarcasına “Rab sizi Mısır’dan kurtardı. Karşılığını vereceksiniz. Yoksa Rab sizi affetmeyecek. Denileni yapmazsanız öldürüleceksiniz.” diye korkutularak verilen acımasızca emirlerin Allah’tan olamayacağını görürsünüz. Levililer kitabını bir örnek olarak seçtim. Okuyanlar bilirler, bugünkü Tevrat’ın başka yerlerinde de benzer şeyler söz konusudur. Levililer büyük bir bölümüyle tam bir Samiri kitabıdır. Halkın elinde neyi var neyi yok toplayıp, Musa’nın ve Harun’un izinden gittiği iddiasıyla yeni ve sahte bir dini anlayış oluşturması ve halkın ona uymasını istemesi gibidir. Levililer çok ibret alınası uydurmalarla doludur. Aklı selim okuduğunuzda neler görürsünüz neler… Halkın altınlarının, mücevherlerinin, ipeklerinin, eşyalarının nasıl din adamlarınca gasp edildiğini… Çeşitli kurban sunuları altında ruhban sınıfının hergün sabah akşam taze etle ve en kaliteli yiyeceklerle beslendiğini… En güzel giysilerle kuşandırıldığını… Buluşma çadırı denen havralarda hemen her eşyanın en değerli taş ve mücevherlerle halka yaptırıldığını… Çeşitli özel günler ve bayramlar adı altında havraya hediye üstüne hediye getirmek zorunda bırakıldığını… Bir kısmının zorunlu hizmetlerle 95 Kalemzáde|Kapıları Aşarken havralarda çalıştırıldığını… Kadınlarının, kızlarının ve gençlerinin belli yaşlara kadar köle gibi kullanılıp yaşı ilerleyince havradan çıkartıldığını… Özgürlük yılı adı altında bir yıl çalışmaktan men edilen halkın maddi durumunun zayıflatılarak ellerindeki tarlaların ve evlerin bile ellerinden alındığını… Çıkan problemlerde her seferinde zengin olanların fakirleri daha da fazla sömürmesine yol açan sözde Allah emri çözümler getirildiğini… Uzun vadeli borçlarla tutsaklaştırıldıklarını… Sözde Harun soyundan gelen bu kâhinlerin, ruhbanların sürekli kutsanarak sömürgen bir elit sınıf oluşturulduğunu… Hastalıklı ve engelli insanların tapınaklara yaklaştırılmayıp, kirli sayıldığını ve hatta şehirden bile çıkartıldığını… Tapınağa küçücük bir kusuru olan bir hayvanı sunu olarak getirenin nasıl cezalandırıldığını… Affedilmesi için kusursuz bir hayvan daha getirmesinin şart koşulup, daha önce verdiği kusurlu hayvanın ederinin beşte biri fazlasını ödeyerek ancak geri alabildiğini…. Ve daha neler neler… Ve tüm bunların Allah’ın Sina Dağında Musa’ya verdiği emirler olarak sayfalarca, cüzlerce anlatıldığını göreceksiniz. Kimse kusura bakmasın bizim ÖNÜMÜZDEKİ Kuran bunları doğrulamıyor. Bizim önümüzdeki Kuran, koskoca Levililer kitabında ancak üç beş satırı onaylıyor. Onlar da doğruluğuna itiraz edemeyeceğimiz birkaç satır işte. Ki İncil bile Levililer kitabından sadece şu sözü hatırlatır ve sadece onun üzerinde durur: “Komşunu kendin gibi seveceksin.” Unutmayalım ki bir şeyi gizlemek için üstüne örtü örtülür. Allah’ın ayetlerini gizleyenler, o ayetleri silmezler, onların üstünü kendi sözleriyle örterler. Kafir, gerçeğin üstünü örtendir. Tevrat’ın ilk bölümü olan “Yaratılış” kitabına bile baktığınızda satırlar arasına eklenen paragraflarda bazı sinsice planları görebilirsiniz. Güya Lut sarhoş ve kendinden bihaberken, kızlarının babalarıyla sözde cinsel birliktelikleri ve ondan hamile kalmış olmaları gibi. Sorun, Lut gibi “Kuran’da tertemiz olduğu müşriklerin ağzından bile ifade edilen” bir peygambere ve kızlarına iftira atılması da değil. Olayı okurken biraz 96 Kalemzáde|Kapıları Aşarken dikkat ederseniz altındaki gayenin ne kadar şeytani olduğunu, asıl maksadın politik olduğunu, hatta ırkçılık koktuğunu görürsünüz. Açıp okuyun. Olay anlatılır ve hemen ardından bu kızlardan doğan çocukların iki ayrı soy (millet) oluşturduğundan bahsedilir. Ve nedense bu milletler İsrailoğullarının düşmanı olan milletlerdir! Peki Allah, aynı kitapta hem zikrini koruyor, hem de bu uydurmalara müsaade ediyorsa, bunun sebebi nedir diye düşünebilirsiniz. İşte sebebi açık. Bugün tanık olduğumuz ve Kuran etrafına örülen rivayet duvarları ne ise Tevrat’ın hem etrafına örülmüş hem de gerçekleri gizlemek üzere içine sokuşturulmuş olanlar onlar ve benzerleridir. İncil’de de bu hurafe duvarları vardır ama dört şahitli İncil kitaplarının içinden ziyade, uydurma rivayetler daha çok arkasına eklenmiştir. Bu kapsamda dört şahitli İncil, Tevrat’tan biraz daha sağlıklı durumdadır. Yani hurafeler tarih boyunca Allah’ın izniyle hep zikirden uzaklaşa uzaklaşa gelmiştir. Nihayet sıra Kuran’a gelmiş ve hurafeler dışta kalmıştır. Ve biz de bu yüzden “Sadece Kuran” diyoruz. Allah zikrini koruyor ve her yeni indirdiği kitapta öncekilerin aymazlıklarını karanlıklarında lambalıyor. Eğer bu hurafeler bugünkü Tevrat’ın içinde olmasaydı, daha öncekilerin bizim gibi olmadığı hissine kapılabilir ve onların da dini güzelmiş, diyebilirdik! Oysa dinleri yıkılmış toplumları gösteriyor bize Allah. Ne güzelmiş diyerek, onlarınki gibi put yapmaya heveslenmemize gerek yok. Başımızda zaten bize “Ne kadar cahil bir toplumsunuz! Bu kadar da saçmalamayın!” diyecek bir Musa da yok. 97 Kalemzáde|Kapıları Aşarken İndirilenle Hükmetmek Kuran’da Tevrat ve İncil’in geçtiği bir sonraki ayet 3:65’dir. Daha önce değindiğim gibi “Ey Ehlikitap! İbrahim hakkında neden çekişiyorsunuz? Tevrat da İncil de ondan sonra indirildi. Hâlâ aklınızı işletmeyecek misiniz?” denilmesi yine son kitabın öncekiler için ÖNÜMÜZDE olduğu ve dayanak kabul edilmesi gerektiğine işaret kabul edilebilir. Gelelim 3:93’e. “Tevrat indirilmeden önce İsrail’in kendi üzerine haram kıldığı şeyler dışında tüm yiyecekler İsrailoğullarına helaldi. Onlara de ki: “Tevrat’ı ortaya getirin; doğru sözlü iseniz onu okuyun.” İşte yukarıda İsa’nın bahsettiği gerçek, burada bir kez daha ortaya çıkıyor. Tevrat’ta yazılı olan haramlaştırmaların Tevrat’tan önce de 98 Kalemzáde|Kapıları Aşarken geçerli olmadığı, İsrail’in (İsrailoğlu önderlerinin) bunları kendi kendine haram ilan ettiği anlaşılabilir. Tevrat’ı okuduğunuzda da bunu görürsünüz. Tüm haramlaştırmalar İsrailoğullarına kitap indirildikten sonradır. Evet, azgınlıkları sebebiyle Allah’ın onlara haram kıldığı şeyler vardır. Ama bunlar müstesna olmak üzere bugünkü kitaplarında yazanların çoğunun İsrail kâhinlerinin ve yönetici sınıfının Musa ve Harun ağzıyla, İbrahim ve Allah adına uydurduğu ve halklarını köleleştirmek üzere kullandıkları yalanlar olduğunu düşünüyorum. Ayetin devamındaki diğer ayetler de bunu açıkça ortaya koyuyor ve bu yalanları uyduranların müşrik olduğunu belirtiyor… 3:94 Artık bundan sonra kim yalan düzüp Allah’a iftira ederse böyleleri zalimlerin ta kendileridir. 3:95 De ki: Allah doğru söyledi. Öyleyse Allah’ı bir tanıyan (Hanif)ler olarak İbrahim’in dinine uyun. O, müşriklerden değildi. Maide suresi konulara daha da net açıklık getirilmekte… 5:41’de kalpleriyle inanmamış olduklarının farkına varamayanların inkarda nasıl yarışırcasına koştukları anlatılır. Yahudilerin bazılarının nasıl yalancılık etmekte oldukları, Tevrat’taki kelimelerin yerlerini değiştirerek, eğip bükerek ve kendi kendilerine yazdıklarıyla “Size şu verilirse alın, eğer verilmezse geri çekilin.” diyerek, kendi toplumlarını nasıl kandırdıkları ifade edilir. 5:42’de anlatılan “yalana kulak verişleri, haramı tıka basa yemeleri” Tevrat’a eklenen bölümlerin tam bir açığa çıkarılmasıdır. Ayetin devamında 5:43’de bu durumun tezahürü olarak Yahudilerin peygamberimize hüküm sormak için gelmeleri eleştirilir ve kendi kitaplarının durumu ortaya konulmuş olur. Ellerinde “İçinde Allah’ın hükmü bulunan” Tevrat varken nasıl oluyor da Muhammed’in hakemliğine başvurmak zorunda kalıyorlar, sonra da verilen hükümden yüz çeviriyorlar, şeklinde bir ironi vardır. Çünkü Tevrat içine eklenenlerle tutarsız ve hüküm çıkartılamayan bir haldedir. İndirilen 99 Kalemzáde|Kapıları Aşarken kitap uydurulan dinden temizlenmelidir ki onu takip edenler tutarlı bir hüküm verebilsinler. 5:44’le devamen Tevrat’ın özü anlatılır ve korunmayan yerleri olduğu işaret edilir. İçinde güzele kılavuz ve ışık olduğu, sadece Allah’a teslim olmuş peygamberlerin Yahudilere onunla hakemlik yaptığı, kendilerini Rab’lerine adayanlarla ilimde derinleşenlerin “ALLAH’IN KİTABINDAN MUHAFAZA ETMEKLE SORUMLU OLDUKLARIYLA hükmettikleri açıklanır. Demek ki muhafaza ile sorumlu olunmadıkları da var. Ve onların zaten Allah’ın kitabına TANIK OLDUKLARI ilave edilir. Ve ardından şu manidar cümle gelir: Allah’ın İNDİRDİĞİ ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir. 5:45’te Tevrat’ın içinde bulunan ve onaylanan “kısas hükmü, cana can, dişe diş ve affetmenin erdemliliği” şeklindeki hüküm örnek olarak gösterilir ve biz de anlarız ki Kuran’la örtüşenler ancak Tevrat’taki Allah zikri olabilir. Yine bu ayetin de sonunda yine manidarca, Allah’ın İNDİRDİĞİ ile hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridir, denir. Hiç ara vermeden gelen 5:46’ncı ayet yine bu makaledeki tezime yönelik delillerimin en önde gelenlerindendir… 5:46 Ardından o peygamberlerin izleri üzere Meryem oğlu İsa’yı gönderdik. TEVRAT’TAN ÖNÜNDE BULUNANI DOĞRULUYORDU. Ona İncil’i verdik. Hidayet ve ışık varDI onda. TEVRAT’TAN YANINDA OLANI TASDİKLEYİCİYDİ. Doğruya ve güzele kılavuzDU, takvaya sarılanlara bir öğüt. Demek ki biz de Tevrat’a ve İncil’e bakarken ÖNÜMÜZDE OLANI, YANIMIZDA OLANI, yani KURAN’I doğrulayacak biçimde bakmalıyız. Kitabı Mukaddes adı altında iki kapağın arasına yazıp dizilmiş her şeyin Allah’ın zikri olmayabileceği gerçeğini görmeliyiz. Çünkü elimizde doğruyu yanlıştan ayıran FURKAN sıfatındaki son kitap var. Çokları değerini bilmese de! Hiç ara vermeden 5:47’ye bakalım ne diyor… 100 Kalemzáde|Kapıları Aşarken 5:47 İncil bağlıları ALLAH’IN ONDA İNDİRDİĞİYLE hükmetsinler. Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler sapıkların ta kendileridir. Bakın şimdi ayet nasıl anlaşılır hale gelmiş oldu. İncil bağlıları İncil’i bıraksın denmiyor ama, eğer uyacaklarsa kilise ve rahip sözlerine değil Allah’ın İNDİRDİKLERİne uysunlar deniyor. Zaten bunu yaptıklarında son kitap olan Kuran’a da aykırı bir duruş sergilememiş olacaklar. Hatta Kuran’ı da okumak zorunda kalacaklar. Çünkü İncil’de ve özellikle Yuhanna kitabında müjdelenen “GERÇEĞİN RUHU” indirilen Kuran ruhundan başka bir şey değil. İncil’de uyarıldıkları halde bu ruhu “Tanrı İsa’dır!” diyen sahte peygamber Pavlus’ta arayanlar maalesef kilise kültürünün etkisiyle İncil’e de ihanet ederek sahte peygamberin Kuran peygamberi olduğunu ZANnediyorlar. Ne acı! 5:48’in hemen ilk cümleleri yine bu makalenin tezini apaçık doğruluyor… “Sana da Kitap’ı hak olarak indirdik. Kitap’tan ÖNÜNDE BULUNANI TASTİKLEYİCİ olarak… O halde onlar arasında ALLAH’IN İNDİRDİĞİ İLE hükmet, Hak’tan sana gelenden uzaklaşıp ONLARIN KEYİFLERİNE UYMA….” Maide suresi benzer cümlelerle akıp giderken 5:66 yine çok manidardır. 5:66 Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i, KENDİLERİNE İNDİRİLMİŞ OLANI AYAKTA TUTABİLMİŞ OLSALARDI elbetteki hem üstlerinden hem ayaklarının altından rızıklanacaklardı. İçlerinde ORTA YOLU İZLEYEN bir topluluk var. Ama onların çoğunluğunun yapmakta olduğu ne kadar da kötü! Devamındaki 5:67’de “Rabbinden sana İNDİRİLENİ TEBLİĞ ET. Eğer bunu yapmazsan onun verdiği peygamberlik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Allah, küfre batmış topluluğa kılavuzluk etmez.” denir ve 5:68’de aynı şekilde ehli kitap uyarılır ve dinlerin nasıl yıkılıp küfre battıkları hatırlatılır. 5:68 De ki: “Ey Ehlikitap! Siz, Tevrat’ı, İncil’i ve RABBİNİZDEN SİZE İNDİRİLENİ tam uygulamadıkça hiçbir şey değilsiniz.” Rabbinden 101 Kalemzáde|Kapıları Aşarken SANA İNDİRİLEN, onlardan birçoğunun küfür ve azlığını elbette artıracaktır. Küfre batan topluluk için tasalanma artık.” Buna rağmen, en merhametli olan Allah 5:69’da Yahudiler, Sâbiîler ve Nasranilerden Allah’a ve âhiret gününe inanıp hayra ve barışa yönelik iş yapanların kurtulacağını belirtmektedir. 5:110’da İsa’ya atfen yine kitap’ı, hikmeti, Tevrat’ı, İncil’i öğretmekten bahsedilir. Ve ardından gelen 5:111’de Allah“havarilere vahyettiği”ni açıklar. Dolayısıyla haklarında delil indirmiş olur. Eğer bu gibi ayetler olmasaydı havari ağzından yazılmış olan dört şahitli İncil’in değerine daha da sekte vurulmuş olunurdu. Bu dört incili tarih yazmalarından, rivayetlerden ve hadis külliyatlarından ayıran en önemli özelliklerden başta geleni budur. Bu Kuran ayetidir. Devamındaki ayetler Pavlus zihniyetini ve İncil’e eklenen kitapların çoğunu yerle bir eder. Şu aşağıdaki ayetleri Kuran’dan okuduktan sonra Pavlus’un, eklenen rivayet kitaplarının, bazı mektupların da İncil’in içinde olduğu, oradaki gibi müteşabih öğeler içerdiğini ve Allah’tan esinleme olduğunu söylemek gerçeğe gözünü kapatmaktır. 5:116 Allah şunu da söyledi: “Ey Meryem oğlu İsa! Allah’ın yanında beni ve annemi de iki tanrı olarak kabul edin diye insanlara sen mi söyledin?” İsa dedi: “Hâşâ! Tespih ederim seni. Hakkım olmayan bir şeyi söylemek benim haddime değildir. Eğer onu söylemişsem sen onu elbette bilirsin. Sen benim içimde olanı bilirsin ama ben senin zatında olanı bilmem. Çünkü sen, evet sen, gaybları çok iyi bilensin!” 5:117 “Onlara, senin bana emrettiğin şu sözden başka bir şey söylemedim: ‘Benim Rabbim ve sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin.’ İçlerinde olduğum sürece üzerlerine tanıktım. Sen beni vefat ettirince üzerlerine yalnız sen gözetleyici oldun. Ve sen zaten her şey üzerinde bir Şehîdsin, bir tanıksın.” Dört şahitli İncil’de Kuran peygamberi ve vahiy meleğiyle gelen Kuran vahyi “Yardımcı/Paraklit” ve “Gerçeğin Ruhu” gibi ifadelerle 102 Kalemzáde|Kapıları Aşarken müjdelenir. Ama bunları görebilmek için Hıristiyanların kilise kültüründen sıyrılması, rivayetlerden arınması ve nihayet Kuran’ın da Allah’ın vahyi olma ihtimalini en azından akletmeleri gerekiyor. Aksi takdirde elçilerini, azizlerini ve kiliselerini ilahlaştırmaktan geri kalmayacaklardır. 7:157 Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılmış bulacakları ümmî elçiye uyarlar; o onlara iyiliği emreder, kötü ve çirkinden onları alıkoyar. Güzel şeyleri onlara helal kılar, pis şeyleri onlara yasaklar. Sırtlarından ağırlıklarını indirir, üzerlerindeki zincirleri, bağları söküp atar. Ona inanan, onu destekleyen, ona yardım eden, onunla indirilen ışığa uyan kişiler, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. 9:111’de Allah vaadini ve vaadinden dönmediğini ve Tevrat ve İncil’de de bunu belirttiğini söyleyerek Tevrat’ın içinde geçen ve Allah kavramını adeta insani vasıflara bürüyen, yaptığından pişman olan, sık sık öfkelenip verdiği nimetleri insanların başına kakıp duran, en ufak bir kabahatlerinde öldürülmeleri emrini veren, sürekli kendi verdiği nimetleri insanlardan türlü yakma sunular, hediyeler ve kurbanlar olarak geri isteyen, başka ulusları en ağır ifadelerle ve suçsuzları bile dehşetle işkencelere maruz bırakan acayip bir Tanrı kavramı haline getirilmesini yalanlar. 48:29’da müminlerin Tevrat’ta ve İncil’deki vasıflarına gönderme yapan Allah’ın ayetlerini ve hatta benzetmelerini gerçekten de Tevrat’ın ve İncil’in içinde bulabilirsiniz. Kuran’da Tevrat ve İncil’in içine atılanlar yalanlanırken, doğru olanlara da sık sık atıf yapılır. Kuran’la beraber Tevrat ve İncil’i de Furkan gözüyle okuyanlar bunları göreceklerdir. 61:6 yine “ÖNÜNDEKİ” ifadesini içeren ve makalenin tezini güçlendiren ayetlerden biridir. Zaten Kuran’da “ÖNÜNDEKİ” ifadesi kullanılmadan eski kitapları tasdik etme yoktur. Meallerin bazılarında çevrilsin ya da atlansın, orijinal metni açıp baktığınızda “Beyne Yedey | ”ﺑ َﯿْﻦَ ﯾ َﺪ َيﱠifadesini bir formuyla mutlaka göreceksiniz. 103 Kalemzáde|Kapıları Aşarken 61:6 Meryem oğlu İsa’nın da şöyle dediğini hatırla: “Ey İsrailoğulları! Ben size Allah’ın elçisiyim. ÖNÜMDEKİNİ TEVRAT’TAN DOĞRULAYICI ve benden sonra gelecek Ahmet adında/sıfatında bir elçiyi müjdeleyici olarak gönderildim.” Fakat İsa’nın müjdelediği elçi onlara apaçık deliller getirdiğinde: “Bu, katıksız bir büyüdür!” dediler. 62:5’de Kitap Yüklü Eşekler benzetmesiyle sadece Yahudiler değil, yüklendikleri kitabı getirdikleri durum da ortaya konur. 