2010 Ocak-Şubat - Mülkiyeliler Birliği
Transkript
2010 Ocak-Şubat - Mülkiyeliler Birliği
SAYI 2010-01 OCAK-SUBAT 2010 1 İÇİNDEKİLER mülkiye’den.......................................................................................................... 3 yeni bir sayıyla merhaba,...................................................................................................... 3 genel kurul çağrısı................................................................................................................ 5 Mülkiyeliler Birliği Dergisi dijital ortamda.......................................................................... 6 Cemal Süreya anma ve şiir ödülleri etkinliği......................................................................... 7 ekmek barış özgürlük için demokrasi ve haklar mitingi.......................................................... 10 ekmek ve özgürlük için yaşasın dayanışma............................................................................ 11 Mülkiyeliler Birliği Türk Halk Müziği Korosu .................................................................... 15 “güvencesizliğin gölgesinde işçi hareketleri ve tekel direnişi”.................................................. 16 Ayhan Açıkalın anıldı.......................................................................................................... 40 zorunlu hayat belgesel gösterimi............................................................................................ 41 8 mart dünya kadınlar gününün 100.yılı............................................................................. 42 sergilerden görüntüler.......................................................................................................... 44 Mülkiye Araştırma Merkezi (MAR).................................................................................... 45 Mülkiye İstihdam Yönlendirme Merkezi (MİM) açıldı......................................................... 46 Mülkiye Araştırma Merkezi Mülkiye İstihdam Yönlendirme Merkezi kokteyl verdi............... 48 şubelerimizden..................................................................................................... 49 üyelerimizden....................................................................................................... 51 imf üzerine söyleşi................................................................................................................ 51 ölülerimiz bir tutar bizi....................................................................................................... 70 sevgili kardeşim Hırant....................................................................................................... 72 konuk yazarlar...................................................................................................... 73 Kızılay’da bir “hayalet” dolaşıyor!......................................................................................... 73 kentlerin tarihi..................................................................................................... 75 Pesinus................................................................................................................................ 75 hatırlatma defteri.................................................................................................. 79 6 ocak 1969 commerin arabası yakıldı.................................................................................. 79 Hrant Dink......................................................................................................................... 81 Lenin ................................................................................................................................. 82 Uğur Mumcu....................................................................................................................... 84 Muammer Aksoy . ............................................................................................................... 85 Abdi İpekçi.......................................................................................................................... 86 Dostoyevski......................................................................................................................... 87 Brecht . ............................................................................................................................... 88 Albert Camus................................................................................................................................................. 89 anlaşmalı kurumlar listesi.......................................................................................................................... 90 E-Bülten Mülkiyeliler Birliğinin Yayın Organıdır. Mehmet Özer tarafından hazırlanmaktır. mülkiye’den YENİ BİR SAYIYLA MERHABA, 2010 Yılının ilk sayısıyla yeniden karşınızdayız. Aralık 2009 sayımızı, 150. Yıl Kutlamaları’nın finali olan 4 Aralık törenleri ve Balo’dan hemen sonra ve içinde bulunduğumuz o coşkuyla çıkarmıştık. 150. Yılımızda, birçok arkadaşımızın emeği ile hazırlanan ve yalnızca Ankara’da değil, şubelerimizin olduğu birçok ilde yıl boyu gerçekleştirilen birçok etkinlik oldu. Bizler de elimizden geldiğince bunları sizlerle paylaşmaya çalıştık. Aralık sayımızdan bu yana Genel Merkezimiz ve Şubelerimizde gerçekleşen etkinliklere ilişkin bilgileri de bu sayımızın sayfalarında ve yine kendi bölüm başlıkları altında bulacaksınız. Birliğimizde; 10 Şubat’ta "Güvencesizliğin Gölgesinde İşçi Hareketleri Ve Tekel Direnişi" konulu bir panel, 12 Şubat’ta Ayhan Açıkalın Anma Toplantısı, Şubat’ta izleyicilerin bir dönemin trajedisiyle yüzleşmelerini ve boşaltılan köylerin ve zorla göçün yürek burkan öyküsüne tanıklık etmelerini sağlayan “Zorunlu Hayat” belgesel film gösterimleri ve 17 Mart’ta Mülkiye Araştırma Merkezi (MAR) ve Mülkiyeliler Birliği İstihdam Yönlendirme Merkezi (Mim) Açılış Kokteyli gerçekleştirildi. Okulumuzda ise 9 Ocak’ta Cemal Süreya Anma Toplantısı, 10 Mart’ta ise Mülkiye Kamu Çalışma Topluluğu’nun düzenlerdiği Kadın ve Sanat paneli gerçekleştirildi. Bu etkinlikler dışında Tekel işçileriyle dayanışma ziyareti ve mitingi, Danışma Kurulu Toplantısı ile ilgili bilgiler “Mülkiye’den” bölümünde yer alıyor. Bilindiği üzere Genel Kurul dönemine girdik ve bu nedenle de tüm şubelerimiz genel kurullarını tamamladılar. Şube genel kurullarımızla ilgili bilgiler “Şubelerden” bölümünde yer alıyor. Üyelerden, Konuk Yazarlar, Kentler Tarihi ve Hatırlatma Defteri’mizi her zaman olduğu gibi bu sayımızda da kendi yerlerinde bulacaksınız. Üyelerimize sosyal yaşamlarında katkı sağlanması amacıyla Mülkiyeliler Birliği üyelerine indirim olanağı sağlayan ve sürekli listeye yenileri eklenen anlaşmalı kurumların güncel bir listesini de yine Bültenimizde bulacaksınız. İsteyen üyelerimiz internet sayfalarımızdan da (http://www.mulkiye.org.tr) bu kurumların güncellenen bilgilerine ulaşabilirler. Arkadaşlarımıza, internet sayfalarımızı daha fazla kullanmalarını öneriyoruz. GENEL KURUL Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezimiz Genel Kurulu, 14.03.2010 tarihinde saat 10:00’da Konur Sokaktaki Birlik Merkezi’mizde, bu toplantıda çoğunluk sağlanamazsa çoğunluk aranmaksızın 21.03.2010 Pazar Günü saat 09:30’da Fakültemiz Aziz Köklü Salonunda yapılacaktır. Bizler de seçime girecek tüm arkadaşlarımıza başarılar diliyoruz. Dileğimiz “Mülkiye değerlerini koruyup geliştirilecek, laik, çağdaş, uygar, aklın ve bilimin öncülüğünde, kamu yararını esas alan, tek sesliliği, kendisi gibi düşünmeyenleri ötekileştirmeyi ve dışlamayı reddeden, emekten, demokrasiden, toplumsal barış ve kardeşlikten yana her türlü görüşü bir arada barındıracak, demokratik hukuk devleti ve eşitlikçi toplum idealleri doğrultusunda” çalışmalarını en iyi şekilde yürütmeye gönüllü bir ekibin yönetime gelmesidir. MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ SOSYAL TESİSLERİ YENİDEN YAPILANDIRMA PROJESİ Mülkiyeliler Birliği binalarının da içinde yer aldığı Konur Sokak ve Yüksel Caddesi’nin oluşturduğu “T” aksı, Ankara’da demokratik tepkilerin dışa vurulduğu, taleplerin dile getirildiği, insanların toplumsallaştığı önemli alanlardan birisidir. Mülkiyeliler Birliği de bu yapının önemli bir bileşeni ve tamamlayıcısıdır. Mülkiyeliler Birliği olarak, bugüne kadar kendi olanaklarımız ölçüsünde bulunduğumuz sokağa, kentin merkezine ve Başkente, demokrasi güçlerinin yararına olacak şekilde müdahalede bulunduk ve bundan sonra da bulunmaya devam etme kararlılığındayız. MÜLKİYE SİTESİ PROJESİ’nin ana amacı da, bir YENİDEN YAPILANMA PROJESİ ile zaman içerisinde neredeyse yalnızca bir lokanta işletmesine dönüşmüş, artık ihtiyaçlarımızı karşılamaktan uzak ve ömrünü tamamlamış binalarımızı, Mülkiyeliler, SBF Öğrencileri ve Ankaralılar açısından yeniden bir sosyal – kültürel üretim merkezi haline getirmektir. İçerisinde konferans salonu, tiyatro ve sergi salonu, kütüphane, okuma salonu, mülkiye müzesi, toplantı salonları ve idari büroları olan Mülkiye Sitesi Projesi, kent merkezinin bozulan dokusunu tamire yönelik de önemli bir çabadır. Mülkiye Sitesi Projesi, bulunduğu bölgenin yapısını bozmayacak ve bahçeyi tahrip etmeyecek şekilde 3 tasarlanmıştır. Proje ile bahçe, teraslar ve açık alanlar büyütülecek, mevcut durumda her iki binanın neredeyse tamamı işletmeye açık rant tesisi olduğu halde, yeni yapılacak ana binanın 4 katı tiyatro salonu, sergi salonu, konferans salonu, kütüphane, okuma salonu, mülkiye müzesi, toplantı odaları ve yönetim birimleri olarak, kısacası Mülkiyelilerin sosyal, kültürel ve sanatsal ihtiyaçlarını karşılamak üzere ayrılacaktır. Mülkiyeliler Birliği, kuruluş yıllarında farklı binalarda kiracı olarak oturmuş, 1964 ve 1968 yıllarında ise halen kullanılmakta olan, önceden yapılmış ve ev olarak kullanılan bu binaları satın almıştır. Fakat bugüne kadar kendisinin yaptığı, dolayısıyla kendi kimliğini, anlayışını, rengini kattığı bir binası olmamıştır. Bugün, bugüne kadar hemen her yönetimin ele aldığı, tartıştığı ya da düşünü kurduğu, çaba harcadığı bu projenin yaşama geçmesi için önümüzde bir fırsatımız vardır ve bu projenin iptali, Mülkiye Topluluğu’na bir 30 yıl daha kaybettirecektir. Tüm arkadaşlarımızı, ne yapılmaya çalışıldığını doğru anlamaya ve Mülkiyelilerin gelişimine, geleneğini geleceğe taşımasına ve kendi kimliğimizi yansıtabileceğiz doğru tasarlanmış bir binanın ortaya çıkmasına katkıda bulunmaya çağırıyoruz. Önemli olan Mülkiye Topluluğunun yararına olacağına inandığımız bu projenin hem Mülkiyeliler hem de kentte yaşayanların önemli ölçüde mutabakatı ile hayata geçirilmesidir. Sorun ortak, dert ortaksa, çaba, emek ve çözüm de ortak olmalıdır. TEKEL İŞÇİLERİNİN MÜCADELESİ 12 Eylül’den beri yürütülen ve emek düşmanlığı üzerine kurulu neo-liberal politikalar, milyonlarca emekçiyi, işçiyi işsizliğe, yoksulluğa, açlığa ve geleceksizliğe sürüklerken, ülkede emek mücadelesi de cılız da olsa yeniden kendini göstermeye başladı. Bizleri de sevindiren ve geniş bir kesimden destek alan bu örneklerden birisini Tekel İşçilerinin yürüttüğü mücadele oluşturdu. 2 yıl önce Tekel'in sigara bölümünün satışı sırasında Ankara'da Özelleştirme İdaresi önünde birkaç saatlik eylem organize eden sendika, işçileri tekrar evlerine göndermişti. Sendika yönetimi bu süreçte de, bir günlük protestonun ardından Tekel işçilerinin evlerine döneceklerini düşünmüş, Tekel işçilerinin hemen her bölgeden Ankara'ya gelişinin, böyle uzun soluklu bir direnişe dönüşeceğinin hesabını yapamamıştı. Oysa işçilerin kararlılığı ve kendi aralarındaki dayanışma ile hem emek cephesinden hem de bölge halkından gelen yoğun bir destek ile AKP önünde başlayan ve Abdi İpekçi parkındaki müdahaleyle devam eden süreç, sendika yönetimi öngörülerini aşarak, Türk-İş’in bulunduğu sokağa çadırların kurulmasıyla 78 gün devam etti. Danıştay'ın yürütmeyi durdurma kararıyla mücadele sürecinin önünün yeniden açılmasına rağmen, Sendikalar ertesi gün, 2 Mart’ta apar topar çadırları söküp işçileri evlerine göndererek 78 günlük direnişi bitirdi. Üzücü olan durum ise, işçilerin bir kısmına ve destekçilere rağmen yine işçilerin ve sendikacıların bu çadırları kendilerinin sökmesiydi. Elbette burada ülkedeki örgütsüzlüğü, genel anlamda dayanışma eksikliğini, problem doğrudan kendi cebine dokunmadan harekete geç(e)mez hale getirilmiş toplum kesimlerini, direnişteki perspektif ve örgütlenme eksikliğini, bu sürece gerçekte bu kadar hazır olmayan işçilerdeki yorgunluğu ve bezginliği de hesaba katmak gerekiyor.Tekel işçilerinin direnişi kendi gücünün de ötesinde, iktidarın emek düşmanı politikalarına karşı bir potansiyel de taşımaya başlamıştı. Bu nedenle bu durumun bir örnek yaratma ihtimali, hem iktidar cephesi açısından hem de sendika yönetimleri için çeşitli sıkıntılar doğurabilirdi. Bunun da önüne elbirliği ile geçmek gerekiyordu. Gazetelerde yazdığına göre Tekelin İstanbul Unkapanı ve Cevizli’deki çok değerli arsa ve binaları, Maliye Bakanlığı eliyle bazı gruplara “üniversite” yapmak üzere bedelsiz hibe (peşkeş değil) ediliyormuş. Fakat galiba henüz ortada böyle üniversiteler de yokmuş; sonra kurulacaklarmış. Başbakan, Tekel işçilerine verecekleri 3 – 5 kuruş için “Tüyü bitmemiş yetimin hakkını yedirmem. Milletim bu kasayı bize emanet etti.” demişti. Demek ki, bu arsa ve binalar ile daha önceden sadece yıllık karlarının bile altında ve o da banka kredileri ile verilen fabrikalar, tüy – kıl sorunları içerisine girmiyor. 8 MART DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ “Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara Çarpıyor sesimiz ve birden parlayan Bir ışık gibi ulaşıyor insanlara. “Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!” 100. yılında, tüm kadın okurlarımızın ve Mülkiye Topluluğu”nun “Dünya Emekçi Kadınlar Günü”’nü, kadınların yaşadığı cinsel, ulusal, sınıfsal tüm baskılardan kurtulduğu, eşit ve özgür bir dünya özlemimizle kutluyoruz Yeni bir sayıda buluşmak dileğiyle… A.Raif FALCIOĞLU 4 GENEL KURUL ÇAĞRISI DEĞERLİ ÜYELER Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi Genel Kurulu’nun aşağıdaki gündemle, 14.03.2010 tarihinde saat 10 00’da Konur Sokak No:1 adresinde toplanmasına, bu toplantıda çoğunluk sağlanamazsa ikinci toplantının çoğunluk aranmaksızın 21.03.2010 tarihinde saat 09 30’da Siyasal Bilgiler Fakültesi Aziz Köklü Salonunda aynı gündemle yapılmasına karar verilmiştir. 1- Açılış 2- İstiklal Marşı ve Saygı Duruşu 3- Başkanlık Divanı’nın seçilmesi 4- Yönetim Kurulu Başkanı’nın açılış konuşması 5- Konukların konuşmaları MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ YÖNETİM KURULU 6- Yönetim Kurulu Faaliyet Raporu, Bilanço ve Gelir Tablosu, Denetleme Kurulu Raporlarının okunması ve görüşülmesi 7- Yönetim Kurulu Faaliyet Raporu, Bilanço ve Gelir Tablosunun onaylanması ve Yönetim Kurulu’nun aklanması 8- Denetleme Kurulu Raporunun onaylanması ve Denetleme Kurulunun aklanması 9- Yönetim Kurulu, Denetim Kurulu, Onur Kurulu, Danışma Kurulu ve Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yönetim Kurulu ve Denetim Kurulu’na aday olacakların tanıtılması ve konuşmaları 10- Oylamanın başlatılması 11- 2012 dönemi bütçesinin görüşülmesi 12- Bütçenin kabulü 13- Yönetim Kurulu tarafından önerilen tüzük değişikliklerinin görüşülmesi ve oylanması 14- Mülkiyeliler Birliği Vakfı Mülkiye Sitesi Merkez Bina Projesi hakkında bilgi sunulması 15- Dilek ve Temenniler 16- Kapanış 5 MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ DERGİSİ – MÜLKİYE DERGİ DİJİTAL ORTAMA AKTARILDI 45 yıldır yayınlanan ve ülkemizin saygın dergileri arasında yer alan MÜLKİYE DERGİSİ daha kolay ulaşılabilir hale getirildi. Toplam 28.000 sayfa yoğun ve titiz bir çalışmayla tek tek taranarak onarıldı ve tıpkı basım haline getirilerek dijital ortama aktarıldı. Çok yakında tüm topluluğumuz ve akademisyenler şu ana kadar yayınlanan 265 sayıya internet sayfalarımızdan ulaşabilecekler. Ayrıca; Mülkiyelilerin tarihsel belleğinin önemli bir bileşeni ve bilgi birikimi olan MÜLKİYE DERGİSİ’ni kendi arşivinde bulundurmak isteyen okuyucularımız 265 sayının tamamını DVD olarak da edinebileceklerdir. 6 CEMAL SÜREYA ANMA VE ŞİİR ÖDÜLLERİ ETKİNLİĞİ Cemal Süreya Anma ve Şiir Ödülleri etkinliği 9 OCAK 2010 A.Ü. SBF Aziz Köklü Salonu Saat 16.00’da yapıldı. Etkinliğe Prof. Dr. Celal Göle (Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı), Ahmet Saraçoğlu (Cemal Süreya Kültür ve Sanat Derneği Başkanı), Mehmet Özer (Mülkiyeliler Birliği Üyesi, Şair), Mustafa Şerif Onaran (Şair ve Yazar), Muzaffer İlhan Erdost ( Şair, Yazar ve Yayımcı) Vecihi Timuroğlu, Şair, Yazar ve Araştırmacı, Ertan Mısırlı (Şair), Muzaffer Özdemir (Bağlama Virtiözü) ve Cemal Süreya dostları, hayranları katıldı. “Bir misillemeydin” dünyaya. Cemal Süreya’nın şiirinin gücünü yine metin Altıok “Cemal Süreya’nın şiirinde neler var”şirinin son iki dizesinde özetler ve derki: Sayın Dekanım, Sevgili Hocalarım Şair, Araştırmacı, Yazar, müzisyen dostlarım Fakültemin Değerli Emekçileri Sevgili Mülkiyeliler Sizleri Mülkiyeliler Birliği Adına sevgiyle selamlarım Mülkiyeli Bir şairin, Cemal Süreya’nın anma gününde katkılarınızla bizleri onurlandırdınız. Teşekkür ederim. Ceyhun Atuf Kansu Cemal Süreya için, “Soylu duyarlılığın şairi”ydi…der. Sabit Kemal Bayıldıran ise ‘Elma yiyişi bile günah. Dar gelirli, bol giderli. Develeri dört hörgüçlü. Acayip bir devlet memuru.’ Her şeyi, tersinden de olsa doğru okur. Edebiyatın romantiği. Devletin masasına gizlice şiir sokar, ama yakalanmaz. ‘Vakit var daha’ dedi, vakti yetmedi. ‘Kefeninin cebinde şiir vardı’ diyor Cemal Süreya için. Cemal Süreya tutkunun şairi, sıradan insanların büyük şirini yazdı. Metin Altıok “Misilleme” şiirinde anlattı Cemal Süreya’nın dünyamızda doldurduğu yerini; Sen ki şiirin kilit diliydin İmgeyle gerçek arasında Gidip gelen pericik Sen Cemal Süreya Benzersiz ve depreşik Süreya’nın şiirinde bir saydam yürek var; İçinde göçmen kuşlar uçuşan. Sizlerinde bildiği gibi, Cemal Süreya ikinci yeni şairlerindendir. ikinci yeni akımının içinde Cemal Süreya şiiri özgün, özgür ve anlamlıdır. Cemal Süreya’nın hiçbir imgesi, sözcüğü, tümcesi rastlantı değildir. Uyarına da gelmiş değildir. Hayat ve hayal bilgisi dersinin pekiyili öğrencisi olmasının sonucudur. “ Alevdir çünkü benim şiirim Hayatın alev halidir Çiçek tozudur Kırılmış dalın türküsüdür Nasıl şık şık berber makası Odur” Hayatımıza dipnotlar yazan şairdir. “Cins şairim ben! Çıkar giderim, Nişancı bir şairim Gözünden haklarım imgeyi” 7 Bir düşbazdı Cemal Süreya. Cemal Süreya’nın düşü yalnızlığı bir sevince dönüştürmek, acıları Munzur suyuyla yıkayıp çocukluğunu geri çağırmaktı. Ateşle, ölümle ikna edilmek istenen düşleri basılan bir halkın çocuğu Cemal Süreya. Başaramadı. Her defasında dönüp baktığında arkasına acı suların kendine doğru koştuğunu gördü. Aşk acısını ancak başka bir aşkla dindirebilirdi. Daha büyük yalnızlıklara sürgün etti kendisini. Her şehir, başka bir şehre yolculuk olduğu için güzeldi. Ama gittiği her şehir “yalnızlığın başkentiydi”. Uçurum yalnızlığından kurtulamadı. Bu da doğaldı itiraz edenler çoğunlukla yalnız değil midirler? Cemal Süreya “Şiir bir başkaldırma sanatıdır” diye özetlemiştir poetikasını. Mizancı Murat’tan günümüze Mülkiyelilerin oluşturduğu itiraz dilinin en özgün örneğidir Cemal Süreya’nın oluşturduğu şiir dili. Kendinden yola çıkarak bizlerin de düşlerini ve itirazlarını anlatan bir dil oluşturmuştur. Şairin hayatı şiirine dahilse ki dahidir. Cemal Süreya bizim aşkımıza dahildir. Cemal Süre’ya sadece bize ait değildir, bütün aşkbazların şairidir. Soluğunda serin dağ rüzgarları, kayalarda ağlayan sular, uğultu ormanlar, kekik kokusundan mayaladığı şiiri, Ülkü Tamerin deyimiyle “ Okyanusta Fırat’ın Salı”dır. Fırat okyanusa, okyanus dalgaları sahillere taşır Cemal Süreya’yı. Rivayet odur ki her dağın denizlere ulaşan bir yolu, her denizin dağ doruklarına çıkan bir yer altı nehri varmış. İlk büyük yolculuğun derin izlerini Cemal Süreya’nın tüm yaşamında ve şiirlerinde görmek mümkündür. Şöyle anlatır; “Ben bir yük vagonunda açtım gözlerimi. Bizi bir kamyona doldurdular. Tüfekli iki erin nezaretinde. Sonra iki erle yük vagonuna doldurdular. Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar. Tarih öncesi köpekler havlıyordu. Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler. Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki. Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.” Anadolu’nun yüzüdür Cemal’in aylasında keder vardır, uzaklık vardır, yol vardır, yar vardır, uçurum vardır. Ayın kan ağladığı, “güneşin linç edildiği” bu yüzden dağların insanlara benzediği bir uzak memlekettir Dersim. Dilini orada kaybetti. Bir kör kuyuda. Bir dağ geçidinde. İçine göllenen sularda. Bunu asla unutmayacaktır. Enver Gökçe’nin dizeleriyle söylersek : artık / haram bana/ bu / yollar/ bu ağaçlar / bu taşlar / Dağ bana / hastir çeker / kurt bana / hastir çeker / kuş bana / lan kardaş bu nasıl yara / kanar her yerim / en derinden / ölürüm kedereimden / sövülmnüşüm / dövülmüşüm / k ovulmuş/ ve kırık / kolum / kanadım / çekip giderim / bir meri keklik gibi”. Gurbetçidir. Kendi Dizeleriyle, “gurbet garba düşmektir”. Cemal Süreye Kalbinin batısına düşmüştür. Şarktan başka her yer sürgündür. Şark çok uzak bir ülkedir artık. Çok uzak. Yine de sevmekten asla vazgeçmez; “Ne demiş uçurumda açan çiçek Yurdumsun ey uçurum” Der. Çünkü her yüz bir memlekettir. Çünkü Cemal Süreya aylasıdır memleketin. “Umulmadık bir gün olabilir bugün Kan var bütün kelimelerin altında” Günümüz gerçeği ile şöyle söyleyebiliriz, Uzat elini kalbimin doğusuna Umulmadık bir gün olsun Biz Munzur diyelim. Cemal’in yaralarından çiçekler dökülsün. “son söz Nasıl olsa yine döneriz bir gün Döneriz bu yollardan geri Senin bir elinde mendil Öbüründe kuş sesleri” Sesimizi yıkayalım kelimeleri yıkayalım Sürgün, göç, acı, yalnızlık, ölüm sözcüklerini yıkayalım Ağzımızda kardeş bir dünyanın ferah şiirleri Cemal Süreya bağışla bizi. Çiçeklensin elimiz, yüzümüz. Sevgiyle, Özlemle. Mehmet ÖZER *Birliğimiz üyesi Şair-Fotoğrafçı Mehmet Özer’in etkinlikte yaptığı konuşma metnidir. 8 Zaman mı? Değil zaman Akan zaman değil mesafelerdir Güneşin çekici yukarda Suyun bıçağı aşağıda Krom alçakgönüllü, bakır utangaç Ağaç: bir damla iki kıvılcım arasında Rüzgâr bilmiyor nerden eseceğini Sınırlar kesik, Yerleşme yerlerinde balkıma Biz kırıldık daha da kırılırız Ama katil de bilmiyor öldürdüğünü Hırsız da bilmiyor çaldığını Biz yeni bir hayatın acemileriyiz Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor Şiirimiz, aşkımız yeniden, Son kötü günleri yaşıyoruz belki İlk güzel günleri de yaşarız belki Kekre bir şey var bu havada Geçmişle gelecek arasında Acıyla sevinç arasında Öfkeyle bağış arasında Biz kırıldık daha da kırılırız Doğudan batıya bütün dünyada Ama kardeşin kardeşe vurduğu hançer İki ciğer arasında bağlantı kurar Büyür, bir gün, zenginleşir orada Çünkü Ali’yi dirilten iksir de saklı Hasan’a sunulmuş ağuda, Granitin de olur bir okyanus diriliği, Nehirler daha uysal akar, Bir çiçek nasıl açıyorsa kendiliğinden Bir kuş nasıl uçuyorsa Öyle sever, çalışır insan, Kıraçlar çarptıkça dağlara Gül göçürür şafağından Doğanın altın şafağından İnsanın altın şafağından Tarihin altın şafağından Bir kırıldık daha da kırılırız Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza. 9 EKMEK BARIŞ ÖZGÜRLÜK İÇİN DEMOKRASİ VE HAKLAR MİTİNGİ Birliğimiz 17 Ocak 2010 tarihinde Tekel işçilerinin düzenlediği “Ekmek, Barış, Özgürlük için Demokrasi ve Haklar Mitingi”ne Mülkiyeliler Birliği pankartıyla katılan Birlik yöneticisi ve üyelerimiz Tekel işçilerinin başlatığı ve sürdürdüğü özelleştirme karşıtı mücadelesine destek verdi 10 EKMEK VE ÖZGÜRLÜK İÇİN YAŞASIN DAYANIŞMA DAYANIŞMA SÜRÜYOR… 09.01.2010 Cumartesi günü Mülkiyeliler Birliği tekel işçilerinin direnişinin 26. gününde işçilere Türk-İş’in önünde çorba ikram etti. Ziyarete yönetim kurulu üyeleri, Birlik üyeleri ve SBF-DER’li Mülkiyeliler katıldı. Tekel işçilerini ziyaret eden Mülkiyeliler Birliği, işçilerin ekmek, özgürlük ve adalet için sürdürdükleri direnişe desteklerinin sürdüğünü bildirdiler. Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı Ali Çolak işçilere hitaben bir konuşma yaptı. “Barış, demokrasi, İnsan hakları, kamu yararının önceliği ve emeğin en yüce değer olduğu bilinciyle yetiştirilen Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunlarının örgütü Mülkiyeliler Birliği adına hepinizi saygıyla, sevgiyle selamlıyorum. Tekel işçilerinin Ankara’ya gelmeleriyle başlayan eylemler dizisi Türkiye’nin toplumsal mücadele tarihinde bir dönüm noktasıdır. Bu eylemler birçok ezberi bozmuştur. Başta özelleştirmelere direnmeyen bürokratik sendikal örgütlerin ezberini, olay yoksa reyting olmaz diyen medyanın ezberini bozmuştur. Tekel işçilerinin eylemleri hak verilmez mücadele ile alınır sözünün somutlaşmasıdır. Gerçek bir demokrasinin ekonomik demokrasi olmadan mümkün olmayacağının bilincindeyiz. Böyle bir siyasal, toplumsal düzenin ancak demokrasi ve emek güçlerinin ortak, kararlı mücadelesiyle kurulabileceğine inanıyoruz. Tekel işçileri burada olduğu sürece biz de burada olacağız. Sizinle dayanışma içerisinde olacağız. Mülkiyeliler Birliği adına bunun sözünü veriyorum. Dayanışmanın vicdanları rahatlatma değil, birarada olma, birlikte olma, birbirine dayanarak mücadele etmek olduğunu bize yeniden hatırlatan tekel işçilerine örgütüm adına hepinize şükranlarımı, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.” dedi. 11 12 13 Birliğimiz tekel işçilerine verdiği sözünü tuttu ve tekel direnişinin her aşamasında tekel işçilerinin yanında oldu 14 MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ TÜRK HALK MÜZİĞİ KOROSU .... Mülkiyeliler Birliği Türk Halk Müziği korosu yeni bir repertuvarla çalışmalarını sürdürüyor. Birlik binamızın gazete okuma salonunda, lokalinde aralıksız çalışan koro yıl sonu konserine hazırlanıyor. 15 “Güvencesizliğin Gölgesinde İşçi Hareketleri ve Tekel Direnişi” Fabrika tipi üretim modelinden üretim zincirlerinin parçalanmasıyla atölye tipi küçük üretim modeline geçilmiştir. Bunun sonucunda evde çalışma, part-time çalışma gibi güvencesiz, atipik çalışma biçimleri ortaya çıkmıştır. Devlet önce üretim sonra da hizmetler alanından çekilmiştir. Kamu hizmetleri, eğitim, sağlık, sigorta gibi hizmetler piyasada alınıp satılan mal haline getirilmiştir. Kamu işletmeleri hızlı bir şekilde elden çıkartılmış, özelleştirilmiştir. O dönemde pek çok aydın, bilim adamı özelleştirmenin bir kaynak ve sermaye transferi olduğunu anlatmaya çalışmıştır ancak neoliberal hegemonya bunun anlatılmasına pek de izin vermemiştir. Tekel özelleştirmesi, hepinizin bildiği ve yaşadığı, bunun bu yapılan işlemin özelleştirme işleminin kamunun kaynağının özel şahıslara aktarılması olduğunu tartışmaya yer bırakmayacak biçimde ortaya koymuştur. Neoliberal modelin gereği olarak güvencesizleştirmenin ve özelleştirmenin yaşandığı süreç sendikalar ne yazık ki iyi bir sınav vermemiştir. Sendikalarda oluşan bürokratik yapılar özelleştirme karşıtı mücadeleyi yerel ölçekte, yerel ölçekte yaşayacak şekilde örgütleyememiş, yerel ölçekte örgütleyebilmiş ve bu mücadeleyi yalnızca hukuk zemininde yürütülecek bir mücadele alanına sıkıştırmıştır. Özelleştirmenin ve güvencesizleştirmenin yarattığı mağduriyetin bu ölçekte tartışılması anlamında Tekel direnişi bir ilk olmuştur. Başlangıçta görmezden gelmeye çalışan medya da bu kararlı mücadeleyi görmek zorunda kalmış ve ilk kez bu ölçüde objektif anlatılması Tekel direnişine olan kamuoyu desteğini de artırmıştır. Ali Çolak. İyi akşamlar. Mülkiyeliler Birliği tarafından düzenlenen “Güvencesizliğin Gölgesinde İşçi Hareketleri ve Tekel Direnişi” paneline hepiniz hoş geldiniz. Mülkiyeliler Birliği adına 58 gündür direnen Tekel işçilerini saygıyla selamlıyorum. Konuklarımıza söz vermeden önce birkaç cümle söylemek istiyorum. -Kapitalizm her şeyden önce kriz üreten bir sistemdir. Kapitalizmin tarihi bir okumayla krizler tarihidir. Kapitalizm aynı zamanda çözüm üretme kapasitesi de yüksek bir sistemdir. Kapitalizmin en önemli ve bildik krizlerinden biri de 1974 Petrol Bunalımı’dır. Bu krize çözüm başlangıçta Thatcherizm, Reaganizm olarak adlandırılan, daha sonra da küreselleşme ya da neoliberalizm olarak tanımlanan model olmuştur. Bu modelin ayırt edici özelliklerini sıralamak gerekirse temel özelliklerinden bir tanesi finans olmak üzere mal ve hizmetlerin sınırsız dolaşımı olmuştur. Bu finans piyasalarıyla üretimin kopmasına yol açan bir modeldir. Bir günde finans piyasasında dolaşan para miktarı bir yılda üretilen ürün miktarına eşittir. 17 Toplumsal mücadele ve eylemliliklere siyasal iktidarların bakışı bugüne kadar hep aynı olmuştur. Özal ile başlayan yöntemlerden biri hak arama eylemlerini yürütenleri diğer toplumsal kesimlerle karşı karşıya getirme çabasıdır. Çok iyi hatırlarsınız bir dönem çöpçülerin grevi söz konusuydu. Çöpçülerde doktor maaşlarını kıyaslayarak bunları karşı karşıya getirmek, işçi ile memuru kıyaslamak…bunlar tipik yöntemler olmuştur. Yetim hakkı yedirmem, devletin kasasını soydurmam söylemleri de bu karşı karşıya getirme ve kışkırtma çabalarından biridir. AKP iktidarının da yürüttüğü bir diğer yöntem ise eylemleri bölme çabasıdır. Hak arayan eczacıları bölebilmek için çok sayıda eczanenin bireysel sözleşmeleri imzaladığı söylentisi yayılmıştır bir dönem, hatırlarsınız, çok kısa bir dönem önce yaşandı bu da. Bugün de pek çok Tekel işçisinin 4/c sözleşmelerini imzaladığı haberlerini yaymaya çalışmaktadırlar. Buralarda başarılı olamayınca bu eylemleri önce ideolojik eylemler olarak nitelendirilmiş, bu da yetmemiş, çok tehlikeli bir yola gidilmiş, büyük bir toplumsal kışkırtmayı yöneltmeye çalışmaktan bu eylemlere çekinilmemiş. Şeytan girdi, PKK karıştı deme hadsizliğini, densizliğini de göstermiştir hükümet. Bu hükümetin aczini ortaya koyan bir girişim olarak tutmamıştır. Tekel eylemleri sınıf mücadelesi açısından bir dönüm noktasıdır. Pek çok özelliği ile ve çok öğretici derslerle doludur. Hepimiz açısından öğretici derslerle doludur. Demokrasi havarisi kesilen, Avrupa Birliği reformlarını yaptığını iddia eden, derin devlete karşı mücadele ettiğini söyleyen iktidarın antidemokratik tutumunu deşifre etmesi en önemli özelliğidir kanımca. Bize öğrettiklerine gelince dayanışmanın vicdan rahatlatma değil, bir arada olma, birlikte olma, birlikte mücadele etme olduğunu hepimize yeniden hatırlatmıştır Tekel direnişi. Peki, Cemal Doğru arkadaşımıza veriyorum, Tek Gıda İş sendikası Diyarbakır il temsilcisi. Buyurun. Cemal Doğru- Ben de başta başkanlarımı, hocalarımı ve bütün arkadaşları saygıyla selamlıyorum. Bizim yola çıkışımız aslında bugünden değil. Hocam özelleştirme sürecini detaylı olarak anlattı. Bizim mücadelemiz de yaklaşık 12 yıldır bir şekilde sürmektedir. Ama bu mücadelenin çok çeşitli dönemlerde, çok farklı dönemlerde, çok farklı kulvarlarda yürüdüğünü de burada söyleyebilirim. Yine sendikalarımızın bu süreci çok iyi yürüttüğüne ve çok iyi mücadele içerisine girdiklerini de söylemek tabi ki mümkün değildir. Her ne zaman ki birimizin canı yandıysa o zaman eyvah demesini bildik. Birçok kurum ilk yılında veya birkaç ay içerisinde satıldı, peşkeş çekildi ama buna rağmen hiçbir direnç gösterilmedi. Hatta hatta çok önemli bir kurumumuz ki kendileri ciddi anlamda bir mücadele içerisine girselerdi ben inanıyorum ki o kurumu asla Ekonomik demokrasiyi, toplumsal adaleti özelleştiremezlerdi ve yaptıkları eylemlerde şu sözü hedeflemeyen bir demokrasi mücadelesinin ne denli kendilerine o süreçte kendilerine esas almışlardı her şeyi içi boş bir söylemden ibaret kaldığını ve hak temelli satabilirsiniz ama filan kurumu asla demişlerdi. Ama yürütülen toplumsal mücadelenin bunun temel hükümet ne yaptı. Mevcut, o dönemki iktidar ne yaptı. dinamiği olduğunu ortaya koyması açısından da çok İlk önce onları sattı. Ve hiçbir dirençle karşılaşmadan önemli bir katkıda bulunmuştur Tekel direnişi. Ben sattı. Bizler kendimizi övme anlamında söylemiyorum, böyle özetleyerek, böyle toparlayarak konuşmaya asla. Ama Tekel’in özelleştirilmesi süreci gerçekten başladım. Zaten arkadaşlarım son derece yetkin bu Türkiye’deki özelleştirmeler içerisinde en uzun süreye konuda. Onlar çok daha ayrıntılı şeyler söyleyecektir. yayılan özelleştirmelerden bir tanesi oldu. Yaklaşık Ben izninizle sözü size mi vereyim öncelikle hocam. 12 yıldır biz bu süreci bir şekilde götürmeye çalıştık. İhaleler iptal ettirildi. Mahkemeler kapılarından döndüler ama buna rağmen uluslar arası sermayenin, uluslar arası sigara tekellerinin ve Türkiye’deki işbirlikçilerinin önlerine koydukları bir hedef vardı. Biz bu Tekeli satacağız. O süreçte Anap, Mhp, Dsp döneminde çıkartılan tütün yasasıyla beraber bu süreç başlatıldı ve geldiğimiz noktada bir son bizim açımızdan bir son noktadır diye biliyoruz artık. Tabi başlangıç çok da kolay olmadı. Alkollü içkilerin satışına hepiniz bir şekilde kani oldunuz, basında yer alan biçimiyle ve birçok konferansta, birçok panelde konuşulduğu biçimiyle alkollü içkilerin 17 tane fabrikası hem de modernize edilen fabrikalar, 17 tane fabrika 292 milyon dolara sattılar. Ve bunu alan firmalar o fabrikaların yenileme çalışmalarını üstlenen firmalardı. 17 tane fabrikayı alan o günkü şartlarda Türkiye’nin işte kendilerince en saygın firmaları bir buçuk yıl içerisinde 910 milyon dolara Amerikan Pacific gruba sattılar ve o alan firma bütün bu fabrikalardan sadece 4 tanesini bırakıp hepsini kapattı. Bir örneği de yaşadığım ilde Diyarbakır’da. Tamamen modernize edilen bütün parçaları elden geçirilen binası elden geçirilen fabrikaya kilit vurup bütün arkadaşlarımızı kapı önüne 18 koydular. O süreçte yine personel açısından çok önemli gelişmeler yaşandı. Önceleri mağdur edilmeme adına ordaki büyük çalışmaların büyük bir bölümünü sigara fabrikalarına ve yaprak tütünlere dağıtmak durumunda kaldılar. Yine bir direnç vardı. Çalışanlar açısından bir direnç vardı ve bünyesinde bulunduğumuz Tek Gıda İş’in bu konudaki bir kararlılığı yeterli olmasa bile bir kararlılığı vardı. Bu arkadaşlarımız sigara fabrikalarına dağıtıldıktan sonra hani o fabrikalar çalışacaktı ya kendileriyle görüşmeler yapılmış ve bu konuda kendileri de doğan tepkiye karşılık bakanlarına emirler, talimatlar vermişti ve o fabrikaların kapatılmasını o süreçte engelleyebilmiştik. Ama uluslar arası sigara tekelleri hiç durur mu Türkiye gibi bir pazarı hiç kaybetmek ister mi. Orta doğuya açılan bir kapıyı hiç eline geçirmeden durabilir mi. Hiç mümkün değildi. Ve büyük dayatmalar sonucunda en son biliyorsunuz 1 milyar 700 milyon dolara bütün sigara fabrikaları özelleştirildi. Şimdi değerli arkadaşlar bu özelleştirmeler sadece çalışanlar açısından değerlendirmemek gerekir. Esas büyük acıyı bu fabrikalar sayesinde, bu işletmeler sayesinde geçimlerini sağlayan ekici boyutuyla ele almamız çok daha doğru olacaktır diye düşünüyorum. Çünkü cumhuriyetin kuruluş felsefesiyle birebir örtüşen o kamu kurumlarının yoksul bölgelerde ve istihdama yönelik olarak yapılandırılması o süreçlerin aslında yoksullara bir nebze de olsa nasıl önem verildiğini açık olarak ortaya çıkarmaktadır. Çünkü özellikle doğu-güney doğuda ve Türkiye’nin büyük bir bölümünde, iç Anadolu’da hangi ile ilçeye gitsen bir jandarma karakolu varsa bir de Tekel birimi özelleştirildikten sonra da devam edecekti, belli vardır. Her yerde ama. İstisnasız bütün ilçelerde, bütün bir miktarda da işçi arkadaşlarımız o fabrikalarda illerde mutlaka bir Tekel birimi vardı. Ve insanlar orda bırakıldılar. Ama çok kısa bir sürede oranın kapısına çalışmak durumundaydı ve kendi geçimlerini ordan kilit vurulunca o arkadaşlarımız artık bırakın 4/c’yi sağlamakla karşı karşıyaydılar. tamamen işsiz kalmakla karşı karşıya kaldılar. Ve o süreçte yine sendikanın bir çabasıyla bir şekilde Şimdi geldiğimiz noktada özelleştirmenin ilk ayağında diretmesiyle geliştirdiği ikili ilişkilerle bu insanların büyük acıyı çeken ekiciler oldu. Türkiye’de yaklaşık mağdur olmaması yönünde 4/c’ye gönderilmesi belki 500.000 aile tütünden koparıldı. Sadece bölgemizde Türkiye’de bir ilk gerçekleşiyordu. Özel sektörden 150.000 aile tütünden koparıldı. Ve köylerinden göç işsiz kalanların ilk defa 4/c de yerleştirilmesi ettirilmek zorunda bırakıldılar. Doğu güneydoğudaki, konusunda bir mutabakata varılmıştı. Bu insanlar özellikle de güneydoğudaki köy boşaltmalarının tabi sigara fabrikalarına gittikten sonra orda da bu bir sebebi orada yaşanan kirli savaş ise de bir diğer sancıların devam ettiğini hep biliyorduk. Bu eylemlilik ayağının da tütün olduğunu unutmamak gerekir. süreçlerinde Malatya, Bitlis ve Adana sigara fabrikaları Çünkü o insanlar yıkılan, yakılan köylerin dışında kalan özellikle çok büyük bir direnç gösterdiler. Malatya insanlarımız orayı kendi geçimlerini tütünden doğru sigara fabrikasında 27 gün, Adana sigara fabrikasında idame ettiklerini fark edip, daha doğru bunun dışında 60 günü aşkın bir süre, Bitlis sigara fabrikamızda orda geçimini sağlayabilmenin imkânları ortadan yine 60 günü aşkın bir sürede insanlar işyerlerini kaldığından köylerini terk etmek durumunda kaldılar. terk etmedi. O fabrikalara kendilerini kitlediler, gece Ve hepsi şehirlerin varoşlarına girdi. Diyarbakır’da gündüz evlerine gitmediler. Ve o fabrikaların satışları o bugün işsizlik ve yoksulluk oranı resmi rakamlarda % süreçte durduruldu. Hani sayın başbakan hep diyor ya 65-70’lerde seyrediyorsa bunun bir sebebinin de tütün ben iki yıl önce aslında ben bunlarla anlaşmıştım diyor. olduğunu görmek gerekir. Çünkü köylerini terk eden her aile şehre girdi, şehrin varoşlarına girdi ve işsizlerin Değerli arkadaşlar o süre iki yıl değil dört yıl önceydi. sayısı her gün büyüdü o kentte. Sokak çocuklarının Ve sürede sadece bu fabrikaların kapatılma meselesi sayısında her gün artışlar oldu, ordaki kapkaç, ordaki konuşulmuştu sayın başbakanla. Bu insanların mağdur hırsızlık, ordaki balici ve diğer faktörler bir bir ortaya edilmemesi, bu fabrikaların açık bırakılması yönünde çıkmaya başladı. Bir sebebi kirli savaş, bir diğer sebep 19 tütün. Çünkü tütünün ekildiği arazilerde başka bir ürünü yetiştirme şansı yok. Hiç birinin şansı yok. Çünkü tamamen küçük parçalı ve kıraç arazilerde yetişen bir ürün. Ve 14 ay boyunca, sene 12 aydır, 14 ay boyunca yediden yetmişe herkesin uğraş verdiği bir ürün tütün. Bütün aile o tütüne uğraş verir. Ve 14 ayın sonunda da ürününü götürüp Tekel’e teslim edip karşılığını bir nebze de olsa alırlardı. Ve bütün bunlar bitti. Ve son geldiğimiz nokta bu. Diyarbakır’da bir fabrika açılmıştı ki orta doğuda benzeri yoktu. Türkiye’de, Balkanlarda yoktu. Japonya, Brezilya, Amerika ve bir iki ülkede daha vardı. Onun dışında bu fabrikanın bir örneği daha yoktu. Ve açılış süreci de çok eskiye dayanmıyor. 