Merhaba! Fanzin`de bir büyülü hal vardır. Daha
Transkript
Merhaba! Fanzin`de bir büyülü hal vardır. Daha
sol bek Merhaba! Fanzin’de bir büyülü hal vardır. Daha bloglar, microbloglar hayatımıza girmeden, kimsenin üstünde durmadığı bir teknolojik devrim yaşadık aslında: Fotokopi makinaları! Söyleyecek sözü olan, akacak mecra bulamayan underground kalemşorların koşa koşa kapısında sabahladığı fotokopi dükkanları, ileride koleksiyoncuların gözde evrakları arasına girecek bu büyülü kağıtların ışık hızındaki matbaaları oluverdiler. Fanzinciler bilir; fanzinler üretildikleri an hızla tüketilen, akıllı telefonlar öncesi medium-size microbloglardır. Büyüleri de underground olmalarından kaynaklanır. Piyasaya küçük ama sert bir eleştiridir. Cürmü kadar yer yakar ama yaktığı yeri kavurur. Edebiyattan sanata, politikadan spora 1 kadar popüler her konu ilgi alanı dâhilindedir. Gönüllük esasıyla, serbest duruşta, yaklaşık 1000 vuruşluk fragmanlar halinde itaatsiz pankartlardır fanzinler. Bir stadyum dolusu insanın NASA’ya karşı Plüton’u sahiplenmesi gibi cüretkâr ve mağrurdur. Elinizdeki Sol Bek Fanzin de selefleri gibi cüretkâr ve mağrur itirazını tribünlerinden geldiğimiz Beşiktaş ekseninde yükseltmeyi amaçlayan bir ‘Halkın Fanzini’dir. İskandinavya’da balina katliamını, Akkuyu’da nükleer belasını, Londra metrosunda ırkçılığı, Gezi’de çadır yakıcıları, Beşiktaş JK’da vücut bulduğuna inandığımız vicdan, etik ve evrene sorumluluk ekseninde telin, tahkir ve tezyif eden ürünler verme iddiasındayız. Biz defansa, Beşiktaş’ın sol bekine gidiyoruz; çünkü biliyoruz ki: “Maçlar forvetlerle, şampiyonluklar beklerle kazanılır!”. Ah o 101 yok mu! ~chatlak Ama ondan önce Fulya’ya bir Tempra mı, yoksa ona benzer bir araba mı ne yanaştı. Bagajını bir açtılar, yepisyeni formalar. Ama böyle gri gibi, alacalı, ilk kez gördüğümüz cinsten. Sanırım PSV ile maçımız vardı ve ilk kez o maçta giyildi o formalar. Elendik sonra. Formaları sevmemiştim zaten. 1991 yılında, Burhan Felek Stadyumu’ndaki ‘seçmeler’e babamla gitmiştik. Çengelköy’de Halk Otobüsü’ne durak harici binmiş, şoför biraz hızlı hareket edince de kavganın eşiğine gelmiştik. 10-11 yaşındayım daha. İtiş kakış olunca biraz ürktüm ve bir sonraki durakta huzursuzluk içinde indik otobüsten. Sonra başka bir otobüs ile Burhan Felek’e vardık. Koş Mustafa koş! Kar, yağmur, boran derken ulan nasıl kış o mevsim. Ev zaten Çengelköy’ün ara sokaklarında. Ufacık adamım. Adımlarım ufacık. Merkeze yürü 20 dakika, oradan 101’e (Beykoz – Beşiktaş) bin (çift bilet bi’ de) korka korka. Zaten köprüden geçerken gözlerimi kapatıyorum. Tamam, hafta sonları babamla gidiyorum da ya hafta içleri! İn Beşiktaş’ta, koştur Allah Fulya’ya. Ne? Yine geç kalmışım. Ceza için turla toprak, yok toprak da değil bildiğin kum(!) Bagajdan çıkan formalar Serpil Hoca oynadığım takımda ilk beni seçti. Seçmelere katılmış, en başlarda da seçilmiştim. Mahalledeki arkadaşlar pek inanmasa da, umurumda değildi. Çok da anlamlandıramamıştım zaten. Sonra birkaç ön seçim daha yapıldıktan sonra binlerce ‘minik’ arasından ilk 50’ye kalmıştım. Artık antrenmanlar Fulya’nın toprak sahasında ve kışın soğuğunda olacaktı! 2 sahada. Neşet Hoca arkandan bağırsın dursun! Kramponların altı dolsun kumla, gittikçe ağırlaşsın. Ulan bir saat önce otobüs sıcacıktı be! Şimdi su, çamur, soğuk bir de koş Mustafa koş! aman Allahım nasıl bir güneş, nasıl bir hava! Ocak ayında adeta bahara doğru koşuyoruz. Kaleci Bako ve Metin penaltı atışıyorlar, geçtik tribüne (tribün dediğin Şan Ökten’in üç sıra merdivenleri işte) izliyoruz. Kazanan Bako, yalandan bize koşuyor! Heyecana bak lan! Alkışlar falan… Sırılsıklam halde yürü Beşiktaş’a o yorgunlukla. Külçe gibi çanta, peh! 101’e bin ama kesin ayakta. Çift bilet (akbil değil, bilet) yolla alevli kutuya, Çengelköy’de in, eve koş, cep telefonu falan ne gezer… Yıkan, giy formanı, sırtında koca çantayla bu sefer de doğruca ortaokul için Beylerbeyi Lisesi’ne. Hafta içi en az iki gün böyle. Hatırladığım son antrenmanımın sonunda da Ali (Büyük olan) geldi yanımıza (tam yanımıza değil, tel örgü var aramızda). “Siz” dedi, “Siz geleceği olacaksınız bu takımın, çok ama çok çalışın”. Ben bi’ bok olamadım, muhasebeci oldum ola ola! Sonra 101’den nefret ettim ben, Allah belasını versin o 101’in. Nasıl bela okuduysam hattı kaldırdı İETT. Ama bu arada ben de Beşiktaş’ta bir pastane