kasatura
Transkript
kasatura
KASATURA Yazan: Gürkan SARIDAŞ ©Kasım 2010 BÖLÜM - 1 Bir yandan günlük gazetenin üzerine “Halil” diye ismini yazarken bir yandan da hiç görmediği annesini düşünüyordu. Acaba nasıl bir yüzü, vücudu vardı? Kendine benziyor muydu? Uzun muydu yoksa kısa mı? Zaten ara sıra aynanın karşısına geçer ve annesinin yüzünü tahmin etmeye çalışırdı. “Gökyüzünde yaşamak ne garip anne! Bulutlardır ki sana benzer, yağmurlardır ki gözyaşın olur. Eşkin düşer üzerime damla damla.” dedi. “Seni ne kadar çok özledim. Keşke rüyalarımdaki gibi gelsen yanıma, elimi tutsan, sarılsan… Anne kokusu nasıldır acaba? Ana kucağı dedikleri yer nasıl bir yerdir?” Düşünceler bir bir kafasından geçerken gazetede isminin yazılmadığı yer kalmadığını fark etti. Hayatını düşündü. Ne kadar çarpık, salaş ve korku doluydu. Çocukluğunu hatırladı. Gülümsedi. Kafasını hafif eğerek bir yandan da üzüntüsünü hatırladı. Sabah karton kutuların üzerinde uyandığında etrafına toplanmış çocukların onu izlediğini hatırladı. Korkmuş ve şaşırmıştı. İçlerinde elebaşı gibi görünen esmer çocuk “Kimsin sen?” diye sormuştu. Sonra iç beklemeden “ Bizim mıntıkamızda uyuyan uyandığında bizim malımız olur, bizim için çalışır.” demişti. Toplamda dört kişi olan bu grup Halil ile birlikte beş kişi olmuştu. Şafak aha yeni aydınlanıyor, gölgeler daha yeni oluşuyordu. Halil gölgesine bakarak “Sakin ol, bunlarla arkadaş olabiliri.” demişti. Dolambaçlı sokaklardan geçerek bir caddeye çıktılar. Sanki hep aynı yerde dolaşıyorlardı. En sonunda yıkık bir harabenin önüne geldiler. Eskiden tiyatro olarak kullanılan bu yer şimdi önlerinde bir savaş alanı gibi duruyordu. İçeriye girdiklerinde ise kendi yaşlarında birçok çocuğun burada yaşadığını hemen anlayıverdi. Kimisi bir şeyler atıştırıyor, kimisi bali çekiyor, kimisi uyuyor, kimisi ise zar atarak para kazanmaya çalışıyordu. Kapıda belirdiklerinde ise herkes durup onlara baktı. Ele başları “Tarla fareleri herkes buraya baksın.” diye bağırdı. Zaten hemen hemen hepsi onlara bakıyordu. Uyuyanlarda uyandırıldı. “Bu yeni bir fare ve aramıza katıldı. Ahmet’le birlikte çalışacak. Uygun bir yerde yatsın. Şimdilik yiyecek bir şeyler verin.” dediğinde her biri ıslık, alkış ve gülüşmelerle “Hoş geldin” mesajı verdi. İlk iki üç gün işe çıkmadı. Sadece çalışacağı yeri ve arkadaşlarını tanımakla vakit geçirdi. Hepsi kendisi gibi insanlarken içlerinde birkaç tanesinden hiç hoşlanmamıştı. Özellikle de İsmail’den. İsmail yaşça diğerlerinden büyük ve elebaşlarından daha çok sözü geçen biriydi. Aralarında bir çekişme olduğu gayet net ortadaydı. İsmail’in kilolu olması ve kısa boylu hali onun güvenilir olmadığını çığırıyordu sanki. İşe çıkmadan önceki akşam bütün her şeyi anladığını kontrol etmek için Ahmet’le birlikte konuşuyorlardı. Polisten kaçma, parayı muhafaza etme, daha fazla para kazanma yollarını anlatıyordu. O sırada içeriye giren hippiler gibi giyinmiş adam bir şeylerin değişeceğinin habercisiydi. “Yeni bir tarla faresi” diye sessiz ve sinsice seslendi. Sanki “Seninle ilgili hain planların var.” der gibiydi. Elebaşından bütün bilgileri aldıktan sonra yanına gelip başını okşadı. “Çok çalışırsan çok rahat edersin. Az çalışırsan ölürsün.” dedikten sonra biraz sertçe kafasının arkasına vurup gitti. Her şey uzun zaman önce olsa da her şeyi rahat bir şekilde hatırlayabiliyordu. Her gün hafızasındaki kirli bir iz gibiydi. Sanki bir kabus görüyordu ve bu kabustan onu uyandıracak kimse yoktu. Hele o çalıştığı ilk gün geçirdiği kaza ve yediği dayak onun için hayatının çilesiydi ve bunlardan daha çok başına gelecekti. Nasılda hatırlamazdı ki o kaza anının. Mıntıkasındaki ilk gününü… Adıyaman’ın sokaklarını… BÖLÜM - 2 Şırnak’taki sayılı zenginlerin arasında bulunan İslam ağa Zara köyünün ağasıydı. Babasından kalan bu özellik ona çocukluktan bugüne bir ayrıcalık tanıyordu. Evlendiğinde ise sadece 17 yaşındaydı. Babasının yatağa düşmesi onun erken evlenmesine ve ağalık görevini devralmasına neden olmuştu. Ama çocuklarının da yardımıyla 19 yaşında ilk erkek çocuğu dünyaya gelmiş, 22 yaşındayken de bir kız çocuğuna sahip olmuştu. İhtiyar heyeti ile arasının iyi olması ağalık görevinin sorunsuz devamını sağlamıştı. 25 yaşından sonra ise artık ihtiyar heyetini ve köyü yöneten tam ağa olmuştu. Köylünün memnun olduğu bir ağa olması da onun artı yönlerinden birisiydi. Yan köyün ağası ve zenginleri de İslam ağayı çok seviyorlardı. 39 yaşına geldiğinde oğlunu evlendirmek için yaptığı düğün Şırnak halkı tarafından aylarca konuşulmuş ve takılan altınların bir servet değerinde olması dilden dile abartılarak aktarılmıştı. O sırada kızı Zilan ise 17 yaşında genç bir kızdı. Sülün gibi salınarak gezen kaşı gözü yerinde ve yüzlerce erkeğin rüyalarını süsleyen afet gibi bir kızdı. Zilan’ın evlilik zamanını yaklaşması, İslam ağanın moralini bozuyor ve endişelendiriyordu. Şimdiden istemek için haber gönderen çok olmasına rağmen kızını kıskandığından “yaşı ufak” bahanesiyle teklifleri nazikçe reddediyordu. Zilan’ın annesi ise kızının gönlünün birisinde olup olmadığını anlamak için türlü taklalar atıyordu. Yine de Zilan sır verip ser vermiyordu. Komşu köyün ağası Doğan ise iki oğluna kız aramaya başlamıştı. Oğullarının çapkınlıkları Doğan ağayı kızdırıyor ve başlarını bağlamak istiyordu. İslam ağa ile kavgalı ve küs olmasa belki de onun kızını alabilirdi. Doğuda kan davası önemli bir olay olduğundan barışmaları da imkansızdı. O ancak intikam alabilirdi ve almalıydı da. Bunun büyük oğlu Hüseyin yapacaktı. Fakat kan dökülmeden olmalıydı, hapis işi olmamalıydı. Aradan iki yıl geçtikten sonra Doğan ağa oğlu Hüseyin ile konuşarak İslam ağadan öcünü almasını, kanının yerde kalmaması gerektiğini ve bunu hapse girmeden yapmasını istedi. Hüseyin o gün 21 yaşına girecekti. Hüseyin’in hayatını karartan bu sözler onu düşüncelere ve içine kapanmaya itti. Babasının söylediklerini yapmak zor ve çelişkiliydi. Plan yapmalı ve hatasız işletmeliydi. Kusursuz bir plan uzun çalışmalar ve titizlik istiyordu fakat yapmalıydı. İki aydan biraz dazla zaman geçmişti ki Zilan’ın ahretliği evlenme aşamasına geldi. Bir ailenin tek oğluna gelin gidecekti. Herkes görücü usulü sanarken onlar anlaşarak evlenecekti. Güzel ve sade bir düğün töreni olması için hazırlıklar yapılıyordu. Köyün geleneklerine göre gelin ata binecek ve düğün yerine gidecekti. Sabaha kadar eğlenceden sonra damat ile gelin gerdek gecesine gireceklerdi. Ziyaretçiler ise damat içeri girerken sırtına vuracaklar ve eğlenmeye devam edeceklerdi. At yola çıkmadan önce gelin ve en iyi arkadaşı yani ahretliği de odada hazırlanmaya başlamıştı. Odada gelinliği giyerken heyecandan yerinde duramayan gelini Zilan yatıştırmaya çalışıyordu. Ne kadar başarılı olabilirse artık. Zaten kendisi de evli olmadığı için hiçbir nasihatte bulunamıyordu. Sadece annesinden duyduğu birkaç yüz kızartıcı şeyler dışında pek bilgisi yoktu. Sadece tahmin ve hayal gücü. “Canım arkadaşım tek söyleyebileceğim korkmaman ve sakin olman. Zaten erkekler bunu daha önce yaşadıklarından sana yol gösterecektir.” dedi Zilan. Şaşkın şaşkın bakan gelin “Ya çok büyükse canım yanarsa?” diye sorduğunda birden “Ya çok küçükse bir şey anlamazsan?” deyiverdi Zilan. Tam da bunlardan konuşurken kapıya tekme atan bir adam içeriye girdi. Kapı kırılmış sallanıyordu. Bir geline bir Zilan’a baktı. Gelin beni mi kaçıracaklar acaba sorusunu kendine soramadan adam bir hışımla Zilan’a tokat atarak onu bayılttı ve omzuna attığı gibi kapıdan çıkıp karanlığa karıştı. Gelin şok olmuş etrafa baktıktan sonra çığlık atmaya başladı. BÖLÜM - 3 “İstanbul’a bir kişilik bay lütfen” dedi orta boylarda sakin sakallı hafif kamburu çıkmış bir genç.”İsminiz?” diye sorduğunda görevli “Orkun” diye cevapladı. Biletini alıp kontrol ettikten sonra saatini kontrol etti. Yaklaşık 20 dakika sonra araç hareket edecekti. Bekleme salonuna geçti ve beklemeye başladı. Otobüs, İzmir otogarından İstanbul’a doğru hareket etmeye başladığında İstanbul’da onu nelerin bekleyeceğini merak ediyordu. Askeri Lise Sınavlarını kazandığı halde ailesinin yaşantısı kötü olduğundan askeriyeye olunmamıştı. Gerçi ailesi dediği sadece annesinden ibaretti ve babasının kim olduğunu bile bilmiyordu. Herkesten sakladığı kadar artık kendisinden de saklıyordu annesinin hayat kadını olduğunu. Annesinin hiç bahsetmediği bu baba, konsomatrislik yaparken aşık olduğu bir adamdı. Bu adamdan hamile kalmış ve adam bunu yalnız bırakınca babasız bir çocuk oluvermişti. “Ne kötü, ne garip” dedi kendi kendine. Şimdi ise ailesi yüzünden kabul edilmediği askeriyeye karşıdan hayran hayran bakmaktan başka yapabileceği bir şey yoktu. Gerçi askeriyeden biraz nefret ediyordu. Bu aslında nefretten çok bir kırgınlıktı. Keşke babasının bir asker olduğunu ağzından kaçırmasaydı annesi. Anne ve baba kavramı o kadar boş ve itici geliyordu ki ona evlilikleri ve evlenmeyi hiç düşünmüyordu. Bir hayat kadının oğlu olmaktan daha kötü bir şey olamazdı herhalde. Her ne kadar annesi doğum yaptıktan sonra işi bıraktığını söylese de geceleri eve tanımadığı erkekler alıp onlarla yattığını hayal meyal hatırlıyordu. İyice aklı başına gelip ortaokula başladığında da artık annesi iyice yaşlanmış ve müşteri sayısı azalmıştı. Annesinin bu konuda tek bahanesi vardı o da “Para kazanmamız gerek oğlum” olmuştu. Tabi orta okulun son sınıfına geldiğinde annesinin kendi erkeklik organı ile oynadığını hissedip yataktan fırladığında ise içindeki öldürme hissi ile nefret birleşmiş ve evi terk etmişti. O yılı matematik öğretmeni sayesinde bitirmiş ve diplomayı alır almaz iş hayatına başlamıştı. Hamallık, ayakkabı boyacılığı, çaycılık derken 2 sene geçmiş ve artık daha çok iş kolunun olduğu bir yere gidip kendi işini kurması gerektiğine karar vermişti. Belki de tekrar sınavlara girer ve asker olabilirdi. En kötü ihtimal ise askere gittiğinde teskere bırakıp Uzman Çavuş olarak askeriyede görev alabilirdi. Tabi aile araştırmasından geçebilirse bu mümkündü. Belki de uzman çavuş olurken daha yüzeysel bir araştırma yaparlardı ve işe alınabilirdi. Araç Bolu’da mola verdiğinde düşüncelere ne kadar çok daldığını fark etti. Bütün hayatı dört saatte gözlerinin önünden geçmişti. En çok da o kapıdan son çıkışında geri dönüp annesine baktığında annesinin yüz ifadesini unutamıyordu. Şaşkın, utangaç ve üzgün. “Hak etti” diye düşündü. “Onun seks oyuncağı olmayacağım” dedi. Mola yerinde sadece bir bardak çay içti. Artık geçmişe değil geleceğe bakma zamanıydı ve yapacaktı da. Geçmişi bu kadar kötüyken geleceği bir o kadar parlak olmalıydı. En azından bir masa başı iş bulup hayatını bu işe adayabilirdi. “Ne tür işte çalışabilirim?” diye düşündü. Çaycılık, ayakkabıcılık ve hamallıkta masa başı bir iş olamazdı. İstanbul’u tanımadığı için yine en alt tabakadan başlayacak ve en üste doğru tırmanacaktı. “En üst basamak… Patronluk.” diye düşündü otobüs mola yerinden hareket etmek üzereyken. Kendini masada siyah takım elbise, beyaz gömlek, kırmızı kravat ve önündeki evrakları imzalarken hayal etti. “Hiç fena değil” dedi. Cebinden bir kağıt ve bir kalem çıkararak yapabileceği işleri yazmaya başladı. En üste “Ne iş olursa yaparım” yazdı. Altına yazmaya başladı. Sekreterlik, garsonluk, satış elemanı, anketör diye sıraladı. İnsanlarla iç içer olmak aslında hoşuna gidiyordu. Hatta eğlenceli bir iş olmalı diye düşündü. Eğlenceli ve insanlarla iç içe sadece halktan birisi olarak yapabileceği bir iş. İstanbul il sınırından geçeli yaklaşık bir saat olmuştu. Kalbi bir anda heyecanla çarpmaya başladı. “İşte yeni hayatımı geçireceğim yer” dedi kendi kendine. Pencereden dışarısı çok sıcak kanlı ve bir o kadar da kompozit görünüyordu. Acaba bu büyük ilin neresinde çalışacaktı. “Olmuşken en iyisi olsun” dedi ve Avrupa yakasına geçti. Otogara otobüs yanaşırken yavaşça ayağa kalkıp insanları gözlemlemeye başladı. Telaşlı ve kimse birbirini tanımıyordu. Gülümsedi. Sıraya geçti ve otobüsten yavaş yavaş indi. Otobüsün önünde durdu karşıya baktı, derin bir nefes çekti içine ve “Haydi başlıyoruz” diyerek koşmaya başladı. BÖLÜM – 4 “Mustafa sıranın ilk başında sen çıkacaksın ve diğerleri seni takip edecek” dedi Profesör Soner. “Peki hocam” diyerek karşılık verdi Mustafa. Bölüm birincisi olduğu için mi yoksa sınıf numarası en küçük olduğu için mi anlam veremedi Mustafa. İsimler okunmaya başladığında dışarıda bulunan kalabalık çılgınca alkışlamaya, ıslıklar çalmaya başladı. Başlarında kep, üzerlerinde pelerin ile el ele tutuşmuş 37 kişi amfi tiyatronun sahnesine dizildi. “”Diplomalarını vermek üzere sayın rektörümüz Prof. Dr. Kemal Ersöz’ü davet ediyorum” dedi sunucu. İşte o an Mustafa’nın kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. Rektör yavaş adımlarla gülümseyerek geldi. “Aferin evlat, seninle gurur duyuyorum” dedi. “Teşekkür ederim hocam.” diyerek karşılık verdi Mustafa. Rektör Mustafa’nın elini sıkıca tuttu ve yanaklarından öperek diplomasını verdi. O sırada karşı tarafta patlayan flaşlar ve sahne ışıkları seyircileri seçmeyi zorlaştırıyordu. Ailesinin ve arkadaşlarını görmek için gözlerini oldukça zorlaması gerekiyordu. Diplomalar verildikten sonra hep birlikte keplerini alıp ortaya koştular. Bir daire oluşturduktan sonra keplerini havaya attılar. Kimin kepini kimin aldığı artık önemli değildi. Yerden rastgele bir kep alıp diğer arkadaşlarının da diploma almaları için sahneyi boşalttılar. Sahnenin arkasında arkadaşları ile tokalaşıp öpüşen Mustafa, ailesinin yanına gitmek için sabırsızlanıyordu. Altındaki kumaş pantolon ve uzun kollu gömlek çok şıktı. Bir de boynundaki kravat takımı tamamlıyordu. Sevgilisinin seçtiği renk uyumu ise mükemmeldi. Arkadaşları ile vedalaşıp ailesinin yanına gittikten sonra onların da tebriklerini kabul etti. İyi bir evlat olmanın ve başarının getirdiği gurur koltuklarını kabartıyordu. Gülümsedi, annesinin ve babasının elini öptü. Sevgilisine doyasıya sarıldı. Bir lokantaya gidip güzel bir kutlama yemeği yediler. Yemeğin yanında içtikleri kırmızı şarap ise olayın kıvamını artırmıştı. Okuldan ve ne kadar hızlı geçtiğinden konuştuktan sonra babası Mustafa’ya günün sorusunu sordu. “Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsun?” Mustafa bir anda afalladı bu soruya. Zaten bu soruyu en kısa zamanda bekliyordu. Annesi her ne kadar evlenme konusunda ısrarcı olsa da Mustafa bu konuda çok netti ve geleceğini kendi çizmek istiyordu. Şimdi bütün konuşmalar durmuş Mustafa’nın ağzından çıkacak cevap bekleniyordu. Masadaki iki bayan evlilik mesajlarını, baba ise iş mesajlarını umut ediyordu. Fakat Mustafa hepsini bozguna uğratarak kendi düşüncesini söyledi. “Askere gideceğim.” Mustafa dışındaki herkes şaşırmıştı birbirlerine bakıyorlardı. Babası durumu kurtararak sessizliği bozdu. Kadehini kaldırarak “Asker oğlumun askerliğine içelim o zaman” dedi. Herkes kadehini kaldırdı ve gülümsedi. Mustafa içkisinden büyük bir yudum alarak kendini ve düşüncelerini onayladı. Daha sonra sevgilisine bir göz kırparak onun gönlünü de almayı ihmal etmedi. Haziran ve Temmuz ayları Mustafa için dinlenme ve kendi psikolojisini askerliğe hazırlamakla geçti. Memleketi olan Tekirdağ’da bol bol gezdi. Arkadaşlarıyla buluştu ve sivil hayatın tadını çıkardı. Nasıl bu iki ay çabuk geçtiyse askerlikte inşallah çabuk geçer düşüncesiyle kendini metin tutmaya çalışıyordu. Yaptığı tek şey moral toplamak olmalıydı ve bunu da bol bol yaptı. 1, 2 ve 3 Ağustos’ta sınav yapılacaktı ve Mustafa 3. gün girecekti. O gün geldiğinde ilk defa bir askeri birliğin içine girmiş ve komutanlarla yüz yüze konuşmuştu. Daha rütbeleri dahi bilmediğinden ne diyeceğini nasıl konuşacağını kestiremiyordu. Sınavda kısa dönem askerliği seçti ve sorulan bütün sorulara cevap verdi. Sonuçlar 10 Ağustos günü ilk dakikalarda açıklanacaktı. Askeri birliğe ise 12 Ağustos saat 17:00’ye kadar teslim olması gerekiyordu. Elinden geleni yapmış ve iyi bir yer çıkmasını umut etmeye başlamıştı. Arkadaşları ile konuşuyor kafasındaki sorulara birer cevap arıyordu. Yavaş yavaş valizini de hazırlıyordu. Gerçi ne götüreceğini bilmese de internetteki kaynakları kullanarak bir liste çıkarmıştı. 10 Ağustos, saat 12:30’da sonuçların açıklandığını öğrendi ve hemen internetten Kimlik Numarası’nı sorguladı. BÖLÜM – 5 30 Ağustos’tan 10 gün önce, Pazartesi günü bir grup asker ve önlerinde bir Üsteğmen ile bir Tuğgeneral esas duruşta bekliyordu. Tabur Komutanı Yarbay Mehmet konuşmaya başladı. “Sayın komutanım, sevgili silah arkadaşlarım. Bugün burada…” Konuşma devam ederken Bayram ilk mezuniyetini düşünüyordu. Nasıl bir komutan olmak istediğini ve bu konuda aldığı kararları. Atatürk gibi bir asker olmak ve onun gibi askerlik yapmak istiyordu. Onun çizdiği çizgiden ayrılmamak. Yarbay Mehmet konuşmasını vurguyla bitirdi. “Karargah Takım Komutanlığına Üsteğmen Bayram’ın atandığını bildiririm. Arz ederim.” O sırada Bayram irkildi ve gülümsedi. Tabur Komutanının ve Tuğgeneralin tebriklerini kabul ettikten sonra silah arkadaşları ile tokalaştı. Daha gencecik otuzlu yaşlarına basmamıştı. Komutanından müsaade isteyerek askerlere döndü ve “Artık birlikteyiz arkadaşlar. Bir aile, arkadaş, dost olacağız sizlerle. Bir abi kardeş olacağız.” dedi. Askerler alkışlayarak yeni komutanlarını tebrik etti. Öğleden sonra odasının koltuğuna oturduğunda kendine güldü. İçi içine sığmıyordu. Yıllar geçtikçe, çalıştıkça rütbesi yükselecek ve bir gün Orgeneral olacaktı. Şimdiden kendini bir Orgeneral olarak hayal edebiliyordu. Hemen Takım Astsubayı’nı çağırarak yapılmış işleri incelemeye başladı. Neler yapıldı, neler yapılacak ve başka neler yapılabilir. Kendince defterine notlar aldı. Birkaç saat sonra rastgele dört asker çağırdı. Takım konusunda bilgi aldı. İsteklerini ve sıkıntılarını sordu. Çözüm önerilerini ve düşüncelerini dinledi. Daha sonra notlarına eklemeler yaparak durum değerlendirmesi yaptı. Yapılacak ilk iş bir kütüphane oluşturmak ve askerlerin el becerilerini geliştirmek olmalıydı. Okuma kültürünün zayıf olduğu bu ülkede bunu kazandırmalıydı. Hemen emir verdi ve en yeni kitapların olduğu bir kütüphane oluşturuldu. Akşam mesaisinden sonra bir saat daha kalıyor ve askerlerle sohbet ediyordu. Güncel konulardan konuşuyor ve haberlerden geri kalmamalarını sağlıyordu. Bu arada askerlerde birisiyle konuşmayı, tartışmayı öğreniyor bunun yanında genel kültür sahibi oluyorlardı. Bazen de el becerileri üzerine çalışmalar yapıyorlardı. Çok sık olmamakla birlikte bağlama eşliğinde türküler söylüyorlardı. Aradan yıllar geçtikçe rütbesi ve görevi değişiyordu. Takım komutanlığından, bölüm komutanlığına geçmiş, çalışmalarını genişleterek bu bölükte de uygulamıştı. İdealistliği ve başarıları ile göz dolduruyordu. Üstlerinden ve amirlerinden her zaman taktire şayan sözler duyuyordu. Yüzbaşı rütbesinden binbaşı rütbesine geçtiğinde Harekat ve Eğitim Subaylığı’na atanmıştı. İşte en çok istediğim görev diye düşündü. Bütün taburun eğitimini hazırlayacak ve askerlere yararlı olacak bir çok projeyi eğitimin içine koyabilecekti. Etrafındaki bütün rütbeler idealistliğinden rahatsız oluyor ve “yine bize iş çıkarıyorsun” gibi sözler söylüyordu. Hatta bir gün bir subayın “Komutanım çok idealistsiniz.” dediğinde “İlk teğmen olduğumda sen çok idealistsin ama zamanla geçer dediler. Yıllar geçti idealistliğim geçmedi.” şeklinde cevap vererek bozmuştu. Hatta bununla kalmayıp Atatürk zamanında her rütbenin okuması emredilen “Beyaz zambaklar ülkesinde” adlı kitabı ona hediye etmiş “Belki sizde idealist olursunuz” diye aralarındaki mesafeyi açmıştı. Artık Yarbay’lığa yükselmiş ve taburun yönetimini ele almıştı. Bu arada doğu hizmetine gitmiş doğudaki askerlikle, batıdaki askerliği kıyaslama fırsatı bulmuştu. Her ne kadar doğuda görevde olsa da ideallerinden vazgeçmemiş, her fırsatta katkıda bulunmak için elinden geleni yapmıştı. Doğudaki silah arkadaşlarının morallerini yüksek tutmak için çalışmalarda bulunmuş, her zaman bir sonrakine, ileriye yönelmişti. Hedeflerini ve amaçlarını yüksek tutarak başarıdan başarıya koşmaktaydı. Doğru üstlendiği ve başardığı en büyük görev ise bulunduğu yerdeki insanların askerliğe ve ülkeye karşı olan görüşlerini değiştirmek olmuştu. En son katıldığı bir operasyondan döndükten sonra telefonlar Tümgeneral yanına çağırmış, konuşmak istediğini belirtmişti. Birden tedirgin olan Bayram “Emredersiniz komutanım.” diyerek telefonu kapatmış ve aracıyla birlikte yola çıkmıştı. Yolda tek düşündüğü ise bu huysuzlukları ile meşhur Tümgeneralin kendisi ile ne konuşacağıydı. Acaba hangi konuda onu uyaracak veya uyarmayla kalmayıp onu azarlayacaktı? Yoksa sürgün mü yiyecekti? Kendi içinden “Yılma, sen idealistsin” dedi ve gülümsedi. BÖLÜM – 6 Zilan’ı omzuna atan adam hızlı ve koşar adımlarla arabaya doğru yöneldi. Kaçırma planı günler öncesinden tasarlanmış olacak ki görevli herkes yerindeydi ve zamana riayet ederek hareket ediliyordu. İtina ile hazırlanmış bir planın suya düşmesi için bir neden görünmüyordu. Gözleri sarılmış ve ağzına bir bant yapıştırılmış Zilan, kendine geldiğinde zorlukla nefes alabiliyordu. Elleri arkasından bağlanmış ve yanında oturan adamların kaslarını daha çok hissediyordu. Arabada olduğu için çığlık atmaya çalışması sadece işleri zorlaştırıyordu. Araba yavaş bir hızla kötü yollarda ilerliyordu. Yaklaşık 10 dakika geçmemişti ki ayıldı ve hemen başka bir araca bindirildi. Bu araç büyük ihtimalle bir arazi aracıydı. Çok kötü ve engebeli yollardan büyük gürültüyle çalışan motoruna gaz vererek yaklaşık 20 dakika daha gittiler. En sonunda varış noktasına ulaşmışlardı. Hiç öğrenmek istemediği Kürtçe konuşan adamların ne dediğine hiçbir anlam veremiyordu. Gayet kaba ve sasıcı bir şekilde ite kak bir yere doğru götürmeye başladılar. Ayaklarının altındaki taş parçacıkları çıplak ayaklarının yaralanmasına yol açıyordu. Uzunca bir süre yürüdükten sonra bir yere girdiler. Sesi kalın ve otoriter olan birisi ile konuştular. Konuşmalardan anladığı kadarıyla kaçırma olayını sormuş ve sorunsuz olduğu talimatların yerine getirildiği konusunda brifing almıştı. Birisinin koluna dokunmasıyla irkilen Zilan eterin etkisinden kurtulamamıştı hala. Uzun zamandır baygın olmak onu sersemletmişti. Yanındaki adam sert bir sesle konuşmaya başladı. “Az sonra gözlerini ve ağzını açacağım. Sadece yemeğini ye. Kaçmaya ve yardım istemeye çalışma. Zaten burada kimse seni duyamaz.” Kelimelerin arkasında eklenen kötü adam gülüşü Zilan’ı iyice tedirgin etmeye yetmişti. Etrafına baktığında bir dağdaki mağaranın içinde olduğunu anlamıştı. Köylerine sürekli gelen ve babası ile konuşup giden adamlara benziyorlardı. Fakat ne için kaçırıldığını ve ne için buraya getirildiğine dair bir fikri yoktu. Yanındaki insanların Kürtçe konuşması ve Zilan’ın konuşma çabalarına karşılık vermemeleri onu daha çok karamsarlığa itiyordu. Sadece yemek yiyerek ve tuvalete giderek üç gün geçirdi. Etrafında onlarca insanın sesini duyuyor fakat sadece kendine yemek getiren ve karşısında nöbet tutan adamı görebiliyordu. Özellikle yemek yediği yerin yanına iki adamın karşısında tuvaletini yapmak çok sıkıntı oluyordu Zilan için. Üzerindeki elbiselerin kirlenmiş, yırtılmış bir haldeyken yine de çok çekici göründüğünü diliyordu. Özellikle de tuvaletini yaparken nöbet tutan adamın Zilan’a bakarak mastürbasyon yapması bunu gösteriyordu. Şimdi Zilan’ın tek düşündüğü ne zaman geri dönecekti bu pis ve zalim yerden. İki gün daha geçti. Öğleden sonra tıraşlı, uzun boylu, kısa saçlı, yakışıklı sayılabilecek birisi elinde telefonla içeriye girdi. Nöbet tutan adamın telaşlanıp ayağa kalkmasından önemli birisi olduğu anlaşılıyordu. Telefon konuşurken bir yandan da Zilan’a bakması onun hakkında bir şeyle konuştuğunu gösteriyordu. Kişi zaman zaman gülüyor, kimi zaman kızgın ve öfkeli bir şekilde bağırıyordu. Konuşmalar bittikten sonra nöbet tutan adama dönüp yine Zilan’ın anlayamadığı bir şeyler söyledi. Nöbetçi Zilan’a bakıp gülümsedikten sonra tekrar adama döndü. Adam bir şeyler anlattıktan sonra nöbetçi adama “Anlaşıldı” diyerek çıktı. Zilan o an her şeyin planlı olduğunu ve kendisinin anlamaması için Kürtçe konuşulduğunu anladı. Nöbetçi adam dışarıya çıkar çıkmaz içerideki adam Zilan’a doğru yürümeye başladı. Yüz ifadesinden pek dostça olmadığı anlaşılıyordu. Zilan korku ve endişeyle geriye doğru kaçmak isterken adam birden üzerine atıldı ve kollarından tutup yere yatırdı. Kendi de üzerine yatarak kasıklarını Zilan’ın kasıklarına bastırdı. Burun buruna yerde yatarken Zilan artık çığlık atmanın zamanı geldiğini düşünerek “İmdat, yardım edin” diye bağırmaya başladı. Adam gülümsedi. “Burada kimse seni duyamaz güzelim.” diyerek boynundan, dudaklarından ve kulaklarından öpmeye başladı. Bir yandan da kasıklarını ritmik bir şekilde Zilan’ın kasıklarına bastırıyordu. Adam ani bir hamle ile Zilan’ın üzerindeki yarı parçalanmış bluzu yırtınca dolgun göğüsleri dışarı fırladı. Adam birazda bunları öptükten sonra Zilan’ın üzerindeki bütün elbiseyi yırttı. Zilan çırılçıplak adamın karşısında yatıyordu. Adam da hemen soyunarak Zilan’a defalarca tecavüz etti. Zilan hiçbir karşılık vermeden sadece göz yaşlarını dökerek buna boyun eğmek zorunda kaldı. Bu güzellik ve çekiciliğin böyle bir yerde böyle bir sona ulaşması olmaması gereken bir şeydi. Zilan’ın gözlerindeki umutsuzluğa kin, öfke, acı ve intikam eklendi. Bekaretini vermiş ve adam Zilan’a defalarca tecavüz etmişti. Belki beş, belki de altı kez. Aslında Zilan’a göre bu süre sonsuza yakın bir süreydi. BÖLÜM – 7 “Bu sokak senin mıntıkan artık” dedi Ahmet Halil’e. Halil, sadece kafasını sallamakla yetindi. “Bu ilk günde fazla para kazanmanı beklemiyoruz ama işi bugün öğrenmiş olman gerek.” dedi Ahmet. Halil tedirgin ve korkak bir ifadeyle “Ya bana para vermezlerse?” diye sordu. Ahmet gayet rahat ve alışmış bir ifadeyle omuzlarını yukarıya çekip ellerini ikiye açarak “Öyle bir şansları yok ki.” dedi. Ahmet’in ayrılması ile Halil mıntıkasında tek başına kalmıştı. Kırmızı ışıkta duran arabalara bir şeyler satmaya çalışıyor, camlarını temizliyor ve karşılığında para istiyordu. Zor bir iş olmasa diye düşündü. Sonuçta arkadaşlarının aldığı parayı düşündüğünde gayet iyi gelirli bir iş sayılırdı. “Bu yaşta günlük 100 lira oldukça iyi” dedi. Geleceği için iyi bir başlangıç olabilirdi. Trafik ışıklarının yanına geçti ve kırmızı ışığın yanmasını bekledi. Yaklaşık 1 dakika sonra kırmızı ışık tekrar yandı ve arabalar birikmeye başladı. “Haydi bakalım” diyerek tekrar işe başladı. “Bu işte en önemli şey ısrarcı olmak “ diye geçirdi içinden. Israrcı ol. Hemen ilk arabanın yanına giderek su ve selpak markalı mendilleri uzatmaya başladı. Bir yandan da oldukça acıklı bir şekilde “Abi ekmek parası için alır mısın?” diye soruyordu. Sarı ışık ve ardından yeşil yandığında arabalar ilerlemeye başladı. Şimdi sadece hızlı geçen arabalar görüyordu. Elini cebine attı. Bozuk paralar şıngırdayarak eline geldi. Hepsini kavrayıp çıkardı. 