97’de işte bu gördüğünüz arkadaşların tümü orda işe başladı. 97 ve 98’de işe başlayan arkadaşlarımız o fabrika sayesinde bin tane genç insanımız, çoğu da Endüstri Meslek Lisesi mezunu ve yüksek okul mezunu, orda işe başlatıldı. Ve sadece 12 yıllık bir süreçte bu fabrika kapatıldı ve şu anda kilit vuruldu o fabrikaya. Bütün mücadelelere rağmen biz bunu açık tutamadık. Çünkü tütün olmazsa o fabrikanın çalışmayacağını çok iyi biliyorduk. Bu 12 yıllık süreçte defalarca ekiciler, muhtarlar, bu işle ilgili bütün katmanları bir şekilde Ankara’ya taşımaya çalıştık. İlgili siyasiler nezdinde girişimlerde bulunduk ama uluslar arası sigara tekelleri bir defa kararlarını vermişlerdi. Bu Türkiye’deki bütün hükümetlerin gücünü aşar durumdaydı ve o pazarı ellerinden kaybetmeyi de asla düşünmüyorlardı. Bütün ekiciler gittikten sonra değerli arkadaşlar sıra çalışanlarımıza gelmişti. Bu çalışanların başka kurumlara aktarılması yönünde çok uzun süredir bir uğraş içindeyiz. Mevcut siyasi iktidar doğrudur geçmiş seçimde belki de bu Tekelcilerin %60’ından oylarını aldı. Ama inanın hep yalanlarla aldılar. Hep namus, şeref sözleri vererek aldılar. İşte bu insanlar yarın işsiz kalacaklarını görüyorlardı. Ve her gelen siyasetçi onları bir şekilde ikna etme yolunu bir şekilde kandırma yolunu seçtiler. Ve bunu da bir nebze de olsa başardılar. Ve geldiğimiz noktada o namus, şeref sözü veren hiçbir milletvekilinin şu anda telefonlara bile çıkmadıklarını çok iyi görüyoruz ve biliyoruz. 15 Aralıkta, 14 Aralık ta bir karar alındı. Ankara’ya yürüyüş kararı. Sendikamızın aldığı karar doğrultusunda sadece Ankara’ya gidiş biletlerinin kesileceğini ve dönüşünün ne zaman olduğunu da kesinlikle bilinmediğini herkesin buna hazırlıklı olması gerektiği yönünde bütün teşkilata talimatlar verildi. Ve ayın 15’inde Ankara’daydık. Değerli arkadaşlar yürüyüşümüz başladı ama bu kadar uzun süreceğini, bu kadar yükümüzün artabileceğini, Türkiye’nin ezilenlerine, Türkiye’nin yoksullarına, işsizlerine, çalışanlarına bu kadar büyük bir umut olabileceğimizi 20 asla beynimizden, kafamızda geçirmemiştik. Ama geldiğimiz noktada baktık ki çok onurlu bir yürüyüş ve direniş başlatmışız. Kamuoyu vicdanında %100 haklılığımızı ispat etmemiş olsa idik bu kış koşullarında bu kadar zor şartlarda Ankara’nın merkezinde bu işi götürebileceğimizi de götüremeyeceğimizi de çok iyi biliyoruz. Ama kamuoyu vicdanı o kadar bizden yana çarptı ki bu işin geri dönüşünün olamayacağını bizler de artık fark etmeye başladık. Tek bir adım bile geri atma geri adım atma şansımızın olmadığını çok iyi öğrendik, biliyoruz. Tek bir hata bile işleme şansımızın olmadığını görmeye başladık. İnanın ilk günkü gibi diriyiz, dirençliyiz, en azından beyinen kendimizi öyle hissediyoruz. Belki hastalandık, belki birçoğumuz yani gerçekten bir yoksulluk yaşanmaya başlandı doğru. Ama beyinen o kadar kendimizi o kadar adapte etmişiz ki kendimizi bu işe hiç kimsenin aklından kazanmama gibi bir şey geçmiyor. Hiç kimsenin aklından ben yarın artık evime döneyim gibi bir fikir aklından geçmiyor. Ben bu işi kazanacağım diye inancın her gün yükseldiğini, daha da güçlendiğini hep birlikte görüyoruz ve yaşıyoruz. Bütün dostlarımız artık bizleri çok yakından tanıdılar. Çünkü gerçekten Ankara’daki aydınlarımız, yazarlarımız, çizerlerimiz, sendikalarımız, sivil toplum örgütlerimiz her gün bizlerledirler. Gençlerimiz, öğrencilerimiz, siyasi partilerimiz o kadar bizlere yakın duruyorlar ki biz kendimizi unutmuş olduk artık, unutur olduk. Biz bu insanların beslediği umudu nasıl boşa çıkarmayacağız, nasıl başaracağız diye biraz da dizlerimizi dövmeye başladık. Geceleri sabaha kadar o varillerin etrafında insanların nasıl dimdik durduğunu hep birlikte yaşıyoruz. Oradaki kitlenin Türkiye’nin dört bir yanından geldiğini içinde Lazı, Çerkezi, Kürdü, Türkü, Arabı, Sünnisi, Alevisi, milliyetçisi, komünisti her türden insanın olduğu bir ortamda yaşıyoruz. Ve 58 gündür orda hiçbir problem yaşamadık. Bu bize öyle bir umut besletti ki gelecekte Türkiye’nin mozaiğinin ancak bu şekilde olması gerektiğini hep beraber yaşamaya başladık, görmeye başladık. Trabzonlu kardeşimizle karşı karşıya bizim çadırımız. O benim halayımı o kadar iyi bir öğrendi ki Şamami parçasını o kadar iyi söylüyor ki artık. Ben de onun horonunu öyle bir güzel oynuyorum ki ve onun konuşmasıyla onun konuşmasına o kadar eşlik ediyorum ki yani o güzellikleri yaşamak, görmek belki de birçok insana nasip olmamıştır. Ben 50 yaşına geldim. 30 yıldır, 32 yıldır ben çalışıyorum. Ben bu kadar güzel bir anı bu çalışma yaşamımda hiç görmedim, hiç yaşamadım. Çünkü burada o kadar dostluklar edindik ki, o kadar güzellikleri bir arada yaşadık ki paylaşımı artık ağzımızdaki lokmayı bir simit geldiğinde dört parçaya beş parçaya bölüyoruz arkadaşlarımıza dağıtıyoruz. Bunu birlikte yaşamaya başladık. Bazen üstümüze çay dökülüyor, bazen üstümüze, bazen sobaya yapışıyoruz ama inanın hiç kimse artık kendi halinden şikâyetçi değil. Ve evimiz olmaya başladı orası. Bazılarına gidin, birkaç gün dinlenin öyle gelin diyoruz. Yok, diyor ben halimden çok memnunum diyor. Ben 58 gündür gitmedim. Benim de çocuklarım var. Valla herkes kendi çocuğunun yanına gitmek ister. Benim ilkokul üçe giden çocuğum vardır. Ne tatilini gördüm, tatile girişini gördüm. Ne okula başlayışını gördüm. Sadece bir telefonda nasıl oğlum okul iyi mi, iyi baba diyor ve öyle gidiyor. Birçok kişi, birçok bayan arkadaşı var ki sekiz aylık çocuğunu, altı aylık çocuğunu evde bırakıp gelmiş. Öyle direniyoruz. Çünkü kendi çocuğunun geleceği için direniyor. Türkiye emek hareketi böyle bir fırsatı teperse Türkiye’nin aydınları, Türkiye’nin demokratları, Türkiye’nin sosyalistleri eğer böyle bir fırsatı teperse ben inanıyorum Türkiye’de sendikalar diye bir şey kalmayacak. Zaten onun çalışmaları yapılıyor. Zaten taşeronlaşma özelleştirme son süreçte işte hizmet alımlarıyla zaten sendikalar çok ciddi bir sıkıntı yaşıyor. Hele hele işte iki milyon kişiyle ifade edilen bir sendikal ortamda altı tane konfederasyonun Türkiye’de cirit atması yani bu zaten akıl karı değil. Sekiz yüz bin kişi ile sözleşme yaptığın bir ortamda altı tane konfederasyonun olması zaten akıl karı değil. Zaten bunların mutlak bir şekilde toparlanması bir araya gelmesi gerekir. Emek hareketinin bunu çok iyi gördüğüne de ben inanıyorum. Mesela bireysel hırslar sadece kendi geleceklerini düşünme arzusu ve mantığı bizi birçok şeyden alıkoyuyor. Ama ben inanıyorum ki bu hareket bu direniş bu direnç hepimize çok şey öğretti. Çünkü o Sakarya Caddesi artık sadece bir cadde değil. O Sakarya Caddesi artık bir okul, bir akademi. Ben öyle inanıyorum ki birçok üniversitede ders olarak okutulabilecek bir yaşam tarzı gelişiyor orda. Belki tezlerin konusu olur, belki filimleri yapılır, belki romanı yazılır bilemem. Ama Türkiye emek hareketi bence bir şeyi çok iyi kavradı. Ben kendime çeki düzen vermek zorundayım mantığını artık herkes taşımaya başladı. Hepimiz açısından bu geçerlidir. Bütün konfederasyonlarımız işçi memur, bütün işsizlerimiz, bütün aydınlarımız açısından çok ciddi anlamda düşünülmesi gereken bir manzara oluştu diye ben düşünüyorum. Ve biz bunu zaferle taçlandırırsak işte o zaman Türkiye’deki emek hareketinin Türkiye’deki ezilenlerin mücadelesinin taçlandırıldığını hep birlikte yaşayacağız. Ben şimdilik sadece bunlarla yetineyim. Çok uzun konuştum. Özür diliyorum sizlerden hocalarımdan. Biz bu işi başaracağız değerli dostlar. Sağ olun. Var olun. (alkışlar…) Ali Çolak. Ben hemen ikinci sırada sözü Mehmet Beşeli hocama bırakıyorum. Birleşik Metal İş Sendikası genel 21 sekreter yardımcısı. Buyurun. Konuşmama başlamadan önce, direnişçi Tekel işçilerinin mücadelesini selamlıyorum. Tekel işçilerinin mücadelesine pek çok anlam yüklenmeye çalışıldı. Mücadelenin içinde bulunduğumuz aşamasını doğru kavramak ve bundan sonraki sürece ilişkin doğru tespitler yapabilmek açısından direnişin kendine ait anlamını, bu yükleme yapılan anlamlardan ayırmak gerekiyor. Bu nedenle sorulması gereken ama çok fazla sorulmayan basit sorularla direnişin anlamına ulaşmaya çalışalım. • Tekel direnişi hükümet karşıtı bir direniş midir? Tekel işçileri hükümetin tüm politikalarına karşıt bir siyasal duruş içinde değillerdir ve olmaları da beklenemez. Kendi yapmış oldukları açıklamalardan öğrenmekteyiz ki büyük çoğunluğu itibariyle AKP’ye oy vermişlerdir. • Tekel direnişi hükümetin tüm politikalarına karşı değilse, örneğin özelleştirme politikalarına karşı bir direniş midir? Hayır. Çünkü tekel işçileri ne önceki siyasal iktidarlar zamanında ne de AKP dönemindeki özelleştirme uygulamalarına karşı olduklarını gösteren bir etkinlik içinde olmamışlardır. Üstelik Tekel’in özelleştirilmesine bile eylemli bir karşı duruş içinde olmamışlardır. • Tekel işçileri, özelleştirmeye karşı değiller ise, özelleştirme sonucu işyerlerinin kapanmasına karşı mı direnmektedirler? Hayır, çünkü tekel işçileri özelleştirme nedeniyle kapanan diğer işyerlerine yönelik hiçbir eylemli karşı duruş, dayanışma sergilememişlerdir. • Tekel işçileri, kendi işyerlerinin kapatılmasına karşı mı hükümete muhaliftirler? Hayır. Çünkü (yaprak tütün) tütün sarma işyerlerinin kapatılma kararı çok önce alınmış, tekel işçileri kimi işyerlerinde işgal ve benzeri eylemler gerçekleştirmişler ancak sonunda kapatma kararına karşı duramamışlardır. • Hükümetin tüm politikalarına karşı olmayan, özelleştirme politikalarına karşı çıkmayan, işyeri kapanmalarına karşı olmayan ve kendi işyerlerinin kapanmasını da engelleyemeyen Tekel işçileri hükümetin hangi kararına karşıdırlar? Yaprak tütün işletmelerinde çalışan işçiler, işyerlerinin kapatılması sonucunda kendilerine önerilen Devlet Memurları Kanununun 4-C maddesinde çalışma kararına muhalefet etmektedirler. Bu statüde çalıştıklarında, var olan iktisadi ve sosyal koşullarında kayıplar yaşadıkları için bu karara karşıdırlar. şiddeti meşru gören büyük bir kitle desteği ile karşılaştırıldığında bu önemlidir.) İşten atılmış olmaları, “siyasal” amaçlarının olmaması (!), ekmek mücadelesi verdiklerini söylemeleri ve bedel ödemeyi göze alma konusunda göstermiş oldukları cesaret bu ilgi ve desteğin ana nedenleridir. Hükümeti zorlayacak bir güçten de yoksun olmaları nedeniyle (işyerleri kapanmıştır) böyle bir strateji geliştirmemiş olsalar sadece müzakereler yoluyla sonuç alabilmeleri mümkün değildi. Tekel direnişinin stratejisi özet olarak budur: Tamamen kesimsel sorunlarını genelleştirebilmenin yolu, mümkün olduğunca büyük bir kitle desteği alarak muhatabının yani hükümetin üzerinde bir baskı oluşturmaktan geçmektedir. Bu desteğin alınabilmesi için ise haklılığın tekrarlanması yetmemekte, bu hakkı elde etmek için bedel ödemeyi “ölmeyi” göze aldığını herkese göstermek gerekmektedir. Kapitalist egemenlik altında hak arayışında olan her bir işçi bedel ödeyerek, bedel ödemeyi göze alarak Bu kayıplar öncelikle ücret ve sosyal haklarla ilgili bu egemenliğin sınırlarına vurabilir. Bedel ödemenin kayıplardır. Buna ek olarak, devlet memuru statüsüne boyutları ile verilen mücadelenin niteliği arasında bir geçecekleri için devlet memurlarında olmayan ve ilişki kurulamaz. Daha çok kan dökülen mücadeleler işçilerde olan yasal haklardan yoksun kalacaklardır. siyasal, diğerleri sendikal gibi ayrımlar yapılamaz. İşçi Bunların başında kıdem tazminatı hakkı gelmektedir. hareketi tarihinde çok “sıradan” “normal” taleplerin Ayrıca, belirli süre ile sözleşme yapılacağı için, hem kanla boğulduğu bilinmektedir. gelir ve çalışma süreklilikleri hem de sosyal güvenceleri Kazanılmış haklar/kazanılan haklar gerilimi ciddi biçimde değişecektir. Direnişin hedeflerinin gerçekleştirilebilir olup olmadığı İşçilerin gelir ve çalışma sürekliliklerindeki değişim, konusu da üzerinde durmayı hakediyor. Hemen çoğu kimse tarafından “iş güvencesi”nin ortadan belirtelim ki, bir toplu iş sözleşmesi mücadelesinin tüm kalkması olarak yorumlanmaktadır. Bu yorum daha önce talepleri gerçekleştirilebilir taleplerdir. Dolayısıyla tekel iş güvencesi olduğuna inanmaktan kaynaklanmaktadır. işçilerinin talepleri de gerçekleştirilebilir taleplerdir. Bu Bizzat Tekel işçilerinin kendileri, kapitalizmde taleplerin ne kadarının ve hangi oranlarda gerçekleştiği iş güvencesi olmadığının ve olmayacağının açık ayrı tartışma konusudur. kanıtıdırlar. Öncelikle tekel işçileri, var olan haklarıyla ve esas olarak Sonuç olarak, tekel işçilerinin direnişi hükümetle işçi statüsünde çalışmaya devam etmek istemektedirler. çalışma ve yaşam koşullarının pazarlık edilmesi için Bunu biraz daha genel terimlerle ifade edecek olursak, ortaya çıkmış bir direniştir. Bu direniş bu açıdan bir tekel işçilerinin istediği “iş”tir. Bu sadece işçilerin toplu sözleşme direnişi, sendikal bir direniştir. (bu talebi değildir, aynı zamanda hükümet de bu talebi bu kelimenin yasal anlamıyla değil, gerçek anlamıyla bir biçimiyle okumaktadır. toplu iş sözleşmesi mücadelesidir) Mücadelenin şiddet dozunun yüksekliği -gerek devletin saldırganlığı, Hükümet, daha eylemler başlamadan ve sadece tekel gerekse özü itibariyle bir şiddet eylemi olan açlık grevi işçileri için değil tüm özelleştirilen kuruluşlarda çalışan ve ölüm orucu temaları- toplumsal ilgiyi ve desteği işçiler için bu talebe 4-C ile yanıt vermiştir. 2004 tarihli uyandırmakta gecikmemiştir. (Şiddet sarsıcıdır!, bir kararname ile yürürlüğe konulan esaslar bu durumu açıklıkla ifade etmektedir: “Özelleştirme Uygulamaları bilinçleri sarsar. Ama o kadar!) Sonucunda İşsiz Kalan ve Bilahare İşsiz Kalacak Olan Maruz kaldıkları şiddet ve kendi uyguladıkları şiddet işçilerin Diğer Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Geçici nedeniyle işçiler her zaman rastlanmadık bir biçimde Personel Statüsünde İstihdam Edilmelerine İlişkin genel bir kamuoyu desteğini alabilmişlerdir. (Devrimci Esaslar”. Sorun her iki taraf açısından da iş sorunudur. örgütlerin açlık grevi ve ölüm orucu eylemlerine verilen desteğin sınırlılığı hatta devrimcilere uygulanan Hükümet, özelleştirme nedeniyle işsiz kalanları ve 22 kalacakları diğer kamu kurum ve kuruluşlarında istihdam ederek çalışanların “iş” talebine kendi meşrebince yanıt üretmiş durumdadır. Bu tek taraflı yanıt bugüne kadar binlerce çalışan tarafından “boynu bükük” bir şekilde kabul edilmiştir. Tekel işçilerinin direnişi ilk adımda bu tek taraflılık durumunu ortadan kaldırmış ve sözleşmenin karşı tarafının da olduğunu açıklıkla ortaya koymuştur. Hükümetin “teklifi” işçilerin direnişi ile reddedilmiştir. İşçilerin direnişi, tek taraflı sözleşmeyi ortadan kaldırmış, bir “masa”nın kurulmasına neden olmuştur. İkinci adımda, hükümete geri adım attırılmış ve sözleşmenin esasları değiştirilmiştir. Bu değişikliklerden söz etmekte fayda var: 1) Sözleşmenin süresi 10 aydan 11 aya çıkarılmıştır. 2) Ücretlere esas gösterge rakamlarında artışlar sağlanmış, dolayısıyla ücret zammı getirilmiştir. 3) Çalışma koşullarında, geçici personelin çalışma saat ve sürelerinin devlet memurları için tespit edilenlerle aynı olması düzenlenmiş ancak verilen görevi çalışma saatlerine bağlı kalmaksızın sonuçlandırmak zorunda olduğu ve bu durumda fazla ödeme yapılmayacağı hükmü kaldırılmıştır. ücretli hastalık izni verilmiştir. 7) Görev yeri tanımı genişletilmiştir. Bütün bu düzenleme, sadece tekel işçilerini değil toplam 36.215 işçiyi kapsamaktadır. Tekel işçilerinin direnişi, sadece hükümete geri adım attırmakla kalmamış, 4-C kapsamındakilerin çalışma koşulları ve ücretlerinin iyileştirilmesine neden olmuştur. Bu teklif, tekel işçileri tarafından kabul edilmemiştir. Tekel işçileri şiddetin dozunu arttırma kararı almışlar ve süresiz açlık grevine başlamışlardır. Aynı şekilde hükümet, teklifinin kabul edilmesi için bir aylık bir süre vermiş, süre bitiminde işçilere saldıracağını deklare etmiştir. Direnişin hedeflerinin gerçekleştirilebilirliği konusuna yeniden dönecek olursak, “iş” talebi üzerinde süren mücadele ilk adımda işin koşullarının görece iyileştirilmesiyle sonuçlanmıştır. Ancak bu iyileştirme, geçmiş koşullardan halen çok uzaktır. Tekel direnişinin özü itibariyle bir toplu iş sözleşmesi mücadelesi olduğu gerçeği dikkate alındığında muhatabın ilk tavrı kararlılık gösterisidir. Karşıtına mücadele etmekle bir şey kazanamayacağı düşündürtmeyi amaçlar. Karşı taraf, kararlılık dozunu 4) Daha önce olmayan 12 ay fiili çalışma karşılığı artırdığında, muhatap bir adım geri çekilir ve bu sefer 1 maaş iş sonu tazminatı getirilmiş bu tazminatın mücadele edenlerin birliğini bozacağını düşündüğü emekli olanlara, ölenlere ve kendi isteği ile ayrılanlara bir teklif sunar. Sadece teklif sunmakla kalmaz, teklifin kabul edilmesi için uyguladığı yöntemleri verileceği belirtilmiştir. çeşitlendirir ve iğrençleştirir. Çevreyi rahatsız etmekle 5) Her çalışılan ay için 1 gün olan ücretli izin süresi 2 suçlamak, kaçak elektrik kullanımından zabıt tutmak, güne çıkarılmış ve bunun toplu olarak kullanılabilmesi dayanışma için gönderilenleri tutanak altına almak, düzenlenmiştir. Ankara dışındaki ailelere belediyeler yoluyla baskı 6) Eski halinde her 4 ay için iki günü geçmeyen ücretli yapmak, cumhurbaşkanına açıklama yaptırmak, kafa hastalık izni yerine yılda 30 günü geçmemek üzere bulandırmak, banka hesaplarını açıklamak, gün gün sözleşme imzalayanların sayılarını duyurmak vs. vs. Bugün bu aşamayı yaşıyoruz. Bu aşama Şubat ayı sonuna kadar devam edecek gibi görünüyor. Bundan sonraki aşama bu aşamadaki gelişmelerin her iki tarafça da değerlendirilmesiyle çizilecek yeni yol üzerinde şekillenecek. İşçilerin kararlığı sürer ve çözülmeler olmaz ise iki yol söz konusu olacak. Ya şiddetli bir saldırı yoluyla direnenler ezilmeye çalışılacak ya da yeni bir teklifle masaya çağrılacaklar. Teklifin içeriği bu aşamada 23 direnişin devam edip etmemesi konusunda belirleyici olacaktır. Ancak şiddet yoluyla bastırma seçeneğine karşı da işçilerin hazırlıklarını gözden geçirmelerinde fayda var. Artık asıl soruyu sorma zamanı geldi! Hangisi daha doğru bir mücadele stratejisidir? Kendi kesimsel çıkarlarını sınıfın diğer kesimlerine kabul ettirme çabası mı, yoksa kesimsel çıkarlarını sınıfın genel çıkarına tabii kılmak mı? Tali sorumuz da Direnişin sıkışma noktaları şu olsun: sınıfın bir kesimi mücadelesinde başarıya Tekel işçilerinin mücadelesinin “iş” mücadelesi ulaştığında, diğer kesimleri bundan faydalanabilir mi? olduğunu söyledik. Ancak, iş için verilen mücadele Yani iddia edildiği gibi Tekel işçilerinin direnişi diğer sadece tekel işçilerinin sorunu değildir. Sadece işçilerin önünü açacak mıdır? özelleştirilen kamu kuruluşlarında çalışanlar için değil, özel sektörde çalışan, emek gücünü satmaya zorlanan Tekel direnişi birinci stratejiyi benimsemiş durumda. Bu direnişin şu anda kimi kazanımları ortaya çıktı. milyonların sorunudur. Sonucun nasıl oluşacağını hep birlikte göreceğiz. İşini kaybetmek, işsiz kalmak! Mezarlıkların girişinde yazan her fani ölümü tadacaktır sözü gibidir. Her işçi Ama giderek büyüyen bir kitle ile tekel işçisinin işsiz kalmaya mahkûmdur. Bu kapitalist egemenliğin, ortak noktası başka. İşsiz kalmak. İşsiz kalmaya bağlı kapitalistlerin iktidarının şifresidir. Ve işsizlik, işçilerin olarak gelir kaybı. Tekel işçisi, işsizlik sigortasından yaşama ve çalışma koşullarını aşağıya doğru çeken bir faydalanan veya faydalanamayan işçilerden daha iyi bir sözleşmeyi hükümete imzalatmış durumda. Oysa etki yaratır. işsizlik sigortasından faydalanamayan işçiler sıfır Kamu işletmelerinde iş güvencesi konusu oldukça gelirde, faydalanabilen azınlık ise asgari ücretin biraz tartışmalıdır. Amelenin kıt olduğu zamanlarda, işin üzerinde bir gelirle, sürekli değil, geçici sürelerle güvencede olması iktisat kuralıdır. Amele bollaştıkça yararlanıyor. güvence de azalır, gelir de. Hiç bir kapitalist, sırf işçiler çalışsın diye fabrika kurmaz; onun amacı kar Hükümetin 4-C’si aslında bir tür işsizlik sigortası. etmek, işçileri sömürmektir. Sömürüyü, maddi varlığa Devlet, sınıfın tümüne vermediği hakları, bir kesimine dönüştüremiyor ise sermayesini başka alana kaydırır, verme konusunda duraksamıyor. İşsizlik sigortasının üst sınırının 10 ay olduğu düşünülürse (sizce 4-c nin işletmesini kapatır, işçileri çıkarır. süresinin 10 ay olması bir tesadüf mü?) şu an bunun Devlet işletmeleri de kapitalist işletmelerdir. Onlar önüne geçildiği görülecektir. Daha da öteye geçebilir da işçileri sömürürler. Ancak, devlet işletmelerinin ve bu mümkündür! kar oranlarının eşitlenmesi ya da rekabet yasalarından kendisini muaf tutabilme, ya da görece daha düşük Destekçiler ve Kuşatılmışlar sömürü oranlarına rağmen giderek eriyen sermaye Tekel işçileri, sınıfın diğer kesimlerinden ve diğer birikimini, politik kimi mekanizmalarla destekleyerek sınıflardan destek istiyorlar. Bu strateji olabilecek en işletmeye devam ederler. Bunu işçiler işlerine devam iyi strateji. etsin diye değil, özel sermayeye hizmet için yaparlar. Bu arada kamuda çalışan işçiler de bundan nemalanmış Tekel işçilerine destek verenlerin faaliyetleri, örgütlenmeleri ve “siyasal” duruşları açısından ise bu olur. kesinlikle yanlış strateji. Onlar ikinci strateji için Tekel Özelleştirme kolektif kapitalist olan devletin elindeki işçilerini ikna etmek zorundalar. Bu gerilimli bir iş! Bu kapitalist işletmelerin, “özel” ya da anonim şirket tekel işçilerinin yanlış değil eksik yaptığının onların biçimindeki başka kolektif kapitalistlere devridir. yüzüne söylenmesi demek! Onu övmeden, verdiği Bu süreç dünyanın büyük bölümünde ve Türkiye’de mücadelenin önemini azaltmadan, yapmak zorunda tamamlanmak üzeredir. olduğu şeyin ne olduğunu ona anlatmaya çalışmak Bugün dünya yüzeyinde sermaye egemenliğinin en demek. Kapitalizmi anlatmak, devleti anlatmak ama üst noktası yaşanmaktadır. Sermayenin egemenliği hepsinden önemlisi işçi sınıfını anlatmak demektir. ve iktidarı herkese haddini bildiren bir iktidar ve Ama bu zor! Bu destekçilerin hazırlıklı olmasını egemenliktir. Sermayenin ihtiyaçlarının önceliğinin gerektirir, öyle değiller. olduğu, bu iktidar aracılığıyla tüm topluma kabul Tekel işçileri kendi bildikleriyle, kendi yapacaklarını ettirilir. Eskiden devletin, belediyelerin kapısına yığılan yapıyorlar ve yapmaya devam etmeliler. Kimsenin onlara kitleler, bu kez taşeronların, kapitalistlerin kapılarına akıl vermeye hakkı yok! Önemli olan destekçilerin ne akın ederler. Yıkmak için değil, iş için. Bu bağımlılık yaptıkları, tekel işçilerine onların yaptıklarından başka ilişkisidir. Bu işçilerin maddi ve manevi çürümesinin ne önerdikleri… nedenidir. Sadece destekçilerinin değil, işçilerin basıncıyla 24 Oysa süreç şöyle işletilmelidir: Müzakereleri sürdüren heyetin kararı, Tekel işçilerinin onayına sunulmalıdır. Şu anda direnen işçilerin sendikalarına karşı görünür bir muhalif tavırları yoktur tam tersine sendikanın arkasında kenetlenmiş durumdadırlar. Dolayısıyla, sendika yönetiminin süreç hakkında karar verme Destekçiler sürecin ilerleyen aşamalarında, hareketin zorluğu bulunmamaktadır. Görüşmeye direnişçi işçiler iktidarı olmadıkları ve destek konumunu içselleştirdikleri alınmadığına göre, sendika yönetimi var olan iradeyi için ve aslında bütün hareketlenmelerine rağmen her yansıtmakla, masadan sonuç çıkarmakla görevlidir. geçen gün pasifize oldukları için, Kuşatılmışlara göre daha olumsuz koşullardadırlar. Kuşatılmışlar, sürecin Dolayısıyla mutabakattan önce oylama değil, gelişim seyri içinde uygun anda en az kayıpla ve kimi “mutabakattan” sonra oylama yapılmalıdır. Önce ayak oyunlarıyla bu süreci atlatabilecek olanaklara hükümet ve Türk İş hangi konularda anlaştıklarını -kuşatmayı yarma olanağına- hareketin önderliğini ele açıklamalı ardından bu işçilerin oyuna sunulmalıdır. İşçiler kabul ederse imzalanmalı, kabul etmez ise geçirmiş olmaları nedeniyle sahiptirler. mücadeleye devam edilmelidir. İşçi demokrasisi böyle Tekel işçileri kendileri açısından en iyi stratejiyi seçtiler. işler! Bu stratejinin hedefi, hükümetle çalışma koşullarının pazarlığı. Önderliğinin sendikacılar olduğu acımasız Kamuoyu desteği değil işçi sınıfı dayanışması gerçeği dikkate alındığında, pazarlıkla ulaşılan düzey Tekel işçileri bugün itibariyle, kendi kesimsel çıkarlarını -eğer eskisinden daha ileri ise- imza atılacaktır. terk edip, sınıfın genel çıkarı için mücadelenin önüne En iyi strateji en doğru strateji demek değildir. Doğru geçebilirler mi? Bu mümkün gözükmüyor, gerekli de stratejinin olmadığı yerde uygulanma olasılığı en değil, doğru da. Onlar bu mücadeleyi verilmesi gerektiği gibi yürütüyorlar, onlardan başka mücadelelerin de yüksek stratejidir. öznesi olmalarını istemek onlara haksızlık yapmak Destekçilerin stratejisi yok! Destekçi olmanın doğal anlamına gelir. sonucu! Yürürlüktekinin peşine takılırsın, belki başka Diğer taraftan onların mücadele stratejilerinin en bir yola döner diye hayal edersin... önemli bileşeni, kamuoyu desteği almaktır. Kamuoyu Mücadelenin çapının genişlemesi: sadece bu onları desteği belirsiz bir tanımdır ve manipüle edilerek heyecanlandırmaya yetiyor. Tekel işçileriyle aynı çok kolaylıkla yön değiştirebilir. Bir genel kamuoyu sorunu yaşayan ve tekel işçilerinin 100 katı bir kitleyi desteğinin vücut bulma biçimi olarak sendikaların de kapsayabilecek bir mücadele stratejisine, sınıfın önderliğindeki işçi ve memur kitlesinin dayanışma kesimsel çıkarlarını geriye itebilen ve ortak çıkar için amacıyla iş bırakması gündeme gelmiştir. mücadeleyi öne çıkaran bir yaklaşıma ve örgütlenmeye Bu çerçevede 4 Şubat etkinliği (eylem, grev, genel grev sahip değiller. ve genel direniş tanımlamasını hak etmiyor ve kitlesel Ağa diye suçladıkları adamlardan genel grev çağrısı bir etkinlikten başka türlü değerlendirilmesi doğru yapmasını ve örgütlenmesini istiyorlar. Onların değildir) muhatabın korkularını ortadan kaldırmıştır. bunu yapabileceklerine inanıyor olmalılar! Tayyip Bakan, etkinliği sağduyulu ve makul eylem biçiminde Erdoğan’dan faşizmi yıkmasını ve demokrasiyi değerlendirerek, hükümetin düşüncesini ortaya kurmasını, TSK’dan emperyalizme karşı mücadele koymuştur. Bu, etkinlikle içten içe dalga geçmek etmesini ve ülkenin bağımsızlığını sağlamasını da anlamına gelmektedir. isteyebilirler. Nasıl olsa bunu yapan liberallerimiz ve Katılım düşük olmuştur, temel alanlarda ve kilit ulusalcılarımız bolca mevcut. sektörlerde iş durdurulmamıştır, çoğu fabrikada işçilere İşçi demokrasisi sandığa eşitlenemez. neyin nasıl yapılacağı konusunda bilgi aktarılmamıştır. İlginç tarihi örnekler ortaya çıkıyor. Direnişe devam Gerçek bir örgütlülüğe dayanmadan bir adım bile edilip edilmemesi konusunda tekel işçileri arasında yol yürünemeyeceğinin ve aslında yürünmemesi oylama yapıldı. Bu işçilerin iradesinin gösterilmesi gerektiğinin en son örneği bu etkinlik olmuştur. Genel olarak sunuldu. Buna hiç ihtiyaç yoktu. Polisin gazını grev çağrıları, öznesini, önderliğini ve örgütünü tanımlı copunu yiyip, eylemine devam eden işçinin irade hale getirmediği için genel grev gibi bir mücadele yoklamasına ihtiyacı yoktur. Ama bu sendikacılar aracına darbe vurulmuştur. açısından oldukça işlevsel bir adımdı. Çünkü Tekel işçilerinin ihtiyacı olan genel bir kamuoyu oylama ile alınan direniş kararı yine oylama yoluyla desteği değil sınıfın diğer kesimlerinin desteğidir. kaldırılacaktır. Bunu sendika genel başkanı da açıkladı. Sınıfın diğer kesimlerinin desteği ancak ortak talep kuşatılmış olanların da ne yapacakları önemli. Destekçiler ve kuşatılmışlar kendi zaaflarını örtmenin aracı olarak Tekel işçilerinin direnişine sımsıkı sarılıyorlar, onları yücelttiklerinde kendilerini yücelttiklerini sanıyorlar. 25 ve belli sonuçlar çıkartılmasına ihtiyaç gösteren ve aslında gördüğümüz bu tablo işçi sınıfı hareketi açısından ve sendikal hareket açısından bir örgütlenme Sonuç: İşsizlik Sigortası yasasında değişiklik için ve mücadele stratejisine bugünün ihtiyaçları, bugünün mücadele! koşulları üzerinden kurulacak ve kurulmakta olan İçinde yaşadığımız kriz dönemince bizim hesaplarımıza Tekel direnişinin de ortaya çıkarttığı sonuçlar göre 1,5 milyon insan işten çıkarıldı. Bunların çok itibariyle kurulmakta olan bir örgütlenme ve mücadele küçük bir azınlığı işsizlik sigortasından faydalanıyor. stratejisine ihtiyaç duyulduğunu neredeyse bağırıyor İşten atılmayanların dışında kalan önemli sayıda işçi artık. Ve bu sürecin aslında temel dinamiği ve bundan ise, kısa çalışma ödeneği alarak geçmişteki gelirlerinin sonraki dönemde de en hareketli ve süreci dinamize altında yaşamlarını devam ettiriyor. mücadelesi temelinde kalıcı kılınabilir ve sınıfın ortak örgütlenme ve mücadelesi sayesinde sağlanabilir. Bu kadar işçi!!! Sendikalı işçi sayısının neredeyse 2 katı işçi!!! Buhar olup uçtular, görünmüyorlar. Onlar da işlerini kaybettiler. Her fani ölümü, her işçi işsizliği tadıyor! İşçi sınıfın geniş kesimlerini birleştirecek olan 4-C’ye karşı mücadele değildir. Bugün için işsizlik sigortası yasasında yapılacak değişiklik, hem tekel işçilerini hem de işten çıkarılan milyonların ortak talebi haline gelebilir. Tüm işini kaybedenlerin (hangi gerekçe ile olursa olsun) herhangi bir prim ödeme şartı aranmaksızın ve yeni bir işe yerleştirilinceye kadar son ayrıldıkları işteki ücret ve sosyal haklarının ödeneceği bir yasa değişikliği talebi için mücadelenin örgütlenmesi günün acil görevidir. Denilebilir ki, çalışmayana para vermezler, bu gerçekleşmez! Kapitalizmde çalışmayana para verilir, hiç çalışmadıkları halde başkalarının sömürüsüyle yaşayanları ne yapacağız? Bunlar bir tarafa işsizlik sigortası tam da çalışmayana para verilmesi kurumudur ve kapitalist bir kurumdur. Nasıl 4-C’nin koşulları için mücadele ediliyor ise, bunun için de edilebilir. Ali Çolak. Son sözü Dev Sağlık İş genel başkanı Arzu Çerkezoğlu’na veriyorum. Buyurun. Arzu Çerkezoğlu. Teşekkür ediyorum. Değerli dostlar, değerli mücadele arkadaşlarımız ve 58 gündür işine, ekmeğine, geleceğine, sendikasına sahip çıkmak için direnen Tekel işçisi arkadaşlarım hepinizi sendikamız Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası adına sevgi ve dostlukla selamlıyoruz. edecek olan kesimlerin özellikle panelin konusunda da vurgusu yapılan güvencesiz çalıştırılanlar ve güvencesiz çalıştırılmaya mahkûm edilmeye çalışılanlar olacak. Güvencesiz çalıştırma dediğimiz şey aslında uzunca bir zamandır konuşuluyor, dünyanın her tarafında konuşuluyor ve bizim ülkemizde de. Ve bu güvencesizleştirme süreci hepimizin bildiği gibi Konu başlığımız güvencesiz çalıştırmanın gölgesinde aslında tüm dünyada yaşanan bir işçileştirme sürecinin işçi hareketleri ve Tekel direnişi. Evet, Tekel direnişi, bir parçası. Bu işçileştirme süreci bir yoksulaştırma ve benden önceki konuşmacı arkadaşlarım süreci gayet mülksüzleştirme temelinde yaşanıyor ve kendine özgü iyi özetlediler. Çok içerden konuşmalar da yapıldı. bir takım özellikler ifade ediyor. Eminim bundan sonraki bölümde de yapılacaktır. Tekel direnişi ve bugün işçi sınıfı hareketinin Şöyle tanımlıyorlar genellikle, dünya tarihinin ve tek sendikal hareketin içinde bulunduğu durum aslında tek ülkelerin gördüğü en büyük en geniş kapsamlı ve en önümüzdeki döneme dair ortaya çıkarttığı sonuçlar hızlı biçimde gelişen bir işçileştirme sürecini yaşıyoruz. açısından bu sürecin çok iyi bir biçimde tartışılmasına Ve bu süreç aslında bir önceki döneme ait örgütlenme 26 ve mücadele biçimlerini ve araçlarını da bütünüyle etkisizleştirerek yürütülüyor. 90’lı yılların başında çokça tartışılan ve işçi sınıfının artık tarihsel misyonu sona erdi, işçi sınıfı mücadelesinin toplumsal misyonu sona erdi denilerek birilerinin elveda proletarya diye kitaplar yazmasına yol açan bu süreçte aslında bizler değişen bu dönemi ve bu dönemin ortaya çıkarttığı dinamikleri görerek birilerinin elveda proletarya dediği bu dönemde merhaba proletarya diyerek yola çıktık ve bugün aslında üzerinde konuştuğumuz Tekel direnişi ve Tekel işçilerinin mücadelesi de bunun en önemli örneklerinden bir tanesini gösteriyor. koyuşu engellemeye dönük bir politika izliyorlar. Bu süreçte içerilemeyen ve en kötü koşullara maruz kalan kesimlerse taşeron işçileri gibi güvencesi elinden alının kesimler gibi doğru bir stratejiyle buluştuğunda aslında bugün sınıf hareketinin en dinamik kesimlerini oluşturuyor. Bu sürecin bir başka özelliği de değerli arkadaşlar, tüm dünyada ve bizim ülkemizde son dönemde yaşanan deneyimlere baktığımızda bütün bu süreç var olan geleneksel zeminde, geleneksel işçi hareketi ve geleneksel sendikal hareketin kendi formları ve biçimleri içerisinde ufak kazanımlar kuşkusuz var, ama Neoliberalizm, hani hep böyle tarif ediyoruz, neoliberal bu çizgi içerisinde bir evrimsel gidiş içerisinde değil, politikalar aslında temel iki tane strateji ile yürütülüyor aslında tüm bunlardan çok ciddi niteliksel kopuşları sermaye tarafından tüm dünyada. Bunlardan birincisi, ifade eden bir takım devrimci sıçramalar, niteliksel neoliberalizm örgütlü işçi kitlelerini, örgütsüz işçi kopuşlarla hep ilerliyor. Aslında bugün Tekel işçisi kitlelerine empoze ettiği güvencesiz çalıştırma arkadaşlarımızın yaşadığı süreç de bunun başka bir biçimleriyle kuşatıyor. Özellikle kamuda ve kamunun örneğidir diye düşünüyorum. tasfiyesi sürecinde sendikamızın örgütlü olduğu sağlık işkolu başta olmak üzere tüm kamusal hizmetlerin Yine sevgiyi arkadaşlar, bu sürecin bir başka özelliği de piyasaya açıldığı ve bütünüyle piyasanın konusu haline aslında işçi sınıfı hareketinin her tarihsel döneminde şu getirildiği bu süreçte örgütlü işçi kesimleri, yani kamuda an içinde bulunduğumuz tarihsel dönem açısından da bulunan örneğin sağlık işkolundaki kadrolu işçiler ya da bu geçerli. Ekonomik mücadele ile politik mücadelenin kadrolu güvenceli çalışan memurlar doğrudan bir hak araçları ve örgütleri arasındaki ilişki de hep yeniden gaspının ya da saldırının konusu haline getirilmiyorlar. kurulmuş. Bugün de aslında bunu yaşıyoruz. Belki Onların etrafı çok hızlı bir biçimde ve bilinçli bir de bizim ülkemizde emek hareketinin hiç olmadığı biçimde uygulanan politikalarla güvencesiz bir işçi kadar politikleştiği ve ekonomik mücadele ile siyasal kesimiyle kuşatılıyor ve böylelikle baskı altına alınıyor. mücadele düzlemlerinin hiç olmadığı kadar üst üste Yani çekirdek bir güvenceli çalışan, bunun etrafında düştüğü ve yaklaştığı bir dönemi yaşıyoruz. Aslında sayısı giderek artan bir güvencesiz işçi kuşatması ve başbakanın Tekel işçilerinin direnişi için söylediği bunun bir dış halkasında da hepimizin bildiği gibi sözler bunun çok anahtar ifadeleri. Diyor ki Tekel işsizler. Dolayısıyla birinci stratejisine aslında örgütlü işçileri kendi dertleri için mücadele etmiyorlar, bir işçi kitlelerini güvencesizlikle kuşatarak uygulamaya ekmek mücadelesi değil bu. Bizim siyasal iktidarımıza çalışıyorlar. Ve bu kuşatmayı hiç kuşku yok ki sadece karşı mücadele ediyorlar diyor. Bugün başbakan aslında içerden bir direnişle, yani kazanılmış hakları korumakla bu gerçekliği görüyor ve bunu bir biçimde ifade ediyor. sınırlı bir direnişle ortadan kaldırabilmek ve kırabilmek Bizim de bunu görmemiz, kuşkusuz şu demek değildir. mümkün değil. İkincisi de Tekeldeki arkadaşlarımızın Tekel işçileri AKP politikalarının bütününe karşı yaşadığı gibi özelleştirilen ve tasfiye edilen alanlarda siyasal bir mücadele yürütüyor gibi bir tarifi dört başı güvenceli çalışan kesimler var olan tüm haklarını, tüm mamur ifade etmek kuşkusuz doğru değil. Ama şu çok kazanılmış haklarını ortadan kaldırma tehlikesiyle 4/c açıktır ki Tekel direnişi örneğin bu arkadaşlarımızın gibi 4/b gibi bizim işkolumuzda çok yaygın bir biçimde mücadelesi bundan beş ya da yedi yıl önce aynı şekilde uygulanan taşeron çalıştırma gibi güvencesizliğin aynı dinamiklerle gerçekleşmiş olsaydı bunun Türkiye en ağır çalıştırma biçimidir, taşeron çalıştırma gibi toplumundaki karşılığı ve sonuçları bugünkü gibi en güvencesiz ve kötü çalışma koşullarına mahkûm olmazdı. Şunu söylemeye çalışıyorum. AKP hükümeti edilmekle yüz yüze bırakılıyor. Ve aslında bu süreçte tarafından hayata geçirilen bu yoksullaştırma ve yine neoliberalizm içererek etkisizleştirme politikası güvencesizleştirme politikalarının ortaya çıkarttığı izliyor. Bununla şunu kast etmeye çalışıyorum. sonuçlar bugün Tekel işçilerinin mücadelesini, bu Örneğin özellikle kendi işkolumuzdan yine örnek mücadelenin ortaya çıkarttığı dinamikleri tüm Türkiye vereceğim, performans uygulamaları gibi, toplam kalite toplumu açısından algılanabilir hale getirmiştir. yönetimi gibi sağlıkta özel hastanelere gidişin önünün Ve kendi talepleri ve kendi hak kayıplarıyla Tekel açılması gibi, bir takım döner sermaye uygulamaları işçisinin taleplerini aynı çizgi üzerinde buluşturabilme gibi uygulamalarla aslında bir takım kesimleri içererek olanaklarını yaratmıştır. Bu açıdan aslında emek etkisizleştiren ve topluca hep birlikte ortak bir karşı hareketi açısından böylesi bir siyasallaşmanın içinde 27 bulunuyoruz. Ve bugün aslında geleceğe dönük kendi deneyimlerimizden de yola çıkarak birkaç şeyin altını çizmek istiyorum. Bugün parça parça birçok yerde birçok direniş var. Tekel direnişi bunun en önde olanı. Ve kuşkusuz bunu herkes söylüyor, bu direniş nasıl biterse bitsin, büyük yenilgi alma ihtimali bana kalırsa yok. 58 günün sonunda bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İdeolojik olarak bu direniş yenilmez artık. Politik olarak yenilmez. Yenilmemelidir. Bunun için sendikamız başta olmak üzere tüm sendikal örgütlerin, solun önemli görevleri vardır. Pratik olarak belki bir takım noktalarda çeşitli seçenekler tartışılabilir. Ama bu direniş nasıl biterse bitsin bundan sonra artık sınıf olduğu için hakkını hukukunu savunduğu için 18 tane arkadaşımız işten çıkartıldı. Çoğunluğu da şu an bu salondalar. Şunu düşündüler: üç beş gün bağırır çağırırlar, ondan sonra giderler diye düşündüler. Belki Tekel işçileri için de böyle düşündüler. Ve 45 gün boyunca o hastanenin kapısından ayrılmadık. 