2014-01 Kizilbas 34
Transkript
2014-01 Kizilbas 34
kızılbaş Ocak 2014 - Sayı 34 kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü! 1 9 1 5 ’d e n b u y a n a y a p ı l a n katliam soykırımı ve cinayetleri devlet yapmıştır! Türkiye’de Kürtistan Demokrat Partisi’nin (T’de KDP) birinci kongresi *** Roboski Goyiler *** İsmail Beşikçi siyasete giriyor *** Beşikçi’ye “Kürt düşmanı” diyen Türk dostu *** “Em birayê hev in lê ne şirîgê hev in” *** Tutsak PKK, Rehine HDP *** AKP-Cemaat Çatışmasında Kürtlerin Tavrı Üzerine *** Fethullah Gülen Paris Katliamını yaptıranlardan biri! *** Milli Mücadele neyin mücadelesi *** Kardeşliğin değil Aleviliğin inşası... kızılbaş - sayfa 2 - sayı 3 - aralık 2013 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş yayınlayan / veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni: ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0 506 818 66 55 kizilbasankara@hotmail.com kayseri temsilcisi a. rıza ülger kzlb_kysr_38@outlook.com berlin temsilcisi: ali koçak alikocak50@hotmail.com tel: 0177 457 79 78 stuttgart temsilcisi: ali usta info@ali-usta.net tel: 0176 78 56 12 71 adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz kizilbasdergisi@kizilbas.biz kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi: 15 ocak 2014 sayı: 34 gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :........................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: Akbank hesap numarası: 5890 0441 8440 6536 6 sayı 75.00 tl - 12 sayı 150.00 tl. dünya ve avrupa için: adı soyadı :.................................................................................................. adres :........................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: sparkasse duisburg 0300 23 23 29 bankleitzahl 350 500 00 IBAN: DE05 350 500 00 0300 23 23 29 kızılbaş - sayfa 3 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindek iler: Sayfa 04 - Cangözü ile görmek ................................................. Ali Ülger Sayfa 06 - TÜRKİYE’DE KÜRDİSTAN DEMOKRAT PARTİSİ’NİN (T’de KDP) BİRİNCİ KONGRESİ Syafa 11 - türkiye’de kürtistan demokrat partisi’nin (t’de kdp) programı ve tüzüğü Sayfa 14 - İki Said’ler (Said ELÇİ - Said KIRMIZITOPRAK) olayı Kuzey Kürdistan’da milli damara ....................................... Şerif Karakurt Sayfa 15 - Roboski Goyiler ........................................... Dr. İsmail Beşikçi Sayfa 18 - İsmail Beşikçi siyasete giriyor ...................................... Ferda Çetin Sayfa 21 - Beşikçi’ye “Kürt düşmanı” diyen Türk dostu .................................................................... Dursun Ali Küçük Sayfa 23 - “Em birayê hev in lê ne şirîgê hev in” .................. İbrahim Küreken Sayfa 24 - Tutsak PKK, Rehine HDP ............................ Garbis Altınoğlu Sayfa 32 - AKP-Cemaat Çatışmasında Kürtlerin Tavrı Üzerine .................................................................................. Cemil Gündoğan Sayfa 36 - Fethullah Gülen Paris Katliamını yaptıranlardan biri! .................................................................................. Bese Hozat Sayfa 38 - HDP’den KCK açıklaması Sayfa 38 - ‘Gayrimüslim lobilerinin paralel devletleri’ mi? ...................................................................... FOTİ BENLİSOY Sayfa 39 - 1915 VE ÖNCESİ: KÜRT TARİHYAZIMINDA İNKARCI EĞİLİMLER ÜZERİNE – 5. Bölüm .................... Hovsep Hayreni Sayfa 44 - Milli Mücadele neyin mücadelesi - 2 ............ Sevan Nişanyan Sayfa 45 - Sevan Nişanyan Torbalı cezaevinde: ‘Pişman değilim’ Sayfa 46 - Zulüm Mülkün Temelidir (!) ......................... Av. Okan Manaz Sayfa 47 - MGK’da Ortadoğu, Kuzey Afrika, Suriye ve Irak’taki gelişmeler ele alındı Sayfa 48 - Şapkasız gelemezsin okula ŞAPKALAR NE İŞE YARAR? .......................................................................... Sultan KILIÇ Sayfa 49 - Kardeşliğin değil Aleviliğin inşası... ........................... Kelime Ata Sayfa 50 - mevsimlik işçiler (ikdidar ile ölümler doğru orantılıdır)!.. ....................................................................... ayşegül karadağ Sayfa 51 - Serçesme’mizin ortasına zorla yapılmış bir camidir o! ........................................................................ Veliyyettin H. Ulusoy Sayfa 52 - Maraş Katliamı Paneli .................................... Erdal Yıldırım Sayfa 55 - malatya katliamı Sayfa 56 - İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon MÜSLÜMANLARA SORUYORUZ! Sayfa 56 - 147 ton kitap, kilosu 15 kuruştan satıldı Sayfa 57 - Ölmeden Önce .................................................... Aram Ararat Sayfa 58 - Öteki Maraş (II) ............................................................ Uğur ADSIZ Sayfa 59 - mirabel kızkardeşlerin yolundan gidenler...25 kasım dünya kadınına şiddete yönelik mücadele günü ........ Dilara Gerdan Sayfa 60 - İŞİMİZ KAPI KULLARI İLE DEĞİL OL KAPI İLEDİR .................................................................................. Adnan Cangüder Sayfa 62 - Lazca Yayın Yapan Tv Kanalı Kuruldu Sayfa 62 - duruşu belli olmayan bir toplum yok olmaya mahkumdur-ali ülger Sayfa 63 - Pontosluların Ölüm Yolculuğunda Türk – Alman Ortaklığı ............................................................................ Sait Çetinoğlu Sayfa 64 - Öcalan’dan AKP hükümetine tam destek gağan bayramı Yaşadığımız coğrafyada yerli hakların ferklı kültürlerin ortaklıkları ayniyetlikleri de oluyor. aynen gağan bayramında olduğu gibi. kızılbaş zazaların hrıstiyan ermenilerin kızılbaş kürtlerin ortaklaşa kutladıkları gağan bayramının yerli komşu halklara dostluk güven ve barışa vesile olması dilegimizle kutlarız yaşadığımız coğrafyada tarihsel ve güncel sorunlarımızın çözümlerinin bilince çıkartılıp adil demokratik yollardan çözümlerine katılmak özgürleşmek için her bir kesmin kendisini temsil etmesini karşılıklı dayanışmalarını yaşayarak görmek isteriz kızılbaş - sayfa 4 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 cangözü ile görmek yasal ve matematiksel olarak da mümkün olmayacaktır. Bizim Kızılbaş-Alevi-Bektaşi camiasında var olan güncel ve tarihsel sorun ve problemlerimizi de kendi içimizde eşker yüksek sesle tartışarak halletmeliyiz!... Sakine Polat Gündem yoğun, siyaset çok hızlı işletiliyor. Hayatın her bir alanında çok ciddi bir yarış var. Bu hızlı yarışın içinde biz KızılbaşAlevilerin tercihleri nasıl olmalıdır? Seçimler yaklaşıyor. Alevi dernek-vakıf siyasetçileri aday olmak, koltuk kapmak için kapı kapı dolaşıyorlar. Eletek öpüyorlar. Ankara Çankaya Belediye Başkan Adayları içinde bilinen iki aday var. Biri ittihatçı, soykırımcı, asimilasyoncu, faşizan CHP, diğeri de CHP evladı MHP’dir. Her iki devlet partisinin adayı da Kızılbaş-Alevidir. MHP adayına Kızılbaş-Alevi camiasından çok büyük sessiz, olumsuz tepkileri var!... CHP adayına açık kapalı destek sunmaları hiçte hayra delalet değildir. Çürük elma siyaseti içinde yer alan ittifaklar içinde olan ol kardeş partilere neden böyle farklı yaklaşımlar sunuluyor burayı azıcık irdeleyelim mi? partilerinde koltuk kapmaca oynamaları elbette açık açık eleştirilmelidir. Sadece eleştirmekle de kalmamalı bu devlet siyasetçilerine modern ve demokratik bir alternatif olacak devlet siyasetine karşı olacak kendi öz partimizi geliştirerek, yayarak kendimize sahip çıkarak, yeni adımlar atmalıyız. Önümüzde duran tarihi bir görevdir. Kendimizi yenileyip yeniden yapılanarak demokratikleşip siyasal hayata bizde kendimiz için katılmalıyız. Bizi sadece içimizdeki kınalı-kekliklere açık tavır alarak onları işimizden yolumuzdan ve siyasetimizden uzak tutmalıyız. Devletçi klasik parti örgütlenmelerinin dışında modern demokratik açık bir parti olmalıyız. * * * Halkların Demokratik Partisi oluşturuldu. Siyasetini tutsak olan bir özgür(!) önderliğe bağımlı olarak siyaset işletiliyor Tek başına vatan, millet kurtaran yasal ve yasa dışı onlarca partiler var ve hiçbiri kendi dışında kalanları görmek istemedikleri gibi bir de düşman cephesine itiyorlar. Biz kendi siyasetimizi ve yolumuzu kendimiz açık açık belirleme durumundayız!... CHP TC. Devletini kuran ittihatçıdır. 1915’ten bu yana yapılmış tüm soykırımları, katliam, sürgün ve cinayetlerden birincil dereceden sorumlularından biridir. İnkâr, asimilasyon siyasetini işleten CHP’dir. Bulunduğumuz coğrafyada demokratik toplumun oluşmasında taraflar arasında uzun vadeli ciddi ve de kalıcı bir yol haritasının oluşturulmasında bizlerin de örgütlü kendi öz partimiz ile katılıp kendimizi temsil etmeliyiz!... MHP devletin sivil silahlı terörist bir koludur. Devlet kendine ait olmayan sivil muhalefetlere karşı MHP’yi sürekli kullanmıştır. Müslümanların, Kürtlerin KızılbaşAlevilerin ve azınlığa düşürülmüş mazlumların bir platformda uzlaşmasına ihtiyaç olduğu kanısındayız. Devletin ırkçı soykırımcı partilerinin birine evet diğerine hayır diyerek dürüst samimi demokratik siyaset işletilemez! Bu yönde gelişecek toplumsal siyasetin ırkçılıktan, faşizanlıktan, inkâr ve asimilasyondan kendini arındırmasına her bir kesimin katılımıyla demokratik ortamın oluşturulması ve hukukun üstün kılınıp işletilmesinin sağlanmasında var olmalıyız. Bu gelişim içinde olmayanların gelecekleri de olması si- Kızılbaş-Alevi dernek ve vakıfları işleten çok kocaman kahramanları şimdi devletin ırkçı soykırımcı katliamcı Diğer yandan kendi içimizde var olan mitolojik ve kültürel ve milli farklılıklarımızı da hoş ve eşit tutara birlikte dayanışarak üretip geliştirebilmenin demokratik bir ortamı partimiz içinde üretebiliriz!. MHP + CHP diğer devlet partilerinin adaylarına bu yönden karşı çıkmak her dürüst insanın görevi olmalıdır oy vermeyerek onları dışlamak bize görev olmalıdır. Kürtlüğü beyazlaştırarak Tırkılığa taşıyan bir araç olarak işletilmektedir. Yeni bir devşirme katmanı oluşturuluyor. Mazlum halkların kardeşliği söylemlerini sakız yaparak yeni bir inkâr asimilasyon baskı aracı oluşturulmaktadır. Kendine hayrı olmamış seyrek bir topluluktan Kürt milli mücadelesine yük olacağı kanısındayız. Kürt-Tırk kardeşliği üzerinden Kürdistan istemek kötüdür, kardeşlik, barış iyidir siyasetinden önderliğine bağlı olarak, siyaset yaparak ne Kürt milletinin ne de diğer halkların hiçbirinin en küçük faydası olmayacağı gibi zararı olacağı kanısındayım. HDP’in işlettiği siyaseti ve siyaset yöntemleri CHP’n döküntü siyasetinin en ilkel en basit silik bir kopyasıdır. Bunu yaşayarak hep birlikte göreceğiz. Bugüne kadar terlik değiştirir gibi parti değiştirilmesine alışıldı galiba. kızılbaş - sayfa 5 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 HDP öncesinde açılan işletilen ve kapattıkları partilerin hiçbirinin hesabını vermeden aynı kadrolar ile yeni gibi görüne sadece adı amblemi değişen partilerden hayır gelmemiştir!... HDP’i bulunduğumuz coğrafyada var olan mazlum Ermenilerin, Rumların, Hristiyanların, Yahudilerin Kızılbaşların ve Zazaların kısacası kendileri gibi olmayanların özgür örgütlenmelerine karşıdırlar. Gelsinler biz güderiz siyaseti işletilmektedir, aynen CHP’nin işlettiği yöntemler ile siyaseti ile!.... * * * PKK silahlı mücadelesinin kazandırmış olduğu sevgi sempati ve desteğin gölgesinde siyaset işletenlerin akıbetlerinin hem maddi hem siyasi olarak hüsran olacaktır. Serok Apo’nun yakalanmasından sonra oluşturulan TC. İle bütünleşme siyaseti işletiliyor. Bu siyaset ile oluşturulan yeni birlik kardeşlik siyasetiyle geçmişin birikimleri tüketiliyor nereye kadar bu tüketime dayanır pek belli değil! Türk-Kürt kardeşliği, barış vb. söylemler ile oluşturulan bu siyaset ile Kürdistan istemiyoruz ile kendini taçlandırdı. Bir de Tırk-Kürt-İslam birliği siyaseti eklendi. Bu siyaset biz Kızılbaş-Alevilere hiç güven vermiyor! Önder Serok Apo’nun bu mucizeleri bize ittihatçı ittifakın tekrarını hatırlatıyor! 1915’i, 1919’u, 1925’i, 1937-38’i hatırlatıyor! Bu siyaset devlete Tırkın siyasetidir. Gerek Osmanlıda gerek TC. Döneminde Kürtlerin de içinde yer aldıkları ittifaklarını iyi biliriz. İttihatçı, katliamcı, soykırımcı ittifaklarını… Hâlâ Kürdüm diyen aydın ve örgütlenmelerinin kendi yakın, kanlı, maraba geçmişleriyle yüzleşmeden inat ile kaçmaları ittihatçı ittifakın dışına çıkmak istemelerine delildir! * * * Mustafa Karasu ile yapılan bir söyleşide Mustafa Karasu: “Tarih Alevileri tutumlarından dolayı onure edecektir!” Alevileri kendileri için neler yapmışlar da onure edilmeyi hak etmişler? Gezi işlerinde CHP + İP + Ergenekon üçgeninde marabalık yaptıkları için mi ödüllendirilecekler? Alevi-Bektaş-i örgütlenmelerinin hiçbirinin kongresinde “Kürtlerin hakkı, hukuku verilsin, Tırk Silahlı Kuvvetleri işgale son versin, çekilsin” diyen var mı? Yok! Kürtlerin en basit hakkını tanımadıkları için onure edecekse tarih, Karasu da o zaman haklı olur. Beyaz Kürt örgütlü hareketi KızılbaşAlevilerin basit oylarını almak için böylesine sakal tarıyorlar bu işi Tırklardan kopyalamış olabilirler. Irkçı, soykırımcı, katliamcı, sömürgeci, asimilasyoncu siyasetin uygulanmasıyla üretilen tahribatın derinliğini sağlıklı görüp tasfiyesine yönelik alternatif programlar ile siyasetini işlemedin mi CHP siyasetinin gölgesinden ve işgalinden kurtulmak mümkün olmaz! İttihatçı ittifakın dışına çıkılamaz ve yüzleşme demokratikleşip özgürleşme de olamaz! Şu anda aktüel işletilen beyaz Kürt siyasetiyle ne Kürt sorunu çözülür ne de diğer sorunlar! Bu siyasetle ne kendilerine ne de biz Kızılbaş-Alevilere hiçbir faydası olmayacağı gibi zararı ve gecikmeleri olacağı kanısındayım! * * * PKK örgütlenmeleri Kürdistan ülküsünden feragat ettiler. Bu dönüş anlaşılır bir durumdur. Kürt milletinin müstakil olmasını isteyenlerin oturup yeni baştan bir hesap yapmaları gerekiyor. İlla da müstakil olma işini istemezük kötüdür diyenden! Müstakil Kürdistan kurun demekte çok çok haksızlık olmuyor mu? Kendi yapbası gerekenleri başkasından istemek te ayrı bir hastalık ve ittihatçı ittifakta kalma siyasetidir. * * * KCK Yürütme Konseyi Eş başkanı Bese Hozat’ın açıklamasının ilgili bölümü şöyle: “Türkiye’de resmi devletin dışında bir de oluşan paralel devletler vardır. Mesela Fethullah Gülen cemaati paralel bir devlettir. İsrail lobisi, yine milliyetçi Ermeni ve Rum lobileri paralel birer devlettir. Paralel devletlerin birbiriyle ortaklaştığı ciddi bir çıkar ilişkisi vardır. Paralel devletlerin resmi bir hukukları, anayasaları yoktur. Görünürde resmiyete kavuşmuş bir orduları da yoktur ama resmi olandan daha güçlü ve örgütlü bir güce sahiptirler. Özel Harp Dairesi ve JİTEM gibi güçler paralel devletin vurucu güçleridir, şimdi buna resmi kimlikli emniyet, polis ve yargı güçleri de eklenmiştir. Bunların bağlı kaldıkları hiçbir hukuk ve kural yoktur. Tüm savaş kurallarını kendileri belirleyip uyguluyorlar, kimseye de bir hesap vermiyorlar. Paralel devletin korkunçluğu esas burada ortaya çıkıyor. Paralel devlet Gladyo devletidir, NATO destekli cemaatin ve lobilerin illegal devlet örgütlenmesidir. Asıl amacı, Türkiye’nin demokratikleşmesini engellemektir.” http://t24.com.tr/haber/kck-ermenive - r u m -lo b i le r i - p a r a lel - b i r e rdevlettir/247918 Hiçbir yoruma açık kapı bırakmayacak kadar açık. Bu görüş TC. Görüşünün basit bir kopyasıdır. Bu gidişat ile K. Kürdistan’da yeni beyaz Kürt MHP’si mi oluşacak? * * * Beşikçi Hocanın yazısına gelen saldırıları sağlıklı görmek gerekiyor. Şöyle ki; Beyaz Kürtlerin ulu halk önderlerin ve teşkilatlarını görüş ve düşüncelerini eleştirmek suçtur, günahtır! Eleştirenler ya hain ya da düşman yapılıyor. Bu dayatma demokrasinin, hukukun olmadığı teşkilatlarda işletilen diktatörlüktür. Cc. Allah gecinden versin Beyaz Kürtlerin ulu önderleri hakkın rahmetine ulaşırsa ne olacak? Kürt milleti kendi taleplerine ulaşamayacak mı? Eleştiriden öneriden korkanların özgürlük, barış ve demokrasi isteme talepleri sadece kurusıkı palavradan başka bir şey değildir. Gerçekten özgürlük barış demokrasiden yana olanların açık eleştiriye öneriye ihtiyacı oldukları kanısındayım. Saygılarımla Can Cana kızılbaş - sayfa 6 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 TÜRKİYE’DE KÜRDİSTAN DEMOKRAT PARTİSİ’NİN (T’de KDP) BİRİNCİ KONGRESİ TÜRKİYE’DE KÜRDİSTAN DEMOKRAT PARTİSİ’NİN (T’deKDP) BİRİNCİ KONGRESİ Birinci Kongremiz: Tam bu noktada, hemen eklememiz gerekir ki, bize göre Türkiye’de dahilî milli çelişki, diğer tüm dahilî ya da dış çelişkilerin en önemlisidir. Çünkü Kürt halkının varlığı ve O’nun assimilasion metotlarıyla ezilmesi, faşist iktidarların devamı için temel bahane olmuştur. Nasıl ki Hitler Faşizmi; bir zamanlar diktatoryalarının ana sebebi olarak, Yahudilerin mevcudiyetini şoven bir kılıfla Almanya'nın her kesimine yutturmuş idiyse; ırkçı Kemalistler de şoven askeri diktatörlüklerinin temelini Kürt meselesi, özellikle de O’nun inkâr edilmesi üzerine atmışlardır: Yarım yüzyıla yaklaşan bir zamandan beri bütün okullarda, eğitim yuvalarında, kışlalarda, karargahlarda, dairelerde, mahkemelerde ve tüm resmi yerlerde, durmaksızın ırkçı ve şovenist Turancı propagandayla, Mustafa Kemal’in şahsı putlaştırılmıştır. Özellikle biraz okumuş olanlar, mutlak olarak bu şoven potanın içinde oluşuyorlar. Bunun pek tabii bir sonucu olarak, Kemalist subay ve bürokratlar ki bir kere daha söyleyelim, ister açık isterse kapalı olsun, Türkiye´de siyasi iktidarın gerçek sahipleri bu subay ve yüksek bürokratlardır. İster iç ve isterse dış, tüm ilişkilerini Kürt halkının düşmanlığına müstenit bir düzeyde sürdürürler. Bunun içindir ki, bir anlamda, Türkiye kamuoyunun geniş ekseriyeti de, bu düşmanlığa göre şartlandırılmıştır. Basit bir örnek: Şayet birisi açıkça Kürd’üm der, ya da Kürt halkı için en basit insan haklarından söz ederse, hemen bu kimsenin başına belalar yağmakta ve polis, askeri mahkemelerle faşist yetkililer onu vatan haini ilân ederek sürüm sürüm süründürmektedirler. Asıl üzülmesi gereken acı nokta odur ki; okumuş, üniversiteli, aydın, liberal, sağcı, solcu ve hatta gerçek bir demokrasinin sözünü içtenlikle edenler bile, Kemalistlerin bu tuzağına düşmektedirler. Bu nedenle de (yani Kürt halkını inkâr dolmasını yuttukları için) Kürt halkının inkâr ve asimilasyonu tatbikatına karşı, ya kendilerini vurdum duymazlığa veriyor ve çoğunlukla bu alanda su-baylarla Kemalist bürokratların suç ortağı ve yardımcısı oluyorlar. Bu nedenlerle, bugün piyasa partilerine ve onların hükümetlerine ki bu sivil hükümetlerin bizzat kendileri dahi, subaylarla yüksek bürokratların direkt vesayeti ve kontrolü altındadırlaren küçük bir inancımız kalmamıştır. Par- lamentonun kendisi de, -subay ve yüksek bürokrat- cunta iktidarlarının hükmü altında hiçbir teşrii fonksiyona sahip değildir ve özellikle son yıllarda en küçük iş görmeyen bir arpalık haline gelmiştir. Arkadaşlar! Somut bir analizin sonucunda, halkımızın milli demokratik haklarının istirdadı için; milli bir yolla program ve milli bir teşkilat öncülüğünün zaruretiyle, kesin olarak, açıkça ortaya çıkmaktadır. Bazı oportünist ya da safdil kimseler, yıllardan beri parlamento ile ve Kemalist partilerle halkımızı oyalayarak O’nun milli potansiyelini israf etmek istemektedirler Evet, 1946 yılından bu yana, Türkiye’de şekli oyuncakları andıran birtakım piyasa partileriyle, hiçbir pratik değeri bulunmayan yalancı bir seçim oyunu vardır. Fakat, bugün biraz izan sahibi ve uyanık olan herkes çok iyi bilmektedir ki, perde arkasında ve bazen de çok açık olarak (27 Mayıs 1960) hükümet darbesi ve O’nu takip eden olaylar....Yine de su-baylarla faşist bürokratlar ve bunların cuntaları, siyasi iktidarın sahibi olmakta devam ediyorlar. Bu gerçeğin yanı sıra, yirmi beş yılı aşkın bir zamandan beri; bazı Kürt aydınlarıyla milliyetçileri, hâlâ yılgınlık ve gevşeklik uykusundadırlar. Ya gerçekten bunların beyinleri donmuştur, bunlar hiçbir zaman doğru ve bilimsel bir analiz yapıp, hatta anlamamışlardır; ya da kişisel yaşantıları dolayısıyla Kemalistlerin ortakları olmuşlardır. Ve bu nedenle de bize her gün sivil hükümetlerin, piyasa partilerinin ve parlamento arpalığının hikâyesini okumaktalar. Zira bunların yaşantıları ve ilişkileri, faşist düzenin gereklerine uygun bir şekilde düzenlenmiştir. İşte bu durumda olan bayların, kendilerini korkaklıktan, ödleklikten ve yılgınlıktan kurtarabilmeleri çok zordur. Ne var ki bunlar, bir köşeye de çekilmiyorlar: Hem Kürt olduklarını hatta su katılmamış Kürt milliyetçisi olduklarını söylerler ve hem de Kürt milli haklarının ve onurunun istirdadı uğrunda hiçbir tehlikeyi, fedakârlığı, feragati ve kesin sonuçlu mücadeleyi göze almamaktadırlar. Arkadaşlar! Sürgit bu durumda kalmamız acı değil midir? Utanç verici değil midir? Bizim için yüz karası değil midir?.. Be birader, kölelik ve uşaklık bu kadar tatlı mı geliyor bize ki, hem günümüze kadar tutturduğumuz hareketlerle, gösterdiğimiz yolun yanlış ve sapık olduğunu; hem piyasa politikacılarının palavralarıyla atmasyonlarının yalan olduğunu biliyoruz ve hem de gerçek ve devrimci bir çalışma ve de mücadeleden kaçınıyoruz?.. Ne zamana kadar halkımız faşistlerin boyunduruğu altında; bütün insani, milli ve demokratik haklarından yoksun olarak yaşasın?.. Evet, Türkiye´de Kürdistan Demokrat Partisi, bu zaruretlerden dolayı; bilgili, bilinçli bir siyasi, tarihi ve pratik tecrübenin sonucunda ve sizin elinizle kurulmuştur. Bütün devrimci partiler de olduğu gibi; başlangıçta parti Merkez Komitesi, bir çekirdek gibidir. Ne var ki, kanaatimizce bu çekirdek; epeyce sağlam, kendini bilir, kendi gücüne ve milletimizin potansiyeline inançlı ve düşmanımızın karakterinin de bilincindedir. Tam bu nokta da eklememiz gerekir ki, milliyetçiliğimize ve vatanseverliğimize, hayatımız boyunca en ufak bir gölge düşmedi ve bu milli niteliklerimiz yıldan yıla gelişerek, olgunlaştı. Ve devrimci teorinin rehberliğinde şuur kazandık, kendimizi tanıdık... Halkımızın mücadelesinin seyri içinde, partimiz kendisini tarihi bir göreve, aday olarak atamıştır. Çünkü; devrimci militanlar ve teşkilatlar, bilgili ve yüksek bir inanç seviyesini bulunca, bu mukaddes görevin yerine getirilmesi için, kendi kendilerini tayin ederler. Biz inanıyoruz ki, ancak milli, akıllı, bilgili, fedakâr ve her bakımdan birbirine kenetlenmiş bir teşkilatın öncülüğünde, milletimiz milli-demokratik haklarına kavuşabilir. Bugün, çalışmamızı ve mücadelemizi; bu yüksek inançların, sağlam doğruların ve milli ideolojinin potasında yoğuralım ki, bu tarihi, kaçınılmaz ve şerefli görevin üstesinden gelebilelim. Bundan dolayı, yüksek bir ideolojik seviyenin yanında, başka bazı silahlar da (Devrimci teorinin bilinmesi, kendi milli devrimlerimizle tarihimiz ve dünyanınkileri hakkında doğru değerlendirme; yaşadığımız zaman içinde kendimizin ve düşmanımızın durumunun analizi...) kızılbaş - sayfa 7 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yüzde yüz gereklidirler. Bu kısa hatırlatmadan sonra, şimdi de partimizin amacı üzerinde biraz duralım: Partimizin Amacı (Hedefi): Partimizin programında, amacımız şu şekilde konmuştur: Md. 3- “Partimiz Türkiye Kürdistan’ında yaşayan Kürt halkının, kendi kaderini bizzat kendisinin tayinine hakkı bulunduğuna inanır, bu amaca varmak için, Kürt milli varlığının resmen tanınmasını ve Kürt milli demokratik haklarının istirdadını temel şart sayar.” Arkadaşlar! Bu maddede çok açık olarak ifade edildiği gibi, partimiz amacına (Türkiye’de Kürt halkının, kendi kaderini bizzat tayin etmesine hakkı vardır) varmak için iki temel aşamayı öngörmektedir: “Kürt milli varlığı resmen tanınmalıdır!” Evet, yukarıda birkaç defa tekrar edildiği ve sizce de çok iyi bilindiği gibi, her şeyin başında, cunta iktidarlarının resmi ağızlarında biz mevcut değiliz! Yani Kürt Milleti yoktur! Eğer bir şey gerçekten varsa ve mevcudiyetini de tarihin en eski devirlerinden beri günümüze kadar sürdürerek bugün de yaşıyorsa; o şeyin bizatihi kendisinin varlığını ispat etmesi ve bunu kabul ettirmesi gerekir. İkinci etap: “Ve Kürt milli demokratik haklarının istirdadı mutlaka gereklidir!” Evet halkımızın milli demokratik hakları; zorbalıkla, kabalıkla ve kalleşçe gasp edilerek hasıraltı edilmiştir. Bu temel haklarımız; yani halkımızın milli-demokratik hakları istirdat edilmedikçe, asla halkımız kendi kaderini bizzat kendisi tayin edemez. Somut bir analizde, gerçek durumumuz nedir? Ve biz hangi vasıtalarla ve nasıl bir yoldan bu amaca varacağız? Hepimizin bildiği ve kabul ettiği gibi, ideolojimizin temeli ve fors motoru; mücadelemizin ana dinamiği milliyetçiliğimiz, yani, Kürtçülüğümüzdür. Yukarıda, kısaca “Millet şoven, yani gerici milliyetçilik” ve “İlerici, yani ezilen milletlerin milliyetçiliği” üzerinde durmuştuk. Milletimizin geçmişi, tarihi, coğrafyası ve kültürü üzerinde bilgi sahibi olmak kadar; devrimci teori, sosyoloji bilimi, yaşadığımız zamanın durumu hakkında da bilgi sahibi olmamız gerekir. Zira devrimci teori ve bilimsel sosyoloji silahları olmadan, hiçbir zaman kendi milli mücadelemiz ve devrimlerimizle, dünya devrim ve mücadeleleri arasında diyalektik bir bağ kuramayız; dolayısıyla da tarihi görevimizi anlayamayız. Memnuniyetle söyleyebiliriz ki, Merkez Komitemizin (MK) kişiliğinde, ana çekirdeğimiz olup, partimizin bütün otoritesi onun elinde toplanmıştır- yukarıda ki nitelikler, en azından sağlıklı ve yalın bir tohum halinde mevcuttur. Yani partimiz, Kürtçülüğümüz yanında, sosyal bilimsellik ve devrimci teori silahlarını da kuşanmıştır. Bir başka deyimle, yaşadığımız zaman ve ortam; aştığımız tarihi aşamayı partimiz; milletimizin milli demokratik haklarının istirdat edilebilinmesi için, bu bilim-sel ve doğru analizlerin ışığında değerlendirmeyi zaruri görmektedir. Tüm milli, sosyal ve ekonomik haklarımızın istirdadı ve korunabilmeleri için, parti komiteleriyle üyelerimizin de bu temel görüşlerin ışığında günden güne eğitilmeleri ve olgunlaşmaları gerekir. Kanaatimizce, münhasıran ancak bu niteliklere sahip olarak, partimiz Kürt halkının geniş kitlelerini mutlu, onurlu bir yaşantı düzeyine ve modern bir toplum haline getirebilir ve bu aşamalar o’na öncülük edebilir. Evet, bu embriyonun bizatihi kendisi, partimizin MK’nın yapısında mevcuttur. Çünkü partimiz, devrimci teorinin rehberliği ve halkımızın devrimci muhteva taşıyan tarihinin ışığı altında doğmuştur. Aksiyon Şekli… Strateji ve Taktik: Arkadaşlar! Yukarıda, piyasa partileriyle Ankara parlamentosunun, subay-yüksek bürokrat vesayeti ve kontrolü altında bulunduğunu açıkça söyledik. Şayet biz bunlara karşı eli kolu bağlı durursak; bu, “melle” hikâyesini andırır ve yüzlerce yıl bu aşağılık köleliği kabul edeceğimiz anlamına gelirdi: Mellenın biri, nefsini yenememiş ve bir kadınla gayri meşru münasebet kurmuş. Kadının oğlu, durumu öğrenir öğrenmez; hemen babasına koşmuş ve: “Baba! Melle annemle kötü ilişkiler kurmuştur. Anneyi O’nun elinden kurtarmamız gerekir.” Baba çaresizlik içinde başını sallamış ve şu cevabı vermiş; “Evet, ben de biliyorum. Fakat, biz Allah’a güvenip bekleyelim.” Babanın bu yılgınlığı ve ümitsizliği karşısında, onun yiğit oğlu, kendi başına harekete geçer; ve caminin minaresine kaygan bir sıvı döker. Ezanın okunması esnasında melle kayar ve minareden düşerek ölür... Haberi alan baba, oğlunu yanına çağırır: “Bak oğlum; der. Ben sana dememiş miydim ki, Allah’a havale edip bekleyelim!...” Oğlu cevabı yapıştırır: “Baba! Eğer biz Allah’a bıraksaydık, daha yıllarca melle anamızın...eskitmeye devam edecekti.” Arkadaşlar! Hikâye acılı ve serttir. Ne var ki, bizim ve düşmanımızın ilişkilerini çok güzel anlatmaktadır. Evet, anamızı yani Kürdistan’ı aç gözlü ve kuduz mellenın tasallutundan kurtarmamız gerekir...Fakat nasıl ve hangi vasıtalarla? Bu soruya cevap aradığımız zaman, aksiyon şekli, strateji (aksiyon şeklinin temel yolu) ve taktik meselesi (Bir amaca varmak için belli bir stratejiye uygun geçici ve zik-zaklı hareketlerle, kaideler) karşımıza çıkar. Bildiğiniz gibi, bilhassa bu son yıllarda, Türkiye´de, tartıştığımız konuyla ilgili olarak, iki görüş piyasada belirmiştir: “Kürt meselesi, sadece İşçi Partisi içerisinde çözümlenebilir. Çünkü Türk ve Kürt proletaryasının düşmanları aynıdır: Yani Amerikan Emperyalistleri ve onların ortaklarıdır. Amerikan Emperyalistleri ve onların yerli kapitalist ortakları yenilmedikçe ve iktidar da İşçi Partisi’nin eline geçmedikçe, Kürt Halkı hiçbir zaman milli-demokratik haklarının sözünü edemez!.” İkincisi ise şudur: “Türklerin partileriyle hiçbir ilgimiz yoktur. Çünkü biz partiler üstüyüz ve partilerin dışında çalışmamız gerekir...” Hiç şüphesiz, her iki görüş de baştan aşağıya yanlıştır ve sapmadır. Bu nedenle, her ikisi de iflas etmiştir. Bu yanlış sapık saplantılar yüzünden, yıllardan beri Kürtçü hareketler aldatılmış ve adeta dondurulmuşlardır. Birinci görüşü Irak, Sudan, Pakistan’da vs. deneyenler oldu. Sonuç sıfırdır. Çünkü yukarıda da söylediğimiz gibi; adı geçen ülkelerdeki gerçek iktidar sahipleri subay ve faşist aydınlar elitidir. Her ne kadar, bu elitin ekonomik (sınıfsal) temeli mevcut değilse de; bu şoven ve temelsiz (ekonomik olarak) iktidar şekli, pek çok az gelişmiş ülkede bir gerçektir ve tarihi bir kategori olarak karşımızda duruyor. Çünkü bu ülkelerde, Avrupa ve Kuzey Amerika’daki gibi milli burjuva sınıfları mevcut değildir... Bu nedenle de bize göre, Türkiye´de başlıca siyasi iktidar elitti olan subaylarla-faşist aydınlar yerine; önemsiz elit ya da sınıfları gerçek iktidar sahipleriymiş gibi yorumlayan her türlü görüş ve stratejilerini bu görüşe uygun olarak tespit eden her türlü hareket, başarısızlığa uğramaya mahkumdur. Diğer taraftan, Kürt halkı varlığını resmi bir şekilde kabul ettirmediği ve milli-demokratik haklarını istirdat etmediği müddetçe; Türk ve Kürt proletaryalarının birleşmeleri ve kader birliği yapmaları çağrısı, kitabî ve pratik değeri olmayan bir söz olarak kalır. Lenin de, ‘Milletlerin Kaderlerini Tayin Hakkı...’ adlı eserinde, birden fazla milletin yaşadığı ülkelerde ortaya çıkan dahilî milli ezme tatbikatlarından bahsetmekte ve şöyle demektedir: “Bütün dünya milletleri için tam hak eşitliği. Ve her millet serbestçe, kendi kaderini bizzat kendisi tayin etmelidir.” Aynı yapıtının (eser) 114. sayfasında, ezen (zorba) milletler hakkında, Lenin şunları eklemektedir: “Bugünkü Rus kuşağının milliyetçi ön yargılarına karşı gelmekten korktuğumuz için, eğer biz bu talebi ‘milletlerin kendi kaderlerini serbestçe tayin hakkı’ şeklinde ileri sürmeyi unutursak, ya da bunda duraksama gösterirsek; dudaklarımızdaki ‘Bütün dünya işçileri birleşiniz!’ çağrısı utanmazca bir yalan haline gelir.” Arkadaşlar! Açıkça görüldüğü kızılbaş - sayfa 8 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 gibi, gerek teorik konum ve gerekse pratik deneyler açısından bu birinci görüşün yani “Kürt millet meselesi ancak İşçi Partisi içerisinde çözümlenir...” görüşünün tutar tarafı yoktur. Yani çürük, hayal ve sapmadır. Ola ki bazı oportünist ya da yılgın kimseler, sırf kendilerini mazur göstermek ve milli görevlerini unutturmak için, bu eski ve basma-kalıp formüllerin paravanası arkasında halkımızı aldatmaya ve oyalamaya çalışıyorlar… Kanaatimizce bunun daha fazla ayrıntılarına girmek hem sıkıcıdır ve hem de yararı yoktur. Çünkü meşhur sözdür: “Yanlış hesap Bağdat´tan döner.” Evet sonuç ortadadır!.. İkincisi de yanlış ve sapmadır. Çünkü biz ne Türkiye’nin dışında ve ne de üstündeyiz. Evet, bizim için baş çelişki, dahilî milli çelişkidir ve bu da Kürt halkının inkârıyla, assimilasiyonu tatbikatından doğmaktadır. Milletimiz milli-demokratik haklarına yeniden sahip olmadıkça ve kendi kaderini bizzat tayin imkânlarından mahrum bulundukça, Amerika ile de direkt bir alış-verişimiz olmayacaktır. Ne var ki; biz uyanık, bilgili, gerçekçi ve devrimci düzeyde; çeşitli münasebetler ve ilişkiler kurmak zorundayız. Biz hedefimizi net bir şekil-de belirledikten, kendi gücümüze inandıktan ve ideolojik olgunluğa eriştikten sonra; niçin şuurlu ve muvakkat ilişkilerden çekinelim? Bir şartla ki, kendimizi teslim etmeyelim ve satmayalım. Halkımızın ve partimizin yararı uğruna; çeşitli ilişkilerin içine girebileceğimiz gibi, düşman içi çelişkilerden de mutlaka istifade etmeliyiz. Anlaşılıyor ki, bahse konu her iki görüşte dar, yanlış ve sapmadır! Bu sektan ve sonuçsuz tuzaklara düşmemek için, devrimci teori ve sosyoloji bilimi kadar; milletimizin geçmişi; tarihi, etnik coğrafyası ve yaşadığımız zamanın durumu hakkında da derinlemesine bilgi sahibi olmamız gerekir. Nasıl ki, devrimci teori bilinmediği zaman “duygusal ve dar milliyetçiliğe saplanılıyorsa...”, şayet bu sonuncu bilgilerden (milletimizin geçmişi ve tarihi, etnik coğrafyası ve günümüzün durumu...) yoksun olursak, o zaman da yüzde yüz “sol sapma ve sol sektanlık..” bataklığına saplanmak kaçınılmazdır. Şayet, biz gerçekten sağlıklı bir çalışma ve mücadele arzuluyorsak, o zaman her şeyden önce, şu yukarıda bahsi geçen her iki hastalık ve tuzaktan, kendimizi ve tüm üyelerimizi dikkâtle koruyalım! Arkadaşlar! Yukarıdaki temel soruyu bir kere tekrar edelim: Biz nasıl ve hangi yollardan belirlediğimiz hedefe varacağız?.. Bu sorunun cevabını araştırmaya geçmeden önce, genel olarak herhangi bir partinin anlamı üzerinde, azıcık duralım: Parti siyasi bir organizasyon (örgüt, teşkilat) olup, herhangi temel bir siyasi hedefe ulaşmak için kurulur. Yani, siyasi bir hedefe varabilmek için, parti temel bir vasıta (araç) olarak kullanılır. Açıkça bilinir ki, siyasi bir parti; her şeyden önce hedefini ve niteliklerini iyice tespit etmelidir ki, iç ve dış durumun objektif şartlarına ters düşmeyen, doğru ve uzak görüşlü bir strateji ön görüle bilinsin. Yukarıda temel hedefimizin ne olduğu belirtildi. Şimdi de partimizin temel nitelikleri üzerinde birkaç söz edelim: Partimizin programında, bu nitelikler şöyle konmuştur: “Md. 2- Partimiz ilerici ve devrimci bir siyasi organizasyondur.” “Kürt milliyetçiliği” Bölümümüz de, biz ezilen (esir) milletlerin milliyetçiliği üzerinde durmuş ve bu milliyetçiliği karakterize eden demokratik, meşru ve ilerici muhtevayı belirtmiştik. Partimiz; Kürt halkının milli-demokratik haklarının istirdadı uğrunda mücadele ettiği müddetçe, bu temel niteliklere hak kazanır. Yani demokratik, meşru ve ilericidir. Devrimciliğimize gelince: Evet, partimiz devrimci bir örgüttür. Tam bu noktada, devrimci bir partinin ne olduğunu tarif etmemiz gerekir. “Uzak ya da yakın bir gelecekte, belirli bir devrim hareketini hazırlamayan parti, asla devrimci değildir..” Bu tarif, devrimcilik iddiasında bulunan partilerin tanımlanmasında temel hareket noktasıdır. Gerçekten de, belirli bir devrim hareketini hazırlamayan (uzak ya da yakın bir gelecekte...) bir siyasi parti, sözle kendisini nasıl nitelerse nitelesin, asla devrimci olmak vasfına hak kazanamaz. O tip partilerin sosyal terminoloji de bir sürü adı vardır. Ne var ki, burada bizi ilgilendiren ana görüş şudur: Devrim yapmayı göze almayan ve devrim yapmaya hazırlanmayan bir parti, devrimci değildir. Başka bir deyişle; devrimi düşünen ve devrimi yapmaya hazırlanan siyasi parti, devrimci bir partidir. Biz partimizin devrimci olduğunu söyledik. Yani gerçek devrimci! Madem ki bu nokta üzerinde hiçbir kuşkumuz yok, o halde devam edelim: Hiç şüphesiz, gerek bizim milli tarihimizde ve gerekse dünya tarihinde; milli demokratik hakların istirdadı ya da milli kurtuluş için, birçok çeşitli metotlar kullanılmıştır ve kullanılmaktadır. Bu vasıtalarla metotlar üzerinde, ister içimizde ve isterse dışımızda tartışmalar ve fikir teatileri az değildir. Fakat her şeyin başında ve sonunda, biz kesin olarak inanıyoruz ki, teorinin ve de sağlıklı, geçerli bir stratejinin kaynağı, daima mücadelenin ve pratiğin içindedir. Halkımızın dışında ve pratikten uzak olarak; süslü sözler ve yüksek siyasetle, Kürt meselesi çözümlenemez. Bu şekilde; strateji hakkında edilen o kocaman ve kitabî laflar ise, sadece çöp tenekesine yarayacaktır. Partimize gelince; birinci kongremizde, devrimci teoriyle dünya pratiğinin ışığı altında ve tarihimizin özel şartları içerisinde, Kürtçülüğün teorik konumunu yapmıştı. Bu kez bizim yaptığımız, bu konumun bir özetini, geçen zamanın ışığı altında, bir kez daha tekrar etmekten ibarettir. Bugün üzerine basarak söylememiz gerekirse, arada cereyan eden olaylar her gün partimizin bu konumunu teyit etmektedir. Bu görüşteki bir diğer nokta da şu idi; özellikle teorik anlamda ve de milli düzeydeki mücadelede; dar sekter öncülük, yanlıştır. Yani, bilhassa sıcak direnme zamanlarında, geniş bir milli cephenin kurulması gereklidir. Ne var ki, hemen eklemeliyiz; şayet milli mücadelenin seyri içerisinde, devrimci bir çekirdeğin etrafında tecrübe kazanmış bir siyasi teşkilat mevcut olmazsa, o mücadele mutlaka karanlıkta kalmaya, ampirik (bilimsel olmayan ve münhasıran kişisel tecrübeye dayanan) metotlarla yürümeye ve bu nedenle de hiçbir zaman gerçek bir devrimci kalıba girmemeye, mahkumdur. Bundan dolayıdır ki, partimiz milli bir program etrafında, tüm milli güçlerin harekete geçirilmesini ve bu güçlerle sağlam bağlar kurarak, milli ezmeye karşı direnmeye geçirmeyi, zaruri görmektedir. Bundan ötürü değil midir ki; partimizin stratejisi, pratik zaruretlerin potasında biçim kazanmaktadır; Düşmanımız, bizi milli plânda ve zorba-kaba metotlarla ezmektedir. Kürdistan’ın bütün zenginlikleri (ister yeraltı ve isterse yer üstü) askeri işgal ve sömürgecilik anlayışıyla sömürülmektedir. Bizi ezmek ve yurdumuzu soymak için, düşmanımız faşist cunta iktidarları, sırasıyla Rusya’nın, Fransa’nın, Almanya’nın, İngiltere’nin dostu ve müttefiki idiler, şimdi ise Amerika Birleşik Devletleri’nin yakın dostu ve müttefikleridirler. Biz kesin olarak biliyor ve inanıyoruz ki, milletimizi ezmek ve yurdumuzu soymak için, cunta iktidarları şayet yarar bulurlarsa, şeytanla bile (nasıl ki Irak, İran, Pakistan vs. ile, sırf Kürtleri ezmeye devam etmek amacıyla ittifaklara girişiyor ve hiçbir yerde halkımızın milli haklarına sahip olmasına imkân bırakmak istemiyorlarsa...) antlaşmalara ve ittifaklara girmekte, bir saniye bile tereddüt etmezler. Ve bunun için de para, silah, cephane dilenmekte devam ediyorlar. Açık ve kaçınılmaz bir sonuçtur bu: Partimizin de devrimci fiili metotlarla, bu barbar ezmeye karşı, milletimizi korumak için, o´nu bizzat direnmeye geçirmesi gerekir. Bu milli direnmenin hazırlandırılması için; bilgi, tecrübe, cesaret, disiplin, fedakârlık ve siyasi şuur gereklidir. Ancak bu devrimci niteliklere sahip olmak şartıyla, partimiz halkımızın en devrimci, en savaşçı ve en aktif kızılbaş - sayfa 9 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kesimiyle kaynaşabilir ve O’nun gerçek desteğini kazanabilir. Yani, bir taraftan, biz Kürt devrimcileri olarak, Kürt halkının derin istek ve özlemlerini realist ve doğru bir şekilde ortaya koyacağız. Diğer taraftan; pratik içinde, yavaş yavaş profesyonel devrimciler (yani tüm işimizi ve gücümüzü devrimci çalışmaya vereceğiz) haline geleceğiz. Sabır, feragat, fedakârlık ve bilgiyle milli mücadelenin içine atılacağız ki, halkımızın sıcak mücadele devirlerinde, partimiz en ön saflarda, yüksek fedakârlık ve zahmetleri göğüsleyebilsin. Bu nedenle de, milli kitleler arasında ve milli plânda; doğru ve devrimci taktiklerle, mücadelenin içinde olacağız. Bu devrimci ve uzak görüşle çalışarak; mücadele içinde fedakârlığı nispetinde partimiz prestij kazanacak ve öncü çekirdek güç olacaktır. Ancak o zaman partimiz milletimizin kaderi üzerinde konuşmaya hak kazanabilir. Yani, partimizin temelini her bakımdan sağlam, inançlı, devrimci ölçülerle ve çetin mihraklar halinde atalım. Ancak bu şekilde, bizler halkımızın desteği, bizimle kaynaşması ve inançlı katkısı ile faşist cuntaların hakkından gelebilir ve başarıya ulaşabiliriz. Arkadaşlar! Bugün partimizin öngördüğü strateji kısaca budur. Birinci kongremizde de ifade edildiği gibi, hiç kimse, doğru taktikleri kapsayan hazır bir reçete bize sunamaz. Zira devrimci ve doğru taktikler, ancak pratik içinde; mıntıkanın, zamanın, durumun ve olayların analizi sonunda saptanırlar. Ne var ki, şayet arkadaşlarımız daima uyanık, cesur, fedakâr ve ağızlarını tutmasını öğrenirlerse; inisiyatifi daima ellerinde tutar ve şaşırıp paniğe kapılmazlarsa, yeni durumlarda, temel stratejimize uygun yeni kararlar alabilirlerse, eleştiri ve özeleştiriyi (kritik ve otokritik) ihmal etmezler ve parti içi demir disiplini de hiçbir zaman gevşetmezlerse ve nihayetinde yavaş yavaş professiyonel bir çalışma tarzına girerlerse, iste o zaman biz; pratiğin tüm zorlukları ve engelleriyle başa çıkabilir ve bunları çürütebiliriz. Doğru ve yararlı taktikler, ancak böylesine zengin bir pratik laboratuarının içinden çıkabilir ve anlaşılırlar. Arkadaşlar! Önce de söylendi, teşkilatın kuruluşu ve gelişmesi esnasında, daima gizlilik kuralları ve dar bir doğrultu içinde çalışmamız gerekir. Bundan ötürü de partimizin demir bir disiplin ve dar hudutlar içerisinde faaliyet göstermesi gerekir. Başlangıçta, münhasıran milli potansiyel birikiminin bulunduğu yerlerde, kendimizi aşılayalım! Şüphesiz, tek başına kendimizi aşılamak da yeterli değildir. Bütün milli-devrimci enerjimiz, uyanıklığımız ve fedakârlığımızla; bu aşının tutması ve olgunlaşması için durmaksızın çalışalım. Şimdi, bugünkü temel görevimize bir kere daha dönelim: Zamanın ve ortamın somut şartları içerisinde; tüm iç-dış imkânları değerlendirerek ve milli plânda; çekirdeksel ve sağlıklı bir şekilde tüm dikkâtimizi teşkilata verelim! Ancak bu çabanın sonunda, partimizin üyeleri; gerek devrim sanatı ve gerekse siyasi şuur yönünden bilgi sahibi olur ve ustalaşabilirler. Parti İçi Disiplin ve Devrimci Nitelikler: Arkadaşlar! Yeni durumlarda yeni kararlar almak... Kritik ve otokritik kuralları ve parti içi eğitimin ışığı altında günden güne olgunlaşmak ve kendi kendimizi yenilemek.. Bu vasıflar; sayısız deneylerin sonucunda, devrimci niteliklerin temel kanunları gibi telaki edilirler. Ve bize, devrimci teori tarafından sunulmuşlardır. Gerçekten de, diyalektik mantığı ve devrimci alçak gönüllülüğü kaybetmez; daima da uyanık, sadık, fedakâr ve cesur bir devrimci yolu izler ve bu mücadelenin gerektirdiği tehlikeleri de tıpkı yüksek bir mutluluk gibi göğüslersek; o zaman bu tarihi göreve aday olabiliriz. Üstelik, bu devrimci niteliklerin sayesinde tembellikten, korkaklıktan, menfaatperestlikten, kendi kendimizi abartmaktan ve iki yüzlülükten, kendimizi uzak tutabiliriz. Şüphesiz; devrimci bir ortamda ve mücadelenin pratiği içerisinde, günden güne deneyim kazanıp törpüleneceğiz. Adım adım tecrübemiz ve görgümüz artacaktır. Ancak bu şekilde sinir yapımız ve günlük yaşantımız, devrimci bir potanın içinde yeni boyutlar kazanabilir. Üstelik bu devrimci kişilik sayesinde kendimizi kibirden, egoistlikten, kıskançlıktan ve gevezelikten kurtarabiliriz. Çünkü, esefle belirtelim ki, küçük burjuvalara özgü olan bu kusurlar, az ya da çok hepimizde mevcuttur. Kürt milliyetçiliğinin fikir babası büyük şair Ehmedé Xanî de; Kürt ileri gelenlerinin kıskançlıklarıyla, kendi kendilerini beğenmişlikleri ve bundan ötürü de bir türlü birleşmemeleri üzerinde uzun boylu durduktan sonra, şöyle devam etmektedir: Şaşakaldım ben Allah’ın hikmetinde, Kürtler dünya devletinde, Niçin, bu şekilde kalmışlar yoksun? Neden hepsi toptan olmuşlar, mahkum? Onlar, kılıçlarıyla şöhret şehrini fethetmişler. Himmetle, ülkelere boyun eğdirmişler. Mirlerin her biri, Hatem cömertliğinde, Erkeklerin her biri, Rüstem mertliğinde. Düşün! Arabistan dan Gürcistan´a kadar, Kürtlüktür olmuş siper ve kale, Osmanlılar ve Acemler hisardır onlara. Dört bir kenarı tutan da yine Kürtlüktür. Her iki tarafta, Kürt Halkını, Hedef yapmışlardır zevk oklarına ..................... O zaman, bu Osmanlı deryasıyla Tacik Denizi, Ne kadar tahrik etse ve harekete geçseler de, Kürtler, omuz omuza kanlarını dö- kerek, Onları ayırırlardı Berzah misali, Fakat bizler daima dağınık ve ittifaksızız. Bu nedenle de parçalanırız, çünkü; Hep birbirimize karşıyız, Şayet olsaydı bizim de ittifakımız, Ve birbirimize itaat etmesini bilseydik, ................. O zaman dini de, devleti de tamamlar, Bilimi de, ilerlemeyi de sağlardık. Sözlerin de ortaya çıkardı gerçek değeri, Gerçek kabiliyetler de gösterebilirdi kendilerini. Evet arkadaşlar! Günümüzden tam 275 yıl önce, Kürtçülüğün büyük düşünürü; milliyetçiliğimizin meşalesini, dahiyane bir coşkuyla yükseltmiş idi. Bu arada Xanî, son derece realist ve sert bir üslûpla bizim ferdiyetçi, çekememezlik, yılgınlık ve bencillik gibi niteliklerimizi de gözler önüne sermektedir. Atalarımız için, O’nun serzeniş ve tenkitleri son derece yerinde ve ustacadır. Günümüzde de, şayet biz bütün tarihi olayları değerlendirip, bunlardan ders almasını bilmez ve nefsimizi bencillik, kıskançlık yılgınlık ve ferdiyetçilik gibi pisliklerden arındırmazsak, tıpkı atalarımız gibi, büyük düşünürümüzün ruhunu bir kere daha tazip etmiş olacağız. Belki de, tarihin şartları içinde, atalarımız için bazı hafifletici bahaneler bulunabilir; fakat bizim için hiçbir bahane ve yol mevcut değildir. Biz, milletimizin büyük öncüsünün tavsiyelerini tutmaya mecburuz. Ancak; o zaman, yeryüzünde alnı açık, başı dik gezebiliriz. Yukarıda da söylendiği gibi, temel görevimiz; bugün için gizli teşkilat çalışmasıdır. Ne var ki, parti merkezînin haberi tahtında ve partimizin kontrolü altında; yararımızın bulunduğu yerlerde, arkadaşlarımız açık çalışmalara da katılabilirler. Bir şartla ki, merkeze doğrudan doğruya bağlı bulunmayan ve parti kontrolünde olmayan çalışmalara imkân tanınamaz. Bu nedenle de, bugünden itibaren, bütün açık ve kişisel bağlantılarımızı; parti stratejisini uygun bir şekilde düzenlememiz gerekir. Bu tutumun ışığında; eski açık alışkanlıklarla bazı meşguliyetlerden uzak durmamız gerekir. Partimizin üyeleri nasıl olmalıdır? Şüphesiz, biz ilk elde kusursuz ve her bakımdan mükemmel kimseleri kolaylıkla temin edemeyiz. Bu nedenle de sabır ve akılla, partimiz bir okul gibi olmalıdır. MK’nin, bölge komitelerinin üyeleriyle, profesyonel arkadaşlarımız, bu okulun militanöğretmenleri olacaklardır. Ancak bu suretle, Kürt halkı arasında bulunan sadık, güvenilir ve yiğit militanları keşfedebilir ve bunlara sorumluluklar verebiliriz. Her şeyin başında; ideolojik yükseklik, siyasi şuur, teknik bilgi ve biyolojik faktörler gelir. Üyelerimizle arkadaşlarımızın, sevk ve idare kabiliyetlerine de sahip bulunmaları gerekir. Bunların yanı sıra, kızılbaş - sayfa 10 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 üyelerin nitelikleri arasında cesaret, açlığa ve türlü mahrumiyetlere katlanabilme, sadık ve sağlam bir karakter de aramalıyız. Milli tarihimizde ve halkımızın mücadelesinde, bu devrimci nitelikleri teyit eden pek çok değerli misal vardır. Daima milli tarihimizden örnekler getirerek, bu nitelikleri üyelerimizin gözleri önüne sermek gerekir. Çalışma geleneğimizde ve stratejimizin esasında; kemiyetin yani kelle hesabının, gürültülü çıkışların, kendi başına girişilen sorumsuz ve sonuçsuz hareketlerin yeri yoktur. Bizler; fedakâr, disiplinli, ağzını tutmasını bilen ve yüksek bir karaktere sahip militanlar ve öncüler bulup çıkarmak istiyoruz. Ancak bu şekilde ve pratik içinde devrimci ve sağlıklı bir kadroyu yetiştirebiliriz. Böyle bir profesyonel ve devrimci kadro yaratılmadan; milli plânda, halkımızın mücadelesini ve devrimci hareketlerini başarıya götüremeyiz. Arkadaşlar! Uyanık olmak, sabır etmek, etrafını görerek çalışmak; hiçbir zaman korkak, pasif, tembel, başına buyruk ya da çok şüpheci olmak anlamına gelmez. Nasıl ki; cesaret, iyimser olmak ve kendi nefsine güvenmekte “aceleci” olmak anlamına gelmez. Ne var ki; büyük bir devrimci, “acele” konusunda şunu söyler: “Bir atasözünde yer alan, ‘acele etmek başarı sağlamaz.’ yargısı, asla acele etmememiz anlamına değil akılsızca hareket etmememiz anlamındadır.” Kanaatimizce, bu yorum doğrudur. Özellikle biz Kürtler için. Günümüzde, bizim durumumuzda hemen hemen esir millet kalmamıştır!..Evet, durmak ölümdür. Bir şartla ki, çalışmamızı akıllı olarak yapalım! Eğer biz, tarihi fırsatları ve milli potansiyel birikimimizi zamanında tespit edemez, milli-devrimci hareketlerin seyrinde korkak, kararsız, mütereddit, eli kolu bağlı, ve seyirci kalırsak hiçbir zaman, gerçek devrimciler olamayız. O zaman, bu esirliğimiz ve köleliğimiz de devam edip gidecektir. Bunun tabii sonucu olarak, halkımızın gerçek özlem ve isteklerine yabancı kalacak ve hiçbir zaman halkımızla kaynaşamayız. Tam bu noktada, iki tarihi olayı hatırlayalım ve ibret dersi alalım: Cezayir ve Irak Kürdistanı devrimlerinin hazırlığında ve başlatılmasında; bazı çok konuşan ve bilgin (!) geçinen gruplar; güya birtakım basma -kalıp ve yanlış analizlerin icabı olarak, daima eli kolu bağlı ve korkak bir pozisyonda pasif kaldılar. Bundan ötürü de tükendiler ve tarihin çöplüğüne atıldılar. Oysa ki, devrimden önce, bu gruplar bol keseden kendilerini gerçek milliyetçi, bilimsel sosyalistler, bilgili ve usta öncüler olarak reklam etmişlerdi! Fakat, tarihi ve milli görev saati gelip çattığında, açıkça anlaşıldı ki, bu adamlar ya da bu gruplar sahtedirler; milliyetçilikleri ve sosyalistlikleri de yalancılıktan ibarettir. Zira bu baylar, hiçbir zaman tarihi görevlerini, özellikle milli direnmenin önemini ve milli etaptan geçmenin tarihi kaçınılmazlığını anlayamamışlardır. Bu iki tarihi misalin de, bize çok açıkseçik anlattığı gibi; olgunlaşmak, pratik ile düşünce arasında tutarlı bağlar kurabilmek ve daima gelişebilmek için, teori ve pratiğin at başı gitmesi gerekir. Bu nedenle de, daima her parti üyesinin elinin altında bazı temel kitaplarla, parti yayınlarının bulunması zaruridir. Ayrıca, merkezî ve muntazam bir yayın organı da, gündemimizdedir. Bilhassa bugünden itibaren; dil, edebiyat, etnik coğrafya, Kürdistan tarihiyle jeopolitik durumumuz hakkındaki çalışmalarımızı yoğunlaştırmamız gerekir. Arkadaşlar! Tam bu noktada, bir kere daha itiraf edelim ki; tek başına dil, edebiyat çalışmalarıyla, açık ve ferdî plândaki Kürtçü hareketler, hiçbir zaman kesin bir sonuç sağlayamazlar; siyasi teşkilat olmadan ve devrimci metotları kullanmadan her kim ki: “Bir gün nasıl olsa ana-hedefimize varacağız, yani Kürt milli-demokratik haklarını istirdat edeceğiz..” diyorsa, ham bir hayal ve yalancı bir rüya görüyor. Çünkü tüm dünya ve Irak Kürdistanı devrim deneylerinden ortaya çıkan açık ders şudur: Ancak devrimci direnme aşamalarında ve organize bir mücadeleyle; biz prestij kazanıp, maddi imkân sahibi olabiliriz ve o zaman bu tarihi görevimizi hakkıyla yerine getirebileceğiz. Arkadaşlar! Bu sözlerimizin sonunda, çok önemli bir nokta üzerine, bir kere daha dikkâtlerinizi çekmek isteriz. Çünkü, bu temel prensibi; biz gerek eski arkadaşlık dönemi ilişkilerinde ve gerekse devrimci tecrübenin seyri içinde, bizzat kendi nefsimiz için de zaruri görüyoruz: Pratikte, en azından ideolojik seviyenin yüksekliği ve siyasi bilinç kadar, devrimci ahlak da mutlaka gereklidir. Yemin metnimizde de yer aldığı gibi; arkadaşlarımızı korumamız, sadakâtle ve mertlikle hareket etmemiz, mücadele gerektirdiği fedakârlığı ve feragati paylaşmamız ve daima tehlikelerle, rizikoları göze almamız gerekir. Şayet arkadaşın biri; dâhilî disiplini tanımazsa, hiçbir fedakârlığa katlanmazsa, arkadaşlarını korumazsa, parti programına ve iç tüzüğüne aldırmazsa, ağzını tutmaz ve gevezelik yaparsa, kendini bilen gizli gizli çalışmayı önemsemezse, meseleleri ve arkadaşlarının eksikliklerini sorumlu kademelerde gözler önüne serip tenkit edeceği yerde; tam aksine özel ve sorumsuz toplantılarda alelusul gevezelik konusu yaparsa ve nihayet arkadaşlarının tenkidine aldırmaz ve kendi kendisini abartırsa, biz mutlak olarak inanıyoruz ki böyle bir arkadaş çok kısa zamanda tükenecek ve cerahatleşecektir. Tabiatıyla bu cerahat, hemen vücudumuzdan sökülüp atılacaktır. Gerçek odur ki, bu şekilde bencillik (sübjektivizm) ve çürüme pozisyonuna girmiş böyle bir arkadaş hiçbir şeyin, özellikle gizli ve devrimci bir çalışmanın hakkından asla gelemez. Çok iyi bilmemiz gerekir ki; ancak yüksek bir sorumluluk, fedakârlık ve sadakât anlayışıyla ve de birbirimize en sağlam bir şekilde kenetlenmekle; birliğimizi koruyabilir, parti içi ve parti dışı tuzakları zamanında anlayabilir ve bunları tesirsiz hale getirebiliriz. Ve böylece kendimizi de okumuşlara ya da akılsızlara özgü, şu ünlü gevezelik ve kıskançlık hastalıklarından arındırabiliriz. Devrimci selam ve sevgilerimiz bütün arkadaşlar içindir. PB. adına Heval FERİDUN Not: Görüldüğü gibi, yayınlarımız iki dilde yazılıyor. Özellikle bizim imkânlarımız da bu, epeyce zor ve pahalı bir iştir. Fakat, ya bazı arkadaşlarımızın Kürtçe bilmemeleri ya da Kürtçe yazı diline yabancı olmaları nedeniyle, biz bu zorluğu göze alıyoruz. Bu nedenle de, hiç olmazsa, Kürtçe bölümünü birçok kere okuyunuz, yazınız ve ancak mecbur olduğunuz zaman Türkçesine başvurunuz. İkincisi de; şayet siz bu parti yayınlarını birer teberik gibi saklar, okumaz ve okutmazsanız, o zaman bu kadar çaba neden? Bu alanda da günden güne ustalaşmanızı rica ediyoruz. İnsanın istek ve iradesinin karşısında, hiçbir engel ve yasak tutunamaz. Yeter ki siz isteyin, her an inanç, akıl ve bilgi ile hareket edin, o zaman bu broşürlerin de gerek şahsen daha iyi yetişmeniz açısından ve gerekse parti açısından, daha yararlı olacakları açıktır. Genel Sekreter Arkadaş Feridun. Kaynak: http://www.drsivan.info/uploads/belgeler/max/t-kdp-ilk-kongresi.pdf kızılbaş - sayfa 11 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 türkiye’de kürtistan demokrat partisi’nin (t’de kdp) programı ve tüzüğü Bu program ve iç tüzük, partimiz merkez komitesinin birinci toplantısında müzakere ve kabul edilmiştir. Giriş Kiaksar’dan Selahedin’e Kadar Kürtler: Kürt halkı, tarihin en eski çağlarından beri, Kürdistan adı verilen topraklarda, komşu milletlerden kesin tarihi, etnik ve lengüistik (dilbilim) hudutlarla belirlenmiş farklı ve istikrarlı bir topluluk halinde günümüze dek yaşaya gelmiştir. Kürtlerin ataları olan Medler ve Karduklar, uzun tarihi devirler içinde, bugünkü Kürdistan’da kendi sosyo – ekonomik münasebetlerini tanzim ve idare eden, tamamen siyasi bağımsızlıklarına sahip devletler ve imparatorluklar kurmuşlardır. MÖ 612 yılında, bugünkü Musul yakınlarında bulunan Asurlular’ın başkenti Ninova’yı zapt eden ünlü Kürt İmparatoru Kiaksar’dan beri, Kürt halkı, Ortadoğu’nun tüm sosyal – siyasi olaylarında, daima önemli rol oynadı. İslam dinini kabul ettikten sonra da, Kürtlerin bu etkin tarihi rolü sona ermedi. 10. yüzyılda merkezî Diyarbakır olmak üzere, Zagros Dağları’nın ötesine ve bütün Güney Kürdistan’a hükmeden Kürt Merwan devletinden sonra, Avrupa’nın haçlı ordularına meydan okuyan Kürt Eyübi devleti, tarih sahnesine çıktı. Eyubi prenslerinden Selahedin, sadece Kürtlerin değil, bütün İslam dünyasının tanıdığı en büyük komutan olarak, bugün de Avrupa’nın ve dünya tarihinin en önde gelen simaları arasında yer almakta ve Kürt milli dehasının İslam dinine kendisini kalkan yapan büyük cevherini sembolize etmektedir. 13. yüzyıldan itibaren, Moğol istila ordularının bir baştan bir başa yakıp yıktığı Hindistan, İran ve Ön Asya topraklarının içinde, Kürtlerin Yurdu da vardı. Kürt halkının ve onun kendi öz devletlerinin yüzyıllar boyu emek vererek meydana getirdiği sayısız sanat eseri, büyük şehirler ve yoğun ticarî-iktisadi ilişkiler, bu barbar ve uzun süreli istila dalgaları altında boğuldu. Moğol istilasının çok zayıf düşürdüğü ve parçaladığı Kürt prenslikleri; çeşitli iç-dış etkenler yüzünden, yakın çağlarda kendi aralarında merkezî bir otorite etrafında birleşebilecek gerekli objektif sosyo-ekonomik şartları bulamadılar. Bununla beraber, yakın zamanlara kadar, Kürt halkı, dahilde tamamen otonom; yani kendi öz siyasi-sosyal mü- esseseleriyle kültürel değerlerine sahip emirlikler (Prenslik) halinde, Osmanlı İmparatorluğu ve İran Şehinşahlığı’nın “Hanedan Tipi” siyasi birlikleri içinde, yaşamaya devam etti. Müttefik Güçler Sevr’de Kürdistan’ı İtiraf ve Teyit ediyorlar: 10 Ağustos 1920’de, Osmanlı İmparatorluğu yetkilileriyle, başlıca Müttefik Güçler (ABD, İngiltere, Fransa, İtalya vs.) arasında imzalanan Sevr Anlaşması, Kürt milletini ve Kürdistan’ı; kendi tarihi, etnik ve lengüistik coğrafya içerisinde, dinamik bir realite olarak tespit ve bu milletin kendi siyasi kaderini serbestçe tayin hakkını (Oto determinasyon) da kabul ve taahhüt etmiştir. Kürt Halkı ‘Gâvur’ İstilasına Karşı Türk Halkı ile Omuz Omuza: Fakat Kürt halkı, bu vazgeçilmez doğal hakkını kullanmaya başlamadan önce, Avrupalı güçlerin desteğini sağlayan Yunanlılar, Anadolu’yu işgale başladılar. Kürt halkı, kardeş Türk halkı ile birleşerek, Hıristiyan güçlerin tertiplediği bu istila hareketine karşı koydu. Kürt halkı, 1920-23 yılları arasında, demokratik milli haklarını kullanmak ve Sevr’i tatbik etmek yerine; Hıristiyan Müslüman çelişkisinin o günün şartları içinde ağır basan yönü dolayısıyla Anadolu Kurtuluş Savaşları’na fiilen ve aktif bir şekilde katıldı. Başlıca Kürt ve Türk halklarının, “Gâvur..” sözcüğüyle nitelenen yabancı istila hareketlerine karşı yürüttükleri bu müşterek mücadelelerinin sonunda, Anadolu halklarının yani Kürt ve Türk halklarının gerçek kurtuluşu yerine, siyasi iktidar eski Osmanlı subaylarıyla aydınlarından müteşekkil ırkçı Turancı bir “cuntanın” eline geçti. Kürt ve Türk Halkı Faşist Askeri Diktatörlüğe Karşı: Bir askeri diktatörlük halinde, iktidarı “siyasi terör rejimi” üzerine bina edilen yeni Türkiye idarecileri; İttihatTerakki’nin ırkçı - Turancı fikirlerinden mülhem (esinlenmiş), bir başka ideolojiyi geliştirdiler. Bu yeni ideolojiye (Kemalizm) göre, “laiklik” ilkesi ve Avrupa toplumlarının bir takım üst yapı müesseseleri (kılık-kıyafet değişikliği... Medeni Kanun... Ceza Kanunu... vs.) Türk ırkının üstünlüğüne dayanan şoven bir milliyetçilik içinde, mecz ediliyordu. Türk subaylarının ve sivil aydınlarının bu yeni ırkçı faşist ideolojisi, Ankara’da siyasi iktidarı gasp ettiği günden bu yana, gelmiş-geçmiş tüm hükümetlerin eline “laiklik ilkesini” dinsizlik, milliyetçiği de, Türklerden başka tüm halkları, özellikle Kürtleri, inkâr ve asimile eden bir tatbikat şeklinde tezahür etmiştir (belirmiştir). Anadolu halk kitlelerinin (TürkKürt) rızası hilafına (tersine) ve siyasi cebir yoluyla tatbik sahası bulan bu çağ dışı, bilim dışı ve insanlık dışı faşist tatbikat çok acı, çok kanlı ve çok sıkıntılı geçti... Fakat her şeye rağmen, 1925’lerden beri, ırkçı-faşist Ankara hükümetlerinin başvurdukları kanlı asimilasyon (zor kullanarak Kürt dilini, Kürt kültürünü, Kürt sanatını, Kürt edebiyatını Kürt tarihini inkâr ve Kürt sosyal – ekonomik değerlerini gasp) zorlamalarına yani Türkleştirmeye karşı Kürt halkının fiilî ve fikri direnme hareketleri, asla kırılmadı. (1925 -38) Kürdistan Silahlı Direnme Hareketleri: 1925 yılından, 1938 büyük Dersim katliamına kadar geçen 13 yıllık bir tarihi dönem içinde, Kürt halkının, faşist - Turancı hükümetlerin Türkleştirme tatbikatına karşı başvurduğu “Silahlı Direnme Hareketleri”, objektif olarak kaçınılmaz idi. İkinci Dünya Savaşı ile birlikte, Türkiye’nin siyasi şartlarına kendisini adapte etmiş bulunan Kürt milliyetçiliğinin fikir mücadelesi; ilerici, demokratik ve meşru bir muhteva taşıyan bu “Silahlı Direnme Hareketleri”nin tabii bir devamından ibarettir. Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi Kökenleri ve Dahili Milli Çelişki: O halde günümüzde, Kürt halkının temel milli demokratik haklarını istirdat uğrunda giriştiği mücadele, kökenlerini bu tarihi gerçeklerden ve çağdaş millet hareketlerinin kaçınılmaz evrensel esprisinden almakta ve bu nedenle de; ilerici, haklı ve meşru bir çıkış noktasından hareket etmelidir. Bu mücadele, az gelişmiş bir ülkede (Türkiye) iktidarı ele geçirmiş bulunan, askeri cuntaların (açık ya da kapalı) kontrolündeki ırkçı - Turancı (subay – aydın) politik elitler ve bu elitlerin icra organı olup, Türk milleti adına siyasi iktidarı sürdürdüğünü iddia eden zorba hükümetlere karşı verilmektedir. Zira, biçimsel seçim oyunlarına rağmen, silik şahsiyetli sivil hükümetler de perde arkasında cunta gruplarının kont-rolü altında bulunmaktadırlar. Türk halkının gerçek özlem ve çıkarları; asla Kürt hal- kızılbaş - sayfa 12 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kının demokratik milli haklarının gaspını gerektirmez ve bu doğal hakların kullanılmasıyla çelişmez. Bu nedenledir ki, Kürt halkının; bir dile, bir kültüre, bir bölgeye, bir millete tanınmış tüm imtiyazlara karşı verdiği mücadele; Türk halkının gerçek demokratik mücadelesinden ayrılmaz. Yani Kürt halkının temel demokratik milli haklarının istirdadını amaç edinen bir eylem birliği; bizatihi Türk halkının sosyal ve demokratik gerçek iktidarının önüne dikilen cunta iktidarı engelini ve dolayısıyla Kemalist ideolojinin, uzun yıllardan beri Türk kamuoyunu şartlandırmış bulunan dar çemberini de parçalayacaktır. İşte, Türkiye ırkçı-faşist hükümetleriyle, bu hükümetleri de kontrolünde tutabilen baskı kuvvetleri (cunta grupları) tarafından bir millet adına zorla sürdürülen milli ezme tatbikatından doğan Dahilî Milli Çelişki, kısaca budur. Yani Kürt halkının rızası hilafına ve kaba kuvvet yoluyla inkâr etmek... horlamak, tahkir etmek, baskı altında tutmak ve de yok etmek. Yani Türkleştirmek… Türk ve Kürt Halkının Gerçek Düşmanları: Faşist Cunta İktidarları Onların Hükümetleridir. Oysa, bir başka deyişle, Kürt halkının temel milli demokratik haklarının tanınması; Türkiye’de gerçek ve demokratik bir halk iktidarının gerçekleştirilmesinde en büyük engeli teşkil eden ve yarım yüzyıldan beri ırkçı - Turancı şovenizmin hakim ön yargılarıyla felce uğramış bulunan, Türkiye fikir ortamının donmuş taassubunu da yıkacaktır. Bu nedenle, partimizin mücadelesi; sadece milli varlığı ve milli demokratik hakları gasp edilmiş ve bu haklarının istirdadı uğrunda savaşan Kürt halkının değil; daha insanca ve daha mutlu bir yaşama düzeyine, serbest iradesi ve gerçek iktidarıyla ulaşmak çabasında bulunan kardeş Türk halkının da mücadelesidir. YAŞASIN, HALKLARIN KADERLERİNİ SERBESTÇE TAYIN HAKKI... YAŞASIN, MİLLETLERİN TAM HAK EŞİTLİĞİ... HÜR YAŞAMA VE MUTLU OLMA HAKKI... YAŞASIN TÜRK VE KÜRT HALKLARININ KARDEŞLİĞİ VE BİRLİĞİ!.. Türkiye’de Kürdistan Demokrat Partisi (T’de KDP) Tüzüğü Madde: 1- Partinin adı: TÜRKİYE’DE KÜRDİSTAN DEMOKRAT PARTİSİ. Madde: 2- Partimiz ilerici ve devrimci bir siyasi organizasyon olup, Türkiye’de kurulmuştur. Madde: 3- Partimiz Türkiye Kürdistan’ında yaşayan Kürt halkının, kendi kaderini bizzat kendisinin tayinine hakkı bulunduğuna inanır. Bu amaca varmak için, Kürt milli varlığının resmen tanınmasını ve Kürt milli demokratik haklarının istirdadını temel şart sayar. Madde: 4- Partimizin mücadelesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğü esprisi içinde, Türk milli imtiyazları yerine; Türk ve Kürt halklarının tam hak eşitliğine müstenit gerçek kardeşliğini ve beraberliğini ikâme etmek esaslarına dayanır. Madde: 5- Türkiye hudutları dâhilînde yaşayan Kürt halkının ana tabanı, Kürdistan’ın geniş köylü kitleleridir. Bu nedenle partimiz; ana amaç ve hedeflerinin gerçekleştirilmesi uğrunda girişeceği eylemlerinde, Kürdistan köylüsüne dayanacaktır. İşçiler ve partimizin programını benimseyen aydınlar, öğrenciler, memurlar, esnaf ve sanatkârlar gibi orta tabaka mensupları, Kürdistan köylüsünün tabii yardımcıları ve müttefikleridirler. Madde: 6Kürt millet hareketinin ve dolayısıyla Kürdistan’ın geniş köylü kitlelerinin öncü ve organizatörü durumunda bulunan partimiz, sosyal-siyasi eylemlerinin seyri boyunca, şu temel görüşleri titizlikle göz önünde tutar: a- Türkiye’de siyasi iktidarın gerçek kuvveti, cunta (subay-aydın) gruplarıdır. Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, ekonomik bir temele sahip bulunmamakla beraber, cuntalar, siyasi iktidarı zorla (açık ya da kapalı) ellerinde tutmaktadır. b1946’dan beri, cuntaların açık ırkçı-faşist diktatörlüğü şeklen sona ermiş gibi gösterilmekte ise de, 27 Mayıs 1960 hükümet darbesi ve sonrasındaki olaylar, cunta gruplarının perde arkasında, siyasi iktidarın iplerini ellerinde tuttuğunu ispat etmektedir. Bu nedenle, Türkiye’de birden fazla siyasi partinin ve seçim sisteminin varlığına rağmen, gerçek bir demokrasi ve fikir hürriyeti asla mevcut değildir. Ve “biçimsel demokrasinin” yaşaması dahi, her türlü garantiden mahrumdur. c- Türkiye’de siyasi iktidarı ele geçiren cunta grupları, Türkiye halklarının büyük bir dilimini teşkil eden Kürt halkının, milli varlığını inkâr ve temel milli demokratik haklarını gasp ettikleri için, 1920-23 müşterek “Kurtuluş Mücadelesi”nin ilerici, haklı muhtevasına ihanet etmişler ve bu nedenle de meşruiyetlerini yitirmişlerdir. d- Bu açıdan T-KDP -gerek iktidar ve gerekse muhalefette bulunsunlar- Türkiye’nin diğer siyasi kuruluşları ile, ancak Kürt milli varlığının tanınması ve Kürt milli demokratik haklarının açıkça teslimi şartı ile fikir ve eylem birliğine girebilir. eBu temel ve ön şartı hesaba katmayan; yani Kürt milletinin milli varlığını inkâr ve Kürt milli haklarının gaspını tasvip ya da görmezlikten gelen tüm siyasi, gayri siyasi kuruluşları; Kürt halkını ezen ırkçı, faşist hükümetlerin ve baskı kuvvetlerinin suç ortağı sayar. Madde: 7- T-KDP; emperyalizmi ve özellikle günümüzde ortaya çıkan bazı azgelişmiş ülkelerdeki dahilî, milli-sosyal çelişkileri, bilimsel metotlarla analize eder: Giriş bölümümüzde, mahiyeti kısaca belirtilen Dâhilî Milli Çelişki çözülemediği, yani Türkiye’de Kürt halkının inkârı ve demokratik milli haklarının gaspı şeklinde ortaya çıkan, dahilî-milli ezme tatbikatı sona ermediği müddetçe; Kürt halkının dahilî-milli muhalefet potansiyelini münhasıran, “Milletlerarası Emperyalizme Karşı Savaş!” alanına kanalize etmek isteyen tüm fikri ve aksiyoner çabaları kötü bir tuzak ya da fahiş bir yanılgı olarak telâkki eder. Madde: 8- Türkiye Kürdistanı adı tanınmalı ve hudutları etnik, coğrafî ve tarihi gerçeklere uygun olarak belirtilmelidir. Madde: 9- Kürt dili, Türkiye Kürdistanı’nın resmi dili olarak kabul edilmelidir. Madde: 10Kürt kültürü serbestçe gelişmeli ve Kürtlere kendi çocuklarının tahsilinin her kademesinde, kendi ana dilleri ve öz kültürleriyle yetiştirme hakkı tanınmalıdır. Madde: 11- Türkiye Kürdistan’ında sağlık, eğitim ve öğretim hizmetleri tamamen karşılıksız verilmeli ve Kürt çocukları için tahsilin her kademesi, tamamen parasız olmalıdır. Madde: 12-Tür kiye’nin tüm yeraltı ve yer üstü servetlerinden sağlanan gelirlerden Kürdistan’ın hissesi, Türkiye genel nüfus oranında tespit edilmelidir. Madde: 13- Ekonomik plânlamada; günümüze kadar bir sömürge alanı zihniyeti içinde sömürülmüş ve ihmal edilmiş Kürdistan’ın kalkındırılmasına öncelikle ve ivedilikle yer verilmelidir. Kalkınma plânları bu esaslara göre hazırlanmalıdır. Madde: 14- Sanayi kuruluşları, özellikle ağır sanayi tesislerinin dağıtımında, günümüze kadar apaçık bir şekilde tatbik edilen sömürgeci tasarruflardan vazgeçilmeli ve Kürdistan’ ın yer altı servetleri mutlak olarak Kürdistan’da işletilmelidir. Madde: 15Partimiz, emperyalizmin her türlüsüne karşı milli ve sosyal hak talebinde bulunan ya da kurtuluş mücadelesini veren tüm dünya halklarından yanadır. “Partiye Giriş Yemini:” “Ben biliyor ve inanıyorum ki, mensubu bulunduğum Kürt halkı; zorbalar tarafından bütün insani, milli, sosyal ve kültürel haklarından; zorla, hile ile, kabalıkla mahrum edil- kızılbaş - sayfa 13 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 miştir. Halkımızı özgürlüğe kavuşturmak, onurlu ve mutlu kılmak ve bunları koruyabilmek için; devrimci çalışma ve mücadele yapmak, özellikle milli bir teşkilat kurmak zaruridir. Bu nedenle; ölünceye kadar bu soreşger (devrimci) yolda yürüyeceğime, arkadaşlarımı koruyacağıma, Kürt halkının özlem ve isteklerini gerçekleştirmek için tüm gücümü harcayacağıma ve partimizin saf larında çalışacağıma; namusum, şerefim, tüm fikri ve maddi mukaddesatım üzerine yemin ediyorum.” Not: Program ve iç tüzük, iki dilde yan yana sayfanın sol yarısında Kurmanci olarak “Program u Nizamnameya Navxweya Parta Dımoqrate Kurdıstana lı Tırkıya”, sağ yarısında da Türkçesi yer almak üzere, aynı kitapçıkta birlikte yayınlanmıştır. Kitapçığın orijinali, 48 sayfadır. Biz, burada sadece Türkçe bölümünü aldık. Bu kitapçığın son sayfasında yine her iki dilde yan yana “Partiye Giriş Yemini” yer almaktadır. Program ve iç tüzük, iki dilde yan yana sayfanın sol yarısında Kurmanci olarak “Program u Nizamnameya Navxweya Parta Dımoqrate Kurdıstana lı Tırkıya”, sağ yarısında da Türkçesi yer almak üzere, aynı kitapçıkta birlikte yayınlanmıştır. Kitapçığın orijinali, 48 sayfadır. Biz, burada sadece Türkçe bölümünü aldık. Bu kitapçığın son sayfasında yine her iki dilde yan yana “Partiye Giriş Yemini” yer almaktadır. Not: (Parti kurucularının bazıları; kuruluştan hemen sonra partiyi özellikle iki konuda eleştirmeye ve partiden uzaklaşmaya başlarlar. Bu sorunlardan biri, partinin “miliyetçi” olduğu yolundaki eleştiridir. İkinci konu ise; silahlı mücadele konusudur. Partinin kuruluşunda silahlı mücadelenin gerekliliği ortaya konmuştur. Ancak daha sonra silahlı mücadelenin zorunlu olduğu dile getirilir. Bundan dolayı M. Emin Bozarslan ve Yılmaz Çamlıbel partiden ayrılırlar. Bu sorunlar üzerine T-KDP; kuruluşundan iki ay sonra, 22 Ağustos 1970’de Ankara’da olağanüstü kongresini toplamak zorunda kalır. Dr. Şıvan, parti sekreteri olarak önemli ve etkili bir konuşma yapar. Dr. Şıvan; bu vesile ile geldiği Türkiye’de Haziran - Eylül 1970 tarihleri arasını kapsayan üç aylık dönemde kalır. Eylül 1970’de Güney Kürdistan’a geri döner.) Kaynak: http://www.drsivan.info/uploads/belgeler/max/t-kdp-program-ve-tuzuk.pdf Sait Baksi Onder bıveso Cıvrako, nezu çıko, (S E Y İ D E MI) Hewaye kowu honuko,mıre puko. Tıke şiya neşiya,cigere mı bıko, Zere mı endi,tora zaf sıko. Toxtore mı Qırımi ver biyo, Xane piye xo sero jüyo. Hevale xo şiye peyser ame, Xorte mı Seyide mi tey niyo. Toxtore mı ilazu qule cigera mı, Tı kotiya,urze ra be leye mı. To çıra ez caverdu,bıko şiya, Kokıma be kesa jüya ze mı. Dr. Sait Kırmızıtoprak’ın belgeselini ve arşiv sitesinden izlemek kopyalamak mümkündür ht t p://w w w.drsivan.info/tr Sari sero germo,mıre zımıstono puko. Kes nezoneno qe derde mı çıko, Ez çutıri to xo vira bıkeri bıko. Ax ve mıro vone, derde mı luko. Laze mı kotiya,cigera mı nena, Tesela mı çıra endi xora fina. Hevalu tı caverda ame rowale mı, Cigere mı key yena,tı tey çina. Biye, biye, na onca mıre biye, Hirısu heştra dıme,dırvetiya mı xoriye. Seyide mı,to onca kerda newiye, Dısmeni tore kerda be bextiye. kızılbaş - sayfa 14 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İki Said'ler (Said ELÇİ - Said KIRMIZITOPRAK) olayı Kuzey Kürdistan'da milli damara vurulmuş bir darbedir Kurdistanın değerli bu iki yiğit fedakar dinamosunun, ödün vermez milli duruşları, karizmatik önderlik karekterlerini tartışmak ve kıyaslamak iyi niyet göstergesi olamaz.Kurdistan şehidlerinden Said ELÇİ ve said KIRMIZITOPRAK (dr.şıvan) olayını, kurdistan tarihinde yaşanmış trajik bir vakka olarak görmekte pek iyimser yaklaşım degildir. Dizeleriyle Tarihe Tanık Dersim Şairi: SEY QAJİ Şiir, edebiyatı şekillendirme kalıplarının en güzeli olmaktan öte insan diline ait ifade gücü en yüksek olanıdır da. Onunla sadece şairin sanatsal becerisi değil, kullandığı dilin canlılığı da toplumun gösterdiği saygıdan tamamen bağımsız bir şekilde belirir. Onun için önünüzdeki kitapta derlenmiş olan ve ilk kez yayımlanan Sey Qaji’nin manileri ve kılamları belagati yüksek (derin anlam, anlatım, estetik ve stilistik içeren ) bir belge olma özelliği taşır. Şairin anadilinin henüz resmiyette dil olarak bile algılanmadığı bir zamanda oluşmuş eserler olarak, Zazaca’nın muktedir ifade derinliğinden yakın bir perspektif sunmaktadır. Kitabı yayımlayana Sey Qaji’nin biricik eserlerinin unutulmasını önlediği ve kamuoyuna ulaşır kıldığı için içten bir teşekkürü borç biliriz. Prof. Dr. Jost Gibbert Hem Dımılki/Kırmancki halk müziği icracısı, hem de derlemeci ve araştırmacı olarak Dersim folkloru üstüne çalışmalarıyla tanınan Dr. Daimi Cengiz; yaklaşık otuz yıllık bir alan çalışması sonucu, Dersim’in efsanevî şair-dengbêji, halk filozofu ve manzum tarihçisi olarak adlandırabileceğimiz Sêy Qaji üstüne derlitoplu bir çalışma yapmış bulunuyor. Sêy Qaji’nin 1860-1936 yılları arasında yaşadığı kabul edildiğine göre, demek ki bu çalışmayla, Dersim’in yaklaşık yetmiş yıllık toplumsal ve siyasal tarihi gözler önüne seriliyor. Mehmet Bayrak Bu elim gelişme sömürgecilerin ve onun yerel ayaklarının planlı ve kapsamlı ve etkili olan operasyonudur. Dönemin tanıkları ve aktörlerinin açıklamaları soru işaretleri ile dolu olmakla beraber,gerçegide yansıtmamaktadır. Çünkü onlar bu organizasyonun figuranlarıdırlar. Saidler olayı hangi döneme tekabul etti ? ve sonuçta neler yaşandı ? bu ve benzeri sorulara cevap buldugumuzda kısmen ipuçlarını bulmak mümkündür. Kurdistanda gelişen milli damarda yaşanan sapmanın yarattıgı tahribatın analizinde ve uzun süre sesizlige bürünen ulusal muhalefetin derinliginde gizli olmakla beraber ,20 yıl oluşan boşluk(milli muhalefet) hangi organizasyonla ve nasıl kimler tarafından doldurulduguna baktıgımızda adres Ankarayı göstermektedir Dikkat edilmesi gereken en önemli şey, iki Saidlerin imhasının planlayıcısı olan bu organizasyonun aktörleri ,tanıkları halen bilgi kirlliligi yayarak Saidlerden birini katil göstererek operasyonun bitmedigini ve lanetli misyonlarının devam ettigini her türlü pravakasyonel açıklamalarla(aleni yada gizli), kimi yayın organlarına servis ederek yapmaktadırlar. Dr Şivanın kendi kader arkadaşını(her ne kadar aralarında kısmen görüş ayrılığı olsada) öldürdüğüne dair idia bu aktörler tarafından ortaya atılmakta ve KDP arşivinden alındıgı idia edilen Dr.Şıvana ait oldugunu söyledikleri itiraf tutanagı ve kendi imzasına dayanmaktadır. Şe r i f Ka r a k u r t Bu ideaya göre Dr. Şıvan Said ELÇİ yi öldürdügünü kabul etmiştir ve tek kanıt ve delilde budur. Oysa gerçek öyle degildi. Dünyaca ünlü ve güvenirligi tescil edilmiş isveç in kriminal laborutuvarında bu belge analiz ettirilmiş Dr Şıvana ait oldugu idia edilen ifade tutanagı ve imza asılsız çıkmıştır. Bunla yetinilmemiş üç ayrı Üniversitenin laborotuvarında da analiz edilmiş kuşkuya yer verilmeksizin bu ifade tutanagının ve imzanın Dr Şivana ait olmadıgı tesbit edilmiştir .(isteyenler,merak edenler bu rapora ve belgeye ulaşabilir,internette yayınlanmıştır) Said ELÇİ ve Dr. Said KIRMIZITOPRAK anlayışına yönelik ve karşı karşıya getirme mantıgı Kurdistani değildir, Kurdistani milli damarların birligine hizmet etmeyen sinsi bir pravaksiyon ve operasyondur. Kurdistanda oluşan boşluga müdahale edecek alternatiflerin güney Kurdistanla gelişecek ve gelişmesi gereken ilişkileri sabote etme projesidir. Said Elçi ve Dr.Said KIRMIZITOPRAK Kurdistan şehididir ve Kurdistanın milli damarının nadide temsilcileridir. Saidler ekolünün bu milli damarları tek vucut olmalıdır. Kurdistanda kurdlerin birligine hizmet etmeyen her türlü açıklamaların sahiplerı operasyonun fügüranıdır ve şaibelidirler. 12.12.2013 Amed http://www.yekbunawelat.com kızılbaş - sayfa 15 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Roboski Goyiler 28 Aralık 2011 Roboski katliamı, bana şu olayı çağrıştırdı. Bu konu ile ilgili olarak üç konuya değinmek istiyorum: 1. 1960 yılı sonlarında, Irak Devlet Başkanı Abdülkerim Kasım’la, Kürdler arasında, Mele Mustafa Barzani arasında çelişkiler baş gösterdi. Irak Devlet Başkanı Abdülkerim Kasım, Kürdlere, Kürdistan Demokrat Partisi’ne, Mele Mustafa Barzani’ye verdiği sözleri tutmuyordu. Vaatleri yerine getirmiyordu. Bunun üzerine Mele Mustafa Barzani Bağdat’ı terk etti. Kürdistan’a, Barzan’a ulaştı. Irak yönetimi 1960’ın sonlarından itibaren, Kürdlere, Kürdistan Demokrat Partisi’ne baskısını durmadan artırmaya başladı. Ordu, jandarma ve polis güçleri, el Muhaberat, Kürdlere karşı devlet terörünü durmadan tırmandırıyordu. Kürdistan Demokrat Partisi, Mele Mustafa Barzani, bu baskılara karşı silahlı mücadelenin gereği üzerinde durmaya başladı. Bu konuda şöyle bir olay anlatılar. Mele Mustafa Barzani, halkın silahlı mücadeleyi destekleyip desteklemeyeceğini, ne kadar destek vereceğini anlamak için güvendiği birkaç arkadaşıyla birlikte, Barzan’dan Zaho’ya doğru geziye çıkar. Beldelere, köylere uğrar. Halkla sohbet eder. Mücadelenin gereği üzerinde durur. Halkın nabzını yoklar. Zaho’ya, Zaho kırsalına kadar varır. Aradığını, görmek istediğini bulamaz, göremez. Çeşitli köylerde yaptığı sohbetlerde, böyle bir mücadeleye katılım olmayacağını fark eder. Kimse Barzani’nin yürüyüşüne katılmaz. Mele Mustafa Barzani, arkadaşlarına, bu durumu açıklayacağı, mücadeleyi ileriki bir tarihe ertelemek gerektiğini belirteceği anda, grup içinde yer alan, gruba Haftanin taraflarından katılan, Goyiler, hemen ileri atılırlar. “Biz mücadeleye katılıyoruz, mücadele başlamalı…” derler. Gerek Güney Kürdistan’da, gerek Kuzey Kürdistan’da, yer alan Goyiler, 1961’de, 9 Eylül’de, silahlı mücadelenin başlamasında büyük Dr. İsmail Beşikçi rol oynarlar. Mele Mustafa Barzani, buradan aldığı moral güçle, destekle, bu sefer Barzan’a doğru yola çıkar. Yine, köylere beldelere uğrar, halkla sohbet eder. Bu sefer Barzani’nin yürüyüşüne katılmalar olur. Goyiler’den başka aşiretler de yürüyüşe katılır. Mele Mustafa Barzani, benzer bir geziyi, Barzan’dan Süleymaniye yönüne de yapar. Bu defa daha kalabalık gruplarla hareket eder. Süleymaniye’den tekrar Barzan’a dönüşte grup iyice kalabalıklaşır. 9 Eylül 1961’de, Güney Kürdistan’da silahlı mücadele böyle başlar. 2. 15-16 Haziran 2013 tarihinde, Diyarbakır’da, “Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı” yapıldı. Bu konferansa Barış ve Demokrasi Partisi yöneticiler ve milletvekilleri de katıldı. Konferansa katılan bazı Kürd örgütlerinin temsilcileri, konuşmalarını Kürdçe yaptılar. BDP yöneticiler ise Türkçe konuştular. BDP yöneticilerini, Diyarbakır gibi bir yerde, dinleyicilerin ve konuşmacıların çoğunun Kürd olduğu bir yerde Türkçe konuşmaları şüphesiz yanlış. Ama BDP hep böyle yapıyor. Kişi olarak bunu fazla sorun yapmam… Konferansta Roboski’den bir kişi de konuşma yaptı. Devletin Roboski köylülerini nasıl bombaladığını, insanların bombalarla nasıl parçalandığını, ceset parçalarının nasıl toplandığını, karda çamurda bu sürecin nasıl yaşandığını, yakıcı bir dille anlatmaya çalıştı. Ama Roboskili arkadaş, konuşmasın Türkçe yaptı. Bu, bende derin bir hayal kırıklı yarattı. Burada, duygularımı, düşüncelerimi anlatmaya çalışıyorum. İnsanların acılarını kendi anadilleriyle anlattıkları, anadilleriyle daha iyi anlattıkları söylenir. Ama bu katliama yaşamış biri bunu Türkçe anlatıyordu. Diyarbakır gibi bir yerde, konuşanların ve dinleyicilerin çoğunun Kürd olduğu bir yerde konuşmanı Türkçe yapıyorsun… Konuşmasını üç yerinde, “devlet bize para verdi, biz kabul etmedik” dedi. Bunu bir direniş edasıyla dile getirdi. Bu, bende sadece bir tebessüm yarattı. “Sen devletin sana verdiğini, zulümle, baskıyla, zorla verdiğini zaten almışsın, parasını almamışsın, o kadar önemli değil. Devletin senin bu tutumun karşısındaki düşüncesi şudur: “Bak, sen Türkçe konuşuyorsun, güzel konuşuyorsun, senin oğlun senden daha güzel Türkçe konuşacak, torunlarınsa Kürd olduklarını bile hatırlayamayacak…” Bu olay, devletin, çözüm konusunda neden ciddi adımlar atmadığını da gösteriyor. Zaman, devletin lehine işliyor. Zaman ne kadar uzarsa, asimilasyon da o kadar pekişecek… Kürdçe konuşmak bu kadar önemli midir? Önemlidir. Bunu, 1984 de çarpıcı bir şekilde fark etmiştim. 1984 sonlarından itibaren, Bulgaristan’da Türk azınlığa Bulgar isimleri verme operasyonları vardı. Bulgaristan hükümeti, Türklere, “Eğer Bulgar isimleri alırsanız, Bulgaristan Komünist Partisi’nde, Bulgaristan devlet bürokrasisinde, görev alır, görevde hızla yükselirsiniz, ama Türk isimleriyle günlük yaşamınızda bile sıkıntılarla karşılaşabilirsiniz…” diyordu. Bulgar isimleri almayanlara işkenceler de yapılıyordu. Tuna Nehri üzerindeki Belene Kampı işkence merkeziydi. Bu operasyonlara karşı Türkiye’de çok büyük tepkiler gelişmişti. Bulgar isimler almak istemeyenler Türkiye’ye sığınıyorlardı. Çok yoğun bir göç vardı. Ekim 1984 de bir akşam koğuşta TV de haberleri dinliyorduk. Çok büyük bir koğuştu Koğuşun mevcudu 120’yi aşıyordu. Tek tip elbise direnişine katılanların çoğu bu koğuştaydı. Dev-Yol, Dev-Sol, Halkın Yolu, Halkın Birliği, Halkın Kurtuluşu, Kurtuluş, Partizan… örgütlerine mensup arkadaşların çoğu bu koğuştaydı. O günlerde, Bulgaristan’la ilgili haberler birinci haber olarak verilirdi. Muhabir, Bulgaristan’dan göç eden bir kişiyle röportaj yapıyordu. Göçmen kişi, Bulgar ismi almayanlara nasıl işkence yapıldığını anlatıyordu. Belene Kampı’nda yapılan işkenceleri vurguluyordu. Ama Bulgarca konuşuyordu. Konuşmalarını Türkçe’ye tercüme ediyorlardı. İşkenceleri Bulgarca anlatıyordu. Arkadaşlar, Bulgarca konuşan bu Türk’ün anlatımlarının değerli bulmadılar. Bu Türk’ü kendilerinden saymadılar. Muhabir ikinci bir kişiyle röportaja başladı. O Türkçe konuşuyordu ama çok kötü bir Türkçe konuşuyordu. Özneler, fiiller hiçbiri yerli yerinde değildi. Ama o kişi ısrarla Türkçe konuşuyordu. Arkadaşlar, o kişiyi hayranlıkla dinlediler. Anlatımlarını dikkate aldılar. Türkçe konuşan o kişiyi kendilerinden saydılar. Türkiye’de sol, Bulgarca konuşan Türk’e kızılbaş - sayfa 16 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 itibar etmiyor. Ama Türkçe konuşan bir Kürd’e, onun Türkiyelileşmesine, Kürdistani olmaktan uzaklaşmasına çok itibar ediyor. Bu açıdan, Kürdlerin bu durumunu Filistinlilerle karşılaştırmakta yarar vardır. Filistinli Araplardan acaba İbrani diliyle konuşan yazan var mı? 3. Goyiler (Goyan), Roboski, Goyi köyleri, gerek Güney Kürdistan’da kalan kesimiyle, gerek Kuzey Kürdistan’da kalan kesimiyle, milli duyguları yüksek olan Kürdlerdir. Ekonomik sıkıntılardan dolayı korucu olmayı kabul etmişlerdir. Ama PKK’yle ciddi bir savaş yürüttükleri söylenemez. Korucu oldukları için sınırda, küçük çaplı “kaçakçılık” yapmalarına da göz yumulmuştur. “Kaçakçılık” aslında, Güney’le ilişkileri canlı tutan, ilişkilerin sürmesini sağlayan bir durumdur. Burada, “kaçakçılık” kavramı elbette yanlıştır. Çünkü kaçakçılık, bir ülkeden başka bir ülkeye gizlice geçmeyi anlatır. Kürdlerse hep kendi ülkelerinde dolaşmaktadır, Güneyden Kuzeye, Kuzeyden Güneye vs. Kürdlerin kendi ülkelerinde, neden bir taraftan öbür tarafa gizlice geçmeye çalıştıkları irdelenmeye değer bir konudur. Bu açıdan Goyilere bakmakta yarar vardır. Roboski, Goyiler her zaman Kürd kalmıştır. Kürd milli değerlerine sahip olmuştur. Kürd milli değerlerinin her zaman savunmuştur. Resmi ideolojinin söylemlerin her zaman karışı durmuştur. Referansı her zaman Güney’dir. Katliamın temel gerekçesi de kanımca budur. Referansı Güney olanların, Kürdçe konuşanların Türk Devleti’ne, Türklere bir yardımı olmaz… Şeyh Said direnişi sırasında bir olaydan söz edilir. 47 kişiye idam kararı verilir. Ama infaz sırasında bir kişinin eksik olduğu fark edilir. Hükümlülerden biri bir yolunu bulup firar etmiştir. Durum Ankara’ya bildirilir. Ankara, çarşıdan bir Kürdün yakalanarak getirilmesini, sayının 47’ye tamamlanmasını ister. Böyle bir kişi yakalanarak getirilir. Fakat bu kişi de direnişle hiç alakalı değildir. Şeyh Said’i de bilmemektedir. Yaşanan çatışmaların da farkında değildir. Kişinin bu durumu da Ankara’ya bildirilir. Bunu üzerine Ankara, o kişinin Türkçe bilip bilmediğini sorar. O kişi Türkçe bilmemektedir. Ankara, o kişinin de asılmasını ister. “Türkçe bilmeyenin Türk Devleti’ne bir yararı olmaz.” Sabahat Tuncel’e bir-iki not 21 Aralık 2013 günü, Bilkent Üniversi- tesi’nde “Barış Etkinliği” adlı bir toplantı düzenlendi. Bu, öğrenciler tarafından düzenlenen bir toplantıydı. Bu toplantıya, Halkın Demokratik Partisi (HDP) Eşbaşkanı Sabahat Tuncel de katıldı. Basına yansıyan haberlere göre, Sabahat Tuncel, “kadınım, sosyalistim, Aleviyim” dedi. Kürd olduğunu söylemedi, Kürd kimliğinden söz etmedi. Bunu unuttu veya önemsemedi. 28 Aralık 2013’te, Roboski katliamının yıldönümünde, Yargıtay 9. Dairesinin Sabahat Tuncel’in cezasını onayladığına dair haberler ajanslara düştü. Bu haberleri nasıl yorumlamalıyız? Sabahat Tuncel Kürd olduğunu unutabilir, Kürdlüğünü önemsemeyebilir. Ama devlet, Sabahat Tuncel’in Kürd olduğunu hiçbir zaman unutmaz. Cezanın onaylanması, Sabahat Tuncel’e, “kadın, sosyalist, Alevi” olduğunun yanında bir de Kürd olduğunu hatırlatacaktır. Ceza, kadın olduğu için, sosyalist olduğu için, Alevi olduğu için değil Kürd olduğu için verilmiştir. Sabahat Tuncel’i milletvekili seçen oylar sosyalist oylar mıydı? Bunlar evleri yakılan yıkılan Kürdlerin bu süreçte nasıl ezildiğinin bilincine varan Kürdlerin oyları değimliydi? O zaman, Kürd kimliğini açıklamaktan neden kaçınıyor? Sabahat Tuncel konuşmasında, “Kürdlerin sorunu çözüldü, artık birlikte emek sorununu çözeceğiz” dedi. Bu da çok şaşırtıcı bir beyan… Çözüm nedir acaba? Kürdler kendi geleceklerini belirleme hakkına mı sahip olmuş, Kürdistan’ı Kürdler mi yönetiyor? Kürd valiler, Kürd kaymakamlar, Kürd yargıçlar mı var? Çocuklar okullarında Kürd diliyle mi eğitim alıyor? Terörle Mücadele Yasası mı yürürlükten kaldırılmış? Neden hala “Terör örgütüne üye olduğundan…” davaları var? Bunların hangisi gerçekleşmiş? İstanbul Milletvekili ve HDP Eşbaşkanı Sabahat Tuncel, “devlet kötüdür, biz devlet istemiyoruz” diyor. Yani Kürd Devleti’ne karşı çıkıyor? Devlet kötüyse, Türklerin, Arapların, Farsların vs. devletin neden karşı çıkmıyor? Sabahat Tuncel’in konuşmasında “Barzani, ABD ile birlikte, Kürd petrolünü satıp yiyorlar…” şeklinde bir beyan da var. Bu çok kaba, seviyesiz, çirkin, ahlaki olmayan bir beyandır. Kürd petrolünden elde edilen gelirler, halka yansıyor. Okullar, yollar, hastaneler, Sağlık, eğitim, konut konusunda büyük ilerlemeler var. Yol, su, elektrik, kanalizasyon gibi temel alt yapı hizmetlerinde büyük ilerlemeler var. Gelir, halka böyle yansıyor. Saddam Hüseyin döneminde, Kürdistan petrolünden elde edilen gelir Kürdistan’a savaş uçakları, zehirli gazlar, mayınlar olarak geri dönerdi. O zaman Kürdlerin fert başına düşün milli geliri 50-60 dolar civarındaydı. Günümüzde büyük bir inşaat, kalkınma var. Fert başına düşün milli gelir 6 bin, 7 bin dolar arasında… Gelir dağılımında dengesizlikler olabilir. Ama en alttaki gelir grubunun gelirinde de artmalar olduğu açıktır. Ankara’da, İstanbul’da, Diyarbakır’da, Malatya’-da, Paris’te dilenciler var ama Hew-lêr’de, Süleymaniye’de, Duhok’ta dilenci yok… Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin elbette eleştirilecek yönleri vardır. Örneğin, Güney Kürdistan pazarının, neden Kuzey Kürdistanlı iş adamlarına açılmadığı önemli bir eleştiridir. İbrahim Küreken’in, “Em birayê hev in lê ne şirîgê hev in” yazısı bu bakımdan çok değerlidir (www. kurdinfo.com 8.12.2013). “İmralı’daki Öcalan Diyor ki” Aydınlık Gazetesi, 16 Aralık 2013-24 Aralık 2013 tarihleri arasında 9 gün “İmralı’daki Öcalan Diyor ki” başlıklı dizi yazı yayımladı. Bu yazı dizisine karşı, şimdiye kadar, Barış ve Demokrasi Partisi’nin, Halkların Demokratik Partisi’nin, Qandil’deki PKK ve KCK yöneticilerinin, Demokratik Toplum Kongresi’nin, bir açıklama yapmamış olmaları, bu yazı dizisine karşı bilmiyor, görmüyor, duymuyor tavrı izlemeleri dikkate değer bir durumdur. Bu yazı dizisine karşı Abdullah Öcalan’ın da açıklama yapması elbette önemlidir. Aynı zamanda gereklidir. Bu konuyla ilgili olarak kurdistan-post. eu da Fikret Yaşar Hoca, “Kürdistan tarihinde Pazuki Aşireti ve Öcalan” başlıklı bir yazı yayımladı. Fikret Hoca’yı eleştirmeye alışanlar da bu yazı dizisine hiç dokunmadan bu işi yapmaya çalışıyorlardı. Bu yazı dizisinin Abdullah Öcalan’ın, yakalanıp İmralı’ya getirilmesinden sonraki sorgusu olduğu anlaşılıyor. Öcalan, devlete katılmak için geldiğini, devlete hizmet etmek için geldiğini anlatıyor. Hiçbir şey istemediğini, hizmet için fırsat verilmesini istiyor. “Devletin bir eriyim” diyor. “Şehit analarında özür dileyeceğim” diyor. En iyi Türk benim diyor. Kendimi Türk’ten daha fazla Türk hissederim diyor. “Anayasal hak istemenin anlamı yok çünkü siyasal haklar zaten Anayasa güvencesi altında” diyor. “Irak’ta ve İran’da kullanacağınız güç oluruz” diyor. “Talabani ve Barzani ilkeldir, ABD işbirlikçisidir”, diyor. PKK’nin Barzani’ye ve Talabani’ye saldırması kızılbaş - sayfa 17 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 için, Genelkurmay’ın plan yapmasını öneriyor. Türkçeyle yaşarım, bütün işlerimi Türkçeyle hallederim diyor. Hakkâri’ye de Türkçe öğreteceğim diyor. İstanbul Türkçesi. 9 gün boyunca, Öcalan bunları benzer önerileri defalarca dile getiriyor. Şurası çok açık: Biz Son yıllarda Kürd/ Kürdistan sorununu çok konuşuyoruz. Kavramları, sözcükleri yerli yerinde kullanıyoruz. Fiili bir özgürlük! Bu sürecin yaşanmasında, gerilla mücadelesinin, PKK’nin çok büyük rolü var. Kefensiz olarak çukurlarda, kıyılarda köşelerde yatan Kürd yurtseverlerinin çok büyük rolü var. Bu süreçte, kemiklerine bile ulaşılamayan Kürd yurtseverlerinin çok büyük rolü var. Ama Abdullah Öcalan’ın yukarıda ettiği lafları etmek için özgürlüklere falan gerek yok ki… Devlet zaten böyle olmasını, böyle yaşanmasını istiyor. Böyle yaşayanlara ödül de veriyor. Bu bakımdan bu açıklamalarla, PKK’nin var olma biçimi arsında derin bir çelişki, uzlaşmazlık görüyorum. 9 gün boyunca, Öcalan, devlete hizmet etmek istediğini defalarca vurguluyor. Öcalan, devlete şöyle de hizmet edebilirdi. Tapu müdürü olarak, emniyet müdürü olarak, vali olarak, İçişleri Bakanı, Başbakan, Cumhurbaşkanı olarak da hizmet edebilirdi. Çünkü Atatürk’e, Türklüğe bu kadar bağlı olanın, kendini Türk’ten daha çok Türk hissedenin, Kürdler için de fazla bir şey istemeyenin önü açıktır. Türk devlet bürokrasisinde, her kademede görev alabilir görevlerde hızla yükselebilir. Türk siyasal hayatında, Kürdüm diyenlerin, Kürdler için hak, özgürlük isteyenlerin önünün tıkalı olduğu açık bir gerçekliktir. 02.01.2014 Dersim Jenosidi, devletin inkâra gücünün yetmediği kadar açık olan bir icraatıdır. Bunun en bariz kanıtı bir bölgeye özgü çıkardıkları ve “Tunceli Kanunu” diye tanımladıkları belgelerdir. Zira buraya özgü çıkarılan kanun, diğer katliamların “Jenosid olmadığı” anlamına gelmez. Kürdistan’da, diğer tüm direniş alanlarını dağıttıktan sonra, kendilerinin tanımladıkları “Dersim çıbanı söküp atmak” için kanunlar hazırladılar. Özel vali ve müfettişlik tayin ettiler. Kara ve hava harekâtı planladılar. Mecburi iskân, kız çocuklarını zorla ailelerinden alarak hizmetçi yaptılar yada zorla evlendirdiler. Türk yetiştirme yurtlarına yerleştirerek kendilerini, kültürlerini yaşamalarına engel oldular. Kendilerine yabancılaştırmak ve Türklüğe özendirmek için program hazırlayıp uyguladılar Dersim’in 130 bin olan nüfusu 50 bine düşürüldü. Bu nüfusun 50-60 bini toplu katledildi, telef edildi. 