indirmek için linke sağ tıklayıp farklı kaydet
Transkript
indirmek için linke sağ tıklayıp farklı kaydet
6 10 14 22 24 32 36 38 40 46 Şebgiran'dan Dökülenler Niçin Fethullah? Niçin Türkiye? ŞEBGİR YOLCULUĞUNA DEVAM EDİYOR... Mehmet BORA Bu Ruhu Ruhumuzdan Tanıyoruz Hasan ŞAHİNTÜRK Aliya İzzetbegoviç Hayri SOYGÜZEL Modern Topluma Dair Umut ÖNCEL Erkek Dönencesi Kaan YILDIZ Gözleriyle Oynayan Kadın Yelda ÜLKER Şiirle Zehra DEMİRKALE Leyla Kimdir? Barbaros KUZEY Şiirler Serniviskar-Gülrika-T.Tinazi Kitabiyat K.Kavuniçi Kitaplığı Künye: İmtiyaz Sahibi: Bekir Sıddık KOÇ Genel Yayın Yön.: Hasan ŞAHİNTÜRK Editör: Hasan ŞAHİNTÜRK Redaktör: Zehra DEMİRKALE Kapak Tasarım: Mehmet BORA Mizanpaj: Mehmet BORA Yazarlar: Kaan YILDIZ Yelda ÜLKER Barbaros KUZEY Hasan ŞAHİNTÜRK Mehmet BORA Hayri SOYGÜZEL Umut ÖNCEL Zehra DEMİRKALE Serniviskar T.TİNÂZÎ Gülrika www.sebgir.com dergisebgir@gmail.com fb/ sebgirdergisi insta/sebgirdergisi Şebgir gece yola çıkan kervan misali yoluna devam ediyor. İlk sayımızdan itibaren siz değerli okuyucularımızdan aldığımız destekle mütevazı yürüyüşümüze devam ediyoruz. Eksiklerimizi tamamlayarak, gecenin yolu üzerine inşa edilmiş, önümüzü görmemizi sağlayan sokak lambaları kadar aydınlatıcı olarak gördüğümüz eleştirilerinizi heybemize doldura doldura yürüyoruz. Bu ayki sayımızda geçtiğimiz ay ülkemizin başına gelen o felaket gecesine kayıtsız kalamayan Şebgir, kapak konusu olarak o geceye ait hislerini sizinle paylaşıyor. O korkunç geceye karşı yürüyen milyonlarca insan gibi Şebgir’de yollardaydı. Meydanlarda gecesini gündüzüne katarak bu memleket için bir kandil misali ışık olmaya çalışan tüm ehli kitap, tüm ehli kalem gibi Şebgir’de uykusundan vazgeçti, düşündü, taşındı ve milyonlarca Türk insanı gibi elinden geleni yapmaya çalıştı. Şebgir, karanlık geceye dikkat çekmeye çalışıyor. Şebgir, o gecenin zifiri bir gece halini almasına nasıl üzüldüyse, o geceyi aydınlığa kavuşturan ruhun tarihin derinliklerinden çıkıp gelmesini de o derece tebessümle, gururla karşılıyor. Şebgir bunun yanında yine edebiyat diyor, yine tarih diyor, yine sinema ve yine şiir diyor. Şebgir, kadife bir gönülden aldığı ilhamla yoluna devam ediyor. Niçin Fethullah? Niçin Türkiye? Fethullah Gülen’in bu topraklarda çıkması, Türkiye’yi dönüştürme çabası niçin? Türkiye’nin üzerine oynanan oyunların amacı ne? Bu toprakların kaderi midir darbe? Osmanlı’nın arşivlerinde tozlanmış sayfaların içinde bile onlarca gerçekleşmiş veya kalkışılmış darbelere rastlamak mümkün. Cumhuriyet tarihinde ise bu, Osmanlı’dakinden hiç değişmemiş bir kafayla zuhur etti. “Devrim” denen darbeler, darbeyi yapanlara darbe kalkışmaları, muhtıralar, devleti yeniden yapılandırma gayretleri, postmoderni, e muhtırası ve en son da kalkışması... Sahi, devleti dönüştürme hakkını, 6 insanı özgürlüklerinden kısıtlama özgürlüğünü, kim, kime, nasıl verdi? İşte bunlara karşı verilecek en insani duygunun ifadesidir “kafanız çok dar be”. Bunlara karşı söyleyeceğimiz en haklı isyandır küfür... Biz yine de küfretmeyelim. “Kafanız çok dar be” diyelim darbeyi savunanlara... Evvela vurgulayacağımız noktalar olacak. En son yapılan A&G şirketinin düzenlediği anketin bize söylediği şeylerden biri; -bu madde yayınlanan anket sonuçlarında yoktur fakat anket şirketinin yetkilisi CNN Türk programının canlı yayınında sözlü olarak ifade etmiştir- “Darbeyi ilk başta savunan kesim, işin içinde Fethullah Gülen’in olduğunu öğrendikten sonra darbenin karşısında yer almıştır. Bunu net bir şekilde görebiliyoruz.” Bu kesime de aynı şeyi mi söylemeliyiz? Bunu elbette söylemeliyiz çünkü darbe yapılan, yapılmış veya yapılmaya çalışılmış ülkeleri gördüğümüzde, hatta Türkiye’nin bugüne gelinceye kadar geçirmiş olduğu evreyi hesaba dışında konuşmak gerekiyor. Ülkece başka bir derdimiz yokmuş gibi bir de darbe çıktı başımıza. Nijerya’dan Mısır’a kadar Afrika’nın özellikle Sahra ve Sahra altı ülkelerinden yaklaşık yirmi tanesinde son beş yıl içinde başarılı ve başarısız darbe girişimleri yaşandı. Elbette en net bildiğimiz örnek Mısır olacaktır. Ancak yaklaşık bir yıl önce uçağımızın mahsur kalması ile hatırlayacağımız Mali, hala karışıklıklar içerisinde çırpınan Somali, Etiyopya ile bir darbe ile ayrılan Eritre, “Arap Baharı” ile savrulan ve kavrulan Kuzey Afrika ülkelerinden Fas hariç diğerleri ve halihazırda 2002’den beri iç savaşın egemen olduğu Cezayir. Fransa’nın garantörlük kapsamında müdahalede bulunduğu Orta Afrika ve belirli belirsiz, silahla bir şeylerin yoluna koyulması için gayretkeşlik sarf edilen Batı Sahra, Moritanya, Liberya, Nijer, Uganda, Ruanda, Malavi, Mozambik, Cibuti, Kongo, Çad ve ne basınımızda ne yazınımızda pek de umursanmayan diğerleri... Elinde silah bulundurarak bir güç iddiasında olan ve bu güç iddiasıyla ülkenin parasını, kurumlarını ve insanlarını yönetme ve yönlendirme hakkını elinde bulundurabileceğini farz eden herkesin, insanları, bilhassa çocukları mağdur etmesiyle sonuçlandırdıkları eylem olan darbe veya kalkışması... Mehmet BORA kattığımız zaman net bir şekilde söyleyebiliriz ki, darbeler bu ülkeye her zaman kaybettirmiştir. 15 Temmuz’dan bugüne kadar, öncesi, sonrası ve perde arkası diye pek çok şey söylendi, yazıldı, çizildi. Gün be gün yeni yeni videolar çıkmakta ve yorumlanmakta... Elbette partilerin darbeye karşı tek yürek olması önemli, halkın sokaklara dökülüp tankların önüne yatması, mermilere göğüs germesi taktire şayan, birleştirici dil her zaman arzuladığımız hitap şekli. Bunların 7 Bu ülkelerin hepsi Afrika’dan ve her branşta komşumuz olan bu ülkelerden tek farkımız yakın zamanda bir darbe tehlikesiyle karşılaşmamış oluşumuzdu. Bu konuda da beraberiz artık. “Demokrasi Bayramı” olarak ilan edilen ve sonradan “Şehitleri Anma Günü” yapılacağı konuşulan 15 Temmuz’un tarihimize gömülü müstesna bir yeri olacağının bilincinden hareketle bu günleri nasıl yad edeceğimizi kestirmek bugünden zor olsa da amacımız “bu taşın altına el koymak” olmalıdır. Demokrasi şölenimizi, demokrasi nöbetimizi, demokrasi şehitlerimizi ve demokrasi bayramımızı layıkıyla idrak edecek kadar demokratikleşemediğimiz taktirde, bu darbenin yaşanmasından ne farkımız 8 kalacak ki? İşte bu yüzden “kafanız çok dar be” lafzını telaffuzda bir beis görmüyorum. Kimsenin dillendirmek istemediği bir noktayı gözönünde bulundurarak bunu rahatlıkla sağlayabileceğimizi düşünüyorum. Darbe başarılı olsaydı ne olacaktı? “Darbe başarısız olduğuna göre başarmışızdır” dersek asıl kaybedenlerden olacağımızı düşünmekteyim. Her ne kadar bugün “bütün partiler ve halk tek yürek darbeyi önledi” desek de maalesef cumhuriyet tarihinde tehlike savuşturulduktan sonra tehlikeyi savuşturan egemen gücün buna yardımcı olan yan güçleri tasfiyesine şahit olmuşuzdur. Bu korku yerinde midir bilinmez. Yine cumhuriyet tarihinde, bir bayram kutlaması gibi gerçekleştirilen 60 darbesi ile idam edilen başbakan görmüş, 80 darbesi ile yaşı büyütülerek idam edilmiş çocuklara şahit olmuşuzdur. Bu darbeyi gerçekleştiren devlete paralel olarak yerleşen bir örgütün yapacağı darbe daha ilk saatlerden halkın üzerine ateş açılması ile gösterdi ki niyetleri hiç de milletin selametine, halkın refahına yönelik bir darbe olmayacaktı. Olmasına imkan da yoktu zaten. Öte taraftan bazı çevrelerce verilen “Fethullah Gülen, Humeyni gibi olmak istiyordu” beyanatları var. Evet, Fethullah Gülen, ülke içindeki yapılanmayla Humeyni gibi olmayı hep istedi. Yurtdışında “Türkçeyi öğretiyorum” iddiası ile yurtiçinde sempati kazandı, açtığı dershaneleri, okulları ve yurtları ile ülkedeki sevgisini pekiştirdi. Devlet başkanlarını 80 darbesinden buyana yanına çekti, besledi... Devlet başkanları da onu büyüttü, kol kanat gerdi... Tıpkı şahın önce Humeyni’ye kol kanat germesi, medreseleri Humeyni’nin insafına bırakması, onun kurban bayramlarında kesilen ve kesmek yerine verilen bağışlardan bile faydalanmasına olanak vermesi, ardından da ülkeden sürgün etmesi ile Humeyni’nin Mısır’a yerleşmesi... Yetmedi, Humeyni’nin Mısır’dan telefonla verdiği vaazların İran’da kasetlere çekilmesi ve o dönemde çok popüler olan Amerikan şarkıcılarının kasetleriymiş gibi gizli gizli her eve sokulması... Devir değişti ama yöntem değişmedi, Fethullah Gülen’in herkul isimli internet sitesi de bu kasetlerle aynı işlevi görmedi mi? Yıllar yılı yurtdışında yaşayan bu