keşfettim. Antrenmanlar tüyüyordum ve o süre boyunca süt, poğaça, uyuklama takılıyordum. Kapı önündeki su birikintisinde de formayı ıslatıp, çantaya tıkıyordum (“annem anlamasın” stayla). İşte sevgili fanzin o Aralık ve Ocak günleri geçmek bilmedi bana. Hafta sonları babama “sizin oğlan niye gelmedi” serzenişleriyle ebeleniyor ve Karakartal hikâyemin de yavaş yavaş sonlarına doğru geliyordum. Sonra bitti maceram, tam bir hafta sonra, mahallede arkadaşlarla koşturuyorum, dilimde de spikerden efektler “Metin girdi, Metin ilerliyor, vuracak…” falan. Eve geldim, kan ter içinde. Baktım babam gazete okuyor, baksana dedi uzattı gazeteyi. “Beşiktaş Teknik Direktörü Gordon Milne, futbolcuları toprak sahada çalıştırdı. O esnada toprak sahada çalışan minik takımsa çim sahada antrenman yaptı. Beşiktaş miniklerinin bu jest karşılığında mutluluğu görülmeye değerdi!” Ah 101! Ah ulan hayat, Fener’e bir gol atma fırsatı vermedi bana (hayat verdi de, sen soğuktu da gitmedin lan!). Bako ve Metin penaltı yarışması! Hatırladığım çok güzel iki anım var ama... Son antrenmanların birinde, Sol Bek Fanzin Mart 2015 • Sayı: 1 • Düzensiz • Beleş Çoğaltılabilir. Yazmak isteyen arkadaşlar e-posta atabilirler. facebook/solbekfanzin • twitter.com/solbekfanzin • solbekfanzin@gmail.com solbek.org 3 Beşiktaşlı doğulmaz Beşiktaşlı olunur! Sene 1974, aylardan Temmuz, ilkokul 3. sınıftayım. Kıbrıs Harekâtı nedeniyle İstanbul’da geceleri karartma uygulanıyor. Henüz hiçbir takımı tutmuyorum. Ailemin tamamı Fenerli olmasına rağmen okuldaki yakın arkadaşlarım da bir o kadar Beşiktaşlı. Evde bazen Beşiktaş kelimesi kullansam ‘Sarıkanaryaların’, ‘Arabacılardan’ üstün olduğunu belirten sözler kullanılıyor. Siyah-Beyaz, Sarı-Lacivert renkler arasında uçuşan kalbim bir seçim yapamıyor. Bir gün Karakartal, bir başka gün ise Kanarya… ~vw15oo Orhan sen Tuğrul, Levent sen Lütfü, Tevfik sen Sabri, Haluk sen Osman”. Sonra bana dönüyor ve “Sencer sen de Niko’sun!” O küçük yaşta çok iyi biliyoruz ki, bütün yaşamımız boyunca okul, ev, iş, eş, hatta siyasi fikirlerimizi değiştirebiliriz, ama tuttuğumuz renkleri, katıldığımız ocağı asla. Bundan sonra bizi Beşiktaş’tan ve Beşiktaş’ı bizden ölüm bile ayıramaz. Hepimizi adlandırdıktan sonra önüne bakıyor Ozan, susuyor. Sanki bir şey bekliyor, bir şey istiyor bizden. Evet, Ozan kendisine ad vermiyor, onu bizim adlandırmamızı istiyor. Birden kendisine sarılıp hep bir ağızdan haykırıyoruz: “Sen kaptansın, kaptan: Sanlı Kaptan.” Ağırbaşlı, her zaman ciddi Ozan, bize çaktırmadan gözlerini siliyor. Sonra ikinci yarı için sahaya çıkıyoruz. İşte Beşiktaşlı oluşumun öyküsü! İşte tam bu kritik zamanda mahalle ve okul arkadaşım Ozan yetişiyor imdadıma. Ozan yalnız futbolu aramızda en iyi oynadığı için değil, aynı zamanda cesareti ve liderlik yeteneği ile yaşıtlarımızdan oluşan mahalle takımının da kaptanı üstelik. Bir öğlen vakti Temmuz sıcağında abilerimizin İstanbul, Göztepe ile Merdivenköy arasında ‘Dutluk Sahası’ dedikleri yerde aşağı mahalleden gelen yaşıtlarımızla ‘şampiyonluk’ maçı oynuyoruz. İlk devre bizim takımın 2-0 mağlubiyeti ile kapanıyor. Kimsenin ağzını bıçak açmıyor, hepimizde moraller sıfır. İşte tam bu sırada Ozan ellerini beline koyuyor, kaşlarını çatıyor ve çok otoriter bir tavırla: “Bu maçı alacağız ve şampiyon olacağız. Çünkü biz Karakartalız” diyor. Meraklısına Notlar: - Maçı ne yazık ki 3-2 kazanamıyor, tersine 3-2 mağlup oluyoruz. - Ozan bizi adlandırırken yanlış yapmadı. Evet, o dönemde Beşiktaş’ta Osman adında bir futbolcu yoktu. Osman o dönemin Fenerbahçe’sinin en parlak yıldızlarından biriydi. Ve Ozan bilerek bu adı verdi Haluk’a. Çünkü Haluk takımımızda oynayan bir “Sarıkanarya” tutkunuydu, Fenerliydi. Ona ancak bir fenerlinin adı verilebilirdi. Ve işte bunu yaptı Sanlı kaptan (Ozan). Beşiktaşlı duruşu ve büyüklüğünü o küçücük yaşında göstererek… Konuşmasını şöyle sürdürüyor Ozan: “Başbakanlık Kupası’nda 2-0 mağlupken Karakartallar bu maçı 3-2 kazanmadı mı? Üç gün sonra oynanan Cumhurbaşkanlığı kupasını da Fener’i 3-0 yenerek kazanmadı mı? Peki, biz neden kazanmayalım?” Ama bu kadarının yeterli olmadığını çok iyi biliyor ve Ozan hepimizi tek tek adlandırıyor: “Mete sen Zekeriya, Ömer sen Miliç, Hüseyin sen Tezcan, Ufuk sen Vedat, - 1974 yılında kötü bir sezona rağmen derbilerde yenilmeyen Beşiktaş, Galatasaray ile ilk maç 0-0 berabere kalıp, ikinci maç rakibini 2-1 yenerken, Fenerbahçe’yi ilk maç 2-1 yenip, ikinci maç 0-0 berabere kaldı. 