62:5 Tevrat’ı yüklenip de sonra ONU GEREĞİ GİBİ TAŞIYAMAYANLAR, kocaman kitaplar taşıyan eşeğin misaline benzerler. Allah’ın ayetlerini yalanlayan o kavmin misali ne kötüdür. Ayetin devamında manidar biçimde sadece kendilerini Allah’ın kulları gören Yahudiler’in Tevrat’a da girmiş iddiaları reddedilir. Mana itibarı ile ve diğer benzer ayetlerle bütünleştirdiğinizde “Eğer Allah’ın gerçek velilerinin sadece siz olduğunu iddia ediyorsanız ölümü dileyin” denir. İlginçtir ki bu ifade Tevrat’ta da çok farklı şekillerde geçer. İsrailoğullarına “Size İsrail dışında da Tanrının güçlü olduğunu göstereceğim.” şeklinde ifadeler vardır. Ayrıca Kuran’dan önce İncil de zaten Tevrat’ın bu “özel halk” iddiasını ortadan kaldırmış durumdadır. Elbette gören gözlere, anlayan dimağlara… Benzetme ağırlıklı dört şahitli İncil’in arkasına eklenen insan yazmalarının çoğunun kitaptan olmadığını anlamak için okumak gerek. Zaten takipçileri bunu kendileri de biliyor ama aynen bizim kültürümüze ait Mesneviler, Mevlitler, Rubailer, Risaleler, Deyişler gibi adlar altında “Allah’tan esinlenme!” iddiasında olduğu gibi İncil takipçilerinde de maalesef bu kitapların her ne kadar insan sözü olduğu bilinse de “Tanrı esinlemesi!” savına bir sığınışları ve Allah’ın ayetlerini bilmeden inkâr etme korkuları söz konusu. Oysa kendi kitaplarında bile defalarca “Tanrı buyruklarına uyun, insan sözlerine değil” şeklinde ikaz ediliyorlar. Yani kısaca… Onlar da düşünmüyorlar… Sadece takliden inanıyorlar. Ya okumuyorlar ya da okuduklarını anlamıyorlar. Dini yıkılmış bir toplum olarak çelişkiler 104 Kalemzáde|Kapıları Aşarken içerisinde yüzüyorlar. Ve Tevrat’a ve İncil’e eklenen bunca yazmanın çelişkisini gören Musevi ve İseviler Kuran’dan da haberdar olamadıkları ya da baştan reddettikleri için ya deizme ya da ateizme kayıyorlar. Geriye kalanların çoğu da ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, hatta mezheplerini reddetseler bile geleneksel dini kültürlerinin ve ruhban sınıfının etkisinden çıkamıyorlar. 7:27 Sonra onların izleri üzerinde elçilerimizi birbiri ardınca gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik; ona İncil’i verdik ve onu izleyenlerin kalplerinde bir şefkat ve merhamet kıldık. Türettikleri ruhbanlığı ise, Biz onlara yazmadık. Ancak Allah’ın rızasını aramak için (türettiler) ama buna da gerektiği gibi uymadılar. Bununla birlikte onlardan iman edenlere ecirlerini verdik, onlardan birçoğu fasık olanlardır. 2:79’a da bakalım. Sizce aşağıdaki ayet sadece bugünü mü anlatıyor, yoksa Tevrat ve İncil hakkında o günler için de ipuçları mı veriyor! Düşünün… Kuran indiği dönemdeki Tevrat ve İncil, belirgin tarihi verilere göre neredeyse bugünkünün aynısıydı. O halde! 2:79 Yazıklar olsun o kişilere ki, Kitap’ı kendi elleriyle yazarlar da sonra onunla basit bir karşılık satın alsınlar diye, “İşte bu, Allah katındandır!” derler. Vay haline onların, ellerinin yazdıkları yüzünden! Vay haline onların, kazanıp durdukları yüzünden! Zaten bu ayetin devamında da uzun müddet Yahudilerin bugünkü Tevrat’ta da görebileceğiniz iddialarına yalanlamalar gelir. Gerek cehennem azabının belirli bir zaman için olacağı sonra cennete gidileceği, gerek temel dini ve ahlaki inançlarla ilgili birçok tema işlenerek Bakara suresinin de büyük bölümü, daha önce Allah adına uydurulmuş yalanları deşifre etmektedir. Bu durumda kimileri, Kuran peygamberine atfedilen hadis külliyatının da içinde doğrular olduğunu, onlara da benzer biçimde iman etmemiz gerektiğini ileri sürebilir. Unutmayın ki arada ciddi bir fark vardır. Allah Tevrat, Zebur ve İncil’e gerektiği gibi iman konusunu Kuran’da 105 Kalemzáde|Kapıları Aşarken işleyerek delillendirmiştir. Hakkında delil indirmiştir. Ama hadisler gibi zaten kitap dışında kalanlar için herhangi bir delil sözkonusu değildir. Yanlışlardan ibret alınması ve dinin hükmü olarak kabul edilmeden tarihi verilerin karşılaştırılarak faydalanılması için okunması müstesna. Allah dileseydi zikrini korurken o kitapları içinde sadece Allah zikri kalacak biçimde de koruyabilirdi. O safsataların Tevrat ve İncil’in içinde olmasının hikmetlerinden biri Kuran’ın Furkan sıfatı ve o yazımların bize ibret teşkil etmesidir. Siz de hadislerinizi, insan yazmalarınızı çeşitli yollarla Kuran’ın içine sokmayın, dininizi yıkmayın, demek istemesidir diye düşünüyorum. 106 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Kuran’a Göre Kitab-ı Mukaddes Görünen o ki… Tevrat’ta da İncil’de de, daha doğrusu Eski antlaşma ve Yeni antlaşma olarak bilinen kitapların içinde Allah’ın zikri ile beraber çok fazla insan zikri de mevcuttur. Hiristiyanların büyük kısmı bu iki cildin tamamına Kitabı mukaddes der, hatta bir kısmı tamamına İncil der. Görüşümce o kitaplarda iman etmemiz gereken ÖNÜMÜZDEKİYLE tanık olduğumuz Allah zikridir. Çünkü o kitapların içinde doğruların yanında “Bunlar da Allah’tandır” denerek ilave edilenler vardır. Dillerin eğip bükülmesiyle oluşturulmuş yalanlar vardır. Bizim kitabımızda İNDİRİLEN KİTAPLARA İMAN vardır, yazılan mektuplara ve tarih kitaplarına değil. Ama bunlar da bugün önümüze koyulan kitabı mukaddes’in içindedir. Dört şahitli İncil benzetme ağırlıklı olup içindeki Allah’ın zikri, Kelimetullah olan ve Allah’ın kutsal ruhuyla desteklenen Mesih İsa’nın ağzından çıkan vahyi sözleridir. İncil’de de İsa kendisine neyi nasıl söylemesi gerekiyorsa öyle söylediğini, takva sahiplerinin anlaması, müşriklerin anlayamaması gerektiği için benzetmelerle konuştuğunu, 107 Kalemzáde|Kapıları Aşarken kendi ifadeleri olmadığını ve indirilen ayetleri değiştirmeden ifade ettiğini defalarca belirtir. Tevrat ve İncil’de bizim sorumlu olmadığımız ve sadece İsrailoğullarına verilmiş emir ve yasaklar da vardır. Biz kendi kitabımızdan sorumlu olduğumuz için onlara atfen “Şu hayvanlar veya hayvanların şu şu yağları ve bağırsaklarının yenmesi haramdır” gibi ifadeler bizi bağlamamaktadır. Ki İsrailoğullarına verilen bazı emirlerin onların azgınlığı dolayısıyla karşılık olarak verildiği açıklaması ve buna örnekleri zaten Kuran’da vardır. Allah sadece Yahudilerin tanrısı değil, Alemlerin Rabbidir. O kitaplarda tereddüte düştüğümüz yazımlarda “Besmele”yi düşünmeli, Allah’ın en merhametli ve en koruyucu olduğunu, en adaletli olduğunu, kötü olanı emretmeyeceğini ve haksız yere kimseye zulmetmeyeceğini, herkese adil davranacağını hatırlamalı ve ona göre değerlendirmeliyiz. Bir şeyin kitaba yazılı olması bir şey ifade de etmez. Allah bize ayetlerini nefsimizde ve afakta göstereceğini ve bizim onları görüp tanıyacağımızı söyler ve vaadini bize hergün her dakika gösterir. Kuran’ı yaşayanlar bilir ki göstermektedir de. Davarlarının kulaklarına varıncaya kadar Allah’ın yarattığını değiştirten şeytan Tevrat’ın içine attığı “sözde” sözleşme maddeleriyle, sözde antlaşma belirtileriyle ve hikâyelerle dediğini başarmış ve bunu dinden dine bile geçirttirmiştir. İster suretli bir varlık olarak ister manen bir varlık olarak, ister insanın kötülük tarafı olarak düşünsek de, onun apaçık bir düşman olduğu unutulmamalıdır. Deist, ateist, Sünni, Şii, Alevi gibi Hıristiyan ve Yahudi arkadaşlarımız da olabilir. Dünyevi anlamda dostluklar da kurulabilir ve barış içinde yaşanmalıdır da zaten. Ama dini anlamda veli edinilemezler. Zaten Kuran’dan hakkıyla haberdar bir Müslüman, kendi dininden bir ruhbanı, bir dini önderi de veli edinme bağlamında benimseyemez. Çünkü Kuran’a göre ruhbanlık Allah tarafından emredilmiş bir yapılanma değildir. Mümin kimse fırkalaşamaz. 108 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Bugüne kadarki gözlemlerime göre, hemen tümü mezhep sahibi olan Hıristiyanlara din bahsiyle yaklaştığımızda genellikle bizimle konuşurlar, hele İncil’den ve Tevrat’tan bahsediyorsak saygılı ve hoş görülü davranırlar. Ama onların da çoğu konuyu hiçbir şekilde Kuran’a ve Kuran peygamberine getirmek ve o konu hakkında konuşmak istemez, zebraların aslandan kaçtığı gibi bizim dinimizle ilgili konuşmaktan kaçarlar. Onlara Kuran hakkındaki düşüncelerini sorduğumuzda onlar ısrarla İncilden, sevgiden, merhametten ve Tevrattaki filanca ayetten ve humanizmden bahsederler. Sizin yüzünüze Kuran’ı sahte bir din kitabı ve onun indirildiği elçiyi sahte bir peygamber olarak gördüklerini söylemezler. Ama Allah kalplerindekini bilir. Ve onların kitaplarını Kuran gözlüğüyle okuyan müminler de bunu bilirler. Onların kavmi, İsa ölür ölmez gerisin geriye dönmüş ve asıl sahte peygamberleri İncil’e sinsice saldırarak onun özellikle arkasına “Tanrı İsa!”dan sözde vahiyler eklemiştir. Siz onlara iki yüzlülük etmez ve onların kitaplarındaki Allah zikrini över ve Kuran’la uyuşan noktaları söylersiniz, ama uyumsuzlardan bahsettiğinizde ya öfkeye konuşur ya da geriye çekilip kollarını kavuşturup gönülsüz bir izleyişle sizi reddederler. Bu onların kötü olduklarını değil, yıkılmış bir dini anlayıştan geldiklerini gösterir. Aynen bizim toplumumuzdaki geleneksel bir mezhepsel anlayıştan gelen birisine İncil’den ve İsa’dan bahsettiğinizde soğuk duş etkisi yarattığı gibi. Elbette Allah bize de, onlara da bunlara da bulundukları çerçevenin şartlarında adaletle hüküm verecektir. Allah en merhametlidir. Bizlerse maalesef Allah’ın ayetlerini unutuyoruz. Çünkü okunması gereken, sürekli okunması gereken kitabı, yani “Kuran’ı” okumaktan uzak kaldıkça başka şeylere dalıp gidiyoruz ve bu unuttuğumuz ayetler nedeniyle, başka insanlardan yeni bir bilgi ya da düşünceyle karşılaştığımızda hatalı kararlar veriyoruz. Ta ki o unuttuğumuz ayetleri ya bize birisi hatırlatacak ya da kendimiz Allah’ın lütfuyla, affıyla ve şefkatiyle ve de korumasıyla bir kez daha o ayeti bu sorgularımızla bir daha okuyacağız! Allah bize sürekli yardım ediyor, destek veriyor. Oku 109 Kalemzáde|Kapıları Aşarken dediği ve biz okumaya ara verdiğimiz halde bir şekilde tekrar o ayeti okuduğumuzda gerçekle bir kez daha yüzyüze geliyoruz. Ama unutmayalım ki böyle dalıp gitmeye ve ayetleri okumaktan vazgeçmeye devam edersek bir gün o lütfu da kaybedebiliriz. Ne elimize kitabı alıp okuruz ne de o ayetleri bize hatırlatacak bir kişiyi Allah bizim karşımıza çıkarır! Biz insanlar kendimize kötülük etmeyi ve tembelliği, ve özellikle okumaktan tembelliği çok seviyoruz. Oku oku nereye kadar değil… Oku, düşün, oku, uygula. Sevinçle ve bilinçle yaşa hayatını, dememiz ve yaşamamız gerekir. Sofilikle, arabeskle değil. Din, Kuran, kafede ya da sosyal medyada itibar elde edilecek bir söylem ya da başardım denilecek bir strateji oyunu, bir eğlence aleti değildir. Üç okuyup, iki düşünüp, bir söylemek ve ardından öğrendiğini hayata geçirmeye çabalamak lazım. Özellikle İseviler “Allah’ın indirdikleri” ile “Allah’ın esinlemesi” konusunu birbirine karıştırmış durumdalar. Herkesin Allah’ın esinlemesi ile bir şeyler yazdığını iddia etmesinin önüne geçemezsiniz. Ama öyle bile olsa bunlar Allah’ın indirdiği ile eşdeğer değildir. Kimse elçilere vahyedildiği gibi bana da vahyedildi diyemez Kuran’a göre. Şeytani dürtüler sözlerin içine bir şekilde yanlışlar katabilir. Yazan ve konuşan bile bunu bilmeyebilir, bunun farkında olmayabilir. Niyeti ile kelimeleri bir noktada kesişmemiş olabilir. İnsan sözlerinde maksat aşılmış olabilir. Ama Allah’ın indirdiği ayetler hüküm ve hikmet doludur. Ve en doğrusudur. İnsanları yöneltmemiz gereken cihet bizim değil “Allah’ın kelimeleri”dir. Pavlus’un kiliselere yazdıkları mektupları da Allah’ın vahyi ile eşdeğer veyahut İncil’in içinde sayacak isek, o halde peygamberimizden olduğu iddia edilen hadisleri neden Kuran’ın içinde saymıyoruz! Eğer Pavlus’un, Petrus’un mektupları da İncil’se, aynı formülü kullanmak ve tutarlı olmak için; Celalettin’in Şems’e yazdıklarını, Said’in Allah’tan esinleme olarak “bana yazdırıldı” dediklerini, peygamberin ruhuyla iletişime geçtiğini iddia ettiği risaleleri, işaretül icazları veya Fethullah’ın memleket mektuplarını veyahut gelmiş geçmiş Allah 110 Kalemzáde|Kapıları Aşarken dostu(!) şeyhlerin müritlerine yazdığı “kırk mektup” kitaplarını da, Cübbeli’nin İtikat risalelerini de Kuran’ın içine koymamız gerekir! Ki bu tutarsızlıktır. Bir muvahhid “Kuran’a iman ettim ve onun etrafına örülen insan yazmalarını din sayamam” dedikten sonra, daha önce indirilen kitaplara eklenmiş insan sözlerini nasıl olur da dinden sayabilir! Bu lahana turşusu ile perhiz yapmak kendi dinini yıkmak ve kararında ve tamamlanmış kitabı yağla ve toksinle şişirip obez yapmak ve koca koca kitaplar yüklü bir hamal haline gelmek değil midir? Aksine biz Kuran’ı hatta hatalı çeviri ve mealleri nasıl insan sözlerinden arındırma gayretindeysek, İncil ve Tevrat inanlılarına da kendi kitaplarını insan sözlerinden temizlemelerini önerebiliriz ancak. Aksi takdirde diğer kitapları aklamak adına kendi kitabımızı kurban etmiş oluruz. Velhasıl “bu Tevrat ve İncil tahrif edilmiştir, bakmam onlara” diyen de yanlıgıdadır, “elimizdeki Tevrat ve İncil’in tamamı Allah’tandır” diyenler de yanılgıdadır. Bu, benim zanla inandığım değil, okuyup, görüp, tanık olup da ikna olarak kabullendiğimdir. Elbette ki Allah bize gösterdiğinden çok daha fazlasını ve en doğrusunu bilendir. Ben Kuran’da İsrailoğullarına “Şehre secde ederek girin” diyen ve “Size saldırılmadıkça siz de saldırmayın” diyen bir Allah’ı tanıyorum. Tevrat’ın içine hahamlarca ve siyaseten eklendiğine ikna olduğum “O şehre kılıç çekerek girin ve çoluk çocuk kadın yaşlı ve evcil hayvan demeden öldürün, sünnet derilerini yüzüp torbalara doldurup getirin.” diyen bir Allah algısını nasıl kabul edebilirim! Allah Tevrat’ın içinde de hem “öldürmeyeceksin” diyecek hem de “toplu katlima yap” mı diyecek! Benim Kuran’dan tanıdığım Allah’ın böyle bir adalet anlayışı yok. Benim tanıdığım Allah, bir şehre bir felaket bile verse, iyileri ve eceli henüz gelmemişleri oradan çıkaracak, hiç kimseye zerre kadar haksızlık etmeyecek, aman dileyene el kaldırtmayacak, hiçbir nefse hurma lifi kadar haksızlık etmeyecek bir Allah’tır. Tevrat’ın içinde istendiği kadar “Tanrı yoruldu ve yedinci gün dinlendi.” densin, benim Kuran’da tanıdığım ve mantığıma dönülmez 111 Kalemzáde|Kapıları Aşarken biçimde oturttuğum Allah “Bana yorgunluk dokunmaz.” diyor. Tanrı algısını kafasına oturtamamış, ayetler arasında fikir yürütemeyecek en akılsız bir adam bile olsam basitçe derim ki “İkisi de Allah’tansa, sonra gelen doğrudur.” Kimileri daha halihazırdaki “Kutsal Kitap”ın eski antlaşma olarak adlandırılan bölümünün içindeki “Tevrat olarak genel kabul gören” 39 kitabı ve yeni antlaşma olarak adlandırılan bölümün içindeki “İncil olarak kabul gören” 27 kitabı okumadan, üç beş sayfada Allah’ın zikrini görünce aceleyle ve sevinçle bu kitapların tamamının da Allah’tan olduğunu iddia ediyorlar. Oysa kitabın içinde sadece Allah’ın değil, yüzlerce insanın, elçilerin, yazarların, hatta adı bile bilinmeyenlerin satırları vardır. Allah bize “daha önce indirilene” iman etmemizi söylüyor, eklenene, yorumlanana, tarihçelere ve uydurulana değil. Kuran için bunu yaparken daha önce indirilenler için neden yapmıyoruz! İnsanlar “ya hep ya hiç” diyorlar. Akıl alır gibi değil. O ümmetler kutsal kitabı insan sözlerinden arındıramamışlar, görmüyor musunuz? Ve üstelik senin elinde Kuran gibi bir termal gözlük var ve onların indirilenine iman edebilmen ve o kitapları da hurafelerden arındırman için öylece duruyor. Sen tutup kızıl ötesini çıplak gözle görmeye çalışıyorsun. İnsan okumadığı kitaba inanır mı? Size “Bak Musa, şunların dini de güzel! Bize de onların kitaplarından yapsana!” dendiğini düşünün. Musa olsam şunu söylerdim: “Be ey ….lar! Allah sizi seçti. Hurafe denizlerini ve uyduruk mezhep öğretilerini aşıp geçtiniz. Uçurumların kenarından sizi Allah kurtardı. Elinizdeki Kuran’ın hak söz olduğunun farkına vardırdı. Şimdi ise size indirilenle, daha önce indirilenleri tanımak varken, onların elindekine zanlarıyla birlikte yönelmeye kalkıyorsunuz! Siz ne laftan anlamaz, ne cahil insanlarsınız! Onların dini de sizin kurtulduğunuz uyduruk din gibidir, yıkılmıştır. İçlerinde doğru yolda olanlar olsa da çoğunluğu dini yıkılmış bir kültürden geliyorlar. Siz elinizdekinin kıymetini bilseniz, onlara da bir faydanız olurdu! Ama siz 112 Kalemzáde|Kapıları Aşarken elinizde olanın bile değerini bilmezken onların elindekinin değerini nasıl anlayacaksınız!” Elimizdeki kitap, daha önce indirilenlere nasıl iman etmemiz gerektiğinin tüm kıstaslarını verirken, Musa’nın asası gibi tüm hileleri yutarken, Nuh’un gemisi gibi bizi kurtuluşa taşırken, Yusuf’un gömleği gibi gözlerimizi açarken, İbrahim’in baltası gibi tüm uydurma putlarımızı yıkarken, Yahya’nın vaftiz (abdest) suyu gibi bizi kötülüklerimizden temizlerken, İsa’nın ağzından çıkan tertemiz sözler gibi aklımıza hitap ederken, biz hiç mi düşünmeyeceğiz! Ne zaman sadece “indirilenlere” iman edeceğiz! Zorla Allah’ı kıyamete zorlayabileceğini zanneden bir kültürün Allah’ın ayetlerindeki kelimelerin yerlerini değiştirmeye kalkmayacağını mı zannediyorsunuz? Ki bunu Allah son kitabında açık açık söylemişken! Allah Kuran’da (2:84) İsrailoğullarından “Birbirinizin kanını dökmeyin, birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın” diye misak aldığını söylerken Tevrat’ın içi İsrailoğullarının Allah’ın emriyle birçok ulusun kanını döktüğü ve sürdüğü siyasi savaşlarla doldurulmuştur. Tevrat’ın içinde diye nasıl Kuran’a taban tabana zıt böyle şeylere itibar edebiliriz! Sadece zikir! Sadece Allah zikri! Hala anlayamayanlar var. Allah Kuran’da (2:91) “Allah’ın İNDİRDİKLERİNE iman edin’ denildiğinde: “Biz, sadece bize indirilene iman ederiz” diyenler gibi de olamayız. Biz