20 -30 bin insan sürgüne gönderildi. Tüm bu plan ve yaşananlara rağmen, olgunun, zamanında bilimin kavramları ile tartışılmaması düşündürücüdür. İsmail Beşikci’nin bu incelemeyi, 1977 yılında hazırlamış olması, ilk kez “Dersim jenosidi” kavramı ile tanımlaması dikkate değerdir. “Jenosit/soykırım” kavramının 1990’ lardan sonra, Kürd ve Türk çevrelerinde tartışmaya geç dönemde başlaması, tüm sorunları ele almada geciktiğimizi ve devletin resmi ideolojisinin bu boşluğu ve gecikmişliği çok muazzam lehine kullanarak bilgi kirliliği ve yanılsamalar yarattığı, mağdurları bile kendi “portresi” haline getirip, politikasına araç ettiğini gözlemlemekteyiz. “Tunceli Kanunu (1935)” ve uygulaması, Türk sömürgeciliğinin boyutlarını, cüretini, Kürd ulusuna meydan okumasını göstermesi bakımından da son derece önemli bir olgudur. Öte yandan, “Tunceli Kanunu” ve uygulamalarının, insanlar tarafında nasıl algılandığının ve kavranıldığının araştırılması da önemlidir. Bu konudaki inceleme, Türk üniversitesinin, Türk profesörlerinin, Türk yazarlarının, kısaca Türk düşüncesinin bilimsizliğini, olgulardan kopukluğunu, bilimsel düşünce sürecine darbeler vurmada ne kadar ileri gittiğini, ışıksızlığını, resmi ideoloji karşısındaki dalkavukluğunu göstermesi bakımından ayrıca önemlidir. Araştırmada, kanunla ilgili meclis görüşmeleri, kanunun gerekçesi verildikten sonra, bu olguya ilişkin olarak, Türk üniversitesinin, profesörlerinin, düşünürlerinin ve yazarlarının, Türk solunun görüşleri, olguyu nasıl algıladıkları ve kavradıkları ele alınıp eleştirilmiştir. Bu arada, göç ile gelen(alaktonlar), yerel(otokton) halkları yok etmeye koyulduğu ‘Jenosid Havzası’ olan Yakın Doğu coğrafyası, Kürdistan'daki, özel olarak da Dersim'deki jenosid uygulamaları, çeşitli kaynaklardan yararlanılarak sergilemeye çalışılmıştır. Kritik edilmesi dileğiyle! İsmail Beşikci’ye saygı, okura dostlukla... kızılbaş - sayfa 18 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İsmail Beşikçi siyasete giriyor Ferda Çetin Katı bir inkarın, asimilasyonun ve devlet terörünün hüküm sürdüğü yıllarda, İsmail Beşikçi, yazdıkları ile Kürt kimliğinin ve bilincinin oluşmasına önemli bir katkı sağlamıştır. Kürdistanlı kadınlar, gençler, öğrenciler, gerillalar Beşikçi’yi böyle tanıdılar ve bunun için sevdiler. Beşikçi bu ilişkiyi kendi düşünceleri ve pratiği ile yarattı. Bunun bedelini de 20 yıl hapis yatarak ödedi. lıdır” gibi bir cümle çıkmamıştır. Aksine Beşikçi, PKK yönetimine Öcalan’la ilişkisini kesmesini, Öcalan’ı tanımamasını tavsiye ediyor. Kürt halkına, Öcalan’ın önderliğini reddetmesini öneriyor. Beşikçi’nin en büyük dostları ve en yakınındaki insanların ortak özelliği de Öcalan ve PKK düşmanlığıdır. Bugün aynı Beşikçi, büyük bir istek ve kararlılıkla bu ilişkiyi bozma faaliyeti yürütüyor. Üstelik bunu öyle gizli kapalı değil, açıktan ve periyodik bir şekilde yapıyor. İsmail Beşikçi’nin yazdıkları, artık bir bilim insanının eleştirilerini çoktan aşmış; “içeriden”, bir “dost”un önerileri olmaktan çıkmış, aleni bir düşmanlığa evrilmiştir. Deyim yerindeyse kırk yılda Kürt halkı ile kurulan dostluk bağları, bir kaç yıl içinde tuz buz edilmiş, Kürt halkının karşıtı bir pozisyona dönüşmüştür. Beşikçi son on yılda yazdıkları ve konuştukları ile Kürt Halk Önderi Öcalan’a karşı düşmanca bir pozisyona girmiştir. Beşikçi, sömürgeci aydın psikolojisi ile ağzına geleni söylemekte, üstelik bu hakaretlerini saygı ölçülerini zorlayarak tekrarlamaktadır. Bu tespit, niyet okuma veya iddialara değil, Beşikçi’nin kendi konuştukları ve yazdıklarına dayanmaktadır. Beşikçi’nin siyasi faaliyet alanı İsmail Beşikçi genel siyasetle ilgilenmiyor. Siyasetini PKK ve PKK’nin mücadelesi karşıtlığı üzerinden inşa etmeye çalışıyor. Beşikçi PKK’nin ideolojisini, politikasını ve pratiğini “eleştiri” adı altında karalıyor, kötülüyor; Kürt halkı ve diğer halklar nezdindeki meşruiyetini lekelemeye, anlamsızlaştırmaya uğraşıyor. Üstelik bu faaliyetini, devletin Kemal Burkay denemeleri, Barzani’nin Amed’e davet edilme amacına paralel bir çaba ile yürütüyor. Son yıllardaki yazılarına, röportajlarına bakıldığında, devletin “Öcalan’ı itibarsızlaştırma” faaliyetlerine en büyük katkıyı Beşikçi’nin sunduğu görülecektir. Öcalan karşıtlığı üzerinden politika Beşikçi, uzun yıllar devletin sürdürdüğü, “PKK’ye evet Apo’ya hayır”, ya da “Aposuz PKK” politikasını güncellemek istiyor. Kürt Halk Önderi Öcalan’ın esaret altına alındığı günden bugüne, bir tek gün Beşikçi’nin ağzından, “Öcalan bir halkın önderidir, özgürlüğüne kavuşma- Karalama ve hakaret kampanyası Kürt Halk Önderi Öcalan ve PKK yetkilileri ise, Beşikçi’nin tüm saldırı ve hakaretlerine rağmen, bir tek gün saygısızlık yapmadılar. Onun aleyhine tek bir incitici, rencide edici söz sarf etmediler. Beşikçi, bu inceliği ve nezaketi de doğru okumadı. Beşikçi’nin güçlü referansı: Aydınlık Gazetesi Beşikçi, 1 Ocak 2014 tarihinde K. Post sitesinde, bu türden yazılarına bir yenisini ilave etmiş: “Aydınlık Gazetesi, 16 Aralık 2013-24 Aralık 2013 tarihleri arasında 9 gün ‘İmralı’daki Öcalan Diyor ki’ başlıklı dizi yazı yayımladı. Bu yazı dizisine karşı, şimdiye kadar, Barış ve Demokrasi Partisi’nin, Halkların Demokratik Partisi’nin, Qandil’deki PKK ve KCK yöneticilerinin, Demokratik Toplum Kongresi’nin, bir açıklama yapmamış olmaları, bu yazı dizisine karşı bilmiyor, görmüyor, duymuyor tavrı izlemeleri dikkate değer bir durumdur. Bu yazı dizisine karşı Abdullah Öcalan’ın da açıklama yapması elbette önemlidir. Aynı zamanda gereklidir.” Beşikçi, Aydınlık gazetesinde yazılanlardan hiçbir kuşku duymuyor. Buna göre Öcalan, sanki İmralı’da pazarlığa oturmuş gibi anlatıyor da anlatıyor. Beşikçi’ye göre Öcalan “devlete hizmet için geldim, ben devletin bir eriyim” dedikten sonra başlamış sıralamaya: “En iyi Türk benim, Türkçeyle yaşarım, bütün işlerimi Türkçeyle hallederim, Hakkari’ye Türkçe öğreteceğim, hem de İstanbul Türkçesini” demiş. Öcalan, “İran’da ve Irak’ta kullanacağınız güç oluruz…Talabani ve Barzani ilkeldir, ABD işbirlikçisidir, onlara saldırmamız için Genelkurmay’ın bir plan yapması yeterlidir” demişmiş. “Kürt dostu Beşikçi”, Türk devletinin Kürt Halk Önderi Öcalan’ı itibarsızlaştırma faaliyetlerinden, Aydınlık gazetesinin yayınladığı asparagas haberden, sözde İmralı tutanaklarından zerre kadar kuşku duymuyor. Beşikçi, Kürt Halk Önderi Öcalan’ın bütün bunları konuştuğundan adı gibi emin. O nedenle Kürt halk Önderi Öcalan’ı ve KCK yetkililerini acilen bu konuda açıklama yapmaya çağırıyor. Beşikçi’nin kanıtı ve tanığı çok sağlam: Aydınlık Gazetesi! Beşikçi’nin Öcalan’a derin düşmanlığının nedeni Kürt Halk Önderi Öcalan, Kürt halkının özgürlüğü için ulus devlet çözümünün doğru çözüm olmadığını; devletleşmenin özgürleşmekle eş anlama gelmediğini, toplumun özgürleşmesi ve örgütlenmesi ile devletin anlamsızlaşacağını söylemektedir. Bu tez, Beşikçi’nin ömrü boyunca teorisini yaptığı, “Kürtler, devlet olmadan özgürleşemez” tezinin tam zıddıdır. Çünkü Beşikçi, Kürt halkının özgürlüğü için üstten, yukarıdan inşa edilmiş bir devlet iktidarının çözüm olacağına inanıyor. Öcalan ise, toplumun kendi eliyle inşa edeceği bir sistem ile özgürleşmenin imkan dahilinde olduğunu söylüyor. Kürdistan halkı büyük bir çoğunlukla Öcalan’ın, “devlete rağmen, toplumun örgütlenmesi ve kendi kurumlarını inşa etmesi” görüşlerini benimsiyor ve bu temelde örgütleniyor. Bu örgütlenme tarzı, Beşikçi’nin “devlet eliyle özgürleşme” fikrini anlamsızlaştırıyor. Beşikçi’nin tepkisi ve öf kesi, tabulaştırdığı ulus devlet fikrinin çöküşü ile ilgilidir. “PKK yöneticileri sağlıklı bilinç oluşturamamıştır” Beşikçi, PKK yöneticilerinin bilinç düzeylerinin yetersizliğine de el atıyor, onların Kürdistan’ın bölünmüşlüğünden habersiz olduklarını belirtiyor. kızılbaş - sayfa 19 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 “Qendil’deki PKK yöneticiler de durmadan, ‘biz bölücü değiliz…’ deyip durmaktadırlar. PKK yöneticileri, esas bölünenin, parçalananın, paylaşılanın, Kürdler ve Kürdistan olduğunun bilincine ne zaman ulaşacaklardır acaba? Böylesine uzun süren, kararlı, fedakar, bir mücadele, bunca yıl, neden, Kürdler, Kürdistan konusunda sağlıklı bir bilinç oluşturamamıştır?” gür kimlik sahibi yapan, ömrünü ve bütün varlığını halkına adayan Kürt halk Önderi Öcalan’a saldırıyı rutin bir faaliyet haline getiren birinin dost olmadığı; söyledikleri ve önerdikleri ile daha çok Türk özel savaş kurumuna hizmet ettiği kesindir. Beşikçi, KCK Eşbaşkanı Cemil Bayık’ın, Mithat Sancar’a Milliyet için verdiği röportaja atıfta bulunuyor. Beşikçi, PKK karşıtlığını o kadar ileri boyutlara taşıyor ki, Öcalan ve PKK’nin etkilediği tüm alanlara saldırıyor. Rojava’daki devrimi ve devrimin öncüsü PYD’yi karalamaya, devrimin meşruiyetini lekelemeye kadar vardırıyor. Bir süre önce Rojava ile Güney Kürdistan arasındaki Semelka Kapısı KDP tarafından kapatıldığında, Beşikçi bunun bir PYD yalanı olduğunu, kapının açık olduğunu belirtiyor; bu konuda Salih Müslim ve PYD yetkililerinin açıklamalarını, “propaganda” amaçlı olduğunu söylüyordu. Beşikçi’nin doğru haber(!) kaynağı ise, PKK karşıtı olduğu şüphe götürmeyen Rızgari Online sitesi. (K. Post, 9 Eylül tarihli yazısı) Acaba Kürt halkının, bugün ulaştığı uluslaşma ve özgürleşme düzeyini, bugün kazandığı kişilikli ve özgür Kürt kimliğini PKK ve yöneticileri değil de, Beşikçi ve yakın arkadaşları mı sağladı? Beşikçi, yeni yıla girerken yazdığı ilk yazısında PKK’nin Goyi Aşireti’ni ve Roboskilileri Türkleştirdiğini anlatmaya çalışıyor. Örneklerle, geniş izahlar ve tekrarlarla bir yalanı bilimsel (!) bir gerçeğe dönüştürmeye çalışıyor. Beşikçi işi küfür ve hakarete vardırıyor Beşikçi yaptığı hakaret ve aşağılamalardan hızını alamıyor; öyle bir küfür ve hakaret ki, kırk yıldır yaptıklarının tümü bir çırpıda hiçleşiyor, anlamsızlaşıyor. Beşikçi, Aydınlık gazetesinin 9 gün süren yalan haberine büyük bir keyifle ortak oluyor. “Bilim adamı” Beşikçi, Öcalan’a hakaret ediyor, kendince aşağılamaya, itibarsızlaştırmaya çalışıyor: “9 gün boyunca, Öcalan, devlete hizmet etmek istediğini defalarca vurguluyor. Öcalan, devlete şöyle de hizmet edebilirdi. Tapu müdürü olarak, emniyet müdürü olarak, vali olarak, İçişleri Bakanı, Başbakan, Cumhurbaşkanı olarak da hizmet edebilirdi. Çünkü Atatürk’e, Türklüğe bu kadar bağlı olanın, kendini Türk’ten daha çok Türk hissedenin, Kürdler için de fazla bir şey istemeyenin… önü açıktır. Türk devlet bürokrasisinde, her kademede görev alabilir, görevlerde hızla yükselebilir. Türk siyasal hayatında, Kürdüm diyenlerin, Kürdler için hak, özgürlük isteyenlerin önünün tıkalı olduğu açık bir gerçekliktir.” Beşikçi’nin bu satırlarını okuduktan sonra her vicdan sahibi insan mutlaka, “bu kadar da zıvanadan çıkmak olmaz” diyecektir. Bu yazılanları “eleştiri” sınıfı içine koyarak normalleştirmek de başka bir aymazlık olacaktır. Bir halkı ayağa kaldıran, kölelik statüsünden öz- Beşikçi’nin bir başka huzursuzluğu Rojava Devrimi İsmail Beşikçi Rojava’da inşa edilen demokratik özerklikten son derece rahatsızdır. Çünkü bu örnek başarılı olursa eğer, Beşikçi’nin kırk yıllık “ulus devlet olmadan özgürlük olmaz” tezi de yıkılmış olacaktır. Oradaki kazanımları Türk devletine “vurma” malzemesi yapmakla birlikte, bir başarı ve örnek yönetim modeli olarak görmemekte; PYD’nin oradaki Kürt partilerine baskısından söz etmekte ve anti-demokratik uygulamaları (!) kendince teşhir etmektedir. Yine bu bilgilerini PKK’den kopan ve bugün, açıktan PKK düşmanlığı yapan kişilerin yazılarından aldığını, bu “yazar”ların yazdıklarının çok önemli olduğunu anlatıp durmaktadır. Sömürgeci ulus aidiyetinin yarattığı üstünlük kompleksi Beşikçi’nin ruh hali ve psikolojisi, sömürgeci ulus aydınının üstünlük psikolojisidir. Beşikçi, çok eleştirdiği Türk aydınının egemen tutumunu hiç eksiksiz yansıtmaktadır. Kendisini, Kürt halkının kaderi ve Kürt özgürlük mücadelesi hakkında her türlü sözü söylemeye, her türlü hakareti ve saygısızlığı yapmaya ehil görüyor. Bu dizginlenmemiş üstünlük kompleksi ile ağzına geleni söylüyor. KCK yöneticilerinin ulusal bilinç oluşturmamalarından, ulusal bilinci zayıflattıklarından söz etmektedir. Beşikçi, KCK’nin Kürt yöneticilerine, bir Türk aydını olarak nasıl durulması gerektiğini de emrediyor: “Kürt, Kürdistan soru- nu her şeyden önce duruş sorunudur” diyor. (K. Post, 9 Eylül tarihli yazısı) Beşikçi’nin, ulusu köleleştiren ulus devlet modeli çökerken Beşikçi’nin sıkça vurgu yaptığı ve mutlak bir doğruymuş gibi tekrarladığı, “Lüksemburg’un nüfusu 500 bindir. Ama bir devletleri var, Kürtler 40 milyondur ama bir devletleri yok” tespitinin, Kürt halkının özgürlüğü için doğru ve yerinde bir referans olmadığı her geçen gün doğrulandıkça, Beşikçinin hiddeti de artmaktadır. Beşikçi, “ulusu köleleştirilmiş yüzlerce ulus devlet”in durumunu izah edemiyor. Devlet ilanının, toplum için de otomotikman özgürlük anlamına gelmediğini anlamak istemiyor. Beşikçi, Kürtler için tek çözümün “bağımsız devlet” olduğunu savunurken, her nedense Güney için KDP ve Barzani’ye böyle öneriler yapmamaktadır. Hatta KDP ve Barzani yönetimini, “model” olarak göstermekte, oradaki hükümete methiyeler dizmektedir. Demek ki bu konuda da bir ilkelilik veya tutarlılık söz konusu değildir. Maksat Öcalan’ın ve PKK’nin söylediklerinin aksini savunmak. Beşikçi Rojava’daki sorunlara da el atıyor Beşikçi, sadece Kuzey Kürdistan Türkiye bağlamında değil; PKK’nin Kürdistan’ın diğer parçalarındaki etkisini, öncü rolünü, yarattığı değerleri ve halkın bağlılığını da değersizleştirmek istemektedir. 9 Eylül 2013 tarihli yazısında şöyle diyor: “Bir süre önce, PYD, Rojava’nın, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne açılan sınır kapısı Sêmalka hakkında çok yoğun bir propaganda yürütüyordu. Kürdistan başkanı Mesud Barzani’nin, Rojava’daki mağduriyete rağmen, Sêmalka kapısının Kürdlere kapatıldığı dile getiriliyordu. Bu propagandanın gerçeği yansıtmadığı anlaşıldı.” Beşikçi, PYD’nin açıklamalarının yalan olduğunu, K. Post’taki bir yazıyı referans göstererek kanıtlıyor(!). Rojava’da çeteler katliam yapmamıştır “Kürt dostu” Beşikçi, PYD’nin verdiği “Rojava’daki çetelerin katliamları” bilgilerinin yalan olduğunu söylüyor. Beşikçi “PYD’nin yalanları”nı, objektif(!) kızılbaş - sayfa 20 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ve tarafsız(!) yayın organı Rizgarionline adlı siteye dayandırıyor. Beşikçi, Mesut Barzani’nin bu iddiaları araştırmak ve aydınlatmak için yaptığı büyük(!) fedakarlıkları da hatırlatıyor. İşte 9 Eylül’de yazdığı yazı: “Serêkaniyê’de YPG ile el Nusra arasında çatışmalar gündeme geldiği zaman, PYD’nin katliamlar konusunda çok yoğun bir yayının propagandası olmuştu. Bunun üzerine, Kürdistan Ulusal Kongresi Hazırlık Komitesi’ Mesut Barzani’nin önerisi üzerine, olaylar hakkında rapor hazırlaması için Rojava’ya bir heyet gönderdi. PYD’nin heyetin Rojava’ya geçişine izin vermediği, sonunda heyetin Rojava’ya geçip incelemesini yaptığı, raporunun hazırladığı, Kürdistan Ulusal Kongresi Hazırlık Komitesi’nin raporu onayladığı da duyurulmuştu. Raportörlerin çalışmaları ve raporun içeriği ile ilgili olarak bk. (rizgarionline, Rojava raporu onaylandı, 2.9. 2013) Raporun içeriği PYD’nin katliamlarla ilgili olarak geliştirdiği propagandayı doğrulamıyor.” Bu yazılanlardan sonra Rojava halkının ve PYD’nin Beşikçi’yi ve onun yürüttüğü bu faaliyetleri bir Kürt dostunun faaliyetleri olarak değerlendirmesi mümkün mü? Söz gelmişken, Beşikçi’nin anlattıkları kadar referansları da şaibeli ve bozuktur. Kurdistan Post, Rizgarionline ve Aydınlık Gazetesi… Kendisi bunlara inanabilir, güvenebilir, önemseyebilir. Ancak Kürt halkının, PKK ve Kürt Halk Önderi Öcalan’a düşmanlığı sabit olanlara inanmayacaklarını da artık anlamalı. Beşikçi’yi teşvik eden danışmanları ve dostları Beşikçi’nin bu hallere düşmesinden elbette kendisi sorumludur. Ama onu Öcalan ve PKK düşmanlığı konusunda motive eden, teşvik eden kuşatıcı bir şebeke de var. Kürt özgürlük mücadelesine, Kürt Halk Önderi Öcalan’a, yaratılan değerlere ve kazanılan mevzilere saldırmaktan başka marifeti olmayan bir şebeke… Beşikçi’nin bu açık ve pervasız saldırı- “yaşasın halkların kardeşliği”! “yaşasın türk-kürt islam birliği”! larına ellerini ovuşturarak ve keyifle katılanlar… Siyasette, ticarette, yayıncılıkta, barmenlikte iflas etmiş Ümit Fırat; kanal kanal dolaştırılarak alay malzemesi haline getirilen İbrahim Güçlü ve Kürtlerin iyiniyetini suistimalde son derece mahir olan, ve “müşteri”lik dışında Kürt halkı ile hiçbir ilişkisi olmayan, hep derin çalışan Ünsal Öztürk… Beşikçi’nin başdanışmanları ve dostları bunlar. Geçmişte de Türk devleti ile kol kola, Öcalan’ı ve PKK’yi itibarsızlaştırma adına bir çok faaliyet denenmiş, her defasında Kürt Özgürlük hareketi ve Kürdistanlılar tarafından boşa çıkarılmıştır. Bu tür karalama, itibarsızlaştırma, güven kırma amaçlı psikolojik savaş yöntemleri Öcalan’ın, PKK’nin ve Kürt halkının yabancısı olduğu kampanyalar değildir. Bir farkla ki bu kez Beşikçi kullanılıyor. Kaynak: http://www.firatnews.com/ news/guncel/ismail-besikci-siyasete-giriyor-ferda-cetin.htm Sahibi: Muzaffer Erdoğdu İletişim Adres: Pavlonya Sokak Nuhoğlu İşhanı No:10/6 Kadıköy - İSTANBUL Tel: (0216) 414 64 41 Telefax: (0212) 414 64 41 E-mail: pencereyayinlari@hotmail.com kızılbaş - sayfa 21 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Beşikçi’ye “Kürt düşmanı” diyen Türk dostu Gazeteci ve yazar özerk olur, hatta bir partiye yakın olsa da özerkliğini korumaya çalışır. Ferda Çetin’in her şeyden önce kendi kafası ve düşüncesiyle yazmadığı görüşündeyim. Ismarlama bir yazı yazmıştır. bağımsızlık haklarını savunuyor ve sömürgecileri eleştiriyor. KCK ve Öcalan ile benzer düşünmediği doğrudur. Bunlardan vazgeçen Beşikçi Hoca değil, KCK ve Öcalan’dır. Yakın gördükleri ile dostluklar kurabilir. Bu onun doğal hakkıdır. Neden mi ısmarlama? Çünkü içinde yaşadığım zaman benzer durumlarla karşılaşmıştım. Hele hele Beşikçi’yi düşman ilan eden bu yazı tam ısmarlamadır. Bir yerlerin görüşüdür. Kendileri yapamadığını Ferda Çetin'e söyletiyorlar. Başta İsmail Beşikçi Hoca’ya yönelik yazılan bu yazı bir düşünce eleştirisi değildir. Örneğin Ferda Çetin düşünsel açıdan Beşikçi Hoca’yı eleştirebilir. Beşikçi Hoca bir bilim insanıdır. Bundan dolayı incinmez ve harekete geçemez. Beşikçi Hoca’nın başkalarının üzerine salacak adamları da yoktur. Ferda Çetin, Beşikçi Hoca’nın hangi görüşlerine katılmadığını sonuna kadar eleştirebilir. Bilimde eleştiri vardır, sorgulayacak dil kullanmak gayet doğrudur. Ferda Çetin bunların hiçbirini yapmıyor. Çünkü yapacak kapasitesi, gazeteci ve yazar olma olgunluğunu gösterecek düzeyi bulunmamaktadır. Beşikçi'yi “Kürt düşmanı” ilan ediliyor. Nedeni gayet basit. Beşikçi Hoca’nın son yazısı olan “Goyiler ve Roboski” makalesi bilinen zihniyete çok dokunmuştur. Bilim ve düşünce insanı her konuda görüşlerini söyleyebilir. Dokundurabilir. Beşikçi Hoca’da bunu yapmıştır. Beşikçi Hocayı “PKK ve Kürt düşmanı“ ilan etmek bir zorlamadır. Düşünün her şeyi ile kendisini kabul ettiren ve bir Türk olduğu halde bütün çalışmalarını Kürtlere ve Kürdistan'a adayan bir bilim insanı düşman ilan ediliyor. Bu bir zihniyettir. Eleştiri yapan kim olursa olsun, bu zihniyete göre eleş- Dursun Ali Küçük tiri ve düşünce belirtmek; Öcalan ve KCK’yi eleştirmek “düşmanlık yapmak” ve hakaret etmektir. Oysa Ferda Çetin’in zihniyeti-çünkü kişiselleştirmiyorum- eleştiri yapmayı kabul etmez. Doğrudur, KCK içinde kimse Öcalan’ın tek bir kelimesine bile itiraz etmez. Katılmadıkları çok konular olmasına rağmen es geçerler. Kendi içindeki yapılanmayı bir topluma dayatmak isterler. Ferda Çetin KCK içindeki yapılanmayı bir topluma dayatıyor. Lafa gelince her şeyin başına “demokratik” koyarlar. Düşünsel eleştirileri hazmedemeyen nasıl demokrat ve özgürlükçü olur? “İsmail Beşikçi siyasete giriyor” Bu başlık bile İsmail Beşikçi’yi siyasetle iliştirmek ve siyasi düzeyde itham etmeyi ifade ediyor. Çok iyi biliyoruz: Beşikçi Hoca PKK mücadelesini, bağımsızlık, özgür bağımsız bir Kürdistan mücadelesini sonuna kadar destekledi. Bu konularda bolca yazılar yazdı. PKK’lilerle iyi ilişkileri vardı. Ama bu durum İsmail Beşikçi’nin politikaya girdiği anlamına gelmiyordu. Bu gün Kürdistan federasyonu ziyaret etti ve Kürdistan’ın bağımsızlığını özgür uluslar gibi tüm haklara sahip olmasını vb. yine savunuyor. Kaldı ki, Kürdistan federasyonuna eleştirileri de vardır. Beşikçi Hoca düşünsel ve yazınsal olarak Kürdistan’ın egemenlik ve Dün siyasete giriyor demiyorduk ve bir bilim insanı olarak görüyorduk, bu günde aynı şekilde görmek gereklidir. Kaldı ki Beşikçi Hoca Kürdistani her kesimle görüşebilir. Ziyaret edebilir. Çok hayıflanmayın, Beşikçi Hoca bir karalama yazısı ile boşa çıkarılamaz. İçindekileri iyi ki sana söylettiler Ferda Çetin. Siyasi anlamda söylemiyorum, ama Beşikçi Hoca Kürdistan'ın manevi “lideridir”. Düşünsel ve bilimsel aklıdır. Beğenmediğim ve katılmadığım düşünceleri de var, ama bu durum “manevi ve moral lider” olması gerçeğini değiştirmez. Düzeyi olmayan, düşünce içermeyen bir makaledir: Kendisi Beşikçi’nin “hakaret ettiğini” söylüyor. Ama öte yandan hakaret ve doğruluk içermeyen, kendisi dışında herkesi “düşman” gören bir zihniyet. “Beşikçi Kürt halk Önderine karşı düşmanca faaliyete girmiştir” Gel de inan. Beşikçi Öcalan ve PKK’nin 1999 öncesi görüş ve değerlendirmelerine değer veriyordu. 1999 sonrası esaret altında değiştirilen görüşlerine dışarıdan bakan herkes görebilir. Uzun bir zaman Beşikçi Hoca suskun kaldı. KCK görüşlerine ve Öcalan’a katılmadığı gayet doğaldır. Aydınlık Kürt ve Kürdistan düşmanıdır. Beşikçi hiç bir zaman Aydınlıkçılar ve Perinçek’e yakın durmadı. Aydınlık ve Perinçek Beka da görüşmeler yaparken ve dost geçinirken de yakın durmadığını biliyoruz. Aydınlık, Ergenekon döneminde Öcalan’ın sorgu ifadelerini kullanmadı. Bu gün kullanmaya başlamışsa şüphesiz ki siyasi bir hesabı vardır. kızılbaş - sayfa 22 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bu sorgu ifadelerini başta Ferda Çetin’in bilmesi gerekiyor. Avukattır. Hukuki ve adaletli davranması istenebilir. Sorgu ifadelerini kim kullanmış ve ne hesapla kulanmış kimse ona ortak olamaz. Aydınlığın Kürdistan düşmanı olduğu kesin. Ama sorgu ifadelerini kullanabilirler. Önemli olan bunun doğruluğu ve yanlışlığı üzerinde konuşmaktır. Çünkü yalan olduklarını ve düzmece olduklarını söyleyemiyor. Fikret Yaşar Hoca sorgu ifadelerinde söylenen bazı cümlelerden hareketle bir yazı yazdığı için hemen Fikret Hoca’ya karşı eleştiri ve saldırlar başladı. Örneğin İbrahim Kaypakkaya’nın ser verip sır vermediğini hepimiz biliriz. İbrahim o zamanda Perinçek’in çözüldüğünü ve devletten yana olduğunu söylüyordu. Kimse çıkıp İbrahim sorguda çözüldü ve hoş olmayan şeyler söyledi diyemez. Çünkü diyecek hiç bir kanıt yok. Öcalan “ben direniyorum”, KCK’de Öcalan’ın direndiğini söylüyor. Örneğin biz neden yakalandıktan sonra “Öcalan’a ilaç verildi” dedik. 6. Kongreden sonra bu açıklama yapıldı. Çünkü sorguda söylenenler yansımıştı, beğenmiyorduk. Sonra bu tutum geri alındı. ulus-devletler değil mi? Başka sömürgeci ulus-devletlerle “çözüm” arıyorsunuz. Kürdistani düşünceler savunan Beşikçi’den hakaret edecek kadar rahatsız oluyorsunuz. Kemalist aydınlara Türkiye’de akademi vb. yerlerde ders verdirirsiniz. Anlaşılan Beşikçi’ye saldırı fişeğini ateşledin. Sana ateşlettiler. Tövbe bunlar Türkiyelileşme aşkını savunanlardır, üstünlük kompleksi bunlarda hiç yoktur(!)... Tarihte gösterir ki bu yükün altında kalanlar olur. *** Beşikçi Hoca’ya eleştiri adı altında yapılan saldırının temel başlıkları: ‘Şebeke’ ‘Beşikçi’nin bu açık ve pervasız saldırıları’ ‘Beşikçi’nin hiddeti’ ‘Kürt halkının karşıtı’ ‘Karalıyor, kötülüyor’ ‘Ağzına geleni söylemekte’ ‘”Kürt dostu Beşikçi”’ (Çetin’in tırnağı) ‘”Bilim adamı”’ (Çetin’in tırnağı) ‘Öcalan’a derin düşmanlık’ ‘Beşikçi’nin tepkisi ve öf kesi’ ‘Yalan’ ‘Beşikçi işi küfür ve hakarete vardırıyor’ ‘Beşikçi yaptığı hakaret ve aşağılamalardan’ “Bu kadar da zıvanadan çıkmak olmaz” Sorgu ifadelerini sonradan okuyan oldu. Örneğin ben bir kısmını okudum. Aydınlık gazetesinde yazılanlarla benzerlik arz ediyordu. ‘Aymazlık’ Ferda Çetin, İsmail Beşikçi’ye ithamdan bulunduğun için bu kadarını yazdım. Özgür Politika çıkıp Aydınlık “yalan söylüyor” alın size direniş tutanakları diyebilirdi. Niye denilmediğini sizler araştırınız. Konu açıldığı için bu kadarını yazdım. Yazmakta istemiyordum. Aşağı yukarı bilenen veya bilinmesi gereken şeylerdi. ‘Beşikçi’nin ruh hali ve psikolojisi, sömürgeci ulus aydınının üstünlük psikolojisidir’ ‘Referansları da şaibeli ve bozuktur’ ‘Beşikçi’nin bu hallere düşmesi’ Bu hallere düşülür mü Ferda arkadaş? **** Ferda Çetin’in zihniyetindekiler, Türk devleti olsun, Suriye devleti olsun, Fars devleti olsun ama Kürt devleti olmasın diyenler tabi ki İsmail Beşikçi’nin Bağımsız ve Özgür Kürdistan görüşünden rahatsız olurlar. Çözüm aradığınız ise bu sömürgeci ‘Türk özel savaş kurumuna hizmet ettiği kesindir” *** ‘Beşikçi’nin ruh hali ve psikolojisi, sömürgeci ulus aydınının üstünlük psikolojisidir’ Benim bildiğim Beşikçi Türkiye ve Türk halkı hakkında çok az yazmıştır. Türk’tür ama Kürdistan ve Kürt halkıyla ilgili ağırlıklı çalışmalarını sürdürmüştür. Kemalist solcularla ve yazarlarla dostluklar kurmayı yadırgamazsınız. Acaba bu eleştiriyi yapanlarda gizli Türkiye Kemalist aydın kompleksi yok mu? Beşikçi'ye bu hiddetli çıkışı yapanın ve Türkiyelileşmeyi önüne koyanın, Beşikçi’ye “Kürt düşmanı” diyenin acaba Türk dostluğu değil mi bu? Sonuç: Beşikçi Hoca TC’ye boyun eğmedi ve kimseye boyun eğmez. Bildiğim Beşikçi Hoca ABD’den bir vakfın kendisine verdiği ödül ve parayı da almadı. Beşikçi Hoca’yı benin savunmama gerek yok. Kendisini yaşamı ve mücadelesi ile kanıtlamıştır. Kürdistanı ve Kürdistan mücadelesini savunduğu için 17 yıl da cezaevi yatmıştır. Af dilememiştir. Beni bırakın diye kimseye yalvarmamıştır. Hizmetlere hazırım dememiştir. Yaptıkları ve yaşadıkları ile dimdik ayaktadır. İyi ki içinizdekileri senin kaleminle ortaya döktünüz. Biliyorum eleştirilere açık değilsiniz. Herkese bir yafta bulmak ve yakıştırmakta ustasınız. Bir bilim insanına karşı halk popülüzmine sığınmayın. Kitlesi olanlarda yanlış yaptıklarında ortada kalmıştır. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Eleştirin ama düşünceyi düşünceyle eleştiriniz. “Demokratik” olmanızın zamanı gelmedi mi? Türkiye'yi demokratikleştiriyorsunuz, birazda kendinizi, Kürdistanı, Kürt hareketlerini demokratikleştiriniz. Yoksa bize demokrasi bol gelir en iyisi Türkiye’yi demokratikleştirelim diyorsunuz? dr.munzurali@hotmail.ccom Dursun Ali Küçük-5.1.1014 Kaynak: http://www.nerinaazad.com/ dursun_ali_kucuk kızılbaş - sayfa 23 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 “Em birayê hev in lê ne şirîgê hev in” İbrahim Küreken Türkiye ile Güney Kürdistan yakınlaşması Kürtlerin pazarı Türklere açmasıyla birlikte gelişerek devam ediyor. Bilindiği gibi Güney Kürdistan’ın özgürleşmesi Türk devletini ve Türkleri ayağa kaldırmış ve Kürdistan özgürleşmesine yol açtığına inandığı ABD’ye tarihinin en şiddetli karşıtlığını ortaya koymuştu. Ayrıca her gün Güney Kürdistan siyasi önderleri hakkında en ağır hakaretleri sarf etmekteydiler. Güney Kürdistan yöneticileri bu duruma karşı tedbirler geliştirmiş, Kuzey Kürtlerinden aracılar bularak Türk devletinin derinine etki edecek güçte olan Türk firmalarının bölgeye getirilmesi yönünde strateji izlemişlerdi. Sonuçta bu strateji başarılı olup yüzlerce Türk firması bölge pazarına dahil olmuş, Türk devletinin katı karşıtlığı yumuşamış, ilişkiler dostluk ve işbirliği seviyesine ulaşmıştır. Güney Kürdistan’ın olası bir tehditten uzak tutulması, engelleri aşarak gelişmesi ve bağımsızlık olasılığının önündeki en ciddi engelin yumuşamış olması Kürtleri memnun eden bir gelişmedir. Güney Kürdistan’ın bağımsız bir devlet olması durumunda zenginlik kaynaklarını dünya pazarına ulaştıracağı en avantajlı hat şimdilik Türkiye üzerinden gözüktüğü için Güney Kürdistan’la Türkiye devletinin ilişkilerinin normal seyretmesi büyük önem arz etmektedir. Bu gerçekliği gördükten sonra gözden kaçırmamamız gereken çok daha önemli bir gerçeklik vardır. Milli mesele bir anlamda pazar meselesidir. Güney Kürdistan yönetimi diğer Kürdistan parçalarında sivil demokratik mücadelenin esas alınması gerektiğini önerirken bu mücadelenin güçlenmesi ve başarı kazanması için buralarda milli burjuvazinin güçlenmesi gerektiğini anlamalıdır. Kürdistan zenginlik kaynaklarının başkaları ile paylaşılıp Kürt milli (küçük) burjuvazisini mahrum bırakacak bir tercihin Kürt toplumunun temel hak, özgürlük ve demokrasi mücadelesini ileri taşımayacağını anlamak lazım. Bu bakımdan toplumu ileriye taşıyacak olan orta sınıfın önemsenmesi ve milli sermayenin oluşmasına katkı sağlanması Kuzey Kürdistan’da siyasetin normal çizgiye taşınmasına büyük etkisi olacaktır. Bu gerçeklik göz ardı edilirse bunun siyasi sonuçlarından kaçmak mümkün değildir. Güney Kürdistan’ın hayatiyetini devam ettirmesi için çevre devletlerle sorunların asgariye indirilmesi önemlidir. Kürtlerin desteği ise en az bunlar kadar önemlidir. Güney Kürdistan’ın büyümesi, gelişmesi ve uluslararası camiada yer bulması için zenginlik kaynakları büyük önem arz etmektedir. Buna rağmen Kürdistan’ın geleceğinin güvencesi petrol değil, 40 milyon Kürt’tür. Güney yöneticilerinin diğer parça Kürtlerini kast ederek “em birayê hev in lê ne şirîgê hev in” diyorlar. Bu söylemlerinde kısmen haklı olabilirler. Bölgelerindeki petrolün ve diğer zenginlik kaynaklarının tasarruf hakkı hiç şüphesiz Kürdistan federe yönetimine ve halkına aittir. Buna kimsenin itirazı yoktur. Ancak, “Şırîk” olmadan da pazar kurallarına uygun olarak iş yapma avantajı Kürtlere tanınabilir. Şu anda Güney Kürdistan iş pazarından “dış” Kürtlere verilen pay devede kulak bile değildir. Bu davranış bir zaman sonra “dış” Kürtlerin hayati desteğini düşürmeye yol açacaktır. Bölge Kürtlerinin desteğini ve sempatisini kaybeden bir yapının geleceği, onu yutmak isteyen güçlere imtiyazlar sağlayarak garantiye bağlanamaz. Bu gerçeklik gözden kaçırıldığı vakit en etkin tarihi şahsiyetler bile Kürdistan pazarından mahrum bıraktığı Kürtlerden beklediği ilgiyi göremez. Bunu yaşıyoruz ve ileride daha açık yaşayacağız. İkinci değinilmesi gereken konu Kürdistan petrolünün alelacele Türkiye’ye sevki olayıdır. Kürdistan federe bölgesi Irak bütçesinden %17 pay almaktadır. Kürdistan bölge yöneticileri bu yüzde on yedi payla yasal olarak sorumlu olduğu bölgeyi görenin ağzını açık bırakacak ölçüde geliştirmiştir. Arap petrol devletleri gibi üretmeden bütün ihtiyaçlarını dışarıdan sağlamaya çalışması ekonominin ve toplumun sosyal gelişmesini olumsuz etkileyeceği gerçeğine rağmen, Kürdistan bölgesi, idari ve güvenlik bakımından Irak merkezi yönetimin kontrolünde bulunan bölge ile kıyaslanmayacak kadar başarılıdır. Bütçeden %83 pay alan Arap bölgesi harap haldedir. Bu düzeyi değerlendirince rüşvet ve benzeri suçlamalara maruz kalmasına rağmen Kürdistan hükümetinin başarısını inkar etmek mümkün değildir. Ortadoğu gibi bir coğrafyada ayakta kalmaya çalışan ve gerek siyasi gerekse yönetim başarıları inkar edilemeyen genç Kürdistan devletinin Kürdistan bölgesindeki petrolü kullanıma ve Türkiye üzerinden pazara açması değerlendirilmesi gereken bir konudur. “Gelecek Kürdistan”’ın ihtiyaçlarına saklanması gereken Kürdistan petrolünün pazarlanmasından elde edilecek gelirin yasa gereği % 83’nün Irak merkezi harcamalarına gidecek olması bu eğilimin doğruluğunu tartışılır hale getirmektedir. Konuyu tartışırken Kürdistan yönetimini bu girişime yönelten muhtemel düşünceyi göz ardı etmememiz gerekir. Şöyle ki: 1-Irak’ın yakın gelecekte parçalanacağı kaçınılmaz görülüyorsa ve uluslararası güçler buna karar vermişse şüphesiz Kürdistan bölgesinin hazır olması gerekmektedir. Bu düşünceyle petrolünün dünya pazarına ulaşacak yolu inşa etmesi kaçınılmaz olmuştur. 2-Kürdistan’ın varlığından rahatsız olanlardan gelebilecek saldırılara karşı bölgede yatırımları olan dünyanın güçlü petrol firmalarının ve bunların bağlı bulunduğu devletlerin sağlayacağı koruma kalkanı oluşturmaya yönelik ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. 3- Irak merkezi yönetimi ile ihtilaflı durumu devam eden Kerkük’ün Kürtleri ipotek altında tutmak için kullanılmasına karşı yeni satış kanalları yaratarak merkezi yönetime olan ihtiyaçlarının boyutunu küçük göstermek için bu siyaset izleniyordur. Kürdistan petrolünün, yönetimin kontrolündeki bölgeden pazarlanma girişimi yukarıda sayılan nedenlerle olabilir. Bu nedenler siyasetten doğru olabilir. Ne var ki bu satıştan elde edilecek paranın % 83’nün Irak merkezi yönetimin payı olduğu düşüldüğünde Kürdistan’ın Kerkük petrolünden sonra yeni petrol rezervlerini %17 gibi küçük payla tüketmesi ve ABD’nin konu ile hassasiyeti üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. 08.12.2013 Kaynak: http://www.kurdinfo.com/ gotar_bixwine.asp?yazid=43&id=712 kızılbaş - sayfa 24 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Tutsak PKK, ulusal hareketi var ve HDK/ HDP'nin ana gövdesini de bu örgüt oluşturuyor. PKK/ KCK'nın içinde yer almadığı bir HDK/ HDP'nin varlığı hayal edilebilir belki; ama böylesi bir oluşum, çok düşük bir olasılıkla ortaya çıkabilse bile şimdi olduğundan çok daha güçsüz ve etkisiz bir hareket olacaktır. Parlak nutukların üstünü örtemeyeceği bu gerçekler atlanarak yapılan tüm HDK/ HDP değerlendirmeleri kaçınılmaz olarak subjektivizmle sakatlanmış olacaktır. Rehine HDP Garbis Altınoğlu HDP Kongresi 1. Kongresi 18 Ağustos 2013'te yapılan HDP'nin 1. Olağanüstü Kongresi 27 Ekim 2013'de yapıldı. Kürt ulusal hareketiyle Türkiye devrimci hareketinin bir bölümünün yanısıra, Türkiye'deki demokratik potansiyelin küçümsenmeyecek bir bölümünü bağrında barındırması ve Türkiye halkları için çok şey yapabileceğini ileri sürmesi, HDK/ HDP'nin ve Türkiye devrimci hareketinin bu kongre-parti içinde yer alan öğelerinin durumunu bir kez daha tartışmayı gerektiriyor. HDK/ HDP'nin önemine Abdullah Öcalan'ın kendisi de işaret ediyor ve HDP'nin 1. Olağanüstü Kongresi'ne gönderdiği mesajında şöyle diyordu: “Halkların Demokratik Kongresi oluşumu mücadele tarihimizde Haki Karer’in şehadetinden sonra aldığımız partileşme kararı kadar tarihsel bir öneme sahiptir. HDP, ortak demokrasi mücadelemizde önemli tarihsel sapağı işaret etmektedir.” Kongreye katılan konuşmacıların genel havasını yansıtan ve kongrede HDP genel başkanlığına seçilecek olan Sabahat Tuncel ise kongrede yaptığı konuşmada, “Her geçen gün büyüyoruz. Yeni yol arkadaşlarımız, hevallerimiz oluyor. Umudun gerçek adıyız.... HDP, sadece Türkiye partisi değil, aynı zamanda Ortadoğu partisidir. Coğrafyamızdaki değişim, gelişim, bizle sınırlı değil. Rojava devrimi deneyimini Türkiye’de niye yapmayalım?” diyordu. HDP'nin önceli olan HDK'nin toplantılarında da böylesi saptama ve konuşmalar yapıldığını ve benzer içerikte kararlar alındığını biliyoruz. Bir siyasal harekette ve onun kongrelerinde bir coşku ve özgüven havasının olması ve ileri ve radikal hedeflerin saptanması güzel bir şey elbet. Aynı şeyi, Türkiye özgülünde HDK/ HDP'nin çok değişik ilerici ve demokratik muhalefet odaklarını biraraya getirmesi ve onların ortak kavgasını örgütleme anlayışı için de söyleyebiliriz. Bu ilerici ve demokratik muhalefet odakları arasında Türkiye devrimci hareketinin bir bölümünün yanısıra, LGBT bireyleri, Küçük-burjuva devrimciliğinin sınırları engelliler, Ermeniler, Süryaniler gibi toplumun en fazla dışlanan katmanlarının yanısıra çok sayıda ilerici ve demokrat birey de bulunuyor. Demek oluyor ki HDK/ HDP, farklı ilerici ve demokratik grup, çevre ve bireyleri bir araya getirme ve birlikte iş yapma geleneğini oluşturmada da önemli bir mesafe katetmiş gözüküyor. Kaygılar Ancak, bir siyasal hareketin niteliğinin; onun ve oluşturucu öğelerinin niyet ve özlemlerinden, onun kendisi hakkında söyledikleri ve düşündüklerinden ve hatta -çoğu kez- aldığı kararlardan yola çıkarak belirlenemeyeceği de açık. Bunu belirleyecek olan sözkonusu hareketin siyasal pratiği, bu pratiğe ışık tutan söylemi ve farklı grup ve çevreleri biraraya getiren bir çatı örgütü olduğu gözönüne alındığında HDK/ HDP'nin iç siyasal dengeleri olacaktır. Kürt ulusal hareketinin damgasını vurduğu HDK/ HDP hakkında mantıklı ve bilimsel bir değerlendirme yapılabilmesinin önkoşulu, herşeyden önce onu doğru ve bilimsel bir tarzda, örgüt şovenizminden, önyargılardan ve duygusallıktan uzak durarak tartışabilmektir. Ne yazık ki, Türkiye devrimci hareketinin ve onun kalıntılarının -dünya ölçeğinde yaşanan ve Marksizm-Leninizmin güç ve etkisinin azalmasına bağlı olarak- yaşadığı ideolojik-siyasal gerileme, bu konunun dürüst ve objektif bir biçimde tartışılmasına bile engel olmuştur ve hala da olmaktadır. Bu gerilemenin bir diğer sonucu ise, sözkonusu grup ve çevrelerin güce ve güçlüye, bu somut durumda eleştirmemeye özen gösterdikleri Kürt ulusal hareketine tabi olma, onu alkışlama, onun peşinden sürüklenme ve ona yaslanarak ayakta kalma pratiğini bir başarı olarak algılamaları ve sunmalarıdır. Bu konuyu ele alırken zincirin kavranması gereken halkası, lideri düşman elinde tutsak olan, ama öyle olduğu unutulan ve unutturulan Kürt ulusal hareketinin, yani PKK/ KCK'nın ve onun yasal uzantısı sayılması gereken BDP'nin konumu ve stratejik yönelimidir. Önemli kararlarını bu konumdaki bir liderin verdiği bir Kürt Burada şimdilik, PKK/ KCK'nın somut durumu ve stratejik yönelimini bir yana bırakabilir ve özel olarak ulusal kurtuluş hareketleri ve genel olarak küçük burjuvazinin önderlik ettiği devrimci-demokratik hareketler için bir genelleme yapabiliriz: Böylesi hareketlerin en ileri ve en radikal temsilcileri bile sömürü ve zulmün asıl kaynağı olan sınıf ayrımına, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki egemenliğine karşı değildirler. Sonal ya da maksimal hedefleri; emperyalizme, toprak ağalığına, ulusal zulme, faşizme ve siyasal gericiliğe karşı savaşımın ötesine geçmeyen/ geçemeyen böylesi örgütlerin uf ku, bağımsız ve/ ya da demokratik bir toplumla, yani bir başka sınıflı toplumla sınırlıdır. Lenin, “Yayımlanmış ‘Halkın Özgürlük ve Eşitlik Sloganlarıyla Aldatılması’ Konuşmasına Önsöz” adlı yazısında, sınıf savaşımını lafta kabul eden, ama “özgürlük”, “eşitlik” gibi parlak sloganların ardına sığınarak emekçi yığınları aldatan sosyalistleri, sosyal-demokratları vb. eleştirirken şunları belirtiyordu: “Sınıf savaşımını kabul edenler, bir burjuva cumhuriyetinde, hatta en özgür ve en demokratik bir burjuva cumhuriyetinde bile, ‘özgürlük’ ve ‘eşitlik’in hiçbir zaman meta sahiplerinin eşitlik ve özgürlüğünün, sermayenin eşitlik ve özgürlüğünün anlatımından başka bir şey olmadığını ve olamayacağını da kabul etmek zorundadırlar. Marks bütün yazılarında ve özellikle de (sizin de lafta kabul ettiğiniz) Kapital’inde bunu binlerce kez açıklığa kavuşturdu; o, ‘özgürlük ve eşitlik’in soyut tarzda kavranışını ve bayağılaştırıcıları ve olgulara gözlerini yuman Bentham’ları alaya aldı ve bu soyutlamaların maddi köklerini açığa çıkardı. “Burjuva sisteminde (yani, toprak ve üretim araçlarının özel mülkiyetinin sürdüğü koşullarda) ve burjuva demokrasisinde ‘özgürlük ve eşitlik’ bütünüyle biçimsel kalır; bunlar pratikte (biçimsel olarak özgür ve eşit olan) işçiler için ücretli kölelik ve sermayenin eksiksiz egemenliği, emeğin sermaye tarafından ezilmesi anlamına gelirler. Bunlar, benim okumuş baylarım, sizin unutmuş bulunduğunuz sosyalizmin kızılbaş - sayfa 25 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ABC’sidir.” (“Foreword to the Published Speech ‘Deception of the People With Slogans of Freedom and Equality’ ”, Collected Works, Cilt 29, 1974, s. 379-80) Bir örgütün Marksist ya da sözcüğün gerçek anlamında sosyalist olarak tanımlanabilmesinin iki vazgeçilmez koşulu vardır. Bunlar; a) üretim araçlarının özel mülkiyetine karşı bu araçların kollektif mülkiyetinden ve b) kapitalizme ve burjuva demokrasisine karşı sosyalizmden ve işçi sınıfının diktatörlüğünden/ sosyalist demokrasiden yana olmaktır. Aksi takdirde; 1900’lerin Taşnagsutyunu’ndan 1920’lerin IRA’suna, 1940'ların Baas'ına, 1950'lerin MPLA'sına (=Angola Halk Kurtuluş Hareketi), 1960’ların Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’ne, ETA'sına ve RAF'ına (=Kızılordu Fraksiyonu), 1970’lerin THKO'na, Halkın Mücahitleri'ne, Tigre Halk Kurtuluş Cephesi'ne ve PKK’sine kadar Marksizmle ezilen ulus milliyetçiliğini ya da dini, demokratizmi vb. evlendirmeye çalışan pek çok küçük-burjuva partisi ve örgütü “sosyalist” olurdu. Aslında Marksizmin ABC'si sayılması gereken bu hususları burada bir kez daha yinelemek zorunda kalmam bile, Türkiye devrimci hareketinin ideolojik tutarlılık bakımından ne denli gerilere savrulmuş ve ne denli zavallılaşmış olduğunun çarpıcı bir göstergesidir. HDP'nin oluşumunda gözardı edilen bir başka önemli nokta daha var. Halihazırda Kürt ulusal kurtuluş hareketinin Türkiye devrimci hareketinin fersah fersah ilerisinde olması, Türkiye devriminin siyasal ve toplumsal içeriği ile Kürdistan devrimininki arasındaki farklılıkların görülmesini zorlaştırıyor. Özel olarak Kürt nüfusunun Batının büyük kentlerine yoğun bir biçimde göçmüş ve göç etmekte olması ve genel olarak Türkiye'de kapitalizmin gelişimi her iki devrimin belirli ölçülerde içiçe geçmesine yol açmıştır. Ancak bu, demokratik ve ulusal kurtuluşçu görevlerin yapısına damgasını vurduğu ve kırsal/ taşra niteliği daha belirgin olan Kürdistan devrimiyle, proletarya-burjuvazi çelişmesinin keskinliğine bağlı olarak demokratik devrimden sosyalist devrime çok hızlı bir geçişin (ve sosyalizmin inşasının) koşullarının olgunlaşmış olduğu ve proletaryanın damgasını basacağı kentsel nitelikli Türkiye devrimi arasındaki farkı gözardı etmemize izin vermez. Bundan çıkarılması gereken bir başka sonuç ta şudur: Başını PKK/ KCK'nın çektiği Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi, siyasal ve örgütsel bakımdan Türkiye devrimci hareketinden çok daha ileri bir konumda olmasına rağmen Türkiye devrimine önderlik edemez. Zaten yıllardır üzerinde konuşulmasına rağmen Kürt ulusal hareketinin “Türkiyelileştirilmesi” denen şeyin neden bir türlü yaşama geçirilemediği sorusunun yanıtı da büyük ölçüde bu toplumsal gerçeklikte yatmaktadır. Demek oluyor ki, Kürdistan devriminin Türk proleterleri ve diğer emekçileri üzerinde çekici ve sürükleyici bir etkisinin ciddi bir düzeye varamamasının ve böyle bir düzeye varma potansiyelinin çok az olmasının nedenlerini sadece ya da esas olarak Türk milliyetçiliği ve şovenizminin bu kitleler üzerindeki etkisine bağlayanlar yanılmaktadırlar. Lenin'in, tam da konuya ışık tutan bir alıntısını aktarmanın zamanı olduğunu düşünüyorum. O, “Kurucu Meclis Seçimleri ve Proletarya Diktatörlüğü” adlı makalesinde şöyle diyordu: “Şimdiki tarihsel dönemin koşulları altında, kent kıra ve kır da kente eşit olamaz. Kent kaçınılmaz olarak kıra önderlik eder. Kır kaçınılmaz olarak kenti izler. Burada tek sorun. ‘kent sınıfları’ndan hangisinin kıra önderlik etmeyi başarabileceği, bu amacına ulaşabileceği ve kentin önderliğinin hangi biçimlere bürüneceğidir.” (“The Elections to the Constituent Assembly and the Dictatorship of the Proletariat”, Selected Works, Cilt 6, Londra, Martin Lawrence Ltd., s. 467) HDK/ HDP'nin Türkiye kanadı Şimdi gelelim en geniş anlamıyla Türkiye devrimci hareketinin HDK/ HDP içinde yer alan bileşenlerinin (EMEP, DÖH, DSİP, Partizan, ESP, SBH, SDP, SODAP, Kaldıraç vb) durumuna. Çoğu reformist bir çizgi izlemelerine rağmen bu örgüt ve çevreler kendilerini sosyalist olarak nitelemekte, kapitalizme karşı olduklarını ve sosyalist bir toplumdan yana olduklarını ileri sürmektedirler. Herhalde, bir ilkokul beşinci sınıf öğrencisi bile bunun ne anlama geldiğini, bu örgüt ve çevreleri neleri söylemek ve neleri yapmakla yükümlü kıldığını, yani onların propaganda-ajitasyon etkinliklerinin ve eylemlerinin içeriğinin nasıl olması gerektiğini bilecektir. Gene bu öğrencimiz, kapitalizme karşı ve sosyalizm uğruna kavga vermenin, varolan düzenin bekçisi olan burjuva devletine cepheden karşı olmayı, son çözümlemede onun yıkılması ve yerine işçilerin ve diğer sömürülen katmanların devletinin kurulmasını gerektirdiğini bilecektir. Bu örgüt ve çevrelerin, kağıt üzerinde sahip çıktıkları bu savlarına uyan bir pratik sergileyip sergilemedikleri son derece önemli, ama şu an için ayrı tutulması gereken bir soru. Bu söylediklerime, HDK/ HDP'nin zaten sosyalist bir nitelik taşımadığı, onun reformist-demokratik bir bağlaşma ya da blok olduğu biçiminde bir yanıt verilebilir. Bu yanıt bir yere kadar meşru ve haklı sayılabilir; ama sadece bir yere kadar. (HDK/ HDP'nin reformist-demokratik bir blok gibi davranıp davranmayacağına aşağıda değineceğim.) Temel çelişmenin burjuvazi-proletarya çelişmesi olduğu, kapitalistemperyalist sistemin 2008'den bu yana içine sürüklendiği ekonomik durgunluğu aşamadığı ve buna bağlı olarak metropol ülkelerde yaygın bir devrimci hoşnutsuzluğun oluştuğu, Türkiye'deki AKP iktidarının gerici, neo-liberal ve saldırgan politikalarının -Haziran isyanı örneğinin de göstermiş olduğu gibi- toplumun geniş katmanlarının saflarında büyük bir devrimci öf ke biriktirdiği, ABD ve -aralarında Türk gericiliğinin de bulunduğu- ortaklarının Ortadoğu, Orta Asya ve Kuzey Afrika halklarına karşı giriştiği kanlı saldırıların bir yandan bu bölgeler halklarının devrimci direnişinin yükselmesine, bir yandan da emperyalist ve gerici klikler arasındaki çelişmelerin daha da keskinleşmesine yol açtığı bir süreçte bulunuyoruz. Bu konjonktür, işçi sınıfı, ezilen uluslar ve diğer ezilen katmanların karşı karşıya bulunduğu sorunların reformist metotlarla çözümüne izin vermez. Devrim, uzunca bir süredir olmadığı kadar halkların gündemindedir. Kendilerini önümüzdeki yılların devrimci yükselişine göre konumlandırmayan ve gerici burjuva devlet aygıtını yıkarak yerine bir işçi-emekçi Sovyetik devleti kurma perspektifinden yoksun olan devrimci örgüt ve çevrelerin yarının Türkiyesi'nde söyleyecek bir sözleri olmayacaktır. Evet; siyasal eyleminin ve siyasal propaganda ve ajitasyonunun içeriğine bakıldığında HDK/ HDP reformist-demokratik bir bağlaşma ya da bloktur; ancak o, siyasal niteliğinin bu olduğunu söylememekte, tersine devrimci-demokratik bir blok olduğunu ileri sürmekte, hatta kendisini sosyalist olarak göstermeye kalkmaktadır. HDK'nin, HDP için de bağlayıcı olduğunu söyleyebileceğimiz programında şunlar söyleniyor: “1. Bizler, halklarımıza yöneltilmiş tüm baskı ve haksızlıkları ortadan kaldırmak, barış içinde ve insanca yaşayabileceğimiz bir Türkiye’yi kurmak üzere bir araya geldik.” (italikler benim) “5. Her türden baskı, sömürü ve ayrımcılığa karşı olan birey ve örgütlerin, halkın kendi yönetimini kurmasını sağlamak üzere, birlikte mücadele etmesinin