4 - 1974 Başbakanlık Kupası, Türkiye 1. Futbol Ligi’nin 1973-74 sezonunu ikinci tamamlayan Beşiktaş ile 1973-74 sezonu Türkiye Kupası ikincisi Bursaspor arasında oynanan 14. Başbakanlık Kupası maçıdır. 5 Haziran 1974’te, Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda oynanan ve normal süresi 2-2 sonlanan maçı uzatmalar sonrasında 3-2 kazanan Beşiktaş, kupa tarihindeki üçüncü şampiyonluğunu elde etti. - 1974 Cumhurbaşkanlığı Kupası, 1. Lig ve Türkiye Kupası’nın 1973-74 sezonunu şampiyonlukla tamamlayan Fenerbahçe ile 1974 Başbakanlık Kupası sahibi Beşiktaş arasında oynanan 8. Cumhurbaşkanlığı Kupası maçıdır. 8 Haziran 1974’te, Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda oynanan maçı Beşiktaş 3-0 kazanarak kupadaki ikinci şampiyonluğunu elde etti. Münferit Beşiktaşlıların fanzini: Sol Bek! Sol Bek Fanzin, ilk sayfada da açıkça belirttiğimiz gibi solda duran münferit Beşiktaşlıların mecmuası olmak için ‘vira’ dedi. Fanzinimizin çorbaya tuz atanların destekleriyle çıkması kararlaştırıldı. Sol Bek ismi, hem Biliç’in ilk öğrendiği kelime olmasından, hem de yıllardır süregelen bir ‘sol bek’ sıkıntımızdan ötürü ortaya çıktı. Ha, bir de savunmaya olan sonsuz saygımızdan, inancımızdan... Zira şampiyonluklara ‘bek’lerin üstün başarısı sonucu ulaşıldığına eminiz. Sol Bek’e her türlü katkıyı siz de sunabilirsiniz. Bulunduğunuz kentteki Beşiktaşlılara ulaşmasını sağlamak için ses edin! Fanzinde yer aldığında ‘cillop’ gibi yakışacağını düşündüğünüz yazılarınızı kendinize saklamayın, bize gönderin! Sosyal medya adreslerimizi takip edin, yaygınlaştırın, duyurun! Kısacası oyunu savunmadan kurmamıza yardımcı olun! #solbekfanzin 5 Önder Özen’in yarım kalan Beşiktaş’ı Bir futbol direktörü kısa, orta ve uzun vadede takımın planlamasını yapar. Kulübün elindeki ekonomik, idari ve altyapısal imkânlara göre, oyuncu geliştirip yüksek fiyata satmak mı, altyapıdan as ve milli takım oyuncusu çıkarmak mı mantıklı olur, takımın tecrübeye mi, gelişiminin gerektirdiği şansı yeteri kadar bulamayan futbolcuların başka takımlarda kazanacağı sürekli maç tecrübesine mi ihtiyaçları var; bunun için gerekli olan kardeş ve pilot takım ayarlamalarında dikkat edilmesi gereken unsurlar, kulüp içi maaş dengesi, scout (oyuncu izleme) ekibinin takımın oyun felsefesi gereği oyuncuların hangi özelliklerine odaklanmaları gerektiği gibi binlerce parametreyi dikkate alır. Sahadaki takımın değil, futbol kulübünün arkasındaki beyindir. Teknik kadro ile idari kadro arasındaki olmazsa olmaz köprüdür. ~berko Kinayelerle bezense dahi direkt olmayı başarabilen analitik üslubu ile gönüllerde taht kuran Önder Özen’in sezon başındaki istifasıyla belki de, birkaç sene içinde Türk futbolunun gelmiş geçmiş en iyi planlanan ve kendisinin de başyapıtı haline gelebilecek bir takımın ilerleme süreci yarıda kaldı. Bilic ve Özen ikilisinin örneğine ender rastlanan vizyonu ve kalitesine hayran olanlar olarak üzüldük. İdari ve teknik kadro arasındaki köprü olmak, her ikisinin de kalitesinden bağımsız bir durum ne de olsa. Bir taraftar olarak, camia içerisinde her hangi bir konuma ve bilgiye sahip olmadığım için bu ayrılık konusunda spekülasyonlar üretecek de değilim. Yurdum yöneticiliği! Fakat ayrılma süreci öncesi, esnası ve sonrası gazete haberlerine bakıldığında yönetimdeki bazı spesifik isimlerin medyada kendilerine ciddi bir yer edindiğini görmek hiç de zor değil. Nitekim boşalan koltuğa birisini bulmak değil de yama yapmak şeklinde yorumladığım gelişmeler sonucunda, tekrardan hayatını bu işe adamış, eğitimli futbol adamlarının yerine medyatik iş adamlarını görmekten şahsen rahatsızım. Olaylı Tolgay transferi sonrası bir gazetede, Tolgay’la karşılıklı oturup bir şeyler konuşuyormuş gibi pozları çıkan Ahmet Nur Çebi’den bahsediyorum hani. Kendisi, şu kendi imkânlarımızla bastırdığımız fanzinde hakkında yazdıklarım için beni mazur görsün. İşin aslı, onun yerinde kim olsaydı burada onun adı anılacaktı. Çünkü kendisini bu şekilde ön plana çıkarmayı tercih ederek, geçen sezonun başında uygulamaya konulan ve bizleri ümitlendiren yapılanmanın aksi yönünde seyreden bir taşıt gibi. Böylesi bir uygulamayı hayata geçirmeyi başaran bir yönetimin, bu ileri görüşlülüğe Örnek olarak: Real Madrid’in Beckham, Zidane ve Figo’lu Los Galacticos’undan beri defalarca