45 gün boyunca Okmeydanı hastanesinin kapısında bir direniş yürüttük. Belki o Tekel direnişi kadar herkes görmedi, bilmedi ama mutlaka bilen arkadaşlarımız vardır. Ve 45 günün sonunda bu direniş başarıya ulaştı ve bütün arkadaşlarımız hastanede yeniden işbaşı yaptılar. hareketi açısından bir başka dönemi başlatan çok önemli işlerden bir tanesidir. Ve bugün aslında parça parça birçok yerde birçok şeyler yapılıyor. İstanbul’da itfaiye işçilerinin direnişini biliyoruz hepimiz. Yılbaşını onlarla geçirdik biz. Devrimci Sağlık İşçileri Sendikası olarak. Hep yanlarında olmaya çalıştık. Çadırları söküldü, yanlarında olmaya çalıştık. Şimdi Marmara işçileri direnişteler. Sağlık işkolunda biz taşeron çalıştırmaya karşı yıllardır bir mücadele veriyoruz. Ve bu mücadelede en yoğun baskılarla aslında karşı karşıya kalıyoruz. Daha çok yakın bir zamanda örgütlendiğimiz her yerde arkadaşlarımız işten çıkarılıyor. Taşeron işçisinin sendikası olmaz deniyor çünkü. Daha çok yakın bir zamanda İstanbul’da Ok Meydanı Eğitim ve Araştırma hastanesinde sadece sendikaya üye bir takım sonuçları ortaya çıkarması açısından anlamlı ve bugün sendikal stratejimizi biz esas olarak çok yoğun bir biçimde güvencesiz çalıştırmanın kıskacında işçileşen ve bu işçileşme sürecinde aslında bir sınıf olduğunun farkına varmayan, farkında olmayan bu devasa kitleyi bir sınıf halinde örgütlemeyi ama mutlaka bir hareket içerisinde örgütlemeyi hedefleyen bir çizgi izlemek zorundayız. Önceden işçi sınıfı denildiğinde işte fabrikalarda çalışan büyük üretim birimlerinde çalışan işçiler akla gelirdi. Ama bugün artık doktorların da hemşirelerin de öğretmenlerin de mühendislerin de işçileştiği bir süreci yaşıyoruz. Dolayısıyla bugün aslında bu işçileşme sürecinin farkına varan ve kendini bir sınıf olarak örgütleme hedefini önüne koyan ve bu kitleyi bu kadar parçalanmış bu kitleyi tek bir kitle 28 Bu aslında …bu süreçte önümüzdeki döneme ilişkin haline getirmeyi ve bunun hareketini örgütlemeyi önümüze koymak durumundayız. Bu noktada birkaç tane bazı noktalarda ciddi kısıtlarımız var. Bunlardan bir tanesi farklı statülere dayanan ve aynı alanda faaliyet gösteren emek örgütlerinin ortak mücadele düzleminde bir araya getirilmesi bu noktada birinci sorunumuz. Yani örneğin sağlık işkolunda veya başka işkolunda farklı statülerde çalışan arkadaşlarımızın farklı örgütleri var ve herkes kendi dükkânı üzerinden bu süreci örgütlemeyi önüne koyarsa, bir ortak mücadele düzlemi oluşturamazsak başarı şansımız son derece sınırlı. İkinci önemli sorun da aslında atipik işletme örgütlenmeleriyle aynı iş sürecinde birden fazla işkolunun işçilerini istihdam eden esnek iş organizasyonları. Örneğin, bir işyerine girdiğimizde, örneğin bir belediyede, bir hastanede birden fazla işkoluna tabi olan geleneksel zeminde baktığımızda işçi toplulukları var ve bunların ortak mücadele zemininde bir araya getirilmesi de ikinci temel sorumumuz. Bu nedenle yeni bir sendikal örgütlenme diyoruz. Aynı işyerinde çalışan bütün işçileri içine alan hak mücadelelerinin geçişkenliğini sağlayan bir zeminde örgütlenmelidir. Değerli arkadaşlar bugün aslında sendikal mücadelenin, işçi sınıfı hareketinin talepleri ve kendini tanımladığı düzlem de başka bir duruma ya da düzleme taşınmak zorundadır. Şunu söylemeye çalışıyorum. Çok basit somut bir örnek vereyim. Örneğin asgari ücret, hepimiz için önemli. Bizim sağlık işkolundaki arkadaşlarımızın büyük çoğunluğu asgari ücretle çalışıyor. Asgari ücret tartışmasını biz sadece bir rakam tartışması, üç beş tartışması olarak yapamayız. Bundan yirmi sene önce asgari ücretle geçinen bir işçi arkadaşımız aldığı bu ücretle çoluğunun, çocuğunun giyimini, yemeğini, ısınmasını vs.sini sağlıyordu. Ama bugün aldığımız o asgari ücretle sadece bunları değil, aynı zamanda hastaneye gittiğimizde para ödemek zorundayız, çocuğumuzu okula gönderdiğimizde ayrıca bir takım paralar ödemek zorundayız, devlet okuluna gitse de ulaşım için, barınma için, tüm temel yaşamsal haklar için artık daha fazla para ödemek ve her gün daha fazla para ödemekle karşı karşıyayız. Dolayısıyla bugün örneğin asgari ücret tartışması sadece şu kadar lira olsun, bu kadar lira olsun tartışması değil eğitimin, sağlığın bütünüyle parasız olması. Belli saatlerde örneğin işe gidiş geliş saatlerimizde ulaşımın ücretsiz olması. Herkese yaşayabileceği, barınabileceği bir ev, konut hakkının talebiyle farklı bir biçimde değerlendirilemez. Dolayısıyla aslında sendikal hareket önümüzdeki dönem açısından sadece ücret meselesine 29 değil, esas olarak piyasalaştırılan ve her gün daha da paralı hale getirilen, daha da pahalı hale getirilen temel yaşamsal hakları da temel talepler içerisinde tarif etmek zorundadır. Yani yaşama ve çalışma hakkını bütünüyle ortadan kaldıran bu politikalar karşısında temel haklar için ortak mücadele, ortak mücadele hedefleri belirlemek, ortak örgütlenme düzlemleri belirlemek, güçlü merkezi inisiyatifler oluşturmak ve başta iş güvencesi olmak üzere kazanılmış tüm haklarımıza sahip çıkan ve güvencesizleştirme saldırısına karşı burada güvencesizleştirmeden kastımız sevgili arkadaşlar basitçe bir iş güvencesi değil. Güvencesizlik öyle bir şey ki hani taşeron işçileri bunun ağır biçimini yaşıyorlar dedik, güvencesizlik öyle bir şey ki hani şimdi 4/c filan geçiriyorlar ve arkadaşlarımız direniyorlar, çok haklılar, güvencesizlik basitçe bir iş güvencesinin olup olmaması meselesi değil, bizim hayatla kurduğumuz ilişkiyi bir bütün olarak güvencesiz hale getiren, yani üç gün sonramızın beş gün sonramızın hiçbir biçimde planını yapamaz hale getiren bir süreç. O yüzden Tekel işçisi arkadaşlarımız diyorlar ki sekiz aylık çocuğumu evde bıraktım, gönlüm rahat. Çünkü ben aslında onun için mücadele ediyorum. Dolayısıyla güvencesizlik bu kadar kapsamlı ve bu kadar bütün bir yaşam hakkını ortadan kaldırmayı hedefleyen bir süreç. Ve son olarak şunu söylemek istiyorum. Bütün bu politikalar, bütün bu güvencesizlik, 4/c, 4/b, taşeron, çeşitli biçimler altındaki bu saldırı politikaları ve bu sistem tek bir şey üstünde yürüyebilir. O da emekçilerin örgütsüzlüğü üzerinde o yüzden işte arkadaşlar aslında bizim yürüttüğümüz bu mücadele evet, kazanılmış haklarımıza sahip çıkma mücadelesidir ama bundan da önemlisi örgütlenme hakkımıza sahip çıkma mücadelesidir. Sendikamıza sahip çıkma mücadelesidir. Onun için işte 4/b ya da 4/c denen şey ne işçidir ne memurdur. Açalım 657’yi 4/ nin ve 4/c’nin tanımına bakalım, bundan iki ay önce bu memlekette kimse bilmiyordu bunu, şimdi herkes 4/c’yi konuşuyor, Tekel işçileri sayesinde, ikisinde de böyle üç dört satırlık tanımlar vardır ve der ki işçi sayılmayan personel. Hani memur zaten değil, 4/a’da tarif edilmiş. İşçi sayılmayan personel. Bu aslında özünde bir tanımsızlık, yani emeğin yok sayılması, kimliğin yok sayılması ve bir örgütsüzleştirme saldırısıdır. Onun için aslında bugün özellikle biraz önce Mehmet beyin söylediği o ismi uzun kararnamede de açıklandığı gibi özelleştirilen ya da tasfiye edilen alanlardaki arkadaşlarımız böylesi bir çalıştırma sistemine mahkûm edilmeye çalışıyorlar. Yani örgütsüz, sendikasız ve mevcut hakları bütünüyle her an ortadan kaldırılabilir bir çalıştırma biçimi. Aynı şey taşeron sistemi için de böyledir. Biz taşeronlaştırmanın bütünüyle ortadan kaldırılması için mücadele ediyoruz. İhale lafını hiç sevmiyoruz ama her şeyin ihalesi olabilir belki, masanın, sandalyenin, bir laboratuar malzemesinin ya da herhangi bir şeyin ihalesini belki yapabilirsiniz ama insan emeğinin ihalesi olur mu? İnsan emeğinin pazarda alınıp satıldığı, insanın ihale ile çalıştırıldığı bir sistem her şeyden önce insan onuruna aykırıdır. O yüzden bizim temel sloganımız insan ihale ile çalıştırılmaz diyoruz. Dolayısıyla taşeron çalıştırmayı, 4/b’yi 4/c’yi yani tüm güvencesiz çalıştırma biçimini bu topraklarda bütünüyle ortadan kaldıracak bir mücadele sürecinin bugün artık Tekel işçilerinin direnişiyle birlikte tüm Türkiye toplumu açısından sonuçları ve yapılabilirliği, görünürlüğü artmış durumdadır. özel ve istisnai durumlar için tarif edilmiş şeylerdir. Yani Tekel işçilerinin 4/c statüsünde çalıştırılması aslında hukuken mümkün değildir. Devletin kendi hukuksuzluklarından bir tanesidir. Devlet 4/c’yi şunun için tarif etmiş. Özel bir iş vardır. Örneğin, herhangi bir bakanlıkta ya da kurumda bir bilgisayar donanımı diyelim ki kurulacaktır, bunun için bir paket iş olarak yapılır bu. Gelir birileri kısmi zamanlı çalışır, işi yapar ondan sonra gider. Dört b de aynı şekilde. 4/b’nin tanımında da diyor ki istisnai hallere münhasır olmak üzere. Şimdi sağlık hizmeti istisnai hallere münhasır bir hizmet midir? Hani Arapçasıyla söyleyelim. Ama bugün sağlık hizmetlerinin çok büyük bir kısmı 4/bli arkadaşlarımız tarafından Bugün yapılması gereken şey aslında Tekel direnişi yürütülmektedir. Çok büyük bir kısmı da taşeron konusunda da söylendi. Basitçe bir dayanışma ilişkisi, şirketler tarafından çalıştırılan, yaklaşık 150.000 bu hiç basit bir şey değil, basit derken küçümsemek sağlık emekçisi bugün sağlık hizmetini yürütmektedir. açısından söylemiyorum. Dayanışma çok önemli. Tekel Dolayısıyla aslında bütün bunlar devletin kendi işçilerinin gerçek anlamda, kelimenin gerçek anlamıyla hukuksuzluklarıdır aynı zamanda. Hukuk da aslında dayanışmaya da ihtiyacı var. Vardı ve bu dayanışma da biraz önce yine vurgulandı, hani hukuk dediğimiz gösterildi ve bundan sonra da gösterilecek. Ama bunu şey hukukçu değilim ama şunu herhalde hepimiz bu düzlemden sıçratan ve bu topraklarda bu ülkenin biliyoruz ki hukuk dediğimiz şey bir takım kâğıtlar tüm değerlerini ve güzelliklerini üreten emekçilerin üzerinde yazan maddeler veya yasalar değildir, hukuk güvenceli çalışma haklarını her ne koşul altında da yaşayan bir süreçtir. Hukuk sınıflar mücadelesi olursa olsun güvenceli çalışma hakkını garanti altına içerisinde yapılan ve yazılan bir süreçtir. Dolayısıyla bu alan ve bunu hedefine koyan ve 4/b, 4/c taşeron gibi alanın hukukunu da güvencesizleştirmeye karşı, kendi tüm güvencesiz çalıştırma biçimlerine karşı ortak hakkımızı hukukumuzu koruyan devletin doğrudan bir mücadele düzlemi yaratılmak zorundadır. Bunun hukuksuzluğuna karşı mücadele eden ve bu alanın yaratılabilmesinin olanakları aslında dün olduğundan hukukunu yazan bir süreci örgütlemek zorundayız. bugün çok daha fazlasıyla vardır. Ve aslında bugün siyasal iktidar da Tekel işçilerine karşı bu noktadan daha Son olarak sağlık alanında son küçük bir diyelim fazla esnememiz mümkün değildir derken başbakan mütevazı olarak ama bir kazanımımızı sizlerle bu temel stratejilerinin yani emeği ucuzlatmak, ucuz paylaşarak bitirmek istiyorum. Tekel işçilerinin ve güvencesiz işçilik politikalarında da geri adım talepleri ve direnişiyle çok örtüştüğünü düşündüğümüz atamayacağını söylemektedir. Aslında bu hepimizin için bunun altını çizmek istiyorum. Evet, biraz önce bildiği gibi en başta da onu vurgulamaya çalıştım, söyledim. İnsan ihaleyle çalıştırılmaz, sağlıkta taşeron tüm dünyadaki sermaye stratejisidir. Evet, herkesin bir olmaz diyerek yaklaşık yedi sekiz yıldır çok yoğun stratejisi vardır. Bu bir sermaye stratejisidir. Ve bugün bir mücadele yürütüyoruz. Sağlık işkolunda taşeron AKP bunu yapmaya mecburdur. Bu AKP iktidarının şirketler aracılığıyla çalıştırılan yaklaşık 150.000 kendi kararı ya da AKP iktidarının kendi politikası arkadaşımız var. Hiçbir hakları yok. Asgari ücretle değildir. Bu sistemi sürdürebilmek için tüm dünyada çalışıyorlar. Yıllık izinleri yok. Sürekli girdi çıktıları ucuz ve güvencesiz işçilik üzerine kurulu bu sistemi yapıldığı için kıdem tazminatları yok. Fazla mesaileri sürdürebilmek için bu iktidarı, bu sermaye iktidarını yok. Emekleri görülmüyor. Kimlikleri görülmüyor. Ve sürdürebilmek için bugün AKP hükümeti yarın da bu örgütlenme süreci içerisinde örgütlü olduğumuz bir başka sermaye hükümeti bu politikayı uygulamaya tüm hastanelerde bu çalıştırma biçiminin anayasaya mahkûmdur ve mecburdur. O yüzden Tayyip Erdoğan, ve iş kanununa aykırı olduğunu, hukuksuz olduğunu buradan daha geri adım atabilmemiz mümkün değildir mücadelenin eşlik ettiği bir biçimde ifade ettik ve demektedir. Sanıyorum Mehmet Şimşek ti, daha fazla Çalışma Bakanlığından bu konuda tespitler yapmalarını geri adım atamayız dedi, on beş yirmi gün önce, yol istedik. Çalışma Bakanlığı müfettişleri tüm hastanelere olur dedi. 90.000 işçi olacak 4/c statüsünde dedi. müfettişlerini gönderdi ve bu ihalelerin yani sağlık Aslında hukuken bakıldığında 4/c ve 4/b statüsü çok hizmetinin doğrudan taşeron şirket aracılığıyla parantez içi bir şey söylemek istiyordum, mutlaka çalıştırılan sağlık emekçileri tarafından yürütülmesinin biliyordur arkadaşlarımız ama, bu her iki statüde 657’de hukuki deyimiyle muvazaalı, yani aldatmacalı, hileli tanımlanmış olan bu her iki statü de aslında son derece olduğunu tespit etti ve bu şekilde çalıştırmayı tespiti 30 yaptırdığımız tüm hastanelerde kaldırmanın yolunu açtı. Adana’da Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne bağlı olarak çalışan 1.200 tane taşeron sağlık işçisinin ilk işbaşı yaptıkları tarihten itibaren asıl işverenin yani Üniversite Rektörlüğünün işçisi olduğunu tespit etti ve 1.200 tane arkadaşımızın SSK kayıtları dâhil olmak üzere taşeron şirketin dosyasını kapattı ve tamamının Çukurova Üniversitesi Rektörlüğü üzerinden tescil işlemlerini yaptı. Yani Çukurova Üniversitesindeki arkadaşlarımız sizler gibi, sizin bırakmamak için mücadele ettiğiniz güvenceli, kadrolu işçi statüsüne kavuştular. Yani başından itibaren en kötü koşullarda güvencesiz çalıştırılan bir kesim açısından önemli bir kazanım elde edilmiş oldu. Bu alanın hukukunu tarif etmek açısından da aslında önemli bir adım atılmış oldu. Bugün önümüzde duran görev tüm sağlık işkolunda ve tüm işkollarında taşeron çalıştırmayı ortadan kaldırmayı hedefleyen ve yasaklatmayı hedefleyen bir mücadeledir. Biz biliyoruz ki bu mücadele Tekel direnişiyle birlikte aslında bundan sonraki günlerde örneğin 26 Şubatta başbakanlık önünde bir eylemimiz olacak, başbakana diyeceğiz ki taşeron sistem sağlık işkolunda vicdanen zaten iflas etmişti, hastane yangınları, bebek ölümleri bunlar vicdani iflasın göstergeleriydi. Artık hukuken de iflas etmiştir. Bunda ısrar etmek hukuksuzluktur. Ey başbakan, madem sen bu ülkeyi yönetiyorsun. O zaman bu hukuksuzlukta ısrar etme ve taşeron çalıştırmayı kaldır. Tüm sağlık çalışanlarına ve tabi ki tüm çalışanlara güvenceli çalışma hakkını tanı, diyeceğiz. Ve biz biliyoruz ki 26 Şubatta başbakanlık önüne gittiğimizde taşeron sağlık işçileri olarak Tekel direnişinin ortaya çıkarttığı tüm sonuçları, o arkadaşlarımızın 58 gündür ortaya çıkarttıkları tüm enerjiyi, tüm dinamizmi yüreğimize koyacağız ve onunla birlikte gideceğiz. Sınıf hareketi böyle bir şey değerli arkadaşlar, hepimizin bildiği gibi. Sınıf hareketi sınıf kardeşlerinin farklı dilden, farklı dinden, farklı kültürden sınıf üyelerinin unsurlarının bu mücadele içerisinde, yani emek mücadelesi içerisinde yan yana geldiği, ne güzel söyledi başkan, Trabzonlu ile Diyarbakırlının aynı türküyü birlikte söylediği bir süreç emek hareketi içerisinde, yani eşitlik, özgürlük, barış, adalet mücadelesi emek mücadelesi içerisinde çok güzel bir biçimde yan yana geliyor ve bunları, taşları birbirinin üstüne koyarak yürüyoruz. Hiç birimizin yaptığı çok küçük gibi görünen herhangi bir kazanım ya da verilen mücadele hiç biri boşa gitmiyor. Hepsi Tekel kadar büyük olmak zorunda değil. Üç tane tekstil işçisinin bir fabrikada üç gün yürüttüğü bir direniş, ya da sokağa çıkıp attığı iki tane slogan hiç biri boşa gitmiyor. Hep birbirinin üstüne koyarak yürüyoruz. Biz de o yüzden diyoruz ki taşeron işçiler olarak, Tekel için direnen arkadaşlarımızın 31 tüm bu enerjisini ve tüm dinamizmini sırtımıza alacağız, arkamıza alacağız, yüreğimize koyacağız ve bu mücadeleye devam edeceğiz. Ama bu mücadelenin başarıya ulaşmasının kuşkusuz temel yollarından bir tanesi de bu mücadeleyi ortaklaştıracak ve gerçekten sendikal hareketi bir parçası olan sendikal hareketi ama esas olarak işçi sınıfı hareketini bir başka düzleme sıçratacak enerjiyi bunun örgütlerini, bunun araçlarını hep birlikte yaratacağız ve önümüzdeki dönemde bunun örneklerini çoğaltacağımıza inanıyorum. Hepinize teşekkür ederim. (alkışlar…) Ali Çolak. Ben konuşmacı arkadaşlara çok teşekkür ediyorum. Dilerseniz ikinci bir tür hakkı vermeden önce sözü salona verelim. Salondan gelecek sorulara ve yorumlara bırakalım. Daha sonra bu sorulara cevap olmak üzere beşer dakika arkadaşlarımıza söz vereceğiz. Abdülkerim Dinçmen. Tekel Diyarbakır Yaprak Tütün işçilerindenim. Öncelikle ben size teşekkür ediyorum, aydınlatıcı bilgilerinizden dolayı. Ben her üç başkanımıza birden soruyorum kim ne pay çıkarırsa. Şimdi bahsediyoruz ki işte özelleştirme furyası altında işte taşeronlaştırma bu şeydeki bir emek mücadelesinde şimdi bütün bunlar ortaya çıkarken bizim altı tane konfederasyonumuz var, işçi memur olmak üzere, şimdi en son 4 Şubatta aldığımız bir günlük dayanışma eyleminde ortaya çıktı ki bazı konfederasyonlarımızla yol yürünemeyeceğini anladı herkes. Ayyuka çıktı. Bu süreçten sonra yani bu söz konusu iki tane konfederasyon önlerine nasıl bir yol çıkaracaklar. Ve işte başta Kesk, Disk ve Türk İş olmak üzere bu konfederasyonlar diğer bu eylemi kıran işte Hak İş örneğin veya Memur Sen. Hak İş’in İstanbul’daki Saraçhanedeki mitinge dört tane elemanla katıldığını biliyoruz. Yani bunlarla yol yürüyemeyeceğimizi, daha doğrusu dereyi geçerken at değiştiremeyeceğimizi bildiğimiz için katlandığımız bu konfederasyonlar hakkında kim ne biliyorsa bizi aydınlatırsa çok seviniriz. Teşekkür ediyorum. Faruk Ayyıldız. Herkese teşekkür ediyorum. Diyarbakır’dan katılıyorum. Siz 4/c’yi tarif ettiniz. Başbakan 4/c diyor. Biz 4/c diyoruz ama arzu başkanım da tarif etmeye çalıştı ama ben çözemedim. Yarın olası bir 4/c’ye gittiğimizde, en kötü ihtimali düşünüyorum, altıma ütülü pantolon üstüme avam ? mı giyineceğim, yoksa üstüme kravat takıp altıma iş tulumu mu giyeceğim, onu bilmiyorum. Aydınlatırsanız sevinirim. Dursun Çil. Birleşik Bes üyesiyim. Benim söylemek istediğim şu. Yani sınıfsal mücadele İngiltere’de tekstil sektörüyle başlamıştır. O sektörden sınıfsal mücadelenin başlamasında yüzlerce işçimiz çok zor koşullarda çalışılmış, hatta idam edilmiş, en zor koşullarda mücadele sonucunda işçi sınıfı sendikal örgütlenmeye varmıştır ve sendikal mücadele ancak mücadele ederek kazanılmıştır. Bir noktaya gelinmiştir. Tekel işçilerinin mücadelesi şu anda çok önemlidir benim açımdan. Çünkü mücadele vardır. Mücadele işçi sınıfı hareketini ileri noktaya götürür. Yoksa masa başında oturarak mücadele etmeden işçi sınıfı hareketinin başarıya ulaşması mümkün değildir. Bu anlamda 25-26 (15-16 demek istedi- b.ç.) Haziran olaylarından sonra Türkiye’de gelişen işçi sınıfı hareketlerine en yakın örnek budur. O 25-26 haziran olaylarını bize hatırlatmıştır Tekel işçilerinin hareketi. Onun için Tekel işçileri diğer sendikal hareketlerinden veya sendika yöneticilerinden bir adım öndedir. Elbette ki bu mücadeleye diğer sendikalar arka cepheden bakacaklardır. Mücadeleye imreneceklerdir. Hatta aman aşırıya gitmeyin, diğer siyasi hareketlerin etkisine kapılmayın. Sizin mücadeleniz ekmek mücadelesidir. Bunun dışındaki mücadeleye katılmayın diyeceklerdir. Buna katılmak kesinlikle mümkün değildir. Bu sadece Tekel işçilerinin ekmek mücadelesi değildir. Bu işçi sınıfının mücadelesidir. Bu gözle bakmak lazımdır. Bu anlamda değerlendirmek lazımdır. Tekel işçileri her ne kadar kendi ekmek mücadelelerini veriyorlarsa da verilen mücadele bir sınıf mücadelesidir. O anlamda biz kendimizi emekçiyiz, ilericiyiz, devrimciyiz diyorsak olanca gücümüzle destek vermeliyiz, bu hareketi Türkiye genelinde yaygınlaştırmak…4/c hareketi ilk …soracağım soru şu. Yani bu perspektifle baktığımız zaman olaya nasıl Tekel işçilerine siz ekmek mücadelesi verirsiniz verin, onun dışındaki mücadelenin dışında kalın. Bu sadece Türkiye’nin mücadelesi, sizin mücadelenizdir, diğer mücadelenin kapsamını göz ardı edin gibi bir söylemde bulunabiliyorlar onu anlamakta sıkıntı çekiyorum. Buna yanıt verirlerse çok teşekkür ediyorum. Ali Çolak. Bir de arkada bir arkadaşımız var… Ragıp Çelik. Adıyaman’danım. Adıyaman şubesinden. Benim sadece şunu öğrenmek istiyorum. Altı tane konfederasyon varken neden başbakan sadece Türk İş’i davet ediyor. Bunu öğrenmek istiyorum. Teşekkür ederim. Ali Çolak. Teşekkürler. Ben gene ilk…bir soru daha var…peki…ilk turda unuttu galiba sorusunu… Aydın Aslan. Diyarbakır’dan. Benim üç başkanıma sorum olacak. Bu süreç niye bu kadar uzadı. Eksiklerimiz ne. Ben bu süreç içerisinde eksiklerimiz ne. Çok teşekkür ederim. Ali Çolak. Ben gene ilk turdaki sırayla söz veriyorum. Buyurun Cemal bey. Cemal Doğru. Teşekkür ediyorum sayın başkanlarıma. Özellikle gerçekten bize bir aydınlattılar birçok konuda. Tabi her iktidar kendine yakın bir sendika yaratmak ister. Kendi sendikasını yaratmak ister. Son süreçte yaşadıklarımız da bunu apaçık ortaya koydu. Özellikle bizim Tek Gıda İş sendikasına karşı gösterilen duruş aslında bugünkü acı tabloyu da önümüze koydu. Çünkü hani bu son alınan kararda bile uyum sağlamayan, bu işe katkı sunmayan Hak İş’in son süreçteki saldırıları bunu tekrardan apaçık ortaya koymaktadır. Bugün bile bizleri çok farklı bir yönle suçlayan bizim sendikayı ve genel başkanımızı farklı bir boyuta taşımak isteyen bir açıklamaları tekrardan oldu. Ama bu söylemleri bugünden değil. Yani AKP hükümetinin işbaşına gelmesiyle beraber tabi ki kendi sendikasını yaratma adına öncelikle birilerine saldırtmaya çalıştılar. Bizim Çay Kur mücadelesi bunun bariz bir örneğidir. Çay Kur’da biz iki yıldır bir tek üyemizden aidat Ali Çolak. Teşekkürler. Başka soru yok galiba. Şurda alamıyoruz. Çay Kur’da 15.000 üyeden 9.600 tane bir arkadaşımız var…son soru olsun. Ondan sonra üyemiz olmasına rağmen 4.500 üyesi olan Hak İş’e toparlayalım. Çalışma Bakanlığı tarafından yetkinin verilmesi bu açık bir göstergedir zaten. Ben yetkiyi onlara verdim. Bahri Esmer. Diyarbakır’dan geliyorum. Ben bir şey Siz gidin itiraz edin mantığını ön plana çıkardılar ve söyleyeceğim. Bu sendikalar, konfederasyonlar neden iki yıldır bizleri o alandan mahrum bıraktılar. Ama yani tam etkinliklerini biraz ortaya çıkarıyor yani neden en son mahkeme kararıyla yetkinin tekrardan bizlere bir yerde samimiyet ortaya çıkmıyor yani. Herkes bana verilmesi tabi ki oları belli bir derece kudurttu işin diyor. Bütün yani konfederasyonlarının başkanları açıkçası. Son olarak Tekelde çalışan arkadaşlarımız, büyük arabalarla, lüksle oraya mı…kaçmaya… 12.000 üyemiz, yani şu anda burada olanlar bile şu yoksa kendi işçisini sağlamayan konfederasyon işçi anda resmi anlamda Tek Gıda İş’in üyeleri değiller. sendikaları neden yani bunu yapamıyor, beceremiyor. Çünkü yine Çalışma Bakanlığının Hak İş üzerinden Neden bir araya gelemiyor. Bu çıkar meselesi mi ne bir itiraz dilekçesi sunması üzerine bizim yetkimizi meselesi. Bunu anlamak istiyorum. Yani işçinin…la ? düşürdü. Tek Gıda İşin yetkisini düşürdü. Ve bir yıl cebine koyup da yan gelip yatmak mıdır bilmiyorum. bir aydır bu arkadaşlarımızın hiçbir tanesi sendikasına Bunu bir açıklarsanız çok iyi olur. bir kuruş bile aidat ödemiyor. Bunu da yaptırdılar ve maddi açıdan çok ciddi açıdan bizleri sıkıntıya soktular. 32 27.000 üyeden bir yılla iki yıl arasında aidat almazsan bir sendika nasıl ayakta duracak gerçekten çok zordur ama buna rağmen Tek Gıda İş sendikası dürüst ve ciddi bir tavır ortaya koyaraktan bu mücadeleyi sürdürmeye çalıştı. İşte 4 şubattaki aslında bu konfederasyonların geri adım at…daha doğrusu geri adım at…zaten baştan beri bu işin arkasında samimiyetsiz bir şekilde bu işin arkasında durmaya çalıştılar. Bunun göstergesidir o sendikalara cevabı da bence en iyi cevabı verecek olan üyeleridirler. Bu konuda bir şüphemiz de yoktur. 4/c’nin tarifini arkadaşımıza tekrardan söylemenin bir anlamı yoktur. Gerçekten bunlar ne işçi ne memur statüsüyle, köle statüsüyle çalıştırılacak durumdalar. Ben destek konusunda Tekel çalışanlarına destek konusunda bir iki şeye değinmek istiyorum. Hocalarımdan özür dileyerekten, başkanlarımdan. Şimdi herkes bize bir şekilde destek vermeye çalışıyor. Ama son süreçte, yaklaşık on beş gündür herkes kendisini bizim önümüze koymaya çalıştı. Şu anlamda önümüze koymaya çalıştı. Bizlere hep yol göstererek. Yani bu bildirilerle, bu asılan afişlerle herkes bizlere bir şey öğretmeye çalıştı. Bizlere önümüze bir yol koymaya çalıştı. Şimdi herkes önümüze bir yol koymaya çalışırsa biz ne kendi yolumuzu doğru buluruz, ne onlar bizden faydalanabilir. Yani kendi alanını genişletmek ister. Bu doğaldır. Kendi propagandasını da yapmak ister bu da doğaldır. Ama bu mücadele benimse ordaki kurallara da birilerinin saygı göstermesi gerekir. Benim koyduğum kurallara birilerinin destek sunması gerekir, arkamda durması gerekir. Herkes kendi kuralını benim önüme koyarsa orda ciddi anlamda bir kuralsızlık başlar ve hepimiz açısından da bir hüsran olur diye düşünüyorum. Şimdi, başbakanın neden Türk İşi çağırdığı konusuna aslında başkanlarım daha iyi cevap verir de bence o konfederasyonlar bir araya gelip bu işi kendi aralarında çözebilirler diye düşünüyorum. Nasıl bir kararlaşma yaşarlar. Onu da bilmiyorum. Ama hükümetin bize karşı kullandığı bütün attığı bütün adımların ve söylediği bütün yalanların bir bir kendisine döndüğünü ve gün geçtikçe de battığını açık olarak söyleyebilirim. Hocamın bizim yaptığımız oylama, referandum konusundaki yanlış bulmasına bir yerde katılabiliriz ama o oylamayı yapmamız bu harekete çok ciddi anlamda bir ciddiyet kazandırdı ve ivme kazandırdı. Onu söyleyebilirim. Ama yanlış tarafını da hocamın söylediği şekilde şu aşamada ben dersem ki ben bu işciye bir referandum yaptıracağım, devam mı tamam mı kararını şu anda oylatırsam en büyük yanlışı, en büyük hüsranı biz kendimiz yaratmış olacağız. Biz görüşmeler sonucunda varılan noktayı getirip işçilerle paylaşmadığımız sürece zaten yapacağımız 33 her türlü referandumun hüsranla sonuçlanacağını ben söyleyebilirim. Şu anda söyleyebileceklerim onlar ve süreç niye bu kadar uzadı derseniz bunun bir süresi yoktur. Bu sadece Yorsan deneyiminde bile 382 günlük bir direnişi biz gözümüzün önüne getirirsek bir fabrikada, bir özel sektörde 382 günlük bir direnişin sonucunda kazanılan bir kazanım vardır, bir zafer vardır. Ama gelin görün ki yine hükümetin yandaşları olan o fabrika 40 trilyon para nakit o işçiye ödemesine rağmen o işçileri işbaşı yaptırmadı, geri iade etmedi, mahkeme karar vermesine rağmen. İşe iade etmedi ama bütün kıdem tazminatlarını 40 trilyon lira defaten ödedi işçiye ve hepsini kapı dışarı etti. Bunu bu şekilde söyleyebilirim. Bunun süresi yoktur. Devam edebiliriz. Teşekkür ediyorum. Ali Çolak. Teşekkürler buyurun hocam. Mehmet Beşeli. Sorular çok, isim belirtilmeden yapıldığı için genel değerlendirme gibi olacak. Bana gelen sorularda isim vermedikleri için anlayabiliyorum. Şimdi öncelikle birinci mesele şu: benim sunuşumda işçiler sadece ekmek mücadelesi versinler başka hiçbir mücadeleye karışmasınlar diye bir anlam çıktıysa herhalde benim anlatımımdan kaynaklamış bir anlamdır. Ben böyle bir şey söylemedim. Ama Tekel işçilerinin mücadelesine olmayan anlamları yüklemek aslında yapması gerekenleri yapmayanların tembelliğinden çıkıyordur diye düşünüyorum. Yani bu çerçevede cevap vereyim. Zaman zaman dilimiz sürçüyor. 25-26 haziran değil, 15-16 haziranı kast etti arkadaşımız. Mikrofon heyecanı. Ama kayıtlara girdiği için düzeltelim diye söyledim. Şimdi bu sürecin içerisinde yaşanan bu sürecin geldiği nokta uzun mu kısa mı? Normal bir akış seyrediyor aslında şu anda bana göre. Ben çok fazla uzayacağını zannetmiyorum aslında Yorsan direnişi ve başka yerlerdeki grevler ve direnişler gibi çok uzun süreceğini zannetmiyorum. Gelinen aşama açısından yani sonucu nasıl olacağı açısından tabi bu falcılıktır sonuç itibariyle ama falcılık yapmamamız gerekir. Birincisi Tekel işçilerinin kendi bulundukları yerden yani sıfırda değillerdi sonuç itibariyle. Onu hep söylemeye çalışıyorum. Kazanılmış bir takım hakları vardı. Bu haklarla şu anda kazanmış oldukları, vermiş oldukları mücadeleyle değiştirdikleri ve kazanmış oldukları ama kabul etmedikleri bir takım haklar var. Bu ikisi arasında gerilim yaşayacak bu süreç. Siz kendi içinizde tartışırken de son nihai noktaya gelindiğinde finale gelindiğinde kazanılmış haklar mı kazan….şu an kazandığımız ya da önümüzdeki birkaç gün içerisinde, hafta içerisinde kazanacağımız haklar, kazandığımız haklar mı arasında bir gerilim yaşanacak. Buna en iyi kararı sizler vereceksiniz. Dolayısıyla en doğru kararı da sizler vereceksiniz ve sizin kararınız tartışılmaz. Buradan hemen şeye bağlayayım, ben o ilk yapılan oylamayı kesinlikle küçümsemek için söylemedim ama bir tehlikeye işçilerin dikkatini çekmek için söylüyorum. Şu sağlanamazsa, kim ne karar, görüşme, müzakere, anlaşma yaparsa yapsın eğer son söz Tekel işçilerinindir kuralı işletilemezse yapılacak her türlü adım, oylama, görüş, yoklama, anket vs. işçilerin aleyhine sonuçlanır. Buna izin verilmemesi gerekiyor. Yani ister oylama yapın ister yapmayın, o ayrı mesele. Ama birileri görüşme öncesinde işçi görüşü sormamalıdır. İşçiler son sözü söylemelidirler. başbakanın alanına girer. O kadar ileri gitmeyelim. Sorunun esas sahibi odur ama muhtemelen altı konfederasyon içerisindeki görüşmelerde muhtemelen bir takım yakınmalar şikâyetler türünden şeyler olmuştur. Tek bir konfederasyonu çağırarak belki sorunu daha rahat halledeceğini düşünmüştür. Ama bütün bunların hangisini yaparsa yapsın bu kuralı hayata geçirmemiz lazım. Hep birlikte ne olursa olsun son sözü biz söyleyeceğiz diyebilmeniz gerekiyor. Yani bunu bir kural ve ilke, yasa olarak bu direnişin yasası, ilkesi olarak hayata geçirmemiz gerekiyor. Yani sendika yöneticileri hükümet başkanı ile bakanlarla görüşme yapmadan önce işçilerin görüşünü sormamalıdır. İşçilerin görüşü belli. Gidip görüşmesini yapmalıdır. Görüşmede ortaya çıkan sonucu ve kendi görüşleriyle birlikte işçilerin onayına sunmalıdır. İşçiler hep son sözü söylemelidirler. Çünkü müzakereye girme hakkınız yok sizin. Direnen Tekel işçileri şu anda müzakereye giremiyorlar. Girseniz başka şey söylerdim. Girmiyor, kendi adınıza müzakere etmiyorsunuz. Temsilcileriniz sizin adınıza müzakere ediyor ve şu an görülen zaten sizi temsil edenlerle sizin bir sorununuz gözükmüyor şu anda. İlerde çıkabilir ya da çıkmayabilir. İnşallah çıkmaz. Yani bu birliktelik devam eder. Ama bu bir mücadeledir sonuç olarak. Biraz evvel sorulan sorularda niye konfederasyonların hepsi değil de birisini çağırıyor meselesi. Muhtemelen bir bilgisi vardır. Konfederasyonların arasındaki tartışmalara yönelik olarak bir bilgisi vardır. Daha detaylı açıklamak 4 Şubat ile ilgili birkaç şey, aslında söylemedim ama bu tür mücadelelerde kol kırılır yen içinde kalır bölümü vardır. Ama 4 Şubat böyle bir şey değildir. Biz eksikliklerimizi ve hatalarımızı, yanlışlarımızı bilmezsek doğru dürüst mücadele edemeyiz. 4 Şubatta genel grev, genel direniş diyenler var. 4 Şubat genel grevi diyenler var. Doğru tabir şudur. 4 şubat etkinliğidir bu. Bunun da tarihe geçmesi lazım. Yani yirmi yıl sonra birisi kalkıp bugünkü gazeteleri okuduğunda ya bunlar genel grev yapmışlar dememeli. Bu herhangi bir etkinlik gibi bir etkinlik olmuştur. Katılım azdır. Kilit sektörlerde iş durdurulamamıştır. Herkes birbirini kollayarak sürece girmiştir. Bunu özellikle Tekel işçilerinin çok net olarak bilmesi gerekiyor. Bütün işçilerin bilmesi gerekiyor. Bu, bunun niye olduğunu bunun niye bu şekilde gerçekleştiğini başka boyutlarla tartışmamız mümkün ama buradan çıkartmamız gereken ders şu hepimiz açısından çıkartmamız gereken ders şu. 34 Örgütlülüğün yoksa eylem talebi örgütlemeyeceksin. Onu yapacak örgütlülüğün yoksa eylem talebi örgüt… yani genel grev yapamıyorsan, genel grevi yapacak örgütlülüğün yoksa genel grev talep etmeyeceksin. Bu çünkü genel grevin anlamını ve önemini küçültüyor. Söylüyorsan da yapacaksın. Ben şöylelerini gördüm. Aylar önce size burada gaz sıkarlarken İstanbul’da daha o gün kimse söylemeden genel grev diye ortalığa çıkanların işyerinde bir kişinin iş durdurmasını sağlayamadığını gördüm ben. Bu süreçte gördüm. Yine bir başkasının hareket tarzına göre kendisini ayarlayan ve örgütüne de böyle talimat verenleri de gördüm. Başkası yapıyorsa biz yapıyoruz diyenleri de gördüm. O nedenle işçiler olarak şunu bileceğiz. İşçi, yani genel…daha büyük mücadele noktasına taşıyor olmak kendi başına bir şey etmiyor. Bunun örgütlenmesi yoksa zaten taşıyamıyoruz. O gözüktü. Taşınamadı da. Ve bakan çok açık mesela Çalışma Bakanı dalga geçti. Makul ve sağduyulu bir eylemdi. Bir bakan böyle değerlendiriyorsa, övüyorsa şeyi bunda bir problem var demektir. O nedenle işin hangi boyutlara taşınacağı noktasında şu andan itibaren ne olacağı, nasıl biteceği noktasında en doğru kararı elbette ki öncelikle özneleri sizler olduğunuz için sizler karar vereceksiniz. Yani önünüze bir teklif çıkacak, bir öneri çıkacak, bir şey çıkacak yani sonuç olarak, birkaç gün içerisinde muhtemelen başbakanla görüşmeler vs.den sonra bir şey çıkacak. Onu değerlendireceksiniz. Onun koşullarını birlikte değerlendireceksiniz. Hükümetin kendisine çizdiği bir süre var. Ay sonu verdi size sayın başbakan. Ay sonunda yasa dışı muamelesi yapacağını söyledi. Göreceğiz. Yani onların da ne olacağını göreceğiz. Yani o gerçekten ay sonunda bitecek mi bu iş. Ondan sonraki sürece sarkacak mı sarkmayacak mı? Onların hepsini göreceğiz. Bu konfederasyonlar konusunda birleşmesi konusunda bir kere şöyle bir noktayı yani bu genel grev tartışmasıyla da bağlantılı olarak, bilgi olarak da şey yapalım. Yani 13 milyon civarında ücret ve maaşıyla geçinenlerin olduğu, yani işçi sınıfını kapsamayan, sayısal kapsamını söylüyorum. Şehirlerde yaşayanlar açısından 13-15 milyon arasındadır. Bunun şu günkü koşulları memur sendikalarını bir tarafa ayırıyorum. 