zamanıdır.” “27. Kongremiz, insanın insana kulluğunun son bulacağı sömürüsüz bir düzeni amaçlar.” (italikler benim) Bu saptamaların, HDK/ HDP'nin gerçek niteliğini asla yansıtmadığını anlamak için, onun omurgasını oluşturan Kürt ulusal hareketinin konumuna bakmak yeter de artar bile. Kürdistan İşçi Partisi bir işçi partisi mi? kızılbaş - sayfa 26 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Aslında, Kürdistan İşçi Partisi anlamına gelen adına (Partiye Karkeren Kürdistan) rağmen PKK hiçbir zaman sosyalist bir nitelik taşımamıştı. O, hiçbir zaman Türk ve Kürt burjuvaları ve büyük toprak sahipleri tarafından sömürülen ve ezilen Kürt ve diğer milliyetlerden işçilerin partisi olduğunu gösterecek bir pratik içinde olmadı. O, Kürdistan işçi sınıfının ve yarı-proletaryasının bağımsız sınıfsal örgütlenmelerini yaratmayı da amaçlamadı. PKK, onyıllardır, Çukurova'da, İstanbul'da, Ege ve Doğu Karadeniz'de, Kürdistan'da ve başka yerlerde en ağır ve zor koşullarda, düşük ücretlerle ve iş güvencesinden yoksun bir biçimde çalışan yüzbinlerce Kürt işçisini, her yıl iş kazalarında/ cinayetlerinde yaşamını yitiren binlerce işçinin, sakatlanan ve hastalanan onbinlerce işçinin küçümsenmeyecek bir bölümünü oluşturan Kürt işçilerini de görmezden gelmektedir. Bu işçilerin ve onlara ek olarak milyonlarca kent ve kır yoksulunun yaşadığı sömürü, zorluk ve sıkıntılar ve onların talepleri onyıllardır ne PKK/ KCK'nın ve ne de legal Kürt siyasal parti ve örgütlerinin gündeminde bir yer bulabilmiştir. Dolayısıyla bu eleştiri, hiç de soyut ve uçuk bir eleştiri değildir. Devam edelim. Gene de, 1978'de kurulan PKK'nin geleneksel Kürt parti ve örgütlerinden belli noktalarda ayrılan Marksist söylemli bir ulusal kurtuluş hareketi olduğunu söylememiz gerekiyor. Döneminin Türkiye devrimci hareketinden bir ölçüde etkilenmiş olan PKK, 1980'lerde kendine özgü bir Marksist bir söylem kullanmaya devam etmiş, ama 1990'ların başında Doğu Avrupa ve Sovyetler Birliği'ndeki bürokratik devletçi kapitalist rejimlerin yıkılmasından sonra sadece sosyalizm söylemini değil, anti-emperyalizm söylemini de bir yana bırakmaya ve dahası emperyalist devletlerden medet ummaya başlamıştı. Örneğin Öcalan, daha 1991 gibi görece erken bir tarihte inanılmaz bir saflıkla, Türkiye'nin demokratikleşmesi için çaba harcayacağını sandığı NATO hakkında şunları söylüyordu: “Her şeyden önce, Sovyetler Birliği’nde, Yugoslavya’da ve hatta dünyanın bir çok alanında küçük halkların bağımsızlık mücadeleleri tırmanmaktadır. Bir kere Türkiye’nin şu ‘üniter devlet’ politikasını eskisi kadar ABD de içinde olmak üzere uluslar arası ortama dayatması mümkün değildir. Varşova Paktı dağıldı. NATO sözde siyasal sorunların ve daha çok da insan hakları sorununun, hatta bağımsızlık isteyen halkların istemlerinin çözümlenmeye çalışıldığı siyasal bir kuruma dönüşüyor. NATO bugün kendi gündemine Sovyetler Birliği’ni, Yugoslavya’yı ve Çekoslovakya’yı alıyor, yarın Türkiye’yi gündemine alacaktır. Türkiye’den ‘üniter devlet’ anlayışını terketmesini ve federasyondan bağımsızlığa kadar kendisini açık tutmasını isteyecektir. O çok güvendiği NATO’nun yarın ya da öbür gün TC’ye bunu dayatması fazla şaşırtıcı olmamalıdır. NATO anayasası sözde de olsa başından beri bunu savunuyor.” (“Ekim Seçimi Sonuçlarının Türkiye Halk Güçlerinin Önüne Koyduğu Görevler ve Bu Görevlerin Gerçekleştirilmesinde Kürdistan'daki Kurtuluş Savaşımının Oynayacağı Rol”, Serxwebun, Sayı: 119, Kasım 1991) Bundan dört yıl sonra Öcalan, ABD Başkanı Bill Clinton’a yazdığı 13 Ekim 1995 tarihli mektupta, kendilerinin komünist olmadığına yemin billah ediyor ve dünya halklarının bu baş düşmanlarından barış, demokrasi ve istikrar sağlaması yolundaki beklentisini şöyle dile getiriyordu: “Şunu bir kez daha taahhüt ederim ki Partimiz ideolojik anlamda klasik komünist partilerden farklı olduğu gibi, Türkiye’nin mevcut sınırlarını değiştirme ve mutlaka ayrılma gibi ısrarlı bir çabamızın olmadığını belirtmek istiyorum. Ayrıca her türlü terör faaliyetini de reddediyoruz. Hem Kürt ve Türk halklarının içinde bulunduğu bu acı duruma son vermek ve hem de bölge barışı ve istikrarı için Parti olarak barışçıl bir çözüme hazır olduğumuzu iletmek istiyorum... Desteğinizin bir halkın katliamını durdurmak, kültürel kimliğini korumak, demokratik ve siyasi haklarını kazanmak için gayet önemli olduğuna içtenlikle inanmaktayım.” (Özgür Politika, 22 Ekim 1995) Demek oluyor ki; esas olarak Kürdistan kırlarının ve kentlerinin küçük-burjuva katmanlarına ve yoksul halkına dayanan ve kendi kadrolarını da buralardan devşiren PKK, başından beri bir işçi sınıfı partisi olmamıştı. O, Marksizmden bir ölçüde etkilenmiş devrimci bir ulusal kurtuluş hareketi olarak başlamış ve 1980'lerden itibaren Marksist söylemli Türkiye devrimci hareketinin ve 1990'lardan itibaren Marksizm-Leninizmin etkisinin dünya ölçeğinde zayıflamasının da yardımıyla kendine özgü bir reformist ulusal harekete dönüşmüştür. PKK'nin Türk burjuva devletine karşı tutumu PKKnin, dünya halklarının baş düşmanı ABD ve NATO gibi güçlere yakınlaşma çabaları doğal olarak onun Türk burjuva devletine yakınlaşma çabalarıyla elele gidiyordu. Öcalan, 6 Aralık 1994'de Özgür Ülke'de yayımlanan ve Türkiye'nin “toprak bütünlüğü”nü savunduğu yazısında şöyle diyecekti: “Bizim Türkiye'den istediğimiz bir siyasi diyaloğa imkan hazırlamasıdır. Bizim, söyledikleri gibi Türkiye'yi bölüp parçalamak gibi bir niyetimiz yok. Şunu da çok açıkça söyledik: Bu koşullarda alın götürün Kürdistan'ı deseler biz kabul edemeyiz. Çünkü bizim, Türkiye ile birlikteliğe ihtiyacımız vardır. Mevcut ekonomik, sosyal ve siyasal nedenler, uzun bir süre birlikte yol almamız gerektiğini halklar arası ilişkilerin demokratik temelde düzenlenmesinin her iki halkın çıkarlarına çok uygun olduğunu açıkça ortaya koyuyor... Zannediyorlar ki salt bir ayrılıkçı hareket var. Tam tersine Türkiye'yi güçlendirme, demokrasiyi güçlendirme ve özellikle halkı güçlendirme hareketi sözkonusudur. Ortada eğer zarar görecek bir şey varsa bu Türkiye'nin birliği ya da bütünlüğü değildir... Bizim amacımız, zorla da dayatsalar ayrılığı geliştirmek değil, tam tersinedir. (Başbakan ve Devlet Başkanı- G. A.) Özal da söyledi. (Başbakan Yardımcısı, Devlet Bakanı ve Dışişleri Bakanı Murat- G. A.) Karayalçın da söyledi. Federasyon diyorlar. Bazı biçimler o kadar önemli değildir. Türkiye'nin bütünlüğü içinde çok çeşitli çözüm yolları vardır. Bir çok federe devlet sistemleri var. Almanya, Amerika, İspanya birer örnek. İngiltere bile şimdi İrlanda sorununu diyalog ile çözüyor. Bu örnekleri gözönüne getirerek herhangi bir birleşme biçimi üzerine tartışılabilir.” Öcalan, büyük burjuvazinin örgütü TÜSİAD'ne de olumlu mesaj vermeyi ihmal etmeyecekti. O, 8 Şubat 1997’de MED TV’de düzenlenen panele telefonla yaptığı katıldığında şöyle diyordu: “Bu TÜSİAD çok iyi biliyoruz, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, hatta 91 darbesinde bütün gücüyle destekledi en sağ, en faşist rejimleri, hükümetleri. Ama şimdi soldan bile önce davranıyor. Çok ileri bir demokratik siyasal programla, ona ağırlık veren bir yaklaşımla tartışmaya inisiyatif koymak istiyor. Kaldı ki, bunu Avrupa da istiyor. Bu Avrupa sermayesinin kesin şartıdır.” (Özgür Politika, 9 Şubat 1997) Öcalan, 10 Nisan 1998 akşamı MED TV’de yapılan ve Yalçın Küçük ve Mahir Kaynak’ın da katıldığı panelde bir konuşma yaptı. O, bu konuşması sırasında, Türk Genelkurmayı’na yolladığı mektuba değinirken devleti yıkmaktan yana olmadığı yolundaki görüşünü bir kez daha yineledi ve Türk gericilerini rahatlatmayı amaçlayan şu sözleri söyledi: “Türkiye’nin mevcut sınırları dahilinde bir parçalanmayı pek politik amaçlarımıza uygun bulmuyoruz, yani bunun gücümüzle ilgisi sözkonusu değildir. Kesinlikle bu mevcut sınırlar dahilinde politika yapma- kızılbaş - sayfa 27 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 nın, sonuca gitmenin daha gerçekçi olduğu kadar yararlı olabileceği görüşüne dayanarak bu hususu belirtiyorum. Bu Kürtlerin bağımsız olması da sınırların illa değişmesi anlamına gelmez. Halkların bağımsızlığı bir coğrafi olay değildir, ideoloji, irade, kendi kaderlerine hakim olma olayıdır... İkinci madde de bu noktaya ilişkindir. Yani Türkiye devletinin yıkılmasından ziyade ki bize ısrarla söylendi, ‘siz bu devleti yıkmak istiyorsunuz, sizin her hareketiniz devleti sallıyor, bilmem yıkıyor.’ Ben buna şöyle bir cevap verdim. Devleti yıkmak değil, yeniden yapılandırmak...” (Özgür Politika, 12 Nisan 1998) Bu emperyalizm-yanlısı, sermaye-yanlısı ve devlet-yanlısı açıklamalara kaçınılmaz olarak Türkiye devrimci hareketine ağır hakaretler içeren açıklamalar eşlik etti. HDK/ HDP içinde yer alan devrimci grup ve çevrelerin bugün anımsamamayı tercih ettikleri ya da unuttukları bu açıklamalardan sadece iki örnek vermekle yetineceğim. PKK'nin resmi yayın organı Serxwebun'da yayımlanan ve içinde Lenin ve Stalin dönemi için, “Öcalan yoldaşın özlü ifadesiyle Sovyet sosyalizmi bir yerde gecikmiş Rus kapitalizmi, Rus milliyetçiliği için bir taktik olmuştur” denen bir yazıda Türk sömürgeci egemenliğinden yana olmakla suçlanan Türkiye devrimci hareketi şu ağır sözcüklerle eleştiriliyordu: “Kürdistan halkına karşı açık cepheden savaşan düşman, kendisini dayatan gerçeklerin ağır baskısı altında, dolaylı olsa da, PKK’yı Kürt ulusunun temsilcisi olarak kabul edip ateşkesi tartışabiliyor. Buna karşılık kraldan çok kralcı kesilen Türk solu, Kürdistan’da örgütlenme sevdasından vazgeçmiyor; dolayısıyla Kürdistan’ın Türk sömürgeci egemenliği altında kalmasından yana tavır alıyor. Böylelikle bu sol, sosyal-şoven karakterine denk düşecek biçimde, Kürdistan’daki sömürgeci egemenliğin devamı konusunda özel savaş rejimi kadar ısrarlı davranıyor... PKK’yı milliyetçi olarak damgalayan, buna karşılık faşist Türk rejimine bir fiske bile vuramamış olan pratiğini enternasyonalist olarak adlandıran bu sol, olsa olsa 12 Eylül rejiminin solu olabilir.” (“Proleter Enternasyonalizmi ve Kemalist Solculuk”, Serxwebun, Sayı: 142, Ekim 1993) Öcalan, Ali Fırat imzasıyla yayımladığı ve Türkiye devrimci hareketini MHP’ye katılmaya çağırdığı bir başka yazıda ise şöyle diyordu: “Özellikle de ulusal sorunda sosyal-şovenizm yapı içinde, genelde TKP’nin, hatta önemli oranda bütün sol çevrelerin böyle olması MHP’nin böyle bir yönelimine veya sosyal şovenizm ne kadar olumsuz bir rolle faşizme katkı sunabileceğini göstermektedir. Açığa çıkan gerçeklik budur. Birçok sol grup kendine ne derse desin, aslında hepsinin yeri MHP’dir. Görünüşte şöyle sol-mol adlarını kendilerine takanların yeri şu anda Türkeş’in partisidir. Dev Yol kalıntılarından önemli bir kesimin, yine adını söylemek istemediğimiz böyle bir sürü hâlen emekçiler içinde varlığıyla yokluğu bir olan, yıllardır keskin Marksistlik taslayıp da emeği en amansız sömüren, döneme en ufacık bir eylemle karşılık vermeyen, işi-gücü PKK eleştirisi olan çevrelerin de, sözümona grup ve partilerini bırakıp MHP içinde örgütlenmeleri en iyisidir! Boş vakit geçirdikleri gibi, gerçek bir sol sosyalizm gelişmesinin üzerindeki olumsuz etkileri de zaten ortada.” (Özgür Ülke, 25 Ekim 1994) Gerici muhataplarını, Türk burjuva devletini yıkmaktan yana olmadığınına inandırmak için hayli dil döken Öcalan 1998'de, MED TV'de yaptığı konuşmasında, bir askeri darbeye karşı olmadığını da şu sözlerle açıklayacaktı: “Türkiye’nin mevcut sınırları dahilinde bir parçalanmayı pek politik amaçlarımıza uygun bulmuyoruz, yani bunun gücümüzle ilgisi sözkonusu değildir. Kesinlikle bu mevcut sınırlar dahilinde politika yapmanın, sonuca gitmenin daha gerçekçi olduğu kadar yararlı olabileceği görüşüne dayanarak bu hususu belirtiyorum. Bu Kürtlerin bağımsız olması da sınırların illa değişmesi anlamına gelmez. Halkların bağımsızlığı bir coğrafi olay değildir, ideoloji, irade, kendi kaderlerine hakim olma olayıdır... İkinci madde de bu noktaya ilişkindir. Yani Türkiye devletinin yıkılmasından ziyade ki bize ısrarla söylendi, ‘siz bu devleti yıkmak istiyorsunuz, sizin her hareketiniz devleti sallıyor, bilmem yıkıyor.’ Ben buna şöyle bir cevap verdim. Devleti yıkmak değil, yeniden yapılandırmak... “Bazıları müdahale anti-demokratiktir, bilmem müdahale demokrasiyi zorluyor diyor; tam tersi anti-demokratiktir. Yani ordu eğer ciddi bir siyasi misyon içindeyse -ki öyledir- daha fazla müdahale etmelidir. Hem de demokrasi adına. Çünkü bu siyasi demagogların demokrasi önünde en büyük tehlike oldukları açıktır.” (Özgür Politika, 12 Nisan 1998) Rahatlıkla çoğaltılabilecek olan böylesi açıklamalara, Öcalan'ın 15 Şubat 1999'da yakalanmasından ve İmralı adasına konmasından sonra hazırladığı “Savunma” ve “Esasa İlişkin Savunma” adlı metinlerde ve diğer yazı ve açıklamalarında yer alan bir dizi yeni ve aynı ölçüde ya da daha geri/ gerici saptama eklendi. Bu saptamalara şöyle üstünkörü bir göz atış bile Öcalan'ın ve diğer PKK yöneticilerinin ağızlarından düşürmedikleri “barış” ve “demokrasi” sözcüklerinin, görünenden çok farklı, hatta onun tam tersi anlamlar taşıdıklarını gösterir. Öcalan bu dönemde Kürt sorununun “çözülmesi”nin ardından, Türkiye'nin “bölgede lider bir ülke olarak hamle gücüne kavuşacağı”nı ve “Ortadoğu'da liderlik” konumuna yükseleceğini, “Orta Asya'dan Balkanlar ve Kaf kaslara kadar etkili olma” olanağına kavuşacağını, “Devletin bütünlüğünü birliğini zorlamaktan, ona güç verme sürecine girilece”ğini ve “PKK'nin askerî savaş olanakları”nın “çözümle birlikte Türkiye'nin hizmetine girece”ğini vb. savunuyordu. Türk gericiliğinin bölge halkları ve devletlerine karşı -PKK'nin ve Kürt halkının desteğiyle- daha saldırgan ve yayılmacı bir politika izleyebileceği, hatta izlemesi gerektiği yolundaki bu öneriler, Öcalan'ın “barış”a ve “demokratik cumhuriyet”e ve ve “TürkKürt bağlaşması”na ilişkin görüşlerinin gerçek niteliğini gözler önüne sermektedir. Dolayısıyla, Öcalan'ın bu konular hakkında savunduğu görüşler, objektif olarak Türk gerici egemen sınıflarının yaklaşımlarını yansıtmaktadır; bu görüşler onun ileri sürdüğü sözde demokratik cumhuriyet önerisinin aslında, bir barış ve demokrasi projesi değil, bir savaş ve militarizm projesi olduğunu, Kürt gençlerinin, Ortadoğu'daki nüfuz alanlarını genişletmek için çaba harcayan Türk gericilerinin yayılmacı emelleri için kanlarının dökülmesi anlamına geldiğini ortaya koymaktadır. Geçmişe göndermeler Öcalan, Türk muhataplarını böylesi bir gerici bağlaşmaya çekebilmek için sık sık yakın ve uzak geçmişten, Osmanlı-Türk gericiliğiyle Kürt feodal ağalarının bir bölümü arasında yapılan ve Anadolu'nun Türkmen/ Alevi ve Hristiyan halklarının kanlı bir biçimde ezilmesine yol açan tarihsel olaylardan çeşitli örnekler vermeyi bir alışkanlık haline getirmiştir. Örneğin o, 10 yıl kadar önce yaptığı bir açıklamada şöyle demişti: “Ben kendi modelime 'Büyük Demokratik Çözüm' diyorum. ABD ve AB'yi aşarak yükselme modeli diyorum. Türkiye aydınlarına şu çağrıyı yapmak istiyorum: 1071'de Alparslan Silvan'da Kürtlerle ilişkiyi nasıl düzenlediyse, 1516'da Yavuz -egemen temelde de olsa- nasıl Kürtlerle ilişki düzenlemişse, 1920'lerde Mustafa Kemal Kürtlerle nasıl ilişki düzenlemişse; günümüz için de Türk aydınları, Kürtlerle ilişkiyi bunlar gibi düşünmelidir. Başbakana da bir çağrı yapıyorum. Cem Uzan gibi Allah'sız demiyorum, Allah'ına ve peygamberine bağlıysan Kürt kardeşlerine doğru yaklaş diyorum. Genelkurmay'a da çağrı yapıyorum. Soruşturmada bir temsil- kızılbaş - sayfa 28 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 cileri "sorunun çözümünü ABD, Avrupa'ya bırakmayalım, kendi aramızda halledelim" demişti. Doğrudur. Ben de diyorum ki kendi aramızda halledelim. Genelkurmay'ı da buna çağırıyorum.” (Özgür Politika, 23-24 Ağustos 2003) Doğal olarak Kürt ulusal hareketi içinde yer alan bir dizi başka önemli siyasal figür de, bir peygamber düzeyine çıkardıkları Öcalan'ın izinden giderek onunkine benzer açıklamalar yaptılar ve yapıyorlar. (1) Burada sadece iki örnek vermekle yetineceğim. Demokratik Toplum Kongresi Eşbaşkanı Ahmet Türk 8 Haziran 2012'de, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Kürtler'i “kalleş” olarak nitelemesine karşılık verirken, Alpaslan'a ve Yavuz Sultan Selim'e sahip çıkıyor, Birinci Dünya Savaşı sırasında işbirlikçi Kürt ağalarının, Arap ve Balkan halklarının bağımsızlık özlemlerine, onların “kendini yönetme iradesi”ne karşı İttihat ve Terakki gericileriyle birlikte omuz omuza savaştığını anımsatıyor ve şöyle övünüyordu: “Tarihteki Kürt ve Türk ilişkilerine bakmak istiyorum. 1071 yılında Bizanslılara karşı Selçuklular Anadolu'ya geçerken Anadolu'ya Selçukluların yerleşmesine neden olan Malazgirt savaşından söz etmek istiyorum. Bugün hâlen resmî tarihe baktığınızda işte diyor 'Alparslan iki rekat namaz kıldı. Rüzgâr ters esti ve galibiyet elde edildi.' Oysa ki orada 10 bin Kürdün, Selçukluların, Müslümanların yanında yer almasıyla savaşın kaderi değişti. Ve Anadolu Selçuklulara açılmış oldu. Yine Yavuz Sultan Selim döneminde Safevîler ve Osmanlılar arasında savaş yaşanırken İdris-i Bitlisî Kürt beylerini toplayarak Osmanlıların yanında yer alarak Safevîlerin Anadolu'yu işgalini âdeta engelledi. Yine Bağdat seferi yapılırken, Kürt beyleri ile toplantı yapan o zamanki padişah Kürtlere bazı güvenceleri vererek Bağdat kuşatmasına Kürtler katıldı. 1. Dünya savaşında Osmanlı devleti tamamen yıkılmış. Bir tarafta Balkanlardan, Arabistan'dan bağımsızlık, özgürlük sesleri ortaya çıkmış ve burada her halk hakkı olan, kendini yönetme iradesini göstermiş. O dönemde Kürtler bir araya geliyor. Ve Seyid Abdulkadir bir açıklama yapıyor. 'Böyle bir günde herkesin Osmanlıya düşman olduğu bir dönemde bin yıldır birlikte yaşadığımız kardeşlerimizi arkadan hançerlemek doğru değildir' diyor. Bütün bunlar ortada iken kimse Kürt halkına, Kürt siyasetçisine 'Kalleş' diyemez.” (Demokrat Haber, 8 Haziran 2012) KCK eski Başkanı Murat Karayılan ise gene Haziran 2012'de Avni Özgürel'e verdiği mülakatta “Türk-Kürt dostluğu” olarak adlandırdığı işbirlikçilik çizgisini övmüş ve bu çizginin günümüzde de uy- gulanmasını savunmuştu. Karayılan bu röportajda şöyle diyordu: “Bu devlet nasıl oluştu? Siz tarihçisiniz, daha iyi bilirsiniz, cumhuriyetin kuruluş sürecinde ortaklaşma oldu. Daha eskisi de var yani.. Bunun 1071'i var, Yavuz Sultan Selim dönemi var. Yani Kürtler ve Türkler’in yan yana geldiğinden bu yana bir dostluk vardır.” Özgürel'in, “Dostluktan öte kader beraberliği…” biçimindeki müdahalesinden sonra Karayılan sözlerini şöyle sürdürmüştü: “Aynen. Osmanlı Devleti'nin her hamlesinde Kürtlerin de aktif katılımı temelinde başarılar sağlanmıştır. Yani geçmişe dayalı bir birliktelik var. Cumhuriyet kuruluş sürecinde de bu birliktelik; Atatürk'ün Erzurum'a gelişi, Kürtlerin katılması, Kürtleri korumayı üstlenmesi, sonra biliyorsunuz. O süreç başladı... “Şimdi biz diyoruz ki.. Bak, mesela Başkan Apo'nun önemi şu; Başkan Apo ilk kez bir Kürt lider olarak Türk-Kürt birlikteliğinin teorisini ortaya atmıştır. Yani bunu taktik olarak değil, bunu teorileştirmiş. Bunun üzerine kitaplar yazmış. Niye birlikte olmalıyız olgusu üzerine, yani bunu ideolojik bir duruşa dönüştürmüştür, bir de bu var... “Mesele çözülürse bundan Türkiye kazanır. Devlet niye bu noktaya gelmiyor, onu anlamıyorum.” Şu sıralarda siyasal hava “barışa ve kardeşliğe” ilişkin bu türden gevezeliklere pek uygun değil. Evet; Türk burjuva devletiyle ilişkilerin daha gergin olduğu bu gibi dönemlerde, Kandil'deki yöneticiler, daha sert bir üslup kullanabilmekte, “barış süreci”nin tıkandığı türünden açıklamalar yapabilmektedirler. (2) Kürt halkının ve savaşçılarının daha ileri öğelerinin tepkilerini denetlenebilir sınırlarda tutmaya hizmet eden böylesi açıklamalar HDK/ HDP cephesinde de yankılanabilmektedir. Ancak, Türk burjuva devletinin zorbalık ve sahtekarlığına ve özellikle Başbakan Tayyip Erdoğan'ın küstah ve kibirli açıklama ve tutumlarına karşı zaman zaman yinelenen bu gibi çıkışların ardından bir süre sonra yeniden bir “bin yıllık kardeşlik” edebiyatı teranesi başlamaktadır. (3) Bunda şaşılacak bir yan yok; çünkü şimdiye değin ne PKK/ KCK, ne de BDP ya da DTK asla bu stratejik tutsaklıklarını sorgulamamış ve bu konuda özeleştirel bir tavır sergilememişlerdir. Tam tersine, Öcalan başta gelmek üzere PKK yöneticileri, devrimcilik ya da demokratizmle hiçbir yakınlığı/ ortaklığı olmayan, hatta tam tersine karşı-devrimci ve anti-demokratik nitelik taşıyan gerici Türk-Kürt bağlaşması düşüncesinden hiçbir zaman vazgeçmemişler ve bu konumlarını bugüne değin sürdürmüşlerdir. Bugünkü durum O halde bir kez daha soralım: Peki, bütün bu gerici niyet açıklamalarının geçmişte kaldığını, artık savunulmadığını ve HDK/ HDP'nin böylesi bir gerici Türk-Kürt bağlaşmasından yana olmadığını ve tersine onu reddettiğini söyleyebilir miyiz? Bu soruyu yanıtlamak için söylenenlere ve yapılanlara bakacağız. Bilindiği gibi son kongrede HDP eşgenel başkanlığına seçilen Sabahat Tuncel, kongre salonunda yaptığı konuşmada şöyle demişti: “Birinci tarihi çıkış Sayın Öcalan’ın Amed’de duyurduğu çözüm projesi çıkışıydı. Bu öylesi bir çıkıştı ki halkların birbirine kıran tüm anlayışlara karşı duvarları ve barikatları yerle bir etti. Bu tarihi çıkışa Taksim Meydanı’nda cevap verildi. Sayın Öcalan’ın ‘Bu son değil yeni bir başlangıçtır’ sözü Gezi’de ‘Bu daha başlangıç mücadeleye devam’ sloganı ile ortaya çıktı. Bu tarihi çıkışı doğru değerlendirmek lazım. Gezi’de ikinci tarihi çıkışla yanıt verildi. Sayın Öcalan’ın bu yeni bir başlangıçtır sözü karşılık buldu. Halkların ortak geleceğini kurma zeminidir üçüncü çıkış. Bunu doğru değerlendirmek gerekiyor.” Burada Tuncel, Öcalan'ın 21 Mart 2013'de Diyarbakır'daki Newroz kutlamalarında okunan mesajına göndermede bulunuyor. Ama acaba Öcalan 2013 Newrozunda, Tuncel'in anlatımıyla “halkların birbirine kıran tüm anlayışlara karşı duvarları ve barikatları yerle bir” eden bir mesaj mı vermişti? Hayır. Öcalan burada, ABD ve AB emperyalistleriyle elele gerici İslamcı örgütleri ve grupları silahlandırarak ve her yolla destekleyerek Suriye'yi ve Suriye Kürdistanı'nı kana bulayan Türk gericileri hakkında boş hayaller yaymaya hizmet eden şu sözleri söylemişti: “Ben, bu çağrıma kulak veren milyonların şahitliğinde diyorum ki; artık yeni bir dönem başlıyor, silah değil, siyaset öne çıkıyor.” Türk şovenlerinin ve militaristlerinin pratiklerinin o günden bu yana bu sözlerin yanlışlığını yeniden ve yeniden ortaya çıkarmış olduğunu biliyoruz. Ama asıl önemlisi Öcalan'ın bu mesajda, bir kez daha gerici Türk-Kürt bağlaşması düşüncesini şu sözlerle pazarlamaya çalışmasıydı: “Zaman ihtilafın, çatışmanın, birbirlerini horlamanın değil, ittifakın, birlikteliğin, kucaklaşma ve helalleşmenin zamanıdır. “Çanakkale'de omuz omuza şehit düşen kızılbaş - sayfa 29 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Türkler ve Kürtler; Kurtuluş Savaşı'nı birlikte yapmışlar, 1920 meclisini birlikte açmışlardır. “Ortak geçmişimizin önümüze koyduğu gerçek; ortak geleceğimizi de birlikte kurmamız gerektiğidir. TBMM'nin kuruluşundaki ruh, bugün de yeni dönemi aydınlatmaktadır.” (boldlar yazarın) O daha aşağıda sözlerini şöyle sürdürüyordu: “Tıpkı yakın tarihte Misak-i Milli çerçevesinde Türklerin ve Kürtlerin öncülüğünde gerçekleşen Milli Kurtuluş Savaşı'nın daha güncel, karmaşık ve derinleşmiş bir türevini yaşıyoruz. “Son doksan yılın tüm hata, eksiklik ve yanlışlıklarına rağmen bir kez daha yanımıza, mağdur edilmiş, büyük felaketlere uğramış halkları, sınıfları ve kültürleri de alarak bir model inşa etmeye çalışıyoruz. Tüm bu kesimleri; eşitlikçi, özgür ve demokratik ifade tarzının örgütlenmesini gerçekleştirmeye çağırıyorum. “Misak-i Milli'ye aykırı olarak parçalanmış ve bugün Suriye ve Irak Arap Cumhuri-yeti'nde ağır sorunlar ve çatışmalar içinde yaşamaya mahkum edilen Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Arapları birleşik bir 'Milli Dayanışma ve Barış Konferansı' temelinde kendi gerçeklerini tartışmaya, bilinçlenmeye ve kararlaşmaya çağırıyorum.” (boldlar yazarın) Bu sözler Öcalan'ın ve PKK/ KCK'nın, 1071'de, 1514'te, 1919-22'de, hatta 191516'da yaşanmış olanları bugüne taşıma düşüncesini bir yana bırakmadığını bir kez daha doğrulamaktadır. HDK/ HDP'nin siyasal pratiğinin yönü Eğer HDK/ HDP'nin siyasal pratiğine yukardaki tümcelerde anlatılan bakış açısı yön verecekse, ki öyle olacağı anlaşılıyor, vay bu örgütten demokratik bir atılım, anti-emperyalist bir tavır bekleyenlerin haline! HDK/ HDP; Çanakkale'de Türk, Kürt vb. askerlerinin Alman ve Avusturya emperyalistlerinin çıkarları için Britanya ve Fransa emperyalistlerine karşı savaşmasının neresini savunacak? Ve HDK/ HDP; Hristiyan toplulukların kıyımı, sürgünü ve mülksüzleştirilmesini tamamlamak ve perçinlemek için yapılan ve 1921'de patlak veren Koçgiri isyanında Alevi Kürtler'in vahşice katline sahne olan Türk “ulusal kurtuluş” savaşının ve Osmanlı paşa ve bürokratlarının, İttihat Terakki katillerinin, toprak ağalarının yer aldığı 1920 TBMM'nin neresini savunacak? Öcalan'ın, “Misak-i Milli'ye aykırı olarak parçalanmış ve bugün Suriye ve Irak Arap Cumhuriyeti'nde ağır sorunlar ve çatışmalar içinde yaşamaya mahkum edilen Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Araplar”ı “kendi gerçeklerini tartışmaya, bilinçlenmeye ve kararlaşmaya çağır”ması ilk bakışta bir demokratizm ve ulusların kendi yazgılarını kendilerinin belirlemesi çağrısı gibi algılanabilir. Ama gerçekte durum hiç te böyle değil. (4) Aslında bu çağrı, düşünen her insanın aklına ister istemez, Irak'ın ve özellikle Suriye'nin içişlerine burnunu sokan ve Irak'ın edimsel olarak parçalanmış olmasından hareketle Irak Kürdistanı ile hegemonik bir ilişki kurmayı ve Suriye'nin parçalanması halinde Kuzey Suriye'de yaşayan Kürt, Süryani, Türkmen toplulukları Türkiye'le bağlamayı kuran AKP iktidarının yayılmacı planlarına destek verme tutumunu getiriyor. Bu yaklaşım, Erdoğan-Davutoğlu kliğinin Türkiye'yi Ortadoğu'da “lider” devlet konumuna yükseltme ve komşu ülkelerin Kürt vb. halkını, kendi nüfuz alanları içine alma yolundaki yeni-Osmanlıcı hayalleriyle tam bir uyum içindedir. Suriye'deki Esad rejimini çökertmek için adeta fazla mesai yapan Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, anımsanacağı üzere geçen yılın başlarında Kayseri'de yaptığı bir konuşmada şöyle demişti: “1911 ile 1923 yılları arasında nereleri kaybetmişsek, hangi topraklardan çekilmişsek 2011-2023 yılları arasında o topraklarda tekrar kardeşlerimizle buluşacağız. “Bu, zorunlu tarihi bir görevdir.” (“Kaybettiğimiz topraklarda buluşacağız”, İHA, 21 Ocak 2012) 1071'de, 1514'te, 1919-22'de, hatta 1915-16' da yaşanmış olan türden bir gerici TürkKürt bağlaşmasını bugüne taşımak isteyen PKK/ KCK, kendi içinde tutarlıdır. Ama, Kürt ulusal hareketiyle biraya gelerek Türkiye'yi, Kürdistan'ı ve Ortadoğu'yu demokratikleştirmeyi, bu bölgelerde barışı sağlamayı amaçladığını ileri süren Türkiyeli devrimci grup, çevre ve bireyler ne ölçüde tutarlı acaba? Yoksa onlar bir serapın mı peşindeler ve sadece kendilerini ve izleyicilerini mi aldatıyorlar? Saraylara barış, kulübelere savaş Öcalan HDP'nin 1. Olağanüstü Kongresi' ne gönderdiği mesajda bununla kalmamakta ve kendi uzlaşmacı, teslimiyetçi ve işbirlikçi çizgisini, Türkiye devrimci hareketine de dayatmaya çalışmakta ve buna bağlı olarak Türkiye ve Kürdistan devriminin temel sorunlarının da “barışçı” yol ve metotlarla çözülebileceği düşüncesini ileri sürmektedir.O bu mesajında şöyle diyordu: “71 devrimciliği devlete isyan devrimciliğiydi. 40 yıldan sonra devletle müzakere önemlidir. Zira devrimci mücadeleler an- cak nitelikli müzakerelerle kalıcı insanlık barışına dönüşebilir. Söz yetki ve karar mekanizmalarının sokak, mahalle ve kent meclislerine evrileceği yeni deneyimi ve demokratik katılımcılığı esas alacak Türkiye gerçekliğinde büyük rol üstleneceği aşikardır.” (“Öcalan'ın mesajı sloganlar ve alkışlar eşliğinde okundu”, ANF, 27 Ekim 2013) Öcalan'ın bu mesajını “sloganlar ve alkışlar eşliğinde” okuyan ve dinleyenlerin, ki aralarında “71 devrimciliği” geleneğinden olanlar da vardı, PKK önderinin ne söylediğini anlayıp anlamadıklarından emin değilim. Dikkat edilirse Öcalan burada, “isyan devrimciliği”nin gününü doldurduğunu, artık bunun yerini “devletle müzakere”nin alması gerektiğini söylemektedir. Ona göre, artık Türkiye gerçekliğinde, yani Türkiye'deki siyasal savaşımda büyük rol, “sokak, mahalle ve kent meclisleri” vb. tarafından oynanacaktır. Yani Öcalan, sadece Türk-Kürt sorununun değil, Türkiye devriminin temel sorunlarının da barışçı yoldan çözülebileceğini ileri sürmektedir. Ama Öcalan bunu ilk kez söylemiyor. Yazdıklarını yakından izleyenler Öcalan'ın bundan 17 küsur yıl önce de bu devrimciolmayan ve uzlaşmacı-teslimiyetçi görüşü savunduğunu anımsayacaklardır. O, Ağustos 1996’da, yani 15 Ağustos atılımının 12. yıldönümünde yaptığı konuşmada aynen şöyle demişti: “Başta ulusal sorun olmak üzere Türkiye’nin bir çok ekonomik, demokratik, sosyal, kültürel sorunlarına barışçıl, siyasal çözümü öngörme istemimizi her zaman dile getirmemize rağmen, özel savaşın daha da geliştirilmiş biçimleriyle üzerimize gelinmesi... durumu sözkonusudur.” (Serxwebun, Sayı: 176, Ağustos 1996) İşçi sınıfı ve ezilen halklar ve onların devrimci öncüleri, kural olarak toplumsal sorunların barışçı yoldan çözülmesi için çaba harcamış ve ancak son çare olarak silaha başvurmuşlardır. Ancak tarihsel deneyim bazı istisnai durumlar dışında; sömürücü egemen sınıfların ve işgalci/ sömürgeci/ emperyalist güçlerin varolan gerici statükonun bu yoldan değişmesine izin vermediklerini ve ezilen ve sömürülen yığınların meşru haklarını karşı-devrimci zorla bastırdıklarını, bunun da birincilerin haklı silahlı direnişlerine yol açtığını yeniden ve yeniden göstermiştir. Türkiye ve Türkiye Kürdistanı gibi, en temel ve sıradan hakların bile uzun, sancılı ve çetin savaşımlar sonucu elde edilebildiği bir jeografide temel sorunların “devletle müzakere” yoluyla çözülebileceğini ileri sürmek, en hafif deyimiyle saflık ve aymazlıktır. Görülebileceği gibi dönüp dolaşıp aynı kızılbaş - sayfa 30 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yere geliyoruz: HDK/ HDP'nin içinde; en azından 1990'ların ilk yarısından bu yana Türk burjuva devletini yıkmaktan yana olmadığını, varolan sorunları bu “devletle müzakere” yoluyla çözmekten yana olduğunu söyleyen bir Kürt ulusal hareketi var; ama aynı yapının içinde, en azından söylem düzeyinde ya da kağıt üzerinde, varolan düzeni ve onun muhafızı olan Türk burjuva devletini yıkmaktan yana olan bir kısım Türkiyeli devrimci örgüt ve çevreler var. Gidişat o yönde olsa da, sözkonusu örgüt ve çevreler, bu savlarından vazgeçmedikleri ve açıkça reformist bir konumu benimsemedikleri sürece bu iki yaklaşımın uzlaşması ve birarada yaşaması olanaksızdır. Burada iki seçenekle karşı karşıyayız: Ya devrimci niteliğini muhafaza etmekte direten grup ve çevreler şu ya da bu evrede HDK/ HDP gemisini terk edeceklerdir; ya da -daha büyük olasılıkla- onlar yavaş yavaş bu çorbanın içinde eriyecek ve Kürt ulusal hareketinin basit figüranlarına dönüşeceklerdir. Kürt ulusal hareketine gelince... O da, AKP iktidarıyla yürüttüğü “barış süreci” nedeniyle Başbakan Erdoğan ve ortaklarıyla ilişkilerini bozmamaya büyük özen gösteriyor. O, buna bağlı olarak Türk burjuva devletinin işlediği suçlar karşısında -Roboski kıyımı ve Van depreminde olduğu gibi- sessiz kalıyor; -11 Mayıs'ta Rihaniye/ Reyhanlı'da meydana gelen patlamada olduğu gibi- gerici İslamcı çetelere karşı AKP'nin yanında yer alıyor (5); -Gezi isyanı ve ODTÜ direnişleri örneklerinde olduğu gibi- Batı'daki kitle savaşımına simgesel bir destek vermekle yetiniyor (6); Roboskili aileleri Başbakan Tayyip Erdoğan'la barışmaya ve onu bağışlamaya zorluyor (7); ABD emperyalist basınının ikiyüzlü bir tarzda eleştirdiği MİT Müsteşarı Hakan Fidan'a, yani Rojava halkının katillerini silahlandıran bu bürokrata sahip çıkıyor (8); gerici İslamcı çetelerin koruyucusu ve destekçisi, Kürt, Arap ve Türk halklarının düşmanı ve azılı gerici Başbakan Erdoğan'ın HDP kongresine davet edilmesini sağlıyor (9) ve hepsinden önemlisi Türk burjuva devletinin, PKK/ KCK'nın hiçbir ciddi bir destek sunmadığı Rojava devrimini boğma girişimlerini, gene “barış sürecinin selameti” uğruna kayıtsız gözlerle seyrediyor. Bu koşullarda, HDK/ HDP içinde yer alan Türkiyeli devrimci gruplar ve çevrelerin AKP iktidarını, haklı olarak baş düşman konumuna yerleştirmiş olmalarının pratikte ne yazık ki hiç, ama hiçbir anlamı kalmıyor. Dolayısıyla HDK/ HDP'nin, HDK'nin 12-13 Mayıs 2012'de toplanan 1. Genel Kurulunun Sonuç Bildirgesinde söylenen şu sözlerin gereğini yerine getirmesi olanaksız olacaktır: “HDK 1. Genel Kurulu, cemaatler ve ser- maye sahiplerinin bir koalisyonu olan AKP Hükümeti’nin, sosyal hakların budanmasından, özgürlüklerin ayaklar altına alınmasından; polis şiddetinden, cezaevlerindeki zulümden doğrudan doğruya sorumlu olduğunu saptayarak mızrağın sivri ucunu AKP iktidarına yöneltmenin bugünkü siyasetinin hakim yaklaşımını oluşturduğunu, tüm sömürü ve baskının, mevcut statükonun savunucusu ve sürdürücüsü güçlere karşı mücadeleyi bir kez daha vurguladı. Toplumsal muhalefet güçlerinin de, AKP’nin iç çelişkileriyle oyalanmadan, ancak bu iktidara karşı açık ve dolaysız siyasal ve toplumsal mücadele yürüterek güçlenebileceğine dikkat çekti.” Sonuç Diyalektiksel materyalizm her dostluğun aynı zamanda düşmanlık olduğunu söyler. Osmanlı, İttihat Terakki ve diğer Türk gericileriyle dostluk; bu güçlerin acımasızca ezdiği ve kıydığı Müslüman, Hristiyan ve diğer halklara karşı düşmanlıktır. ABD ve AB emperyalistleriyle dostluk; bu güçlerin acımasızca sömürdüğü ve ezdiği halklara karşı düşmanlıktır. Her iki kategoride yer alan bu düşman güçler Kürt, Arap ve Türk halklarını da ezmişlerdir ve ezmektedirler. Devrimci bir siyasal parti, HEM adıgeçen bu düşman güçlerden yana, HEM DE onların ezdiği ve sömürdüğü halklardan yana olamaz. Ya birini seçmek zorundadır, ya da diğerini. Eğer PKK/ KCK böyle tutarsız ve çelişmeli bir siyasal duruş sergilemekte diretiyorsa, ki öyle yapıyor, bu ancak onun yöneticilerinin de halkları ezen ve sömüren güçlerin safında ve dolayısıyla sadece diğer Anadolu ve Mezopotamya halklarının değil, Kürt halkının da karşısında yer alma özlemlerini ve dolayısıyla Kürt burjuvazisi adına Kürt işçilerini ve yoksul katmanlarını boyunduruk altında tutacak olan bir devlet aygıtı oluşturma ve yönetme özlemlerini ele veriyor demektir. Bu yazıyı son bir soruyla noktalayalım: Kendisini devrimci, hatta komünist sayan grup ve çevreler, HDK/ HDP gibi devrimci-olmayan, yani reformist-demokratik nitelikte bir bağlaşma ya da blok içinde yer alabilirler mi? Evet; bu, çok zor, hatta neredeyse olanaksız olmakla birlikte teorik olarak olanaklıdır. Ama bunun vazgeçilmez önkoşulları vardır. Böyle bir durumda sözkonusu grup ve çevreler, içinde yer aldıkları örgütsel yapının adını koymalı, yani onu olduğundan daha farklı ve daha ileri bir siyasal özne olarak göstermeye kalkmamalı, gerçekten devrimci bir propaganda-ajitasyon etkinliği yürütebilmeli, bu yapıya egemen olan PKK/ KCK'nın uzlaşmacı-teslimiyetçi yönelim ve taktiklerine boyun eğmemeli ve kitleleri Türk burjuva devletine karşı savaşıma çağırabilmeli ve hazırlayabilmelidirler. Böylesi bir reformist-demokratik bağlaşma, işte ancak bu koşullarda, siyasal gelişmeyi frenleyici değil, onu ilerletici bir rol oynayabilir. Ama, HDK/ HDP içinde yer alan -ve bu adı hak edip etmedikleri de tartışma konusu olanTürkiyeli devrimci grup ve çevrelerin böyle davranma irade ve cesaretini gösterebilecekleri son derece kuşkulu olduğu gibi, Kürt ulusal hareketinin böylesi bir bağımsızlık gösterisine izin verme olasılığı da son derece düşüktür. Bu bakımdan HDK/ HDP bağlaşması ya da blokunun ne yazık ki, daha baştan ölü doğduğunu söylemek bir abartma ya da haksızlık olmayacaktır. DİPNOTLAR (1) Öcalan PKK'nın, Ocak 1995'de yapılan 5. Kongresi'nde yaptığı konuşmada aynen şöyle diyordu: “Şimdi şu çok açıktır: Parti olmadan halkın direnişi olmaz, hatta ben olmadan halk olmaz. Bazıları bunu abartılı bulabilir, ama şimdi gerçekleşen budur. Benim otuz yıllık ayarlamam olmasaydı, Kürdistan halkının böyle doğuşu hikayeydi. Böyle eylemim olmadan Türkiye'de herhangi bir demokrasi de gelişmezdi. Bunu ben söylemiyorum, Türkiye'de kırk-elli yıllık demokrasi savaşı verenler söylüyorlar. Kimse demesin, kendini abartıyor. İşte aklı başında olanlar da bunu söylüyor.” (PKK 5. Kongresi'ne Sunulan Politik Rapor, Haziran 1995, s. 130) (2) KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Cemil Bayık, Gazeteci Faruk Balıkçı'ya verdiği mülakatta AKP hükümetini eleştirirken şunları söylüyordu: “Eğer amacında Kürt sorununu çözmek olsaydı PKK olarak gerekli zeminleri fazlasıyla oluşturmuştuk. AKP süreci müzakereye geçmeden diyalog üzerinden yürütmeye çalıştı. Biz gerillayı mevzilerinden geri çekerken, AKP savaş hazırlıklarını yürüttü. Biz savaşı durdurduk; AKP ise savaşın yönünü değiştirdi. Eskiden Kuzey’de savaşırken, şimdi de savaşın yönünü Rojava Kürdistan’ı dediğimiz Kürdistan’a çevirdiler. El Nusra ve Irak İslam Şam Devleti örgütüne her türlü desteği vererek bu örgütleri Kürt halkına karşı savaştırdı. Rojava’da savaşı yürüten AKP’nin kendisidir. Biz savaşı durdurduk, AKP savaşı sürdürdü. Önder Apo müzakerelerin zeminini hızla oluşturdu, ancak kendileri müzakereye geçmedi ve geçmek istemedi.” (“KCK'den müzakereler için üç şart”, Firatnews.com, 29 Ekim 2013) (3) Yakın zamanlara kadar PKK/ KCK'yı, hatta BDP'ni terör örgütü ve tabii Öcalan'ı da teröristbaşı olarak niteleyen Başbakan Erdoğan, 22 Ekim'de verdiği bir demeçte de şöyle diyecekti: kızılbaş - sayfa 31 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 “Birileri çıkıp da 'İmralı’ya kim gider, kim gitmez'... Bunun kararı hükümete aittir. Hükümet istediğini gönderir, istediğini göndermez. Kimsenin rota çizme yetkisi yoktur. Yeri gelir gönderir, yeri gelir göndermez. Herkes haddini bilecek.” (“Erdoğan: İmralı'ya kimin gideceğine biz karar veririz!”, İlke Haber, 22 Ekim 2013) (4) Öcalan, Savunma’sında ulusların kendi yazgısını belirleme hakkı konusunda şunları söylemişti: “70’lerde moda olan, ve uygulandığında sadece, ayrı devlet anlamında yorumlanan ‘ulusların kaderlerini tayin hakkı’ gerçekten, bu yorumuyla bir çıkmazdı. Kürdistan pratiğinde, sorunu yokuşa sürme yanı ağır basıyordu. Bunu, fiilen belirttiğim tarzda aşmaya çalıştım. Ancak, demokratik çözüm tarzının zenginliği karşısında, ayrı devlet, federasyon, otonomi ve benzeri yaklaşımların bile, geri ve bazen çözümsüzlüğe yol açtığını pratikte görünce; demokratik sistem üzerinde yoğunlaşma, bana çok önemli geldi.” Bu HAKKI net ve en kararlı bir biçimde savunmamak, hatta modasının geçtiği gerekçesiyle reddetmek, ezen ulusun şovenistlerinin konumuna gelmek demektir; bu, ulusal eşitlik ilkesini reddetmek, Türk halkı/ ulusunun Kürt halkı/ ulusundan daha üstün olduğunu savunmak anlamına gelir. Kürt ulusal hareketinin bir uzantısı konumunda olan HDK/ HDP de bu anti-demokratik ve şovenist çizgiyi benimsemiş gözüküyor. Bu ise, kongre-partinin reformist-demokratik bir hareket olma konumunda bile tutunamayabileceği ve her an daha geri bir siyasal konuma savrulabileceğinin bir başka göstergesidir. (5) İslami temelde Türk-Kürt bağlaşmasını savunan Öcalan'ın izinden giden BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş Rihaniye/ Reyhanlı'daki patlamalardan sonra 12 Mayıs'ta yaptığı açıklamada şöyle demişti: “Türkiye'de bu tür saldırılara karşı birlik olma zamanıdır. Bu dönemde özellikle sivil yurttaşlarımızı hedef alan saldırılar karşısında hükümeti sorumlu tutmak ve eleştirmek yerine birlik içerisinde hareket etmek zorundayız... Biz, bu saldırılara karşı tedbir alınmasını ve bu saldırılara karşı hükümetin dikkatli ve duyarlı davranmasını hususunda hükümetin yanında olacağız.” (“Hükümetin yanındayız”, Sabah, 12 Mayıs 2013) (6) BDP Grup Başkanvekili İdris Baluken 3 Haziran'da, Taksim'deki olaylar üzerine yaptığı değerlendirmede şöyle demişti: “Dönüşen bu eylemlilikler ekolojik yıkıma karşı olmak, daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük talep etmek, karar süreçlerinde halkın katılımcı yaklaşımını gözönünde bulundurmak yerine Türkiye'de toplumu esaret altında tutan güç odaklarının rövanşist yaklaşımlarına rövanşist karşılaşmalarına doğru evrilmektedir... “BDP olarak hiçbir sebep ve durumda biz bu ırkçı, ulusalcı, cinsiyetçi, tekçi, militarist kesimlerle yanyana durmayacağımızı tekrar ifade etmek istiyoruz.” (“BDP'li Baluken: Statükoyu güçlendirecek imgeler protestoların başat özneleri”, Star, 3 Haziran 2013) 5 Haziran'da KCK adına yapılan açıklamada ise daha olumlu bir tutum takınılmış ve “Bu çerçevede Türkiye’de açığa çıkmış olan dönüştürücü ve çok önemli demokratik irade ile Kürdistan Özgürlük Mücadelesi’nin üstüne düşen görev, ortaklaşarak Kürt sorununun çözümü ve Türkiye’yi her türlü baskı ile şiddetten arındırarak demokratik Türkiye’yi yaratmak için omuz omuza mücadele etmektir” denmişti. Ancak bu doğru içerikli açıklama Kürt ulusal hareketinin Gezi isyanına kapsamlı bir biçimde katılımına yol açmamıştı. (7) BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş 26 Temmuz'da Roboski bombardımanında yaşamını yitiren köylülerden altısını, 34 masum köylünün 28 Aralık 2011'de savaş uçaklarının bombardımanı sonucu öldürülmelerinden sonra “Genelkurmayıma göstermiş oldukları hassasiyetlerinden dolayı teşekkür ederim…” demiş olan Başbakan Erdoğan'la görüşmeye zorlayacaktı. Aslında aileler kendileriyle görüşmek isteyen Erdoğan'ın bu talebini kabul etmemişlerdi. Bunun üzerine devreye giren Demirtaş Roboskili ailelerle görüşerek onlardan altısının Başbakan Erdoğan'la iftar yemeğinde biraraya gelmelerini sağladı. (8) Radikal gazetesinde 22 Ekim'de yayımlanan bir haberde, kendi inisiyatifiyle hareket ettiği düşünülemeyecek olan BDP Hakkâri Milletvekili Adil Zozani'nin, Amerikan basınında eleştirilere hedef olan MİT Müsteşarı Hakan Fidan'a sahip çıktığı haberi şöyle veriliyordu: BDP'den Hakan Fidan'a destek Haber: rifat.basaran@radikal.com.tr" target=_blank>RİFAT BAŞARAN - rifat.basaran@radikal.com.tr" target=_ blank>rifat.basaran@radikal.com.tr / Arşivi 22 Ekim 2013 Mossad ajanlarını İran’a bildirmekle suç- lanan MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a BDP ’den destek geldi. BDP Hakkâri Milletvekili Adil Zozani, Fidan’ın Kürt sorununun çözümü istemeyen uluslararası güçler tarafından hedefe alındığını öne sürerek, “Sürecin yürümesi için iyi niyetle çaba sarf eden aktörler korunmalı” dedi. Zozani, Fidan’a yönelik eleştirilerin “çözüm sürecinden bağımsız düşünülemeyeceğini” belirterek, Türkiye ’de Kürt sorununun demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözülme girişimlerinin sürekli birilerini rahatsız ettiğini ifade etti. Çözüm sürecinin ilk günlerinde Paris’te üç PKK ’lının öldürüldüğünü anımsatan Zozani, “Sonraki dönemlerde de bu sürecin temel aktörlerinden biri olan Hakan Fidan hedef tahtasına konuldu. Hakan Fidan’ın özellikle uluslararası çevrelerce bu dönemde hedefe konulmuş olması Kürt sorununun demokratik ve barışçıl yöntemlerle çözülmesi arayışından bağımsız değerlendirilemez.” (9) Başbakan Erdoğan'ın HDP kongresine davet edildiği, onun bu davete verdiği yanıtın haber yapılmasıyla ortaya çıktı. Bu haberde şöyle deniyordu: Erdoğan'dan HDP Kongresi'ne mesaj ANKARA/ANF 27.10.2013 11:02:27 Türkiye Başbakanı Erdoğan, HDP Olağanüstü Kongresi'ne bir mesaj gönderdi. HDP'nin bugün Ankara'da toplanan kongresine davet edilen Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan, kongreye telgrafla mesaj gönderdi. Erdoğan'ın mesajı şöyle: “Halkların Demokratik Partisi Olağanüstü Kongresi'nde nazik davetiniz için teşekkür ederim. Kongre çalışmalarının birlik ve beraberlik içinde geçmesi temennisi ile alınan kararların partiniz ve Türk siyasi hayatı için hayırlı olmasını diliyor, tüm katılımcıları selamlıyorum.” 30-31 Ekim 2013 kızılbaş - sayfa 32 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 AKP-Cemaat Çatışmasında Kürtlerin Tavrı Üzerine Örnekler arttırılabilir. Tümünün değişik noktalardan kalkarak ifade ettikleri ortak düşünce, AKP çökerse barış sürecinin de çökeceği, dolayısıyla AKP’yi çökertmek isteyen güçlerle aynı saflarda yer almamak gerektiğidir. Şu sıralar güncel siyasetin temel sorularından biri Hükümetle Fetullah Gülen cemaati arasındaki çatışmada Kürt hareketinin tavrının ne olması gerektiğidir. Kürt hareketinin tavrıyla ilgili olarak mümkün üç cevabın söz konusu olabileceğini söyleyebiliriz: 1) Cemaatten yana tavır takınmak, 2) AKP’den yana tavır takınmak, ve 3) Çatışan güçler karşısında bağımsız bir çizgide yürümek. Kürt hareketi saflarında bu çatışmada Cemaatçileri destekleyelim diyen yok gibi. En azından ben bu yönlü ifade ve tutumlara henüz rastlamadım. Bu, üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Çünkü Fetullah Cemaati, AKP’yle Ordu arasındaki mutabakatın görece dışında bırakılmış Türkiye’deki iki büyük güçten biridir. (Bu mutabakatla neyi kastettiğimi merak edenler, Vate Yayınları arasında çıkan Dönemeç Yazıları adlı kitabımdaki “Bir Restorasyon Operasyonu Olarak Ergenekon Davası” başlıklı yazıya bakabilirler. Üç yıl evvel yazılmış olan bu makalede Fetullahçıların mutabakata dahil edilmediklerini de tespit etmiştim.) Diğeri Kürtlerdir. Elbette dışlanmışlık düzeyleri farklıdır, ama sonuçta, dışlanmışlardır. İki dışlanmışın, böyle kritik bir çatışma anında birbirlerine bu ölçüde karşıt pozisyonlarda duruyor olmaları veya buna mecbur kalmaları, üzerinde özel olarak düşünülmesi gereken bir husustur. Ama şimdiki asıl konumuz bu değil. Üçüncü şıkta dile getirilen bağımsız siyaset seçeneği ise hareketin hemen her kesimi arasında taraftara sahiptir. PKK’lier, BDP’liler, Avrupa’daki Kürt muhalifler, Barzaniciler, bağımsızlıkçılar, sosyalistler, İslamcılar, liberaller vs. arasında bu düşüncede insanlar bulabilirsiniz. Ancak bunların bağımsız tavırdan aynı şeyi anladıklarını söylemek zor. Bu da başka bir yazının konusu. Kürt hareketi saflarındaki sesi en fazla duyulan tavır ise mevcut çatışmada AKP’nin desteklenmesini öneren tavırdır. Siyasal çıkışlarını Barzani’nin parasıyla ve onun AKP’yle flörtünün açacağını umdukları siyasal ve ideolojik alan üzerine kurmayı uman Kürtler, İslamcı eğilimde bir Kürt hareketi inşa etme çabasındaki Kürtlerin önemli bir bölümü; hedeflerinden, siyasal farklılıklarından ve ideolojik renklerinden ziyade PKK’ye karşıtlıklarıyla karakterize olan Kürtler, Kanımca bu tespit, hem olgularla hem de siyasetin temel kurallarıyla çelişkilidir. Önce olgularla ilgili yanına bakalım. I: AKP Çökerse “masa” devrilir mi: Olgular Yönünden? Cemi l Gündoğan cemi l _ gundogan@yahoo.se PKK’yi eleştiren ama ona özel bir düşmanlık göstermeyen Kürtler, PKK’ye yakın legal hareketin saflarındaki Kürtler ve kısmen de PKKli Kürtler arasında bu tavrın epeyce destekçisi var. Bunlara, Kürtlerin söz konusu çatışmada Hükümetten yana tavır takınmasını öğütleyen bazı Türk liberalleriyle İslamcılarını da eklemek gerekiyor. *** Öncelikle belirtmek gerekir ki AKP’ye yakın bir tavır takınılması gerektiği düşüncesindeki kişi ve çevrelerin bu tavırdan anladıkları şey birbirinden kısmen farklıdır. Gerekçeleri de öyle. En azından söylem düzeyinde. Örnek olarak aşağıdaki dört ifadeye bakınız: 1) AKP dışındaki bütün partiler Kemalisttir ve Kemalizm Kürtlerin baş düşmanıdır. Kürtlerin bu kavgada Kemalistlere destek vermeleri yolunu şaşırmak anlamına gelir. 