- Kızılbaş
Transkript
- Kızılbaş
kızılbaş ocak 2013 - sayı 22 kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü! PKK’yi Öcalan’ın Arkasında toparlama Operasyonu mu? Gağant (Gağan) Kimin Bayramı? Paris katliamı! kızılbaş yayınlayan / veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni: ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0506 818 66 55 kizilbasankara@hotmail.com İstanbul temsilcisi: savaş erdoğan tel: 0535 38 95 778 istanbulkizilbas@hotmail.com berlin temsilcisi: ali koçak alikocak50@hotmail.com tel: 0177 457 79 78 stuttgart temsilcisi: ali usta info@ali-usta.net tel: 0176 78 56 12 71 adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz kizilbasdergisi@kizilbas.biz kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi: 15 ocak 2013 sayı: 22 yeni web sayfamız: http://www.kizilbas.biz kızılbaş’ın eski sayılarını bize vereceğiniz e-mail adresinize pdf dosya olarak gönderebiliriz. k izilbasdergisi@k izilbas.biz gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :.......................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 500 00 Sparkasse Duisburg 6 sayı 30 € - 12 sayı 60 € kızılbaş - sayfa 3 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindek iler: Sayfa 04 - Cangözü ile görmek / Sakine Polat Sayfa 06 - BİZ NEREYE TANRI ORAYA / Serkan Güzel Sayfa 07 - Alevilerin cennette zaten işi yok / Erdal Yıldırım Sayfa 10 - Aleviler Satılıyor Duydun mu? / Sinan Işık Sayfa 11 - Bir aylık aşka bir araba sopa / Müjgan Halis Sayfa 11 - Yerimiz meyhane mescit gerekmez. / Aşık İbreti Sayfa 12 - Gağant (Gağan) Kimin Bayramı? / H. Karataş Sayfa 14 - EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR YERYÜZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ İNSAN TANRISI HIZIR - (9) / Adnan Cangüder Sayfa 18 - Kitap Tanıtımı: Zone ma Zanena? Sayfa 19 - Yezidiler ile Yezid ibn Muawiya / Kadir Canbek Sayfa 21 - WEQFA İSMAİL BEŞİKCİ ÇI KIR, DÊ ÇI BIKE? / Ahmet Önal Sayfa 23 - Öcalan’la Görüşmek İçin Başvurduk / Demirtaş Sayfa 23 - İşte Çözüm sürecinin yol haritası... Sayfa 24 - Silahlar elden mi zihinden mi bırakılsın! / Çetin Çeko Sayfa 25 - “DERSİM’İN ASİ KIZI SARA’NIN ÖLÜMSÜZ ANISINA!” / Sarkis HATSPANIAN Sayfa 26 - PKK’yi Öcalan’ın Arkasında toparlama Operasyonu mu? / Cemil Gündoğan Sayfa 31 - SAKİNE’NİN ARDINDAN… / M. Can Yüce Sayfa 33 - ‘Resmi ideolojinin beynini dağıtan İsmail Beşikçi’dir!’ / Gülten Madenli Sayfa 38 - Türklere göre Hıristiyanların hepsi ajan! / Perwer Yaş Sayfa 39 - Gökçeada Rumları ve iki yüzlülük / Burçak Güven Sayfa 40 - Bingeha gelek urf / Kemal Tolon Sayfa 43 - Arzu Hâlim Süngülenen Koçgiri’nin Sesidir (1) / Ferhat Aktaş Sayfa 45 - Selahaddin Üniversitesi’nden Asimder’e Şilt!.. Sayfa 45 - Kılıçdaroğlunun annesinin Ermeni olduğu kesindir / Miran Gültekin Sayfa 46 - Çağrı - Duyuru Sayfa 47 - Bethnahrin ve Dünya Kamuoyuna Sayfa 49 - DEĞERLİ AĞABEYİMİZ PAYEL GÜLLÜDERE’Yİ KAYBETTİK… / Sarkis Hatspanian Sayfa 51 - SOL VE KÖRLÜK / Hüseyn Karataş Sayfa 52 - O bebeği biz öldürdük!.. Sayfa 53 - Ermeni Soykırımında Said-i Nursi / Recep Maraşlı Sayfa 55 - Necip Fazıl Kısakürek’in ‘öteki’ portresi... / Prof. Ayşe Hür Sayfa 64 - Afişler ve Arka kapak Kızılbaş Yayınevi K i t a p - D er g i -A f i ş - D i z g i -Ta s a r ı m G r a f i k- D iji t a l ve O f s e t ba sk ı i ş l er i n i z i t i na i l e yapı l ı r Te l: + 49 (0) 177 5 0 2 8 8 53 k i z i l ba s yay i nev i @ k i z i l ba s . bi z kızılbaş - sayfa 4 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Cangözü let siyaseti içinde sağlıklı bir yaşam kurulamayacağını, her kızılbaş Alevi bilir!.. ile * * * görmek!.. Sakine Polat Kızılbaş’ın 21. sayısında yayınladığımız (Dersim Soykırımı Uluslararası Alana Taşındı- Kızılbaş Sayı 21 Sayfa 7 - Aralık 2012) habere bir eleştiri aldık. Eleştiri sahibi Sayın Mahmut Karakaya bizden cevap istedi. Kısaca, eleştirisini siz okurlarımıza özetlemek isterim. “Kürtlerin Dersim Soykırımını UCM Mahkemesine Taşımalarını Ermeni Soykırımındaki Kürt ortaklığını inkar etmesine araç olduğu yönünde olmasından dolayı Kızılbaş Dergisinin de bu tür siyasete alet olmaması gerektiğini bize hatırlattıyor... En önemlisi de, “Kürtlerin Ermeni Soykırımın da ki sorumluluklarından dolayı özür dileyip ve de özürün gereğini yerine getirmeden Dersim soykırımını bir araç olarak kullanmalarına çanak tutmuyor musunuz” sorusuydu!... Aslında biz, birçok kez Kızılbaş’ın Önsöz yazılarında, bu konulara deginmiştik. Dergimizin yazarlarından Ali Sait Çetinoğlu, konuyla ilgili bir yazısını çeşitli Kürt sitelerine gönderdi ancak yayınlanmadı. Kızılbaş bu çalışmayı yayınladı Kaynak: “Hamidiye Alayları ve Soykırımında Kürtlerin Rolü Kızılbaş Sayı 3 sayfa 12 Ankara Baskısı Nisan 2011” Kızılbaş’ın her sayısında Ermeni ortak sorunumuza yer verdik. Bundan sonra da bu tür yazılara yer vermeye devam edeceğiz... www.kizilbas.biz sitemizde Kızılbaş Dergisinin PDF dosyaları var. * * * Bulunduğumuz coğrafya da yerli halkların ortak bayramı olan Ğagan kutlamaları yapılmaktadır. Ğagan’ın hayırlı, uğurlu ve de başarılı olması dileklerimiz ile can cana diyoruz. İttihatçı-Irkçı-inkarcı asimilasyoncu siyasetlerine karşı direniş mevzilerimizden biri olan bayramlarımızın, ırkçı inkarcıların siyasetlerine malzeme yapılmasına karşı çıkıp, ortak bayramlarımızı dostluğa, barışa, güvene, dayanışmaya kültür köprüsü yapalım... *** Kızılbaş Alevilerin kendi içindeki katı tutumları bize zarar veriyor. Resmi kuramların türevleri olarak asimilasyona yabancılaşmaya çanak tutuyor. Şöyle ki; Laik olduklarını söyleyen ve öyle inanan siyasetçi Kızılbaş Aleviler kendilerine karşı dürüst degiller. Biz Kızılbaş Aleviler, aramızda var olan mitolojik ve kültürel farklılıklarımıza karşı, hiçte toleranslı hoşgörülü değiliz. Türk olduklarını sananlar Türk olmayanlara karşı. Kürt olduklarını sananlar diğer farklılıklarımıza karşı. Zaza olduklarını sananlar, diğer sosyal gruplara karşı ürkek ve korkak davranıyorlar. Bir de bu duruma bireylerin kendi özgül siyasetleri yanında dahil oldukları örgütlenmelerin kuramı karışınca ayıkla pirincin taşını?!. Biz Kızılbaş - Alevilerin arasında inaçsal, kültürel, tarihsel ve siyasi farklılıklar var. Bu farklılıklarımız, bizi ayakta tutan, bizi bugünlere taşıyan degerlerimizdir. Bu güzelliklerimizi, birbirine kırdırmadan barışık bir ortak zeminde üretip geliştirmek sorumluluğunu bilince çıkartmalıyız. Bu hayırlı ortak işimizi başarmamız yabancılaştırılmaya karşı bizi bütünleştirip güçlendirir kendi demokratik kültürümüzün olgunlaşmasına, yenilenip yeniden üretilmesine önemli katkılar sunabilir. Chp, devlet örgütlenmeleri içinde bulunan alevileri, türkleştirme ile devlet ümmeti müslümanlaştırma siyaseti izlemektedir. Kızılbaş Aleviler olarak, chp’nin dev- Chp’li olmayan örgütlenmelerin hemen hemen hepsi Kızılbaş Alevileri Chp’li kemalist olmakla suçluyorlar. Kendi devletçiliklerine, Kemalistliklerine bakmadan!.. Koçgiri, Dersim katliam ve soykırımlarından geçirtilmiş bir kısım Kızılbas-Alevi tarafından 1946’ya kadar tekparti militarist diktatör Chp’ye pasif oylar verilmiştir. DP seçimlerde Kızılbaş Aleviler tarafından hiç ama hiç beklenmedik boyutta oy almıştır. Hiç bir karşılık ve pazarlık yapmadan! TİP örgütlenmesine, Kızılbaş Alevi gençliği aktif katılıp destek sunmuştur. TİP’i kendine benzetmiştir solcu söylemleriyle. TİP’e karşı devlet BP kurmuştur ilk genel başkanı asker ve MİT’çidir. Kızılbaş ve Alevi degildir. İttihatçıTürkçü-Irkçıdır... Ögrenci gençlik hareketlerinin her türünde aktif yer almıştır Kızılbaş gençlerimiz. İşkence, fişlenme, öldürülme kısacası devletin her türlü kötülüklerinden faydalanmışız! Askerlerin yaptıkları darbelerden de faydalanmışız her aileden bir kaç gencimiz fişlenmiş işkence görmüş idam edilmiş. Kürtler kendi öz örgütlenmelerini kurmuşlar açık gizli.. Kızılbaş evlatlarımız bu örgütlenmelere de duyarlı olmuşlar katılıp mücadele etmişler, kimi silahlı kimi barışçıl. Demokratik kitle örğütlenmelerine katılmışlar aktif işlerde ön saflarda çalışmışlar, ağır işkencelere katliamlara sürgünlere mapuslara maruz kaldılar. Kısacası yapılan örgütlenmelere uzak durmadılar, hemen hemen her türlü örgütlenmelerde aktif yer aldılar. BU DURUMU BİLMEYEN İYİ KÖTÜ SİYASETÇİ VAR MI?... kızılbaş - sayfa 5 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Şimdi hal böyleyken, Kızılbaş Aleviler kemalist devletçi diye saldırmak kimin haddine? Burada ince bir ayrım var burayı doğru görmek şarttır. Evet CHP Kızılbaş Alevileri maraba olarak kullanmıştır!... Hala da kullanmaya devam etmektedir.... Kızılbaş Alevileri CHP’ye marabalık yapmalarına hayıflanan da, aslında Kızılbaşların kendilerine maraba olmalarını istemektedir! *** Evet, Kızılbaş Aleviler olarak en büyük kabahatimiz ve eksikliğimiz şudur; bizim bizden olmayanlara, başkalarına marabalık yapma tiryakiliğimiz vardır. Bu tiryakiliğimizi terketmek zamanı gelmiştir. Koçgir ve Dersim katliam ve soykırımlarının bize, fiziki olarak verdikleri zararın binlerce katmerlisini, asimilasyonla verdiklerini asla unutmadan, kendimizle yüzleşmeliyiz. Yenilenip yeniden örgütlenrek kendimizi siyasal alana taşımalıyız. Ya başarıp hayatımızın kuruluşunda söz sahibi olacağız ya da asimilasyon kırım katliam yollarıyla yok edileceğiz. Bizim vicdanımız yok edilmemize rıza değildir. Koçgiri ve Dersim Katliam ve soykırımı sonrası var olan örgütlülüğümüz dagıtılmıştır. Katliam ve soykırımdan bu yana kendimizi derleyip toplayıp yenileme, yeniden ifade etme fırsatı üretemedik. Kendi öz-örgütlenmelerimizi organize etmedik. Kendi adımıza bir yayınevimiz, bir gazetemiz, bir radyomuz, bir Tv’miz, bir partimiz, vekilimiz olmadı. Peki neden? Bu eksikliklerimizin giderilmesi yönünde düşünen kendini sorumlu ve gönüllü gören her bireye büyük ve mütavazi işler, görevler düşmektedir. Ya insanlaşıp bu işi üslenecegiz, ya da bize ait olmayan, bizi bize yabancılaştıran asimilasyon degirmeninde, tornadan geçirilip yok edileceğiz!.. *** Osmanlı Şeyh’ül islamı Mehmet Ebussuud Efendi’ye sorulur; Kızılbaş ailesi kesilip öldürülmüştür geriye beşikteki veleti kalmıştır ne yapalım? Şeyhül İslam Mehmet Ebussuud Efendi cevap emir verir: “madem ki ana babası öldürümüştür. Ola ki; bu velet büyür ejdadının başına gelenleri ögrenir, o zaman bize düşman olur. Vurun başını der!...” ve Kızılbaş evladı beşikte boğulur!.... Kaynak: Mehmet Ebussuud Efendi’ in fetvaları. M. Ertuğrul Düzdağ Enderün Kitapevi * * * Tarih, deneyimler ile örülmüş möhkem bir duvar gibidir. Tabii ki cangözü ile görenler için. “Cangözü ile görenlerde, saklı gizli olmaz!...” Evet Şeyhül İslamın yazılı fetvası ortalıkta duruyor. Bu kanlı fetvaların hepsi halen yürürlüktedir. Adı geçen fetvanın tam metni Kızılbaş Web sayfamızda bire bir vardır. Yalnız kazın ayagı hiçte öyle değil. Elde belge olmadan kesin ve emin konuşmak, yazmak sorunun kendi gerçegini saptırmaya malzeme sunmuyor mu? Fransız polisinin konuyla ilgili yaptığı çalışmanın açıklanmasını beklemeye bile sabırı olmayan bu kesimin, işin ciddiyetinden çok çok uzakta olduklarını işaret etmeye yetiyor. Bu çabalar bilgi kirliliği üretmektedir. Sakine Cansız, biz Kızılbaşlar açısından çok çok degerli olan bir şahsiyettir. Gerek mücadelesi içindeki onurlu, dik duruşu, Devlete boyun eğmemsei gerekse PKK içinde cesur ve eleştirel olması PKK’lı olmayan kızılbaşların da sevgisini sempatisini kazanmıştı. Tam da bu noktada Şeyhül İslamın Kanlı Fetvası akla geliyor! Öze döner, kendini bilir ve bize engel olur diye ince bir siyaset işletilmiş olabilir mi diye kendime sormadan edemedim... Kaynak: Arif olan.... http://www.kizilbas.biz/belgeler/101seyhuelislam- ebussuud- efendifetvalari.html Sakine Cansız seni Alişer’e Sey Rıza’ya ugurladık. XALE XIZIR katarından şen olasın! * * * Yeni yılın biz kızılbaşlara da birazcık akıl ile sabır vermesini diliyorz!... Paris katliamında mütiş bir durum var. Her önüne gelen münecimlik yaparak cinayetle ilgili yazıp çizdi. Herkes, kendince kendisini haklı bulabilir. Yeni sayılarda buluşmak dileğimle..! Can Cana... kızılbaş - sayfa 6 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 BİZ NEREYE TANRI ORAYA Serkan Güzel ….Kelebekten öncesi tufandı, yazdan öncesi sevgi. Büyüsü olmayanlar yenilenerek temizlendi. Cennet dediğimiz evreden böyle bir “an” da kovulmadık mı? Öyle bir zamanda böyle yaşamak ne mümkün!! En temiz sular içimizde yüzerken, bir tad alamazdık ısırdığımız meyveden. Aklımıza gelmeyen başımıza geldi. Yeniden karşımıza çıktı zaman ve yelkenle göknehire açıldı karıncalar. Suç muydu bilemedik yinede kabullendik. Şimdi düşünüyorum da, bizden önce elma kovulmalıydı. Düşünüyorum da, aklımıza gelmeyen akıl olmalıydı. Yeniden başlamak ne güzel, yenilenmek derin sularda. Yeni bir “an” a merhaba demek mutlulukla. Sürgünle geçen binlerce yılın ardından, yine sürgünden medet umarak yaşlanmak ne güzel! An gibi hatırlıyorum, ilk “yok” tan çıktık yola. Beyaz bir sürgün gibi çıkageldik siyahtan üstelik sürünerek. Rivayetimiz kendine büründü. Kırmızı tomurcuklarla el eleydik, gövdelerimiz yağmura meftun. Bakınca yeşil dokununca sarıydı yapraklarımız, mevsimse her dem mavi. Cennetin yalan rüyasında hoş bulmuştuk kendimizi. Önce rüyadan sürgün edildik. Utanmamız olsaydı, yenilenmez beklerdik, umutsuz ve gurursuzca ağlardık. Ne mutlu kendinden utanmayan sahipsiz kuklalara… Ol dedi önce kendi oldu. Değersiz bir eşya gibi düşürüldük. Atıldık, solmuş yapraklar gibi savrulduk. Dalımızdan, yeşilliğimizden uzaklaştırıldık. O “an”dan itibaren yenilenerek af- fediyoruz kendimizi. Pişmanlığımızı geride hapsetme tutkusu. İçimize yerleştirilmiş onca duygudan sadece birine saplanmak ne acı. Belki de suça meyilli bir kuklaydık, suçumuz ipimizden kalın çıktı. Mesele elma değildi elbette, mesele ipinden taşan bir kuklanın haddini bilmezliğiydi. Ne mutlu haddini bilmez kuklalara, ne mutlu ipinden kurtulan duygusuzlara… Kuklalığından utanan bir tahta parçasına yeni bir hayat verilmeliydi, belki birkaç nefes. Yeni bir “an” yolculuğuna hazırlanmalıydı mutlaka. Öyle bir yer ki; kovulmasak gitmezdik. Tıpkı burası gibi, ölmesek bir yere gideceğimiz yok. Biz neredeysek orası değerli, neredeysek oradadır hayat. Biz nereye Tanrı oraya... Nefesin kaynağıyla bağlanmışız yeni iplerimize. Şimdi düşünüyorum da; ipin kaderi de benim boynumda. Biliyorum gerçek ölüm yaşama bağlanmaktır… Cellat zorla teslim aldıysa beni; ölebiliyor olmanın sahte şanını akıtmam gözlerimden. Bu kez Tanrı ölsün! Sonsuza dek yaşamak istiyorum; ne ölmek ne de üzülmek. Değer- liysem eğer; ol desin olsun, mutlu bir yaşam sonsuz olsun… Bu düşünceler nereden geliyorsa aklıma, oraya geri dönsünler. Bilirim ki; düşünce ateşin söz ise zehir’in imanıdır. Düşünce zehir’in öznesi, söz ise ateşin.. Düşünce bir sınavdır sürgün olana söz ise zehir. Yüzen yanar içen geberir. Düşünce zehir’in, söz ise ateşin zindanı; irademse biriktiremediğim hazinemdir… Bu “an” yolculuğunda en büyük güç yenilenmektir. Farkında olmadan yenilenip yankılanırız her şey ile birbirimizde. Bazen bir dağda yankılanırım bazen bir çiçekte. Bazen kırlangıç olurum bazen düğüm. Ne zaman dağ gibi güneşe sarılsam, çiçekle rüzgara kavuşurum. İşte yine kelime akıla bir damla su yaşama eşitlendi. Konuşarak evrildi düşler ve adımlandık elmadan hicrete. Çölde kum oldu çare, derdim yaraya tövbe. Gelsem bin dert gitsem bir nağme. Ah Babil Ah!! Nasılda sürdüler beni geçmişimin cennetinden. Şükür ölmedik ama yenilendik. Yıldızları ışığıyla emziren güneş gibi tükenerek aydınlandık ve konuşarak kenetlendik. Her kelimeyi yeni bir yıl, her cümleyi bir ömür yaptık. Hiç ağlamadık fakat bildik her nefesten sürgün edildiğimizi… Sabırlı olmamız boyun eğmekten değil, ölümsüzmüş gibi mücadele etmemizden. İşte yine başladığımız yerdeyiz dimdik ayakta, avucumuzda irice bir elma. Bir yıldan daha uzaklaştırıldık, yenilendik coşkuyla. Kahkahalarla ağlıyor, mutlulukla zehirliyoruz birbirimizi. Düşünüyorum da, elmanın kaderi de avuçlarımda. İki büyük hata biri ben diğeri elma... Aslında en büyük hatayı Tanrı yaptı, bizi yarattı. “O”nu mükemmel yapan bizim kusurlarımız. Kelimeye bir akıl verdi suya bir ömür ve maziyle geleceği “an”da birleştirdi. Bizse daima kaçtık, yeninin yalan rüyasına kalbimizle saplandık… Düşünüyorum da; “şimdi” her zaman cahil kalacak… İlk “O” çizdi sızımızı, ilk “O” buldu izimizi. “O”nu ilk yapan bizim sonradanlığımız. Öyleyse İlk “O” yok olmalı sonra biz. Yeninin yalan dünyasında hoş buldun kendini… kızılbaş - sayfa 7 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Alevilerin cennette zaten işi yok “cennet – cehennem” gibi bir anlayışımızın da olmadığı gerçeğidir. Erdal Yıldırım TRT’de yayınlanan Açı programında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Rektörü Sedat Laçiner’in Şiilik ve Şiilerle ilgili söylediği bir söz günlerdir sosyal medyada “Aleviler cennete gidemez” şeklinde yer alıyor ve kendisine ‘Aleviyim – Kızılbaşım’ diyen kimi basın yayın organları, kişi ve kurum temsilcilerince de Alevilere yapılan bir hakaret olarak algılanıyor ve kamu oyuna da öyle yansıtılıyor. Burada söylenenleri doğru anlamak ve