teröristbaşının ülkede büyükçe bir sempatizan güruhu yok muydu? Yazdığı kitapları elden ele dolaşıp, verdiği vaazları ev ev toplanan öbek öbek birleşen “cemaat” mensuplarınca dinlenerek hak verilmedi mi? Hatta Ankara Gölbaşı’nda inşa edilen koskocaman malikanesine yerkeşerek burayı Türkiye üssü yapmayacak mıydı tıpkı Humeyni’nin Kum şehrine yaptırdığı külliye gibi? Evet, Fethullah Gülen, İran’da yapılan Humeyni’nin darbedevriminin Türkiye’deki muadili olarak ayarlandı. Bunun için beslendi. İran’a karşı bir Türkiye planı olarak yetiştirildi. İran’daki “köktendinci İslam”a karşı Türkiye’de bir “ılımlı İslam” modeli olarak kurgulandı. Çünkü ileride hem askeri, hem ideolojik olarak Amerika’nın İran ve Rusya’ya karşı önemli kozu olan Türkiye’nin bu yönde evrimleşmesi gerekiyordu. Ve fakat olmadı. Fethullah Gülen denen bu çakma Humeyni, planının beklediğinden erken bozulması neticesinde isteyerek tam elde etmek üzereyken kaybettiği ülkeden her geçen gün daha itibarsızlaştırılarak kendine yer buluyordu. Daha fazla bekleyemezdi. İsteyerek ele geçiremediği ülkeyi, ordusuna yerleştirdiği misyonerleriyle ele geçirmeye çalıştı. Bunda da başarılı olamayınca Humeynicilik oyunu son buldu. Belki de henüz yapmadığı hamleleri kaldı ancak planı deşifre oldu. Bir de bu olaya, Amerika’nın Türkiye üzerinde oynadığı bir darbe planı olarak baktığımızda üzerine 80 darbesinin de Amerika destekli olması, Kenan Evren’in Ilımlı İslam temellerini o dönemde atması ve Gülen Cemaati’nin 80 darbesinden sonra devlete sızmasını yan yana koyduğumuzda; artık yazmaya gerek kalmayan ve düşünülmesi hiç de zor olmayan düşüncelere kapı aralamış oluruz sanıyorum. Başarılı olsaydı halifelik gelir miydi? Bu tartışma şu an için çok uzak. Fethullah Gülen, başarılı olması durumunda Türkiye’ye, Humeyni’nin İran’a girişi gibi giremezdi ancak eğer başarılı olsaydı, Türkiye İran’a karşı kullanılabilecek müstesna bir ülke olacaktı. Şu an için ülke tamamen özgür oldu diyemeyiz ancak bunun için güzel bir fırsat elde etti diyebiliriz. Bu fırsatı, yani demokrasi zaferini demokratik adımlarla perçinlemek elzemdir. Darbe başarılı olmadı fakat darbenin ülkede sebep olacağı yıkıntı hala daha etkisini sürdürmekte. Muhalefetin sürekli bahsini geçirdiği “cadı avına dönüşmesin” isteğinden de ziyade demokratik olan adımları, özellikle eleştiri ve fikir hürriyeti bağlamında bize kazandırmalıdır. Bütün partiler anayasa oluşturma aşamasında birleşmişken, Cumhurbaşkanı Recep tayyip Erdoğan bütün hakaret davalarını geri çekmişken içinde bulunduğumuz durum, bu demokratik zıplamayı gerçekleştirebilecek bir ortam sunmaktadır. 9 Bu Ruhu, Ruhumuzdan Tanıyoruz Hasan ŞAHİNTÜRK Darbe, Benim için, kabus, bir gecede birkaç yaş birden yaşlanmak. Dost kimdir düşman kimdir ilk defa bu kadar karıştırmak. 10 11 İşgal, Meclisin bombalanması; artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını, çok gerilere gideceğimiz düşüncesinin kafamda dönüp dolaşması. TRT’deki bildiri, tarihin hatırlamak dahi istemediğimiz iğrenç tınıları, sert mimikler, tedirgin ve korkulu bakışlar. Tepemizde savaş uçakları; bomba sandığımız, korkunç sesler; Suriye, Filistin, Müslüman toprakları… Helikopter sesi, en korkuncu; bizden mi değil mi bilememek. Tedirgince, endişeli bir şekilde içinden çok yazık olacak güzel ülkeme demek. Tamam. … Derhal tarihe kaçtım, 1919 Mayısı’nın 15’ine, İzmir’e. Ordu yok, halk yorgun, casuslar ortalıkta cirit atıyor. Kim dost, kim düşman? Cevap yok. Yunan orduları İzmir’e akıyor. İzmir: Anadolu’nun dimağı! Telgrafhanelerde bir telaş, İstanbul’a tel’ler çekiliyor, neler oluyor! İstanbul’dan ses yok. Kimse bir şey bilmiyor. …. Ne olacak demeye kalmadan o ruh ortaya çıkacak. Üzülmeyin, gevşemeyin, eğer inanmışsanız üstün olan sizlersiniz, diyecek. Efzun taburları İzmir’in içerine doğru ilerlerken bir bir o inanmışları göreceğiz. Az sabredin o ruh çepeçevre 12 saracak tüm inanmışları. Her şey bitti diyen elbette olacak, teslim olanlar… Ama bir tabur askerden sekiz kişi o gün görevinden ayrılmamış olduğu gibi bu günde ayrılmamış olacak. Hep olacak, onlar hep kurtaracak bizi. İlkten devletin başına başvuracağız, İzmir’in, Bursa’nın, Antep’in, Urfa’nın yaptığı gibi… İstanbul’a telgraflar çekilecek, ulema, eşraf, sivil halk… Ne yapacağız diyecek, düşman hanemizde, yol gösterin diyeceğiz. Ses yoksa eğer, cevap yoksa yol biz olacağız… Yürüyeceğiz… Su gibi akıp, kurtuluşa ereceğiz… Kurtuluş, ruhlarımızın belkide en iyi birleştiği mekan, aktığımız, çıkar gözetmediğimiz, birlikte yaşadığımız o ova, o düzlük, o dağ, o yayla… Tam yok olmaya yüz tuttuğunu düşündüğümüz bu ruh, Anadolu’yu çepeçevre saran yangını nasıl söndürdüyse, İzmir’den yayılan o acı feryatlar bizi nasıl kodlarımıza geri döndürdüyse 15 Temmuz gecesi bizi, biz yapan o ruha, o kurtuluşa nasıl da bir anda adapte olabildiğimizi gösterdi. Birleştik, İzmir İşgal edildiğinde nasıl, inancına, bilgisine, toplumsal konumuna bakılmaksınız “Maşatlıkta” birleştiysek, 15 Temmuz gecesi de Boğazköprüsünde, Vatan’da, Saraçhanede, Üsküdar’da, Taksim’de, Çengelköy’de, Kızılay’da, Beştepe’de birleştik… Adeta, tarih canlandı; tarihi yaşadık. Kitaplarda okuduğumuz o işgal yılları, sıkıştırılmış; hızlandırılmış bir zaman diliminde gözlerimizin önüne serildi. Dört yıl süren İstiklal Mücadele’miz, 20 saatlik bir zaman dilimine sığdı. O 20 saatlik zaman dilimine sığan, Milli Mücadele’deki fiziki mücadeleden ziyade, dört yıl süren mücadeleyi sürdüren o ruhtu. 4 yılın, 20 saate sığması bundandı. 20 saat değil, 4 yıl dahi sürecek olsaydı bu saldırılar, o ruh bizi terk etmeyecekti. Tarihin bize sıkıştırılmış, hızlandırılmış bir hatırlatıcı zaman dilimiydi o 20 saat. Hemen meydanlar vazifesine büründü. Milli Mücadele’nin meşhur meydanları Sultanahmet’ti, Fatih’ti, Üsküdar’dı. 15 Temmuz gecesi her meydan asıl vazifesine geri döndü. Üsküdar ve Fatih bir kez daha kurtuluş mücadelesine sahne oldu. Taksim, Cumhuriyetimizin Meydanı, Sultanahmet’in Osmanlı Dönemindeki vazifesini üstlendi. Ezanlar, Salâlar tarihin derinliklerinden gelen birer tınılar olarak kulaklarımızda işitilince zihnimiz de asıl vazifesine rücu etti. Kurtuluş ve mücadele kodlarını muhafaza ettiğimizin kanıtı olarak o gece ezanlar ve salâlar hiç susmadı. Tıpkı Milli Mücadele yıllarında olduğu gibi… Artık tarihin sıkıştırılmış bu anlarında salâları ve ezanları okuyanların her biri Deni- zli Müftüsü Ahmet Hulusi, Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi veya Amasya Müftüsü Hacı Tevfik Efendi’nin hâlâ vazifesinin başında olduğunun bir göstergesiydi. İzmir’in ilk işgal dakikalarında vatan muhafazasını tereddütsüz sırtlayan meçhul asker, Hasan Tahsin, Maraş’ın Sütçü İmamı, Karadeniz’in Laz Balıkçıları, tarihin bu sıkıştırılmış anında temsilcilerini hemen buldu, Ömer Halisdemir, o meçhul asker değil de kimdi? Bir itiraz! 15 Temmuz gecesi, Meclis bombalanırken meclisi terk etmeyen milletvekillerinin duruşu: Yunan Orduları Ankara’nın yanı başına vardığında Meclisin Kayseri’ye taşınması tartışılırken Diyap Ağa’nın “Buraya Savaşmaya mı geldik yoksa kaçmaya mı geldik” çıkışındaki ruhun günümüze bir yansıması değil miydi? Mücadelenin ilk sözü ile cümlelerime son vermek isterim. Milli Mücadelenin ilk sözü, halkı meydanlara, mitinglere, protesto telgrafları yazmaya çağıran Mustafa Kemal Paşa’nın çağrısındaki o ruhta mana bulmuştu. O manalı ruh ise 15 Temmuz gecesi bir karşılığını bularak bu sıkıştırılmış tarihi anların, mazinin derinliklerinden gelen Mustafa Kemal Paşa’nın o sesine ne kadar da çok benziyordu. 13 Aliya Hayri SOYGÜZEL 14 Bismillahirrahmanirrahim. 15 Klavyede tuşlara basmaya başladığımda saat 03.56’yı gösteriyordu. Son sahuru yapmış ve Ramazan-ı Şerif ’e elveda demeye hazırlanırken bu yazıyı yazmaya başladım. Bu bereketli vakitlerde yazıyı yazmama vesile olan başta Hasan Şahintürk olmak üzere tüm Şebgir Ailesine teşekkürü bir borç bilirim. 