2) AKP eski statükoyu yerle bir etti. Ona karşı mücadele edenler ise eski statükoyu geri getirmek istiyorlar. Dolayısıyla Kürtlerin bunları desteklemesi düşünülemez. 3) Ergenekon ölmemiştir, geri gelebilmek için Gezi’de çevre duyarlılığı, bugün de yolsuzluk gibi kimsenin açıkça karşı çıkamayacağı noktalardan saldırarak AKP’yi devirmeye çalışmaktadır. Eğer galip gelirse Kürt sorununun çözümünü unutalım gitsin. 4) Liderimiz tarihte ilk kez bir Türk hükümetiyle müzakere masasına oturmuş durumdadır. Yapılıp edilen her şey, bu masayı devirmeye yöneliktir. Biz bu oyunu göremeyecek kadar apolitik miyiz? Söz konusu tespitin olgularla çelişkisi, statükonun bir süreden beridir gerçek sahibi olan AKP’nin hâlâ statükoya karşı bir güç olarak tasvir edilmesiyle ilgilidir. Bir diğer deyişle, bu değerlendirmeyi yapanlar, eğer kişisel veya grupsal çıkarları öyle gerektirdiği için gerçeği bile bile çarpıtmıyorlarsa, bugünün olgularını dünün terimleriyle anlamlandırmaya çalıştıkları için yanlış yapıyorlar. Çünkü 2010 tarihli referanduma kadar belli bir anlam ifade eden “statükocu Ergenekon”, “statüko karşıtı Erdoğan” lafları, o tarihten sonra anakronizm dışında bir şey ifade etmemektedir. İnsan düşüncesi böyledir, toplumsal değişmeyi genellikle geriden takip eder. Örneğin, Kürt hareketini oluşturan sosyolojik zemin 1950’lerde ve 60’larda oluşup gelişmeye başlamıştı, ama Kürt solcularının Kemalist Türk soluyla zihinsel bağlarını koparmaları 1970’lerin sonlarını buldu. Keza Kürtler, toplum olarak 1990’ların başlarından beri Türklerden kopmaktadırlar, ama Kürt İslamcıları hâlâ Türk İslamcılarıyla zihinsel bağlarını koparmakta zorlanıyorlar. AKP’nin anti-statükocu olduğu tezi de benzer nitelikte bir gecikmenin ürünüdür. AKP bir süredir statükonun temsilcisi durumundadır, ama bazıları ona hâlâ Erbakan dönemindeki Milli Görüş muamelesi yapıyor veya yapmayı tercih ediyor. Oysa Milli Görüş on beş yıla yakın bir süredir iktidardadır ve artık sistemin sahibidir. O kadar ki artık kendi yol arkadaşlarını temizlemeye başlamıştır. Rahat anlaşılsın diye bir benzetme yapmak gerekirse, Ekim Devrimi günlerini değil, Stalin’in 1930 yargılamalarıyla Troçki ve Buharin kliklerini tasfiye ettiği günleri yaşıyoruz. Stalin 1930’larda Sovyetler Birliği’nde ne kadar statükonun karşısında bir lider idiyse Erdoğan da bugün o kadar statükonun karşısında bir liderdir. kızılbaş - sayfa 33 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kısacası, bu tezin gerçeklerle bir ilgisi yoktur. Gerçekte, Erdoğan, bugün statükonun cisimleşmiş halidir. Kafa karıştıran şey, bugünkü statükonun dünkü statükodan farklı olmasıdır. Tıpkı 1930’larda Sovyetler’deki statükonun Çarlık dönemi statükosundan farklı olması gibi. Bazıları bugünkü statükonun dünküne benzememesinden kalkarak yeni statükonun anti-statüko olduğunu sanıyorlar veya bilerek öyle lanse etmeyi tercih ediyorlar. *** Bu tezin olgularla çelişen boyutlarından biri de Kürt sorununu çözmek ve Türk milliyetçiliğine karşıtlık noktasında AKP’ye özcü bir nitelik atfetmesidir. “AKP giderse Kürt sorununun çözümünü unutun,” iddiası bunun ifadesidir ve olgularla çelişmektedir. Daha evvel yazdığım için kısa geçiyorum: Kürt hareketi, bir süreden beridir Türk siyasal denkleminin önemli bileşenlerinden birine dönüşmüştür. Bu, Kürt hareketinin soykırım gibi olağandışı yöntemler kullanılmadıkça bastırılamayacak güçte bir sosyal ve siyasal dinamik haline gelmesiyle ilgili bir sonuçtur, doğrudan onun (iş)birlikçi veya bağımsızlıkçı olmasıyla ilgili değil. Bu gelişmenin konumuz bakımında anlamı şudur: Türkiye’de iktidar savaşı veren hiçbir güç artık Kürt hareketi yokmuş gibi davranamaz veya onu denklemin dışına atamaz; tersine onu kendi iktidar mücadelesi oyununda bir yere yerleştirmek zorundadır ve bu yer sabit bir yer değildir, zamana ve koşula bağlı olarak sürekli değişir. İktidar Kürt hareketiyle yakınlaşırsa muhalefet Türk milliyetçiliğini körükleyerek Kürt hareketine düşmanlık politikasına yönelecektir; muhalefet Kürt hareketiyle yakınlaşırsa bu kez iktidar milliyetçiliği kışkırtma politikasına sarılacaktır. Ya da bir durumda “masa”ya karşı esip gürleyen bir güç, başka bir durumda “masa”nın en sıkı savunucusu olacaktır. Bir diğer deyişle Türk milliyetçiliğine oynamak, özsel, yani tek tek partilerin, kurumların vs. özlerinden gelen bir nitelik değil, durumsal bir niteliktir. Oyunun kuralı artık böyle işlemektedir ve bu oyuna, değişik kesimlerce Kürtlerin en keskin düşmanı olduğu ileri sürülen ordu, MHP, CHP ve Cemaat de dahildir. Bu durum, Türk milliyetçiliği propagandası Türk halkı nezdinde ciddi bir siyaset kartı olmaktan çıkıncaya kadar böyle devam edecektir. “AKP giderse kimse Kürt sorununu çözmez,” tezi, bu gerçeği göremeyen bir ba- kış açısının ürünüdür. AKP giderse onun yerine gelenler de pekala masaya oturabilirler. Böyle olup olmayacağı koşullara bağlıdır. Mevcut iç ve dış koşullarda ise MHP’nin bile masayı kolay kolay terk etmeyeceğini söylemek mümkündür. Bunu nereden çıkarıyorum? Başka şeylerin yanı sıra, 28 Şubat tarihinden bu yana ordu da dahil iktidar ve muhalefet güçlerinin Kürt hareketiyle ilişkilenme biçimlerinin izlediği seyirden. Neydi 28 Şubat? İslamcıların bizlere ezberletmeye çalıştığı cevaba göre, ordunun müminleri ezmek için tertiplediği bir darbeydi. Bir darbe olup olmadığı tartışması bir yana, 28 Şubatı bu şekilde tanımlamak, o gün yaşanan süreci eksik ve yanlış anlamak olur. Doğrudur, 28 Şubatın İslamcılara karşı mücadele diye bir boyutu vardı. Ama ordunun bu hamlesinin Kürtlerle ilgili bir boyutu daha vardı. İşin bu tarafına bakmadan konuştuğunuz zaman süreci anlama imkânı kalmaz. 28 Şubatın Kürtlerle ilgili boyutu şuydu ki, ordu içindeki bazı etkili mihraklar Kürt hareketiyle masaya oturmaya karar vermişti. Yani bugün Erdoğan’ı ve onun partisini bazı Kürtlerin gözünde antistatükocu bir kahramana dönüştüren şeyi yapmaya!... Demek ki Kürtlerin en özsel olarak en büyük düşmanı gibi görünen güç, aynı zamanda PKK ile masaya oturmaya karar veren ilk güçtür de. Bu işler özsel işler değildir derken kastedilen budur. Peki, ordu buna karar verdi diye o dönemde anti-statükocu pozisyona mı geçmiş oluyordu? Hayır, sadece artık sürdürülemez olan eski statükonun yerine yeni bir tanesini kurmaya çalışıyordu. Bugün biliyoruz ki o statüko, onların hesapladığı biçimde, onların istediği yerde ve onların istediği zamanda kurulamadı; İslamcıların da dahil edildiği bir şekilde, yerde ve zamanda kuruldu. Bunun nasıl mümkün olduğunu da-ha önce uzunca yazmıştım: Ordu, PKK’yle savaşında tıkanmış, kendi içinde çeteleşmiş ve toplumsal ve siyasal hayat üzerindeki hegemonyacı fonksiyonunu eskisi gibi ifa edemez hale gelmişti. Dahası, ordunun gerilemesinden istifade eden İslamcı hareketler toplumsal dokuyu fethetmeye başlamıştı. Dolayısıyla ordunun iktidarını sürdürebilmek için İslamcı hareketle kapışması kaçınılmaz hale gel- mişti. Fakat PKK ile savaş sürüyorken ikinci bir savaş cephesi açmak ikisinde de kaybetmek anlamına gelirdi. 28 Şubatçı mihraklar, işte bu nedenle PKK ile olan savaşı soğutmaya kararı verdiler. Savaşı bitirmek demiyorum, soğutmak diyorum, ya da şoförlük terimleriyle söylersek rölantiye almak. Hal böyle olduğu içindir ki Genelkurmayın ön kapısından 28 Şubat kararlarını aldırmak için MGK toplantısına giden generaller çıkarken, arka kapısından da PKK ile görüşmeleri başlatmak için Brüksel yolunu tutan bir albay çıkmıştı. Demek ki “AKP dışında kimse Kürtlerle oturmaz” demek, olgularla bağdaşmamaktadır. Kürtlerin en azılı düşmanı olduğunda şüphe bulunmayan generaller, AKP’den çok önce PKK ile masaya oturmuşlardı. Dahası, generallerin çözüm için o gün öngördükleri program da bugün AKP’nin çözüm diye önümüze sürdüğü şeyin anasıydı! Bu da nereden çıktı demeyin, on beş yıl evvel yazmıştım, tekrar edeyim; PKK ile oturmaya karar veren generallerin kafasında üç ayaklı bir çözüm vardı: 1) Karşılıklı ateşkes, 2) PKK’nin ileri düzeyde ulusal haklardan vazgeçmesi, buna karşılık Kürtçenin kullanım alanlarının genişletilmesine dayalı bazı kültürel açılımların önünün açılması, 3) Yerel yönetimler yasası marifetiyle Kürtlerin kendilerini yönetmeleri noktasında bazı esnemeler (İller idaresi yasa tasarısının ana hatları 28 Şubat döneminde hazır hale getirilmişti, bekletiliyordu). PKK veya Genelkurmay bir gün o görüşmelerin tutanaklarını yayımlarsa üç madde halinde özetlediğim bu hususları daha çıplak olarak göreceğiz. Peki, anti-statükocu bir kahraman olduğu söylenen Erdoğan ve AKP’nin bugüne kadar bu üç madde dışında Kürt sorununun çözümü için önermiş olduğu veya gerçekleştirdiği yeni bir şey var mı? Hayır yok. İslamcıların ve liberal çevrelerin Kürtleri kafalamak amacıyla yaptıkları köpürtmelere bakmayınız. Bugün, yani yaklaşık yirmi yıl sonra hala, generallerin koyduğu o çerçevede dönüp duruyoruz: Newroz’da ateşkes ilan edildi, PKK ulusal hedeflerden vazgeçtiğini bir kere daha beyan etti, karşılığında Kürtçenin kullanım alanları biraz genişletildi; bunun dışında, Avrupa yerel yönetimler şartına konulan şerhin kaldırılmasıyla çerçevelendirilmiş bir yerel yönetimler yasası tartışılıyor. Var mı MİT-Öcalan mutabakatında Kürt haklarıyla ilgili olarak bunun dışında bir gelişme? kızılbaş - sayfa 34 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Haklarla ilgili olarak yok. Var olan farklılıklar daha çok Abdullah Öca-lan’ın kişisel konumunun iyileştirilmesiyle ve Suriye’yle ilgilidir. Bunlardan birincisinde belli bir iyileşme olacak gibi görünüyor. İkincisine gelince, Öcalan’la MİT’in konuyla ilgili muhabbetleri, Amerika’yla Rusya’nın Suriye konusunda anlaşmaya varmasıyla gargaraya dönüşmüş durumda. En azından şimdilik. Durum, özetle böyledir. Ama nasıl oluyorsa, dün bu işin çerçevesini koyan generalleri dünyadaki bütün kötülüklerin kaynağı olarak tanıyıp tanıtırken, bu generallerin çizdiği çerçeveye sadık bir programı yarım-yamalak ve anamızdan emdiğimiz sütü burnumuzdan getirecek tarzda gerçekleştirmeye çalışan Erdoğan’ı bir anti-statüko kahramanı olarak lanse ediyoruz. Sizce de bu işte bir terslik yok mu? Sanırım mesele yeterince aydınlanmıştır: PKK ile masaya oturan ilk Türk politik gücü AKP olmadığı gibi, ÖcalanMİT mutabakatında üzerinde anlaşmaya varıldığı söylenen hususlar da -Kürtlere tanınan haklar bakımından- generallerin çizdiği çerçevenin ötesine geçmiş değildir. AKP-PKK flörtü, bir zamanlar gerçekleşen Çiller-PKK flörtünün, ErbakanPKK flörtünün veya Mesut Yılmaz-PKK flörtünün yeni koşullardaki bir benzeridir. O flörtler de, Kürt hareketinin Türk siyasal sistemi içinde edinmiş olduğu yeni pozisyonun dayattığı durumsal politikaların ifadesiydi, bugünkü de. Aralarındaki fark, esas olarak, Ortadoğu’da, Türkiye’de ve Kürdistan’da değişen güç dengeleriyle ilgilidir. Kürt hareketinin bu gerçeği görme vakti gelmiştir. Değilse, AKP’ye olmadık özsel nitelikler atfeden bütün değerlendirmeler, sadece Kürt hareketinin AKP karşısındaki manevra alanını daraltmakla sonuçlanır, o kadar. II: AKP Çökerse “masa” devrilir mi: Siyasetin Kuralları Yönünden? Böylece konunun siyasal taktiklerle ilgili boyutuna gelmiş oluyoruz. Fakat bu arada yazı da epeyce uzadı. Maddeler halinde ilerlersek: 1- Sistemin asıl sahibi Fetullah cemaati değil, Erdoğandır ve iki güç arasında Erdoğan lehine büyük bir güç dengesizliği vardır. Dolayısıyla bu kavgada güçlü olana destek vermek, sadece onu daha fazla güçlendirmek anlamına gelir. Unutmayın, güçlendireceğiniz adam masada karşınızda oturan veya oturacak olan adamdır. 2- “Erdoğan giderse masa tehlikeye girer” endişesi, yukarıda belirttiğim nedenlere ilaveten Kürt sorunu artık çözümü ertelenemeyecek bir noktaya dayandığı için de gerçeklerle bağdaşmıyor. Türkiye ya Kürt sorununu çözer, ya da çok kanlı hesaplaşmalardan geçen bir bölünmeye konu olur. Yugoslavya veya Suriye türü bir süreç yani. Bunun ortası kalmamıştır. Hem PKK, hem devlet, hem de konuyla ilişkili diğer bölgesel ve küresel güçler bu gerçeğin farkındadırlar. Dolayısıyla Erdoğan gitse de kalsa da devlet “masa”yı korumaya çalışacaktır. “Masa”yı yıkmak, hem PKK açısından hem de devlet açısından Erdoğan’a endekslenecek bir şey değildir. Erdoğan, Gezi olaylarıyla birlikte tarihsel dönüş noktasına girmiştir. En az bir dönem daha iktidarda kalması yüksek olasılık olmakla birlikte, özellikle ekonomide yaşanacak koşullara bağlı olarak kısa sürede yıkılması da mümkündür. “Masa”nın bu tür hareketli faktörlere uyarlı olarak kurulmuş olduğunu sanmıyorum. “Barış” sürecinin, dünkü Ergenekon-Hükümet çatışmasının görece dışında kalmış bir aktör olan MİT eliyle yürütülmesi ve ordu tarafından desteklenmesi bunun ifadesi olarak anlaşılabilir. sadece Erdoğan gitti veya yara aldı diye, yani sadece o nedenle masayı devirme ihtimali hesaba katmaya değmeyecek kadar küçüktür. 3- Devletin sözde barış sürecindeki en büyük kozu, PKK’yi ve kitlesini yeniden Öcalan’ın arkasına toplama operasyonunu başarıyla tamamlamış olmasıdır. Cezaevleri direnişleri ve Sakine Cansız cinayeti üzerinden gerçekleştirilen bu operasyonu mümkün kılan ana faktör, PKK’nin dağ kadrosunun basiretsizliği olmuştur. Onlar 1999’da yaptıkları hatayı 2013’te bir kere daha tekrarlamış ve kafalarını kendi elleriyle cezaevine hapsetmişlerdir. Bu basiretsizliğin de katkısıyla devlet, düşmanının iradesini kendi avucundaki bir tutsak dolayımıyla eline almayı başarmıştır. Bu nedenle Cemil Bayık “barış süreci” konusunda iyi kükreyen, ama elinden fazla bir şey gelmeyen bir yönetici konumuna düşmüştür. Bunu devlet de, PKK de, bölgedeki diğer aktörler de iyi biliyorlar ve bizzat bu durumun kendisi PKK’nin elini kolunu bağlayan bir siyaset faktörüne dönüşmüş durumdadır. Cemaate destek verebilirsiniz. Bu durumda kaybınız olabilir ama hayati bir nitelik taşımaz. Şimdi soru şudur: Devlet, kolay kolay ele geçmeyecek böylesine avantajlı bir durumu, sadece Erdoğan gitti, Erdoğan yara aldı veya Erdoğan’ın yerine başkası geldi diye sabote eder mi? Bu soruya evet cevabı vermek, Makyavelli’nin Prens’inden bu yana yazılmış siyaset bilimleriyle ilgili bütün temel metinleri tersyüz etmeden mümkün değildir. PKK, bugün söz gelişi “Öcalan’ı tanımıyoruz” diye bir açıklama yapsa, devletin masayı devirmesi ihtimali vardır, ama Olaya bu noktadan bakıldığında da AKP’nin gitmesinin veya kalmasının masanın durumunu kökten etkilemeyeceği sonucu çıkar. Siyasette hiç bir şey mutlaklık terimleriyle ifade edilemez; ama durum bugün esas itibarıyla böyledir. Hal böyle olunca, Kürtler açısından sorun şuna dönüşmektedir: Mevcut “masa”da karşınızda güçlü bir muhatap mı görmek istiyorsunuz, yoksa en yakın müttefikleriyle bile dalaşan, morali bozulmuş, zemin kaybetmiş, ayakta kalsa dahi kolu kanadı kırılmış bir muhatap mı? Sanırım, Hükümet-Cemaat çatışmasında Kürtlerin tavrı ne olmalı sorusunun cevabı, mevcut konjonktürde büyük ölçüde bu sorunun cevabından kalkılarak verilebilir. Bu koşullar altında tavır ne olmalıdır? Cemaate destek vermeyebilirsiniz. Kanımca bunu yaptığınız için çok büyük bir kaybınız olmaz. Ama AKP’ye destek verirseniz baltayı kendi ayağınıza vurmuş olursunuz. Yapılamayacakları böyle sıralayınca yapılabilecek kendiliğinden ortaya çıkar: çatışmanın doğrudan tarafı olmayan üçüncü bir çizgide yürümek. Fakat bu üçüncü çizgi, pek çoklarının anladığı gibi “karışmayın, yesinler birbirlerini” tavrı demek değildir. Böylesi, apolitik bir tavır olacaktır. Tersine, Kürt hareketi bu işe karışmalıdır. Ama “masa”da bugün oturan veya yarın oturacak olan kişinin daha fazla zayıflaması için ne yapılması gerekiyorsa onu gerçekleştirmek çerçevesinde karışmalıdır. Bir diğer deyişle, üçüncü yol çizgisi pasif bir seyircilik politikası değildir, duruma göre tavır alan pro-aktif bir politikadır. Hatırlayanlar olacaktır, Referandum döneminde de böyle bir tutumu formüle etmiş ve adına hareketli bir üçüncü çizgi/ pozisyon adını vermiştim. Benzer bir politika bugünkü koşullarda da doğru görünüyor: üçüncü bir pozisyon, ama hareketli bir üçüncü pozisyon. Bu tavır, mevcut konjonktürde denklemin başka boyutlarını etkileyebilecek en etkili araçlardan biri olduğu için de tercih edilmelidir. Şöyle ki: kızılbaş - sayfa 35 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Erdoğan devlet içinde mutlak otorite durumunda olduğu için Öcalan’ın Erdoğan’a karşı manevra yapma imkânı çok sınırlıdır. Öcalan’ın mevcut tutsaklık koşullarında yapabileceği en “muazzam politika”, devletin değişik kliklerinden -eğer Aydınlık gazetesinde bugünlerde yayımlanmakta olan kendi ifadelerindeki deyimi kullanırsak- “taşeron”luk talebinde bulunmakla sınırlı kalmaktadır. Bu da bir politikadır, ancak PKK’nin gövdesinin sığmayacağı darlıkta bir politika. Barış adı verilen sürecin en sorunlu noktalarından birisi buradaki tersliktir. Ama geldiğimiz gün itibarıyla, PKK açısından burada tartışılacak bir şey kalmamıştır. PKK yönetimi, Newroz’da, hiçbir sınır çizme gereği görmeden Öcalan’a itaat edeceğini söylemiş, deli gömleğini kendi elleriyle kendi sırtına geçirmiştir (Hatırlayanlar olacaktır, Newroz dönemi yazılarımda barış masasına evet demenin doğru olduğunu, ancak bu işi Öcalan’ın muhataplarına Öcalan’ın sınırlarını göstererek yapmak gerektiğini yazmıştım). Siyasetin kuralları noktasından bakıldığında, böyle bir açmaz içinde kıvranıyorken izleyebileceğiniz mümkün politikalardan biri, Öcalan’ın manevra alanını genişletici sonuçlar doğurabilecek bir politika olabilir. Bunun, başarıyla gerçekleştirilse dahi derde deva olup olmayacağı ayrı bir konudur. Sorun bu değil. Sorun, bunun şu anda PKK açısından neredeyse tek seçenek durumuna gelmiş olmasıdır. Çünkü PKK “irademiz Öcalan’dır” demiştir ve Öcalan savaştıkları gücün elinde tutsaktır. Açmaz bu kadar açık ve sadedir. Bu açmaz sürdüğü ve iktidarın kontrolü Erdoğan’ın elinde kaldığı müddetçe, Öcalan görece AKP’ye yakın bir çizgide yürümek zorunda kalacaktır. PKK’nin Gezi’deki tavrı bunun ifadesiydi. Ama merkezde sözü edilen türden değişiklikler gerçekleşirse, yani iktidar içi çatışmalar ve kaymalar yaşanırsa durum bir ölçüde değişebilir. Bunun ne demek olduğunu anlamak için Öcalan’ın bir zamanlar “Ergenekon”la iş tutarken merkezdeki çatışma ve iktidar kaymalarından sonra Erdoğan’la iş tutmaya başlamasına bakılabilir. Buradan, mevcut çatışmada AKP’ye destek vermeyip merkezdeki çatışma ve çekişmeleri derinleştirmeyi hedefleyecek bir siyaset izlemenin (hareketli üçüncü yol çizgisi) Öcalan’ın politika yapma alanını genişletmek ve dolayısıyla PKK’yi biraz daha rahatlatmak bakımından da yararlı ve gerekli olduğu sonucu çıkar. Ancak bunun kolay bir iş olmadığını belirtmek lazım. Çünkü bu iş, bir dereceye kadar Öcalan’a karşı yapılmak durumundadır. Öcalan’ın AKP-Cemaat çatışmasıyla ilgili neler söylediğini veya önerdiğini henüz bilmiyorum. Ama Gezi’de olduğu gibi, PKK’yi görece AKP’ye yakın bir çizgide tutan bir politika telkin edeceğini tahmin ediyorum. Elbette büyük çeşitlilik gösteren taraftarlarının meseleyi kendilerine göre yorumlamasına imkân tanıyan yuvarlak laflarla süsleyerek (peygamberler, herkesin kendisini içinde bulabileceği yuvarlak laflarla konuşmaya mahkumdur). Ama hangi söylemi kullanarak yaparsa yapsın, böyle bir politika, PKK’yi, baltayı kendi ayağına vurmaya zorlaması anlamına gelecektir. Bahsedilen zorluk bu ilişkiden kaynaklanmaktadır. Öte yandan özel olarak PKK, genel olarak Kürt hareketi uzunca bir süredir sahip olmadığı bir uluslararası pozisyonu yakalamaya doğru ilerlemektedir. PKK yöneticilerinin andığım basiretsizliğinden kaynaklanan açmaz, onu bu pozisyonun avantajlarını kullanmaktan da bir ölçüde alıkoymaktadır. Amerika ile Avrupa Birliği’nin büyük ülkeleri başta olmak üzere bazı uluslararası güçlerin Türk devletiyle ilk kez açık çelişkiler ve çatışmalar içine girmelerinden söz ediyorum. Çok yavaş ve bu nedenle fark edilmesi kolay olmayan bir şekilde ilerleyen bir süreç olarak böyle bir çatışma gelişmektedir. Erdoğan-Cemaat çatışmasının bile bu süreçle bağlantısı vardır (özellikle de Halk Bankası halkasında). Eskiden NATO’nun sadık müttefiki bir Türkiye söz konusuydu. Dolayısıyla onula çatışma halindeki Kürt hareketi Batılı emperyalist güçlerin karşısında konumlanmaya mecbur kalıyordu. Nitekim PKK, otuz yıldır NATO karşıtı uluslararası güçlere mahkum olarak yaşadı ve savaştı. PKK’nin bu konumlanışının sadece PKK’nin ideolojik tercihleriyle veya Abdullah Öcalan’ın korkaklığıyla veya “ajan”lığıyla ilgili bir şey olduğunu sanmak, siyasetin en temel kurallarından habersiz konuşmak olur. Türkiye bir NATO ülkesiydi ve Kürt hareketi bunun doğurduğu yapısal sorunlarla boğuşmadan, bunların dikte ettiği konumlanışların zorunlu kıldığı ekstra bedelleri ödemeden kendine bir politik alan açma şansına sahip değildi. Nitekim PKK, bu bedelleri canımızdan ve kanımızdan ödedi ve böyle bir alan açmayı başardı. Fakat bir süreden beridir Kürt hareketine ekstra bedel ödeten bu yapısal terslik değişme sinyalleri veriyor. İlk kez PKK ile bazı büyük güçlerin menfaatleri kısmen ve yavaş bir şekilde üst üste düşmeye başlıyor. Suriye’de yaşananlar bu dönü- şümü gözleyebileceğimiz bir laboratuvar niteliğinde. El Qaide türü yapıların Ortadoğu’daki tehditleri de bu dönüşümü hızlandıran bir rol oynuyor. Peki, tam böyle bir süreçte Kürt hareketi veya PKK hangi politik rasyonalite gereği uluslararası güçlerin yavaş yavaş didiklemeye başladığı Erdoğan ve AKP’nin muhafızlığını yapmaya kalkışacaktır? Çünkü AKPCemaat çatışmasında Erdoğan’a yapışmanın anlamı tam da budur. Sağa sola çekiştirilebilecek bir durum yok: PKK’nin bu çatışmada Erdoğan’ı sahiplenmesi, Erdoğan’la uğraşan bazı Batılı güçler nezdinde, PKK’nin 1990’ların ortalarında Almanya’da otoyolları işgal edip yakmasına benzer bir anlama gelecektir. Hem de PKK ile bazı Batılı güçlerin çıkarları arasındaki çelişkilerin önemini yitirmeye başladığı bir dönemde! Kürt hareketi otuz yıldır kendi elinde olmayan yapısal faktörler nedeniyle ekstra bedeller ödedi. Bu kez de “Ne yapalım, liderimiz Erdoğan’ın elinde tutsak,” diyerek mi ödeyecektir aynı bedelleri? PKK ve Kürt hareketi bu soru üzerinde ciddi biçimde düşünmek zorundadır. *** Toparlarsam: 1) Kürt hareketinin kurulu “masa”daki pozisyonunu görece güçlendirmek, 2) Öcalan’ın manevra alanını genişleterek PKK’nin sırtına geçirilmiş deli gömleğini birazcık olsun gevşetebilmek ve 3) uluslararası denklemde olumluya doğru dönen bazı göstergelerin zarar görmesini engellemek noktalarından kalkılarak yapılacak bir analiz, AKP-Cemaat çatışmasında en yanlış tavrın Erdoğan’ı desteklemek olacağını gösteriyor. Aslında buradaki analizin bir ayağı daha var. Bu çatışmanın Kürt hareketinin iç dengeleriyle olan bağlantılarıyla ilgili bir ayak. Fakat bu ayağı bilerek yazıya dahil etmedim. İlk olarak o konuyla ilgili yazacağım birkaç paragrafın yazıdaki bütün tezlerin üzerini kapatacak kör bir tartışmaya yol açması ihtimalinin varlığı nedeniyle. İkinci olarak da yazacaklarımın Kürt hareketinin iç ilişkilerini olumsuz etkilemek amacıyla kullanılması ihtimalinin varlığını düşünerek. Gerçi ben onları yazmasam da o faktörler öylece durduğu müddetçe hükümlerini icra ederler. Böyle olmakla birlikte, yukarıda sunulan analiz, kör bir tartışmaya kurban gitmesin diye ben o bölümü kurban etmeyi yeğledim. Varsın bu seferlik de böyle olsun. Okurun anlayışla karşılamasını ummaktan ve bu tür sıkıntılar yaşamadan fikir üretebileceğimiz koşullara bir an evvel kavuşma dileğini tekrarlamaktan başka yapılacak bir şey yok. 2013-12-25 kızılbaş - sayfa 36 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Fethullah Gülen Paris Katliamını yaptıranlardan biri! Hozat: Paralel devlet 9 Ocak komplosunun içindedir KCK Yürütme Konseyi Eş Başkanı Bese Hozat, Türkiye'deki paralel devletin özellikle Fetullah Gülen'in, 9 Ocak 2013'te Kürt siyasetçiler Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez'in katledildiği komplonun içinde olduğunu söyledi. Hozat Gülen cemaatini NATO'nun yeni Gladyosunun merkezi olarak tanımladı. KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Bese Hozat, 1. Yıldönümünde Paris Katliamı'nın amacını, katliamla Kadın Özgürlük Hareketine verilen mesajı, katliamın ardındaki güçleri ve Kürt kadınlarının geçen bir yıldaki mücadelesini ANF'ye değerlendirdi. KATLİAMIN AMACI ÖZGÜR KADIN KİMLİĞİNİN EZİLMESİYDİ 9 Ocak katliamıyla PKK'nin tasfiyesi ve özgür kadın ve özgür Kürt kimliğinin ezilmesinin amaçlandığını ifade eden Hozat, bununla bağlantılı olarak çözüm sürecinin önü alınarak bir savaş sürecinin başlatılmak istendiğini söyledi. Katliamın Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın muhatap alındığı ve diyaloğun geliştiği bir süreçte gerçekleştirildiğini hatırlatan Hozat, "Katliam güncel olarak tamamen gelişebilecek olası demokratik çözüm sürecini hedefledi. Bundan kaynaklı hedeflenen arkadaşlar çok iyi tespit edilmişti. Sara yoldaş PKK'nin kurucularından biriydi ve tek kadın kurucuydu. Kadın özgürlük hareketinin de ilk kadın kurucu üyesi ve lider kadrosuydu. Sara yoldaşın PKK ve Kadın özgürlük hareketi içinde manevi değeri ve etkisi çok büyüktü. Kürt halkı ve demokratik kesimler nezdinde büyük bir yeri ve değeri vardı. Sara yoldaş şahsında tamamen PKK'nin ve Kadın Özgürlük Hareketi'nin tasfiyesi hedeflendi. Hedeflenen özgür kadın ve özgür Kürt kimliğiydi. Yine Rojbin yoldaş diplomasi çalışmalarında çok başarılı bir kadın arkadaştı. Kürt halk kimliğinin uluslararası hukukça tanınması için çok önemli ve başarılı çalışmalar yürütmüştü. Ronahi yoldaş gençlik hareketinin en aktif ve en başarılı kadrolarından biriydi. Özgürlük Bese Hozat hareketinin en seçkin kadrolarının bu kadar vahşi ve alçakça bir biçimde hedeflenmesi, kapsamlı bir savaşa neden olabileceği gibi PKK ve Kürt kadın hareketinin sindirilebileceği, teslim alınabileceği hesabına da dayanıyordu. Amaç; Türkiye'de iç savaşa yol açacak kapsamlı bir savaşı başlatmaktı. Bu alçakça katliam büyük bir savaşın ve soykırımcı politikaların devam edeceğinin işaretini veriyordu. Önderliğimize karşı ise büyük bir tehdit anlamına geliyordu. Bu katliamla, 'Kürt sorununun çözümüne dönük atılacak her adıma böyle karşılık vereceğiz' deniliyordu. Bu katliam çok büyük, derin ve karanlık güçlerin devrede olduğunun işaretini veriyordu. Önderliğimizin, 'Bu katliam bir işaretti' demesinin sebebi de buydu" şeklinde konuştu. ULUSLARARASI KOMPLO İLE PARİS KATLİAMINI YAPAN GÜÇLER AYNIDIR "Herkesin de bildiği gibi sekizinci ateşkes 2010 yılının sonlarında bitti ve ardından kapsamlı bir savaş süreci yaşandı. 2011 ve 2012 yılları mücadele tarihimizin en şiddetli savaş yılları oldu. Devrimci halk savaşı hamlesiyle gerilla, Botan ve Zagros sahalarında birçok alanı hakimiyeti altına aldı. Türk ordusu karadan hareket edemez duruma getirildi. Diyarbakır zindan direniş geleneğinin bir devamı olarak PKK tutsaklarının olduğu tüm zindanlarda destansı bir direniş gelişti. Halkın direnişi zindan direnişini tamamladı, Kuzey Kürdistan adeta büyük bir direniş ve isyan alanı haline geldi. Yine Suriye'de ve Rojava Kürdistan'ında yeni bir durum ortaya çıktı, Suriye büyük bir iç savaş sürecine girdi. Rojava Kürtleri Suriye'de yaşanan savaş ve Baas diktatörlüğüne dayalı ulus dev- let sisteminin dağılmasından faydalanarak devrim yaptılar. Demokratik devrim konseyini kurdular, doğrudan demokrasiye dayalı öz yönetimlerini inşa etmeye başladılar" sözleriyle katliam öncesindeki süreci değerlendiren Hozat devamla şunları söyledi: "Tüm bu gelişmeler Türk devletini ve AKP hükümetini doğrudan etkiledi. AKP iç ve dış siyasetinde büyük bir yenilgi aldı, başarısız kaldı. Mısır ve Libya'da olduğu gibi Suriye politikası da büyük bir darbe aldı ve çöktü. İçte ve dışta üst üste aldığı yenilgiler karşısında zorlanan ve sıkışan AKP hükümeti çareyi Önder Apo ile görüşmelerde buldu. İmralı'ya heyet göndererek diyalog sürecini başlattı. Paris katliamı ve komplosu tam da böyle bir sürece denk geldi. Paris komplosu olası gelişebilecek çözüm sürecine karşı yapılan bir komplo ve saldırıydı. Bu bakımdan uluslar arası komplonun da bir devamıydı. Uluslar arası komployu yapan güçlerle bu katliamı yapan güçler aynıdır. Türkiye'deki paralel devlet de işin merkezindedir." PARALEL DEVLET KÜRT SORUNUNU ÇÖZDÜRMÜYOR Türkiye'de tek devletten bahsetmenin mümkün olmadığını kaydeden Hozat, paralel devletlerin ülkenin siyasetinde önemli bir etkiye sahip olduğunu söyledi. "Türkiye'de resmi devletin dışında bir de oluşan paralel devletler vardır. Mesela F. Gülen cemaati paralel bir devlettir" diyen Hozat devamla şunları söyledi: "İsrail lobisi, yine milliyetçi Ermeni ve Rum lobileri paralel birer devlettir. Paralel devletlerin birbiriyle ortaklaştığı ciddi bir çıkar ilişkisi vardır. Paralel devletlerin resmi bir hukukları, anayasaları yoktur. Görünürde resmiyete kavuşmuş bir orduları da yoktur ama resmi olandan daha güçlü ve örgütlü bir güce sahiptirler. Özel harp dairesi ve JİTEM gibi güçler paralel devletin vurucu güçleridir, şimdi buna resmi kimlikli emniyet, polis ve yargı güçleri de eklenmiştir. Bunların bağlı kaldıkları hiçbir hukuk ve kural yoktur. Tüm savaş kurallarını kendileri belirleyip uyguluyorlar, kimseye de bir hesap vermiyorlar. Paralel devletin korkunçluğu esas burada ortaya çıkıyor. Paralel devlet Gladyo devletidir, kızılbaş - sayfa 37 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 NATO destekli cemaatin ve lobilerin illegal devlet örgütlenmesidir. Asıl amacı, Türkiye'nin demokratikleşmesini engellemektir. Türkiye'yi sürekli batıya bağımlı kılmaya çalışarak batının bölge politikalarını Türkiye üzerinden hayata geçirmektir. Bunun için paralel devlet Türkiye'yi batıya bağımlı kılmak için Kürt sorununu sürekli canlı tutuyor, çözdürmüyor. Kürt sorunu demokratik temelde çözülürse Türkiye demokratikleşecektir ve bunu katiyen istemiyor. Sürekli savaşı ve çatışmayı geliştirerek Türkiye'yi kontrolünde tutuyor, çıkarları neyi gerektiriyorsa Türkiye'ye onu yaptırıyor. Uluslar arası komplo gibi Paris komplosu da bu planın çok önemli bir parçasıdır. Devletin Önderliğimiz ile diyaloga geçtiği bir süreçte bu katliamın yapılmasının sebebi de budur." Türkiye'deki paralel devletin özellikle de Fetullah Gülen cemaatinin bu katliamın içinde olduğunu ifade eden Hozat "Ömer Güney cemaatin en aktif kadrolarından biridir. Paris katliamından önce Ömer Güney birçok defa Türkiye'ye geliyor. O süreçte Türkiye'de birçok toplantının yapıldığına dair somut bilgiler vardır. Türkiye'de katliamdan on, on beş gün önce Ömer Güney'in de içinde olduğu bir toplantı yapılıyor. Bu toplantıdan ve öncesi yapılan birçok toplantıdan ve plandan AKP'nin haberdar olmaması mümkün değildir. Kaldı ki Erdoğan bir ay boyunca Sara arkadaşı izlediklerini bizzat kendisi belirtti. Türkiye'de resmi devlet bir şemadan, bir şekilden ibarettir, Türkiye'yi yöneten esas güç paralel devlettir. Türkiye'yi yöneten NATO'dur, NATO'nun kurduğu ve merkezinde Gülen cemaatinin yer aldığı yeni Gladyodur. Paris katliamını da bu güçler yaptı. NATO bağlantılı olarak Almanya ve Fransa da bu işin içindedir" şeklinde konuştu. KÜRT KADIN ÖZGÜRLÜK HAREKETİNİ SİNDİRMEK İSTEDİLER Paris katliamı ile ile Kürt Kadın Özgürlük Hareketi sindirilmek, bastırılmak ve tasfiye edilmek istendiğinin altını çizen Hozat şunları söyledi: "Bu da komplocu güçlerin Kürt kadın hareketinden ne kadar çok korktuklarını gösteriyor. Çünkü bu güçler kadın özgürlük hareketinin gücünü ve etkisini çok iyi biliyorlar ve bundan korkuyorlar. Kürt Kadın Hareketi 35 yıllık mücadelesiyle Kürt toplumunda çok büyük bir demokratikleşme ve özgürleşme düzeyi yarattı. Yeni bir ahlak ve kültür oluşturdu. Erkek egemen cinsiyetçi zihniyeti ve kültürü değişime uğrattı, demokratik ve özgürlükçü yeni bir kültür ortaya çıkardı. Bu eşine ender rastlanan çok büyük bir sosyal devrimdir ve tüm bölgeyi müthiş etkiliyor. Sara yoldaşın bu devrimdeki yeri ve rolü en ön sıralarda ve lider konumdadır. Kadın özgürlük mücadelesi Kürdistan'ı aşarak bölge kadınını ve toplumunu çok derinden etkileyen bir özelliğe sahiptir. Mücadeleci, özgürlükçü Kürt kadını bölge kadını açısından büyük bir moral ve cesaret gücüdür. Kadın özgürlük Hareketi, bölge kadınına da mücadele etme gücü, bilinci, iradesi ve cesareti kazandırıyor. Bu da bölgenin demokratikleşmesi anlamına geliyor. Komplocu güçler bir de bu gerçeklikten büyük bir korku duydular. Kadın özgürlük hareketinin bölge kadınını ve toplumunu etkileme gücünü çok iyi gördükleri için bu güçten ve etkiden korktular. Çünkü bölgenin demokratikleşmesi demek onların bitmesi demekti. Bunu engellemek, kadının özgürlük iradesini kırmak için bu alçakça komployu ve saldırıyı gerçekleştirdiler. Paris katliamının temel bir amacı da hiç kuşkusuz buydu. Üç ayrı kuşaktan üç yoldaşımızı bu alçakça katliamda kaybettik. Sara yoldaş PKK'nin ilk kadın kurucu üyesi olduğu gibi kadın hareketinin de ilk kurucusudur. Bir bakıma kadın hareketinin tarihidir, hafızasıdır. Kadın özgürlük hareketinin özgürlük ruhu ve bilincidir. Özgürlük felsefesinin cisimleşmiş en çarpıcı kadın örneğidir. Rojbin yoldaş orta kuşağın özgürlük ideolojisinde yoğunlaşmış, bilinçlen- miş ve iradeleşmiş en cesur ve en başarılı militanıydı. Ronahi yoldaş genç kuşağın devrim coşkusuyla dopdolu fedakârlık ve cesarette sınır tanımayan asil bir örneğiydi. Bu değerli üç yoldaşımız şahsında hedeflenen bir bütün kadın özgürlük hareketidir ve tarihidir. Dolaysıyla Paris katliamı aynı zamanda kadın özgürlük hareketine karşı geliştirilen bir katliamdır, vahşi ve zalim bir komplodur. 9 Ocak Paris katliamının üzerinden bir yıl geçti. Avrupa'da Kürt kadınları ve Kürt halkı çeşitli eylemselliklerle ve yürüyüşlerle bu vahşi katliamı sürekli bir biçimde protesto etti ve tepkilerini ortaya koydular. Katliamın üstünü örtmeye ve katliamı unutturmaya çalışan Avrupa'ya ''Bu iğrenç komployu ve işlediğiniz bu büyük suçu Dünya'ya unutturamazsınız, buna izin vermeyeceğiz'' dediler ve önemli oranda da bunu başardılar. Paris katliamı gündemde sürekli canlı tutuldu. Ancak yıl boyunca gelişen bu tepkiler katliamı gündemde tutmayı başarsa da katliamı açığa çıkarmayı başaramadı. Kürt kadını ve halkı Avrupa ülkeleri özelde de Fransa'nın üzerinde büyük bir baskı oluşturup katliamı planlayan ve gerçekleştiren güçleri kamuoyuna açıklamasını sağlayamadı. Bu anlamda kadınların, Kürtlerin katliama tepkileri gelişse de bu konuda verdikleri mücadele zayıf ve yetersiz kaldı diyebiliriz. Paris katliamının yıl dönümü vesilesiyle tekrardan özellikle altını çizerek şunu söyleyebilirim ve şu çağrıda bulunabilirim; Bizler hareket ve halk olarak bu katliamı mutlaka açığa çıkarmalıyız. Bu katliamın açığa çıkması ve mahkûm edilmesi demek Kürtler üzerinde uygulanan yüzyıllık katliamcı politikaların mahkum edilmesi demektir. Önderliğimize karşı geliştirilen 9 Ekim Uluslar arası komplosunun boşa çıkarılması ve mahkum edilmesi demektir. Bu katliam Kürtlere karşı uygulanan yüzyıllık katliamcı ve soykırımcı politikaların bir devamı ve en vahşi bir şekilde uygulanma biçimidir. Bu açıdan mücadelemizi büyüterek sürdürmeliyiz. Büyük bir toplumsal baskı ile Avrupa'yı ve özelde de Fransa'yı bu katliamcı, komplocu güçlerin kim olduğunu resmi bir biçimde açıklamaya, hesap sormaya zorlamalıyız ve bunu mutlaka başarmalıyız." ANF kızılbaş - sayfa 38 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 HDP’den KCK açıklaması Agos.com.tr - KCK Eşbaşkanı Bese Hozat, Fırat Haber Ajansı’na verdiği mülakatta “Türkiye’de resmi devletin dışında bir de paralel devletler vardır. Mesela Gülen cemaati paralel bir devlettir. İsrail lobisi, yine milliyetçi Ermeni ve Rum lobileri paralel birer devlettir” sözleriyle Anadolu kökenli toplulukları hedef almıştı. Halkların Demokratik Partisi’nden yapılan açıklamada, KCK’nın açıklamasının endişelere neden olduğu belirtilerek “Eşitliğe dayalı ortak ve demokratik bir gelecek kurmayı gölgeleyecek her tür endişeyi gidermek bu nedenle önemli ve gerekli bir adımdır” dendi. HDP Eşbaşkanları, Sebahat Tuncel ve Ertuğrul Kürkçü imzasıyla yayımlanan açıklama şöyle: ‘Gayrimüslim lobilerinin paralel devletleri’ mi? FOTİ BENLİSOY KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Bese Hozat'ın Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez’in katledilişinin yıldönümünde yaptığı açıklamadan üç cümleyi ‘cımbızlayalım’: “Türkiye’de resmi devletin dışında bir de oluşan paralel devletler vardır. Mesela F. Gülen cemaati paralel bir devlettir. İsrail lobisi, yine milliyetçi Ermeni ve Rum lobileri paralel birer devlettir.” Öcalan, Hozat'ınkilere çok yakın ifadeler kullanıyordu Hatırlayalım. Bundan aşağı yukarı bir yıl önce Abdullah Öcalan'la yapılan görüşmelerin notlarından bir kısmı basına sızdırılmıştı. Bu notların bir bölümünde Öcalan, Hozat'ınkilere çok yakın ifadeler kullanıyordu. Şöyle diyordu Öcalan: “Devreye giren İsrail lobisi, Ermeni ve Rumlar, ‘Kürtler ne kadar dışlanırsa o kadar başarılı oluruz’ diyorlar. Bu paralel devlettir.” KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Bese Hozat’ın, Paris’te Sakine Cansız, Leyla Şaylemez ve Fidan Doğan’ın katledilmelerinin birinci yıldönümü vesilesiyle verdiği mülakatta, “Türkiye’de resmi devletin dışında oluşan paralel devletler”den söz ederken, “İsrail lobisi... milliyetçi Ermeni ve Rum lobileri”nin de “birer paralel devlet” olduğuna ilişkin tespitlerinin Halkların Demokratik Partisi (HDP) içinde ve dışında tartışmalara ve endişelere neden olduğunu görüyoruz. Basit birer sürç-i lisan mı? ‘Maksadını aşan’ ifadeler mi? Resmi toplumdan ve devletten, hukuken ve siyaseten dışlanan ve sıkça nefret söyleminin nesnesi kılınan Ermeni, Rum ve Yahudi kimliklerinin “paralel devlet” ile ilintilendirilmesinin halklarımız arasında endişeyle izlenmesinin nedenlerini anlıyoruz. Sorular çok. Gayrimüslimlerin lobiciliğinden ve de üstelik bunların NATO ve Gladio ile bağlantısından dem vurarak milliyetçi paranoyalara seslenmekle güdülen amaç ne? Milliyetçi-muhafazakâr zihniyet dünyasının köşe taşı olagelmiş argümanların ima yoluyla da olsa yeniden üretilmesinin barışa ya da Kürtlerin mücadelesine ne gibi bir katkısı olur? Azınlık karşıtı banal milliyetçi teyakkuz literatürüne has bir söylemin nasıl bir siyasal getirisi olabilir? Milliyetçi-muhafazakâr camianın dilini benimsemek taktik bir hamleyse, bu hamlenin gerekçesi olan strateji nedir? Barış, (tam da Erdoğan yeni bir İstiklal Savaşı çağrısı yaparken) İslam anasırının gâvura (emperyalizmin işbirlikçisi lobilere) karşı birleşmesi, bütünleşmesiyle mi gelecek? Gelse bile bu barış ne menem bir barış olacak? Geçmişte yaşanmış olanlar, Ermeni, Asuri ve Süryani soykırımı, Rum tehcir ve sürgünleri, Anadolu ve Yunanistan mübadeleleri ile Yahudi düşmanlığı mağdurlarının kayıplarının telafisi ve haklarının iadesi için de mücadele eden partimizin Ermeni, Rum, Yahudi, Çerkes, Pomak, Arap, Laz ve elbette Kürt ve Türk ve diğer halklardan üyeleri vardır. Öyle düşünüyoruz ki, bir asırdır süregiden resmi ve gayrı resmi inkâr ve imhaya karşı mücadele halindeki Kürt halkının devrimci sözcüleri de, yaşadığımız coğrafyada halkların eşitliği ve kardeşliği düşüncesini ihya edecek, mücadele ortaklığını pekiştirecek bir söylemi tercih etmelidir. Eşitliğe dayalı ortak ve demokratik bir gelecek kurmayı gölgeleyecek her tür endişeyi gidermek bu nedenle önemli ve gerekli bir adımdır. Kaynak: http://www.agos.com.tr Peki, bir yıldan az zaman zarfında Rum, Ermeni ve Yahudi ‘lobilerinin’ birer ‘paralel devlet’ meydana getirdiği yönünde bu birbirine ‘paralel’ iki açıklama sadece bir tesadüften mi ibaret? Kürt hareketinin 30 yıllık mücadelesiyle nasıl bir demokratik potansiyeli harekete geçirmiş olduğu üzerine fazla söze gerek yok. Dahası Kürt siyasal hareketinin bu topraklardaki farklı etnik-dini toplulukların kendi kültürel taleplerini ortaya koymaları yolunda nasıl kanallar açtığı da tartışılmaz bir gerçek. Peki, bunca mücadelenin yarattığı bu birikimle tezat teşkil eden bu açıklamaları nasıl yorumlamak gerekiyor? Basit birer sürç-i lisan mı? ‘Maksadını aşan’ ifadeler mi? Gayrimüslimleri düşmanlaştırmak, Türk ulusal kimliğinin inşa sürecindeki beka kaygısına seslenmek, Türkiye siyaset esnafının farklı fraksiyonları için daima hayli işlevli bir söylemsel strateji oldu. Bu siyaset geleneğinden radikal bir kopuşu önümüze koyacaksak bu dilden amasız ve fakatsız bir biçimde kopmak şart. İma ya da teville de olsa, sürç-i lisan sonucu da olsa, gayrimüslimlere milli bütüne nifak sokan “beşinci kol” muamelesi yapan dili çoğaltmak, ister istemez bu topraklardaki hâkim siyaseti yeniden üretmek anlamına gelir. Unutmayalım, “Osmanlı'da oyun çok” sözü yüzlerce yıllık bir tecrübenin ürünüdür ve Osmanlı'nın en başarılı olduğu oyunlardan biri, muarızını kendine benzetmek, onu kendi bildiği kalıba sokmaktır. Kürt siyasal geleneği, yarattığı birikimin bu oyunu bozacak sıklette olduğunun örneklerini hep gösterdi. Göstermeye devam edeceğini umalım. Kaynak: http://www.agos.com.tr/haber.php?seo=gayrimuslim-lobilerininparalel-devletleri-mi&haberid=6412 kızılbaş - sayfa 39 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 1915 VE ÖNCESİ: KÜRT TARİHYAZIMINDA İNKARCI EĞİLİMLER ÜZERİNE – 5. Bölüm Zagrosi Eleştirisinin Son Kısmı: Evet, Tarihi Doğru Okuyalım!.. Sovyet yönetimi 31 Aralık 1917 günü yayınladığı Türk-Ermenistanı hakkındaki dekret ile, sürgün edilmiş Ermenilerin yurtlarına dönmelerini ve burada yapılacak özgür bir referandumla tam bağımsızlığa varıncaya kadar kendi kaderlerini belirleme haklarını savunmuştu. Bunun hayata geçmesi güvenlikli bir ortamın olmasına bağlıydı. Bolşevikler Çarlık yönetiminin savaş boyunca işgal etmiş olduğu yerlerden çekilmeyi benimsemişlerdi. Fakat Batı Ermenistan açısından soykırımın yarattığı özel durum gereği, dekrette belirtilen amaçların gerçekleşebilmesi için burada asker bulundurmaya devam edebilirlerdi. Ermeni bolşevikleri adına konuyu Lenin'le görüşen Vahan Deryan, onun kendisini çok iyi anladığını ve “Rus askerini bölgeden çıkartmayı, işgale son verme yanında özgür bir referandum ortamı sağlamanın gereği olarak da savunmakla beraber, Ermeni halkının istemesi halinde güvenlik için gerekli askeri birliklerin orada kalmasına karşı olmayacağını” söylediğini belirtir. Ne var ki böyle bir koşul, dış dünyada Sovyet yönetiminin işgale karşıtlık bakımından tutarsız görülmesine meydan vermemek adına dekrete yazılmaz. Onun yerine “Türk-Ermenistanı'ndan askerlerin çıkarılması ve nüfusun can ve mal güvenliğini temin etme amacıyla Ermeni halk milislerinin gecikmesiz örgütlenmesi” şeklinde bir madde formüle edilir. Ama sürgünler dönünceye kadar bu gücü oluşturacak insan kaynağı yetersizdir. Pratik çözüm olarak düşünülen şey, değişik cephelerden çekilen Rus ordusu içindeki Ermeni askerlerin Erzurum, Van ve Bitlis sınırlarında görevlendirilmeleri olur. [17] Fakat henüz o sevkiyatın koşulları da oluşmadan Rus askeri çekilince Türk tarafına sözkonusu bölgeleri yeniden işgal fırsatı verilir. Bu noktada Sovyet yönetiminin ihmali yada dirayetsizliğinden söz etmek mümkün. Rus askerinin Türk cephesinden çekilmesini şart koşan bir anlaşma o gün için yoktur. 