1,5 lira. İlk kazanç bu kadardı. Hemen aklından bir oran kurdu. 100 kez kırmızı ışık yanarsa 150 lira kazanabilirdi. Gülümsedi ve trafik lambasının yanında bir sonraki kırmızı ışığı beklemeye başladı. Birkaç kırmızı ışık daha yandı ve hepsi de beklediği gibiydi. İşine alışmış ve artık ustaca duygu sömürüsü yapar olmuştu. Kendine bir hikaye bile oluşturmuş detaylı soru soran kişilere bu uydurma hikayeyi anlatıyordu. Artık hikayeyi bile benimsemişti. Saat 11:30’a yaklaşırken cebinde yaklaşık 50 lira birikmişti ve bu Halil’i mutlu etmeye yetiyordu. Tekrar kırmızı ışık yandı ve Halil koşarak arabaların yanına geldi. Son model lüks bir arabanın içinde genç bir adamla bir bayan oturuyordu ve bu Halil’in sevdiği yağlı müşterilerden bir tanesiydi. Sırf yanındaki bayan rahatsız olmasın diye paraları vererek gitmesini sağlayacaktı. İkisi de mutlu bir şekilde ayrılacaklardı sonra. Yağlı müşterisinin yanına yanaşıp mendil ve uzattı. “Alır mısın abi?” dedi. Adam hiç yüzünü bile çevirmeden “Hayır” dedi. Fakat Ahmet’in de dediği gibi içinden “Israrcı ol, direnci kırılacaktır.” dedi ve tekrar “Bir tane al abi, ekmek parası için.” dedi. Adam yüzüne sinirli sinirli baktıktan sonra “Hayır” diyerek camı kapattı. Artık bir şey satamazdı. Şimdi sıra cam yıkamaya gelmişti. Hemen elindeki köpüklü suyu ön cama boşaltıp çekmeye başlamıştı ki adam içeriden bağırmaya başladı. “Çekil çocuk oradan. Bela mısın?” dedi. Halil ısrarcılığında kararlıydı ve tekrar köpüklü suyu boşaltarak çekmeye başladı. Adam sinirle arabasının kapısını açtı ve bir hışımla Halil’e doğru atıldı. Halil’in yakasına yapıştığı gibi suratına tokatı indirdi. Halil ne olduğunu bile anlamadan “Aman abi?” dedi. Hemen arkasından ikinci tokat gözüne doğru geldi ve Halil dengesini kaybedip yere serildi. Hemen toparlanarak kaçmaya başladı ve adam arkasından küfürler savurduğunu duydu. O sırada kırmızı ışık, yeşil ışığa dönmüş arabalar ilerlemeye başlamıştı. Halil bir yandan adamdan kaçıyor, bir yandan da arabaların altında kalmamak için çaba harcıyordu. Araçlar ilerledikçe hızları da artıyor ve kaçmak zorlaşıyordu. Arkadan gelen siyah Citroen Marka C4 hızla Halil’e çarparak Halil’i altına aldı. Büyük bir çarpmayla yere yığılan Halil en son etrafına toplanan kalabalığı gördü. Gözlerini kapattıktan sonra ise birkaç dakika boyunca etrafından gelen bağrışmaları duyabiliyordu. Halil’e çarpan araç hemen hızlanarak ortadan kayboldu. Şok içinde olan şoförün bunu bilinçsizce yaptığı dışarıdan belli oluyordu. Halil’i tartaklayan adam da aynı şekilde hızla arabasına binerek ortadan kayboldu. Etrafında olayın görgü tanığı birkaç kişi dışında kimse yoktu. Bir de meraklı ve endişeli görünen birkaç yaya. Halil bayılır bayılmaz Ahmet koşarak yanına geldi. Hemen üzerine eğilip uyandırmaya çalıştı fakat Halil tepki vermedi. Görgü tanıklarından birisi hemen 112 acil yardımı arayarak ambulans istedi. Polis ise ambulans ile birlikte gelecekti. Ambulans acı sireni ile birlikte kalabalığı yarıp Halil’in yanına geldi. İlk tetkikleri yaptıktan sonra hemen sedye ile kaldırıp hastaneye doğru ilerlemeye başladı. BÖLÜM – 8 Bilgisayardaki bilgileri görünce Mustafa gülümsedi, hatta kahkaha attı. TC Kimlik Numarası adı, soyadı, baba adı ve askerliğini yapacağı birlik yazılıydı ekranda. Boğaz Doğusu Askeri İnzibat Tabur Komutanlığı yazılıydı birliğinde. Yer olarak da Selimiye/İSTANBUL belirtilmişti. Babası Mustafa’ya dönerek “Şanslı oğlum benim” dedi. Gerçekten de şanslıydı. Tekirdağ ile İstanbul yaklaşık 200 km idi. Belki de her izninde evine gelebilir ailesini görebilirdi. Hatta ailesi bile gelebilirdi. “Rahat bir askerlik olacak” diye geçirdi içinden. Ayın 12’sinde saat 17’ye kadar teslim olması gerekiyordu. Hemen internete girip nerede askerlik yapacağını görmek istedi. Resimlerden arama yapınca büyük kere şeklinde tarihi bir bina gördü. Hemen boğazın yan tarafında büyük bir helikopter pisti ve birkaç bina vardı. Acaba gerçekten de burası mı diye düşündü. Çünkü burası aynı zamanda 1. Ordu Komutanlığının Karargah binası olarak da kullanılıyordu. O gün öğleye doğru valizini kontrol ederek eksiklerini tamamladı. Belki havacı olurum umuduyla almadığı iç çamaşırlarını aldı. Artık karacıydı ve iç çamaşırlarını yeşil renk alması gerekiyordu. Atlet ve çoraplar derken çantası iyice kabarmış aynı zamanda eksikte kalmamıştı. Akşama kadar arayan arkadaşlarından edindiği bilgilere göre belki de en iyi yer ona gelmişti. Kimisi Denizli’ye, kimisi Ankara’ya, kimisi Mardin’e kimisi de kendisi gibi İstanbul’a düşmüştü. Kendisi gibi kısa dönem askerlik yapan kişileri arayarak bilgi almak istedi. Gitmesi gereken malzeme veya yapılması gereken bir şey var mı diye öğrendi. Tek söylenen vatka alması gerektiği oldu. Askeri botlar ayağını burabilir diye yumuşak bir şeyler bulundurması iyi olurdu. 12 Ağustos günü ailesiyle birlikte özel arabalarıyla yola çıktılar. Her biri ne kadar mutlu olsa da annesi ve sevgilisi kendini tedirgin ve hüzünlü hissediyordu. Öğleye doğru İstanbul’a gidip biraz dolaştıktan sonra yemek yemek için bir restorana oturdular. Mustafa’nın aklında sadece askerlik vardı. Her ne kadar diğerleri konuyu değiştirmek istese de Mustafa konuyu hep askerliğe getiriyor ve aklındakileri paylaşıyordu. Masada büyük bir hüzün vardı. Mustafa her ne kadar neşeli olsa da annesi ve sevgilisi bir o kadar durgundu. Zaten Mustafa’nın neşeli olması gerekiyordu ki. Teslim olduktan sonra annesinin daha çok üzülmemesi gerekiyordu. “158 gün nedir ki anne hemencecik geçer.” dedi. Aslında kendiside biliyordu hemen geçmeyeceğini fakat kendi kendine bir tereddüt içindeydi. “Gerçekten de hızlı geçer mi?” dedi annesi. Mustafa annesine moral veriyor daha fazla üzülmesini istemiyordu. zaten rahat bir askerlik olacak gibi görünüyordu. Gerçi rahat olmasa bile telefonda konuşurken rahat demek zorundaydı. Saatler atlı kovalarcasına ilerliyordu. Sabah 8’den bu yana 7 saat geçmiş ve saat öğleden sonra 3 olmuştu. “Evet son iki saat “ dedi kendi kendine. “Ve sonra bütün özgürlüğüm elimden alınacak. Arabayla birliğine doğru yola çıktılar. Birliğe geldiklerinde saat 4 olmuştu. Şimdiye kadar ki hayatı gözünün önünden geçiyordu. Sanki idama giden bir mahkum gibi diye düşündü. Bir yandan mahkum gibi bir hissederken bir yandan da bunu kendi içinde reddediyor ve askerliği kabullenip güzel günler geçireceğini hayal etmeye çalışıyordu. Birliğin önündeki nizamiye girişinde yaklaşık 45 dakika beklediler. Sırasıyla bir annesine sarılıyor, bir sevgilisine sarılıyordu. “Paylaşılamamak güzelmiş” dedi ve herkesi güldürdü Mustafa. Yine Mustafa hep askerlikten konuşuyor ve “Geçer ya” diyerek herkesi teselli ediyordu. Aslında tek teselli ettiği kişi kendisiydi. Derken bir asker dışarıya doğru seslendi. “Yığılma olmaması için beklemeden giriş yapalım lütfen.” Zaman dolmuş, gong sesi duyulmuştu. “İşte ayrılık zamanı” dedi Mustafa. Hafifçe gülümsedi. Tek tek sarılmak ve hepsine birden ufak mesajlar vermek istiyordu. Bir gece önce uyuyamamış ve bu anı düşünmüştü hep. Önce babasına sarıldı. Babası gururla oğlunu kolları arasına aldı. “Vatan sana emanet. Sen askerliğini yap ki biz rahat uyuyalım.” dedi. Önce Mustafa “Emredersiniz komutanım” diyerek herkesi güldürdü sonra usulca “Anneme dikkat et fazla üzülmesin” diye fısıldadı babasına. Sonra sıra annesine geldi. Annesi sarıldığında hemen kendini koyuverdi ve ağlamaya başladı. “Güle güle oğlum” diyebildi sadece. Sıkı sıkıya sarıldı, ağlamaktan ve ayrılmaktan korkuyordu. “Üzülme anne bir bakmışsın bu da geçmiş.” dedi. Annesiyle sıkı sıkı sarıldılar. Sıra sevgilisine geldi. Sevgilisi Hülya ise zaten ağlamaya başlamıştı. “Sen de mi Brütüs?” diyerek espri yapmaya çalışsa da Hülya hemen boynuna sarılarak hıçkıra hıçkıra ağladı. “Kendine iyi bak beni düşünme. Su akar yolunu bulur.” dedi ve ondan da ayrıldı. Arkasını dönüp birliğin kapısına baktı. “Askerliğim başlasın” diyerek koşar adımlarla birliğindeki nizamiyeye yöneldi. “Bu adımlarım gibi zaman da hızlı hızlı aksın” dedi. BÖLÜM – 9 İstanbul’da tanıdığı birisi olmadığı için önce kendine ucuz bir pansiyon ayarladı. “İsminiz bayım?” dedi resepsiyondaki sakin ve yaşlı amca. “Orkun” diye cevapladı. Etrafına göz gezdirdiğinde buranın sakinlerinin aslında sürekli kalan insanlar olduğu anlaşılıyordu. Birkaç yaşlı adam oturmuş televizyondaki evlendirme programlarına bakıyordu. Orkun dayanamayıp güldü. Odasına çıktığında cebindeki kağıdı çıkardı. Yapabileceği sektörler ve işlerin yazılı olduğu listeyi gözden geçirdi. En kısa zamanda bir iş bulmalıydı kendine . Giyecek çok fazla bir kıyafeti olmadığı gibi kendini idare edecek fazla bir parası da yoktu. Cebinden paralarını çıkarıp saydı. “En fazla 7 gün” dedi. “Daha fazla dayanmaz” Hemen odasında çıkıp resepsiyona gitti. Pansiyonun adresini ve telefon numarasını aldı. Ayrıca kendinden de bahsetmeyi ihmal etmedi. İş aradığını ve yönlendirebileceği birisi olup olmadığını sordu. Birkaç iş tavsiyesi alsa da bunlar aradığı tipten işler değildi. Pansiyonun bulunduğu sokağa çıktı ve bir keşif turu attıktan sonra sokaklarda iş ilanı aramaya başladı. Birden aklına bir soru takıldı. “İş başvurusunda bulunduğum insanlar bana nasıl ulaşacaklar? Pansiyondan mı?” En kısa zamanda bir cep telefonu almalıyım.” dedi. Bir telefoncuya girerek en ucuz telefonu ve bir mobil hat aldı. Numarasını da kaydederek çıktı. Artık iş aramak için her şey tamam görünüyordu. Amele, yamak, garson vasıfsız eleman… “Başka yok mu?” dedi kendi kendine. Bunlar güzel işler olabilirdi fakat ilerlemesi olmayan işlerdi. Halbuki o biraz da masa başı bir iş arıyordu. Zaman ilerliyor ve günü iş başvurusu yapmadan kapatmak istemiyordu. Önce bir komi olarak lokantaya başvurdu. Şartlar ve ücret iyiydi fakat masa başı olmadığı için “ Bu ücret benim açımdan uygun değil” diyerek ikinci bir iş başvurusunu bir mağazaya yaptı. İçini sıkan bir durum dolayısıyla bilerek bu anlaşmayı da zorlaştırdı ve iptal etti. Sıkıntı ve moral bozuklu ile sokaklarda avare avare dolaşmaya başladı. Artık iş aramıyor, sadece etrafına bakıyordu. Karnı acıkmış, dolaşmaktan yorulmuştu. Bir alış veriş merkezinin yanında durdu. Banklara oturarak soluklanmak istedi. Daha şimdiden umutsuzluğa kapılmıştı bile. O sırada yoldan geçen simitçiyi gördü ve yanına çağırdı. İki adet simit alarak parasını ödedi. İş bulana kadar karnını böyle doyurmalıydı. Simitleri yedikten sonra ayaklarını uzattı ve gökyüzüne doğru başını kaldırdı. Ellerini ensesine birleştirerek derin bir nefes aldı. Kuşlar geçiyor, bazen de bir uçak görüyordu. Büyük ve yüksek binaların arasında sadece bir tane ağacın olması ne garip diye düşündü. Ağacın üzerindeki levhada ise Radyo Doğa yazıyordu. “İsminden dolayı bir ağaç dikilmiş sanırım.” dedi sessizce. Daha sonra gözlerini bilinçsizce radyonun yerini aramaya bıraktı. Ağacın arkasındaki binanın 3. katında logosunu gördü. Logonun tam yanında da bir ilan. “Bizimle çalışmak ister misiniz?” Hemen hızlı adımlarla radyonun bulunduğu binaya yöneldi. 3. kata asansörle çıktı ve kapının önünde durdu. Bir home Office tarzını andırıyordu. “Sanırım yerel bir radyo” dedi içinden. Kapıyı çaldı içeriye girdi. Belki de bu düşündüğü hayal ettiği tarzda bir iş olacaktı. Ortalıkta dolaşan birkaç kişi vardı. “İlan için gelmiştim” dedi. İçlerinden bir bayan “Beni takip edin” diyerek bir odaya doğru ilerledi. Kapıyı çaldı ve hemen içeriye girdi. Demek ki içerideki kişi önemli ve cana yakın birisiydi. Yoksa “Gel” sesini duymadan girmemeliydi. Demek ki kapısı herkese açıktı. İçeride hafif yaşı ilerlemiş, saçları dökülmüş, normal kiloların üzerinde bir adam oturuyordu. Bilgisayarındaki işi bırakarak kapıya döndü ve “Buyrun” dedi. Orkun’un yanındaki bayan “İş ilanı için gelmiş müdürüm” dedi ve odadan ayrıldı. Müdür hemen masadan kalkarak Orkun’un elini sıktı ve oturması için yer gösterdi. Cana yakın olduğu belliydi. Orkun şartları dinledikten sonra parayı konuştu. Çok makul bir ücret olmasa da tatmin edici sayılırdı. Tabi bu sektörde iş tecrübesi olmadığı için müdür biraz tereddütlüydü. Orkun ise bu işi çok istediğini ve hayallerini anlattı. Bu kadar samimi ve içten olmayı o da beklemiyordu. Yaklaşık 2 saat kadar muhabbet ettikten sonra müdür “Biz sizi ararız” diyerek Orkun’u uğurladı. İşte o an Orkun yine umutsuzluğa kapılmış ve canı sıkılmıştı. Bu işi kaçırabilirdi ve bunun için çok üzüleceği kesindi. Müdürün bahanesi ise diğer ortağı ile görüşmek olmuştu. Yolda yürürken Orkun kendi kendine “Biz sizi ararız” dedi ve güldü. Ne kadar basit ve küçük düşürücü diye düşündü. “Artık bu kadar yeter” dedi ve pansiyona doğru yol almaya başladı. Yaklaşık 1 saat yürümesi gerekiyordu. Pansiyonun bulunduğu sokağa girmişti ki cebindeki cep telefonu titremeye başladı. Hiç tanımadığı bir numara tarafından aranıyordu. Hemen cevapladı. “Alo?” BÖLÜM – 10 Yarbay Bayram kapıyı çaldı. İçeriden sert ve sinirli bir ses “Gel” diye seslendi. Bayram kapıyı açtı yüksek bir sesle Yarbay Bayram dedi ve topuk selamı vererek içeriye girdi. Tuğgeneral gözlerini ayırmadan Bayram’a bakıyordu. Generalin masasının üç adım ilerlisinde durdu ve “Beni emretmişsiniz komutanım” dedi. Tuğgeneral gülümsedi “Hoş geldin Bayram” dedi. “Otur lütfen.” Bayram şaşkın bir halde gösterilen koltuğa oturdu. “Konunun ne olduğunu merak ediyorsun değil mi?” diye sordu general. Bayram başı ile onayladı. General masasından doğruldu ve çok gizli bir bilgi verecekmiş gibi Bayram’ın kulağına eğildi. “Yozgat’taki alayı biliyor musun?” dedi. “Evet” dedi Bayram sert bir şekilde. “30 Ağustos günü albaylığa yükseleceksin ve o alayın başına geçeceksin.” dedi general. Bayram şaşkınlığını üzerinden atamazken ikinci bir şok dalgası ile sarsıldı. Bahsettiği alay bir tugayın dağıtılması ile oluşmuştu ve askerliğin disiplinsizliği önlenemez olmuştu komutanlar çözüm bulamaz olmuştu. “Ama” dedi Bayram. Kelimelerini itina ile seçerek. Bilmeden saygısızlık etmekten çekiniyordu. “Orası sürgün yeri ben başarılı olabileceğim bir yer bekliyordum açıkçası.” dedi. General büyük bir kahkaha attıktan sonra “İşte” dedi. “Generalliğe geçiş için atlaman gereken basamak bu. Eğer başarılı olursan ki ben buna inanıyorum o zaman benim koltuğuma geçebilirsin. Sana güveniyorum Bayram. Oradaki disiplini sağla.” dedi. “Emredesiniz komutanım” diyerek odadan ayrıldı. Kafasındaki yüzlerce soru işareti ile birlikte. 30 Ağustos yaklaşık 20 gün sonraydı ve 30 Ağustos’ta Yozgat’ta alayda olmalıydı. Devir teslim töreni olacaktı. Ailesini de alarak Yozgat’a yola çıkmalı lojmanlarda yer ayarlamalı ve çevreyi tanımalıydı. Gerçi en büyük sorun alaydaki disiplinsizliği tekrar sağlamak olacaktı. Konuyu eşine ve kızına açtığında ikisi de mutlu görünmeye çalışsa da Yozgat’ta yaşamak canlarını sıkmıştı. Yine de ailesini kollarına alarak onları teselli edecek hayaller kurmayı başarabildi. Eşi hemen kolileri ve bavulları hazırlamaya eşyaları toplamaya başladı. 8. sınıf öğrencisi kızı ise yeni arkadaşlar ile tanışmanın heyecanı içindeydi. 30 Ağustos günü alayda devir teslim töreni oldu. Törenden sonra alayı kontrole çıkan Albay Bayram tahminlerinden bile kötü bir ortamla karşılaştı. Askerler bakımsız ve saygısızdı. Eğitimleri kötü ve hantallardı. Ortak yaşam alanları sağlıksız ve bakımsızdı. Er gazinoları, banyoları, tuvaletler, mutfaklar, yemekhane hepsi birbirinden kötüydü. Özellikle de araçlar ve teçhizatlar. 1 Eylül itibari ile bütün askerleri toplayarak bir konuşma yaptı. Konuşmasında bir çok şeyin değişeceğini ve eskisi gibi olmayacağının vurgusunu yaptı. Dediği gibi de oldu. Önce sağlıktan başladı ve hijyen isteyen her yere hijyen getirdi. Daha sonra da askerlerin eğitimlerini ve spor çalışmalarını denetleyerek düzenledi. Alayda arama yapıldığında ise cep telefonu, elektronik aletler, esrar gibi yasak şeyler ele geçirildi. Alayda köklü bir değişiklik başlamıştı. Denetimler artmış her şey yerinde ve zamanında yapılır olmuştu. Alaydaki değişiklikler gözle görülür bir hale gelmişti. Artık tek bir amacı vardı burayı örnek bir alay haline getirmek istiyordu. Askerin boş vakti kalmamış sürekli spor yapan, eğitim alan, el becerilerini geliştiren hale gelmişti. Yemek yeme dersleri, görgü kuralları, düzgün konuşma dersleri alıyorlardı. Alayda küfür yasaklanmış, komutanlar da dahil herkes düzgün konuşuyor olmuştu. Eğitim ve sporla sıkılan askerler için eğlenceler düzenleniyor, ünlülerin çağrılıp moral bulmaları sağlanıyordu. Asla düzelmez artık gözüyle bakılan alayda bir aile ortamı oluşturulmuştu. Saygı ve sevgi kat kat artıyordu. Askerler televizyon kurbanı olmamış, türkü söyler, kitap okur, siyasi ve ekonomik tartışmalara katılır olmuştu. Sinema salonu ile en son çıkan filmleri takip ediyorlardı. Bir kültür sanat akımı oluşturulmuştu. Şiir yazan askerlerin şiirleri toplanmış bir kitap haline getirilmişti. Tüm bu aşamaların gerçekleşmesi tam 4 yıl sürdü ve bu süre sonunda gerçektende değiştirmiş, askerliği sevilen bir duruma sokmuştu. Tıpkı Atatürk zamanında olduğu gibi. BÖLÜM – 11 Orkun’un kalbi o kadar çok hızlı çarpıyordu ki her an bayılabilirdi. “Radyo Doğa’dan arıyorum.” dedi karşıdaki ses. Büyük ihtimal ilk karşısına çıkan o kadın olmalıydı arayan. “Evet?” dedi Orkun. “Dinliyorum.” Bayan gülümsedi. “Sanki ne için aradığımı bilmiyorsun” der gibiydi. “Müdürümüz diğer ortaklarıyla görüşmüş en kısa zamanda işe başlayabilirsiniz.” dedi. Orkun bir elini yumruk yaparak hafifçe eğildi ve ses çıkarmadan bağırdı. “Evet.” Aynı zamanda da hoplamıştı. Ertesi gün pansiyondan o kadar çok neşeli çıkmıştı ki resmen radyoya koşar adımlarla ilerliyordu. Radyoya girdiğinde yine aynı bayan karşıladı. Çok sıcak bir ortamda çalışacağı kesindi. Bütün arkadaşları güler yüzlüydü ve yardımsever görünüyorlardı. Bayan, Orkun’u Betül isminde bir Dj’in yanına götürdü. “Artık birliktesiniz.” dedi. “Programlara birlikte devam edeceksiniz ve işi öğrendikten sonra yeni bir programa başlayacaksınız” dedi. Betül her ne kadar diğer arkadaşına göre soğuk davransa da Orkun daha sıcak olduğunu tahmin edebiliyordu. Program gayet basit bir formattaydı. Güncel konular üzerinden insanların hayatlarını anlatıyor, bazen de çözülmeyen cinayetlere kurban gitmiş kişileri ve olayları inceliyordu. Betül birkaç metin gösterdi. İncelemesini istedi. Hatta iki saat sonra gireceği yayında anlatacağı metni uzattı. Metinde eskiden gazeteci olan ve Ermeniler üzerine oldukça derin araştırmalar yapmış bir profesör anlatılıyordu. Profesörün açıklamalarını Orkun’da hatırlıyordu. Günlerce tartışılmıştı. Metni incelemeye başladığında hayretler içerisinde kaldı. Belki de çoğu insanın bilmediği bir çok detaya değinilmişti. Orkun bu kadar detaya ulaşabilme becerisine çok şaşırmıştı açıkçası. “Yarının konusu belli mi?” diye sordu Betül’e. Betül;”Aslında belli elimde bir taslak var fakat eğer istersen gelişinin şerefine kişiyi değiştirebiliriz.” dedi. Orkun omuzlarını kaldırıp dudağını bükerek fark etmez şeklinde cevap verdi. Betül, “O zaman taslağı ilerletelim sonrakini sen seç.” dedi. Orkun taslağı okuyup cümleleri düzenledi. Aslında kişi hakkında çok fazla bir şey bilmiyordu ama taslak güzel detaylandırılmıştı. En özel bilgilere kadar inilmişti. Bir gazetecinin bu kadar detaya nasıl inebildiğini çok merak ediyor fakat soramıyordu. Ertesi gün Betül yayına girdi. Orkun taslağı düzenlemiş ve merak uyandırıcı güzel bir metin haline getirmişti. Betül ara ara dinlenerek metni okumaya başladı. Orkun bir yandan yayını dinlerken bir yandan da kendi hazırladığı metni okumasının ne garip olduğunu düşünüyordu. Yayından sonra Betül ile Orkun çay makinesinden çay alarak ilk birlikte yaptıkları yayını kutladılar. Betül gülümseyerek Orkun’a “Haydi ünlü bir isim söyle son zamanlarda aklında yer etmiş.” dedi. Orkun biraz düşündükten sonra yurtiçi ve yurt dışında büyük yatırımlar yapmış fakat çapkınları ile başı beladan kurtulmayan bir iş adamının ismini verdi. Son birkaç gündür gazeteler ve televizyonlar onun çapkınlarından bahsediyordu. “Tamam, çok güzel” dedi Betül ve Orkun için sorgulama zamanı başladı. Orkun ise beklenen soruyu sordu. “Betül, sen bu kadar detayı nereden buluyorsun? Ben nasıl ulaşabilirim bunlara?”dedi. Betül kahkahalarla güldü. Bu soruyu beklediği belliydi. “Önce internet.” dedi. “Hatta sadece internet.” dedi. “Sen taslak için bütün bilgileri oluştur. İnce detaylar için yarın sabah birlikte çalışırız.” dedi. Mesai bitiminden sonra radyodaki arkadaşları hep birlikte bir kahve içmek, Orkun’la daha yakından tanışmak için Starbucks’a gittiler. Orkun’un yıllarda özlemini duyduğu sevilme ve kabullenme hissi orada tatmin olma başlamıştı. Önce Orkun hayatından bahsetti, daha sonra da diğerleri teker teker kısa özetler geçtiler. Orkun pansiyona döndüğünde gerçekten çok mutluydu ve mutluluğu yüzünden okunuyordu. Resepsiyondaki ihtiyar bile bunun farkına varmış olacak ki “Güzel günler, güzel anılardır.” demişti. Yatağına uzandı, gözlerini tavana dikti. Hala gülümser bir halde geçmişini ve şu anı düşündü. Geleceğini hayal etti. Sabah işe giderken daha mutluydu. İş yerine vardığında artık burayı benimsediğini fark etti. Betül’e taslağını gösterdiğinde