16 Şahsıma Aliyaİzzetbegoviç’i yaz denildi. Ancak belirtmek isterim ki bu o kadar kolay bir iş değil! Ne ben onu tam mahiyeti ile anlatabilecek kadar marifetliyim ne de o bu yazıya sığacak kadar sıradan bir insan! Bundan dolayı yazının amacı Aliyaİzzetbegoviç ve Bosna Hersek Davası’na dair merakı uyandırmak ve bu konu hakkında daha fazla araştırma yapmaya teşvik etmektir. Aliyaİzzetbegoviç, 1925 yılında Bosna Hersek’in BosanskiSamac ilinde doğdu. Büyükbabası, İstanbul’da askerlik yaparken Sıdıka isminde Üsküdarlı bir Türk kızı ile evlenmiştir. Ömrünün en önemli yılları Saraybosna’da geçmiştir. Nitekim Bosna Hersek savaşının bir diğer ismi de Saraybosna savaşıdır. Aliyaİzzetbegoviç savaş sırasında başkomutan sıfatı ile cepheleri de dolaşmış ama zamanının çoğu Saraybosna’da geçmiştir. Küçük yaşlarından itibaren annesinin büyük etkisi ile dindar bir genç olarak yetiştirilmiştir. Anılarını anlatırken geriye dönüp baktığında hatırladığı ve tebessümle karşıladığı şeylerden biri de annesinin onu 12-14 yaş aralıklarında iken zorla sabah namazına kaldırması, evlerinin yakınındaki Hadzijska Camii’ne göndermesidir. O çocukluğuna dair hatırladığı en net kişiliklerden biri olarak da Hadzijska Camii’nin yaşlı imamı Mujezinovic’i söylemiştir. Mujezinovic her sabah namazı farzının ikinci rekatında Rahman Suresi’nden ayetler okurmuş. Aliya o vakitleri şöyle anlatır: ‘’Taze bahar sabahındaki o cami, sabah namazında okunan o Rahman Suresi ve civardaki herkesin kendisine saygı duyduğu o alim; uzun zaman önce geçip gitmiş olan yılların sisleri arasında hala net bir biçimde görebildiğim en güzel görüntüleri oluşturmaktadır.’’ Yugoslavya’nın içinde bulunduğu siyasi durumda komünist oluşumlar el altından illegal broşürler dağıtmakta ve gençler arasında popülerlik kazanmaktadır. O dönemde 15 yaşları civarında olan Aliya, bu broşürlerden ve komünist çevresinden belli bir zaman etkilenmiştir. Bu zamanlarda inancında bazı tereddütler yaşamıştır. Birçok komünist ve ateist yazarların yazılarını arkadaşları ile beraber okumuştur. Yıllar sonra Aliya, komünistlerin propaganda konusunda çok iyi olduklarını ifade etmiştir. Ancak Aliya, Yugoslavya’da daha çok bir tepki ideolojisi olarak ortaya çıkan komünizm hakkında şunları söylemektedir: ‘’Komünizm, demokrasiyi anlamadı. O, Yugoslavya’da antifaşist bir hareketti, bir karşıt ideolojiydi ve diğerinden daha az totaliter değildi. Kızıl totalitarizm Kara totalitarizme karşı durmak için gelmişti.’’ Aliya inancında yaşadığı sarsıntılı 2 yıldan sonra ‘Tanrısız bir kainat, bana anlamdan yoksun görünmüştür her zaman’ diyerek eskiden yaşadığı inancı atalarının inancı olarak niteleyip İslam’ı daha çok araştırmaya ve inancını sağlamlaştırmaya çalışmıştır. O aynı zamanda Avrupa topraklarında büyüyen Müslüman bir gençti. 18-19 yaşlarında Avrupa’nın temel metinlerini okumaya başlamıştı. Bergson’un Yaratıcı Evrim’i, Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi ve Spengler’in iki ciltlik Batı’nın Çöküsü adlı eserler Aliya üzerinde özel bir etki bırakmıştır. İnancını sağlamlaştırma eğilimine girmesinden sonra Genç Müslümanlar (MladiMuslimani) adlı örgüt ile tanışmıştır. Burada üniversite ağırlıklı olmak üzere her kesimden gençler bulunmakta ve broşürler, dergiler vb. gibi araçlar ile bazı fikri çalışmalar yürütmektedirler. Aliya, Genç Müslümanlar’a katılmasını ve orada kalmasını şöyle açıklıyor: ‘’Onlar, dinimle ilgili duymak istediklerimle aynı paralelde olan bazı yeni fikirlerin anahatlarını oluşturdular.’’ Genç Müslümanlar birkaç genç ile başladıkları bu yola, 1940-1941 yıllarında her şehirde yüzlerce sempatizanı olan bir örgüt olarak devam ettiler. Ancak bu örgüt büyüdükçe Yugoslavya yönetiminin de tepkisi de şiddetlenmiştir. 1946 yılından itibaren tutuklamalar başlamış ve Aliya’da tutuklananlar arasında yerini almıştır. İlk hapis deneyimi 36 ay yani 3 yıl kadar olacaktır. Bu süreci Aliya şöyle anlatmıştır: ‘’ Hapiste Mart 1946’dan Mart 1949’a kadar üç yıl geçirdim. Bu zamanın yarısını oldukça aç geçirmiş olduğum bir kenara bırakılırsa, herhangi bir işkenceye maruz bırakıldığımı söyleyemem. Mahkumiyetim tamamlandığında 24 yaşımdaydım ve sağlığıma tekrar bütünüyle kavuşmuştum. Ne kadar iyi göründüğümü gördüklerinde ailem sevinçten gözyaşlarına boğuldu. İnsanlar başka bir şeye niyet etmişlerdi fakat Allah tümüyle farklı bir şey ihsan etmişti.’’ Aliya, mahkumiyetinin bitişinin hemen ardından 18 yaşından beri tanıdığı Halida ile evlenmiştir. ‘Halida çok güzel ve maalesef ben ona layık olacak kadar güzel değilim’ diye anılarında latife yaparak Halida’ya aşkının yoğunluğunu da belli etmekten çekinmemiştir. Savaş sırasında tanıştıkları Halida ile hava saldırılarını haber veren sirenler çaldığı zaman buluşuyorlarmış. O vakitleri şöyle tanımlıyor: ‘’Kuşkusuz ikimiz, kentte hava saldırısı sirenleri duyduğunda mutlu olan yegane kişilerdik.’’ Aliya, 1954’te kaydolduğu Hukuk Fakültesini 1956’da bitirdi ve böylece gençlik arzusunu 29 yaşında gerçekleştirmişti. Yaklaşık 10 yıl boyunca bir inşaat firması için çalıştı. Bu dönemi Aliya’nın İslam hakkında bazı ciddi fikri çalışmalarını yapmaya vakit bulduğu dönem olarak niteleyebiliriz. 1969’da son halini verdiği ‘İslam Deklarasyonu’ adlı eseri 1970’de 40 sayfalık bir metin olarak yayınlandı. Ancak İslam Deklarasyonu 1983’de Aliya’nın yargılandığı Saraybosna Davası döneminde dikkat çekti. Kürşad Atalar, İslam Deklarasyonu adlı eseri kısaca şöyle tanımlamıştır: ‘’Bildiride tüm dünya Müslümanlarına, yeniden dirilişin öncüleri olma noktasında kendilerine düşen tarihi rolü üstlenmeleri çağrısında bulunuluyordu. Kitapta, ağırlıklı olarak, Müslüman çoğunluğun yaşadığı ülkelerde İslami mücadelenin nasıl verilmesi gerektiğine ilişkin görüşler yer almakla birlikte, farklı etnik grupların yaşadığı coğrafyalarda Müslümanların tavrının nasıl olacağına dair görüşlere de yer veriliyordu.’’ Aliya, 1980 yılında aynı zamanda çoğunluğu 1946 yılında hapisten önce bitirdiği el yazmalarından oluşan Doğu-Batı Arasında İslam adlı eserini yayınladı. Aliya ‘’Bu kitapla, bugünün düşünce ve olgu dünyasında İslam’ın yerini değerlendirmeyi amaçlamıştım. Bana öyle geliyordu ki, tıpkı Müslüman dünyanın coğrafi pozisyonunun yeryüzünde Doğu ve Batı arasındaki mekanı kaplaması gibi, İslam’da Doğu ve Batı düşüncesi arasında bir yerlerde bulunuyordu.’’ diyerek DoğuBatı Arasında İslam adlı eserini kısaca özetliyordu. 23 Mart 1983 sabahının ilk saatlerinde dairesine Yugoslav Gizli Polisi tarafından baskın yapılmış ve böylece Aliya için hayatının kırılma dönemlerinden biri başlamıştır. 18 Temmuz sabahı Aliya’yı almaya gelmişlerdi ve medyanın nitelendirdiği başlıkla Saraybosna Davası başladı. Yaklaşık bir ay süren davanın sonuna doğru 17 gelirkenhakimAliya’ya ‘düşünce suçu’ isnad ederek şu açıklamayı yapmıştır: ‘’İslam Deklarasyonu toplumsal düzenimizin değerlerine yönelik bir saldırıdır. İçinde mutlak bir tehlike, yazılı ve sözlü suç, karşıdevrimci etkinliklere ilişkin bir bilinç yatmaktadır.’’ Bu açıklamanın ardından bir faydası olmayacağını bile bile Aliya, hakim ile tartışmış ve onu hakiki bir Müslüman olarak tanımamıza yardımcı olan o tarihi konuşmasını yapmıştır: ‘’Yugoslavya’yı seviyorum ama onun yönetimini değil. Bütün sevgimi özgürlüğe veriyorum ve geriye yetkililer için bir şey kalmıyor. Ben, bu ülkenin yasalarını çiğnemiş olmaktan yargılanmıyorum. Çünkü böyle bir şey yapmadım. Ben aramızdaki tekil iktidar sahiplerinin, izin verilmiş ve yasaklanmış olana ilişkin kendi standartlarını, Anayasayı ve yasaları dikkate almaksızın empoze etmelerine yarayan yazılı-olmayan kuralları ihlal etmiş olmaktan dolayı yargılanıyorum. Nereden bakılırsa bakılsın, yazılı-olmayan bu kuralları vahim bir biçimde ihmal ettim. Bu itibar ile beyan ederim ki;Ben bir Müslümanım ve öyle kalacağım. Kendimi dünyadaki İslam davasının bir neferi olarak telakki ediyorum ve son günüme kadar da böyle hissedeceğim. Çünkü İslam, benim için güzel ve asil olan her şeyin diğer 18 adı; dünyadaki Müslüman halklar için daha iyi bir gelecek vaadinin ya da umudunun, onlar için onurlu ve özgür bir hayatın, kısacası benim inancıma göre uğrunda yaşamaya değer olan her şeyin adıdır.’’ Bu konuşmasının ardından 20 Ağustos günü hakim kararı açıkladı ve Aliyaİzzetbegoviç, 14 yıl hapis cezasına mahkum edildi. Aliya, Yugoslavya yönetiminin bu kadar sert davranmasını şöyle özetliyordu: ‘’Güçlü rejimler insanları söyledikleri sözler nedeniyle mahkûm etmezler; zayıf olanlar korkarlar ve varoluş sürelerini uzatabilme çabası içinde şiddete başvururlar.’’ Bundan dolayı rahatça söyleyebiliriz ki Aliyaİzzetbegoviç, Yugoslavya devletinin uzun yıllar yaşayabileceğini düşünmüyordu. 