teknik direktör değiştirmesine rağmen transfer politikasının hiç değişmemesinin sebebi budur. Teknik direktörler değişebilir, ama takımın planlamasını yapanlar sabittir. Slaven Bilic de bu plana en uygun isim olarak, Özen tarafından takımın başına getirildi. Ve onun gelmesiyle birlikte takımın yakaladığı ivmeyi görmemek mümkün değil. Biliç - Özen ikilisi Özen geldiğinde durum çok açıktı. Stat yok, para yok, (Passolig ile birlikte) taraftar yok ve takımın kalitesi ezeli rakiplerle boy ölçüşebilecek seviyeden çok uzak. Belki de krizden fırsat çıkarmanın kitaplık dersi olarak federasyonun yabancı kısıtlaması iyi süzülerek bir transfer politikası uygulandı. Ve Biliç ile birlikte fark kapanmaya başladı. 6 gösterdiği alerjik bir reaksiyon adeta. Back to the yurdum yöneticiliği. İkinci bir alerjik reaksiyon da ölçekçe daha büyük bir yerde, Futbol Federasyonu’nda baş gösterdi. Teknik direktörlük görevine ek olarak getirilen geniş kapsama alanı ile birlikte, Milli Takımlar Sorumlusu Fatih Terim önderliğinde, bir sene önce getirilen ve talimatlarda dört sene geçerli olacağı söylenen yabancı sınırlaması 180 derece tersi bir kararla beşten on dörde -sayıyla: 5’ten 14’e- çıkarıldı. Özen’in kazandırdıkları Futbol endüstrisi uzun vadeli planlar yapabilmesi gereken şirketlerden oluşmalıdır ve bu şekilde yönetilmeleri gerekir. Federasyonun koyduğu kurallar neticesinde sürdürülen bir transfer politikası, nihayetinde imzalanan üç-beş senelik kontratlar demektir. Eski düzenlemeyle yabancı sayılmayan gurbetçi futbolculara da yeni düzenlemede altı kişiyle sınırlama getiriliyor. Önceden hepsini toplayın diyen sistem, şimdi takımlara tam tersini dikte ediyor. Üstelik bu işin en acıklı tarafı ise yeni düzenlemeye getirdiği açıklamanın eskisiyle aynı olması. Kulüpler Birliği üyelerinin imzalarıyla desteklediği bu yabancı kararından zarar gören şüphesiz federasyonun önceki düzenlemesine göre planını-programını yapan Beşiktaş’tır. ‘Eğer hala Beşiktaş kulübünde çalışıyor olsaydım Federasyona dava açardım’ diyen Önder Özen, bu düzenlemenin altına imza atarken en azından kademeli geçişi bile şart gösteremeyen yönetimin bu konuda attığı adımlara inanamıyor olmalı. Şayet Terim’in açıklamasının hemen ardından yorumcu olarak katıldığı bir programda, futbol takımının planlama sürecine dair yaptığı yarım saatlik bir açıklamanın ardından “Fakat Beşiktaş yönetimi bu düzenlemenin altına imzasını attıysa ben boşuna konuşuyorum zaten” diyerek derdimize tercüman olmuştur. Projelendirilen altyapı araçları ve eğitim kurumları, scouting’e (oyuncu izleme) getirilen yeni kriterler, yurt içi ve yurt dışından takımlarla yapılan partnerlik anlaşmaları, antrenman tesislerinin elden geçirilmesi, teknik kadroya yapılması gereken takviyeler gibi bir sürü girişim de Özen sürecinin diğer kazanımları. Onunla girilen büyük sıçramadan sonra planlananların hayata geçirilmesini izliyor ve bekliyoruz. Sahaya ineriz... ~Cemba 23 Kasım 1947’de İnönü Stadı’nda Beşiktaş ile AIK arasında oynanan ilk futbol maçında seyirciler daha maç başlamadan önce sahaya atlamışlardı. çıkmaya niyetleniyor, Akdeniz’den geçerek Ortadoğu’ya doğru muhtelif müsabakalar yaparak... Kimileri “AIK Solna” kimileri “AIK Stockholm” diyor. Solna, başkent Stockholm’ün bir semti. Kulüp de bu semtte kurulduğu için öyle diyorlar. Tıpkı bizim semt gibi yani. 15 Şubat 1891 günü kurulan AIK’nin İsveççe açılımı da şöyle oluyor: “Allmänna Idrottsklubben” ki bu da Türkçe’de aşağı yukarı “Bilumum Sporlar Kulübü” anlamına gelmekte. “Sahaya ineriz a.....z”i en son önceki hafta Olimpiyat’taki Bursa maçı (15 Şubat) bittikten sonra işittim... Bursalı topçular 90+3’teki galibiyet golümüzü hazmedemeyince arıza çıkardılar, taraftar da böyle bağırdı... Geçmiş zamanda İnönü’de defalarca işittiğimiz bu “a.....z”i saymazsak, böyle harbiden güle oynaya sahaya indiğimiz son maç 13 Mayıs 2013’teydi, yani İnönü tarihinin son maçı olan Gençlerbirliği’yle oynadığımız maçtan sonra... Bu, müspet gerekçelerle sahaya inmelerin daha da geçmişine gideyim dedim, en başına... Yani Beşiktaş ile İsveç’in AIK Solna takımları arasında 23 Kasım 1947’de oynanan ilk maç... İlk futbol takımını ise 1896’da kuruyorlar. Biliyorsunuz bizim kuruluş 1903, ilk futbol takımımızın kuruluşu ise 1911. Bu arada bizim Federasyon da 1948 Londra Olimpiyatları’na bir hazırlık vesilesi olaraktan, “Hazır bu taraflara geliyorlar, buyursunlar İnönü’de çift kale maç yapalım” diyorlar. 