ilk tepkisi “İnce detaylar eksik” olmuştu. Daha sonra ekledi.” İlk çalışma için harika”. Şimdi ince detayları ekleme zamanıydı. Bilgisayarı açtı ve Orkun’un yüzüne bakarak gülümsedi. “İşte büyük ama küçük sırrımız.” dedi. BÖLÜM – 12 Yaşıyordu. Hala yaşıyordu. Ağlamaktan şişmiş gözlerini açıp etrafa baktığında midesi bulanıyordu. Büyük bir öğürtüyle oraya kustu. Kendinden, kişiliğinden ve vücudundan nefret ediyordu. Bütün umutları, hayalleri yıkılmış, bir paçavra gibi kenara atılmıştı. Oysa ne büyük umutları vardı. Köyün ağasının kızı Zilan evlenecekti. Genç, güzel, alımlı, bakire… Halbuki bunların hepsi şimdi gitmiş yerine bir ucube gelmişti. Artık umudunu kesmiş bir şekilde sadece hayvani ihtiyaçlarını karşılayan sadece yere boş boş bakan ve durmadan sallanan birisi haline gelmişti. Bir iki gün boyunca üzerine kıyafet bile giymemişti. Daha sonra birisinin getirdiği ve giydirdiği kıyafetleri taşır olmuştu. Hiç sormadı, hatırlamıyordu da kaç gün geçtiğini. Belki de aylardır oradaydı. Başında bekleyen korumaya bir başkası gelip kulağına fısıldadı. Hemen yerinden kalkıp Zilan’ın koluna girdi ve sürüyerek boş bir odaya götürdü. Boş ve karanlık bir odaya. Hiç güneşin ulaşamadığı bu oda sanki sesi de geçirmiyordu. Hiç kimsenin sesi duyulmuyordu. Bir iki günde böylece geçti. Artık Zilan perişan bir şekilde ölümü bekliyordu. Günde üç öğün yemek getiriyor ve kendinden yemesi isteniyordu. Eğer yemezse zorla yediriliyordu. Tuvaletini ise yine yattığı yere yapmak zorunda bırakılmıştı. Bir gün boyunca yemek vermedikleri bile oluyordu bazen. Aylardır buradaydı sanki. Vücudu iflas etmeye başlamıştı. Birden kapı açıldı ve içeriye birisi girdi. İçeriye dolan güneş ışığı Zilan’ın gözlerini kamaştırdığı için içeriye girenin kim olduğunu göremedi. Zaten bütün hafızası silinmişti. Kim olduğunu bile bilmiyordu artık. İçeriye giren kişi belindeki kemeri çıkartarak Zilan’ın üzerine yürüdü ve kemeri vücudunun her yerine vurdu. Acımadan, hunharca… Günlerce dayak yedi Zilan. Her dayaktan sonra yemeği geliyor ve yemekten sonra tekrar dayak atılıyordu. Cezalandırılan vahşi bir hayvan gibi içinde sıkıştırılmış bir yaratığı oynuyordu. Hem ölmesi, hem de ölmemesi için uğraşılıyordu. Günler geçmiyor, saatler ve dakikalar ilerlemiyordu. Haftalar boyu Zilan bu şekilde dayak yedi. Yemeğini yedikten sonra dayak atılacağı aklına geliyor ve yediği yemeği de çıkarıyordu hemen. Gün ışığına ve insanlara, düzgün yemeklere hasret kalmıştı. Çürümüş ve sinek toplamış dışkılarının yanında kalmaktan kokuşmuştu. Konuşmayı bile unutmuştu artık. Tek bildiği bağırmak ve ağlamaktı. Kim bilir kaç gündür tek bir kelime bile konuşmamıştı. Belki de yıllardır. Günler ilerledikçe gördüğü işkencenin şiddeti azalıyor, yemekler daha güzel geliyordu. Üzerini değiştirmedi için biraz temiz kıyafet ve yıkanması için su bile bırakılmıştı. Sona yaklaştığını biliyordu Zilan. İnfaz geliyordu. İnfaz anında bakımlı görünmesi gerekiyordu. Daha Zilan uykudan kalkmadan iri yarı bir kadın kapıyı açıp içeriye girdi. Zilan’ı saçından yakaladığı gibi başka bir yere götürdü. Acı içinde olmasına rağmen Zilan ağlamıyor, bağırmıyordu. Kadın Zilan’ın üzerindekileri yırttı. Çırılçıplak kalmıştı yine. Tazyikli ve soğuk suyu açarak Zilan’a doğrulttu. Zilan hemen olduğu yere çökerek cenin pozisyonu aldı. Kadın kocanın içindeki deterjanlı suya fırçayı batırarak Zilan’a sürtmeye başladı. Dakikalarca. Suyu kapattığında kadına baktı. İri yarı esmer, yüzü gözü kara bir peçe içinde, şalvarlı bir kadındı. Kadın Zilan’a yaklaştı. Kolundan tutarak ayağa kaldırdı ve üzerini giydirdi. Aynı kendisi gibi bir şalvar, siyah bir kazak ve bir peçe ile giyindi. Kadının itip kakmasıyla bir odaya gitti ve üzerinden kapı tekrar kilitlendi. Odanın tavanındaki camdan güneş ışığı giriyordu. Odada bir yatak, lavabo ve bir klozet bulunuyordu. Çeşmeyi açtığında temiz su aktığını gördü. Battaniye yastık ve yatak temizdi. Odada masa ve bir ışık vardı. O sırada bir ses gelmeye başladı. Bir bant yayınıydı sanki. Daha önceden kaydedildiği belli oluyordu. “Kim olduğunu, nereden geldiğimi bilmiyorum. Amacım öldürmek ve yok etmek. Acı duymam. Kimseyi sevmedim, sevgi nedir bilmem…” diyerek uzayan bir bant kaydıydı. Bu odada aylarca kaldı ve bant kaydı hiç susmadı. Uyurken, uyanıkken yemek yerken, tuvaletini yaparken, yıkanırken… Hiç susmadı. Sürekli devam etti. Artık işkence görmüyor, düzenli yemek yiyor, insanca davranılıyordu. Zaman geçtikçe kendini kaybediyor, anılarını siliyordu. Artık kaydı ezberlemişti. Bazen çılgına dönüp etrafı yıksa, kaydı susturmak için bağırsa da kimse onunla ilgilenmiyordu. Birisi hemen gelip ortalığı düzenleyip gidiyordu. Kayıt ise hiç susmadan devam ediyordu. Öğleden sonraydı. Güneş odanın tepesinden yenice ayrılmıştı. Zilan, odanın köşesinde oturmuş kaydı dinliyordu. Kayıt tekrar baştan başlamış, devam ediyordu. Birden kayıt sustu. Fakat Zilan’ın beyninde hala kayıt konuşmaya devam ediyordu. “Tık” diye bir ses duyuldu. Arkasından ayak sesleri… Sesleri dinledi. Seslerden iki kişi oldukları anlaşılıyordu. Sesler giderek odaya yakınlaşmaya başladı. Kapının arkasında birbirlerine fısıldadılar. Kapı açıldı ve esmer bir adam kapıda belirdi. Zilan’a bakıyordu. BÖLÜM – 13 Yatakta uzanmış yatarken elini birisinin tuttuğunu hissetti. Sessiz bir şekilde birisi ikinci kez sesleniyordu. “Haliiiillllll… “ Gözlerini aralamaya çalıştı. Sanki gücü tükenmiş gibiydi. Daha güçlü bir şekilde tekrar denedi. Kirpikleri hafifçe oynamıştı. Tekrar denedi ve gözlerini etrafını görebilecek şekilde araladı. Yorgunluğu sanki hiç tükenmeyecekmiş gibiydi. Etrafına baktığında hastanedeydi ve yanında Ahmet vardı. Ahmet’i gördüğü için sevindi. Gülümsemeye çalıştı fakat olmadı. Ahmet “İyi misin?” diye sorduğunda gözleriyle “Evet” diyebildi sadece. Biraz zaman geçtikten sonra kendini toplamayı başarabilmişti. Artık etrafı görebiliyor ve konuşabiliyordu. Şimdi bile bunu hatırlarken Halil aynı yorgunluğu hissedebilmişti. “Ne gündü ama?” dedi kendi kendine. O sırada odaya giren birisi ile irkildi. Arkadaşı selam verip çıktıktan sonra önündeki gazetenin her yerine kendi ismini yazdığını gördü. Koltuğun arkasına yaslandı. Geçmişini düşünmeye devam etti. Dilenmeye aylarca devam etmişti fakat eline bir şey geçmemişti. Para saklamak istediği zamanlarda da dövülüp daha çok çalıştırılıyordu. Günlük kazancının az olduğu o gün ele başı tarafından dövüldükten sonra karar vermişti Adıyaman’dan ayrılmaya. Bütün izleri arkasında bırakıp yeni bir hayata yelken açmaya. Peki o zaman şu an bulunduğu konumda olacağını bilseydi yine de ister miydi ayrılmayı? “İstanbul’a ne cesaretle gelmişim?” dedi kendi kendine. O zamanlar sadece 11 yaşındaydı ve bir kamyonla İstanbul’a gelmişti. İstanbul’a geleceği gece arkadaşlarıyla, özellikle de Ahmet’le vedalaşmış ve gece yarısı orayı terk etmişti. Doğruca kuru gıda haline gitti. Oradaki yaşlı bir amcaya “İstanbul’a giden kamyon var mı?” dediğinde yaşlı amca konuşmadan bir kamyonet göstermişti. Halil hemen kamyonete doğru yönelip etrafını keşfetti. Kasasına atladı ve beklemeye başladı. Sabaha karşı kamyonetin kasasında uyuya kaldı. Büyük bir sarsıntıyla uyandığında kamyonet yolda ilerliyordu. Kafasını dışarıya çıkardığında yüzüne çarpan rüzgar ve hızdan dolayı midesi bulanmıştı. Hemen içeri girdi. Düşünmeye başladı. İstanbul’da ne yapacaktı? Nasıl karnını doyuracaktı? Hayatını kaderine ve zamana bırakmaktan başka çaresi yoktu. Çuvalların üzerine yatarak beklemeye başladı. Güneş tepede yükselirken kamyonet durdu. Halil şaşkınlık içinde uykuya dalmış gözlerini açtı. Kafasını hafifçe dışarı çıkardı, ses yoktu. Otoyolun kenarında bir lokantanın yanına park etmiş bir şekilde bekliyordu. Etrafta binaların olmaması mola verdikleri anlamına geliyordu. Acaba inmelimiydi? Karnı hafif acıkmıştı. Vazgeçti. Yeniden geriye dönüp yattığı yere uzandı. Çuvallar her ne kadar rahatsız etse de eskiyi düşündüğünde şimdi daha rahattı. Derken lokantanın dış kapısının açıldığını duydu. Kalın bir erkek sesi “Görüşmek üzere” diyerek kapıyı kapattı. Ayak sesleri. Kamyonete yaklaşıyordu. Kamyonetin kapısı açıldığında Halil rahatlamıştı. Fark edilmeden yola devam edecekti. Kapı birden kapandı ve ayak sesleri arkaya doğru gelmeye başladı. Halil’in kalp atışları hızlanıyordu. Birden branda açıldı ve irkilen adam “Sen kimsin çocuk” diye bağırdı. Farkında olmadan “Davetsiz misafir” diyiverdi. “Ooo kaçak yolcu diyelim bir ona” dedi adam ve eliyle “Haydi gel” işareti yaptı. Daha sonra bidondan biraz içme suyu doldurarak şoför mahalline geçti. Halil’de yanına. İstanbul’a doğru ilerlerken şoför Halil’i soru yağmuruna tutuyordu. Nereli olduğunu, nereden geldiğini, neden İstanbul’a gittiğini, ailesi falan… Halil bazılarına kaçamak cevap verse de şoför sormaya devam ediyordu. “Evden mi kaçtın çocuk sen?” dediğinde ise Halil “Hayır” dedi. “O zaman ailen nerde, neden onlarla birlikte değilsin? sorusuna “Benim ailem yok.” demek zorunda kaldı. Hem de hiç istemeden. Bir iki saat sonra şoför ıssız bir yerde aracı durdurmuştu ve Halil’in vücuduna dokunmaya başlamıştı. Halil korkmuş, direnmiş ve çaresiz kalmıştı. Şimdi ise o günleri hatırlamak bile istemiyordu. Sırf İstanbul’a gitmek için ve bu ıssız yerde ölmemek için büyük bir acıya katlanmış ve şoföre istediğini vermişti. “Her şeyin bir karşılığı vardır” dedi sessizce otururken ve tekrar hayallere daldı. İstanbul’a geldiğinde hâlde aracı park ettikten sonra “Bu gece burada uyuyabilirsin” deyip horlaya horlaya uyuyan şoföre 4 bıçak darbesi indirmiş ve onu öldürmüştü. Ardından hemen kaçmıştı. Bütün anılarını silerek. Zaten o güne dair hatırladığı tek şey şoktan kurtulduktan sonra çöpe atığı o kanlı bıçaktı. Ne tecavüzü ne de öldürmeyi hatırlamak istiyordu. Beyni inkar ederek bütün anıları silmişti. BÖLÜM – 14 O yılın sonunda Türk Silahlı Kuvvetlerinin çıkardığı bütün yayınlarda Albay Bayram’ın ismi ve alayın durumu manşetler halinde verilmişti. Hatta alayı bastığı şiir kitabı Kara Kuvvetleri Komutanlığı tarafından çıkarılan dergiye eklenmiş ve tüm Türkiye’ye örnek olması için gönderilmişti. Bir basamağı daha başarıyla sonuçlandırmış ve artık Generalliği garantilemişti. Bağlı olduğu Tugay, Tümen, Kolordu ve Ordu komutanları tarafından tek tek ziyaret edilmiş ve tebrikleri kabul etmişti. Bayram ve ailesi bu başarının gururu ile akşam yemeğinde toplanmış ve bunu kutlamışlardı. Daha teğmen olarak atandıktan sonra başlayan idealleri ve çalışmaları damladan şelaleye dönüşmüş gidiyordu. Aradan bir haftaya yakın bir zaman geçmişti ki Genelkurmay başkanının alayı ziyarete geleceğini öğrendi ve telaşa kapıldı. Bu çok nadir görülen bir olaydı ve her şey dört dörtlük olmalıydı. Hazırlıklara başladı ve üç gün sonrasına alayın hazır olması için her tabura ve birliğe emiler gönderdi. 14 Mayıs günü havalar daha yeni yeni ısınıyorken askerler helikopter faaliyeti için telaşlanıyorlardı. İtfaiye aracı sağlık aracı ve güvenlik timi hazır bekliyordu. Hava trafiği kontrol edilmiş güvenlik seviyesi artırılmıştı. Askerin günlük eğitimlerine devam ettiği saatlerdi. Kışla amirinden, en düşük rütbedeki askere kadar herkes tedirgin ve gergindi. Genelkurmay Başkanı ilk defa alayı ziyaret edecekti. Emirde belirtilen rotadan farklı bir rotayı takip edecek olan helikopter Ankara’dan havalandı. Helikopter pisti askerler tarafından temizlendikten sonra her şey hazırdı. Helikopter büyük bir gürültü ile pistteki yerini aldı. Fakat görünen kişi beklenen kişi değildi. Beraberinde getirdiği güvenlik timi helikopterden inerek alayın güvenliğine katıldı. Aradan geçen 5 dakika sonra inen helikopterde ise emir subayı ve emir astsubayı vardı. En son ise kendisi indi. Kendisini bekleyen araca Albay Bayram ile bindikten sonra kendisine eşlik eden bir sinyal bozucu ve bir eskort ile alayın karargah binasına doğru hareket ettiler. Araçta oldukça tedirgin olan Bayram’ı yumuşatmak için Genelkurmay Başkanı oldukça ter dökmüştü. Genelkurmay Başkanının bu kadar sevimli ve babacan olduğunu şimdiye kadar hiç düşünmemişti Bayram. Birkaç dakika sonra karargah binasına girerek odaya çekildiler. Bayram hemen alay konusunda brifing vermeye başlamıştı bile. “En yüksek binalara bile üstten bakarsan küçük görünürler. Bencil olmadın” dedi. Genelkurmay Başkanı’nın geliş amacı ise onu Tugay Komutanı yapmaktı ve önümüzdeki 30 Ağustos’ta general yani Tuğgeneral olacaktı. Müjdeyi alan Bayram ise çok sevinçliydi. Hatta bu müjdeyi Genelkurmay Başkanından almak daha bir gurur vericiydi. Sayılı gün çabuk geçer misali 30 Ağustos Bayram için çabucak gelivermişti. Bu sefer Erzurum’da bulunan Tugay’a komutan olarak gönderiliyordu ve tabii ki ailesi de onunla birlikte yolcuydu. Bu sefer kızı onlarla birlikte gelmeyecekti çünkü kızı üniversite sınavına girmiş ve kazanacağına emindi. Temmuz ayında sınav sonuçları açıklandığında ise yanılmadıklarını gördüler. Kızları Aylin, İstanbul Üniversitesi Kamu yönetimi bölümünü kazanmıştı. Şimdi taşınma zamanıydı ve eşi toplanarak Bayram’ın yanına geliyordu. Bayram için Tuğgenerallik ve aracındaki tek yıldız her şeyi değiştirmişti. Artık zırhlı bir araçla geziyor ve kendine özel bir askeri araç kullanıyordu. Her sabah evinden araçla alınıyor, akşam yine bırakılıyordu. Hızlı yükseliş ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki bunca haberle artık bilinen ve övülen bir insan olmuştu Bayram. Yine bir sabah rutin olarak evine gelen araca binen Bayram, Tugay’a doğru yol almaya başladı. Erzurum’un sokaklarında ilerlerken her seferinde değiştirdiği yollardan geçiyordu. Kırmızı ışıkta duran araçta Bayram günlük gazetelerini gözden geçiriyordu. Binaların birinde kendisine doğrultulmuş silahtan habersiz yeşil ışığı bekleyen Bayram’ın içindeki kasveti anlamaya çalışması uzun sürmeyecekti. Dürbündeki artı işareti önce Bayram’ın kalbine sonra kendinden tarafta bulunan sol gözüne doğru yer değiştirdi. Saniyeler yavaş yavaş ilerlerken keskin nişancı tüm ayarlarını yapmış ve elini tetiğin üzerine yerleştirmişti. Nefes almalarını düzenledikten sonra silahı omzuna yapıştırdı. Son olarak nefesini alıp biraz verdikten sonra nefesini tuttu. O an duyulan patlamanın sesiyle sanki zaman durmuştu. Bayram bile kendine doğru gelen kurşunu hissetmiş olacak ki kafasını o yöne çevirmişti. Kurşun hızla cama doğru yaklaştı ve cama saplandı. BÖLÜM – 15 Birkaç gün boş geçse de beyin olarak çok yoğundu. Kafasındaki soru işaretlerine cevap bulmak için herkesle konuşmuştu. Her kafadan bir ses çıkıyor ve kafasını daha çok karıştırıyordu. Sonunda “Burayı anlamak zor olacak” dedi. Askeriye acemilik eğitimine başlamışlar ve 28 günlük döneme girmişlerdi. İlk önceleri “Sağa dön” “Sola dön” komutlarını görürlerken günler ilerledikçe tüfek ve atış eğitimlerini almışlardı. Birliğinde eğitimi alamayan veya komutu yerine getiremeyen kişilere “Fırsat eğitimi” yaptırılıyordu. Fırsat eğitimi ise sürünme, çökme kalkma gibi insan anatomisini zorlayan hareketlerdi. Aslında buna “Fırsat cezası” veya sadece “ceza” diyebilirdi. Gün geçtikçe eğitimler artıyor ve zorlaşıyordu. Eğitimi veren komutanların verecekleri eğitimde yetersiz olması ise Mustafa ve arkadaşları karşısında komik duruma düşmelerine neden oluyordu. Halbuki Mustafa askeriyenin son derece eğitimli ve bilgili olduğu konusunda katı düşüncelere sahipti. Ellerinde “yanaşık düzen talimatnamesi” ile konu anlatan komutanları ellerinde kitapla ders anlatan öğretmenlere benzetiyordu. Bu durum sivil hayatta olsa öğretmenine “Oradan bende okurum hocam” derdi kesinlikle. Atış eğitimi ve eğitim sonrası yaptıkları atışları ise hayatın sonuna kadar anlatırdı herhalde. Çuvalın üzerine yerleştirdiği G3 model Makine Kimya üretimi silahı hedefe doğrulttuğunda çok heyecanlıydı. Doğru hedef alma tekniklerini uygulamış ve hedefe kilitlenmişti. Arkada duran komutan “3 atım, atım serbest” dediğinde ise kalbi yerinden fırlayacak gibiydi. Yanındaki arkadaşlarının tetiğe basması ile patlayan merminin sesi kulağını patlatacak gibi olmuş ve sanki kendini savaşta sanmasını sağlamıştı. Geçici bir duyma kaybına kapıldığında ise kalbi hala hızlı hızlı çarpıyordu. Derken diğer arkadaşı ve diğer tetiğe basmıştı. Kulakları tıkanmıştı artık. Sanki boşluktaydı. Hedefini tekrar gözden geçirdi. Bu sefer tetiğe basan Mustafa oldu ve ilk defa bir silahın ellerinde patlamasına tanık oldu. Kendi tüfeğinden çıkan ses o kadar şiddetliydi ki kulakları hala bir şey duyamıyordu. Tüfeğin geri tepmesiyle omzunda hafif bir sızı meydan gelmişti. Artık acemilik bitmek üzereydi. Sona yaklaştıkça eğitimler azalıyordu. Hemen hemen bütün eğitimleri almışlardı. Aldıkları cezalar da azalıyordu artık. Yürüyüş eğitimleri başlamış ve yemin törenindeki tertiplenme hazırlıkları başlamıştı. Son iki hafta kala sadece yürüyüş ve spor yapıyorlardı. Uygun adımda yürüme, belirtilen yere gelindiğinde tören adımında yürüme derken günler geçiyordu. Artık kendilerini gerçekten de asker gibi hissetmeye başlamışlardı. Artık onlar “çakı gibi asker” olmuşlardı. Yemin törenine ailesini de çağırmıştı Mustafa. O gün geldiğinde ise daha önce hissettiği çaresizlik ve sinir gitmiş yerine gurur ve heyecan gelmişti. Herkes o yemin metnini her duyduğunda gözleri yaşarıyor ve göğsü kabarıyordu. Ailesi yerini aldığında askerler ailelerin göremeyeceği bir yerde bekliyordu. Beklenen komut geldi. “Kısa dönem erbaşlar istikamet tören alanı. Uygun adım, Marş!” Onlarca kişi sanki tek bir insanmış gibi aynı hizada ve aynı anda hareket ediyordu. Ayak sesleri ise ailelerin kulaklarına kadar gidiyordu. “Rap, rap, rap…” Aileler yaklaşırken yeni bir komut geldi. “Vatan sana canım feda. Yürüyüş kararı sayılacak, Say!” İşte o an Mustafa emindi ki ailelerden ağlayanlar mutlaka olmuştu. Bir sonraki sözler ise “Her Türk asker doğar” olmuştu. Gururla yürüyen askerler ayak sesleri ile ailelerin karşısına geçti. Heyecanlı, gururlu ve dimdik… Konuşmalar, şiirler, hediyeler derken sıra yemin etmeye gelmişti. Komut duyuldu “Kısa dönem erbaşlar, yemin için tertip al!” Masaların üzerine konulan M3 model ağır makineli tüfeklerin etrafında sağlı sollu yerleştiler. “Silah ve arkadaş tut!” Bir el tüfekte bir elde arkadaşında gözler kararlı ve ileriye bakar halde söylenenleri tekrar ettiler… “Denizde, karada ve havada. Her zaman her yerde… And içerim.” Bütün herkes ayakta askerleri alkışlıyorlardı. Aileler gururlu ve gözleri yaşlı, komutanların tebriğine karşı güçlü bir sesle “Sağ ol” dediler. O kadar güçlüydü ki yankısını herkes tekrar tekrar duymuştu. Yemin töreninden sonra yaptıkları tören geçişinde bütün aileler alkışlamaya başlamıştı. Sonrasında ise 28 günlük hasret bitmiş ve herkes ailesine sarılmıştı. “Oğlum” diye koşan anneler, babalar, sevgililer, nişanlılar, eşler… Hasreti bitirmek için kenetlenen kollar… BÖLÜM – 16 Artık İstanbul’un, taşı toprağı altın denilen şehrin göbeğindeydi. Fakat ne kalacak bir yeri ne de bir işi vardı. Bütün bu yokluğun yanında tek varlığı kirli geçmişiydi. Üstü başı perişan bu çocuğa kim iş verirdi ki. Belki camilerde dilenebilir topladığı birkaç para ile karnını doyurduktan sonra sokaklarda yatabilirdi. Birkaç ilçeyi dolandıktan sonra Fatih diye bir semte geldi. Daha önce hiç duymadığı bir semtti. Burası tam ona göre bir yerdi. Kuytu köşe yatabileceği yerler de vardı. Üç tane turistlerin bolca ziyaret ettiği mekan vardı. Önce isimlerini öğrendi. Sultanahmet Camii, burası Cuma günleri dilenmek için oldukça iyi bir mekandı. Ayasofya camii, burada da hafta içi dilenebilirdi. Son olarak Topkapı Sarayı, burada da kalan vakitlerinde dilenip güzel kazanç elde edebilirdi. Üçünün tam ortasında da kendine yatmak için bir yer ayırmıştı. Günler dilenme ve günlük geçinme ile geçmeye başlamıştı. O ilk gecesini hatırladığında elindeki kalemi atıp tutan Halil’in yüzü şimdi bir garip olmuştu. Bitmek bilmeyen gecelerin ilki… Neredeyse hiç uyumamıştı. Gündüz dinlenmek zorunda kalmıştı. Cuma günleri Sultanahmet’in önünde diğer günler ise Ayasofya ile Topkapı’ya gidiyor dileniyordu. Kazancı ise iyi sayılırdı. En azından aç kalmıyordu. Günlük 20 TL karnını doyurmasına yetiyordu. Günler ilerledikçe idareli kullanımı aşmaya ve parası yetmemeye başladı Halil’in. Kazancı artmış olsa da artık daha çok ve daha kolay para kazanmak istiyordu ve bunun tek çaresi çalmaktı. Çaldıktan sonrada bütün parayı alıp cüzdanı bir çöpe atmaktı. Bir iki gün plan kurdu. Nerede çalmalı, nereden kaçmalı ve hangi çöpe atmalı. Olaydan sonra en kısa zamanda nasıl ortadan kaybolmalı… Hatta yaşlı bir amca üzerinde deneme bile yapmıştı. Sanki parasını çalmış gibi yanında hızlıca koşarak geçti, rotasını takip etti, hayali cüzdanı çöpe attı ve ortadan kayboldu. Bu işlerin bu kadar kolay olmadığını o da biliyordu. “Her kusursuz planda bile bir kusur vardır” dedi kendi kendine. “Uygun zaman geldiğinde hissedeceğim ve yapacağım” dedi. Topkapı Sarayı’nın o kalabalık olduğu saatlerde oralarda bulunuyor çaktırmadan denemeler yapıyor ve uygun kişi profilini belirlemeye çalışıyordu. “İşte” dedi. En sonunda uygun zaman ve en uygun kişi geldiğinde hissedeceğini biliyordu. Takım elbiseli, telefon, cüzdan ve sigarasını sağ elinde taşıyan bir adam dikkatsizce Topkapı’dan çıkmış kalabalığa karışmıştı. Hemen arkasına takıldı. Adam sürekli binalara bakıyor binaların tarihi ile ilgileniyordu. Etrafındaki insanlarla ilgilenmemesi onun için büyük bir fırsattı. Kalbi heyecandan hızla çarpmaya başlamıştı. Gözleri açılmış ve avına adeta odaklanmıştı. Kalp atışları o kadar kuvvetliydi ki boyun damaları dar gelmeye başlamıştı. Sanki boğazı sıkılıyordu. Sinsi ve yavaş adımlarla çaktırmadan adamın iki adım arkasından takip ediyordu. Derken adam çok kalabalık bir kafilenin içine karıştı. Halil birden atıldı ve adamın soluna doğru yaklaştı. Hemen sağ tarafına geçti ve elindekileri aldı. O anda ayağı sanki bir buz kalıbının üzerinde gibi kaymaya başladı. Tam düşecekken toparladı ve doğruldu. Kafasını kaldırdığında yaşlı bir kadın gördü ve çarpmamak için yanındaki kişilerden destek alarak büyük bir hamle yaptı. Hızlı adımlarla kaçmaya çalışıyor aynı zamanda da bağıran adamı takip ediyordu. Fakat bu olayda bir gariplik vardı. Adam Halil’i kovalamıyor ve neredeyse aldırmıyordu. Arkasına baktığında onu takip edenler olmadığını gördü ve bir an yavaşladı. İçindeki his tekrar koşması gerektiğini söylediğinde ise tekrar hızlandı. Çöpün yanına geldiğinde sigarayı ve çakmağı attı. Cüzdanın hemen içini boşaltıp cüzdanı da attı. Telefonu da tam atacakken vazgeçti. Telefonu kapattı, paralarla beraber cebine koydu ve tekrar koşmaya başladı. Son birkaç dakika kalmıştı. Kendini inine atacak ve bu işten kurtulacaktı. Hala takip eden kimse yoktu. Bağıran da kalmamıştı. “Tereyağından kıl çekmek” diye düşündü. Gülmeye başladı. İçi içine sığmıyordu. Yaklaşık 5-6 günlük kazancını bir anda eline geçirmişti. “Son köşe” dedi. “Bu köşeyi de döndükten sonra bitiyor” Tekrar hızlandı. Köşeye yaklaşırken yavaşladı ve tekrar arkasını kontrol etti. Güldü ve köşeyi döndü. Döner dönmez birisine çarparak yere düştü. Arkasını kontrol ettiği için çarptığı adamı görememişti. Kafasını kaldırdığında şok oldu. Parasını çaldığı adam karşısında dikilmiş sinirli sinirli bakıyordu. Adam Halil’in kolundan tuttuğu gibi yerden kaldırdı ve sürüklemeye başladı. BÖLÜM – 17 Usta birliği başladığında askerliğinin bitmesine 129 gün vardı. Acemilikten sonra tanıştığı arkadaşlarına alıştığında ise 110 günü vardı. Aslında günler çabuk ilerliyor ve su gibi akıp geçiyordu. “Ah bu askerlik” diye düşündü. Aslında monotonluktan kurtulmak için yapmayacağı bir şey yoktu. Örneğin kalan gün sayısı 200’den düştüğünde, gün sayısı azalan kişinin atletini yırtmalar veya 100’den azaldığında o kişiyi ıslatmalar falan… Hepsi biraz olsun monotonluktan kurtulmak için yapılıyordu. Hatta herhangi birisinin memleketinin plakasına geldiğinde o kişinin sırtına binip kendini gezdirtiyordun. İşte bunların hepsi monotonlukları kırmak içindi. 