600.000 kişisi örgütlüdür. Yani 11 milyonun diyelim aslında 11 milyonun 600.000 kişisi örgütlüdür. Burada isterse bir tane konfederasyon olsun, isterse iki olsun 6 olmasın, 3 olmasın neyse. Bu tablo esas itibariyle sendikal örgütlülüğün belki de tarihinin en kötü dönemini yaşadığının göstergesidir. Bunu herkesin bilmesi gerekir. Burada altı tane lükstür elbette. Bu örgütlülüğe göre altı tane lükstür ama aynı sayıya ve orana sahip olan ülkelerde neler olduğunu biz biliyoruz. Yani bu sayıda olan bu kadar sendika üyesi olan 35 ülkelerde hayatın nasıl durdurulduğunu yine bu az çok sayıda sendika tarafından olduğunu görüyoruz. Mesele sadece birleşme meselesi değildir. Yani hepsi aynı şeyi savunanları birleştirseniz ne olur. Hiçbir şey çıkmaz ordan. Koltuk kavgası çıkar başka bir şey çıkmaz. Benzer şeyleri yapan, benzer şeyleri savunanların, yani bir araya …ayrı ayrı duracaklarına bir araya gelecekler yani şu anda. Dolayısıyla biraz daha hem sendikal örgütlülüğün artması, hem de sendikal zihniyetin, anlayışın değişmesinden bakmak gerekiyor. Bu …kolay değil yani birleşsinler, birleşince daha güçlü olurlar. Hayır, bugünkünden daha da zayıf olurlar birleşince. Çünkü o zaman dışarıdan laf söyleyeni de kendi içlerinde boğmaya çalışırlar birleşirlerse. O yüzden birleşmek her zaman iyi değildir. Teşekkürler… Ali Çolak. Teşekkürler. Şimdi, Arzu Çerkezoğlu… Arzu Çerkezoğlu. Soruların bir kısmına yanıt verildi aslında tekrar etmemeye çalışacağım.Konfederasyonlara yönelik özellikle 4 Şubat eyleminden yola çıkarak arkadaşların sorduğu biraz daha farklı bir dille ifade edersek sendikal bürokrasiye ilişkin birtakım tespitlerden yola çıkarak sorular bazı sorular var. Söylendi hakkaten de her siyasal iktidar sendikaları, sınıfı kontrol altında tutmak açısından, sınıf hareketini denetim altında tutmak açısından kendine yakın, kendi güdümünde bir takım sendikal tırnak içerisinde örgütler yaratır. Bunları güçlendirir, büyütür. Örneğin bizim ülkemizde kamu sendikaları açısından işte memur senin son yedi yılda astronomik bir büyümesi vardır. Ortada bir mücadelenin büyüttüğü bir şey midir? Bize göre sendikalar nasıl büyür. Mücadele büyürse, mücadele gelişirse, sendikal örgütlenme mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt verirse üyesi de çoğalır, örgütlenir, büyür. Ama bu böyle değildir. Doğrudan devlet olanaklarıyla büyütülmektedir. Dolayısıyla bu yapılar açısından işte Hak İş, memur sen…4 Şubat süreci veya bütün bu süreç içerisinde etkin bir rol almaları, bu süreçte ilerici bir dinamik olarak varsayılmaları bile doğru bir şey değildir bize göre. Fakat hani bu süreçte mümkün olduğu kadar geniş bir birlik sağlamak adına bu adım atılmıştır. Ama buradan böyle bir beklenti içinde olmak dahi aslında çok anlamlı değildir. Bugün sendikal harekete dönük bir taraftan 600.000 sendika üyesinin olduğu bir ülkeden söz ediyoruz denildi. Bir taraftan güvencesiz işçilik, ucuz işçilikle sendikal örgütlenme zemini ortadan kaldırılıyor bir taraftan da çeşitli uluslar arası merkezler, stk’laştırma dediğimiz bir takım yönetişim politikaları gibi çeşitli araçlarla da aslında sendikal hareket çeşitli biçimler altında manipüle edilmeye çalışılıyor. Bütün dünyada böyle, bizim ülkemizde de böyle. Dolayısıyla mücadeleyi ve çizgiyi nereye kuracağımıza ve kimlerle ve nasıl kuracağımıza bakmalıyız. Evet, Hak İş İstanbul’da hakkaten bizim de önümüzde yürüyordu hani yol boyu da beraber yürüdük. Bir tane kocaman bir pankart arkasında dört kişi vardı. Yani bunun ötesinde bir katılımı söz konusu değildi. Böyle bir beklenti içinde olmak da aslında çok doğru değildir. Yine bir konfederasyonun geçenlerde bir toplantısında şöyle konuşuyor konfederasyonun yetkilisi bize hükümetin arka bahçesi diyorlar, yok, biz arka bahçesi değiliz, ön bahçesiyiz diyor. Göğsünü gere gere. Şimdi bunlara da sendikal örgüt dememek de gerekir. Ve böyle de bir beklenti içinde de olmamak gerekir. Ama bütün bu süreç aslında şunu göstermiştir ki gerçek mücadele dinamikleri üzerinden aslında birleştirecek ve yan yana getirecek ve büyütecek olan mücadele dinamiklerinin kendisidir. Demin itfaiye işçilerini örnek verirken onun için söyledim. Biz Disk’e bağlı bir sendikayız. İtfaiye işçileri de Türk İş’e bağlı bir sendikada örgütlü. Şimdi burada Disk, Türk iş gibi bir tartışma mı yapacağız. Tabi ki hayır. Orada mücadele eden. Taşeronlaştırmaya karşı mücadele eden işçi arkadaşlarımız ve bir sendika var. Dolayısıyla bizim görevimiz onlarla kendi mücadelemizi bütünleştirmek taleplerimizi yan yana getirmek ve büyütmek olmalıdır. Birlik tartışması da böyle bir şeydir. İktidarın yaptığı birlik tartışması gibi geçen başbakan söyledi. Aynı tartışmayı o da yapıyor aslında. Dedi ki bu kadar çok konfederasyon niye var. İşçi memur konfederasyonları ayrı ayrı hani gelin bunları birleştirelim. Tek bir yapı olarak karşımıza çıkın. Daha da güçlü olursunuz dedi. Aslında bu birlik tartışması, esas olarak onların yaptığı birlik tartışması sendikal hareketi daha da fazla kontrol, denetim altına alma hamlesinden başka bir şey değil. Ha, neden sadece Türk İş ile görüşüyor başbakan kuşkusuz onun bu süreçte seçiciliğinden ve belki de Tekel direnişine ilişkin aslında başından beri planı, programı, stratejiyi kurduğu yere işaret eden bir şey. Ama esas olarak burada bir takım farklı çizgide gördüğü inisiyatifleri ya da sendikal örgütleri devre dışı bırakmak ve bir başka yerden tarif etmek açısından seçilmiş bir durum. Bu da bana kalırsa çok şaşırtıcı bir süreç değil. 4/c’nin ne olduğuna dair arkadaşım bir soru sordu. Aslında kendisi de çok güzel ifade etti. Cevabı da vardı hani benzetmesi de çok yerinde. Siz ne işçisiniz ne memursunuz, sizin emeğiniz görülmez, sizin değeriniz yoktur. Örgütlenemezsiniz, hiçbir hakkınız yoktur. İstediğim zaman ben sizi kapının önüne koyarım biçiminde kölece çalıştırma koşulunun ve biçiminin bir adıdır 4/c. Dolayısıyla arkadaşlarımız da buna karşı bir direnç örgütlüyorlar. Buradaki temel hedef biraz önce de ifade ettiğim gibi bu güvencesiz çalıştırma biçimlerinin bütününü bu topraklarda ortadan kaldırmak zorundayız. Başka türlü bize Günyüzü yok. Belki biz bugün bir süredir çalışıyoruz, her birimizin belli bir çalışma süresi var vs. ama hakkaten çocuklarımız çok daha kötü koşullarda ve çok daha vahim bir tablo bekliyor onları. Dolayısıyla bu ülkenin geleceğine sahip çıktığımız için bunları yapmak zorundayız. Burada 4 Şubat açısından birkaç şey söylemek istiyorum yine. Aslında 4 Şubat süreci ta başından itibaren, Ankara’da yapılan Türk İş mitingi de dâhil olmak üzere bir sürecin devamı. 4 Şubatı hatırlarsak kararı 3 Şubat diye alınmıştı önce. Sonra bir pazartesi günü bir görüşme vardı. 4 Şubattan önceki pazartesi. Ve o pazartesi günkü görüşme müthiş bir beklenti yaratıldı. Ve aslında 4 Şubat eylemi dolayısıyla doğrudan örgütlenmedi. Sonra bir gün ertelendi 3 Şubattan 4 Şubata alındı. Ama 4 Şubat eyleminin temel problemi bir mücadele bütünlüğünden yoksun olması ve aslında hani eyleme ne dersek diyelim, ister etkinlik diyelim, ister grev diyelim, ne dersek diyelim, 4 Şubat eyleminin sahibi yoktu arkadaşlar. 4 Şubat eyleminin sahibi ne Türk İşti ne disk idi ne kesk idi ne bir başkasıydı. 4 Şubat eylemi hani hakkaten hiçbir biçimde örgütlenmeyen ama sadece örgütlenmeme meselesi değil, sahibi olup ben bu eylemi şunun için örgütlüyorum diye dönüp tüm Türkiye halklarına da çağrı yapan bir iradeden, bir 36 inisiyatiften, bir merkezden yoksundu. Tıpkı bugün aslında sendikal hareketin böyle ikisi bir bütünlüklü toplumsal muhalefetin bütünlüklü bir merkezinin olmaması gibi. Oysa ki tam tersine bugün günlerdir süren bu direnişin ortaya çıkardığı duyarlılık aslında belki de çok uzun zamandır gerçek bir halk grevine doğru gidebilecek çok önemli bir adımın atılabileceği bir konjonktürün ve olanakların olduğu bir dönemde bu yapılmadı. Çok yakınında 25 Kasımda biliyorsunuz kamu emekçilerinin bir grevi gerçekleşti. Ha, o da çok iyi örgütlendi mi. Aslında o da çok iyi örgütlenmedi. Kesk dâhil bir sürü eksiklikleri vardır. Ama 25 Kasım grevinin bir sahibi vardı. Ben şunun için grev yapıyorum diyen bir irade, bir örgüt, bir inisiyatif vardı ve 25 Kasım grevi, hepimizin bildiği gibi, aslında önemli bir toplumsal desteği de açığa çıkartan bir eylemlilik oldu. 4 Şubat ta çok rahatlıkla bu süreçte bu kadar sıcak bir direnişin ortasında ve herkesin taraf olduğu, evinde televizyon izleyen bir ev kadınının da taraf olduğu duyarlılığını açığa çıkarttığı kendi talepleriyle özdeşleştirebildiği bir süreçte herkesin katılabildiği, sadece üretim süreci içerisinde olanların değil. Üniversite öğrencisinin okula gitmeyerek, tıpkı 91’de Zonguldak döneminde olduğu gibi, 3 Ocakta, üniversite öğrencisinin okula gitmeyerek, ev kadınının bir biçimde kendini ifade ettiği, esnafın kepenk kapatarak belki kendini ifade ettiği bir sürecin örgütlenmesinin aslında olanakları vardı. Ama bunu ortaya çıkartacak bir irade, bir inisiyatif, bir merkez yoktu 4 Şubatta. Bunu bu sürecin bir bütünlüğü yoktu. Yani ben 4 Şubatta tamam belki iki günde genel grev örgütleyemem ama Tekel işçisine destek grevi örgütlüyorum. Ama 10-11 Şubatta da bu topraklardan güvencesiz çalıştırmayı ortadan kaldırmaya dönük bir mücadele sürecinin başlangıcı olarak da iki gün grev örgütlüyorum diyen bir irade çıksaydı bunun arkasından, böyle bir süreci örgütleyebilseydik 4 Şubat bambaşka olurdu. Bunu hepimiz herhalde görüyoruz. Dolayısıyla burada bir merkezin olmaması, bir iradenin, inisiyatifin oluşmasındaki zafiyet mevcut konfederal örgütlerimizin, mevcut durumların ötesinde bir başka eksikliğe de işaret ediyor. Çok küçük bir şeyle bitireceğim. Tabi ki son söz Tekel işçilerinin olmalıdır. Bu konuda hiçbir beis yok ama şöyle bir yaklaşımı biz çok doğru bulmuyoruz. Evet, son söz Tekel işçilerinin olmalıdır ama Tekel işçilerinin sözü de sendikadır değerli arkadaşlar. Şöyle bir yaklaşım hani sendika yöneticileri bir genel başkan olduğum için asla söylemiyorum, yarın o arkadaşlarım burada olacaklar, bizim işkolumuzdaki diğer sendikanın, Türk İşe bağlı Sağlık İş sendikasının 49 yıldır aynı başkan var başında. Bir ömür boyu başkanlık yapıyor. Hani o ayrı bir uç örnek ama bizim mesela sendikal anlayışımızda asla şöyle bir şey yoktur. Yöneticilerin karar verdiği 37 olmamalıdır da hiçbir sınıf örgütünde, yöneticilerin karar verdiği ve temsil ettiği bir süreç değil. Doğrudan bütün kararları yöneticisi, üyesinin birlikte aldığı. Her kararı biz birlikte alırız. Aldığımız kararın arkasında da hep beraber dururuz. Almadığımız kararı da kimse bize söyletemez. Dolayısıyla son söz Tekel işçilerinin olmalıdır. Ama sendika Tekel işçileridir. Ve bu süreçte hani Tekel işçilerinin sendikasıyla evet, bir problem yoktur. Bu da çok önemli bir şeydir. Bu önemli bir şeydir kuşkusuz, hele bu dönemde, sendikal bürokrasinin bu kadar ağır olduğu bir ülkede bir sendikal hareket içerisinden konuşuyoruz, ama sendika işçinin kendisi olmak zorundadır. Her şeyiyle işçilerin söz ve karar sahibi olduğu bir sınıf örgütü olarak yaşamın bütününü örgütleyen, sadece üretim süreci içerisindeki parçasını değil, evinde çoluğuyla çocuğuyla, komşusuyla beraber çalıştğı arkadaşlarıyla ilişkisini bütünüyle örgütleyen bir sendikal anlayışa ve mutlaka ve mutlaka kendini mevcut yasalarla sınırlamayan fiili ve meşru temelde ve tırnak içinde altını çizerek söylüyorum düzen dışı bir gerçeklik haline gelmediği sürece sendikalarımız ve sendikal hareketimiz aslında bugün şu konuştuğumuz bu koşullar içerisinde emek ve sermaye arasındaki ilişkiler düzleminin yeniden kurulabilmesinin olanakları yoktur. Bunun çok açık göstergelerini de aslında içinde n geçtiğimiz günlerde yaşıyoruz. Teşekkür ederim. (alkışlar…) Ali Çolak. Ben çok teşekkür ediyorum. Bence her üç yöneticimiz de çok önemli şeyler söylediler. Ve bu toplantının amacına uygun bir toplantı olduğu kanısındayım. Biz Mülkiyeliler Birliği olarak eylemin başından beri Tekel işçilerinin yanında olmaya özen gösterdik. Sayın başkanın Cemal Doğru arkadaşımızın ifade ettiği şeyi çok önemsiyorum. Uyarıyı çok önemsiyorum. Biz o noktada durduğumuz için bunu kendi üzerime almıyorum ama çok önemli bir uyarıdır. Tekel işçilerine hiç kimse bir irade, bir kural dayatamaz. Son söz Tekel işçilerinin olacaktır. Ben gene Türk İş önünde sizleri ziyaret ettiğim gün söylediklerimi tekrar ediyorum. Tekel işçileri orda olduğu süre içerisinde Mülkiyeliler Birliği gücü ve olanakları ölçüsünde Tekel işçilerinin yanında olacaktır. Olmaya devam edecektir. Gene Cemal arkadaşımızın tarifindeki gibi çok güzel tarif etti. Türkiye’nin gelecekteki mozaiğini bugünden kuran Tekel işçisini saygıyla selamlıyorum. Hepinize teşekkür ediyorum. (alkışlar…) Bu arada Tekel işçisi arkadaşlarımız için yemek hazır arkada. Buyurun… Güvencesizliğin Gölgesinde İşçi Hareketleri ve Tekel Direnişi paneli gelecekleri özelleştirmeciler tarafından çalınan tüm emekçilerin sorunlarına yanıt aramak sermaye sınıfının kamuyu talan etme çabalarına dur diyebilmenin küçük bir çabasıdır. Panel afişleri yoğun olarak Tekel Direniş çadırları bölgesinde yapılarak işçilerin katılımı sağlanmış internet üzerinden yapılan yayın sayesinde panel Birlik sitemizden ve çadırlar bölgesine yerleştirilen sinevizyon aracılığıyla panele katılamayan işçilerede ulaştırılmıştır. 38 39 ESKİ MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ GENEL BAŞKANLARINDAN AYHAN AÇIKALIN ANILDI Birlik eski genel başkanlarımızdan Ayhan Açıkalın 12 Şubat Cuma günü Birliğimiz konferans salonunda arkadaşları, dostları ve genç Mülkiyeliler tarafından anıldı. Anma toplantısına Prof. Dr. Metin Kazancı, Arslan KAYA ve Birlik Başkanı Ali Çolak katıldı. Anıların paylaşıldığı toplantıda geçmiş günleri yâd etmek için konuklara simit, çay ve peynir ikram edildi. Anma Mülkiye Spor Vakfı ve BİLAY ile birlikte düzenlendi 40 Yönetimliğini Mülkiye Spor futbol takımı antrenörlerinden Zafer Akturan ve Sema Cabbaroğlu’nun yaptığı “ZORUNLU HAYAT” belgeseli 17 Şubat 2010 Çarşamba günü saat 18.30’da Birliğimiz salonunda gösterildi ve izleyiciler yönetmen Zafer Akturan ile söyleşi yaptılar. Belgeselin amacı izleyicilerin bir dönemin trajedisiyle yüzleşmelerini sağlamak ve boşaltılan köylerin ve zorla göçün yürek burkan öyküsüne tanıklık etmekti. 41 8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜNÜN 100.YILI EKMEK VE GÜL Yürüyoruz yürüyoruz, günün aydınlığında Donuk fabrika bacalarına, yoksul mutfaklara Çarpıyor sesimiz ve birden parlayan Bir ışık gibi ulaşıyor insanlara “Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!” Yürüyoruz yürüyoruz, erkekler için de yürüyoruz Çünkü hala bizim oğullarımızdır onlar Ve biz hala analık ederiz onlara En zorlu iş, en ağır emek Ve çalışmak doğuştan mezara dek Ve böyle sürüp gitsin istemiyoruz Yaşamak için ekmek Ruhumuz için gül istiyoruz! Yürüyoruz yürüyoruz kol kola Saflarımızda ölüp gitmiş arkadaşlarımız Ve türkümüzde onların kederli “Ekmek!” çığlıkları Çünkü bir köle gibi çalıştırıldı onlar Sanattan, güzellikten, sevgiden yoksun Biz de bugün hâlâ onların özlemini haykırıyoruz İş ve ekmek istiyoruz Ama gül de istiyoruz Yürüyoruz yürüyoruz, yan yana, güzel günler adına Kadınız, insanız, insanlığı ayağa kaldırıyoruz Paydos bundan böyle köleliğe, aylaklığa Herkes çalışsın, bölüşülsün kardeşçe, yaşamın sundukları İşte bunun için yükseliyor yüreklerimizden Bu ekmek ve gül türküleri Ve yineliyoruz hep bir ağızdan “Ekmek ve gül! Ekmek ve gül!” James OPPENHEİM • 1912 yılında Amerika’da, Massahucettes Eyaleti’ndeki büyük yün merkezi Lawrence’de, 20.000 işçi, ücretlerinin azalmasını protesto ettiler. Bunun üzerine büyük New England Tekstil Sanayi’ni sarsan işi bırakma olayı gerçekleştirildi. Grevcilerin yaptığı pek çok yürüyüşden birinde, bir grup genç kız “Hem Ekmek Hem de Gül İstiyoruz” yazılı bir pankart taşıdı. Bu James Oppenheim’in ünlü “Ekmek ve Gül” şiirine ilham oldu. Fransızca’da “Du Pain et Des Roses”, İtalyanca’da “Pan a Rosa” başlığıyla başlığıyla söylenen şiiri. Şair Metin Demirtaş “Ekmek ve Gül” başlığıyla Türkçe’ye çevirdi. 42 Dünya Kadınlar Günü nedeniyle, Mülkiyeliler Birliği ve Mülkiye Kamu Çalışma Topluluğu’nun ortaklaşa düzenlediği “Kadın ve Sanat” isimli panel, 10 Mart 2010 tarihinde Ankara Üniversitesi SBF Aziz Köklü Konferans Salonunda gerçekleştirildi. Mülkiyeliler Birliği adına Vadi Küçük konuştu. Halime GÜNER (Uçan Süpürge Kurucusu ve Başkanı) , Güzin YAMANER (A.Ü. Devlet Konservatuarı Dans Bölümü Başkanı), Banu AKIN (Kişisel Gelişim Uzmanı) , İlkay AKKAYA (Özgün Müzik Sanatçısı) katıldığı panelden sonra, Aysun TÖNGÜR dünya folk müziğinden örnekler sunduğu bir dinleti yaptı. Karikatürcüler Derneğinin kadın sorunlarını anlatan karikatürleri ve Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesinin ve Belgesel fotoğrafçıların kadın fotoğraflarından oluşan fotoğraf sergileri açıldı. Etkinlik kokteyle sona erdi. 43 SERGİLERDEN GÖRÜNTÜLER 44 MÜLKİYE ARAŞTIRMA MERKEZİ ÇALIŞMALARINA YENİ BÜROSUNDA DEVAM EDECEK... Değerli Mülkiyeliler; ve bir rapor halinde üyelerimiz ve kamuoyu ile paylaşılmıştır. İşgücü piyasası, istihdam ve işsizlik konularını geniş bir perspektifte ele almayı amaçlayan İstihdam Çalışma Grubu değerlendirmelerini kapsamlı bir rapor haline getirmiş olup, rapor önümüzdeki günlerde kamuoyunda tartışmaya açılacaktır. Ülkemizdeki tarımsal yapıyı ve tarım kesiminin sorunlarını ele alacak bir Tarım Çalışma Grubu da faaliyetlerini sürdürmektedir. Türkiye’nin Tarımda Kendi Kendine Yeterliliği (Gıda Güvencesi) konusunu ele alan bir rapor hazırlanmış olup, önümüzdeki günlerde üyelerimiz ve kamuoyu ile paylaşılacaktır. Halen faaliyet göstermekte olan çalışma gruplarına ek olarak ülkemizin güncel ekonomik, siyasal ve toplumsal gereksinimleri çerçevesinde yeni çalışma gruplarının oluşturulması gündemimizde öncelikli bir konudur. Özellikle kamu yönetimi ve dış politika alanları öncelikli olarak çalışılması gereken alanlar arasında yer almaktadır. MAR çalışmalarında bilgi ve birikim olarak yararlanacağımız en temel kaynak elbette ki Mülkiyeli üyelerimizdir. Fakültemiz özellikle teorik çalışmalarda bize büyük katkı sağlayabilir. Bürokraside halen çalışan veya emekli, bilgisi ve deneyiminden yararlanabileceğimiz geniş bir kitle var. Diğer taraftan, örgütsel bir temelde meslek odalarıyla, sendikalarla, sektör temsilcisi örgütlerle birlikte ortak çalışmalar yürütmek, projeler yapmak hedeflerimizden birisidir. Mülkiye Araştırma Merkezi olarak destek ve katkılarınızı bekliyoruz. Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi bünyesinde oluşturulan Mülkiye Araştırma Merkezinde (MAR) Türkiye’nin iktisadi, toplumsal, siyasal, idari ve dış politika alanlarında önem arz eden sorunların ele alınması, incelenmesi, çözüm önerilerinin geliştirilmesi ve geleceğe yönelik perspektiflerin ortaya konulması temel amaç olarak belirlenmiştir. MAR, çalışmalarında, ülkemizin kaynaklarını doğru ve akılcı bir yönelimle kullanan ve geliştiren, kamu yararının gözetilmesini ve toplumun refahın artırılmasını ön planda tutan, ilerici ve emekten yana bir yaklaşımı benimsemiştir. Merkezimizin yetkili organı olan yönetim kurulu yedi üyeden oluşmaktadır. Başkanlığını Rahmi Aşkın Türeli’nin yürüttüğü merkezde, Prof. Dr. Can Hamamcı, Prof. Dr. Aziz Konukman, Fikret Gülen, Ahmet Erhan Çelik, Erdal Eren ve Dr. Yiğit Karahanoğulları yönetim kurulu üyeleri olarak görev yapmaktadırlar. MAR faaliyetlerini yürütürken iki çalışma yöntemini birlikte izlemeyi amaçlamıştır. Bu çerçevede MAR, bir taraftan bir araştırma merkezinden beklenen temel işlev olan çeşitli konularda araştırmalar yapma, çözüm önerileri geliştirme ve raporlar yayınlayarak kamuoyunu doğru bilgilendirme işlevini yerine getireceği gibi, diğer taraftan bir düşünce üretim merkezi olarak geleceğe yönelik bir perspektifi de içerecek şekilde fikir üreten, strateji belirleyen bir işlevi de üstlenmeyi temel prensip olarak benimsemiştir. Merkezde, halen, kriz, istihdam ve tarım konularında oluşturulan çalışma grupları faaliyetlerini yürütmektedirler. Kriz Çalışma Grubunda, küresel kriz, nedenleri, izlediği seyir, muhtemel etkileri ve Türkiye ekonomisine olan yansımaları çerçevesinde ayrıntılı inceleme konusu yapılmış olup, ulaşılan sonuçlar web sitemizdeki değerlendirme notlarıyla Mülkiye Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu İletişim: Karanfil Sokak 15/5 Kızılay/ ANKARA 0312.4185572 www.mulkiye-mar.org 45 MÜLKİYE İSTİHDAM YÖNLENDİRME MERKEZİ (MİM) AÇILDI (Mülkiyeliler Birliği İstihdam Yönlendirme Merkezi (MİM) 17 Mart 2010 Çarşamba günü Karanfil Sokataki bürosunda çalışmalarına başladı. Merkez Başkanı Erdal Eren’inAçılış konuşmasının Birliğimizin tarihe bir dipnot düştüğüne inanarak konuşmanın tümünü yayınlamayı gerekli gördük) 1980’den itibaren yaygınlaşan d evletin küçültülmesi ve özelleştirme politikaları sonucu kamu sektörünün ekonomi içindeki yeri ve dolayısıyla istihdamdaki payı giderek azalmaya başlamıştır. Bu süreçte SBF gibi, özellikle kamu sektörüne nitelikli yönetici yetiştiren okulların mezunlarının istihdam edilmesinde ve yetiştirilmesinde değişimler başlamıştır. 1980 öncesi SBF mezunlarının neredeyse tümü kamu sektöründe istihdam edilirken, devletin küçültülmesi politikalarının yanı sıra, yüksek ücret ve yükselme olanaklarının fazlalığı sonucu ,son yıllarda özel sektörde istihdam edilen mezunlarımızın sayısı hızla artmıştır.Günümüzde geleneğinin devamı olarak mezunlarımızın ağırlıklı bir bölümü kamu sektöründe istihdam edilirken,giderek artan oranda mezunumuz da özel sektörde çalışmaktadır. Kamu Personel Seçme Sınavlarında(KPSS) Fakültemiz mezunlarının başarı sıralaması en üst düzeydedir. KPSS öncesi öğrenci ve mezunlarımızın sınavlar ve meslek seçimi konularında bilgilendirilmeleri ve yönlendirilmeleri ile bu başarının artarak devam ettirilmesi gerekmektedir. Bununla birlikte kamu kurumlarının yaptıkları mülakatların yakından takip edilmesi ne yazık ki günümüz koşullarında bir zorunluluk haline gelmiştir. Diğer taraftan bir çok köklü üniversite (ODTÜ, Boğaziçi Ün. , Bilkent Ün.vb.) kendi mezunlarının istihdamını kolaylaştırmak için Kariyer Merkezleri kurmuş durumdadır. Eğitimi , nitelikleri ve mezunlarının başarıları ile bilinen Mülkiyelilerin özel sektöre personel seçiminde diğer üniversitelerin mezunlarının olanaklarından geri kalmaları kabul edilemeyeceği gibi istihdam olanaklarının kurumsal bir yapı tarafından koordine edilmesi/desteklenmesi durumunda ortaya büyük bir başarının çıkması beklenen bir durumdur. Bu noktada SBF’nin mezunlar derneği olan Mülkiyeliler Birliğinin devreye girmesi kaçınılmaz olmuştur. Emeğin en yüce değer olduğuna inanan Mülkiyeliler Birliği, SBF öğrenci ve mezunlarının kamu ve özel sektörde istihdam olanaklarını artırmak, nitelik ve deneyimlerine uygun iş bulmalarına destek olmak üzere 4904 sayılı Türk İş Kurumu Kanunu’nun özel İstihdam Bürolarına ilişkin hükümleri çerçevesinde Mülkiyeliler Birliği İstihdam Yönlendirme Merkezini (MİM) kurmuştur. MİM’in kuruluşu ile, -Mülkiye mezunlarının seçili özel sektör kuruluşlarında işe yerleştirilmeleri, • Mülkiyelilerin Kamu Personel Seçme Sınavı ile yazılı/sözlü kurumsal sınavlar hakkında bilgilendirilerek yönlendirilmeleri, • Kamu kurumsal sınavlarında mezunlarımızın başarı durumları ve haklarının etkin bir şekilde izlenmesi, 46 • Öğrenci ve mezunlarımıza yönelik bilgilendirme toplantıları, kurs ve seminer gibi eğitim etkinliklerinin gerçekleştirilmesi, • Öğrenci ve yeni mezunlarımızın iş yaşamı hakkında bilgilendirilmesi ve istihdama ilişkin yeni koşul gereksinimlerinin önceden tespiti ve giderilmesi, • Öğrencilerimize kamu kurumlarında ve seçili özel sektör kuruluşlarında staj yapma olanağının sağlanması, • MİM faaliyetlerinin Fakültemizle birlikte ve akademisyenlerimizin katılımı ile yönetilmesi ve yürütülmesi, amaçlanmaktadır. Kısa bir süre önce Karanfil Sokak No:15/5 Kızılay /Ankara adresinde faaliyetlerine başlayan Mülkiyeliler Birliği İstihdam Yönlendirme Merkezi (MİM) bünyesinde, Mülkiye mezunlarının özgeçmiş ve nitelik bilgilerinin bulunacağı www.mulkiyeistihdam.org.tr web sitesini barındırmaktadır. Mülkiyeliler Birliği İstihdam Yönlendirme Merkezi (MİM) Yönetim Kurulunda; Erdal EREN (Başkan), Doç. Dr. İlkay Savcı, Eren Öğütoğulları, Yurdum Çağatay, Serkan Opak, O.Nejat Güneri ve Hüseyin Boğa görev almaktadır. 47 MÜLKİYE ARAŞTIRMA MERKEZİ (MAR) MÜLKİYE İSTİHDAM YÖNLENDİRME MERKEZİ (MİM) AÇILIŞTAN SONRA MÜLKİYELİLER BİRLİĞİNDE KOKTEYL VERDİ Mülkiye Araştırma Merkezi (MAR) ile Mülkiye İstihdam ve Yönlendirme Merkezinin (MİM) açılışından sonra Mülkiyeliler Birliği lokalinde kokteyl verildi. Kokteyle Birlik üyeleri, Birlik yönetim kurulları , siyaset ve bürokrasi dünyasından çok sayıda konuk katıldı 48 şubelerden Şubelerimizin yetkili organlarının listesidir MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ANTALYA ŞUBESİ MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ADANA ŞUBESİ Yönetim Kurulu (ASİL) Regaip BAYKAL Başkan Esmeray YOĞUN ERÇEN Sekreter Mehmet SEÇİNTİ II. Başkan Mehtap TÜRKDOĞAN Muhasip Erol COŞANOĞLU Üye Yönetim Kurulu (YEDEK) Nurhak ÖZENSOY Samih Azmi EZER Cumali KURAN Yalçın METE Okan ÖZANDAÇ Denetim Kurulu ( ASİL) Havva YENİÇERİ Başkan Mustafa KIZAK Üye Kudret ÇAKIRCA Üye Yönetim Kurulu (ASİL) Hasan KALAYCI Mahmut DURAN H. Demet TUZCU Süreyya MUŞLULAR Cem BALKAN Üye Başkan II. Başkan Yazman Sayman MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ESKİŞEHİR ŞUBESİ Yönetim Kurulu (ASİL) Nejdet BİLGİN Başkan Abdulkadir ADAR Başkan Yard. Mefkure ATAK Sekreter Cebrail ZDEMİR ayman Mehmet BAŞAR Üye Yönetim Kurulu (YEDEK) Mehmet AKKAŞ Nihal YILDIRIM MIZRAK Oğuz TURAN Murat ÖZGÜL Denetim Kurulu (YEDEK) Beyazıt ABLAY H. Kaan ÖYKEN Osman Turhan ÖZCAN Denetim Kurulu (ASİL) Turan ÖZKAN Mustafa UÇKAÇ Fikriye YÜKSEL MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ BURSA ŞUBESİ Yönetim Kurulu (ASİL) Naci DAMAR Başkan Fatih SİVRİ Sayman M. Yalçın YALÇINKAYA Sekreter Üye Doğan TAŞFİLİZ Mustafa ÖZTÜRK Denetim Kurulu (YEDEK) A. Banu BAŞAR Berna KAYA Sedef OLUKLULU Yönetim Kurulu (YEDEK Nalan ÖLMEZOĞULLARI Şener ŞENYÜREK Rasim ÇALIŞKAN Haluk BAHAR Çetin TOKAT Denetim Kurulu (ASİL) Mustafa BAYRAKTAR Levent KUMRAL Önder EVCİ Denetim Kurulu (YEDEK) Şeracettin ÖZAĞAÇ Tayfun BEŞE Naci AŞIROĞLU MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ KAYSERİ ŞUBESİ Yönetim Kurulu (ASİL) Ali Rıza İNCETAN Başkan Nuhmehmet YILMAZKOLUKISA 2. Başkan Şemsi Aziz ÇINAROĞLU Sekreter Mehmet ERCİYES Sayman Aliye Ferdağ AKKAN Üye Denetim Kurulu (ASİL) Turgay ERGİN Özkan BASAT Yasemin UNCULAR 49 MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ İZMİR ŞUBESİ MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ İSTANBUL ŞUBESİ Yönetim Kurulu (ASİL) Kadir TİMURTURKAN Başkan Yeşim GENÇOĞLU 2. Başkan İsmail ORAL Sekreter Aslı TENGİZ Sayman Melih DİRİL Üye Yönetim Kurulu (ASİL) A. Müfit ERKARAKAŞ Haluk YURTKURAN Gazi Turgay ÖZMANSUR Şimal KONANÇ Ahmet AKCAN Yönetim Kurulu ( YEDEK) Kurtuluş OZAN KESER Levent ÖZKARDEŞ Sinem SEYHAN İsmail IŞIK Esat YAMAÇ Denetim Kurulu (ASİL) Prof. Dr. Tülay YÜCEL Ömer AKDOĞAN Barış ULUDAĞ Denetim Kurulu (YEDEK) Çağdaş BEKTAŞ Mehtap KARGIN Alper ELİKÜÇÜK Yönetim Kurulu ( YEDEK) Erdoğan SAĞLAM Ali Ergin ŞAHİN Emin TAYLAN Demet ANGIN Selçuk YILDIZ Denetim Kurulu (ASİL) Fikret YAKAR Gökhan GÜNERİ Kenan ÖZSARAÇ Denetim Kurulu (YEDEK) Oğuz BULUT Recep ÇELİK Tevabil ÜSTÜNDAĞ MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ MERSİN ŞUBESİ MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ SAMSUN ŞUBESİ Yönetim Kurulu (ASİL) Celalettin ÇIPLAK Başkan Betül BARBUR Sekreter Ender ÖZBEK Sayman Burak HANCIOĞLU Üye Saim TINAZTEPE Üye Yönetim Kurulu ( YEDEK) Şahabettin DOĞAN Çelik CESUROĞLU Özgür DURMAZ Burçin İLDAS Ayfer VARLI Yönetim Kurulu (ASİL) A. Alper Küpcü Başkan Burhan Kömpe Başkan Yard. S. Yener Günay Coşkun Mutlu Mustafa Kösebalaban Muzaffer Kesim Başkan 2. Başkan Sekreter Sayman Üye Yönetim Kurulu (YEDEK Başkan Gamze Türker M. Savaş Dizdar Ali Türker Hüseyin Gülmen Denetim Kurulu (ASİL) Mustafa İngenç Özer Muratoğlu Cihan Özkalaycı Denetim Kurulu (YEDEK) Erdoğan Özdemir Erdal Yavuz M. E. Baysal Denetim Kurulu (ASİL) Mehmet YEŞİLBOĞAZ M. Süha SOYUPAK Veli KARGI Denetim Kurulu (YEDEK) Hüseyin SOYER Naci MENTEŞ Harun ELGİN 50 üyelerden IMF ÜZERİNE SÖYLEŞİ Doç. Dr. Mustafa Durmuş Gazi Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü Öğr.Üyesi Uluslararası Para Fonu (IMF), 2008 küresel ekonomik krizinden belki de en karlı çıkan ender uluslar arası kuruluşların başında geliyor. Çünkü kriz öncesinde ciddi biçimde eleştirilmiş, önemli bir kredibilite kaybına uğramıştı. Öyle ki çok sayıda insan IMF’nin kapatılması gerektiğini düşünüyordu. Krizden bu yana ise IMF yeniden aranan bir kurum haline geldi. Çünkü ne Fed ne de diğer merkez bankaları küresel finansal çöküşe yeterince koordineli ve güçlü bir biçimde müdahale edemediler. Bu durum ‘son borç verici kurum’ olarak IMF kredilerine olan talebi artırdı. Böylece IMF, G20 Londra zirvesinde alınan kararların ardından, kaynaklarını üç katına çıkartarak 1,1 trilyon ABD dolarlık bir fona hükmeder hale geldi. Kendi tahvillerini ve altın stokunu satarak ilave fon yaratması konusunda da yetkilendirildi. Özetle, IMF bugünlerde bir arı kovanı gibi işliyor. Diğer taraftan, IMF’ ye ilişkin eleştiriler hız kesmeden devam ediyor. Özellikle krizden ciddi olarak etkilenmiş olan ve geçmişte de IMF’nin ‘Yapısal Uyarlama Politikaları’nı izleyerek bugünlere gelmiş azgelişmiş ülkelerin, IMF’nin kapısını çalarken elleri titriyor. Büyük medya, IMF’nin daha insancıl politikalara yönelmekte olduğu, azgelişmiş ülkeleri daha fazla gözetmeye başladığı, bu anlamda da değişmekte olduğu yönünde bir izlenim yaratmaya çalışsa da, azgelişmiş ülkelerle kriz sonrasında yapılan 30 civarındaki kredi anlaşmasının çoğunluğunun içerdiği koşullar, verilmeye çalışılan görüntünün aksine, IMF’ nin pek de değişmediğini ortaya koyuyor. soruları yanıtlayabilmek için IMF’nin kuruluşundan başlayarak bugüne kadar izlediği stratejileri yönlendiren dinamikleri iyi analiz etmek gerekli. SORU 1: Uluslar arası Para fonu (IMF) hangi ihtiyaçtan doğdu? İktisat kitapları ağız birliği içinde, Bretton Woods (BW) İkizleri olarak da adlandırılan IMF ve Dünya Bankası’nın (DB), 1929–1933 krizi ve 2. Dünya Savaşı’ndan çok kötü etkilenen dünya ticaret sistemini ve yerle bir olan Avrupa ekonomisini yeniden inşa etmek amacıyla, ABD’nin öncülüğünde, 1944 yılında Bretton Woods Konferansı’nda kurulduğunu yazarlar. Bu kurumların finansal tasarımı yapanlar ise Keynes ve dönemin önde gelen New Deal’cılarından ve McCarthism döneminde komünist ajanlığıyla suçlanmış olan ABD Hazine müsteşarı White’dır . Yani IMF ve DB’ nın bir anlamda fikir babaları sağ- liberal iktisatçılar değil, ekonomik istikrarın sağlanması için piyasalara kapitalist devletin müdahalesini savunan Keynesyen reformist iktisatçılar olmuştur. Diğer bir yönüyle, IMF, tıpkı DB ve GATT gibi, özünde 2. Dünya Savaşı sonrasında kapitalist dünyanın tek hakimi haline gelen ABD’nin ihtiyaçlarını karşılamaya hizmet eden ve onun egemenliği altında dünya kapitalist sisteminin bütünleştirilmesini hedefleyen kuruluşlardan birisi olarak tasarlanmıştır. O günden bu yana da, başta ABD olmak üzere, gelişmiş kapitalistemperyalist ülkelerin değişen ihtiyaçlarına karşı az gelişmiş dünyayı biçimlendirme rolünü üstlenmiştir. Bu anlamda IMF, ABD kapitalizmi tarafından yönlendirilen küresel kapitalizmin, en başta gelen payandalarından birisidir. Bretton Woods öncesinde dünya ticaret ve para sisteminin nasıl işlediğine bakıldığında IMF’ nin Acaba, IMF’nin açıklanmış misyonunun yanı kuruluş nedeni daha iyi anlaşılabilir. BW öncesinde sıra, açıklanmamış bir başka misyonu mu da mı uygulanan döviz kontrol rejimleri uluslararası var? Ya da IMF ile ilgili algılarımız mı yanlış? Bu ticaretin gelişimini, özellikle ABD sermayesinin 51 büyüyüp tüm dünyaya yayılmasını önlüyordu. Çünkü 1930’larda uluslararası ticaret Sterling Bloku gibi aynı para birimini kullananların arasında kurdukları para bloklarıyla sınırlı hale gelmişti. Böyle bloklaşmalar ise, uluslar arası sermaye akımı ve yeni yabancı yatırım fırsatlarının ortaya çıkmasını engelliyordu. 1930’larda her bir kapitalist hükümetin komşuları aleyhine olmak üzere devalüasyonlar yaparak ihracatı artırmak biçiminde yürüttükleri politikalar deflasyonist gidişe neden olurken, bu durum, büyüme hızlarını yavaşlatıyor, talebi azaltıyor, böylece de dünya ticaretinin daralmasına neden oluyordu. Dünya ticaretindeki bu daralma Büyük Depresyonu daha da kötüleştirmişti. Bu sorun çözülmediği sürece de Amerikan kapitalizminin savaş sonrası uluslar arası genişlemesi tehdit altında olacaktı. Bir başka anlatımla, BW anlaşması ve onun kurumları ABD’nin 2. Dünya Savaşı sonrasındaki egemen gücünün bir ifadesiydi ve bunlar 1950 ve 1960’larda dünya ekonomisinin lokomotifliğini yapan, askeri harcamalar ve devasa kamusal teşviklerle canlı tutulan ABD ekonomisinin istikrarlı büyümesi sayesinde ayakta kalabildiler. Özetle, IMF genelde, kapitalist sistemi savunmanın, özelde ABD orijinli çok uluslu şirketlerin karlarını maksimize etmenin ve ABD’nin dünya ekonomisini yönlendirmesinin bir aracı olarak kurulmuştur. SORU 2: IMF’nin kuruluşunda etkili olan başka faktörler de söz konusu mudur? Hem IMF hem de DB’ nın kurulmasına neden olan diğer bir faktör, savaş sonrasındaki durumdur. Savaş yıllarında Avrupa’nın Nazi işgaline girmesinin ardından kapitalistler ya Avrupa’dan kaçtılar ya da Nazilerle işbirliği yaptılar. Buna karşılık sosyalistler direniş grupları örgütlediler. Bunun sonucunda, Savaşın ardından devrimler Avrupa’da boy göstermeye başlamış, işçiler ve çiftçiler işyerlerini ve fabrikaları ele geçirmeye başlamışlardı. Bunu fark eden ABD, giderek yayılmakta olan sosyalizmin etkileriyle güç kazanan devrimleri önleyebilme adına Avrupa’nın yeniden inşası konusunda büyük çapta yardım programları uygulamak durumunda kaldı. Bu programların aktörleri de IMF ve DB idi. Zaman içerisinde gelişmiş ülkelere verilen bu krediler giderek az gelişmiş dünyaya da verilmeye başladı. Savaş dönemi boyunca, rakipleri çok büyük zorluklar yaşarken ABD ekonomisi çok hızlı bir sanayileşme ve sermaye birikimi gerçekleştirmiştir. Dünyadaki sermaye birikiminin, imalat sanayi üretiminin ve ihracatının büyük bir kısmı ABD’nin kontrolündeydi. ABD bu pozisyonunu, dünya ekonomisini kendi kontrolü altında restore etmek için kullandı ve bu da onun dünya piyasaları ve hammadde kaynaklarına sınırsız bir biçimde ulaşabilmesini sağladı. ABD daha önce sadece bu tür bloklara açık olan piyasalara girmeyi amaçlıyordu. Ayrıca Amerika kökenli şirketlerin, dışarıda yeni yatırım fırsatlarını değerlendirmek için uluslar arası sermaye hareketlerinin önündeki engelleri de kaldırmayı hedefliyordu. İşte tam bu noktada Keynes-White Planı mal ve hizmetlerin bir ülkeden diğerine transferinin üzerindeki tüm engelleri, para bloklarını ve döviz kontrollerini kaldırmayı amaçlamıştır. SORU 3: Dünya kapitalizminin yeniden yapılandırılmasında bu iki kuruluş nasıl bir Önerilen yeni sistemle, uluslararası ticarette işbölümüne tabi tutuldu? kullanılabilen konvertibl paralar, sabit bir oranda ABD dolarına bağlanıyor, akabinde talebe göre Dünya kapitalizminin ABD egemenliği altına da dönüştürülebiliyordu. Yani, bu yeni sistemde ve yönlendiriciliği doğrultusunda yeniden ABD doları-altın standardı ilişkisi, Bretton Woods şekillendirilmesinde Dünya Bankası’na düşen görev, anlaşmasının pivotuydu. Bu yeni sistem altında tüm yollar, enerji santralleri, limanlar gibi alt yapı projeleri diğer para birimleriyle ilişkilendirilen ABD dolarının için kredi sağlamaktı. Savaşla büyük ölçüde tahrip değeri de 35 dolar = 1 ons altın olarak düzenlenmişti. edilen Avrupa’nın yeniden inşası kar oranlarındaki IMF dâhil Bretton Woods’ta kurulan örgütlerin üçü azalmanın da restore edilmesine yardımcı olmuş ve de gerçekte, savaşın tek galibi, savaş sonrasında 1970’lerin başlarına kadar kapitalizmin ‘Altın Çağ’ dünya sınaî üretiminin yarısını, ihracatının üçte birini adı verilen döneminin yaşanmasını sağlamıştır. gerçekleştiren ve altın rezervlerinin % 61’ini elinde tutan ABD’nin denetim ve yönetimi altındaydılar. Uluslar arası Para Fonu ise, proje kredileri dışında IMF, hem sabit döviz kuru rejiminde istisnai kalan ve uluslar arası finansal piyasalardan, kreditör ayarlamalar yapmaya yetkiliydi, hem de nihai likidite ülkelerden ya da banker kuruluşlardan sağlanabilecek sunucusuydu. olan kredileri hangi ülkelerin alabileceğine karar vermek ve bu krediler karşılığında o ülkelere çok uluslu şirketler ve başta ABD olmak üzere büyük kapitalist devletlerin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük politikaları uygulatmakla görevlendirilmiştir. Son dönemlerde ise, özellikle de 1990’lı yıllardan itibaren sıklaşan krizlerin sonucunda çökmeye başlayan uluslar arası piyasaları kurtarabilmek için IMF, krizle baş başa kalan ülkelere kurtarma paketleri (bail-out) vermeye başlamıştır. Yani, IMF hangi ülkelerin uluslararası kredileri hak ettiğine karar veren bir finans hakemi gibi davranmaktadır. Bunu yaparken de dönemin ihtiyaçlarına göre hareket etmiştir. Örneğin, başlangıçta, ülkelerin üretim ve sosyal hayatlarını sürdürebilmeleri için gerekli olan malzeme ve malları ithal edebilmek için kredi vermişken, sonrasında dış borçları düzenlemiş ve son krizlerden bu yana da sıkıntıdaki uluslar arası bankacılık sistemini desteklemek rolünü üstlenmiştir. bağlanmış bir sabit kur sistemini karşılayamazdı. Önce, zayıf rakipler olan Fransız Frangı, İngiliz Sterlini ve sonunda ABD doları çökmeye başladı. Bunun ardından Başkan Nixon, artık doları altınla değiştirmeyeceğini açıkladı. İki yıl sonra sabit kur rejimi kaldırıldı ve yerine oynak kur rejimi getirildi. Savaş sonrasında yaşanan bu gelişmeler ekonomik istikrarsızlık ve periyodik resesyonlarla bezenmiş uzun dönemli bir ekonomik kriz döneminin de önünü açtı. SORU 4: IMF politikalarının bir kısmı (örneğin devalüasyon ve talep artırıcı politikalar) 1970’li yıllardan bu yana değişmeye başladı. Bunun nedeni neydi? Bu dönemde artık cari hesap fazlası değil, cari açıklar veren ve bu açıkları da giderek artan bir ABD ile karşı karşıyayız. Bu açıklarının finanse ettirilebilmesi bağlamında da diğer ulusların ticaret fazlası vermesi gerekiyordu. Bu durum bu ulusların iç pazarlarını daraltmalarını, daha çok ihracata yönelmelerini ve böylece de içerde talep artırıcı değil, talep daraltıcı para, maliye ve döviz politikaları uygulamalarını gerekli kılmaktaydı. Bu nedenle de BW’ un çöküşünden itibaren IMF, Standby anlaşması yaptığı hemen tüm ülkelerin talep daraltıcı-sıkı para ve maliye politikaları uygulamalarını şart koşmuş ve onların anlaşma öncesi ya da hemen sonrasında büyük çaplı devalüasyonlar yapmalarını zorunlu kılmıştır. Başlangıçta IMF, değişik ulusların cari açıklarını yönetmekle sorumluydu. Çünkü, bu ülkeler devalüasyona başvurmak durumunda kalması, böylece de ithalatlarını azaltmaları istenmiyordu. Kısa dönemli ödemeler bilânçosu açıkları ve ticaret zorlukları IMF kredileriyle aşılabiliyordu ve bu krediler de sabit döviz kuru sisteminin işlemesini kolaylaştırıyordu. Nitekim, ABD ve diğer güçlü ihracatçı ekonomileri uluslar arası ticaretteki dalgalanmaların etkilerinden koruyabilmek amacıyla IMF, fiilen talep artırıcı ve resesyon giderici Keynesyen politikaları uygulamıştır. Eğer daha ciddi yapısal problemler gelişirse IMF genelde % 10’u aşmayan kontrollü devalüasyonlar aracılığıyla bunları düzeltebiliyordu. Keza IMF, ABD Hazinesi adına, ulusal paraları desteklemek için verdiği krediler karşılığında diğer ülke ekonomilerini gözetlemekteydi. SORU 5: Bu neo-liberal dönemde uygulanan ve IMF tarafından kredilendirme koşulu olarak dayatılan ‘Yapısal Uyarlama Politikaları’ ne anlama gelmektedir? 