21 bin kişilik statta 30 bin kişi! 23 Kasım günü İstanbul’da şahane bir hava var, güneşli ve parlak. Maçın 14.30’da başlayacağı duyurulmuş. Zaten basın günler öncesinden bu mühim Bilumum Sporlar Kulübü İsveç’in, dönemin en baba takımı olan AIK Solna bir güneydoğu turnesine 8 olayı böyle ütülü çarşaflar şeklinde veriyor. Kapılar sabah saat 10’da açılıyor. Saat 13.30 civarına geldiğinde tribünler lebalep dolmuş durumda ve bu esnada gişelerde mütemadiyen bilet satışı devam ediyor. (Bilet fiyatları da şöyle: Açık 2 lira Kapalı 3 lira. Kıyaslayalım. O günlerde 900 gramlık bir somun ekmek 25 kuruşa satılıyormuş!) Kimilerine göre, o saat itibarıyla 21 bin kişilik stattaki seyirci sayısı 30 bini aşmış durumda ve habire yenileri geliyor. Gazhane ve İTÜ tarafında, maça giremeyeceğini anlayıp da toplananların sayısının ise 20 ile 25 bin civarında olduğu söyleniyor. İçeride ve dışarıda izdiham had safhada! Nitekim tribüne yeni giren arkadakilerin ittirmesiyle ön sıralardaki vatandaşlar canlarını kurtarmak için “e, o zaman biz de mecburen sahaya ineriz...” diyorlar. İşte böyle oluyor ilk “sahaya ineriz...” olayı. Beyaz pantolon laci gömlek Saat tam 14.29’da AIK takımı sahaya çıkıyor, hemen akabinde de bizimkiler. Kaptanlar birbirlerine çiçek ve futbol topu armağan ediyor (demek ki o zamanlar flama yokmuş!) sonra sarmaş dolaş harika bir foto çektiriyorlar. Fotomuz ve fanzinimiz siyah-beyaz olduğu için bizimkiler hariç şöyle renklendireyim: Misafirlerimiz, koyu lacivert-sarı çizgili çorap, beyaz “pantolon” (o devirde öyle denirdi), koyu lacivert “gömlek” (bu da öyle) giyinmiş vaziyetteler... Artık maçtan dakika ve skor durumlarını da bir daha sefere anlatırım... Yaşasın Beşiktaş Kadın Futbol! ~Beşiktaş’ın Çocukları Erkek egemen bir toplumda hiç şüphesizdir ki, sporun belki de en popüler branşı olan futbolun sadece ve sadece ‘bir erkek işi’ olduğu düşüncesinin hakim olması. Ülkemizdeki kadın futbolunun tarihçesine baktığımızda ise adeta bu düşünceye kafa tutarcasına 1993 yılına kadar uzanıyor. merakı olan zaten biliyor merakını giderecek bilgilerin nerede olduğunu. Bizi asıl ilgilendiren kısım bundan sonra başlıyor. Bu kadınlar, armamızı yağmur-çamur, karkış demeden gururla taşıyorlar ve terlerinin son damlasına kadar armamız için savaşıyorlar! 1994 yılından 2003 yılına kadar süren lig, aynı yıl içinde çeşitli nedenlerden dolayı feshedilmiş ve üç yıl askıya alınmış. 20062007 yılında ‘Bayanlar Ligi’ adı ile sürdürülen lig, 2008-2009 yılında ‘Bayanlar 1. Ligi’ adını almıştır. 2011 yılından itibaren ise TFF, aldığı kararla kadınlara yönelik cinsiyet ve ötekileştirme ifade eden ‘bayan’ sözcüğünün kullanımı yerine ‘kadın’ ifadesini kullanarak ligin adını ‘Kadınlar 1. Ligi’ olarak değiştirmiş ve kadınları ötekileştiren ve onlara karşı hakaret içeren söylemden vazgeçmiştir. Şu anda ise kadın futbol liglerinde, Kadınlar 1. Lig, Kadınlar 2. Lig ve Kadınlar 3. Lig olmak üzere üç lig bulunmaktadır. Çoğumuzun dışarıya çıkmaya üşendiği hunharca soğuk ve bir o kadar da yağışlı havalarda gözlerini hiç kırpmadan mücadele ediyorlar. Ve maalesef ki yeteri kadar ilgi görmüyorlar. Belki de erkek olmadıkları için! Belki de futbolun hala ‘sadece erkek oyunu’ olduğunu düşünenler olduğu için! Belki de onların takımında Demba Ba’lar, Gökhan Töre’ler, Veli Kavlak’lar gibi milyon dolarlık oyuncular olmadıkları için! Oysaki biz Beşiktaşlıyız! Bizim aşkımız ne futbola, ne basketbola. Bizim aşkımız gurur duyduğumuz armaya. O zaman yapmamız gereken tek şey armanın olduğu her yerde olduğumuz gibi kadın futbolcularımızın da yanında olmak. Çünkü bunu fazlasıyla hak ediyorlar! Arma neredeyse, biz oradayız! Beşiktaşımız ise 2014-2015 sezonunda kadın futbol takımını kurarak, kadınlar futbol liglerindeki mücadelesine en alt lig olan Kadınlar 3. Lig’den başlamıştır. Ayrıca kulübümüzün en yeni branşlarından birisidir ve üç büyükler içerisinde bu branşı açan ilk takımdır. Kulübümüzün kadın futbol takımı 25 kişiden oluşmaktadır. Şu anda bulunduğu Kadınlar 3. Lig’de oynadığı 12 maçın 9’unu kazanıp, 2’sinde berabere kalıp ve sadece 1’inde mağlup olan kadın futbol takımımız şu anda (yani 26 Şubat itibariyle) 29 puanla 2. sırada yer alıyor. Buraya kadar her şey teknik bilgilendirmeydi sevgili Beşiktaş taraftarı! Daha fazla 10 Erkek basketbolda ‘sabır’ dönemi Bu satırlar Beşiktaş İntegral Foreks, Tofaş’a evinde yenildikten hemen sonra yazıldı. Ligde 10 galibiyet ve 10 mağlubiyet alan Beşiktaş erkek basketbol takımını artık zor günler bekliyor. Lige ve Avrupa macerasına iyi başlayan Beşiktaş ne yazık ki ciddi bir iniş döneminde. Ahmet Kandemir’in istifası sorunları çözmeye yetecek mi belli değil. Yeni Baş Antrenör umut verici bir isim, Henrik Dettman. Dettman’ın Finlandiya’yı 2011 ve 2013’te Avrupa dokuzuncusu yapması, daha da önemlisi az sayıda yıldız oyuncunun olduğu kadroyu bir takım yapması bizleri umutlandırıyor. 