1983 yılında nihayete eren Saraybosna Davası ve Aliya’nınmahkûmiyeti, hayatında yeni bir dönemin başlangıcıdır. Aliya duygusal olarak artık Yugoslavya’ya bir bağlılık hissetmemektedir. 1983 yılında başlayan mahkûmiyeti yurtdışından Yugoslavya devletine yapılan baskılar neticesinde 1989 yılında son bulmuştur. Siyasete atıldıktan sonra medyadan şahsına birçok defa ‘Sizi mahkûm edenlerden intikam alacak mısınız?’ minvalinde gelen sorulara ‘Bir politikacı olarak onları affettim. Ama bir insan olarak değil!’ diyerek oldukça hikmetli bir cevap vermiştir. 1 yıldan biraz az süren dinlenme sürecinin ardından Aliya, hapishanede tasarladığı ve yakın çevresine bahsettiği bir siyasi partinin kurulması için somut adımlar atmaya başlamıştı. Bu partiyi Yugoslavya sınırları içerisinde faaliyet gösterecek bir Müslüman partisi olarak kafasında tasarlamıştı. Kasım 1989’da partinin kurulma süreci başladı ve hızlıca tamamlandı. Aliya, partinin doğal lideri konumuna gelmişti ve insanlar onu partinin lideri olarak tanımlıyorlardı ve O da büyük bir mütevazilikle kendine şu soruyu soruyordu: ‘’Eğer en iyileri bensem, acaba gerisi neye benziyor? Fakat belki de önderlerin, en iyisi olması gerekmiyordur. Önder olabilmeleri için, bazı temel zaaflarının da olması gerekir ki, bende bunlardan bolca var.’’ 27 Mart 1990’da siyasi partinin kuruluşunun tamamlandığını açıklamak üzere -Bosna Savaşı’nda özel bir yeri olan- Holiday Inn otelinde toplanmışlardır. Partinin kurucular kurulu -ekseriyeti Boşnak siyasiler, akademisyenler ve sanatçılardan oluşan- 40 kişilik bir ekipti. Partinin varoluşuna büyük tehditler savrulmasından dolayı SDA, tedirginlikler içinde kuruldu ve faaliyetlerini gerçekleştirdi. İki ay sonra 26 Mayıs 1990’da SDA Kuruculular Kurulu toplantısı yapıldı. Aliya, Kuruculular Kurulu toplantısına basın mensupları önünde ‘Bismillahirrahmanirrahim’ diyerek başladı. Aliya bunu iki nedenden dolayı yaptığını söylüyor: ‘’Öncelikle, çok samimi bir biçimde Herşeye Kadir Olan’a, bize yardım etmesi için dua ediyordum; ikinci olarak da o, dini özgürlüğün bir simgesi ve rejime itaatsizliğin bir işaretiydi. O tarihe kadar, herhangi bir dini ibareyi kamusal bir platformda telaffuz etmek tahayyül bile edilemezdi!’’ 18 Kasım 1990’da Bosna Hersek Cumhuriyeti Parlamentosu seçimleri yapıldı. 240 sandalyeden 86’sını SDA aldı. Bu seçim sonucu zaferin işaretiydi. Bosna-Hersek Cumhurbaşkanlığı’nın ilk yasama oturumunda, seçimden galip çıkan partiler bir mutabakata vardılar ve Aliyaİzzetbegoviç, Cumhurbaşkanı seçildi. Şahsıma tahsis edilen 4.wordsayfasının sonuna doğru yaklaşmaktayım. Bu yazıyı epey plansız ve doğal bir şekilde yazdım. Sayfa nerede biter ise hikaye şimdilik orada son bulur mantığı ile yazdım. Buraya kadar anlatmaya çalıştığım süreç Aliyaİzzetbegoviç’in çocukluk, gençlik ve siyasete atılma hikayesini kapsadı. Ancak o aynı zamanda büyük bir komutan, aksiyon adamı ve hikmet sahibi bir liderdi. Bunu anlamak için Bosna Savaşı’nı ve Dayton Anlaşması’nı tarihi gerçekler ile iyi bir şekilde okumalıyız. Yazının sonuna gelirken bu yazının devamının gelmesi için Şebgir Ailesine buradansevimli bir baskı ile bir sonraki sayılarında da bana yer ayırmalarını rica ediyorum. İmkanlar el verir ve bir dahaki sayıda görüşebilirsek Aliyaİzzetbegoviç’in Bağımsız Bosna Hersek’i kurma yönünde verdiği mücadeleyi anlatmaya devam edeceğim. Şimdilik selametle… Not:Aliyaİzzetbegoviç hakkında bilgi edinmek için Trt’ninİgman Dağı Gibi Adam ve Bayrampaşa Belediyesi’nin Aliya Konuşuyor adlı belgesellerini izleyebilirsiniz. Aynı zamanda daha derin bir okuma için Aliyaİzzetbegoviç’in Tarihe Tanıklığım, Özgürlüğe Kaçışım, Doğu-Batı Arasında İslam, İslam Deklarasyonu ve Konuşmalar adlı eserlerini okuyabilirsiniz. Bu okumayı desteklemek amacıyla birkaç ay evvel yayınlanan Hece Dergisi’nin Aliya Özel Sayısı’nı, Kerim Luçareviç’in Saraybosna Savaşı’nı, Kürşad Atalar’ın Çağdaş Müslüman Düşünce Sembol Şahsiyetler kitabındaki Aliya bölümünü ve Mahmut Hakkı Akın’ın Aliyaİzzetbegoviç adlı eserlerini okuyabilirsiniz. 19 Modern Topluma Dair Umut ÖNCEL Hayır, yazmak için hep hüzünlü olmak gerekmez... 22 Lise zamanı Edebiyat dersinde Varoluşculuğu, Sartre’ı işliyoruz, güya havalıyız; Camus’nun Yabancı’sından Kafka’nın Değişim’ine uzanıyoruz. İlmik ilmik dokuyoruz sanki, bütüne kıyasla çok az anladığımız felsefeyi. Uğraşıyoruz ya olsun. Sahte inançsızlığımız ya da diğer bir deyişle inançlarımızın üzerini kapamamız hayatı anlamlandırma çabasında bizi sekteye uğratıyor. Hiç sorgulanmamış inançlarımızı ise kesin hakikat adı altında yine anlamını, içeriğini ve sınırlarını doğru düzgün sorgulamadığımız bilim ve felsefe olarak savunuyoruz; hararetimiz var.. Oysa ki varoluşcu olmak için henüz çok genciz; geleceğe dair umutlarımız var ki içimiz dışımıza taşıyor heyecandan: dünyayı değiştireceğiz. Neyse ki sık düşülen hatadan çabuk dönüyoruz zamanla: önce kendimizi değiştirmeliyiz. Öyle ya kendi eksikliklerini bile göremeyenler nasıl başkalarının eksikliklerini kapatabilir? Camus, bizlere bizleri saran zincirlerimizden kurtulabilmemiz için geleceğe dair hayal kurmayı bırakmamızı öğütlüyor. Yaşadığımız bıkkınlık kafamızı kaldırmamızı sağlayacak; ya zincire geri döneceğiz ya da umut etmeyi bırakıp rutini bırakacağız. Bu bıkkınlık devresinde önümüzde iki seçenek var; intihar ve iyileşme. İntihar, tüm olanakları tüketmeden onları tükettiğini kabul etmek anlamına gelecek; açık bir yenilgi. Keşke kafanı hiç kaldırmasaydın.. Ancak kişi iyileşmeyi gitmek istiyorsa sonsuz olanaklara sahip olduğunun ayırdına varacak; değil mi ki varoluş özden önce geliyor.. O halde özümüzü kendimiz kurgulayacağız. Sartre işte burada devreye giriyor; özümüzü kurguladığımız için kendimizden sorumluyuz. Dahası başkalarını da seçiyoruz; o halde onlardan da sorumluyuz. Ayrıca temelde ne kadar özgür olsak da özgürlüğümüz diğerlerinin özgürlüğüne de bağlı. Bunlara nasıl itiraz edebiliriz? Ancak Camus’un hayal kurmak, ümit etmek üzerine kurduğu cümlelere katılmak mümkün değil. Benim adım Umut bir kere Bayım, kendinize gelin. İnsan nasıl hayal kurmadan yaşayabilir? Mevlevi Şeyhe dönüyorum; Allah dostu bana yol açıyor: “Hayali olanın ümidi olur, hayali olmayan ölüdür.” Kapitalizmin tüm ideolojik tertibatıyla heyula gibi üzerimize çöküşü karşısında dayanmamızı ailesel bağlarla birlikte hayal kurmamız bize sağlıyor. Böylelikle uysal koyun mu oluyoruz? Hayır, kesinlikle hayır... Ümidimizin olmasıdır bizi robotlaşmadan koruyan; bir arkadaşımın işaret etttiği gibi şehir ışıkları yıldızları da görmemizi engelliyor artık; söyleyin bana yıldızlar olmadan insan nasıl dayanır? Hayal kurarak! Onlar yok olmadı, SADECE BİZ GÖREMİYORUZ! Birazcık hayal gücü yetecek onlara yeniden kavuşmamıza. İşte o zaman bu evrendeki konumumuzu düşüneceğiz; belki bizi saran kibirden kurtulmaya çalışacağız. Belki de Dünya’ya olan hırsımız azalacak, içinde yaşadığımız sistemin bizi canavarlaştırmasına müsaade etmeyeceğiz. Varoluşculuk tüm olanakları tüketene kadar saldırmamızı öğütlüyor; modern insana açılan bedbaht kapı.. Hazlarımızın peşinde sürükleniyoruz; o kadar tüketiyoruz ki hazzın artık belirli bir nesnesi yok. İlişkilerimizi tükettik hayvanileşerek, kitaplarımızı tükettik öğrenmek ve keşfetmek yerine artistlik yapmak için okuyarak.. Biliyor musunuz modern toplumda insanlar artık birbirlerini sevmiyor! Dostlar birbirlerini sevmiyor, sevgililer birbirlerini sevmiyor.. Birçok mutluluk kısa süreli, zira çoğunlukla hazza dayalı olarak kurgulanıyor. Haz bitince her şey bitiyor; aslında bu tür başlangıçlar yapıları gereği bitik başlıyor. Paradoks mu? Bu tür mutluluklar kısa süreli olmaya mahkum. Biz kendimizi Buckingham Sarayı’nın Kral ve Kraliçeleri olarak görmekten vazgeçmedikçe, kendi özel hukuklarımızdan zaman zaman sevdiklerimiz için vazgeçmeyi öğrenmedikçe, tüketim hareketlerimizin ana motivasyonu oldukça tüm mutluluklar hem sahte hem de kısa olacaktır. Sahte olan uzun sürse ne çıkar diyeceksiniz; bazı şeyler yokluklarıyla o kadar can acıtır ki sahteleri bile iş görür. Pir Mevlana’nın Şems Tebrizi’yi ararken birisinin Üstadını gördüğünü söylemesi üzerine Mevlana’nın hediye vermesi gibidir bu durum; Mevlana karşısındakinin yalan söylediğini biliyordur ama bu onu hediye vermekten alıkoymaz. Bana öyle geliyor ki modern toplumun ilişkileri de farkında olmaksızın bu şekilde cereyan etmekte. Gerçek yerine sahteyle yetiniyoruz. Ruhlarımız buna isyan ediyor. Yine hayır, size yeni bir ahlak önermiyorum; Hz. Peygamber (sav), dogmaları içinde boğulan, kendilerini aydınlanmış sayan insanlara 1400 yıl öncesinden sesleniyor.. Dergahlar aşkla sesleniyor, dergahlar sevgiyle sesleniyor! Artık birbirinizi tüketmeyin, sevgilinizi, ailenizi, arkadaşınızı, toplumu tüketmeyin! Sartre haklı, insan kendisini belirliyor; ne olduğunu ve ne olmayacağını.. O halde içinde bulunduğumuz sıkıntılı durum tercihlerimizin neticesi. Haydi koşun! Sevgiyle seslenenlere! 