1970’lerde ABD’nin gücünün azalması ve Bretton Woods’un çöküşü, ABD’nin uluslararası alandaki acenteleri konumundaki IMF ve DB’ nın da itibarını azaltmıştı. Her iki kuruluş da uluslar arası finansal piyasalardaki etkili konumlarını yavaş yavaş özel bankalara ve özel kredi kurumlarına terk etmek durumunda kaldılar. Avrupalı bankalar, özellikle de Japon bankaları hükümetlerin dış borçlanmasında merkezi bir rol oynamaya başladı. Ancak 1960’ların sonlarından itibaren Almanya ve Japonya ekonomileri ciddi rakipler olarak tekrar sahneye çıktılar. Her iki ülke de ABD’nin tersine askeri harcamaların ağır yükü altında değildi. Oysa ABD ekonomisi başka etmenlerin de yanı sıra, askeri harcamalar, Vietnam Savaşı ve beraberindeki enflasyon yüzünden inişe geçmeye başlamıştı. Artık ABD’nin eski biçimiyle egemenliğini sürdürebilmesi mümkün değildi. BW tarafından yaratılmış olan sistem de artık sürdürülemezdi. Doları değer kaybettikçe ABD, altına Ancak bu çok uzun sürmedi. 1973-74 ve 1978-79 petrol fiyatlarında yaşanan ciddi artışlar ve bunun neden olduğu arz yönlü şoklar; emisyonla finanse edilen bütçe açıkları ve bunun yarattığı mali dengesizlikler sırasıyla, enflasyonun artmasına, ödemeler dengesi açıklarının daha da büyümesine ve kaçınılmaz bir biçimde dış borç krizinin patlak vermesine neden oldu. 1982 yılında, önce Meksika, ardından da diğer bazı L. Amerika ülkeleri dış borçlarını geri ödeyemeyeceklerini açıkladılar. Uluslararası bankalar çok borçlu Latin Amerika ülkelerine kredi vermeyi durdurdular. Çünkü bu özel bankalar, batık 53 kredi zararlarıyla ilgili olarak panik yaşadıklarından yeni kredi vermek istemiyorlardı. Ödeme güçlüğüne düşen böyle çok borçlu ülkeler nedeniyle dünyanın en büyük 10 bankasının tüm sermayesi ve rezervleri ciddi risk altındaydı. ve ABD emperyalizminin gücüyle ilişkisi nedeniyle borçlu ülkelere dayatabiliyordu ve bu konuda ikizi DB’ nın da tam desteğini alıyordu. ‘Yapısal Uyarlama Politikaları’ adı verilen ve Ortodoks IMF politikalarının özünü oluşturan bu Böylece, küresel finans piyasalarının bu fiyaskosunun politikalar, borçlu ülkelerin uygulaması zorunlu üzerinden gelmek ve iflasın eşiğine gelmiş ülkeleri politikalardır. Bu politikaların belirlenmesinde borçlu kurtarma görevi IMF’ye verildi. ABD, IMF’ nin yeni ülkelerin herhangi bir inisiyatifi yoktur. rolünü son borç verici kurum olarak yeniden belirledi. IMF’ nin yeni rolü, özel kredi kurumları risk almak Bu programlar altında, hem IMF hem de DB, verilen istemediklerinde aracı olarak ya da son borç verici kredilerin geri ödenebilmesini sağlayabilmek için kurum olarak bu ülkelere kredi vermekti. Bu adeta, borçlu ülkelerin kamu işletmelerini özelleştirmelerini; özel bankalar ile merkez bankalarının ilişkisine benzer kamu harcamalarını kısıp, kamu gelirlerini bir ilişkiydi. artırmalarını, mali disiplin ve faiz dışı fazla vererek ve para ve kredi hacminin daraltarak bütçe açıklarının Nitekim IMF, ‘Concerted Lending’ adı verilen bir kapatılmasını; eğitim, sağlık, emeklilik ve çocuk program aracılığıyla Büyük Amerikan bankalarını yardımları gibi sosyal harcamaları kısmalarını; ulusal devreye soktu. Bu program çerçevesinde büyük sanayilere ve tarım kesimine verdikleri sübvansiyonları bankalar vadesi gelen borçların anaparalarının azaltarak ve tarife ve diğer ithalat engellerini ertelenmesine ve kısa vadelilerin uzun vadeye ortadan kaldırarak ekonomilerini düzenlemekten çevrilmesine (roll-over) imkân tanıdılar. Ekstra vazgeçmelerini şart koşmaktadırlar. Ayrıca, talep faiz oranı karşılığında bu bankalar borçlu ülkelere fazlasını ve enflasyonu dizginleyebilmek için serbest yeni krediler açtılar. Burada amaç borçlu ülkelerin piyasa mekanizmasına işlerlik kazandırılması, kamu iflasını önleyerek yeniden borçlarını geri ödeyebilir iktisadi teşebbüslerinin ürettiği mal ve hizmetlerin ve uluslararası sermaye piyasalarından yeniden fiyatlarının serbest bırakılması, faiz oranlarının borçlanabilir bir duruma getirmekti. Bu uygulama yükseltilmesi gerekli kılınmaktadır. her ne kadar borç çevirmeyi kolaylaştırsa da, borçlu ülkelerin giderek daha fazla borçlanmalarına ve borç Keza, yapısal uyarlama programları altında, stoklarının ağırlaşarak borç tuzağına düşmelerine azgelişmiş ülkeler ekonomilerini yabancı sermayeye neden oldu. Öyle ki Türkiye dâhil günümüzün çok daha fazla açmalıdırlar, yabancı yatırımlar üzerindeki sayıda azgelişmiş ülke IMF kaynaklarının sürekli kısıtları kaldırmalıdırlar ve yabancı şirketlerin kullanıcısı haline geldi ülkenin doğal kaynaklarını ve işçilerini en düşük fiyatlardan kullanmalarına izin vermelidirler. Ayrıca, 1979 yılında iş başına gelen Reagan Yönetimi ise, karın çok büyük bir kısmının bu çok uluslular önceleri IMF’yi Keynesyen devletin bir düzenleme tarafından kendi ülkelerine transfer edilmesine de aracı ve serbest piyasa etkinliğinin düşmanı ve engel koymamalıdırlar. Yapısal uyarlama programları özellikle de AGÜ’ler için süt veren bir inek olarak ayrıca, döviz sağlamak amacıyla, ucuz hammaddeleri gördüğünden ihtiyatlı davransa da, 1982 Meksika dünya pazarlarına satmak anlamına gelen bir ihracat krizinin ardından fikir değiştirdi ve IMF’nin neo- yönlü büyümeyi de içerir. Bunun için de devalüasyon liberal, serbest piyasa gündeminin dayatılmasında yapılması ve sermaye hareketlerinin tam serbestisi araç olarak kullanılabileceğini keşfetti. ve döviz kontrollerinin kaldırılması gerekir. Bir bütün olarak, IMF ve DB’ nin bu Yapısal Uyarlama Nitekim IMF, borçlu ülkelerin borçlarını geriye Politikaları, azgelişmiş ülkeleri borç ödeme ödeyebilmelerini kolaylaştırmak ve onlara uluslar makinelerine dönüştürürken, dünyanın en zengin arası özel bankalarca verilmiş olan kredileri yeniden bankaları ve kurumları için de kolay kazanılan karlar yapılandırmak amacıyla köprü kredileri verirken bu yaratmıştır. kredileri belli şartlara bağlamaya başladı. Bu şartlar IMF kredilerini kullanabilmek için yerine getirmesi Daha önce belirtildiği gibi, orijinal Bretton Woods gerekli şartlardı. Normalde hiçbir özel bankanın sisteminde IMF kredileri devalüasyonu önlemek önermeye dahi cesaret edemeyeceği bu koşulları ve talebi körüklemek için verilirdi. ABD sermayesi (conditionality) IMF, sağladığı kredilerin büyüklüğü, bu Keynesyen önlemleri benimsemişti, çünkü o uluslararası kreditörler için garantör olma pozisyonu zamanlar ABD dünyanın en temel ihracatçısıydı, çok 54 büyük cari hesap fazlası vermekteydi ve dünyanın geri kalanı ithalatlarını yapabilmek için onun parasına bağımlıydı. Ancak 1980’lerde IMF daha önce izlediği bu yönlü politikalarını ters yüz etti ve kasıtlı olarak devalüasyonlar yapılmasını empoze etti, ithalatın kısılabilmesi için milli gelirde ve talepte azaltmaya yol açacak önlemlere yöneldi. Bütün bu politika değişiklikleri de uluslar arası finans kuruluşlarının borçlu ülkelerden olan alacaklarını garantili bir biçimde tahsil etmesine yarıyordu. kölelik anlaşmalarını imzalamaya yanaşmazlardı. IMF patentli kredi ve ticaret politikaları borç yükü altındaki ülkeleri, temelde ABD’li şirketler ve bankaların çıkarlarına hizmet eden bir dünya ticaret ağına daha sıkıca bağlamakta kullanılan bir silah oldu. Para ve maliye politikaları, IMF’nin azgelişmiş ülkelerin büyüme ve kalkınma hedefleri üzerinde etkili olabileceği alanlardan sadece bir ikisi ve en çok bilinenleri. IMF daha ziyade “yeşil ışığı” yakmak için bunları şart koşuyor. Ancak IMF aynı zamanda dış ticaret, finansal serbestleşme, özelleştirme, kamu kesiminin büyüklüğü ve rolü gibi çok sayıda başka alanlar üzerinde de etkili olabilecek politikalar ya da uyarlamaları dayatıyor. 1980’lerde imzalanan 187 adet yapısal uyarlama kredisi politik olarak sadece ve sadece IMF gibi kar amacı gütmeyen, çok taraflı bir örgüt tarafından yaptırılabilirdi, çünkü çok acı reçeteler içeriyordu. Bu programlar üçüncü dünya ülkelerine açlık, beslenme sorunları, yoksulluk, hastalık ve ölümler getirdi. Üstelik bu politikalar büyüme de getirmedi. Örneğin Sahra altı Afrika ülkelerinde bu yıllarda GSYİH yılda % 2,2 oranında düştü. Bu ülkeler aldıkları kredileri geriye ödeyebilmek için sağlık ve eğitim harcamalarını % 25–50 kısmak zorunda kaldılar. Bir yandan giderek ağırlaşan borç servisi (anapara ve faiz ödemesi), diğer yandan ekonomiyi daraltan, büyümeyi yavaşlatıcı tedbirlerin sonucunda borçlu ülkelerde bu dönemde ekonomik büyüme hızları iyice küçüldü. Hatta bazı ülkelerde büyüme hızı negatif SORU 6: Söylediklerinizden IMF’nin sadece oldu, istihdam azaldı, yoksulluk ve gelir dağılımındaki ödemeler bilânçosunu düzeltmeye yönelik adaletsizlikler daha da arttı. Buna karşılık IMF’nin politikalar uygulamadığı, kredi verilen ülkelerin öngörüsü de gerçekleşmedi ve özel bankalar borçlu neredeyse tüm politikaları üzerinde belirleyici ülkelere verdikleri kredileri genel görünüm itibariyle olduğu ortaya çıkıyor... artırmadılar. Yani, yeşil ışık her zaman işe yaramadı. IMF kamu işletmelerinin özelleştirilmesini bu işletmelerin verimsiz çalıştırıldıkları ve kamu müdahalelerinin zararlarından hareketle savunuyor. Ayrıca KİT satışlarından elde edilen gelirlerin dış borçları geri ödemede de kullanılabileceğini öngörmektedir. Bütçe açıklarını ve borç stokunu azaltmak adına IMF ayrıca sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik gibi sosyal refah harcamalarının da kısılmasını emrediyor. Reel ücret düzeyini düşürebilmek için devalüasyon talep ediyor. Burada amaç, ithalatları kısıp ihracata yönelmeyi teşvik etmektir. İhracatı artırabilmek için, gıda fiyatlarını belli bir düzeyde tutan sübvansiyonlar da kesilmelidir. IMF ayrıca çok yoğun bir de-regülasyon politikası uygulattırarak uluslar arası sermayenin de hareket alanını genişletmektedir. IMF programını uygulayan ülkelerde 1980–1987 arasında kişi başına kamu harcaması miktarı her yıl düşerken dış borç faiz ödemeleri sürekli arttı. L. Amerika’da faize ayrılan kamu harcamalarının bütçe içindeki payı % 9’dan % 19,3’e çıktı. 1980’ler L. Amerika için kayıp yıllar oldu. Şili’de IMF koşulları sonucunda reel ücretler % 40 oranında azaltıldı, borç krizinin pençesindeki Meksika’da ise 1982–1992 döneminde reel ücretler ve beraberinde sağlık, eğitim ve temel fiziki alt yapı harcamaları yarı yarıya düştü. Aynı dönemde yetersiz beslenme nedeniyle bebek ölümleri neredeyse üç katına çıktı. Yapısal Uyarlama Programları’nın ardından geçen 10 yılda üçüncü dünya borç stoku o yıla göre daha da arttı. Yani IMF, bu ülkeleri borçtan kurtarmaktan ziyade SORU 7: Peki, kendilerini ciddi fedakârlıklarda sonsuz bir borç tuzağına sürükledi. Devalüasyonlar bulunmaya zorlayan bu Yapısal Uyarlama borç stoklarını daha da artırdı, zira borçlar ABD Politikalarından az gelişmiş ülkeler fayda doları cinsindendi. Kemer sıkma politikası sonucunda sağladılar mı? büyüme o kadar kısıtlandı ki, faiz ödemelerini bile yapmaya yetmedi. Yeni kredi aldıkça, AGÜ’ ler Azgelişmiş ülkeler 1980’lerde borç krizine giderek artan bir biçimde uluslar arası sermayeye faiz girmeselerdi ve buna bağlı olarak da gıda, ham ödeyen mekanizmalara dönüştüler. IMF’nin gerekçesi madde ve sermaye malı ithalatı yapamaz duruma ise, kredilerin ekonomik büyümeyi teşvik edeceği ve gelmeselerdi, büyük çoğunlukla IMF’nin böyle bunun da borç geri ödemesini mümkün kılacağıydı. 55 Gerçekte ise alınan borçların çok büyük kısmı ekonomik büyümeyle değil, giderek daha fazla uluslar arası borçlanmayla ödendi. 1969–1982 arasında L. Amerikanın dış borçlanması ikiye katlandı. Yeni borçların % 70’ inin eski borçların faizlerini ödemek için kullanıldığı ortaya çıktı. Bangladeş’te, Tanzanya’da, Peru’da, Mısır’da, Pakistan ve diğerlerinde gıda sübvansiyonlarını ortadan kaldırtan IMF politikalarıdır. IMF’nin serbest piyasa politikaları, doğal kaynaklar ve zenginlikler yabancı kapitalistlere gitsin diye dünyada bir milyardan fazla insanı günde 1 ABD dolarından az Neden olduğu felaketlere rağmen IMF, 1980’lerin borç bir tüketime mahkûm etmiştir. krizinin, önerdiği Yapısal Uyarlama Programları’nın beraberinde gelen büyüme hızlarıyla, artan ihracatlarla IMF ve DB programlarının benzer nitelikteki ve ve yeni yabancı sermaye yatırımlarıyla çözüldüğünü felaketle sonuçlanan müdahalelerinin bir diğer ve uygulanan neo-liberal reformların sonuçta örneği SSCB’ nin dağılmasının ardından Rusya’da ekonomik büyüme ve daha iyi yaşam koşullarının görülmüştür.1991 yılında bu ülkede GSYİH % 60 oluşturulması için sağlam temeller oluşturduğunu ileri oranında daraldı. Oysa şu ana kadar en büyük bunalım sürdü. Gerçekte, düşük gelirli yapısal uyarlamaya olarak bilinen 1929–1933 Depresyonunda ABD’ deki tabi ülkelerin borçlulukları 1980’de 110 milyar ABD daralma bunun yarısından azdı, % 30 dolayındaydı. dolarından 1992’de 473 milyar ABD dolarına çıkarken, UNDP’ nin tahminlerine göre, günde 4 ABD dolarının faiz ödemelerinin düzeyi 6,4 milyar ABD dolarından altında gelir tüketilmesi anlamındaki bir yoksulluk 18,3 milyar ABD dolarına fırlamıştır. Endenozya’da tanımına göre Doğu Avrupa ve BDT ülkelerindeki 1980–1992 döneminde dış borçlar GSYİH’ nın % yoksulluk oranı 1988’ de % 4’ten, 1994’te % 32’ ye, 29’undan % 67’ye çıktı (böylece 1990’lardaki derin yani 13,6 milyon insandan 119,2 milyona fırladı. finansal krizin tohumları da atılmış oldu). IMF politikaları sadece azgelişmiş ülkelerin Yani, her iki kuruluş da devasa bir borç tuzağına neden emekçilerini değil, aynı zamanda, hem doğrudan hem oldu. Bu borç yükü dünyanın en yoksul ülkelerini, de dolaylı olarak ABD ve diğer gelişmiş kapitalist milli gelirlerinin çok önemli bir kısmını faiz ödemeye ülkelerdeki emekçileri de etkilemektedir. Kısmen kamu parasıyla fonlandıklarından, hem IMF hem de ayırmak zorunda bıraktı. DB, gelir ve serveti, vergiler aracılığıyla, bu ülkelerdeki Kapitalizmin adaletsiz hastalıklı mantığı servetin çalışan sınıflardan başta ABD temelli olmak üzere fiilen dünyanın en yoksul ülkelerinden en zenginlerine dünyadaki çok uluslu şirketlerin ve finans tekellerine doğru akmasını gerektirir. Öyle ki, Latin Amerika hizmet eden programlara transfer etmektedir. Bu, ülkeleri son yıllara kadar, her yıl toplam hâsılasının büyük şirketlere bütçeden sübvansiyon vermekle üçte birinden fazlasını diğer ülkelere ve bankalara aynı şeydir. Diğer yandan halkın ödediği vergilerden borç ve faiz geri ödemesi olarak verdiler. Borç, büyük oluşan devlet bütçesinden fonlanan bu şirketler kapitalist güçlerin, yoksul ülkeleri baskılamada halka hesap vermezler. Yani, IMF -DB politikaları kullandığı en önemli silahtır. Hem IMF hem de DB sadece azgelişmiş dünyayı daha da yoksullaştırmakta bu borçları, yeni pazarlar açmada ve ucuz emek ve kalmamış, aynı zamanda sanayileşmiş ülkelerdeki hammadde kaynaklarına erişmede bir kaldıraç olarak işçilerin yaşam standartlarını aşağıya çekmiştir. kullanmaktadırlar. Borç geri ödemelerini yapabilmek ve yeni kredi sağlamak ve borç ödeme güçlüğüne düşmemek için, bir zamanların sömürge ülkeleri, IMF ve DB’ nın koşullarını kabul etmek zorunda kalmışlardır. SORU 8: 1990’lardaki krizler sonrasında IMF’ nin başta Asya Ülkelerine dönük olmak üzere sunduğu büyük çaplı kurtarma paketlerinin örtülü başka amaçları da var mıydı? “IMF’nin 1990’lar krizleri ve G. Kore kurtarmasındaki Her ne kadar Dünya Bankasının genel merkez gizli amacı, bu bölgeleri Amerikan sermayesine daha binasının girişinde “ Rüyamız, yoksulluğun olmadığı fazla açabilmektir.” bir dünyanın kurulumudur” diye yazsa da, ikizi Vietnam Savaşı ile zayıflayan ABD emperyalizminin IMF milyonlarca işçi ve köylünün yaşamlarını ve askeri gücü, 1980’lerde, Granada, Libya, Lübnan sağlıklarını uluslar arası finans kapitalin kullanımı için ve Panama gibi askeri olarak zayıf ülkelere yapılan feda eden politikaları azgelişmiş ülkelere zorlamıştır müdahalelerle yavaş yavaş yeniden inşa edildi. Bunu ve bu politikaların uygulattırılmasında en büyük İran Körfezi ve Yugoslavya’ ya yapılan daha büyük desteği de DB vermiştir. Birleşmiş Milletler Örgütü’ne müdahaleler izledi. 1990’larda bu müdahalelerin amacı göre, yapısal uyarlama altındaki ülkelerin yarısında ABD askeri egemenliğinin yeniden kurulmasıydı. kişi başına düşen gıda maddesi azaldı. Bunun nedeni, Buna paralel bir biçimde ABD, 1980’lerde ortaya 56 çıkan üçüncü dünya ülkeleri dış borç krizinde IMF’yi son borçlanıcı olarak tekrar devreye sokarak iktisadi gücünü de pekiştirdi. finansman dünyasında da bedava yemek yoktur. Çünkü ABD, IMF aracılığıyla uluslar arası bankaları şemsiyesi altına alırken, aslında bütünüyle kendi çıkarlarına hizmet etmiştir. IMF kredi şartlılığı ile ABD’nin ekonomik gücü arttıkça, dünya finansal ABD, egemenliğini sadece 1980’lerin yoksullaşmış piyasalarının işleyişinde IMF’nin kilit rolü de daha ülkeleri üzerinde değil, bu kez küresel kapitalizmin açık hale gelmeye başladı. Tayland, Endonezya, G. en hızlı büyüyen ikinci katman Asya ülkeleri üzerinde Kore, Rusya ve Brezilya, ABD finansal gücünün kurmayı denemiştir. Bu da Avrupa bankaları ve de kolluk kuvvetlerine dönüştüler. Resmi olarak IMF özellikle 1970 ve 1980’lerde Güney Doğu Asya’da ortada görünse de ülkeler bunun ardındaki gücün yerini dolduran Japon bankalarını karşısına almasına emperyalizmin yeni ilişkileri olduğunun çok iyi neden olmuştur. farkındaydılar. Örneğin, Güney Kore döviz sıkıntısına girince, bir elçisini gizlice IMF yerine, doğrudan ABD ve Japonya’nın Güney Doğu Asya üzerindeki ABD Hazinesine gönderdi ve gerekli desteği alarak rekabeti, krizin boyutlarını da artırarak büyümesine neden oldu. Önce Japon Hükümeti öneri olarak, 100 kurtarma paketini elde etti. milyar ABD doları tutarında bir Asya Para Fonu Son borçlanıcı kurum olarak IMF, 1997–1998 finansal yaratma önerisinde bulundu. Ancak, bu öneri ABD’nin krizinin sınırlı tutulmasında merkezi bir rol oynadı. Asya’daki varlığını tehdit ediyordu ve ABD, krizi Meksika örneği dışında, 1980’lerdeki IMF kurtarma önlemeyi ikinci plana atarak bu tehdide yoğunlaştı. paketlerinin toplam tutarı yılda ortalama 8 milyar ABD Hazine Bakanı bu öneriyi, IMF’nin yetkisine ABD doları civarındaydı. Ancak, sadece 1997–1998 zarar verdiği gerekçesiyle veto etti. Çünkü gerçekte dönemindeki 18 ayda IMF, 200 milyar ABD dolarlık IMF parasal sistemin en etkin jandarmasıydı. Daha da bir kurtarma paketi düzenledi. Marshall Planı ile önemlisi, ABD güdümlü IMF himayesi altında verilen verilen tutarın beş kat büyüğü olan bu tutarı ödemek bir kurtarma paketi, nakit zengini ABD bankalarına, hiçbir özel bankanın, ya da bankaların, ya da her hangi Güney Doğu Asya’da Japon bankalarının üstünde bir bir aracının yapabileceği bir şey değildi. IMF yeni bir güç veriyordu ve aynı zamanda da ABD’li şirketlerin role soyunmuştu: Uluslar arası bankacılık sisteminin bu bölgeye girmelerinin önünü açıyordu. parçalanmasını önlemek. Nitekim Tayland’a verilen 3,9 milyar ABD doları kredinin onaylanmasının ardından yabancıların yerel bankaları ve finansal şirketleri devralma dönemi başladı. The Economist’ e göre, Güney Kore paketinin ardından IMF, bu ülkeyi Amerikalı ve diğer yabancı şirketlere açmada bir kilit haline geldi. Bu paket ile ülkenin ağır borçlu şirketlerinin (chaebol) borçları yeniden yapılandırıldı. Ardından IMF, Daewoo Motors’un iflasını istedi ve bu iflasın ardından dünya otomotiv devlerinden olan bu grup 6 milyar ABD doları gibi düşük bir fiyatla ABD’li Ford ve GM’ e satıldı. Bu bağlamda, Ağustos 1997- Aralık 1998 dönemindeki beş kurtarma paketi çok önemlidir. Bu paketlerle Tayland: 17 milyar $, Endonezya: 43 milyar $, Güney Kore 57 milyar $, Rusya 21 milyar $ ve Brezilya 41 milyar $’lık kredi elde ettiler. Piyasa faizlerinin altında faiz oranlarıyla verilen bu krediler, mevduat sahiplerini ve yabancı kreditörleri korumak ve çöküşün kıyısına gelmiş olan ulusal bankacılık sistemlerini yeniden kapitalize etmek amacıyla veriliyordu. Nitekim Güney Kore örneğinde, bazı yabancı kreditörlerin parası doğrudan IMF tarafından ödendi. IMF kurtarma paketleri ve şartlılığıyla, yabancı bankalara mevcut borçları yenilemeleri durumunda geri ödemelerin tam olarak yapılacağının da mesajı verilmekteydi. IMF kredileri olmaksızın finansal erime uluslar arası kredi kurumasına neden olacaktı. Ancak, bankerler ve sanayiciler mevcut alacaklarıyla ilgili çok zararlar edeceği riski altında yeni kredi vermek konusunda keyifsiz davrandılar, bu da uluslar arası finansal sistemin işleyişini bozdu ve dünyayı resesyonist bir sarmala itti. Uygulamadan da görüleceği gibi, IMF’nin Güney Doğu Asya’daki kredileri, durumu istikrara kavuşturmak ve borçların geri ödenmesini sağlamanın çok ötesine geçerek, yerel bankaların ve sanayi şirketlerinin haraç mezat, esasta ABD’li olmak üzere, yabancı firmalara satılmasına hizmet etmiştir. Üstelik bu soygun operasyonu ABD basınında, Asya bankacılık krizinin yolsuzluk ve usulsüzlüklerden kaynaklandığı iddia edilerek savunulmuştur. Daha vahim bir durum, Bir başka anlatımla, 1997-98’ler finansal SSCB’nin çöküşü sırasında, Rusya’daki doğal gaz ve krizleri sonrasında uygulanan yapısal uyarlama petrol kaynaklarının bizzat IMF yardımlarıyla, çok programlarının görünürdeki amacı Batılı ve Japon kısa bir sürede Batı sermayesi işbirlikçisi bir avuç Rus bankaları ve yatırımcıları kurtarmaktı. Ancak, oligarkının eline geçirilmesinde yaşanmıştır. 57 Rusya için 21 milyar ABD doları tutarında bir kurtarma paketi hazırladı. IMF, yabancı yatırımcılara, Rusya’nın mükemmel temellere sahip olduğu yönünde garanti verirken, uluslar arası sermaye piyasalarını Rusya’nın borç sorununu çözmesi için teşvik ediyordu. Rusya bankalarını yöneten oligarklar bu kredileri ceplerine attılar ve bu kredileri, varlıklarını Rusya’dan Batıya transfer etmede kullandılar. Bir anda gerçekleşen büyük çaptaki sermaye çıkışları sonucunda Ruble çöktü, bankalara hücum başladı ve bu durum Rusya Hükümetinin ulusal borç ödemelerini reddetmesinin de yolunu açtı. Bu da 1998 yazında ortaya çıkan finansal krizin önünü açtı. IMF garantilerine rağmen uluslar arası bankalar Rusya’da ciddi zararlar ettiler ve bir zamanların en büyük hedge fonlarının başında gelen Long-Term Capital Management (LCTM) SORU 9: Anlaşılan Güney Asya Kriz Paketleri iflas etti. Fed ise, bu iflasın ABD bankacılık sistemi ABD için başka kazanımlara da neden oldu. Peki, için çok ciddi tehdit oluşturduğu iddiasıyla LCTM bu paketlerin karşılığında uygulanan bu politikalar kurtarmasına müdahil oldu. kredi alan ülkelerin sorunlarını çözdü mü? Kriz Brezilya’ya yayılınca IMF’ye olan eleştiriler IMF, ABD ve Japonya’nın uyguladığı politikalarla artmaya başladı ve IMF vites değiştirmek durumunda krizi sınırlı tutabilse de, dünyanın % 40’ı 2. Dünya kaldı. IMF, ulusal parasını devalüe etmemesi koşuluyla Savaşı’ndan sonra görülmüş en derin resesyona girdi. (aşırı değerlenmiş olmasına rağmen) Brezilya’ ya 41 Bu nedenle de genelde IMF programlarının krizi daha milyar ABD dolarlık bir kurtarma paketini önerdi. da ciddileştirdiği ve Asya gribini yaygınlaştırdığı Devalüasyonu baskılamak için faiz oranlarını % kabul edilmektedir. Çünkü, IMF, ihracatları 30 ve üzerinde yükseltmeye zorladı. Ancak, iflas artırarak krizden çıkabilme anlamında devalüasyon etmiş bir hükümetin aşırı değerli parayı uzun süre dayatmaktadır. Buna uygun olarak Güney Kore wonu devam ettiremeyeceğinin bilincinde olan sermaye, yarı yarıya ve Endonezya rupiahı üçte iki oranında Brezilya’dan kaçmaya devam etti. değer yitirdi. Bu durum da giderek pahalı hale gelen ABD doları ile geri ödenecek olan borç yükünü daha 1990’lar krizleri sonrasında uygulanan IMF da ağırlaştırdı. Bu ulusal bankacılık sistemini çökertti politikalarının emekçi yığınlar ve halk üzerindeki ve finansal kurumaya neden oldu. etkileri ise tam anlamda bir felaket olmuştur. Güney Kore’de kitlesel işten çıkartmalar yaşandı (öyle ki Bu ülkelerde IMF talimatıyla yükseltilen yüksek IMF tanımı üzerinden şakalar geliştirildi: “IMF: I’M faiz oranları, sermaye kaçışını önlemek ve yabancı fired ( işten atıldım)” . Aileleri yoksullaştığından sermaye girişini teşvik etmek için tasarlandı, ama sokağa bırakılan çocuklara “IMF Öksüzleri” adı çöküşe katkıda bulundu. Çünkü borç düzeyleri kısa verildi. Tayland’ da çok sayıda çocuk fahişeliğe sürede iki üç katına fırlayınca bir zamanların çok güçlü zorlandı. Suharto diktatörlüğü altında Endonezya’da firmaları borçlarını ödeyemediler ve resmi olarak iflas okula kayıtlı öğrenci sayısı dörtte bir oranında azaldı. ettiler. Bunu yaparken ulusal bankacılık sistemini Pirinç fiyatı % 38, kızartma yağı % 110 ve petrol de yanlarında götürdüler. Yabancı sermaye IMF’ye fiyatı % 70 oranında arttı. Bunlar ayaklanmalara ve rağmen ya da IMF politikaları nedeniyle, bölgeden Suharto’nun 1998 yılında devrilmesine neden oldu. kaçmaya devam etti. Hatta DB bile, IMF’nin bölgesel Bu durum, halk ayaklanmalarına yol açabileceği krizi küresel bir çöküşe dönüştürdüğünü ileri sürdü. endişesi nedeniyle, yerel egemen sınıf için tehlikeli hale gelmeye başladı. Arjantin’de ulusal toplu pazarlık IMF’nin Asya kurtarma paketlerinin başarısızlığı sisteminin kaldırılması ve işverenlerin istedikleri borsaları sıkıntıya sokarken, aynı zamanda başka zaman işçilerini atabilmeleri yönünde yasalarda bölgelerde (Doğu Avrupa, L. Amerika ve Afrika) değişiklikler yapılması şart koşuldu. ulusal para birimlerinden kaçışı beraberinde getirdi. 1998 yazında, uluslar arası finansal sistemin yeni zayıf noktaları Rusya ve Afrika oldu. Haziran 1998’de IMF, IMF’nin yönlendirdiği böyle büyük çapta sermaye akımları dünya bankacılık sisteminin, ABD emperyalizmine olan bağımlılığını bir kez daha ortaya koymuştur. Küreselleşme altında IMF, ABD hegemonyası altındaki bir uluslar arası merkez bankası gibi davranmaktadır. Bu IMF için yeni bir roldür. Krizleri ne kadar kötü yönetse de şimdilik başka bir alternatif de gözükmemektedir. Her ne kadar milyonlar için bu durum felaket demek olsa da, IMF bir avuç azınlık için emperyalizmin ilk dönemleri gibi oldukça verimlidir. Birçok insana göre IMF, bir işgal ordusunun vereceği zarardan daha fazla insani zarara neden olmuştur. Bu barışçıl emperyalizm, savaşın diğer yüzü kadar öldürücüdür. 58 SORU 10: IMF uluslar üstü özerk bir kuruluş yok olmadı, sadece spotlarını değiştirdi. Önceki mudur, yoksa büyük devletlerin kontrolü altında sömürgeler resmi bağımsızlıklarını kazansalar mıdır? da gerçekte politikaları ve ekonomi politikaları emperyalistlerce ve büyük sermaye tarafından Hem IMF hem de DB sapkın ya da şeytani kurumlar şekillenmeye devam etti. Sosyalistler, resmi olarak değiller ama izledikleri politikalar da özerk politikalar bağımsız, ancak ekonomik olarak emperyalizm değil. Bu kuruluşlar, özellikle ABD’li olmak üzere tarafından kontrol edilen bu ülkelerin bu çelişkili büyük sermayenin araçları konumundalar. Politikaları, durumlarını anlatmak için bu ülkeler için yarı sömürge neo-liberalizmin mantığının bir ifadesi ve daha ziyade tanımını kullanırlar. Bu durumu Jesse Jackson, Afrika kapitalizmin mevcut evresindeki nesnel trendlere ve Uluslar Konferansı’nda yaptığı konuşmada şöyle eğilimlere hizmet ediyor. Kapitalist hükümetleri, IMF özetler: “Emperyalistler eskiden mermi ya da urgan ve DB’ nı neo-liberal programları izlemeye zorlayan kullanırlardı, şimdi ise DB ve IMF’ yi kullanıyorlar”. şey ise küresel kapitalizm. Bu iki kuruluş küresel kapitalizmin bürokratik metaforları konumundadırlar. Bugünkü emperyalist hegemonya ekonomiktir ve bu dünya piyasalarının kontrolüyle, ÇUŞ’ ların Daha spesifik olmak gerekirse, IMF zengin ülke gücüyle, uluslar arası finansal kurumlarla ve yoğun hükümetlerince özellikle de ABD Hazinesince kontrol bir askeri güçle muhafaza edilmektedir. Gerektiğinde edilmektedir. Görüntüde 186 ülkenin ortak bir örgütü emperyalizm, piyasaları koruyabilmek için, askeri olsa da, New York Times’ın da bir tarihte tanımladığı olarak da müdahale etmektedir. Fantastik bir teknoloji, gibi ABD Hazinesinin çoban köpeği (lab dog) gibi büyük ölçekli sanayiler ve devasa bir finansal gücü davranıyor. Temelde IMF, ABD’nin, kendi belirlediği barındıran bu şirketler ve büyük kapitalist hükümetler ekonomi politikalarına diğer ülkeleri razı etmede dünyanın kaderini belirlemektedirler. Kendi güçlerini kullandığı bir örgüt konumundadır. Nitekim Baltimore ve karlarını koruyabilmek için de dünyanın değişik Sun Gazetesinin, 18 Haziran 1981 tarihindeki bir kısımlarını savaşa sürüklemek hakkını da kendilerinde tespiti her şeyi anlatıyor: görmektedirler. Emperyalist sermaye bu bağlamda IMF, DB ve DTÖ’ nü, kendi sınıfsal çıkarlarına “Bazen, ABD yatırımlarının doğrudan dikte hizmet eden trendleri ve dünya ekonomisinde hali ettirilmesindense, çok taraflı ajansları kullanmak hazırda yerleşmiş süreçleri daha da güçlendirmek için daha iyidir.” kullanmaktadır. Yani, IMF ve DB’ nın, emperyalizmin güçlü birer enstrümanı olarak yarı sömürge dünyanın Nitekim 1990’ların sonlarındaki Güney Kore krizi ekonomik ve politik kontrolünün sürdürülmesinde sırasında, bu ülke’nin doğrudan IMF’ye gitmeyip, kullanıldığını ileri sürmek mümkündür. Bu bağlamda, ABD Hazinesi’ne gitmesi, istediği krediyi alması, daha önce ele aldığımız ‘Yapısal Uyarlama Politikaları’ bunun rüşveti olarak da ABD’li büyük sermaye küresel sermayenin yarı sömürge ülkeleri yönetmede gruplarına çok büyük imkânlar tanıması IMF’nin kullandığı politik bir şantaj şeklidir. bağımsız, uluslar üstü, özerk bir kuruluş olmadığının somut bir örneğidir. Aşırı birikim ve aşırı üretimden kaynaklanan kar Keza, 2008 krizi sonrasında, ABD Hazinesi’nin oranlarındaki azalma ve bunun türev sonucu olarak Pakistan’ da uygulamaya konulan daraltıcı IMF yetersiz talep sorunu, neo-liberalizmin, az gelişmiş koşullarını gevşettirmesi şaşırtıcı olmadı. Çünkü dünyayı hem ucuz işgücü hem de yeni pazarlar nükleer silaha sahip Pakistan Hükümeti bugünlerde, olarak emperyalist sermayenin hizmetine açmasıyla Taliban hareketinin yükselişiyle ilgili olarak ciddi sonuçlanmıştır. Böylece, ÇUŞ’ lar ürünlerini girdikleri sorunlar yaşıyor. Politik istikrar açısından, zaten krizle ülkelerin yerli üreticilerden daha ucuza satarak daralmış bir ekonomiyi daha da daraltmak ABD’ nin ekonomileri ele geçirebilmişlerdir. IMF üzerinden bölgesel çıkarları açısından iyi olmazdı. Bu nedenle yürütülen neo- liberal kemer sıkma programlarının de IMF, Pakistan’da faiz oranlarının düşürülmesine yerel üreticiler için verilen sübvansiyonlara, küçük karşı çıktığı bir sırada, bütçe açığının % 3,4’ten % çiftçilere verilen yardımlara ve küçük işletmelere verilen desteklere bulaşmasının da ana nedeni budur. 4,9’a çıkartılmasına evet demek durumunda kaldı. Böylece, serbest ticareti öngören neo-liberalizm IMF’nin özerkliği konusunu daha iyi tartışabilmek yoksul ülkelerin insanları için bir felaket olurken, için tarihe bakmakta yarar var. 2. Dünya Savaşı serbest ticaret görüntüsü altında, ÇUŞ’ lar bu ülkelerin sonrasındaki ulusal kurtuluş hareketleri ve zenginliklerine el koydular ve bu serveti Batının büyük bağımsızlıkçı hareketlerin yükselişi sömürgeciliğin bankalarının kasalarında depoladılar. Gerçekte, IMF, sona ermesine neden olmuştu. Ancak emperyalizm 59 DB ve DTÖ destekli olarak hayata geçirilen böyle bir süper ekonomik dominasyon, geçmişte yürütülen doğrudan ırkçı sömürgeciliğin gizlenmiş bir şeklidir. borçlarının da hemen ödenmesini talep etti ve yeni kredi verilmesini engelledi. SORU 11: Bu örnekler, IMF’ nin sadece özerk değil, aynı zamanda demokratik olmayan bir yapısının da olduğunu göstermiyor mu? IMF geçmişte, Filipinlerde Marcos diktatörlüğünü desteklemişti. Yakın dönemde de bu tür antidemokratik iktidarları desteklediği oldu mu? Keza, aynı ABD, Meksika’nın Nikaragua’ya yaptığı petrol satışlarını durdurdu, kontr-gerilla ordusunu eğitti ve finanse etti. Bundan 12 yıl sonrasında, 1992 yılında, bir muhafazakâr hükümet iş başına geldiğinde ise, her iki kuruluş da kolları sıvayarak ekonomiyi tamamıyla dönüştüren bir destek programı uygulamaya başladı. Köylüler tarafından daha öncesinde el konulmuş olan topraklar tekrar büyük toprak sahiplerine geri verildi, millileştirilmiş şirketler özelleştirildi, daha öncesinde bedava olan sağlık ve eğitim hizmetleri kısmen özelleştirildi ve kamu işçileri yığınsal olarak işten çıkartıldı. Bugün bu ülkenin borç stoku GSYİH’ sının 6 katı tutarında, nüfusun % 74’ü yoksul, % 60’ ı işsiz ve beş yaşın altındaki çocukların % 30’u yeterince beslenemiyor. Keza, IMF 2002 yılında Venezüella devlet başkanı Chavez’e karşı yapılan, ancak sadece birkaç saat ayakta kalabilen askeri darbenin hemen ardından, darbecilere her türlü mali desteği vermeye hazır olduklarını açıklamıştı. IMF, geçtiğimiz aylarda Honduras’taki darbeci hükümete 150 milyon ABD doları ve 9 Eylül’de 14 milyon ABD doları tutarında kredi verdi. Dünyadaki hiçbir hükümet ya da örgütün, DB, BM ya da bölgesel kalkınma bankasının bu darbeci askeri hükümeti tanımamasına ve hatta verdikleri mali destek ve kredileri durdurmasına rağmen, IMF’nin darbenin hemen ardından darbecilere destek vermesi IMF’nin politik arenadaki konumunu da ortaya koymaktadır. IMF’nin bu tutumu aslında kurulduğu tarihten bu yana onun temel gözetmeni olan ABD ‘nin politikalarıyla uyumludur. Honduras’taki darbenin ardından, ABD Hükümeti bu ülkeye doğrudan verdiği 18 milyon ABD dolarlık yardımı keserken, IMF üzerinden bunun 10 katını vermiştir. Aynı IMF, geçen Kasım ayında bu ülkenin demokratik olarak seçilmiş başkanı Zeleya Hükümeti ile yapılmış olan Standby anlaşmasını, ekonomi politikaları konusunda anlaşma sağlanamadığı gerekçesiyle, durdurmuş ve krediyi kesmişti. Tüm bu örnekler uluslar arası politika arenasında IMF’ nin, ABD’ nin emperyalist hegemonyasının devamı için bir araç olarak da kullanıldığının göstergesidir. IMF’nin, karar alma mekanizması anlamında, iç işleyiş biçimi de demokratik değildir. Bunun ana nedeni, sermaye payı anlamında kota ve oy hakkı dağılımıdır. Buna göre, en büyük beş kotaya ve oy hakkına sahip ülkeler sırasıyla; ABD (% 17.09 ve % Aslında IMF’ nin anti-demokratik iktidarları 16.77 ) , Japonya ( % 6.12 ve % 6.02), Almanya ( % desteklemesi yeni değil. 1970’li yıllarda Filipinlerdeki 5.98 ve % 5.88), Büyük Britanya ve Fransa’dır (her diktatör Marcos’a ve Zaire’de diktatör Mobutu’ ya da biri % 4.94 ve % 4.85). İkinci büyük grup ülkeler ise, destek vermişti. Çin (% 3,72 ve % 3,66), S. Arabistan (% 3,21 ve % 2,69) ve Rusya’dır ( % 2,73 ve % 2,69). Türkiye’nin Darbeci hükümetlere destek verme konusunda son payı ise sırasıyla % 0,55 kota ve % 0,55 oy hakkıdır. derece cömert davranan IMF aynı ilgiyi demokratik halk iktidarlarına göstermemiş, hatta kredilerini onları Azgelişmiş diğer ulusların payları da % 001 ile % cezalandırmada bir araç olarak da kullanmıştır. 1 arasında değişmektedir. Böylece oyların % 40’ı en büyük beş ülkeye aittir. S.Arabistan, Çin ve Rusya’yı da Örneğin, Nikaragua’da 1979 yılında yapılan içine kattığımızda oyların % 50’sini bulan bir kısmının Sandinista devriminin ardından hem IMF hem de DB, ve veto hakkının büyük ülkelere ait olduğu görülür. devrimin tüm L. Amerika’ya yayılacağı endişesiyle, Bu durum uluslar üstü bir kurum görüntüsündeki bu ülkeye vermekte oldukları tüm kredileri kestiler. bu örgütün aslında zenginler kulübünün bir örgütü Sandinista Hükümeti, halkın da desteğiyle bazı olduğunu da ortaya koymaktadır. Bu açıdan şirketleri millileştirdi, okuryazarlık kampanyası, azgelişmişlerin gerçekte IMF kararlarında söz hakkı sağlık ve ucuz gıda gibi halkının lehine olan projeleri yoktur. Bu ülkeler için toplantılara katılmak sadece bir başlattı. ABD, IMF ve DB’ nı Nikaragua’ya hali ritüel gereğidir. 2008 krizi sonrasında azgelişmişlerin hazırda verdikleri kredilerin faizlerini yükseltmeye kotasının üç katına kadar çıkartılabilmesine imkân zorladı ve bunu başardı. Ayrıca devrilen diktatörün veren değişikliğin ise hiçbir işe yaramayacağı açıktır. 60 SORU 12: IMF’ nin değişmekte olduğu doğru mekanizma oluşturması ve daha yeşil bir üretim mudur? Doğruysa bu değişikliği nasıl yorumlamak dünyasının sağlanması biçimindeydi. gerekir? İstanbul IMF Zirvesi sonrasında yayınlanan bildiri IM F’nin değişmekte olduğu iddiaları Nisan 2009’da de ise, IMF’nin kuruluşu sırasında yer alan temel toplanan G20 Londra Zirvesi ve yine aynı yıl yapılan amaçlarda herhangi bir değişiklik meydana gelmediği IMF İstanbul Zirvesi sonrasında dillendirilmeye vurgulandı. Bu klasik amaçlar sırasıyla; Uluslararası başlandı. ticaretin geliştirilmesini, böylece büyüme ve istihdam yaratılmasını teşvik etmek, döviz kuru istikrarını Değişimle ilgili olarak, öncelikle, bu yıl ikinci baskısı sağlayarak uluslararası açık ödeme sisteminin yapılan ‘Kapitalizmin Krizi’ adlı kitabımda da geniş devamını sağlamak ve ödemeler bilânçosu sorunlarına olarak yer verdiğim gibi, G20 Londra Zirvesi’nden yönelik olarak gerektiğinde ülkelere, yeterli miktarda çıkan kararların iyi okunması gerekli. Bu zirvede bir döviz kredisi vermek. araya gelen G20 ülkelerinin liderleri krize karşı küresel işbirliğinin koordinasyonu anlamında, hem IMF’nin Aynı toplantıda bu amaçlara ilave olarak 2008 krizine mali gücünü ve rolünü artırmaya, hem finansal piya karşı yeni eylem planları açıklandı. IMF’nin iyiye saların regülasyonuna, hem de dünya ticaretine ilişkin doğru değişmekte olduğu yorumlarına neden olan da bir dizi karar aldılar. Bu kararlar özetle: işte bu fiili durumun beraberinde getirdiği öneriler ve alınan kararlardır. Bunlar sırasıyla; — Güvenin tesisi, istihdam ve büyümenin canlandırılabilmesine yönelik olarak ortak eylem — Azgelişmiş ülkelere yönelik kredilerin artırılması: planı, Bu çerçevede IMF 2008 yılından bu yana Beyaz Rusya, —Finansal denetim ve regülasyonların Macaristan, İzlanda, Letonya, Pakistan, Polonya, güçlendirilmesine yönelik olarak finansal sistemin Romanya Sırbistan, Sri Lanka ve Ukrayna’ya yönelik regülasyonuna ve gözetimine ait bir reform taslağı, olarak 160 milyar ABD dolarlık rekor bir taahhütte — IMF ve Dünya Bankası üzerinden sağlanan, bulundu. finansman miktarını 850 milyar ABD dolarına artırmak, IMF kaynaklarını üç misli artırarak 750 — Azgelişmiş ülke ekonomileri için yeni bir kredi milyar ABD dolarına çıkartmak ve toplamda 250 hattının oluşturulması: Küresel finansal kriz milyar ABD dolarlık bir dış ticaret finansmanı nedeniyle ülkelerin yaşadıkları likidite problemlerinin sağlamak; çözümüne yönelik olarak yeni bir kısa vadeli likidite — IMF’nin Esnek Kredi Kolaylığı (FLL) koşullarının kolaylığı uygulaması başlatıldı. Kolombiya, Polonya ve Dünya Bankası’nın az gelişmiş ülkelere dönük ve Meksika gibi ülkeler bu krediler için başvuruda uygun kredilere erişim koşullarının yumuşatılması, bulundular. — 2011 sonunda IFIS-IMF kota reformu ve Dünya Bankası’nın reformu (2010), IMF ve Dünya — Sosyal korumaya önem verilmesi: IMF olabildiğince Bankası’ndaki istihdamın liyakata göre yapılması, sosyal harcamaların korunacağını açıkladı. Örneğin, IMF stratejisi ve sorumluluklarının belirlenmesinde Pakistan’da yoksullara yönelik nakit transferleri ve fon guvernörlerinin daha fazla inisiyatif almalarının elektrik sübvansiyonları sunulacağı ileri sürüldü. sağlanması, Çok tartışılan yapısal reformların, krizden en — Küresel ticaret ve yatırımların geliştirilmesi, fazla etkilenen kesimleri gözetecek bir biçimde korumacılığın önlenmesine yönelik olarak ülkelerin bir tasarlanacakları açıklandı. yıl için korumacılığa başvurmamaları doğrultusunda 2008 Kasım’ında alınan kararın 2010 yılına kadar — Çok düşük gelirli ülkelere yönelik kredilerin uzatılması, artırılması: IMF bu tip ülkelere yönelik finansal — Adil ve sürdürülebilir bir canlanmanın yardımlarını iki katına çıkarttı. 