2002 yılında çalıştırdığı Almanya Milli Takımı’nı dünya üçüncüsü yaptığını da unutmamalı. ~Ozz G. Bu Beşiktaş’ın sezonu kapatmadan elde edeceği en büyük başarı olur. Önümüzdeki sezonun rotasını da çizmeye yardım eder. Eldeki oyun kurucular ve atıcılar (şutör) Beşiktaş’ın play-off ’a kalmasına ve orada iyi maçlar çıkarmasına yetecek kaliteye sahip. Kadro eksik ama asıl sorun o değil. Kandemir döneminde Beşiktaş’ın en büyük eksiği bir takım izlenimi vermemesiydi. Bireysel yeteneklerin takımı sırtladığı günlerden, takımın birlikte maç kazanacağı günlere gitmemiz gerekecek. Dettman’ın böyle bir rota çizeceğini düşünüyorum. Johnson ve Holland gibi oyuncuların bu sisteme ayak uydurup uyduramayacağı konusunda da soru işaretlerim var. Muratcan Güler ve Enes’in ise Finlandiyalı hocadan daha fazla zaman alacaklarını düşünüyorum. Dettman ilk sınavını Karşıyaka deplasmanında, muhtemelen eksik bir kadroyla verecek. Yeni antrenörün, “Sabır çok önemli” diye söze başlaması da bizi nelerin beklediği konusunda ipuçları veriyor. Beşiktaş taraftarı sabreder. Yönetim de zaten basketbolla sadece ciddi bir sorun olduğunda ilgileniyor. En azından bende uyandırdıkları izlenim öyle. Satışta bir basketbol forması bile yok. Sponsor desteğiyle basketbol takımının bütçesinin 6 milyon TL civarına ulaştığı söyleniyor. Sadece Mustafa Pektemek’e verilen yıllık ücret ise 4 milyon TL. Burada tek bilinmeyen faktör zaman. Taraftarın Henrik Dettman kadar sabrı var mı göreceğiz. Olsa iyi olur çünkü yapboz misali her yıl değişen kadroların uzun dönemde kimseye başarı getirmediğini görüyoruz. O halde hep birlikte söyleyelim. Sabır, sabır, ya sabır… Beşiktaş erkek basketbol takımının mevcut kadrosunun ligde şampiyonluk yaşamak için yeterli olduğunu söylemek zor. Lige göz göre göre pota altında ciddi bir zafiyetle başlandı. Armstrong’un iyi bir oyuncu olduğu doğru ama o pozisyonda elimizde ikinci bir oyuncu yok. Bayromoviç ve Doğan Şenli’nin yeterli olmadığı ortada. Dettman’ın iyi bir takım oyunu oturtarak Beşiktaş savunmasını güçlendirmesi halinde boyalı alandaki açığımızı kapatılabiliriz. 11 O hep Kara Kartal: İlhan Mansız Beşiktaş tribünü birleşip sahaya bir isim olarak inseydi eğer, o isim kesinlikle İlhan Mansız olurdu. Hiç bir şartta, hiç bir ortamda yalnız bırakmaz Beşiktaş’ı, bulunduğu bütün haksızlıklara da karşı gelir Beşiktaş taraftarı. İşte bu yüzden İlhan Mansız Beşiktaş taraftarının yeşil çimde vücut bulmuş, bedene inmiş halidir. İlhan, Lig TV’de yayınlanan Quiz programına katıldı. 2001-2004 yıllarıyla ilgili aynı sorular sorulsa bir Beşiktaş taraftarına, İlhan’ın verdiği cevapların aynısını verirdi. Gençlerbirliği maçında tek başına savaştı neredeyse, yalnız bırakmadı Beşiktaş’ı ama yine de kurtaramadı maçı. O maçta Beşiktaşlı, İlhan’ın emeklerine üzülmüştür en çok. Chelsea maçında da bir o kadar kızmıştır gereksiz gördüğü kırmızı karta. En sevmediği hakem de tabi ki Beşiktaş tarihini değiştiren Cem Papila. Asla batmayacak geminin önüne büyük güçler tarafından koyulmuş buz dağıydı Cem Papila. Karlı bir günde değiştirmişti Beşiktaş’ın tarihini. Son oynanan Fenerbahçe - Galatasaray maçı sonrası hep aklımı kurcaladı; Melo, ~Del Solar Emre, Lugano, Volkan, Burak, Tuncay bunlardan ve bunları sevenlerden hep nefret ettim, nefret ettik. Sert, hırslı, takımına âşık diye seviliyor bu oyuncular taraftarları tarafından. E biz de İlhan’ı, Pascal’ı, Zago’yu sırf bu yüzden sevmedik mi? Sevdik. Ee, farkı neydi bizimkilerin onlardan? Bizimkiler hiç şovmen olmadı, taraftara oynamadı, sahada doğru bildiği neyse onu yaptı. İlhan’ın her maç hakeme itirazı vardı, ama bir kere bile O’nun olmadığı bölümdeki pozisyon için itiraz ettiğini görmedim. Hep kendisine yapılan, gözüyle gördüğü haksızlıklara itiraz etti. Diğer saydığım bütün isimler nerede olursa olsun her pozisyonda koşar gelir, hakeme itiraz eder. Her şeyden öte duygusaldır bizim çocuklar. Çocukken hep hayalimdi bir de, “Büyüyünce kas yapıcam, sonra İlhan’ın dövmesinden yaptırıcam”. Olmadı. Son olarak İlhan Mansız’a her şey yakışırdı da, sarı lacivert formayla, Doktorlar dizisi bir türlü yakışmadı. Ama O hep Kara Kartal kalacak! İlk deplasmanım ~eto Tribündeki arkadaşlarla günler öncesinden planladığımız Ankaragücü deplasmanına gideceğimiz gün bugündü. Otobüsler maç günü sabah saat sekizde İnönü’nün eski açık tarafından kalkacaktı. Hayatımda en mutlu olduğum gündü bugün. 