10 gün sonra Mustafa’nın şafağı 100’den aşağıya düşecekti. Onu oldukça ıslak bir gece bekliyordu. Hatta şafağı 59 olan varsa onları da Tekirdağ’lı olduğu için sırtında taşımak zorunda kalacaktı. Tabi askerlikte monotonluğu kırmak için bu tür etkinliklerle sınırlı kalmıyorlardı. Değişiklik yaratmak için esrar ve eroin gibi değişikliklere de yöneldikleri oluyordu. Esrar kullanmanın serbest fakat satmanın yasak olduğu bu yerde esrar kullanımı bulaşıcı bir hastalık gibi hızla yayılıyordu. Mustafa’nın anlamadığı tek konu ise bu maddelere bu kadar kolay ulaşılabiliyor olmasıydı. Esrar partileri bile artık aleni bir şekilde yapılıyor olmuştu. Halbuki Mustafa sigara bile kullanmıyordu. 1. Ordu Komutanı’na bu kadar yakın bir yerde bunların olması ise şaşkınlık verecek kadar enteresandı. Tıpkı cep telefonu ile kışlanın içerisinde olan biten her şeyi dışarıya aktaran PKK sempatizanı askerler gibi enteresandı. AS. İZ. Olarak çalışmaları yok denecek kadar azdı. Rütbelilerin cenaze törenleri, eskort faaliyetleri, tutuklu sevk ve idare faatliyetleri falan. Mustafa’nın en çok sevdiği ise cenaze faaliyetleriydi. Halkın içine karışmak birkaç saatliğine de olsa sivil hayatı görmek ona eğlenceli geliyordu. Özellikle de trafik görevlisi olarak çıktığı zamanlarda. Çoğu zaman hep aynı yerde düzenleniyordu tören. Kışlanın yanında bulunan Selimiye Camii’si tören yeriydi. Cenaze namazından sonra rütbeli personelin naşı camiden ayrılana kadar muhafızlık görevini yapıyorlardı. Naaşın ve törene katılan diğer rütbelerin korunması için. Mustafa ve diğer iki arkadaşı da tören bölüğünün ve bandonun yürüyeceği yolu kapatarak trafik akışını düzenliyorlardı. Törenin sessiz ve silik kahramanları yani. Dört yolun sol tarafında dikilecekti. Camiinin yanındaki yolun bir ucu kışlaya gidiyordu ve bu yol trafiğe kapalıydı. Diğer ucu ise caddeye açılıyordu. Camiinin yan kapısından geçen sokak ise iki ucu farklı sokaklara açılan bir yoldu. Dört yolun ortasında iki trafikçi ve kışladan çıkan, caminin yanında geçen yolu takip eden yerde bir trafikçi trafiği kontrol ediyordu. Caminin ön kapısı kışlaya giden çıkmaz sokakta olduğu için buraya trafikçi gerekmiyordu. Cenaze törenleri genellikle caminin ön kapısından kalkardı. Top arabasının üzerine konulan cenazenin önünde bando, onun önünde de cenaze merasim taburu vardı. Mustafa’nın görevi sadece trafiği düzenlemekti. Diğer arkadaşları ise bunları koruyan ve güven sağlayan muhafızlardı. Her zaman aynı etkinlik çerçevesinde cenaze törenleri düzenleniyor ve yürütülüyordu. Her tören onlar için resmen bir hava değişimiydi. Sivil hayatın içine gören erler. Bunların yanında bazen özel günlerde güvenliği sağlamak için meydanlarda muhafızlık yapılıyordu. Bunlarda yine aynı şekilde hava değişimi olarak görülüyordu. 10 Kasım, 29 Ekim, 19 Mayıs gibi günlerde kutlama ve anma alanlarında muhafızlık yapıyorlardı. Eskort faaliyetleri de eğlenceli sayılırdı. Bir ilden başka bir ile giden mühimmat, askeri malzeme veya askeri araçların kendi illerinden geçişleri sırasında güvenliği sağlıyorlardı.Bir de Mustafa’nın hiç katılmadığı tutuklu sevk faaliyetleri vardı. Anlatılanlara göre birliğinden firar etmiş ve yakalanmış kişileri götürüp birliklerine teslim ediyorlardı. Tabi bunların yanında seyahat ve yeme içme gibi masraflar karşılanıyordu. İşte böyle bir askerlik geçiyordu Mustafa’nın hayatından ve oldukça eğlenceliydi. Günler su gibi geçiyor ve nasıl bittiğini anlayamayacağı bir askerlik yapıyordu. Daha şimdiden şafak 95 olmuştu.Sulu bir şafak 100 gecesi geçirmiş ve hasta olmanın eşiğinden son anda kurtulmuştu. Diğer kısa dönemlerin dediğine göre 70-60 arasında bunalacaktı. Hatta asker deyimiyle şafak sıkıştıracaktı. BÖLÜM – 18 Zırhlı cam kurşun çekirdeğini engellediğinde çekirdek Bayram’ın sol gözünün önündeydi. Sanki Bayram bunu biliyormuşçasına gözünü bile kırpmadı. Zaten onun bir öldürme girişimi değil, bir uyarı olduğunu biliyordu. O sırada ses ve korku yüzünden şoka giren şoförü ile habercisini sakinleştirmek de yine Bayram’a düşmüştü. O günün nasıl geçtiğini bile bilmiyordu. Evine döndüğünde ise herkesin yapacağı gibi eşinden ve kızından bütün olayı sakladı. Erkesi günde olayı üslerinde saklayarak olayın büyümesini engellemişti. Şimdi ise düşündüğü tek bir şey vardı ı da bunu kimin yaptığıydı… O hafta sonu hemen yıllık iznine ayrıldı. O günlerde yapması gereken işler yoktu ve çalışması gereken işler de yoktu. 10 gün boyuca yapması gereken tek iş vardı; O da kimin yaptığını bulmak. Son günden ilk askerlik gününe kadar bütün çalıştığı yerlerin ve kişilerin listesini yaptı ve düşünmeye başladı. Liste o kadar uzundu ki isimler üzerinde tek tek düşünmek çok yorucu olmaya başlamıştı. Tek tek isimlerle olan ilişkileri düşünüyor ve herhangi bir sorun yaşamadığı isimlerin üzerini çiziyordu. Sorun yaşadığı kişilerin yanına ise soru işareti koyuyordu. Birkaç tane çok yakın arkadaşına da soru işareti koydu. 7. günün sonunda listede yaklaşık 40 kişinin ismi kalmıştı. Şimdi daha sıkı çalışması gerekiyordu. Daha detaylı ve ince düşünerek listeyi iki gün içinde 15’e düşürdü. Fakat yine de çok fazla bir sayıydı. İzninin son gününde ise sayı 11’e düşmüştü. 10 günlük izni boyunca neredeyse hiç uyumamı, sürekli kahve ve viski içerek çalışmıştı. “Çalışmam gerek” diyerek odasından çıkmamış hatta bazen odasında uyuyarak yatağına bile gitmemişti. Eşi ise daha önce yaşanmamış bu olaydan oldukça şüphelenmişti. Birkaç defa sormaya yeltense de sonuç alamamıştı. İzin bitiminde birliğe geri dönmüş ve altında imzası bulunan özellikle de mali dosyaları incelemeye başlamıştı. Birisinin canını fena halde yaktığını biliyordu ve onu bulmalıydı. Kolay olmayacağını ve zaman alacağını biliyordu fakat fazla zamanı yoktu. 1 hafta boyunca evrakları inceledi. Hepsini tek tek. İsimlerle dosyaları karşılaştırıyor, hatta isimlerin yakınlarını bile tarıyordu. Artık çalışmaktan bitkin düşmüştü. 15 gündür tek bir sonuç bile elde edememişti. Cuma günü elinde son dosya olan ihaleler dosyasını inceliyordu. Bu dosyadan umutluydu fakat elindeki isimlerle hiç ilgisi olmayan ihalelerdi. Tek tek açılan ve sonuçlanan ihalelere göz gezdirmeye başladı. İhaledeki şirketleri ve firmaları listedekilerle hatta yakın akrabaları ile karşılaştırıyordu. Öğleden sonra olmuştu. Hava kararıyordu. Hafiften bir yağmur çiselediği sırada Bayram’da kahvesini almış kafasında düşüncelere dalmıştı. Tekrar ihaleleri taramak için masasına oturdu. “Burada bir yerde” diye sayıklıyordu. Gözü birden listede olmayan bir subay arkadaşı ile aynı soyisimde olan şirket sahibinin ihalesine ilişti. Güvenilir şirketler listesinde olan bu şirket bir hindi ihalesine girmişti. O günü çok iyi hatırlıyordu. Çok az bir farkla ihaleyi kaçırmışlardı. Hemen internete girerek firma bilgilerini incelemeye başladı. Askeri istihbaratı da inceleyerek sonunda aradığını buldu. Şirket 2008 yılında ihaleye girmiş ve kıl payı kaçırmıştı. Subay arkadaşının kayınbiraderi üzerine olan bu şirket hindi ihalesinden sonra iflas ettiğini açıklamıştı. Hatta çalışanlar parasını alamayınca şirketi dava etmiş ve subay arkadaşı bile soruşturma geçirmişti. Hiç tahmin etmeyeceği bir isim olan arkadaşı o günlerde çok yakın olmalarına rağmen ihaleden sonraki günlerde giderek uzaklaşmış ve konuşmaya başlamıştı. Hatta şimdilerde neredeyse hiç konuşmuyorlardı. Birden başından aşağı kaynar sular döküldü. Gözleri faltaşı gibi açıldı. Geçen sene en son yüz yüze konuştukları bir yemekteydiler ve arkadaşı o gece çok soğuk davranıyordu. Tugaydaki ilk aylarıydı ve Bayram bu soğukluğun adını çekememezlik koymuştu. Yemeğin sonuna doğru lavaboya gidip gelen arkadaşı kaşık ve çatalı bırakmış Bayram’ın gözlerine bakıyordu. Bu anlamsız hareket karşısında şaşıran Bayram’da gözlerini ona dikmişti. Ardından arkadaşı Bayram’a o an için anlamsız gelen şu sözleri söylemişti. “Bir gün seninle ödeşeceğiz, fakat zamanı var Bayram.” BÖLÜM – 19 Kapıda duran esmer adam Zilan’ı kolundan tuttuğu gibi sürükleyerek dışarı çıkardı. Diğer koluna da kapıda bekleyen diğer kişi girdi ve elebaşına doğru götürdüler. Elebaşının olduğu yer oldukça geniş ve karanlık görünüyordu. Yanında bulunan iki kadın ise neredeyse yarı çıplak bir şekildeydi. Elebaşı “Gel” dedi. “Yaklaş”. O anda Zilan’ı tutan adamlar Zilan’ı ileriye doğru itti. Zilan ayağa kalktığında elebaşına iki metre kadar uzaktaydı. Doğruldu. Boş ve anlamsız bir şekilde bakıyordu. “Benim adım Beda” dedi. “Sen kimsin?” Zilan o an çok şaşırdı. Beynini o kadar çok zorlamasına rağmen kim olduğunu, nereden geldiğini hatırlayamadı. Sonra “Kim olduğumu, nereden geldiğimi bilmiyorum… “ dedi. Beda yerinden kalkarak Zilan’ın yanına gitti. “Sen de artık bizden birisin. Senin adın bundan sonra Rizi” dedi. Zilan’ı alarak o karanlık odadan dışarıya çıkardı. Zilan sanki Dünya’ya yeniden gelmiş gibiydi ve Beda artık Zilan’ın geçmişini istediği gibi şekillendirebilecekti. Zilan’ın yeni hayat hikayesini anlatarak Zilan’ın beynine kazıdı. Beda artık yeni ismiyle Rizi ile, yakından ilgileniyordu. Ona her şeyi anlatıyordu. Yaptıklarını yapacaklarını, amaçlarını ve daha birçok bilgiyi Rizi’nin öğrenmesini sağlıyordu. Sanki orada doğmuş, büyümüş ve yetişmişti. Beda yaşadıkları her yeri ona göstermeye başladı. Yanındaki kişilerin eğitim aldıkları kampları, yemek yedikleri, eğlendikleri, vakit geçirdikleri yerleri… Beda akşamları Rizi’yi yanına alıyor ve birlikte yatıyorlardı. Her gece Rizi’ye sahip oluyor ve içine boşalarak umursamazca davranıyordu. Rizi her şeyi yeniden öğrendiği için oldukça savunmasız ve bilgisizdi. Fakat yeni öğrendiği şeyler Rizi’ye mantıklı gelse de Zilan için hiç mantıklı değildi. Beda aylarca bu şekilde Rizi’nin beynini yıkamaya devam etti. Rizi artık geçmişini tamamen unutmuş ve yeni geleceğini kabul etmişti. Artık oradaki, dağın başındaki, Şırnak’taki yeni hayatı ile kucaklaşmıştı. Rizi’ye tek tepki veren ise vücudu olmuştu. İçinde bir şeylerin hareketlendiğini hisseder hale gelmişti. Günler haftaları, haftalar ayları kovalar olmuştu. Rizi’nin karnı büyümeye ve oradaki hayatı benimsemeye başlamıştı. Doğum yaklaştıkça etrafındakiler daha nazik davranıyor ve ona saygı duyuyorlardı. Rizi’nin bir dediği iki edilmiyordu. Rizi orada bulunanlara yardım ediyordu. Yemek, bulaşık, temizlik gibi konularda bebeği izin verdiği sürece çalışıyordu. Çalışmalardan sonra kendi gibi çalışkan diğer kadınlarla konuşuyor ve gittikçe daha çok alışıyordu. Günler ilerledikçe yavaş yavaş Kürtçe öğreniyor ve bu dilde konuşmaya çalışıyordu. Artık Zilan gitmişti ve yerine tam tersi Rizi gelmişti. Etrafındakiler gözlemliyor ve onları model alarak onlar gibi olmaya çalışıyordu. Zaten orada bulunan kadınlar pek fazla görevi yoktu. Günlük işleri yapıyorlar ve bu işlerine yanı sıra erkeklerle birlikte oluyorlardı. Erkekler ise daha sert şartlardaydılar. Sürekli eğitim ve spor halinde nöbet tutar ve turlara çıkarlardı. Dağda yürümekten bacak kasları kalınlaşmıştı. Bu kadar kalın bacaklara rağmen incecik belleri vardı. Ekonomik olarak iyi olmadıkları için sürekli otla besleniyorlardı. Bu yüzden dişleri artık yeşilimsi bir hal almaya başlamıştı. Hepsi silahla dolaşıyorlardı. Erkekler değişik saatlerde tura çıkıyorlardı. En fazla beşer kişilik gruplar halinde saatlerce turluyorlardı. Döndüklerinde Rizi’nin anlamadığı şeyler söyleyip konuşuyorlardı. Bazen döndüklerinde seviniyorlardı, bazen de birkaç arkadaşını bırakıp geliyorlardı. Genelde arkadaşlarını bırakıp geldikleri için o günlerde kimse kimseyle konuşmuyordu. Rizi ise bazı erkeklerin dağda uçurumdan düşüp öldüğünü düşünüyordu. Zaman zaman yakın mesafe turlara kadınlarda gidiyorlardı ve gördüklerini Rizi’ye anlatıyorlardı. “Değişen bir rota belirleniyor ve o rotada yürüyoruz. Bazen havaya bazen de belirli noktalara ateş edip geliyoruz. Bazen erzak almak için bazen de silah, bomba ve mermi gibi şeyler almak için gidiyoruz. Tabi bunların nereden ve kim tarafından gönderildiğini biz bilmiyoruz. Beda biliyor.” Hatta turun birisine Rizi de katılmıştı ve yarım saat yürüdükten sonra karnına giren sancılar yüzünden geri dönmüşlerdi. Orada doktor vazifesinde bulunan kadın ise Rizi’yi görünce ellerini birbirine vurarak Kürtçe telaşlı bağırmaya başlamıştı. Hemen bir minderin üzerine yatırdı ve kulağına fısıldadı. “Hangi cinsiyette bir çocuğun olmasını istiyorsun? Doğum başladı.” BÖLÜM – 20 Orkun’un en çok merak ettiği şey de buydu aslında. Bir kişi hakkındaki bütün bilgileri en ince ayrıntısına kadar nasıl alabiliyordu. Hatta çok fazla dinleyici kitlesi olmayan radyoya kaynak gösterilecek kadar doğru bilgiler veriyordu. Betül’de Orkun’un gözlerindeki merakı gördükçe artık daha fazla saklayamayacağını anlamış ve daha önce Orkun’un hiç duymadığı bir siteye girmişti. Orkun şaşkındı. Böyle bir internet sitesini hiç kimseden duymamıştı. Sanki FBI ve MİT için düzenlenmiş bir siteydi. Betül’e baktı. Sadece bir resim ve altında kullanıcı adı ve şifre isteyen bir ekran vardı. Betül yavaşça kullanıcı adı ve şifreyi doldurdu. Giriş yaptıklarında ise karşılarına sadece bir arama çubuğu geldi. Betül, Orkun’a dönerek “Anlıyor musun?” dedi. Orkun hala şaşkın bir şekilde kafasını hafifçe salladı. Arama çubuğuna kişinin ismini yazdığında sağda kişinin resmi ve sol tarafta ise bütün hayatı yazıyordu. Betül iki elini açıp omuzlarını kaldırıp dudağını devirdi. “Sadece internet.” dedi ve kahkaha atmaya başladı. O güldükçe artık Orkun da gülmeye başlamıştı. Kişi ile araştırmalarını yapıp ince detayları da ekledikten sonra artık her şey hazırdı ve yayına girebilir bir makale olmuştu. Ufak bir jenerikten sonra anons girildi ve Betül’e yapılan “3, 2, 1 ve yayın” işaretinden sonra Betül konuşmaya başladı. Orkun ise karşısında sessizce oturuyordu. Orkun artık o kadar sarsılmıştı ki programı dinlemiyordu bile. Tüm Türkiye’deki insanların hayatlarının yazılı olduğu bir veri tabanı diye düşündü. Acaba kim kullanıyordu bunu? Hatta yabancı ellere veya kötü niyetli kişilerin eline geçmesi halinde neler olabileceğini düşündü. Şantaj, tehdit, açıklama… Programdan sonra Betül’ü tebrik etti Orkun ve bir sonraki programın kahramanını düşünmeye başladılar. Nisan ayında oldukları ve Nirvana grubunun vokali Kurt Cobain’in ölüm yıl dönümü olduğu için bu konuda hazırlık yapmak istedi Orkun. Hatta müzisyen olduğu için ısrar etti. Aslında Orkun’un tek merak ettiği o internet sitesinde yabancı insanların bilgilerinin de olup olmadığıydı. Her ne kadar Betül bu programı iki sene kadar önce yapmış ve pek fazla reyting almamış olsa da Orkun’un ısrarlarına dayanamayıp kabul etti. Tek şartı ise çok etkileyici bir metin hazırlaması oldu. O gün etkileyici bir makale hazırlayabilmek için Orkun sabah kadar çalıştı. Herkes tarafından bilinen bilgileri es geçerek bilinmeyenlere odaklandı. Sabah Betül işe gelip de Orkun’u hala çalışıyor görünce üzüldü ve hemen simit, poğaça ve çay alarak karşılıklı kahvaltı yaptılar. Orkun’un uykusuzluğu üzerinden attıktan sonra metni incelediler ve cidden Betül metne bayılmıştı. “Yoksa yerimde gözün mü var?” diyerek takılmıştı hatta. İnce detayları eklemek için internete girdiklerinde ise yine Orkun dikkat kesilmiş bir haldeydi. Kullanıcı adı ve şifreyi öğrenmek için Betül’ün ellerini takip etmeye çalışsa da Betül çok dikkatli ve hızlıydı. Tam o sırada Orkun’a dönerek “Bu kullanıcı adı ve şifreyi almak için daha çok yol kat etmen gerek” dedi. Arama bölümüne Kurt Cobain yazdıklarında ise yine aynı şekilde tüm bilgiler karşısına gelmişti. Fakat bu sefer bilgiler İngilizce olarak karşılarındaydı. Betül ise çeviri konusunda oldukça ustaydı. Metin tamamlandıktan sonra Betül Orkun’a yorgun göründüğünü ve isterse dinlenmek için izinli olduğunu söyledi. Bir sonraki günün kahramanı konusunda da Betül ufak bir çalışma yapmış ve bir taslak oluşturmuştu. Orkun; “O halde pek işim yok, yarın görüşürüz” diyerek radyodan ayrılmıştı. Yolda giderken ise tek düşündüğü şey internet sitesiydi. “Acaba benim hakkımda ne yazıyor?” diye düşündü. “Acaba babamın kim olduğunu yazıyor mu? Bir ipucu var mı acaba?” dedi kendi kendine. Her ne kadar çok meraklansa da o kullanıcı adı ve şifreyi almak için öncelikle güven vermeliydi. Pansiyona dönüp yatağına yattığında da aynı şeyleri düşünüyordu. Betül’ün güvenini kazanması gerekiyordu. Betül ile aslında çok kısa bir zaman geçirmiş olmasına rağmen çabuk ısınmışlardı. Fakat birbirlerini tanımıyorlardı. Orkun uyumadan önce kararını verdi. Betül’ü daha yakından tanımalıydı. BÖLÜM – 21 “Bu bir uyarı mesajıydı. Arkası mutlaka gelecektir.” dedi. “Acaba bir saldırıya kurban olarak mı kayıtlara geçeceğim.” diye düşündü. Şimdiye kadar suikast kurbanı olan çok fazla subay hatta general olmamıştı. Fakat tetikçinin de bir subay olması güvenliğin rahatça kırılması demekti. Artık çok dikkatli olmak zorundaydı. Attığı her adıma, her imzaya, her harekete daha dikkat eder olmuştu. Hatta o kadar çok dikkat ediyordu ki suikast olayı onu paranoyaya dönüştürmüştü. Emir subayı ve emir astsubayı da çok titiz davranır olmuştu. İki senedir birlikte çalıştığı, güvendiği, hiç yanından ayırmadığı bu kişilerden şüphe duyar olmuştu. Sonra birden koltuğundan doğrularak “Ailem de var” dedi. Artık ailesi ile de dikkatli olmalıydı. Omuzlarındaki yük ağır gelmeye başlamıştı artık. Şimdiye kadar aldığı rozetlere ve nişanlara artık iğrenti ile bakıyordu. Emekli olmayı düşündü. Erken emekli olabilir ve ıssız bir yere yerleşebilirdi. Ertesi gün artık evden işe giderken geçeceği yolu kendisi belirler olmuştu. Eşine de daha dikkatli olması konusunda uyarılarda bulunmuştu. Fakat açık açık konuşmamıştı. Her ne kadar üstü kapalı konuşsa da eşi yeterince tedirgin olmuştu. Artık rutin işlerini bırakmalıydı. Eğer birisi Bayram’ı öldürmek istiyorsa kullanabileceği en kolay şey rutinlerdi ve Bayram için bu büyük bir zafiyet oluşturuyordu. Masasında oturduktan sonra rutin yaptığı işlerin bir listesini çıkardı. Hafta içi, hafta sonu, bayramda, tatilde… Yaptığı bütün rutin işleri yazdı. O sırada kapı çaldı ve içeriye giren emir astsubayı topuk selamı vererek içeriye girdi. Sol elinde günlük gazeteler, sağ elinde ise köpüklü kahvesi vardı. Bayram direk irkildi. Gazetelere bakarak “Şarbon” diye düşündü. Sonra kahveye baktı, “Fare zehiri” diye düşündü. Emir astsubayı kahve ve gazeteleri uzattıktan sonra tekrar selam vererek dışarıya çıkmaya yöneldi. O sırada Bayram seslenerek emir astsubayını çağırdı. “Kahve pişerken orada mıydın?” diye sordu. “Hayır” cevabını alınca hemen emir verdi. “Bundan sonra olacaksın.” dedi. “Emredersiniz” cevabından sonra “Kahveyi sen iç burada” dedi. Emir astsubayı şaşkın bir şekilde itiraz etmeden içti. Bayram, gözlerini dikerek bir şeyler olması gerektiğini ima etti. Emir astsubayı Bayram’ın karşısında oturmuş kahveyi içiyordu. O sırada da neden bu kadar tedirgin olduğu konusunda konuşuyorlardı. Emir astsubayı kahvenin sonunu da içtikten sonra öksürmeye ve boğazını temizlemeye çalıştı. Sanki kahvenin telvesi boğazına kaçmıştı. Giderek şiddetli bir şekilde öksürüyor, öksürmekten boğuluyordu. Elini kapattığı ağzı giderek büyüyor, sanki gırtlağı ağzından çıkacakmış gibi boğuluyordu. Birden eline bakan emir astsubayının elinde kan görünce panikleyerek ayağa kalkarak öksürmeye başladı. Zaten birkaç saniye sonra yerde hareketsiz yatıyordu. Bayram ise emir astsubayını daha fazla fenalaşmadan koltuğunda bulunan acil yardım düğmesine basmış ve yanına gitmişti. Fakat bir yararı olmamıştı. Hastanede doktorlar ile konuştuğunda tabip albay tahmin ettiği gibi Bayrama “zehirlenme” demiş ve hastayı yoğun bakıma almışlardı. Birlikte zehirlenme nedeni araştırılırken Bayram hala tedirgin bir şekilde düşünüyordu. “Bu kadar yakınımda mı?” Hastanede bekleme salonunda çaresizce yere bakarken Bayram’ın cep telefonu çaldı. Arayan eşiydi. Çok önemli bir şey olmadığı sürece cepten ulaşmazdı. Bayram telaşlanarak hemen telefonu açtı. Kısa bir “Nasılsın, iyi misin?” konuşmasından sonra eşi asıl konuya geçti. “Gönderdiğin çikolatalar elime geçti tatlım. Hatta üstündeki nota bayıldım. Hala çok kibar ve romantiksin. Çikolatanın tadı da çok güzelmiş.” Bayram beyninden vurulmuşa dönmüştü. Birisi onun adına çikolata göndermiş ve eşi de gayet habersiz onu tatmıştı. Hemen telaşlanarak eşine evlerinin arkasında bulunan hastaneye gitmesini ve midesini yıkatmasını söyledi. “Ben de hemen hastaneye geliyorum” diyerek ekledi. Çok şaşıran ve ters giden bir şeylerin olduğunu anlayan eşi ise acilen hastaneye koştu. Bayram arabasıyla giderken telaşlı ve sinirliydi. Sürekli kendine “Neden?” diye soruyordu. Hastaneye varmasına üç-dört dakikalık bir mesafe vardı ki aklına kızı geldi. Hemen kızını aradı. Cep telefonu elinde titrerken zorla kızını bulup arama tuşuna bastı. Kızının sesini duymayı çok istiyordu. Bağlanma için geçen süre sanki yıllar gibiydi. O anda karşıdan bir ses gelmeye başladı. “Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor.” BÖLÜM – 22 O gün çok telaşlı bir gündü. Haftanın ortası olmuş ve yorgunluk başlamıştı. Koşuşturma ve gerginlik bütün komutanların yüzünden okunabiliyordu. Evraklar, binalar ve kişiler tekrar tekrar kontrol ediliyor ve yeniden düzenleniyordu. Mustafa bu denetimin diğerlerinden neden farklı olduğunu sorduğunda ise takım subayı gelecek olan tugay komutanının çok titiz olduğunu ve her türlü detayı incelediğini söyledi. Özellikle de askerlere çok değer veren ve askerlerle çok içli dışlı olan bir komutan olduğunu da vurgulamıştı. Mustafa hazırlıklar tamamlanırken komutanın askerlerle muhabbet edip soru sorabileceğinden haberdar olmuştu. “İnşallah o kişi ben olmam” demişti. Hatta daha sonra gelen bilgiye göre komutan bir askeri alıp, sivil bir yerde yemek yiyecek ve bunu sivil haber kuruluşları kayıt altına alacaktı. Bir an düşündü Mustafa. Bir korgeneral ile, yıldızlı bir paşa ile sivil ortamda yemek yemek… Aslında isterdi fakat kötü duruma düşmekten çekiniyordu. Zaten toplam 20 kişilerdi ve takımda seçilme ihtimali yüksekti. Ağzı laf yapan kişiler arasında ilk sırayı alırdı. Öğle yemeğine kadar dolaşması muhtemel her yer temizlendi. Bakabileceği her dosya gözden geçirildi. Her evrak kontrol edildi. Öğle yemeğini yedikten sonra takım subayı takımı toplayarak komutan hakkında bilgi verdi. “Çok titiz, çok çalışkan, çok başarılı…” Aynı zamanda askerlerin nasıl davranmaları gerektiği konusunda da uyarılarda bulundu. Yemekten sonra takım günlük eğitim planı doğrultusunda eğitime başladı. Daha önceleri sadece kağıt üzerinde yapılıyor görünen eğitimi şimdi yapmaya başlamışlardı. Hatta belki soru sorar diye geçmiş haftadaki konuların üzerinden de şöyle bir geçilmişti. Tam saat 15:30 olmuştu ki havada iki tane helikopter belirdi. Mustafa helikopterleri görür görmez saatine baktı ve “Ne kadar dakik bir adam, tam zamanında geldi” dedi. Birisinden kolordu komutanı diğerinden de korumalar inerek kışla içine girdi. Mesai bitimine yaklaşık yarım saat vardı ve takım subayı takımı yanına çağırdı. Takım büyük bir disiplin içinde takım subayının ve yanındaki kolordu komutanının karşısına çıktı. Takım komutanı kolordu komutanını tanıttıktan sonra, takım ile baş başa bırakmıştı. Sırf tanışmak olsun diye kolordu komutanı takımdaki kişilere “nerelisin, ne iş yaparsın, ne okudun, askerlikte ne öğrendin…” gibilerinden sorular soruyordu. Anlaşılan kolordu komutanında kafası karışıktı. Kafasını meşgul eden bir şeyler olsa gerek ki aynı soruları birkaç kez sorduğu oluyordu. Sıra Mustafa’ya geldiğinde sorular değişmedi fakat Mustafa’nın verdiği cevaplar kolordu komutanının ilgisini çekiyordu anlaşılan. Daha detaylı sorular sormaya başladı. Mustafa’dan ve zekasından hoşlanan kolordu komutanı takım subayına dönerek “Mustafa’nın herhangi bir işi yoksa akşam yemeği için almak isterim” dedi. Takım subayının söyleyecek sözü yoktu. Akşam bir lokantaya hem kolordu komutanı, hem korumalar hem de Mustafa sivil bir araçla ve sivil kıyafetlerle girmişlerdi. Yemek masasının önünde bir medya ordusu yer alıyordu. Mustafa o an İstanbul’da ne kadar çok medya kuruluşu olduğunu düşünmeye başladı. Önce yemeklerin siparişleri verildi. Ardından