23 Erkek Dönencesi Kaan YILDIZ Bu sayıda bilinen bazı hadiseleri kendi üslubumla anlatmak istiyorum. Konuya hakim olanlara sıkıcı gelebilir. Baştan uyarayım. 24 But a kingdom that has once been destroyed can never come back into being nor can the dead ever be brought back to life... İnsan hayatı gerçekten çok değerli, bir kere yıkıldı mı geri gelmesi bazı şartlarda imkansız olabiliyor... Etrafınızdaki erkeklere bakın. Birçoğu kadınları durmadan aşağılıyor... Bunu duymak rahatsız etti değil mi? Konuya kadın cinayetleri, tecavüz olayları vb. üzerinden girmeyeceğim... Bahsettiğim çok daha farklı bir konu, erkekler kadınlar ile gerçek anlamda beraber olamıyorlar... Erkekler için büyümek ne yazık ki iyi bir işe sahip olmak, askere gitmek ve arada sevdası üzerine. Ne yazık ki Türkiye’de erkekler büyümenin çok daha başka bir şey olduğunun farkında değiller. Onlara çoğu yerde korku hakim. Korku tüm bünyelerine hakim ve onlara hükmediyor. Deli gibi korkuyorlar. Ancak bu korkuları ile yüzleşemedikleri için bu korku büyük bir öfkeye dönüşüyorlar. Bu öfkenin bedelini de beraber oldukları kadınlar ödüyorlar. Erkekler, sevgilim ya da aşkım olarak kabul ettikleri insanların onlara karşı sadakatsizlik edeceklerine dair büyük bir korku içindeler. Bunun nasıl oluştuğu aslında bir sosyoloğun uzmanlık alanı. Genel kanı burada esas suçluluğun ataerkil kültür olduğu kanaatinde. Ancak bu işte tek sorumlu erkeklerin babaları ile geçirdiği vakit olmamalı. Evet, erkekler babalarından kadınların nasıl aşağılanması gerektiğini öğreniyorlar. Tabi ki malum babalar her gece işten ev döndüklerinde ellerine bir papirüs alıp kadın isimleri ve hakaretlerini sıralamıyorlar. Bunun yerine oğullarının bilinçaltını mantı açar gibi düzenliyorlar. Mantı yaparken açılan hamur karelere bölünür ve büyük bir özenle içleri kıymalarla doldurulur. Gece baba da eve geldiği zaman da benzer işi yapar, eşini ve kızını saçma sapan sorularla bunaltır, onları tersler, bir güler yüzü dahi onlara sadaka gibi görür. Baba takıntılıdır. Onlara hakim olmak zorunda olduğunu zanneden. Aslında yaptığı şey terbiyesizlikten başka bir şey değildir. Hastalıklı bir kral gibidir, masum halkını, heterodoks inançları ezmek zorunda hisseden bir kral gibi... Babanın dili de pistir, “karı gibi top oynuyor, karı korkak adam”... Ancak tek sorun Baba değildir, Anne de pek hayatını yaşayamadığı için kendini bir karikatüre sıkıştırır. Kastettiğim kızı ile olan diyalogu değil. İlginç bir şekilde oğlunu geleceğin kralı olarak yetiştirir. Kızlara nasıl davranması gerektiği hakkında saçma öğütler verir. Anne ısrarla oğluna kızlara güvenmemesi gerektiğini öğütler, onlara çok bağlanmaması gerektiğini 25 veya yeri geldiğinde sert çıkışlar yapması gerektiğini dahi söyler. Ne yazık ki bir de “şiddet” meselesi var, ona burada hiç değinmeyeceğim... Anne aslında, dışarıda hayatın bizzat içinde olmadığından kafasında değişen nesiller içinde dünyanın nasıl bir yer olduğuna dair bilgiler olmadığından komik kurgularla yaşamaktadır. Bu kurgulardan en baskını bir kızın, oğlunu kendine bağlayarak “onun saf ve mükemmel oğlunu” sömüreceği fikridir. Annelik ne kadar naif öyle değil mi! Burada saf ve mükemmel oğuldan bahsediyoruz. Halbuki küçük dostumuz artık büyümüş ve hayattaki kötü ve iyi dengesini umursamayacak kadar berbat bir adam haline gelmiştir. Başkalarını eziyor, hırsızlık yapıyor, adam kayırıyor, futbolu eski Girit’ten kalan bir sanat olarak kabul ediyordur... Bizzat mal çalmasa da işinde dürüst değildir, çalıştığı yere arkadaşlarını aldırtmaktadır ve beyninin yarısı futbola çalışmaktadır... Buna rağmen oğul hala prens’tir. Anne’nin kontrol edilemez mülkiyetçiliği, yalnız kalma korkusu ve hayalperestliği kontrol edilemez bir silaha dönüşmüştür ve silah dışarıdaki potansiyel düşmanlara yani genç kızlara yönelmiştir. Ne yazık ki! Dolayısıyla erkeğin dışarıdaki kadınları tanımlamasında tek suçlu Baba değil, Anne’dir de... Bir keresinde yıllarını kadın tarihine harcamış bir hocam bana “Türkiye’deki erkekleri de kadınlar yetiştiriyor” demişti. Bunu duymak Türkiye’deki feministlerin (hepsi 26 değil ama çoğunun) pek hoşuna gitmiyor tabi... Çünkü feminist teoriye esasında pek de hakim olamayan bu dostlarımız özeleştiri yapma konusunda pek de mahir değiller. Görüldüğü üzere tek sorun erkekler değil, kadınların da “kendilerini toparlayamaması”. Ayrıca sanki bir fantastik roman içinde yaşıyorlarmış gibi “Erkek” olmanın bir hastalık olduğu kanaatindeler. Neden sağlıklı bir erkeklik anlayışı olmasın? Bu noktada onlar için Feminizm ne yazık ki “anti-male” olarak kabul edebileceğimiz bir cinsiyetçiliği dönüyor. Erkekler ve erkeklik yok ve hatta olmamalı! Bir keresinde Türkiye’deki kadın hareketi üzerine çalışan yabancı bir arkadaşım bana “Sorun erkekler, peki onlara yok sayarak bu sorunu nasıl çözeceksiniz?” demişti... Konuya geri dönecek olursak Prens bu esnada büyümekte ve ailesinden öğrendikleriyle sosyalleşmeye başlamıştır... Kızlara karşı olan hisleri ve onlara karşı duyduğu hayranlık, onlara ulaşma isteği sayesinde iletişim bir zaman sonra başlar. Ancak kimliğinin temelinde “Kızlara karşı güvenmemesi gerektiği” mantığı vardır. Lakin zamanla işler değişir ve bir kıza bağlanır. Artık aile kurmanın veya uzun soluklu bir ilişki kurmanın zamanı gelmiştir. Prens tabi ki ilk başlarda “iyi bir adamdır” ancak zamanla kız arkadaşının iyi biri olduğunu ve tek amacının onunla mutlu bir yaşam sürmek olduğunu anlar ve ona bağlanır. Lakin bu bağlılık onun adına pek de iyi bir sonuç vermez, çünkü her insan gibi sahip olduğu şeyi kaybetmek korkar. Kendine güven sorunu çok büyük bir hadise ve bundan kurtulmanın yolu da ancak Circus Maximus’a çıkıp kendini kanıtlamaktır, yani sınanmak... Bu noktadan sonra da kızın kurban olduğu bir dizi sanrısal sınamalar meydana gelmeye başlar. Kız arkadaşım gerçekten bana “bağlı mı?”. Bu planlı bir hareket değildir, yani Prens sabah kalkınca “hadi bakalım bugün nasıl bir evham krizi yaşasam” demez. Bunun yerine kızın hayatının normal gidişatından kendine paylar çıkarır. Kız uzun yıllardır kendine ait olan bir yaşamın içinde var olmaktadır. Tabi ki kısıtlamalar içinde kendine ait boş bir alan yaratmıştır. Kendine ait boş alan dahilinde haftada bir kez arkadaşlarıyla sinemaya gitmekte, diğer arkadaşlarının dertlerini dinlemekte, annesiyle alışverişe çıkmaktadır. Ancak Prens kendini bulamadığı tüm bu normal ve boş alanlarda öfke patlamaları yaşamaktadır. Prens her daim kendini bu alanlara yedirmek istemektedir. Prens antik bir tanrı gibi bilinmek istemektedir. Halbuki kendi korkularının kölesi olan bir ahmaktan başka bir şey değildir... Evham krizleri onu küçük düşürmektedir. Dahası kızın kafasında var olan Beyaz Atlı Şövalye de esasında küçük duruma düşmektedir. Zırh dökülünce içinden çirkin bir çocuk çıkar. Tabi ki bu bir anda olmaz, Prens’in bizzat kendisinin yaptığı rezilliklerle, kızın arkadaşlarının içinde zor duruma düşürmekle, ailesine karşı kızı mahcup etmekle, kavga esnasında onunla bağını koparan kızın kapısının önüne gelmekle kızın krizlere sürüklemektedir... Dolayısıyla tedricen düşer. Peki kız bu süreçte ne yapmıştır? Bu süreçte kızı tebrik etmek lazım. Kız aslında tüm bu süreç dahilinde Prens’i iyileştirmek için elinden geleni yapar. Onun hem sevgilisi hem akıl hocası olmaya çalışır. Kendinden büyük fedakarlık eder. Arkadaşlarıyla ve ailesiyle daha az vakit geçirir. Yanındaki çocuğun kötü özelliklerini gizlemek ya da masum göstermek için bir çaba içine girer. Normalleştirmeye çalışır. Aslında bu fedakarlıklardan bazılarında büyük haksızlıklar vardır. Arkadaşım olan kızlar arasında bazılarının bir zaman sonra, yeni bir ilişkiye başladıklarında benimle aralarına mesafe koydukları dikkatimi çekmiyor değil. Bunu anlamamak için aptal olmak gerekir. İşte böyle