buna göre gerekli/doğru tepkiyi vermek için Laçiner’in söylediği söze bir daha bakalım. “Sadece Irak’ta değil Körfez’de de Şiiler var, Kuveyt’te de. Şimdi bir insanın Şii olması Hıristiyan olmasından kötü, çünkü Hıristiyan nihayetinde ehli kitaptır; üç dinden bir tanesindendir. Allah onu selamete de erdirebilir, belki(!) cennete de koyabilir. Şiilikte ise sapkınlık var orada dini bozmaya çalışmak var” demişti Laçiner. Öncelikle, Rektörlük payesi alabilmiş olabilmiş birisinin inançlar arasında böyle bir ayrımcılık, aşağılama, kötü gösterme veya küçük düşürücü içerikte değerlendirme yapmış olması, bilim adamı kimliğiyle ve akademisyenlikle uyuşmadığı gibi, aynı zamanda sağlıklı bir ruh haline de sahip olmadığını da gösterir ki, bu tavır şiddetle kınanmalı ve protesto edilmelidir. Ama asıl üzerinde durmak istediğim önemli bir ikinci konu vardır ki, o da rektörün yaptığı değerlendirmeyi Şiilikle ilgili yapmasına rağmen kimi Alevilerin, Alevi kurumların temsilci ve yöneticilerinin söylenen sözleri “Aleviler cennete gidemez” şeklinde yansıtmaları ve bu tanım üzerinden çeşitli tepkilerde bulunmalarıdır. Sedat Laçiner, hakaret içeren konuş- masında “Alevi-Bektaşi-Kızılbaş” sözcüklerini değil “Şii” sözcüğünü kullanmıştır. Sözkonusu konuşmada ‘Alevi-Bekteşi-Kızılbaşlara’ değil, ama ’Şiiler ve Şiilik’ mezhebine bir hakaret olduğu kesindir. Doğal olarak da Şii - Caferilerin temsilcileri bu konuşmaya kendi pencerelerinden bakıp “ihtilal döneminde bile kimse bizim mezhebimize dil uzatmadı” diyerek tepki göstermiş ve Laçiner’i mahkemeye vereceklerini beyan etmişlerdir. Bu noktada Alevilere, Alevi kurum yöneticilerine ve Kanaat önderlerine seslenmek istiyorum… Eyy, Alevi örgütü yöneticileri, Eyy, Alevi aydınlar, yazarlar, Eyy, Alevi kanaat önderleri, Bırakın bu Ebu Suud özentili fetva veren rektörü.. Belli ki, o adam ırkçı, gerici zihniyetin bir temsilcisi, Belli ki, o ülkeyi yönetenler misali kafatasçı, Belli ki, o kişi rektör olmuş olsa da, aslında ‘cahil’ olan biri… Bırakın onu bu haliyle, kendisiyle baş başa kalsın… Burada daha önemli olan bir şey var, gözlerimizden, dikkatimizden kaçan… Onun söyledikleri ‘Şiiler ve Şiilikle’ ilgili.. Ola ki, o konuşmada ‘Alevi’ sözcüğünü de kullanmış olsun. Nasıl olur da bizler, bu Şiilik ve Şiilere hakaret içeren konuşmayı “Aleviler cennete giremez” şeklinde algılıyoruz, kamuoyuna da böyle yansıtmaya çalışıyoruz? Derhal altı kalın çizgilerle çizilmesi gereken olgu, biz Alevi ve Kızılbaşların, Şii ve Caferi olmadığımız gibi, Cennete gitmek deyimine gelirsek göreceğiz ki, Alevilikte ölmek, ‘Hakka yürümek’,’don değiştirmek’ deyimi ile ifade edilir. Başka inançlardan farklı bir ölüm anlayışı vardır ve Alevi Kızılbaşlar bundan ötürü de "ölüm yok", ya da "ölüm ölür biz ölmeyiz" derler. Alevilikte öldükten, yani ‘hakka yürüdükten’, ’don değiştirdikten’ sonra çeşitli biçimlerde yeryüzüne tekrar gelineceğine, bu yeryüzüne geliş gidişlerin ‘insanı kâmil’ olana kadar süreceğine ve olgunlaşan insanın geldiği kaynağa geri dönerek yaradanla bütünleşileceğine, hakkın varlığına kavuşulacağına inanılır. Yani her şeyin bir canı olduğu, her şeyin aslına döndüğü ‘Devriye’ olgusu vardır. Alevilikte ‘Devriye kuramı’ ile, ‘Cennet – Cehennem’ olgusuna ilişkin o kadar çok bilgi, deyiş var ki, bunlardan birkaçını paylaşayım istiyorum. Alevi ozan Sırrı Baba diyor ki: “Cihan var olmadan ketmi ademde Hak ile birlikte yektaş idim ben Yarattı bu mülkü çünkü o demde Yaptım tasvirini nakkkaş idim ben Harabi de Vahdetname’de : “Daha Allah ile cihan yok iken Biz ani var edip ilan eyledik Hakk'a hiçbir layik mekan yok iken Hanemize aldik mihman eyledik” Yunus Emre’nin “cennet, cennet dedikleri Birkaç köşkle birkaç huri İsteyene ver sen onu Bana seni gerek seni” dizelerinde de görüldüğü gibi AleviBektaşi-Kızılbaşlıkta mükâfat veya cezaya dayalı bir ‘cennet – cehennem’ olgusu ya da felsefesi yoktur. Hallac- Mansur misali “enel hak” diyen bir felsefede cennet ve cennet olgusundan zaten sözedilemez. Kaygusuz Abdal’ın “Duydum köprü yaptırmışsın Has kulların geçsin diye kızılbaş - sayfa 8 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Onlar şöylecene dursun Yiğit isen sen geç tanrı” deyip Tanrıyla konuşan, onu eleştiren; Ya da Ali Budak’ın orda sual sorulması yalandır Cennet cehennem hepsi burda, orda mahşer kurulması yalandır’ cennet ve cehennem gibi İslamiyeti çağrıştıran bir söyleme bu kadar prim veriyoruz? (Kul Ahmet) Yapmamız gereken, bizleri yapay polemiklerin içine çekmeye çalışanlara bilerek veya bilmeyerek pirim vermek değil; onların yarattığı gündemin peşinde koşmak hiç değil; yapmamız gereken bizim ne olduğumuzu, nasıl yaşamak istediğimizi doğru bir şekilde ifade etmek ve buna uygun politikaları her platformda hayata geçirmeye çalışmaktır. diyerek tanrının insanı kandırdığını sorgulayan bir anlayışta cennet cehennem olgusu olabilir mi? •‘Irmaklarından şaraplar akacak’ diyorsun, Cennet-i ala meyhane midir? Her mümin'e iki huri vereceğim diyorsun, Cennet-i ala kerhane midir?’ (Ömer Hayyam) •‘Bize aşk şarabında sun saki, bize cennetteki kevser gerekmez’ İsterseniz devam edelim biraz daha…. (Yunus Emre) •‘Ölümden korkum yok, o benden korksun Cehennem var ise, günahım yaksın Cennet güzellikleri seyrana çıksın Sevgi muhabbete özendim, yeter’ Dörtlüklerden de anlaşılacağı gibi bu felsefe, “cennet de, cehennem de bu dünyadadır” düsturuna ve “cenneti de cehennemi de başka cihanda arama’’ diyen bir argümana sahipken yapay ve ilgisiz cennet-cehennem tartışmalarıyla neden zaman kaybediyoruz? Neden Devriye kuramı bu felsefenin olmazsa olmazlarındayken, “Can içinde canan sensin Gözlerimde üryan sensin Cennet cehennem diyerek Kandıran sen değil misin?” (Ali İzzet Özkan) •‘Ey dostum ölenler geri dirilmez, TBMM'de Alevi siteleri yasaklandı! TBMM'nin bazı Alevi örgütlerinin internet sitelerine erişimi engellendiği ortaya çıktı. Yasağa ilişkin CHP'li Nazlıaka'nın soru önergesi vermesi sonrası yasak birdenbire kalktı. TBMM'nin internet sistemi üzerinden bazı Alevi örgütlerinin internet sitelerine "güvenlik gerekçesiyle" erişimin engellendiği ortaya çıktı. CHP'li Aylin Nazlıaka soru önergesi verince, bu sitelere erişim yasağı ve "güvenik gerekçesi" bir anda ortadan kalktı. CHP Ankara Milletvekili Aylin Nazlıaka, TBMM Başkanı Cemil Çiçek'e, "TBMM ve diğer kamu kurumların- da yasaklanan internet siteleri hangi kriterlere göre yasaklanmaktadır?" diye sordu. Nazlıaka, TBMM Başkanı Cemil Çiçek'in yanıtlaması istemiyle verdiği soru önergesinde, "Ülkemizde iletişim özgürlüğü konusunda yaşanan önemli bir sorun da kamu kurum ve kuruluşlarında iktidara muhalif olan ve dünya görüşünü paylaşmayan bazı sivil toplum örgütlerinin internet sayfalarına yasak getirilmesidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden Kızılırmak Yerel Dernekler Federasyonu www.kizilirmak.org.tr ve Sivas Dernekler Federasyonu www.sidef.org Aleviliği kendine özgü kuralları, ritüelleri olan, insanı, yaşamı, tanrıyı algılayışı ve kavrayışı farklı olan, sosyal konulara da cevap veren ayrı – özgün bir kültür, felsefe ve yaşam biçimi’ gibi tarif etmeyen her türlü düşünce ve bu düşüncenin savunulmasına hizmet etmeyen anlayış, Alevi Kızılbaşlığa değil, ancak ve ancak asimilasyona hizmet eder. 09 Ocak 2013 internet sitesinin erişime kapalı olması bu konuda yaşanan olumsuzlara ilişkin önemli bir örnektir. İki önemli sivil toplum kuruluşunun TBMM servis sağlayıcısı tarafından yasaklı olması, iletişim özgürlüğü ve demokrasi ile bağdaşmamaktadır" dedi. "Sivas Dernekler Federasyonu internet siteleri neden erişime kapatıldı" TBMM ve diğer kamu kurumlarında yasaklanan internet sitelerinin hangi kriterlere göre yasaklandığını merak eden Nazlıaka, şu sorulara yanıt aradı: "Bu kapsamda kaç sivil toplum kuruluşunun web sayfası engelli durumdadır? Kızılırmak Yerel Dernekler Federasyonu kizilirmak.org.tr ve Sivas Dernekler Federasyonu sidef.org internet sitelerinin erişime kapalı olmasının gerekçesi nedir? Bu durum Birleşmiş Milletler tarafından 4 Haziran 2011'de yapılan genel oturumda internet erişiminin korunmasının 'temel bir insan hakkı' olarak tanımlanmasına ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nde '3. Kuşak insan hakkı' belirlenmesine ilişkin karara aykırı değil midir? Yaşanan aksaklıkların giderilmesi için ne tür önlemler alınacaktır?" AKŞAM - 20 Aralık 2012 kızılbaş - sayfa 9 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 YÖK'ten Kendine Soruşturma, RedHack'e Suç Duyurusu YÖK, üniversitelerdeki yolsuzluklara ilişkin dosyaları paylaşan RedHack hakkında suç duyurusunda bulunurken, kendi içinde de soruşturma başlattı. Ankara - BİA Haber Merkezi Yüksek Öğrenim Kurulu (YÖK), RedHack hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulundu. RedHack'in YÖK'e ait "Elektronik Bilgi Paylaşım Portalı"nı hackleyerek üniversitelerin yolsuzluk soruşturmalarıyla ilgili "gizli" ibareleri belgeleri paylaşmasının ardından, söz konusu belgelerin YÖK'e ait olduğunu doğrulayan YÖK yetkilileri, resmi açıklama yapmadı. CNNTürk'ün haberine göre, YÖK, özel bir güvenlik sistemine sahip olmasına rağmen nasıl hacklendiğini ortaya çıkarmak için de kendi içinde de soruşturma başlattı. Yıl boyunca çok sayıda eyleme imza atan Kızıl Hackerlar, yeni yıla da eylemle girdi. RedHack önce YÖK’ü, sonra Bitlis ve Yozgat üniversitelerini hackledi, ODTÜ’ lülere destek mesajı yayımladı. Kızıl Hackerlar yeni yıla eylemle girdi. Bugün sabaha karşı 04.30 sularında YÖK’ün internete dayalı eğitim (ide.yok.gov.tr) sayfasını hackleyen RedHack, ardından da Bitlis ve Yozgat üniversitelerinin sitelerini hackledi. Kızıl Hackerlar sayfada ODTÜ’lü öğrencilerle dayanışma mesajı içeren bir bildiri yayımladı. Bildiride “Duyduk ki ‘haraç’ mafyası YÖK, ODTÜ’yü kınıyormuş… ODTÜ bir kaledir. 68’den bugüne.” diyen RedHack, ODTÜ için de şunları söyledi: “[ODTÜ] Parasız bilimsel eğitim isteyenlerin; Mahir’lerin, Deniz’lerin, İbrahim’lerin, Sinan’ların, Taylan’ların ve daha birçok devrimcinin; uzaya, komşu devletleri tehdit etmek, savaş çıkarmak için değil bilim için ‘uydu’ gönderenlerin; okulda dizilerden bahsetmeyen, ülke sorunlarına kafa yoranların; karizma, para kazanmak, ‘mevki’ için arkadaş satmayan, arkadaşı için ölüme yatanların; Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Ermeni, Asuri vb demeden halkların kardeşliği, eşitliği ve mücadele birliği idam sehpasında kendi sehpasına tekme atanların; ‘dünyanın sonu geldi’, ‘ideolojiler öldü’ diyerek gençliği uytmaya çalışanlara ‘nanik’ yapanların; diktatörlere, padişahlara, elinde jop bulunanlara, ‘kral çıplak’ diyerek dalga geçenlerin; orantısı ‘şiddet’ gösterilerine ‘orantısız’ zeka gösterenlerin yıkılmaz kalesidir!” “2013’te de ‘dokunmaya’ devam edeceğiz” Grubun yayınladığı bildiride YÖK’ün hacklenmesinin bir başlangıç olduğu söylendi. RedHack bildirisi, “2013’te ‘kendini erişilmez, dokunulmaz sananlara’ dokunmaya, ‘siz busunuz’ demeye devam edeceğiz” denildi. "Noel Baba yok diye üzülmeyin" Yayınladığı mesajla “Kavga dolu bir 2013 dileyen” RedHack, bildirisini şu şekilde sonlandırdı: “Para olmasaydı herkes eşit olurdu! Noel Baba yok diye üzülmeyin, Şirin Baba burada. Şirinleyeceğiz hepinizi… ‘ODTÜ’ye gitme solcu olursun’ dediler, gittik RedHack olduk…” (soL-Haber Merkezi) ♥ RENKLERİN VE SESLERİN PARADİGMASI ♥ RedHack, eylemi ODTÜ direnişçisi öğrencilere ve 17 yıl önce polis tarafından dövülerek öldürülen gazeteci Metin Göktepe'ye ithaf ettiğini açıkladı. Paylaşılan dosyalarda Gazi, Kastamonu, Fırat, Giresun, İstanbul, Marmara, Hacettepe, Adnan Menderes ve Uludağ üniversitelerindeki yolsuzluklarla ilgili soruşturma evrakları bulunuyor. (EKN) Müzakereci lider özgür olmalı! özgür olmayan öcalan görüşmelerden çekilmelidir! kızılbaş - sayfa 10 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ALEVİLİK SATILIYOR DUYDUN MU? Bolca laf eyledik ol İzzetine Asıl bakmalı gizli İzzetine Gelmeyelim bunlarında fendine Alevilik satılıyor duydun mu? Piyasada çoktur onun karşıtı Bu yüzden yaparlar çokça lakırdı Fırsatı bulunca vurur tokatı Alevilik satılıyor duydun mu? Ağızlarda pelesenk olmuş adı Alevilik satılıyor duydun mu? Yeni çıkmış allı pullu türlüsü Alevilik satılıyor duydun mu? Tarihlere çınar olmuş gövdesi Damar damar akıyor reçinesi İnsanlıktır en nadide meyvesi Alevilik satılıyor duydun mu? Seksen küsur sene böyle uyumuş Saz çalmış söylemiş semah yürümüş Bilmez ki kazılan derin kuyuymuş Alevilik satılıyor duydun mu? Dut olmuş ta sazlar vermiş ozana Tellerinde deyişleri gezine Yaprakları direniyor hazana Alevilik satılıyor duydun mu? Yezide okumuş milyonca lanet Sanmış ki hep bundadır ol keramet Sövdükçe başına gelmiş melanet Alevilik satılıyor duydun mu? Güller açmış girmiş insan gönlüne Yuva olmuş dertli öten bülbüle Simsar olan bu değeri ne bile Alevilik satılıyor duydun mu? Dağda köyde iken inmiş şehire Yaşam savaşını vermiş habire Horlanıp itilmiş dönmüş kevgire Alevilik satılıyor duydun mu? Turna olmuş gök yüzüne süzülmüş Katarlanmış ardı sıra dizilmiş Düz ovada akbabaya yem olmuş Alevilik satılıyor duydun mu? 38 Dersim görmüş katliam Devlet böylelikle sağlamış nizam Kızılbaşlar ölmüşse kimlere gam Alevilik satılıyor duydun mu? Direnmiştir her türünden zalime Tarihlerce uğramıştır zulüme Hep batmıştır yönetenin gözüne Alevilik satılıyor duydun mu? Gitmiş mekteplere almış diploma Sağı hiç sevmemiş meyletmiş sola Hak için hizmet etmiş yüce yola Alevilik satılıyor duydun mu? Ne badirelerden gelmiş bu güne Baş eğmemiş ateş ile zincire Kafa tutmuş padişaha vezire Alevilik satılıyor duydun mu? CHP-ye kızmış gitmiş kır ata Sağcıymış sahip koşar şeriata Kimin aklı ersin teferruata Alevilik satılıyor duydun mu? Yavuz vermiş katlimize fermenı Şeyhül İslam tamamlamış idamı Karşı koymuş dilememiş amanı Alevilik satılıyor duydun mu? Olmuştur dede-miz kır ata seyis Yemini yedikçe getirir geviş Çıkarı oldukça yok bunda beis Alevilik satılıyor duydun mu? İslamda ki adı zındık ile mülhid Dinsizdir ediyor İslamı tehdit Tiz vurula boynu yok tereddüt Alevilik satılıyor duydun mu? Dede-mizden miras kalmış oğla Oğul prof olmuş büyük okula Gamalı haçını takmış koluna Alevilik satılıyor duydun mu? Osmanlıdan gelmiş Cumhuriyete Sanmış ki çıkılacak keravete Kapılmış epeyce hoş rehavete Alevilik satılıyor duydun mu? Kurmuş tezgahını pazarlar beni Azıya alınmış kıratın gemi Katile otağ Kızılbaşın cemi Alevilik satılıyor duydun mu? Verilmiş kimliği din adı İslam Kimseler dememiş yok bunda anlam Emir yüksek yerden kesilmiş ahkam Alevilik satılıyor duydun mu? Devlet ile yapar her dem pazarlık Okumuştur amma bilmez yazarlık Fetullaha takacakmış nazarlık Alevilik satılıyor duydun mu? Laik devlet sulh çün kesmiş ahkamı Uygun görmüş halkına Türk İslamı Düşünmemiş Alevi-ye uyar mı? Alevilik satılıyor duydun mu? İftar sofrasında gerdan kırıyor Hedefi hep onikiden vuruyor Bilmez ki KORAY-ın kanın içiyor Alevilik satılıyor duydun mu? Buna ses etmemiş garip Alevim Dememiş ki dince ben İslam-mıyım Eskisinden iyidir daha neyleyim Alevilik satılıyor duydun mu? Sağcıdan yanadır solun düşmanı Bileğini kessen yeşildir kanı Onun umurundamı hak divanı Alevilik satılıyor duydun mu? Birisi ÖKER-dir biri de ÖZDİL İş lafa gelince papuç gibi dil Mesele koltuksa fark etmez menzil Alevilik satılıyor duydun mu? ÖKER bir zamanlar arslan gibiydi Konuşunca evde ekran titrerdi Koltuk için süt dökmüşe benzedi Alevilik satılıyor duydun mu? ÖZDİL denen şahış oldukça HAİN Çıkar gereğince oluyor şahin Onun izlerini DERİN arayın Alevilik satılıyor duydun mu? Yeni başkanımız soyadı BALKIZ Düzeni döndüren uyumlu çarkız Elhamdülillah hepten Müslümanız Alevilik satılıyor duydun mu? Başkan derki kimse tanım yapmasın Aleviyi şuna buna katmasın Pazarlık yaparken terslik olmasın Alevilik satılıyor duydun mu? Hani Alevilik İslam dışıydı Bu söyleme neden sahip çıkıldı Koltuk sallanınca kale yıkıldı Alevilik satılıyor duydun mu? İnanç tanımından korkuyor başkan Böyle biri önder olur mu şaşkın Senden daha cesur o meşhur düşkün Alevilik satılıyor duydun mu? Pazarlık uğruna doğrudan kaçtı Namert sofrasında metaın saçtı Yaptıkları çoktan boyunu aştı Alevilik satılıyor duydun mu? Yoktur bunların ufağı irisi Birisi ne ise o dur gerisi İzoş-a karşı ULUSOY efendisi Alevilik satılıyor duydun mu? Eyyyy Alevim uyan bakıver camdan Gör neler oluyor pazarlıklardan Kurtul artık şu hain simsarlardan Alevilik satılıyor duydun mu? İster içiyim de istersen dışı Sonunda buluruz elbet çıkışı Fark et artık şu topyekün satışı Alevilik satılıyor duydun mu? Kral Çıplak sözün söyledi hakça Daha söylenecek söz vardır çokça Yalanlara doyduk karnımız tokça Alevilik satılıyor duydun mu? Sinan Işık kızılbaş - sayfa 11 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bir aylık aşka bir araba sopa Pir Sultan Abdal Derneği sekreteri Ali Galip Kabasakaloğlu; kısa süreli aşk yaşadığı dernek yöneticisi Havva Arslan'ı terk edip karısına geri dönünce diğer yöneticiler tarafından öldüresiye dövüldü... Güncel 13 Ocak 2013, Pazar Etiketler: Pir Sultan Abdal Derneği , Ali Galip Kabasakaloğlu , Oktay Kandemir, Songül Kabasakaloğlu Gönül ilişkilerindeki şiddet kadınerkek ayırt etmiyor. Pir Sultan Abdal Derneği Genel Merkezi'nde de önceki akşam aşk linci yaşandı. Derneğin genel merkez yöneticilerinden Basın Yayın Sekreteri Ali Galip Kabasakaloğlu (44); dernek genel başkanı Kemal Bülbül, genel başkan yardımcısı Oktay Kandemir ve genel merkez yöneticisi Havva Arslan tarafından öldüresiye dövüldü. Karısıyla ayrı olduğu dönemde Havva Arslan'la kısa bir gönül macerası yaşayan Kabasakaloğlu bu nedenle derneğin genel merkezindeki bir odada dövüldü ve 3 gün iş göremez raporu aldı. Ali Galip Kabasakaloğlu'nun dövüldükten sonra baygın bırakıldığı ve tesadüfen bulunduğu öğrenildi. ÜÇÜNDEN DE ŞİKAYETÇİYİM "Haysiyetimle oynadılar, beni öldür- http://www.youtube.com/ watch?v=91LKRTIKdmo mek istediler, üçünden de şikayetçi olacağım" diyen Kabasakaloğlu, "O kadın beni taciz ediyordu, reddettiğim için bunlar başıma geldi" şeklinde konuştu. Songül Kabasakaloğlu ise olayın gündeme gelmesiyle birlikte derneğin genel başkanı Kemal Bülbül'ün hem eşinin hem de Arslan'ın istifasını istediğini, ancak eşinin istifa etmeyi reddettiğini anlattı. Eşinin, Bülbül'ün dernekteki tek adamlığına muhalefet ettiği için olayı bahane ederek istifasını istediğini öne süren Songül Kabasakaloğlu lince dönüşen gelişmeleri şöyle dile getirdi: TELEVİZYON FIRLATMIŞLAR "Eşim hafta sonu Alanya'da bir şiir etkinliğine ve panele katıldı. Ancak Kemal Bülbül bunu engellemiş. Eşim buna tepki gösterince genel merkezde aralarında bir tartışma çıkmış ve üçü eşimi dövmüşler, kafasında sandalye kırmışlar, televizyonu bile üstüne fırlatmışlar ve kanlar içinde bırakıp gitmişler." 