da yemekler hazırlanıncaya kadar konu ile ilgili bilgi vermek için medya kuruluşlarına zaman verildi. Mustafa menüde tanıdığı yemeklerden sipariş vermiş hatta çatal, kaşık ve bıçağı düzgün kullanabileceği yemekler söylemişti. Medyaya birkaç kare poz verdikten sonra soruları almaya başladılar. Önce kolordu komutanına, sonra Mustafa’ya sorular sordular. Mustafa verdiği cevaplarla da kolordu komutanını mahcup etmemişti. Proje hakkında bilgi veren korgeneral yine dalgın dalgın konuşuyordu. Yaklaşık 20 adet kamera çekim yapıyor, 10 -15 arası gazeteci not alıyor, 15- 25 civarı radyocuda sesleri kaydediyordu. Bütün hepsi normal gibi görünürken birisi Mustafa’nın gözüne çarpmıştı. Radyocu birisi korgenerale sürekli özel hayatından sorular soruyor, proje ve Mustafa ile hiç ilgilenmiyordu. Sürekli söz almak istiyor, sürekli parmak kaldırıyor ve hemen hemen her söz alışında da birbirine yakın sorular soruyordu. Komutanın özel hayatına dair bu kadar çok soru sorulmasından Mustafa bile rahatsız olmuştu açıkçası. BÖLÜM – 23 Günler ilerledikçe Betül, Orkun’a daha yakın davranır ve onunla ilgilenir olmuştu. Tabi duygular karşılıklıydı. Orkun ise evlenme çağı geldiğinin farkında ve evleneceği kişiyi bulmak zorunda olduğunu biliyordu. Orkun evlenmek istediği kişinin özelliklerinin de Betül’de olduğunu biliyordu. Fakat ona bu gözle bakıyor olması çok büyük bir hataydı. Orkun daha önce hiç böyle bir durumla karşılaşmamıştı. Betül’ün yakınlığının iş için mi yoksa hoşlandığı için mi olduğuna karar veremiyor ve sormak için çekiniyordu. Betül ise geçen dört aylık zaman zarfında Orkun’da çok hoşlanmış ve bunu ona göstermeye çalışıyordu. Fakat Orkun cephesinden duygularına karşılık bulamaması onu yıldırıyordu. Artık Orkun’un kendisinden hoşlanmadığını düşünmeye başlamıştı. Bütün yakınlığın iş dolayısıyla olduğunu düşünmeye başlamıştı. Bir gün Betül öğle arasında Orkun’un yemek teklifini kabul etmiş ve birlikte yemeğe çıkmışlardı. Betül’ün tekrardan umutlanmasına neden olan bu olay Orkun’un sitenin kullanıcı adı ve şifresini istemesi ile Betül’de büyük bir yıkıma neden olmuştu. İşte o günden sonra Betül bütün ilginin bu bilgileri almak için olduğuna inandı Çok kırılmıştı fakat yine de bilgileri verdi. Orkun, Betül’ün bu aşırı tepkisi karşısında şaşırsa da onun gönlünü almak için çok uğraştı. Sonunda bilgileri almıştı ve kendi hakkında bir araştırma yapabilirdi. Kendi geçmişini belki Betül daha önce defalarca okumuştu. O gün radyoda sabahlayacağını ve bir araştırma yapmak istediğini söylediğinde ise Betül şaşırmış ve “Acaba benim hayatımı mı araştıracak?” diye düşündü. Sabaha kadar bilgisayarın başında kendi hayatını, hayatındaki isimleri, annesinin hayatını ve onun hayatındaki isimleri araştırdı. Büyük bir kartonun sol tarafına önce kendi ismini sonrada sağ tarafa annesinin ismini yazdı. İlgili isimleri ve bağlantıları ok işaretleri ile gösterdi. Hem annesinin hem de kendisinin hayatındaki ortak olay ve isimleri daire içine alarak tekrar incelemek için not aldı. “Kader” dedi. “Ne kadar pis ve kokuşmuş bir hayat” diye ekledi. Annesinin hayatı o kadar kısa ve basitti ki yazılacak dişe dokunur herhangi bir şey yoktu. Çalıştığı barların isimleri birlikte çalıştığı fahişeler… Sürekli müşterileri ve bar patronları… İnternet sitesini kapattıktan sonra elindeki matrise bakarak düşünmeye başladı. Olayları internetten aradığında fazla bir bilgi bulamamıştı. Fakat iki isim çok ilgisini çekmişti. Bunlar internet sitesi tarafından saklanmış ve açıklanmayan isimlerdi. B***** G*** şeklinde ve O*** T**** şeklindeydi. Her ne kadar bu şekilde bir arama yaptıysa da bir sonuç üretemedi. Bunun yanında bir isim daha gözüne çarpıyordu. Saadettin Turan. Her ne kadar isim hakkında çok fazla araştırma yaptıysa da annesi veya kendisi ile ilgili bir bilgiye ulaşamadı. Sabaha karşı masasının üzerinde uyuya kalmıştı ki sokaktan geçen çöp kamyonunun sesiyle uyandı. Saatine baktığında sabahın 5’ini gösteriyordu. Yaklaşık 2 saattir uyuyordu. Bilgisayarın faresini oynatınca bilgisayarın ekranı aydınlandı. İnternet tarayıcısını açtı, internet servisine bağlandı. Arama kutusuna Betül’ün ismini ve soy ismini girip Enter tuşuna bastı. Sağ tarafta o güzel yüzü ve sol tarafta en ince detaylarına kadar hayatı yazıyordu. Bitirdiği okullar, edindiği başarılar, aldığı ödüller, çalıştığı yerler, ailesi hakkında da detaylı bir bilgiye ulaşmıştı. Gayet sade gösterişsiz ve mutlu bir aile tablosu karşısındaydı. “Belki” dedi farkında olmadan. Aslında Orkun’da Betül ile arasındaki soğukluğun farkındaydı Betül Orkun’daki bazı şeylere çok kızıyor ve sitem ediyordu. Hatta bazen çok yakın oldukları günün ertesinde Betül tafra yapıyordu. Bu tafralara ve nedenlerine ise Orkun bir anlam veremiyordu. Tekrar Betül’ün hayatını incelemeye başladı. Fotoğrafta o kadar güzel çıkmıştı ki bakmaya doyamıyordu. Saçları, gözleri ve gülümsemesi… Fotoğrafı büyüttüğünde Betül artık tam ekran karşısındaydı. Sanki Orkun’un gözlerinin içine “Seni seviyorum” diye haykırıyordu. Farkında olmadan elini ekrana uzattı ve ekrandaki Betül’ün yanaklarında gezdirmeye başladı. O sırada hayaller ve düşünceler içindeydi. Hatta o kadar çok dalmıştı ki arkasından açılan kapının farkına varmadı. Çalışanlar yavaş yavaş iş yerine gelmeye başlamıştı. İlk gelen içeriye girmiş ve Orkun’a doğru yürümeye başlamıştı. Orkun ekranda bir siluet görünce hemen arkasına döndü. İşte o an dondu kaldı. “Şey… Ben… Sadece… Yanlış anlamanı istemem.” diyebildi. Betül ise bir resme bir Orkun’a bakarak gülümsüyordu. BÖLÜM – 24 İçinde acayip bir kusma isteği vardı. Bacakları kasılıyor, bacaklarından ayaklarına kadar sıcaklıklar akıyordu. Karnının içinde sabırsızlanan bir varlık çıkmamak için direniyordu. Bacaklarının arasına kafasını sokmuş olan bir kadın Kürtçe bir şeyler bağırıp duruyordu. Karnındaki varlık çıkmamak için dirense de kadın sanki onu sakinleştirmek için masaj yapıyordu. Kusma isteği giderek artıyor ve boğazına düğümlenmiş çığlığı çözemiyordu. Bacaklarını kapatmak ve içindekini çıkarmak içi neler vermezdi. Gözlerini fal taşı gibi açıyor, karnındaki çıkarmak için ıkınıyordu. Fakat Rizi kalkmak istedikçe karnındaki daha çok direniyordu. Kocaman göbeğinden bacaklarının arasını göremiyordu. Bacaklarının yanması o kadar çok artmıştı ki artık bacaklarına dokunan elleri hissetmiyordu. Karşısında ona bakan adamların gözleri de başka bir öfke katıyordu duygularına. Şimdiye kadar hiç bağırmayan Rizi bir anda “Kusuyorum” diyerek bağırdı ve yanına getirttiği kovaya kustu. O sırada öyle bir rahatlama hissetti ki sanki mengeneler arasında sıkışmaktan kurtulmuştu. Rahatlamış bir biçimde tekrar uzandı. Yanma hissi geçmişti artık. Gözlerini açtığında karısında bir kadın elinde bir erkek bebekle Rizi’ye gülümsüyordu. Adamlarda dışarıya çıkmıştı. Bacaklarını zorla kapattı. O sırada bacaklarının arasından bir şey aktığını hissetti. Göğüsleri gergindi. Sanki birisi elleriyle sıkıyor gibiydi. Kadın, Rizi istemese de göğüslerini yırtarak açtı ve bebeğini kucağına vererek göğüslerini emmesini sağladı. O sırada diğer boştaki göğsünden de süt gelmeye başladı ve Rizi ikinci rahatlama hissetti. Yanındaki kadın daha sonra bebeği alarak “Haydi dinlen artık” dedi ve Rizi’yi uyumaya bıraktı. Rizi ise rahatlamanın verdiği huzur ve uyku hali ile gözlerini kapattı. Etrafında dolanan kişileri duyup hissedebiliyor fakat bir cevap veremiyordu. Sanki bütün enerjisi kaybolmuştu. Oda giderek boşalmaya ve temiz hava dolmaya başladı. Sakinlik, rahatlık ve huzur... Saatlerce uyuyabilirdi. Sanki aylardır uyuyordu. Gözlerini araladığında enerji doluydu. Yüzükoyun yatmak bile onun için büyük bir keyifti. Gözlerini açtığında karşısında Beda vardı. Elini tutuyordu. Birbirlerine gülümsediler. Aslında sevmediği hatta hoşlanmadığı halde onu seviyormuş gibi davranıyordu. Yaşamak için yapması gereken buydu. Ayaklandığında kendisi için hazırlanan odaya geçti. Bebeği ve kendisi için hazırlanmış şık bir yatak ve süslü eşyalar. Bu oda Beda’nın odası tarafında bulunuyor ve Beda’nın odasına açılan bir kapı bulunuyordu. Kendisine hizmet etmesi için görevlendirilmiş iki kadın gerçekten de ayağında dönüyordu. Artık bu odadan fazla çıkamıyordu. Yemek ve tuvalete gitmek için dışarıya çıkıyor ve hemen geri dönmek zorunda kalıyordu. Sık sık bebeği ile ilgileniyor ve onu seviyordu. Kadınlarla konuştukça rahatlıyor ve dertlerini paylaşıyordu. Sık sık odaya Beda geliyor ve ikisini de kontrol edip gidiyordu. Arada sırada saatlerce odada kalıyordu. Her ne kadar Rizi bundan çok sıkılsa ve aşık numarası yapsa da belli etmemeye çalışıyordu. Kapısında ise bir koruma sürekli nöbet tutuyor ve herhangi bir durumda olaya müdahale ediyordu. Rizi artık yavaş yavaş sıkılıyor ve dışarıya çıkmak istiyordu. Bunu Beda’ya dile getirdiğinde ise tahmin ettiği gibi olumsuz cevap almıştı. Artık özgürlüğünü özlemişti ve günde izin verilen bir saatten fazla dışarıya çıkmak istiyordu. Hatta bir keresinde çaktırmadan dışarıya çıkmış ve saatlerce dolaşmıştı. Geri döndüğünde ise bebeği ağlamaktan morarmış bir halde açlıktan kıvranıyordu. Hemen dolgun göğüslerini açıp elleriyle biraz yumuşattıktan sonra bebeğinin karnını doyurmuştu. Yine bir gün Beda odaya girerek bebeği ve Rizi’yi kontrol etmişti. Yarım saat falan odada vakit geçirmişti. Rizi için geçmek bilmeyen yarım saat. Bebeği ve Rizi’yi sevmiş onları öpmüştü. Hatta sapıkça Rizi’nin göğüslerindeki sütü emmişti. Beda çıkar çıkmaz odanın dışarıya açılan kapısından içeri koruma girdi. Rizi heyecanla yatakta doğruldu. “Canım” dedi. Koruma “Aşkım” diyerek içeriye atıldı. “Sence bebeğimiz hangimize daha çok benziyor” diye ekledi. BÖLÜM – 25 Bu adam nereden çıktı ki? Beni nasıl buldu? Beni nereye götürüyor? Cevapların yoğunluğu ve sevimsizliği Halil’i boğuyordu. Adam sürükleyerek Halil’i lüks panelvan tarzı bir arabaya bindirdi. Aracın camları siyah filmlenmişti. Dışarıdan içerisi görünmüyordu. Aracın içerisi bir ev gibi döşenmişti. Buzdolabı, koltuklar ve televizyon… Adam şoföre seslendi. “Sür” dedi. Halil ise bir sürü soru işaretine yenisini ekleyerek “Nereye gidiyorum ben?” diye düşündü. Adam Halil’i koltukların yan tarafında bulunan kelepçeyle kelepçeledi. Kaçması imkansızdı. Sanki her şeyi düşünülmüş kusursuz bir plandı. Araç önce otobana çıktı. Gayet hızlı bir şekilde güvenlik şeridinden ilerliyordu. Daha sonra yaklaşık bir saatlik bir süre otobandan ayrıldı. Tali bir yola saptığında yol kenarında sadece barakalar ve ıssızlık vardı. Yaklaşık 20 dakika bu yoldan devam ettiler. İleride bir koruluk görülmeye başlamıştı. “Bu aracı bu yollarda nasıl kullanıyorlar?” diye düşündü. İlerideki koruluğa gittikçe yaklaşıyorlardı. Yol iyice bozulmuştu. Sanki tabir tarlanın içerisinden gidiyorlardı. Her taraf toz olmuştu. “Beni öldürecekler” diye düşündü. Sayıklamaya başladı. “ Issız bir yere cesedimi atıp gidecekler” Derken koruluğun kenarında içeriye doğru sapan asfaltlanmış yola döndüler. Özel olarak döktürülmüş bir asfalt olduğu belliydi. Üzerinde ne bir trafik işareti ne de bir çizgi vardı. Asfalt yol koruluğun içine doğru ilerledikçe Halil ölüme giderek daha çok yaklaştığını biliyordu. Koruluğun ortasına doğru geldiklerinde bir çiftlik evi tarzında bir evin çatısı görünmeye başladı. İlerledikçe en üst katı da ortaya çıktı. Bir alt katını göremiyordu. Etrafı sur gibi yüksek duvarlarla çevriliydi. Araç yavaşlayarak giriş kapısına 15-20 metre kala durdu. Şoför elini uzatarak yerden çıkan panele bir şife girdi ve devasa kapıya doğru ilerledi. Kapının önünde elinde makineli tüfekle bekleyen iki koruma vardı. Korumalara yaklaşırken hızı sabitti. Korumanın birisi aracı kontrol ederken diğeri içeriye anons ediyordu. Anons onaylandıktan sonra aracı kontrol eden koruma onayı verdi ve elinde telsiz bulunan adam bir şifre gidererek devasa kapıyı açtı. Araç yavaş yavaş saatte en fazla 30 km/s hızla içeriye yöneldi. İçeride 10 15 dakika ilerledikten sonra bir bina ve önünde havuzu bulunan araç park yeri göründü. Her 50 metrede bir korumanın yer alması binanın iyi korunduğu konusunda bilgiyi veriyordu. Halil’in yanındaki adam kelepçeyi açtı ve Halil’in kolunu sıkarak arkasına aldı ve araçtan indirdi. Hızlı adımlarla yürüyerek binanın içine doğru yöneldiler. Halil daha önce izlediği Amerikan filmlerini hatırladı. Hala korkuyordu. Binanın arkasındaki bir golf sahasının yanında bulunan golf arabasının yanında dikilen üç adam vardı. İkisinin sürekli etrafa bakması ve bellerindeki kabarıklık onların koruma olduğunu gösteriyordu. Halil’i kolu sıkılmaktan morarmaya başlamıştı artık. Adamların yanına yaklaştılar. Korumaların yanındaki adam Halil’i süzdükten sonra Halil’in yanındaki adama dönerek “Anlat” dedi. Adam sabahtan itibaren yaptıklarını, Topkapı Sarayı’nda yaptıklarını, Halil’in hırsızlığını ve planını anlattı. Halil’in bile fark etmediği ayrıntılara bu adam dikkat etmişti. Hatalarını ve hoşuna giden taraflarını söyledi. Adam Halil’e dönerek “Hayatını anlat” dedi. Halil Adıyaman’dan geleli çok olmadığını orada yıllarca dilendiğini sonra kaçtığını anlattı. Adam Halil’in yanındaki korumaya dönerek “Patrona götürün” dedi. Binanın içine girerek üst kata çıktıklarında iki korumanın arasında diz çökmüş ve suratı kanlar içinde olan bir adam ağlıyordu. Önünde bulunan adam kafasını kaldırarak Halil ve yanındakilere baktı. Sinirli bir şekilde “Ne var” diye bağırdı. Koruma yine aynı şekilde bugün olanları anlattı. Adam bir elindeki silahı okşarken düşünmeye başladı. Kafasını kaldırdı tekrar Halil’e baktı. “Çok geç” dedi. Tekrar düşünmeye başladı. Silahını kaldırdı ve Halil’e doğrulttu. Halil kendini ölüme hazırlamış gibi hiç kıpırdamadı. Silahı diz çökmüş adama doğrultup alnına dayadı ve tetiği çekti. Her tarafı kan olan adamın cansız bedeni yere yığılınca Halil kamyon şoförünü ve tecavüzü hatırladı. Şoförün cansız bedeni gözünün önündeydi. Adam silahı tekrar okşarken Halil şoktaydı. Silahın sesi hala kulaklarında yankılanıyordu. Adam Halil’e döndü “Ölmek mi kolaydır yoksa öldürmek mi? diye sordu BÖLÜM – 26 Soğuk soğuk terliyordu ağzında kelimeler bir taş gibi ağırdı. Kekeleyerek “Ben bu benim” dedi. Betül işaret parmağını Orkun’un dudaklarına götürdü ve eğilerek dudaklarından öpmeye başladı. Orkun sarhoş gibiydi. Başı dönüyor ve şokun etkisiyle Betül’e bakıyordu. Ne tepki vereceğini bilemiyordu. Artık yapabileceği tek şey vardı o da kendisini bırakmak. Gözlerini kapattı sanki farklı bir yerde, bir boşlukta dönüyordu. Dudakları yavaş yavaş ıslanmaya başlamıştı. Dilleri birbirine çarpıyordu. Betül, Orkun’un üzerine eğilmiş sanki bütün hislerini Orkun’a iletiyordu. Son bir öpücük daha verdikten sonra doğrulurken Orkun’un gözleri açılan yakasından içeriye doğru kaydı. Dolgun göğüslerini ve bunları tutamayacakmış gibi görünen sutyenini gördü. İçi akıyordu sanki oluk oluk. Kasıklarına baskı yapıyordu. Betül doğrulduktan sonra gülümseyerek Orkun’a bakıyordu. Orkun dayanamadı ve kolundan tutarak kendine çekti. Betül hemen Orkun’un kucağına oturuverdi. Orkun’un bacaklarının arasındaki sertliği hissedince güldü ve Orkun’u öpmeye devam etti. Dakikalarca. Daha sonra masaya karşılıklı oturup birbirlerinin elini tutarak içlerindeki her şeyi paylaştılar ve itiraf ettiler. Orkun bütün hislerini, düşüncelerini ve evlenmek istediğini buna rağmen geçmişinden utandığı için çekindiğini anlattı. Betül ise Orkun’un geçmişi ile birkaç kelime ettikten sonra kendi düşüncelerini ve yaklaşık bir aydır bu anı beklediğini anlattı. Sonra saçlarını toplayarak sağa, başını da sağa yatırdı. Gülümsüyordu. Bütün çekiciliği ve şirinliğini toplayarak Orkun’un ellerinden tuttu. “Eee artık teklifte bulunmayacak mısın?” diye sordu. Orkun şaşırdı ve “Ne teklifi? dedi birazda anlamamazlığa vurdurarak. Betül bir kahkaha attıktan sonra “Evlenme teklifi budala” dedi. Orkun tekrar şok olmuştu. Tekrar kekelemeye başladı. “Bu kekemelik nereden geldi. Ben kekelemem ki” diye başladı. “Benimle evlenir misin?” dedi ve sonunda Betül ile kollarını iki yana açıp “Eveeettt” diye bağırdıktan sonra Orkun’a sarıldı. Orkun’da kollarını Betül’e sararak koklamaya ve saçlarını öpmeye başladı. Betül ayağa kalkarak durdu “Artık bu kadar yeter. Şimdi diğerleri gelmeye başlar. Şimdilik aramızda” dedi. Orkun başıyla onaylayarak ayağa kalktı ve son bir ez daha sarıldıktan sonra masasına geçti. O gün öğleden sonra izin isteyerek dışarıya çıktı. Ankesörlü telefona geçerek uzun zamandır aramadığı annesini aradı. Evin telefonu uzun süre çaldıktan sora sarhoş ve geceden kalma bir kadının sesi yavşakça duyuldu. “Aloooo” İlk Orkun sesi duyduğunda içini bir öfke dumanı kapladı. Karşıdaki ses tekrarladı. “Alooo” Bu sefer daha çok kendine gelmiş gibiydi. Orkun tam telefonu kapatmak üzereyken cesaretini toplayarak cevap verdi. “Benim. Orkun.” Bu sefer Orkun değil karşı taraf şoktaydı. Görüşmek istediğini ve hafta sonu geleceğini söyledi. Adresi not defterine kaydettikten sonra telefonu kapattı. “Anne” bile dememişti telefonda. İkisinin de içinde büyük bir öfke vardı. Sıkı ve gergin bir görüşme olacağının sinyalleri şimdiden verilmişti. O hafta sonu öğleden sonra adresi bulup zile bastığında çocukluğunun geçtiği ev olmamasından dolayı sevindi. En azından çocukluk anılarını hatırlamayacaktı. Kapı açıldığında eski hatırladığından daha kilolu ve daha yaşlı bir kadın kapıyı açtı. Öğle vakti olmasına rağmen hala elinde içkiyle dolaşıyordu. Orkun konuyu nasıl açacağını bilmiyordu. Annesi ise Orkun’dan daha hızlı davranmış ve “Beni neden terk ettin” diyerek hararetli geçecek bir sohbeti başlatmıştı. Karşılıklı suçlamalar ve hakaretler ortamı giderek geriyordu. En son karşı karşıya geçmiş ayakta birbirlerine küfür ediyorlardı. Annesi en sonunda dayanamadı ve elini kaldırarak Orkun’a doğru savurdu. Onu ani bir hareketle annesinin elini tuttu ve sıkarak aşağıya indirdi. Arkasını dönerek koltuğa oturdu. Annesinin de oturmasını bekledi. Gözlerini annesine dikerek “Bunca yolu seninle tartışmak için gelmedim. Babamı arıyorum” dedi. Annesi o an yıkılmıştı. Orkun’un kendini hayatından tamamıyla çıkardığını anladı. “Neden onu arıyorsun, para mı isteyeceksin” dediğinde Orkun tekrar öfkelendi. İşinden, Betül’den ve gayet güzel giden hayatından bahsetti. Bir de gördüğü kadarıyla annesinin hayatına değindi. Artık mutlu bir hayat geçirmek istediğini ve geçmişini silip geleceğine odaklanacağını anlattı. Her ne kadar aile hayatı yaşamak istemese de Betül’ü ne kadar çok sevdiğini ve evleneceğini söyledi. Onları rahatsız etmemesini istedi. Annesi yıkım üstüne yıkım alıyor ve giderek tepkisizleşiyordu. Sonunda ağlamaya başladı. “İki isim var önümde” dedi. “Birisi Ö.T diğeri B.G.” dedi. Annesi gözlerini silerek kafasını kaldırdı ve Orkun’a baktı. “Madem bu kadar yaklaşmışsın… İsmi Bayram Genç” dedi. BÖLÜM – 27 “ Bebeğim seni çok merak ediyorum telefonunu açınca acil bana ulaş.” dedikten sonra “Sesli mesaj kaydedildi” uyarısını aldı. Telefonunu kapattı. Eşini aradı daha sonra “Her şey normal tatlım bir sorun yok gözetim altında tutuluyorum” cevabını aldıktan sonra biraz olsun rahatladı fakat aklı hâlâ kızındaydı. Şoför arabayı hastanenin önüne park etti. Bayram hızlı adımlarla ACİL kapısından girmeye hazırlanıyordu. Hemen eşinin yanına giderek elini tuttu. “Nasılsın tatlım?” Eşi gülümsedi. “İyiyim” dedi. Zaten Bayram da iyi görmüştü. “Doktorla görüşeceğim” diyerek ayrıldı. Odadan çıkarken telefonu çalmaya başladı. Arayan kızıydı ve açınca kızının sesini duymak Bayram’ı rahatlattı. “Nasılsın?” dedi. “İyiyim babacığım ne oldu?” “Bir şey yok kızım. Bugün her hangi bir durum oldu mu?” dedi. Biraz düşündükten sonra kızı “Tek enteresan şey senin okula gönderdiğin çiçekti fakat okulda dersim olmadığı için alamadım.” dedi. “Tamam. Kesinlikle o çiçeği alma.” dedi Bayram. “Neden?” diye sordu kızı. “Alma ve kendine dikkat et. Rutin yaptığın işlerden kaçın.” dedi. “Emredersiniz babişkom” diyerek telefonu kapattı. Bayram tekrar içeriye girerek eşine mutlu haberi verdi. Doktorun yanına giderek tehdit altında olduğunu bir zehirlenme vakası olabileceğini anlattı. Doktor yenilen maddenin kana karışmadan çıkartıldığını söyleyince rahatladı. Tekrar eşinin yanına gittiğinde eşi sorgular gözlerle Bayram’a bakıyordu. Bayram artık her şeyi anlatmak zorundaydı. Kışlaya geri dönerken bir taksi kullandı ve karargah binası yerine farklı bir binaya ve Grup komutanının odasına girdi. Hemen cep telefonunu çıkararak çocukluk arkadaşı Sadık’ı aradı. “Beni ve ailemi koruyacak kişilere ihtiyacım var ve asker olmayacak. Gerçek güvenlik istiyorum” dediğinde Sadık çok şaşırmış ve olayı anlatmasını istemişti. Bütün olayları anlattıktan sonra Sadık telefonu kapattı. Yardımcı olacaktı. Cep telefonuna gelen mesajla irkildiğinde Bayram ayaklarını masaya uzatmış dalgın dalgın düşünüyordu. Mesaja baktı. Sadıktan geliyordu. “Çok ciddi işler başarmış bir mafya. İyi bir koruma sağlayacaktır. Biraz pahalı sadece. Telefon numarasını gönderiyorum” Kafası karışıktı. “Askeriye kendi komutanını koruyamıyor” diye düşündü. Kendini çok güvensiz hissediyordu. Hemen numarayı arayarak kendini tanıttı ve olayları anlatarak koruma istediğini söyledi. Karşısındaki kişi ise gayet ciddi bir şekilde “Bu önemli bir iş komutan şakası ve geri dönüşü olmaz kesin kararlı mısın?” dediğinde Bayram “Kesinlikle” dedi. Karşısındaki ses bilgilerini alarak işin başladığını söyledi. Her Cuma günü kendine rapor gönderilecekti. İstediği para ise Bayram’ın aylık maaşının 5 katıydı ve her ay bu parayı ödemesi gerekiyordu. Birikimini düşünerek kabul etti ve korumaların isimlerini aldı. Eşine, kızına ve kendine birer adet koruma görevlendirirken bunların yanında her birinde ikişer gizli koruma eşlik edecekti. Ertesi gün korumalar eve gelerek eşiyle ve kendisiyle tanıştı. Kızını da arayarak korumaların geleceğini söyledi. Bayram artık kendisini daha rahat hissediyordu. Asıl önemli olan ise Cuma günü gelecek olan rapordu. Endişeli bekleyiş başladı. Şimdiden herhangi bir tehdit almaması işlerin yolunda gittiğinin göstergesiydi. Cuma gününe kadar herhangi bir aksiyon olmadı. Cuma günü tanımadığı bir numara arayarak 35. Sokakta bulunan telefon kulübesinin önünde beklemesini söyledi. 3 saat sonra kulübenin önünde beklerken önünde bir araç durdu ve bir dosya uzattı. Dosyayı uzatan adam “Dosyayı incele beğenmezsen bitirelim” dedi. Eve gelip eşiyle birlikte dosyayı incelemeye başladıklarında ikisi de şok oldu. Ailesine karşı düzenlenen tam 23 girişim vardı. Dosyada tarih saat ve girişimin bütün ayrıntıları vardı. Dosyada neler yoktu ki eve girmeye teşebbüsler, silahlı saldırılar, zehirlemeler… Artık Bayram rahattı ve güvenlik hat safhadaydı. Bayram günler geçtikçe askerlikten de soğuyordu. Eski itibar ve popülaritesi artık kalmamıştı. Hatta ihraç dedikoduları ortalıkta dolaşıyordu. Aylar ilerledikçe işinden olduğu gibi artık eşinden de soğumaya başlamıştı. Ödemeler ağır gelmeye başlamıştı. Üsleri bu durumdan rahatsız olarak Ege Ordu Komutanlığı 3. Kolordu Komutanlığına atadılar. Mekan değişikliği iyi gelir diye düşünmüşlerdi. Eşini de alarak evini İzmir’e taşıdı. BÖLÜM – 28 Duyduğu soruyla beyninden vurulmuşa döndü Halil. “Ölmek mi kolaydır. Öldürmek mi?” defalarca söyledi kendine. Sorunun altında yatan anlam çok basitti. “Ölmek mi istiyorsun yoksa katil olup bizim için çalışmak mı?” Geçmişini düşündü Halil, geleceğini düşündü. Yanındaki adamlara baktı. Ya bunlar gibi olacak ya da ölecekti. “Öldürmek” dedi en sonunda. Silahı tutan adam büyük bir kahkaha attı ve “Bu durumdaki herkes seninle aynı cevabı verdi fakat kimse yaşamaya devam edemedi” dedi. “Demek ki başka kişileri de buraya getirmişler” diye düşündü Halil. “Ölürsem de zaten arkamdan ağlayacak kimse yok” dedi.”Annem babam yok benim” dedi. “Daha önce hiç silah kullandın mı?” diye sordu adam. “Hayır ama çabuk öğreneceğime eminim. Merakım var” dedi Halil. Aylarca sürecek eğitim başlamıştı o günden sonra bir seri katildi artık Halil. Binanın arkasındaki boş araziye gidiyor ve günde yüzlerce mermi harcıyordu. Keskin nişancılık, tabanca eğitimi, yakın dövüş sanatları… Gün geçtikçe Halil kendini geliştiriyordu. Eğitim veren adam ile konuşuyor ve başından geçen olayları dinliyordu. Hepsinden bir nasihat çıkarıyordu. Tabanca eğitimi alırken önce sabit nişan alıp isabet ettirmeyi öğrendi. Daha sonra aldığı keskin nişancılık eğitiminde de önce 250 metre daha sonra 500 metre ve 1000 metreden hedefi isabet ettirmeyi öğrendi. Rüzgarın hızını, hava sıcaklığını, nem oranını hepsini hesaba katarak 2000 metreden atışlar yapmaya başladı. Yakın dövüş sanatlarından da Judo ve Tekvando öğrendi. 