Allah’ın vahyine, Onun indirdiğine iman ederiz. İnsan sözlerine değil. Uymak başka bir şeydir. Sorumlu tutulacağımız kitap elbette Kuran’dır ve ona uyarız (43:44). Yani diğerlerinin içindeki Allah zikrine de iman etmemiz gerektiğini söyleyen kitap. Allah Kuran’da (2:102) Süleyman ve Davut hakkında uydurulan yalanları ifşa eder. Uydurulan Tevrat bölümlerini açıp okuduğunuzda Süleyman’ın putperest olduğu ve benzeri yalanların orada Allah’tanmış gibi yazıldığını görebilirsiniz. İşte Kuran’ı okuyan bazı Yahudi din adamları gerçeğin farkındadırlar ve Kuran’ın ve Kuran peygamberinin hak olduğunu anlarlar (2:46) ama bunu kabullenmektense gizlemeyi 113 Kalemzáde|Kapıları Aşarken yeğlerler. Yani hidayeti gizleme (2:159) peşindedirler. Çünkü birilerinin daha çok hidayeti bulması onların saltanatlarının ve hatta yeryüzündeki tüm dinlerin ruhbanlarının saltanatlarının yıkılışı demektir. Bu yüzden hangi dinden olurlarsa olsunlar ruhbanların ileri gelenleri hidayete karşı bilinçli ya da bilinç ötesi bir birliktelik içindedirler. İsrailoğulları Allah’ın ayetlerle verdiği nimeti (2:211) değiştirmişlerdir. Tevrat’ta görülen ruhban sınıfı ve İncil’e eklenen kilise sınıfının tam anlamıyla karşılıksız kazanç (riba) peşinde olduğu, küçük sineği süzüp ayırdığı, ama deveyi havuduyla (semeriyle) birlikte yuttuğu ortadadır. Bunu yapabilmek için de “bu da Allah katındandır” diyerek (3:78) bile bile yalanlar uydurmaktan hiç vazgeçmemişlerdir. Bunu yapabilmek için Musa’yı da Harun’u da kullanmaktan ve onları ilahlaştırmaktan çekinmezler. Oysa onlar asla “Allah’la beraber bana da kulluk edin” demeyen (3:79) elçilerdi. Tevrat ve İncil’le nasıl Allah’a karşı yalan uydurdukları (4:50) ortaya çıkmıştır. Kuran, Tevrat için olduğu gibi İncil için de Furkandır. Daha önce onun da olduğu gibi. İncil’e eklenen cümlelerde olduğu gibi dağa çıkınca son saatin dehşetinden kurtulamazsınız. Ölüm nerede olursak olalım (4:78) bizi bulur, yüksekçe tahkim edilmiş şatolarda olsak bile. 90 yaşında taşla vura vura kendini sünnet eden bir peygamber algısı Kuran’da yok. Tam aksine şeytanın neleri nasıl vaat ettiği (4:119,120) var. Allah, İsa’yı onlar öldürmediler ve asmadılar diyorsa (4:157) bu böyledir. Aksini iddia edemeyiz. İncil’de geçen bu iddianın incelikleri varsa da Allah ilim verdiği ve delil gösterdiği biçimiyle anlarız. Yahudilere azgınlıkları sebebiyle haram kılınan şeyleri (4:160) hadisler yoluyla alıp bize de “bunlar haramdır” demenin de manası yok. Üstelik bu haramları kabul eden bugünkü çoğu müslümanım diyenin, bunların aslında hadis olmayıp Tevrat’tan alıntı olduklarından bile haberleri yok. Hak kitaplar da içimizdeki elçilerdir. Peygamberlerden nasıl misak alınıp da (3:81) kendilerine bir elçi geldiğinde ona iman edip yardım edecekleri emredilmişse, onlar için de bizim için de bunun 114 Kalemzáde|Kapıları Aşarken izdüşümlerinden biri “önümüzdeki” kitapla daha önceki elçilikleri temsil eden Allah zikrine gereği gibi iman etmektir. Kitap ehli, dini konusunda taşkınlık etmiş, Allah’a karşı gerçek olandan başkasını söylemiştir. Meryem oğlu Mesih İsa Allah’ın elçisi ve kelimesidir. Meryem’e yönelttiği bir ruhtur. (4:171) Kimse Tanrı üçtür diyemez. (4,172 5:73) İncil’de benzetmeler elbette vardır ve çoktur ama Kuran vahyiyle uyumsuz başka bir yöne çekilip gerçeğe ihanet edilemez. Mesih ve yakınlaştırılmış melekler, Allah’a kul olmaktan kesinlikle kaçınmazlar. (4:172) İsrailoğullarından inkâra sapanlar, sözleşmelerini bozmaları sebebiyle lanetlenmiştir. Onlar kelimeleri konuldukları yerlerden saptırmışlardır. (5:13) Kendilerine hatırlatılanlardan pay almamışlardır. Biz Nasranileriz (İseviler) diyenlerden de kesin söz alınmış, ama sonunda onlar da kendilerine hatırlatılan şeyden pay almayı unutmuşlardır. (5:14) Biz Kuran ehli olarak bize hatırlatılanlardan öğüt almayı nasıl unuturuz! Kitap ehlinin kitaptan üzerini örtmüş olduklarının çoğunu açıklayan ve birçoğundan geçiveren elçi gelmiştir. (5:15) Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitaptır. Allah, rızasına uyanları bununla doğruya ulaştırır, karanlıklardan ışığa çıkartır. (5:16) “Allah Meryem oğlu Mesih’tir.” diyenler küfre düşmüştür. (5:17, 5:72) Eğer Yahudi ve Hıristiyanlar “Biz Allah’ın çocuklarıyız ve sevdikleriyiz” dese de (5:18) onlar da O’nun yarattığından birer beşer olduklarının farkına varmalılar. Meryem de Meryem oğlu Mesih de yemek yerdi. (5:75) Kitap ehlinin çoğu, yalnızca Allah’a, bize indirilene ve önceden indirilene inanmamız ve çoğunun fasıklar olması nedeniyle bizden hoşlanmazlar. (5:59) Kahinleri ve ahbarları, onları, günah söylemelerinden ve haram yiyiciliklerinden sakındırmalıyken (5:63) kendi yapmış oldukları ne kötüdür. 115 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve kendilerine Rablerinden indirileni ayakta tutsalardı, olmaz mıydı! (5:66) Tevrat’ı, İncil’i ve onlara Allah’tan İNDİRİLENİ ayakta tutmadıkça hiç bir şey üzerinde olmadıklarını keşke bilselerdi! (5:67) İsrailoğullarından inkâr edenlere, Davud ve Meryem oğlu İsa diliyle lanet edilmiştir. (5:78) Zeburu ve İncili okuyanlar bunu orada da görebilirler. Zamanı geldiğinde İsa’ya “Ey Meryem oğlu İsa, insanlara, beni ve anneni Allah’ı bırakarak iki ilah edinin, diye sen mi söyledin?” diye sorulacak (5:116) ve o da “Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söyledimse mutlaka sen onu bilmişsindir. Sen bende olanı bilirsin, ama ben Sen’de olanı bilmem.” diye cevap verecektir ve şöyle devam edecektir: “Ben onlara bana emrettiklerinin dışında hiç bir şeyi söylemedim. Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin, dedim. Onların içinde kaldığım sürece, ben onların üzerinde bir şahittim. Benim hayatıma son verdiğinde, üzerlerindeki gözetleyici Sen’din. Sen her şeyin üzerine şahid olansın.” (5:117) “Eğer onları azablandırırsan, şüphesiz onlar Senin kullarındır, eğer onları bağışlarsan, şüphesiz aziz olan, hakim olan Sen’sin.” (5:118) İsrailoğullarından zulmedenler, sözü kendilerine söylenenden başka bir şeyle değiştirmişlerdir. (7:162) Kendilerine hatırlatılanı unutmuşlardır. (7:165, 166) Kitap ehli Allah’ın yanında hahamlarını ve ruhbanlarını da rabler edinmiştir. Meryemoğlu Mesih’i de öyle. Oysa kendilerine, tek olan Allah’tan başkasına ibadet/kulluk etmemeleri emredilmişti. (9:31) Kuran “Allah çocuk edindi” diyenleri uyarıp-korkutur. (18:4) Bu konuda kendilerinin ve atalarının hiç bir bilgisi yoktur. Onlar sadece yalan söylüyorlar. (18:5) Tevrat‘daki ve İncil’deki benzetmelerden bazıları Kuran’da da anlatılır. (48:29) İnananların yüzlerinde secde eseri/izi vardır. Bu onların Tevrat’taki nitelikleri. İncil’deki nitelikleri de şöyle: Tıpkı bir ekin ki 116 Kalemzáde|Kapıları Aşarken filizini çıkarmış, o filizi kuvvetlendirmiş. Filiz kalınlaştı, gövdesi üzerine dikildi. Ziraatçıları da imrendirir/hayran bırakır bu ekin. Allah böyle yapar ki, onlar sayesinde, inkâr edenleri öfkelendirsin. Allah onlardan iman edip hayra ve barışa yönelik işlen yapanlara bir bağışlanma ve büyük bir ödül vaat etmiştir. Yahudi mezhepçilerinden Ferisiler ve din adamları İsa’ya gelip karşı çıktıklarında İsa onlara daha önce Yeşeya peygambere inmiş olan (Tevrat | Yeşeya 29,13) Allah vahyiyle cevap verir… (İncil | Markos 7:6,9) Yeşaya’nın siz ikiyüzlülerle ilgili peygamberlik sözü ne kadar da doğrudur! Yazmış olduğu gibi “Bu halk, dudaklarıyla beni sayar, ama yürekleri benden uzak. Bana boşuna taparlar. Çünkü öğrettikleri, sadece insan buyruklarıdır.” Ve İsa devam eder… “Siz Tanrı buyruğunu bir yana bırakmış, insan geleneğine uyuyorsunuz. Kendi geleneğinizi sürdürmek için Tanrı buyruğunu bir kenara itmeyi ne de güzel beceriyorsunuz!” İşte eğer Tevrat’ı ve İncil’i okursak tüm bu Allah zikrinin ve daha fazlasının farkına rahatça varabileceğimiz gibi, Allah’ın zikrinin karşısında insan sözleri olarak uydurulmuş olanları da ibret almak üzere rahatça fark edebiliriz. Ama tabi ki OKUrsak! 117 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Kendini Test Et|Kuran’a İnanıyor musun? İmanlı mısın İnkârcı mı?|İsa Tarzı Bir Sorgulama Adım Müslüman diye geçinen adam! Çokça örtündüm diye kurtulduğunu zanneden kadın! Gelin Kuran’a uyun. Gelin gerçeğin ruhuna. Gelin Allah’ın size bahşettiği özgürlüğe. Allah size geleneğinizin uydura geldiği o saçma sapan dini değil, akıl dinini gönderdi. Maksadım seni, senin beni tekfir ettiğin gibi tekfir etmek değil, sadece uyarmak. Maalesef sen Kuran’a inanmıyorsun! Sen inandığını söylediğin kitabı inkâr ediyorsun. Ayetlere, başka hükümleri tercih ederek, o ayetleri bilmediğin yalanlarla örtüyorsun. Allah’ın ayetlerini örtene de kâfir dendiğini çok iyi biliyorsun. Eğer Allah’ın 118 Kalemzáde|Kapıları Aşarken ayetlerine başka hükümleri tercih ediyorsan sen de kitaba göre kâfir olmayasın! Şimdi şu aşağıdaki sorulara cevap vererek kendini test et. Kuran’a gerçekten inanıyor musun, yoksa bilmeden inkârcı mı olmuşsun! Kitapta “Atalarınıza uymayın, Allah’a uyun” diye söylendiğini işittin. Sen hala “Benden öncekiler Kuran’ı anlamış olmalıdırlar, büyüklerimden öğrendiğime uyarım.” diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Kitapta “Biz ruhbanlık emretmedik, din adamlarınızı rabler edinmeyin” dendiğini işittin. Sen hala “Ancak onlar bize dinimizi öğretirler!” diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Kitapta “Her türlü bağımlılıktan özgürleşmiş olarak sadece Allah’a yönelin” dendiğini işittin. Sen hala “Şeyhim beni Allah’a ulaştırır!” diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Kitapta “Şefaatin Tümü Allah’ındır” dendiğini işittin. Sen hala “Şefaat ya resulallah!” diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Kitapta “Bu kitaptan sorulacaksınız” dendiğini işittin. Sen hala “Hadisler, icmalar, kıyaslardan da sorumluyuz” diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Kitapta “Allah’a bağlanın, onunla bağlantınızı ayakta tutun” dendiğini işittin. Sen hala araya başka bağlantılar koyuyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Kitapta “Mezhepleşmeyin, fırkalaşmayın, dinde bölünmeyin” dendiğini işittin. Sen hala “Yetmiş iki fırkadan benimki en doğru fırkadır” diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Kitapta “Allah, âlemlerin rabbidir. Peygamberse bir beşerdir, insandır” dendiğini işittin. Sen hala peygambere “Kâinatın efendisi!” diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? 119 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Kitapta “Ben sadece bana vahyolunana uyarım” dendiğini işittin. Sen hala “Rivayetlerle gelene de uyarım” diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Kitapta “Allah, pisliği akıllarını kullanmayanların üzerine yağdırır ” dendiğini işittin. Sen hala “İslam akıl dini değil, nakil dinidir!” diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Kitapta “Zanna tabi olmayın” dendiğini işittin. Sen hala kitapta olmadığı halde Allah ve peygamber adına anlatılan her şeyi din diye dinliyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Kitapta “Oku” dendiğini işittin. Sen hala okumayı islamın ve imanın şartlarından bile saymıyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Kitapta “Ne dediğinizi bilmeden salât’a yaklaşmayın” dendiğini işittin. Sen hala ne dediğini bilmeden namaz kılıyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Kitapta “Kim ayetlerden yüz çevirirse ona bir şeytan sardırılır. Şeytan onları yoldan çıkarır. Ama onlar kendilerini hala doğru yolda zannederler.” dendiğini işittin. Sen hala ayetlerde ne dendiğini önemsemiyorsan ve okumuyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Kitapta “Yemin olsun, öğüt alınsın diye Kuran’ın anlaşılmasını kolaylaştırdık” dendiğini işittin. Sen hala “Biz onu anlayamayız!” diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Kitapta peygamberin ahretteki tek şikâyetinin “Rabbim, halkım Kuran’ı terk etti.” olduğunu işittin. Sen hala o kitabı anlamak peşinde değilsen Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Kitapta “Bu kitabı indirmemiz size yetmiyor mu?” dendiğini işittin. Sen hala “Kuran yetmez!” diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Kitapta “İnsanların çoğu hüsranda, insanların çoğuna uyarsanız sizi yoldan saptırır, insanların çoğu ortak koşmadan Allah’a iman etmez” 120 Kalemzáde|Kapıları Aşarken dendiğini işittin. Sen hala “Çoğunluğa uyarım!” diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Kitapta “Sana vahyedilene uy. Dosdoğru yol budur.” dendiğini işittin. Sen hala “Kuran ve peygamberin sünneti” diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Kitapta “İhtiyacınızdan artanı infak edin” dendiğini işittin. Sen hala “Kırkta bir zekât!” diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Kitapta “Allah, kendisine ortak koşulması dışında tüm günahlarınızı dilerse affeder” dendiğini işittin. Sen hala “Affedilmeyecek günah sadece kul hakkıdır!” diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Kitapta “Allah tek olarak anıldığı zaman inanmayanların içini sıkıntı basar. Ama Allah’la beraber başkaları da anıldığı zaman hemen rahatlarlar.” dendiğini işittin. Sen hala sadece Allah’a yönelmeye çalışırken peygamberin, meleklerin ve gelmiş geçmiş başka insanların da adını anmaktan geri duramıyorsan, Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Kitapta “Kuran eksiksizdir, öğüt alınması için açık anlaşılırdır, kendini açıklar, tamamlanmıştır” dendiğini işittin. Sen hala “Kuran’ı ancak hadisler açıklar!” diyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Kitapta bütün elçilere müşriklerce “Sapkın, sapık, sapmış, mecnun” gibi sözlerle karşı çıkıldığını işittin. Sen hala “Kuran yeter” diyen müminlere bile “Sapık!” diyorsan o müşriklere benzemiş ve Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Kitapta “O zikri biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz” dendiğini işittin. Sen hala, hafız olarak Kuran’ı unutulmaktan koruyacağını zannediyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Allah, müşriklere atfen “Onlar eskilerin eserleriyle yol almaya çalışırlar” derken sen hala eski âlimlerin eserleriyle yol almaya çalışıyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? 121 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Kitapta “Kuran indirilirken sorulmamış ve dolayısıyla cevaplanmamış olanlardan sorumlu olmadığımız”ı işittin. Sen hala başka haram ve helaller uyduranlara dinmiş gibi uyuyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Kitapta “Bütün övgüler Allah’a” dendiğini işittin. Sen hala din adına önüne geleni övüyorsan Kuran’ı inkâr etmiş olmuyor musun? Şimdi bütün bunları tekrar işittin. Peki itaat etmeyecek misin?… Bana kızma! Düşün… İçimizdeki merhamet kibrimizi eritmese her tekfir edilişe ve dışlanmaya katlanıp da bu kadar üsteler miydik! Sizi gerçeğe çağırıyor olmasak sizinle dünyaya dalıp da gitmez miydik! Allah’a dön. O’nun kitabını oku. Allah sana yeter. O ne güzel vekildir. 122 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Yazı ile ilgili Öne Çıkan Yorumlar… Yorumcu: Peki Hz peygamberi bu yazınin neresine koyacaksiniz. Bu dini bize aciklayan izah eden anlatan Hz resululahin kimeti harbiyesi hiç mi yok. Bu sizin bahsettiğiniz din hangi dindir acaba. Madem kuran diyorsunuz cenabi hak kurani kerim de ve ma atakumu resulu feguzu hu ve ma nehakum anhu fentehu. O peygamber size neyi verdiyse onu aliniz size neyi yasakladiysa ondan kaciniz buyurmuyor mu Allah. Peki sizler bu dinin icerisinden hz peygamberi ve sozlerini nasil cikarirsiniz. Bu millet hz peygambere degilde size mi uyacak. Bu fikirlerinizle sizler mezhepcilik yapmiyor musunuz. Hz peygamber kurani kerimi acikladiği zaman hasa yanlis yapiyorda sizler mi kurani kerimi acikladiginiz zaman doğru yapiyorsunuz. böyle sacma sapan fikirlerinizi kendinize saklayin. Kalemzáde: Selam M… E…. kardeşim, Gel adın gibi Mehmet ol, adın gibi dininden emin olup da inan. Peygamber bu yazının her yerinde, onun sözlerini başka yerde arama, ki Allah’ın Kuran’daki her lafzı peygamberin ağzından çıkmıştır, gel mehmet ol gel bundan emin ol. Allah’ın elçisinin kıymeti olmaz mı! Gel Allah’ın elçisinin okuduğu gibi anlayarak oku kitabını. Gel alıntıladığın ayetin önüne arkasına bak da konunun ne olduğunu anla, ki orada dağıtılan ganimetlerden bahsedildiğini gör. Gel din namına sadece kitabına uy ki fırkalaşmaya mezhepleşmeye sen de uyma, ki kitabın hükümlerinde birleşenler ancak fırkalaşmazlar. Gel bu milletin ne sana ne bana ne de imama değil de Kuran’a uyması gerektiğini gör. 123 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Peygamber Kuran’ı beyan etmiştir, gel peygambere uy da sen de başkalarının söylediklerini değil Kuran’ı beyan et. Gel Mehmet emin ol. Sanki Allah bugün bir kitap indirmiş say ve aç o kitabı hiçbirşey bilmiyormuş gibi ve sana iniyormuş gibi oku. Gel merak et Allah ne demiş, anlamak için oku bu kez de ve iman et. Sen de adın gibi Mehmet ol, sana bugüne kadar din diye anlatılanlardan değil gel Kuran’dan emin ol. Allah’a emanet ol. 124 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Affedin Affetmezlikten Arınmak Size bir şey soracağım… Affetmezliğimizden arındık mı? Sözgelimi, şu duayı yapmaya hazır mıyız? “Ben, bana karşı yapılan her şeyi, herkesi affettim, sen de beni affet Rabbim.” Şu ölümlü dünyadaki son gününüze gelmiş olduğunuzu düşünün… Daha önce size yapılan kötülükleri affetmenizle affetmemeniz arasındaki fark, o zaman çizgisinde, hayatınızın o son saniyelerinde ne önemdedir? 