2008 yılında bu tip sağlanabilmesine yönelik olarak, Milenyum Kalkınma ülkelere yönelik yardımlar 1,5 milyar ABD doları iken Hedefleri’ne bağlılık, düşük gelirli ülkelere Sosyal bu rakam Temmuz 2009 itibariyle 2,9 milyar ABD Sorumluluk Fonu adı altında, 50 milyar ABD dolarlık doları olarak gerçekleşti. Ayrıca SDR’ler aracılığı ile bir fon tahsisi, IMF’nin imtiyazlı kredilerinin limitleri yaratılacak olan 250 milyar ABD dolarlık kaynağın ve kapasitesinin artırılabilmesi için altın rezervlerinin 18 milyar dolarının bu tip ülkelere yöneleceği ve bu bir kısmının satılması, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün paranın, ülkelerin rezervlerinin güçlendirilmesinde ya krizin yoksullar üzerindeki etkilerini izleyen bir da ödemeler bilânçosu problemleri nedeniyle ortaya 61 çıkan nakit ihtiyacına yönelik olarak kullanılabileceği dile getirildi. — Kredi koşullarının kolaylaştırılması: Geçmiş dönemlerde Fon, program çerçevesinde belirlenen amaçlarla doğrudan ilgili olmamakla beraber ülkenin uzun dönemli gelişimi için gerekli olabilecek şartları anlaşmalara dâhil etmekteydi. Bundan böyle, kredilerin bağlandığı şartların kolaylaştırılacağı ve yalnızca ülkelerin cari dönemde yaşadıkları ekonomik sorunların çözümünün hedefleneceği açıklandı. Kaldı ki, 1,1 trilyon ABD dolarlık enjeksiyon, fabrika kapanmaları ve iflasları durdurmak, istihdam yarat mak, konutların el değiştirmesini durdurmak ve ihtiyaç içindeki üçüncü dünya ülkelerine yardım için kullanılmayacak, çalışan sınıflara veya yoksullara gitmeyecektir. Bu para kriz nedeniyle iflasın eşiğine gelmiş kapitalist devletlere borç olarak verilecektir. Bunu yaparken de IMF, her zaman olduğu gibi, krizlerin bedelini ihtiyaç halindeki ülkelerin ka pitalistlerine değil, işçilerine, köylülerine ve yoksullarına ödettirecektir. Nitekim Kriz sonrasında IMF’nin avukatlığına soyunmuş yayın organları da yapılan çok sayıda kredi anlaşması bunu ortaya IMF’nin değiştiğini söylüyor. Örneğin The Economist’ koymuştur. e göre, IMF yeni bir görünüme büründü. Buna göre, Ayrıca, bu trilyon ABD dolarlık fon, IMF’nin IMF artık sadece Wall Street ve Avrupa bankaları kamusal yoldan fonlanmasıyla sağlanmış olan bir için değil, dünyadaki tüm ülkeler ve insanlar için fondur ve özel bankaların hizmetine sunulacaktır. çalışacak. Bunu da, hem kaynaklarının 1,1 trilyon Kriz nedeniyle bankalara borç geri ödemelerini ABD dolarına çıkartılması, hem de işleyiş biçiminde yapamayan ülkeler bu sözü edilen fondan kredi alarak önerilen bazı değişikliklere ve IMF’ nin giderek bu borçlarını ödemeye çalışacaklar. Böylece, aslında, daha çok azgelişmişlerin sorunlarına yöneleceğinden G20 bir adımda IMF’nin kreditör ve gelecekteki borç hareketle savunuyor. tahsildarı rolünü yeniden zorunlu, vazgeçilemez bir hale getirmiştir. Yani, IMF’ye sanki dünya çapında “son borç verici kurum” anlamında bir dünya merkez bankası rolü veriliyor. Üç katına çıkartılmış kaynaklarıyla IMF şu ana kadar oynadığı rolü daha önce ayak basmadığı bölgelere doğru genişletmeyi düşünüyor. Tarihinde ilk kez IMF bu yaygınlıkta klasik koşullarına bağlı olmayan kredi tahsisi yapmayı planlıyor. Bu durum onu resesyonda kredi enjeksiyonu yapma anlamında son borç verici konumuna yaklaştırıyor ve haklı olarak da bugünkü gelişmeler 2. Dünya Savaşı sonrasında Bretton Woods anlaşmasıyla kıyaslanıyor ve G20 Londra Zirvesi sonucunda BW benzeri bir yeniden yapılanmaya gidilip gidilemeyeceği tartışılıyor. Washington Uzlaşması yıllarından bu yana IMF’ nin kötü isminin nedeni, kalkınmayı destekleyen bir acente olmaktan ziyade bir banker gibi davranmasıydı. Krizle mücadele konusunda yapılan resmi açıklamaların tersine, krizin kendisi eski IMF’ nin yeniden dünyaya gelmesinde ebelik görevi yaptı. Yani kriz yeni IMF’ yi doğurttu. IMF’ ye örneğin 3 trilyon ABD doları dahi verilmiş olsaydı, çöken dünya talebini ayağa kaldırma konusunda bir farklılık ortaya çıkmazdı. Bu 3 trilyon ABD doları efektif talebi ve istihdamı ayağa kaldırmayı finanse etmek için değil, kriz içinde olan ve geri ödemelerini yapamayan hükümetlere yapılacak kredilendirmede bir donanım faktörü olarak Öncelikle vurgulamak gerekir ki, IMF’nin değiştiğine kullanılacaktı. Bir başka deyimle G20 ülkelerinin ilişkin yorumlara esas teşkil eden bu kararlar, IMF kaynaklarını güçlendirme kararı bırakın düğümü krizdeki dünya ekonomisinin kumanda ve kontrolünü çözmeyi konuya değinmiyor bile. tamir etmeye yönelik olduğunu kararlardır. Ancak, 1,1 trilyon ABD dolarlık kaynağın bir kısmı aslında IMF kaynaklarını artırmaya dönük bu 1,1 trilyon sanıldığı gibi ihtiyaç halindeki ülkelere kredi ABD dolarlık plan, 600 trilyon ABD dolarlık türev biçiminde de verilmeyecektir. Bunun 250 milyar borç piyasasındaki toksik borçlarla ilgili hiçbir şey ABD doları, dünya ticaretine yöneliktir, ancak bu söylemiyor ve bu toksik borçlar finansal sistem için bir harcama şeklinde değil, sigorta şeklindedir. yeni kriz riskler oluşturmaya devam ediyor. Bu durum İhracatçının parasını alamaması durumunda sağla son borçlanıcı rolü verilen IMF’ nin de en önemli nan bir ödeme garantisi niteliğinde bir destektir. Yani, kısıtını oluşturuyor. Nitekim IMF son olarak, finansal 250 milyar ABD dolarlık ticari kredi sigortası, mal sistemin zararının 2010 yılında 4 trilyon ABD dolarını bedellerinin ödenmemesi durumunda ihracatçıları bulacağını açıklamıştı. Söylentilere göre, IMF daha kurtarmak için sunulmaktadır. Vergi mükelleflerinin yüksek rakamlar telaffuz etmeye hazırlanıyor. Böyle cebinden çıkacak olan bu para, istihdamı korumak, bir ortamda finansal piyasaların pusulası niteliğindeki kamulaştırma yapmak ya da gıda ve ilaç sübvansiyonu güvenin nasıl tesis edileceği ve IMF’nin bu işin için kullanılmayacaktır. kaptanlığını nasıl becerebileceği ciddi bir sorundur. 62 Nitekim IMF, 2009 yılında 283 milyar ABD dolarlık bir kredi tahsisi yaptı, ama bunun büyük kısmı zengin ülkelere, bir kısmı yükselen piyasalara ve sadece 20 milyar ABD dolarlık kısmı yoksul ülkelere ayrıldı. mi yoksa maliyet enflasyonu biçiminde mi olduğu ülkelere göre değişmekte, bu da anti enflasyonist önlemleri kökten değiştirebilmektedir. Bu bağlamda “Yapısal İktisatçılar” adı verilen bir grup Latin Amerikalı iktisatçı, ABD’ nin Latin Amerika’yı yanlış Dolayısıyla IMF’ ye sunulan bu yeni kaynak analiz ettiğini, arz yönlü bir enflasyonun varlığına imkânı, aslında mevcut krediler, yeni bir dış ticaret rağmen IMF’ nin ısrarla bu ülkelere talep düşürücü sigorta sistemi ve IMF’nin para basması imkânı dı politikalar dayatarak, bu ülkeleri daha da daralttığını, şında bir yenilik de içermemektedir. Artık sadece hatta stagflasyona soktuğunu iddia ettiler. finans kapital için değil, aynı zamanda azgelişmiş Her ülkeye aynı reçetenin yazılması şu tür sorunlara ülkelerin sorunlarının çözümü için çalışacağı iddiası da neden oldu: AGÜ’ ler henüz hazır olmadan, bazen ise tutarsızdır. Bu iki grup arasındaki uzlaşmaz de sömürgecilik dönemlerindeki gözdağı siyasetiyle, nitelikteki bir çelişki uluslararası sermaye tarafından piyasalarını uluslar arası sermayeye açmak zorunda kurdurulup, denetlenen, güçlendirilen bir kurumca kaldılar. Bu açılımdan faydalananlar ise gelişmiş nasıl çözümlenebilecektir? Kaldı ki, hala hedge kapitalist ülkelerin çok uluslu şirketleri oldu. Standart fonlar ve vergi cennetleri gibi Anglo-Sakson finansal Yapısal Uyarlama Politikaları, AGÜ hükümetlerinin modelin temel dayanaklarına karşı bir duruş bile kendi ekonomilerini idare etme imkânlarını ellerinde sergilenememiştir. Bankaları kontrol etmekte başarısız aldı ve bunun sonucunda işsizlik ve yoksulluk daha kalan mekanizmalar şimdi hedge fonları nasıl kontrol da arttı. edebilecektir? Şu ana kadar yapılan eleştiriler dışında, IMF’ Bu anlamda G–20 toplantılarından çıkan IMF’nin nin benimsemiş olduğu iktisadi felsefeye, temel yenilenen rolü, bir göz boyama niteliğindedir. Bu paradigmaya ve temel aldığı modele yönelik ciddi rolde dünyanın ezilen, sömürülen, yoksul halklarının eleştiriler yapmak da mümkündür. durumlarını iyileştirici bir yenilik mevcut değildir. Siyah Obama ile ABD emperyalizmi ne kadar insancıl IMF politikalarının temelinde ‘Finansal olduysa, G–20 sonrası IMF’ de o kadar insancıl Programlama Modeli’ adı verilen bir model yatıyor. Bu model ağırlıklı olarak Monetarist bir felsefenin olacaktır. ürünüdür. Ancak Howard gibi bazı iktisatçılara göre, SORU 13: IMF’ den umutlu olanlar bu model saf Monetarist bir model olmaktan ziyade kurumun reforma tabi tutulması ve hedeflerinin Monetarist, Keynesyen ve Yeni-klasik serbest piyasa daha da netleştirilmesiyle yararlı bir kurum yaklaşımlarının eklektik bir ürünü. haline getirilebileceğini ve eski hatalarını tekrarlamayacağını ileri sürüyorlar. Bunlar size Modele göre, gelişmekte olan ülkelerde görülen ödemeler dengesi sorunları, iç kredi hacmindeki inandırıcı geliyor mu? artışın para arzını artırmasıyla ortaya çıkan parasal Öncelikle şu gerçeğin altını çizmek gerekir. IMF bir sorundan kaynaklanmaktadır. Bir başka anlatımla, geçmişte, yardıma ihtiyacı olan birçok ülkeye, pek kamu harcamalarının kamu gelirlerinden fazla olması, çok yanlış politika dayatıp onları daha da sıkıntıya bu açığın kamu sektörüne sağlanan merkez bankası soktu. 2008 krizinden sonra bunu sürdürdü. Örneğin, kaynaklarından karşılanması ve para talebi veri iken ekonomisinin % 18 küçüleceğini tahmin ettiği bunun para arzını artırması sonucunda enflasyon Letonya’da IMF, beklenenin aksine devalüasyona oluşmakta ve beraberinde de ödemeler dengesi karşı çıktı. Oysa devalüasyon Letonya ekonomisi için açıkları ortaya çıkmaktadır. Böylece IMF programı daha iyi olabilirdi. Çünkü devalüasyon yapılmayınca uygulayan bir ülkenin yapması gereken ilk iş, iç kredi geriye sadece ekonomiyi küçültmek ve reel ücretleri hacmini daraltmak (hem özel sektöre hem de kamu düşürmek kaldı. Aynı yanlışı IMF 1999–2002 derin sektörüne yönelik) ve buna neden olan bütçe açıklarını kapatmak ya da azaltmaktır. Ayrıca yaklaşım döviz krizi sırasında Arjantin’de de yapmıştı. kurunun ödemeler bilançosu üzerindeki etkilerinden IMF geçmişte de, örneğin Stiglitz gibi bazı iktisatçılar yola çıkarak, ödemeler bilançosunu dengeleyebilmek tarafından, bütün azgelişmiş ülkelere aynı formatta adına hemen hemen bütün programlar için devalüasyon reçeteler yazmakla suçlanıp eleştirilmişti. Oysa az yapılmasını şart koşmaktadır. gelişmiş ülkeler dahi kendi içlerinde homojen bir yapıya sahip değiller. Öyle ki enflasyonun talep Böylece toplam arz ile toplam talep arasındaki dengesizliğin çözümü, toplam talebin toplam arz 63 teşhis konulmakta ve yanlış tedavi yöntemleri uygulanmaktadır. IMF’nce alınan bu önlemler ise doğaları gereği daraltıcı olup, istihdam, üretim ve gelir azalmasına ve gelir dağılımında hızlı bozulmalara neden olurlar, bu da yoksulluğu artırırlar. Reform konusuna gelince, son krizle beraber küresel finansal sisteminin reforma tabi tutulması yönünde talepler ve baskılar artmaya başladı. Ancak, bu krizdeki durum, 1990’ların krizlerinden farklı. Çünkü bu kriz AGÜ’ler kadar zengin ülkeleri ve geçmişteki adaletsiz dünya düzeninden büyük fayda sağlayan ekonomileri de etkiledi. Ayrıca geçmiştekilerden farklı olarak, AGÜ’ lerin reform konusundaki sesleri biraz daha fazla çıkıyor. IMF ve DB içindeki insanların kendileri de, reforma tabi tutulmaları gerektiğini dillendirmeye başladılar. Örneğin, Dünya Bankası başkanına göre G7 işlemiyor, daha çok ülkenin katıldığı büyük bir gruba ihtiyaç var. seviyesine çekilmesini sağlayan bir istikrar programıyla mümkün olabilmektedir. IMF’ye yapılan temel eleştirilerden birisi bu noktada oluşur. Buna göre talep yönlü baskı gereğinden fazla abartılmaktadır. Kendisini ağırlıklı olarak ‘Yapısalcı Görüşler’ olarak ifade eden bu eleştiriye göre gelişmekte olan ülkeler talep yönlü olmaktan ziyade arz yönlü bir baskı altındadırlar. Bu nedenle de gelişmekte olan ülkelerdeki üretim yapısından kaynaklanan (yapısal) sorunlara sırt çeviren ve istikrarsızlığı talep fazlasında arayan IMF politikaları başarılı olamamaktadır. Yapısalcı görüşlerin dayandığı temel nokta azgelişmiş ülkelerdeki üretim (arz) ve talep yapısının katılığıdır. Böylece talep yapısı yeterince esnek olmadığı sürece para arzının daraltılmasının enflasyonu düşürme yönündeki etkisi çok zayıf olacaktır. Ayrıca kamu harcamaları da çok katı bir görünüm sergilemektedir. Böylece faizlerin serbest bırakılması ve kredi hacminin daraltılması biçimindeki sıkı para politikaları özel tüketim ve kamusal harcamaları kısmaktan ziyade, özel yatırım harcamalarının düşmesine neden olacak ve bu da uzun vadede üretim ve istihdamın düşmesine yol açacaktır. Böylece gelişmekte olan ülkelerdeki hali hazırda mevcut olan yapısal sorunlar giderek tırmanacaktır. Bu da ekonominin uzun vadede döviz yaratma (ihracat) kapasitesini daraltacak ve ödemeler dengesi sorunlarının daha da ağırlaşmasına neden olacaktır. Fransa devlet başkanı ve AB dönem başkanı Sarkozy, IMF ve DB’ nda temel reformlar yapılması çağrısında bulundu. Bu çağrı, yeni bir finansal mimari için olduğu kadar, eriyip yok olmaya başlayan bu iki kurumu kurtarma operasyonu olarak da değerlendirilmelidir. Sarkozy’ nin önerisi, uluslar arası bankacılık sisteminin daha sıkı denetlenmesi ve devletlerarasında zararlı vergi rekabetine neden olan vergi cennetlerinin ortadan kaldırılmasını içeriyor. Ancak burjuva hükümetlerin liderlerinin ve OECD gibi örgütlerin benzer önerileri 20–30 yıldır yapmakta olduğunu da unutmamak gerekir. Yani, bu yeni bir şey değil. Ayrıca, Sarkozy’ nin adeta ikinci bir Bretton Woods toplanması yönündeki talebini ciddiye alabilmek için o ve diğer liderlerin, az gelişmiş ülkelerin hem IMF hem de DB’ nda daha fazla söz hakkına sahip olma yönündeki taleplerine sahip çıkmaları gerekiyor. Bilindiği gibi Stiglitz gibi reformist iktisatçılar, azgelişmişlerin daha iyi temsil edilmesi, daha fazla şeffaflık ve hesap verilebilirlik gibi yönetişim konularını uzun zamandır tartışmakta, ancak aynı zamanda da bu kurumların bunu sağlayacak temellerinin olmamasından dolayı, bu kurumları özellikle de IMF’ yi ikiyüzlü davranmakla suçlamaktadırlar. Kısaca, temel aldığı iktisadi felsefenin tutarsızlığı nedeniyle üretimden kaynaklanan sorunların göz ardı edildiği böyle bir durumda hastalığa yanlış Diğer taraftan, ABD, Kasım 2009 ortalarında finansal krizi tartışmak amacıyla G20 ülkelerine bir toplantı daveti yaptı. Gayrı resmi yapılanmasına rağmen, G20 ekonomileri ’ dünya GSH’ sının % 90’ını, dünya nüfusunun % 80’ini temsil ediyorlar (en yoksul % 20 yani 160 ülke hiç temsil edilmiyor ). Bu toplantıda AGÜ’ ler ve Avrupalı ülke temsilcisinin bir kısmı 64 tahsisi efektif olarak yeni para basmak demektir. Bunun 100 milyar ABD doları yükselen piyasalara ve az gelişmiş ülkelere giderken, toplamda 1,1 trilyon ABD dolara yükselen kaynaktan dünyanın en yoksul 49 ülkesine sadece 50 milyar dolar tahsis edilecek. Bu toplam tahsisatın % 5’ inden az bir orana denk düşüyor. Güçlendirilmiş bir IMF’ nin yoksul ülkeler için bir anlam ifade etmediğinin de açık bir göstergesidir bu. olası temel reformları tartışmak istediler, ama ABD ve yanındakiler sadece mevcut krize ve onunla ilgili olarak alınması gerekli kısa vadeli önlemlere odaklanılmasını sağladılar. Bu saptırma görüşmelerin etkinliğini azaltan faktörlerden birisi oldu. Ardından, Birleşmiş Milletlerin Kasım 2009 sonunda düzenlediği, “kalkınmanın finansmanı” konulu daha çok katılımcıyı içeren (192 üye ülke) bir konferans ise nedense medyada çok az yer bulabildi. IMF kaynaklarındaki bu büyük artışa rağmen, IMF ‘nin şu ana kadarki kurtarma paketlerinin ardından uygulattığı kemer sıkma politikalarını sonlandıracağına ilişkin açık bir taahhüt de söz konusu değil. Çünkü krizle beraber verilen birçok reçete, geçmişte eleştirilmiş olan reçetelerle aynı: Kemer sıkma ve krizde en çok ihtiyaç duyulan kamu harcamalarında kısıntılar. IMF’nin öne sürdüğü koşullar, IMF’nin 10 yıl önceki Asya finansal krizlerinden ders almadığını da ortaya koyuyor. Ağırlıklı olarak bazı AB ülkelerince ve AGÜ’ ler tarafından talep edilen bu değişikliklerin her hangi birisi etkin olarak gerçekleşebilir mi? Ya da gerçekleşse dahi ne değişir? Örneğin, Nisan 2008’de toplamda zengin ülkelerin oy haklarının % 3’ünden vazgeçerek, bunun % 2’sini yükselen piyasalara ve % 1’ini de diğer AGÜ’ lere devretmesi konusunda karar verilmişti. Ancak, açıktır ki bu çok şey değil ve bu kriz daha fazla şeyin ve daha anlamlı biçimde ve daha derin olarak yapılması gerektiğini ortaya koymaktadır. Bu yapılır mı, iyimser olmak çok zor. Eğer tarih iyi bir göstergeyse, güç ve açgözlülüğün iyi fikirleri yok ettiğini çok iyi biliyoruz. Sistemden faydalananların, sistem değişikliklerini kabul etmeleri zordur. Ya da kendileri lehinde olan değişiklikleri kabul etmeye yanaşırlar ki, bu da herkesin iyiliğine olmayacak bir değişikliktir. Yani reformlara karşı sistemin kendi içindeki egemenler tarafından bir direniş söz konusudur. G20 zirvesi sonrasında yayımlanan tebliğ ise uluslar arası finansal kurumların(IFI) yönetişim reformlarıyla ilgili yeni hiçbir şey söylemiyor. Bankacılıkla ilgili düzenlemelerde elle tutulur somut gelişmeler yok. AGÜ’ lerin oy haklarının artırılarak daha fazla seslerinin çıkmasını sağlayacağı ileri sürülen değişiklikler ise sadece lafta kalmış gibi gözüküyor. Soru 14: Yani, IMF’nin reforma tabi tutulmasına bizzat zengin ülkelerin direnç gösterdiklerini söyleyebilir miyiz? IMF’ nin reforma tabi tutulabileceğini ve iyileştirilebileceğini savunanlar yukarıda açıkladığımız iktisadi felsefenin geçerliliğini sorgulamaksızın, onu veri alarak, yeni IMF’ nin görev tanımının iyi yapılmasıyla daha faydalı olabileceğini savunmaktadırlar. Bunlara göre IMF’nin yeni dönemde görevleri sırasıyla; ulusal politikaları nedeniyle ödemeler bilânçosu sorunları yaşayan ülkelere yardımcı olmak; küresel bir rezerv havuzu oluşturmak; makro düzeyde basiretli bir denetçi olmak; büyük ülkelerin izlediği politikaların neden olduğu risklere karşı uyarılarda bulunmak ve uluslar arası sistemin reforme edilmesini koordine etmek. Evet. Çünkü sırasıyla G20 Nisan zirvesi ve 26 Haziran 2009 tarihli BM’ in “Kalkınma Üzerinde Dünya Finansal ve Ekonomik Krizinin Etkileri” konulu konferans sırasındaki gelişmeler bunu ortaya koydu. İlkinde zengin ülkelerin mevcut kriz konusunda alınacak anlamlı önlemleri destekleyeceği, ikincisinde ise daha uzun dönemli ve daha anlamlı önlemlerin hayata geçirilebileceği ümit ediliyordu. İlk toplantıyı bir kenara bırakın, ikincisinde de AGÜ’ lerin belki de ilk defa seslerini yükseltebilecekleri ve reformlarını masaya koyacakları bu konferansta, zengin ülkeler reformlara yanaşmadılar. Tam tersine, az gelişmişlerden gelen haklı taleplere direndiler. İşin acı yanı, ciddi bir değişiklik olmamasına ve IMF’ ye ve DB’ na daha fazla para akıtılması kararına rağmen, Nisan G20 zirvesi büyük medyada çok olumlu bir şekilde yer bulabildi. Yani, reformistlerce IMF’ye hem GÜ hem de AGÜ’ lerin ekonomi politikalarını izleme konusunda daha büyük yetki verilmek istenmektedir. Fakat aynı IMF yakın geçmişte 1990’ların borsa balonu ve son konut balonunu önceden görüp izleyememişti. Bu geçmişi varken ve AGÜ’ ler konusunda yanlış çok sayıda politika izlediği bir gerçekken, IMF’ye böyle bir genişletilmiş işlev, yani resesyondan çıkarken ülkelere sıkı makro ekonomi politikaları izletme yetkisi verilmeli midir? Hatırlayalım, G20 Zirvesi sonrasında IMF, yeni kaynak anlamında 500 milyar ABD doları, 250 milyar Diğer yandan, 2008 küresel krizi sonrasında ortaya yeni SDR sunumu sağlayarak aslan payı aldı. SDR çıkan durum kapitalizmin bekası için ‘küresel bir 65 reserv sisteminin’ kurulmasını gerekli kılmaktadır. Çünkü krizden sonra ABD doları güçsüz bir küresel değer biriktirme aracı haline geldiğinden, dünyanın ABD doları esaslı bir rezerv sisteminden uzaklaşması söz konusu olabilir. Az gelişmiş ülkelerin krize etkin bir biçimde yanıt vermeyi sağlayacak ilave kaynakları yok, yani yardıma ihtiyaçları var. Ancak, az gelişmiş ülkelerin halkları yeni borç tuzaklarına düşmek istemiyorlar. Bu nedenle de bu ülkelerin güvenini kazanacak çok çeşitli ve yeni dağıtım kanalları, yeni kredi kolaylıkları gerekli, ayrıca yardımın büyük kısmı hibe biçiminde verilmeli. Ama uluslar arası finans kapitalin böyle bir yaklaşımı benimsemesini beklemek için safdilli olmak gerekir. bir kredi taahhüdünde bulundu. Sadece Meksika için taahhüt edilen 47 milyar ABD doları ve Polonya için 20,5 milyar ABD dolarıdır. İkinci olarak, azgelişmiş ekonomiler için yeni bir kredi hattı oluşturuldu. Bu yeni bir kısa vadeli likidite kolaylığından şu ana kadar sadece Kolombiya, Polonya ve Meksika yararlandı. Üçüncü olarak, çok düşük gelirli ülkelere yönelik çok düşük faizli krediler ve finansal yardımlar hacim olarak artırılarak iki katına çıkartıldı. Ama çok düşük gelirli ülkelerin büyüyen IMF kredi pastasının kırıntılarıyla yetinmek durumunda kalacaklarını vurgulamıştık. Son olarak, kredi koşullarının kolaylaştırılacağı açıklandı. Ayrıca, bu tür iyileştirici (!) önlemler konusuna da dikkatli yaklaşmak gerektiği kanısındayım. Bu tür öneriler aslında emekçiler açısından yoksulluk, işsizlik ve beraberindeki zulüm dışında şu ana kadar bir şey getirmemiş olan bir sistemin ve onun kurumlarının yeniden umut haline getirilmesine de hizmet edebilmektedir. Uygulamada ise, 2008 krizi sonrasında verilen IMF kredilerinin sadece bir kısmının eskiye göre sıkı para ve maliye politikalarına bağlı kılınmadığı ya da sadece bir kısmında politika sıkılığının gevşetildiği görülmektedir. Büyük bir kısım kredi yine Standby kredileri statüsü altında eski bildik kemer sıkıcı politikalara bağlı olarak verilmiştir. Nitekim kriz sonrasında kredilendirilen 41 ülkenin 31’i ile yapılan kredi anlaşmaları Ortodoks sıkı para ve maliye paralarını şart koşmuştur. Kalan 10 ülke ise Polonya, Meksika, Kolombiya’nın aralarında bulunduğu nispeten gelişmiş ülkeler ya da yükselen piyasalar olarak tabir edilen ülkelerdir. SORU 15: IMF’ nin bundan böyle az gelişmiş ülkelere daha fazla miktarda ve daha iyi koşullu kredi vereceği doğru mu? SORU 16: Sözü edilen ülkeler hangi ülkeler ve bunlara ne tür koşullar dayatıldı? IMF belki de tarihinde ilk kez bu çapta bir koşulsuz kredi tahsisi yapıyor. Bu durum onun son borç verici işleviyle uyumlu. Ama bu bir radikal değişiklik değil. Çünkü IMF kurulduğu 1944 yılından bu yana ilk kez bu denli bir küresel finansal kriz ve resesyonla karşı karşıya kaldı. Bu nedenle de otomatik olarak uluslar arası finans kapital onu küresel bir merkez bankası rolü oynamaya doğru zorlamaya başladı. Bu ülkeler daha ziyade Gürcistan, Ukrayna, Letonya, Romanya, Macaristan, Ermenistan, İzlanda, Pakistan, gibi ülkeler. Bunlar içinde en çarpıcı örneklerden birisi Aralık 2008’de IMF ile 1,7 milyar Euro’luk bir Stand by Aslında, IMF’ nin 2001 krizi sonrasında Türkiye’ye anlaşması yapmak durumunda kalan ve % 17,2 resmi verdiği ve o döneme kadarki en büyük kredilerin işsizlik oranıyla İspanya’dan sonra en yüksek işsizlik başında gelen Standby kredilerinin de koşulları oranına sahip bulunan Letonya’dır. eskilere göre yumuşatılmıştı, ama bu kredilerin büyükçe bir kısmı fiilen yabancı bankaların batan Bu ülke IMF ile yaptığı Standby anlaşması gereğince, Türk bankalarıyla ilgili alacaklarını tahsil etmede bütçe açıklarını IMF’nin istediği düzey olan % 4’e kullanıldı. çekebilmek için kamu hastanelerinin yarısını, kamu okullarının bir kısmını kapatma taahhüdünde bulundu Yani, 2008 krizi sonrasında IMF’ nin küresel krize ve bunları uygulamaya başladı. Hali hazırda bütçesi karşı daha etkin tedbirler alması zorunluluğu kendisini % 40 oranında daraltıldı. Buna rağmen, bütçesini açıkça dayattığından, IMF bu yönde bir dizi kararlar yeterince kısmadığı için Mart 2009’da IMF’ den aldı. verilmesi beklenen 200 milyon euroluk tahsisatını alamadı. Bunun üzerine, öğretmen maaşları ve Bunlardan ilki, daha önce de vurgulandığı gibi, emeklilerin maaşları % 10 ile % 70 arasında azaltıldı, azgelişmiş ülkelere verilen IMF kredilerinin hacim 2010 yılından itibaren artık emekli maaşları enflasyona olarak artırılmasıydı. Öyle ki, 2008 yılından bu yana endekslenmeyecek. KDV oranları % % 21’den % IMF, bu ülkelere toplamda 160 milyar ABD dolarlık 23’ e çıkartılırken, petrol ve alkollü içkiler üzerinden 66 alınan özel tüketim vergisi oranı artırıldı. Aylık özel geçim indirimi 90 lot’tan 35 lota düşürüldü. 2010 yılında bütçe açıklarının daha da aşağı çekilebilmesi için GSYİH’ nın % 4’ü oranında vergi artışı ve harcama kısıntısı yapılacağı taahhüt edildi. Tarıma verilen vergisel teşviklerin azaltılması planlanıyor. Gider kısıcı tedbirler olarak ise, yapısal uyumun gerçekleştirildiği bakanlık ve kamu kurumlarının bütçelerinde GSYİH’ nın % 1,5’i tutarında kesintiye gidildi. Hükümetin, Rusya’ya olan doğal gaz borcunu ve memur maaşı ve emekli maaşlarını ödeyebilmek için bu paraya ihtiyacı vardı. Ukrayna Maliye Bakanı Ihor Umansky, IMF ile görüşmeleri 2010 yılı başlarında tazeleyeceklerini ancak bu yılın sonundan önce taze bir IMF kredisi almanın mümkün olmayacağını açıkladı. IMF ise 2009 yılında, GSYİH’ sı % 15 oranında daralmış olan bu ülkeye hali hazırda 11 milyar ABD doları kredi verdi, ancak reformların yetersizliği ve politik Bu politikaların da etkisiyle, Letonya’nın GSYİH’ kavgaların derinleşmesi nedeniyle yardımı Kasım sı 2009 yılının ilk çeyreğinde % 18 daraldı (2008’in 2009’ da dondurdu. Hükümet yetkilileri eğer ülkenin son çeyreğinde % 10,3 daralmıştı). Bu, IMF’nin finansal sıkıntısı artarsa bunun diğer bölgelere de acı reçetelerinin günümüzde de sürdüğünün tipik yayılacağını ileri sürdü. Avrupa bankalarının Ukrayna örneğidir. Oysa IMF kredilerinin işleri daha da pazarındaki payının % 40 dolayında olması, durumu zorlaştırmak için değil, kolaylaştırmak için verildiği iyice kötüleştiriyor. ileri sürülmektedir. IMF kredilerinin eski sıkı koşullarının sürdüğünün Bu arada, Ukrayna Merkez Bankası’nda 27 milyar kanıtı diğer bir Standby anlaşması Ukrayna ile ABD dolarlık bir rezerv olması Hükümete kaynak yapılan anlaşmadır. Bu ülkede de bütçe açığının % transferi yapılabileceği anlamına gelse de, bu rezervler 4’e çekilmesi şart koşulmuş ve bunun için; doğal gaz IMF parasıyla sağlandığı için rezerv düzeyinin aşağı ve elektrik fiyatlarına % 20 dolayında zam yapılmış, çekilmesi izni IMF’ den çıkmadığı sürece bu paranın kamusal mal ve hizmet sunumunda kısıntılara Hükümete bir faydası yok. Bu rezervler 2008 yılında gidilmiş, kamu çalışanlarının ücretlerine zam % 40 oranında değer kaybeden ulusal paranın yeniden yapılmayacağı kararlaştırılmış, başta enerji dağıtım istikrara kavuşmasını sağlamıştı. firmaları olmak üzere bazı KİT’lerin özelleştirilmesi hızlandırılmış, sıkı para politikası uygulanması sözü verilmiş, bu arada beş özel bankanın kurtarılması kararlaştırılmıştır. Bir başka sorunlu ülke olan Romanya ile yapılan Standby anlaşması daha da çarpıcı maddeler içeriyor. Bu ülkede 2009 yılında % 7,3’lük bütçe açığı hedefine ulaşabilmek için GSYH’ nın % 0,8’ine denk gelen Bugün Ukrayna adeta resesyon ve IMF koşullarının bir mali daralma gerçekleştirilmesi planlandı. Bu pençesinde kıvranıyor. IMF, resesyonla sarsılan bağlamda, cari harcamalar için aylık tavanlar belirlendi, Ukrayna’nın 2009 yılı sonunda talep ettiği 2 milyar personel harcamalarının kısılması için acil önlemler ABD dolarlık acil yardım kredisini 2010 bütçesini devreye sokuldu ve kamu çalışanlarının ücretleri % basiretli bir biçimde hazırlamadığı ve yaklaşan 15,5 oranında düşürüldü. 2010 yılında bütçe açığının devlet başkanlığı seçimi için politik bir uzlaşma % 6 seviyesinin altına düşürülmesi planlandığından, sağlayamadığı gerekçesiyle geri çevirdi. Oysa personel harcamaları daha da kısılacak, emeklilik reformu ile sosyal güvenlik kuruluşlarına yönelik transfer harcamaları düşürülecek, bazı mal ve hizmet alımlar durdurulacaktır. Gelirler yönünde ise emlak vergilerine yönelik düzenleme ile vergi tabanı artırılırken aynı zamanda da petrol ve tütün mamullerinin ÖTV’ leri artırılacak. Ayrıca bu anlaşmayla uzun dönemde, gerçekleştirilecek reformlarla kamu kesiminin etkinliğinin artırılması hedeflenmektedir. Bu reformlar yedi alanda yoğunlaşacak: i) kamunun yeniden yapılandırılması kapsamında kamu çalışanlarının payının azaltılması, ii) emeklilik reformu, iii) mali sorumluluk yasasının yürürlüğe konulması, iv) kamusal girişimlerde reforma gidilmesi, v) mali hesap verilebilirlik adına yerel yönetimlerle olan finansal ilişkilerin yeniden yapılandırılması, vi) vergi idaresinde 67 etkinliğin artırılması, vii) daha verimli sosyal yardım Öncelikle, 24 Ocak 1980 kararlarının en yoğun bir programlarını geliştirilmesi. biçimde uygulamaya konulduğu Özal döneminden başlayarak, yani 1983 yılından, 2009 yılı üçüncü Macaristan’da benzer politikalar hayata geçirilmeye çeyreğine kadar yapılan dış borçlanmaya baktığımızda başlanmıştır. Buna göre, 2009 yılı bütçe açığının çok çarpıcı gerçeklerle karşı karşıya kalıyoruz. Öyle % 4 oranında tutulması planlandığından, kamu ki, bu 27 yıllık dönem boyunca Türkiye kamu ve özel harcamalarını kontrol altına alacak tedbirler sektör dış borç servisi olarak toplam 520 milyar ABD yürürlüğe konulmuştur. Bu bağlamda, yerel yönetim doları civarında dış borç servisi yapmıştır. Bunun 377 harcamalarının kontrol altına alınması, eğitim milyar ABD doları anapara olup, 141 milyar ABD harcamalarının demografik eğilimlere göre azaltılması doları faiz ödemesidir. ve belli sübvansiyonların azaltılması hedeflenmiştir. Ayrıca kamusal ulaşım harcamalarında da kısıntıya Bu borç servisinin 324 milyar ABD dolarlık kısmı gidilmektedir. Ayrıca ÖTV oranları artırılmış ve yani % 62’si 2002 yılından bu yana yani AKP vergi dışı kamu gelirlerinde artış sağlamak için KİT iktidarı döneminde yapılmış olup, bunun içinde faiz ürünlerine zam yapılmıştır. ödemelerinin tutarı 71 milyar ABD dolarıdır. Krizden etkilenen ülkelerin başında gelen İzlanda’da ise finansal sektöre yönelik birçok tedbirin yanı sıra 2009 yılında % 14’e ulaşan bütçe açığını aşağıya çekebilmek için orta vadeli bir mali uyum kanunu çıkartılarak kamu harcamalarında özellikle de sermaye yatırımlarında kısıntıya gidilmesi, böylece de faiz dışı fazla verilmesi hedeflenmiştir. 2013 yılında vergi gelirlerinin GSYİH’a olan oranının % 32’ye çıkması hedeflendiğinden vergi yükü artırılacaktır. Bu bağlamda, gelir ve kurumlar vergisi oranlarının artırılması, tüketim üzerinden alınan vergilerin daha da ağırlaştırılması ve teşviklerin kapsamının daraltılması planlanmıştır. Bu veriler özellikle son 30 yıldır Türkiye’den borç anapara ve faizi biçiminde önemli bir miktarda kaynağın uluslar arası finans çevrelerine doğru aktarıldığını ortaya koymaktadır. Bu aktarma süreci özellikle AKP iktidarı döneminde hızlanmış olup, son 7 yılda aktarılan değer bu döneme kadar ki kısmın iki katından fazla olmuştur. Buna rağmen Türkiye’nin dış borç stoku azalmamıştır. 2009 yılının üçüncü çeyreği itibariyle toplam brüt dış borç stoku yaklaşık 274 milyar ABD dolarıdır. Bunun 84 milyarı kamu (% 30,5) ve 176 milyarı özel sektöre ( % 64,5) ve Yukarıdaki kredilendirme örneklerine, kemer sıkmaya 14 milyarı T.C.Merkez Bankası’na aittir (% 5). yönelik sıkı para ve maliye politikası uygulamaları Türkiye’nin böyle bir borç ödeme mekanizmasına damgasını vururken aynı IMF, ABD’nin telkinleriyle dönüşmesinde kuşkusuz IMF’nin hem doğrudan hem Pakistan’ da koşullarını gevşetmiş, hatta 2011 yılında de yeşil ışık anlamında dolaylı olarak payı büyüktür. KDV’ye geçiş ve sigaranın vergisinin artırılması gibi önlemlerin dışarıda tutulduğunda, genişletici Diğer taraftan, vade yapıları itibariyle, daha sorunlu sayılabilecek maliye politikalarının uygulanmasını olabilecek kısa vadeli borçlar toplam dış borçların kabul etmiştir. Çünkü daha önce de belirtildiği gibi, sadece % 18’ini, uzun vadeli borçlar ise % 82’ sini nükleer silaha sahip Pakistan Hükümeti bugünlerde, oluşturuyor. Özel sektörde ise kısa vadeli dış borç Taliban hareketinin yükselişiyle ilgili olarak ciddi oranı biraz daha yüksek olsa da (%25) çok büyük bir sorunlar yaşıyor. Politik istikrar açısından, zaten krizle sıkıntı yaratacak gibi gözükmüyor. Ayrıca, TCMB daralmış bir ekonomiyi daha da daraltmak ABD’ nin net rezervlerinin kısa vadeli borçlara oranı : % 151, Asya’daki çıkarları açısından iyi bir politika olmazdı. toplam borç stokuna oranı % 27 civarında. 