'HAYATIMIZI ZİNDANA ÇEVİRDİ' Geçen yıl eşi Ali Galip Kabasakaloğlu'na boşanma davası açtığını söyleyen Songül Kabasakaloğlu, 6 ay ayrı kaldıklarını, ancak daha sonra barıştıklarını belirtti. Ayrı kaldıkları dönemde eşi ile Havva Arslan'ın 1 aylık gönül ilişkisi yaşadığını, ancak barışınca eşinin bu ilişkisini bitirdiğini anlatan Kabasakaloğlu, şöyle konuştu: "Eşimle 2012'nin Eylül ayında tekrar bir araya geldik. O günden sonra hayatımız zindan oldu. Kadın bana mesajlar attı. Uzun süre sessiz telefonlar geldi. Eşimi ve beni taciz etti. Dayak olayından sonra buna izin vermeyeceğiz." Kaynak: http://www.takvim.com.tr/ Guncel/2013/01/13/bir-aylik-aska-biraraba-sopa Müjgan HALİS Yerimiz meyhane mescit gerekmez. "Ezel bade-i aş kile mestiz. Yerimiz meyhane mescit gerekmez. Saki kevser kandık elestiz Kuranı natıka sahip gerekmez Cennet irfandan remzini bildik. Bari bismillahtan dersimizi aldık Cemali dil deryasını kar gördük Cennette huri gılman gerekmez." Bize lazım değil, müftü fetvası Ehli aşk olmanın aşinası Ademi hor görüp olmayız asi İnsandan er eden şeytan gerekmez Anarız mevlayı her anımızda Allah aşikardır seyrenımızda Türk dili okunur irfanımızda Arabi farisi lisan gerekmez. Gitmişiz cananın asi tanesine Sıdk ile sarıldık dost zamanına Canlar baş koymuşuz aşk meydanına Hayvan kesmek gibi kurban gerekmez İbreti Allah seni etmesin izzetli Anlamak istersen ilm ile hikmeti Ehli harabata eyle hizmeti Aşktan başka din ve iman gerekmez." Aşık İbreti kızılbaş - sayfa 12 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Gağant (Gağan) Kimin Bayramı? algılamak için, dinler ötesine gitmek gerek. İmam Bakır hikayesini bilirsiniz, uzun bir zamandır bu hikayenin versiyonlarını toplarken, Maraşlı bir Alevi dedesi ile, Tokat, Elazığ ve Dersim Alevilerinin hikayeyi yer yer farklılaştırdıkları gibi, özünde getirip bir Keşiş’e yani Ermeni bir Papaza bağlarlar. Buradan da kendileri ile Ermeniler arasında bir akrabalık kurarlar. İmam Bakır hikayesini, resmi Şia İslam Tarihi, Zeynel Abidin’in oğlu olarak yazar ancak Anadolu, onun kesik başını alıp bir Keşiş’in evinde misafir etmiş, o başı elleyen Keşiş’in genç kızını Ehli-Beyt soyu sürsün diye hamile bıraktırmıştır. Haydar Karataş Mitelojiden günümüze gelen bir Bayram! Gağant Halklara, gruplara arka tarihçe öyküsü oluşturulmasına başından beri mesafeli duran biriyim. Bu mesafenin gerekçelerini açıklamak konunun meraklısı olmayan arkadaşları sıkacağı için, kısaca şu kadarını demekle yetineyim. Bir geleneği, söylenceyi yazarken, etnik, dinsel tabirler yerine, öncelikle coğrafik yapıyı, o yapı içerisinde insanı anlatmak gerektiğine inanıyorum. Milliyetçi söylem, öncelik olarak coğrafyayı isimlendirmekle işe başlıyor ve kendisinden önceki izleri yok etme, onlardan arınma yoluna girilerek, teoriler üretiyor ve coğrafyanın geleneğini tarihsel olarak kendine mal etme uğraşı veriyor. Türklere oluşturulan arka tarihçe budur, Orta Asya’nın Ergenekon Hikayesi! Buradan bir hikayeyi alıp Anadolu’ya eklemlediğinizde, yerel kimlikleri yok sayarsınız, oysa göç eden topluluk kendisiyle beraber getirdiğini, gittiği yere katar ve karma bir kültürel yapı meydana getirir. Arka aidiyet tarihçesi oluşturulacağına, coğrafyanın tarihini açıklamaya çalışılsa ve o coğrafyaya gelen gruplardan birinin de Türkler olduğunu vurgulasanız, sanırım ne böyle bir sorun ve ne de bu tarz bir milliyetçi söylemle uğraşıyor olacaktık. Bir başka tanımlama da Kürdistan tanımlamasıdır, Kürtler Mezopotamya’nın yerli halklarından sadece biri, ancak bu coğrafyaya Kürdistan dediğinizde, Türklerin Anadolu’ya Türkiye dediği gibi, oradaki yerel kimlikleri, diğer halkları bir ulusla anılan coğrafya ile anıyor ve buna da gerekçeler aramaya başlıyorsunuz. Ermeni toprakları neresi, Süryani topluluğu, Ezidiler, Araplar vs... Son zamanlarda böyle bir eğilimi Dersim yöresinde görmekteyim. Bilinir Anadolu’daki yayılmacı Hıristiyanlık Yıldız Dağlarından ötesini uzun yıllar kontrol altına alamamıştır. Daha çok pagan grupların yaşadığı bu bölgeleri ele geçirmeyi Hıristiyanlar onların ziyaret yerlerine kiliseler inşa etmekte bulmuş çareyi. Böylelikle Sivas, Dersim, Erzincan ve Bingöl dağlık bölgelerinde yaşayan insanlar, Hıristiyan yayılmacılığına rağmen eski geleneklerini sürdürmüşlerdir. Pagan gelenekleri ile, Semitist din yayılmacılığı arasındaki en büyük fark, biri hikayelerini mitsel bir olguyla açıklarken, örneğin, her ziyaretine, taşına bir hikaye verirken, tek tanrılı dinlerde ise, ‘tanrı yaptı’ ile açıklanır. Düzgün Baba ziyareti mi dediniz, bir hikayesi vardır, Sultan Baba dağı mı dediniz onun da hikayesi vardır, Munzur suyunun doğduğu gözelerin de, Bingöl, Karakoçan ve Nazimiye sınırını oluşturan Silb u Tari dağının da... Bu hikayeler, Zaza, Kürt ve Türk ya da Ermeni gibi etnik nüveler taşımazlar, aksine coğrafyaya aittirler, gelen bir öncekinden almış, Surp ve Sitin hikayesini, aydınlık ve karanlık olarak kendi diline uyarlamıştır. Bu dağların ardında yaşayan halkları İmam Bakır hikayesini bu bölgenin yaşlılarına sorduğunuzda, neden Alevilerin Ermeni olaylarına karışmadığını, onları ölümün elinden neden almak gerektiği hikayesiyle karşılaşırsınız. Bu sebeple, Gağant’ın anlamını yazmaya çalışan arkadaşların neden, bu kutlamayı coğrafyadan koparıp, etnik ve dini temele oturtmaya çalıştıklarını anlamak zordur. Kaldı ki, bu dağların ardında yaşayan insanların gelenek ve görenekleri henüz tam olarak anlaşılmamıştır. Bırakalım bunları, daha 1990’lara kadar Dersimliler konuştukları dilin başka nerelerde konuştuğunu dahi bilmezdi. Madem Gağant ayındayız, topladığım dokuz Gağant hikayesinden en mantıklı bulduğumu buraya aktarayım. 2002 yılında Cezaevinden çıktıktan sonra, boşaltılan köylülerimizde yaşayan insanları arma derdine düştüm. Bugün felçli Elazığ şehrinde bir yatakta yatan, babası Baba öldürüldükten sonra, Seyit Rıza’nın kucağında büyümüş Ali Ekber Amca, ki biz ona Alekber-e Babay derdik, buluşmaya gittim. Elazığ’da havuzlu kahvede buluşmuşuz, tarihi şöyle not etmişim, 2002’nin bir Ağustos günü buluşmuşuz. Köyümüzde Gağant bayramını en güzel o kutlardı. Yedi kapılı konağı sırtını Sıncık Dağına dayamıştı. Bizim evde bütün aile ahalisi kat kat gömmesi, hadi bilemediniz şir-zılfet yemeği yerdi, oysa Ali Ekber Amca’nın evinde kurban da kesilirdi. kızılbaş - sayfa 13 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Şöyle anlatmış: “Gağandı Ermeniler de kutlardı. Büyük dere ile Taner’den gelen küçük derenin birleştiği, mahallede onlar suya haç atarak bayramlarına son verirlerdi. Biz Höys’e gider, niyaz verir, çıla denen mumu yakardık. (Höys, mezarların olduğu yerdir ve baş konan yastık anlamına geldiği gibi, uykuya dalınan yer de denebilir. Bu rituelin eski Mısır’daki Ra kabilesine bire bir uyması ayrı bir tartışma konusu.) Ali Ekber Polat ile, Elazığ şehrinin o izbe kahvehanesindeki duygusal buluşmamıza, ocakta çay dağıtan oğlu Sultan’da dahil oluyor. İkide bir lafın arasına, “Epe,” “Epe” diye katılmış. Çocukları dağın dibinde yankılanan o “Epe,” “Epe” söylemini kendileriyle alıp Elazığ şehrine getirmişler. Eyber kalesi hikayesini de daha bacak kadar çocukken ondan duymuştum. hayvanlar üzerinden anlatılmaz, hayat ironisi, hayvan da insanla özdeşleştirilir ve öyle anlatılır, ki devamı da bizi batı yorumundan farklı bir noktaya götürür. Öyleyse siz köyde kurban keserdiniz, ahıra buğday serperdik, akşam yemeğin içine üç ağaç koyardık onlar... “şimdi ambarları doldurmuşsun, kışa hazırsın, kurban keserek toprağın bereketini (o heqa herd, yani toprağın hakkı demiş ben anlamını yazayım) kutsuyorsun. Ermeniler sadece kiliseye gidermiş, annem öyle diyordu, biz Höys’e ölülerin huzuruna gideriz, mal davara pişirilmiş buğday verilir, bir avuç buğday ahırlara, mereklere serpilir, üç ayrı ipe buğday tanesi geçirilir ve ahıra asılır. Niye soruma, “bereketli olsun, denmiş.” Amca, hatırlıyor musun diyorum, Ali Kadir ve ağabeyim Seyit Ali yüzlerini boyarlardı, sakal takarlardı, Ale Hus, gelin olmup senin kapına gelmişler. O mutlu günlerini hatırlamış gibi, demli çayından bir fırt alıyor. Gelenlerin hala onu, “Rayber” diye selamlamaları insanın içine dokunuyor. O dağın dibinde, bir orduyu besleyecek kudrete sahip olan Ali Ekber Amcamız, aç naçar düşmüş, köyümüzün gençleri ona ne şakalar yapmışlardır, ne şakalar!!! Bölgedeki Ermeni kültürü kesintiye uğradığı için, orada da Gağant’ın bir hikayesinin olduğunu söylemek mümkündür. Zira, 1848 ve 1874 yılları büyük nüfus değişimlerine yol açmış bölgede, bu sebeple mitolojik hikayeler kesintiye uğramış, bölgenin yerli halkından olan Ermeniler göç edip gitmiştir. Ancak Gağant, Gağant-i köken olarak Ermenice bir terim. Rize Hemşin dilinde, yenilik, toprağın yüz değiştirmesi anlamına geliyor. Kahl ve Fatık, bütün yazı eğlenerek geçirir, ağaçlar yaprak döker, havalar soğur ama genç kadına sevdalanmış Kahl’ın aklına gelmez kışa hazırlık yapmak. Kış bastırınca, aç kalırlar, insanların kapısına gitmeye utanırlar. Fatık’ın yüzünü kapatır, koçekinin yüzünü boyar ve yüzüne yünler yapıştırarak yaşlı bir adam, kapı kapı dolaşır, yiyeceği de kendisine istemez, “kış bastırdı fakir fukara için gönlünüzden ne koparsa,” toplamaya gelir. Onları tanıyan, sesinden bilen olursa çıralığını vermez, “hadi oradan, bütün yazı eğlenerek geçir, sonra gel yiyecek topla,” derler. Bütün yazı tembel geçirmiştir, Fatık’ı da aç naçar bırakmıştır, kadını onu elinden almak isterler... Bunun dışında, Gağant kutlamaları bütün alevi Kürtler arasında, Adıyaman Türkmen toplulukları içinde kutlandığı gibi, yakın zamana kadar Sünni Zazalar tarafından da kutlanıyormuş. Rituel olarak Ağustos böceğine benzese de, Anadolu mitolojisinde, La Fontiane masallarında olduğu gibi, Gağant’ta ağaca ip bağlama da vardır, ve 512’de batı Roma doğu Roma’ya yazdığı mektupla bu ağaç süslemeyi Antep alevisi bir nenenin anlattığı Gağant hikayesi ise daha farklı. Ola ki, daha mantıklı bir hikayesi vardır. Şu yeryüzü bir kültür bahçesidir, bir şeyin bir gruba ait olduğunu söylemekten ziyade, coğrafyalara ait olduğunu anlar ve oranın içinde aidiyet kimliğimizi oluşturduğumuzu fark edersek, belki bu mitolojik hayatın kökenlerini bulmuş oluruz. pagan çağından alıp modern çağa taşır. Batı akılcılığına da uygundur bu. Benim fikrime gelince, kanımca bu bayramın kökeni 21 Aralık gecesidir, en uzun gecedir, günler bu tarih sonrası hızla kısalır, eski insanın kabusu olan kara kış başlar. Yıl ve toprakla vedalaşmadır. Toprak yüz değiştirir, beyaz bir örtüyle kapanır, bu kara günlerin imdadına Hızır gelir ve hayatı bir birine bağlar. Eski halklar, önemli günleri kalıcılaştırmak için hikayeler oluşturmuşlardır. Sorun Dersim ve yöresinin bu hikayelerini bugüne taşımaması, taşıyamamasıdır. Keşke dört koldan Anadolu insanı eski atalarına ait hikayeleri toplasa da, farklılıklar gelenek ve görenekleriyle bilinse. Ha sanılmasın ki, modern uluslar bu hikaye oluşumu dışındadır. Dersimlilere önerim, geleneklerine teoriler uydurmak yerine, yaşlılarına sormak, onlara kimlik veren hikayelerini karanlık odalarından alıp gün yüzüne çıkarmak olmalı. Muhtemeldir ki, her köyde, hikaye başkadır. Bundan daha güzel, daha kıvançlı bir şey olabilir mi? Teoriler dağın arka köyünü size yabancılaştırır, hikayeleriniz sizi birleştirir. İyi Gağantlar, Gağant yemeğinin içine, işaretli üç çubuk konur, bunlardan biri, mal davarın sahibi, biri ekin, yemişlerin, diğeri evin sahibidir. Üç gün yemek yapıp her gün biri içine konabilir, üçü aynı anda da konur. Yüz boyama, bilmem sakal takma işin eğlence tarafıdır. Her geleneğin aslı evlerde kutlanan, aileyi bir araya getiren kısmıdır. Çünkü kültür orada varlığını sürdürür. Hikaye orada oluşur. Madem toprak kaydı, köyler kalmadı, evlerinizde Gağant yemeği yapabilir, yaşlı anne babanızı, dedenizi onların kutladığı o günün hatırına sofranıza katabilirsiniz, içine işaretli küçük bir çubuk da koyun, yılın şanslısını not edin, eski günlerin anısına… Kaynak: htt p://w w w.dersimnews.com /news/ Dersim-Mitolojisi /gagant-(gagan)Kimin-Bayrami_-1268.htm kızılbaş - sayfa 14 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR YERYÜZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ İNSAN TANRISI HIZIR - (9) Derviş Yunus söyler sözün, yaş doludur iki gözün Bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selam olsun…! Yunus EMRE ON BİRİNCİ TABLET Gılgamış ona, uzaktaki (102) Utnapistim’e dedi: ”Utnapistim, sana bakıyorum, biçimin başka değil; benim gibisin. Evet,benden ayrı değilsin, benim gibisin! Senin yüreğin savaş için yaratılmıştır! Nasıl oluyor da böyle sırt üstü yatıyorsun? Anlat! Tanrıların toplantısında yaşamı aramaya nasıl karar verdin?” Utnapistim ona, Gılgamış’a dedi: ”Gılgamış, sana gizli bir şey açayım Tanrıların gizini söyleyeyim: Suri pak (103), senin bildiğin bir kent, Fırat’ın kıyısındadır. Bu kent çok eskiden varken, tanrılar bu kentin yanındaydılar. Tanrıların aklına bir tufan yapmak geldi. Bunların babaları soylu Anu, hükümdarları yiğit Enlik, büyük vezirleri Ninurta, su yolcuları Ennagi ve Bilge Ea da onların toplantısında yer aldı. Ea, tanrıların verdikleri kararı, kamıştan bir çite anlattı: “Kamış çit, kamış çit! Duvar, duvar! Kamış çit dinle, duvar anımsa (104)! Surippaklı UbarTutu’nun (105) oğlu (106), evi sok. Bir gemi yap. Serveti bırak. Yaşamı ara! Mülkten nefret et! Canını kurtar! Canlı yaratıkların her türünden geminin içine yükle. Yapacağın geminin her yanı uyumlu bir ölçüde olsun. Onun eni ve boyu bir ölçüde olsun. Yağmura karşı onun her yanına bir çatı kur.” Ben, bunu anlar anlamaz Ea’ya, efendime dedim: “iyi, anlaşıldı efendim. Simdi bana ne dedinse iyi dikkat ettim. Ben yapacağım. Fakat, kent halkı ve yaşlılar sorarsa ne diyeyim?” Ea, konuşmak için ağzını açıp bana, kölesine dedi: ”Be adam, insanlara söyle dersin: Sanırım Enlil benden nefret etmeye başladı. Bunun için sizin kentinizde artık kalmayacağım. Enlil’in toprağına artık ayak basmayacağım. Apsu’ya (107) inmek istiyorum. Orada beyim, Ea’nın yanında kalacağım. Ea, üzerinize bir bereket yağmuru yağdıracaktır. Bundan sonra, tufan, kuşların saklı yuvalarını ve balıkların sığınaklarını size getirecek ve bol urun alacaksınız. Bulutları güden bey, üstünüze gerçek bir buğday yağmuru yağdıracaktır.” Halk çevresine toplandı. (Bundan sonraki 4 satırda yaş- ADNAN CANGÜDER lıların ve gençlerin gemiye gerekli gereçleri taşıdıkları anlatılmaktadır.) Küçük yavrular bile gemi için zift taşıyorlar dı. Güçlü erkekler gemiye yedek kereste getiriyorlardı. Besinci günde geminin kaburgasını oluşturdum. Geminin temeli (omurgası) bir iki (108) genişliğindeydi. Kenarları (küpeştesi) iki kez on kamış (109) yüksekliğindeydi. Üst güvertesi de alt güverteye tümüyle eşitti. Bunun da her yanı, iki kez on kamış uzunluğundaydı. Bundan sonra geminin dış yüzünü (bordasını) hazırladım ve onları boyadım. Gemiyi altı katlı yaptım. Geminin alt ve üst güvertelerini yedi bölüme ayırdım, ambarını da dokuza boldum. Ortasına da su kazıkları çaktım (110). Güzel kürek seçtim. Ve geminin yedeklerini ambara koydum. Eritmek için kazana 21600 ...... zift döktüm). Bunun yarısını saf zift olarak gemiye sakladım. Tekneciler, gemiye 10800 sırlık (112) getirdiler. Bunun üçte biri peksimet kızartmak için harcandı; üçte ikisini de gemici sakladı.isçilere çok sığır kestim. Ve her gün koyun boğazladım. Ustalara,Irmak suyu gibi bira, rakı, sırlık ve şarap akıtıldı. Bunlar, Nevruz bayramına benzer bir bayram kutladılar. Ustayı