8 ay gibi bir zaman geçmişti ilk gelişinden. Tavırları ve kendisi artık çok değişmişti. Sürekli siyah takın elbise giyiyor, son model araçlarla dolaşıyor ve son teknolojik aletler kullanıyordu. Halil’in değişimi ve gelişimi o kadar çok hızlı olmuştu ki artık ufak tefek görevlerde ek adam olarak çıkıyordu. Yanındaki arkadaşları tarafından izlettirilen video eğitimlerle de bir saldırının nereden yapılacağını ve nereden korunmasız kalınacağını öğreniyordu. Artık tam bir seri katil olmuştu. Tabi bunu uygulama ile göstermesi gerekiyordu. Bir gün patron Halil’i çağırarak bir cinayet işine Akın ile birlikte gitmesini istediğini söyledi. Halil heyecanlanarak hemen kabul etti. Artık maketler üzerinde değil gerçekler üzerinde eğitim alacaktı. Videolarda gördüğü sahneler gerçek olacaktı. Hedef bir işadamıydı. Patronunun aldığı yüklü miktardaki para kişinin çok önemli olduğunu konusunda bilgi veriyordu. Verilen dosyada kişinin resmi, işi, ailesi hakkında bilgiler ve hayatı gibi önemli bilgiler vardı. Son sayfada ise kişinin bulunacağı yer ve saat yazılıydı. Bilgilere göre infaz 4 gün sonra bir kafenin içinde olacaktı. Halil ve Akın arabaya binerek önce kafede oturdular. Birer kahve içerek etrafı gözlemlediler. Daha sonra binadan çıkarak etraftaki binalardan görüş açısı en iyi olan binayı seçtiler. Akın tam bir profesyoneldi. Hangi binadan ateş edip, hızla olay yerini terk edeceğinde nasıl gideceğini çok iyi biliyordu. Diğer günler boyunca her gün farklı bir masaya oturarak kafede vakit geçirdiler. Güvenlik kameralarını, mahalle sakinlerini ve çalışanları gözlemlediler. Bütün bilgileri not edip kaydettiler. Hangi masaya oturursa otursun nereden ateş edeceklerini ve hangi yolu izleyeceklerini kararlaştırdılar. İnfaz günü sabahtan yerlerini aldılar. Adamın gelmesine yaklaşık 6 saat vardı. Adam yaklaşık 45 dakika geçirecek ve bir bayanla konuşup ayrılacaktı. Halil sürekli etrafta dolaşıyor, alış veriş yapıyor ve ortalığı gözlüyordu. Akın ise bir lokantada oturmuş yemek yiyiyordu. Sonunda adam geldi ve cam kenarına oturdu. Şoförüne “Sen git” işareti yaptı. Akın ve Halil kararlaştırdıkları noktada buluşarak teçhizatlarını kurmaya başladılar. Adam tam karşısında kahvesini yudumluyordu. Halil son kez dürbünle etrafı kontrol etti. Akın’a hazır olduklarını söylediğinde Akın dürbünden avını gözlüyordu. Akın etrafı tekrar kontrol etmesini istedi. Halil tekrar kontrol etti ve “Uygundur” dedi. Akın son ikazlarını yaptı. “İş biter bitmez hemen arkadan aşağıya inip 3 araç değiştirerek merkeze gideceğiz. Bizi koruyan 12 koruma olacak fakat sen bunları fark edemezsin.” Akın saymaya başladı. 3-2-1 ve tetiği çekti. Halil’in son gördüğü adamın iki kaşının ortasından akan kan ve masaya kafasını çarpması oldu. Koşarak kaçarken çığlıkları ve kargaşanın kaosunu duyabiliyordu. Hemen araca binerek farklı istikamete gittiler. Oradan araç değiştirip farklı yerlere gittiler. Son açlarda merkeze götürdü onları. Başarılı bir operasyondu. Artık Halil tek başına operasyona çıkabilirdi. BÖLÜM – 29 Yemekten sonra birliğine döndüğünde Mustafa çok sevinçliydi. İlk defa bir komutan ile yemek yemiş ve güzel bir gün geçirmişti. Zaten kalan günler giderek azalıyor ve Mustafa yerinde duramaz hale geliyordu. Sanki zaman geçmek bilmezmişçesine bu seferde yavaş yavaş geçiyordu. Bir keresinde telefonda annesi ile konuşurken “Sanki bir gün 30 saat anne” dediğinde özlem çekmenin anlamını anlamıştı. Arkadaşları ise asker jargonuyla buna kısaca “Şafak sıkıştırıyor” diyorlardı. Günlerin hızlı geçmesi için elinden geldiğini yapıyor fakat yinede günlerin geçmediğini söylüyordu. Aynı zamanda bir asker olmanın vazgeçilmez gururunu taşıyordu Mustafa. Belki Asteğmen rütbesi ile gelseydi bu kadar coşkulu olmazdı. Nöbet tuttukları yerin hemen yan tarafında bulunan göndere asılmış Türk Bayrağı’nı gördükçe göğsü kabarıyordu. Gece her nöbetinde bu bayrağa bakar ve “Bu vatan toprağını, bu bayrak altında bekledim be arkadaş” derdi. Hatta telefonlar konuştuğu arkadaşlarına ve yakınların konu açıldığında “Siz rahat uyuyun diye ben nöbet tutuyorum” derdi. Gece 03:00 – 05:00 nöbetinde 02:30’da uyanırdı. Üzerini değiştirir kamuflajını giyerdi. Silahlık görevlisinden aldığı çelik yelek, fiber başlık ve tüfek ile yola düşerdi. Doldur boşalt istasyonundan aldığı bir yedek, bir de asıl şarjör ile tüfeğini doldurur ve nöbet yerine giderdi. Nöbette olan arkadaşlarından “Vukuat yoktur” diyerek aldıkları nöbeti yine saat 05:00 sularında “Vukuat yoktur” diyerek diğer arkadaşına devreder ve 05:30 sularında yatağına yatardı tekrar. Her sene çıkan ve o sene Başbakan ile Genelkurmay Başkanı’nın görüşmeleri ile tavan yapan “askerlik kısalıyor” ve “askerlik tek tip oluyor” dedikoduları ise Mustafa’nın bunalıma girmesine neden olmuştu. Her ne kadar konuya hakim insanlarla konuşmalarındaki ufak bir ihtimalin olması bile canını sıkıyordu. Askerlik tek tip olursa Mustafa 3 ay daha askerlik yapacaktı. Mustafa’nın bu karardan etkilenip etkilenmeyeceği ise şüpheliydi. Askerlik Mustafa için rahat ve kolay olsa da psikolojik olarak büyük bir sınavdan geçiyordu. Ailesini ve kız arkadaşını çok özlemişti. Özgürlükleri kısıtlanıyordu. Üstelik 15 günde bir çarşı iznine çıkabiliyor olması moralini bozuyordu. Askerlik Mustafa’nın beklediği gibi de değildi zaten. Askerlik öncesi çok militarist bir genç olan Mustafa askeriyenin içini gördükçe askeriyeden oldukça soğumuştu. Günler azaldıkça “Bitmiyor, geçmiyor günler” sözleri Mustafa’dan daha çok duyulur olmuştu. Daha sık telefonlar görüşüyor, daha sık çarşı iznine çıkmak istiyordu. Askerliğin yarısını geçeli çok fazla olmasına rağmen sıkılmıştı. Ailesi izin alıp gelmesi yönündeki baskılarında ısrarcı olsa da “izin almadan bitireceğim” diyerek karşı çıkıyordu. Bir an önce bitirip evine dönmek ve sevdiklerine kavuşmak istiyordu. Bilgisayarına dokunmak, internette saatlerce araştırma yapmak, müzik eşliğinde uyumak, soslarla ve mezelerle donatılmış sofralarda yemek yemek ve hepsinden önemlisi sevdikleri ile birlikte olmak için neler vermezdi. Artık cenazeler ve diğer faaliyetler de zevk vermiyordu Mustafa’ya. Giderek sıkılıyordu. Devrelerinin durumu fark etmesi ile Mustafa’ya uyarılarda, telkinlerde bulunmaya çalıştılar. Mustafa en sonunda kıta içinde bulunan Rehberlik ve Danışma Merkezi’ne gitmeye karar verdi. Çok fazla ön yargılı ve tedirgin olsa da bu sıkıntıları daha fazla çekmemeye karar verdi. Salı günü revir çavuşu ile birlikte RDM’ ye gitti. İçerideki doktorun asteğmen ve bir öğretmen olması onu çok şaşırtmıştı. RDM doktoru da kendi gibi bir askerdi. Kendi devresi fakat uzun dönem yani 12 ay asteğmendi. Rütbesi üstün olduğu için kendi devresine “Komutanım” demesi gerekiyordu. Bütün olan biteni ve düşüncelerini anlattı. Asteğmen ise gayet net ve anlayışla karşılayarak kalan günleri düşünmemesi tavsiyesinde bulundu. Komutanlarına gönderdiği notlarla da dış faaliyetlerde etkin katılımını istedi. Artık dış görevlere daha çok çıkıyordu. Mustafa araç komutanı olarak İstanbul içinde komutanları ile birlikte dolaşıyordu. Değişik yerler görüyor ve değişik insanlarla tanışıyordu. Biraz olsun bu durum Mustafa’yı rahatlatmıştı. 3 gün sonra yapılacak olan eskort faaliyetine de Mustafa’nın araç komutanı olarak seçilmesi Mustafa’yı çok sevindirdi. İstanbul’dan Erzurum’a gidecek olan bir tıra eşlik edecekler ve birliğe vukuatsız giriş yapmasını sağlayacaklardı. BÖLÜM – 30 “Tabi ki sensin” dedi. “Çünkü sen onun babasısın”. Rizi mutlu bir şekilde dışarıdan giren korumaya bakıyordu. Koruma Rizi’nin yanına gelip elinden tuttu. Korkarcasına bir öpücük kondurdu bebeğine. “Barda ne isim koydu?” diye sordu. “Sevan” dedi Rizi. Hemen doğruldu koruma “Onun ismi Sevan değil. Onu buralardan götürdüğümde daha güzel bir isim koyacağım ona” dedi. Rizi ise “Ben ona senin isminle, Halil diye sesleniyorum.” Dedi. Lohusalık dönemi Rizi için yavaş yavaş geçiyordu. Beda ise günler ilerledikçe cinsel yönden daha çok yaklaşıyordu Rizi’ye. Her gün yanına gelip ona oral seks yaptırıyordu. Rizi ise bebeği ve kendisi için bunlara katlanıyordu. Bir gün kaçıp kurtulmak adın bunlara dayanıyordu. “Halil’im” diye sevdiği bebek büyüdükçe gerçek babası Rizi ve bebek ile daha çok ilgileniyordu. Beda ise Rizi’yi tekrar elde etmenin planlarını kuruyordu. Beda’nın yoğun işleri olduğunda Şırnak’tan ve Adıyaman’a gider ve orada birkaç gün kalırdı. O günlerde Rizi ise bebeğini ve bebeğinin babasını alarak geceleri mutlu olurdu. Rizi’nin giderek gözünü karartması ve Beda’ya soğuk davranmaya başlaması Beda’yı sinirlendiriyor ve aynı zamanda da şüphelendiriyordu. Beda sütten kesilen Rizi’ye yaklaştıkça o bahaneler üretiyor ve yatağa yatmaktan çekiniyordu. Artık sadece sevdiği adamın içine girmesini istiyordu. Beda’nın iradesizliği ve ikinci çocuk riski de yine aynı şekilde Rizi’yi huzursuz ediyordu. Halil ise çocuğunun annesini ve çocuğunu kaçırmanın yollarını arıyor fakat bir çözüm bulamıyordu. Beda’nın Türkiye’nin her yerinde bir kolu vardı ve nereye kaçarsa kaçsın izini bulabilirdi. Rizi bunu kabul etmese de Halil için en mantıklı şey burada yaşamaya devam etmekti. Halil’in odaya sürekli girip çıkması etrafta bulunan kişilerin ağzına dolanmaya başlamış ve dedikodu kazanı kaynamıştı. Yavaş yavaş dağdaki herkesin kulağına gelmiş ve değişik teoriler üretilmeye başlanmıştı. Beda ise bunu duyacak en son kişiydi ve duyduğunda yer yerinden oynayacağı kesindi. Artık küçük Halil yürümeye başlamıştı. Aynı zamanda da konuşuyordu. Yavaş yavaş “Baba, Anne” gibi kelimeleri çıkarıyordu ağzından. Bir gün Beda odaya Halil ile birlikte geldi. Rizi çok utanmıştı. Rizi’yi öpüp küçük Halil’i kucağına aldı. “Oğlum Sevan” diyerek sevmeye başladı. Rizi bebeğinin babasının karşısında bir başka adamla öpüşmekten hiç hoşlanmıyor hatta sinirleniyordu. Beda’nın kucağındaki çocuk “Baba” diyerek Halil’e seslenince Rizi ve Halil şaşkına döndü. Halil direk atılarak “Size baba diyor beyim” dedi. Beda ise Halil’e ters ters bakarak sustu. Dedikodular en sonunda Halil ile Rizi’den şüphelenen Beda’nın kulağına geldi ve sinirden deli oldu. Hemen bir adam görevlendirerek Rizi’nin ve Halil’in bütün hareketlerinin izlenmesini söyledi. O günden sonra Rizi ve Halil’in attığı her adımdan Beda’nın haberi olacaktı. Üç hafta sonra her şey ortay çıktı. Beda’nın karşısına gelen bir adam “Beyim, Rizi hanım ile Halil’in gizli aşkı var” dedi. Önce inanmak istemese de gösterilen şahitler ve ispatlar Beda’yı mahvetmişti. Şimdi Beda’nın yapmak istediği tek şey intikam almaktı. “Sana kendi kendini öldürteceğim” dedi. Bir iki gün Rizi’nin yanına gitmeyen Beda bir plan hazırlayarak Rizi ile Halil’i basmaya karar verdi. Beda yine eskisi gibi davranmaya ve Rizi’yi ilişkiye zorlamaya başladı. Hatta durumu daha zor hale getirmek için Halil’in duyabileceği ve görebileceği şekilde yapıyordu. Halil ise buna katlanamıyordu. Halil, Beda’nın tekrar Adıyaman’a gideceği haberini aldığında karısını ve çocuğunu alarak kaçmaya karar verdi. Beda, Çarşamba günü gidecekti ve bütün adamların meşgul olduğu Cumartesi günü kaçış yapılacaktı. Pazartesi Beda geldiğinde her şeyi o an öğrenecekti. Çarşamba günü Beda Adıyaman’a gitti. Perşembe günü Halil durumu Rizi’ye açtı ve zorda olsa kabul ettirdi. Cumartesi günü kaçacaklardı. İstanbul’daki bir tanıdıkları ile yurt dışına çıkacaklardı. Cuma gecesi her şeyi tamamlamışlardı. Son ayrıntıların üzerinden geçmişler ve tekrar tekrar konuşmuşlardı. Gece ilerleyen saatlerde Rizi soyundu ve son kez yatağa girdi. Yatağının kenarındaki küçük Halil’de uyuyordu. Halil’de soyunarak yatağa girdi ve Rizi’yi öpmeye başladı. Önce boynundan sonra göğüslerinden. Kapının kırılması ile içeriye giren ışıktan gözleri kamaşan Rizi ve Halil hemen doğruldu. Kapıdaki kişiye göremiyorlardı fakat arkasında 3-4 kişinin olduğu belliydi. Kapıdaki görüntü hala net değildi. BÖLÜM – 31 Artık her şey sıradanlaşmıştı. “3-2-1” ve arkasından gelen bazen “tık” sesi bazen de müthiş bir patlama sesi. Barutun patlaması ile kovandan çıkan çekirdeğin tam hedefe ulaşıp cansız bedeni yere sermesi. Haz ve heyecanla birlikte vazgeçilmez bir kovalamaca ve kaçış. Araba silmekten, adam öldürmeye uzanan yol ve bu yolda tek başına Halil. Ruhsuz ve sadece adam öldürmek için çalışan bir insan. En üst makamdaki para babalarını gözünü kırpmadan “3-2-1” diterek öldürüveren bir canavar. Bazen kendinden nefret etse de elindeki insanların kanlarını temizlemeye çalışsa da belindeki silahı defalarca çok uzaklara fırlatsa da artık geri dönüş yoktu. “Kabul et ve gerisini düşünme” dedi kendi kendine. Bütün hayatını hatırlamak bugün olduğu gibi Halil’e çok ağır geliyordu. “Geçmişi hatırlamayacaksın” dedi. Duvara vurduğu yumruğunun acısını bile hissetmedi. Kapıyı açıp dışarıya çıktı. Herkes kendi gibiydi. Öldürmek için programlanmış birer makine. O sık sık sevişip sıkıntısını attığı sekreter bile Halil’in öldürme anlarını dinlerken orgazm oluyordu. “Kaçıp kurtulmak kolay” dedi. Herkesi kurtarmaktansa kendini kurtar. Hızlı adımlarla tuvalete gitti. Kapıyı kapatıp hemen kilitledi. Hızlı hızlı soluk alıp veriyordu. Elleri ve dizleri titriyordu. Belindeki silahı çıkardı. Emniyeti açtı. Mermiyi ağzına verdi, horozu çekti ve silahı kafasına dayadı. Kalbi kan pompalamaktan patlayacaktı sanki. Elinin titremesiyle sanki silah şakağına masaj yapıyordu. “Haydi” dedi. “Kurtul”. İşaret parmağı ile tetiğe baskı yapmaya başladı. “3” kalp atışları hızlanıyordu. Bütün vücudu uyuşturucu madde almış gibiydi. “2” tetiğe yaptığı baskı iyice artmıştı. Derin derin nefes alıyordu sona gelmişti. Ciğerleri ve kalbi dayanamayacaktı. “1” güldü. “Ben de gidiyorum. Şimdiye kadarkiler gibi” Hoşça kal Dünya” dedi. Tetiğe baskı son haddine ulaşmıştı. “Hiçbir yere gitmiyorsun” dedi. Kapının dışındaki ses. “Göndermiyorum”. Halil birden kendine geldi. Kapının arkasında birisi vardı. “Haydi” dedi. “Aldırma çek tetiği” gözlerini bir açıp bir kapatıyordu. Soluk alıp vermesini duyabiliyordu kapının dışındaki. Birden kapı zorlandı. Halil kendine geldi. Kapıya döndü. Kapıyı açtığında karşısında sekreter gülüyordu. Elini uzatıp Halil’i kravatından yakalayıp kendine çekti. Dudaklarından öptükten sonra tuvalete geri itip kapıyı kapattı ve içeriden kilitledi. Artık kendinden nefret ediyordu fakat yaşamanın tek yolu buydu. İşe ilk başlangıçta kendisi seçmişti bu yolu. “Öldürmek kolay “ demişti. Eskiden eğlenceli olan bu iş artık kendini sıkıyordu. Tekrar işi eğlenceli hale getirmeliydi. “Biraz heyecan fena olmaz” diye düşündü. İki hafta sonra infaz edilecek kişi bir fabrikatördü. Borcunu ödemediği için infaz edilmesi gerekiyordu. İnfaz Eskişehir’in en işlek caddesinde gerçekleştirilecekti. İnfaz aleti olarak tabanca verilse de Halil daha farklı bir alet düşünüyordu. Üç dört gün sonra kişin resmi de geldi. Resmin altındaki notta her zaman üç korumayla birlikte gezdiği yazıyordu. Bu da işi daha eğlenceli hale getiriyordu. Toplam dört kişinin cansız bedeninin yere vuruşunu görecekti. İnfazdan iki gün önce Halil Eskişehir’e gitti. Uçaktan indiği gibi caddeye gitti ve etrafı gözlemledi. Tramvayın geçtiği bir yoldan sivil araçlar giremiyordu. Sağlı sollu alışveriş dükkânları vardı. Genellikle gençlerin ve alış veriş meraklılarının doldurduğu bir caddeydi. “Oldukça kolay olacak” dedi içinden. “Çok da zevkli olacak”. İnfaz günü kişinin geçeceği yolda beklemeye başladı. İki araçla birlikte önünden geçerek caddenin girişinde durdu. Arabadan korumalarıyla birlikte indi. Fakat nottaki gibi üç değil toplam dört koruma vardı. Halil gülümsedi “Daha çok eğlence” dedi. Caddenin sonundan yürüyen adamlar diğer taraftan yürüyen Halil ile tam ortada en kalabalık yerde buluşacaklardı. Halil tabancasına susturucusunu taktı ve ellerini cebine koyarak yürümeye başladı. 100 metre kadar yürüdükten sonra karşıdan geldiklerini gördü. İki koruma önce ikisi ise arkadaydı. İçinden saymaya başladı “3” ilerliyordu. “2” gittikçe yaklaştı. “1” koruma ile yüz yüze geldi. “Bay bay” dedi ve cebindeki tabancayı ateşledi. Ön soldaki koruma yere yığıldı. İkinci ateşte ön sağdaki koruma yere yığıldı. 5 saniye içinde olayın şoku ile adam bağırdı “Koruyun”. Arkadaki korumalar ileri atıldı. Halil gülerek üzerlerine doğru gidiyordu. Tabanca ateşlendi. Sol koruma Halil’i fark etti ve silahını çıkartıp doğrulttuğunda iki karşının ortasında bir delik vardı. Herkes kaçmaya başladı. Halil son kez silahı ateşledi ve fabrikatörü vurdu. Kahkahalarla gülüyordu. O sırada Halil garip bir şeyler hissetti ve arkasına döner dönmez arkasında birinin elindeki bıçağı kaldırmış karşısında durduğunu gördü. Bıçak hızla kendine yaklaşıyordu. BÖLÜM – 32 “Şafak memleket” diye bağırdı. Artık iki aydan da azalmıştı. Mustafa için günler aheste aheste geçiyordu. Her ne kadar bu durumun sürekli sivil hayatında ve orada yapacaklarını düşünmesinden kaynaklandığını bilse de buna engel olamıyordu. İlk zamanlar günlerin hızlı geçmesini sağlamak için okuduğu onlarca kitaptan da sıkılmıştı artık. Artık günler hızla geçsin istiyordu. Gizlice içeriye soktuğu radyoyu dinliyor ve sürekli hayal kuruyordu. “Bir çıksam” diyerek başladığı cümleler hiç bitmiyordu. Komutanlarının iyi niyeti ile yazılan eskort faaliyeti sayesinde bir iki gün hızlı geçecekti. Erzurum’a kadar gidip gelecek, azından yeni yüzler görecekti. Sabah saat 8 sularında haber merkezine bilginin gelmesi ile mühimmat yüklü tırın Edirne’den hareket edip İstanbul’a yola çıktığını öğrendiler. Üç adet Land Rover cip hazırlandı. Birisine yüzbaşı ve postası bindi. Diğerine bir araç komutanı ve dokuz kişilik manga bindi. Diğerlerine de santral operatörü ile araç komutanı olarak da Mustafa bindi. İstanbul sınırında üç araç birden çalışır vaziyette bekliyordu. İstanbul’a kadar eskortluk yapan ekip belgelerle tırı teslim edip geri döndü. Yüzbaşı ise tırı teslim alıp emir verdi. “Mustafa komutasındaki araç en önde, arkasından biz, arkamızdan tır ve en arkadan koruma mangası gelecek. Anlaşıldı mı?” Hep bir ağızdan “Emredersiniz komutanım”. Hazırlıklar başladı. Araç güvenlik kontrolünden geçti. Yüzbaşı “Silahlar ileri yüksek tutuş... Kurma kolu çek bağla. Kurma kolu bırak. Emniyetini kontrol et. Esas duruş” Artık herkesin silahında mermi yatakta ve ateşe hazırdı. “Herhangi bir müdahale de havaya 3 atım atım serbest. Anlaşıldı mı?” dedi. “Emredersiniz komutanım” Araçlara bindiler ve yola koyuldular. Mustafa’nın bulunduğu araçta komutan olmadığı için müziği açtılar ve şarkılar, türküler eşliğinde yola koyuldular. Arada santral operatörü telsiz ile araçları kontrol ediyor ve yetkililere bilgi veriyordu. Yanlarından geçen arabalar ise bunlara bakıyor ve Mustafa kendini garip hissediyordu. “Ben de olsam gerçekten bakardım” dedi ve güldü. Boğaz köprüsünden geçerken de boğazın güzelliklerine bakmaktan kendini alamadı. 5 saat sonra Eskişehir’deki tugaya uğramalarını söyleyen yüzbaşının emri ile öğle yemeğini orada yediler ve dinlendiler. Öğleden sonra devam ettiklerinde yol güzergahını kimse bilmiyordu. GPS sistemi ile takip edilen eskort faaliyetine anlık olarak yol güzergahı belirleniyordu. Akşam yemeğini Konya’daki tugayda yiyeceklerini yiyecekleri bildirildiğinde ise hava kararmak üzereydi ve o akşamı orada geçireceklerdi. Yeni yüzler, yeni insanlar… Mustafa kendi gibi kısa dönem arkadaşları ile konuşup tanıştı. O gece uzun süre muhabbet ettiler ve saat 6’daki kahvaltıdan sonra yola devam ettiler. Osmaniye’den geçeceklerini tahmin ediyordu Mustafa. Ve tahmin ettiği gibi de oldu. Osmaniye’ye oradan da Gaziantep’e geçtiler. Gaziantep’te öğle yemeğini yiyerek dinlendiler. Gaziantep’ten Adıyaman’a doğru hareket ettiler. Yolu bozuk ve güvenliğin sıkıntılı olması nedeniyle yüzbaşı telsizden “Araçlar dikkatli olsun” uyarısında bulundu. Oldukça virajlı ve dar olan bir yoldan ilerliyorlardı. Dağların arasında bulunan bu yol yüzbaşıya doğuda geçirdiği günleri ve girdiği çatışmaları hatırlattı. Yanında ölen askerini ve kamuflajına bulaşan kanını hatırladı. Hala yıkatmamıştı. “Lütfen Tanrım” dedi. “Bu sefer böyle bir şey olmasın.” Yolun dar olması ve şoförlerin genç ve deneyimsiz olması yüzbaşıyı tedirgin ediyordu. Sürekli boynunu uzatmış bir şekilde öndeki aracı ve etrafı kolaçan ediyordu. Tam telsizi eline alıp “Öne biz geçiyoruz. Öndeki araç yavaşlayın” demeyi düşünüyordu ki karşıdan hızla gelen kamyon yolu ortalamış bir şekilde üstlerine doğru ilerliyordu. Hemen telsizi ağzına yaklaştırıp “Dikkat” diye bağırdı. Heyecanlanan şoför hemen direksiyonu kırarak şarampole girdi. Kamyon, askeri aracın sol aynasını parçalayarak hızla ortadan kayboldu. Hemen araçtan inen yüzbaşı ve koruma mangası arkadaşlarını kontrol etti. Yararlanan yoktu. Yüzbaşı olayı telsizle bildirdi. 