125 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Yazının devamına geçmeden önce aşağıdaki soruyu bir daha okuyun ve gözlerinizi kapatıp az biraz düşünün. Daha önce size yapılan kötülükler, dünya hayatınızın o son saniyelerinde ne önemdedir? Allah’ın “size yazıldı” dediği şeyler bize gösterdiği en iyi opsiyonlardan biri midir yoksa bir şeyin “bize yazılmış olması”şart olması mı demektir? Eğer yazılan şey şart olan ise neden kısas yazıldıktan sonra kısastan vaz geçmek ve yapılanı affetmek daha hayırlı bir seçenek olarak önümüze konulmuştur? Kanaatimce yazılmış olan şey, inananlarca yapılması makbul olan, asgari yüklenilebilecek şeydir. Bize kaldırabileceğimizden fazla yük yüklemeyen Yaratıcımızın bize yazdığı şey, kapasitesi gereği en az yük yüklenebilecek olanımızın yapabileceği şeydir. Ama içimizde öyle cevherler olabilir ki daha fazlasını da yüklenebilir. İşte kısas buna en güzel örnektir. Kendisine yapılana aynı misliyle karşılık vermek, yani kısası uygulamak her müminin yapabileceği asgari yüktür. Ama bir kısası affetmek her inananın yapabileceği değil, bu yükü kaldırabileceklerin harcıdır. Tecavüz edilmeye kalkılıp da katledilen Özgecan’ın babasının katil hakkındaki sözlerini hatırlayın. “Benim kızım gitti diye o kişinin idam edilmesini istemem…” diyebilen o güzel adam kapasitesinin ne kadar üstünde bir yük yüklenebildiğini cümle âleme göstermişti. Ya biz! Ya bizim başımıza Özgecan’ın babasının başına gelmiş olandan daha kötü ne geldi ki affetmeye yanaşmayalım! Demem o ki “kitabi olmak koşuluyla” daha hayırlı olduğuna işaret edilen bir seçenek buluyorsak onu da tercih edebiliriz. Eğer Âdem’in oğullarından biri, diğeri onu öldürmeye kalktığında karşılık vermiyor ve bir anlamda kendine yapılanı Allah’tan korktuğunu ileri sürerek affediyorsa, hatta bu yolda ölüyorsa… Allah bize bu örnekle kendimizin de kitabı inceleyerek bulacağı birçok hikmetli davranışı seçenek olarak veriyor demektir. “Sen beni öldürsen de ben sana elimi 126 Kalemzáde|Kapıları Aşarken kaldırmam.” demek, “isterim ki ben yargılayıcı olmayayım, o yargının sahibi seni yargılasın.” demek ve bunun yanında affederek yargılayıcı olmaktan arınmak istemek, “kendimi az buçuk bile ilah edinmek istemem.” demek değil midir? Ya biz! Sen bütün kabahatlerine, yaramazlıklarına rağmen kendini affedip dururken, başkasının sana yaptıklarını affetmemek ne büyük iki yüzlülük. Sen veya siz hitaplarım hepimiz içindir… Dünyanın son gününde senin için onu affetmemişliğin mi daha büyük suçtur, sana geçmişte başkaları tarafından yapılmış bir kötülük mü? Bilemezsin. O halde hangisi ile öte tarafa geçmek istersin? Sana yapılmış kötülüğü zaten Allah bildiğine göre senin için kötü olan başkasının sana kötülüğü değil senin kendi kalbindeki o öfkedir. Sen birisini affetmemiş olarak, Allah tarafından affolmayı umduğun tarafa geçmek üzeresin. Neden tamamen arınmış olarak geçmeyesin de hala kusurlu olasın! Dünyada olup bitmiş bir problemden dolayı kalbin neden kirli olarak haşrolasın! Diyelim ki yıllar önce birisinin hakkına girdiniz ve geri ödemenizi yapamadınız. Belki o kişiyi bir daha bulamadınız ya da bulsanız da sizi reddetti. Tevbe etmiş bir inanan olarak Allah’tan bekliyorsunuz ki bundan dolayı sizi sorumlu tutmasın! Ama bir de varsayalım ki Allah’a rağmen o kişi sizi affetmedi ve sorumlu tutmak istedi. O kişinin karşısına öyle bir iyilikle çıkmalısınız ki, o sizin ödeyemediğinizin değerini kat kat aşmış olarak elinizde oraya götürebileceğiniz ve mizanda ağır yük çekecek bir şeyiniz olsun. O tarafa doları, lirayı götüremezsiniz. Götürebilseydiniz bile tüm para birimlerinin değeri sıfır. Değeri sıfır olan bir parayı “exchange” yapabileceğiniz hiçbir döviz bürosu bulamazsınız. Öte tarafta bir işe yaramaz. Bu dünyada geri vermeliydiniz. Ama veremediniz. Mal da götüremezsiniz. Ama götürebilseydiniz bile o mal da öte tarafta, Allah’ın hazinesindekilerin yanında çerçöpten başka anlam taşımayacak. O halde! 127 Kalemzáde|Kapıları Aşarken O halde, eğer kendi nefsinizi affediyorsanız, eğer Allah’ın da sizi affetmesini bekliyorsanız, siz de başkalarını şimdiden affedin. Sizin o kimseye yaptığınız kötülüğün bir benzerini ve hatta daha fazlasını başkası size yapmış ve siz affetmişseniz, o affedilmemişlik durumunun karşısına korkmadan çıkabilirsiniz. O yüzden şu ölümlü dünyada bize yapılanlar her ne olursa olsun (Allah’a karşı değil, sadece bize/şahsımıza yapılanları kastediyorum) hadi onları ne varsa affedelim ki bizim yaptığımız aptalca kabahatlerimizi de Allah affetsin. Kimde bizim hakkımız varsa helal edelim ki, bizde hakkı olanlara karşı bir mazeret edinelim. Öyle ki, aslında onları affederek kendimizi affetmiş olacağız. Çünkü affetmezlikten de arınmalıyız. Eğer biz affetmiyorsak, affedilmeyi nasıl hak edebiliriz! Bir duamız varsa onu dava edinmeden nasıl duamıza icabet edilmesi için beklenti içine girebiliriz! Kendi yaramazlıklarımızı ve kendimize ve başkalarına ettiklerimizi hiç düşünmeden… kendimizi affedebilmiş gibi yaşıyor… ve hala başkalarına aynı iyi niyeti (içsel olarak) gösteremiyorsak… gerçekte o benzer kabahatlerimizden dolayı kendimizi de affetmemişiz demektir. İkiyüzlülüğü başkasına karşı yapmak kötü de o ikiyüzlülüğü kendimize karşı yapmak iyi mi? Kısacası kendimize de iki yüzlü olmamak durumundayız. Eğer başkasından beklentimizi kendimize uygulamıyorsak veya tam tersi kendimiz için gösterdiğimiz şefkati başkasına besleyemiyorsak yine ikiyüzlülük yapmış oluyoruz. O yüzden bugüne kadar bize bilerek ya da bilmeyerek yapılmış her kötülüğü ve onu yapanları, ne kadar zor bir karar olsa da affedebilsek ve gerçek affı sahibine iade edebilsek ne de güzel bir iş yapmış oluruz, değil mi! Herkes kendisine yapılanı affederse, Allah da böyle insanların O’na karşı yaptıkları hataları inşallah affedecektir. Misalen… Senin üç kuruşunun üzerine yattı diye onu affetmezlik yapma. Dünyanın veya ömrünün son günü o üç kuruşun da üç milyar doların da hiçbir önemi kalmayacak, ama “affetmezlik”ten arınmamış 128 Kalemzáde|Kapıları Aşarken olanın bu arınmazlıktan doğan sorumluluğu ortadan kalkmış olmayacaktır. Tasavvuf edebiyatı ya da arabesk yapmıyorum. Affetmek sadece duygusal olmak zorunda değildir. Mantıklı bir karardır. Ki bu karar birçok engeli ortadan kaldırır. Allah’ın affını düşünün. O’nun af kararı bizim için cennete giden engelleri ortadan kaldırır. Bizim kararımız da belki de bizim için bu engelin kalkmasında ilk aşamadır. Hüküm sahibi sadece O olduğuna göre, biz “seni asla affetmem” diyerek kendimizi hüküm sahibiymiş gibi nasıl görürüz! Eğer size birisi kötülük yapmaya devam ediyorsa ondan sessizce ve affederek uzaklaşmak varken, onu yargılama peşine düşmek kendini yargıç yerine koymak değil midir? Sevmediğimiz insanı bile affetmek kadar erdemli bir iş yapmaktan neden kaçalım! Adem’in erdemli oğlu gibi davranalım. Sevmezsek de uzaklaşsak da affedelim. Ki biz de affedilelim. Öte tarafta, bizim bu hayatta iken bilerek ya da bilmeyerek hata ve kötülük yaptığımız insanlarla yüzleşmek zorunda kaldığımızı varsayalım… ve affedilmezliğe karşı en güzel kalkanı… affetmiş olma kalkanını kuşanmış olalım. Şu ölümlü dünyada bizim olan neyimiz var ki bir de böbürlenip birilerini affetmezliğe soyunuyoruz! Hangi dağları biz yarattık, hangi sineğin kanadındaki hayvan nesillerini biz taşıdık, hangi gezegeni yıldızının etrafında biz yörüngede tutuyoruz, hangi nefesi biz veriyoruz ki birilerini bize karşı sorumlu tutalım! Affetmek, sana karşı kabahat işleyeni bu işinden dolayı artık sorumlu tutmamaktır. O kadar özgür yaratılmışız ki Allah’ın bize olan affı bile, bir anlamda bizim elimizde. Eğer Allah affedecekse biz istediğimiz, biz affettiğimiz için olacaktır. Biz gerçekte neye talipsek Allah bize O’nu verecektir. Bize sadece laf değil, sadece söz değil, sadece davranış değil kalbimiz dahil “gerçeklik manasında” istemediğimiz hiçbir şeyi bize vermeyecek, istediğimiz her şeyi verecektir. Biz bunun şahitleriyiz. Allah kimseye zulmetmiyor. Biz bize zulmediyoruz. Dua ediyorsak onu 129 Kalemzáde|Kapıları Aşarken dava edinmek durumundayız. Herkesin kuşu boynunda değil mi? Herkes yaptıkları ve yapmadıklarının karşılığını görmeyecek mi? O halde “Allah’ım beni affet” demekle torpili değil, O’nun bize bu affediliş için göstereceği yolu bulacağız. “…Affedin!… Allah’ın da sizi affetmesini istemez misiniz!…” (24:22) “Evet evet! Öyle tabi!” diye cevap verilecek, kalbe inmeden kulaklardan gelip geçecek öylesine bir hatırlatma değil bu. Gerçeğin ta kendisi. Hem de ta kendisi. Mesele hakkınız yendiğinde haklı olmanız değil. Allah sizin haklı olduğunuzu zaten biliyor. Ama ölümlü dünya… Eğer siz kendinize yapılanı affedemiyorsanız, kininiz, düşmanlığınız, öfkeniz, yıkılmışlığınız ve yılgınlığınız bitmiyorsa haklı bile olsanız bir daha düşünün. Cennet istiyorsanız cennet, rıza istiyorsanız rıza tamamen sizin elinizde. Sevmeseniz de, yüz çevirseniz de, yüzünü görmek istemeseniz de, bu da bana yapılır mıydı deseniz de, kızsanız da, sövseniz de, onu affettiğinizi ona söylemeyecekseniz de, söyleyemesiniz de, yüzüne karşı “seni asla affetmiyorum” demiş olsanız da, barışmasanız da, yılanın teki olduğunu bilseniz ve uzak duracak olsanız da gelin affedin. O bilmese de Allah bilsin affettiğinizi. Bu erdeminiz sizin, bizim yaptıklarımızın umarım ki kefareti olacaktır. Size yaptıklarından dolayı öte tarafta kimseyi size karşı sorumlu tutmayın ki, sizin yaptıklarınızdan dolayı birisi sizi sorumlu tutarsa mizanınızda aksi yönde ağırlık yapmasın. Affetmişliğiniz hep daha ağır kalsın. Unutmayalım ki… Eğer Allah’ın üzerimizdeki merhameti olmasaydı hiç birimiz temize çıkamazdık (24:21). Kitapta, bizi imanımızdan sonra küfre döndürmeyi yürekten isteyenleri bile Allah’ın emri gelene kadar affetmemiz istenir (2:109). Kendimiz için hayır olarak neyi verirsek, Allah katında onu bulacağımızı bilmeliyiz (2:110). Güzel bir sözün ve bir bağışlamanın ardından eziyet gelen bir doğrulamadan/sadakadan üstün olduğunu unutmamalıyız (2:263). Nimet ve imkândan başkalarına bağışladığımız, esasında bizim öz benliklerimiz lehinedir (2:272). Kurtuluşa erenler öfkelerini yutup, insanları affedenler, güzel düşünüp güzel davrananlar olacaktır (3:134). Bir kötülüğü affedersek, 130 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Allah’ı da çok affedici bulacağız (4:149). İçlerinden birazı dışında, diğer insanların çoğundan sürekli ihanet görüp dursak da yine de onları affetmemiz, aldırış etmememiz isteniyor bizden (5:13). Kısas hakkını bile kim bağışlarsa, bu bağışlaması kendisi için günahlara bir perde olur, deniyor (5:45). Kitaba varis olanlar bugün biz isek “Biz zaten bağışlanacağız!” diyemeyiz, bu bağışlanmanın yolunu bulmak için o kitabın içindekileri okuyup inceleyip aklımızı kullanmalıyız (7:169). Cahillerden yüz çevirsek de affetmeyi esas almalıyız (7:199). Bize bu dünyada (maddi ya da manevi) ne verilmişse dünya hayatının metaıdır, Allah katında olan ise daha hayırlıdır (42:36). Öfkelensek bile affedenlerden olmalıyız (42:37). Bir kötülüğün karşılığı tıpkısı bir kötülük olsa bile, affetmeyi esas alanın ücretini bizzat Allah verecektir (42:40). Affedebilmek çok büyük bir iştir. Sabredip bağışlayan bilsin ki bu, işlerin en zorlularındandır (42:43). Yakınlarımızı da eğer affeder, ellerini tutar, hatalarını görmezden gelirsek, kuşkusuz Allah’ı da bize karşı affedici, merhamet edici buluruz (64:14) Tüm bu ayetlerin yanında İncil’de de bu ayetleri destekleyen, önümüzdekiyle doğrulayabileceğimiz gerçeğin ruhuna dair ifadeler vardır. Matta 6:12’de “Bize karşı suç işleyenleri bağışladığımız gibi, Sen de bizim suçlarımızı bağışla.” diye dua edilir. Yine Matta 6:14,15’de mealen “Başkalarının suçlarını bağışlarsanız, Rabbiniz de sizin suçlarınızı bağışlar. Ama siz başkalarının suçlarını bağışlamazsanız, Rabbiniz de sizin suçlarınızı bağışlamaz.” denmektedir. Bir kez daha içinde bulunduğumuz şu Ramazan ayı, inşallah hepimiz için bağışlama ve bağışlanma için elimizden gelen en büyük çabayı gösterdiğimiz bir ay olur. Hadi… Bundan önce ne geçtiyse geçsin bize karşı yapılmış tüm kötülükleri affedelim. Bizim gibi insanlara düşen inanıyorum ki budur. Selam ve saygılarımla, hayırlı Ramazanlar… 131 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Yazı ile ilgili Öne Çıkan Yorumlar… Yorumcu1: İslam’da ve Kuran’da yer alan “Kısas” gibi mantıki akılla vicdanla uyumlu bir duruma rağmen insanları çok pasif, aslında toz pembe sevgi kelebeği gibi hoş görünse de vicdanen adaletsizliğe iten bir yaklaşım olmuş. Evet İslâm da birini affetmek güzeldir. Ama bize tokat atana diğer yanağını çevirmek, sen beni öldürsen de ben sana dokunmam ya da yazıda verildiği gibi özgecanın babasının sözünün alınıp “o şahsın idam edilmesini istemem” (ki o babanın tıbbi yardımla sakinleştirici vs aldığını düşünüyorum) gibi örneklerle kişiyi pasif duruma düşüren yaklaşıma kesinlikle inanmıyor ve mümin kimliğimle karşı duruyorum. İslam’da savunma savaşı vardır. Sana zulmedene baş kaldırırsın karşı çıkarsın sen de ona yürürsün bu kadar basit. Ya da zina edenleri 4 şahit durumunda 100 vuruşla ciltlerine ceza ehliyetini kullanırsın. Bu yazılan anlayış pek çok kişiye göre “iyi niyet” gelse de Kuran müminleri haksızlığa zulme çirkin işlere karşı aktif karşılık veren kimseler haline getirir. affederek yargılayıcı olmaktan arınmak istemek, “kendimi az buçuk bile ilah edinmek istemem.” demek değildir. Kuran hükümlerine uyulduğu müddetçe değildir… Kalemzáde: P…, kısas hakkından vazgeçmenin daha hayırlı olduğunu ben söylemiyorum, Kuran’da bu böyle ifade ediliyor. Üstelik affetmek demek, suçun dünyevi bir karşılığı olmasın, katiller ortalıkta serbestçe dolaşsın demek değildir. Yazı boyunca bahsettiğim af mekanizması zaten bireysel ve içsel bir af mekanizmasıdır. Mağdur olmuş müminle Allah arasındaki iletişimin bir parçasıdır. Bunu anlamış olmalısın. Yorumcu2: Merhabalar Cengiz bey, Affetmek aynı zamanda kendi iç huzurumuzu da bulmak demektir bana göre, kendi iyiliğimizedir. Af 132 Kalemzáde|Kapıları Aşarken ederek, içimizde sıkıntı yaratan bir ruh halinden de kendimizi kurtarır ve rahatlarız. Her halde, hep iyiliğmizi isteyen Yüce Rabbimizin bize bir başka lütfu gibi de değerlendirebiliriz af etmeyi aslında. Çok zor bir şey af etmek ama size katılıyorum ve af etmeyi kendimize öğretmeliyiz diye düşünüyorum. Selam ve dua ile…. Kalemzáde: Merhaba Ö… kardeşim, Yazıyı yayına hazırlarken aklımda olan ama bir şekilde yazının içine eklemeyi unuttuğum bir konuydu affın psikolojik yönü. Ama siz güzel ifade etmişsiniz. Ve ayrıca evet, affetmek çok zor bir iş ve bu hem Kuran’daki ayetle sabit hem de günlük yaşamımızda kendini ispat eden bir gerçek. İnşallah en çok affedebilenlerden ve affedilenlerden oluruz. Selamlarımla… Yorumcu3: Merhaba cengiz bey.. Bizi en cok perdeleyen,tikayan bir konuyu muhtesem yakalamis ve aciklamissiniz…P… kardes, cokluk yanilgisiyla kendince hakli cikarimlar yapmis… Her ne yana baksan Allahin vechini gorursun ayeti,icraatini yapanin Allah oldugunu bilmemiz icin.. Teklik bakis acisiyla anlamaya gayret edince yazinizin icerigi anlam buluyor. Ne halde olursen o halde hasrolacagim.. Ve ne zaman vaktin gelecegini bilmedigime gore, bu hali bir an once hazmiyla yasantima gecirmem gerek ki.. hazirliksiz yakalanmayayim.. Benim icin ihtiyacti bu yazi ,beyninize kaleminize saglik.. Allah nurunuzu ilminizi artirsin.. selam ve sevgiler.. Yorumcu4: Yazınızda özgecanın babası ile ilgili bölüm ve kendini az buçuk bile ilah edinmek gibi ifadeyi ciddi yanlışlar olarak görüyorum. Özgecan olayı sadece bir cinayet değil toplumda derin bir acı ve infial uyandıran travmadır. 