yağlamak için kendi elimi de bulaştırdım. Gemi yedinci günde tamam oldu. Gemiyi kızaktan indirmek güç oldu. Çünkü, geminin üçte ikisi suya girinceye dek, onu, kızak üzerinde aşağıdan ve yukarıdan itmek zorunluğu vardı. Elime gecen her şeyi içine yükledim. Elime gecen her gümüşü içine yükledim. Elime gecen her altını içine yükledim. Bütün soyumu, sopumu ve kavmimi gemiye bindirdim. Yazının yabanıl, yazının evcil hayvanlarını ve bütün ustaları gemiye aldım. Samas, bana bir sure verdi: bulutları güden, akşamleyin bir buğday yağmuru yağdıracak diye. O zaman gemiye bin ve kapını (lumbar ağzı) kapa diye. Bu sure yaklaştı: bulutları güden, akşamleyin buğday yağmurunu yağdırıyordu. Ben havanın yüzüne baktım. Hava, akılmayacak kadar korkunçtu. Ben geminin içine bindim ve kapımı kapadım. Gemici Pusur-Amurri’ye, gemiyi yaptığından dolayı, sarayı her şeyiyle teslim ettim. Artık gökten kara bulutlar yükseldi. Bulutların içinde Adad (113) gürledi. Sullat ve Hanis (114), tanrıların kafilesini çekiyorlardı. Saray Ulaları, bunların pesi sıra dağları ve ovaları asıyorlardı. Büyük ira (115), bütün bentlerin kazıklarını çekti. Ninurta da ilerleyip büyük havuzun sularını boşandırdı. Anunnaki tanrıları, meşaleleri yukarı kaldırıyorlardı. Tanrıların saçtıkları ışın ülkeyi kızıla boğuyordu. Fırtına tanrısının saçtığı yalım, gökyüzünü yalıyordu. Bütün güneşin ışıklarını kararttılar. Büyük fırtına, ülkeyi bir çanak gibi parçaladı. Bir gün karayel esip hepsini sildi süpürdü. Sonra birdenbire poyraz esip ülkenin altını üstüne getirdi. Rüzgârlar insanların tepesinde savaş edercesine çarpıştılar. Kimse kimseyi göremiyordu. Ve gökten bakılınca insanlar tanınmıyordu. Tanrılar bile tufandan korkarak geri çekildiler. Ve göğün en yüksek katına kadar cılktılar. Tanrılar, orada bir köpek gibi kıvrılmışlardı. Göğün en son eteklerinde büzülüp yatıyorlardı. istar çocuğuna ağlayan bir ana gibi bağırıyordu. Tanrıların ecesi, güzel sesiyle âh ediyordu: Yazık o güne. O gün çirkef olsun. Benim, tanrılar meclisinde kötülük buyurduğum o gün. Ben nasıl oldu da tanrılar toplantısında kötülük buyurdum? Nasıl oldu da insanları yok etmek için bu savaşsımı buyurdum? Benim sevgili insanlarım, denizi balıklar gibi doldursunlar diye mi doğuyordu? Anunnaki tanrıları onunla birlikte âh ediyorlardı. Onlar, kızılbaş - sayfa 15 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yerlerinde ağlayarak oturuyorlardı. Dudakları çatlamıştı (116). Ve ağızlarından buhar çıkıyordu. Fırtına ve tufan, altı gün, yedi geceyi geçti. Fırtına yurdu silip süpürüyordu. Artık yedinci gün gelince tufan fırtınası savaşımı durdurdu. Önceden dalgaları bir ordu gibi birbiriyle savaşan deniz, simdi dinginleşti. Kotu rüzgâr dindi ve tufan sona erdi. Havaya baktığım zaman ortalıkta sessizlik vardı. Ve bütün insanlık çamur olmuştu. Suyun bastığı yüzey, dümdüzdü. Bunun üzerine hava deliğini açtığım zaman, günesin sıcağı burnumun kanatlarına vurdu. Diz çöküp oturdum ve ağladım. Göz yaşlarım burnumun kanatlarından akıyordu. Sonra ufuklara bakarak denizin kıyısını aradım. Her yana on iki kez on iki defa bakınca denizden bir ada yükseldi. Sonunda gemi Nissir (117) dağına oturdu. Nissir dağı gemiyi tutup onu sallanmaya bırakmadı. Birinci gün, ikinci gün Nissir dağı gemiyi tuttu ve onu sallanmaya bırakmadı. Üçüncü gün, dördüncü gün, Nissir dağı gemiyi tuttu ve onu sallanmaya bırakmadı. Besinci ve altıncı gün Nissir Dağı gemiyi tuttu ve onu sallanmaya bırakmadı. Yedinci gün gelince, dışarı bir güvercin çıkarıp uçurdum. Güvercin gitti, geldi. Onca konacak bir yer belli olmayınca geri dondu. Dışarı bir kırlangıç çıkarıp uçurdum. Kırlangıca gitti, geldi. Onca konacak bir yer belli olmayınca geri dondu. Dışarı bir karga çıkarıp uçurdum. Karga gidip bir kediyi (118) gagaladı. Bundan sonra dört rüzgâr yönüne her şeyi dışarı salıverip bir kurban kestim. Dağın tepesinde bir tütsü süngü hazırladım. Artık yedi ve nice yedi sungu küpleri yerleştirdim. Bu küplerin taslarına güzel kokulu kamış, katran sakızı, ve mersin kokusu (myrte) doktum. Tanrılar bu güzel kokuyu aldılar. Tanrılar, kurban verenin tepesinin üstünde sinekler gibi toplandılar. Büyük tanrıca oraya gelir gelmez kendi zevki için yaptığı büyük gerdanlığı yukarı kaldırdı: “Siz oradaki tanrılar! Ben boynumda taşıdığım bu gerdanlığın taşlarını nasıl unutmuyorsam, bu günleri de sonsuza dek anımsayacağıma ve asla unutmayacağıma ant içerim. Bütün tanrılar bu güzel koku sungusuna gelsinler. Ama, Enlil bu sunguya gelmesin! Çünkü koru körüne tufan yaptı ve insanlarımı yıkıma uğrattı!” Enlil oraya gelir gelmez, gemiyi görünce öf kelendi. igigi tanrılarına son derecede kızdı: “Buradan bir can kurtulmuştur. Bu yıkımdan kimse kurtulmamalıydı!” Ninurta, konuşmak için ağzını açtı ve Enlil’e, yiğite dedi: “Böyle bir şeyi Ea’dan başka kim bulup düşünebilirdi? Her beceriyi, her hileyi yalnızca Ea bilir.” Ea, konuşmak için ağzını açtı ve Enlil’e, yiğite dedi: “Ey tanrıların büyük üstadı, ey yiğit Enlil! Ah, nasıl olur da sen körükörüne tufan yaptın? Onun sucunu suçluya yüklet! Kelepçesini gevşet ki etini kesmesin. Yine kelepçesini çek ki daha gevsek olmasın (119). Senin yaptığın bu tufan yerine, bir aslan kalkıp insanları azaltsa daha iyiydi! Senin yaptığın bu tufan yerine, bir kurt kalkıp insanları azaltsaydı daha iyiydi! Senin yaptığın bu tufan yerine, veba tanrısı kalkıp insanlara ulaşsaydı daha iyiydi!. Ben, büyük tanrıların gizini açığa vurmadım! Aklı pek çok olan (120) bir düş gösterdim. O, böylece tanrıların gizini öğrendi. Simdi onun için bir karar vermek sana düşer!” Enlil, geminin içine binip elimden tuttu ve beni karaya çıkardı. Kadınımı da çıkarıp yanında diz çöktürdü. Alınlarımızı elledi ve aramızda durarak bizi kutladı. “Utnapistim, bundan önce bir insandı. Fakat simdi, Utnapistim ve kadını bizim gibi tanrılar olsunlar! Utnapistim otursun! Uzakta. Irmakların denize döküldüğü yerde!” Enlil’in bu sözlerinden sonra, beni aldılar ve uzakta, ırmakların ağzına oturttular. Simdi sana tanrıları kim toplayacak? Aradığın yasamı nasıl bulacaksın? Haydi altı gün ve yedi gece uykusuz kal!” O, dizlerinin üstüne çömeldiği yerde, uyku ona, sis gibi yavaş yavaş soluğunu verdi (121). Utnapistim ona, karısına dedi: “Adama bak! Yaşamı istiyordu. Uyku ona sis gibi, yavaş yavaş soluk verdi!” Karısı ona, Utnapistim’e dedi: “Sen onu elle de, adam uyansın! O, geldiği yoldan esenliğe geri dönsün. O, çıktığı kent kapısından ülkesine varsın!” Utnapistim ona, karısına dedi: “insanoğlu kotudur. Ve o, sana kötülük eder. Haydi onun günlük ekmeklerini pişir ve her gün başucuna koy! Uyuduğu günleri de duvara çiz!” O, onun günlük ekmeklerini pişirdi ve her gün onun başı ucuna koydu. Uyuduğu günleri de ona imledi. Birinci ekmeği kupkuruydu. ikincisi büzülmüştü. Üçüncüsü yaştı. Dördüncü ekmeğin kabuğu ağarmıştı. Besinci ekmek küflenmişti. Altıncı ekmek pişmişti. Yedinci bu anda adamı elledi ve o, uykusundan irkilip uyandı. Gılgamış ona, uzaktaki Utnapistim’e dedi: “Beni uyku basar basmaz, sen durmadan beni elledin ve sen beni uyandırdın.” Utnapistim ona, Gılgamış’a dedi: “Haydi Gılgamış, günlük ekmeklerini say! Ve iste su duvar, sana uyuduğun günlerin sayısını göstersin! Birinci ekmeğin kupkurudur. ikincisi büzülmüştür. Üçüncüsü yaştır. Dördüncü ekmeğin kabuğu ağarmıştır. Besinci ekmek küflenmiştir. Altıncısı pişmiştir. Yedinci bu anda sen uykudan irkilip uyandın!” Gılgamış ona, Utnapistim’e dedi: “Bana yardımcı kal! Nereye gideyim? Bütün organlarımı kotu ruhlar kapladı! Yatak odasında olum bekliyor; neye baksam, o, olumdur (122).” Utnapistim ona, gemici Ursanabi’ye dedi: ”Ursanabi, denizin rıhtımı seni aldatsın. iki kıyı arasında gidip gelen gemi senden nefret etsin! Her zaman, erişmek istediğin denizin kıyısından her seferinde yoksun kal (123)! Buraya getirdiğin adamın gövdesi kirden kabuk bağlamıştır. Giydiği post, bedeninin güzelliğini bitirmiştir. Ursanabi, onu alıp yıkanacak yere götür. Kutsal bir rahibin yıkanması gibi, onun kabuk bağlayan kirini suyla yıka! O, sırtındaki postu atsın ve deniz onu götürsün. Onun güzel bedeni parlasın! Yepyeni olsun başındaki külâh. Bir kaftan giymiş olsun. Görkemli bir giysi! O, ülkesine giderken, yürüdüğü yol boyunca, yurduna varıncaya dek, kaftanı tiftiklenmeyip yepyeni kalsın (124)”. Ursanabi onu alıp yıkanma yerine götürdü. Kutsal bir rahibin yıkanması gibi, onun kabuk bağlayan kirini suyla yıkadı. O, sırtındaki postu attı ve deniz onu götürdü. Onun güzel bedeni parladı. Yepyeni oldu basındaki külâh, bir kaftan giymiş oldu. Görkemli bir giysi. O, ülkesine giderken, yürüdüğü yol boyunca, yurduna varıncaya dek kaftanı tiftiklenmeyip yepyeni kaldı. Gılgamış ve Ursanabi gemiye bindiler. Gemiyi dalgaya kaptırarak sürüp gittiler. Karısı ona, uzaktaki Utnapistim’e dedi: “Gılgamış geldi, yoruldu, güçlük çekti. Ona ne verdin ki o yurda donuyor?” Fakat o, Gılgamış, geminin küreğini kaldırdı ve gemiyi kıyıya yanaştırdı (125). Utnapistim ona, Gılgamış’a dedi: “Ey Gılgamış, geldin, yoruldun, güçlük çektin. Sana ne verdim ki yurduna donuyorsun? Gılgamış, sana gizli bir şey açayım. Ve hiç kimsenin bilmediği biricik otun yerini sana söyleyeyim: Bu ot, tıpkı deve dikenine benzer, ama dikenleri gül dikeni gibi keskindir; yaklaşana batar. Sen bu otu eline geçirmek istersen, eline batacağından korkma!” Gılgamış bunu duyar duymaz derin bir kuyu kazdı. Ve ayaklarına ağır taslar bağlayıp kuyuya indi. Ayağına bağladığı taşlar onu yerin altındaki tatlı su denizinin dibine kadar batırdı. Ama o, otu aldı ve dikenleri ellerine battı. Bundan sonra Gılgamış, ağır taşları kesip yukarı fırladı. Kuyunun suyu onu fırlatıp denizin kıyısına attı. Gılgamış ona, gemici Ursanabi’ye dedi: Ursanabi, bu ot büyülü bir ottur; insan bununla gençliği kazanır. Bu ota, “yaslı genç olur” denir. Bunu Uruk’a yanımda götürmek istiyorum. Onu sevdiklerime yediririm. Ve onu parça doğrayalım. Sonra da kendim yiyip tam çocukluğuma doneyim.” kızılbaş - sayfa 16 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 iki kez yirmi saatten sonra biraz yemek yediler. iki kez otuz saatten sonra kendilerini aksam dinlenmesine bıraktılar. Gılgamış burada suyu soğuk bir kuyu gördü. Suda yıkanmak için aşağı indi. Bir yılan otun kokusunu aldı. Ve tasların yarığından yukarı çıkıp otu götürdü (126). Gılgamış geri donduğu sırada yılan gömleğini atmıştı! Bu anda Gılgamış yere oturmuş ağlıyordu. O, gemici Ursanabi’ye dedi: “Ursanabi kollarım kimin için yoruldu? Kimin için yüreğimden kanlar boşandı? Kendime iyi bir şey kazandım. Yer aslanI (127) için iyilik yapmış oldum. Simdi denizin kabarması, beni iki kez yirmi saat, o yere geri götürse bile, gereçler kuyuyu kazdığım zaman içine düşmüştü. Burada isime yarayacak olan gereçleri nasıl bulabilirim? Olmaz! Yurduma geri dönmeliyim.” Gerçekten Gılgamış gemiyi kıyıda bıraktı. iki kez yirmi saatten sonra biraz yemek yediler. iki kez otuz saatten sonra kendilerini aksam dinlenmesine bıraktılar. Onlar Uruk pazarına geldiklerinde, Gılgamış ona, gemici Ursanabi’ye dedi: “Ursanabi, Uruk duvarının üstüne çık! ileri yürü! Temeli gözden geçir! Tuğla duvarı gözden geçir! Acaba bunun tuğlaları pişmiş değil midir? Temeli yedi bilge kurmamış mıdır? 3600 donum kent. 3600 donum hurma bahçesi, 3600 donum kerpiç kuyu. Üstelik istar tapınağının çukuru. Bunların topu üç kez 3600 donum. Ve iste bunların hepsi Uruk’tur.” tanrıçası istar’la barışmak için, ona olağanüstü iyi ve değerli ağaçtan yapılmış bir taht sunmak istiyor. Bu amaçla çok yaşlı ve kalın bedenli bir Huluppu (128) ağacını devirmeye gidiyor. Bu ağacın tepesindeki yaprakların arasında, unlu fırtına kuşunun yuvası bulunuyor. Kimi Sümer söylencelerinde yavrusuyla birlikte gecen bu kus, kartal ve aslanın bileşimi olan bir yaratık olarak betimlenir. Ağacın kökleri arasında, hiçbir büyünün etkileyemediği yılan yuvası bulunuyor. Ağacın gövdesindeyse Bakireler Tanrıçası Lilit’in evi vardır. Gök Tanrıçası, sonraki Babil dininde en korkunç bir gulyabani olan bu Lilit’e, söylencemizde ilgi gösterip iyi davranıyor ve Lilit, Gılgamış’ ın bu ağacı devirmesiyle hemen o anda özgürlüğüne kavuşuyor: Gılgamış, serüvenini başarıyla bitirdikten sonra, bir ganimet olarak bu ulu ağacın hem gövdesini, hem de dallarını Uruk’a getiriyor. Fakat yeraltI dünyasının tanrıçası Ereskigal, istar’a sunulacak bu armağanı kıskanıyor. Ve yeraltından yeryüzüne dek bir çukur acıyor; gerek ağacın gövdesi, gerekse dalları bu çukurdan cehenneme düşüyor. iste bu noktadan sonra 12’nci tabletimizin arkası geliyor. Sümer yazmasına göre Engidu, Gılgamış’ın arkadaşI değil, kölesidir. Efendisinin çukurdan aşağı, cehenneme düsen değerli ağaçlarını geri çıkarması için, bu ise hazır bekliyor. Engidu, efendisine, göreceği hizmetle ilgili olarak, su sözleri söylüyor (129): ON İKİNCİ TABLET Gılgamış destanı 11’inci tablette sona ermiştir. 12’nci tablet ancak bir ektir. Ve destanla hiçbir ilgisi yoktur. 1’inci tabletten 11’ncitablete dek olan bolumu serbest bir koşuktur ki, eski kaynaklardan yararlanılmış olmasına karşın, bunlardan bağımsız olarak değiştirilip yeni bir kalıba sokulmuştur. 12’nci tablet ise, İsa’dan önce yaklaşık 2000 yılında yazılmış olan Sumerce bir metnin aslına bağlı çevirisidir ve bu tabletin çevirmeni, metinde en küçük bir değişiklik yapmamıştır. Bu Sumerce metnin birinci kısmının yarısı, bundan birkaç yıl önce elimize geçmiştir. Bunun nasıl bittiğini bilmiyoruz. Olasılıkla birkaç yüz satırdan oluşan bu Sumerce metnin içinde, Akatlı çevirmen ancak 154 satırı çevirmiştir. Bundan dolayı bu tablette anlatılan olaylar, bütünlüklerini yitirmiş demektir. Görünüşe göre bu çeviri, yer altı dünyasını heyecanlı betimlemesi ve bu dünyanın yaşamının anlatımından oluşmaktadır. Yeraltı dünyasının heyecanlı betimlemesini ve bu dünyanın yaşamını su nedenle veriyor: Gılgamış, gök I “Ağacın bedeni hemen bugün, Nacar’ın evine bırakılmış olacaktır. Ağacın dalları Nacar’ın keseri için hazır olacaktır. Efendim, niçin ağlıyorsun? Hemen bugün, senin ağacın bedenini yerin altından çıkaracağım. Dalları cehennemden yukarı getireceğim.” ”Eğer bugün yeraltı dünyasına gidersen, kutsal şeyler önünde başını eğmemelisin. Temiz bir gömlek giymemelisin. Yoksa hemen senin bir yabancı olduğunu anlarlar. Mermer şişecikten alınmış güzel kokuyu sürünmemelisin. Yoksa onlar güzel kokuyu alınca hemen çevrene toplanırlar. Gürzünü (130) yeraltı dünyasına düşürmemelisin. Yoksa gürzle öldürülmüş olanlar hemen çevrene toplanırlar. Eline sopa almamalısın. Yoksa ruhlar senden titrerler. Ayağına ayakkabı giymemelisin. Yerde gurultu etmemelisin. Sevdiğin karını öpmemelisin. Kendisine kin beslediğin karını dövmemelisin. Sevdiğin çocuğunu öpmemelisin. Kendisine kin beslediğin çocuğunu dövmemelisin. Yoksa cehennem senin için sokurtu, homurtu yapar.” Bu Sumerce şiirin deyiş özelliği; olayla- rın birbirini düzenli olarak izlememesidir. Örneğin, simdi Engidu’nun yeraltına gittiği anlatılıyor; ancak, birdenbire de çıplak bir tanrıçanın betimlemesi yapılıyor. Burada betimlenen Tanrıca NinAsu’dur. Bu bitkiler tanrısallığını çok iyi tanıyoruz. Bu tanrısallık, her yerde bir tanrı olarak görüldüğü halde, bizim destanımızda birdenbire tanrıca olarak karşımıza çıkıyor. Simdi burada biz doğrudan doğruya birbirine bağlı olmayan sahneleri birbirine şöylece bağlamayı deneyeceğiz: Engidu yeraltına iner inmez, adı gecen Tanrıca Nin-Asu’nun kutsallığına ayak basıyor. Engidu, çıplak tanrıçanın güzelliğinden ve vücudunun parlaklığından dolayı kendinden öyle geçiyorki, Gılgamış’ın kendisine verdiği bütün öğütleri unutuyor. Böylece o, yer altı dünyasında yakalanıyor ve Gılgamış, değerli ağacından başka, kendisine bağlı olan kölesi Engidu’yu da yitiriyor. II O, yatan bir kadına, yatan bir tanrıçaya, yatan Nin-Asu Ana’ya yaklaşıyor. Onun parlak omuzları açıktı. Örtülmemişti. Onun göğsü mermerden yapılmış yuvarlak bir vazo gibi kırışıksız ve dümdüzdü. III Engidu, yeraltı dünyasına gidip tanrıçayı görünce, bu tanrısallık önünde başını eğdi. Temiz bir gömlek giydi. Hemen onun bir yabancı olduğunu anladılar. Mermer şişecikten alınmış güzel kokuyu surundu. Onlar güzel kokuyu alınca hemen çevresine toplandılar. Gürzünü yer altı dünyasına düşürdü. Gürzle öldürülmüş olanlar çevresine toplandılar. Eline sopa aldı. Ruhlar ondan titrediler. Ayağına ayakkabı giydi. Yerde gurultu etti. Sevdiği karısını öptü; kendisine kin beslediği karısını dövdü. Sevdiği çocuğunu öptü; kendisine kin beslediği çocuğunu dövdü. Cehennem onun için sokuştu ve homurtu yaptı. IV O, yatan bir kadına, yatan bir tanrıçaya, yatan Nin-Asu Ana’ya yaklaştı. Onun parlak omuzları açıktı. Örtülmemişti. Onun göğsü mermerden yapılmış yuvarlak bir vazo gibi kırışıksız ve dümdüzdü (131). V O zaman Engidu yeryüzüne çıkmak isteyince, onu ne belâ getiren ruh, nede hastalık ifriti yakaladı; onu cehennem kralının amansız bir şeytanı yakaladı.Onu, yeraltının kendisi yakaladı. O, yiğitler alanında düşüp ölmedi; onu, yeraltının kendisi oldurdu. kızılbaş - sayfa 17 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 VI O zaman Ninsun’un oğlu, kölesi Engidu için