14-15 yaşlarında, yaşıtlarımız sıcacık yataklarında uyurken Beşiktaş’ın peşinden kilometrelerce yol gitmenin yaşattığı haklı gurur ve mutluluğunu hiçbir şey yaşatamazdı bize. Bir de gideceğimiz deplasman Ankaragücü deplasmanı olunca, ister istemez kendimizi farklı görüyorduk yaşıtlarımızdan. la, deplasman tribünündeki kapıların açılması için bekleyişimiz başladı. “İstenmeyen olayların” çıkmaması için bekletiyorlardı bizi. En sonunda kapılar açıldı ve İstanbul’a dönüş için tekrar otobüslere doluştuk. Tam Ankara’nın çıkışında otobüsün sağ tarafındaki bir camdan “tık” diye bir ses geldi. Hepimizin tahmin ettiği gibi Ankaragücü taraftarları taşlamaya başlamıştı otobüsleri. O anda kapılar açıldı ve hepimiz aşağıya indik. Kapılar açılıp biz aşağıya inene kadar ortalıkta kimse kalmamıştı. Biz de daha fazla beklemenin bir anlamı olmadığı kanaatine vararak tekrar otobüslere bindik ve İstanbul’a doğru yola koyulduk. Otobüs hareket ederken camdan İnönü’ye doğru baktığımda yaşadığım duyguyu hiçbir şeye değişemem. Ne deplasmana gidebilmek için söylediğim yalan, ne de Pazartesi günü devamsızlık sınırlarında dolaşmama rağmen okula gitmeyecek olmam. Dönüş yolu, gidiş yoluna nispeten daha sakin geçti. Tabii yine verdiğimiz sayısız ihtiyaç molası dışında. Otobüsteki hemen hemen herkes uyuyordu. Neredeyse bir ben uyumuyordum. O gün de ne yaptıysam da uyumayı beceremedim. Derken yolu neredeyse yarıladığımız bir noktada mola verdik, çorba içecektik. Çünkü deplasmanın tadı gecenin yarısı uykulu gözlerle içilen sıcacık mercimek çorbasındaydı. Çorbadan pek haz etmeyen ben bile o çorbanın tadını hayatım boyunca muhtemelen unutamayacağım. Çorba kasesine çarpan kaşığın sesleri eşliğinde maçın tartışmalı pozisyonlarını da tartıştık elbette defalarca. Ama vardığımız sonuç hep ortaktı: “Nasıl yendik ama?”. Yol boyunca sayısız ihtiyaç molası vermiştik. Bu molaların bazılarında aldığımız yiyecek-içecekler sayesinde yaklaşık iki-üç yıl aç kalmazdık neredeyse. Yol boyunca söylediğimiz besteler ise keyfimize keyif katıyordu. En sonunda Kocaeli, Sakarya ve Bolu’dan geçerek yaklaşık 8-9 saat sonunda Ankara 19 Mayıs Stadı’nın deplasman tribününe ulaştık. Beşiktaş için adeta boğazlarımız parçalanırcasına bağırıyorduk. İlk yarının sonlarına doğru Delgado’nun penaltıdan ve ikinci yarının ortalarında Tello’nun attığı gollerle gelen 2-0’lık galibiyet ise İstanbul’a dönüş yolculuğunun ne kadar keyifli geçeceğinin habercisiydi. Maç boyunca elbette ki onlarla bizim aramızda tezahüratlarla çeşitli atışmalar oldu. Ama maç öncesi ve maç esnasında beklenen olayların hiçbiri gerçekleşmedi. “Ankara’dan İstanbul’a hareket eden büyük Beşiktaş taraftarı, otobüsünüzün hareket saati gelmiştir.” anonsuyla otobüslere yeniden bindik ve İstanbul’a doğru yola devam ettik. İstanbul’a vardığımızda güneş doğmak üzereydi neredeyse. İlk deplasmanımdı bu benim. Unutmam mümkün değildi. Adımı unuturum bunu asla unutmam! Derken hakemin bitiş düdüğünü çalmasıy- 13 Beşiktaş’ım benim... 21 yıl önce doğduğumda, adımın kulağıma okunmasıyla her şey belli olmuştu aslında. Recep! Beşiktaş’ın 2 numaralı, ‘top geçer adam geçmez’i, Takoz Recep... Yıllarca “Takoz gel, Takoz git, Takoz Recep!” diye çağırılmamın, çocukça üzülmemin ancak aslında nasıl güzel bir hatıra olduğunu yıllar sonra anladım ben... Atkının boyumdan büyük olduğu yıllar başladı Beşiktaş serüvenim. Abbasağa sokaklarından Köyiçi’ne inip, oradan Akaretler ve Dolmabahçe yolundan yürüyüşler, yorulduğumda babamın omuzlarında yolculuğa devam etmem, bunlar hep güzel şeylerdi Beşiktaş’ım. Kalbim küt küt atarken.... Sana geldiğim ilk gün, bir kış günüydü. Kalınca kabanımı giyip, boyumdan büyük atkımı ve siyah-beyaz beremi takmıştı annem bana. O atkının ağırlığında gelmiştim, Abbasağa’dan, Dolmabahçe’den... Şeref Bey’e. Babamın