zamanlarla onlarla aramızda yıllar önce farkında olmadan yaptığımız bir anlaşma devreye giriyor. “Kaan senin bir suçun yok, sadece erkek arkadaşımla ilişkimizi bir düzene koymak durumundayız. Prensim saçma bir şekilde seni kıskanıyor, bu süreçte eskisi gibi sık bir iletişim halinde olamayabiliriz, beraber dışarıya içmeye gidemeyebiliriz, o yüzden özür dilerim”. Ben ise sesimi çıkarmıyorum lakin kızlar verilen bu tavizlerin onlara ağır sonuçlar doğuracağının farkında olmuyorlar. Çünkü bir taviz verirseniz mutlaka arkası gelir... Bu arada tabi ki bu tavizleri vermeyen ve benimle dostluklarını en iyi şekilde devam ettiren insanlar var... Ancak bu arkadaşlarım ilginç bir şekilde geçmişte ailelerinde saçma ataerkil düzene başkaldırmış ve kendilerini var edebilmiş kızlar... Onlara hayran olmamak elde değil... Prens’in zırhı düştü ve sümüklü çirkin geri zekalı ortaya çıktı. Kız da bunu gördü. Sonra ne olacak? Kız bir süre daha eski düzeni devam ettirir. Ancak bir gün ilginç bir şey olur. Kız bir anda aslında malum Prens’i sevmediğini yani sevgisinin geçmiş haftalarda bitmiş olduğunun farkına varır, onsuz da bir hayat olabilmektedir. Dolayısıyla bir konuşma yapmaya karar verir ve arkadaşlığını korumak ister. Erkek ilk başlarda delikanlılığa k vitamini bulaştırmamak için olayı sadece üzülerek karşılar ancak zamanla içinde bombalar patlar. Öfke ve hakaret dolu konuşmaların ve mesajların arkası gelmez... Şimdi sormak istiyoruz? Nerede o ilişkinin başındaki “istemem yan cebime koy” kahramanı? Tabi denizin kumlarında boğulmuştur. Kızın durumu ise değişken olabilmektedir. Gerçekten Prensleri unutan ve hiç yaşanmamış olarak kabul eden arkadaşlarım var. Ancak kalbine derin bir kazık çakılmış ve -tabi ki bir süreliğine- kimseyi sevmemeye yemin etmiş arkadaşlarım da oluyor. Tabi ki sevgi bitmiştir ve aşka inanç da bitmiştir. Bunun üzücü bir durum olduğunu farkındayım ancak gerçekte gayet komik bir durum... Neden mi diyeceksiniz? Bu esasında kültürümüzle alakalı. 27 Türkiye’deki insanların en kötü niteliklerinden biri de aslında bir sorun ya da kriz yaşandığında bunu oturup konuşamamaları, yüzleşememeleri. Hiç kimse hiç bir konuyla yüzleşemiyor çünkü kendileriyle yüzleşemiyorlar, sorunun esasında kendine olan güvensizlikleri olduğunun farkında değiller. İnsanlar kendileriyle barışık değiller, dışarıdan gelen ve gayet normal olan bildirimlere dair ani saldırılarla kendilerini korumaya çalışıyorlar. Halbuki ortada sorun namına hiçbir şey yok, tek sorun yüzleşemedikleri yaralarının ortaya çıkacağına dair olan korkuları. Bu kaledeki bir ordunun gecenin bir vakti dışarı çıkıp etraftaki ağaçlara saldırmaya başlaması gibi bir şey... Dolayısıyla kadınlar da ne yazık ki tüm çabalarının yani bir erkeğe harcadıkları zamanın emeğin boşa gitmesinin faturasını kendileri çıkartıyorlar. “Onun beni gerçekten sevmesini sağlayamadım, onu değiştiremedim”. Aslında o seni değil kendini sevmiyordu ve birini değiştirmediğin kendini suçlamak bir dağı yok edemediği için farenin kendini suçlaması gibi bir şey... Bu ilişki, yani her iki tarafın yaşadığı deneyimin aslında büyük bir problemin imarı olduğunun farkına varmamız lazım. Çünkü bu noktadan sonra artık insanların 28 genel ahlak ve dünya görüşleri yerleşiyor ve çoğu yaşam bunun üzerine şekil buluyor. Bu noktadan sonra artık dünya güvenilmez bir yerdir... İnsanların çoğunun gerçek motivasyonu sevdiği kişi ile beraber olabileceği umududur. Ancak bu gerçekleşmediği takdirde olayın sebebi düşünülür ve çoğu noktada sorun kadınların özgür olamamasıdır... Buradaki en kötü sonuç artık kızın (hepsinin değil ama bir kısmının) kendini bir süreliğine kapatması olsa gerek. Kız tabi ki en başta “bundan sonra kimseyi sevmeyeceğim, kendimi korumak için bunu yapacağım” şeklinde ilginç bir girişimde bulunur. Lakin bunun herhangi bir gerçekliği mevcut değildir. Çünkü eninde sonunda yaşını aldıkça hücreler kendini yaratır, dünya değişir, yeni erkekleri tanır. Ancak insanlara artık eskisi kadar güvenmemektedir, daha kötüsü kendine güvenmemektedir. Alternatif bir partnerin ona gerçekte iyi biri olduğunu inandırması muazzam bir zorluk halini alır. Dolayısıyla tekrardan bir ilişkiye girmek de bu kız için deveye hendekler atlatmak halini alır. Kızın yaşadığı bu deneyimde sonra artık hayatına çok sayıda filtre girmiştir ve bu yol üzerinden işleyen insan ilişkilerinin sonuçları toplumda pek de iyi değil. Esas sonuç toplumda oluşan gizli anlaşmalardır. Bunlar nelerdir, bir bakalım hemen: Her şeyden önce toplum için hemen hemen hepimizin ilişkisi gizli anlaşmalar üzerine kurulu. “Efendim bunlar sosyolojik normlardır”. Evet efendim öyledir ancak bunlar mide bulandırıyor. Bir liste yapmak gerekirse bunun ne kadar rahatsız edici olduğu görülecektir. Beni en çok rahatsız eden kurallar şunlar: 1-Nazik insana karşı dikkatli olun Nezaket sahibi olmak ülkemizde büyük bir tehlike. İnsanlara kendilerini korumaya o kadar meyilliler ki nazik insandan dahi bir tehlike geleceği şüphesindeler. Dolayısıyla nezaketinizi kaybetmediyseniz emin olun insanlara kendinizi alıştırmanız kısa bir zaman almayacaktır. Dahası bunun insanlara tarafından saygı ile karşılanmayacağını bilin. Siz nezaket sahibi bir olarak dalga geçilecek bir karaktersiniz. “Aahahaha simitçiye iyi davranıyor”. Allah aşkına bunun neresi komik... 2-Gülümseyen insana karşı dikkatli olun Bazı insanlar yeni girdikleri ortamlarda karşı tarafa değer vererek hareket eder ve bunun en önemli özelliklerinden bir de karşı tarafa gülümsemeyi eksik etmemesidir. Ancak toplumumuzda gülümseme bir tür nükleer silah olarak kabul görmektedir. 3-Küfür etmeyen erkek olmaz. Mutlaka her erkeğin küfür etmesi gerekmektedir. Aksi takdirde bu onun ya erkek olmadığını ya da büyümediğinin göstergesidir. 4-Ezmeyen insana karşı dikkatli olun İnsan ezmelidir, eğer bir kişi etrafındaki güçsüz insanları ezmiyorsa bu onun korkak olduğunun göstergesidir. Güçsüz mutlaka ezilmelidir. Güçsüz kendisinin ezilmediğini fark ettiği noktada da karşı tarafı hemen ezmeye çalışacaktır. Bizler, oryantal dünyamız ile övünüyoruz. Batı’yı zalim ve ruhsuz olarak tanımlayarak kendimizi değerli sayıyoruz. Ancak hipokrasinin dağlarında zevk ü sefa içindeyiz. Gülümsemeyi, kendimize güveni, karşı tarafa iyi davranmayı zayıflık olarak görüyoruz... Peki bunun Kadınlar ile ne alakası var? Emin olun ataerkilliğin, cinsiyetçiliğin, daha küçük yaşlardayken kadınları “güvenilmez” olarak tanımlayan ahlakı bıraktığımız zaman birbirimize daha çok güveneceğiz. Çünkü insanlar ilk aşk deneyimlerinde böyle travmalar yaşadıktan sonra kırılıyorlar... 29 Gözleriyle Oynayan Kadın “Lütfi Akad’la çalışırken bana ‘Gözlerinle oynayacaksın’ dedi. Ben de oynadım.” 32 Yelda ÜLKER Nisan sayımızda oyunculuğuyla Türk sinemasına damgasını vuran Türkan Şoray’ı ağırlıyoruz. Hayatıyla, filmleriyle bir dönemin efsane ismi olan Şoray, henüz 15 yaşındayken film setleriyle tanışmış ve günümüzde de gerek kamera önünde gerekse arkasında sinema sektöründeki varlığını sürdürüyor. ‘Köyde bir kız sevdim’ filmiyle başlayan yolculuğuna 200’ün üzerinde film ekleyen Sultan lakaplı oyuncunun hayatı da oynadığı filmler gibi... Gözlerine şarkılar yazılan, oyunculuğuyla hafızalarımıza kazınan Şoray’ın, genç yaşta başladığı sinema yolculuğuna baktığımızda karşımıza bambaşka bir kadın çıkıyor. Gençlik yıllarında henüz Sultan lakabını almadığı ve Şoray Kanunlarının çıkmadığı oyuncunun, en ses getiren filmlerinden bir tanesi Otobüs Yolcuları (1961) olmuş. Sosyal mesajlar içeren filmin başrolü için önce Belgin Doruk düşünülse de, filmdeki öpüşme sahneleri sebebiyle Doruk, oynamayı kabul etmemiş ve rol Şoray’a kalmış. Otobüs Yolcuları filminden bir yıl sonra Galatasaray eski asbaşkanı Rüçhan Adlı ile tanışmış ve bu karşılaşma hem özel hem de sinema hayatı için dönüm noktası olmuştur. Özel hayatındaki değişimler, oynadığı filmlere de yansımış ve Şoray Kanunları’nın temelleri bu dönemde atılmaya başlanmıştır. 