ağladı. Ve tek başına kalkıp Enlil’in Ekur evine (132) gitti. ”Enlil baba, bugün ağacımın bedeni yerin altına düştü. Ağacımın dalları da yerin altına düştü. Bunları çıkarmak için yerin altına inen Engidu’yu, onu, ne belâ getiren ruh, ne de hastalık ifriti yakaladı; onu, yeraltının kendisi yakaladı. Onu, cehennem kralının amansız bir şeytanı yakalamadı; onu, yeraltının kendisi yakaladı; o, yiğitler alanında düşüp ölmedi; onu, yeraltının kendisi oldurdu.” Bunun üzerine Enlil Baba, Gılgamış’a hiçbir yanıt vermedi. Gılgamış, Sin Baba’ya başvurdu: “Sin Baba bugün ağacımın bedeni yerin altına düştü. Bunları çıkarmak için yerin altına inen Engidu’yu, onu, ne belâ getiren ruh, ne de hastalık ifriti yakaladı; onu, cehennem kralının amansız bir şeytanı yakalamadı; onu, yeraltının kendisi yakaladı. O, yiğitler alanında düşüp ölmedi; onu, yeraltının kendisi oldurdu.” Bunun üzerine Sin Baba, Gılgamış’a hiçbir yanıt vermedi. VII Gılgamış tek başına kalkıp Ea’nın E-Apsu evine (133) gitti: “Ea Baba, bugün ağacımın bedeni yerin altına düştü. Ağacımın dalları da yerin altına düştü. Bunları çıkarmak için yerin altına inen Engidu’yu, onu, ne belâ getiren ruh yakaladı ve ne de hastalık ifriti yakaladı; onu, yeraltının kendisi yakaladı. Onu, cehennem kralının amansız bir şeytanı yakalamadı; onu, yeraltının kendisi yakaladı; o, yiğitler alanında düşüp ölmedi; onu, yeraltının kendisi oldurdu.” Ama, Ea Baba ona su yanıtı verdi: “Cehennem kralı yiğit Nergal’a başvur! Ereskigal’ın (134) ağabeyi Kral Nergal’a başvur! Eğer cehennemin kralı yiğit Nergal yeraltının hava deliğini açacak olsaydı, o zaman Engidu’nun ruhu hafif bir yel gibi yerin altından çıkardı.” VIII (Bu yazınsal deyişe göre, simdi Engidu’nun ruhunun gerçekten yeraltından yeryüzüne çıktığı kendiliğinden anlaşılmış oluyor.) Bunlar birbirleriyle kucaklaştılar. Bir turlu birbirlerinden ayrılmakistemediler. Birbirlerine anlatmaktan usanmadılar. “Arkadaşım (135),söyle bana! Söyle bana, yeraltında gördüklerini anlat bana!” “Söyleyemem arkadaşım! Söyleyemem! Sana yeraltI dünyasında gördüklerimi anlatacak olursam, sen oturup ağlamalısın. Ve ben de oturup ağlayayım. Ellemekle zevk duyduğun benim güzel bedenimi, simdi böcekler, eski bir giysiyi yer gibi yiyor. Ellemekle zevk duyduğun benim güzel başım, bir çamur teknesi gibi toprak doludur.” IX Engidu, söyle diyerek büzülüp toprağa çömeldi.”Arkadaşım, yeraltI dünyasında şunları gördüm: (Tablette, Engidu’nun yeraltI dünyasıyla ilgili sözlerinin bulunduğu yer kırıktır. Söylenen bu sözler yaklaşık 30 satırdır.) X (Bu sahne, Gılgamış’ın, yer dünyasının ayrıntılarıyla ilgili olarak sorduğu soruları ve Engidu’nun buna verdiği yanıtları içermektedir ki bu bolumun, yaklaşık ilk 15 satırı kırıktır.) “Sehpaya asılmış olanı gördün mu?” - “Evet gördüm. Eğer işlediği günahtan pişman olsaydı, çivinin kopmasıyla kurtulurdu.” - “Eceliyle öleni gördün mu?” - “Evet gördüm. Gece yatağında uyuyup, su, soğuk su içiyor.” - “Savaş alanında öleni gördün mu?” “Evet gördüm. Ana ve babası onun için uğraşıyorlar. Karısı da onun için çalışıyor.” - “Cesedi kırda bırakılmış (mezara gömülmemiş) olanı gördün mu?” - “Evet, gördüm. Onun ruhu yeraltI dünyasında uyumuyor.” - “Ruhuyla kimsenin ilgilenmediğini (136) gördün mu?” - Hayvanlara yedirilen tencere kazıntısı ve sokağa atılan yemek artıkları onun besinidir.” (Destan burada sona erdi. Destanın son tableti nasıl tutarsız bağladıysa yine tutarsız olarak böyle biter.) ......................................... (102) Nuh Peygamber, dağların, denizlerin ve olum suyunun arkasında bulunduğu için, kendisi böyle niteleniyor. (CN). (103) Surippak, Uruk’un yaklaşık 30 km. kuzeybatısında, bugün Fara denen bir örendir (CN). (104) Ozan burada, bir masal örgesinden yararlanmıştır. Yelden sallanan kamışlar, sesi insanlara iletiyor. (105) Ubar-Turu: Babillilerin geleneğine göre, 18000 yıl saltanat suren Tutan’dan önceki son söylencesel kraldır (Prof. Landsberger). (106) Nuh Peygamber’i çağırıyor. Tanrılar toplantısında verilen kararı, gevezelik edip Nuh’un kulağına iletiyor (CN). (107) Apse: yerin altındaki tatlı su okyanusudur; aynı zamanda yerin üstündeki yağmur suyunun da havuzudur. Ea, hem bu havuzun ve hem de bu okyanusun beyidir (Prof. Landsberger). (108) 3528 metre kare. (109) Kamış: bir olcudur; yaklaşık üç metre uzunluğundadır. (110) Geminin bu parçasının ne olduğu açık olarak anlaşılmıyor; “su kazıkları” diye sözcük sözcüğe cevirdik. (111) Bu olcunun ne olduğu belirtilmiyor (Prof. Landsberger). (112) Susam yağlıdır. Bu yağla güzel börek kızartılır. Nitekim Nuh peygamber de bununla peksimet kızarttırmış olduğunu söylüyor (CN). (113) Fırtına Tanrısı. (114) Sullat ve Hanis: Fırtına Tanrısı’nın yanında olan iki küçük tanrı. (115) ira: savaşı ve hastalığı insanların başına saran bir tanrıdır (Prof. Landsberger). (116) Korkularından (Çeviren). (117) Nissir Dağı: Bugünkü Irak ve İran sınırında, Rumiye Golü’nün güneyinde bulunan yüksek dağlardan biri olsa gerekir. Bu yazma, israil oğulları yazmasından ayrılıyor. israilogullarI yazmasına göre, Nuh’un gemisi, Ağrı Dağı’nın üstüne oturmuştur (Prof. Landsberger). (118) Keli: Suların, bataklıkların, çamurlu tarlaların ortasındaki kuru yerlere dendiği gibi, su altI olmayan dik tarlalara da “keli tarla” denir (CN). (119) Ea, insanlara kızıp tufan yapan Enlil’e, bu seslenişiyle adalet yolunu salık veriyor. Herkesi sucuna göre cezalandırmayı anımsatıyor. Ve yaptığı tufanla gösterdiği adaletsizliği Enlil’in yüzüne vuruyor. (120) Akarcası “Atrahasis” olan sözcüğü böyle cevirdik. Bu sözcük, Nuh Peygamber’in şanlarından biridir. (121) Uyumak için çömeliyor ve böylece kendi kendini zorluyor; ancak, uyku sis gibi soluğunu ona karsı ufluyor ve uyku, onu soluğuyla boğarak yeniyor (Prof. Landsberger). (122) Ekmek sahnesinin anlamı şudur: Utnapistim, taşıdığı kan dolayısıyla yarI-tanrı olan Gılgamış’ı , tanrılık niteliğini göstermesi için, sınava çekiyor. Bu sınav, Gılgamış’ın bir hafta uykusuz kalmasıdır. Gılgamış, uyumamak için oturmayıp çömeliyor. Fakat son derece yorgun olduğundan, hemen uykuya dalıyor. Utnapistim’in karısı uyuyan Gılgamış’ın sınavı başaramadığını görünce, kocasına onu uyandırıp ülkesine geri göndermeyi salık veriyor. Ancak Utnapistim, onun da her insan gibi kotu huylu olduğundan, uyuduğunu yadsıyarak sonunda bir kavga çıkarmasından çekiniyor ve Gılgamış’ın ne kadar uyuduğunu kendisine göstermek amacıyla ortaya bir kanıt koymak istiyor. iste bundan ötürü, konuğun günlük ekmek payI, uyumasına karşın pişirilip başucuna konuyor. Ve konukevlerinde hep yapıldığı gibi, hesabI da duvara çiziliyor. Gılgamış, ken- kızılbaş - sayfa 18 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 disine yüklenen bütün görev günlerini uykusuz geçireceği yerde, bastan sona uykuyla geçirdikten sonra, Utnapistim onu uyandırıyor. Utnapistim’in önceden kestirdiği gibi, Gılgamış gerçekten uyuduğunu yadsıyor; ama, başucuna konan ekmeklerin geçirmiş olduğu değişimler ve çizilen çizgilerle, uyuduğu hemen anlaşılıyor. Bunun üzerine, yaşamı aramaktan vazgeçerek umutsuzluğa kapılıp talihinden yakınıyor (Prof. Landsberger). (123) Gılgamış’ın acıklı durumu, Nuh Peygamber’i üzdüğünden, gemicisi Ursanabi’ye yukarıdaki gibi ileniyor. Çünkü gemicisi Gılgamış’a yol göstermekle onu başına belâ ediyor. (124) Nuh Peygamber, Gılgamış’ın kılığını düzelttikten sonra ülkesine yollamak istediğinden, gemicisine böyle bir buyruk veriyor (CN). (125) Nuh Peygamber’in karısı, bindir güçlükle sonsuz yaşamı aramak için kocasının yanına gelen ve kocası tarafından sırtına güzel bir giysi giydirilip yine ülkesine geri yollanan Gılgamış’a açıyor ve kocasına böyle sorduktan sonra Gılgamış’a geri çağırtıyor. (126) Yılan; suyun, yaşamın ve sağlığına tanrısı olan Ningiszida’nın simgesidir. Yılanın çok yasayan bir hayvan olması bu otu yemiş olmasına yorulur. (127) Yer aslanı: Yılanın başka bir adıdır (Prof. Landsberger). (128) Bu ağaçtan, özellikle araba dingili yapılırdı. Nasıl bir ağaç olduğu pek belli değildir (Prof. Landsberger) (129) Numaralarla gösterilen bölümleme, metnin kıtalara ayrılmış olduğunu göstermektedir. Bu kıta bölümlemesi, genellikle Akan şiirine yabancıdır. Buna karşılık, Sümer koşuğunun bir özelliğidir. Sümerce kıtalar, denebilir ki, ayrı ayrı sahneler halinde hazırlanmış olurlar. Her sahne tam bir birlik oluşturur. Ancak, kıtaların bölümlemesiyle ilgili olayların akışı, kimi zaman kesilir. Yani olayların arasındaki bağlar, çok kez gözardı edilmiş olur. (130) Bu uygun bir çeviri değildir. Doğrusu, günümüzde ilkellerin kullandığı “bumerang”a benzeyen, ağaçtan yapılmış bir “atma” silahıdır (Prof. Landsberger). (131) Okurun da dikkatini çekmiş olduğu gibi, burada II. kıta sözcüğü sözcüğüne yineleniyor. Bunun anlamı ve sanatçının bundan amacI, söyle açıklanabilir: Engidu’nun yazgısının değişmesi, yani onun ruhlara katılması, bir yıldırım hızıyla oluyor. Sanki, hiçbir şey olmamış gibi, yeraltı dünyasında alışılan durum sürüyor ve yine, hiçbir şey olmamış gibi, Tanrıça Nin-Asu kendi tanrısal dinginliğini koruyor.iste böylece, insanın olumluluğu tanrıların değişmeyen ölümsüzlüğüyle bir karşıtlık oluşturuyor (Prof. Landsberger). (132) Dağ evi. (133) Yeraltındaki tatlı su okyanusu (Prof. Landsberger). (134) Doğru bir metin onarımı değildir. (135) Akatça yazmada görüldüğü gibi, Engidu burada birdenbire Gılgamış’ın arkadaşI oluyor. Bu bolumun Sümerce özgün metni elimizde olmadığından, değişikliğin nasıl ortaya çıktığını bilemiyoruz. Acaba bu değişiklik Sümerce özgün metinde mi vardı; yoksa Akatlı yazar, her şeye karşın burada, metin üzerinde kesin bir değişiklik mi yaptı? iste, söylediğimiz gibi, bunu anlayamıyoruz (Prof. Landsberger). (136) Ruhuyla ilgilenilmeyen kimsenin olusu: Kalırcılarınca, ruhu için adak adanmayan bir olu demektir (CN). kimileri. „Dil sadece bir iletişim aracı değil, candır, kültürdür, tarihtir, ruhtur“ diyen Mesut Keskin de bunlardan biri. Almanya’nın Frankfurt kentinde yaşayan ve Zazaca üzerine çeşitli çalışmalar yürüten Mesut Keskin, inkarcı zihniyete karşı anadilde direnişin önemine dikkat çekiyor. Dilbilimci Mesut Keskin ile çalışmalarını ve Zazaca (Zazaki, Kırmancki, Dımılki) ilk ders Kitabını tanıtacağız. MESUT KESKİN: Kitap Tanıtımı: Zone ma Zanena? Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Örgütü’nün (UNESCO) tehlikede olan dillere ilişkin çalışmasının içinde, Zazaca (Zazaki, Kırmancki, Dımılki) da bulunuyor. Ancak „Güvensiz durumda olanlar“ kategorisindeki Zazaki’yi yaşatmaya çalışıyor Mesut Keskin 1973 yılında Dersim-Pülümürlü bir ailenin çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya gelir. Ardından ailesi ile birlikte 1975 yılında Almanya’ya gelir. Son 13 yıldır Almanya’nın Frankfurt kentinde yaşamakta olan Keskin, Yüksek Teknik Okul (Fachhochschule) makine mühendisliğini ön lisans ile sonuçlandırıp, Goethe Üniversitesi’nin karşılaştırmalı Hint-Avrupa dilbilimi bölümüne yatay geçiş yapar. 2009 yılında eğitimini Magister Artium ünvanı ile bitirdikten sonra „Zazaca için şiveler üstü bir yazı dilini oluşturmanın temelleri üzerine“ konulu doktora tezine başlar. Yan iş olarak da Frankfurt’ta metro kullanmakta olan Keskin, hala Frankfurt kentinde bulunan Goethe Üniversitesi’nde Zazakî dil kursu veriyor. w w w.kizilb as.biz kızılbaş - sayfa 19 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Yezidiler ile Yezid ibn Muawiya ..... Arapça iki köyde konuşuluyor, digerleri Kurmanci…1928 de Empson yaziyor: “ Yezidileri iki gruba tasniflemek mümkün; bir kismi (coğunlugunu kasdediyor olmali) Indo-European (IndoAryan-Ari…demek istiyor, neticede o anlama gelmesi gerekiyor, ethnic tarifin) …Çoğunlukla beyaz derili, yuvarlak kafatasli, mavi gözlü ve açik renk saçli…Arap görünümlü olanlarsa, koyu esmer deri rengi, iki göz aralığı geniş, kalin dudakli ve koyu renk saclilar…” Elbette Yezidileri ilk ziyaret eden bu araştırmacı değil; batili akademisyenler icin bu “ tuhaf” inançli topluluk esasen bin sekizyüzlü yillarin başlarinda ilgi odagi oluyor Layard, henuz yüz yılın ortasi olmadan araştırmalarını yapiyor ve devami geliyor bile. Bu arada ne Osmanli’nin ne de bizatihi bu toplulukla ayni irk ve dili konuşanlarin Yezidiler hakkinda yüzlerce yıl, belkide irkdaşlarınca bir kaç millenyumdur klişeleşmis ve genelde de felaket negatif, haksiz suçlamalardan oluşanlar haricinde, pek bir bilgileri yok… Bunlar ayri bir makale, hatta toparlanilabildiğinde, başlıbaşına bir calışma konusu…Mamafih, her yeni çalışmanın, halihazirda eldeki bol materyal goz onune alindiginda, elde edilecek hasilatin, eskilerden müteşekkil , periferisi taze renklerle bezeli, içeriği bayat bir ürünü pazarlama tehlikesi ve ayibida mevcut… Şahsen, Kurmanciye (Yazadi dili) de hakimiyeti tamamen negatif sinyaller veren biri olmak hasebiyle, bazen batili akademisyen ve arastirmacilarin o mükemmel , özverili ve başlıbaşına her biri bir diğerinden daha heyecanlı olduğu anlaşılabilecek çalişma ve çabalarindan, bazı spesifik sonuçlar çıkarmanın zorluğu belli. Akademik kariyer eksikliğinin, her alanda ihtiyaç duyulan disiplin yokluğundan muzdarip husule gelebilecek arızi keşmekeşin içersinde, yalpalama ve savrulmaya yol açabileceği ihtima- linin de kabus misali başa gelebileceğinin farkındayım. Ingilizce noksanlığıyla nükseden okuma-idrak zorluklari devasa problemler yaratsada, sanki Kurd olmanin ve hayatımda ilk defa Türkçeye nisbeten hakimiyetin çok küçükte olsa, bazi avantajlarini sezme şansini elde edebildiğimi itiraf etmeliyim…Mesela Yezidiliğin bu muhtesem , ilgi cekici tarihini batili kaynaklardan anlamanin zorluklari, esasen bu insanlarin akademik görev ve kariyerlerini mümkün mertebe duygularinin önünde taşımaları ve en azindan gayret etmelerinin öğretici yanlarinin varlığına değinmek isterim…Öyleki, şu an Osmanli dilinden kullandığımız Türkçeye geçen bir çok kavramin , sadece Farsça/ Kurdçe kökenliler haricinde, bir de Kürdçe olanlarina rastlamak bir yana, onlarin kökenlerinin Kürdçe olduğunu bizzat Kürdlüğünden dolayi hissedebilme ve giderek te görmek gibi firsatlar sunuyorlar bizlere… Kim derdiki Turkcede çobanlarla eşdeğer tutulan ve “ Kaval “ denen muzik aletinin, esasen Yezidiligin en onemli dini kurumlarindan biri olan “ Qawl” ile icracilari “ Qawwal” dan geldigi ve esasen Kaval olarak yanlis biçimde Türkçede kullanilanin da Kürdçesinin “ shibab” “ Şibab” olduğunu bir batili Iranistten öğrenebilecegiz… Kreyenbroek elbette Türkçe bilmiyordu ve bu kelimenin- kavramin zamanla dönüşen kullanimindan da bihaberdi…Oysa bizler zaten zorunlu Türkçe bilmekle kalmiyoruz... Bir de kulağa tınlayan sesler var; onlarda bağlantılara ilişkin merakları körükleyebiliyor... Olguları kavrayabilme umuduyla devam ediyorum. Yezit ibn Muawiya, bilindigi , yazıldığı kadariyla o günahkar meşhur Peygamber torunu katili…Bin dört yüz yildir Islam aleminin bir kesimince şeytan, kalanincada tedirginlikle anilan, Peygamberin torunu Huseyin’i rivayet odur ki susuz birakip, işkenceler sonucu öldürtebilecek kadar dinden imandan çıkmış biri… Ustelik su an Alevi olarak anilan, ismi Kadir Canbek Kurdce Alici, Ali’yi takibeden anlaminda Kurdlerce Kurdlere verilen ya da Kurdlerce bizzat edinilen bu inancin mensuplari için Yezit, siradan bir Şii’nin öf kesinden daha az kizginliği barindirmiyor yürekler ve ruhlarda… Burada çok tuhaf ve karmaşık, bir o kadar da ilintisiz olansa, Muslumanlikla öz ve biçim olarak hic bir ilgisi olmayan, ustelik bu yüzden de Müslümanlarca alenen soykirima surekli uğratilan bir inancin takipcilerinin , Yezidilerin, en önemli Islam Hanedani olan Emeviligin ikinci halifesi Yezit ‘in takipcisi olarak anilmalari… Burada asirlardir , isim benzerliginden umutsuz bir takiyyeye sarilan, onunda zannedilenin aksine hic bir faydasini görmeyen bir inançtan bahsetmek mumkun belkide…Bu arada Yezidiligin kutsal kitaplarindan Meshafa Reş’te bazi ibarelerin varligindan bahsediliyor, söyle deniyormus : “Muhammed’in Muawiyya isminde bir hizmetkari varmis…Tanri , karşısında dik durmadığı için Muhammed’e bir baş ağrısı derdi vermis…Muhammed, hizmetkari Muawiyya’dan kafasini traş etmesini istemis…Saçı kesilirken, peygamberin kafası kanamış…Kanin yere damlamasindan korkan hizmetkar, diliyle kani yalamış…Bunun uzerine Peygamber kendisine şunu soylemis : - ¨ Sen simdi gunaha girdin, mezhebimin muhalifi olacaksin.¨ Muawiyya cevap vermiş: ¨ben artik öbür dünyaya girmeyeceğim, evlenmeyecegim.