133 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Kuranda yer alan bozgunculuk fesad çıkarma suçununda ağır bir örneğidir. Ayrıca cinayet suçundan affetme durumunda bile fidye ödenmesi gerekiyor. Cinayet ve bozgunculuk suçunu diğerleri karıştırmamak gerekiyor bunlarda af değil kısas teşvik edilen durumdur. Yorumcu4: Yazınız af konusunda yanlış bir yönlendirme ve büyük oranda abartı içeriyor. Cinayet ve bozgunculuk suçunda af değil kısas teşvik edilen durumdur. Öldürülenler hakkındaki ayetten bir sonraki ayette bu açıkça belirtiliyor. Bakara, 179.. Ayet: “Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki sakınırsınız.” Özgecan olayı sadece bir cinayet değil toplumda derin bir acı ve infial uyandıran travmadır. Ağır bir fesad suçudur aynı zamanda. Bu suç sadece o insan ve ailesine değil toplum düzenine karşı işlenmiştir. Kuranda yer alan kısas hükümleri intikam değil toplum düzeni içindir. Dikkat edilirse affedilmesi teşvik edilen durumlar hafif suçlar ve toplumsal ilişkilerde yaşanan hatalarla ilgilidir. 134 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Pamuk Gibi Bir İhtiyarın Tutarsız Duası Dua mı Ediyoruz? Kendimizi mi Kandırıyoruz? İzleyenler bilirler, televizyonda bir kanalda, kucağındaki bebeği ve yanında kocası ile dünyayı gezen ve çektikleri görüntüleri paylaşıp anlatan güler yüzlü bir kadının beğendiğim bir programı var. Geçenlerde Mekke ve Medine’deydi. Orada rastladığı Türk vatandaşlarıyla da röportajlar yapmış. Konuştuğu insanlar genellikle geleneksel İslami inanca uyduğu, giyimleriyle kuşamlarıyla ve düzgün tıraşlarıyla ülkemizin zengin Müslüman kesiminden olduğu intibaı uyandıran kimselerdi. Yaşlı bir amcayla konuşmaları özellikle dikkatimi çekti. Programı sunan kadın ona, oraları sordu. Adam da “Buralar çok güzel.” dedi ve sözleriyle İslamın altın devrinin, peygamber zamanının ve 135 Kalemzáde|Kapıları Aşarken sahabenin hayatının kokusunu aldığını anlatmaya çalıştı. Ardından samimi olarak dedi ki “Allah gelemeyenlere de buralara gelmeyi, görmeyi nasip etsin.” Birkaç kelam daha konuştuktan sonra bu kez sunucu bayan kaç defa bu topraklara geldiğini sordu yaşlı amcaya. Adam yanındaki ailesine dönerken gülümseyerek ve övünerek mırıldandı “Kaç kez oldu hatırlamıyorum. Çok geldik çok. Neredeyse her fırsatta geliyoruz biz.” Şimdi size soruyorum. Bu nur yüzlü, namazında niyazında olduğu ve kimseye kötülük yapmak isteyeceğini zannetmediğim ve de kendisini dine adadığı intibaı uyandıran bu amcanın “Allah gelemeyenlere de buralara gelmeyi, görmeyi nasip etsin.” şeklinde ettiği dua ne kadar samimidir? İnsan kendisi için istediğini başkası için de istiyorsa bunu eyleme dönüştürmeli değil midir? “Allah’ım sen bana verdin, ben de her sene geliyorum. Başkalarına da ver.” demek Allah’a karşı samimi olmak mıdır, yoksa Allah’a ve insanlara karşı ikiyüzlülüğün bir göstergesi midir? Eğer sen her sene, her fırsatta buralara gezmeye geliyorsan, artık gelmeyip başkalarını göndermeyi neden düşünmezsin? Allah’a sözde başkaları için dua ederken, sen de bu duanı dava edinip başkalarının da oraya gelmesi için neden gayret sarf etmezsin? Allah’ım bana ver, dedikten sonra şükrün sadece teşekkür müdür yoksa sana verilenden başkasına da vermek midir? Her yaz tatilinde Miami’ye, Paris’e gidenler de senin gibi yapmıyorlar mı? Onların içinde de buralar çok güzel, Allah herkese burayı görmeyi nasip etsin diyenler yok mu? Hiç yalan söyleme amca! Sen geziyorsun, lezzet alıyorsun… ve lezzet alırken Allah’ı da memnun ettiğini zannediyor ve bununla huşu duyup övünüyorsun! Oysa Allah senden paylaşmanı bekliyor da görmezden geliyorsun. Senin şükründe vefa yok, senin duanda dava yok, senin nur yüzünde ışık yok. Sadece kandırıyorsun. Hilkat garibesi olsaydın da yüzünde zerre nur olmayıp kalbin nurla dolu olsaydı keşke. İnsanlara güler yüzlü olmasaydın da 136 Kalemzáde|Kapıları Aşarken ellerin başkalarını güldürseydi keşke! Senin “Allah başkalarına da nasip etsin.” diye ettiğin dua ihtiyaç sahibi birine “Hadi, Allah versin” demeye benziyor. Kırmızı şaraplı kuş sütü eksik olmayan masalarında yemek yerken yarım somun ekmeği fakire vermeyi hatırlayamayanlardan hiçbir farkın yok. Sana bakınca gözümüz pamuk gibi bir ihtiyar görüyor ama varsa yaptığın iyi amellerin de sanki bu arada boşa gidiyor! Ettiğin duanın kimseye faydası yok! Allah sana “iyiyim” diye verdi zannediyorsun. Bilmiyorsun ki duan sana geri dönüyor! Bilmiyorsun ki Allah sana o kadar merhametli ki, ettiğin duanın karşılığını hep sana geri vererek sana zikri hatırlatıyor. Ama kalbini kilitlemiş anlamıyorsun. Senin her uçak biletinle bir aile iki ay karnını doyuruyor. Sen halinden memnunsun, dünyalık istiyor, dünyayı alıyorsun. Ödülünü burada alıp, öbür tarafa alacak bir şey bırakmıyorsun. Ömrün bitmeden keşke uyanabilsen! 137 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Hál’e Kısa Bir Özet Salãt ve Sair Tartışmalar Üzerine… Fitnelere kapılmayıp, inananların din üzerine kavga etmemeleri gerekir. İlmi tartışmaya evet, ama içinde kavga olanına hayır… İnsan başına bir müsibet geldiği zaman zaten Allah’ı anar ve hatta birinci sıraya oturtur. Yani istese de istemese de Allah’la bağlantısını kurmaya başlar. Artık kötülüklerden alıkonulmak için ilave bir çabaya gerek kalmamıştır. Zaten müsibet anında insan, mecburen Allah’la bağlantısını ayakta tutmaktadır. Sözgelimi kimse hasta yatağından kalkıp ya da ailesinden acil hasta bir üyesini öylece bırakıp hacca gitmez, gitmemelidir de. Benim gözümde bunu yapmak akılsızlıktır. Çünkü hacca gitmek bir yana hac zaten ayağına gelmiştir. 138 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Kitapta Allah’ı sadece müsibet anında hatırlayanlar için neler söylendiğini unutmayın. Mesele o musibete uğramadığın zaman da Allah’ı anmak, O’nun birinci gündemde olduğunu anlamaktır. Ki böylece normal zamanlarda da kötülüklerden alıkoysun kendini. Salât kötülükten alıkoyar, ama hastaysanız, seferdeyseniz, zordaysanız, başınızda bir güvenlik sıkıntısı varsa Allah’ı isteseniz de istemeseniz de zaten tesbih etmektesinizdir. Namaz oruç salat hac diye tartışıp durmayalım. Ne yapmak istiyorsak onu, ne gördüysek onu, nasıl yapmak istiyorsak o şekliyle yapalım. Salâtta namaz da vardır, oruç da, kilisenin tahta sırasına kapaklanıp dua etmek de, yıldızları seyre dalıp Allah’ın yaratışını düşünmek de. Kalkıştığın salât üşenerek kalktığın bir salâtsa, hiç namazı savunma! Her sabah kalkıp ders yapmıyorsan salât derstir diye dayatma. İki ayda bir birine beş kuruş verdiğinle övüneceksen ya da yaptığın arkadaş toplantılarında sadece Kuran’ı anlamak üzerine konuşup hayattaki problemlerinizi paylaşmak ve çözmek için birbirinize destek olmayacaksanız hiç salat destekleşmedir de deme! Klasik müzik dinlerken veya belgesel seyrederken Allah’ın sanatı aklına gelmiyorsa hiç tesbihten de bahsetme. Kitapta şu sırayla ve şöyle yapın diye yazması gerekmez. İster uygun örfe uyarsın, ister kendin çıkarım yaparsın. Mesele nüsukları ne şekilde yaptığın değil, neden yaptığındır. Ama işte bunları sadece zorlukta değil kolaylıkta ve hayatın normal ritminde de yapabilmek ve bu araçlarla böylece kötülükten alıkonulmaktır hedefleri. Onun ibadet biçiminden sana ne! Sen kendininkine bak! İçini Allah tefekkürüyle mi doldurdun yoksa başka birilerine aidiyet hissiyle mi diye! Davut da kuşlarla beraber dağlara dönüp nağme ederdi. Allah’ın, Davut’u böyle salat olmaz diye kınadığını mı okudun kitapta! Hasta olduğunuz zaman zaten ne iştahınız, ne şehvetiniz, ne az önceki boş tartışmalara önem atfettikleriniz ne de birisine kötülük yapma isteğiniz kalır. Tek derdiniz sevdiğinizin ya da kendinizin sağlığı, 139 Kalemzáde|Kapıları Aşarken güvenliğinizdir. Birileri size yardım etse de etmese de tek yönelecek olduğunuzun da, gerçeğin de Allah olduğunu hatırlarsınız. Her ne kadar aklınızı kullanıp şifa çözümleri, doktorlar, problem çözücü vesileler arasanız da her şeyin sahibinin, şifanın gerçek sahibinin O olduğunu itiraf edemeseniz de hatırlarsınız. Bunu hatırlayabilmek için ne ayrıca namaz kılmanıza, ne oruç tutmanıza ne de Kuran okumanıza gerek kalmıştır. Allah size sizi mecburi bırakarak bunları o zorlukta ve o an’a özel bir ritüelle size yaptırmaktadır zaten. Müsibet anında namaz kıldığınızın farkında bile değilsinizdir. Zaten Yaratıcınızla zorunlu bir iletişim halindesinizdir. Denenmektesinizdir. Eğitilmektesinizdir. Tekâmül ettirilmektesinizdir. İtaat mi isyan mı edeceğiniz size malum olmaktadır. Demek ki mesele bunun ritüeli üzerinde tartışmak değil, yedi yirmidört, sabah akşam O’nu zikredebilmekte yani hatırlayabilmekte ve hayatını O’nunla birlikte olması gereken ritmine kavuşturabilmektedir. O hayatınızın zaten içindedir. Mesele sizin bunu fark etmeniz ve böylece kötülüklerden alıkonulmanızdır. Bir kötülüğe niyet ettiğiniz anda Allah’ı hatırlayıp vazgeçmişseniz en iyi kıldığınız namazlardan, en harika oruçlarınızdan biri emin olun ki odur. Çünkü o hatırlayışınız, yapmaya niyetlendiğiniz bir kötülükten sizi vazgeçirmiştir. Namazmış, oruçmuş, başörtüsüymüş, tarihsel miymiş evrensel miymiş, şu var mıymış bu yok muymuş, iki vakit miymiş beş vakit miymiş… Bu konular ve binlercesi kitabı daha iyi anlamak için belli başlı arkadaş ya da fikri meclislerde konuşulabilir, araştırılabilir belki… Ama asla parçalanma ve taraf olma sebebi olamaz, olmamalıdır. İnancını bile beğenmediğiniz birileri kuyruklu yıldızlar üzerinde, hastalıkların tedavisi üzerinde, yazılımlar, donanımlar üzerinde, tabiat ve mikrohayat üzerinde araştırma yapıp bilerek ya da bilmeyerek insanlığa daha faydalı buluşlar üzerinde tartışırken, inandığını söyleyen müslümanlar hala başörtüsü ve seccade üzerinde ring kurmuş birbirini yumrukluyor ve boğazlıyorsa bıraksınlar “iyi ve aklını kullanan kul olanlar bizleriz” ayaklarını da, cennet hayallerini de. Görüşümce onlar bu halleriyle 140 Kalemzáde|Kapıları Aşarken aklını kullanan diğer beşer cinsi için sadece aklını kullanmayan ibretlik birer canlı türü olarak kalabilirler. Bugüne kadar sürekli tartışılan, ibadete ve kitabın anlaşılmasına yönelik bu tip konularda hep birleştirici olmaya ve özellikle bir tarafa yanaşmamaya çalıştım. Asıl önemli olanın tek ilaha ve dolayısıyla gerçeğe yöneliş olduğunu belirtip durdum. Tartışmaları görüp salâtı kendi anladığımca anlatmaya da çalıştım. Bir kısım insan namaz inkârcısı derken, bir kısmı namazı ve ritüelini ispat etmeye çalışıyor dedi. İlginçtir diğer bir kısım da orta yolcu demeye getirdi. Ben kulluğumuzda özgürüz dedikçe çokları kendi inandığı gibi beni anlamaya çalıştı. İster örfe göre namaz kılın, ister Kuran okuyun, ister ders yapın, ister fecre doğru eliniz ensenizde seyre dalın, eğer Allah’ı anıyorsanız bence hepsi de ayrı ayrı ve bir arada doğrudur ve mesele yoktur dedim. Cahilllikle bile itham edildim. Ama bir şeyi unuttular, ben hiçbir zaman âlimim demedim ki! Yine de şunu gördüm ki, bugüne kadar din denince aklımıza hep namazı orucu getirip gerçek tevhidin ne olduğunu bize hatırlatmayanlar yüzünden bugün Kuran’a uyanan bizler de din denince namaz oruç abdest hakkında konuşur, tartışır olduk. Her seferinde birilerinin tek bir konuya dalıp gittiğini gördüm. 19 meselesine bakışımı anlatırken yine mesele o kitaptan öğüt almaktır ama 19’la ilgili kitapta deliller görüyorum dedim. Tevbe suresinin son iki ayetini ise kimse gerçekte reddediyor değil, mesele gerçeği onaylamaksa o iki ayeti kitaptan saysın saymasın o ayette anlatılanların gerçek olduğunun önünde değildir dedim. Ne 19’culara yaranabildim, ne 19’u hiç düşünmeden reddedenlere ne de bundan haberi bile olmayanlara. Ve bir kısım yine orta yolcu demeye kalktı. Oysa ben bu tür her mesajımda iki tarafın haklı olduğu kadar, iki tarafın yanıldığını da söyledim. Kavga etmeyin demek ikiniz de haklısınız demek değil, dönüp kendimize bir daha bakalım, belki bizim de hatalarımız vardır, önemli olan Allah’ın ne öğüt verdiğidir demektir. Kavga etmeyin 141 Kalemzáde|Kapıları Aşarken demek, bir olun da benimle kavga edin demek de değildir! Kimin nasibi neyse onu anlasın. Bu kadar mı merhametsiziz ki herkes benim gibi anlasın peşindeyiz. Eğer o kitaba inandığımızı ve onu mucize olarak gördüğümüzü söylüyorsak herkesin kendisine lazım olan bilgiyi o kitaptan alabileceği ihtimalini nasıl yok sayarız! Eğer herkes kendi doğrusunu bulamayacak durumda ve sizin dediğinize inanmak zorundaysa o kitaba olan güveninizde de ikiyüzlü bir yalancı olduğunuz gibi bir gerçekle yüzleşmeniz gerekir. Gerçekten inandınız mı yoksa hala kuşkularla mı bakıyorsunuz kitaba! Eğer farkına varmadan hala kuşku duyuyorsanız sakın kimseye Kuran’ı anlatmaya falan kalkmayın. Önce kendinize anlatın. Kuşkularınızı giderin. Kuşkularınızı gidermek başkalarına fikrinizi onaylatmak değildir. Cevabı verecek olan hem kitap hem de vicdanınızdır. Öğreten Allah’tır. O öğrettiğinde zaten emin olacaksınız. Fikrinizi onaylatmak ve bir hevesle ama yarım tefekkürle Kuran’ı anlatmaya çalışmak peşinde olmamalıyız. Bu sadece futbol takımı taraftarlığı olur o zaman! Bu gerçeğe hazır mısınız! Takım taraftarlığı yaparsanız sadece kendinize yapılan faulleri ve penaltıları görürsünüz. Böyle bir kutsal kitap anlayışınız varsa bunun geleneksel mezhepçilikten ne farkı kalır ki! Onlar da sadece kendilerine yapılan faulleri görüyorlar. Onlar da sadece kendi gibi olanları seviyorlar. Siz daha iyi olarak ne yapıyorsunuz ki onlardan bir farkınız ola! Kimileri de kitabı basamak olarak kullanıp zoru görünce özledikleri Tanrısız inanca ya da tanrılı ama vahiysiz bir inanca koştular. Onlar aslında kitabı hiç anlayamayanlardı. Ben Kuran’ı artık anladım dedikten sonra gerisin geriye öyle bir dönüş yaptılar ki Buhari’yle Tırmizi’nin yerini Nietzsche ve Camus’un aldığının farkında bile olamadılar. Dolayısıyla en fazla onlar kadar olabilmeyi hedeflediler. Allah’ın hedef gösterdiği salih kulluk ise kaf dağının ardındaki bir ütopyadan öteye geçemedi onlar için. 142 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Tarihsel evrensel tartışması da böyle. Elbette Kuran’da tarihsel ifadeler vardır. Ve evrensel ifadeler de vardır. Ama tüm ifadeler bir şekilde bize bugüne izdüşümü olan öğütler verir. Neyi tartışıyorsunuz! Anlamaya ve tarihsel de olsa evrensel de olsa öğüt almaya baksanıza! Evren sonlu mu sonsuz mu diye çatışanlara karşı Kuran’ın verdiği cevabı hiç aklınızdan çıkarmayın. İkiniz de yanılıyorsunuz diyor kitap. Ne sonlu ne de sonsuz, evren sürekli genişliyor. Kavganızın sonu yok. Allah bilir siz bilemezsiniz. Bildiğinizi söyleyin, bilmediğiniz konularda ilmi bekleyin olmaz mı! Neyin peşindesiniz? Allah’lığın mı!!! Kitabı eksik görmezken eksik görmeye doğru yelken açtı kimileri. Halbuki yaptıkları kulağı ters taraftan göstermek oldu. Kitap eksiksizdir dediğimizde, hiçbir zaman her hükmün orada harflerle satırlara yazılı olduğunu iddia etmedik ki! İddia ettiğimiz şey din adına eksiksiz olduğu ve akıl çerçevesinde okunan Kuran’ın her doğru hükme yetecek yeterli bir işarete sahip olduğu idi. Ağaçlar kalem, denizler mürekkep olsa yazmakla bitmeyecek olanlar Allah’ın hikmet ve akıl çerçevesinde bize anlattıkları idi. Ayetlerin sadece kitaptaki satırlarda değil, kendi hayat cidarımızın içinde ve kâinatta da her yerde yazılı olduğunu anlamadıysak, her seferinde yeni bir sahtekârın peşine düşme tehlikemiz hep vardır. Eğer bunu anlamadıysak sebebi, kendimize düşünmenin her seferinde ağır gelmesi ve kolayına kaçıp hep başkalarından düşünmelerini beklememizdir. Bu beklentinin farkında olanların içinden de her seferinde sadece iyi insanlar çıkmaz karşımıza. Eğer tehlikelerin farkında değilsek, bize verilen arı duru gördüğümüz bir bardak serin suyun içine damlatılmış ufak bir damla zehir, işimizi bitirmeye yetecektir. Zannetmeyin ki inandım diyen herkes inanmıştır. Birçokları bunu bir taraftarlık ve yeni bir mezhep gibi yaşadığının farkında bile değil. Dikkat ederseniz siz de göreceksiniz, trajikomik şeylere tanık oluyoruz. 143 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Facebookta kırk küsur yaşında bir kadın bakıyorum çocuk denecek yaşta biriyle konuştuğunun farkında bile değil. Çocukcağıza Kuran’da namaz olmadığını anlatmaya çalışıyor. Yeterli bir bilgisi olmadığını anlayınca yükleniyor da yükleniyor! Sonra bakıyorum bir lise öğrencisi masumca bir tarafgirlikle bir partinin sloganını paylaşmış. Çok bilen (!) 