2008 Bu nedenle de IMF, Pakistan’da bütçe açığının % yılından bu yana bu rasyolarda iyileşme anlamında bir artış var. Keza, dış borç servisinin ihracata oranı 3,4’ten % 4,9’a çıkartılmasını kabul etti. % 60 ( % 75’in altında). Soru 17: Son olarak, Türkiye bir süredir yapılan görüşmelere rağmen IMF ile henüz bir Standby Bu göstergeler, yukarıda ele aldığımız ve IMF ile ağır anlaşması imzalamadı. Sizce bunun nedeni nedir? koşullarda Standby anlaşmaları yapmak zorunda kalan ülkelerle kıyaslandığında göreli olarak Türkiye’nin Böyle bir anlaşma gerekli midir? neden rahat davrandığını bir miktar açıklıyor. IMF ile yeni bir Standby anlaşmasının gerekli olup olmadığını değerlendirebilmek için öncelikle Ancak, 2010 yılı itibariyle şöyle bir durum da söz Türkiye’nin dış borçlarıyla ilgili bazı verilere bakmak konusudur: Bankacılık dışı reel sektörün 2010 yılı yararlı olur. 68 sonu itibariyle ödemesi gereken dış borç miktarı (faiz hariç) 27 milyar ABD doları civarında. Bankaların dış borç ödemelerini de kattığımızda bunu 35 milyar ABD doları (faiz hariç) olarak düşünmek mümkün. Kamu kesiminin 2010 yılında yapması gereken faiz dâhil dış borç geri ödemesi 11 milyar ABD doları tutarında. Hazine garantili dış borç stoku ise 6,3 milyar ABD doları civarında, ancak bunun geri ödeme detayları bilinmiyor. Ayrıca kamu kesiminin 2011 ve 2012 yıllarının her birinde faiz dâhil 10’ ar milyar ABD doları dolayında bir borç servisi var. Kısaca, 2010 yılında kamu ve özel sektör, borç anapara ve faizi olarak 50 milyar ABD doları civarında bir dış borç geri ödemesi yapacak. Bunun dörtte üçü özel sektöre, ağırlıklı olarak da reel sektöre ait. Kanımca, burada temel sorun bu borcun çevrilip çevrilemeyeceğiyle ilgili. Aslında 2007’den bu yana pek de sıkıntı çekmeden bu miktarda bir borç çevrilebilmiş ve sırasıyla 2007’de 49 milyar, 2008’de 53 milyar ve 2009 üçüncü çeyrek itibariyle 59 milyar ABD dolarlık bir geri ödeme(faiz dâhil) yapılabilmiş. Bu nedenle de 2010’da 50 milyar dolar civarındaki bir dış borç servisi yapılabilir gibi gözüküyor. Bu anlamda da IMF ile bir Standby anlaşmasına gidilmesi çok elzem gibi gözükmüyor. Bununla birlikte, IMF kredi anlaşmalarının beraberinde getirdiği ve emekçilerin aleyhine olan koşullar (özelleştirmelerin hızlandırılması, istihdamın daha da esnekleştirilmesi, sendikasızlaştırma- örgütsüzleştirme, sosyal harcamaların kısılması gibi) ve bir miktar da özel sektörün daha düşük faizlerle yeni dış borç bulabilme arayışından dolayı yeni bir Standby büyük sermaye tarafından destekleniyor olabilir. Kısaca, verili Standby koşullarında IMF ile bir Standby anlaşması yapılırsa, , bu dış borçların çevrilebilmesi ihtiyacını karşılamak için değil, büyük sermayenin emek karşıtı IMF politikalarını uygulatma talebini karşılamak için yapılacaktır. Son söz olarak, Türkiye 1958 yılından bu yana IMF ile beraber. O yıl söz kesmişiz, ardından nişan ve ardından evlilik, ama 60 yıl süren bu beraberlikte ülke olarak ve özellikle de emekçiler olarak hiç mutlu olamamışız. Sadece 2000–2005 döneminde 30 milyar SDR civarında kredi kullanıp, şu ana kadar 20’ yi aşkın Standby anlaşması imzalamışız. Geldiğimiz nokta nedir? Her seferinde başa sarıyoruz. Yani, IMF ile geçen 60 yıl, boşa geçmiş 60 yıl olarak değerlendirilebilir. Siz hiç IMF politikalarını uygulayarak kalkınan bir ülke gördünüz mü? 69 ÖLÜLERİMİZ BİR TUTAR BİZİ Osman AKINHAY ...Kalkıp gitsem şimdi, ellerim pantolonumun ceplerinde, yönüme bakmadan sokakların arasına girip çıksam. Yine de bilirim, hiç karşı koyamayacağım içimdeki sesin beni nereye yönlendireceğini, koluma girip beni -en uzak ülkelere gittiğimde dahi bu şehrin adı geçtiğinde zihnimde görüntüsünün canlandığı- nereye götüreceğini. Nitekim çok geçmeden, yürümeye başlayalı yarım saat bile olmadan dikilmeye başlarım bu durağımda, fakültenin karşı kaldırımındaki lokantayla kahvenin önünde, caddeye biriki metre mesafede. Ve başımı çeviririm bir sağa, yüksek ağaçların arkasında heybetini hâlâ kaybetmemiş binaya, bir de sola, hamamın önündeki, yanından uzanan kolun tuttuğu silahı apaçık gördüğüm elektrik direğine... dudaklarının kenarına iliştirdiğin utangaç gülümsemen yerine, bu sefer ağzın kulaklarına varan bir sevinç içinde söylemiştin bunu. Kış aylarında üstünden hiç eksik olmayan o kalın gri pardösünü giymiştin gene, keşke canını korumaya yetseydi kalınlığı, kurşun işlemeyen bir zırh olsaydı, yetmedi ama, koruyamadı seni, tam o sırada sen de apaçık gördün mü, o melunun, elektrik direğini kendine siper ettiğini, mavi anorağı ve kalın bıyıklarıyla sağ kolunu uzatıp namluyu tam üstümüze doğrulttuğunu. Taşlar vardı o gün ellerimizde, banliyö treninin geçtiği lokantanın arkasındaki açıklıkta. Akşamdan kalmış hafif bir kar tabakasının örttüğü trenyolunun kenarındaki çakılların içinden toplamıştık hepsini alelacele, kahvenin önünde kümelenmiş, saldırmak üzere bizi bekleyen grubu fark edince. Semtteki okullarda dersler bittiğinde bizim ayrı bir grup olarak otobüs durağından topluca ayrıldığımızı bildiklerinden orada hedef seçmişlerdi bizi. Tasarlanmış bir tuzaktı bu; biz onlara doğru yürümesek, arkadaki açıklıktan taş toplamak yerine onları umursamadan, gelecek ilk otobüsle gitmeye niyetlenmiş olsak dahi yine sloganlar, küfürler ve taşlarla tahrik edeceklerdi belli ki. Yirmi beş-otuz kişi vardılar o hengâmede seçebildiğim, fakat tek bir kız yoktu aralarında, doğrudan saldırmak amacıyla bizi bekliyor olduklarını bundan anlamalıydık esasında. Sonra geri çekilmeye başlayınca onlar, biz de taş atarak kovalamaya başlamıştık topluca, ama hiç ihtimal vermemiştik silahlı olmalarına, ihtimal versek de, gözlerimizle görsek de aldırmazdık ya, biraz tereddüt geçirdikten sonra yine kavgaya girerdik ya; oysa bizi üstlerine çekmek, hayatımıza kast ederek ateş açmak içinmiş koşmaları –o katilin karşısında öylesine açık bir hedeftik ki her birimiz... Yan dönmüş olmalıydın ilk kurşunu yediğinde, yoksa ikinci mermi yandan delip geçmezdi boğazını, ya önden girerdi vücudunun başka bir yerine, ya da boşa giderdi belki, esirgerdi seni, esirgemedi ama işte, en uzun boylumuzdun da ondan dolayı doğrudan sana nişan almış da olabilirdi –anlaşılan kolayına gelmişti katilin, hiç bilemeyeceğiz bunu, yakalanmamıştı zaten, saldırganları fiilen yönlendirenlerin adları sanları bilinse bile faili meçhul kalacaktı bugüne kadar. Ve tam o ânda gözlüklerin mi fırlamıştı havaya, parmakları açılan sağ elin vurulduğunu mu haber vermek istiyordu, yoksa havadaki gözlüklerini tutmaya mı çalışıyordu, bir sıcaklık hissettin mi o esnada vücudunda, hemen anladın mı vurulduğunu, düşündün mü öleceğini –sonraları defalarca zorladım zihnimi, yüzün mü çarpılıp kasılmıştı, yoksa ben mi ekliyordum hep bu ayrıntıyı, aklımdan hiç çıkmayan o görüntüne; haykırıp yardım istedin mi, onu da hatırlamıyorum, ilk kurşun sesi duyulunca şaşkınlıkla sağa sola baktığımı, ileri doğru koşmak yerine, merminin kime isabet edeceğini görmek istercesine durup yüzümü arkaya çevirmek üzere olduğumu, sonra da solumdan, senin tarafından bir inilti gelince tehlikenin büyüklüğünü fark edip ikinci mermiden önce kendimi yola fırlattığımı hatırlıyorum ama, önüne atılan birini görünce onu Sen, birkaç saniye sonraki -erken mi erken- ölümünle kaderi hepimizden ayrılacak olan, çok fark olmasa da yaşça en büyüğümüzdün, çoğumuz ikinci, üçüncü sınıftayken sen iki yıldır mezun olmanın eşiğindeydin. Üstelik evleneli birkaç ay ancak olmuştu; bir hafta önce de kantinde hep birlikte otururken vermiştin müjdeyi, çok sevdiğin karının bir aylık hamile olduğunu. O her zaman 70 ezmemek için sert bir fren yapan arabadan çıkan tiz sesi de, başımın hafiften otomobilin ön çamurluğuna çarptığını da hatırlamıyorum bir nebze olsun. Yanı başımda lastiğini yakarcasına bir frenle duran otomobil ile bizim arkadaşların tarafından kızlı erkekli karışık bağırış sesleri ve çığlıklar, sloganlar arasında bir bilinç kaybı, algısını kaybettiğim zamanın birkaç saniyeliğine buhar olup uçuşu, durdurulmuş bir film karesi gibi ânı sabitleyen o uğursuz zaman dilimi... durma gücüm, yaslanıyorum onun ölümüne. ...siz. Ölüm, geçen zamanın acıyı seyrelttiği o büyük ayrılık; ve işte ölüm, beni ya da diğerlerini değil sadece o yoldaşımızı alıyor aramızdan. Sırf bize saldıranların açtığı ateş, şavkını gördüğümü sandığım mermiler, benim ya da diğerlerinin değil onun vücuduna saplandı diye. Nedeni... Ne çok arkadaş öldü o günlerden bu yana. Ateş yanı başımıza da düştü. Her gün fakülteye beraber gidip geldiğimiz, dernekte ortak toplantılara katıldığımız, topluca ya da grupça bildiri dağıtmaya, afiş asmaya ve yazılamaya çıktığımız, birlikte nöbet tuttuğumuz arkadaşlarımız, kimisi gözlerimizin önünde, öldürüldü. Hele biri, herkes için en yakınındaki kendince en acısı; yarım saat önce okulun ortasındaki geniş salonda, üç kişi gülüşerek volta atmışken ve o bize yeni eviyle, sekiz ay sonra doğacak bebeğiyle ilgili güzel tasarılarından söz etmişken, bazı öğlenler yaprak ciğer yemeye gittiğimiz lokantanın yanında, fakültenin karşı çaprazındaki hamamın önünde iki kurşunla vurulup kaldırıma düşeni. Onlar, ölülerimiz, bizi asla terk etmeyeceklerini, içimizden herhangi birini hiçbir zaman bir başına bırakmayacakları nı, biz hangi istenmez yollara sapsak, hangi akıl almaz serüvenlere meyletsek de; hatta epeyidir takatimiz kesilmiş, ancak köşemize çekilip gevezelik etmeye ve biraraya gelince gençlikte yaşadıklarımızı sonsuz bir tekrarla, hep aynı şekilde birbirimize nakletmeye güç yetirebiliyor olsak da hep orada, öldükleri yerde, bizi bekleyeceklerini bildiğimiz –yoldaşlarımız. Ölülerimiz –bizim gittikçe yaşlanan zihnimizde, geçmişin hayali ile bugünün hayaleti arasında mekik dokuyup duran çehreler. Ölülerimiz –içimizdeki suçluluk duygusunu perçinleyen, hesabı sorulmadan duran, öçleri alınmamış bedellerimiz. .. Sizin ölü olmanız, sizin -devrimci bir çağ için doğal karşılanan, şahsi tarihiniz içinse çok erken- bir zamanda ölmeniz, hepimizin ortaklaşa baş koyduğu bir dava uğruna sizin ölmüş, bu yolda sizin ebediyete göçmüş olmanız; biz gençlikte yürekten inandığımız davaya olgunlukta hâlâ inanıyor olmakta büyük güçlük çeker, ayağımızın altındaki zeminin nasıl, nereye kadar ve ne tarafa doğru kaydığını anlayamazken sizin bedenlerinizin çoktan toprağa karışıp çürümüş olmasıdır belki, bizi -bir topluluk olarak- hâlâ bir parça diri tutan, ya da diri kalalım diye çaba harcamayı sürdürecek gücü tazelememizi sağlayan. Gerçek ki... Tarihe mal olan, ama tarih olmasına, maziyle anılmasına gönlümüzün elvermediği bu ölümler işte, içimizdeki insanlığın aynası, değişmez tesellilerimiz. Eğer siz olmasaydınız, siz ölüp bizden ayrılmasaydınız, biz yaşlanıp gözlerimizdeki ışık azaldıkça sizin o hep genç kalan, inançlı suretleriniz, sonsuzluğu kucaklayan, ölmeden önceki sağlıklı, umutlu, bilinçli, kararlı ve atak duruşlarıyla, hayatı yudum yudum tatmayı dileyen güleç yüzlerinizle, ışıltısını da dinçliğini de kaybetmeden hep kaderimizi kolluyor olmasaydı, sizin ölümünüzden otuz yıl geçtikten sonra -tarihin ve hafızanın iyiden iyiye demode kılındığı bir çağda- bunca insanı bu şehirde, bu sokaklarda, bu lokal bahçesinde biraraya toplamak, bize baba olmadan bizi yetim bırakan sizlerin üzerinden geçmişi, bir uzak gençliği, topluca yâd etmek nasıl mümkün olabilirdi?. . Gün geliyor, mekân duygusu uyandırmayan, ama zaman duygusunu hatırlatmakta da ısrarcı bir boşluktan gözlerini üstüme diktiğini görüyorum onun. Özlemli bir bakış oluyor hep bu; ürpertiyor baştan aşağı. Bazen rüyama girip, bazen otobüsle bu şehirden ayrılırken aklıma düşüp, öylesine süzüyor, bir türlü indirmiyor gözkaparlarını, tek bir sinir bile oynamıyor yüzünde; fakat dudaklarının kenarındaki gülümseme hiç silinmeyecekmiş gibiyken konuşmaya da başlıyor benimle. ... hepiniz. Hiçbir seferinde anlamıyorum ne demek istediğini, hep kaçırıyorum sözlerinin başını, ya da hafızamdan silinmiş oluyor rüyadan uyandığımda. Sıfatlar, deyimler, cümleler mi birbirine karışıyor, bizim bilmediğimiz bir dille mi anlatıyor derdini; ses tonu bağışlayıcı mı, itham mı edici, yoksa kayıtsız mı, çözemiyorum –fakat onun sözlerini anlamasam da gitmiyor vücudumdaki titreme. Biliyorum öldüğünü, her aklıma gelişinde ölümünün gerçekliğinin biraz daha eskidiğini düşünmeden de edemiyorum ne yazık. ...şimdi... Ondan kalan, artık koyu bir sisin ardındaki bölük pörçük görüntülerden ibaret. Aradan onyıllar geçip de başka bir çağın içinde nefes alıp verdiğimizin bilinciyle, sanki zamanı geri getirebileceğ imizi kurarak telafi edebileceğimizi zannettiğimiz gerçek kaybın yerini, geçmişe dair hiçbir şeyi yeniden canlandırmanın mümkün olmadığını bilen bir hayali kayıp duygusu aldıkça ve edepli bir yas duruşunun dahi yatıştırıcı etkisini yitirdiği anlarda, kendimi ölüme yakın buluyorum en çok. Azaldıkça ayakta 71 SEVGİLİ KARDEŞİM HIRANT üstlenenleri sen de biliyorsun. O yiğit bedenin, şu köhne kaldırıma serildiğinde üzerini onların paçavralarıyla örtmüşlerdi. “ders gibi gerekçe” diyenler de vardı. “Yargıtayı böldüğünü” haykıranlar da. “Kanadı kırık kuş merhamet ister” diyemediler. Katillerini tanıyoruz; mermiyi namluya sürenler onlardır. “Pişirmek”, iyice aç, çıplak ve savunmasız bırakmak bu ülkenin KOZMİK geleneğinin en iyi bildiği işti. Onu kimselere bırakmadılar. Esen yelden hile sezen asırlık gelenekleri ve nobranlıklarıyla gözlerini kör, kulaklarını sağır, dillerini lal ettiler. Bir düğün sağdıcı gibi kanlı günün hazırlıklarını yapıp, önündeki engelleri temizlediler. İşlerini layıkıyla yaptılar. Yapamadıklarını da katlinden sonraya bıraktılar. O kadar pervasız, o kadar küstahtılar. Katillerini tanıyoruz; seni nişangah aynasına koyup, kahpe pusuya düşürenler onlardır. Bu kanlı ziyafeti yiyenler için konuşmaya bile değmez. Onlar cezaevinde fiziksel olarak, mahkemede zihinsel olarak semirtilip duruyorlar. “Kurban” olduklarını bilmedikleri için küspeyle beslenmelerini ikram zannediyorlar. Dünyanın bütün dinlerinde ve dillerinde arkadan vuran “KALLEŞTİR” Katillerini tanıyoruz: tetiği çeken onlardır. Bizler, hani bana demeyenler, bu zalimler sofrasına haykırıyoruz. Hepiniz asli failsiniz! Hepinizi tanıyoruz! Kardeşler! 3 yıl önce tam da burada yere düşen, sadece kardeşimiz Hrant değildir. Yere düşen namusumuz, izzetimiz ve haysiyetimizdir. Bunu namusu saymamak namustan habersiz olmak demektir. Bunu haysiyet saymamak, haysiyetten nasipsiz olmak demektir. Madem katilleri tanıyoruz. Gün katilleri ve çanak tutanları teşhir etmek günüdür. Yaşasın insanlık onuru. Yaşasın tüm dünya halklarının onurlu kardeşliği. Altına girmek için cevahir ömrünü feda ettiğin Anadolu topraklarının çocuklarına, henüz küçücük bebeklerken anlatılan bir masal vardır. Çocuğun minicik avcunun tam ortasına yetişkin bir parmakla basılır ve “Buraya bir kuş konmuş...” diye başlar... Sonra devam edilir. O minicik parmaklar tek tek, bir güvercinin nasıl katledildiğine dair ayrıntılı bir “OPERASYON”a suç ortağı yapılarak anlatılır. “Bu tutmuş...” denilir önce. “Bu tüylerini yolmuş...” denir ardından... “Bu pişirmiş...” dedikten sonra, “Bu yemiş...” diyerek masalın vahşet boyutu iyice ballandırılır. Adını serçeden alan en küçük parmak “hani bana - hani bana” diyerek ağlamaktadır masalın sonunda. Bu ülkeyi kocaman bir avuç olarak düşün sevgili kardeşim. Masalları bile vahşetin suç ortaklığıyla bezeli bir iklimin tam da avucunun ortasına konmuştun, bütün tedirginliğinle. Bir hoyrat parmak tam da üzerine basarak, bu “OPERASYON”u, bu ülkenin bir serçe kadar ufalmış, küçücük zihinlerine göstere göstere ve arsızca anlatmaya devam ediyor. “Bu tutmuş..” denilenler var ya... İşte senin ilk katillerin onlardır, biliyoruz! Serçe kadar aklı olmayanlar, bir alıcı kuş gibi çöktüler üzerine. Mahkeme kapılarına darağaçları kurdular. Tescilli çakalları oraya üşüştürdüler. Güvercin kasapları da diyebiliriz onlara.. Katillerini tanıyoruz; mermiyi şarjöre ilk onlar yerleştirdi... “Tüylerini yolma” işini büyük bir kanperestlikle 19 Ocak 2010 Sırrı Süreyya ÖNDER 72 konuk yazarlar KIZILAY’DA BİR “HAYALET” DOLAŞIYOR! Bugün tam 40 gün oldu… Dile kolay, Ankara ayazında, ısı sıfırlarda seyrederken, sulusepken altında, rutubetli battaniyelere sarılı, birbirlerine sokulmuş, yarı aç geçirilen geceler. Azan siyatiğe, ülsere, zorlayan böbreklere, tutulmuş bele, kronikleşen bronşite, 40 gündür ayaktan çıkmayan ayakkabının tetiklediği mantara inat… (Çoğu 40’ını, 45’ini geride bırakmış… Bir başka deyişle, yapışkan hastalıklarla birlikte yaşamayı öğrenmişler zaten.) Naylon, branda gerilmiş çatıların altında, her bir standın önündeki, içinde ıslanmış kütüklerin dumanlarını tüttürdüğü varillerin başında, plastik bardaklarda çayını yudumlayıp “4-C”yi tartışarak akan günler… Bugün ilk günden daha kararlılar. Fabrikaları bir imzayla ve 1 milyar 720 milyon dolara BAT (British American Tobacco)’ya satılırken sırtları sıvazlanmış, ağızlarına bir parmak bal çalınmıştı. “Korkmayın, biz işçi babasıyız, hakkınızı yedirmez, sizi mağdur etmeyiz… Dileyeni kamuda, muadil işlere yerleştireceğiz. Hak kaybı olmayacak. Dileyen ise özel sektöre geçebilir. Bakın bunun için şartnameyi değiştirdik bile…” Sonra… sonra birden kendilerini 4-C denilen kölelik dayatmasıyla yüzyüze buldular. Ayda 600-650 TL.’ye yılda 8-9 ay çalışıp bütün özlük haklarından olmak… Yalnızca rezil bir gelir kaybına razı olmak değil, aynı zamanda 20-25 yıldır çalışarak biriktirdiği sosyal güvenlik, emeklilik, sağlık gibi haklarının gasp edilmesine seyirci kalmak… Biraz homurdanıp, yüzde 20’lere varan işsizlik tehdidi karşısında “Buna da şükür,” diyecekleri hesaplanıyordu. Ama bu ucuz hesabı yapanlar bu kez baltayı taşa vurdu. Türkiye’de Reji/Tekel işçilerini işçi sınıfı hareketi tarihinin kaynağına yerleştiren devrimci gelenekten habersizdiler besbelli. “Tütüncüler”in bu ülkenin emek mücadelesi tarihi içerisindeki seçkin ve mücadeleci yerini bilmiyorlardı. “Gelenek”, uyuduğu yerden başını kaldırdı apansız. Ülkenin işçisini, emekçisini sürüye sayanların beklemediği bir şey oldu… “Nerede olursan ol, İçerde, dışarda, derste, sırada, Yürü üstüne - üstüne, Tükür yüzüne celladın, Fırsatçının, fesatçının, hayının...” (Ahmed Arif, “Anadolu”.) Tekel işçisi Ankara’ya akmaya başlamıştı. AKP iktidarı önce meseleyi basit bir asayiş sorunu olarak algıladı. İki gaz bombası, üç-beş cop darbesiyle dağıtılabilecek bir kuru kalabalık… Öyle olmadıklarını gösterdiler. 40 gün oldu onlar Sakarya’da, Türk-İş merkezini çevreleyen sokaklarda kamp kuralı... Orayı bir “Özgürlük ve Direniş Alanı”na dönüştürdüler. Mukavva parçalarına, kartonlara kendi elleriyle yazdıkları sloganlarla donattılar her bir köşeyi. Sokakların adlarını değiştirdiler: “Osmanlı mahallesi, direniş caddesi, işkence sokak…” Günboyu dayanışmalarını dile getirmek üzere akın akın gelen öğrenciler, kadınlar, memurlar, aydınlar, sanatçılar, akademisyenler… (Bugün “Sakarya sizinle gurur duyuyor!” sloganıyla Sakarya caddesi esnafı sökün etti örneğin.) Sosyalist partilerin, kitle örgütlerinin, sendikaların karınca kararınca dayanışma nişaneleri: bir köşede ücretsiz çay dağıtılan bir semaver; elden ele aktarılan kumanyalar; torbalar dolusu ilaç, battaniye, yakacak… Kent kent ayrılmış her bir çadırda eylemci işçilerle sohbete dalmış Ankaralı devrimciler… Hemen her köşe başında üzerine çıkıp konuşulacak bir iskemle, bir cızırtılı hoparlör, bir serbest kürsü… Önlerine uzatılan mikrofona kırk yıllık sunucu rahatlığıyla içini döken, hakkını arayan, öfkesini haykıran kadın ve erkek işçiler… Birbirini tanıyantanımayan herkesin selamlaştığı, köşe başında durup hükümetin geri adım atıp atmayacağını, Türk-İş yönetiminin tavrının ne olacağını, olası bir genel greve katılımın ne kadar olacağını tartıştığı velhasıl hayata ve kavgaya dair bir şeyleri paylaştığı, Kürtçe’yle Türkçe’nin sarmaş dolaş olduğu tıklım tıklım sokaklar… Seyyar satıcılar, büfeler, çevredeki dükkânlar havaya ayak uydurmuş. Vitrinlerinde, camlarında işçilere destek veren dövizler… Kâh yorulup dinelen, kâh binlerce ağızdan birden yükselen sloganlar: “Tekel işçisi yalnız değildir!” “Genel grev, genel 73 direniş!” “Ekmek yoksa barış da yok!”, “Ne istiyoruz? İş! Vermeyecekler! Alacağız! Nasıl? Söke söke!” “Eller şaltere, genel greve!” *** Yıllardır, “Elveda Proletarya,” “Tarih bitti,” “Kapitalizm insan doğasına en uygun düzendir ve ebedîdir,” söylenceleriyle dilsizleştirilmişler, yıllardır kazanımları parça parça gasp edilenler, başlarını kaldırdıklarında polis copuyla, gaz bombasıyla, bastırılanlar, medyanın görmedikleri, ısrarla görmezden geldikleri, işlerini, aşlarını, geleceklerini yitirmişler… Tekel işçilerinin kendileri için de mücadele ettiğinin bilincine varıyor. Bunun yalnız ekmek değil, onur ve gelecek, onurlu bir gelecek mücadelesi olduğunu… Taşların bağlanıp köpeklerin serbest bırakıldığı bu talan düzenine “Dur” diyecek birilerinin çıkabileceğini… Bu “birileri”nin aslında “biz”den başkası olmadığını… “İşçilerin birliği sermayeyi yenecek!” sözlerinin bir peri masalından ibaret olmadığını… Emekçilerin kendi yazgılarını ellerine alırken “halkların kardeşliği”ni de gerçekleyebileceklerini… Tekel işçisi Türk-İş’in çevresindeki sokaklarda geçirdiği 38 gün içinde kendisini dönüştürürken bize de bütün bunları gösteriyor. Kızılay’da gerçekten de bir “hayalet” dolaşıyor, bugünlerde. Bastırdıklarını, yok ettiklerini, tarihe gömdüklerini sandıkları kadîm düşlerimiz dolaşıyor. Kıdemli katillerin beş yıldızlı otellerde eteklendiği, daha çaylaklarının, hepimizle dalga geçercesine yattıkları cezaevinde infaz koruma memuru olmak için sınavlara sokulduğu, Romanların kentlerden sürüldüğü, pompalı tüfekli canilerin sırtlarının sıvazlandığı şu linç günlerinde bir soluk özgürlük, eşitlik ve kardeşliğe hasretseniz eğer, mutlaka ve mutlaka, elinizde bir demet çiçek, Sakarya’nın yolunu tutun. Umutla ışıldayan gözleri izleyin, onlar sizi “olay yeri”ne götürecektir… Ahmet Telli (Şair), Şükrü Erbaş (Şair), Mehmet Özer (Fotoğrafçı-Şair), Fikret Başkaya (Akademisyen), Zerrin Taşpınar (Şair), Yılmaz Demiral (Tiyatrocu), Temel Demirer (Yazar), Sibel Özbudun (Akademisyen), Oktay Etiman (Çevirmen), Necmettin Salaz (Yazar), Mahmut Konuk, Sait Çetinoğlu (Yazar), Adnan Caymaz (Şair), İsmet Erdoğan, Mustafa Çoban (Yayıncı), Aydın Şimşek (Şair), ,Emir Ali Türkmen (Yayıncı), Adil Okay (Şair-Yazar) 74 kentlerin tarihi PESSİNUS Mehmet ÖZER Bir olasılıkla bu kaygın karşılığı olarak kutsal alan Attaloslar’ca güzelleştirilmiş ve genişletilmiştir. Günümüzde hiçbir kalıntısı bulunmayan tapınağın, bugünkü caminin yanındaki evlerin altında olduğu sanılmaktadır. Pessinus başrahibi Attis’le Pergamon kralları II. Eumenes (hd. MÖ 197-159) ve II. Attalos (hd.MÖ 159-138) arasında yapılan “kutsal yazışma”, MÖ 163-157/156’da, hatta başrahipliğin Galatlar’ın eline geçtiği kısa dönemde bile kentte Pergamon etkisinin sürdüğünü, kentin politik ve askeri açıdan Pergamon’a bağımlı olduğunu kanıtlamaktadır. MÖ 102’de Romalılar’ca zorla vergiye bağlanmasına karşın kent, ancak MÖ 67/66 ya da 63’te Roma’nın yardımıyla, Galatia kralı olan, yakın çevredeki Kelt topluluğu Tolistobogioi’nin tetrakh’ı (eyaletin dörtte birinin yöneticisi) Deiotaros’un yönetimine girerek özerkliğini yitirmiştir. Deiotaros, MÖ 56’da tapınağı yeniden rahiplere vermiştir. Bu, kutsal alanın o dönemde hala önemini koruduğunu göstermekteyse de Pessinus, Roma Cumhuriyet Dönemi’nin son 10 yılında saygınlığından çok şey yitirmiştir. Eskişehir’in Sivrihisar ilçesindeki Ballıhisar köyünde yer alan Pessinus, çok eski dönelerden beri Tanrıça Kybele’nin ana kült merkezi olmuştur. Efsanelere göre Kybele kültünün PHYRGİA (Frigya) Krallığı’nın kuruluşundan beri var olduğu, ilk tapınağın, hatta kentin Phrygia kralı Midas tarafından kurulduğu kabul ediliyorsa da kültün ortaya çıkışı Phryg (Frig) öncesi bir döneme rastlamaktadır. Pessinus’ta, başrahip attis tarafından yönetilen bir “tapınak-devlet” gelişmiştir. Ahamenişler’in ve Selevkoslar’ın yönetimindeki başka dinsel merkezler gibi Pessinus da MÖ 3. yy’ın ilk yarısında Phryg topraklarının Galatlar’ca (GALATİA) işgal edilmesinden sonra bile bağımsızlığını korumuştur. PERGAMON kralı I. Attalos’un (hd. MÖ 241-197) girişimiyle, MÖ 205/204’te Roma Senatosu’ndan bir elçi Pessinus’a gelerek Kybele kültünü ROMA’YA RESMEN TANITMAK AMACIYLA TANRIÇANIN KUTSAL HEYKELİNİ ÜLKESİNE GÖTÜRMÜŞTÜR. 75 Pessinus, MÖ 25’te Galatia’nın Roma İmparatorluğu’na katılmasından sonra, hem Tolistobogioi’un Galatia’daki hızla polis tipinde bir YUNAN kentine dönüşmüştür. Batı sınırı bilinmeyen kent güneyde Orkisto’ya kadar uzanmakta ve büyük olasılıkla Sangarios’la (b.Sakarya) sınırlanmakta; kuzeyde İstiklalbağı’ndaki Germa’yla (Germakoloneia), doğuda Çaykoz ve Karacaören köylerini de içine alacak biçimde Dindymos (b. Günyüzü) Dağı’nın batı yamacıyla çerçevelenmekteydi. Kentin kendi adına SİKKE basması Claudius döneminde (hd. MS 41-54) başlamış ve Geta döneminde (hd.209212) son bulmuştur. Kalıntıları günümüzde de izlenebilen bir Roma yol ağının kavşak noktası olan bu dinsel merkez aynı zamanda dokuma endüstrisiyle ünlü önemli bir ticaret kentiydi. Yapıları, çoğunlukla kentin kuzeyinde 5 km uzaklıktaki İstiklalbağı’nda bulunan taşocaklarının iri daneli beyaz mermerinden inşa edilmiştir. Roma imparatorluk kültünün eyalet merkezi önceleri yalnızca Ankyra’yken (ANKARA) BÜYÜK OLASILIKLA 31/32’DE Tiberius döneminde (14-37) Pessinus da kült merkezi olmuştur. 252/253’te Gotlar Anadolu’ya girdiklerinde, aralarında EPHESOS’un çeyreğini geçmemekte; bu tarih de bölgenin son da (b.Efes) bulunduğu kentlerle birlikte Pessinus’u yerleşim tarihi gibi görünmektedir. Ballıhisar köyü 1834’te Fransız arkeolog ve gezgin da yakıp yıkmışlardır. Charles Texier (1802-71) tarafından Pessinus antik 362’de İmparator Iulianus’un (hd.361-363) kenti olarak tanımlanmıştır. 1967-73’te Gent Konstantinopolis’ten (İSTANBUL) Antiokheiaa’ya Üniversitesi’nden Pieter Lambrechts başkanlığında giderken Kybele’nin (Manga Mater) tapınağını bir Belçika ekibinin kazı çalışmalarını, 1976, 1983 ziyaret ederek sunaklarda kurban kestiği ve 1986’da aynı üniversiteden John Devreker bilinmektedir. Kentte ilk Hıristiyanlar’ın ortaya çıkışı başkanlığında yürütülen araştırmalar izlemiş, en geç 3. yy’ın ortalarına tarihlendirilebilir. Yaklaşık 1987’de Devreker kazı çalışmalarınayenidne 400’de Galatia Eyaleti, İmparator I. Theodosius başlamıştır. Lambrechts’in kazı döneminde kent (hd. 379-395) tarafından bölündüğünde Pessinus merkezi, özellikle de kentin güneyindeki kutsal hem Galatia Salutaris’in (Secunda) başkenti hem alan ortaya çıkartılmıştır. Burada, 6x11 Korinth de dinsel metropolis olmuştur. 600’lerde kentte iki sütunlu (SÜTUN) ve ANTE’leri arası iki sütunlu bir Hıristiyan kilisesinin varlığı bilinmektedir: Haghia giriş mekanı bulunan 13.70x24.10 m boyutlarında, Sophia Katedrali ve Muriangeloi Kilisesi (kent PERİPTEROS bir tapınak vardır. Geç Phryg ya da dışında). Bu kiliselerin yapım tarihleri ve kesin Helenistik Dönem’e (YUNAN) ait eski bir yapı yerleri saptanamamakla birlikte yerel müzede grubunun üstüne inşa edilmiş olan bu tapınaktan çeşitli arkeolojik kalıntıları toplanmıştır. 9. yy’da günümüze, sütunların kesme taş temelleri, KREPİS AMORİUM önem kazanırken Pessinus’taki dinsel ve TEMENOS kalmıştır. Tapınağın önünde, aynı metropolis giderek önemini yitirmiş, hatta 19 km doğrultuda (doğu-güneydoğu/batı-kuzeybatı) uzaktaki Justinianopolis’e (b. Sivrihisar) taşınmıştır. uzanan ve yalnızca kireçtaşından temelleri Anadolu’nun öteki bölümleri gibi (Pessinus’un da korunmuş olan TİYATRO biçimli bir yapı yer ANADOLU SELÇUKLU egemenliğine girdiği tarih almaktadır. Geç Cumhuriyet Dönemi’nin Romalı bilinmemektedir. Kentin, 14. yy’a değin Notitiae örneklerinden etkilenmiş bir “tiyatro-tapınak” episcopatuum’da adı geçmekteyse de ele geçen oluşturan bu iki yapı, Galatia’daki geniş Tiberius en geç Bizans sikkelerinin tarihi 11. yy’ın üçüncü programının bir parçası olarak, Ankyra’daki ve 76 Antiokheia’daki (b.Yalvaç, İsparta) Augustus tapınaklarıyla aynı dönemde inşa edlimiş, imparatorluk kültünü barındıran bri Sebasteion olarak nitelendirilebilir. Kutsal alan Augustus’un ölümünden kısa süre sonra bir olasılıkla 35/36’da törenle açılmış, ancak kuzey, doğu ve güneyi çevreleyen bölümün yapımına 1.yy’ın ikinci yarısından önce başlanmamıştır. Aşağıdaki, üç yönden İon düzeninde (-DÜZEN) üç basamaklı portiklerle çevrili meydan (26.83xykş.32m) en geç Tiberius döneminin sonunda ya da Claudius döneminde yapılmıştır. İç duvarları PİŞMİŞ TOPRAK döneminde (193-211) tamamlanan geniş kapsamlı bir onarım programının parçası olmalıdır. Tapınak tiyatrosunun alt yarısının doldurulması ve tiyatronun mermer oturma sıra ve merdivenlerinin, eski ORKHESTRA’nın batı ucunda inşa edilen yeni merdiven temellerinde kullanılması da bu döneme rastlıyor olabilir. çiçeklerle bezeli alçı panolarla kaplanmış olan yapıda, yalnızca doğudaki portik Dor düzeninde ikinci bir kata sahip görünmektedir. Dolayısıyla bu yapı grubu, Rodos tipi bir PERİSTİL olabilir. Tapınakta, büyük olasılıkla bir depremin yol açtığı hasarlardan dolayı 1.yy sonu ya da 2.yy başında yer yer onarımlar yapılmıştır. Aynı felaket portikli meydandaki yenilemelerin (yeni mermer döşemenin ve kuzeydeki portiğin yerine küçük mermer yapının yapılması) nedeni de olabilir. Bu değişiklikler Marcus Aurelius döneminde (161-180) başlayan ve ancak Septimius Severus Kuzeyde Severuslar döneminde yapılmış anıtsal bir takla sona eren bu sistem portikler (Augustus dönemi) çifte kolonad (2.yy) suya inen basamaklar (3.yy dan önce) ve basit iskeleler ( 1.yy ve 3. yy’lın 1. çeyreği)içermektedir. Genç Roma döneminde kolonadın yıkılmış bölümünün yerini su düzeyini ayarlayan bir hidrolik sistem almıştır. Günümüzde yalnızca CAVEA’sının (seyirci bölümü) yeri görülebilen büyük Tiyatronun yapım tarihi bilinmemekle birlikte Hadrianus döneminde (117138) onarıldığı ya da bezendiği bilinmektedir. Anıtsal tak yakınındaki ev kompleksi müzede 77 Hala bugünkü köyün ana yolunu oluşturan 1113 metre genişliğinde ve 500 m. Yi aşan mermer döşeli bir kanal sistemi, Augustus döneminde Galos ırmağını denetim altına almak için tasarlanmıştır. korunan büyük toprak küplerin ele geçtiği bir depo yapısı bugünkü okuulun yanında yer alan işlevi belirsiz büyük bir yapının temelleri ve tapınağın yakınındaki istinat duvarı Kentteki Genç Roma İmparatorluk döneminden kalma birkaç arkeolojik kalıntıdır. Tapınak tiyatrosu üstünde bir ev hatta bir yol yapılmak suretiyle tamamen toprakla örtülmüştür. Aşağıdaki meydansa Genç Roma ya da Erken Bizans döneminde( GENÇ ANTİK) dükkanlarda içeren bir mahalleye dönüştürülmüştür. Aynı kronolojik belirsizlikler tiyatronun üstündeki nekrapolis’te (mezarlık) yer alan ve 5.yy değin tahrip edilmemiş gibi görünen eken Roma mezarlığından devşirilmiş taşlardan yapılı oda mezarlar içinde geçerlidir. Öteki taş mezarlar bunlarla daha az çağdaş olmalıdır. Ölü yakma geleneğine bağlı mezarlar ve basit çukur mezarlar MÖ 3.yy’dan ölü gömme geleneğine bağlı tuğla mezarların yapıldığı Roma İmparatorluk Döneminin sonuna kadar kullanılmıştır. 19.yy gezginlerince “Akropolis” olarak adlandırılan bölgede yapılan yeni kazılar buranın önce nekrapolis olarak kullanıldığını (MÖ 2.yy MS 5.yy) Bizans döneminde ise bir kaleye ve yerleşim alanına dönüştürüldüğünü (MS 5.yy/ 6.yy başı11.yy) ortaya koymuştur. Buradaki mezarlar Tiyatro üstünde yer alan ve daha önce kazılmış olan nekrapolis’tekilerle az çok aynı tiptedir. Ölü yakma geleneğine bağlı basit çukur mezarlar Augustus döneminde ya da biraz öncesinden 4.yy tarihlenirken kerpiç tuğladan yapılma örnekler Geç Helenistlik Döneme (MÖ2-1.yy) tarihlenmektedir. 4/5 yy’ tarihlenen URNE’li (ölü külü kabı) bir mezar bulunan en yeni örnektir. Ölü gömme geleneği Augustus döneminde hem tek hem de toplu gömülerin yapıldığı basit çukur mezarlarla başlamış görünmektedir. ¾ yy’a tarihlenen bu toplu mezarlarda en az 35 ölü saptanmıştır. Taş oda mezar tipindeki büyük aile mezarları erken imparatorluk döneminin sonlarında ya da Geç Roma İmparatorluk başlarında ortaya çıkmıştır. Bu mezarlar düzgün mermer bloklardan yapılmış en eski tiptir. İkinci tipte mezar yan duvarları kireç taşından yapılmış, örtü taşları olarak da kireç taşı y da mermer bloklar kullanılmıştır. Hepsi antik çağ’da ya da daha yakın dönemde yağmalanmış olmakla birlikte bu mezarların bir kaçı hala değerli buluntular içermektedir. En çarpıcıları 3.yy’a ait bir mezarda takıların yanı sıra ele geçen deri ayakkabılar ve dokuma parçalarıdır. Bir 4.yy mezarından elde edilen parçayla birlikte bu buluntular, Anadolu’nun dokuma teknolojisinin Bereketli Hilal’den (Ortadoğu’da, Batı ve Ortadoğu uygarlıkların doğduğu bölgede) çok Avrupayla ilişkili olduğunu gösteren bir eğitim tipine sahiptir. 5.yy’lın ikinci yarısına değin kullanılan en yeni mezar grubu, kısmen ya da tamamen yazıt ve kapı taşları gibi devşirme mermer bloklardan yapılmıştır. Pessinus’taki gömülerin büyük bölümünü çocukların ve gençlerin oluşturması demografik olarak çok çarpıcıdır. Kırkbeş yaşını geçenler çok enderdir; erkek ve kadınlar eşit sayıdadır. İkinci yerleşim evresinde “Akrapolis” 5.yy sonu ya da 6.yy başından 11.yy üçüncü çeyreğine değin bir kale ve yerleşim yeri olarak kullanılmıştır. 2.252.50m genişliğindeki geniş anıtsal savunma duvarı büyük ve düzgün kireçtaşı bloklarla ve devşirme taşlarla yapılmıştır. Duvarın bir yanı 3.10x1.85 olan bir gözetleme kulesiyle son bulduğu ortaya çıkmıştır. Küçük ve düzensiz kireç taşlarından yapılmış evlerin bazılarında devşirme mermer parçalarda kullanılmıştır. En eski yapıların kaleyle aynı dönemde yapıldığı ve çeşitli yapı evrelerin varlığı anlaşılmıştır. Kireç taşı arazide pek çok yere silolar ve PİTHOS’lar (erzak küpü) için çukurlar kazılmıştır. Günümüze ulaşanların çoğu tamamen ya da kısmen korunmuş IN SITU (ilk yerinde) küpler içermektedir. Bazıları metalurji (demir ve tunç) ve dokuma gibi el sanatlarının varlığını gösteren ev ve mutfak çöpleriyle doludur. Evlerin ve atölyelerin savunma duvarına bitişik yoğunlaştığı gözlenirken, merkezde yalnızca depolama ve imalat amacıyla kullanılan hafif ahşap yapılar görülmektedir. Bir evin içinde buğday, arpa ve çok sayıda asma çekirdeğinden oluşan karbonlaşmış bitki kalıntıları bulunmuştur. Bu tip buluntular Bizans dönemindeki yerel tarımı aydınlatıcı bilgi vermektedir. Ele geçen hayvan kalıntılarının hemen hepsi koyun, keçi, sığır, domuz gibi evcil türlere aittir. Sığırın çokluğu çevrede elverişli otlakların varlığını gösterir. Av hayvanları azdır, yalnızca tavşan ve yaban domuzu kalıntılarına rastlanmıştır. Binek hayvanı ve köpek de enderdir. Pithos’lar içinde, balık omurgası ve henüz emzikteki bir domuzun eksiksiz iskeleti gibi özel buluntular ele geçirilmiştir. 78 Prof. Dr. John Devreker *Eczacıbaşı SanatAnsiklopedisi 3.Cilt yapı-endüstri merkezi yayınları hatırlatma defteri 6 ocak 1969 ABD'nin ANKARA BÜYÜK ELÇİSİ ROBERT KOMER’in MAKAM ARACI ODTÜ’DE YAKILDI Ertesi gün gazeteler olayı şöyle duyurdu: "ABD'nin Ankara Büyükelçisi Robert Komer'in makam otomobili dün ODTÜ Rektörlüğü önünde bir kısım öğrenci tarafından yakılmıştır." ODTÜ Rektörü Kemal Kurdaş basın toplantısında olayı şöyle aktarıyordu: "Her yönü ile yerilecek bir kaba kuvvet gösterisi oldu. Rektöre bir nezaket ziyaretinde bulunan, dost bir elçinin arabası herkesin gözleri önünde gösteriler arasında yakıldı." ABD Büyükelçisi Komer'in basın açıklamasında ise şu ifadeler yer alıyordu: "Müttefik bir ülkenin temsilcisinin, büyük bir Türk üniversitesi rektörü tarafından öğle yemeğine davet edildiği sırada, otomobilinin müfrit bir grup tarafından ateşe verilmesi üzücü bir husustur." ODTÜ Direniş Komitesi'nin bülteninde bir başka söylem yer alıyordu: "6 ocak 1969. Öğle üzeri kalabalık büyüdü. Geri bırakılmışlığın ve bağımlılığın öfkesi gibi büyüdü. Sonra yüreklerdeki bağımsızlık ateşi gibi arabayı sarıverdi." Komer, Türkiye'ye kasım 1968'de gelmiş ve Esenboğa'da protestolarla karşılanmıştı. Çünkü, 'Vietnam'da çalışmış, Vietkong çetelerinin pasifize edilmesi alanında ortaya attığı fikirlerle dikkat çekmiş üst düzey bir yönetici'ydi. Bir başka deyişle, 'Vietnam'da Milli Kurtuluş Hareketi'ne karşı yürütülen sindirme hareketinin kıdemli yöneticisi, Vietnam celladı'ydı. Komer, rektöre üç kez ODTÜ'ye gelmek istediğini söylemişti. Ancak Kurdaş, "bu fırtına estiği sürece Komer'e fazla yakınlaşamazdım. Ama üniversiteme 7 milyon 700 bin dolar yardım yapacak bir ülkenin elçisine karşı uzak da duramazdım" diyordu. Sonunda elçiyi yemeğe davet etmiş ve davet son ana kadar gizli tutulmuştu. Öğrenciler ise bu davetin planlı olduğunu düşünüyordu: "Öğrencilerin en kalabalık olduğu saatte ve büyük bir gösteriş içinde geldi. Vietnam celladı Komer'in devrimci üniversitelilerin ocağı ODTÜ'ye gelişinin ne gibi olaylara yol açacağını tahmin etmek zor değildir." Gerisini Kurdaş şöyle yazıyor: "Misafirlerimizi yemeğe davet ettim, masaya oturduk. Çok geçmeden öğrencilerin toplandığı ve giderek kalabalıklaştığı haberleri geldi. Arabanın etrafındalar. Arabayı devirmeye çalışıyorlar. Camını kırdılar. Devirdiler. Arabayı şişliyorlar. Arabayı yaktılar. Saat 13.15 dolaylarında…" O sırada telefon çalıyor. Arayan İçişleri Bakanı Faruk Sükan. Rektörün ifadesi ile, 'telefonda bir bacağı kopmuş kedi gibi bağırıyor'. Aralarında şu konuşmalar geçiyor: Sükan: "Sefiri kandırıp oraya yemeğe davet ettin, tuzağa düşürdün, arabayı yaktırdın. Bütün gücümle üniversiteye giriyorum. Karşıdaki benzin istasyonunda 250 polisim bekliyor." Kurdaş: "Polisin üniversiteye bir adım bile atmasına izin vermiyorum. Girersen karşında beni bulursun." Sükan: "Elçinin orada hayatı tehlikede." Kurdaş: "Elçinin hayatı benim teminatım altında. Beni öldürmeden kimse ona dokunamaz." 79 almadan Komer'i okula çağıran yöneticilerindir'. Hiçbir şey olmamış gibi yemek yeniyor. Mönü etsuyu çorba, biftek, lahana dolması, salata, meyve ve Türk kahvesinden oluşuyor. Sonra rektör, elçiyi kendi arabasıyla sefarete bırakıyor: "Yola çıkmadan önce arabayla üniversite etrafında bir tur attırdım. Zorbalığa pabuç bırakmadığımı dosta düşmana karşı anlatmak istiyordum." Kurdaş, aynı günün akşamı İçişleri Bakanı'na telefonda şunları söylüyordu: "Şu kanıya vardım ki, arabayı siz yaktırdınız. Maksadınız polisi üniversiteye sokup, bir çatışma çıkartmak, kan akıtmak, olayı büyütmekti. Tertipçisi sizsiniz." Daha sonraki günlerde üniversite kapatıldı. Öğrencilerin başvurusu ile Danıştay üniversitenin açılmasına karar verdi. Öğrenci Birliği tutuklanan öğrencilere, kayıt harcı ödenmesi dahil katkısını sürdürdü. Öğrencilerin bir bölümü zorbalığa pabuç bırakmayacaklarını söylüyordu: "Hiçbir güç tarihin akışını durduramıyacaktır. Arkadaşlarımıza yapılacak en ufak bir haksızlık, en keskin şekilde karşılığını alacaktır. Hodri meydan." Dışişleri Bakanlığı bir açıklama yaparak, 'büyükelçilere ait makam otomobillerinin (henüz 1900 km'de 1968 model Cadillac) tahribi halinde bunların mahalli hükümetlerce tazmin edilmelerinin normal olduğunu' söyledi. Öğrenci Birliği yönetiminde bulunan sosyal demokrat görüşlü öğrenciler ise, 'fikir olarak sosyalistlere katıldıklarını ancak arabanın yakılmasını tasvip etmediklerini' söylüyordu. Yayınladıkları bildiride şöyle diyorlardı: "Bu anarşi ortamına katılmadan ve fanatik duygularımızın esiri olmadan antiemperyalist savaşı sürdürmek istiyoruz." Savcılık, yedi öğrenci hakkında gıyabi tutuklama kararı verdi. 3 binden fazla ODTÜ öğrencisi imzaladıkları dilekçe ile savcılığa başvurarak, arabayı yakanların sadece dokuz kişi olmadığını kendilerinin de yakma eylemine katıldıklarını bildirdi. Öğrenci Birliği'ne göre, 'sorumluluk tüm olarak birkaç anarşist öğrencinin ve bunları dikkate 80 HRANT DİNK 19 Ocak 2007 tarihinde İstanbul’da Agos gazetesi önünde uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti. de teşviğiyle AGOS Gazetesi'ni kurdu. Dink bu tarihten itibaren de yazdığı yazılarla ve Türk ve yabancı basında dile getirdiği görüşlerle dikkat çekti. Amerika, Avustralya, Avrupa ve Ermenistan’da çok sayıda konferansa katılan Dink Ermeni Kimliği ve Ermeni Tarihi üzerine geliştirdiği yeni söylemlerle tanındı. 15 Eylül 1954’te Malatya’da doğdu. Babası Sivas'ın Gürün ilçesinde, annesi Gülvart ise Sivas'ın Kangal ilçesinde doğup büyüdü. Anne ve babası 1961 yılında İstanbul'a taşınmalarının ardından boşandı. Anne ve babasının boşanması nedeniyle iki kardeşiyle birlikte ortada kaldılar ve Gedikpaşa’daki Ermeni Protestan Kilisesi’nin yetimhanesine yerleştirildi. Ödüller 2005 yılında Türkiye’de İnsan Hakları Derneği tarafından Dink’e “Ayşe Nur Zarakolu Düşünce ve İfade Özgürlüğü Ödülü” verildi. Dink’e verilen bir diğer ödül ise 2006’da Alman Stern Dergisi Kurucusu Henri Nannen adına dünya çapında tanınan “Düşünce Özgürlüğü ve Cesur Gazetecilik Ödülü” oldu. Dink’e dünya çapında iki ayrı ödül ise bu yılın 18 Kasım’ında Hollanda ve 24 Kasım’ında ise Norveç’te verildi. Hollanda’da verilen ödül Pen Award fikir ve düşünce özgürlüğü, Norveçte verilen ise Bjornson İnsan Hakları Ödülüydü. Dink öldürüldüğünde AGOS Gazetesi’nin genel yayın yönetmenliğini ve yazarlığını yapıyordu. Bu gazeteyi Türkiye’nin demokrat ve muhalif seslerinden biri haline getirmeye, özellikle Ermeni toplumunun uğradığı haksızlıkları kamuoyu ile paylaşmaya çabalıyordu. Gazetenin en temel hedeflerinden biri de Türk ve Ermeni halkları, Türkiye ile Ermenistan arasında yeniden diyalog kurabilecekleri bir ortamın gerçekleşmesine katkıda bulunmak. Dink değişik demokratik platformlarda ve sivil toplum örgütlerinde elden geldiğince görev alıyordu. Üç kardeş ilkokulu bu Kiliseye bağlı İncirdibi İlkokulu’nda okuyup, yazları da okulun Tuzla’daki kampında barındılar. Hrant Dink Ortaokulu Becziyan, liseyi ise Üsküdar’daki Surp Haç Tıbrevank yatılı okulunda tamamladı. Lisenin ardından İstanbul Fen Fakültesi’nde Zooloji lisans okumaya başlayan Dink bu esnada ilkokuldaki yuvada tanıştığı Silopu doğumlu Ermeni Varto aşiretinden Rakel Yağbasan ile evlendi ve aynı zamanda Türkiye Ermenileri Patriği Şınorhk Kalustyan’ın yanında çalışmaya başladı. Zooloji lisansı bitiren Dink bu kez İstanbul Üniversitesi’nde Felsefe okudu ve bu esnada da üç çocuk sahibi oldu. Dink ve eşi bu tarihlerde Tuzla’daki Çocuk Kampını yönetmeyi üstlendiler. 