¨ Daha sonra Tanri Muawiyaya akrepler göndermiş, her tarafini sokmuslar, surati yaralarla dolmus…Doktorlar ölmeden evvel evlenmesinde israr etmisler, Muawiyya bunu duyunca, razi olmus.Hic bebek doğurmamasi icin ona seksen yaşında bir kadin getirmisler. Muawiya karisini bildigi icin, Tanrinin gücüyle yirmibeş yaşında görünmüş. Ve daha sonra da Yezidilerin Tanrisi olacak Yezid’e hamile kalmis.Ve Yezidle baglantili olarak, iddia edildigine gore “ yedi tanridan “ biri, Yezidilerin kızılbaş - sayfa 20 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 standardini oluşturmuş; ve bu tanriya bunlari Süleyman’a vermesi için itimad edilmiş…Tanri Yezid doğduğunda, bu semboller kendisine büyük bir saygi, huşuyla verilmis, o da bunlari aşiretine ihsan etmis …Yezid’in görüntüsü, standardi olan Tawus kuşu biciminde devam etmis “ Yukarida naklettiğim masalımsı hikaye, elbette mitolojik…Ancak, Yezit ibn Muawiya’nin tarihteki pozisyonuna kisaca bakmak, bu garip ve ilginç rastlantiyi veya uyarlamayi anlamamiza yardimci olabilir. Her seyden evvel Halife Yezit’in, cok kisa olan politik kariyerinde ( 630633), topu topu üç –üç buçuk yillik, ne Yezidilik gibi yeni bir inanç, ne de Muhammed’in görüşlerini yaymak gibi fonksiyona kendini verdiğine dair hic bir delil yok…Tam tersine bir de Peygamberin torununu öldürme lekesini taşıyor.Ustelik bir sonraki eylemi ise, Medine’yi kuşatıp, Peygamberin seksen yakin arkadaşı-takipçisi ile o zamanlar kurani kerimi okuyabilen tam yedi yüz adami öldürtmekten sorumlu…O da yetmiyor, Halifeliginin son senesinde de bir de Kabe’ye hücum ediyor! Yetmez; ve Halife Yezit, yetenekli bir avci, zampara, şarap icen, muzik ve sporla ugrasan, kisacasi adi geçen inanç olsun, bizzat islamiyet olsun, yaşamina hic girmedigi belli olan biri… kabulleniliyor, bu da daha ilginç bir husus...Ayrıca Yezidilik gibi bir inançta Şeyhlik kavraminin, halis Kurd/Aryan olan Pir’liğe galebe çalan pozisyonuna dikkat cekmeliyim. Inanca hukmeden, yön veren güçlü bir Arabi damar sozkonusu…Bir söylentiye görede, Muslumanligi kabullenen Araplar, kabullenmeyenleri “ al-jahilin – cahiller” ilan ediyorlar ve yine inanmayanlarin icinde Yezit ibn Muawiyayida sayiyorlar.Bunun uzerine bazı pagan Arap kabileleri, Yezidilige katiliyor …Daha degisik iddialar girla gidiyor; ama hic biri Yezid kelimesinin kökenini açıklamaya yeterli gelmiyor…Bazilarida Yezidiligi , Lalishteki tapinagin eski Hristiyan mimarisinden esinlenerek, bunlarin aslinda Hristiyan ama cehalletten oturu bir sapmaya düştüklerini iddia ediyorlar…Ancak, her ne kadar Yezidilikte Hristiyanlik izleri gorunsede, her seyden evvel “ reinkarnasyon (ruh’un ölümden sonra bir başka bedene geçmesi) , Meleki Tawus ve cosmos’un yaratılmasındaki metafor ¨ durr- inci“ gibi çok belirgin temel prensipler, hiç te uygun bir hipoteze işaret etmiyor…Ayrıca bu prensipler Hakkari dağlarında mesken tutmuş Kürdler arasında , daha bir çok gelenek ve rıtüellerle, Arap Şeyh Adi bin Musafir henüz Lalish’e gelmeden çok önce antik bir inancın varlığına kuvvetle işaret ediyor... Kaldiki, tüm faraziyelerin hala Yezidi kavraminin kökenini açıklamakta yetersiz kaldığıda aşikar… Nereden geliyor bu kavram Yezidi, Ezdi, Ezid, Ezda ve Ezi…Bunlari bir sonraki makalede tartismaya acacagim. http://www.gelawej.net dersim’de avcılık yapanları ihbar ediniz! tel: 0554 45 381 437 tel: 0542 247 30 88 Yani diyesim geliyor ki, bizim Aleviciler belliki bu adamin hayati hakkinda, küfür etmekten başkaca hic bir şey bilmiyorlarmis… Bilselerdi, belkide toptan Yezitci olurlardi, Kemalistliklerinede gayet uygun düşerdi , kanaatimce… Oyleki, bu şartlar altinda Yezidi inancinin, Yezit ibn Muawiyya’dan kaynaklanmasi pek te inandirici gelmiyor, isterse Yezidilerin kendileri veya bir kismi iddia etsinler… Unutmamamiz, akılda tutmamiz gereken bir realite var; takriben son dokuz yüz yildir taninmiş haliyle bulunan modern Yezidi inancina, bir Sufi ( mutasavvuf mu desek ) Arap, Seyh Adi bin Musafir’in biçim verdigi gerçeğide göz önüne alinmali… Ve bu Seyh Adi’nin Halife Yezit soyundan geldiği ÖNEMLİDİR LÜTFEN PAYLAŞINIZ.... DOĞAMIZIN GÖZBEBEKLERİNİ KATLEDENLERİ İHBAR EDENLERE 1000 TL ÖDÜL. GEREKLİ BİLGİ İÇİN ARAYINIZ. 05545381437 İHBAR EDİNİZ; DERSİM GENELİNDE GÖRDÜĞÜNÜZ AVCILIK FAALİYETLERİNİ, YOL BOYUNCA AV YAPANLARIN ARAÇ PLAKALARINI LÜTFEN İHBAR EDİNİZ. GÖNÜLLÜRLE ARTIK BU KATLİAMA DUR DİYECEĞİZ. MUNZUR DOĞA AKTİVİSTLERİ kızılbaş - sayfa 21 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Birêzan WEQFA İSMAİL BEŞİKCİ ÇI KIR, DÊ ÇI BIKE?* xwe digîhîne kataloga Pirtûkxaneya Lêkolînê ya Weqfa Îsmaîl Beşîkcî û di vê bibliyotekê de çî heye û çî nîne dikare bibîne. Hûn weke şêwirmend, mêvan û xwedîyê vê weqfê, xêr hatine ser seran û ser çavan hatine! Wekî hûn jî baştirîn dizanin ku Îsmaîl Beşîkcî wijdana mirovetîyê ye. Remza helwêsta rewşenbîrîyê ye. Afrinêrê çand û hûnerê, zanyarê siyaset û civaknasîyê ye. Îsmaîl Beşîkcî di etîk û paqijîya têkilîya mirovayetîyê de minakek sereke ye. Mamosta Beşîkcî; ji bo wan nirxan berxwedan û bedêleki giran daye û hîmê xwe li cihanê jî nişanî da ye. Armanca me jî ev e ku, em ev nirxên ku Îsmaîl Beşîkcî di jîyana xwe de pêk anîye, ji xwe re bikin minak û di nav xwe de bi cîh bikin û heta pêşve bibin! Ji wê bone me salekî berê ev weqfa damezrand. Bila ji mirovetiyê re, ji cihana bindestan re, û bi taybeti gelê Kurd û Kurdistaniyan re pîroz be. Ev roj bi taybetî roja ji dayîkbûna Memosta Îsmaîl Beşîkcî ya 74 salî ye. Ji wê bonê jî gelekî watedar e. Memosta Îsmaîl Beşîkcî, tu rind ku ji bo mirovatiyê hati cihane û dijî. Jiyana te ya bi rumet herî dirêjtir be! Tu rûmeta me hemûyanî û tu her bijî. Tenduristîya te herî baş be û em tevî hev rojên xweştirin bibînin. Daku me hemûyan jî ev heq kirîye! Vê Weqfê, armanc kirîye ku; nêrin, helwêst û kiryarên Îsmaîl Beşîkcî jindar bihêle, zindî bike û pêşve bibe. Me saleke ku ev Weqfa amezrandîye.. Daku gelek hezkiri û dostên Mamosta Îsmaîl Beşîkcî, dilxwazîyên Weqfa Îsmaîl Beşîkcî, keda xwe kirin vê sazîyê. Me jî weke desteya rêvebir A h m e t Ö n a l ya Weqfa Îsmaîl Beşîkcî ev keda we şikirand û ev dezgeheya bi xebateke kelecan derxist meydanê? Gelo me di nav salekî de, ango di navbera sala 2012yî de çi kar kir, çi pêk anî? Dixwazim hinekî qala van kiryaran bikim û agahîyan bidim we Birêzan! - Me li Stenbolê, Stocholmê, Berlin û Amedê ji bo danasîna weqfê kampanya û civîn bi darxistin ku ev civînana gelekî bi coş derbas bûn. Ji bo wan dilxwazîyên weqfê ku bi kelecan di van civînên dannasînê de piştgirî dan weqfa me, em spasdar û minetdarê wan in. - Pirtûkxaneya Lêkolînê Ya Îsmaîl Beşîkcî weke kutupxane hate damezrandın (ku xwedî 15 hezar pirtûk, 800 kovar û 3 hezar cîldên rojnameyê tê de bi cîh ne) û çavkanîyên vê pirtûkxaneyê her diçe zêde dibin û gelek kes bi dilxwazî belge û arşîvên ku komkirine tînin û diyarîyî pirtûkxaneyê dikin. Weşanxaneyên Kurd hemû kîtêbên ku çap kiribûne ji weqfê re dîyari kirine. Daku ev pirtûkxane herî dewlenmenditir dibe. Em dixwazin li gel bibliyoteka kurdî û ya bi zimanên ditir jî di vê pirtûkxaneyê de dewlemendîtir bikin. Ji bo wê ji hewildanên me berdewam in. Daku her likolînêr lêgerînên xwe bi asanî di vê pirtûkxaneyê de bibine û jê suud bistîne. - Ev kesên ku bixwaze, îro dikare li ser rêya datayê ango Internetê jî - Malpera Weqfa me ya Îsmaîl Beşîkcî ku “www. ismailbesikcivakfi.org” e weke medya civakî ango “sosyal medya” îro bi kar tê. Her kes dikare me li ser wê malperê bişopîne. Disa li ser “twitter” û “facebook”ê ji dikare ji Weqfa Îsmaîl Beşîkcî re têkildar bibe. Agahîyan bide û bistine! - Êdi dîyare ku ev salona me ji bo cûr be cûr civîn, semîner, guftugoh, guhdarî û pêşengeyan û ji bo çand û şêwirmendiya me xizmetê bide, dîyare ku amade ye! - Me Radyoya Dengê jîyanê pêk anî û em cûr be cûr bernameyan di wê radyoyê de biweşînin. Vê demê ev kesên ku bixwazin li ser datayê ango Internetê dikarin van bernameyên me yên ku em pêk tînin guhdarî bike. Em dixwazin radyoyê ji bo dîtîn û temaşekirina smoltine (smoltine görüntülü izleme ) ji amade bikin. Di vê radyoyê de em dixwazin weşanekî pir zimanî û pir çandi, bernameyên dengbêjan, dannasına pirtûkan, bi nivîskaran re guftugoh, bi kesên ku di mijarên xwe de pısporin re seminer, roportaj û agahîyan bistinin û biweşînin. Her kesek dikare radyoyê li ser rûyê cihanê, kû derê dibe bila bibe, di navnîşana “www.yaşamradyo.com.tr” yê de guhdari bike. - Em hemû dizanin ku Weqf nikarin ticaretê ango bezirganîyê bikin. Ji kar û xebatê ji dahati dive hebe. Heyanî nûha gelek dost û hevalan keda xwe kire vê Weqfê. Û me bi wan pişgiriyan ev karînana pêk anîn. Ji vir şûnvetir jî em dixwazin her dilxwazi û hezkirîyên Mamosta Îsmaîl Beşîkcî, her mirovhez û Kurdhez dive ji keda xwe kêm an zêde, mehane an salane alîkariyeki bide weqfê, ku em jî ev bernameyên ku li pêş me ne, bi hev re bimeşinin û serkeftî bibin. - Diyare ku Kekê İbrahim Gurbuz; kızılbaş - sayfa 22 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ev xana ji bo xebatên Weqfê tasis kirîye û du qat (qata 1’emin û 2’emin) jî diyari weqfa Îsmaîl Beşîkcî kiriye. Kekê Necip Yeşil hemû xan û pirtûkxane ji serî heta binî restore kir û ev ked û mesrefa xwe hemû ji Weqfê re bexşandiye. Kekê Mahmut Metin hemû tar û raf dane çêkirin. Hevaleki Scêner, Yeki hemu data, yeki qilîma, yeki perde û xalî, yeki kamera û televizyon, yeki sarince û tiştên hwd. ji bo weqfê diyari kirin e. Hinek hevalan Wêneyên buhagiran diyarî kirine. Gelek heval û dostan ji weke naqît pere dane û me ev kara heya îro meşandîye. Gelek heval û dostan jî ji bi xebatên xwe yên fiili biştgirî dane weqfê û xebitîne . Hasbelqader min jî depoya xwe ya 20 salan ya Weşanên Pêrî ku taqriben 100-120 hezar pirtûk tê de heye hemû diyarî Weqfê kir ku bila bingehîna Weşanên Weqfa Îsmail Beşîkcî çê bibe û bimeşe, pişgirî daye. Daxwazîya min jî ji we heye ku bila her dilxwaziyê Weqfa Îsmaîl Beşîkcî û hezkiriyê Îsmaîl Beşîkcî jî destê alîkarîyê gor wijdana xwe dirêjî Weqfa Îsmaîl Beşîkcî bike. Ku em gor etîka Mamosta Îsmaîl Beşîkcî karê xwe bi serbilindî bimeşînin û pêşve bibin. Gelo ji me, gelek kes nikarin ku her meheyekî 20 TL’yan bi istiqrar bavêje kontoya Weqfa Îsmaîl Beşîkcî? Dema ku hezar kesekî di her meheyekî de 20 TL’yî bide, ev dike 20 hezar û pêvistiya me bi tu tişteki namîne û ev kara dê bimeşe. - Me li Amedê ji bo Weqfê bi 225 hezaran xanek kirî daku em paşerojê de Amedê bikin navend. Lê hin ji bo wê 95 hezar deynê me ma ye. Û ev deyn li ser stuyê me bar e. Hêvi dikim ku bi alîkarîya gelê me, em şermezar nebin!!! Qasî wan kiryarên me, em dixwazin gelekî tiştên din jî di demekî kûrt de bikin: - Ji bo arşiv û dukumantasyonê dive desteyek taybeti bê damezrandin. Em dixwazin ku belgeyên dirokî û nivîsî kom bikin û wan materyalan scener bikin û daxinin ser datayê, biparêzin û belav bikin. - Ji ko ku em hişmendîyek şîrik pêk binîn û bernameyên xwe yên paşerojê bi hev re bimeşînin, em dixwazin meclîsa şêwirmendiyê damezrînin! - Em dixwazin ji bo xebatê, mijar û cihên taybet tayin bikin û weke grup karê lêkolîn û zanyarîyê pêk bînin. - Em dixwazin ji bo dannasîna Weqfê civînan berdewam bikin. Minak; di hedefa me de civina Dêsrsim ê û Wanê heye. Disa em dixwazin li her parçeyên Kurdistanê yên dîtir civînan bi darxînin û dan û standinan daynîn! - Em dixwazin lêkolinên akademîk yên kolektif – gurubî û şîrik ji bo mijarên cûr be cûr yên Kurd û Kurdistanî çêbikin û xebatan bimeşînin. - Li ser film û sînemaya Kurdî xebatên me hene. Em dixwazin ku filmên balkêş yên di mihrîcanan de serkeftî bûne li vê salonê û cihên ditir nîşanî bidin. - Di bin sîvana Weqfa Îsmaîl Beşîkcî de bi navê Ronî şîrketek hate damezrandin û Weşanên Weqfa Îsmaîl Beşîkcî dest bi karê weşana pirtûkan kirîye. Em dixwazin vê salê kitêbên Mamosta İsmail beşikci hemûyan çap bikin. Pirtuka me ya yekemin çap bû. Yên ditir jî weke tevayî heyanî Newroz an dawîya avrêlê dê bêne weşandin. Daku di Pêşengeha TUYAPê ya Amedê-IV’miin de bi balkêşî cîhê xwe bistine. Ji bo çapa wan pirtûkan jî çendin kesan xwest ku bibin sponsorê wan pirtûkan. Lê dîyare ku ev têr nakin. Em dixwazin kesên dilxwaz derkevin û bibêjin “Ez dixwazim mesrefa filan pirtûkê bidim ser xwe!” Em jî weke desteya revebir ya Weqfê ji wan dilxwazîyan re ji nûka ve spasdarbin! Xêricî pirtûkên Mamosta Îsmaîl Beşîkcî jî em pirtûkên akademik û zanistî, edebi, folklori û her cûreyî bes bijare û balkêş çap bikin. Em dixwazin Weşanxaneya Weqfa me, bi baldarî karê weşangerîyê bimeşîne! - Di paşerojê de em dixwazin li ser nave Mamosta Îsmaîl Beşîkcî Xelatan bidin akademisyen û lekolineran û pişgiriyê bidin xebatên zanistî û teşwik bikin.. - Em dixwazin pirtûkên Mamosta Îsmaîl Beşîkcî bi nû ve binirxînin. Daku geleki kêm kesan Mamoste Îsmaîl Beşîkcî xwendiye û nirxandiye. Divê li ser her pirtûkeki civînan bi darxinin û gengeşîyan bikin ku nêrînên Mamoste Îsmaîl Beşîkcî bi perspektifeke rexne û rexnegiri bê şirovekirin. Ez bixwe di wê bawerîyê de me ku ji me gelekî kesan mamosta fêm nekiriye. Divê em Mamosta Îsmaîl Beşîkcî bi nû ve fêm bikin. Weke Minak; li ser “Kanuna Tunceliyê û Jenosida Dêrsimê” li Dêrsimê, Li ser “İdeolojîya Fermî û Metoda Zanyarîyê” li Stenbolê, Li ser “ Teza Dirokê Ya Roj û Ziman” li Wanê. Li Ser “Reşenbiriya Kurdi” li Amedê û li cûre cûre cîyan civînan bi darxînin. Bi van civînan em dixwazin belku nirxên kiritikkirina pirtûk û ramanan di nava me de belav bibe. Bi hêviya jiyanek xweş, karên baş û serbilindayîya me û we rûmetdaran! Ji bo guhdarî , ihtiram û beşdarbûna we, em weke Desteya Revebir ya Weqfa Îsmaîl Beşîkcî ji we re pir spasdarin! Axaftina şeva ji dayikbûna Mamosta İsmail Beşikci û salvegere damezrandına Weqfa Îsmaîl Beşîkcî! Adres Kuloğlu Mah. İstiklal Cd. Ayhan Işık Sok.No: 21/1 Beyoğlu /İstanbul Telefon: +0212 245 81 43 Fax: +0212 245 71 40 info@ismailbesikcivakfi.org Kütüphane Çalışma Saatleri Her gün (Pazartesi hariç) 10:00-19:00 kızılbaş - sayfa 23 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Demirtaş: Öcalan'la Görüşmek İçin Başvurduk BDP Eşbaşkanı Demirtaş, BDP ve DTK Eşbaşkanları olarak PKK lideri Abdullah Öcalan'la görüşmek için Adalet Bakanlığı'na başvurduklarını söyledi. Ankara - BİA Haber Merkezi İMRALI AÇILIMI: BDP de Görüşmelere Katılacak mı? Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş, BDP ve Demokratik Toplum Kongresi (DTK) eşbaşkanları olarak PKK lideri Abdullah Öcalan'la görüşmek için Adalet Bakanlığı'na başvurduklarını açıkladı. Daha önce de Öcalan'la görüşme talepleri olduğunu ama Adalet Bakanlığı'ndan olumlu yanıt alamadıklarını, ancak üç gün önce yaptıkları başvuru sonucunda olumlu yanıt beklediklerini söyledi. "Bu sürecin sağlıklı gitmesi ve yol alınması için İmralı adasına BDP ve DTK'nin eşbaşkanları olarak gitmemiz gerekiyor. Şimdi Adalet Bakanlığı'ndan gelen yanıtı bekliyoruz. Eğer olumlu bir yanıt alırsak, BDP ve DTK eşbaşkanları olarak İmralı adasına gidip Abdullah Öcalan ile görüşeceğiz. "İmralı'da Öcalan'la Ahmet Türk ve Ayla Akat Ata ile görüşmesi tüm Türkiye'de pozitif bir hava yarattı. Tüm kesimler sorunun çözümü için Öcalan dahil bütün kesimlerle görüşülmesini istiyor. "Demek ki, sorunun çözümü için diyalogun esas alınması ile bugüne kadar ilgili bir sıkıntı yokmuş. Bu nedenle Kürt sorununun demokratik ve barışçıl yollarla çözümü konusunda yaratılan bu atmosfer heba edilmemelidir." (EKN) İşte Çözüm sürecinin yol haritası... Önce MİT, ardından BDP'li vekillerin İmralı temasları. Kürt sorununun siyasi çözümü bu iki gelişmeyle yeniden hız kazandı. BDP heyetinin İmralı'ya giderek Öcalan'la görüşmesi, 'Kürt sorunu'nun çözüm sürecinde yeni bir sayfa açtı. Peki, İstihbarat birimlerinin ayrıntılı hazırlığıyla başlatılan bu yeni süreçte, hükümet nasıl bir yol izleyecek? İşte cevabı... NTV'nin haberine göre, somut bir takvime bağlanmamış olsa da devletin yol haritası hazır. İşte Ankara'da çözüm sürecine ilişkin devletin yol haritasına dair konuşulanlar... EV HAPSİ DÜŞÜNÜLMÜYOR Bunlar arasında infaz kanununun değiştirilerek Abdullah Öcalan'ın yakınları ve avukatlarıyla daha rahat görüştürülmesi var. Ancak Öcalan'ın ev hapsine alınması bu aşamada düşünülmüyor. SIRADA KANDİL VAR Öcalan'la görüşmenin seyrine göre, istihbarat birimlerinin Kandil'le bağlantıya geçmesi de seçenekler arasında. lahlı unsurların sınırdışına çekilmesi, son olarak da silahsızlanma öngörülüyor. 'PİŞMANLIK' ETKİLİ OLMADI Adı 'pişmanlık' olan bir yasanın etkili olmayacağı düşünülüyor. Suça karışmadığı tespit edilenlerin 'pişmanım' demeden teslim olması ceza almamaları için yeterli olabilecek. KCK TUTUKLULARINA TAHLİYE UMUDU Şiddet içermeyen suçların ceza olmaktan çıkartılması için terörle mücadele yasasının 6 ve 7. maddelerinin değiştirilmesi planlanıyor. Süreç olumlu giderse bu düzenleme 4. yargı paketi içine sokulacak. Bu durumda KCK operasyonlarında tutuklanan aralarında belediye başkanlarının da bulunduğu çok sayıda kişinin tahliyesinin önü açılacak. MAHMUR BOŞALTILACAK Federal Kürdistan'daki Mahmur Kampı’nın boşaltılarak burada kalanların Türkiye'ye dönmesi de sürecin bir başka ayağı. ÖNCE SINIRDIŞI SONRA SİLAH BIRAKMA Sürecin bir adımı da Ankara'nın Avrupa yerel yönetimler özerklik şartına koyduğu çekinceleri kaldırması olacak. Örgütün hemen silah bırakması beklenmiyor. Uzun süreli bir eylemsizlik dönemi ardından Türkiye içindeki si- h t t p : // w w w. i l k e h a b e r. c o m / h a b e r/i st e - c oz u m - s u r e ci n i n -yolharitasi...