5 Aralık 1917 tarihli Erzincan Mütarekesi'nin düzenlediği şey, barış antlaşmasına kadar taraf ların ihlal etmeyecekleri as- Hovsep Hayreni keri hatlar ve riayet edecekleri ateşkes koşullarıdır. Buna göre Rus askerinin bir bölümü kendi hatları içinde kritik noktaları tutmaya devam edebilirdi. Erzincan Mütarekesi'nden 3 Mart 1918 tarihli Brest-Litovsk Antlaşması'na kadar geçen üç aylık sürenin bu şekilde güvenceye alınması Ermenilerin kendi savunmalarını güçlendirmeleri için yeterli olabilirdi. Bu konuda Sovyet yönetiminin işini zorlaştıran şey, cephedeki askerlerin eve dönüş sabırsızlığı içinde bir gün bile fazladan beklemeye tahammülsüz duruma gelmiş olmalarıdır. Bunu da aleyhte bir faktör olarak belirtmek gerekir. Soykırım sonrası tutunma ve geri dönebilen sürgünlerle beraber yeni bir yaşam kurma bakımından bu süreç hayati öneme sahipti. Yalnız kendi gücüyle başarı şansı bulunmayan Ermenilerin, bir yandan Sovyet desteğini, bir yandan da Dersim-Koçgiri Kızılbaş Kürt liderleriyle ittifakı gözetmeleri gerekiyordu. Daha doğuda ve güneyde Sünni Müslüman Kürtlerle karşıt cephelerde yer almış olma nedeniyle yakınlaşma imkanı pek bulunmazken, Dersim'de son zamanlara kadar tarafsız duruşunu koruyan Kızılbaş Kürtlerle diyalog koşulları ve anlaşabilme şansı da vardı. Bunun iyi değerlendirilmesi halinde, Rus ordusunun çekilmesine rağmen Dersim-Erzincan-Erzurum hattı birleşik güçlerle savunulabilirdi. Türklerin doğu seferine set çekecek böyle bir gelişme, Van'a kadar da Ermeni güçlerinin dayanma şansını artırırdı. Öte yandan Kaf kas bölümünde Taşnak liderleri Bolşeviklerle ilk dönem var olan dostane ilişkilerini koruyup Sovyet karşıtı ittifaklardan uzak durmayı bilselerdi, Doğu Ermenistan'la birlikte Batı Ermenistan ve Kuzey Kürdistan'ın da (hiç değilse belli bölümleriyle) bağımsız olması ve/veya Sovyetler Birliği'ne katılması mümkün olabilirdi. Taşnak yöneticilerinin bir kısmı Kaf kas Bolşeviklerinin önderi Stepan Şahumyan kanalından Sovyetlerle dostluk ve Türk tehditine karşı birleşik cephe oluşturma çabası içindeyken, bazıları malesef daha önceki acı tecrübelerine rağmen İngilizlerden medet uman akılsız bir yol izlediler. Kaf kasya'nın Türkiye tarafından ilhakını arzu eden Musavatçı Azeriler ve Menşevik Gürcülerle ortaklaşıp, Türkiye'nin işine gelecek türden bir bağımsızlık ilanına destek verdiler. Böylece Rusya'dan koparak kendilerini zor duruma soktular. Brest-Litovsk'un çizdiği sınırlardan öteye geçen Türk saldırganlığı karşısında yalnız kaldılar. Büyük ödünlerle çöküşe sürüklenen ve Türkiye tarafından yutulmak üzere olan Doğu Ermenistan, nihayet Bolşeviklerin iktidarı alması sayesinde bir Sovyet cumhuriyetine dönüşerek yok olmaktan kurtuldu. Taşnakların Ermeni halkına yarardan çok zarar getiren milliyetçi siyasetlerini eleştirmekle beraber, Sovyetlerin o süreç içinde İttihatçı ve Kemalist liderlerle geliştirdikleri pragmatik ilişkileri de sorgulamak zorundayız. Konuyu biraz dağıtmak pahasına bu kadarına değinmeyi gerekli gördüm. Bu faktörleri dikkate alarak tekrar Zagrosi'nin savunduğu görüşe dönelim. O, Sovyet belgelerinde Türk(iye) Ermenistanı olarak tanımlanan bölgelerin (Rus askerince boşaltılan Erzurum, Van, Bitlis vilayetleri) aslında Kürdistan olduğunu, haksız yere Ermenileştirilmek istendiğini, Dersimlilerin de bunu kabul edemedikleri için harekete geçip Erzurum'a kadar Ermenileri kovaladıklarını savunuyor. Bu gerekçelendirme tarzı yapılan eylemi meşrulaştırıcı bir özellik taşıyor. “Erzincan'da Kürtlerin yok edilmek istendiği”ne dair kasıtlı Türk propagandası da buna dayanak yapılıyor. Şimdi bir an için düşünelim. Yukarda tasavvur ettiğimiz şekilde Dersim-Koçgiri Kürtleri ErzincanErzurum hattındaki Ermenilerle birleşerek bir Kürdistan-Ermenistan kızılbaş - sayfa 40 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ortak bağımsızlığı ilan etseler, daha doğuda ve güneydeki Ermeni ve Kürt bölgeleri de yaratılan sinerjiyle bunlara eklemlense, sağlanan güvenlik koşulları Ermeni ve Kürt sürgünlerinin de gelip yurtlarına yerleşmelerine imkan verse, fena mı olurdu? Bu noktada “Ama Sovyetler'in TürkErmenistanı hakkındaki dekreti hiç Kürdistan'dan söz etmiyor, yerinden edilmiş Kürtlerin dönüşü ve Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı da konu edilmiyor” şeklinde itiraz edilebilir. Bence de o belirleme problemlidir. Gerçi orda Osmanlı Kürtleri ve Ermenilerinin bütün yoğunluk alanları değil, yalnızca savaşta Rusların işgal etmiş olduğu üç vilayet ele alınmış, buraların Ermenistan hüviyeti (hem tarihselkültürel doku, hem de son zamanlara ulaşan nüfus itibariyle) görece daha belirgin olduğu için öyle tanımlanmıştır. Tarihsel olarak asıl Kürdistan'ın Doğu Toroslar'dan Zagroslar'a kadar daha güney bölgeleri ifade etmesi, Osmanlı döneminde Kürtlere tanınan otonom beylik yetkilerinin Kürdistan'ı Ermenistan aleyhine genişletmiş olması, 19. yüzyılda pekçok toprak gaspı, göçe zorlama ve lokal kırımlarla Ermenilerin doğal olmayan dağılma ve azalması, bu tanım lehine toleranslı düşünmeyi gerektiren durumlardır. Daha önemlisi en son vurulan darbe, yani 1915 soykırımı ile yokolma noktasına getirilen bir halk olduğu için, hayatta kalabilmiş sürgün ve göçmen Ermenilerin dönüp yerleşerek ulusal bütünlüklerini bu üç vilayette yeniden sağlamaları adaletin gereği olarak savunulmuştur. Herşeye rağmen, bu üç vilayet dahil Osmanlı devletinin doğu bölümü son yüzyıllarda oldukça içiçe geçen nüfuslarıyla ağırlıklı olarak Ermeni-Kürt karışımı bir gerçeklik arzettiği için, en iyi çözümün federatif birlik olacağı bir ortak vatan (yani Ermenistan-Kürdistan bileşkesi) olarak kabul edilmeliydi. Toplu bulundukları yerlerde başka önemli gruplar için de özerklik düşünülmeliydi. Adil bir yaklaşımla, evet, Sovyetlerin o dönem yalnız Ermeni ve Ermenistan sorununu değil, Kürt ve Kürdistan sorununu da ifade ederek, üç vilayetten daha geniş bir coğrafya kapsamında çözüm önermeleri daha doğru olurdu. Ancak onlar Rusya'yı savaştan çekmenin sorunları üzerine yoğunlaştıkları için, fiilen Rus askerinin bulunduğu Erzurum, Van, Bitlis vilayetleriyle sınırlı kararname çıkartmış olmaları normaldir. Oraları Ermenistan olarak tanımaları da, diğer doğu vilayetlerinin Kürdistan olarak vücut bulma ihtimali- ni dışlamaz. Nitekim Erzincan-Dersim hattındaki görüşmelerde Rus ve Ermeni komutanların Dersim ve daha güneylerini Kürdistan kapsamında kabule açık olduklarını görmüştük. Her iki taraftan milliyetçi bakışla yalnızca Ermenistan veya yalnızca Kürdistan olarak tanımlanan yerler, ortak ulusal kurtuluş arayışına girildiği durumda daha rasyonel yaklaşımlarla birbirinin hakkına saygılı birleşik tanımlara konu olabilirdi. Sovyetlerin siyaseti bunu teşvik edecek yönde olmalıydı. Yayınlanan dekrette hiç değilse, Ermeni sürgünleri gibi, savaş boyunca şu yada bu tarafın zoruyla yerinden olan başka mağdurların da yurtlarına dönüş hakkı savunulmalıydı. Böyle kapsayıcı bir yaklaşımın eksikliği, Sovyetlerin Kürtleri ve Kürdistan'ı görmezden geldiklerini düşündürüyor. Zagrosi yazılarında Sovyetler'in Kürt halkı ve Kürdistan için bir duyarlılık göstermediklerini dile getirirken haksız sayılmaz. Mart 1923 tarihli Sovyet Dışişlerine ait bir raporda, hem Türkiye, hem İran tarafındaki Kürtlerin otonomi taleplerine, Sovyetlerin kendi devlet çıkarları için zararlı görülerek karşı çıkılması ilginçtir. [18] Daha sonra Kemalistlerin Kürt hareketlerine karşı yaptığı her katliamı “gerici feodal güçlerin bastırılması” şeklinde destekleyen Sovyetler'in bu politikası da açıkça yanlış ve kendi teorik ilkelerine tersti. Bu gibi durumlarda ezilen ulusların savunulması gereken hakları reel politikaya kurban edilmiştir. Bu şekilde haksızlığa uğrayan yalnızca Kürtler değil, aynı yıllarda yine Kemalist Türkiye'nin dostluğunu gözetme aşkına Sovyet yöneticileri Ermenilere de yer yer haksızlık etmiştir. Savaş sonrası Batı Ermenistan'ı tanıyan dekretin kağıtta kalmış olması bir yana, Doğu Ermenistan'ın Sovyetlere katıldığı aşamada Kars ve Ardahan'ın Türkiye'ye bırakılıp, Dağlık Karabağ ve Nahçıvan'ın Azerbaycan'a bağlanması da bu türden durumlardır. Sonra bir de Karabağ ile Ermenistan arasında yine Azerbaycan'a bağlı özerk bölge yapılan ve çok geçmeden kaldırılan Kızıl Kürdistan var. Şimdilerde, onun özerkliğine son verilme olayını dönemin merkezi yönetimi yanında Sovyet Ermenistanı'na fatura edenler oluyor. Halbuki o tür tasarruflar merkezin elinde olduğu gibi, Ermenilerin tavsiye anlamında olsun Kızıl Kürdistan'ın kaldırılmasını istemiş olmaları akla uygun bir ihtimal değildir. Zagrosi'nin savaş sonrasına ilişkin iki değerlendirmesini de alarak konuyu tamamlamaya çalışacağım. “Birinci Dünya Savaşından sonra Paris Barış görüşmeleri esnasında Ermeni delegasyonu ile Şerif Paşa arasında yakınlaşma oldu. Bu yakınlaşmanın neticesinden 'Sevres Antlaşması' ortaya çıktı. Fakat, Kürdler yoğun bir şekilde Sevres antlaşmasına karşı çıktılar. Bu karşı çıkışın esas nedeni ise Sevres Antlaşmasıyla Van, Bitlis ve Erzurum gibi şehirlerın Ermenilere bırakılması meselesiydi. Kürdistan için otonomi istiyen Seyid Abdulkadir'in Barış Konferansına gönderdiği 'Büyük Kürdistan' haritası bu anlamda anlamlıdır.” Burada yine Van, Bitlis ve Erzurum vilayetleriyle sınırlı bir Ermenistan dahi kabul edilemez görülüyor. Buna karşılık çok daha büyük bir alanın Kürdistan olması isteniyor. Ermeni partilerini o amaçtan uzak oldukları dönemler için bile “Büyük Ermenistan” peşinde olmakla suçlayan yazar, Seyit Abdülkadir'in Batı Ermenistan'ı yutan “Büyük Kürdistan” haritasını ise iftiharla savunuyor. Bunun adil bir yaklaşım olmadığı açıktır. Ermeni tarafı için kınama konusu ettiği milliyetçiliği yazarın daha fazlasıyla kendi bakışında sorgulaması gerekir. Üstelik Seyit Abdülkadir'in alternatif olarak çıkarttığı harita bağımsızlık yönünde değil, kırılıp dağıtılmış Ermeni halkının kendi yurdunda toparlanma ihtimaline karşı Türk-Kürt ittifakını ifade eden Misak-ı Milli kapsamında bir özerklik içindir. Zagrosi bunu olumlamakla Nuri Dersimi'nin de gerisine düştüğünün farkında mı acaba? Dersimi şu değerlendirmeyi yapıyor: “Şurası dikkate değerdir ki,Seyit Abdülkadir, Kürt ve Ermeni davasının çözümü için ortak bir sınır dahilinde bir Kürdistan ve Ermenistan Federasyonu'nun yaratılması fikrine katiyen yanaşmıyor ve savunduğu prensipte bağımsız bir Kürdistan'dan değil, ancak bir Türk vilayeti niteliğinde bir Kürt özerk bölgesi fikrini savunmuş oluyordu. Seyit Abdülkadir'in ileri sürdüğü bu formül, pek çok elastiki olup, Türk diplomatlarının darda kaldıkları zaman, göz boyamak için ileri sürdükleri sözde Bağımsız Kürdistan formülünden farklı hiç bir nitelik arzetmiyordu. Şu halde Seyit Abdülkadir, Kürdistan Teali Cemiyeti içerisinde bir Türk ajanı rolünü bilerek veya bilmeyerek oynamış oluyordu” [19] Yukardaki satırlardan da anlaşılır ki, Kürtlerin Ermenistan adına hiç bir yer tanımayıp Ermenilerle ortak bağımsızlık fikrine dahi karşı çıkarak bütün o topraklar üzerinde kızılbaş - sayfa 41 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Türkiye'ye tabi geniş bir Kürdistan özerkliği aramaları, ne hakkaniyetli bir yaklaşım, ne de kendilerine kazandıracak bir yol olmuştur. İki ulusal sorunun birleşik çözümü için Sevr Barış Konferansı'na ortak önerge veren Ermeni ve Kürt milli delegasyon başkanlarının (Boğos Nubar ile Şerif Paşa) anlaştıkları, yalnız sınırlarının tespitini hakem devletlere bıraktıkları Ermenistan ile Kürdistan'ın bağımsızlığı, ne yazık ki Osmanlı Kürtleri arasında destek bulmamış, aksine Seyit Abdülkadir'den Saidi Kürdi'ye kadar tepkiyle karşılanarak Şerif Paşa'nın çekilmesine yol açmıştır. Öte yanda milliyetçi körlüğe saplanmış bazı Ermeniler de “toprak konusunda Kürtlere taviz veriyor” diye Boğos Nubar'ı eleştirir. Kendi aralarında özverili dayanışmaya muhtaç olan iki halkın bu iradeyi gösteremediği durumdan Türk sömürgeciliği kârlı çıkar. Sovyetlerin Türkiye Ermenistanı hakkındaki dekreti gibi, Batı'nın Wilson haritası ve Sevr hükümleri de kağıt üzerinde kalır. Sürgünlerin dönemediği Batı Ermenistan, Kürtleri arkasına almış Kemalistlerin devam eden saldırı ve temizlik hareketleriyle tam bir yitik ülke olur, demografik anlamda daha belirgin bir Kürdistan görünümü kazanır; ama bu Kürdistan da Kürtlerin sadakatine karşılık her tür statüden yoksun, kimliksiz ve sömürgeden beter bir duruma mahkum edilir. İşte günümüze kadar çekilen bunun acısıdır. Daha sonraki tarihten Hoybun ile Taşnakların güçbirliği çabasına değinen yazar, bundan da yine tarihsel Batı Ermenistan'ın inkarı yönünde sonuç çıkartmaya çalışıyor: “Kürd ve Ermeni siyasal oluşumları arasında teorik anlamda en ciddi antlaşma 1927 yılında Xoybun ve Taşnak Partisi arasından yapılan antlaşmadır. (...) Taşnak Partisi ve Xoybûn arasında imzalanan antlaşmada çok enterasan bir başka nokta daha var.. İki partinin ortak protokolunun B kısmının 2.maddesi 'Sevres Antlasmasında Ermenilere Van, Bitlis ve Erzurum'u veren 89. maddesi geçersizdir' diye yazıyor. (Wahe Tachjian, age sayfa 365) Bunu Taşnak Partisi'nin geçmişte yaptığı yanlışlığın bir özeleştirisi olarak okumak gerekiyor.” Acaba o madde hangi ihtiyaçtan hareketle yazılmış? Mantıki olarak düşünürsek, Taşnak partisinin bununla tarihsel Batı Ermenistan hakkındaki görüşünden vazgeçtiğini değil; ancak belki o gün ittifak halinde verilecek mücadelenin nasıl bir yeni oluşuma izin vereceğini görüp ona göre somut formüller önermek üzere bir serbestlik sağlamak istediğini, başka bir deyişle çoktan kadük olmuş Sevr'in bu yeni ilişkiler üzerindeki bağlayıcılığından kurtulmayı tercih ettiğini söyleyebiliriz. Yani öyle bir maddenin varlığı hiç bir şekilde “Van, Bitlis ve Erzurum'un Ermenistan olarak tanınmasını istemekle geçmişte yanlış yapmışız” anlamına gelmez. Çokçası “o süreçte Kürtler ile daha geniş bir alanda ortak bağımsızlık için karmaşık iç sınırlarını sonradan iki halkın demokratik iradesiyle aramızda netleştirmek üzere Armeno-Kürdistan türünden bir federasyon önerisi geliştirsek daha doğru yapmış olurduk” gibi bir anlam çıkartılabilir. Nitekim Hoybun ile Taşnak ittifakı üzerine değerlendirmeler yapan Kürt siyasetçilerden Zinnar Silopi, Kürt bağımsızlık hareketine arka çıkacak hiç bir ülke ve yapının görülmediği o dönem yegane dostluk ve ittifakın Ermenilerle sağlanabildiğini belirttikten sonra, “Kürdistan ile Ermenistan arasında sınırları belirleme meselesine gelince, bunun müstakbel Kürt ve Ermeni yönetimlerinin kararına bırakılması” yönünde bir anlayışın benimsendiğini yazmıştır. [20] Kaldı ki, ortak protokol dışında Hoybun'un kendi kararlarına da bakılırsa Batı Ermenistan'ın yadsınmadığı görülür. Örneğin Hoybun'un temelini atan 1927 sonbaharındaki Kürt Milli Genel Kurultayı'nın yayınladığı iki bildiriden birinin 4. maddesi şöyledir: “Kurultay herkese duyurur ki, Ermenistan ve Kürdistan'da asırlardan beridir Ermeniler ve Kürtler yaşamaktadır. Onlar kendi bağımsızlıkları uğruna çalışırken, ülkelerinin herhangi bir yabancı hakimiyetine bağlı olmasını red ederler. Çünkü bu iki ülke yalnız ve yalnız Ermeni ve Kürt uluslarına aittir” [21] “Yalnız ve yalnız” vurgusunun o toprakları paylaşan diğer halklar açısından yanlışlığı bir tarafa, burada iki ulusun muhtemelen içiçe tasavvur edilen iki anayurt gerçekliğine saygılı konuşulduğu yeterince açık. Şimdi artık o topraklar üzerinde esamesi okunmayan Ermenilerin hafızalardaki buğulu varlığını geriye doğru da minimize etmeye çalışmak, onların yarattığı kültür ve uygarlık değerlerini sahiplenerek tarihsel Ermenistan aleyhine tarihsel Kürdistan'ı büyütmek, birbiri ardına iki halkın yaşadığı trajedileri hep Ermeni tarafının “haksız istem ve kötü emelleri”yle açıklamak Kürt tarih yazıcılığı adına gurur verici bir durum olmasa gerek. Tarihi böyle yazanlar ondan doğru ders çıkartmadıkları için bugünün sorunları karşısında da bocalamaya devam ederler. Zagrosi bu yazımın bir önceki bölümünde geçen Dersim'in Ermeni nüfuslu kaza ve köylerine itiraz ederek “Tarihi Gerçekleri Olduğu Gibi Okuyalım!!!” başlığı altında Vital Cuinet'ten şöyle rakamlar aktarmış. “Vital Cuinet Çarsancak kazasının köyleriyle birlikte toplam nüfusunu 10.500 olarak veriyor. Bunlardan 2.311 musluman, 2621 Kürd, 4749 kızılbaş, Gregor Ermenileri 775, protestan Ermeniler 44 olarak veriyor... Çarsancak genelinde yaşıyan Ermenilerin toplamı 819 ve bunların 811’i Çarsancak merkezinde yaşıyor...” Bu verilere inanılacak olursa Çarsancak köylerinde Ermeni yaşamıyormuş demek gerekir. Toplam 819'dan ibaret gösterilen Ermenilerin 811'i kaza merkezindeyse eğer, köylerin payına yalnız 8 kişi kalıyor, yani tek bir ev nüfusu kadar. Böyle bir istatistik dönemin Çarsancak kırsal gerçekliğini kesinlikle yansıtmıyor... Çok açık ki Cuinet köyler hakkında bilgilere erişememiş. [22] Onun istatistik yaptığı 1891 tarihini içine alan bir dizi Ermeni öz kaynağın kazadaki Ermeni nüfusuna dair ayrıntılı bilgileri mevcut. Birincisi Rahip Karekin Sırvantsdyants'ın 1879'dan itibaren bölgede gezerek yaptığı ve 1884'de yayınlanan istatistiğidir. O tarihlerde Çarsancak merkezi Peri'de 318 Ermeni hanesi var. Kazaya ait 47 köyde yaşayan Ermenilerin toplam hane sayısı ise 934. Tek tek köylerin dökümünü vermek uzun olur, merak eden Arsen Yarman'ın yayınladığı ilgili kitapta hepsini görebilir. [23] Merkez ile köylerin toplamı 1.252 hane demektir. Ortalama bir haneyi 6 kişiden hesaplarsak (ki dönemin kalabalık Ermeni ailesi için bu mütevazi bir tahmindir) 7.512 kişi eder. Bu kaza şimdiki Mazgirt ilçesinin güney bölümü ile Pertek'in doğu bölümünü kapsıyordu. Çarsancak'tan ayrı Mazgirt kazası vardı. Oranın da toplam 15 yerleşim biriminde 227 hane Ermeni yaşıyordu, ki bu da aynı hesapla 1.362 kişi eder. Ayrıca Hozat ve köylerinde kaydedilmiş 126 hane var, ki 756 kişi eder. Sonraki yılların başka Ermeni kaynaklarında gördüklerimiz aşağı yukarı bu rakamlarla uyuşuyor. 1893-94'de Dersim'i gezen Antranik Yeritsyan, Mazgirt bölümünü de katarak hesap ettiği Çarsancak'ın 60 köyünde Ermenilerin toplam 1.769 hane olduklarını tespit etmiştir. [24] Ayrıca 1915 Soykırımının hemen öncesine ışık tutan patrikhane verileri ve soykırımdan kurtulan yöre insanlarının kendi memleketleri üzerine yazdıkları kitaplar var. Bunlardan biri (Kevork Yerevanyan) Çarsancak Ermenileri ta- kızılbaş - sayfa 42 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 rihini anlatır. Herkesin ulaşabileceği Raymond Kevorkian'ın Türkçeye çevrilmiş kitabında 1913-14 yılı Ermeni Patrikhanesi verileriyle bütün Osmanlı vilayetleri, sancak ve kazalarının Ermeni nüfuslarına dair bilgiler var. Onun da Çarsancak kazası için verdiği rakamlar: 43 yerleşim biriminde toplam 7.940 Ermeni (1.136 hane). Kazada 51 kilise, 15 manastır ve 23 Ermeni okulu (1.114 öğrenci) vardı. Kaza merkezi Peri'de 1.763 Ermeni (310 hane) yaşıyordu. Mazgirt ve 8 köyünde toplam 1.835 Ermeni, Hozat ve 15 köyünde toplam 2.299 Ermeni vardı. [25] Bir de Çemişgezek'in durumuna bakalım. Zagrosi yine Cuinet'ten şu rakamları aktarmış: “Çemişgezek’in toplam nüfusu 11.200 kişidir. Bunların 2455 Müslüman, 2509’u Kürd, 5075’i Kızılbaş, Gregori Ermeniler 1003 ve Protestan Ermeniler 158 kişiden oluşuyor... Çemişgezek kazasının merkezinde Gregori Ermenileri 902 ve Protestan Ermeni 158 kişiden oluşuyor. Çemişgezek kazasının merkezinde 4000 insan yaşıyor ve bunların dörten birinden biraz fazlası Ermeni... Tüm kazanın sınırları içinde ise 11.200 kişi yaşıyor. Bunların 1061 kişisi Ermeni… Demek ki Ermenilerin esas çoğunluğu merkezde ikamet ediyor. Yani Ermeniler Çemişgezek kazasının toplam nüfusunun ondan birini oluşturuyor.” Burada da aynı büyük boşluk sözkonusu. Toplam 1003 kişi gösterilen Ermenilerin 902'si Çemişgezek şehrinde ise, köylerinin payına sadece 101 Ermeni düşer. Bu sayı ortalama tek bir köyün Ermeni nüfusu bile değildir. Halbuki Çemişgezek'in 30 köyünde Ermeniler yaşıyor ve kimi köyler sadece Ermeni nüfustan oluşuyordu. Rahip Sırvantsdyants'ın 1880'lere ilişkin verileri Çemişgezek şehrinde 280 hane, 30 köyünde ise toplam 620 hane Ermeni yaşadığını gösteriyor. [26] Kaza genelinde 900 olan bu hanelerin toplam nüfusu yine ortalama 6 kişi hesabıyla 5.400 eder. 1913-14 Patrikhane verileri de buna yakındır. Kaza genelinde Ermeni nüfusu 4.494, bunun 1.348'i şehirde yaşıyor. Aradan geçen onyıllar zarfında Ermeni nüfusun artmak yerine biraz azalmış olması, 1895 saldırılarından sonra bazı köylerin boşalmasıyla ilişkilidir. Bu son dönem kazanın 22 yerleşim biriminde yaşıyor olan Ermenilerin 19 kilisesi ve 17 okulu vardı (729 öğrenci). [27] Soykırımdan kurtulanların Çemişgezek üzerine yazdıkları (Hampartsum Kasparyan ve Haygazın Ğazaryan) iki kalın tarih kitabı, ayrıca büyük Ermeni köylerinden Hazari adına yazılmış (Vazken Andreasyan) üç ciltlik bir anı kitabı mevcut, ki başka istatistiklerin yok saydığı köylerde nasıl var olduklarına oldukça ayrıntılı tanıklık ediyorlar. Çemişgezek ve Çarsancak'ın bağlı olduğu Dersim sancağı'nda 1913-14 Patrikhane verilerine göre toplam Ermeni nüfusu 16.657'dir. Sancak dışında kalan Pülümür'ün Ermeni köyleri buna dahil olmadığı gibi, dağlık kuzey ve orta bölgelerde sağlıklı araştırma da yapılamamış, örneğin aşiret düzeninde yaşayan Mirakyanlar'ın bu iç bölümlerdeki nüfusu istatistik dışı kalmıştır. Bunları dikkate alarak 1915 öncesi Dersim Ermenilerinin 20 binden az olmadığını söyleyebiliriz. Şüphesiz bu yine azınlığa tekabül eder, ama sanıldığı kadar küçük bir azınlık değil. Bir ufak not olarak buraya ilave etmek isterim ki, Osmanlı hakimiyetine girildiği dönem bu bölgelerde Ermeni nüfusu genellikle yarıdan fazla, yani tek başına mutlak çoğunluk durumundaydı. Şimdiki Dersim il sınırlarıyla aşağı yukarı örtüşen Çemişgezek sancağında 1518, 1523 ve 1541 tarihli ilk sayımların gösterdiği gayrımüslim hane sayıları % 53-58 arası değişiyor ki, bunun ezici çoğunluğu Ermeniler, az bir kısmı Rum ve Süryanilerdi. 1566'da bir kısım nahiyeler ayrılınca, Çemişgezek'e yakın çevrelerle sınırlanan sancağın (ki bu da günümüzdeki Dersim'in batı yarısına denk düşüyor) gayrımüslim haneleri % 71 gibi büyük bir oran teşkil ediyor. Demek ki bu tarafta daha yoğundular. [28] Yine tahrir defterlerinden çıkarılan verilerle Kemah sancağı ve Erzincan kazasında ise 1520-1591 dönemi Hristiyanların genel nüfusa oranı kabaca % 60-80 arası değişiyor. Kayıtlı hane ve mücerret sayıları üzerinden (ortalama her haneyi 5, mücerreti 1 kişi sayarak) yapılan hesap sonucu örneğin 1591 yılı Kemah kazasında 15.918 Müslüman, 19.776 Hristiyan, Erzincan kazasında ise 7.812 Müslüman, 26.933 Hristiyan nüfus tahmin ediliyor. [29] Burada da Hristiyanların çok büyük bölümünü oluşturan Ermeniler genel nüfusun rahatlıkla yarısından fazlaydı. Doğudaki sancakların bir çoğu için durumun böyle olduğu dönemin tahrir kayıtlarında açıkça görülebilir. Erzurum eyaleti o zamanlar “Ermenistan-ı Kebir” diye de anılmıştır. Yüzyıllar içinde bu yoğunluğun azalması, bir dizi tarihsel olayın teşvik ettiği göçler, Hristiyanlara uygulanan ağır vergilerin ve siyasi baskıların yol açtığı din değiştirmeler, ayrıca göçebe aşiretlerin yerleşikleri yerinden etmeleri gibi nedenlere dayanır. En esaslı yapısal faktör ise bu süre boyunca Osmanlı devletinin İslami niteliği ve bu temelde ittifak kurmuş olduğu Kürt beyliklerinin Ermeni bölgelerine hükmetmesiydi. Bu durum Kürtlere avantaj sağlayarak güneyden kuzeye doğru yayılmalarını sağladı. Böylece 19. yüzyıl sonlarına doğru Batı Ermenistan'da Ermenilerle Kürtler aşağı yukarı dengeli duruma geldiler. İslami gruplar etnik temelde ayrı ayrı tasnif edilmediği için tek bir Müslüman kategori olarak her vilayette çoğunluk sayıldılar. Ayrı ayrı sayılsa çok yerde ne Kürtler, ne Türkler tek başına çoğunluk olabilirdi. Son dönem bir de reform taleplerine karşı lokal kırımlar, toplu din değiştirtme ve göçe zorlama yoluyla azaltılmaya çalışılan Ermeniler, nüfus istatistiklerine de özellikle eksik yansıtılır oldu. İşte soykırım öncesinin durumuna bakarken daha gerisindeki bu gerçeklik ve zora dayalı azalma nedenleri de dikkate alınmalıdır. Yoksa verilecek olan izlenim Ermenilerin buralarda öteden beri hep azınlık oldukları ve/veya tedrici azalmalarının çok doğal olduğudur. Ermeni halkının tarihsel anavatanını reddetme eğiliminde olanlar bu yanıltıcı imaja sığınıyor. Zagrosi 1880'lerin Erzincan'ı için de Cuinet'ten rakamlar aktardıktan sonra “Var sayalım ki bu istatistikler yanlış.. Ermenilerin sayısını 3 yada 4 ile çarpsak dahi Erzincan Sancağının çoğunluğunu oluşturmuyorlar.. Aslında benim sorunum bu değil. Benim esas sorunum Kürd ileri gelenlerini Kürdistan’dan kovmak ve onların yerine Ermeni ve Türk kaymakam ve mutasarrıfleri getirme olayıdır. Bu zehirli bir plandı ve tutmadı…” diyor. Kanıt olarak da “Ermeni Patrikinin teşvikiyle Dersimli Şah Hüseyin'in başına gelenler”i gösteriyor. Bu konuya daha önce değinmiş, genel anlamda Kürt beylerinin sürülmesi yada yerel yönetimlerden men edilmesi gibi bir talebin haksızlığını ifade etmiştim. Yalnız bunu söylemek başka, somut örnekler üzerine görüş belirtmek başkadır. Zagrosi'nin sahip çıktığı Çarekan aşireti lideri Şah Hüseyin Bey, otorite sahibi olduğu Ğuzulcan (Pülümür) çevresinde halkın başına bela kesilen biri olarak yoğun şikayetlere konu olmuş, dahası Ermeniler ile Kürtlerin ortak direnişiyle karşılaşmıştır. Ermenilerle birlik içine giren Dersimlilerin en önemli ismi Seyid İbrahim (Seyid Rıza'nın babası) olur. Direnişin bir diğer hedefi Erzincan köylerinde halkın canını çıkaran Balaban aşireti lideri Gulabi-zade Halil Ağa'dır. Şah Hüseyin kızılbaş - sayfa 43 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ve Halil Ağa'nın feodal zorbalıkları bölgeden giden heyetler ve mağdur insanların mektuplarıyla İstanbul'a ulaştıkça Patrik de kendini sorumlu hissederek Bab-ı Ali'ye etki yapmıştır. [30] Şikayet konuları (toprak gaspı, haraca kesme, angarya ve eziyetler) ile halktan gelen tepkilerin yoğunluğu Zagrosi'nin “Dersimli Kürd Beyi Şah Hüseyin Vakası” başlıklı yazı dizisindeki belgeler içinde somut olarak görülüyor aslında. [31] “Ermeni Patrikliği'nin Guzulcan zorbası Şah Hüseyin’in eylem ve davranışlarına ilişkin Bab-ı Ali’ye gönderdiği takrir” başlığıyla aktardığı 14 Haziran 1873 tarihli belgenin altında “Patrik Kheremian” (Vanlı Xrimyan Hayrik yada Mıgırdiç Xrimyan) imzası var. Yani daha sonra Ermeni Reform tasarıları görüşülürken Patrik olan Nerses Varjabedyan değil. Bu farkı şunun için belirtiyorum; Patrik Nerses'in Kürt beyleri aleyhine genel ve radikal tavırlar önermekte aşırıya gittiği söylenebilse de aynı şey Patrik Xrimyan için söylenemez. Onun tamamen somut zorbalık örneklerine karşı tavır geliştirdiği ve yargısız infaz değil muhakeme istediği açıktır. Yine de Zagrosi, bazı Osmanlı yetkililerin Şah Hüseyin Bey hakkındaki iddiaları kötü niyetli Ermenilerin uydurması gibi karşılamalarından hareketle bu davayı şüpheli gösteriyor. Onun savunma tarzı bir bakıma “Kürt beyleri ne kadar yetkilerini kötüye kullanmış olursa olsun onlara dokunulmamalıydı” anlamına gelir. Evet daha sonra böylesi örneklerden hareketle Kürt beyleri hakkında suçlayıcı genellemeler yapmak ve reform sürecinde kimlik olarak Kürtleri dışlayıcı davranmak da Patrikliğe yakışmayan bir tutumdur. Ama onun eleştirisini yaparken Ermeni halkının yaşamış olduğu mağduriyetleri yok farzetmek gerekmez. Zagrosi oradaki yanlış anlayışı kendi sosyal zemini içinde makul bir eleştiriye tabi tutmak yerine “zehirli planlar” keşfediyor. Buna ilaveten Ermenilerin azınlık oluşuna vurgu yaparak adeta hiç bir yerde yönetimi paylaşmaya hakları yokmuş gibi tersi yöndeki dışlayıcılığa destek çıkıyor ki, bu da hoş görülemez. çalışıyorlar. Ve tüm Kürdleri de aptal yerine koyuyorlar. Kürdistan’ı Kürdsüzleştirme politikası 'Ermeni bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi' ise iyi ki gerçekleşmedi. Yoksa bugün bu alanlarda bir Kürd kalmazdı.” [32] Bu sözlerin anlamı; “Ermenilerin tarihteki ulusal mücadelesi haksızdı, zaten başarıya ulaşsa Kürtleri yok edecekti, iyi ki bu olmadı” şeklinde özetlenebilir. Ama aslında daha fazlasını ima etmiş oluyor: “İyi ki onlar yok oldu!..”. Açıkça ifade edilmesi kolay olmayan bu anlam yukardaki sözlerin ruhunda gizlidir. Yazar bunu söylemek istemiş olmasa bile, mantıken bu çağrışımı yapıyor. İnkarcı söylemlerin ne kadar tehlikeli olduğunu hatırlatmak için bunu da belirtmek istedim. Yüz yıl önceki Ermeni ulusal hareketinin haklı demokratik muhtevasını inkar ederseniz, bugünkü Kürt ulusal hareketini de savunamazsınız. Yarın da başkaları size “iyi ki başaramadınız” diyebilir, vesselam!.. 12 Kasım 2013 [17] L. A. Xurşutyan, “Sovedagan Rusasdanı yev Haygagan Hartsı” (Sovyet Rusya ve Ermeni Meselesi), Yerevan, 1977 [18] http://www.mezopotamya.gen. tr/drok-tarih/sovyet-rusya-kurtiliskileri-h1795.html [19] M. Nuri Dersimi, age, s.85 [20] Zinnar Silopi, Doza Kürdistan, s. 110'dan aktaran; Vahan Bayburtyan, age, s. 350 [21] Garo Sasuni, age, s. 201 [22] Vital Cuinet, 1880-1892 yılları arasında Osmanlı bölgelerini araştırmak, iktisadi verileri toplamak ve nüfus tahminleri yapmakla görevlendirilmiş bir Fransız coğrafyacıydı. Onun bulduğu rakamlar, Osmanlı İmparatorluğu'nun borçlarını ödeme yetisini saptamak için de kullanıldı. Kesin rakamlara erişmeye çalışan Cuinet sonunda bunun olanaksız olduğunu kabul etmek zorunda kaldı. O bunu iki nedene bağlamıştı. 1) Türk yetkililerinin dayattığı kısıtlamalar onun araştırmalarının kesin bir sonuç vermesini engelledi. 2) Türk yetkililerinin daha uçlardaki vilayetler üzerinde denetiminin bulunmaması, onun çalışmasını tamamlamasına izin vermedi. (http:// fr.wikipedia.org/wiki/Population_ arménienne_ottomane) [23] Arsen Yarman, Palu-Harput 1878, II. Cilt/Raporlar, Derlem Yayınları, 2010, s. 484-485 [24] Antranik, Dersim Seyahatname, Aras Yayıncılık, 2012, s. 100-101 [25] Raymond H. Kevorkian-Paul B. Paboudjian, 1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu'nda Ermeniler, Aras Yayıncılık, 2012, s. 386-389 [26] Arsen Yarman, age, s. 467-469 [27] Raymond H. Kevorkian-Paul B. Paboudjian, age, s. 389-390 [28] Mehmet Ali Ünal, XVI. Yüzyılda Çemişgezek Sancağı, Ankara, 1999, s.80 [29] İsmet Miroğlu, Kemah Sancağı ve Erzincan Kazası (1520-1566), Ankara, 1990, s. 137-138 [30] http://www.gelawej.net/index. php?option=com_content&view=a rticle&id=2357:seyt-riza-ve-dersmdosyasindak-bazi-ayrintilar-uezernehovsep-hayren-&catid=215:hovsephayreni&Itemid=236 [31] "https://www.newroz.com/tr/politics/352313/dersimli-k-rd-beyi-ah-hseyin-vakas-1" [32] "https://www.newroz.com/tr/ politics/352981/k-rtler-zamanindaermen-ler-n-zg-rl-k-ve-ba-imsizlikm-cadeles-n-bo-anlarin-safinda-yeralmasalardi" Bitirmek üzere, yazarın Kürtler arasında 1915 ve öncesine ilişkin tarihsel muhasebenin derinleştirilmesine karşıt olarak yazdığı şu son sözlere dikkat çekmek istiyorum. “Sonuç olarak, bazı Ermeni çevreleri geçmişte yaptıkları bir dizi yanlış hesaplarının faturasını Kürdlere çıkararak masumiyet maskesi altında Kürd/ tarih bilinci olmayan kesimlerin duygularına hitap ederek sonuç almaya kürtlerden oluşturulmuş hamidiye alayından bir kare kızılbaş - sayfa 44 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Milli Mücadele neyin mücadelesi - 2 Bir, mal mücadelesidir dedik. İki, iktidar mücadelesidir. Harpten sonra İngilizlerin temel talebi İttihat ve Terakki kadrolarının tasfiyesi idi. Bu yüzden daha Kasım 1918’den itibaren Savaş Suçları Mahkemelerinin kurulması için ısrarcı oldular. Aralıkta Tevfik Paşa hükümetinin kolunu büküp mahkemeyi kurdurdular. Düşünürsen sebep basittir. Dört sene boğuştuktan sonra şimdi Türklerle dost olmaya karar vermişsin. “Türkler masum, baştakiler suçlu” diye bir anlatı kurman, savaşın ve soykırımın ceremesini birilerine yüklemen gerekiyor. İT kadrosu zaten Alman istihbaratıyla sarmaş dolaş bir yapı. Temizle, kurtul. Hesaplayamadıkları şey şuydu. İT, Türkiye’nin ilk ve (o tarihte) tek sivil örgütlenmesi. Memlekette eğitimli ve profesyonel kadroların neredeyse tamamı İT mensubu veya sempatizanı, hepsi Enver modeli burma bıyıklı. Her şehir ve kasabada İT teşkilatı – ve yalnız İT teşkilatı – var. Tehcir ganimetinin aslan payını onlar almış, kaybedecekleri şey çok. Daha mühimi, daha savaş sürerken tedbirini almışlar; yenilgi halinde devreye sokmak üzere 1915’ten itibaren Teşkilat-ı Mahsusa bünyesinde memleketi örgütlemişler. Ganimet gelirinin önemli bir kısmını teşkilata akıtmışlar. Yani iş, 1945 Almanya’sında Nazi Partisini tasfiye etmek kadar kolay değil. Yerine koyacak bir şey yok. * Dikkat buyurun: Direnişin ilk kıvılcımı İzmir’in işgalinden daha bir ay önce, 10 Nisan 1919’da, Boğazlıyan kaymakamı Kemal’in idamı münasebetiyle çakar. İT’nin patronaj işleri reisi Kara Kemal’in kontrolündeki hamallar ve kayıkçılar teşkilatları ayaklanır, İstanbul’da terör saçar. İngilizler paniğe kapılırlar.[1] İT tutuklularının bulunduğu Bekirağa Bölüğü basılıp mahkûmlar salınacak diye endişelenip, bir ay sonra hepsini Malta’ya gönderirler. Nisandan itibaren memleketin her tarafında pıtrak gibi biten Müdafaa- * On puanlık soru şu: Mustafa Kemal baştan beri bu teşkilatın içinde miydi, yoksa sonradan mı dahil oldu? Cevabından emin değilim. Ancak tahmin yürütebiliyorum. Baştan beri teşkilatın içindeydi, belki bir ara dışlandı, belki 1918 başlarından itibaren liderlik için adı geçti, ama ancak Şubat 1919 gibi seçildi sanıyorum. Sevan Nişanyan yı Hukuk cemiyetlerinin kurucuları, Teşkilatı Mahsusacılardır.[2] Teşkilatın mutemet adamları 18-19 kışında İstanbul’da eğitilir, ellerine bir miktar para ve Ermeniden gaspedilmiş matbaa takımları verilir, Millici gazete çıkarmaları için taşraya gönderilirler. [3] Parayı veren İT’nin maliye bakanı Cavit Bey ile örgüt sekreteri Vasıf Beydir. Mustafa Kemal Paşa’nın 1918 Kasım-Aralığında İstanbul’da çıkardığı Minber gazetesinin finansörü de Cavit Beydir.[4] Mart 1919’da teşkilatın kilit isimlerinden Karabekir Erzurum’a, Rauf Bey Ege’ye gönderilir. Mayıs’ta İzmir’in işgali üzerine teşkilatın propagandistlerinden Halide Edip Sultanahmet mitinglerinde halkı galeyana getirir. İlk sinyal, Ruşen Eşref’in 1918 Martında gazetelere çıkan “Anafartalar Kumandanı ile Mülakat”ıdır. İkinci sinyal mütarekeden hemen sonra, 6 Kasım 1918’de Minber’de tam sayfa yayımlanan Kemal Paşa güzellemesidir. Şöyle düşün: Her cephede faciayla sonuçlanan bir savaşta adam başarı göstermiş tek komutan. [O yüzden, Anafartalar’daki başarısı pompalandıkça pompalanacaktır.] Teşkilat üyesi, ama Enver’le kavgalı; parti liderliğinin hatalarından uzak durmuş. Almanlarla yıldızı barışmamış. [Daha doğrusu, Almanlarla bozuk olduğu 1918 başından itibaren ısrarla hissettirilmiş.] İngilizlerle arası iyi. Diğer yandan, kişi olarak sevilmeyen biri: alaycı, soğuk ve bencil. Geçmişi skandallarla dolu. O yüzden liderliğe önerildiğinde şiddetle karşı çıkanlar olacak. Ama yalnızlığı bir bakıma avantaj: Teşkilatın kurtları tarafından kolayca yönlendirilebilir, zamanı geldiğinde [mesela Enver Moskova’dan döndüğünde] kolayca bir kenara atılabilir. Ne kadar yanıldıklarını 1921’de İstiklal Mahkemeleri ve Başkumandanlık Kanunu olaylarında farkedecekler. 1922’de “İkinci Grup” ve Ali Şükrü Bey hadiselerinde hamle yapıp alta düşecekler. 1924’te Terakkiperver Fırka ile son kez inisyatifi almaya çalıştıklarında iş işten çoktan geçmiş olacak. 1925’te tasfiye edilecekler. Milli Mücadele’nin örgütleyici kadrosunun TAMAMI 1926’da ya idam edilecek (Cavit, Kara Kemal, İsmail Canbulat, Halis Turgut, Doktor Nazım) ya da ipten dönecek (Karabekir, Rauf, Vasıf, Halide Edip). kızılbaş - sayfa 45 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 1918-19 kışında hareketi başlatıp örgütleyenlerden, ilaç için, bir tanesinin bile 1926’da sağ ve muteber kalmaması sizce tesadüf müdür? * Demek ki neymiş? Milli dedikleri Mücadele, bir, İttihat ve Terakki’nin iktidarda kalma mücadelesiymiş. İki, oyun içinde oyun, İttihat ve Terakki’nin adamı Mustafa Kemal Paşa’nın teşkilat içinde iktidarı ele geçirme ve rakiplerini tasfiye etme mücadelesiymiş. Paşanın siyasi ustalığını takdir etmeden geçmeyeceğiz mamafih. Siyaset oyununu dâhiyane oynamış. Büyük risk almış. Aklı olan herkesin “ı-ıh, olmaz” dediği bir pozisyonda, muazzam bir cüret ve yırtıcılıkla hareket etmiş. Maçı almış. Onu bunu idam etti diye ayıplıyoruz da, bir de şunu düşün. Karşısındakiler on yıllık savaşta kaşarlanmış, kaç milyon masum sivili gözünü kırpmadan ölüme göndermiş, memleket tarihinin en büyük soygununu organize etmiş adamlar. Maazallah boş bulunsa, ayağı sürçse, kim kimi asardı? [1] Bilal Şimşir'in yayımladığı İngiliz Belgelerinde Atatürk'ün (Ankara 1973) birinci cildinde, İngiliz Yüksek Komiserliğinin o tarihlere ait ayrıntılı yazışmaları vardır. Kitap şu anda elimin altında değil; bulduğumda sayfa ve satır eklerim. [2] Bu konuda en aydınlatıcı kaynak, Ankara yönetiminin istihbarat teşkilatının kurucusu Albay Hüsamettin Ertürk’ün İki Devrin Perde Arkası (İstanbul 1957) adlı hatıralarıdır. [3] Süha Ünsal'ın İkazcı Mehmet Şükrü Bey kitabında (Dipnot Y. 2007) Afyonkarahisar'daki İkaz gazetesinin nasıl kurulduğuna dair enfes ayrıntılar vardır. [4] Bkz. Erol Kaya, Mustafa Kemal Atatürk’ün İlk Gazetesi: Minber”, Ebabil Y. 2007. Kaynak: http://nisanyan1.blogspot.de/2013/11/ milli-mucadele-neydi-2.html Sevan Nişanyan Torbalı cezaevinde: 'Pişman değilim' Dilbilimci Sevan Nişanyan, kaçak inşaat yaptığı iddiasıyla yargılandığı ve hakkında 2 yıl hapis cezası öngörüldüğü mahkeme kararının Yargıtay tarafından onanmasının ardından Torbalı Cezaevi'ne gelerek teslim oldu. (Vedat Gökçay - Torbalı) Dilbilimci yazar Sevan Nişanyan, kaçak inşaat yaptığı iddiasıyla yargılandığı ve hakkında 2 yıl hapis cezası öngörüldüğü mahkeme kararının Yargıtay tarafından onanmasının ardından Torbalı Cezaevi'ne gelerek saat 16.00’da teslim oldu. Nişanyan’ı Torbalı Cezaevi'nin kapısına kadar eski eşi Müjde Tömbekeci ve çocukları Tabit ile Arsen Nişanyan uğurladı. Nişanyan cezaevi kapısında, “Türkiye hukuksuz kişilerce yönetiliyor. Bu siyasi bir karardır. Yaptıklarımızdan, söylediklerimiz ve yazdığım kitaplardan dolayı hakkımda verilmiş bir karardır” dedi. 'Kaldığım yerden devam edeceğim' “Siyasi iktidarın elinde bu saçmalığı düzeltme imkânı vardı ama kullanmamayı tercih etti” diyerek sözlerine devam eden Nişanyan, “Bana verdikleri cezayı nasıl hesapladıklarının içinden bir matematikçi bile çıkamaz. Şirince’de yaptığımız işler iyi işlerdi, doğru işlerdi. Çıkınca kaldığım yerden devam edeceğim. Yaptıklarımın hiçbirinden pişman değilim ve gurur duyuyorum. Bu memlekete yazık. Daha iyisine layığız. Zamanla daha aklı başında, vizyon sahibi ve iyi ya da kötüyü ayırabilen kişilerce yönetilecektir” dedi. Ne olmuştu? İzmir'in Şirince Köyü'ne 1 kilometre uzaklıktaki kendisine ait araziye yaptığı 60 metrekarelik evin inşaatı arazinin SİT alanı olduğu gerekçesiyle 2 kez mühürlenen Sevan Nişanyan, buna rağmen inşaatını tamamladı. Mühürleri söktüğü gerekçesiyle Nişanyan hakkında, Selçuk 2. Asliye Ceza Mahkemesi'nde dava açıldı. Mahkeme, Nişanyan'a 2 yıl hapis cezası verdi. Nişanyan, kararın temyizi için 2008 yılında Yargıtay'a başvurdu. Yargıtay, 5 yıl sonra kararı onadı. Bunun üzerine Nişanyan, bugün savcılığa gidip teslim oldu. Nişanyan'a cezaevine girmesi için 2 Ocak'a kadar süre verilmişti. kızılbaş - sayfa 46 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Zulüm Mülkün Temelidir (!) Av. Ok an Mana z tarihsel gelişimine baktığımızda Kemalist ''Türk'' Devleti ve onun her dönem iktidarları; esasen karakteri gereği ve kendinden önceki ata devletlerininde mirasınada uygun olarak kendine muhalif olan, farklı düşünen tüm ''ötekileri'' ezdi, zindanlara doldurdu, inkar etti ve yok etti. Bu zulüm geleneğinide başkasının teşhirine bırakmadan kendisi çeşitli şekillerde itiraf ederek bu yolla devrimcilere, demokratlara ve bilcümle 'ötekiye' ''sessiz kalıp yerlerinizde oturmazsanız sizinde akıbetiniz öncekiler gibi olur'' mesajını vermeyi de ihmal etmedi. Hapishaneler her dönem muhalif aydınlar, sanatçılar ve devrimciler için toplama kampına dönüştürüldü ve adeta yurt sathında zulmün zindanlarından yolu geçmeyen kimse kalmadı. Ancak baskı ve haksızlığın olduğu her yerde direniş ve adalet arayışı her zaman olmuştur. Bundandır ki tarihte doğru bildiklerini söylemekten korkmayan, kurulu düzenin istediğini değil, kendi doğrularını söylemekten çekinmeyen insanlar hiçbir dönemde eksik olmadı. Erdemli yaşamayı başaran bu insanlar, sanki hep Romalı şair Horatius'un şu ünlü dizelerini hatırlatır gibiler: ''Olgun, kendine hakim, öylesine ki Ne yoksulluk korkutur onu, ne ölüm, ne zindan: Tutkulardan sıyrılmış, şeref lere gözü tok; İçine kapanmış, toparlanmış, yalın bir küre olmuş Pürüsüz yuvarlanır bir başına, Talihe tutamak vermeden, hiç yenilmeden.'' Egemenlerin Devlet Pratiği Üzerine... 15. Yüzyılda Yedikule zindanları- nı inşa eden “devlet” ile 1895’te İstanbul’da kurulan, “Osmanlı Amele cemiyeti” yöneticilerini 10’ar yıl hapse mahkum eden “devlet”in ideolojisi aynıydı. 1923’te Şefik Hüsnü ve arkadaşlarını tutuklayan “devlet” ile 1925 yılında Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Şevket Süreyya, Zekeriya Sertel, Cevat Şakir, Ata Çelebi ve Hüseyin Cahit’i tutuklayan “devlet” aynı kinden besleniyordu. 1933 yılında Nazım Hikmet ve yoldaşlarını düzmece suçlamalarla tutuklayan ‘devlet’in adaleti’ ile 1950’lerde Rıfat Ilgaz, Enver Gökçe ve Ahmed Arif gibi 40 kuşağı toplumcu yazarlarını hiçbir gerekçe göstermeksizin tutuklayan devletin adalet anlayışı aynıydı. 1946’da “Sansaryan tabutlukları”nda sosyalistlere acımasızca işkence yaptıran ‘devlet’in argümanlarıyla, 1961 yılında aralarında Musa Anter’in de bulunduğu 49 Kürt aydınını idam istemiyle yargılayan “devlet”in argümanları aynıydı. (49’lar olarak bilinen Kürt aydınları, Menderes hükümeti döneminde tutuklanmışlar, 1960 darbecileri tarafından -serbest bırakılmaları beklenirken- idamla yargılanmışlardı. Bu örnek, teşkilat-ı Mahsusa’dan bu yana devletin zulüm politikasının devamlılığını göstermektedir. ) yine halkımızın devrimci önderler olarak kabul ettiği Deniz'lerin Mahir'lerin ve İbrahim Kaypakkaya'ların ölüm fermanını veren ‘devlet’ ile Kürdistan coğrafyasını kan gölüne çeviren ve kitaplık çapta Katliamların fermanlarını veren ‘devlet’ aynı devletti. son yıllarda içi boş Demokratikleşme paketleriyle ,dostlar pazarda görsün anlayışıyla yapılan açılımlarla ve Yeni Türkiye söylemleriyle halka şirin gözükmek isteyen ‘devletle’ ülkeyi devasa bir hapishaneye çeviren “devlet” te yine aynı devlet, aynı hükümet (!) Dün olduğu gibi bu gün de devlet mekanizması muhaliflerin ve devrimcilerin sesini boğmada,onları sindirmede hapishaneleri en etkin silahı olarak görmeye devam etmekte ve bu silahını hiç çekinmeden kendi yasalarını ve imzaladığı uluslararası anlaşmaları bile hiçe sayarak 'ötekilerin' kafasına dayamaya devam etmekte. “Adalet ağı” ile cebelleşen hasta tutsaklar, Devletin ''yasal'' rehineleri Egemenler, kamuoyu baskısı karşısında kimi hasta tutsağı tahliye ederken sorunun esasına inmeden intikamcı zihniyetinden de taviz vermiyor. Geç- tiğimiz aylarda sağlık sorunlarından dolayı Kemal Avcı, Mete Diş ve Sabri Kaya İsimli tutsaklar tahliye edilirken, aynı sorunlarla cebelleşen İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) yayınladığı hasta tutsaklar listesine göre 544 hasta mahpusun akıbetinin ne olacağı belli değil. Bu hasta tutsaklardan sağlık sorunu en ciddi olanlardan Abdullah Kalay ve Erol Zavar için yapılan başvurulardan şimdiye kadar bir sonuç alınmadı. Devlet, tutsakların sağlık sorunları tedavisi mümkün olmayan bir seviyeye ulaştıktan sonra da tahliye edilmelerine müsaade etmiyor. Türkiye'nin de imzaladığı "Avrupa Cezaevi Kuralları" gereği hasta tutsakların cezasının ertelenmesi gerekiyor. Ancak Devlet kini kendi yasalarını ve bağlı bulunduğu uluslararası sözleşmeleri bile dikkate almıyor. Ceza İnfaz Sistemi’nde Toplum Derneği (CİSST) Yönetim Kurulu Başkanı Zafer Kıraç. verdiği bir röportajda sistemin çarpıklıklarına dair şunları aktarıyor: "Hasta tutsaklara ilişkin Adli Tıp'tan alınan raporun ardından tutsağın serbest bırakılması yönündeki kararda Cumhurbaşkanı'ndan da onay alınması gerekiyor, bu kural insan onuruna da uygun değil, Kişinin durumu 'ertelenmeden' yararlanma noktasına gelmişse serbest bırakılmalıdır. Adli Tıp'la yormak ya da Cumhurbaşkanı'ndan af dileterek kişinin onuru ve vicdanı ile oynamak gerekmiyor. Emniyet, savcı ve Adli Tıp'tan rapor almak ya da kararlar beklemek doğru değil. Bunların hepsi siyasi otoritenin emrinde olan kişiler dolayısıyla taraflı davranabilirler. Ama öyle bir şeyin söz konusu olmaması gerekir çünkü bilim, 'Bu insanın burada olması uygun değildir' der ve bu çok nettir" Kalbinin %70'i çalışmayan Abdullah Kalay katledilmek isteniyor! Abdullah Kalay kimdir? Kalay, TKP (ML) davasından 1992 Kasım ayında tutuklanan devrimci tutsaklardan biri. 9 yıl 2 ay hapishanede tutuklu kalan. Kalay, yargılanması devam ederken tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edildi.2008 yılında 11. Ağır Ceza Mahkemesi Kalay’a müebbet hapis cezası verdi. 2009 yılında Yargıtay Kalay’ın müebbet hapis cezasını onadı. Kalay, 1996 Ölüm Orucu’nun 1.ekibinde yer aldı ve 20 Ekim 2000 Ölüm Orucu direnişine de katılan devrimci tutsak. ‘Hayata Dönüş Operasyonu’ adı altında yapılan katliamda Bayrampaşa’dan kızılbaş - sayfa 47 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Edirne F tipi Hapishanesi’ne işkenceli sevkle götürüldü. Kalay’ın hem ’96 Ölüm Orucu Direnişi’ne hem de 2000 Ölüm Orucu Direnişi’ne katıldığından, kalıcı sağlık sorunları bulunmaktadır. Cezaevinde kalp krizi geçiren Wernicke-Korsakoff hastası Abdullah Kalay kamuoyuyla paylaştığı mektubunda durumunu şöyle aktarıyor: “Merhaba, Kocaeli 2 No’ lu F Tipi Hapishanesi’nden sağlık sorunlarımla ilgili yazıyorum. Maruz kaldığım ağır ve sürekli hastalık nedeniyle yaşamımı yalnız başıma sürdüremez durumdayım ve ölüm riski taşımaktayım. 13 Nisan 2012 tarihinde kaldığım hapishanede kalp krizi geçirdim. Tıkalı anaarter damara anjiyo yapıldı ve stent takıldı. Bir damarım da işlevsiz duruma düşmüş. Tıkalı, yani ölü… Kalp krizi geçirdiğimde hapishane idaresi tarafından iki buçuk saat sonra hastaneye kaldırıldım. Bu geç müdahaleden dolayı kalbi besleyen hücrelerin önemli bir kısmı öldüğünden ötürü onarılamaz; hasar görmüş. Kocaeli Tıp Fakültesi’nde yapılan tetkiklerde EKO sonuçlarına göre kalbim %35 çalışmaktadır, kalbimin %65 i çalışmıyor. Doktorlar genel durumumu şöyle açıklamaktadırlar; “yeniden kalp krizi geçirme ihtimalin yüksek. Kalp vücudun ihtiyacına yeteri kadar kan pompalamamaktadır. Kalp, krizle birlikte- geç müdahaleden dolayı- yara alıp bozulduğu için normal durumun uzun sürmesi de güçtür. Durumun bozulmasından dolayı ağır kalp yetersizliği, solunum güçlüğü, şok gibi sorunlar yaşayacaksın ve bu durum da ölüm riskini arttırmaktadır.” Şuan yeni yapılan tahlillerde kalp ritmim bozuk çıktı. Sintigrafi yapıldı. Sintigrafi sonucu da bozuk çıktı. Kalp yetmezliği, %35 çalışan kalp %32’ ye düşmüş ve yine başka damarlarımda da daralma olduğu tespiti yapıldı. 12.08.2013 tarihinde yeniden anjiyo yapıldı. İki damarımda daha daralma olduğu ve kalp yetmezliği tespit edildi. Doktorların başından itibaren yaptıkları uyarı ve tespitlerde olduğu gibi, şu an ciddi solunum güçlüğü çekmekteyim; bu kalp yetmezliğidir. Kalp ritmi bozulmuş, kalbim %32 çalışıyor. İki damarımda %70 daralma mevcut ve her an tıkanma riski var. Bu durum baş dönmesi, sırt ve göğüs ağrıları, kollarda ve bacaklarımda uyuşma vb. sorunlar yaşatıyor. Kalbimin %32 çalışması, yukarıda belirttiğim kalp yetersizliği başta olmak üzere bütün sıkıntılarım ölüm riskini arttırmaktadır. Zaten yeni bir kalp krizi –ki bu kaçınılmaz- ölüm demektir. 