10 dakika içinde gelen helikopter eşliğinde yola devam ettiler. Erzurum’a vardıklarında herkes rahatlamıştı. Tırı teslim edip o gece orada konakladılar. Mustafa için anlatacak çok şey vardı. Herkesle paylaştıktan sonra yattı. Sabah arkadaşları ile vedalaşıp geri döndüler. Birliklerine vardıklarında ise bütün herkes olaylı faaliyetin haberini almış heyecanla bekliyordu. O gece Mustafa hiç susmadı. Sabaha kadar bütün olan biteni heyecanlı heyecanlı arkadaşlarına anlattı. BÖLÜM – 33 Kapıdan çıktığında başı dönüyordu. Nereye gideceğini, gitmesi gerektiğini bilmiyordu. Caddeye çıkıp önünde duran ilk otobüse bindi ve son durakta indi. Biraz dolaştı temiz ve bol nefes almak istiyordu. Sahil kenarına gitti. Bir bara oturup içmeye başladı. Artık ne yapacağını bilmiyordu. Babasının ismini de öğrenmişti ve hala gidip konuşma cesaretini kendinde bulamıyordu. Karar verdi. “Konuşmayacağım” Otobüse atladığı gibi İstanbul’a döndü. Önce pansiyona girdi. Kendine çeki düzen verip kendini sokaklara attı. Büyük bir yükün ağırlığı omuzlarından kalkmış gibiydi. Sabaha kadar barlarda dolaşıp kafa dağıttı. Pazartesi günü radyoya geldiğinde üzerindeki yükü attığını herkes fark etmişti. “Bugün milat sanki Orkun. Bugün neden bu kadar neşelisin” gibi sorular soruyordu arkadaşları. Betül de yine aynı şekilde şaşkındı fakat nedenini tahmin edebiliyordu. İş çıkışı gittikleri sahip kenarında bir yandan balık ekmek yiyip bir yandan da olayları konuştular. Karınlarını doyurduktan sonra Galata köprüsünde yürüyüp altında bulunan kafelerde çay içme kararı aldılar. Boğaz köprüsünü de gören bir kafede karar kıldılar. Hava biraz serin olduğu için içeriye girdiler. Bir masaya oturup bir yandan çaylarını içerken bir yandan da boğaz manzarasına bakıyorlardı. Havadan sudan konuşmalarla birbirlerini tanımaya ve tanıtmaya çalışıyorlardı. Arkadaki masanın konuşmalarından ve gülüşmelerinden rahatsız olan Orkun, arkasına dönüp uyarmak istedi. Arkasına döndüğünde ise tam bir şok içerisindeydi. Radyoda birlikte çalıştığı bütün arkadaşları arkalarındaki masada oturmuş ve Orkun ile Betül’ü izliyordu. Artık saklayacak bir şey kalmamıştı. Şimdi açıklama yapma zamanıydı. Arkadaşları ile masaları birleştirdiklerinde ilk söz başlayan Betül oldu. Orkun’u bile şaşırtan bir açık sözlülükle bütün her şeyi arkadaşları ile paylaştı. Artık sevgili olduklarını ve evlenmeyi düşündüklerini fakat zamanın erken olduğunu, birbirilerini daha yakından tanımaları gerektiğini anlattı. Arkadaşları ise büyük bir olgunlukla kabullenip ikiliyi tebrik ettiler. Daha sonra gittikleri bir barda gece yarısına kadar bu olayı kutladılar. Günler ilerliyor ve Orkun’un hayatı giderek düzene giriyordu. Yaptığı işi başarıyla yürütmekle kalmıyor aynı zamanda giderek geliştiriyordu da. Artık hayatını anlattığı kişilerle röportaj yapıyor ve kendi yorumlarını da işe katıyordu. Hatta kültür sanat dünyasından hayranları ve takipçileri ile de konuşuyordu. Bir gün Betül yarı üzgün, yarı çekinik bir şekilde Orkun’un yanına gelip oturdu. Elindeki kağıdı Orkun’a uzattı. Tedirgin bir şekilde kağıdı alıp okuduğunda Orkun üzüldü. Betül’e bakıp, “Sence ne yapmam gerek” dedi. Betül ise “Yapman gerekeni” dedi. Kağıtta haftaya Korgeneral Bayram Genç’in bir kışlayı ziyaret edeceği ve bir asker ile birlikte yemeğe çıkacağı yazılıydı. Yemek sırasında da gazetecilerle sohbet edecekti. Bütün yerel ve ulusal basın yayın organlarını davet ediyorlardı. İki gün sonra Orkun, bilgisayarın karşısına geçmiş Korgeneral Bayram Genç’in hayatını araştırıyordu. Her zaman kullandığı kaynaklara bakıyor fakat araştırılmayan bir paşa olduğu için bir bilgiye ulaşamıyordu. Sadece eşi ve kızının bilgileri bulunuyordu. Orkun ise hiç babası gibi hissetmiyordu. Geçen süre boyunca her şeyi unutmuş ve geleceğine odaklanmıştı. Yaklaşık iki saat önce restoranda yerini aldı. En önde ve ortada paşanın tam karşısında. “Belki de gözlerine bakabilmek için” diye düşündü. Hazırladığı soruları, kayıt cihazını ve not defteri ile kalemini kontrol etti. Her şey hazırdı. Peki neden bu kadar erken gelmişti? Özlem? Hasret? Merak? Neydi onu buraya erkenden iten şey? Paşa ile asker gelip karşısına oturduğunda Orkun’un bütün düşünceleri değişmişti. Önce her hücresine kadar hissettiği nefret kapladı vücudunu. Sandalyeden kalkıp boğazına sarılmak istedi. Daha sonra hüzünlendi. Hiç “Baba” diyememenin özlemi ise sarsıldı. Gözleri doldu. Boynuna sarılıp “Baba” diyerek ağlamak istedi. Konuşma başladığında ise kendine geldi. Kayıt cihazını, not defterini ve soruları bir kenara atıp söz alarak soru sormaya başladı. “Evlatlarınız hakkında ne düşünüyorsunuz?” “Erkek bir çocuğunuz olmasını ister miydiniz?” “Birisi çıkıp size baba dese ne hissedersiniz” “Evliliğiniz nasıl gidiyor?” “Hiç eşinizi aldattınız mı?” Fakat her soruya kaçamak cevaplar veriyordu Genç. BÖLÜM – 34 Kısık bir şekilde çıkan “Beyim” lafını karanlık hemen yutuverdi. Rizi’nin gözleri görüntüyü netleştirdiğinde kafasında durumu kurtarmak için yüzlerce yalan belirdi. Fakat ikisi de biliyordu ki bunun bir açıklaması yoktu ve kaçmalarına saatler kala yakalanmışlardı. Beda kafasını “Alın bunları” dercesine oynattı. Yanındaki adamlar hızla içeriye girip Rizi ile Halil’i odadan çıkardılar. Rizi’nin en son duyduğu ise Beda’nın sinirli sesi karşısında ağlayan küçük oğluydu. Her ne kadar kurtulmak için çaba gösterse de ikisinin de sonunun geldiğini biliyordu. Rizi ile Halil birbirinden uzak iki ayrı hücreye kapatıldı. Günlerce hiç kimseyle görüştürülmediler. Rizi çocuğunun sesini bile duyamıyordu. İçindeki ses çocuğunu ve Halil’i son görüşü olduğunu söylüyordu. Rizi eski günlere geri dönmüştü. Kötü yemekler, karanlık ortam ve sessizlik. Çıldırmak elde değildi. Birkaç gün sonra kapı açıldı. İçeriye giren adam Rizi’yi aldığı gibi sürüklemeye başladı. Duvarın arkasına geçtiklerinde ise Halil elleri ve gözleri bağlı bir şekilde bekliyordu. Karşısında Beda ve elinde tüfeği bulunan başka bir adam vardı. “Getirin” dedi Beda. Rizi’nin geldiğini anlayan Halil konuşmaya başladı. “Rizi?” “Sen misin?” Beda’nın bir hareketiyle tüfeğin dipçiği Halil’in karnına hızla çakıldı. Halil büyük bir öğürtüyle yere yıkıldı. Rizi konuşursa işlerin daha kötü olacağını biliyordu. Susuyordu. Sessizce Beda’nın yanına geldi. Beda “Beni aldattın” dercesine bakıyordu. Bakışları Rizi’nin gözlerini delip geçiyordu sanki. Beda’nın gözlerindeki kin, nefret ve öfke Rizi’yi ürkütüyordu. O sırada Halil midesindeki kasılmayı bastırarak dizlerinin üzerinde doğruldu. “Son kez söylemek istediğin bir şey var mı?” dedi Beda. “Oğluma iyi bak Rizi” dediğinde ise Beda delirdi. Yanındaki adamdan tüfeği aldığı gibi Halil’a kurşunu sıktı ve Halil’in cansız bedeni yere yığıldı. Beda sakinleştikten sonra Rizi’ye dönerek Rizi’nin saçını eline dolayıp sıkmaya başladı. Saçları kopsa da, kafa derisi ayrılsa da Rizi cevap vermemeye kararlıydı. Sessizce bekledi. “Çok şanslısın ki seni seviyorum. Bu yüzden seni öldürmeyeceğim fakat çok işkence göreceksin” dedi. Arkasını döndü ve giderken ekledi. “Bu arada oğlunu bulamayacağın bir yere gönderdim” dedi. Kötü günler böylece başlamış oldu. Rizi artık reisin metresi ve sevdiği değil sıradan bir kadındı. Tek amacı yemek, temizlik, doğurmak ve yerine göre operasyonlara katılmaktı. Eğitimlere ve spora katılıyor kendini operasyonlara hazırlıyordu. Beda’nın ilgisi azaldıkça diğer erkeklerin ilgisi artıyor köşede bucakta sıkıştırmalar, tacizler başlıyordu. Kaçıp kurtulma düşüncesini her zaman kenara itiyordu. Daha önce deneyenlerde de olduğu gibi nereye kaçarsa kaçsın bulabilirdi onu. Tek çaresi dayanmaktı. Ayrıca başka bir erkeğin himayesine girmesi ve diğer erkeklerden kurtulması gerekiyordu. Karışık düşünceler beyninde dolaşıyordu. Birkaç ay sonra Beda, Rizi’yi yanına çağırarak artık operasyonlara çıkacağını bildirdi. Gezinti ismini verdikleri bu operasyonlar dolu mühimmatla yapılan bölge korumasıydı. Bölgenin sınırları içinde bölgenin boş olmadığını göstermek için çıkılan uzun yürüyüşler. Bunlar bir nevi Av ismini verdikleri ve birebir sıcak temasa girilen operasyonlar için ısındırma işlemiydi. Gece saat 12:00’de bir adam gelip Rizi’yi uyandırdı. “Hazırlanmak için 20 dakikan var” dedi ve gitti. Yatağından kalkan Rizi üzerini değiştirip bir silah aldıktan sonra yaklaşık 40 adet mermi aldı. Çadırların ortasında bulunan bekleme yerine vardığında diğerleri hazır bir şekilde bekliyordu. Başkan olduğunu düşündüğü adam “5 dakika geciktin. Bir daha istemem” dedi. Ellerindeki haritaya göre üzerlerinde yaklaşık 8 kg yükle yürümeye başladılar. Dolunay sayesinde rahatça etrafı görebiliyorlardı. Dağın etrafını ve mağaraları dolaşıyorlardı. Karşıda ise Şırnak’ın ışıkları Rizi’ye göz kırpıyordu. Başka arada elindeki termal kamerayla etrafı seyredip bilgi veriyordu. Yaklaşık 10 km yürüyüş yapacaklardı. Yürüyüş bitip merkeze geri döndüklerinde saat sabahın 7 si olmuştu. Herkes kalkmış kahvaltı için hazırlanıyordu. Yakınlaştığı bir kadın Rizi’nin üzerini değiştirmesine yardım edip “Nasıldı?” diye sorduğunda Rizi’nin gözlerindeki pişmanlık çok net okunabiliyordu. Omuzlarını kaldırıp ellerini açarak “Sadece yürüdük” dedi. Domuzları, tilkileri, yılan ve diğer haşereleri saymazsak yorucu bir gezinti oldu” dedi. Kadın “Üzülme” dercesine elini omzuna koyup “Merak etme alışırsın. Ayrıca en fazla 5-10 kez daha gidersin” dedi. BÖLÜM – 35 “Hesabınızda yeterli miktarda nakit yok Bayram Bey. İsterseniz size ekstra bir limit düzenleyebilirsiniz.” dedi banka müdürü. Bayram ise üzgün ve çaresiz “Sadece ödeme kadar” diyebildi. Artık aylık ödemeler ağır gelmeye başlamıştı. Para yetişmiyordu. Bankadaki birikimlerini de bitirmişlerdi. Parasızlık aile içindeki huzuru da bozmaya başlamıştı. Artık Bayram işim var bahanesiyle eve uğramaz olmuştu. Genellikle odasında içiyor ve sarhoş bir şekilde gecenin bir yarısı evine gidiyordu. Eve vardığında eşi ile yaptığı tartışmalar Bayram’ı evden daha çok soğutuyordu. Parasızlık, huzursuzluk ve mutsuzluk kol geziyordu. Odasında içme işini bırakmış mesaiden sonra hemen pavyonlara gider mutluluğu oralarda arar olmuştu. Eşinden bulamadığı mutluluğun, parasızlığın çözümü için de değişik yollar deniyor fakat bit türlü para getirecek bir çözüm bulamıyordu. Rütbesi arttıkça maaşı da artıyor fakat bir türlü karşılamıyordu. Odasında öğle yemeğinden sonra içkisini yudumlarken sekreteri bir kişinin beklediğini iletti. Odasına çağırdığında elinde çantayla bir adam içeriye girdi. Yeni kurulmuş bir içecek firmasının müdür olduğunu ve içecek ihalesine girmek istediklerini bildirdi. Piyasada daha yeni olduklarını ve tanınmak istediklerini belirtti. Bayram ise gayet doğal bir şekilde ihalenin 15 gün sonra yapılacağını ihalede iyi bir fiyat verirlerse kazanabileceklerini söyledi. Gerekli koşulların yazıldığı kağıdı da kendisine iletti. Koşulları kontrol eden adam cebinden bir çek çıkararak 100.000 TL’lik bir çek hazırladı. “10 senelik ihale sonucu için” dedi. “İnşallah kazanırız” diyerek Bayram’a uzattı. Bayram hemen reddedercesine elini uzattı. Fakat sonra vazgeçerek çeki kabul etti. Artık o idealist adam gitmiş yerine rüşvet yiyen ve işi ile ilgilenmeyen adam gelmişti. Çeki bozdurup parayı aldığı gibi her zaman takıldığı pavyona gitti. Para çantasını masanın üzerine koyup garsonu çağırdı. “Donat masayı” dedi. Sabaha kadar içti o gece. Masasına gelen konsomatris ile kendini eğlendirdi. Sabah zil zurna sarhoştu. Konsomatris Bayram’ı alarak evine götürdü. Sabah uyandığında Bayram hayal gibi hatırladığı geceden kalma bir bayanla yatakta yatıyordu. Kafasının ağrısına dayanamadı ve tekrar uyudu. Tekrar uyandığında hava kararıyordu. Hemen kalktı. Evi kontrol etti. Kimse yoktu. Yatağın yanındaki notta “Uyanınca kapıyı çekersin akşam yine bekliyorum” yazıyordu. Para çantasına baktı. Dokunulmamıştı. Telefonunu ve kimliğini kontrol etti. Sabaha kadar eşi aramıştı. Hemen kalktığı gibi eve gitti. Eve geldiğinde eşinin hala uykusuz olduğu belliydi. Büyük bir kavga hazır bekliyordu. “Öldün sandım” dedi eşi sessizce ve ağlamaya başladı. Eşini teselli ettikten sonra “Toplantım vardı. Biraz para kazandım.” dedi. Para çantasını gösterdiğinde eşi haksız kazanç olduğunu anlasa da pek ses çıkarmadı. Bayram artık eve çok fazla uğramaz olmuştu. Ara sıra eve gelir, duşunu alır, eşine biraz ilgi gösterdikten sonra para bırakır ve geri dönerdi. Eşinin takip etmesi ile çok kısa sürede eşi Bayram’ın kendisini aldattığını öğrendi. Uzun zamandır kötü giden evliliğini yıkmak yerine kızını da alarak başka bir eve taşında. En azından kızı evlenesiye kadar onunla kalabilirdi. Bayram’da düzenli olarak hesaplarına para yatırıyordu. Bayram, Alsancak semtinde tuttuğu bir eve ilk gece tanıştığı konsomatrisi yerleştirmiş ve sık sık oraya gider olmuştu. Mesaiden sonra hemen eve gidiyor kadınla ilişkiye giriyor oradan pavyona geçiyorlardı. Orada da sabaha kadar içip gece eve dönüyorlardı. Birkaç ay boyunca böyle devam etti. Bayram’ın içini sıkan bir şeyler vardı. Artık içkiden ve kadından haz almıyordu. O güzel geceler geçmiş, yaptığı hilelerin sonuçlarını düşünür olmuştu. Artık sürekli düşman toplamaya başlamıştı. Aylık raporlarda artan faaliyetler ve saldırılar bunun en büyük göstergesiydi. Artık kendinden iğreniyor ve ölümü düşünüyordu. Bunu kendine nasıl yapabilmişti? Hemen korumalarını arayıp bu aydan sonra koruma istemediğini söyledi. Önümüzdeki ay ödeme yapmayacaktı. Gelirinin iyi bir kısmını karşılayan müşterisini kaybetmeyle yüz yüze kalan mafya başkanı ise buna karşı çıktı. Önce ödemelerde indirim yapmayı teklif etti. Sonra koruma şeklini ve koruma sayısını değiştirmeyi teklif etti. Fakat Bayram hiçbir şekilde kabul etmiyordu. “Bayram Bey Pazartesi günü 20:00’da Ottoman Palace’da sizi bekliyorum” diyen mafya patronu son çareler peşindeydi. BÖLÜM – 36 Her gezinti Rizi için artık işkence haline geliyordu. Artan mesafe ve yükler çekilmez haldeydi. Beda’nın sürekli onun hakkında bilgi alması da hala sinirinin geçmediğinin kanıtıydı. Arkadaşları ise Rizi’ye destek olmaya çalışıyordu. Rizi artık büyük bir bunalımın eşiğindeydi. Neredeyse 3-4 saat uyuyor ve sürekli ayakta dolaşıyordu. Salı günü sabaha karşı 04:00 sularında Beda, Rizi’yi yanına çağırdı. Büyük bir umutla gelen Rizi’nin gözleri parlıyordu. Fakat Beda büyük bir sakinlikle Çarşamba günü yapılacak operasyonu anlattı. Artık alıştığını ve Av’a çıkabileceğini söyledi. İşte o an Rizi’nin başından aşağı kaynar sular döküldü. Beda resmen Rizi’nin kendi eliyle ölmesini istiyordu. Sıcak temasa girdiğinde kendini gerçek kurşunların arasında bulacaktı. Ya ölecek ya da öldürecekti. Sonu belliydi. Günler, ayları, aylar yılları kovaladı. Rizi artık sürekli Av’lara çıkıyor ve çatışıyordu. Atıcılığı giderek gelişiyordu. Rizi’ye soranlar ise her zaman aynı cevabı alıyordu. “Hayatta kalmak istiyorsan öldürmeyi öğrenmem gerek.” Bir gün Rizi bir grup arkadaşlarıyla Av’a çıktılar. Bu sefer gidecekleri mesafe oldukça uzaktı. İki gün yol yürüyecekler daha sonra taciz ateşinde bulunup geri döneceklerdi. Dört günlük yol olduğu için yükleri de oldukça ağırdı. Su, yiyecek, battaniye ve tüfek alıp yola çıktılar. Beş kişi çatışacak diğer iki kişi ise taşıma görevini üstlenecekti. Yedi kişi sıra halinde yola koyuldular. Dağların en yüksek yerlerini aşıp soğuk ve gece ile mücadele ettiler. İkinci güne girdiklerinde önlerinde yaklaşık 2 km yol kalmıştı. Artık daha dikkatli ve sessiz olmaları gerekiyordu. Kendi merkezlerine oldukça uzaktılar. Grup tedirgin ve heyecanlı bir şekilde ilerliyordu. 3-4 saat sonra sınır karakolu görüldü. Daha sessiz ve sakin bir şekilde nöbetçilere görünmeden ilerlemeye başladılar. Kendilerine belirtilen yerde konaklayacak, sabaha karşı taciz ateşinde bulunup hızla geri döneceklerdi. Haritada belirtilen yere gelip eşyalarını bıraktılar. Hızlı bir şekilde kaçmak için eşyalarının çoğunu yolun yarısında bırakmışlardı zaten. Sessiz bekleyiş başlamıştı. Kendilerinden habersiz askerler nöbet yerlerinde ve karakolun içinde gündelik işlerini yapmaktaydı. Hava kararmaya başlamıştı. Mühimmatlarını ve kendilerini hazırlayarak izlerini temizlediler. Toplam 2 bayan, 5 erkekten oluşan ekipteki silahsız 2 kişi geri döndü. Eşyaların yanında bekleyecekti. Tüfekler hedefe doğrultulmuş bir şekilde beklemeye başladılar. Karakolu izleyip not alıyorlardı. Her iki saatte bir değişen nöbetçilerden saklanıyorlardı. Gece yarısına ulaştıklarında saldırı için saat kararı aldılar. Saat 02:23’te saldırı başlayacak ve 02:36’da kaçmaya başlayacaklardı. Yaklaşık olarak 05:30 civarında da eşyaların orada buluşacaklardı. Herkes yerlerini aldı. O sırada nöbet yerlerinde termal kamera ile taramalar ve gece görüş dürbünleri kullanılıyordu. Nöbetçi subay, askerlerle muhabbet ediyordu. Devriye çavuş ise telsizle nöbetçilere ulaşıyor ve durum değerlendirmesi yapıyordu. Her şey sakin ve olağandı. Sıradan bir geceydi. Rizi bir ara arkadaşlarını gözleyip ne durumda olduklarına baktı. Arkadaşları uyumak üzereydiler. Rizi’nin içini garip bir duygu kapladı. Kendilerine en yakın nöbetçiye baktı. Sakin bir şekilde kendilerinden habersiz etrafı gözetliyordu. Güldü. Nöbetçi subaya tekmil veren devriye çavuş hemen konuya girdi. “Komutanım termal kamerada bir sıcaklık gözlemlenmiş.” Subay hemen ayağa kalktı açtı camı ve dışarıya baktı. “Acil durum sinyali gönderin” dedi. Nöbetçilere anons geçildi. “Sakin olun, tedbir alın. Acil durum.” Anonsu alan nöbetçiler gerildi ve hemen söyleneni yaptılar. Subay sıcaklığın görüldüğü bölgeye baktı. Aynı sıcaklık duruyordu. Uzman çavuş bölgeyi aydınlatacak ve nöbetçiler ateş edecekti. Uzman çavuş hemen lazere geçti. Nöbetçiler mermi ağzında olan silahlarının emniyetini açtı. Subayın emri ile lazer sıcaklığı gösterdi ve bütün nöbetçiler hedefe ateş açmaya başladı. Gelen kurşunlarla neye uğradığını anlamayan Rizi ve arkadaşları şaşkınlık içinde pustular. Hemen Rizi’nin yanındaki adam bağırdı. “Ateş” Rizi ve arkadaşları ateş etmeye başladı. Karşılıklı bir kaos hakimdi. Rizi bir ses duydu. “Soldaki nöbetçi tamam”. Saldırı devam ediyordu. İki dakika sonra Rizi kendilerini gösteren lazerin yanındaki askeri de vurdu. Hemen arkadaşlarına bilgi verdi. Kurşunlar üzerine üzerine gelmeye başladı. Sürekli kendine doğru gelen mermilerden saklanarak ateş ediyordu. O sırada göğsünde bir sıcaklık hissetti. Karanlıkta göremiyordu. Hemen pustu ve kendini dinledi. Elini göğsüne götürdü. Sıcaktı. Yavaşça arkasında doğru yaslandı. Kulakları uğuldamaya başlamıştı. Sanki ateş kesilmişti. Nefes aldıkça ciğerlerinden su sesi geliyordu. Gittikçe ciğerleri daralıyordu sanki. Karıncalanmalar bütün vücuduna yayılıyordu. Sanki bir karınca kolonisi vücudunda geziyordu. Kendine baktı. “Sonunda” dedi. Gözleri ağırlaştıkça etraf yavaş yavaş seçilmez hale geliyordu. Zorla nefes alırken arkadaşı tarafından kendinin sarsıldığını hissetti. Çok hafif bir şekilde “Rizi” kelimeleri duyuyordu. “Benim adım Zilan” diyebildi zorla. Artık nefes alışları hırıltıya dönmüştü. Son nefesini de verip sessizliğe karıştı. BÖLÜM – 37 “Bu da nereden çıktı” diye düşündü. Dördüncü koruma da ölmüştü. Gizli bir yakın koruma. Hemen kendini geriye doğru atarak kendine hızla yaklaşan bıçaktan kurtuldu. Dizini sıyırdığını ise daha sonra fark edecekti. Hemen yan yan yuvarlanmaya başladı. Bu sırada elini cebine sokarak nişan aldı ve ateş etti. “Tık” başka ses yoktu. Daha sonra gelen ses ise kilolu bir korumanın cansız bedeninin yere yığılma sesi oldu. Derin bir nefes aldı fakat daha nefesini bırakamadan polis ve ambulans sireninin sesleri havada yayılmaya başladı. Hemen toparlanarak kaçmaya başladı. Bir yandan olanları bir yandan da kaçışını düşünüyordu. Aylardır aldığı keskin nişancılık eğitiminin en önemli meyvelerini burada almalıydı. Merkeze vardığında ise patronu sinirli olduğunu gördü. Patron ekipte en çok sevdiği ve en çok güvendiği adam olduğu için sonucunu sormakta bir sakınca görmedi. Saraydan eksiği olmayan evde, yukarıya doğru çıkarken olayın etkisinden hala kurtulamadığını fark etti. Hala aklının bir kısmı orası ile meşguldü. Patronun yanına geldiğinde, patronun gerçekten de çok kızgın olduğunu fark etti. Patronu Halil’i görür görmez hemen olayda sorun olup olmadığını sordu. İlk defa böyle bir soruyla karşılaştığına göre demek ki gayet ciddi bir sorun ortadaydı. Fakat patron Halil’e herhangi bir bilgi vermedi. Sadece “Hazırlan Halil yakında sana önemli bir iş çıkacak” dedi. Halil yine iş hakkında bilgi almak istese de bir sonuca ulaşamadı. “Şimdilik dinlen ve benden haber bekle” dedi. Halil arabaya atlayıp çiftlik evine doğru yola çıktı. Birkaç gün kaçamak yapmanın kimseye zararı olmazdı ve felekten birkaç gün çalacaktı. Ta ki haber gelene kadar. Otobana çıktıktan sonra radyoyu açtı. Birkaç müzik kanalını değiştirdi. Arkasından selektör yapan araca yol vermek için iki elini de direksiyonda sabitlediğinde otomatik arama bir radyo kanalında durdu. Bir kadın birisinin hayatını anlatıyordu. “En son görüldüğünde ise bir gözünü kaybetmişti” dedi ve reklama girdi. Halil’de “Böyle işlerle neden uğraşırlar ki size ne milletin hayatından” dedi.” Sonuçta bir Halil çıkar ve hayat biter” dedi. Hemen kanalı değiştirdi. Çiftlik evine vardığında haber onlara daha önceden ulaşmıştı ve her zamanki seviştiği hizmetli en minisinden eteği ile karşısında duruyordu. Aracın arkasındaki silahını ve mühimmatını indirip hizmetlinin dudaklarını ısırdıktan sonra eve girdi. Biraz hizmetli ile konuştuktan sonra odaya çekildiler. İkisinin de birbirlerini arzuladığı belliydi. Hizmetli neden geldiğini sorduğunda da “Bilmiyorum, patron çok sinirli sanırım önemli bir iş beklememi söyledi” dedi. Her ne kadar rahat görünmeye çalışsa da tedirgindi Halil. Aşağı salona inip pirinç patlaklı cips ile birlikte televizyon izlemeye başladı. Spor haberleri, maç kanalları derken koltukta sızıp kaldı. Birleşmenin de verdiği haz ve yorgunlukla geceyi erken başlattı. Öğle deliksiz uyumuştu ki hizmetlinin gece uyandırıp ilişkiye girdiklerini neredeyse hayal meyal hatırlıyordu. Sabah erkenden kalktığı gibi temiz çam kokusunu içine çekti. Eşofmanları ile birlikte 1,5 saat kadar koştu. Sonra arka bahçeye giderek spor aletleri ile çalışmaya başladı. 1 saat sonra saat 10:00 olmuştu. Güzel bir kahvaltı yaptıktan sonra televizyonun başında zaman öldürmeye başladı. Öğleye doğru çalışma odasına inerek silahlarını temizlemeye ve bakımını yapmaya başladı. Bir yandan bakım yaparken bir yandan da ne tür bir görev çıkacağını düşündü. Bu kadar önemli olan görev neydi. Nerede, ne zaman gerçekleşecekti? Bakımdan sonra parçaları tek tek birleştirerek birkaç kuru tetik çalışması yaptı. Öğle yemeğinden sonra içi rahat etmeyen Halil atış poligonuna doğru hareket etti. Poligona vardığında önce 1000 m’den, sonra 500 m’den, sonra 250 m’den ve 50 m’den defalarca atış yaptı. Uzun menzilli hedeflerde hedeften şaşma payını inceledi. Çok fazla olmasa da içini huzursuz etmeye yetiyordu. Canı sıkıldı. Önceden 0,23 olan sapma payı 0,32 olmuştu. 0,09 mm artmıştı. Tüfeğini aldı, ayağa kalktı. Canlı bir av istiyordu. Hareketli, hızlı. Etrafını gözlemlemeye başladı. Bir tavşan, bir kuş, bir av bulup cansız bedeninin yere düşmesini izlemek istiyordu. Yere düştüğünde tekrar hareket ederse veya yaralı kalırsa o zaman tekrar düşünmeliydi. Havada uçan bir atmaca gördü. “Yeterince hızlı değil” dedi. Gözlemlemeye devam etti. Bir arı kuşunun uçtuğunu gördü. “Evet” dedi. Nişan aldı. İçinden saymaya başladı. “3” Kuşun ani hareketleri ile tüfek aşağı yukarı hareket ediyordu. “2” Hedefe kilitlenmişti artık. “1” Cebindeki telefon titremeye başladı. Fakat umursamadı. “1” tetiği çekti. Büyük bir patlama ile refleks olarak gözlerini kapatmıştı. Tekrar açtığında hedefin cansız bedeninin yere düşüşünü gördü. BÖLÜM – 38 “Annecim bugün bir aydan da düştük Artık 29 günüm kaldı. Bitiyor” dediğinde annesi derin bir nefes alarak “ Bir de bana sor” dedi. Her ne kadar hızlı geçse de annesinin yüreğinin kalkık olduğu 4,5 ay geçmişti. Hele sevgilisi neredeyse her aradığında “Aşkım iyi ki evli değiliz yoksa hiç dayanamazdım” diyordu. “Bitti artık. Hayatımda askerlik de yok olacak” dedi. Telefonu kapatıp koğuşuna doğru yürümeye başladı. Koğuşuna girdikten sonra arkadaşları ile biraz muhabbet edip yattı. Gece rüyasında gördükleri ise bilinçaltının dışa vurumuydu. Rüyasında askerliği bitmiş ve dışarı çıkmıştı. Sevgilisi, ailesi, arkadaşları ve tadına doyamadığı yiyecekler… Sabah uyandığında ise tıraşını olup kahvaltıya gitti. Kahvaltıdan sonra sabah içtimasına girdi. Her zamanki gibi bölük komutanı gelerek “Bir sıkıntısı veya isteği olan var mı gençler?” dedi. Her zamanki gibi kimseden ses çıkmadı. Hemen dönüp odasına girip televizyon izlemeye başladı. Sıra bölük astsubayındaydı. Astsubay, tutuklu sevki olduğunu ve sevk için İzmir’e gidileceğini söyledikten sonra kişileri seçmeye başladı. Herkes bu göreve katılmak istiyordu fakat bir kişinin Mustafa olacağı kesindi. “İyi ki bu raporu almışım” diye düşündü Mustafa. Ertesi günün heyecanı şimdiden başlamıştı. Yine, yeni yüzler görecek, yeni kişilerle tanışacak ve yeni yerler tanıyacaktı. İzmir Gaziemir’de bulunan eğitim okuluna asker teslim edeceklerdi. Askerliğinden firar etmiş, yakalanmış ve cezasını çekmiş bir askerdi. Cezasından sonra eski birliğine teslim edilecekti. “Mustafa kalk” diye gece koğuşçusu uyandırdığında Mustafa afalladı. “Neler oluyor?” dedi. “Tutuklu sevk” dedi koğuşçu. Mustafa hemen üzerini değiştirip hazırlandı. Diğer arkadaşları da hazırdılar. Hemen bir arabaya atlayarak Harem otogarına gittiler. Gelen tutukluyu ve yanındakileri karşılayacaklardı. O gece saat 03:00 gibi yattılar. Sabah 06:00’da kalkıp hazırlandılar. Harem otogarından İzmir’e biletleri alıp yola çıktılar. Mustafa ve arkadaşlarını uğurlayan nöbetçi subay hemen kışlaya dönerek, aracın plakasını, firmayı ve kalkış saatini İzmir’e bildirdi. Yolda ilerlerken tutuklu ile ve arkadaşları ile muhabbet ettiler. Gayet lüks ve konforlu bir araçtı. Molada tutuklu kaçsaydı ne olurdu? Ne yapardı Mustafa? Kelepçeli olsa da tuvalet için izin alıp kaçabilirdi. Aslında yaptıklarının zevkten çok önemli bir iş olduğunu ve sorumluluğunun çok fazla olduğunu düşündü. Sonrada kendini teselli ettiğinde rahatladı. “Şimdi kadar bu olay çok kez olmuş, şimdiye kadar bir şey olmamıştı. Şimdi de olmaz” dedi kendi kendine. Mola da indiklerinde her ne kadar rahat olmaya çalışsa da tedirgindi ve bunu her haliyle yanındaki kendine kelepçeli olan tutukluya belli ediyordu. Hatta bir ara tutuklu “Rahat ol ya. Bir şey olmaz” diye uyarmıştı. Tekrar senaryo yazmaya başladı. “Ya bana zarar verirse” diye düşündü. İzmir Bornova’daki otogara girdiklerinde Mustafa iyice strese girdi. Fakat kendilerini bekleyen As.