-24847.htm kızılbaş - sayfa 24 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Silahlar elden mi zihinden mi bırakılsın! Çetin Çeko Devletin PKK’nın “silah bırakması” için müzakereye giden yol olarak tanımladığı ve Abdullah Öcalan ile yapılan görüşme bizzat Başbakan Erdoğan tarafından açıklandı. Ardından DTK Eş Başkanı Ahmet Türk ve BDP milletvekili Ayla Akat İmralı Cezaevinde Abdullah Öcalan’la görüştüler. Gerek taraflar gerekse siyasal analizciler geçmişte yaşananları göz önüne alarak bu gelişmelere ihtiyatlı iyimserlikle yaklaşıyorlar. Görüşmelere “müzakere” demenin erken olduğunu bu açıdan “müzakereye” giden yolda “istişare” demenin daha doğru olacağı değerlendirmesinde bulunuyorlar. Devlet atılan adımı “silahların bırakılması, terörün son bulması” olarak adlandırırken, Kürtler “barış”, “ulusal ve demokratik hakların tanınması yolunda görüşmelere giden adım” olarak görüyorlar. Atılan adım olumlu olmakla birlikte Kürt sorunun içeriği ve tanımlanması konusunda hükümetin geleneksel devlet literatürünün esiri olmaktan kurtulamadığını görüyoruz. Görüşmenin ilanında "terörist başı ile görüşme, terör örgütü, terör" ve benzeri kıriminal, öteleyici ve aşağılayıcı kavramların “Türk kardeşlerimizin gözünü korkutmamak” ve suni olarak yaratılmak istenen “Türk sorunu” argümanını bertaraf etmek için kullanıldığı yorumları yapılmaktadır. Bu hükümet ve ona destek veren medya açısından taktiksel bir söylem olsa bile -ki değil- Kürtlerin bu söyleme itiraz etmeleri gerekir. Onurlu adil bir barış için, müzakereye giden yolda bu tür kavramları kullanmama konusunda taraflar prensip anlaşmasına varmalıdırlar. Dünyada örnekleri olan barış ve müzakere deneyimleri göstermiştir ki, kullanılan dil ve tarafsız mekanlar müzakerelerin istenilen sonuca varmasında önemli ayrıntılardır. Tony Blair, IRA ile yapılan barış görüşmelerinde silahların tahribatı veya ortadan kaldırılmasının pek bir anlam ifade etmediğini vurgular. Barışın aslında silahların tahribatında değil, zihinlerin tahribatından geçtiğini, IRA’nın silahları bırakmaya değil, kullanmamaya razı olduğunu söyler. Kürtleri silahları bırakmaya değil, kullanmamaya razı etmenin yolu da sivil siyasetin önünü açmak, ulusal ve demokratik hakları sigorta altına almaktan geçiyor. Son on dokuz yılda legal Kürt partileri yaklaşık üçer yıl arayla yedi kez kapatıldılar. Türk siyasal sisteminde Kürt legal siyasetinin ömrü en fazla üç yıldır tespiti bu açıdan yapılır. Bu gün ise aralarında seçilmişlerin de bulunduğu on binlerce Kürt siyasetçi zindanlarda esir tutulmakta. Onlarca BDP milletvekilinin dokunulmazlıklarının kalkması için de fezlekeler işleme konulmuş durumda. Tüm bunlara karşın demokratik legal Kürt siyasetinin Kuzey, Güney ve Batı Kürdistan’daki gelişim ve performansı eksik ve aksağına rağmen bölgesel güçler tarafından dikkatle takip edilmektedir. Bu güç artık kabına sığmamaktadır ve bölgedeki değişme öncülük eden önemli aktörlerden biridir. Başbakan Erdoğan son gelişmelerin 2009 yılında startı verilen “Kürt Açılımının” bir devamı olduğunu söylemekte. AKP’nin üç yıl önce başlattığı “Kardeşlik ve Milli Birlik Projesi”nin altından maalesef çok sular aktı. Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’da deyim yerindeyse taşlar yerinden fırladı. Kürtlerin bir bütün olarak elleri daha da kuvvetlendi. Geçen üç yıllık süre zarfında Batı Kürdistan’da Kürtler siyasal birliklerini oluşturarak topraklarını Beşar Esad ve Suriye muhalefetine karşı koruma ve pazarlık etme yetene- ği yarattılar. Güney Kürdistan’da dünyanın belli başlı petrol şirketlerinden Exxon, Chevron, Total, Gazprom’la anlaşmalar imzalandı. Kürdistan petrolünün Kürtlerin ve kadim kardeş halkların siyasal ve ekonomik bağımsızlığında kullanma becerisi kazanıldı. Maliki’nin tehditlerine karşın Güney Kürdistan’ın bağımsızlığı çözüm alternatiflerinden biri olarak tartışılmaya başlandı. Türk devletinin seçilmiş Kürt siyasetçilerini zindanlara atma becerisi karşısında, Kürt halkının Kürt ulusal demokratik hareketiyle yakınlaşması bir o kadar yükseldi. BDP teşkilatları kadro açısından zayıflamasına karşın nicel olarak büyüdüler. Eğer gerçekleşirse devlet masaya eskisinden daha güçlü ve donanımlı Kürt muhalefetiyle oturmak zorunda kalacak. Masada Türk ve Kürt tarafı dışında üçüncü hatta dördüncü bir gücün Güney Kürdistan Federe Hükümeti, Amerika veya benzeri güçlerin olması da muhtemeller dahilinde gözükmektedir. Sorunu çözmek için herkesin oyunun içinde kalması genel kuralından hareketle, hükümetin müzakere sürecini tekrardan başlatma girişimine CHP’nin verdiği destek ise önemlidir. Kürtler açısından ise ulusal ve demokratik hakları savunmada Öcalan’ın takınacağı tavır, çıtayı olduğunca dik tutma niyet ve gayreti en hassas nokta ve sınavlardan biridir. Bir diğer önemli nokta ise PKK-BDP dışındaki Kürt hareketi, sivil toplum kuruluşları ve kanaat önderlerinin bu sürecin içinde aktif yer almaları için demokratik ortamın yaratılmasını sağlamaya yönelik mekanizmalar oluşturmaktır. Erdoğan ve ekibi yıllar önce de Kürt sorununda ellerini taşın altına koyduklarını söylediler. Daha sonra o el taşın altından çekildi. Çekilen el Roboski’de, Kazan Vadisi’nde Kürt kanına bulaştı. AKP bu kez o taşın altına vücudunu koyduğunu söylüyor. İşte “ihtiyatlı iyimserlik” bu açıdan! “Muharebeler vaizle kazanılmaz” sözünden yola çıkarak Başbakan Erdoğan ve AKP iktidarının samimiyet sınavını çok yakında göreceğiz. http://www.gelawej.net kızılbaş - sayfa 25 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 “DERSİM'İN ASİ KIZI SARA'NIN ÖLÜMSÜZ ANISINA!” Sarkis HATSPANIAN / Yerevan, 12.ocak.2013 / DOĞU ERMENİSTAN 1990'lı yılların sonuydu. Paris'te yaşa- yakınen bildiğim 1980'li yıllarının ilk Tİ ADIM ADIM GEZMİŞ BİRİYİM, yan Dersimli bir Ermeni dostum Kürt KIZILBAŞLARIN BİZİM ÖZBEÖZ dönemleriyle ilgili olarak yaptığımız özgürlük hareketi için değerli hizmetKARDEŞLERİMİZ OLDUĞUNU İYİ sohbette, kanımca değişik siyasal güç leri olan hemşehrisi Sakine Cansız'ın BİLİRİM... BİZ BİR ELMANIN İKİ merkezlerinin 'yönlendirme ve güdüFransa'ya politik iltica talebinin olum- münde' bulunduğunu belirttiğim üyesi YARISI GİBİYİZ” deyişini de, babalu yanıtlanması ricasıyla başvurunun ma "BU TOPRAKLARDA ÖZGÜRolduğu hareketin savunduğu çizgisiyyapıldığı devlet kurumu OFPRA'nın LÜK RÜZGARI ESTİĞİNDE, ÖZÜ le, hemfikir ol(a)madığımız politikaüst derecedeki yetkililerinden olaERMENİ OLAN İNSANLARIN ARları hakkında konuşurken bile, benim nün iversiteden yakın bir arkadaşıma pek sert eleştirilerime çok olgunca bir TIK BAŞKA KİMLİKLER ARDINA başvurmuş ve onun hem 1915, hem SAKLANMADAN KENDİ ETNİK davranış sergileyen duruşuyla, 'tüm de 1938 soykırım mağduru bir ailenin hataları ve sevaplarıyla birlikte' içinde AİDİYETLERİNİ KORKMADAN, evladı olmakla beraber, politik tutuklu yoğrulduğu mücadelenin ne denli saLAYIKIYLA YAŞAYACAKLAolarak bulunduğu uzun mahpusane RI GÜNLER DE GELECEK, BİZ dık bir yandaşı olduğunu gözlemleme yıllarında çok ağır işkencelere maruz BUNUN İÇİN DE KAVGA VEREimkanım olmuştu. kalmış olduğunu da anlatmıştı. CEĞİZ" diyen Sakine'nin ifade ettiği güven verici sözlerindeki samimiyeti İkinci karşılaşmamız Almanya'da Değerli SARA'yla (Ben Sakine de hiç unutmadım. ve bu kez büyük bir tesadüf eseri Cansız'ı bu ismiyle tanıdım) ilk kez O'nu Doğu Ermenistan'a davet edeanamla-babamın ikamet ettiği iltica Paris'te, Silopi'nin Ermeni Varto aşire- yurdunda, bizimkilerin hemen kapı rek, SARA nenesinin soydaşlarının tinden sınıf arkadaşıma ait işyerinde, yaşadığı devleti ziyaret etmesini can-ı komşusu, Diyarbakır zindanındaki zamanında onun iltica başvurusunun gönülden arzulamış olduğum halde, işkencehanelerden geçirilmiş eski kabul edilmesi için yardımını esirgememlekete değerli Sara yerine, ne PKK üyesi bir Kürt bayanın tek meyen Dersimli Ermeni arkadaşım acıdır ki onun Paris'te haince katledilodalı dairesinde olmuştu. Gerçek vasıtasıyla tanışmıştım. Onunla nerediği haberi geldi. Hayatımda pek kısa ismi olmadığını işte o gün öğrendideyse bütün bir gün Ermeni davası, da olsa tanıma şerefine nail olduğum, ğim SARA adını Ermeni kimliğini Doğu ve Batı Ermenistan sorunları, belleğim ve yüreğimde derin bir iz hiç yaşayamamış nenesinin hissetmiş Dağlık Karabağ özgürlük mücadelebırakan değerli insanlardan birisi olaolduğuna emin olduğu tarif edilemez si, kendi doğup-büyüdüğü Dersim'in rak hep anacağım unutulmaz SARA acılara duyduğu saygıdan dolayı, yüzlerce Ermeni köyleriyle hısımlık onun anısını canlı tutmak için gururla Sakine Cansız'ın ölümsüz anısı önünilişkileri olduğunu bildiği aşiretlerdede saygıyla eğiliyor, Dersim'in bu asi taşıdığı hakkında bilgilendirilmemle ki Ermeni insanlar, yaşamış olduğu kızının omuzladığı acı ve kavga dolu Sakine'ye çok derin bir saygı duyKharbert (Elazığ) ve tutuklu bulundu- dum. Rahmetli babamın da katıldığı yaşamının ACIYI BAL EYLEYEN ğu Tigranakert (Diyarbakır) mahherkese örnek olmasını diliyorum. bu sohbet esnasında ona “ASLINIZA pusanesinden yakınen bildiği ortak “DERSİM'İN KİRAKOS (BATMAN) SAHİP ÇIKIN KIZIM, ASLINIZ dostumuz, çocukluk ve okul arkadaHAKKINDA OTURUP ARAŞTIRIN, ERMENİ KÖYÜNDE DOĞMA-BÜşım Liceli Garbis hakkında uzun uzun BİLGİLENİN, ÖZÜNÜZÜ, SOYUYÜME YİĞİT İNSAN (SARA) konuşup durduk. SAKİNE CANSIZ'IN ANISI ÖLÜMNUZU ÖĞRENİN VE KİMLİĞİNİKürt özgürlük hareketinin benim de ZE SAHİP ÇIKIN, BEN MEMLEKE- SÜZDÜR!” kızılbaş - sayfa 26 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 PKK’yi Öcalan’ın Arkasında toparlama Operasyonu mu? PKK’yi vuracağım derse o zaman da Paris’e kadar gitmesine gerek yok; PKK merkezi kendisinin yanı başında. Ne yapacaksa orada ve legal kılıflar altında yapar. Bu ve buna benzer diğer nedenlerle Maliki’yi de ciddi katil adayı olarak görmek zorlaşıyor. Uzun laf gerekmez; Sakine, Kürt halkının en direngen evlatlarından biriydi ve Kürt kadının yüz akıydı. Adı, hiç kuşku yok, gelecek nesiller tarafından şerefle taşınacaktır. Ne yazık ki o da güzel bir ata bindi ve o güzel insanların arasına karıştı. Yüreğimiz kanıyor. Tek tesellimiz, mahşeri adaletin ayan-beyan hükmüdür. Ki orada Sakine’yi kurşunlattıran kalleşlerin esamisi okunmazken Sakine’nin, Hallac-ı Mansurların mahallesinde mesken tuttuğu yazılıdır. Sakine’yi ve arkadaşlarını asla unutmayacağız. *** Sakine, yukardaki güzel insan. Peki, insanlığın lanetlediği katilleri kim? Bilmiyoruz; çünkü Fransız polisinin konuyla ilgili bir açıklaması yok. Muhtemelen hiçbir zaman da olmayacak. Siyasi cinayetlerle ilgili tecrübeler bizi böyle düşünmeye götürüyor. 1986’da öldürülen İsveç başbakanı Palme’nin cinayeti bile hâlâ vurulduğu yere dikilmiş küçük bir taşın bir adım ötesine gitmiş değil. Hal böyle olunca, konuyla ilgili söylenecek sözler tahminden veya spekülasyondan ibaret kalıyor. Nitekim son 2-3 gün içinde muazzam sayıda yorum ve spekülasyon yapıldı. O kadar ki, bugün itibarıyla bizzat bu yorum ve spekülasyonların kendisini inceleme konusu yapmak bile mümkün. Aşağıda, kısmen bu tür bir okumadan da beslenen yeni bir soru bulacaksınız. Soracağım soru, muhtemelen bazı okurlara afaki gelecek ve daha ilk adımda spekülasyon olarak nitelendirilecektir. Bu ihtimali bile bile yazmamın nedeni, bu ve buna benzer soruların, bizi, İmralı Görüşmeleri diye adlandırılan barış sürecine ilişkin daha gerçek sorunları düşünmeye sevk edebilmesi ihtimalidir. Kısa yoldan gitmek için cinayetin arkasında olduğundan şüphelenilen güçleri sayıp bunların böyle bir cinayeti işleme imkân, kabiliyet, istek ve iradelerine bakalım. İran: Cemil Gündoğan Muhtemel failler arasında şunlar sayılıyor: Suriye, Maliki yönetimi, İran, Türkiye’de kavganın sürmesini isteyen Batılı bir devlet, PKK ve Türk devleti. Yukarıda sözünü ettiğim soru, yazının Türkiye’yle ilgili bölümde fromüle edilmiştir. Zamanı olmayanlar veya uzun yazı okumak istemeyenler doğrudan Türkiye bölümüne atlayabilirler. Suriye: Cinayet onun en iyi bildiği işlerden ve Türkiye’deki muhtemel bir barış sürecini baltalamak onun için hayati önemde. Bu açıdan bakıldığında gerçek bir katil adayıdır. Fakat şu sıralar bırakalım Paris’te eylem yapma kabiliyetini Şam’ın banliyölerinde bile kafasını siperin dışına çıkarabilecek hali yok. Ayrıca böyle bir eylem, dışardan müdahale için bahane kollayan devletlere muazzam bir fırsat yaratacağı için de mümkün görünmüyor. Bütün bu nedenlerle onu ciddi bir katil adayı olarak düşünmek ikna edici değildir. Maliki yönetimi: Durumu Suriye’ninkine benziyor. Her gün cinayet işleyen bir makine ve Türkiye’deki süreci baltalamada hayati çıkarı var. Fakat çaylak bir devlet olduğu için uluslararası alanda operasyon yapmak, Bağdat’a bir numara büyük bir gömlek geliyor. Dahası, Bağdat’ın böyle bir kabiliyeti olsa bunu, PKK’den önce Güney Kürdistan, Türkiye veya Katar’da faaliyet gösteren kendi muhaliflerine karşı kullanması beklenir. Ama illa da Bu cinayetten kâr umabilecek devletlerden biri de İran’dır. Buna ilaveten Fransa’da cinayet işleyebilecek tecrübe, güç, örgütlenme ve eylem kabiliyetine de sahiptir. Bu açılardan bakıldığında, İran en güçlü katil adaylardan biri olarak görünüyor. Fakat Suriye için geçerli olan problem bir ölçekte İran için de geçerlidir. Sokaktaki insanın bile “Suriye’den sonra sırada İran var” dediği bir dönemde, Paris sokaklarında cinayet işlemek demek, İran’ı “terörist devlet” olarak damgalayıp tecrit etmeye çalışan İsrail ve Amerika gibi devletlerin saldırgan politikalarına çanak tutmak demektir. İran yönetiminin bu basit ilişkiyi göremeyecek kadar kör olduğunu düşünmemiz için bir sebep bulunmuyor. Dahası, PKK’nin merkezi üslerinden biri olan Zele Kampı İran’ın burnunun dibindedir ve Güney Kürdistan İran ajanlarıyla doludur. Yani İran, PKK yöneticilerini İmralı süreci nedeniyle baskı altına almak istese bunu en kolay Güney Kürdistan’da yapabilir. Ayrıca Güney Kürdistan’da işlenecek bir cinayetten veya cinayetlerden ötürü kimse kendisine saldırı tehdidinde de bulunmayacaktır. Bu kadar büyük avantajlar burnunun dibinde duruyorken İran neden gidip Paris’te eylem yapsın? Tutarlı bir açıklama yapan olursa biz de oturur hak veririz. Türkiye ile PKK’nin barışmasını istemeyen Batılı bir devlet: Sorunun formüle edilmesinden de anlaşılacağı üzere, bu iddianın işaret ettiği somut bir devlet yoktur. Daha çok, genel bir analizin parçası veya vargısı olarak dile getirilmektedir. Bu nedenle somut bir devletin cinayet işleme kapasitesiyle ilgili sorunları tartışamayız. kızılbaş - sayfa 27 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Çıkarlar ve istekler noktasından ise belki şunlar söylenebilir: Ortadoğu’daki hesapları, temel noktalarda Türkiye’nin Ortadoğu’ya ilişkin hesaplarıyla çakışmayan bütün Batılı devletler, Türkiye’nin Kürt sorunuyla meşgul olmasına en azından sevinirler. Bu cümleden olarak, Türkiye’deki barış görüşmelerini sabote etmenin bu devletlerin işine yarayabileceğini söylemek yanlış olmaz. Fakat bu genel bağıntıdan yola çıkarak Paris eylemini Batılı devletlere hamletmek boşluğa yumruk sallamak gibi bir şeydir. Çünkü böyle bir iddia, en fazlasından eylemin neden bugün yapıldığına dair bir fikir verebilir; ama eylemi yapan devletin hangi Batılı devlet olduğu veya eylem yeri olarak neden Paris’in seçildiği türünden sorulara cevap veremez. Bu ve benzeri nedenlerle Batılı devletler tezini bu haliyle kaldığı müddetçe ciddiye almak zorlama olacaktır. Bunun tek istisnası Amerika’ya yönelik bir iddiayla ilgilidir ki onu, Türkiye’yle ilgili bölümde özel bir parantez halinde ele alacağım. PKK: Böyle bir cinayet işleyebilir mi? Daha önce onlarca liderini veya kadrosunu kurşuna dizmiş bir örgütten söz ettiğimize göre, evet. PKK’nin Avrupa ülkelerinde böyle bir cinayeti işleme kabiliyeti var mıdır? Kesin olarak evet. Peki, PKK’nin bu günkü koşullarda Sakine Cansız’ı öldürmek için gerçek ve yeterli bir gerekçesi var mıdır? Hayır, yoktur. PKK, kendi muhaliflerini, kural olarak, söz konusu muhalif örgütü bölme tehdidi oluşturduğu zaman öldürmüştür. Bu koşulun oluşmadığı durumlarda, kural olarak, muhalif tehdit edilmiş ve örgüte zarar vermeden bir kenarda yaşaması dikte edilmiştir. Bu kuralı izlersek sormamız gereken soru şu şekle bürünür: Sakine Cansız şu sıralar PKK’yi bölmeye yönelik bir çaba içinde miydi? Ya da şu sıralar Sakine Cansız ile PKK arasında sorun olduğunu gösteren bir belirti var mıdır? İki sorunun cevabı da olumsuzdur. Cina- yeti PKK’nin işlediğini iddia eden Türk devleti bile Cansız’ın örgütü bölmeye yönelik bir davranış içinde olduğunu ileri sürmüş değildir. Bir de cinayet mahalli var kontrol edilmesi gereken: PKK’nin Sakine Cansız’ı Paris’te öldürmek için bir nedeni var mıdır? Kesinlikle yoktur. Çünkü PKK, Sakine Cansız’ı böyle bir cinayet için çok daha uygun olan bir yere, diyelim Zele Kampı’na istediği an götürüp orada kurşuna dizebilecek koşullara sahiptir. PKK’nin elinde bu imkân varken ve Fransa daha dün PKK üst düzey yöneticilerine karşı operasyon yapmışken, yeni operasyonlar için de bahane arıyorken, PKK neden Paris’in göbeğinde cinayet işleyip Fransa’nın yeni operasyonlarına çanak tutsun? Eylemin zamanlaması başta olmak üzere daha birçok açıdan incelediğimizde de benzer bir sonuca varırız: PKK’nin bugün Sakine Cansız’ı öldürmek için bilinen veya iddia edilmiş vb. bir sebebi yoktur. Bütün bunlara rağmen PKK’yi Sakine Cansız’ın katili ilan etmek, bilmezlikten değilse muhtemelen gerçek katili gizleme niyetindendir. İşte Türk devleti