9 çeşit ilaç kullanıyorum. 1996 ve 2000 Ölüm Orucundan dolayı başka hastalıklarım da mevcut: Wernike- Korsakoff, %27 duyma kaybı, kulaklarda çınlama, romatizma, reflü, hemoroit, sürekli baş ağrısı, alerjik astım, boyunda düzleşme, bağırsaklarımda ağrı ve sık sık ishal ve kalp yetmezliği sorunu… İki kez Adli Tıp kurumuna başvuru yapmama rağmen Adli Tıp Kurumu, hiçbir inceleme ve muayene yapmadan “kalbi çalışıyor” diyerek reddetmiştir. Oysa Adli Tıp Kurumu aynı durumda olan emekli Orgeneral Ergin Saygun’u (durumu benden daha iyi olmasına rağmen) tahliye etti. Bu anlamıyla Adli Tıp Kurumu ayrımcılık yapmış ve ideolojik davranmıştır. Bu insan haklarının ilgili maddelerine ve AİHM’nin ayrımcılık maddesine ve ilkelerine aykırıdır. Tedavisi olmayan sürekli ve ağır hastalıklarımdan dolayı ölüm riski taşımaktayım. Hapishaneler ölüm çıkaran makineler haline dönüştürülmüş. Bu duruma dur demek, içerideki hasta tutsakların tahliyelerinin sağlanması için duyarlı olmanızı istiyorum. Şimdiden ilginize teşekkür ediyorum.” *Bu mektubunun ardından Kalay bir kez daha doktor tarafından muayene edildi ve kalbinin çalışma oranının yüzde 30’a düştüğü tespit edildi. Bir başka mektubunda ise Kalay şunları aktarıyor: “Revire çıkıyoruz. Ancak haftada iki gün salı ve perşembe günleri belli saatlerde doktor bulunmaktadır. Diğer günlerde yok. Örneğin; ben kalp krizi geçirdiğimde doktor yoktu. Gelen 112 Acil servisinde de doktor yoktu. İki tane tekniker personel ambulansla gelmişti ve onlar “hasta sevk edilsin” demeseydiler, sevkte yapılmayacaktım ve ben ölecektim. O iki personel doktor değiller, olmadıkları için pekala “sevk edilmeye gerek yok” diyebilirlerdi. Bu durum benim ölmeme neden olacaktı. Ve ben ölecektim. Ne kadar basit!… İnsan hayatı bu kadar ucuz!…” Evet insan hayatının bu kadar ucuzlaştırıldığı ve İnsan haklarının evrensel kurallarının hiçe sayıldığı, her uygulaması saldırı içeren bu sistemin adeta elinde rehine olarak tuttuğu hasta tutsaklardan biri olan Kalay için zaman geçirmeden harekete geçmek gerekiyor aksi takdirde Devlet intikam hanesine Kalay'ı da ekleyecek. MGK’da Ortadoğu, Kuzey Afrika, Suriye ve Irak’taki gelişmeler ele alındı Milli Güvenlik Kurulu'nun 2013 yılının son toplantısı Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) 2013 yılının son toplantısı yapıldı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün başkanlığında Çankaya Köşkü’nde yapılan toplantı, 3,5 saat sürdü. Bakanlar Kurulu’nda yapılan değişikliğin ardından Başbakan Yardımcısı Emrullah İşler ve İçişleri Bakanı Efkan Ala ilk kez toplantıya katıldı. Bekir Bozdağ ise ilk kez Adalet Bakanı sıfatıyla toplantıda yer aldı. Suriye de görüşüldü Toplantının ardından yazılı açıklama yapıldı. Yılın son toplantısının gerçekleştirildiği anımsatılan açıklamada, ”Geride bıraktığımız bir yıl içerisinde vatandaşlarımızın huzur ve güvenliğini ilgilendiren olaylar ile bunlara karşı yürütülen faaliyetler görüşülmüş, bu kapsamda alınması gereken ilave tedbirler değerlendirilmiştir” denildi. Toplantıda, Suriye’deki gelişmelerin de görüşüldüğü kaydedilen açıklamada, Suriye’deki gelişmelerin insani boyutunun, bölgesel güvenlik ve Türkiye’nin güvenliğine yönelik etkileri dahil olmak üzere kapsamlı bir şekilde ele alındığı ifade edildi. Açıklamada, “Ülkede ihtilafın halkın meşru talep ve beklentileri doğrultusunda sona erdirilmesine yönelik yürütülen çabalarda gelinen aşama müzakere edilmiştir” denilerek Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin durumunun da gözden geçirildiği aktarıldı. MGK toplantısında, Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerindeki gelişmelerin de konuşulduğu bildirilen açıklamada, Irak ile siyasi ve ekonomik ilişkilerin görüşüldüğü, Irak’taki güvenlik ve istikrar durumunun değerlendirildiği belirtildi. http://www.aa.com.tr/tr/turkiye/267523–mgk-toplantisi-sona-erdi kızılbaş - sayfa 48 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Şapkasız gelemezsin okula ŞAPKALAR NE İŞE YARAR? Sultan KILIÇ Milli Eğitim Bakanlığı’nın hayata geçirdiği uygulama sonrasında öğrenciler okula şapka takarak gidip gelmeye başlar. Her okul kendi kılık kıyafetini belirleyerek şapka giyilmesini sağlar. Okula şapkayla giren öğrenciler, ders zili çaldıktan sonra bunları çıkartarak sınıflara girer. Şapkası olmayan ya da şapkasını evinde unutan öğrenciler okul binasına alınmaz. Atatürk ‘ün 25 Ağustos 1925′te, Kastamonu İnebolu’ya yaptığı bir gezide başına şapka giyip “Buna şapka derler” diye halkı şapka giymeye özendirmesinden sonra, 25 Kasım 1925′te Şapka Giyilmesi Hakkındaki Kanun çıkartılıp dini değeri olan giysilerle sokakta gezilmesi yasaklandı. Şapka Giyilmesi Konusundaki Kanun, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) kabul edildi. Kanun, 28 Kasım’da yürürlüğe girdi. Bu kanunun bir uzantısı olarak şapka takmak, okullarda da mecburî hale getirildi. Böylelikle tüm okullarda öğrenciler belirlenen şapkaları takmaya başladı. Şimdinin yetişkinleri, bir zamanların zorla şapka giydirilen öğrencilerinden birkaç anı: SİMİT UĞRUNA ŞAPKADAN OLMAK “O zamanlar ortaokulda okul şapkası giyme zorunluluğu vardı. Ekseriyetle pazartesi sabahları, okul giriş kapısında kontrol yapılır, saçları uzun olanlarla, şapkasız olanlar, okula alınmazdı. O gün ben yeni aldığım rugan kunduralarımı giymiş ve okul şapkamı elime alarak okula gelmiş, kapıdaki kontrolden rahatça geçmiştim. Fakat pek çok arkadaşım ya saçtan ya da şapka giymemekten okula alınmamışlardı. Ben bu arkadaşlarıma şapkamı, bir simit karşılığında okulun yan tarafındaki sınıf penceresinden aşağıya atacağımı söylemiştim. Kabul edenlere de şapkamı pencereden defalarca atarak simitleri bedavaya getiriyordum. Benim şapkam, bu fiil tekrarlanarak yedi sekiz arkadaşımı kurtardı. Ama sonunda şapkam geri gelmedi ve ders zili çaldı. Şapkamın akıbetini teneffüste öğrenebildim. Şapkamın müdür yardımcısı tarafından sınıftan aşağıya attığım sırada görülerek alındığını ve odasına hapsedildiğini öğrendim. Bedava simitleri kazanmış; ama bir şapkadan olmuştum. Günlerce planlar kurduktan sonra, müdür yardımcısının odasında olmadığı bir gün, eksik mazeret teskerelerini tamamlayarak odasına girdim. Odada diğer müdür yardımcısı vardı. Teskereleri ona vererek koridorda yere düşürdüğümü söylediğim şapkamı böylece kurtardım.” “Yaşı 50’nin üzerinde olanlar hatırlayacaklardır. Ortaokul ve liselerde pantolon, ceket ve kravatın yanında bir de şapka giyme zorunluluğu vardı. Siperli, sarı kurdeleli, lacivert renkli. Ön tarafında sarı metalden bir bröve. Tam bir askeri öğrenci şapkası. 1966 yılında liseye başlamıştım. O şapkayı giymek ortaokulda sorun olmamıştı; ama lisede herkes gibi bana da zor geliyordu. Okulun bahçe kapısına kadar giymeyip elimizde taşıyorduk. Bu garip şapka uygulaması sonra kaldırıldı da kurtulduk.” “Sokakta bile gözaltındaydık. Öğretmenlerimiz özellikle de idareciler, sokakta şapkasız gördüklerinde ertesi gün idareye çağırarak bir güzel azarlayarak tehdit ederlerdi. Şapka koltuğumuzun altında, gözler pusuda korkarak giderdik okula. Bahçe kapısında başımıza kondururduk şapkayı utanarak. Güzel görünmeye en fazla taktığımız bu dönemde sanki biz kızları çirkinleştirmek için icat etmişlerdi bu şapkayı. Kendimi demiryolu hareket memuru ya da gece bekçisi gibi görüyordum şapkayı tepeme oturttuğumda. Şapkayı evde unuttuğumuzdaysa okula alınmıyorduk. Sıramızın içine tıktığımız o iğrenç şapka ile beynimizin algılama merkezi arasında bir bağ olduğunu mu sanıyorlardı bu yöneticiler? Yoksa anlamsız inatlarının kurbanı bir genç nesli mi harcıyorlardı kaprisleri uğruna?” “1937 tarihli resimlerde şapkalı öğrenciler görmeniz olağan, çünkü ortaöğretim öğrencileri şapka giyiyordu. 1937 tarihinde Malatya’da Atatürk’ü karşılayan öğrenciler şapkalıdır. Bu modelin Alman okullarında okuyan öğrencilerin kıyafetlerinden örnek alındığı güçlü bir olasılık. Ben 19691970 öğretim yılında Malatya Turan Emeksiz Lisesi’nden mezun olduğumda şapka giyiliyordu. O yıllarda okuyan öğrencilerin ortak anısı, şapkayla okula gi- ren öğrenciler kapıda nöbetçi öğretmen tarafından denetlenir; şapkasızlar okula sokulmazdı. Önceden şapkayla giren öğrenciler sınıf pencerelerinden şapkalarını aşağı atar, bunları yakalayan şapkasızlar da içeri girme şansını elde ederdi. Öğretmenlerimizden yalnızca Osman Şahin nöbetçi olduğu zamanlarda şapka kontrolü yapmaz, bakar; ama görmezden gelirdi şapkasızları. Böylece gülünç durumlara yol açmazdı. Bizden sonra ne zaman kaldırıldı şapka? Orasını anımsamıyorum. Ama, İstanbul’dan Malatya’ya geldiğimde yeğenlerimin de şapkasının olduğunu anımsıyorum. Sanırım, yetmişli yıllarda da vardı öğrenci şapkası. Manifaturacı ve kuyumcuların bulunduğu yerde Ermeni bir şapkacı vardı, ondan alınırdı. (Bir de ilk yıllarda memurlara “şapka avansı” verilirmiş, şapka çok pahalıymış. Bu avans, maaşlarından taksitle kesilirmiş.) Doğrudur, 1926’ların memurlarının şapka giyme zorunluluğundan değil de; sivil vatandaş olarak şapka giyebilmeleri için böyle bir olanak tanınmış olmalı. Malatya’da bizim çocukluğumuzda memurların hemen hepsi fötr şapka giyer, halktan insanlar da kasketi tercih ederdi. Çünkü kasket daha ucuzdu. Fötr dışardan getirildiği için pahalı olması olağan. Kasketi yerel terziler de yapardı, ama fötr üretimi yoktu. Mahallelerde fötr giyen pek az insan olurdu; zenginler, ağalar, mağaza sahipleri...” Necati Güngör Ceketinin üç düğmesinden biri kopmuş diye derse alınmayarak sokağa atılan lise öğrencilerinin, düğmesi eksik diye anlatılan dersi anlamayacaklarını mı düşünüyordu öğrencilere bu işkenceyi yapan müdür yardımcıları? Saçı yarım santim uzun olan erkek öğrenciler; saçını ensesinden değil de azıcık yukarıdan, tepesinden bağlamış olan kız öğrenciler içeri alınmazdı. Siyah değil de gri çorapla geldiği için derse alınmayan kız öğrenciler, sokağa atılınca daha mı iyi insan oluyorlardı? İlkokullardaki mendil kontrolü gibi. O mendil, ütülü olacaktı; yani kullanılmayacak, göstermelik. Askerin teftiş fırçası örneğindeki gibi. O iğrenç şapkayı da sırf okulun kapısından içeri alınabilmek için yanında taşımak, bir genç için işkence değilse nedir? Şapkayı göster, geç. Maça ya da tiyatroya biletle girer gibi okula da şapkayı göstererek girmek… Askeri tek tipleşmeye, anlamsız kuralcılığa, sorgulamadan tapan bir kesim ne yazık ki hâlâ bu ve buna benzer saçmalıklara taparcasına sarılıyor hem de sosyal demokratlık adına. sultankilic44@hotmail.com kızılbaş - sayfa 49 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kardeşliğin değil Aleviliğin inşası... Bir Sünni cemaat, Aleviler adına Aleviliğe yapacağı müdahaleler için vakıf kuruyor, cami ve cemevini aynı avluda buluşturuyor. Murat edilen, Sünnileri ve devleti mutlu eden ‘makul bir Alevilik’ içinde yurtdışına göndermek gibi ritüel ve uygulamalar teolojik sentezin yansımalarıydı. Sembolik olmadığı anlaşılan ve İstanbul Kartal, İzmir Çiğli, Gaziantep, Adana ve Çorum’da yapılması düşünülen cami-cemevi projesi, işte bu sentezin binası oldu sadece. Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Merkezi Vakfı Başkanı Prof. Dr. İzzettin Doğan’ın daha geçen hafta düzenlenen İnanç Önderleri Toplantısı’nda yaptığı konuşma, cami-cemevi projesi AKP -cemaat ve İzzettin Doğan üçgeninde Aleviliğe dair ne tür toplum mühendisliği çalışmalarının yapıldığını deşifre eden ve gelecekle ilgili ipuçları veren çok kıymetli bilgiler içeriyor. Doğan, tıpkı devlet gibi güvenlik konseptiyle ele aldığı Aleviler konusunda hükümeti uyardığını, hükümetle birlikte vakıf kurulması konusunda uzlaşma sağlandığını belirtiyor ve “Bir davetiye geldi. Devletin kendisi Hacıbektaş Vakfı’nın kurulması için 750 milyar lira para ayrılıyor. Ben bunu beceriksizce yetersizce değerlendiren bir hoca olarak, bizim amacımız Alevilerin bütünleşmesi ben çekiliyorum o halde dedim. Birçok dernekler kurulmaya başlandı. Sünni kökenli vatandaşların dernek başına getirilmesi bizim için onur sayılırdı. Ama Sünni olduğunu gizlememek kaydıyla” diyor. Anlıyoruz ki İzzettin Doğan, hükümetin dedelere maaş verecek bir vakfın kurulması konusunda çok da şeffaf olmayan bir devlet projesine ortak olmak istemiş ama bertaraf edilmiş; cami-cemevi buluşmasına bakılırsa o da Gülen cemaatinin şefkat ve desteğine sığınmış. Yontulması gereken Aleviler Hükümet ve Gülen cemaati, “Bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz” ifadesiyle anlamlandırılan bir yöntemi, uzun zamandır yürütüyor. Yani Fethullah Gülen’in deyimiyle “yontulması gereken Aleviler”in karşısına yapay örgütler çıkararak ve onları muhatap alarak Aleviliğe yeni bir elbise giydirmenin derdindeler. Amaç, Sünnilerin ve Sünni devletin kabul edebileceği, Sünniliğe benzeyen makul bir Alevilik inşa etmek. Alevilerin inanç ritüellerini “sapıklık, cümbüş, eğlence” olarak gören egemen din anlayışının savunucuları, siyasi uzantıları, dini çevreler ve hükümetin, Aleviliğin Avrupa ülkelerinde bağımsız bir inanç kabul edilmesini içine sindiremediği ayan beyan ortada. Avrupa’daki gelişmelerin Türkiye ’yi etkilemesi kaçınılmaz olduğuna göre, hazır Aleviliğin temel kurumları modern yaşam içinde Kelime Ata işlevsizleşmişken, geleneksel dede-talip ilişkisi hasara uğramışken, Alevi örgütlülüğünün Aleviliğe dair sorunlara ve sorulara yanıt üretememesinin yarattığı boşluk devam ederken yeni bir Alevilik inşa edilmelidir. Yaşadığımız sürecin özeti ne yazık ki bu. Alevi Çalıştayı Nihai Raporu’nda cemevleriyle ilgili yapılan tespite bakalım isterseniz: “Bu mekanların birer ibadethane olarak kabul edilmesiyle cemevi- cami/ mescid ayrışmasıyla sınırlı kalmaksızın dinde ayrışma ve bölünmeye yol açılacak, bu da toplumsal birlik ve beraberliği bozacaktır.” Dolayısıyla sorunun tarafları “Aleviler, Sünniler ve devlet”. Bu müzakere masasına Aleviler adına elbette ki Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Merkezi Vakfı Başkanı Prof. Dr. İzzettin Doğan oturacaktı. Alevi Çalıştayı’nın daha ilk oturumunda “önce tanımda anlaşalım” dayatması ve söylemlerindeki “solcu Aleviler” ötelemesi anımsanacak olursa Doğan’ın öne çıkarılması, teşvik edilmesi hiç de garip değil. Sünni soslu Alevilik Fethullah Gülen- İzzettin Doğan ve Doğan’ın hükümetle ilişkileri dikkate alındığında derinlerde kotarılmış bir teolojik ittifak açığa çıkar. Bu ittifak aynı zamanda güvenlik odaklıdır. Yani cami-cemevi projesinin kendisi teolojik, Mamak gibi tarihsel olarak solun güçlü olduğu bir bölgenin seçilmiş olması da siyasidir. Cem Vakfı, kendi cemlerinde içerik olarak cami-cemevi buluşmasını zaten sağladı. Örneğin, ceme gelen başı açık kadınların eline başörtüsü tutuşturmak, kabul etmeyeni ceme sokmamak, semah dönenlere tek tip kıyafet giydirerek bir nevi üniformaya kavuşturmak, cemin içine ayrıca Mevlevi semasını sokmak, Alevi dedelerini gri pasaportla gizlilik Kaldı ki, cami-cemevinin yanyana yapıldığı yerel örnekler de yok değil. Ordu’da, Zonguldak’ta, Amasya’da, Orta Anadolu’nun kimi illerinde cami-cemevi yanyana kullanılıyor ve bunların bir kısmı da cemaat eliyle kurulan ve adında Alevi- Bektaşi sözcüğünün geçtiği dernekler tarafından yapıldı. “Cami cemevi yaptırma dernekleri”nin de açılmaya başlandığını da bu vesileyle anımsatalım. Yerel örneklerin sonuçları Sünniliğe benzeyen bir Aleviliğin oluşumu konusunda olumlu sonuçlar vermiş olmalı ki, daha büyük ölçekli Tuzluçayır örneği gündeme geldi. Bazı bölgelerde murat edilen şey elde edilmiş. Örneğin Zonguldak’ta “Namaz saatlerinde camide namaz kılan köylüler, daha sonra cemevinde cem ibadetlerini yapıyorlar”. Ha keza Fatsa’da Hz. Ali Cami ve Cemevi’nde vakit namazları kılınıyor istenirse cem oluyor. Caminin imamı da bir Alevi. Gülen’in “yontulmuş Alevi”si böyle olsa gerek. Vakıf ve kurucuları Tuzluçayır’daki örneğe dönecek olursak, üzerinde durmamız gereken bir başka konu projeyi uygulayan vakfın yapısı ve projenin finansmanı. Cami-cemevi projesinin hayırlı tarafı, kendilerinde Aleviliği şekillendirme misyonu gören Sünni çevrelerin ve de hükümetin Aleviliği dizayn amaçlı yapay örgütler kurdurduğunun deşifre edilmesi. Bu, spekülasyonu yapılan bir konu olmaktan çıktı ve gerçekliği sabit oldu. Artık hiç kimse “Cemaat de hükümet de Aleviliği inşa etmek üzere dernek ve vakıflar kurduruyor” cümlesine itiraz edemez. Projeyi yürütmek üzere kurulan Hacı Bektaşi Veli Kültür Eğitim Sağlık ve Araştırma Vakfı, 2 Mart 2013 tarihli Resmi Gazete’deki bilgiye göre 60 bin lira sermayeli. Vakıf kurucuları Kemal Kaya, Mehmet Recep Tiryaki, Muharrem Tandoğan, Haydar Malçok ve Necip Kayalı. Haydar Malçok, İzzettin Doğan’ın vakfının da üyesi. Merkezi Ankara olan vakfın kızılbaş - sayfa 50 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kuruluş senedinin noter onay tarihi 25 Aralık 2012. Oysa İzzettin Doğan, projeyi ilk telaffuz ettiğinde aylardan Nisandı. Demek ki, süreç epey gerilere uzanıyor. Vakfın amacı şöyle: “Türk toplumunun kültürel, bilimsel ve sosyal gelişimine hizmet etmek, verimli, etkin ve yüksek düzeyde eğitim ve sağlık hizmetlerinin yerine getirilmesine katkıda bulunmak, Alevi ve Bektaşi kültürü başta olmak üzere Anadolu kültürlerinin yaşatılması ve tanıtılması doğrultusunda sosyal ve kültürel çalışmalar yapmak, yapılan çalışmaları desteklemek, Çağdaş ve Cumhuriyet ilkelerine bağlı Türk milletinin milli ahlaki manevi ve kültürel değerlerini benimseyen koruyan ve geliştiren insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşın görev ve sorumluluklarını bilen eğitim çerçevesi içinde katılımcı bir sivil toplum hareketi eğitimli ve sağlıklı nesiller yetiştirmektir.” Masumiyet nerede? Fethullah Gülen’in Gezi eylemlerini değerlendirirken “çürük nesil” dediğini anımsadığımızda vakfın amaçları arasında yer alan “sağlıklı nesil” vurgusu da çerçeve kazanıyor. Şimdi, Alevileri rencide eden, zavallı gösteren bir finansman modeliyle cemaat sponsorluğunda yapılan cami-cemevinin Aleviler açısından pratikte yaratacağı sorunlara da hiç değinmeden şu soruyu sormak istiyorum: Sünni bir cemaat, Aleviler adına vakıf kurma hakkına sahip olduğunu düşünüyor, proje geliştirip kendisine iktidar odaklarıyla ilişkiye meraklı bir Alevi buluyor, projesini kabul ettiriyor, üstelik inşaat ruhsatını “kültürel tesis alanı” olarak alıyorlar, ayrıca imarıyla ilgili süreci bekleyemeyecek kadar da acele içinde ise “Masumiyet bu işin neresinde?” (Radikal) mevsimlik işçiler (ikdidar ile ölümler doğru orantılıdır)!.. ayşegül karadağ Mevsimlik işçiler;ölümler,yok olan hayatlar ve geride bırakılanlar,ölümler ve psikolojik çöküntüler,toplum ve insanlık. Ölüm bir kez daha yüzünü en ağır, en acı biçimde gösteriyor. Emeği anlayabilmek, yaşamı anlayabilmek ucuz kalıyor. Acı, ölüm, ağıt adeta bu toplumla bütünleşmiş. Yeryüzüne tüm evrene mühür basmış mevsimlik işçilerin ölümü. Kayıp bir toplumun inkar edilen kadınları, çocukları… Onların gözlerinde aslında hep Cesaret var, Emek var, Sevda var, Güneş var.. Güvencesiz çalışma yöntemleri ile kar oranlarının en üst düzeye çıkarma uğraşları sonucunda insanlık dışı ölümler gelmekte.. Dünyada 1,1 milyar tarım işgücünün yaklaşık 450 milyonu mevsimlik tarım işçileri oluşturmaktadır. Tarım işçileri ulaşımdan barınmaya, düşük ücret çocuk işçiliği, hastalıklar ve kültürel ayrımcılığa kadar birçok ciddi sorunla karşı karşıyalar. Ve mevsimlik tarım işçilerinde bebek ölümleri beş kat daha fazla. Kadınların yaptığı işlerde emek oranı daha fazla, çapa tohumlama, hasat, ot ayıklama.. Üstüne ırkçı linç girişimleri de cabası. Ötekileştirilen işçiler çalıştıkları bölgelere gittiklerinde toplumsal ayrımlarla karşı karşıya kalmaktadırlar. Çalıştıkları bölgelerde potansiyel suçlu muamelesi görmekte.. tırma, mülksüzleştirme politikalarına karşı mücadele, mevsimlik tarım işçilerinin gündeminde yer almaktadır. Gün doğusu ile gün batımı arasında kalan işçiler…Sadece güneşin doğuşunu ve batışını gören, her türlü zorluğa maruz kalan fakir bıraktırılmış insanlar.. Okul çağına gelmiş fidanların okula gidemediğini okuma yazma dahi bilmedikleri bir ülkede gelişme ilerleme nasıl olabilir ki.. Bunu bekleyemeyiz. İşçiler değil sendika ve ssk gibi en temel “Sosyal Haklar”dan mahrum bir durumda çalışıyorlar. “Kölelikten Başka Bir Şeyi Olmayan” lar listesinin başındadırlar. Yaptığım araştırmalara göre; 6-7 nisan 2013 Şanlıurfa Viranşehir’de yapılan Mezopotamya Mevsimlik Tarım İşçileri Kurultayı bu mücadelenin ilk adımlarını atmıştır. Ve ürettiği değerler asla resmi rakamlara yansımaz. Sizleri ölümleri unutmak ihanettir.. Bütün güzel yüzlerin ötesinde bir anlamdı Adıyaman’da yaşamını yitiren kadınlar. Şöyle diyordu haberler: ”Adıyaman’da katliam gibi kaza, 10 ölü. Adıyaman Gölbaşı karayolu çakal köprüsü üzerinde tarım işçilerini taşıyan minibüsün köprüden uçması sonucu 10 kişi öldü.13 kişi yaralandı.” Gölbaşı’ndan Adıyaman’a minibüsün çakal köprüsü yakınlarında lastiği patladı.Minibüs daha sonra yan yatarak köprüden aşağı uçtu. Taklalar atarak 20 metreden tarlaya çıkan minibüste bulunan tarım işçilerinin yardımına vatandaşlar yetişti.” Tarım işçilerinin dernekleşerek sonrasında sendikalaşma süreci, işçileri iş kanununa alma talepleri, barınma, altyapı hizmetleri, ulaşım, sağlık hizmetlerinden yararlanma, iş sağlığı ve iş güvenliği, çocuk işçiliği, kadın emeği, ayrımcılık ve toplumsal dışlanma, gibi konular ve topraksızlaş- Burada devletin yaklaşımları, yıkımları, iyi gözlemlenmeli, her yanlış deşifre edilmeliydi. Bu kazada o yanlışlardan biriydi. Köprü ve yol kontrolünün yapılması şarttı.. Ama nedense kayıplar yaşandıktan sonra kontrol etmek akıllarına geliyor. Yada işlerine gelmiyor. kızılbaş - sayfa 51 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Serçesme'mizin ortasına zorla yapılmış bir camidir o! Veliyyettin H. Ulusoy Hac Bekta Veli Dergâh Postniini Veliyettin Hürrem Ulusoy da son günlerdeki cami-cemevi projesini deerlendirdi. Hacbektata Türbenin yan bandaki caminin Cemevi ile Cami Projesiyle badatrlmasna tepki gösteren Ulusoy o caminin II. Mahmut Yeniçerileri ortadan kaldrnca, Hamdullah Çelebi, Amasyaya sürgün edilip Hac Bekta Dergâhna postniin olarak Nakibendi eyhleri atannca yapldn anlatt. Hac Bekta Velinin soyundan gelen bir Çelebi olan Veliyettin Hürrem Ulusoy, Gerçekten karde olmamz isteniyorsa, ancak her konuda ayn haklara sahip olan -ne bir milim aa, ne bir milim yukar, ayn haklara sahip olan- insanlar karde olur. Biri seni ötelerse, hiçbir hak vermezse sana, Cemevin cümbü evi derse, onunla nasl karde olacaz? dedi. Geçtiimiz günlerde, Amasyada, Hamdullah Çelebinin makamnda yaplan muhabbet toplantsnda Hac Bekta Veli Dergâh Postniini Veliyettin Hürrem Ulusoyun Cemevi ile Cami Projesi hakkndaki deerlendirmeleri öyle oldu: Bu Projede amaç kardelikse, karde olmaksa eer, baka konularda da karde olmamz lazm. Hangi konuda karde olmamz lazm? Bakyorsunuz bir tane Alevi-Bektai vali göremiyorsunuz; bir genel müdür göremiyorsunuz. Sen Alevi-Bektai misin? Geri dur! Böyle bir eyde karde olmuyoruz, ama her ne amaçsa -ki buna üpheyle bakyorum ben- cemevi ile cami yan yana. Cemevi ile cami yan yana olduunda, camide ezan okunurken cemevinde de duvaz okunuyorsa ne olacak? Hangisi susacak acaba? Buna neden ihtiyaç duyuluyor? Cami-kilise-havra yan yana olunca sokak ortasnda insanlar öldürülmedi mi? Mezhep ya da din savalar olmuyor mu? Gerçekten karde olmamz isteniyorsa, ancak her konuda ayn haklara sahip olan -ne bir milim aa, ne bir milim yukar, ayn haklara sahip olan- insanlar karde olur. Biri seni ötelerse, hiçbir hak vermezse sana, Cemevin cümbü evi derse, onunla nasl karde olacaz? Biz Alevi-Bektai toplumu olarak karde olmaya hazrz, ama ayn haklara sahip olmak isteriz. Elimiz kolumuz bal, ama sen boks eldivenlerini takyorsun: O zaman eit olmayz. O zaman avantaj hep sende, hep dayak yiyen ben. yana olduu zaman biz karde mi olacaz? Dier yönlerden karde olamyoruz, ama ikisi yan yana inanç mabetleri tamam! Burada farkl amaçlar olduunu düünüyorum ben. Herkes kendi inancna devam etsin ve birbirlerine saygl olsunlar. Devlet de artk inançtan elini çeksin. Devletin inanc olmaz, devlet inançszlarn da devletidir. Her farkl inançtan olanlarn da devletidir. Sadece bir mezhebi kucana çekip, öbürlerini itmesin. O caminin orada bulunmasnn tarihi bir nedeni var: Sultan II. Mahmut 1826da Yeniçerileri ortadan kaldrnca, u anda makâmnda bulunduumuz Hamdullah Çelebi de Krehirde idamla yargland. ALEV-BEKTALERN DE BARI MASASINA OTURMASI LAZIM En son barta, Kürtlerle olan barta da eksiklik var. Türkiyede yaayan bir sürü grup var. Bu gruplarn hepsinin birden, tabii Alevi-Bektailerin de bar masasna oturmas lazm. Gerçekten bir bar isteniyorsa, gerçekten herkesin hakk kendine teslim edilmek isteniyorsa, gerçekten herkes inancn yaamak istiyorsa, devletin inançlardan elini çekmesi lazm, herkese ayn uzaklkta olmas lazm, din ile ilgisini bitirmesi lazm. Bunda hiç üphe yok, amaç bunun tam tersi. Biz yourdu üflüyoruz, çünkü imdiye kadar Alevi-Bektai toplumuna bir milim bile hizmet gelmedi. Peki, neden gereksinim duyuluyor buna? ALEVLKLE L OLMAYANLARLA TEMAS KURUYOR Biz sadece unu görüyoruz: Aleviler kim? Biziz! diyecek birileri yaratld. Gerçek Aleviler kenarda duruyor. Sadece protesto ediyorlar, kendi aralarnda tartyorlar. Dierleri, Ben Aleviyim deyip de Alevilikle iliii olmayanlarla temas kuruyor. Cemevi ve Cami Projesi de bunun devam bence. Buna neden ihtiyaç duyuluyor? Herkes kendi yoluna gitsin, isteyen cemevini, isteyen camisini yapsn, ama birbirlerine saygl olsunlar. Cemevi ile cami yan Bu saçma bir ey! Çok saçma bir ey! Asimilasyona hizmet ediyor. Amaç o! ZORLA YAPILMI BR CAMDR O Hacbektata Dergâhnn içinde, Türbenin yan banda da bir cami var deniliyor. Bu Cemevi ile Cami Projesinin onunla hiçbir ilgisi yok. O dönemde yarglanan bir tek Hamdullah Çelebi de deildi. Hem stanbulda hem de tüm Anadoluda Alevi-Bektai Dergâhlarnn bandakiler yargland, kimini öldürdü, kimini sürdü. Hamdullah Çelebi, Krehir eriat Mahkemesinde on gün yargland. (Parantez içinde belirteyim: Vakfmz bu mahkeme tutanaklarn kitap olarak yaynlad. Hamdullah Çelebinin bu mahkemede yapt savunmas, günümüzün AleviBektai toplumuna ve toplumumuzun sorunlarna cevap verecek niteliktedir. Tüm Alevi-Bektailere bu kitab edinmelerini tavsiye ediyorum) Mahkeme sonunda özel ulakla bir ferman geldi. Belki Padiah, Osmanlda yeni bir isyan çkar diye biraz çekindi ve Hamdullah Çelebi, Amasyaya sürgün edildi. O Amasyaya sürgün edilince, Hac Bekta Dergâhna postniin olarak Nakibendi eyhleri atand. Türbenin yanndaki o camii, onlarn döneminde yapld. Bizim geleneimizde olmayan bir eydir bu. 1826 daha dün! 1834 ylnda yaplan o caminin bizimle bir iliii yoktur. Dergâhmz 1300lü yllardan beri var. 500 yl sonra dergâhmza cami yaptrlmas bizi asimile etmek amaçldr. Yani, Serçememizin tam içine, ortasna zorla yaplm bir camidir o. Biz, herkesin inancna sayg duyuyoruz, ama bizim inancmza da sayg gösterilsin. Lütfen bu gerçei herkes görsün ve toplumumuz da bu gerçei dikkate alsn. 19 Eylül 2013 Deniz Güne / Demokrat Haber kızılbaş - sayfa 52 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Maraş Katliamı Paneli (21 Aralik 2013 tarihinde Viyana alevi Toplum (Alevitische Gemeinde Wien AGW)´in duzenledigi Maras Katliaminin 35.yil anma panelindeki konusmamdır.) Sözlerime öncelikle bu panelin sunumu için beni nezaket gösterip İstanbul’dan buraya getiren sevgili yönetici dostlarıma, yoldaşlarıma ve salonu dolduran, cemal cemale geldiğimiz, cem olduğumuz siz canlara teşekkür ederek ve hepinizi sevgiyle, saygıyla selamlayarak başlamak istiyorum. Gönül ister ki, katliamları, acıları, yoksunlukları anımsatan ve aradan onlarca yıl geçmiş olan, toplumumuza travmalar yaşatan bu tür acılar ve böylesi paneller olmasın. Ama bir başka açıdan da bu acıların unutulmaması, bunlardan gerekli, doğru dersler çıkartılması ve geleceğimize ilişkin perspektifler sunulması için bu toplantıların gerekliliği de kaçınılmaz.. Bundan tam 35 yıl önce K.Maraş'ta devletin C.Başkanından Başbakanına, İçişleri Bakanından, emniyet müdürüne kadar tüm polisinin, mitinin, itinin, askeri ve mülki amirlerinin gözetimi altında, bizzat katkı ve katılımlarıyla tam tamına 7 gün boyunca insanlık tarihinin en vahşi, en insanlık dışı katliamlarından birisi yaşandı. Katliamın acıları aradan 35 yıl geçmiş olsa bile, o kadar taze ki. Hepimiz biliyoruz. Ama yine de katliam öncesi süreci ve katliamın yaşandığı günleri anımsamakta fayda var. 1978 yılının 19 Aralığında K.Maraşta Çiçek sinemasında dönemin milliyetçi filmlerinden olan “Güneş Ne zaman Doğacak” adlı bir film oynarken saat 21:00 sularında sinemaya patlayıcı madde atılır. Patlayıcı denilen ise sadece basit bir ses bombasıdır. Bombayı atma emrini veren Ülkücü Gençlik Derneği K.Maraş Şb Başkanı Mehmet Leblebici ve 2.Başkan Mustafa Kanlıdere’dir. Bombayı atan ise o zamanlar Ülkü Ocakları üyesi, Ökkeş Kenger ki, adını Ökkeş Şendiller sivil faşist gerici katiller gerçekleştirdi demek, eksik bir tespit olur. Hükümette sosyal demokrat olduğunu söyleyen bir başbakan ve hükümet olsa da devletin güvenlik güçleri kimi zaman ya seyirci olur, ya da katliam süresince genellikle faşist, gerici katilleri koruyarak, kollayarak, hatta onlarla birlikte katliamın gerçekleştirilmesini sağlar. PTT Memuru - Nüfus Memuru – Piyangocu Erdal Yıldırım olarak değiştiren, sonraları da ödüllendirilip milletvekili yapılan, AKP’nin bir Alevi Çalıştayına da “tecrübelerinden faydalanılmak üzere” davet ettiği faşist ittir. Bombalamadan sonra eylemin solcular, komünistler tarafından gerçekleştirildiği iddiasıyla “Kanımız Aksa da Zafer İslamın” “Müslüman Türkiye” “Başbuğ Türkeş” sloganlarıyla bir araya gelen sağcı faşist güruh, CHP il binasına, PTT binasına, TÖB-DER binalarına saldırır. Ertesi gün de Alevilerin yaşadığı Yörük Selim mahallesinde bir kahvehane bombalanır. Bombalama sonucu mahalle ileri gelenlerinden Gıjık Dede adlı bir kişi yaşamını yitirir. Aynı gün Belediye hoparlöründen “Kızıllar şehrimizi bastı, Kızıllara Geçit Vermemek İçin Hat Boyunda Buluşalım” anonsları yapılır… 21 Aralıkta sol görüşlü Hacı Çolak ve Mustafa Yüzbaşıoğlu adlı öğretmenler öldürülür. Öğretmenlerin cenazesine “Aleviler, yarın Sünnilere saldıracak” yaygarasıyla saldırı yapılır ve camide cenaze törenine izin verilmediği için de tören tamamlanamaz. Akşam saatlerinde faili şüpheli bir olay daha yaşanır. Akşam saatlerinde üç sağcı genç öldürülür ve günlerce sürecek olan, tarihte eşi benzeri olmayan bir katliamın fitili ateşlenmiş olur. Katliam boyunca Yörük Selim, Mağaralı, Serintepe, Yusuflar, Dumlupınar, İsadivanlı, Yeni Mahalle, Sakarya, Namık Kemal mahallelerinde ve şehir merkezinde, Maraş’a yakın merkez köylerde korkunç bir kıyım yapılır. Dinamitlerle, uzun namlulu silahlar, tabanca, balta, satır, keser, demir sopalar, benzin ve gaz kullanılarak yüzlerce kişi öldürülür, yaralanır sakat bırakılır. Hamile kadınlara tecavüzler edilir, çocuklar kaynayan kazanlara atılır, yaşlılar, gençler işkencelerle katledilir. Bu vahşetten de öte saldırıları sadece Katliamdan bir hafta kadar önce şehirde yaşanan bazı gelişmeler son derece dikkat çekicidir. Alevilerin yoğun olarak yaşadığı mahallelerde kendilerini nüfus sayım memuru olarak tanıtan kişiler evlerde kimlerin, kaç kişinin yaşadığını tespit edip evlere kırmızı çarpı (X ) işaretleri koydurulur. Aynı şekilde başka mahallelerde de kimi postacı kılığındaki kişiler “mektupların kaybolmaması” için evlerin numaralandırıldığını söyler ve evleri işaretlenir. (2012 den beri Aydın, Erzincan, Malatya, İstanbul, Adıyaman ve birçok yerde olduğu gibi ) Evler işaretlenir çünkü katliam boyunca elebaşı konumundakiler “Üzerinde işaret olan evleri yakın, yıkın, diğerlerine dokunmayın” diye talimatlar yağdırır. Maraş katliamını, sadece bir Alevi-Sünni çatışması eksenine oturtmaya çalışmak, bunun gerekçelerini de Alevilerin Maraş'a yerleşmesine, ekonomik olarak örgütleniyor olmasına bağlamak; ya da salt CHP iktidarının yıpratılmasına yönelikmiş gibi açıklamak, salt bir AleviSünni, ya da Türk-Kürt çatışması gibi göstermek son derecek eksik ve yetersiz bir değerlendirmedir. Maraş, katliam planlayıcıları tarafından son derece iyi tespit edilmiş bir şehirdir. Maraş’ı ve daha sonra yaşanan katliamların kimler tarafından, nasıl, hangi amaçlar için gerçekleştirildiğini doğru anlamak zorundayız. Maraş katliamı Aleviler, Kızılbaşlar, Kürtler, sol ve sosyalist çevrelere karşı ve özcesi düzene muhalif tüm kesimleri sindirme, bastırma, gözdağı verilmesi amacıyla CIA, MİT, Kontr-Gerilla ile sivil faşist, gerici çevrelerce ortaklaşa gerçekleştirilmiştir. Neden Maraş veya benzer katliamlar Konuyu biraz daha iyi anlamak – irdelemek için birkaç yıl geriye gidelim.. 1968 yılında Avrupa’da gelişen ve tüm dünyaya yayılan devrimci sol rüzgârlar doğal olarak ülkemizde de etkisini gösterdi. Yükselen sol muhalefete karşı emperyalizmin işbirlikçileri, askeri kanat eliyle kızılbaş - sayfa 53 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 12 Mart 1971 de bir darbe gerçekleştirdi ve sıkıyönetim ilan edildi. 68 Gençlik hareketinin öncüleri Mahir Çayan ve arkadaşları 30 Mart 1972 de Kızıldere’de, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Arslan 6 Mayıs 1972 de Ankara’da darağacında, Ser Verip Sır Vermeme Geleneğinin öncüsü İbrahim Kaypakkaya da Diyarbakır işkencehanelerinde katledildi. 12 Marttan sonra da demokrasi ve özgürlük mücadelesi engellenemedi, sol muhalefet güçlenmeye devam etti. Ve 1973 ile 1977 yıllarındaki seçimlerde CHP seçimlerden 1.parti olarak çıktı. Parlamento dışındaki muhalefet de her geçen gün yükselmeye devam ediyordu. İşte bu durum öncelikle emperyalistlerin, ordunun, kompradorların, ağaların işine gelmiyordu. Yükselen mücadelenin önünün kesilmesi gerekiyordu. Bunun içinde ülke içinde birçok yerde çeşitli güçler devreye sokularak, sokak infazları, suikastlar, katliamlar tutuklamalar gerçekleştiriliyordu. Ve giderek Maraş katliamı hazırlanıyordu. Eisenhower Doktrini – K.Afrika ve Genişletilmiş BOP Özellikle belirtmeliyim ki, Maraş katliamı vb birçok katliamlar, 1957 yılında ABD Kongresinin kabul ettiği “Eisenhower Doktirini”ne dayanmakta olup, “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)” ve daha sonra “Kuzey Afrika ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” olarak adlandırılan proje de bu doktrinin geliştirilmiş şekilleridir. ABD’nin dünyayı, özellikle de Ortadoğu coğrafyasını yeniden dizayn etme, devamında Orta Asya’daki yer altı doğal gaz yataklarına kavuşma amacı sebebiyle ülkemizde Maraş katliamı, Çorum, Sivas vb katliamları, 12 Eylül darbesini, sonrasında Madımak katliamının tertiplenmesinde önemli rol oynamış, hatta bizzat yapmıştır. Hatta son yıllarda Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da yaşanan darbeler, iktidar değişikliklerin tümü bu projenin hayata geçirilmesi aşamalarıdır. Tabi, ABD’nin bu rolünün yanında, SSCB’nin de Ortadoğu üzerindeki hesaplarını unutmamak, bu projelerin bu iki büyük emperyalist güç arasındaki Ortadoğu’ya hâkim olma, pastadan daha fazla pay alma kavgasının bir sonucu olduğunu da görmezden gelmemek gerekiyor. Kronoloji Maraş katliamı öncesi daha önceki yıllar ve aynı yıl ülke içinde çok sayıda olayın şekillendirmede rol aldığını da görüyoruz. Bunu görmek için de bazı kronolojik ve adli bazı olaylara göz atalım. 18 Ocak: Ecevit Hükümeti, TBMM’de güvenoyu aldı. 16 Mart: İstanbul Üniversitesi’ne atılan bomba 5 öğrenci öldü, 50 yaralı. 15 Nisan: Malatya’da 3 öğrenci, Ankara ve K.Maraş’ta 2 işçi öldürüldü. Ankara’da MHP Uyarı ve Yürüyüş Mitingi yapıldı. 17 Nisan: “Hamido” Malatya Bld.Bşk Hamid Fendoğlu gönderilen bombalı paketle öldürüldü. Maraş’ta Alevilerin önde gelenlerinden Memiş Özdal’a bombalı paketler yollandı. 18 Nisan: Büyük bir grup “Kahrolsun komünizm, katil Ecevit, Müslüman Türkiye, Dan Dan Hamido’ya intikam” sloganlarıyla yürüyüşe ve saldırıya geçti. Alevilere ait ev ve iş yerleri işaretlendi. Birçok işyeri tahrip edildi. 19 Nisan: İçişleri Bakanı K.Maraş’ta Türk Yıldırım Komandoları ve Esir Türkleri Kurtarma Ordusu’nun kurul- duğunu açıkladı. MHP, halkı birleşmeye çağırdı. 20 Nisan: Ordudan atılan bir yüzbaşı evinde orduya ait TNT kalıplarıyla yakalandı. Yüzbaşının Maraş’a silah sevkiyatında görevli olduğu iddia edildi. 27 Nisan: Ülke genelinde 1 Mayıs afişi asan 4 kişi öldürüldü. 1 Mayıs: Elazığ’da bir cami minaresinden ‘suya zehir atıldı’ şeklinde anons yapıldı. Halk galeyana geldi, güvenlik güçleri halkı zorla da olsa yatıştırdı. 29 Eylül: Malatya Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul öldürüldü. 8 Ekim: Abdullah Çatlı liderliğindeki militanlar Ankara’da Bahçelievler Katliamı olarak bilinen saldırıda bir evde 7 öğrenciyi kurşuna dizildi. 1978 yaz ayları…Alexander Peck, ABD, CIA Maraş katliamı öncesi en çarpıcı, bize en fazla bilgi verecek durumu, katliamın şifrelerini ABD Ankara Büyükelçiliği 1.Katibi Alexander Peck’in aylar öncesinde Çorum, Amasya, Tokat, Sivas, Erzincan, Malatya ve Maraş illerinde başta MHP olmak üzere AP, MSP gibi partiler, çeşitli dernek ve sendika yöneticileri ve sivil toplum kuruluşlarıyla yaptığı bir dizi toplantıda bulabiliyoruz. Ayrıca A.Peck’in son toplantılarını Maraş’ta ve katliamdan bir hafta kadar önce Gaziantep’te yaptığını da biliyoruz. Bu Aleksandre Peck ismi özellikle dikkat çekicidir. Çünkü biz olayların parçalarını doğru tamamlayabilir, yaşananları tam olarak anlayabilirsek, o zaman gerekli dersleri daha iyi çıkarabiliriz. Bu bağlamda Maraş katliamından 1 yıl öncesine bakıldığında görüyoruz ki, bazı ABD vatandaşları, ya da subayları 1 Mayıs 1977 Taksim’deki İşçi Bayramında da varlar. Ve o gün Taksim meydanını dolduran yüzbinlerce kişinin üzerine birkaç noktadan ateş açılır. En yoğun olarak da İntercontinental Otelinden. Ne yazık ki, bayram kana bulanır ve 35 kişi katledilir. Katliam öncesi ve katliam günü otelde konaklayan bu bazı Amerikalı subaylar, katliamdan hemen sonra sırra kadem basar, ülkelerine döner giderler. Altın Hilal Bir başka şifre de şu.. Alpaslan Türkeş bu şehirlerin sanal olarak oluşturduğu şekle “Altın Hilal” diyor, Altın Hilal’i oluşturan şehirleri Türklüğün köklerinin güçlendiği topraklar olarak adlandırı- kızılbaş - sayfa 54 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yor; bu bölgelerde komünist ideolojiye karşı milliyetçi, toplumsal bir uyanışın olduğunu ve bir temizlik yapılması gerekliliğini konuşmalarında sıkça ifade ediyordu. Bu toplantılarda “temizlik hareketinin” Alevi – Sünni çelişkisinin körüklenmesi üzerine tesis edilmesi kararı da alınıyor. Ve dönemin İçişleri bakanı İrfan Özaydınlı’nın hazırlattığı bir raporda da, Maraş katliamının planlamasını A.Türkeş’in dünürü ve MİT müşavirinin de içinde olduğu 4 MİT mensubu tarafından yapıldığını açıklıyordu. Ecevit ve çekmecesindeki belge Tam da bu noktada bu katliamın en büyük sorumlularından biri üzerine de birkaç söz söylememiz gerekiyor. Bu kişi hepimizin bildiği gibi yıllarca Alevilerin, Kürtlerin, demokrat, sosyal demokratların adını dağa taşa yazdıkları, Karaoğlan diye sahiplendikleri; hem kendi örgüt yöneticileri, hem de MİT’in kendi içindeki bir grubu tarafından rapor sunularak katliam yapılacağından haberdar edilen, buna rağmen kılını kıpırdatmayan, üstelik onu 32 yıl çekmecesinde saklayan Ecevit’tir. Ecevitin çekmecesindeki belgede (bizzat kendisinin ‘1 Ocak 1979 - Çok ciddi bir kaynaktan verilmiştir’ notunu düşmüş) şöyle diyordu: “CHP iktidarı devraldıktan sonra vuku bulan büyük olayların (Malatya, Sivas, Kahramanmaraş) çıkacağına dair bir-iki ay evvelinden haber verilmediğinden yüzlerce vatandaşımızın can ve mal kaybına sebebiyet vermişlerdir. Önceden haber vermek bir tarafa olayın yaratılmasında en etkin rol oynamışlardır. Nitekim Kahramanmaraş olayı MİT'tin (Şahap H., Ali K., Mehmet K., Av. Metin E. Nart K.) müşterek planlamaları ile çıkarılmıştır. MİT, CHP zamanında büyük olayları yapan ve yaptıran MHP'lilere ait bilgileri saklamış, sıkıyönetim mahkemelerine sadece sola ait raporların verilmesi hususunda Türkeş, MİT'teki elemanlarına talimat vermiştir.” 1974 yılında yüzlerce kilometre mesafede, deniz ötesindeki Kıbrıs’ın % 40’ına yakın toprakları 45 dakikada işgal eden ordu birlikleri günlerce ortalıklarda görünmez, hatta polisler ve askerler katillerle birlikte cinayetler işlerler. Kıbrısı işgal etme emrini veren Ecevit’te ortalarda görünmez. 19 Aralık 2000 Cezaevleri Katliamı Hayata Dönüş Operasyonu Ve aynı Ecevit 19 Aralık 2000 tarihinde ülkenin değişik şehirlerindeki cezaevlerinde sol, sosyalist, devrimcilere karşı yaptığı bir operasyonla 2 si asker, 30’u tutuklu 32 kişinin ölmesinin emrini veren kişidir. Ve operasyonda görev yapan asker ve polisleri kutlayan da aynı Ecevit’tir. Resmi sonuçlar Resmi verilere göre yedi gün süren olaylar sırasında 150 (350) Alevi öldürüldü, 1.000 den fazla kişi yaralandı, Alevilere ait 200'ün üzerinde ev yakıldı, 100'e yakın işyeri tahrip edildi. Savcının iddianamesine göre katliama karışanların sayısı 1.350 kişiydi. Bunlardan 752 kişi tutuklandı. 23 yıl süren davalar sonunda 22 kişi idam, 7 kişi müebbet hapis, 321 kişi de 1–24 yıl arasında ceza aldı. Yine savcının iddiasına göre katliamda önemli rol oynayan 68 kişiye ise hiçbir zaman ulaşılamadı. 1991’de çıkan TMK ile ceza alanların bir kısmının yattığı yıllara sayılarak ertelendi, diğerleri serbest kaldı. Ökkeş Kenger Katliamın birincil dereceden sorumlularından Ökkeş Kenger ki, 1971 Kırıkhan katliamının da sorumlularındandır. Daha sonra MHP Milletvekili yapılmıştır. Aynı şekilde Muhsin Yazıcıoğlu da, milletvekili yapılarak ödüllendirilmiştir. Haluk Kırcı işadamı oldu. Ünal Osman Ağaoğlu yurtdışına kaçtı. Döndükten sonra da sadece Kemal Türkler davasından tutuksuz olarak yargılandı. Yani görüldüğü gibi katiller ödüllendirildiler. Sıkıyönetim – 12 Eylül Katliamdan sonra 12 Eylüle giden yol için 26 Aralık 1978 saat 07.00'den itibaren İstanbul, Ankara, Kahramanmaraş, Adana, Elazığ, Bingöl, Erzurum, Erzincan, Gaziantep, Kars, Malatya, Sivas ve Şanlıurfa olmak üzere, toplam 13 ilde sıkıyönetim ilan edildi. Daha sonra bu illerin sayısının arttırıldığını da biliyoruz. Ve 12 Eylül darbesinden sonra CIA'nın Türkiye Temsilcisi Richard Perle “bizim çocuklar başardı” (our boys did it) ABD Dışişleri Bakanı Muskie ise 12 Eylül faşist darbesine ABD Başkanı Carter'a “Başkanım, Türk ordusunun komuta heyeti Ankara'da yönetime el koydu. Herhangi bir kaygıya gerek yok. Müdahale etmesi gerekenler müdahaleyi yaptı” diyordu. Travma Bu katliamın sonucunu sadece öldürülenler, yaralananlar ile açıklamaya çalışmak yetersiz kalır. Katliamın çok önemli başka sonuçlarına bakalım. Tek tipleştirmeci, ötekileştirici, inkârcı, yok etmeye yönelik ve emperyalizmin uşağı Türk – İslamcı anlayış sayesinde Aleviler, Kürtler korku yoluyla göçe zorlanmış ve Maraş’taki Alevilerin % 80 ‘i şehri terk etmiş, başka şehirlere ve özellikle yurtdışına gitmişlerdir. Katliamdan buyana 35 yıl geçmiş olmasına rağmen yaşanan bireysel, toplumsal ve ruhi travmalar halen devam etmektedir. Halen birçok Maraş’lı katliamda terk ettiği ata yurduna, evine, köyüne dönmeye cesaret edememekte, çocuklarına o katliamı anlatmamaktadırlar. Birkaç yıldır özellikle AABK ve PSAKD önderlikli Maraş’ı Maraş’ta anma etkinliklerine, daha önceleri yıllarca Sivas’ta Madımak anmalarında gördüğümüz gibi Maraşlılar katılmaya cesaret edememektedirler. Kayıp Mezarlar Sizinle bu sohbet ortamını bulmuşken bir başka konuda da bir şeyler paylaşmak istiyorum. Bu ülke tarihi gerçek anlamıyla bir katliamlar tarihidir. Katliamları yapan kamu görevlileri, devletin koruması, gözetimi altındaki katiller, sorumlular, sivil faşistlerin suçları her daim üzerleri örtülmüş, gizlenmiş, belgeler, kanıtlar ortadan kaldırılmış, yok edilmeye çalışılmıştır. Hatta sadece bununla da yetinilmemiş kimi zaman katledilenlerin, yitirdiklerimizin mezarlarını dahi gizlemiş, ortadan kaldırmayı seçmişlerdir. Bu konuda da çokça örnek mevcuttur.. Koçgiri’nin yiğit evlatları Alişer ve Zarife’nin kesik başları veya mezarlarının nerede olduğu gizlenmiştir ve bilinmemektedir. Yine Dersim’in Seyit Rıza ve yoldaşlarının mezar yerleri gizlenmiş ve bugüne kadar tespit edilememiştir. Son süreçte de Maraş’ta katledilenlerin mezar yerlerinin belli olmadığı, en azından şuana kadar 80 kişinin mezar yerinin kaybolmuş olduğu, ya da yok edildiği yakınlarının başvurusu ve girişimleri sonucu meydana çıkmıştır. Öyle bir densizlik, öyle bir aymazlık ki, K.Maraş Belediye Başkan Yrd. Hasan Kaya, katliamdan yaşamlarını yitirenlerin cenazelerinin defnedildiği Şeyh Adil Mezarlığındaki birçok kişiye ait kişinin mezar yerlerinin bilinmediğini açıklıyor. Bugüne kadar hem bu katliamları gizlemeye çalışan, sorumlular, hem de içimizdeki kimi kişiler katliamları unutmamızı, geçmişte olup bitenlerin üzerinin örtülmesi gerektiğini söyleyip durdular. Söylemeye de devam ediyorlar. Unutmak!!! Ama nasıl unutacağız? kızılbaş - sayfa 55 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Hesaplaşma ve Yüzleşme olmadan katliamları unutamayız… Zaten nasıl unutacağız ki? 80 yaşındaki kadının gözlerinin tornavida ile gözlerinin oyulmasını unutabilir miyiz? 