İz. kolluklu 4 kişiyi görünce rahatladı. Hemen askeri araca atlayıp Gaziemir’e doğru yola çıktıları. Kışlaya girip teslim ettiler. O gece orada kaldıklarında yine yeni kişilerle konuştular, kaynaştılar. Tanıştıkları arkadaşlara askerliklerinin nasıl geçtiğini ve askerlik süresince yaptıklarını sordu. Aldığı cevaplarla da kendi askerliğini karşılaştırarak rahat bir askerlik yapıp yapmadığının kararını verdi. Ertesi gün tekrar yola çıkıp İstanbul’a doğru hareket etmeye başladılar. Sivil hayatını düşündü. Sivilde olsa daha zevkli mi olurdu bu yolculuk yoksa zevkli olduğunun farkına bile varır mıydı? Zaten askerlik en ufak mutluluğun bile ne kadar değerli olduğunu öğretmiyor muydu? Biraz kestirdikten sonra kulaklığı takarak öndeki koltuğun arkasında bulunan televizyonu açtı. Birkaç kanal ve film geçtikten sonra son zamanlarda hiç haber izlemediğini düşünerek bir haber kanalı açtı. Sıradan birkaç haber izledi. Birkaç canlı bağlantı ve tartışmadan sonra bir Flaş Haber yayınlandı. Şırnak’ta çıkan bir çatışmada bir piyade er ve bir uzman çavuş şehit olmuştu. Çıkan çatışmadan sonra alan taraması yapıldığında iki teröristin ölü olarak ele geçirildiğini öğrendi. Morali bozulmuştu. “Askerlik” dedi. “İstanbul’da olmamızla bile ne kadar rahatız. Can güvenliğimiz var” dedi arkadaşlarına. Kimler hangi koşullarda askerlik yapıyordu. Mustafa gibileri ise askercilik oynuyordu. Ama hattı müdafaa değil sathı müdafaa vardı ve satıh tüm vatandı. Kışlaya döndüklerinde arkadaşları da aynı haberi almış ve üzülmüşlerdi. Hatta habere göre şehit erin cenazesi İstanbul’dan kaldırılacaktı. BÖLÜM – 39 İkinci kez kıdem durdurma kararı ile İstanbul’da Kolordu Komutanlığında kalan Bayram artık eski idealist haline dönmek ve emekli olmak istiyordu. Korumaları iptal edecek ailesi ile arasını düzeltecek ve sakin bir yerde hayatını sürdürmeye devam edecekti. Artık usulsüz işlere de paydos demişti. Kararını vermiş bir şekilde saat 18:00’da Ottoman Palace’a gelmişti. Bara oturup spor haberlerini izlemeye başladı. “Ne içersiniz bayım?” diyerek gelen barmene ise “Viski” demek istemiyordu. “Sütlü kahve lütfen” diyerek kararının arkasında durdu. İki bardak kahveden sonra saatini kontrol etti. Saat 20:15’di. “Neden her zaman bu adamlar geç kalırlar ki?” diye düşündü. Saat 20:35’de bara giren mafya patronu adamlarına işaret ederek ayrıda durmalarını istedi. Bayram’ın yanına yaklaşarak “Pardon geç kaldım ama istemeyerek” dedi. “Her zaman herkesin bir bahanesi vardır” diyerek karşılık verdi Bayram. Adam barmene işaret ederek yanına çağırdı. Barmen geldiğinde “İki viski lütfen” dedi. Hemen araya giren Bayram “Benimki sade kahve olsun” dedi. Adam şaşırarak “Artık içmiyorsunuz sanırım” dedi. Bayram onayladı. Havadan sudan biraz muhabbet ettikten sonra “Artık konuya gelelim isterseniz Bayram Bey” diyerek Bayram’a doğru döndü. Sıcak kahveyi iki eliyle sıkıca tutan Bayram “Ben de onu merak ediyordum. Neden beni buraya kadar yordunuz” dedi ve adama sert bir bakış fırlattı. “Aslında yormak istemezdim fakat yerimiz gizli olduğu için burada buluşmanın daha uygun olacağını düşündüm” dedi. “Neyse dinliyorum” diyerek acelesini belli etti Bayram. “Evet. Koruma hizmetini sonlandırmak istediğinizi öğrendim” dedi. “Evet bunu size telefonda da bildirmiştim. Sorun nedir hala?” dedi Bayram. Adam derin bir nefes alarak konuya girdi. “Bakın Bayram Bey. Siz bizim en değerli müşterilerimizdensiniz. Sizi kaybetmek istemeyiz. Fiyat indirimine gidebiliriz eğer fiyat yüksek geliyorsa” dedi. “Hayır fiyat sorun değil” dedi Bayram. “O zaman koruma şeklini değiştirelim eğer beğenmiyorsanız. Bunca sene sorun çıkmadığına göre memnunsunuz herhalde”. “Koruma şekli önemli değil” dedi Bayram. Adam giderek sinirleniyor fakat belli etmemeye çalışıyordu. Bayram ise umursamaz bir hava takınmıştı. “Bayram Bey tekrar ediyorum sizi kaybetmek istemiyoruz” diyerek ısrar etti. “Artık koruma istemiyorum” diyerek kararlılığını gösterdi Bayram. “Ailemle birlikte bizi kimsenin bulamayacağı bir yere yerleşeceğim” diyerek ekledi. “Biliyor musunuz Bayram Bey, bu dünyada nereye giderseniz gidin sizi mutlaka bulurlar.” “Olsun ben yine de şansımı denemek istiyorum” dedi Bayram. Adam artık bütün tekliflerin sonuna gelmiş bir şekilde onun tarafında bulunan elini masaya koyup “O zaman ayrılma ücreti olan 7 milyon TL’yi ödemeniz gerekecek” dedi. Bayram bu konuşmadan böyle bir şey çıkacağını biliyormuşçasına doğruldu, adamın gözlerine bakarak “Nerede yazıyor bu?” dedi. Adam cebinden Bayram’ın da ıslak imzasının bulunduğu sözleşmeyi çıkardı. En son maddelerde yazılmış maddeyi gördüğünde şok oldu. “Nasıl olurda sözleşmeyi okumam” diye kendine kızdı. Sakin davranarak “Ya ödemezsem?” diye sordu. “Bir almasını biliriz Bayram Bey” dedi adam. Bayram masadan kalkarken “O zaman o şekilde alın” dedi. Adam şaşırmıştı. “Lütfen oturun Bayram Bey” dedi sakince. Bayram yavaşça oturdu. Adam devam etti. “Yaptığınız usulsüz ihaleler ve sözleşmeden, aldığınız rüşvetlerden, içki tutkunuzdan ve yasak ilişkilerinizden haberimiz var Bayram Bey” dedi. Bayram hafifçe gülümseyerek “Bu bir tehdit mi?” dedi. “Hayır tehdit değil” dedi. “Eğer tehdit etmek isteseydik yasak ilişkinizden doğan ve şu an evlenmek için çaba harcayan oğlunuzu gösterirdik size” diye ekledi. Bayram’ın başından aşağı kaynar sular döküldü. “Bu nereden çıktı” dedi sinirle. “Sizin haberiniz yok fakat bizim haberimiz var Bayram Bey. Sizden çıkan spermlere kadar takip ediyoruz. Bu bizim işimiz” dedi. Bayram köşeye sıkıştığını hissediyordu. Ya 7 milyon TL’yi ödeyecek ya da koruma hizmetini devam ettirecekti. Bunun yanında kafasını kurcalayan yeni bir konuda eklenmişti. Karar veremiyordu. Yavaşça ve dalgın bir şekilde ayağa kalktı ve kapıya yöneldi. O sırada adam arkasından “Kararınızı duyamadım Bayram Bey” dedi. Bayram ise aldırmadan “Devam” dedi. BÖLÜM – 40 Betül, Orkun’un yüzüne bakıyordu. Orkun ise şaşkın ve üzgün bir şekilde Betül’e doğru yürüyordu. Kafasını kaldırdı Betül’ün gözlerine baktı. Betül ne diyeceğini bilmiyordu. “Nasıl geçti?” diye sordu. Babasını ilk defa gören Orkun onunla konuşamamıştı bile. Kafasını eğdi. “Konuşmak istemiyorum” dedi. O gece ve ondan sonraki gecelerce uyuyamadı ve her uyuduğunda babasını gördü. Kimisinde özlemle sarılıyor, kimisinde de sinirle bağırıyordu. Bu sırada işine de odaklanamadığından bütün işleri Betül üstlenmişti. Betül ise evlilik konusunun ertelendiğini ve belki de tekrar açılmayacağını düşündü. Orkun’un kafası sürekli babası ile meşguldü ve her konuşmalarında Betül’e babası ile ilgili düşüncelerini açıklıyor ve ne yapması gerektiğini soruyordu. Betül ise Orkun’a yön vermemek için onun isteklerini ve kararlarını anlayıp ona göre cevaplar veriyordu. Bir hafta sonra 0 232 alan kodlu bir numaradan çağrı aldı Orkun. Arayan kişinin kimliği çıkmasa da annesinden geldiğini tahmin edebiliyordu. Açıp açmama konusunda kararsız kalsa da en sonunda açtı. “Efendim”. “Oğlum ben annen” dedi karşıdaki ses. “Nasılsın?” Orkun cevap verdi; “Nasıl olabilirim? Karışık.” Hala nefret dolu konuşuyordu. “Görüşebilir miyiz?” dedi annesi. Orkun şaşırdı. Acaba neden görüşmek istiyordu? “Neden?” diye sordu. “Seni görmek istiyorum son kez” dedi annesi. Orkun sinirlenerek telefonu annesinin yüzüne kapattı. Kapattıktan sonra da “Bir daha arama beni” dedi. Günler dalgın ve karmaşıktı Orkun için. Bir yandan annesi diğer yandan babası ve ikisinin arasında sıkışmış kendisi. Betül ise bu durumu çaresiz bir biçimde izliyordu. Betül’e yeterli zamanı ayıramadığını ve ilgilenmediğini biliyordu. Fakat Betül’ün anlayışla karşılaması Orkun’u biraz olsun rahatlatıyordu. Birkaç gün sonra Pazar günü aynı 0 232 alan kodlu telefon yine Orkun’u arıyordu. Betül, Orkun’a Orkun ise telefona bakıyordu. “Efendim” dedi. “Benim” dedi mahcup bir ses. “Dinliyorum” dedi Orkun. “Sanırım gelmeyeceksin. Ben de burada konuşmaya karar verdim. Eğer istersen” dedi annesi. “Dinliyorum” dedi Orkun. Annesi saatlerce sürecek konuşmaya sakin sakin başladı. Nasıl babası ile tanıştığını, nasıl yaşadıklarını, birbirlerini nasıl sevdiklerini ve nasıl çocuk sahibi olduklarını anlattı. Orkun ise sadece dinliyordu. Zaman zaman kızıyor, zaman zaman üzülüyordu. Konuşmanın sonuna doğru annesi nasıl ayrıldıklarını ve şu an görüşmediklerini anlattı. Ara sıra Orkun bağırmak ve cevap vermek için yeltense de kolunu tutan Betül’e bakıyor ve vazgeçiyordu. Betül ise sessizce sadece dinliyordu. Konuşma sona yaklaştığında annesi bu aralar hasta olduğunu söyledi. Orkun ise “Kendini acındırıyorsun” dedi. Annesi “Belki bir daha görüşemeyiz” diyerek isteklerine başladı. İlk isteği “Beni affet” oldu. “Sana iyi bir anne olamadım” diye ekledi. “Babanı senden gizlediğim için de affet” dedi. “Babanın çocuğumuz olduğundan haberi yok. Baban ben gibi vefasız ve umursamaz değildir. İstersen konuşup anlatabilirsin. Anlayışla karşılayacaktır. DNA testi yaptırarak bunu ispatlayabilirsin” dedi. Konuşma bittiğinde annesinin son sözleri Orkun’un kulaklarında yankılanıyordu. “Elveda”. Betül Orkun’un omzuna dokunduğunda kendine geldi. Betül’e baktı. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Betül’de duygulandı. Orkun, Betül’e sarılıp ağlamaya başladığında Betül’de Orkun’un çaresizliğine ağlıyordu. Artık Orkun kendine gelip işine geri dönmeliydi. İşine odaklanmalı ve Betül’e karşı eski halini almalıydı. Hayatta ona tek destek olabilecek kişi Betül’dü ve ömrünün sonuna kadar onunla yaşayacaktı. Unutmaya çalıştı. Eski neşesine yavaş yavaş ulaşıyor, işinde başarılı projeler çıkarıyordu. Bir gün tekrar 0 232 alan kodlu numara aradı. “Neden sürekli rahatsız ediyorsun ki” dedi. “Efendim” diye telefonu açtığında karşısındaki ses beklediği ses değildi. Bir erkek sesiydi. Orkun telefonda dona kalmıştı. Durumu fark eden Betül hızla Orkun’un yanına geldi. Orkun’un elinden tuttu. Orkun gözlerini fal taşı gibi açmış dinliyordu. “Tamam anladım” dedi ve telefonu kapattı. Betül meraklı gözlerle Orkun’a bakıyordu. Orkun yavaşça Betül’e dönerek titreyen bir sesle “Annem ölmüş. Cuma günü İzmir’de defnedilecekmiş” dedi. İkisi de haberin şokuyla birbirlerine bakarken iş arkadaşlarından birisi diğer odadan seslendi. “Orkun şu sürekli üzerinde durduğun Bayram Genç Pazartesi günü Şırnak’da şehit olan askerin cenaze törenine katılacak” dedi. BÖLÜM – 41 Saat 09:27 “Karargah takımı öğle namazına şehit cenazesi var 6 muhafız, 3 trafik ve 2 yardımcı hizmet olarak çıkılacak. Tektip kıyafetleriniz ütülü, botlar boyalı olacak. Üsteğmen saat 10:30’da kontrol edecek. Jilet gibi olun…” diye bağırdı santral operatörü. Çavuş hemen listeyi hazırladı. Mustafa trafikçi olarak çıkacaktı. “Neden bu kadar kalabalık gidiyoruz” dedi Mustafa. “Bu sefer önemli bir tören ve sıkı bir güvenlik gerekiyor. Ayrıca tören Pendik’te” dedi çavuş. Herkes koşarak kıyafetlerini aldı ve ütünün önünde sıraya girdi. O sırada Halil’in telefonuna gelen mesajda “Hazırlan bugün öğleye iş var” yazıyordu. Halil hemen uzun menzilli silahını alarak arabaya bindi. Hızlı bir şekilde evden çıkıp merkeze doğru yola koyuldu. Yolda bir solda bir sağda sürekli arabaları solluyor bir an önce merkeze ulaşmaya çalışıyordu. Orkun ise annesinin cenazesini kaldırmış, Betül ile radyoda kayıt cihazlarını kontrol ediyordu. Betül, Orkun’a bakıp “Emin misin?” dedi. “İstersen gitmeyerek burada kapatabiliriz konuyu” dedi. Orkun Betül’ün gözlerine bakarak güldü. “Merak etme son kez yakından görmek istiyorum sonra bitecek ve hayatımdaki tek kişi sen olacaksın” dedi. Betül gülümseyip Orkun’un yanağına bir öpücük kondurdu. “Emredersiniz komutanım” dediğinde Bayram uzun zamandır konuşmadığı 1. Ordu Komutanının isteğini onaylıyordu. Şehit cenazesine katılacak ve ailesinin yanında bulunacaktı. Üzgün ve kızgın görünecek ve medyaya birlik ve beraberlik mesajları verecekti. Son zamanlarda işinde yaptığı görüşme ve çalışmalar etkili olmuştu artık. “Ütüsünü bitiren hemen üzerini giyinsin. Hadi beyler çabuk olun” diye bağırdı çavuş. Mustafa hemen üzerini giyindi. Botlarını bağladı. Botlarının üzerine beyaz tozluklarını geçirdi. Kemerini ve silahını aldı. Browning’i kemerine taktı. Trafik kolluğunu geçirdi. Kaskını taktı. Aynanın karşısına geçerek kendini süzdü. “Kask, fular, ceket, düdük, kağıt, kalem, kemer, silah, yedek mermiler, pantolon, tozluklar, botlar… hepsi tamam. Temiz ve bakımlı” dedi. “Hemen hazırlanın” dedi Üsteğmen ve odasının kapısının önüne dikildi. Hazırlananlar Üsteğmenin karşısına geçiyor ve kontrol ediliyordu. Hepsi de temiz, bakımlı ve jilet gibiydi. Silahlarını ve askılarını kontrol ettiler. Kemer sıklıklarına bakıldı. Eldivenlere ve temizliklerine bakıldı. O sırada bir asker gelerek “Araç hazır komutanım” dedi. Halil merkeze geldiğinde kendisi için hazırlanmış olan dosyayı gördü. Açtı inceledi ve hemen arabasına atlayıp hızla yola koyuldu. Bir yandan yan koltuktaki haritayı inceliyor ve planlar kuruyordu. Diğer yandan da saatini kontrol edip zaman kazanmaya çalışıyordu. Aracı öyle hızlı kullanıyordu ki E5 üzerindeki neredeyse tüm araçlar Halil’e kızıp kornaya basıyorlardı. Orkun ise kamera ve ses kayıt cihazını alıp yola çıktı. Kafası hala karışık ve bulanıktı. Neler olacağını hayal etmeye başladı. Törende Subay/astsubay bölümünde babası yer alacaktı ve medya için ayrılan bölümde kendisi babasını sürekli kameraya çekecekti. Belki ileride tekrar tekrar izler ve ağlardı. “Herkes araca binsin” dedi komutan. Bütün askerler araca bindi. Şoför çıkış için izin kağıdını imzalattı ve yola koyuldular. Önce şoför üsteğmen ve araç komutanı, arkada ise 6 muhafız, 3 trafik ve 2 hizmet ekibi vardı. Araç kışladan çıkıp yolda ilerlemeye başladığında herkes heyecanlıydı. İlk defa farklı bir yerde tören yapacaklar ve yeni yerler göreceklerdi. Orkun camiye geldiğinde aracını park edip, medya için ayrılan yeri aramaya başladı. Sahil kenarındaki camide protokolün bulunduğu yerin tam karşısında medya için ayrılmış yer vardı. Hemen yaka kartını takıp kamerasını kurmaya başladı. Halil ise yaklaşık 10 dakika önce gelmiş ve aracını sahil kenarına park etmişti. Önce bir keşif için etrafı kolaçan etti ve kendisi için uygun olan ve haritada gösterilen yere geçti. Bir sigara yakıp beklemeye başladı. Öğle namazına yaklaşık 2 saat vardı. Yolda ilerlerken bütün askerler etrafa, yanlarından geçen araçlara ve insanlara bakıyorlardı. Sanki hiç insan yüzü görmemiş gibi sivillere bakıyorlardı. Camiiye geldiklerinde araç camiinin yanında park etti. Büyük bir camii ve etrafında büyük bir bahçe vardı. Mustafa’lar gelmeden önce polis büyük bir güvenlik önlemi almıştı. Sivil ve resmi polisler her yerde kol geziyordu. Takım astsubayı ekibi alarak bölgede dağıtmaya başladı. Önce muhafızları yerlerine yerleştirdi, sonra trafikçileri yerleştirdi. Mustafa’yı protokolü gören camiinin yanındaki otoparka yerleştirdi. Mustafa gelen komutan ve yetkililerin araçlarına yer gösterecek ve vali ile ordu komutanının araçlarının içeri girmesini sağlayacaktı. Komutan Mustafa’nın yanına gelerek “Mustafa medyayı ve protokolü kontrol et herkes yerini alsın” dedi. Mustafa yerinden ayrılarak önce subay/astsubay yerlerini gösterdi. Daha sonra medyanın yanına gitti. Tek tek medya kuruluşlarını kontrol etmeye başladı. O sırada yanlış yerde duran birisinin yanına gidip “Orkun Bey sizin yeriniz yan taraf” dedi. “Benim listeme göre Doğa radyosu yerel radyo ve yerel medyanın yeri yan taraf” dedi. Orkun yaka kartına bakarak askerin nasıl ismini anladığını düşündü. Kamerasını sökerek yan tarafa geçti. Ulusal medya için ayrılan bölünmüş sağ tarafa geçti. Burası diğer tarafa göre görüş açısı dar bir yerdi. Fakat yine de protokolü görüyordu. Kamerasını kurup vizörden kalkmaya başladı. Mustafa karşısından gelen 3 yıldızlı araca yol göstererek komutanını selamladı. Kolordu komutanı Bayram Genç, araçta inerken askerin selamını aldı ve camiye doğru yürümeye başladı. Vizörden bakan Orkun ise babasını gördüğünde hemen kayıt düğmesine bastı ve izlemeye başladı. Halil ise o sırada uzun menzilli silahını kurmuş bekliyordu. Parmak izi bırakmamak için eldivenlerle kullanıyord. Havadaki rüzgarı ve nemi ölçmek için kurduğu cihazları kontrol etti. Dürbünden bakarak protokolü izledi. Birkaç komutan gelmiş fakat hala hedef gelmemişti. Bayram “Artık her şey eskiye dönüyor” diye düşündü. Önce protokole girip arkadaşlarını selamladı. Biraz muhabbet ettikten sonra subay/astsubay bölümüne giderek ast ve üstleri ile selamlaştı. Arkadaşlarının bazılarının bakışları her ne kadar rahatsız etse de aldırmamaya çalıştı. Hizmet askerlerinden birisi tek tek diğerlerini dolaşarak yapılması gerekenleri anlattı. Zaman yaklaşıyordu. Derken 1. Ordu Komutanı ve diğer kolordu komutanları geldi. Mustafa şoförlere yerlerini göstererek araçların düzenli olarak park etmesini sağladı. Halil o sırada hedefini bulmuş ve sinsice takip etmeye başlamıştı. Dürbünde görünen komutan hareket ettikçe elektronik dürbünde değerler değişiyor ve ortadaki + işareti bir kırmızı bir yeşil yanıp duruyordu. “Şehitler ölmez vatan bölünmez” nidalarıyla yürüyen bir grup milliyetçi genç camiye geldiğinde polis engeline takıldı. Daha sonra sessizce içeriye girdi. Girişte sıkı bir güvenlik vardı ve en ince ayrıntıya kadar polis tarafından aranıyordu. Cenaze aracı yaklaşıp tabut indiğinde tekrar sloganlar ve ağlayışlar yükselmeye başladı. Annesinin feryat figan ağıtları ise yürekleri dağlıyordu. Mustafa her ne kadar kendini tutmaya çalışsa da gözlerinden yaşların süzülmesine engel olamadı. Tabut Mustafa’nın arkadaşları tarafından indirilip yerine konulduğunda ailesi de tabutun karşısındaki yerini aldılar. Subay/astsubay ve protokol sık sık şehit ailesinin yanına gidiyor ve taziyelerde bulunuyordu. Mustafa şehit ailesini ve tabutu gördükçe “Önce vatan” diyordu ve annesinin “Vatan sağ olsun” kelimelerini duydukça gözlerindeki yaşları tutmakta zorlanıyordu. Gelen, giden araçlar Mustafa’ya uyuyor ve yer arıyorlardı. O sırada gelen vali de araçtan inerek protokolde yerini aldı. Öğle namazına dakikalar kalmıştı. Herkes heyecanlı, üzgün ve tedirgindi. “Allahu ekber” diyerek imam ezanı okumaya başladı. Mustafa ve arkadaşları daha dikkatli olmaya başladı. Halil sona yaklaştığı için kalp atışları hızlandı ve kontrol etmeye çalıştı. Orkun ise vizörden babasını bir an olsun ayırmıyordu. Bayram ise olaylar düzeldiği için mutluydu fakat cenaze töreni dolayısıyla mutluluğunu gizliyordu. Öğle namazı kılınmaya başlandı ve cemaat büyük bir sükunetle namazın bitmesini bekledi. Namazı kılan cemaat dışarıya çıkarak cenaze törenine katılmak için yerini aldı. İmamda son dualarını yapıp tabutun başına geçti. Artık herkes sakin ve sessiz bekliyordu. “Sevgili cemaat, bugün burada şahadet mertebesine erişmiş gencimizin cenaze namazını kılmak için toplandık…” İmam konuştukça herkesin gözünden yaşlar süzülmeye başladı. En sonunda imam sordu “Nasıl bilirdiniz?” “İyi bilirdik” dedi cemaat. “Hakkınızı helal edin” dedi. “Helal olsun” dedi cemaat ve cenaze namazına başlamak için yerini aldı. “Allahu ekber” diyerek namazı başlattı imam. Orkun kamerayı babasından ayırmıyordu. Halil ise hedef kilitlenmiş bekliyordu. Mustafa cenaze namazının kılınışına ve askerlerin namazda duruşlarına bakıyordu. Halil içinden saymaya başladı “Allahu ekber” dedi imam. “3” tekrar “Allahu ekber” dedi. “2” ve tekrar “Allahu ekber” dedi. “1” “Esselamun aleykum ve rahmetullah” dediğinde Halil “Bay bay” diyerek tetiği çekti. Hızla ilerleyen mermi selam vermek için sahil tarafına dönmüş olan Bayram’ın iki kaşının ortasına saplandı. Gözlerini açıp karşıya baktıktan sonra aniden yere yığıldı. Kameradan babasını izleye Orkun gözlerine inanamadı. Hemen kafasını kaldırıp babasının olduğu yere baktı. Babası kanlar içinde yerde yatıyordu. “Baba” diye bağırarak koşmaya başladı. Sesi duyan imam namazı kesmiş ve cesede doğru koşmuştu. Bir iki dakika geçmemişti ki telsizden anonslar duyulmaya başlandı. “Bir komutan vuruldu. Dikkat dikkat” Asker telsizlerinden gelen emir ise daha tehlikeliydi “1. Kolordu komutanı vuruldu. 1 atım havaya atım serbest”. Çavuş hemen G3 piyade tüfeğinin ağzına mermiyi vererek havaya ateş etti. Ardından da bağırdı “Yere yatın” Protokolde bir kişinin yere düştüğünü gören Mustafa üzüntüden bir kişinin bayıldığını düşündü. Daha sonraki arbede ve kulağının dibinde patlayan G3’ün sesi ile şoka girdi. Gözleri protokolde kalakalmıştı. Bütün halk sağa sola bağırışmalar içinde kaçışmaya başlamıştı. Komutanlar ve komiserler sürekli bağırıyorlardı. “Güvenliği sağlayın” Muhafız arkadaşları sürekli etrafı gözlüyor, polislere yardımcı oluyorlardı. Polisler tabancalarını ellerine almış etrafa bakıyorlardı. Halil, hedefin yere düştüğünü görür görmez aletlerini araca fırlattı ve aracına binerek Gebze tarafına sürmeye başladı. Trafik yolları kapatmış ve kontrollü geçiş sağlıyordu. Sivil polisler araçları tek tek arıyor ve kimlik kontrolü yapıyorlardı. Halil hemen araçtan inip yaya olarak ilerlemeye başladı. Üzerini arattıktan sonra güvenlik şeridini geçip bir taksiye atladı. Mustafa’yı sarsan arkadaşı Mustafa’yı aldığı gibi güvenli bir yere götürdü. Orada bulunan ambulans hemen protokole yanaşarak ekiplerini getirdi. Ambulanstan inen ekip hemen nabız kontrolü yaptı ve “Eks” dedi. Orkun kahrolmuştu. Önce annesi sonra babası gitmişti. Üzerine bir yalnızlık çöktü. O sırada bir delilik yapmaması için bekleyen Betül cemaat içinden çıkarak Orkun’un yanına geldi. Her ne kadar teselli etmeye çalışsa da Orkun çıldırmış gibiydi. Mustafa ve arkadaşları toplanarak kışlaya dönmeye başladılar. Gökyüzünde dolaşan helikopter ve yerdeki polis araçları güvenliği ele almıştı. Mustafa’nın gözlerinde komutanın düşüşü ve kanlar içindeki hali varken kulaklarında ise “Yatın” sesi ve G3’ün büyük sesi vardı. Kışlaya vardıklarında komutan kimseyi dağıtmadan revire götürdü ve kontrol ettirdi. Yaralanan yoktu. Fakat psikolojik olarak ilk defa çatışma görmüş olan ve buna hiç beklemedikleri bir anda yakalanan askerler büyük şok içindeydi. Özellikle Mustafa birkaç ay önce yemek yediği komutanın öldüğünü duyunca ikinci bir şoka daha girdi. Medyada ise canlı yayında tüm Türkiye haberdar ediliyordu. Flaş haber olarak geçen televizyon kanalları “Kolordu komutanına suikast” başlığında haber geçiyordu. Hatta olayı canlı olarak görüntüleyebilenler tekrar tekrar görüntüleri veriyordu. BÖLÜM – 42 17 Ay Sonra “Evet” dedi Betül. Evlendirme memuru Orkun’a döndü “Betül’ü karılığa kabul ediyor musun” dedi. Orkun mikrofona yaklaştı “Tüm kalbimle evet” dedi. Salonda bulunan arkadaşları alkışlamaya başladı. “O zaman ben de sizi karı koca ilan ediyorum” Artık Orkun ile Betül dünya evine girmiş ve ömürlerinin sonuna kadar ayrılmama kararı almıştı. Zaten babasının eşine yani üvey annesine de konuyu açmamıştı. Geçen sürede sadece bir kez üvey annesini ve üvey kardeşini görmeye gitmiş uzaktan görüp ayrılmıştı. Psikolojik tedavi gördüğü günleri de hatırlamak istemiyordu. Zorlu ve ağır geçen günler Orkun’un psikolojisini bozmuş ve babasının ölüm sahnesini unutturamamıştı. Betül’ün de desteği ile biraz olsun kendine gelmiş ve hayata tutunmuştu. Artık yeni bir hayata başlamışlar ve İstanbul’dan ayrılmışlardı. Mustafa ise 13 ay boyunca psikolojik tedavi görmüş fakat ağır travmadan asla kurtulamamıştı. Mustafa artık o günün izini sürekli taşıyacaktı. Arada sırada sanki içindekileri çıkarmak istercesine dışarıya üfleme gibi bir tik kazanmıştı. Sanki sigara dumanını üflüyordu. Mustafa’nın ailesi perişan olmuştu. TSK tarafından yapılan yardımlarla hiçbir tedavi ücreti ödemeseler de Mustafa’nın psikolojisindeki kalıntılar onu toplumun alt kademelerine itmişti. Kalabalık alanlara çıkamıyor ve korkuyordu. Sürekli yalnız kalmak istiyordu. Halil ise Gebze girişinde yakalandı. Canlı yayındaki kameraları izleyen polis ekipleri yerel bir kanaldan aldığı görüntülerle Halil’i tespit etmiş ve savcı karşısına çıkarmıştı. Çıktığı mahkemede müebbet hapse atılan Halil diğer suçlarını da itiraf etmişti. Böylece bağlı olduğu mafya da çökertilmiş oldu. SON