1964 senesine gelindiğinde yönetmenliğini Metin Erksan’ın yaptığı ve başrollerini Ekrem Bora ile paylaşan Şoray, ‘Acı Hayat’ filmi ile ilk Altın Portakal Ödülünü kazanmıştır. Yılın filmi seçilen Acı Hayat filminden sonra senaryolar, öyküler filmlerini Şoray üzerine kurmaya başlamış, filmdeki şarkılar onun için yazılmaya başlanmıştır. Karşımızda kariyerinde hızla ilerleyen, daha tutarlı, ayakları sağlam basan bir Türkan Şoray çıkmakta. Acı Hayat filminden tam 4 yıl sonra ikinci Altın Portakal ödülünü VesikalıYarim filmi ile alan sanatçı, 60’lı yılların Türk Sineması’nda aranan bir numaralı kadın olur. Oynayacağı filmler için yüksek 33 fiyatlar istemeye başlayan Şoray, birlikte olduğu Adlı’nın da etkisiyle yapımcıların karşısına ‘Şoray Kanunları’ ile çıkar. Günümüzde bile hala konuşulan bu kanunlardan bazıları şöyledir: 1) Şoray film senaryolarını film çekim tarihinden en az bir ay önce eline alır ve beğenmediği takdirde yeni senaryo yazılacaktır. 2) Filmde öpüşme ve açık sahneden olmayacaktır. 3) Film çekimi İstanbul dahili olup Türkan Şoray İstanbul dışına çıkamaz. 4) Çalışma saatleri sabah 8 ile akşam 19 arasıdır. 5) Türkan Şoray adı jenerik, afiş ilan ve sinema fenerlerinde başta ve tek olarak yazılacaktır ve bu kural filmin her oynadığı yerde geçerli olacaktır. Dönemin şartlarına göre çok ağır olan bu koşullar 1967’yılında son halini alıp, yazılı bir metne dönüşmüştür. Şoray’ın şöhreti karşısında hiçbir firma, yönetmen, yapımcı bu kanunlara karşı çıkamadığı gibi mukavele yapmak için birbirleriyle yarışırlar. Rüçhan Adlı’nın ‘Sultanım’ dediği Şoray, artık Yeşilçam’ın Sultan’ı unvanını kazandı. Gazeteler Türkan Şoray’dan bahsederken Sultan başlık ve manşetlerini kullanır oldu. Sinemada en yüksek fiyata sahip ve en çok 34 aşık olunan kadın oluşu ile efsanevi oyunculuğu birleşince sinemadaki yerini aldı. Başarılı filmlere imza atan Şoray’ın replikleri hala dillerde dolaşmakta özellikle 1977 yılında çektiği filmdeki replikleri hepimiz biliri: “Sevgi neydi? Coşkun akan dere, sonbahar rüzgarıyla ürperen yapraklar, cama vurup dağılan yağmur damlaları, bir yürek çarpıntısı… Sonunda coşkun dere durulur, yapraklar kurur dökülür, yağmur diner, güneş çıkardı. Sevgi neydi? Sevgi sahip çıkan, dost sıcak insan eli. İnsan emeğiydi. Sevgi iyilikti, sevgi emekti…” 1970’ler de farklı bir arayışın içine giren Şoray, çektiği film sayısını da bu yıllarda azaltır. Bu yıllarda unutulmaz repliğiyle Selvi Boylum Al Yazmalım dışında Cemo, Dönüş filmleri de büyük ses getirmiştir. Özellikle Dönüş filminin Türkan Şoray için anlamı büyüktür. İlk yönetmenlik denemesini yaptığı film çok eleştirilmesine rağmen ses getiren bir başarı yakalamıştır. Dönüş sadece Türkiye’de değil, yurtdışında da sevilir ve ‘Moskova Film Festivali’nde’ ödül alır. Yönetmenliği seven Sultan, 1973 yılında Azap filmi ile yeniden yönetmen koltuğuna otursa da bu kez istediği başarıyı yakalayamaz. Ülkedeki değişimlerle birlikte film sektörü de büyük değişimler yaşamaya başlamış, pembe rüyadan uyanıp, gerçeklerle yüzleşmiştir. Bu dönemlerde daha gerçekçi ve sosyal konuların işlenmesinden Şoray’da etkilenmiş ve 3. Yönetmenliğini ‘Bodrum Hakimi’ adlı filmi çekerek gerçekleştirir. Günümüzde ‘Uzaklarda Arama’ filminin yönetmenliğini yapmış ve kızı Yağmur Ünal’ı oynatmıştır. Şoray için 1980’ler tabuların yıkıldığı bir dönem olmuştur. Özel hayatında değişiklikler yaşayan sanatçı 1983 yılında tiyatro oyuncusu Cihan Ünal ile evlenmiş ve eşiyle çektiği ‘Mine’ adlı filmde ‘sevişmem, öpüşmem’ kuralını çiğnemiştir. Şoray daha sonra yaptığı açıklamada: “Necati Cumalı’nın aynı isimli tiyatro oyunundan senaryosu yazılan Mine filminde sevişme sahnesinin senaryonun dramatik kurgusu içinde olması gerektiğine inanmıştım. Bu, Mine’nin üstündeki baskılara bir çeşit başkaldırısıydı.”demiştir. Mine filmi ile ‘kadın filmleri’ akımının önünü açan Şoray, eşi ile çevirdiği filmlerde istediği başarıyı yakalayamazlar. Şoray ve Ünal çifti 1987 yılında yollarını ayırmaya karar verir. Sultan, 2000 yılına kadar bazı filmlerde rol alsa da asıl dönüşünü ‘İkinci Bahar’ adlı dizi ile yapacaktır. Bu dizinin ardından başka dizilerle de sevenlerinin karşısına çıkan Türkan Şoray hala Türk Filmlerinin Sultanı olarak gönlümüzde yer alıyor. Bir konuşmasında; “Sevgiyle yapılamayacak bir şey yoktur diye düşünüyorum. Gücü sevgiyle birleştirirsek, birçok sorunun üstesinden gelebiliriz” diyen sanatçının mesleğine olan aşkı, onu seyircinin kalbine yerleştirmiştir. 35 Şiirle “Şiir dünyanın o en kadim sızılarını kelimelere dönüştürmek için icat edilmiştir” demiştim bir keresinde... Şüphesiz, haklıydım. Şiir okurluğum okuma yazma bildiğim senelerle kıyaslanırsa çok yeni. Kör bıçaktı şiir benim için okumadığım senelerde, kimseleri kesmiyordu ben de dâhil. Aklımın bir köşesini hep kurcalasa da elime aldığım satırları manasızca okuyup geçiyordum, tek bir dizeyi anlamadan, tek bir dize kalbime dokunmadan. 23 yaşımda şiirin kıyısında bile değildim. Bir gün biriyle tanıştım. Okuduklarımızdan okuyamadıklarımızdan konuşuyorduk. Şiirden söz açıldı. Okuyamadığımdan, dahası okusam da hissedemediğimden bahsettim. Şiire çok fazla şans verdiğimi ama bir türlü barışamadığımızı söyledim. Zamanı vardı her şeyin, her kelimenin ve her insanın. Edip Cansever’in Ben Ruhi Bey Nasılım şiirini okumalısın şiire bir kez daha şans vermek istersen dedi. Aklımda bulunsun, bir ara bakarım dedim. O kadar isteksizim ki o an bir arama motoruna yazıp bakmaya bile yeltenmedim. 2013’ün en saçma ağustos günlerinden biriydi. 6 ağustos. Edip Cansever beni çağırdı. Durup dururken düştü şiir aklıma. Hemen açıp okumalıydım, internetteki şiirlerin doğruluğuna şüphem yoktu o zamanlar tabi. Arama motorunda çıkan ilk siteye girip okudum şiiri. Ya da şiir beni okudu, hala emin değilim. Bazı dizelerin insanın kalbine mıh olacağını o gün öğrendim. Ruhi Bey ile. Şöyle söylüyordu; “… Ama var mıydı sanki görülmek isteyen / Var mıydı bir şeyler bekleyen yüreğimin eskittiklerinden..” Şiirin en sevdiğim yanı insanın hayatına çarpabiliyor oluşudur. Çarpmanın etkisinin ebedi oluşu ise pahasızdı. Edip Cansever’in bu iki dizesi bana geri dönüşsüz bir kapı aralamıştı. Şiiri okuyup anlamanın beyhude bir çaba olduğunu herkese söylemek isterim. Şiiri anlamaktan ziyade hissetmek gerekliydi. Bunun için de evvela kalp. Kalabalıklar içre büyük yalnızlıklarımız var. İnsanı yalnızlığından anlık da olsa kurtarıp sonrasında daha büyük yalnızlıklara gark edendi şiir. Şiir okurluğu olgunlaştıkça- bu tabir ne kadar yerinde bilemedim- biliyordunuz, yalnız değildiniz. Onlarca, binlercesi vardı bir duygunun eşiğinde, yanı başınızda. Evet, sizi kimse anlamıyordu, anlamayacaklardı da ama siz şairleri anlıyordunuz artık. Tedirginliğimiz Cemal Süreya’nın Göçebe’sinde, korkularınız Geyikli Gece’deydi artık. Korkma diyordu şair, korkma “Her şey naylondandı”. Burnunuzun direğini sızlatan hasret tepeden tırnağa Nazım olmuştu. İçinizde kelebekler uçuşurken sesinize ses olan şiirler yolunuza da ışık oluyordu. Ömür Hanımla Güz Konuşmaları koca bir hayatın izdüşümüydü. Yaşadığımız ayrılıkların en acısı Taş Parçaları’nda bize sarılıyordu. Şiir varsa hayat vardı. Şiir varsa umut da vardı. Şairin dediği gibi “Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek.” Dizenin somut hali betonların arasında büyüyen çiçek değil mi sizce de? Âşık Reyhanî “Belki de derdimize çare bir çiçek” derken şiirden bahsediyordu. Şiir, ihtiyacı olanındır, öyle söyler şairler. Şiiri hissedenler bunun ne demek olduğunu iyi bilir. Şiir okumadığım geceler kalbimin varlığından şüphe ediyordum. İnsanların dolduramadığı boşluklar var hayatta. Bir duygunun ortağı olamayışımız var. Gün geçtikçe eksilen şeyler, çok özlediklerimiz, sımsıkı sevgilerimiz var. Hayat bu ama belli olmuyor rüzgârın nerden eseceği. Düşlerimiz kadar düşüşlerimiz de var. Düştüğümüzde elimizi tutan şiirler var. İyi ki var. Şiir, herkes için olmasa da benim için kurtuluştu. Sizin için neden olmasın? Şiirle.. . Zehra DEMİRKALE 36 37 Leyla Kimdir? Barbaros KUZEY Sen Leyla olursun da ben Mecnun olabilir miyim? Mecnûn nedir? Bir yazıda okumuştum Mecnûn şöyle tarif ediliyor; “Mecnûn, sanıldığının aksine Leylâ’dan daha önemlidir. Çünkü arayandır, çünkü yola önce çıkandır...” “önce bakan, önce gönül düşürendir. Önce isteyen, önce gidendir. Mecnûn, sorulan her farklı soruya aynı cevabı verendir. Söylenen her şeye Leylâ diyendir.” “Söylenen her şeye Leylâ demek...” o kadar yabancı bir cümle ki, 38 çöplüğe dönmüş, sevgi sandığınız, cinsi münasebet ile harmanlaşmış haramın her türlüsüne tütsü yaktıran, bu bataklıktaki “aşk”larınıza... Bir kişi evvela Mecnûn’luk iddiasında bulunuyorsa kusura bakmasın “yanmayı, kül olmayı, hiç