10 yaşlarındaki çocukların kaynar kazanlara atılarak öldürülmesini kim unutabilir? Hamile kadınların karınlarının satırlarla deşilerek ceninlerin dahi öldürülmesi vahşetini mi unutacağız? Çocukların, yaşlık kadın ve erkeklerin üzerlerine gaz ya da benzin dökülerek yakılmalarını kim unutabilir? Ağaçlara çivilenen çocukları unutmak hangi vicdanın işi olabilir? Tarihlerini objektif bir şekilde incelemeyen, araştırmayan, olayın arka tarafında kalanları gün ışığına çıkartmayan, yorumlamayan, hesaplaşmayan, yapılanlarla yüzleşmeyen ve ders çıkartmayanlar aynı hataları yapmaklar, karşı karşıya kaldıkları aynı haksızlıkları, zorlukları, hak ihlallerini, katliamları yaşamaya devam edeceklerdir. malatya katliamı ''18 Nisan 1978 Salı. Sabahın erken saatlerinden itibaren kente, komşu il ve ilçelerden, köylerden akın akın insan gelmeye baslamıştı. Gelenlerin bir bölümü belediyenin önünde, diger bir bölümü de Samanpazarı’nda toplandı. Toplananların sayısı kısa sürede on bini aştı. Çoğu 15-20 yaşlarında gençlerdi. Gençlerin ellerinde özel hazırlanmış sopalar, zincirler, nacak gibi saldırı aletleri bulunuyordu. Yüzleri maskeli olan çok sayıda kişi de, toplanan grupların önüne geçtiler. Bir kol, Cezmi Kartay Caddesine yöneldi. Burada bulunan işyerlerinin çoğunlugu Alevilere aitti. Bir kol, Fuzuli Caddesine, bir kol Akpınar, Yogurtpazarı, Mısırlı Çarşısı ve eski Halep Caddesine; bir kol da Turan Emeksiz Caddesine dogru “Kahrolsun Komünizm, katil Ecevit, Müslüman Türkiye, Dan Dan Hamido’ya intikam” sloganlarıyla yürüyüşe ve saldırıya geçtiler. Hesaplaşma – Yüzleşme Evet, Maraş dahil, bugüne kadar yaşanan tüm katliamların utançlarıyla yüzleşmeli, katliamlarla ilgili gizlenen arşivler, belgeleri açıklanmalı, saklanmaya ve korunan çalışılan gerçek suçlu ve sorumlular tespit edilmeli ve mutlaka yargılanmalıdır. Devlet Maraş katliamından ve diğer katliamlardan ötürü toplumdan özür dilemeli, Maraş'a da katliamı ve yitirdiklerimizi sembolize eden ve unutulmamasını sağlayacak bir anıt dikilmelidir. Bizler bu topraklarda yaşanan Koçgiri, Zilan, Dersim, Maraş, Çorum, Sivas, Madımak, Gazi ve Roboski katliamlarını unuttukça, bundan gerekli dersleri çıkarmalıyız. Devletle, sistemle, kendimizle yüzleşmeliyiz. Yoksa daha çok Maraş ve benzeri katliamları yaşatırlar, yaşarız. Ve her şeyden önemlisi biz unuttukça hatırlatırlar.. Bilmeliyiz ki, unutmak ihanettir. Koçgiri katliamını unuttuk. Zilan’da katlederek hatırlattılar. Zilan’ı unuttuk, Dersim’de hatırlattılar. Bitti mi, bitmedi.. 5 Haziran 1966 Ortaca, 11 Haziran 1967 Göstericilerin önünde bulunan maskeliler, solcu ve Alevilere ait önceden işaretlenmiş işyerlerini göstererek tahrip ettiriyor, arkasından gaz dökerek yakiyorlardı. Yanan yağların, mobilyaların, halıların, deterjanların kokusu ve dumanı tüm Malatya’yi sardı.'' Malatya'da 17 Nisan 1978 akşamı başlayan saldırı, tahrip ve silahlı çatışma; 20 Nisan akşamına kadar sürdü. Ancak üç Elbistan, 5 Mart 1971 Kırıkhan, 18 Nisan 1978 Malatya katliamları yaşandı ve yine kısa sürede unutuldu. Unutulunca 1-4 Eylül 1978 Sivas Alibaba’da hatırlattılar. Sivas’ı da unuttuk. Hemen 1978 Maraş katliamını yaşatıp hatırlattılar. Ama Maraş’ı da unuttuk. Biz unutunca onlar hatırlatıyorlardı. Bu kez 29 Mayıs-3 Temmuz 1980 tarihlerinde onlarca insanımızı yitirdiğimiz Çorum’da hatırlattılar. Biz unutmaya devam ettikçe onlar hatırlatıyorlardı. Yine öyle oldu. Çorum unutulunca 2 Temmuz 1993 Sivas Madımak katliamında içlerinde 12 yaşındaki Koray Kaya’nın da olduğu 33 canımızı daha katlettiler. Ve ardından 12 Mart 95 Gazi ile Ümraniye katliamları… Seyit Rıza’nın kızı Leyla Dersim 38 Belgeselinde: “Bunu unutmayın, elinizi, ayağınızı, gözlerinizi öpüyorum. Bunu unutmayın, bu derdi unutmayın” diyordu. Ben de sözlerimi Maraş katliamını yaşamış, birçok akrabasını katliamda yitirmiş bir Maraşlı amcamızın torunlarına söylediği: “Herkesin yarası parmağında, bizimkisi ciğerimizde. Sakın unutmayın bunları!“ diyerek bitiriyorum. gün içinde denetim altına alınabildi. Bu süre içinde 8 kişi ölmüş, 20’si ağır olmak üzere 100 kişi yaralanmış, 100 işyeri ve konut tamamen olmak üzere, toplam 960 işyeri ve konut tahrip edilmiştir. Bazı işyerlerinde yangının halen devam ettiği 20 Nisan günü şehir merkezindeki enkazı kaldırma çalışmaları başlatıldı. Cadde ve sokaklar ancak iki günde temizlenebildi.'' kızılbaş - sayfa 56 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon MÜSLÜMANLARA SORUYORUZ! Bugün yılbaşı. İslam adına yapılan ırkçılığa Müslümanların büyük bir çoğunluğunun desteklemediğini biliyoruz. Ama desteklemeyenlerin de ses vermesini istiyoruz. Yılbaşı günü bu imza kampanyasını bunun için açıyoruz. Kimliğinin belirleyici öğesini Müslümanlık olarak gören herkese soruyoruz. Kardeşlikten, “yaratılanı yaratandan ötürü sevmekten” bahseden devletin en tepesindekilerden başlayarak, kamu görevlisinden, sivil toplum kuruluşu temsilcisi ya da üyesine, kanaat önderinden sokaktaki vatandaşa kadar kendini öncelikle Müslüman hisseden ve Müslüman olarak söz söyleyen herkese soruyoruz: 26 Aralık 2013 Perşembe günü, Beyazıt Meydanı’nda “Anadolu Gençlik Derneği” adı kuruluşa mensup, tekbir getirerek,“Edep Ya Hu” pankartıyla yürüyen bir grubun Noel kutlamasının “Müslümanlığa indirilen bir darbe” olduğunu ilan ettiğini duydunuz mu? Bu haberi okudunuz mu? Basın açıklamasının ardından Noel baba şeklindeki balon maketin önüne bira kutuları, haç ve enjektör konulduğu haberini gördünüz mü? Televizyon ekranında şişme Noel Baba’nın “sünnet edildikten” sonra bıçaklanarak parçalandığını izlediniz mi? Görmedi- 147 ton kitap, kilosu 15 kuruştan satıldı Milli Kütüphane tarafından Hurdasan’a gönderilen 147 ton kitap ve yazılı materyalin içinde tarihi çok eskiye dayanan yüzlerce nadide eserin sahaflara kilosu 15-50 kuruşa satıldığı ortaya çıktı. Son güncelleme: 9 Aralık 2013 08:47 Mynet haber bugün 5.861.636 defa, bu haber 32.337 defa okundu. Milli Kütüphane Başkanlığı’nda, önemli bir kültür ihmalinin yaşandığı ortaya çıktı. Hurdasan’a gönderilen Milli Kütüphane’nin hurda deposundaki kaydı bulunmayan 147 ton kitap ve yazılı materyalin içinde, tarihi çok eskiye dayanan yüzlerce nadide esere rastlandı. Hurdasan’ın yaptığı satışı yakından takip eden sahaf ve koleksiyonerlerin, cut yasalara göre suçtur. Adı geçen açıklamada söylenen yukarıdaki sözleri kınıyor musunuz? Hakka, hukuka, adalete, temel insan haklarına aykırı görüyor musunuz? niz, okumadınız, duymadınızsa, şimdi haberdar olduğunuzda, bu yapılanı ve söyleneni kınıyor musunuz? Hakka, hukuka, adalete, temel insan haklarına aykırı görüyor musunuz? Anadolu Gençlik Derneği’nin yukarıda adı geçen açıklamasında, “Gayri Müslim azınlıkların bütün hakları İslam devletinin ve Müslümanların teminatı altındadır” denmiş. Bu ifade sadece insan haklarının ihlali değil, mevcut yasalara göre de suçtur. Her ne kadar birçok bakımdan kağıt üzerinde kalsa da resmi olarak, Anayasası, yasaları ile seküler bir devleti “İslam devleti” ilan etmek, Müslüman olmayanları, yasalar ve evrensel hukukun güvencesi altında bireyler ve toplumlar değil, güvenliği Müslümanların (hem de Noel Baba bıçaklayan Müslümanların) teminatı altında olan birer “emanet”, Osmanlı’dan miras “zımmi”, dolaylısıyla ikinci sınıf yurttaş olduğunu ilan etmek, insan hakları ihlali olmanın yanı sıra, mev- Bu olaydan bir gün önce, Kadıköy’deki Sultan 3. Mustafa İskele Camisi’nin elektronik panosunda yer alan “Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar, birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse kuşkusuz o da onlardandır” şeklinde bir yazı yazıldı. kitapları kilosu 15 ile 50 kuruş arasında satın alarak, yüksek fiyatlara müzayedede sattıkları veya koleksiyonlarına kattıkları belirlendi. Hürriyet, Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik’in önceki gün Twitter hesabından yaptığı “Milli Kütüphane’de pek çok eserle ilgili suç teşkil eden uygulamalar tespit ettik” açıklamasında kastedilen suiistimali ortaya çıkardı. Buna göre Bakan Çelik’in işaret ettiği suiistimaller, ilk olarak kütüphanenin bir idari toplantısında fark edildi. Bu toplantıda, Milli Kütüphane mühürlü bir yazma eserin Konya Yazma Eserler Başkanlığı’na satıldığı bilgisi alındı. Hurdasan’a gönderildiği tespit edildi. Teslim, Hurdasan’ın tutanaklarına ise “Hurda kâğıtların bulunduğu depoların kullanılacağı için acilen boşaltılması” şeklinde yansıdı. Hurdasan’ın farklı zamanlarda satışa çıkardığı bu materyallere, sahaflar ve koleksiyonler büyük ilgi gösterdi. Hatta bir koleksiyonerin kilogramı 15 ile 50 kuruş arasında değişen fiyatlara satılan bu yayınlardan 15 ton aldığı dikkat çekti. 15 KURUŞA SATILDI Yapılan ilk araştırmada 2007’de döküm listesi olmayan, tasnifi yapılmayan 102 ton hurda kitap ve yazılı materyalin, 11 kamyonla Hurdasan’a gönderildiği ve tutanak karşılığında teslim edildiği belirlendi. 2011 yılında da yine 45 ton kitabın 15’er tonluk üç parti halinde Şimdi tekrar edelim: İslamin belirleyici kimliğini oluşturduğu tüm kuruluş, dernek ve çevreleri, kimliğinin başat öğesi olarak Müslümanlığı gören yönetici ve yönetilenlere soruyoruz: Yukarıda anılan etkinlikte söylenenleri ve yapılanları, caminin elektronik panosuna Hıristiyan ve Yahudileri düşman ilan eden sözlerin yazılmasını kınayan bir bildiri kaleme almayı, ya da kaleme alınan bir bildiriye imza vermeyi düşünür müsünüz? Cevap bekliyoruz. KÜTÜPHANE MÜHRÜ VAR Hürriyet’in gittiği Ankara’daki çeşitli sahaflarda da Milli Kütüphane mühürlü kitaplara rastlandı. 400 ile 1000 lira arasında satılan bu kitaplar arasında 1860’ta basılmış Hıristiyan teolojisine göre yazılmış Ermenice bir kitaptan, 1800’lü yıllarda basılmış İzmir baskılı yine Ermenice Balkan coğrafyasını anlatan bir diğerine; 1913 yılında tek nüsha halinde Merzifon’da çıkan Yunanca ‘Pontus’ dergisine kadar pek çok eser bulunuyor. kızılbaş - sayfa 57 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ölmeden Önce şeyin kokusu değişmiştir sende...sevdiğin biri ölmüştür ve sende değişmişsindir... Her ölümün karşında biraz daha erirsin biraz daha değişirsin... Her yok oluşla biraz daha yok olursun... İnsan şaşırır ölümü görünce... Aram Ararat İncecik bir yazı, akar akar usulca...ve peşin sıra ardı ardına kelimeler.. Küçücük,minnacık,kopuk kopuk kelimeler... Sonra birleşirler, toplanırlar, kendini sürekli tekrarlayan,kısacık bir cümle olurlar... ölüm!... İnsan şaşar ölümü gürünce... O kısa cümleye soğuk ve şaşkınlıkla bakar... Göğüs hizasında,yazı gibi ince bir sızıdır önce kelimeler gibi küçük, minik, kopuk sızlar... Bir sesizlik büyür içinde,o sesizliğin içinde yayılırlar... Ve bir yangına çıplak elinle dokunur gibi olursun... Yanık yanık kokar bir karanfil.... Bir katre alevidir, o kızıl çiçek, ömrünün bir yerine dokunup orada bir gülümseyiş ya da bir hüzünle hatırlanan bir iz bırakan birinin sende..senin de ömründen,hatıralarından koparılırken hissedilen bir cehennem alevi... Kor kor ateşlerden yanarsın... Yanık yanık kokar hayat... Aşılmaz bir yalçın kayanın önünde durursun...Korkunç labirentler,engeller ve karanlık boşluklarla yüzleşirsin... Herşeyin rengi değişmiştir gözünde... her şeyin adı değişmiştir dilinde... her Ne garip insanların ne kadar sevildiği ölüdükten sonra fark edilir heyhat... Bir gün söylenecek diye bir kenarda bekletilen,ama hiç söylenilmeyen bir cümle kalır kaybedilenlerin aklında... Hayattı bir gün ödünç almak istersin... sadece tek bir gün... Bir gün önceye dönmek,söylenmeyen bir şeyi söylemek,konuşulmayan bir şeyi konuşmak için bir tek gün hatta bir tek saat istersin... Ama yoktur...vakit dolmuştur... zamanı geçmiştir...süresi bitmiştir. Bir daha geri dönmemek için uzun yolculuğa çıkanı çağırmak nafile... nafiledir çağırmak...çağırma isteğinden direnmekte nafiledir... zira giden geri gelmiyor... Bir dua mı okunmalı? Bir türkü mü söylenmeli? Bir çocuk bir gün mutlaka sorar babasına: "baba ölüm nedir?" "Uzun bir yolculuktur ölüm... gidip gelmemektir...bir yok oluştur... kayıplara karışmaktır ölüm... Varılacak yer gökyüzünde ıssız bir has bahçedir belki... belki bir ışık deryası, belki de koyu bir karanlıktır...Belki tam bir yalnızlıktır. belki ahenkli bir kalabalıktır. Ama her halukarda bir başına gitmektir ölüm... O halde neden bu kadar kırıyoruz birbirimizi... Neden bu kadar ihmal ediyoruz?... Neden bu kadar bencil ve egoist oluyoruz herkese karşı... Mademki ölüm var...mademki fanidir bu dünya,o vakit neden sevgimizi hep kendimizden saklıyoruz....neden hiç görmediğimiz,tanımadığımız insanları sadece ırkından, inancından ve düşüncelerinden dolayı nefret ediyorsunuz... Mademki ölüm var,o zaman birbirimizi öldürmemize ne hacet.öldürmeye ne gerek var ölmüyor muyuz son kertede?... İnsanlar neden hep öldürmekle,yok etmekle övünüyorlar... ve hep öldüren kişileri kahraman ilan ediyorlar...oysaki sizin kahraman gürdüğünüz kişiler bir başkasının katili olduğunu unutmayın... Öteden beri ölümü hep sonbahar, mevsimine benzetmişimdir. sonbaharda ağaçların sararmış yapraklarınada tuhaf bir hüzün vardır...tıpkı ölen bir insanın uçuk cehresi gibi... bu mevsiminde dağ, taş, ova, vadi, orman ve bütün kainata hazin sarı bir renk çöküyor... ölümün rengi... mademki ölüm vardır,o zaman bir gün sadece kendiniz için yaşayın.sabahın seherinde uyanın en güzel giyitlerinizi giyin, geçin aynaların karşısına tarayın saçlarınızı...en güzel kokularınız sürün ve sonra kendinizi atın sokağa... çıkın dağların en doruklarına, açın kollarınızı yele karşı,rüzgarlar tarasın saçlarınızı...sonra inin ovaya... som som kaynaşan çaygaralarda kana kana su için ve içinizdeki o kor ateş sönsün...arının dertlerden, kederlerden... Karışın sokak,çarşı,pazarda ölümden bi haber dolaşan ahalinin içine...En sevmediğiniz insanları görün ve yüzlerine yüzlerine gülün katıla katıla... sizde olmayanı ve sizden tamamıyla dini,mezhebi,inancı ve etnik kökeni farklı olan insanlara dokunun,ve sevin onları...Ağaçları,kuşları,hayvanları,in sanları ve bilcümle canlıları bağrınıza basın... Ve günün sonunda hayatınızda kırdığınız tüm kalplerden üzür dileyin af dileyin... BU ANLAMDA KIRDIĞIM BÜTÜN KALPLERDEN AF DİLİYORUM... mutlaka ama mutlaka yapın bunları ÖLMEDEN ÖNCE.. kızılbaş - sayfa 58 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ötek i Maraş (II) Uğur ADSIZ KurmançAilesiGeri dönüşün cazibesiz yarası yüzünden ertelenen hayellerin topraklarında yabancılaşan yüzler, aidiyet duygusunu göç topraklarında yitirmiş evliliği imkansızlaşmış bir aşktır, Avrupa Maraş Kürtlüğü. Dönemsel bir ziyarethane edasına bürünmüş yüzbinlerin terk ettiği sevdanın dilinin değişime uğramasıdır Maraş Kürtlüğü. Maraş Kürtleri son 400-500 yıllık süreç içerisinde ciddi göçsel değişimler yaşamıştır. Keza Maraş’ın birçok halkı içinde söylenebilir bu durum. Maraş’a ya da Maraş ve çevresindeki coğrafyaya göç önceleri kitlesel değilde doğudan kabaran nüfustan arta kalanlarla yerleşimler, Medlerden önce gelişme gösteristir. Zira Maraş’ın Kayseri sınırındaki komşu ilçesi Sarız ismine baktğımızda bu ismin Sarız (Soros / Sarus) ilçesinin adı Med Kralı Keyaksaros (Keykhustrev) ‘dan geldiğini görmekteyiz bu bölgede hala yoğun bir kürt nufüsu mevcuttur. Göksun ilçesinin tarihi adı “Keoksun” un yine aynı addan türeme ihtimali var. Bu dönemdeki göçler hakkında detaylara inemesek de Maraş Kürtleri’nin büyük bir bölümünün zamanla Gürcistan’a göçtükleri ve burada “Cec” ya da yerli ağzıyla “Simiyalka” adını almış olduklarını görmekteyiz. Bugün bu Cec Kürtleri 100 binden fazla nüfusa sahiptir. Yine Kozanoğullarının Lek Kürtlerinden oldukları iddia edilir ve bunların Çarum ve Gürcistan sınır hattı boyunca yaşanyan Kürtlerin göçleriyle Kozan’a geldikleri söylenir. Her ne kadar üzerinde ciddi bir araştırma yapılmamış olsa da biz “Cec” ve “Lek” Kürtlerinin yakın bir dönemde bibirinden ayrılmış oldukalrını söyleyebiliriz. Batum’da Yaşayan Cec Kürtçesi Örnekleri: Çıto (nasıl), rınd (iyi), mange (inek), Apo (baba), çerkiyi (nasılsın), verdé (burası), demdan (uyumak), xung (kız kardeş), brang (erkek kardeş), qısekırın (konuşmak), gır (yaşı büyük olan), zıvang (dil), kenandın dan (güldürmek), cung (küçük), xoli (niçin) pıt (kadınlar için kullanılan bir tabir “jın” gibi) ber (gel), aşmiş (yemek), pi (omuz), ezgi (eziyet), nimé (namaz), Kürtçedeki “ji” eki yerine “zi” kumlanıyorlar. “Örneğin; ew ji hat- ew zi hat. Cec kürtçesine baktığımızda Kirmançkî (Zazakî) öğelerin yoğun olduğunu görmekteyiz aynı unsur Şadi ve Qocgirî Kürtleri için de geçerlidir. Cec Kürtlerinin ve Lek kürtlerinin Şadi aşiretinden olma ihtimalleri oldukça yüksektir. Bugünün kozanın Hamamköy köyüne gittiğimizde hem fiziki özellelikler hemde dilsel özellikler birbirine yakındır fakat sadece köydeki birkaç yaşlı bu dili bilmektedir. Orta Anadolu’ya gelen Kürtlerin nereden geldikleri sorusu, bunlarin ne zaman geldikleri sorusu gibi son derece önemlidir. Ama bu alandaki bilgilerin son derece sınırlı olduğunu görüyoruz. Bu konu ayrı bir çalışmayı gerektiriyor. Anadolu’nun dışında yaşayan başka yörelerden Kürtlerin, Orta Anadolu’ya göç ettikleri görülmüştür, İran’dan göç eden Lek Kürtleri gibi. Özellikle Adana ve yöresinde yaşayan, daha sonra- ları başka yörelere göç eden Lek Kürtlerinin asıl yurtları Kermanşah’dır. İran’da Lekistan denilen bir yöre de yaşamaktadırlar. 55 Lek Kürtlerinin 1512 yılında Yavuz Sultan Selim ve güçlerine yardım ettikleri ve daha sonra Kozan yöresine yerleştikleri öne sürülmektedir. Araştırmacı Wolfram Eberhard bir incelemesinde Kozanoiullarının aslında Kürt olduğu ve zamanla Türkmenleştiklerini belirilmektedir. 56 Daha sonraki yıllarda Kozanoğullarının daha güçlü olabilmek için bu kez cesaretleriyle tanınan Lek Kürtlerinin kızlarıyla evlenmeyi tercih ettikleri görülmüştür. 57 Diğer yandan Kürt tarihçilerinden Celilê Celil’in ortaya çıkardığı iki belgede, Kozanoğullarından bazı kişilerin, örneğin bir Kürt olarak Kozanoğlu Süleyman Bey’in 1888 yılında İstanbul’daki Rus Büyük Elçiliğiyle ilişkiye geçtiği görülmektedir. 58 Lek Kürtleri daha sonraları Anadolu’nun başka yörelerine dağılmışlardır. Urfa’da “Lekler Mahallesi” adında bir mahallenin olduğu söylenmektedir. (Rohat Alakom) Cec Kürtlerinin dilsel özelliklerini baz aldığımızda bunların da Kırmanşah bölgesinden geldikleri görülür. Burada akılları karıştıran şey göçlerin dönemsel döngüsünün gelgitlerle yoğunlaşması ve tam olarak bilinmemesi. Fakat bu bulgular ışığında bu iki ağzın aslında bir ağız olduğunu söyleyebiliz. Cec ve Lek Kürtleri dışında Maraş’ın göç yolu ya da iskanı olduğu bazı aşiretler Şıxbıziniler, Sinemililer, Koçgiriler ve Şadiler’dir. Sinemililerrin Maraş’a gelişi tam olarak bilinmese de Şıxbizinilerin bir dönem Elbistan civarına yerleştikleri daha sonra Kırşehir’e göç ettiklerini tahmin ediyoruz. Şadilerin gelişi 1850′lilerden başlarken, Koçgiri göçleri 1900′lü yılların başlarına denk geldiği tahmin ediliyor. kızılbaş - sayfa 59 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 mirabel kızkardeşlerin yolundan gidenler... 25 kasım dünya kadınına şiddete yönelik mücadele günü Ülkelerinde ki dikta rejime karşı savaşım yürüten ve ağır cezalar almalarına rağmen vazgeçmeyen, yılmayan, mücadelelerinin sembolu haline gelmiş üç kızkardeştirler Mirabel kardeşler. 25 Kasım 1960 Dominik Cumhuriyetinde, Trojillo Diktatörlüğü’ne karşı direnişi sergileyen Mirabel Kardeşlerin diktatörlük askerlerince tecavüz edilerek öldükleri gündür. Ülkenin medyasında sadece bir trafik kazası olduğu söylenerek üzeri örtbas edilmiştir. Mirabel kardeşler, Türkiye de kadın hareketlerinin de önemli bir unsurudur. Türkiye, dünya ülkeleri arasında kadına yönelik şiddetin en fazla olduğu ülkeler sıralamasında başlardadır. Gerek fiziksel şiddet, gerekse psikolojik şiddet. Taciz, tecavüz, küçük yaşta kendilerinin haberleri bile olmayan, cinsel olgunluğa bile erişmeden evlendirilen çocuk gelinler, haksız tahrikten öldürülen kadınların çok fazla olması sorunu açıkça göstermektedir. Cinsel istismarın en büyük suç olduğunu teşhisen, mutlak olarak bu iğrenç edimi gerçekleştiren kişilerin en ağır biçim de yargılanmaları gerekmektedir. Tekçi, ata-erkil, tahakkümcü, hiyerarşik devletçi zihniyetinin sürekli olarak kadına uygulanan cinsel sömürüye izin verilmesinden midir acaba artan istismarların sebebi? Biliyoruz ki bu ülkede tecavüze yargının işlemediği, hatta tecavüze uğrayan kadının ’giyinişi, davranışı‘ına göre tahrikten ceza indirimi alması yetmezmiş gibi razılarının olmasının söylenmesi hatta ve hatta evlenme yoluyla da hiç ceza almadan çıkması mümkündür. Kadına yönelik her türlü şiddet evrensel sorundur. Dünyada kadınların % 49’u psikolojik şiddet görerek yaşamlarını sürdürmektedir. %45 oranında çalışan kadınlar, iş yerlerinde tacize uğramaktadır. Kırsalda yaşayan kadınlar, şehir de yaşayan kadınlardan daha fazla şiddet görmektedir. Kırsal da her 100 kadından 41'i şehirde yaşayanların ise 27'si şiddet görmektedir. Dünya üzerin de kadınların %95'i hiç şaşırmayın aile içerisinde şiddete maruz kalmaktadır. Tabi ki Türkiye de bu durum daha fazladır. Türkiye, 2010 verilerine göre kadın hakları bakımından 136 ülke arasında 126. sırada olmuştur. İnsan tacirleri tarafından üzerine tahakküm kurulan kadınların sayısı Avrupa da 500.000 iken, Türkiye de 5 bini vesikalı YÜRÜ BİRE YALAN DÜNYA Yürü bire yalan dünya Sana konan göçer bir gün İnsan bir ekin misâli Seni eken biçer bir gün Ağalar içmesi hoştur O da züğürtlere güçtür Can kafeste duran kuştur Elbet uçar gider bir gün Dilara Gerdan yaklaşık 100 bin kadın seks sektörü içerisinde bulunmaktadır. Gelenekçilik ve toplumumuzun hassasiyetlerini tahrik eden bir hükümet kanalı var ve öğrencileri evlenmeye teşvik edici programlar geliştirmektedir. Önce lise öğrencileriyle başlayan bu çelişki ardından üniversite de evlenilir ise kredi ve yurt borçlarının silinmesiyle devam etmiştir. Bu programlar kadına yönelik şiddeti artıracaktır. Evlilik sorumluluk isteyen bir kurumdur nitekim henüz okumakta olan öğrencilerin yapacağı her evlilik erkenken ilerisinde getireceği sorunları görmezden gelmek de suçtur. Kadınlar için özgürlüğün ilk adımı örgütlü mücadeleyle başlamaktadır. Bizler biliyoruz ki sisteme kafa tutmuş bir kadının elbetteki ev içinde-dışında bedeni, yaşantısı üzerine kurulmuş her tahakkümün üstesinden gelebilmektedir. Örgütlülük, özgürlüğün bir teminatıdır. Kadının statüsü gözler önünde. Kendini yeniden var etmesi ve inşa etmesi için doğru bir mücadeleye başlaması ve kendini de siyasi oluşumların içinde göstermesi gereklidir. Kadının siyasete katılım göstermemesi, örgütlülük bilincinden kendini mahrum etmesi, ev içi proleter olarak kendini hapsetmesi özgürlüğünün önüne çekilmiş en büyük settir. Bizim amacımız; kimliğimiz, emeğimiz hakkında direktif veren 'erk' düşünceye inat savaşan, çalışan, direnen kadınlar olmaktır. Irkçılığa, milliyetçiliğe, militarizme, canlılara ve doğaya zarar vermemek, erkeğin kadın üzerinde kurduğu tahakküme karşı savaşım vermektir. Kendini pasivize etmiş bir kadın değil, ayakları üzerinde sağlam duran güçlü kadın olmaktır. Mirabel kardeşlerin korkusuzluğu, cesaretinden kendimize pay biçmektir. Artık kadınların ne giyeceğine, kaç çocuk yapacağına, doğum yaparken hangi yöntemi kullanacağına erkekler değil, kadınlar karar versin... Aşıklar der ki nolacak Bu dünya mamur olacak Haleb’i Osmanlı alacak Dağı taşı katar bir gün Yerimi serin bucağa Suyumu koyam ocağa Kafamı alın kucağa Garip anam ağlar bir gün Yer üstünde yeşil yaprak Yer altında kefen yırtmak Yastığımız kara toprak O da bizi atar bir gün Bindirirler cansız ata İndirirler tuta tuta Var dünyadan yol ahrete Coşkun gider salın bir gün Karacaoğlan der naşıma Çok işler gelir başıma Mezarımın baş taşına Baykuş konar öter bir gün Kızılbaş Dergisi sayfalarını gençlere daha çok yervermek için öneri ile çağrı yapıyor. Şiir fotoğraf anı hikaye makale karikatür özgün ortak sorunlara yönelik fikir düşünce önerilerinizi yazmaya paylaşmaya tartışmaya çağırıyoruz!.. kızılbaş - sayfa 60 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İŞİMİZ KAPI KULLARI İLE DEĞİL OL KAPI İLEDİR “Pir Sultan Abdal - Koca Haydar” Binlerce yıldır Anadolu coğrafyasında her türlü zulmü ve zalimliği yaşayan ve yaşamayada devam eden Anadolu Alevi Kızılbaşları zulme ve zalime dur diyebileceklermi? İşte cevabı verilmesi gereken soru budur.. Öyleyse ne olmalı ve ne yapılmalı? Bilinmesi gereken en kötü gerçek ise Anadolu Alevi Kızılbaşlarının örgütlenme sorunlarını ve eksikliklerini giderip bir üst noktaya kendilerini taşıyarak partileşmesi ve siyasal güç olarak hak alma mücadelesini sürdürmesi ve iktidarı almasıdır. Ama ne yazık ki durum hiçte böyle değildir. Başkalarının değirmenine su taşımak Anadolu Alevi Kızılbaşları için sadece hamallık ve zaman kaybıdır. Peki kimdir bu başkaları? Dost mudur ? Düşman mıdır? Beraber yürünür mü veya ortak mücadele edilebilinirmi? Sorularımıza azda olsa cevap bulmaya çalışalım. AKP; siyasi hayatını ABD ve AB’ye bağlı olarak sürdüren ABD ve AB’nin her dediğini yerine getiren ve buna karşılık olarakta içeride istediği her türlü hareketin serbestliğine sahip olan islamist faşist bir oluşumdur. AKP oluşumunu ortaya koyan ve önümüze süren ABD ve AB islamist ve faşist bütün kurum,tarikat ve zihniyetleri bir çatı altında toplamıştır. AKP bütün gücü ile kendi dışında olanlar saldırmakta ve yok etmekte. Pek tabi ki bu saldırı ve yok etme listesinin başını ilk sırada Anadolu Alevi Kızılbaşları almaktadır. Anadolu Alevi Kızılbaşlarının parçalı ve dağınık örgütlenmesi ise AKP’nin bu yok edici saldırısına karşı kendilerini belli şartlarda savunmakla beraber yeterli bir karşı koyuşu sergileyememektedirler. Umut vardır ve sevindiricidir. İhanetçi ve asimileci Cem Vakfı çiz- gisi ve zihniyetini görmezden gelemesekte yıpratıcı etkisinin dışında fazla değerlendirmeye ve dikkate almaya uzun vadede gerek yoktur diyebiliriz. Anadolu Alevi Kızılbaşlarının yapması gereken en önemli hamle AKP’nin ömrünü sona erdirecek ve tarihin çöplüğüne yollayacak her türlü çalışmayı yürütmesidir. MHP; omurgasını Türkçülük ve Irkçılık üzerinden şekillendiren ve eli kanlı katillerin buluşma ve toplanma yeri olan sistemin siyasi stepnesi diyebileceğimiz İttihak ve Terakki ‘nin torunlarının siyaset yaptığı oluşumdur. Türkiye Cumhuriyeti’ nin her türlü zorluk ve sıkıntısında sistemin gazoz kapağı açacağı olan MHP Anadolu Alevi Kızılbaşları için sadece bir mezarlık ve ölüler yeridir. Geçmişte, günümüzde ve gelecekte Anadolu Alevi Kızılbaiları için sadece ve sadece yok edici bir silindir olan MHP kimi Türkçü ve Irkçı Alevileri içine alsada (Hace Bektaş’taki Ulusoyların bir kaçı gibi ki Deniz Gezmişin idamına evet demişlerdir) karşısında mücadele edilmesi, zihniyeti ve düşüncesi ile Anadolu topraklarından kökü bir daha yeşermeyecek şekilde kurutularak sökülüp atılması gereken bir oluşumdur. Çöldeki vahalar gibi vitrindeki 1-2 Alevi Kızılbaş ile hamamın namusunu kurtaracağını düşünen ama ne kadar yıkansada hep kirli kalacak olan CHP Anadolu Alevı Kızılbaşlarının en tehlikeli ve gizli düşmanı. Sadece Anadolu Alevi Kızılbaşlarının değil kendi dışındakilerinin hepsinin azılı düşmanı peki neden? Kısaca hatırlamaya çalışalım lütfen; Selçuklu ve Osmanlıyı savunan ki iki devlette emperyalist azılı Alevi düşmanı ve katilidir. Dersim, Koçkiri,Ağrı, Zilan ve diğer katliamların imzalı ve kaşeli sahibi, 1930 lu yılların faşist ve ırkçısı Hitlerin akıl babası ve örnek aldığı parti. Diyanetin kurucusu ve kaldırılmasını reddeden, İmam Hatiplerin kurucusu ve başlatıcısı, Ermeni, Asuri,Karadeniz Pontus Rumları ile Karaman Hrıstiyan Türklerin soykırım ve sürgünlerinin emir verenleri ve asli sahipleri günümüzde ise iki azılı MHP’li ve Fettullah Gülen’ciyi kadrosuna katıp belediye ve yerel seçimlerde aday gösterecek olan Alevilerin gördüğü en büyük rüya ve hayal kırıklığı olan bir parti. CHP; kuzu postunda kurt, kında kılıç, tabancada mermi, idam sehpasında cellat artık ne derseniz deyin, ırkçı,türkçü ve faşist ama adı sosyal demokrat olup sosyal demokratlıktan henüz daha icat edilmemiş ölçüm aletleri ile bile ölçülemeyecek, İttihat ve Terakki’ nin bel kemiği ve günümüz oluşumunun sahipleri olan ve 2014 Mart yerel seçimlerinde aslına rücu eden eli kanlı insanların kurmuş olduğu ve sicili en kara parti. BDP-HDP; sistem içerisinde günümüzün en demokratik ve özgürlükçü partisi görünümünde olmasına rağmen Anadolu Alevi Kızılbaşlarının istemlerine cevap vermekten uzakta duran bir parti. Öncelikle Ermeni soykırımını resmi olarak, partisel ve örgütsel olarak kabul etmeli ve gerekenleri yerine getirmelidirler. Bu gün zenginleşmiş olan BDP-HDP içerisindeki insanların zenginliklerinin asıl kaynağı bir kaç istisnai kişi dışında ermeni soykırımı ve katliamıdır. Çünkü 1915 Ermeni soykırımının bir ayağı Türklerde ise diğer bir ayağıda Kürtlerdedir. Sevgili Hrant Dink‘in yazar Yaşar Kemal’ e söylediği gibi Kökümüzü kazıdınız abi..! Osmanlı sonrası Türkiye Cumhuriyeti ile göreceli özgürlük yaşayan ve halen kısmi olarak bu özgürlüğü yaşadığını varsayan Anadolu Alevi Kızılbaşlarının halüsinasyonu ve çöldeki serabı. İkinci olarak Dersimi ve diğer Alevi yerleşim yerlerini asimile etmekten vazgeçmelidir, yıllardır faşist ve ırkçı Kemalizm’in yaptığını değişik bir yöntem ile Dersim’ e ve diğer Alevi yer- kızılbaş - sayfa 61 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 leşim yerlerinde uygulamayı ve tatbik etmeyi durdurmalıdr. BDP-HDP sonuçta Kürt milliyetini esas alan ve önceliği Kürt’ lerin hakları için mücadele veren bir oluşumdur. Yaşanan onca baskı ve zorbalığa karşı mücadelesi takdire şayandır ama bu demek değildir ki Aleviler ve Alevilerin sorunlarına cevap verebilecek konumdadır. ABD gezisi sonrasında Ahmet Türk ve Selahattin Demirtaş’ın Suriye ve Lazkiye konusunda söyledikleri ve Öcalan’ın islam birliği içerikli Newroz mektubu durumu azda olsa özetler gibidir. Bunun yanında BDP-HDP oluşumu Kemalizmi reddetmemekte aksine bilakis sahip çıkmaktadır, başta Öcalan olmak üzere Kemalizm hakkındaki konuşmaları görsel ve yazılı medyada bolca yer almaktadır. Fıratın öteki kıyısındaki Kemalizm kürt oluşumuda diyebiliriz. Sonuç itibariyle herkesin yada her topluluğun bir partisi ve siyasi oluşumu var sadece Alevilerin yok. Alevileri Türk,Kürt ve Arap olarak ayrıştıralım diyen bir rapor ortada iken başka kapılara gitmektense kendi evimizi kurup kendi kapımızı beklemek daha doğru olmazmı acaba? Aleviler 72 Millete bir nazarla bakarak siyasileşmeli ve bu şekilde geçmişte olduğu gibi bu günde siyasi tavrını ortaya koymalıdır. Alevilerin sistem partilerine bağlı kalması demek; Rızalık Şehrini kurmayı ertelemek, bu büyük ütopyadan uzaklaşmak ve uzun vade de ise vazgeçmektir. Unutulmasın ki yalnızca ütopyası olan toplumlar kendilerini geleceğe taşırlar. Alevilerin asıl amacı şu an ki sistemde yer almak değil uzun vade de içinde bulunulan ve yaşanılan şu an ki sistemi yıkmak ve yerine kendi ütopyatik yaşamı sağlayacak sistemi kurmalarıdır. Ve yine unutulmasın ki hata sistemde değil sistemin kendisi hatadır. Her toplum kendi ihtiyacını ve sorununu ortaya koyup siyasileşerek partileşirken ki buna en basit örnek devlet destekli eli kanlı Hizbullahın kurduğu Hüda-Par partisidir. Alevilerin partileşmemesi ve kendini siyasi güç olarak dayatmaması sadece ve sadece akıl tu- tulmasıdır. Alevi kanaat önderleri, sosyal medyası, basını, televizyonları ve diğer bütün alternatif iletişim-haberleşme organları, fikir adamları,siyasileri Yol uluları ve Cemevleri siyasi partileşmenin alt yapısını hazırlamalı ve artık başka oluşum ve partilerden kopmalıdırlar. Şu anki sistem içerisinde yer alan bütün negatif olaylar ve siyasi oluşumlar ancak Alevilerin Rıza Şehri ütopyasının dayatması ile ortadan kaldırılabilir. Ve Aleviler artık bir yerden başlamalıdırlar. Uzun yıllar sonra AABK Başkanı Turgut Öker bu ilk başlangıcın adımını atmış ama gerek eksikliklerden gerek siyasetin kirli dolapları arasında istediği sonucu alamamıştır. (Aleviler de alamadı diyebiliriz) Buna rağmen önümüzdeki yerel ve genel seçimlerde Aleviler pilot bölgelerde belirli Alevi adaylar ile olmayan yerlerde ise bütün ezilenleri kapsayacak ortak bir aday etrafında birleşmelidirler. En önemli noktalardan bir diğeri ise Alevilerin artık sol oylar bölünmesin, parçalanmasın argümanını ve düşüncesini terk etmeleridir. Sol oylar bölünmesin ve parçalanmasın argümanı koca bir yalan ve kandırmacadır. Ki bölünmeyen sol oyların kime hizmet ettiği de ortadadır. Bu argüman 90’lı yıllar da TC Başbakanı Tansu Çiller’in söylediği bizi seçmezseniz,oyunuzu bize vermezseniz şeriat gelir yalanı ve kandırmacası ile aynıdır. Alevileri ve ezilenleri sistemin içerisin de tutmanın en büyük yalanı sol oylar bölünmesin argümanıdır, olabildiğince çabuk bir şekilde terk edilmelidir. Özellikle geçmiş bütün seçimlerde yaşadığımız en önemli sorunlardan biri olan Alevi örgütlerinde yönetici konumunda olan ve oturdukları koltukları siyasi partilere sıçrama tahtası olarak gören ve bu amaçla kullanan bütün yöneticilerini yönetici konumundan uzaklaştırmalı ve görevlerinden istifa etmelerini sağlamalıdır. Ne yazık ki geçmişte bunun acı örneklerini birebir yaşamış bulunmaktayız. Gerek Avrupa gerekse Türkiyede Alevi, Kızılbaş ve Bektaşi federasyon ve Konfederasyon yöneticileri artık başka partilerin kapısını çalmaktan vazgeç- meli ve kendi bağımsız çizgilerini ortaya koymalıdırlar. Alttan alta kendini dayatan Alevi partisi düşüncesine Alevi işadamları ve burjuvazisi ekonomik destek sunmalı ve sahip çıkmalıdır. Aksi takdirde uzun vade de sadece ekonomik gücünü kaybetmekten ziyade kimliklerinide kaybetmeleride kaçınılmazdır. Türkiyede bütün ezilenleri ve ötekileri kapsayacak bir Anadolu Alevi Kızılbaş partisi kurulmalı ve rol modelide Rızalık Şehri olmalıdır. Şu gerçek hiç bir zaman unutulmasın; Cumhuriyet dönemine kadar ve Cumhuriyet dönemide dahil olmak üzere Anadolu Alevi Kızılbaşları tarihsel mücadelelerini hiç bir zaman bir başka parti veya oluşum için vermemiş ve yapmamışlardır. Ezilen ve zulme uğrayan bütün insanlarla beraber ortak hareket ederek kurtuluşu aramışlardır. Bize örnek olması gerekenler Baba İshaklar, Baba İlyaslar, Şeyh Bedreddinler, Pir Sultanlar ile sayamayacağımız onlarca Anadolu Alevi Kızılbaş yol önderleri ve ulularıdır. Yoksa Konfederasyonlarda veya Federasyonlarda yöneticilik koltuklarında oturarak seçim zamanları Alevileri zerrece kabul etmeyen ve tanımayan kapısını çaldığınız siyasi partiler değildir. Adnan Cangüder / Münih İZMİR DİKİLİ ÇANDARLI Bimeyko sitesinde tüm alt yapısı bitmiş deniz manzaralı 378 metrekare köşe başı %20 inşaat izinli 2,5 kat Ada : 304 Blok : 53 Fiyatı: 50,000 tl ya_hizir@wb.de tel: +49 177 502 88 53 http://www.bimeyko.info/ default.asp?id=45 arsanın yerini site haritasında görmek mümkündür kızılbaş - sayfa 62 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Lazca Yayın Yapan Tv Kanalı Kuruldu Türkiye'nin ilk Lazca televizyon kanalı, Rize'nin Ardeşen İlçesi'nde uydu aracılığı ile yayın hayatına başladı. Ardeşen İlçesi’nde Gelişim Televizyonu, uydu aracılığı ile Lazca yayını başlattı. Gün boyu yayın yapan televizyon kanalında, programlarda Türkçe ve Lazca açıklamalar yapılıyor, haber bültenleri Türkçe ve Lazca olarak iki bölümde yayınlanıyor. Televizyon kanalında sunucu olarak çalışanlar Lazca bildikleri için zorlanmadıklarını söyledi. TÜRKİYE’DE VE DÜNYADA BİR İLK Gelişim Televizyonu Genel Yayın Yönetmeni Turgay Terzibaş, şunları söyledi: "Bir ilke imza atarak sadece Türkiye’de değil dünyada ilk kez Lazca dilini kullanarak görsel yayıncılığın ilk adımını attık. Bugünden itibaren Gelişim Televizyonu Türkiye ve dünyada izlenebiliyor. Yayınlarının büyük bir kısmını Lazca olarak yapacak olan kanalımız Laz kültürünü ön planda tutacak. Unutulmaya yüz tutmuş Lazca’yı tam olarak gelecek kuşaklara aktarabilmeyi amaçlıyoruz." Terzibaş, açıklamasını daha sonra Lazca olarak tekrarladı. duruşu belli olmayan bir toplum yok olmaya mahkumdur. ali ülger 2013'te Kızılbaşlara arta kalanlar, 2013'ün iyi politik analizini yapan Kızılbaşlara kendi partisini kurmak ve kendilerini bir güç olarak görmek, bir toplum olma bilinci arta kalmıştır. Şöyleki canlar barış süreci ve Alevi açılımı, Cami ve Cem evi projesi, Ve en son Gezi direnişi bu konuları, biraz açarsak; 21 Mart'a Öcalanın mektubunun okunması, burda Kızılbaşlardan bahsedilmemesi ve devamında oluşan tepkiler üzerine, Öcalanın Kızılbaşlara özel selamlarını göndermesine neden oldu. 21 Mart'da islam birliği ve islam kardeşliğinden dem vurulması, bu günlerin takibinde, Öcalan tarafından İmralı'ya giden BDP'e heyetinin dönüşünden Sırrı Süreyya ÖNDER'in yaptığı açıklamada Öcalan'ın Fettullah Gülen'e selam gönderip ve ben onu iyi anlıyorum demesi, Kızılbaşları bir kez daha hayal kırıklığına uğratmasına neden oldu. Gezi direnişinde kürt hareketinin destek vermemesi, keza BDP'li Millet Vekillerin iktidar ağzıyla Gezi direnişini eleştirmeleri (Muş Millet Vekili Sırrı SAKIK'ın konuşmaları). Gezi direnişinde ön saflarda biz Kızılbaşların bulunması ve bunun devamında, Kızılbaş gençlerin polis tarafından katledilmesi, şunu gösteriyor ki en çok baskı bizim üzerimizde olduğunun kanıtıdır. Gelelim Alevi açılımı ve Cem evi ve Cami projesine, Alevi açılımı boşa çıkan iktidar, bu sefer farklı bir yol izleyerek, Cem evi ve Cami projesini hayata geçirerek, Kızılbaşları farklı bir şekilde asilme etmenin yolunu deniyor. İktidar bu projeyi Tuzluçayırda yapmaya kalkması bir kez daha Kızılbaşların üzerinde oynan oyunların sonucudur. Yer yer Kızılbaşların evlerinin ve iş yerlerinin işaretlenmesi sessiz bir Maraş'ın yaklaştığını bizlere haber veriyor sanki. Şu günlerde cemaatle ve Akp'nin arasının açılması Mustafa Sarı GÜL'ün ABD'ye gitmesi ve dönüşünde Chp'ye katılması ve Kılıçtaroğlu'nunda ABD'ye giderek cemaatle görüşmesinden sonra patlak veren yolsuzluk olayları,siyasetin temel taşların yerine oturması ve siyasetin şeklinin belli olmasına yol açtı. Chp'bir kez daha Mhp'den farksız olduğunu Mhp'li bir kişiyi Ankara büyükşehir belediye başkan adayı göstererek kanıtlamış oluyor. Bu durum Chp=Mhp olduğudur. Önümüzdeki seçimlerde bu iki partinin koalisyon yapacağına işarettir. Canlar biz kendimizi ister Kızılbaş, Alevi, Abdal ve Türkmen olarak adlandıralım, gizliyelim. Ama sistem bizi kim olduğumuzu iyi biliyor. Türkiye'de 15-20 milyon Kızılbaş olduğu söyleniyor, ama nerde? ben size açıklayım bölük pörçük olup siyasi oluşumları destekliyoruz. Birlikten, örgütlülükten yoksun bir toplumuz. 21 yüzyılda cahil bir toplum haline geldik. Araştırmaktan, okumaktan yoksun bir toplum olduk. Tabiki bunun sosyolojik boyutunun göze almak gerek, korkuyla ve sürekli güçlüyü destemekle hiçbirşey elde edemedik. Hangi siyasi partinin içinde olduysak o siyasi partinin ideolojisini onun ağzıyla konuşup onun siyasetini dışına çıkıp kendi adımıza konuşamadık.Ve buda bölünmeyi getirdi, bölününce katliyamlardan kurtulamadık. Günümüzde bu bölünme devam ediyor, ARTIK buna dur demek gerek. Eğer dur diyemiyorsak, Cem evlerin cümbüş ve terör evi söylemlerine kızma hakkımız yok.Katliyanlardan, öldürülmelerden ve yakılmalardan feryat etme hakkımız yok. ÇÜNKÜ ÇİZGİSİ VE DURUŞU BELLİ OLMAYAN BİR TOPLUM YOK OLMAYA MAHKÜMDÜR. kızılbaş - sayfa 63 - sayı 34 - ocak 2014 - http://www.kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Pontosluların Ölüm Yolculuğunda Türk – Alman Ortaklığı Sait Çetinoğlu Almanların Ermenilerin “tehcir” adı altında ölüm yolculuğuna çıkarılmasındaki suç ortaklığı gibi gibi Pontos’taki “tehcir” adı altında ölüm yolculuğuna çıkarılmasında da batı anadoluda olduğu gibi Almanların sorumluluğu bulunmaktadır. Aydın mebusu Emmanuil Emmanuilidis[1] bu suç ortaklığını şu cümle ile özetler: Türkiye’de askerî harekâtları yönetmekte olan Almanların askerî misyonlarının yapmadıkları kalmadı. Amasya Milletvekili T. Arzoglu’nun da şahit olduğu bir olay bu konuda tereddüde yer bırakmadığının söyleyebiliriz: Kadıköy sakinlerinin sürgününden önce, esi Rum olan Italyan konsolosunun ailesi iç kısımlara sürüldü. Ayrılıs gününde kadınlar, akrabalar ve dostlar ağlarken, Alman elçisi “Bunlar neden ağlıyor? Birazdan bütün Samsun gidecek.” Alman temsilcisi ölüm yolculuğundan haberdardır. EmmanuilidisÖlüm yolculuğunun haberini Dr. Scheder tarafından Alman elçiliginin bir telgrafı ile Giresun Metropoliti’ne tebliğ ettiğini bildirir. Bu telgrafta “Sahilin bosaltılması sırf askerî bir önlemdir. Boşaltma anında askerî ihtiyacın limitleri asılmamalıdır. Bir aylık süre içinde, sahilden içe eylemi takip ediyordu ve halkın imhası engelsiz olarak devam ediyordu.” Akunq.net Sait Çetinoğlu dogru 50 km mesafeye kadar olan bölgeler bosaltılacaktır. Gönderileceklerin her biri, bu mühlet içinde gidecekleri günü, hatta sonradan kalacakları yeri tayin edebilecektir. Bunların her biri taşıyabileceği kadar her şeyini, yanında almakta serbesttir. Mülklerine dokunulmayıp, onlara zarar verilmeyecektir. Isteyen mülkünü bekçilere teslim edebilir” deniliyordu. Giresun Metropoliti 20 Kasım 1916 günü Vehip Pasa’dan aynı içeriği taşıyan bir telgrafı yeniden alması, dikkat edilecek bir noktadır ve Türk-Alman koordinasyonunun göstergesi olduğunu söyleyebiliriz. Mülklere dokunmamak söz konusu değildir. Boşaltmanın hemen ardından göçmenler yerleştiriliyor yada bölgenin egemenleri tarafından el konuluyordu. Bu konuda birçok Osmanlı belgeleri arşivlerde mevcuttur. Emmanuilidis “Elbette Almanların[2] içinde, olaylara sıkıntıyla bakan insanlar da vardı. Ama yukarda anımsadığımız telgraflara göre, Karadeniz (Pontos) kıyı bölgesinin boşaltılması müşterek bir Türk-Alman kararıydı. Alman politikası, bütün Türkiye sahillerini Rumlardan arındırma programını acımasızca takip ediyordu ve elbette Rumların tamamen Türk bölgeleri olan iç kesimlere sürülmeleri onların yok olması manasına geliyordu. Bu müşterek Türk-Alman kararını, Almanya’nın ilgisizliği ama Türkiye’nin harfiyen gerçekleştirme ------------[1] Emmanuil Emmanuilidis, Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Yılları, Belge yayınları Çev. Niko Çanakçıoğlu s.160.( Emmanuil Emmanuilidis, Eski Osmanlı Meclis-i Mebusan’ın Izmir ve Aydın Milletvekili sonrasında Yunan Milli Meclisinin 1926, 1928 ve 1936 Parlamento seçimlerinde Atina milletvekili olarak seçilmiş Venizelos Hükümeti’nde de (1928-1931) Sosyal Dayanasma Bakanlığı görevini üstlenmiştir. [2] Giresun halkı Kont Schulemburg’a karsı fazlasıyla müttessekirdi, çünkü bunun tutumu halka karsı ılımlıydı! Hatta kendisi ve subaylarının resmî üniformalarıyla, Kilisedeki ayini izlemeleri onları daha da rahatlatmıstı. Amasya Metropoliti Germanos hem Almanlardan madalya almıs hem de bazı subaylarla, yakın iliskide bulunarak, onların vasıtasıyla Patrikhaneler’e bazı raporlarını gönderebilmistir. kızılbaş kızılbaş -- sayfa sayfa 64 64 -- sayı sayı 31 34 -- Ekim ocak 2014 2013 -- http://www.kizilbas.biz http://www.kizilbas.biz -- tel: tel: 00 00 49 49 (0) (0) 177 177 502 502 88 88 53 53 Öcalan’dan AKP hükümetine tam destek BDP-HDP heyeti bugün (11 Ocak 2014) İmralı’da gerçekleştirdiği görüşme ardından yazılı bir açıklama yaptı. Açıklamada PKK lideri Öcalan’ın sunduğu mesaj iletildi. Öcalan’ın özellikle “darbe” girişimlerinde dikkat çekmesi, AKP hükümetine destek olarak yorumlandı. BDP-HDP heyetine göre Öcalan, 11.01. 2014 tarihinde gerçekleşen görüşme sonunda kamuoyuna şu açıklamayı yaptı: “Öncelikle halklarımızın barış, demokrasi ve özgürlük umutlarının gerçekleşeceği bir yıl olması dileğiyle yeni yıllarını kutlarım. Özgürlük mücadelesinin sembol isimleri olan Sakine Cansız, Leyla Şaylemez ve Fidan Doğan’ı saygı ve şükranla anarken, bu vahşi katliamın hesabını katillerinden mutlaka soracağımızı belirtmek isterim. Tamamıyla süreci hedefleyen bir darbe olarak gerçekleştirilen bu katliama verilecek en etkili cevabımız kalıcı barışı ve demokratik çözüm hamlemizi tüm engellemelere rağmen kararlı bir şekilde başarıya ulaştırmak olacaktır. Biz barışı ve demokratik çözümü bu yoldaşlarımızın şahsında bütün özgürlük şehitlerine adayacağız. BİZ ANTİ DARBECİYİZ Tarihi bir sonuç almak üzere başlattığımız bu sürecin geldiği noktayı şöyle tanımlayabilirim. Savaş bir cehennem ise barış cennettir. Biz, bir ayağımızı cehennemden çıkarttık ama diğer ayağımızı da çıkarma konusunda ortaya konan engeller mani olduğu için arafta beklemekteyiz. Barış süreci amacına uygun formatlarla geliştirilmeye çalışılıyor. Bizim barış irademiz tüm engellemelere rağmen başlattığımız günkü kararlılığındadır. Fakat şu da bilinmelidir ki, arafta sonsuza kadar kalınamaz. Bu cehennemi şartlardan biran önce ülkemizi ve bölgemizi kurtarmak için herkes ivedilikle ve sarsılmayacak bir irade ortaya koymalıdır. Yaşanan son gelişmeler de göstermektedir ki, süreç biran önce tahkim edilip, tam demokratik bir ülke inşası gerçekleşmezse içeride ve dışarıda savaş iste- yen demokrasi düşmanı güçler komplolarına hız vereceklerdir. Bu topraklar son iki yüz yıldan beri hep bir darbe ateşiyle kavrulmaktadır. Bizim geliştirdiğimiz süreç anti darbecidir. Ve demokratik bir toplumu hedeflemektedir. programı koymaktır. Bugüne kadar türlü gerekçelerle ötelenen yasal ve hukuki düzenlemelerin aslında tam da zamanı bugündür. Tarih bunu ihmal edenleri ders çıkarmaya bile vakitleri kalmadan tasfiye edecektir. ‘DEMOKRATİK’ BARIŞ ‘HRANT KARDEŞİMİZİN MÜCADELESİNİ SELAMLIYORUM’ Sürecin içinde ve dışında olan herkesin bilmesi gereken iki önemli hususu belirtmek isterim: Ülkeyi bir darbe ateşiyle yeniden yangın yerine çevirmek isteyenler bizim bu ateşe benzin taşımayacağımızı bilmelidir. Her darbe teşebbüsü bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da karşısında bizi bulacaktır. Ancak demokratik çözüm sürecine gönülsüz ve kavrayışsız yaklaşanlar da bilmelidir ki, bu ateşi söndürmenin tek yolu demokratik barışı biran önce gerçekleştirmektir. ‘DEMOKRATİK’ MÜZAKERE Artık süreç ciddiyetsizliği ve yasal hukuksal çerçeveden yoksunluğu kaldıracak durumda değildir. Darbecileri teşhir ve mahkûm etmenin en etkili yolu ortaya net ve cesur bir demokratik müzakere Hızla demokratikleşmeye geçildiğinde darbe kavramı kalıcı bir şekilde mazi olacaktır. Bütün demokrasi güçlerini bu ciddiyeti kavramaya ve gereği için seferber olmaya davet ediyorum. Sözlerimi bitirirken Ermeni halkının değerli evladı Hrant kardeşimizin anısı ve mücadelesini selamlıyorum. Ermeni yurttaşlarımıza geniş kapsamlı bir mektupla seslenmeyi ve bunu da Hrant’ın katledilme yıl dönümüne yetiştirmeyi umuyorum. Bir kez daha başta hasta tutsaklar olmak üzere bütün cezaevlerine gençlere kadınlara ve barış annelerine özel selamlarımı gönderiyorum.” Kaynak: http://www.kurdistan-post.eu/ tr/guncel/ocalandan-akp-hukumetinetam-destek