50 yaşında bir adamsa filanca partinin yaptığı iyi işleri saydırıyor çocuğa ve ne kadar körsün, vatana ihanet ediyorsun diyor! Sonra dinibütün bir kadın bakıyorum onbeş yaşında kızı pantolonla çekilmiş resmini facebook’a koyduğu için kınıyor da kınıyor! Bir bakıyorum daha ortaokul öğrencisi bir çocuk peygamberin bir hadisini paylaşmış diye bir çok bilmiş Kurancı çocuğa paylaştığı hadis nedeniyle sen müşriksin demeye getiriyor. Bunların teknik olarak birbirlerinden ne farkları var ki! Sosyal medyaya tekdüze bakmayın. Dikkat edin göreceksiniz bunları! Ve bazen sizin gibi düşünmeyenlerden bazen de sizin gibi düşündüğünü zannettiklerinizden bile utanacaksınız! Yahu bu kadar gözü kör olmayın! Doğru dürüst bir duruşunuz yoksa gidin kendi çocuğunuza okuyun Kuran’ı mı anlatacaksınız hayatı mı her neyi anlatacaksanız! Milletin daha ergenlik çağına ulaşmamış masum yavrularına kendinizi ispatlamaya kalkmayın. Madem Kuran’ı anladığınızı iddia ediyorsunuz, artık hayatınızla örnek bir insan olsanıza! Aklınızı kullansanıza! Artık cedelleşmeyi bırakıp arada bir hayata yönelik güzel işler yapmaya başlasanıza! Emir kipinde konuştuğum için alınanlar oluyor. Eğer üzerine alınmıyorlarsa bana da alınmasınlar. Eğer üzerlerine alınıyorlarsa, zaten demiştim; kimin putunun boynuna baltayı asacağım belli olmaz diye. Yeter ki put olsun, asarım da kırarım da. Kime hitap ettiğimi biliyorum ben. İsimlere değil sıfatlara hitap eden sizden çok da farkı olmayan bir adamım ben. Seni kast ediyorum sanma. Hitabımın içinde sen de ben de olabilirim bazen. Kendi putumu gördüğümde ilk önce onu kırıyorum. Bir yerde “buraya kadar, ben artık oldum” diyerek hiç durmadım ve durmaya da niyetim yok. Sen 144 Kalemzáde|Kapıları Aşarken beğensen de beğenmesen de. Sen anlasan da anlamasan da. Seni değil, senleri benleri kast ediyorum. Artık öfkelenmiyorum da… Yazışım, derdimi anlatışım böyle arkadaş. Mesele sen ben değiliz, şu toplumun vazgeçtiği Kuran, hala anlamadık mı! Selam ile… 145 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Öfkeli Gençlerin (!) Kara Bayrağı Kara Bayraktaki Büyük Yanlış Bir üst düzey devlet büyüğümüz tarafından “öfkeli gençler” olarak nitelendirilmiş olan, ancak kelle kesen, bomba olup patlayan, insanları kurşuna dizip, kısas hükmünü hiçe sayarak “bir cana karşılık olmaksızın can alan” ve “yeryüzünde bozgunculuk, karışıklık, korku ve fesad çıkaran” üstelik Allah’ın tevhid bayrağı altında bunu yaptığını iddia eden bir örgütün kullandığı kara renkli bayrağı incelediğimde ortaya benim bile gözlerime inanmakta zorluk çektiğim ilginç bir işaret gördüm. Bunun üzerine aşağıya özetini çıkardığım araştırmayı yaparak sizinle paylaşma gereği duydum. Belki de bu bayrağı onur duyarak ve davasına inanarak taşıdığını düşünen bu malum öfkeli gençlerin(!) bile 146 Kalemzáde|Kapıları Aşarken farkına varamadığı ve öyle kolay kolay kabul edemeyeceği ilginç bir işaret var bu bayrakta. Bayrak ilk bakışta şöyle görünüyor… Üzerinde tevhid (La ilahe İlle Allah | Allah’tan başka ilah yoktur) ibaresi ve onun altında (onu anlayınca sevmemek ne mümkün olan) barışçı peygamberimizin gümüş yüzüğünde var olduğu tarihi kaynaklarca bildirilen mührü. Çok bilen güncel tarihçilerimizden Murak Bardakçı’nın ifadesi ile “bir tasarım şaheseri” (!) olan bir kompozisyon görüyoruz bu kara bayrakta. Üstte tevhid altta peygamberimizin risaletinin simgesi… Tam bir kelime-i şehadet! Gerçekten de öyle mi acaba! Allah’a ortak koşanlara bile sorsak “yeri göğü yaratan ilah kimdir” diye “elbette ki Allah” derler ve hatta birçoğu “pek tabi ki O’ndan başka ilah yoktur” derler. Bu kapsamda bayraktaki tevhid cümlesinde hiçbir sorun yok. Ancak hemen altındaki peygamber mührüne sıra geldiğinde ne yazdığına bir daha bakın! “Allah-Rasul-Muhammed” Bildiğiniz gibi arapça sağdan sola yazılır ve ama soldan sağa yazılan bir dile çevrildiğinde tersten kavram kavram okunur ki anlam otursun. Aksi takdirde kelimeler yerlerinden oynatıldığı için söylenenin tam tersi bir anlam ifade edilmiş olur. Şimdi o mühre bir daha bakın. Ne yazıyor!!! 147 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Kim kimin elçisi? Kim kimin resulü? İlah olan hangisi!!! AllahResulMuhammed midir yoksa MuhammedResulAllah mıdır!!! Eğer Allah kelimesi altta, Muhammed kelimesi üstte olsaydı itiraz edemezdik. Eğer yazı türkçe olsaydı sözüm olamazdı. Ama yazı arapça! Ama öyle bir arapça ki sanki önce türkçeye çevrilmiş, türkçe ya da soldan sağa yazılmış bir başka dilde okunacak gibi yazılmış ama sonra tekrar arap harfleriyle simgelenmek durumunda kalınmış gibi! Şimdi aklımıza, bu sorundan şöyle bir kurtuluş reçetesi gelebilir. Mühür gümüş yüzük üzerindedir ve düzgündür ama deri üzerine baskılandığında ayna görüntüsü vermiştir! Ama eğer bu iddia doğru olsaydı ya harfler ters olacak, soldan sağa okunacak biçimde deri üzerine düşecek ya da yüzükteki harfler baskı için ters yapılandırılmış olacak ve baskılandığında düz çıkmış olacaktı! Ama her iki durum da yok, kelimeler yukarıdan aşağıya tek tek yazılmış. Arapça sağdan sola yazılır ama kelimeler alta alta yazıldığında aşağıdan yukarı değil yukarıdan aşağı okunur. Dolayısıyla bu iddia da boşa çıkıyor. Yüzüğe dönü verilmiş olsaydı bile harfler ters görünmeliydi ki yine iddia geçersiz kalıyor. Hat sanatı diyenler çıkacaktır. Hem yazı hat değil, hem de peygamber döneminde hat sanatı olduğuna dair bir emare yok. Biraz Osmanlı rüzgarı var gibi işin içinde. Üstelik azıcık ince düşünün, Kuran peygamberi böyle bir imza atar mı!!! Bu durumda geriye bir ihtimal kalıyor… Bu mühür, bu kadar ciddi bir hata yapabileceğini zannetmediğim, dünyanın gelmiş geçmiş en akıllı insanlarından biri olduğuna sonuna kadar iman ettiğim bizim Kuran peygamberimize ait değil! Peki bu mührü öfkeli gençler nereden bulup bayraklarına almış olabilirler? Onun cevabını da yine ilginçtir bu bayrağı tasarım harikası olarak nitelendiren malum tarihçimiz geçtiğimiz dönemde açıklamış. 148 Kalemzáde|Kapıları Aşarken İşte bu mühür Topkapı sarayındaki kutsal emanetlerin arasında bulunan ve peygamberimize ait olduğunu bildirilen mektupların altında duruyor. Bu mührü öfkeli gençlerin dışında Harun Yahya mahlaslı şahsın kullandığını daha önce görmüştüm. Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı da bu mührü zaman zaman yayınlarında resmederek kullanmıştır. Peygamberimize ait olduğu bildirilen bu mühürlü mektuplara göz atmanız için çevirilerini aşağıdaki resimlerle alıntıladım ve daha birçok kaynakta ya da Topkapı sarayında da bulabilirsiniz. Onlara bir göz atmanızı öneriyorum. Ama iş bununla da bitmeyecek!!! Prof.Dr. İsmail Hakkı GÖKSOY’un bu mektupların orijinalitesi ile ilgili şu makalesini okumanızı tavsiye ediyorum. Özetle şunları söylüyor… Bu mektupların birincisi Mısır Kralı Mukavvıs’a atfen yazılmış… 149 Kalemzáde|Kapıları Aşarken İddiaya göre adının ne olduğu bilinmeyen Mısır Muvakkısı mesajdan memnun kalmış ve Mariye ve Şirin isimli iki cariye ve bir hadım köleyi peygamberimize hediye etmiştir! Bunun üzerine peygamber Mariye ile Şirin de devrin şairlerinen biriyle evlenmiştir. Mariye’den de peygamberimizin erkek çocuklarından İbrahim doğmuştur. Bunlar rivayetler. Peygamberimize ait olduğu ileri sürülen bu mektupsa 1852 yılında Fransız bir seyyah tarafından başka bir eserin (muhtemelen bir İncil) içerisine yapıştırılmış olarak bulunmuş ve ardından Osmanlı 150 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Sultanı Abdülaziz’e satılmış. Sultan da bunu kutsal emanetler arasına koymuş. Mektubun altındaki mühür bu yazımın bahsi olan mühürdür. Mektupların ikincisi Habeşistan Kralı Necaşi’ye atfen yazılmış… İçeriğinde gönderilen arkadaşlarını muhafaza etmesinden bahsedilir ama mektubun içinde İslam’a davet de vardır. Ancak hadislerde hicretten önce peygamberimizin hiçbir hükümdara İslam’a davet gönderdiğine dair bir kayıt yoktur. Hadislere göre Necaşi’ye gönderilen ilk mektupta arkadaşlarına sadece iyi davranmasını istediği yazılıdır. Necaşi’ye gönderilen asıl davet mektubu hadislere göre Mekke’nin fethinden sonradır ve dolayısıyla içinde arkadaşlarının korunmasından bahsedilmesi tutarsızdır. Bu durumda ya hadisler yanlıştır ya da mektup peygamberimize ait değildir. İşin ilginç taraflarından biri de bu mektup 1940 yılında bir İngiliz tarafından Habeşli bir papazdan ele geçirildiği 151 Kalemzáde|Kapıları Aşarken iddiasıyla ortaya çıkmıştır. British Museum’un mektubu incelemesi sonucuna göre mektup, peygamberimiz dönemine kadar geriye tarihlenebilecek bir eskiliğe sahip değildir. Ve ayrıca yazı tipi o tarihlere endekslenen Kuran Arapçası yazıtiplerine uymamaktadır. Rivayetin ise İbni Hişam’ın uydurmaları olduğu iddia edilmektedir. Mektubun altındaki mühür bu yazımın bahsi olan mühürdür. Üçüncü mektubun Bizans İmparatoru Herakliyus’a gönderildiği iddia edilmektedir. Tebük seferine neden olan süreçten önce olduğu değil daha sonra gönderildiği kabul edilen ikinci mektuptur. Rivayetlere göre ilk mektubu reddeden Herakliyus, bu kez Kudüs’te elçiyi iyi niyetle kabul etmiş ve aynı dönemde Gazze’de bulunan Ebu Süfyan’dan peygamberimiz hakkında bilgi almış ve ardından Müslümanlığı kabul etmiştir. Ama ardından gelen tarihi olaylar ve kralın tutumu bu iddiayı 152 Kalemzáde|Kapıları Aşarken yalanlar niteliktedir. Bu mektup da Ürdün’de son yüzyılda ortaya çıkmıştır. Eski Ürdün Kralı Abdullah’ın hareminden bir kadın bu mektubu İsviçre’de satmıştır. Ürdün Kralı Hüseyin ise bunu öğrenince mektubu Abu Dabi Emirinden geri satın almıştır. Mektubun bin yıl kadar eski olduğu söylenmektedir. Ama bu durum mühür için geçerli midir!!! Mektubun altındaki mühür bu yazımın bahsi olan mühürdür. Dördüncü mektubun İran Kisrasına gönderildiği görülmekte. Bu mektup da 1963 yılında Beyrut’ta bir dergide resmedilerek ortaya çıkmıştır. Lübnan’ın eski dış işleri bakanlarından birinin özel arşivinden ortaya çıktığı belirtiliyor. Yazıtipi hicri dönemlere benzemekle beraber mektubun yaşı hakkında bilimsel bir inceleme yapılmamıştır. Mektubun altındaki mühür bu yazımın bahsi olan mühürdür. Tüm bu mektupların içinde, muhaddis senet kritiğine göre bile sadece Herakliyus’a gönderilen mektubun geçerliliği geleneksel İslam külliyatına, daha doğrusu Buhari’de geçen hadise uygundur. Bunun dışında kalan mektupların sıhhatleriyle ilgili, geçmiş ve güncel çalışmalarda çok fazla şüphe bulunmakta. Günümüz ilahiyatçılarından 153 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Süleyman Ateş de bu mektupların hiçbirinin orijinal olmadığını, içeriklerinin şüpheli olduğunu, mektupların rivayetlerin kendisi olduğunu iddia etmektedir. Görünene göre bu mektuplar Mısır’a da, İran’a da, Bizans’a da arapça yazılmıştır. Hadi arapça yazılsın, neden çoğunlukla kuru bir İslam’a davet, İslam ol ifadeleri vardır da İslam’ın içeriği hakkında, neye uyulacağı hakkında yeterli bir detay yoktur! Yanında Kuran gönderilmesi ihtimali yokken neye uyması gerektiği istenmiştir krallardan! Kralların birilerinden “ben Allah’ın elçisiyim” imzalı mektup almaları durumunda bu kadar hassas davranmaları beklenilir bir tavır mıdır! Peygamberimiz kendi yanındaki kitap ehlini bile inançlarında serbest bırakmışken, o krallara örtülü tehdit içeren cümlelerden ziyade İslam’ın yayılmasına engel olmamalarını, destek olmalarını, iyi niyet beslemelerini istememiş olabilir mi! Bu mühür bulunan nüshalar neden ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısı ve yirminci yüzyılda ortaya çıkmıştır! Daha önce peygamberin mührü bilinmiyor muydu! 154 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Bu arada bana bu mektuplara benzer bir mesaj gönderebilmek için üşenmeyip beş on dakikalığına bir facebook adresi açıp beni Allah’a davet eden ve mesajını okumamın hemen ardından hesabını ve kimliğini yok eden ve de profil resminde bu yazıya konu mührü taşıyan arkadaşa, derin tefekkür gerektiren manidar uyarısı için teşekkür ederim! Allah’a davet güzeldir. O’ndan geldik O’na döneceğiz. Hiçbirimiz bunu unutmayalım. O, tuzak kuranların tuzaklarını boşa çıkaracak olandır. Ve Allah o kadar merhametli ve o kadar büyüktür ki hiçbir şeyle kıyaslanamaz bile. Öfkeli gençler sakinleşirlerse umarım ki bu manidar gerçekleri gözden geçirirler. Öfkelerini yöneltecekleri gerçek istikametin, hangi dini kimlikten olursa olsun masum insanlar olmadığını, gerçek inkârcıların Allah’ın ve O’nun resulünün adını kullanarak, kelimelerin yerlerini değiştirerek kendilerini aldatıp ölüme ve öldürmeye yönelten bozguncular olduğunu ve onlara verilecek en iyi cevabın da bu kanlı yapılaşmayı ve onun hedeflerini terk ederek Allah’ın kitabını hakkıyla okuyup barışçı insanlar olarak yaşamaya devam etmeleri olduğunu, vakit çok geç olmadan umarım görürler. Aksi takdirde yaptıklarının hesabını veremeyeceklerini, kıyam günü yaptıklarının ve yapacaklarının karşılığını en acı biçimde alacaklarını çok iyi bilmelidirler. Kışkırtılmış bir öfke ile bu hayatını hiçe sayarak ölüme ve katle koşanlar, gerçekte sonsuz hayatlarını yok etmekte ve azabın en büyüğüne kucak açmaktadırlar. Bu dünyada ölüm kurtuluştur, ama öte dünyada ölüm yoktur. Keşke bilselerdi! Keşke bu kötülükleri hiç yapmasalardı! Selam ile… 155 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Allah’ın Sınırları Var Baba İnsan, Allah’ın Sınırlarını Aşabilir mi? Baba bak şimdi… Benim anladığım kadarıyla… İnsan kendini daha iyi yapamaz! Ancak kendine verdiği zararı düzeltebilir. Allah bize de yarattığı her şeye de sınırlar koymuş. Uçacağız diye sırtımızdan kanat çıkartamayız ki baba. Allah isteseydi, bizi o şekilde yaratırdı. Biz ancak O’nun koyduğu sınırlar içinde yarattıklarını kullanarak uçabiliyoruz. Uçan da biz değiliz, O’nun yarattıkları. Kendimiz aklımızı kullanıp O’nun verdiklerini bir araya toplamaktan başka bir şey yapamıyoruz. Bizim kanadımız bile aklımız. Ama Allah evreni genişlettiği gibi bize koyduğu sınırların içinde kalan alanı da genişletiyor ve bu genişletmeyle ayetlerini bize bir bir açıyor baba!… 156 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Kuran’ın indiği yüzyılda bile insanın fark edebildiği hız sınırı hızlı koşan bir atın hız sınırıydı. İnsan koşarak o ata yetişemezdi. Ama insan o ata bindi ve diğer atı yetişti. İnsan yine sınırlıydı ama Allah, insanın kendi kendine aşamayacağı hız sınırını yarattığı at ile insana aştırdı. İnsan hala at kadar hızlı koşamıyor. Kendi bedenini daha iyi bir hale getiremedi. Ama Allah sınırlarının önünü ona açtı. İnsan ortaçağda uçağın hız sınırından berideydi. İnsan saatte 800 km.lik hıza asla ulaşamadı. Ama uçağa bindi ve o hızı geçti. Atı kullanan insan bu kez kuşlara bakıp kanatlar yaptı, hafif metalleri bir araya getirip hava basıncını, tepkime kuvvetini kullandı. Allah’ın atlarına binmeye devam etti. İnsan yine sınırlıydı ama kendi kendine aşamayacağı bir sınırını Allah ona yarattığı doğanın ölçülerine uymasını sağlayarak aştırdı. İnsan hala uçamıyor. Kendi bedeninde hala bir kanat çıkaramadı. Allah insanı olması gereken mükemmelikte yaratmıştır… Dolayısıyla ne müdahalede bulunursa bulunsun insan kendini daha iyi bir hale getiremez. Tam aksine insan kendisine zarar verir. Yapabileceği şey de işte kendine verdiği bu zarardan dönmek ve kendini düzeltmek olabilir ancak. Ve insan başkasına ne zarar ne de fayda verebilir. Onlara sadece kendi tecrübesiyle örneklik ya da ibretlik olabilir. Bu da kendi elinde değil, onu Yaratanın oluşları var etmesiyledir. İnsan özgür yaratılmıştır, ancak kendi üst sınırının altında ve alt sınırının üstünde bir özgürlüktedir. Eğer üst sınırının üzerine çıkabilme becerisi olsaydı zaten ilah olurdu. Bu yüzden insan kendi üst sınırından ne kadar aşağıya düşerse ancak o kadar yukarıya çıkabilir. İnsanın hedeflediği üst sınır yaratılmış her şeyin en iyisi, en şereflisi olma üst sınırıdır. Düşebileceği alt sınır ise bunun simetriği olan yaratılmış her şeyin en kötüsü, en şeref yoksunu olabilme alt sınırıdır. Onun daha altına da inemez. Eğer bunu başarabilseydi, kötülüğün alt sınırını koyan Yaratıcısını yenmiş olurdu. İnsan asla bunu yapamaz. Ne kadar kötü olursa olsun, Allah’ın müsaade ettiğinden daha kötü olamaz. 157 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Allah insana aynı zamanda, insanın kesin olarak tespit ettiği her sınıra varabilmesi üzere yaratmıştır. Eğer bugün en yüksek hız ışık hızı ise, insan bu ışık hızı atına binebilecek bir sınırdadır. Yani ışık hızı, insan için artık üst sınır değil, onun altıdır. Şayet karadelik hızı ışığın bile kaçamayacağı bir hızda ise artık ışık hızı da değil, karadeliğin olay ufkudur insanın sınırı. Ve bu hak olarak tespit edilmişse karadelik olay ufku artık üst sınırın altında insanın önüne açılabilecek olan sınırdır. Ama sınırları insan değil Allah genişletir. Tam sınıra vardım dersiniz, bir de bakarsınız ki sınır çok daha uzaklarda size göz kırpıyor. Binyıllar önce insan için öküzün hızı sınır iken bugün karadelik ise, bu karadelik fiziği o gün de vardı. Ama Allah, aklını daha iyi kullanana ve öğretene kadar insanın önüne açmadı o sınırı. Cennet ve Cehennem Sınırlar Ötesinde mi? Cennet dediğimiz şeyi bugün net olarak anlayamıyor ve ancak Allah’ın bildiklerimiz üzerinden bize onu açıklıyor oluşuyla kavramaya çalışıyorsak şu an için cennet bizim algımızın ötesinde ve sınırın öbür tarafındadır. Allah’ın zatı için de durum böyledir. Biz Allah’ın ne olduğunu zanna düşmeksizin anlayabiliriz ve takdir edebiliriz ancak Allah’ı her yönüyle kavrayamayız, bilemeyiz. Biz O’nu değil, O bizi kavrar ve kapsar. Eğer Allah’ı her yönüyle kavrayabilecek olsaydık, onu kapsamaya kalkar ve haddimizi aşıp kendimiz Tanrı olurduk! Ama Yaratıcının ölçüsü (kaderi) bizi sınırlardan muaf tutmuştur. Sadece ahlaki yöndeki sınırlarımız değil maddi her sınır için de durum budur. Eğer Allah’ın koyduğu sınırları aşmaya kalkarsak ancak kendimize zarar veririz. Cehennemin ne olduğunu bilmemiz için de onun manevi iklimini yaşamamız gerekir. Onu yaşayana kadar bilemez, ancak anlayabiliriz. Cehennemin ateş oluşu değil, azabı değil midir niteliği? 