olmayı, dertli olmayı” kabul edecek. Her şeye “Leylâ” diyecek. Gökyüzüne, denize, toprağa, ırmaklara, göllere baktığında Leylâ’yı görecek. Tüm insanlığı flulaştırıp, Leylâ’dan başkasını haram ilan edecek... Leylâ onu görmüyorsa ne olacak efendiiii? -Hiç... Sadece Mecnûnluk olacak. Leylâ nazlıdır. Leylâ uzak olandır. Leylâ sokağımızdan geçmeyendir. Leylâ yüzümüze bakmayandır. Leylâ bizi düşünmeyendir. Leylâ kavuşulma ihtimali olamayan dünyanın en ulaşılamaz kadınıdır. Leylâ başlı başına bir derttir, Leylâ sızıdır. Leylâ kabul edilmeyen duadır. Leylâ rüyadır. Leylâ tertemiz, günahsız, haramsız bir duadır. Leylâ, sizin aşk bildiğiniz vücutların, mevcuduna sığmayıp, onu paramparça edip patlatan, algılayamadığınız, AVM’lerde dükkanı bulunmayan, dua ile, sabır ile, tevekkül ile imal edilmiş elbiselerin sahibidir. Leylâ, anlayamadığınız, anlamlandıramadığınız, anlatmaya kalkılınca “bu devirde kalmadı” diye yutturmaya çalıştığınız bozuk ve tarihi her zaman geçik olan aşklarınızı kökünden kılıçtan geçiren kadındır. Anlayamadığınız ne varsa hepsi Leylâ’dır. Algılayamadığınız için mistik bulduğunuz, metafiziğin olmadığı görünürle, görünmezin aynı zamanda idrak edilebildiği bu topraklarda, algılayamadığınız her ne varsa Leylâ’dır. Leylâ, şiirdir. Şiirdir de... Bu topraklarda yaşayıp, bu topraklara ait zaman dilimi içerisinde yürüyemeyen insanın anlayabileceği cinsten bir şiir değildir. Leylâ, zamanın her zerresine sinmiş, konuşamadığımız ama hissedebildiğimiz, bir zamanlar konuştuğumuz fakat daha sonra unuttuğumuz bir lisandır. Leylâ, O lisandan tattıkça tekrar, yani hatırladıkça o kelimeleri; büyüsüne kapılıp, “biz bu lisanı bilirdik” dedirttiren, o lisanı bize tekrar hatırlatan kadındır. Leylâ bizim dokuz köy öteden tanıdığımız bir kadın değildir. Leylâ, “ben Leylâ değilim diyendir.”, Leylâ, sokağımızdan geçmese de “bizim Leylâ”dır. Bize çok uzak olsa da ülkesinin başkenti, bizim kalbimiz onun ülkesine tabiidir. Leylâ diyorsak Karakoç’un ifadesiyle Leylâdır: Leyla diyorsam kesik yanaklarıyla Leylâ Üç köşeli dünyasıyla Okuyla yayıyla yaylasıyla Leylâ Leylâ diyorsam şu bizim gerçek Leylâ 39 Giz Ayrılık bir gizin peşinde Bellerinden zincirli Görünmez bir ipe dizilmiş herkes Bir sisin içinde Sesler tırmalıyor varlığımı Bir rüzgarın şeytani ıslıklarından Dizlerimin ucunda gözlerim Çökmüşüm, avuçlarımdan akıyor ürkekliğim Serniviskar Daha bir çaresiz oluyor Akrep ve yelkovanın sırtında kaldıkça insan Ve en sonunda kendi oluyor yorulan Kaderin uçurumlara sürüklediği çığlıklar yankılanıyor dünyasında Yaşıyor mu ölüyor mu? Gidenler olmasaydı evvelden Varamazdı ayrımına Bu kadar zor olmak zorunda mı hayat? Bir varsın bir yoksun Havadan sudan çamurdan ve çivisiz tahtadan 40 41 Gündüz usulca yanına yanaştı ince beline lavanta tutamları döktü Gece yeni göç etmiş bir leylek kadar yabancı ve zarif bana, sana, bize kanatları uzak İstanbul’a biz gibi. buz gibi. soğuk yıldızlar kalemimden kayıyorlar şiirlerim bir dilek tutuyor sana yazılmak için. ki ben kimsesizler gökyüzümde senin için parlamalıydım sadece senin için kuzey olmak... senin için gürlemeliydi göklerde 42 Yağmur Sonrası bir avuç çiçekken özledi seni gökler seni, bizi, bizsizliği yavaşça gece oldu güneş aktı gitti teninden Gülrika yıldırımlar durdurdu ilkbaharı bekleyenleri biz çamurlu sularda sürüklendik sularımıza griler karıştı Beyazları cami avlularında Siyahları çıplak ayakla dolaşan çocukların topuklarında bıraktık Adımızı kazıdığımız ağaçlar sonbaharı öksüz geçirdiler şimdi sağanaklar kaldı çatılarında ahşap evlerin geride biz kalmadık lakin griye İstanbul’u bıraktık yağmur sonrası kokan toprakta büyüdün sen kavrulmuş portakal kabukları kıskanırdı güzelliğini bizsizlik İstanbul’u ağlattı sensizlik Topkapı Sarayı’nda yüreğini astı İstanbul’un. 43 Cennetin Rengi Sevgilim, tüm acıları bir an önce tüketmeliyim. tüm hüzünlü şarkıları hiç durmadan dinlemeliyim Yokluğunda, ne kadar içimi sızlatan şiir varsa bir an önce yazmalıyım. Ömür kısa, Sevgilim Elimde avucumda, gönlümde ne varsa Toprak olmadan her şey sana vermeliyim. Bir an önce cennete gitmen için ne kadar güzel cümle, içten gelen yakarış, arzu, istek varsa harekete geçirmeliyim. Cancağzım, kalbimin bakır tenli sızısı seni ben ancak cennete uğurlayabilmeliyim. Sevgilim, Cennetin rengini soracaktım sana vakit kalmadı. 44 Ne kadar renk varsa cennete dair senin için toplamalıyım. Seni her gün daha çok sevmeliyim. Her an, bir an önce, seni daha fazla sevmeliyim. herkesten çok tüm insanlıktan fazla varlığına şükretmeliyim. Sevgilim, her sabahında, depremlerin vurduğu şehrimden uyanıp özlemle, hasretle bir türlü veda edemediğim o kadife gönlünden uzun uzun son kez öpmeliyim. Her geçen gün her saniye bir önceki saniyeyi kıskandırmalı, seni öyle sevmeliyim. .... Sonra ölmeliyim... T.Tinazî 45 Suzan Defter K.Kavuniçi Kitaplığı “Gençliğiniz haram olmuş desenize,” dedim. “İnsan gençliğini aşka vermezse, gençlik neye yarar?” dedi. “Ama sonunda kaybeden siz olmuşsunuz.” “Kayıp mı? Kaç kişi böylesine sevebilmiştir dünyada?” “Ama kucağında bir kucak korla kalan siz olmuşsunuz.” “İyi ya boş değildi kucağım.” “Ama yandınız, kül oldunuz.” “Ama vardım, kül bunun kanıtı.” Suzan Defter. Ayfer Tunç’un benzersiz uzun öyküsü. Okurla ilk buluşması Taş-Kağıt-Makas’ta olan Suzan Defter sonrasında azat olmuş, tek başınalığı hak etmiş bir eser. Kitap iki ayrı günlükten oluşuyor. Tek sayılı sayfalarda bir günlük, çift sayılı sayfalarda ayrı bir günlük. Bu biçim okuru şaşırtsa da kitaba kapıldıktan sonra yadırgamıyorsunuz. Ekmel’in dünya ağrısı, Derya’nın varoluş sancısı sizi içine almakta gecikmiyor. Arka kapak- 46 ta dediği gibi Eylül’ün gölgesinde boğulan bir aşk hikâyesi. Şöyle sorulabiliriz; eylülün gölgesinden sağ çıkan aşk var mıydı? Alışılmışın dışında bir hikâye Suzan Defter. Ekmel bey ve Derya(ya da Suzan)’nın günlükleri aracılığıyla okuyoruz hikâyeyi. Kendisine sunulan hayatı olduğu gibi kabul eden Ekmel Bey. Hayatı uzun sürmüş bir kış gibi. Ailenin ortanca oğlu. Babası gibi avukat olmuş, olabilmiş. Ancak sürekliliği olmayan bir iş. Gittikçe artan ağrısıyla önce işinden sonra ailesinden, karısından, kızından ve en sonunda da hayatından geçmiş Ekmel Bey. Babasında miras kalan iç sıkıntısıyla yaşama tutunmaya çalışan. Hepimizin malumu, tutunamamış. Derya. Abisi ile Suzan’ın aşkını içselleştirmiş ve ancak bu aşkla varlığına anlam verebilen Derya. Bu dünyada her şeyden ve herkesten çok sevdiği abisini yalnız Suzan ile paylaşabilen Derya. Küçük yaşta ebeveynlerini kaybeden ve babaan- nesiyle hayatlarını devam ettirmeye çalışan iki kardeş. İhtilal günlerinde savrulan hayatlar. Abisinin hapse girmesi ile Derya’nın içine döndüğü günler doğru orantılı. Zor günlerde birbirine tutunan iki kadın. Zorlukların üstesinden gelemeyen aşk. Her hikayenin olağanı, çok seven bir taraf. Çok sevginin ağırlığı altında ezilen, ne yapacağını bilemeyip kaçan bir taraf. Yani biraz sen, biraz ben. Biraz Maria Puder biraz Raif efendi. Satılık ev ilanı için gelen insanlarla arkadaş olma umudu taşıyan Ekmel Bey’in hepimizden bir parça yalnızlığı. Avuçlarında dikiş tutturamadığı bir hayat kuş tüyü hafifliğinde. Bu hayatla ne yapacağını bilememenin ağırlığı, yükü dünyaya yakın. Abisinden başka tutunacak dalı olmayan, başarısız bir evlilik yapmış Derya’nın satılık ev ilanını görüp randevu almasıyla kesişen iki yaşam. Başlayan tuhaf arkadaşlık. Sanki yıllara dayanan iki dostmuş gibi başlayan sohbet, karşılıklı iç dökümler, sorgulamalar. “Yıllar boyu yanmaktansa için için, boş odalarla dolu bir evde boşluk büyütmektense; ipin üstünde yürümekten başka NEDİR BİR HAYAT?” Ailenin, anne babanın, aşkın, ilişkilerin ve en çok da hayatın sorgulandığı konuşmalar. Geçmişe dönüp bakma cesaretini her an hissedemiyor insan. Çünkü en kolay kendine yalan söylüyor ve en çok da kendine inanmıyor, inanamıyor. Başkasının gözünden nasıl göründüğüne dönüp bakamıyor her zaman. Yüzleşmeler ve iç hesaplaşmalarla örülen düşünceler, içsesler. Son söz niyetine; “Ekmel Bey garip bir şey söyledi bugün. “ayrılmak bir solucanın ikiye bölünmesi gibidir,” dedi, “bölündükten sonra tanımaz birbirini parçalar.” Bence gidenin, kalanın kucağında bir kucak kor bırakmasıdır, dedim. Siz çok yanmışsınız, dedi. Diyemedim ki: isterdim, kucağında bir kucak korla kalan ben olayım. Ah! Derya. 47