doğduğumdan beri, bana öğrettiği tezahüratların söylendiği yerdeydim artık. “Beşiktaş’ım benim, biricik sevgilim…” tezahüratı ne de güzeldi ama, ufak bir çocuk heyecanı için. Her atakta kalbimin küt küt atmasına, yanımızdaki hiç tanımadığımız ağabeyler bile gülümsüyordu, soğuktan kıpkırmızı olmuş yanaklarımdan makas alıyorlardı. Ve ilk maçımdan hüznü tatmıştım. Maç 0-0 bitmişti fakat takım alkışlanıyordu, Nihat çağırılıyordu, Sergen ve diğerleri tek tek çağırılıyordu maç bitiminde tribüne, çağırılıp alkışlanıyordu... Anlamamıştım. Maçı galip bitirdiğimizi bile düşünmüştüm. Babama baktım, “Baba yendik mi?” diye masumca sordum ardından “-Hayır, ama çok iyi oynadık. Formanın hakkını vererek oynadık.” demişti babam. Ufak bir ~Takoz Recep çocuğa bu tür şeyler garip gelebiliyordu. Futbolun bir şeylerden çıkarsız olduğunu, başarı değil de hırslı oynayıp kaybetmek belki de berabere kalmanın bile mutluluk olabileceğini bir çocuğa anca ufak yaşta yansıtabilirdiniz zaten. Babam doğru olanı yapıyordu galiba, bilmiyorum. Şöyle de bir şey vardı ki, çok ağladığım zamanlar da oldu senin için. Haksız yenilgilerden sonra yastığımla çok baş başa kaldım ben... Beşiktaş bir yaşam biçimiydi Gittikçe büyüyor ve atkı boyunu geçiyordum. Seninle geçirdiğim güzel günlerim az olsa da, ben mutlu olmayı biliyordum. Babamla geçirdiğim keyifli zamanlardan biriydin sen çünkü. Babamın işten kaldığı günlerden birini seninle değerlendiriyorduk çünkü. Babamın çalışmaktan nasır tutmuş elinden tutup, bazen ben onu götürüyordum Dolmabahçe’den, mabede... Öyle keyifliydi ki. Beşiktaş, ben ve babam. Bir çocuğun keyif aldığı en büyük şeylerden biriydin sen kesinlikle. Gol olduğunda havaya uçmalarım yok muydu hele... Beşiktaş’ı sadece bir takım olarak görmedim hiç. Bu babamdan gelen bir şeydi. Ona da babasından gelen. Beşiktaş, Siyah ve Beyaz’ın dışında, bir yaşam biçimiydi. Maç günü gelmeden, semtteki insanların kalp atışlarıydı Beşiktaş. Esnafın hayat felsefesiydi Beşiktaş, ayakkabı boyacısının kârını maç biletine yatırmasıydı Beşiktaş. Beşiktaş en başta Halk’tı. Başarısızlıkların toplum içinde egemen olduğu, başarının ödüllendirilmediği bir ülkede, başarı daha çok başka takımı tutan biri gibiydi. Yağmurlu havada, sevinmek de güzeldi evet, ama yağmurlu havada Beşiktaş’ı izleyip, üzülmek daha heyecan- 14 Baba Hakkı’nın dürüstlüğüydün sen Büyüyüp gitmek demiştik senin için, haksızlıkları dışarıdan izlemektin. Bu sayede dünya görüşünün tamamen erken yaşta oturmasıydın sen. İnsanlara bakış açının değişmesiydin. Ufak yaşta haksızlıkları tatmaktın çünkü, haksızlıkları yaşayıp yumruğunu vurmaktın. lıydı sanki. Üzülmek insanlara dik durmayı öğretirdi çünkü. Takımın yenildiğinde atkıyı takıp okula gitmek, galibiyetten sonraki sevinçten daha bir ‘ağır’dı. Küçük yüreklerin büyüklüğüydün sen çünkü. Ve bunu yıllarca yaşadım ben. Sen fedakârlıktın Bir çocuk için ‘toplum’ okuldu mesela. Okullarda azınlık olmaktın sen. Öğretmenin, hangi takımlısınız tadında yaptığı sözel anketlerde Beşiktaş denilince; parmağını, bir yumruk gibi kaldırıp, tek başına kendini belli etmek ve ezilmemektin sen. Mağlubiyetlerden sonra önlük altına forma giyip, üstüne atkı takmaktın çünkü sen. O ufak neslin büyüme yıllarıydın çünkü... Bazen sevinç, bazen kederdin. Pembe hayaller kuramamaktın çünkü sen. Her hayalin siyah ve beyaz olmasıydın, ‘renklerin’ işe yaramadığını göstermektin sen. Resim dersinde ‘mutluluk’ adı altında çizilen resimlerde, beyaz kâğıdın üzerine sadece siyah kalem kullanıp, öğretmenden azar işitmektin. Ama fedakârlıktın sen. Kimi zaman hayattan... Okulda durumu olmayan arkadaşlarınla, beslenme çantanın içindekileri paylaşıp, bir elmayı ortadan ikiye bölmektin. Paylaşmak demiştik ya hani, işte oydun sen. Mahalle maçında pamuklu beyaz tişörtün üstünde yazan 10 numara’ydın çünkü sen, haksızlıklara karşı gelmeliydim. Vurduğun topun direk üstünden gitmesi üzerine rakibin vuruşunu ‘gol’ saymasına rağmen, gerçeği söyleyip ‘direk üstünden gitti, gol değil.’ diyebilmektin sen. Baba Hakkı’nın dürüstlüğüydün. Hiç görmediğim ve göremediğim, ama babamın bana yıllarca anlattığı Şeref Bey’din sen. Sporu takip etmektin ama en çok da taraf olmayı öğretendin. İnanılan şeylerin peşinden gitmesine en büyük örnektin sen Beşiktaş’ım. Ne olursa olsun; Asla pes etmemektin... Ve gerçekten hâlâ böyleyken, nasıl vazgeçebiliriz ki senden? 15 #ilkkelimesisolbekoldu