1980-1990 yılları arasında iş hayatıyla yetinen ve kardeşleriyle birlikte bir kitabevi işleten Dink 1990 yıllarından itibaren tekrar Türkiye Ermeni Toplumu içindeki faal yaşantısına döndü. Bu yıllarda Marmara gazetesinde “Çutak’ rumuzuyla Ermeni tarihiyle ilgili Türkiyede çıkan kitaplara ilişkin kritikler yazdı. 1996’da birkaç arkadaşıyla birlikte ve dönemin Patriğinin 81 LENİN 21 OCAK 1924 Üniversiteden ayrıldıktan sonra entelektüel yanını geliştirmek için çok çalıştı. 19'uncu yüzyılda yaşamış Rus aydınların, ülkenin geleceğiyle ilgili fikirlerini incelemeye ve onların eserlerini okumaya başladı. 1890'da Hukuk Fakültesi'ne yeniden kabul edildi ve 1891'de okulu birincilikle bitirdi. 1892'de St. Petersburg'da avukat olarak işe başladı. 1893-1895 yılları arasında devrimci çalışmalar yaptı. Nisan 1895'te bir grup devrimci arkadaşının da desteğiyle Avrupa'ya gitti. Paris'te Çalışan Sınıfın Özgürlüğü grubuna başkanlık eden Plekhanov ile görüştü ve onu devrimci fikirlerinden yararlandı. Aynı yıl Rusya'ya geri döndü, fakat tutuklanıp 15 ay hapis cezasına çarptırıldı. 1897'de Sibirya'ya sürgüne gönderildi. 1899 yılında ilk makalesini 'Lenin' takma adıyla yazdı. Adını değiştirmesinin nedeni devletin tepkisini daha fazla üzerine çekmemek ve kardeşinden beri devam eden Ulyanov soyadına karşı oluşan aşırı şüpheleri artırmamaktı. 1898'de Sosyal Demokrat İşçi Partisi kurulu. 1903'de parti Lenibn'in başkanlığındaki sert solcular olan Bolşevikler ve Axelrod'un başkanlığını yaptığı ılımlı solcu Menşevikler olarak ikiye ayrıldı. İki grup da Marksist akımın güçlenmesi için çalışmalar yaptı. Sovyet Devrimi'nin mimarı Vladimir İliç Lenin, 1924 yılında hayatını kaybetti. 22 nisan 1870'te Simbirsk'te, Rusya'nın prestijli ailelerinden Ulyanov'ların üçüncü çocukları olarak dünyaya geldi. Mutlu bir çocukluk geçirdi. 1905'de Menşeviklerin çalışmaları sonucunda daha iyi çalışma koşulları isteyen işçiler ayaklandı. Kanlı Pazar olarak bilinen günde binlerce işçi öldürüldü ve ayaklanma bastırıldı. Bu olaydan sonra Çar II. Nikola, Rus Meclisi'ni (Duma) açmak zorunda kaldı. İlk eğitimini annesinden aldı, piyano çalmayı öğrendi. Dokuz yaşında Simbirsk Gymnasium'una gönderildi. 1917 devrimlerinin ilki 8 mart 1917'de Kadınlar Günü'nde işçi kadınların sokaklara dökülmesiyle başladı. Diğer işçilerin de katılmasıyla isyan büyüdü. Polis ve askeri kuvvetler de isyanı bastırmaya yanaşmayınca Çar II. Nikola 15 mart 1917'de tahttan çekildi. Okulda, ileride olacağı gibi, hep liderdi. Bu özelliğiyle ilgili kız kardeşi Anna'nın hatıralarında, baba Ulyanov'un küçük oğlu Vladimir'in her şeyi kolayca öğrenebilmesinden endişe duyduğu ve onun ileride sistemli ve ciddi çalışmayı öğrenemeyeceğinden korktuğu yazar. Çar çekildikten sonra Rusya'yı liberal görüşlü Geçici Hükümet yönetmeye başladı. Hükümetin ana kadrosunda Menşevikler ve Sosyal Devrimciler bulunuyordu. Bu sırada Bolşevikler devrimle çok fazla ilgilenmiyor görünüyordu. Ağabeyi Alexander, Çar III. Alexander'a karşı giriştiği başarısız suikasttan sonra 1887'de idam edildi. Ağabeyi ve arkadaşlarının yaptığı eylem ülkede büyük ses getirdi ve üniversitelerde çarlık rejimine karşı sesler yükselmeye başladı. 1900'de sürgünden dönüp 17 yılını Batı Avrupa'da geçiren Lenin, 16 mart 1917'de Rusya'ya döndü. Lenin'in dönmesiyle Bolşevikler yönetimi ele geçirmek için faaliyetlere başladı. Hükümetin başarısızlığı halkın güvenini kırdı ve Bolşevikler popüler oldu. Aynı yıl Kazan Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne girdi. Üniversitede öğrenciler tarafından yapılan eylemlerin elebaşını arama çalışmaları sırasında eylemciler arasında Ulyanov soyadının bulunması tutuklanmasına ve okuldan atılmasına yetti. 6 kasım 1917'de Bolşevikler iktidarı ellerine aldı. Parti 82 hemen çaılşmalara başladı. Lenin tarafından hazırlanan parti programı dört nokta içeriyordu: Birincisi aç olanlara yiyecek, ikincisi köylülere toprak, üçüncüsü Sovyetlere iktidar ve sonuncusu Almanya ile barış. Parti bu dört noktayı çok hızlı bir şekilde hayata geçirdikten sonra iktidarı korumak için ÇEKA ve Kızıl Ordu kuruldu. Bolşeviklerin faaliyetlerine karşı oluşan tepkiler Menşevikler tarafından da desteklenerek Rusya'da iç savaş çıkmasına sebep oldu. Savaş müttefikler tarafından da yakından izlendi. Hatta Avusturya, Almanya ve Japonya Menşevikleri desteklediler. Ancak 1922'de sona eren savaşı Bolşeviklerin kazanmasını ve Lenin'in düşlediği gibi Bolşevik diktatörlüğünün ülkeyi yönetmesine engel olamadılar. Siyasi bir lider olduğu kadar bir siyaset filozofuydu. Rusya'nın içinde bulunduğu durum ve öne sürülen çözümlerin işe yaramayışı Lenin'i daha radikal eğilimlere yöneltmiş ve acı içinde kıvranan halkın ancak komünist bir yönetimle kurtulabileceğine inandırmıştır. Klasik Marksizm'e göre komünizm tarihteki gelişmelerle ortaya çıkan bir sürecin ürünüdür. Marx'a göre tarihsel gelişme özel mülkiyetin gelişmesiyle ve iş bölümünün belirginleşmesiyle doğrudan bağlantılıdır. Buna göre Marx tarihi beş ana mülkiyet aşamasına ayırır. Bunlar: Komünal mülkiyet, antik toplumsal mülkiyet, feodal mülkiyet, kapitalist mülkiyet ve komünizmdir. Komünizm devresinin başlaması için kapitalist düzenle ezilen bir proletarya sınıfının olması ve onların kapitalist düzeni devirmeleri gerekmektedir. Rusya'da durum Marx'ın öngördüğünden tamamen farklıydı. Ezilen halkın büyük çoğunluğu köylülerdi, işçi sınıfı yok denecek kadar azdı. Devrimi yapanlar da entelektüel olarak yetişmiş eğitimli insanlardı. Lenin Rusya'yı yeniden yaratmaya kararlıydı. Bunu başarmak için tam örgütlenmeyi sağlamanın gereğine inanıyordu. Devrimi tek bir ulus için değil bütün dünya için planlamıştı: "Dünya devrimine temel olması için devrimi tek bir ulusta yaptık. Şaşmaz ve bilimsel olan bu öğretinin (Marksizm) tek doğru yorumlayıcıları ve sahipleri biziz. Amacımız bunu bütün dünyaya yaymaktır." Bu amacını gerçekleştirmek için 1919'da Commintern'i kurdu. Avrupa'nın bir yıl içinde tamamen komünist düzene geçeceğini düşünüyordu. Düşündüğü gibi olmadı, Vladimir İliç Lenin, 30 yıllık kariyerinde yüzlerce kitap, binlerce makale ve mektup yazdı. 'Bütün Eserleri'nin (Collected Works) beşinci baskısı 1965'de yapıldı. Eserin içinde 9 binden fazla doküman vardır. 83 UĞUR MUMCU 24 OCAK 1993 “VURULDUK EY HALKIM UNUTMA BİZİ…” Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi. Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini, yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık. Vurulduk ey halkım, unutma bizi... Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep. Öldürüldük ey halkım unutma bizi... Fidan gibi genç kızlardık. Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik. Direndik küçük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden. Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi... Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acımaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu, insanlık sustu. Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi... Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce kolumuzu, omuz başından keserek yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık önlerine. Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi... Giresun'daki köylüler, sizin için öldük. Ege'deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğudaki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler sizin için öldük. Adana7da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük. Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi... Bağımsızlık, Mustafa Kemal'den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular. Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi... Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler. Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşında emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha dik tutabilmekti bütün çabamız. bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler. Vurulduk ey halkım unutma bizi... Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eli değmemişti ellerimiz. bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere. Asıldık ey halkım, unutma bizi... Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler. Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi... Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi... Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi. Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi., hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, Unutma bizi, Unutma bizi... 25 / 08 / 1975 Cumhuriyet Gazetesi 84 Muammer AKSOY 31 OCAK 1990 1917 yılında Antalya’da doğdu. 1939’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra Zürih Üniversitesi Hukuk ve Devlet Bilimleri Fakültesi’nde doktora yaptı. Türkiye’ye döndükten sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ticaret Hukuku Kürsüsünde asistanlık ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Medeni Hukuk Kürsüsünde öğretim üyeliği yaptı. 1957 yılında üniversite yasasında yapılan değişikliklerin üniversite özerkliğine zarar verdiği gerekçesiyle üniversitedeki görevinden istifa ederek Cumhuriyet Halk Partisi’ne girdi. 27 Mayıs 1960 sonrasında yeniden üniversiteye döndü, Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Anayasa Hukuku profesörü oldu. 1960-1961 yıllarında kurucu mecliste Antalya temsilcisi olarak çalıştı. 1961 Anayasasının hazırlanması sırasında Anayasa komisyonu sözcülüğü ve CHP parti meclisi üyeliği görevlerinde bulundu. 12 Mart 1971 muhtırasından sonra sıkıyönetimce tutuklandı ancak yargılama sonucunda aklandı. 1977’de CHP İstanbul milletvekili olarak parlamentoya girdi. Avrupa Konseyi Türkiye temsilciliği ve Türk Hukuk Kurumu başkanlığı görevlerini yürüttü. 12 Eylül 1980’den sonra Ankara Barosu başkanlığına seçildi. 1989’da Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Bahri Savcı, Münci Kapani ve Bahriye Üçok gibi aydınlarla birlikte Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurdu ve Kurucu Genel Başkan olarak çalıştı. 31 Ocak 1990 günü Ankara Bahçelievler’deki evinin önünde kurşunlanarak öldürüldü. 85 ABDİ İPEKÇİ 1 ŞUBAT 1979 13 Mayıs 1981’de Papa II. Jean Paul’e suikast düzenleyen Ağca, olay yerinde yakalandı. Papa soruşturması boyunca 128 kez ifade verdi, 22 mart 1986’da ömür boyu hapse mahkum edildi. 13 haziran 2000’de İtalya Cumhurbaşkanı Carlo Azeglio Ciampi, Ağca’nın affını imzaladı. Ağca, sabaha karşı İstanbul’a getirildi. Sadece gasp suçundan Türkiye’ye iadesi kararlaştırılan Ağca’nın İpekçi cinayetinden tekrar yargılanmasının mümkün olmadığı açıklandı. Kadıköy Adliyesi’nde gasp davasıyla ilgili mahkemeye çıkarılan terörist Ağca’nın ilk sözü, “ben Abdi İpekçi’nin katili değilim. Ben sadece bir aktördüm” oldu. Ağca, daha sonra çıkarıldığı bütün duruşmalarda şov yaptı. Her duruşmadan sonra basın mensuplarına mektup dağıtan Ağca, Vatikan’a tehditler savurdu. Vatikan’dan hesap soracağını ileri süren Ağca, “Katolik olmam için Vatikan bana 50 milyon dolar, özgürlük ve kardinallik önerdi. Vatikan’da kral olmaktansa, Afrika’da maymun olmayı tercih ederim” dedi. Mehmet Ali Ağca, Türkiye’ye iadesinden sonra Fruko fabrikası gaspından 10, bir kuyumcunun gasp edilmesinden 10, cezaevinden firar suçundan ise üç yıl hapis cezasına çarptırıldı. İpekçi cinayetinden ise idam cezası almıştı. Ancak, son yasal düzenlemelerle idam cezası kalktığı için bu ceza, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına dönüştü. Ağca’nın, İtalya’da geçirdiği 20 yıllık süre yeni TCK’nın 16’ncı maddesi gereğince 36 yıldan düşüldü. Ağca’yı hapisten kurtaran Türk Ceza Kanunu’nun 16’ncı maddesi oldu. TCK’nın 16’ncı maddesi şöyle diyor: “Nerede işlenmiş olursa olsun, bir suçtan dolayı yabancı ülkede gözaltında, gözlem altında, tutuklulukta veya hükümlülükte geçen süre aynı suçtan dolayı Türkiye’de verilecek cezadan mahsup edilir.” ANAP döneminin affı olarak da bilinen 3712 No’lu kanun Ağca’ya uygulanmadı. Eğer uygulansaydı Ağca çok daha erken, hatta Türkiye’ye iade edildiği gün tahliye edilebilirdi. Geriye kalan 16 yıllık süre, 10 yıl daha düşülerek altı yıla indi. Ağca’nın Türkiye’den kaçmadan önce cezaevinde geçirdiği 153 günlük süre de hesaplamaya dahil edilince 12 ocak 2006 günü tahliye edildi. Adalet Bakanlığı’nın başvurusunu değerlendiren Yargıtay, 20 ocakta Ağca’nın tahliyesi ile ilgili kararı hatalı bularak bozdu. Yargıtay bozma gerekçesinde Ağca’nın İtalya’da yattığı 19 yıl cezanın Türkiye’deki cezasından mahsup edilemeyeceğine karar verdi. Yargıtay Birinci Ceza Dairesi’nin tahliye kararını bozması üzerine 20 ocak 2006 tarihinde yeniden yakalanarak aynı cezaevine konulan Mehmet Ali Ağca’nın cezaevinde kalacağı süre yeniden hesaplandı. Toplam 40 yıl üzerinden yapılan hesaplama sonucu hazırlanan müddetnamede, Mehmet Ali Ağca’nın 18 ocak 2010 tarihinde cezaevinden tahliye olacağı belirtildi. Müddetname, Ağca’nın hükümlü olarak bulunduğu Kartal H Tipi Cezaevi ile diğer ilgili yerlere gönderildi. 18 Ocak 2010 da cezasının bittiği söylenen Mehmet Ali Ağca tahliye olarak ceza evinden çıktı. Abdi İpekçi evine giderken uğradığı suikast sonucu öldürüldü Milliyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Abdi İpekçi, 1979’da suikast sonucu hayatını kaybetti. Gazeteci ve yazar Abdi İpekçi 9 ağustos 1929’da İstanbul’da doğdu. 1948’de Galatasaray Lisesi’ni bitirdi. Bir süre İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne devam etti. 1943-48 arasında ‘Kırmızı-Beyaz’ ve ‘Şut’ spor dergilerinde yazıları yayımlandı. ‘Yeni Sabah’ ve ‘Yeni İstanbul’ gazetelerinde muhabir olarak çalıştı. 1951’de ‘İstanbul Ekspres’ gazetesinde yazı işleri müdürlüğü yaptı. 1954’te genel yayın müdürü olarak göreve başladığı Milliyet gazetesinde 1959’da başyazar oldu. 1959’da Türkiye Gazeteciler Sendikası başkanlığı, 1960’ta Basın Şeref Divanı sekreterliği yaptı. 1964’te Uluslararası Basın Enstitüsü yönetim kurulu üyeliğine seçildi. 1968’de İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü’nde öğretim görevlisi olarak ders verdi. 1972’de Türkiye Basın Enstitüsü başkanlığına getirildi. 1 şubat 1979 sabahı evine giderken uğradığı sukast sonucu hayatını kaybetti. 25 haziran 1979’da yakalanan saldırgan Mehmet Ali Ağca, 23 kasımda cezaevinden kaçırıldı. Ağca, 26 kasım 1979’da Milliyet gazetesi yakınındaki bir çöp kutusunda bulunan mektupta, kendi el yazısıyla Papa’yı vuracağını yazıyordu. 28 nisan 1980’de İpekçi davasından dolayı ölüm cezasına çarptırıldı. 86 DOSTOYEVSKİ 6 ŞUBAT 1890 Dostoyevski, aynı zamanda varoluşçuluğun kurucularından biri olarak anılır Klasik edebiyatın en önemli yazarları arasında gösterilen Rus romancı Fyodor Mihayloviç Dostoyevski 1881'de hayatını kaybetti. 1821'de Moskova'da doğan Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, 9 şubat 1881'de Petersburg'da hayata veda etti. Annesini ve babasını küçük yaşta kaybetti. İlk yazılarıyla adını duyurmaya başlamışken genç liberallere katılmasıyla yaşamının akışı değişti. Tutuklandı ve sekiz ay hücrede kaldıktan sonra ölüm cezasına çarptırıldı. İnfaza birkaç saat kala cezası dört yıllık Sibirya sürgününe çevrildi. Sürgünden sonra yeniden St. Petersburg'a dönme izni elde etti. Bu koşullar altında yeniden yazmaya başladı. Yazdıklarıyla Çar II. Aleksandr'ı bile etkiledi. Yapıtlarının ses getirmesine karşın, Dostoyevski paraya kavuşamamıştı. Bundan sonra özel yaşamında büyük sıkıntılar yaşadı. Sürgünden sonra sara nöbetlerinden de bir türlü kurtulamadı. Ancak 'Karamazov Kardeşler', 'Ecinniler', 'Suç ve Ceza' gibi en ünlü yapıtlarını da bu dönemde kaleme aldı. 1881'de öldüğünde, Rusya bu eski mahkum için, görülmemiş bir cenaze töreni düzenledi. Dostoyevski'nin sanatçılığı, dahi bir psikoloğun yüksek becerisini, bir düşünürün derin düşünselliğini ve bir gazete yazarının büyük coşkusunu bir arada içerir. Anlatı yapıtları, birçok yeni edebi anlatım araçlarını kapsar. Özellikle romanlarındaki çoksesli tipler, gerçekçi roman tarzının zenginleşmesine yol açmıştır. En önemli yapıtlarından 'Suç ve Ceza'da, bir cinayet etrafında kurar metnini Dostoyevski. Ne var ki, cinayet bir 'oyun' ya da basit bir heyecan unsuru değildir. Daha açık bir biçimde söylemek gerekirse yazar, öldürme eylemini amaca dönüştürmez. 'Suç ve Ceza'nın Raskolnikov'u yazarın ahlaki bir sorgulama yapmak için cinayete ittiği karakterlerdir. Fakir bir genç olan Raskolnikov, Hukuk Fakültesi'ni yarıda bırakmıştır. Avrupa kaynaklı siyasi ve felsefi düşüncelerin etkisi altındadır. Güçlü ve güçsüz insanlar karşıtlığında, kendi yerini tespit edebilmek amacıyla, zaten borçlu olduğu tefeci bir kadını kurban olarak seçer. Ancak kararını uygularken pek de rahat değildir Raskolnikov. "Kollarına müthiş bir dermansızlık gelmişti. Kollarının her geçen saniye gittikçe uyuşarak ağırlaştığını kendisi de fark ediyordu. Baltayı bırakıp düşürmekten korkuyordu... Ne yaptığının farkında olmadan, hemen hemen kendini zorlamadan, sanki bir makine gibi, baltanın tersini kadının kafasına indirdi. Bu sırada neredeyse dermansız gibiydi. Ama baltayı indirir indirmez gücü yerine geldi" cümleleriyle canlandırılan suç sahnesi, 350 sayfalık romanın 140'ıncı sayfasında cereyan eder. Artık işin ceza kısmına gelmiştir Dostoyevski. Kimsenin kendini görmediğini ve geride bir iz kalmadığını bildiği halde, Raskolnikov müthiş bir tedirginlik içine düşer. İnsanlığını, masumiyetini yitirmiştir. Ceza, yalnız kendisine verilmemiştir, ailesi de etkilenir Raskolnikov'un günahından. Katilin cinayet mahalline dönmesi kuralına uygun olarak, yakalanmayı ve rahatlamayı, arınmayı isteyen genç adam, öldürdüğü tefeci kadının evine gelir, komiserle tanışır ve soruşturmanın baş şüphelisi olur. Komiser Porfiry Petroviç, zeki bir adamdır ve katil olduğunu anlamıştır Raskolnikov'un. Ama ona bir fırsat tanımak, itiraf ederek ruhunu yüceltmesini sağlamak ister. Ailesi tarafından fahişeliğe zorlanan temiz kalpli Sonia'ya suçunu ve aşkını itiraf eden Roskolnikov, nihayet huzura kavuşur ve teslim olur. Sibirya'ya sürgün edilen Raskolnikov, yanında Sonia ile birlikte yola çıkarken henüz pişman olmamış, ruhu tam anlamıyla temizlenmemiştir. "Ama burada, yeni bir hikaye, bir adamın derece derece yenileşmesinin, yavaş yavaş yeniden hayat buluşunun, bir dünyadan bir başka dünyaya geçişinin, şu ana kadar hiç bilmediği yeni bir gerçekle tanışmasının hikayesi başlıyor" diye bitirir romanı Dostoyevski. Hakkında ciltler dolusu inceleme ve biyografi kitabı yazılan Dostoyevski'yi kısa bir yazı içerisine sığdırmak söz konusu olamayacağı gibi, sadece 'Suç ve Ceza'daki felsefi ve ahlaki motifleri tartışmak bile sayfalar tutar. Öte yandan, Ferud'ün psikanaliz çalışmalarını da etkilemiştir Dostoyevski ve 'Suç ve Ceza'. Freud, ilkel benlik, ego ve süper ego üçlüsünün 'Suç ve Ceza'da eksiksiz olarak yer aldığı vurgular. Raskolnikov'un ilkel benliği, ona tefeci kadını öldürmesini ve parasını çalmasını emreder. Bu eylemin muhakemesi ego sürecinde olur ve süper egosu Roskolnikov'u suçluluk duyguları içerisinde kıvrandırır. 87 BRECHT 10 ŞUBAT 1956 Brecht, Berliner Ensemble'ın da kurucusuydu Epik Tiyatro'nun kurucusu Alman oyun yazarı Bertolt Brecht 1898 yılında doğdu. Eugen Berthold Friedrich Brecht, 10 Şubat 1898'de Augsburg'da doğdu, 14 Ağustos 1956'da Berlin'de hayata veda etti. 20'nci yüzyıla damgasını vuran oyun yazarı ve tiyatro kuramcılarından Brecht, aynı zamanda yetenekli bir şairdi. İlk şiirlerini 1913'te okul gazetesinde yayımladı. Bir yıl sonra ise yaşadığı kentin yerel gazetesinde yazıları çıkmaya başladı. Edebiyata ve tiyatroya büyük ilgi duymasına karşın bir süre tıp eğitimi gördü. Birinci Dünya Savaşı'nın son yılında askere alındı ve bir hastanede görev yaptı. Aynı yıl yazdığı 'Ölü Askerin Öyküsü' adlı bir şiiri yüzünden Nazilerce suçlanarak yurttaşlıktan çıkarıldı. 1924'te gittiği Berlin'de Carl Zuckmayer, Max Reinhardt ve Helena Weigel gibi sanatçılarla tanıştı ve birlikte çalıştı. Helena Weigel'le evlendi ve bu evlilik ömrünün sonuna kadar sürdü. Brecht'in oyunların pek çoğunda Weigel başrolde oynadı. Tiyatro yönetmeni Erwin Piscator ve besteci Kurt Weill ile tanıştıktan sonra tiyatro yaşamında yeni bir adım attı. Jaroslav Hasek'in romanı 'Aslan Asker Şvayk'ı sahneye uyarladıktan sonra yazdığı 'Adam Adamdır' oyunu Epik Tiyatro anlayışının ilk denemesiydi. Epik Tiyatro öğretici bir tür olup, olaylar geleneksel tiyatrodakinin aksine, dramatik bir biçimde canlandırılacak yerde, izleyiciye anlatılır. İzleyici sahnede olup biteni bir gözlemci gibi izler. Epik Tiyatro'da amaç düşündürmek, izleyicinin aklını kullanarak bir karara varmasını, harekete geçmesini sağlamaktır. Brecht dünyanın değişmesinden, insanların fırsat eşitliğine, düşünce özgürlüğüne sahip olduğu, adaletli bir düzenin kurulmasından yanaydı. Benimsemiş olduğu Marxist dünya görüşü doğrultusunda, böylesine bir dönüşümün gerçekleşeceğine inanıyordu. Tiyatronun bu amaca ulaşmak için etkili araçlardan biri olduğu kanısındaydı. Gene bu sırada yazdığı ve Kurt Weill'in bestelediği, dünya çapında ün kazanacak olan 'Mahagonny' ve 'Üç Kuruşluk Opera' adlı müzikalleri sahneye koydu. Nazilerin yönetime gelmesiyle Almanya'da çalışma olanağı ortadan kalktı. 1933'te Almanya'yı terk etti. Önce İsviçre'ye, oradan Danimarka'ya gitti. 1939'a kadar kaldığı Danimarka'da 'Tak-tik', 'Hitler Rejiminin Korku ve Sefaleti', 'Galileo'nun Yaşamı', 'Cesaret Ana ve Çocukları' gibi her biri başyapıt olan oyunlar yazdı. 'Sezua'nın İyi İnsanı'nı da burada yazmaya başladı. 1939'da Danimarka'nın da Nazi tehdidi altına girmesi üzerine önce Finlandiya'ya, oradan da 1941'de ABD'ye gitti. Oyunlarından bazıları bu dönemde İngilizce'ye çevrildi ve ABD'de sahnelendi. Ne var ki, ABD'li izleyici Brecht'in oyunlarından tedirgin oldu ve ilgi göstermedi. 1947'de ABD'de esen Soğuk Savaş rüzgarı, Brecht'in ABD'ye Karşı Etkinlikleri Soruşturma Komisyonu'nca sorguya çekilmesine yol açtı. Dünya görüşüne ilişkin suçlamalara karşı çıktı. ABD'de barınmayacağını anlamıştı. Brecht, Alman Demokratik Cumhuriyeti yöneticilerinin çağrısı üzerine Doğu Berlin'e yerleşti ve içlerinde eşi Helena Weigel'in de bulunduğu bir grup oyuncuyla 1948'de 'Berliner Ensemble' adlı tiyatro topluluğunu kurdu. Berliner Ensemble, gerek kuramsal çalışmaları, gerek sahnelediği çok başarılı oyunlarıyla, dünya çapında ün kazanmakta gecikmedi. Brecht, 1956 ilkbaharında hastalandı ve bundan kısa bir süre sonra Berlin'de hayata veda etti. 88 ALBERT CAMUS 4 OCAK 1960 bir düşünce ve duyuş biçimi getirir. 'Yabancı' ve 'Sisifos Söyleni' adlı yapıtlarında Camus, hem güçlü bir romancı hem de bir filozof olarak kendini gösterir. Saçmanın felsefesinin varoluşçulukla ortak yönleri olduğu su götürmez bir gerçektir, ama yine de birbirlerine karışmazlar. Saçmanın felsefesinin başlıca temsilcisi olan Camus, 'Yabancı'da ana hatlarıyla verdiği bu felsefeyi, 'Sisifos Söyleni'de daha yoğun bir biçimde işler ve bu dünyada mutlu olmak imkansızlığı üzerinde durur. Aslında 'Sisifos Söyleni', evrenin anlamsızlığı ve insanın saçma kaderine baş kaldırma ihtiyacı üzerine yazılmış bir denemedir. Camus, 1951'de yayımladığı 'Başkaldıran İnsan'da (L'Homme revolte) bu konuları yeniden ele alır ve derinliğine işler. 1947'de yayımlanan 'Veba' (La Peste) büyük etki yaratır ve yazara 'Prix des Eritiques' ödülü kazandırır. Bundan sonraki kitaplarında Camus, bir filozoftan çok bir ahlakçı ve edebiyatçı kimliğiyle kendini gösterir. Bu durumu oyunlarında görmek daha kolaydır. En son romanı olan 'Düşüş'ü (La Clute) 1956'da yayımlar. 1957'de en güzel hikayelerinin bulunduğu 'Sürgün ve Krallık' (L'Exil et le royaume) ile yaratıcı sanatın en güzel örneklerini verir. En güzel hikayeleri, şüphesiz, Cezayir'de geçenlerdir. Eserlerinde çok az yazar ve düşünürde görünen sıklıkta ölüm, anlamsızlık ve nihilizm temalarını işleyen ve 1957'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Camus, 1960'da bir trafik kazasında, gerçekten saçma bir ölümle hayata gözlerini kapattı. En tanınmış eseri olan 'Yabancı'yı 1942'de yayımladı. 'Yabancı'da açık, sade, süssüz ve hareketli üslubu ile Hemingway'den etkilenmiş izlenimi verir. Camus 'Yabancı'da, kayıtsız, hayatın anlamsızlığınakarşı mücadele etmekten yorulmuş, etrafında olup biten olayları anlamayan, anlamak için de hiçbir çaba harcamayan, unutulmaz bir insan tipini canlandırır. Önemli eserleri 'Amerika Günlükleri', 'Başkaldıran İnsan', 'Büyüyen Taş', 'Caligula', 'Denemeler', 'Düğün ve Bir Alman Dosta Mektuplar', 'Düşüş', 'Ecinniler', 'İlk Adam', 'Mutlu Ölüm', 'Sıkıyönetim', 'Sisifos Söyleni', 'Sürgün ve Krallık', 'Tersi ve Yüzü', 'Veba', 'Yabancı', 'Yolculuk Günlükleri'. Camus, 1957'de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı 'Yabancı' ve 'Veba'nın yazarı Albert Camus, 1960'da 46 yaşında trafik kazasında öldü. Günümüzün en güçlü Fransız yazarlarından biri olan Albert Camus, 1913'te Cezayir'in Mondovi kasabasında dünyaya geldi. Babası Fransız, annesi İspanyoldu. Fakir bir ailenin çocuğu olan Camus, küçük yaşta babasını kaybetti. Bağımsız bir hayat sürebilmek amacıyla küçük yaşta evden ayrıldı. Geçimini sağlamak için birçok işe girip çıktı, vereme yakalandı. Felsefe eğitimini yarıda bırakarak, bir süre tiyatro ile uğraştı. Alman işgali boyunca 'Combat' gazetesinin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. 1937 ve 1938'de yayımlanan iki denemesiyle edebiyata giren Camus, bu kitaplarında bir şair ve üslupçu görünüşüyle karşımıza çıkar. 1942'de yayımladığı 'Yabancı' (L'Etranger) ona çabucak şöhretin kapılarını açar. 'Yabancı', saçmalığın elinde oyuncak olan, etrafında olup bitenleri anlayamayan, anlamak için de bir çaba harcamayan kayıtsız, vurdumduymaz bir kişinin durumunu nesnel bir görüşle gözler önüne serer. Aynı yıl yazdığı 'Sisifos Söyleni'nde (Le Mythe de Sisyphe), mutsuzluğa düşen çağımız insanının trajedisini ele alarak, saçmanın felsefesi diye tanımlanan bir dünya görüşü ve Jean Paul Sartre'ın varoluşçuluğu ile yepyeni 89 BİRLİĞİMİZİN ANLAŞMA YAPTIĞI KURUMLAR BEYAZ EŞYA - MOBİLYA - YAPI METİS MİMARLIK VE DEKORASYON Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş ve fatura bedeli üzerinden %25 indirim yapılacaktır. Adres: Karapınar Mah. 1186 Cad. No:25/4 DİKMEN/ ANKARA Tel: 0 (312) 476 83 00 FAALİYETLERİMİZ: Mimari tasarım ve uygulama projeleri Tadilat ve Dekorasyon projeleri ile uygulama işleri yükleniciliği Compact Sistem Arşiv Dolapları satış temsilciliği SUNKAR HALI ORIENTAL RUGS-SUNKAR HALI 1. Mağaza: Güvenevler Mh. Farabi Sk. N: 48/D Çankaya/ Ankara Tel: 312 428 85 15 2. Mağaza: Kızılırmak Mh. Ufuk Üniversitesi Cd. AMBROSIA Çarşı n: 18/27 Çukurambar / Ankara Tel: 312 284 85 50 Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ve kartla ödemelerde peşinde %30, 6 taksitte %20, 12 taksitte %10 indirim yapılacaktır. AYSA MOBİLYA SANAYİ PAZARLAMA Çamlıtepe Sk. 103/3 Siteler-Ankara Tel: (0312) 353 90 25 Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden nakit ödemelerde % 25, taksitli ödemelerde % 10 ve 4 taksit, ayrıca indirim dönemlerinde indirim oranı. SAYDAMLAR ELEKTRONİK (Casio Yetkili Servisi) Adakale Sokak N: 25/27 Kızılay / Ankara Tel: 0312.431 04 72 Casio ve diğer markalardaki video kamera, digital fotoğraf makineleri, saat, traş makinesi ve benzeri elektronik aletlerin bakım ve tamirinde, Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ödemelerde ve kredi kartı ile tek çekimlerde %25, taksitli ödemelerde 4 taksit ve %15 indirim uygulanacaktır. . DEKOMART Ltd. Şti. Turan Güneş Bulvarı 4. Cad. 56. Sok. No. 49/C Yıldız/ ANKARA Tel: 0312.443 00 75 Müşterilerine prestijli, konforlu ve estetik yaşam mekanları sunmayı vizyon haline getiren DEKOMART yapı sektöründe toptan ve perakende bazında hizmet sunmaktadır. Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden nakit ödemelerde % 20, kartla ödemelerde % 10 ve peşin fiyatına 3 taksit yapmaktadır. 90 BİLGİSAYAR MAY-NET BİLGİSAYAR YAZILIM DAN. HİZ. LTD.ŞTİ. ÇETİN EMEÇ BLV. 4. CAD. 70. SK. 8/12 ÇANKAYA - ANKARA Tel: (0312) 473 28 94 Faks: (0312) 473 28 93 e-mail: \n mayyilmaz@may-net. com Bilgisayar satış, bakım ve tamirinde Mülkiyeliler Birliği üyelerine özel indirimler ATC BİLGİSAYAR LTD. ŞTİ. Selanik Cd. N: 31/3 Kızılay/Ankara Tel: (312) 419 82 70 Faks: (312) 419 82 71 Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ödemelerde %15, kartla ödemelerde %10 ve taksitli ödemelerde 6 taksit yapılacaktır. EĞİTİM YAŞAMKENT ANAOKULU Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ödemelerde %20, kartla ödemelerde %25, taksitli ödemelerde %20 ve 12 taksit yapılacaktır. Adres : Yaşamkent Mah. Gülbeng Sit. A Blok N: 20 Yenimahalle / Ankara Tel : 0312 217 43 47-48 Prof. Dr. Mustafa BALCI Akademisi Bu protokol ile Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/ fatura bedeli üzerinden nakit ödemelerde %15, kartla ödemelerde %10, taksitli ödemelerde %10 ve 10 taksit yapılacaktır. Adres : Bayındır 1 Sok. No: 27 Kat: 3 Kızılay - ANKARA Tel : 0 312 431 32 33 Faks : 0 312 431 67 67 OYA SÜRÜCÜ KURSU Atatürk Bulvarı 94/12 Kızılay/Ankara Tel: 0312.2310869 Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden nakit ödemelerde % 10, kartla ödemelerde % 10, taksitli ödemelerde % 10 indirim ve 10 taksit yapılacaktır. TÜRK AMERİKAN DERNEĞİ (AMERİKAN KÜLTÜR) Cinnah Cad. No. 20 Kavaklıdere – Ankara Tel: 0 312 426 37 32 Türk Amerikan Derneği (Amerikan Kültür) ile Birliğimiz arasında imzalanan protokol uyarınca, üyelerimiz, eşleri ve çocukları ile Fakültemiz öğrencileri, düzenlenen Dil Eğitimi Programlarından indirimli yararlanabileceklerdir. Türk Amerikan Derneği (Amerikan Kültür) düzenlenen İngilizce Dil Eğitimi Programlarında, Mülkiyeliler Birliği üyelerine, eşlerine ve çocuklarına mevcut kurs ücreti üzerinden ¼ oranında indirim sağlayacaktır. Belirtilen indirimden yararlanmak için Mülkiyeliler Birliği kimlik kartının gösterilmesi zorunludur. Yapılan protokol gereğince öğrencilerimiz de, kurslardan 1/3 oranında indirimli olarak yararlanabileceklerdir. Bu indirimden yararlanmak için SBF öğrenci kimliğinin gösterilmesi zorunludur. Tel : 0 (312) 287 35 50 YEDEK PARÇA VE İŞÇİLİK NAKİT ÖDEMEDE % 10 KARTLA ÖDEMELERDE 3 TAKSİT + % 5 İNDİRİM YUMURCAK OTOMOTİV/RENAULT SERVİS Siteler-ANKARA Tel: (0312) 351 29 60 Bakım ve onarıma gelen araçlara randevu önceliği, Bakıma gelecek araçları yerinen teslim alıp yerine teslim etme kolaylığı, Araçların bakım ve onarım hizmetlerinin kaliteli ve kusursuz olması yanında en kısa sürede teslim etme olanağı, Araçlara eğitilmiş kurs belgeli personel ekibi ile hizmet verilmesi, Araçların servis içinde kaldığı sürede ve test sürüşü esnasında doğabilecek kazalara karşı firmamız tarafından sigorta güvencesi verilmesi, Kazalı araçların sigorta, kasko takip işlemlerinin yapılması, Kazalı araçların sigorta, kasko takip işlemlerinin yapılması Hasarlı araçlara ekip gönderilerek ilk müdahalede bulunulup, kurtarıcı ile çektirilmesi 500 YTL'yi dolduran bakım ücretini müteakiben yılda bir kez ücretsiz pasta-cila hizmeti Yılda bir defa ücretsiz check-up Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden nakit ve kartla ödemelerde yedek parçada % 10, işçilikte % 35 indirim ve 2 taksit olanağı. BAŞKENT ÇANKAYA SPOR KLÜBÜ Murat Özdoğan - Tel: 0 535 276 58 56 / Tolga Tillioğlu Tel: 0 532 542 62 32 1 Haziranda başlayan yüzme kursları Mülkiyeliler Birliği üyeleri için 60 YTL DOSYA EĞİTİM MERKEZİ Turan Güneş Bulvarı No. 23 Çankaya / ANKARA LGS HAZIRLIK (4., 5., 6., 7. VE 8. SINIFLAR) – ÖSS DERSANELERİNDE MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ÜYELERİNE FATURA BEDELİ ÜZERİNDEN % 20 İNDİRİM + 10 TAKSİT Sakarya Cad. No. 36/1 Kızılay / ANKARA KPSS, MÜFETTİŞLİK, UZMANLIK, KAYMAKAMLIK, DENETMENLİK SINAVLARINA HAZIRLIK DERSANELERİNDE MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ÜYELERİNE FATURA BEDELİ ÜZERİNDEN % 20 İNDİRİM + 10 TAKSİT MİLLİ PİYANGO EĞİTİM VE SPOR TESİSLERİ Konya Yolu 26. Km. Gölbaşı Tel: 0312. 484 44 90 Mülkiyeliler Birliği Üyelerine % 25 İndirim ACİL YARDIM GÜNDÜZ: 0312.351 29 60 - 0533.353 66 10 GECE: 0533.353 666 10 KURTARICI: 0533.369 95 72 ÖZEL KARACA YABANCI DİL KURSU Karanfil Sok No. 20 Kızılay / ANKARA Tel : 0 (312) 418 78 73 MÜLKİYELİLER BİRLİĞİ ÜYELERİNE % 10 İNDİRİM TURİZM BUTİK MULBERRY TREE HOTEL Tel: 0252-486 80 82 GSM : 0532 437 53 45 www.mulberrytreehotel.com KÜLTÜR - SANAT PANAYIR SANAT MERKEZİ (Doğum Günleri, Sünnet Düğünleri, Tanıtım Organizasyonu vb. Palyaço ve Noel Babalar) Kızılırmak Sok. N: 35/10 Ankara Tel : 425 79 09-425 76 53 Nakit Ödemelerde %25 indirim. GRAND ŞEKER HOTEL Evrenseki Beldesi Manavgat Antalya Tel:0242-7638420 IN DBL pP 01.06-30.06.2008 - 65. YTL 01.07-31.08.2008 - 75. YTL 01.09-30.09.2008 - 65. YTL OTOMOTİV SNGL SUPL %50 3. PAX %70 1. CHD (0-12) FREE 2. CHD (0-2) FREE (03-12) %50 Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ödemede %15, kartla ödemede %10 indirim yapacaktır KIZILKAYA OTOMOTİV Başkent Sanayi Sitesi 248/2 Sokak N: 19 Batıkent / Ankara Tel: 312 278 47 06 Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ve kartla ödemelerde %25 indirim yapılacaktır. OTOKOÇ OTOMOTİV TİC. SAN. A.Ş. Söğütözü Cad No. 2 / ANKARA NATURMED Mülkiyeliler Birliği üyelerine %10 indirim yapılacaktır. Bu 91 indirim resmi tatillerde ve bayramlarda geçerli değildir. 1-KASIM -31 MART 3 Hafta 1 Kişi: 1450 YTL 2 Kişi: 2500 YTL 2 Hafta 1 Kişi: 1050 YTL 2 Kişi: 1800 YTL 5 Öde 7 Kal : 1 Kişi: 560 YTL 2 Kişi: 950 YTL 4 Gün 1 Kişi: 500 YTL 2 Kişi: 850 YTL 3 Gün 1 Kişi: 400 YTL 2 Kişi: 680 YTL 2 Gün 1 Kişi: 300 YTL 2 Kişi: 510 YTL Mülkiyeliler Birliği’nce imzalanan protokol gereğince, Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden nakit ve kartla ödemelerde % 20 indirim yapılacaktır. 01 ADANA ASMAALTI Adres: Prof. Dr. Muammer AKSOY Cad. 29/B Bahçelievler / ANKARA Tel : 0312 2239053 Gsm : 0505 663 09 56 - 0537 666 50 76 Mülkiyeliler Birliği’nce imzalanan protokol gereğince, Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden nakit ve kartla ödemelerde % 10 indirim yapılacaktır. 1 NİSAN – 31 EKİM 3 Hafta 1 Kişi: 1900 YTL 2 Kişi: 3300 YTL 2 Hafta 1 Kişi: 1400 YTL 2 Kişi: 2400 YTL 5 Öde 7 Kal : 1 Kişi: 750 YTL 2 Kişi: 1250 YTL 4 Gün 1 Kişi: 650 YTL 2 Kişi: 1150 YTL 3 Gün 1 Kişi: 550 YTL 2 Kişi: 900 YTL 2 Gün 1 Kişi: 400 YTL 2 Kişi: 680 YTL ULAŞIM 0312 CONCEPT Selanik Cd. N: 70 Kızılay / Ankara Mülkiyeliler Birliği üyelerine nakit ödemelerde %15, kartla ödemelerde %5 indirim yapılacaktır. PASAPORT PİZZA Mülkiyeliler Birliği’nce imzalanan protokol gereğince aşağıdaki adreslerde faaliyet gösteren Pasaport Pizza, Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden % 10 indirim sağlayacaktır. BORNOVA (MERKEZ) 0 232 388 18 18 - 339 90 99 BORNOVA (KÜÇÜKPARK) 0 232 343 00 99 - 343 00 77 GAZİEMİR 0 232 251 80 85 - 251 79 00 KARŞIYAKA (ÇARŞI) ) 0 232 368 78 28 KARŞIYAKA (GİRNE) ) 0 232 364 43 13 - 0 232 364 66 26 KEMERALTI 0 232 441 11 66 KIBRIS ŞEHİTLERİ 0 232 464 09 99 - 0 232 465 01 01 KORDON 0 232 446 56 36 - 483 66 35 ŞİRİNYER 0 232 448 63 63 - 438 93 93 YEŞİLYURT 0 232 255 59 59 - 261 88 48 ÇANKAYA 0 232 483 50 09 URLA 0 232 754 14 75 ANTALYA (ÇARŞI) 0 242 247 99 33 - 248 03 28 ANTALYA (LARA) 0 242 323 22 21 ANTALYA (DEFTERDARLIK) 0 242 237 95 96 - 237 78 58 MANAVGAT (ANTALYA) 0 242 743 38 20 - 743 38 21 BUCAK (BURDUR) 0 248 325 98 00 - 325 99 33 ISPARTA0 246 223 88 99 İSTANBUL (BAKIRKÖY) 0 212 561 16 16 - 561 02 12 MANİSA 0 236 232 96 16 - 232 39 94 TENEDOS CAFE PUB BRASSERİE Dünya mutfağından seçme yemekler Brüksel usulu soslu midye Tenedos'a özel şaraplar Caz ve Blues konserleri Adres: Arjantin Cad. Budak Sok.5/1 GOP ANKARA Tel : 0312 4274294 Mülkiyeliler Birliği’nce imzalanan protokol gereğince, Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden nakit ve kartla ödemelerde % 10 indirim yapılacaktır. VARAN TURİZM Mülkiyeliler Birliği Üyeleri, Varan Turizm ile yapacakları tek yön seyahatlerde bilet satış bedeli üzerinden %10, çift yön seyahatlerde ise 2 adet tek yön bilet satış bedeli üzerinden %20 oranında indirim uygulanacaktır. İndirimlerden yararlanabilmek için aşağıda belirtilen ve Birliğimize tahsis edilen Varan Business kart numaralarından herhangi birini Varan Turizm Bilet görevlilerine hatırlatmanız ve Mülkiyeliler Birliği üye kimliğinizi göstermeniz gerekmektedir. Mülkiyeliler Birliğine tahsis edilen Varan Business Kart Numaraları: 0119 0099 - 0119 0123 - 0119 0321 - 0119 0255 - 0119 0230 - 0119 0222 - 0119 0404 - 0119 0180 - 0119 0008 0118 9992 YEME - İÇME 01 ADANA ASMAALTI Prof. Dr. Muammer Aksoy Caddesi 29/B Bahçelievler / ANKARA Mülkiyeliler Birliği’nce imzalanan protokol gereğince, Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden nakit ve kartla ödemelerde % 10 indirim yapılacaktır. WATERBOX (SUKUTUSU İÇME SUYU TEK. A.Ş.) Turan Güneş Bulvarı Koyunlu Sitesi B Blok No: 175/22 Çankaya / ANKARA Mülkiyeliler Birliği’nce imzalanan protokol gereğince, Mülkiyeliler Birliği üyelerine fiş/fatura bedeli üzerinden nakit ve kartla ödemelerde % 15 indirim yapılacaktır. THE NORTH SHIELD PUB Adres: Güvenlik Cad. No: 111 A. Ayrancı / ANKARA Tel : 92