158 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Bugün bildiğimiz, ateşin yakıcılığı, yok ediciliği ve suyun ise serinleticiliği ve yaşam kaynağı oluşudur. Bu iki ucun arasındaki azab farkı her ne ise cennet ile cehennemin arasındaki fark da teknik olarak sanıyorum ki odur. Kıyas olarak iki oluşun arasındaki mutluluk farkı, aynı zamanda azap farkıdır. Eğer cehennem ateşten bir yakış olmasa bile, bizim henüz bilmediğimiz cennet Allah’ın bilgisi dahilinde o kadar mutluluk verici olmalıdır ki, tüm dünyanın sahibi olarak şu dünyada yaşamaya devam etmeye mahkum edilen bir kişi için bu dünya bile cehennemin ta kendisi olabilir. Allah’a inanan ve güvenen insanlar birgün uzay gemilerine binip kâinatın daha keşfedilmemiş öbür ucundaki cennet adasına giderken, şu dünyada diğer tüm kötülerle ebediyen yaşamaya mahkûm edilen bir kişi için ayrıca ateş denizlerinden oluşan bir cehenneme belki de ihtiyaç bile kalmayacaktır. Çünkü bu dünyada ebediyen yaşamaya devam edecek olan kötüler er geç bu dünyayı sürekli kötüleşen bir cehenneme çevirmeye devam edeceklerdir. Üstelik şeytanlarıyla beraberce. Tabi ki bu benim kavramaya çalışmak için misalim. Böyle olacak demiyorum. Ama anlamaya çalışırsak, Allah’ın sınırsız tüm vasıflarını da anlamış oluruz. Bilmek ise elbette sınırların ötesinde. Şihabın Kovalaması… Eğer Allah o sınırları geçmemize hükmederse önümüze bir yeni sınır daha koyar. Bu sınırlar da sürekli genişler ve asla o en üst sınıra varamayız. Çünkü en üst sınırın ötesinde Allah’ın zaten kendisi vardır. O sınırı aşmak insan için eğer mümkün olursa, onun Yaratıcısı zaten bir üst sınıra çoktan geçmiş demektir. Dolayısıyla Allah tektir. O’na yetişemezsiniz. Dolayısıyla asla ikinci bir tanrı söz konusu olamaz. Eğer sen tanrı olduğunu zannedersen, aynı zamanda bilirsin ki gerçek Tanrı çoktan senin üstünde bir Tanrı haline gelmiştir. 159 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Bence Allah’ın sınırlarını aşmaya kalkan şeytanları bir şihabın kovalaması ve geri çevirmesinin manevi iklimi işte budur. Sınırı aşmaya kalkanı bir bela kovalar, sınırları aşmaya kalkan kendine zarar verir, sınırları aşmaya kalkanı vicdan azabı bürür, ahlaki sınırları aşmaya kalkanın bile bunu gizlemek gibi bir derdi olur, sınırları aşmaya kalkan başına dünyada bile bela alır. Hiçbir yaratılmış asla Allah’tan daha merhametli, Allah’tan daha iyi, Allah’tan daha bilgili, Allah’tan daha ahlaklı, Allah’tan daha güçlü, Allah’tan daha akıllı olamaz. Oluşan düzen kesinlikle en iyi düzendir. Şu kâinat düzeninden ve şu insanlığın yaşadığı geçiş dünyasından daha mantıklı bir geçiş dünyası söz konusu olamaz. Her şeyi en iyi bilen Allah’tan daha iyi bilen bir başka varlık olamayacağına göre “Madem öyle, Tanrınız şunu neden şöyle yaratmış da böyle yaratmamış” diyen bir tanrıtanımazın hali içler acısıdır. Kendini sınırların ötesine geçebilecek kadar yetenekli zanneden bu gariban beğenmediği bu düzenin içinde, Allah’ı hakkıyla takdir edebilenler için sadece ibretlik bir meta olduğunun farkında bile değildir. Kimse sınırların ötesine geçemez, geçtiğini zannettiği anda peşine düşen belanın tam da göbeğindedir. Allah’ın o üstün gücü ara sınırlar için dilediğine vermesi müstesna. İnsan kendisini daha iyi yapamaz, ancak kendine verdiği zarardan dönebilir. Aynı biçimde insan şu düzeni ve dünyayı da kâinatı da daha iyi hale getiremez, sadece verdiği zarardan dönebilir. Üstelik verdiği zarardan döndüğü anda kâinat düzeni zaten kendi kendisini düzeltebilecek ölçüyü uygular ve düzelir. İnsan da aynı biçimde kendine zulmetmekten döndüğü anda onun için koyulmuş doğa yasaları, ahlak yasaları ve Allah’ın sınırları içerisinde kalması nedeniyle düzelmeye başlar. Bu Allah’ın yaratma sanatıdır. Hep 160 Kalemzáde|Kapıları Aşarken daha iyiye, başlangıçtaki mükemmeliyete döner yaratılmışlar. Geldiği yere döner. İnsan da bedeni de en güzel biçimde yaratılmıştır. Zaten olması gereken mükemmellikte olan şeyi insan asla daha iyi yapamaz. Ancak bozar ya da olanı kullanır. Oku atan insan değildir, Allah’tır. Ok da onundur, onu atan el de, rüzgâr da, güç kuvvet de, hedef de. Bütün düzen onun Yaratıcısı tarafından baştan sayılmış, dökülmüş, ölçülüp biçilmiş ve sınırları sürekli genişletilecek biçimde var edilmiştir. Zaman da onun içindedir, mekân da. Hepsi birden Yaratıcı için an’dır, an’da oluşturulmuştur. Zaman bir çizgidir. Geçmekte olan zaman değil, o zamandan ve mekândan pay verilenlerin geçişidir. Geçen zaman değil bizim bedenimizdir. O da üflenen ruhumuzun şahitliğindedir. Bedenin ölümü son değil, ruhun bizi taşıdığı ol’uşun doğumudur. Sınırları ancak Allah genişletir, ancak O açar… Kimse, Allah o sınırları açmadıkça, Allah’ın sınırlarını gerçekte aşabilecek yetenekte değildir. O sınırları açıp yeni bir sınır koyan Allah’tır. Allah’ın vahyini anlayamayanların üst sınırı o vahyin anlaşılacağına dair sınırdır. Çünkü o sınırı kendilerine kendileri üst sınır olarak koymuşlardır. Allah’ın vahyini anlayanların üst sınırı ise o vahyi bilme sınırıdır. O sınır, o vahyin tevil olduğu (gerçekleştiği) sınırdır. Vahyi tanıyanlar onu anlarlar ama bilme sınırı o vahyi bizzat tecrübe edip yaşamalarıdır. Bu da yine kendi özgürlükleri, kendi istemeleri dâhilindedir. O vahyi tevil ile görüp bilenlerin sınırı ise Allah tarafından genişletilir. Kendini vahye teslim edenin önüne yeni bir ufuk, yeni bir sınır açılır. Kimileri son sınırdaki (sidretül münteha) ağacın yanında cennetin, cehennemin bilgisini alacak kadar yaklaşıp onun ilminden de az da olsa öğrenir, kimisi ise bizim gibi örtüsünü çekiştirir, günde kaç defa eğileceğim diye tartışır durur! 161 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Kimse en alim olamaz, alim Allah’tır. Kimse en merhametli olamaz, Rahman Allah’tır. Kimse kimseyi kapsayacak kadar koruyamaz, en Rahim olan Allah’tır. Kimse her şeye hükmedecek kadar büyüyemez, Hüküm Allah’ındır, Hâkim olan Allah’tır. Allah’ın gösterdiği sınırları aşmak için üstün bir güce ihtiyaç vardır. O sınırın bilgisi kendisine açılmamış olan o sınıra ulaşmaya kalkarsa kendisine zarar verir. Işık hızını aşabilecek bilgiye ulaşmamış olanlar, o ışık hızını aşmaya kalkarsa kendilerine zarar verirler. Karadelikten geçecek güce sahip olmayanlar o karadeliğin girdabında yok olur giderler. Allah’ın bilgisini hak etmeden onu aşmaya kalkanları bir ateş kovalar. Onlar da bu ateşten kaçmak zorunda kalır ve asla öğrenemezler. Ama aklını kullananlar için evren de bilgi de sürekli genişler. Çünkü o kişiler Allah’ın sonsuz kudretinin farkında oldukları ve asla kendilerinin de ilah olamayacaklarını bildikleri için bunu hak ederler. 2 Bakara 255 Allah’tan başka ilah yok. Hayy’dır O, sürekli diridir; Kayyûm’dur O, kudretin kaynağıdır. Ne gaflet yaklaşır O’na ne kendinden geçme ne de uyku. Göklerde ne var, yerde ne varsa yalnız O’nundur. O’nun huzurunda, bizzat O’nun izni olmadıkça, kim şefaat edebilir! O, insanların önden gönderdiklerini de bilir, arkada bıraktıklarını da!… İnsanlar O’nun bilgisinden, bizzat kendisinin dilediği dışında, hiçbir şeyi kavrayıp kuşatamazlar. O’nun kürsüsü, gökleri ve yeri çepeçevre kuşatmıştır. Göklerin ve yerin korunması O’na hiç de zor gelmez. Aliyy’dir O, yüceliğisınırsızdır; Azim’dir O, büyüklüğü sınırsızdır. 9 Tevbe 118 …Bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmiş, ÖZ BENLİKLERİ KENDİLERİNİ SIKIŞTIRMIŞTI. Allah’ın öfkesinden kurtulmak için yine Allah’a sığınmaktan BAŞKA ÇARE OLMADIĞINI fark etmişlerdi. Sonra onlara tövbe nasip etti ki, ESKİ HALLERİNE 162 Kalemzáde|Kapıları Aşarken DÖNSÜNLER. Hiç kuşkusuz, Allah, tövbeleri çok çok kabul eden, rahmeti SINIRSIZ olandır. 13 Rad 26 Allah, dilediği kimse için rızkı ALABİLDİĞİNE AÇAR DA, SINIRLAYIP KISAR DA. İğreti dünya hayatıyla sevinip şımardılar. Oysaki dünya hayatı, âhirete oranla SADECE KÜÇÜK BİR NİMETLENME. Tüm bunlarla birlikte… Dünyada iken bile bir insan, beş dakika içerisinde dünyanın en zengin insanı da, en mutlu insanı da olabilir. Eğer size verilenden razı ve daha fazlasına gözünüzü dikmiş değilseniz dünyanın en zengin insanı sizsinizdir. Dünyanın parası en çok olan insanı sizin kadar zengin değildir. Çünkü hala eksiği vardır. Henüz elde etmeyi düşündüğü daha fazla para, daha fazla mal vardır. Eğer hâlihazırdaki sevdiklerinizden memnun ve hatta sevmediklerinize rağmen bulunduğunuz durumun size Allah’ın takdir ettiği pozisyon olduğunu biliyor ve daha fazlasına O vermedikçe göz dikmiyorsanız, insanlar size ne kadar hakaret ederlerse etsinler dünyanın en mutlu insanı da en itibarlı insanı da sizsiniz demektir. Hala makam ve mevki peşinde veya onu devam ettirme peşinde olan dünyanın en yüksek makamlarında oturan insanlar, sizin kadar mutlu ve bütün dünya insanları onları övse bile sizin kadar itibarlı olamazlar. Bedenin ihtiyacı karnının doymasıdır gözünün değil. Ruhun ihtiyacı ise Allah’ı ve kendisini bilmesidir, başkası hakkında hüküm vermesi değil. Bugün yine uzun bir yazı ile, çok başınızı ağrıttığımı biliyorum. Bu makaledeki birçok çıkarımım için, ummadığım kadar derin düşünceleriyle bana ufuk açan sevgili oğlum Emre’den Allah razı olsun. Daha 16’sındaki Emre beni birkaç gün önce çok şaşırttı. 163 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Değme felsefecilerin bana anlatamadığını “Baba bak şimdi, benim anladığım kadarıyla…” diye söze başlayıp bir saat içinde bana anlattı. Bu yazıdaki ayetlere kadar olan bölümdeki tefekkürün bir kısmı ona aittir. Ben ancak düzenleyip, ayetlerle ilişkilendirerek biraz daha derinleştirip, onun söylediklerini kendi dilimden yazıya dökebildim. Akıl yaşta değil baştaymış gerçekten. Selam ile… 164 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Allah Biliyorsa Bizim Seçim Şansımız Var mı? Bu yazıyı tıklamanız bir seçim ama çok küçük bir olasılıktı Tıkladınız mı? Tamam! Bu linki tıklamanız o kadar küçük bir olasılıktı ki belki de katrilyonda bir, belki de daha küçük. Şu anda burada buluşmuş olma ihtimalimize bir mucize bile diyebilirsiniz. Ama bu mucizeyi önümüze seren çok büyük oranda kendi seçim ve seçimlerimiz. Tabi ki seçimlerimize ve sonuçlarına dair tüm düzeni kuran ve seçimimizde olsun olmasın her şeyi yaratan ise elbette Allah. 165 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Şu anda merak ettiğiniz bir maçın sonucuna bakmak üzere bir spor sayfasını inceliyor, bir başka web sitesinde haber okuyor ya da sosyal medyada gezinmeye devam ediyor veyahut bir bardak çay almak için mutfağa gidiyor olabilirdiniz. Ama zaman çizgisinin şu anki noktasında sizin seçiminiz bu yazıyı okumaktan yana oldu. Yine de eğer istiyorsanız şimdi gidip yine de çayınızı alabilirsiniz. Ardından televizyon da seyredebilirsiniz. Yani her an seçeneğinizi değiştirebilirsiniz. Geleneksel anlamda kullanırsak, kaderiniz sizin elinizde. Şu anda okumaya devam ediyorsanız bu gerçeklik… en az sizin ve benim ve ilaveten bilgisayarlarımızı üretmeyi seçenin, onun yazılımlarını yazmayı seçenin, benim gözümdeki gözlüğün camını takanın, sizin biraz önceki baş ağrınızı geçiren hapı almanızın ve o hapı üretmek için gerekli hammaddelerden birini tarlasında ekenin kundaktaki bebeğinin ağlamıyor oluşunun ve sebepleri saymaya devam edemeyeceğimiz belki de milyonlarca kişinin seçimleri sonucunda oldu. Ne kadar muhteşem bir matematiğin ve olasılık hesaplarının sonucunda şu anda birlikteyiz farkında mısınız? Peki gelelim asıl seçim sorularına… Tüm bunları yapan biz insanların seçimlerinin ne olacağını Allah daha önceden tasarlamış mıydı? Yani klasik anlamda sorarsak, alın yazımız çizilmiş miydi? Ne yapacağımız daha biz yapmadan belli miydi? Eğer öyleyse nasıl bir denenme bu? Seçimlerimizden niçin sorumlu tutuluyoruz? Evet! Allah sizin ve benim şu anda bu yazıda buluşmuş olmamızı önceden tasarlamış durumda. Ama başka bir şey daha var. Allah sizin ve benim şu anda bu yazıda buluşMAmış olmamızı da tasarlamış durumda. Hatta, şu anda sizin mutfakta gizlice şokellayı kaşıklarken, benim masa tenisi oynuyor olmamı da tasarlamış durumda. Ve hatta benim bu yazıyı hiç yazmamış sizin de hiç okumayacak olmanızı da tasarlamış durumda. Örnekleri artırabilir ve görürüz ki buradan bile milyonlarca olasılık 166 Kalemzáde|Kapıları Aşarken ortaya çıkar. Hepsi de bizim seçimlerimizle ilgilidir. Demek ki Allah her şeyi tasarlamış durumda ama biz onların içinden, kendi irademizle istediğimizi seçiyoruz. Böylece seçimlerimiz bizim anladığımız anlamda gerçeğe dönüşüyor. Ama seçimlerimiz bir şarta bağlı… O da Allah’ın tüm kâinata koyduğu ölçü, denge. İşte her ne seçim yaparsak yapalım, kâinattaki bu dengenin sınırları içerisinde ve seçim sonuç haritasına göre yapabiliriz. Yani ne yaparsak ne olur’a dair tüm sonuçlar hesaplanmış ve belirlenmiş durumda. Taşı havaya doğru atarsanız yere düşer, bu bellidir. Yerçekimi, özgül ağırlık, rüzgâr, fırlatma gücü ve sair hepsi bir neden sonuç ilişkisi ve şartlar içinde bellidir. Taşın havada asılı kalacağı durumlar bile söz konusu olsa, onu da haritalayan bir neden sonuç ilişkisi mutlaka vardır. Kısacası bütün seçenekler ve sonuçları, diğer seçeneklerin de etkileri dâhilinde bellidir. Biz ise kendi seçeneklerimizle ilerler, yeni seçimlerimizle bir yolda seçe seçe gideriz. Ama asla bu düzenin dışına çıkamayız. O halde Allah sadece ne yapacağımızı değil, her yapacağımızı, yapma ihtimalimiz olan her şeyi bilir. Gelelim en ince soruya… Allah seçme şansımız olan, olmayan her olasılığı biliyor tamam da… Bizim, bu olasılıklar içinden hangisini seçeceğimizi de biliyor mu? Allah bu düzeni kuran, bu kadar olasılığı yaratan ve insanın içine ruhundan üfleyen ve de ona ondan yakın olan olduğuna göre (anlaşılması açısından) en mükemmel tahmini yapıyor ve bu nedenle kesin olarak biliyor elbette. O halde tüm bu düzenin gayesi bizim kendimize şahit olmamız içindir. Allah zaten ezelen ve ebeden şahittir, bizi yaratışı biz de kendimize şahit olalım diyedir. Kendi biletimizi bile kendimiz kesecek kadar özgürüz ve buna tanık oluyoruz. Allah’ın biliciliği vasfındandır, kadri gereği bilir. Ama biz bilmeyiz. Biz de 167 Kalemzáde|Kapıları Aşarken bilelim istiyor. O’nun biliyor oluşu bizim seçme hakkımıza asla engel değil. Anlayalım diye, bilmiyorum mu desin!!! Son soru… Madem biliyor, kötülüklere neden mani olmuyor? Cevapların birincisi… Aslında birçoğuna mani oluyor. Ayrı bir konu… Belki başka bir yazıda bahsederiz ama bunu kendi yaşamımızdaki vay be şöyle olsaydı böyle olacaktı’lardan gayet rahat görebiliriz. İkincisi… Tüm kötülüklere mani olsaydı ne bize ruh üflemesine gerek kalırdı, ne de insan olarak yaratmasına, ne de iyinin ne olduğuna. Kötülüğü olmayan o tür varlıkları zaten yarattı ve bize boyun eğdirdi. Biz de bu özgür irademizle yaratılmışların en şereflisi ile en aşağılığı arasında bir yer bulacağız kendimize. Olay bundan ibaret! En doğrusunu ise Allah bilir. Çünkü O, bizim bilmediklerimizi de bilendir. Selam ile…2 2 Bu yazı altına yapılmış onlarca yorumu okumak için kalemzade.net’i ziyaret ediniz. 168 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Büyük Şehirler Küçük İnsanlar Musa Dedi ki; İstanbul’a Gidin, İstediğiniz Orada Vardır! Musa, onları çıkardıktan bir süre sonra, İsrailoğullarının tekrar Mısır’ı özlemeye başladıklarını biliyorsunuz. Musa’dan, bıldırcın eti ve her sabah bitkilerin üzerinden taze taze topladıkları kudret helvasına artık katlanamadıklarını, bundan böyle yerin bitirdiklerinden de istediklerini hatırlarsınız. Hatta Firavun’un onlara verdiklerine hasret çekenler ve zoru görünce, keşke Musa’nın ardına düşmeyeydik diyenler olmuştur. Musa da onlara “istedikleriniz Mısır’da var, dilerseniz oraya gidebilirsiniz” der. Ama “siz iyi olanı daha aşağı olanla mı değiştireceksiniz?” diye de ekler. 169 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Oysa Musa onlar için ayrı ayrı taze su pınarları bile tahsis etmişti. Bozgunculuk yapmamaları ve kendi oluşturdukları şehre secde etmeleri neticesinde umutlu bir geleceği işaret etmişti onlara. Ama onlar razı olmadılar. Ayetin devamında, böylece onların üzerine hor görülmüşlük ve yoksulluk damgası vurulduğu, dolayısıyla gazaba uğradıkları belirtilir. Sebep olarak da ayetleri görmezden gelmeleri, elçileri (öldürmeleri) yok saymaları, isyan etmeleri ve sınırları çiğnemeleri gösterilir. Buradaki izdüşümünü bulmaya çalışırken ve Mısır’ın “bilinen çevrili büyük şehir” anlamına da geldiğini öğrenmemin ardından aklıma ülkemizdeki büyükşehirler ve kent hayatı geldi. Yiyecek üzerinden gittiğimizde… Evet! Bugün de büyükşehirlerde her türlü yiyeceği bulabiliriz. Kuru baklagillerden, sebze meyveye, her türlü etten, bala ve süt ürünlerine kadar geniş bir yelpazede her şeyi bulabiliriz. Ama şimdi ayetleri hatırlayarak şunları düşünelim… Yiyeceklerin önemli bir kısmı birinci el değil sanayi etkili ya da sanayi ürünüdür. Önemli bir bölümü kurutulmuş gıdalardır. En taze bilinen sebze meyveler bile birkaç günlüktür. Süt ve et ürünleri çeşitli yollarla sunileştirilmiştir. Seri üretime dayalı ürünler hem hileli hale getirilmiş hem de kalitesizleştirilmiştir. Kaliteli ürünler ise diğerlerinden çok daha pahalı ve çok daha azdır. İnsanlar köylerinde bedavaya yedikleri yumurtayı almaya kalktıklarında şehrin dışına çıkmak ya da çok daha fazla ücret ödemek zorunda kalıyorlar. Su içmek için bırakın pınarların fışkırmasını, pet damacanadaki nasıl doldurulduğundan emin olmadığınız bayat suyu içebiliyorsanız, en azından çeşmeden akan klora basılmış ve zaman zaman neden koktuğunu bile bilmediğiniz suyu içenler kadar şanssız değilsiniz demektir. Giyecek üzerinden gittiğimizde… Evet! Yine şalvardan bluejean’e her şeyi bulmak mümkün. Ama ortalama kalitede bir giyecek için yine çok fazla ücret ödemek gerekiyor. Çoğunluğun giymesi planlanan kıyafetlerse daha ucuza satılmak üzere daha kalitesiz malzemeden, daha 170 Kalemzáde|Kapıları Aşarken kalitesiz dikişle, kullanım miadı çok daha kısa olarak pazarlanıyor. Plastik ve çeşitli sentetik üst giysileri, üç gün sonra kenarı patlayan ayakkabılar, seri üretilen ve dikişleri ilk giyişte atan, renkleri ilk yıkamada solan ve vücuda zarar veren iç çamaşırları raflarda üst üste satılıyor. Eğer bir üst kaliteyi bile alayım diyebiliyorsanız sadece en alttan bir üst sınıfa çıkmışsınız demektir. Ama en üste çıkmanız için yüzde sıfır nokta beşin kazandığı kadar para kazanıyor olmanız gerekir. Emlak pazarından vasıtaya, mobilyadan beyaz eşyaya kadar her şeyin, çoğumuz en kalitesizini ve bizim için üretilmiş olan en ucuzunu almaktayız. Çünkü hak ettiğimiz o. Ölülerimizi bile gömerken mezarlık var, mezarlık var! Öyle üst sınıfın manzaralı ya da korunmuş mezarlıklarına gidip de ananızı babanızı gömemezsiniz. Siz gidersiniz yer kalmadı derler, itibar sahibi biri ölünce yeri çoktan hazırdır. Neyse uzatmayayım… Verecek daha binlerce örnek bulabiliriz. Ama anlaşılan şu ki ayetleri zaman çizgisinde bugüne ve mekan düzleminde bizim buralara izdüşürdüğümüzde İsrailoğullarının düştüğü gaflete bizim toplumumuzun da hiç farkına varmadan düştüğünü görüyoruz. Çeşitli nedenlerle ve büyük ümitlerle büyükşehre göç eden insanımıza burada fakirlik ve hor görülmüşlük damgası çoktan vurulmuş durumdadır. Dört kişilik bir aile için yoksulluk sınırının hemen hemen dört bin lira olduğu bu günlerde büyükşehirlerde yaşayan insanların büyük kısmı net bir biçimde yoksullukla damgalanmış durumdadır. Belli nezih semtlerin belirli sakinleri dışında bugün büyükşehirlerde yerleşik olarak yaşayan insanların çoğu toplumun avam kesimi olarak görülmekte, hor görülmüşlükle damgalanmış durumdadır. Bu insanların önemli kısmı kiracı olup kendi evi yoktur. Bu insanların önemli bir kısmı ortalamanın çok altında ve genellikle asgari ücretle geçinmektedir. Yine önemli bir kısmın tahsil seviyesi ortalamanın altındadır. 171 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Oysa insanlar büyük şehirlerde kazandıklarının yarısını bile kazandıklarında diğer kasaba ve şehirlerde, büyükşehre göre çok daha rahat ve rafah içinde ve de sağlıklı bir hayat sürebilirler. Büyükşehirde yaşamak pahalıdır ve kalitesizdir. Sağlıksız ve yorucudur. Ama büyükşehirlere göç edilmesinin de nedenleri ortadan kaldırılmadan tabii ki kimse kimseye köyüne dön de diyemez. O halde toplum uyanıp çözüm bulmalıdır. Hizip yaratacaklara değil çözümü uygulayacaklara, işinin ehline yüz vermelidir. Çözümün ne olduğunu toplum kendisi bilmelidir. Çözümü bilmek için de önce nedenleri bilmelidir ki, kimi neyin başına getireceğini de bilsin. Türkiye’de cumhuriyetin ilk yıllarında nüfusun üçte ikisi köylerde iken şu anda tam tersi üçte ikisi şehirlerde yaşıyor. İnsanların büyük şehirlere göç etmesinin ardında yatan sebepler nelerdir diye siz de düşünmüşsünüzdür. Kısaca sayarsak: Çoğu ekonomiktir… sosyal ve siyasi nedenler de vardır… afetler… hızlı nüfus artışı… toprakların yetersizleşmesi… şehirde iş bulma olanakları… makineli tarımın artması ve insan gücü ihtiyacının azalması… kentlerdeki eğitim ve sağlık hizmetleri… kolaycılık… özenti… de diğer nedenlerin başlıcaları. Ya sonuçları! Dengesiz nüfus dağılımı… dengesiz yatırım… düzensiz kentleşme.. altyapı yetersizlikleri… kentlerde işsizliğin artması… aşırı nüfus yoğunluğu… trafik… kentlerde erkek nüfusun kırsalda kadın nüfusunun artması… tarım alanlarının boşalması… hayvancılığın azalması… çevre ve hava kirliliği… adaletsiz yerleşim… mafyalaşma… Üstelik bugün tarımda çalışan nüfus azalsa bile sanırım halen işgücünün çoğu tarım kesimi. Ama ülkemizde tarım verimliliği ve kişi başına düşen tarımsal gelir maalesef köylüyü köyünde tutmayacak kadar düşük. Bu arada dış göçler de vardır. İş bulma ümidinin yanında savaş ve asayiş sorunları nedeniyle de geri kalmışlık nedeniyle de olabiliyor… Ayrıca dış göç beyin göçü olarak da gerçekleşebiliyor. Bunların da nedenleri ve sonuçları ayrı bir bahis… 172 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Neyse.. İşte tüm bu zilletle damgalanışın sebebi de; kitaptaki ve etrafındaki ayetleri görmezden gelen, hakka uymaktan ve haksızlığa karşı kıyam etmekten men olunmuş, hep devlet büyüklerinin verdiği vereceği ile oyalanmış bir toplum olmamızdır. Haksızlığa karşı kıyam etmeyi hırsızlıkla, rüşvetle, torpille ve ne kazanırsan mübah olmakla karıştıran kötü örnekler… hak aramayı silahla ve bozgunculukla karıştıran illegal örgütlerse her zaman birileri tarafından maşa olarak kullanılarak… toplumun barışçılık ve tekamül dahilindeki haklı tepkisi etkisizleştirilmiş… birbirine karşı hizipleştirilmiş ve böylece manen her seferinde köleleştirilmiştir. Kazananlar hep aynı, kaybedenlerse hep birbirini yok etmekte. Birileri hep, aman bahçemize fakirler girmesin derdinde. Fakirlerse sahiplerinin dediğinden çıkmayıp, koca bahçede kendilerine tahsis edilen incir ağacından birbirini aşağıya atmakta. İsrailoğullarının elinde ne var idiyse bugün toplumun elinde de o vardır. Allah kimseyi aç bırakmaz. Birbirini aç bırakan insanlardır. Ama insanlar beton binalar arasında yiyecek aradıkları sürece ne bıldırcın eti ne de kudret helvası bulabilirler. Büyükşehirlerde bulacakları şey şoklanmış hamburger, bayat ve kokusuz hormonlu sebzeler, raf ömrü artırılmış kuru gıdalar ve plastik kokan sulardır! İşte bugün de toplumun çoğu, ya durumunu doğal zannedip zilletinin farkında bile olmadan yaşıyor ya da dertlerine çözüm bulmayı yine kölelik şartları içerisinde arıyor. Oysa çözüm sadece ve sadece Allah’a kul olmakta. İster büyükşehirde yaşa, ister köyde! Selam ile… 173 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Batıdan Doğan Güneş!!! Neden Cehennem, Neden Deneniyorum, Ben mi İstedim Dünyayı! Şimşek çaktığında biraz yürüyenleri peşinden sürükleyip, etkisi geçince karanlıkta öylece kalakaldıran birkaç soru, birkaç sorgulama var. Durup dururken neden yaratıldım? Neden deneniyorum ki! Neden cehennem diye bir ceza var? Bütün bunları ben mi istedim? Daha iyi bir düzen kurulup da herkesi mutlu edecek bir son olamaz mıydı? Kısa cevap… Olamazdı arkadaşım! En iyisi bu. Sorulara karşı değilim. Elbette bu sorular da sorulmalı. Sorgulamaları yapılmalı. Sağ olsunlar, böyle soruları gayet güzel bir üslupla ve iyi zanlı mesajlarla bana soranlar var. Yazımın dili o arkadaşlar için değil. Üzerlerine alınmasınlar. Çünkü bu soruları gerçeğin peşinde olan iyi 174 Kalemzáde|Kapıları Aşarken niyetliler sormuyor sadece. Üstelik kimseyi kınamıyorum bunları sordukları için. Ben de sordum. Daha ağırlarını bile kendime sordum! Bu bir süreç işi. Her birimiz belki de farklı aşamalarda deneniyoruz. Ve belki de benim vereceğim cevaplar beni tatmin etse de başkasını etmeyebilir. Çünkü sadece kendi cevaplarımı verebilirim, beklenileni değil. Denenme sadece imtihan olmak demek değildir. Aslında doğruyu görebileceğimiz, iyiyi kötüyü ayırt edebileceğimiz, ilmimizi artırmak için sebeplerin peşinde koşup koşmayacağımız oluşların karşımıza çıkartılmasıdır. Denenme aynı zamanda ol’uşumuzdur. Bildiğimizde manen secdemizi etmemiz, o gerçeğe teslim olmamız içindir. Ama içimizde reddetme hevesi varsa soruları ona da mazeret ediniriz. Çünkü o niyet gözümüze perde olmuştur. Herkes için geçerli olmayabilir ammaaaa… Durum tespiti şöyle… Yukarıda şimşeğe göre hareket ettiğimizde bizi peşinde sürükleyip ortada bırakan sorular ve sorgulamalar dedim. Çünkü Allah’a gerçekte iman etmiş olanların etrafındaki nur zaten sürekli bir aydınlık verir. Çünkü onlar Allah’ı hakkıyla takdir edip bilmek isterler, reddetmek değil. İşte bu aşamaya henüz geçememiş olanlar yukarıdaki soruları sordukları zaman ya bir şimşek bekliyor ya da bir ateş yakmış oluyorlar. Ama ateşin içinde nur yok. Niçin sorduğuna emin olunmadan sorulunca olmuyor işte. Hüsnü zanla sormak var, sui zanla sormak var. Ateşi yakmışız. Ateş etrafımızı aydınlatacakmış gibi yanıyor ama içinde aydınlığı veren ışınlar olmayınca dibini bile aydınlatamıyor. Bunun sebebi de o ateşi yakan bizim aydınlığı yıllardan beridir ateşten bekliyor oluşumuz. Oysa aydınlık ateşte değil nurdadır. Ateşin çoğu ısıdır, ışık değil. Ve bizim bahsettiğimiz ışık kafamızdaki iki gözle görünmüyor, kalp gözü ile görülüyor. Gelelim ayrıntılı cevaba… Öncelikle… Seçim şansımız olmadan yeryüzüne gönderildiğimize emin miyiz!!! Kitapta emaneti kabul ettiniz diyor. Ve işte bu da sözleşmeniz 175 Kalemzáde|Kapıları Aşarken diye ekliyor. Ben okuduğumu böyle anlıyorum. Tabi ki bu kitaba inananları ilgilendirir. İkincisi… İstesek de istemesek de artık varız yahu! Ve aklımız bu konuda çaba sarf etmeniz gerektiğini, bu oyunu kuralına göre oynamamız gerektiğini söylüyor. İstememiş bile olsaydık, şu anda gerçek bu. Buradayız. Üçüncüsü… Hiçbirimiz şu muhteşem evreni ve dengeyi yaratan kadar bilgi sahibi olmadığımıza göre, evrenin var oluşu da bizim var oluşumuz ve deneniyor oluşumuz da, tüm iyilikleri ve kötülükleriyle dünya hayatı da olması gereken gibidir. Var mı itirazı olan! Eğer bunun aksini iddia ediyorsak, onu çevirecek bir bilgimiz olması gerekir. Bu da Tanrı’yı yenerek onun yerine geçmektir. Eğer bu evreni yaratan Tanrıysa ki başka alternatif yok ve üstelik tek olmaması akla ziyan.. en adaletli, en olması gereken, en geçerli düzen bu demektir. Daha iyisi olmadığına göre en iyisi budur. Daha iyisi daha adaletlisi olabileceğini iddia etmemiz bizim şeytanımızın aklımıza oyunudur. Yaratan kuşkusuz en iyi biçimde yaratmıştır. Çünkü Yaratan O’dur. En iyisi budur. Biz beğenmiyor bile olsak budur. Dördüncüsü… Cennet de cehennem de dünyadaki bildiğimiz kavramlar üzerinden benzeştirilerek bize anlatılır. Allah bize bilmediğimiz ve bu dünyada gerçek mahiyetiyle bilemeyeceğimiz şeyleri açıklıyor. Önemli olan manasını kavramaktır. Su ile ateş arasındaki farkı düşünün. Bir de öte dünyada hesap verdikten sonraki halimizi… iyiler (sözgelimi) evrenin taaaa öbür ucundaki muhteşem güzelliklere sahip cennet adı verilen gezegene giderken… biz bu dünyanın tamamına bile her dilediğimiz şekilde sahip olsak… burasının ne kadar aşağıda kaldığını ve üstelik burada tecavüzcü, katil, hırsız, kibirli kötülerle birlikte kaldığımızı görürüz. O halde başka bir ateşe, bir başka cehenneme ihtiyaç mı kalır! Önemli olan, su ile ateş arasındaki fark gibi, bir azaba ebediyyen müstehak olmamak için uğraşıp didinmek değil mi? 176 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Dünyayı isteyene dünyanın hepsi verilse, birileri en en en ennn güzeline… hatta bilemediğimiz kadar güzeline… ve bütün kötülüklerden sıyrılmış olarak giderken… biz burada kötülerle, terleyen bedenimizle, kestiğimiz tırnaklarla, kirlenmiş klozetlerimizle ve baca kokularıyla kalmak zorunda kalırsak… başka cehenneme gerek var mı? Böyledir demiyorum elbette. Sadece Allah’ın en iyi düzeni kurduğuna eminim diyorum. Çünkü O bizim bilmediklerimizi biliyor. Çünkü Yaratan O ve neye iyi diyorsa iyi olan odur. Bizim kısıtlı bilgimizle beğendiğimiz ya da beğenmediklerimiz değil. Biz neyi beğenirsek en iyi o, biz neyi beğenmezsek kötü olan o. Başka bir kitabımız var da oradan mı okuyoruz bunları! Hadi diyelim ki daha iyi bir dünya, daha iyi bir düzen, daha uyumlu(!) bir evren ve herkesin mutlu sonunu okuyacağı bir kitap olsun hayat! Allah’ın yaptığını, yarattığına burnumuzu çevirip, hadi beğenmedik diyelim! Madem bu kadar isyan ettik, hadi bakalım iş başına! Hadi sokalım ellerimizi taşın altına! Hadi elele verelim güneşi batıdan doğuralım var mısınız!!! Hadi şu güneşi bir kez olsun batıdan doğuralım da ondan sonra diyelim ki bu düzen kötü! Hadi gelin daha iyisini yapalım! Oldu olacak yıldızların yerlerini değiştirelim, güneşi yazın biraz küçültelim, ayı her güneş batışından sonra doğurtalım var mısınız!!! Var mı bu işe önderlik edecek bir ilah aranızda ben de ona uyacağım. Göstersin marifetini! Sorgusuz sualsiz hemen uyacağım!!! Yani kalemzade konuyu nereye getirdin. Cevap basit! Tanrı manrı yok! Hadi hobaraa!!! Allah yok diyelim! Ne olacak! Tüm bu işlerin milyarda birini yapamadıktan sonra, kalkıp kâinatın bu düzeni ne kadar da kötü demek ne demek! Akıl işi mi!!! Eğer tanrı yok diyorsak tanrı biziz demektir! İnanmadığın Tanrı, karşılığını tamamladığını ve kendi tasarımında her şeyi çözeceğini söylüyor. Hayır diyorsan, hadi sen çöz şu dünyanın bütün sorunlarını! Sağla adaleti! İddian “O yok” ise sen göster marifetini! 177 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Gösteremiyor musun? Yeteneksiz misin? O halde tanrı yok diyerek bu tanrı olma hevesinden de, düzeni beğenmeyip kendini O’na ortak koşmaktan da vazgeç. İki gram uyku uyutmayan bir dişi sivrisineği bulamıyorsun odanda… ondan sonra kalkıp “bu düzen yanlış” diyorsun! Aklını çalıştır biraz. Allah olmasaydı ne sen, ne ben, ne de şu evren olurdu. Benim tek olan Allah’ım, bu düzeni en mükemmel şekilde kurmuştur. Zaten kuran O ve daha iyisini kuracak kimseye henüz rastlamadım. Haa onu da göreceğim gün gelecek. Ama yine O yapacak. İşte orası cennetin ta kendisi olacak. Bu yüzden Ahiret var. Bu yüzden ölümle bitmiyor. Hayal bile edemeyeceğin kadar güzel bir hayat seni beklerken, sen sorularını kötü zanla sorarak istediğin cevapları veriyor ve demek ki Allah yok zannederek hevesle azaba, gözyaşına, seni saptıranlara öfkeyle diş gıcırdatmaya ve sonu gelmez bir pişmanlığa koşuyorsun! Bir zan uğruna cehenneme gitmeye değer mi a benim güzel kardeşim! Selam ve sevgi ile… 178 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Sen Hep Varsın Küçüğüz, Daha Çok Küçüğüz… Hakk’ın merhametli gözünde bir bebek gibi olduğumuza eminim. Hepimiz insanız ve halen kıyıya vurmaya namzet küçücük çocuklarız. Allah kimseye zulmetmiyor. Kendi yapıp ettiklerimizden dolayı bize ibretler gösteriyor… Ol’alım diye! Gerçek olan dünyaya henüz gözümüzü açmadık. Daha doğmadık! Ol’uyoruz. Ama ol’urken, gördüğümüz ibretlerden payımızı da almalı ve af dilemeliyiz. Affolmak, ol’urkenki kötü olan taraflarımızdan arınmamız demektir. Daha iyi bir adem olalım diyedir. Aklı kullanırken duyguları yok sayamayız. Bazen sizin de O’nunla baş başa kaldığınız duygusal anlarınız olur, bilirsiniz. Bize yalnız 179 Kalemzáde|Kapıları Aşarken olmadığımızı hatırlatır. Biz kendi kendimize hatırlıyoruz zannederiz. Dilememizi ve yönelmemizi bekler. Farkındayım senin der. Neyi, neleri dert ettiğini biliyorum der. Açığa vurduğunu da, içinde sakladıklarını da biliyorum ve daha sen söylemeden neyi söyleyeceğini de anladım der. Hiç de yalnız olmadığımızı sevgiyle ve merhametle hatırlatır. Ben sadece bir tanesini yazıya döktüm. Sizin de yazılası ne çok olmuştur. Sen Hep Varsın Hatırımda Sen’sin. Nefesimde Sen. Yüreğimde Sen. Sevgimde Sen. Kıyamımda Sen. Şükrümde Sen. Gücüm de Sen’den, sevincim de Sen’den, hüznümde Sen. En derinlerde Sen’siz yer yok, en yükseklerde Sen. Alçalan gönüllerde Sen varsın, yükselen ilimlerde Sen. Söylemeden Sen varsın, söylediğimde Sen. Görmediğim yerlerde Sen varsın, çıkamadığım yerlerde Sen. Bildiğimde Sen varsın, bilmediğimde Sen. Görsem Sen, göremesem Sen, görülmesem Sen. Bilsem Sen, bilemesem Sen, bilinmesem Sen. Varlığımda Sen varsın, yokluğumda yine Sen. Neden diye sorduğumda yanıtımda, yanıtladığım sorumda Sen. Her zorluğumda omzumda, her kaybettiğimde yolumda Sen. Dileğim o ki bağışla bizi ve yolumuza Sen’sizleri çıkartma. Hissimde Sen varsın, fikrimde Sen, zikrimde Sen. 180 Kalemzáde|Kapıları Aşarken 181 Kalemzáde|Kapıları Aşarken Kalemzáde Cengiz Yardım Kalemzáde|BLOG2015 kalemzade.nete-kitap 182