tam da bu noktada katiller listesine dahil olmaktadır. Türkiye Paris’teki eylemle ilgili olarak Türkiye denilince birçoklarının aklına devletin Ergenekon kanadı geliyor. Hükümete bağlı medya açıkça, BDP içindeki Hükümete yakın kanat da gizlice bu düşünceyi besleyen söylemler yayıyorlar: “Hükümet Kürt sorununu çözmeye doğru bir adım atınca, Ergenekon yeniden egemenlik sağlamak için ortalığı karıştıracak bir eylem yaptı.” İddia kabaca böyle. İlk bakışta tutarlı gibi görünen bu iddia, Ergenekon kanadının eylem yapabilme kabiliyeti açısından ele alındığında bazı şüpheler uyandırıyor. AKP’nin iktidara geldiği ve adım adım devleti kontrol altına aldığı 2002’den bu yana geçen süreç ele alındığında, Ergenekon’u bu tür kanlı eylemler yapmaya teşvik eden veya kış- kırtan bir düzine kritik gelişme olmuştu ama Ergenekon böyle eylemler yapamamıştı. Hükümetin 27 Şubat bildirisine boyun eğmemesi, Ergenekon davasını başlatması, Askeri Şura kararlarına önce şerh koyup ardından askerlerin isteklerini açıkça geri çevirmesi gibi kritik adımlar bu nitelikteydi. Ergenekon, bu adımların her birinde kendi ayakları altındaki halının çekildiğini görüyordu. Fakat buna rağmen İnegöl ve Hatay gibi balonu çabuk söndürülen birkaç kışkırtma dışında yerinden bile kıpırdayamadı. Deyim yerindeyse felç olmuştu. Neden? Herhalde Başbakanın ferasetinden değ il. Genel olarak iç ve dış güç dengeleri, özel olarak da Ergenekon’un ağababası Amerika izin vermediği için. Fakat yukarıdaki iddiaya göre, o mefluç Ergenekon, o günün elverişli koşullarında gösteremediği eylem kapasitesini, bugün, yani AKP devlet içinde çok daha güçlenmişken ve dengeler polis ve MİT lehine değişmişken gösteriyor ve Paris’in göbeğinde eylem patlatıyor… Sizce de burada bir terslik yok mu? Türk ordusundaki kritik dönüşümü sağlayan YAŞ toplantısından sonra, biri hariç bütün kuvvet komutanları topluca istifa edip Ergenekon da içinde olmak üzere kendilerine bağlı sivil ve resmi güçleri, ortalığı kıyamet gününe çevirmeye davet ettiklerinde bile eylem yapamayan Ergenekon’un bugün Paris’te ortalığı uluslararası çapta karıştıracak bir eylem yaptığı iddia ediliyorsa ya bu iddiada bir sorun vardır ya da aradan geçen zaman içerisinde Hükümetle Ergenekon ilişkilerinde Ergenekon lehine radikal bazı değişiklikler yaşanmıştır. Peki, şimdiye kadar bu yönde bir güç değişikliği yaşandığına dair bir belirti görüp duyan oldu mu? Şahsen ben ne gördüm ne de okudum. Ne içerde ne dışarda, ne Hükümet kanadından ne Ergenekon kanadından… Benim gördüğüm ve okuduğum, Ergenekon’un yavaş yavaş bozgun devresine girmeye başladığıdır. Çevik Bir’in Karadayı’yı ihbar etmeye karar vermesi, bunun işaretidir; yargılanan düşük rütbeli subayların yargılanan büyük rütbeli subayları topa tutmaya başlamaları bunun işaretidir; Ergenekon sanıklarının, yavaş yavaş “nasıl daha az ceza alabilirim?” hesabıyla gözlerini sağa sola çevirmeye başlamaları bunun işaretidir… kızılbaş - sayfa 28 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kısacası, Ergenekon çöküyor! Ama bu, derin devletin çökmesi demek değildir. Son beş yıldır adını duyduğumuz Ergenekon, derin devletin AKP’yi iktidardan indirmeyi isteyen devletçi kanadına dinci ve liberal medyanın taktığı bir addı. Yani bu Ergenekon, bizim Ergenekon davasından evvel adını duyduğumuz gerçek Ergenekon’la, diğer adıyla söylersek “derin devlet”le tam olarak örtüşmüyordu. Bu gerçeği, eski Ergenekon’u deşifre eden Can Dündar defalarca yazdı. Hatta bu tür laflar ettiği için az kalsın Ergenekon savcıları tarafından tutuklanacaktı. Her ne ise, yeni Ergenekon bozguna doğru gidiyor. Oradan geriye kalan derin devlet ise istikrara kavuşturulmuş ordu, polis, MİT ve idari bürokrasinin ana gövdesinin temsilcisi olarak ve artık AKP’nin koordinasyon ve yönlendirmesinde klasik görevinin başına geçmiş bulunuyor. Son iki yıldır Kürtlere karşı yürütülen savaş bu koalisyonun marifetidir. Liberallerin, “Başbakan Ankaralılaştı” diyerek teşhir ederken, devlet-içi kapışmadan doğan fırsatları koklayarak meşhur olmuş bazı Kürt yazarlarının gizlemek için çırpındıkları şey budur. Ergenekoncu kurtçuklarının sağda solda çat-pat yapmalarına göz yumabilir. Paris’teki eylem de bu çerçevede belki bir anlam kazanabilir. Ama bu durumda Paris’teki eylemin gözdağı verdiği özel olarak Hükümet değil, genel olarak Türk devleti olur ki bu da yukardaki teze bir kanıt özelliği taşımadığı gibi bizi bambaşka bir konuya götürür. Şimdilik, kekeme iki habere bakarak bu vadiye dalmayalım. Özetlersek, henüz ciddiye alınabilecek bir durumda olmayan bu küçük soru işareti bir yana bırakılırsa bugün Ergenekon ile Hükümet kanadı arasındaki güç dengelerinin radikal biçimde Ergenekon lehine değiştiğini gösteren hiçbir veri yoktur. Olmadığı için de “Ergenekon Paris’te Hükümete karşı eylem yaptı” mealinde bir iddia, ya bilgi yetmezliğinin ya da kasıtlı bir çarpıtmanın ürünü olabilir. Bir nokta daha: Peki, böyle bir ihtimal veya durum var mı? Eğer Hükümet, gerçekten de iddia edildiği gibi dirilmekte olan Ergenekon’un Paris’ten kendilerine bir mektup yazdığını düşünseydi Başbakan ve onun partisi, cinayet sonrasında, okların sivri ucunu Kürt hareketine değil, tehlikenin geldiği gerçek adrese yöneltirdi. Fakat Başbakan’ın bir Afrika ülkesinde dile getirdiği ilk günkü sözleri dışında (ki açıkça ortalığı yatıştırmaya ve zaman kazanmaya yönelik sözlerdi) bu yönde bir şey duymadık. Daha doğrusu duyduk, ama bu sözler bu tür durumlarda sistemli biçimde bu tür demeçler veren Bülent Arınç’a ait olduğundan hesaba katmamız gerekmedi. Çünkü Başbakan Türkiye’ye döndükten sonra yeniden cinayeti PKK’ye yıkan iddiaya hem de daha katı biçimde sarılınca, Arınç’ın sözlerinin Papaz rolüyle ilgili repliklerden ibaret olduğu ortaya çıktı. İşte burada Amerika’yla ilgili yukarıda sözünü ettiğim paranteze geliyoruz: Kısacası, Ergenekon Hükümete karşı eylem yaptı tezi temelsizdir. Hatırlanacağı üzere, bir süredir Türk ve Amerikan medyalarında Güney Kürdistan petrolleri konusunda Amerika ile Türkiye arasında bir problem yaşandığına dair bazı haberler çıkıyor. Bu haber kekeme oldukları için ne kadar gerçeği yansıtıyorlar, ne kadar önden pozisyon kapma savaşlarının gereği olarak sarf ediliyorlar belli değil. Eğer gerçekten böyle bir çekişme başlamışsa Amerika, Peki, bu durumda Türk devletini katiller listesinden çıkarmamız mı gerekiyor? Bütün bu gerçekler orta yerde duruyorken, Ergenekon’un, Paris’in göbeğinde Hükümete karşı eylem yaptığını söylemek sadece Hükümetin propagandasını yapmak anlamına gelebilir. Peki, Ergenekon’un uluslararası planda eylem yapma şansı hiç mi yok? Var, fakat bunun için dün onun eylem yapmasını engelleyen uluslararası güçlerin bugün onun önünü açmış olmaları gerekiyor. mevcut andaki en kritik adımına bakmamız gerekiyor: Denildiğine göre, MİT ve Öcalan, PKK’nin silah bırakmasına gidecek sürecin genel çerçevesinde anlaşmışlar. Geriye ne kalmış? PKK’yi, BDP’yi ve Avrupa kanadını bu işe razı etmek. Kritik nokta işte burası. Çünkü bu noktada işler pek MİT’in ve Öcalan’ın istendiği gibi yürümüyor. Dikkat ederseniz, İmralı görüşmeleri kamuoyuna ilan edildiği gün, Kandil, BDP ve Avrupa kanadı ortak bir mesajla konuştular: Bu iş, bir tarafla konuşup diğerini dışlayarak çözülmez. Yani demek istediler ki bu işi Apo’yla ucuza kapatacağınızı sanıyorsanız, aldanıyorsunuz. Biz de bu işin sahibiyiz, bizi dışlayamazsınız. Bu talepleri haklı mıdır, değil midir? bu tür sorularla ilgilenmiyorum. Bunlar ayrı yazıların konuları. Şimdilik kayda geçirmek istediğim, dağdaki örgütün, legal planda siyaset yapan kanadın ve Avrupa’daki PKK’nin Abdullah Öcalan’ın denetiminden devletin hiç arzu etmedikleri kadar uzak bir noktada durduklarıdır. Siz bakmayın PKK muhalifi Kürtlerin sabah akşam bu güçleri Öcalan’ın basit piyonlarıymış gibi resmetmelerine. Muhaliflerin bu sözlerinin büyük çoğunluğu temelsizdir, “siyaseten söylenmiş”tir. Yarın ne olacağını bilemeyiz, ama bugün PKK ve onun çeperindeki güçler kendilerinin dışlanmasına karşı direnmektedirler. İşte Öcalan’la Türk devleti arasında kotarılmak istenen anlaşmanın önündeki en temel engel şu anda budur. Başka türlü ifade edecek olursak, Öcalan bugün bütün PKK’yi birleştiren tek yegane semboldür, ama aslında altında gerçek manada bir örgüt yoktur. Bir anlamda hayali bir örgütün üzerinde oturmaktadır. Hayır. Aşağıda özetlemeye çalışacağım soru işareti böyle yapmak için zamanın henüz çok erken olduğunu söylüyor. Onun bugünkü halini belki on sene evvelki Türk genel kurmay başkanının haliyle karşılaştırabilirsiniz. O gün bir Türk Genelkurmay Başkanı (örneğin Hilmi Özkök) vardı, ama altında gerçek manada bir ordu yoktu. Yemeğini bile karargahta yemiyor, evden getirtip yiyordu. Bir bakıma hayali bir ordunun üzerinde oturuyordu. Çünkü Bu soru işaretini sergileyebilmek için İmralı Görüşmeleri denilen sürecin Orduyu Ergenekoncular, darbeci generaller, Jitemciler, eroinciler, ülkücü maf- kızılbaş - sayfa 29 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ya vs. parsellemişti. Hal böyle olunca, Ordunun merkez kanadının yapması gereken ilk iş, Orduya karşı bir operasyon yaparak onu genelkurmay başkanına gerçekten bağlı bir organizasyona dönüştürmek oldu. Ordunun merkez kanadının Ergenekon davasının açılmasına razı olmasının altında bu istek ve uzlaşma yatıyordu. Bu nedenle üç yıl evvelki “Bir Restarasyon Operasyonu Olarak Ergenekon Davası” başlıklı yazımda, (Dönemeç Yazıları, Vate Yayınları) Ergenekon davası, Ordunun siyasetteki vesayetçi konumundan geri çekilmesi karşılığında genelkurmay başkanının altına bir ordu verme operasyonu olduğunu yazmıştım. Üç yıl sonra rahatlıkla şunu söyleyebilirim ki Hilmi Özkök’ün baktığında altında göremediği Ordu, bugün iyi-kötü yamanmış bir halde Orgeneral Özel’in altında durmaktadır. Ama Genelkurmay, bu kazancın bedeli olarak siyasetteki vesayet hakkından geri adım atmıştır. Sanıyorum şimdilerde aynı oyunun Kürt versiyonunu seyrediyoruz. Bu kez deyim yerindeyse “ordusuz general”e dönüşmüş olan Abdullah Öcalan’dır. Evet altında bir örgüt vardır. Ama bu örgünün kendisinin göstereceği ve işin tabiatı gereği diğerlerininkinden daha fazla Türkiye yanlısı olacak olan çözüme ne ölçüde uyacağı belli değildir. Türk devleti ise tahmin edilebilir nedenlerle mutabakatı onunla yapmak istemektedir. Gerçi oyun daha başından böyle kurulmuştu ve Öcalan da ABD’den bu koşulla devralınmıştı. Fakat devlet, o dönemde farklı hesaplar yaptı ve Öcalan kartını başka biçimlerde kullandı. Şimdi ise devlet en kârlı çözüm yolu olarak Öcalan’la anlaşmayı görmektedir. Fakat bu kez de karşısındaki Öcalan eski gücünde değildir. Örgüt ve onun çeperindeki yapılar, aradan geçen yıllar içinde kendi ayakları üzerinde durmayı biraz daha öğrenmiş, böyle davranmalarının imkânları da biraz daha genişlemiş, uluslararası güç dengeleri PKK açısından “Türk kapısını açık tutma” politikasını eskisi kadar önemli olmaktan çıkarmıştır. Bütün bunların sonucu olarak MİT’in mutabakata varmaya çalıştığı kişinin altı pek sağlam görünmemektedir. Peki bu durumda ne yapmak gerekir? Elbette ilk yapılacak iş, muhatabın altını doldurmaktır. Buna, devletin Öcalan üzerinden Kürt karnını deş- mesi de diyebilirsiniz. Yeni taktik budur. Düne kadar, Kürt hareketinin tek birleştirici sembolü durumunda olan lideriyle ilişkisini keserek bu hareketi bölme hesabı yapan devlet, iki yıllık uygulamadan sonra hareketi bu yolla bölemediğini görünce karar değiştirmiş, eline Öcalan kamasını almıştır. Devlet, yakın zamana kadar tam tersini yapıyordu: PKK’nin muhalifi olan kişi ve grupları kama olarak kullanıp Kürtlerin karnını onlar üzerinden deşmeye çalışıyordu. Bu politika o kadar fütursuzca hayata geçirildi ki ekmeğini Kanal 6’dan çıkaranlar, gece gündüz PKK’nin ve Apo’nun Ergenekon mamülü bir şey olduğunu propaganda ettiler; PKK muhalifi partilerin liderleri VİP salonlarında, PKK’nin Ergenekon emriyle karakol bastığı yolunda basın açıklamaları yapmaya davet edildiler; PKK muhalifi kimi bağımsız aydınlar, altlarında duranın polis panzeri olduğuna bakmadan, ellerinde PKK’nin işlediği cinayetlerin listesini alıp tank üzerine çıkmış Yeltsin pozlarında özgürlük bildirileri okudular; diğerleri devletin komisyonlarına PKK’nin devletin örgütü olduğunu öğretmeye koştular; PKK’den kopmuş muhalifler, PKK liderlerine küfretsinler diye kendilerine uzatılan mikrofonlara doğru koştururken birbirlerini çiğneyecek oldular... Bunların hepsi oldu. Devlet, bu yoldan gidebileceği yere kadar gitti. Uluslararası koşullar elverseydi belki bir süre daha devam ederdi. Fakat olmadı. Çünkü PKK bu siyasete karşı direndi ve Ortadoğu’nun yeniden şekillenmeye başladığı konjonktüre birliğini korumuş olarak girmeyi başardı. Bu, siyaseten muazzam bir başarıdır. Bu başarı sayesindedir ki artık ne Cemil Bayık’ın bilmem hangi Ergenekon generaline dosya verdiğine dair haberler vardır medyada, ne de Duran Kalkan’ın MİT’teki kayıt numarasını biliyormuş edasında yazı yazan muhalifler itibar görmektedir. Hâlâ zaman zaman böyle şeyler söyleyip yazanlar olsa da bu tür sözlerin, kendi sözcüklerinden oluşan dünyalarında PKK ile ölümcül bir kavgaya tutuşmuş oldukları hissiyatıyla kılıç çalmaya devam eden kişiler ve küçük arkadaş grupları dışında alıcısı kalmamıştır. Böyle olmasının bir nedeni de devletin yeni bir gündeme geçmiş olmasıdır. Fakat küçük bir pürüz var: yeni gündemin ana figürü olan Öcalan’ın bugün örgüt üzerinde eski etkinliği yoktur. Evet, ağzını açan “Yaşasın Başkan!” diye söze başlamakta, “Başkan bizi bağlar.” diye bitirmektedir. Öcalan da bir yandan sanki hiçbir şey değişmemiş gibi davranarak, öte yandan da örgütü birleştiren yegane sembol olmasının avantajını kullanıp kaybettiği mevzileri tekrardan ele geçirmeye yönelik adımlar atarak bu sözlerle dile getirilen durumu gerçeğe dönüştürmeye çalışmaktadır. Böyle bakınca ortada sanki bir sorun yokmuş gibi görünmektedir. Oysa gerçek böyle değildir. Gerçekte bu sözler, Müslüman olmak veya Müslüman kabul edilmek için Eşhed getirmeye benzemektedir. Eşhed’i getirdikten sonra evinin yolunu tutan Müslümanlar olabileceği gibi camiye veya meyhaneye giden Müslümanlar da çıkmaktadır. Öcalan’la yapılan mutabakatın işlemesi içinse “Yaşasın Başkan!” diyenlerin, burunlarının gösterdiği istikamete değil, Öcalan’ın gösterdiği istikamete yürümeleri gerekiyor. İmralı görüşmeleri adı verilen sürecin şu andaki en sorunlu noktası burasıdır. İşte bu noktada yazının başında sözünü ettiğim soruya geliyorum: Türk devleti, Paris’teki eylemle, PKK’ye ve onun çeperindekilere: “Ya Başkan’la yaptığımız mutabakata uyarsınız ya da sizleri bekleyen bir cehennemdir” mesajı vermek istemiş olamaz mı? Özellikle de PKK’deki eski sosyalist çizgiden geldiği, Alevi bir aileye mensup olduğu, cezaevi direnişlerinde başı çektiği ve koskoca PKK içinde Abdullah Öcalan’a “Terbiyesizlik etme” deme cesaretini gösteren tek örgüt üyesi olduğu gerçeğiyle bir arada düşünüldüğünde Sakine, bu tür bir mesajı vermek için iyi bir hedef değil midir? Çünkü bu üç özelliğin üçü de, Kürt toplumunda, Öcalan’ın yaymaya çalıştığı itirafçı benzeri diskurdan en fazla rahatsız olan sosyo-politik kaynaklara işaret etmektedir: Sosyalistler, Aleviler ve Cezaevi direnişçileri. Bu kaynakların, yeni dönemde de, PKK’yi ve Kürtleri Öcalan’ın arkasında toplama ameliyesine karşı en fazla direnecek veya ayak sürüyecek güçler arasında olacakları kuvvetle muhtemeldir. Devletin yaygınlaştırmaya çalıştığı ve PKK muhalifi bazı kızılbaş - sayfa 30 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kürtlerin de bilmeden veya bilinçli olarak katkıda bulundukları “Ankara PKK’si”, “Alevi PKK”, “Zerdüşt PKK” lafları, devletin tam da böyle bir analizden hareket ettiğini gösteriyor. Devletin bu laflarla vurmak istediği hedefler ile, Sakine Cansız’ın kişiliğinde temsilini bulan sosyo-politik kaynaklar, milim şaşmaz biçimde üst üste düşüyor. Bütün bunlar bir tesadüf müdür? Yazının başında işaret edilen soru işte budur. Ve bu soru “pis pis düşünürken” birden aklıma düşmüş değildir. Beni böyle düşünmeye yönlendiren bizzat Başbakanın başdanışmanı Yalçın Akdoğan olmuştur. Kısaca şöyle: Murat Karayılan, BDP milletvekillerinin İmralı’yı ziyareti ertesinde durumu değerlendirirken, şu mealde bir konuşma yapmıştı: “Öcalan’la anlaşmak yetmez, hareketin bütün bileşenlerinin uzlaşmaya dahil edilmeleri gerekir. Bu nedenle bizim Öcalan’la görüşmemizi güvenceye alın ki biz de kendi sözümüzü uzlaşmaya katabilelim.” Akdoğan, Karayılan’ın bu makul sözlerini değerlendirirken, “Barış ne kadar geniş kesimleri kendine ortak ederse o kadar iyi gelişir ve o kadar kalıcı olur” mealinde bir şeyler söylemek yerine, biz Kürtleri PKK’nin dağ kadrosuna saldırmaya davet etti. Hem de bunu en kışkırtıcı olduğunu düşündüğü silahını kullanarak yaptı: Ey Kürtler, görüyor musunuz? Karayılan, lideriniz Öcalan’a racon kesiyor! Elinde Öcalan kamasıyla yapılan bu konuşmanın hemen öncesinde Diyarbakır’da bir gerilla katliamı yapılmıştı. Bunu düşününce midem kalktı. Akdoğan’ın konuşması bütün Türk medyası tarafından cafcaflı biçimde verildikten hemen sonra ise Çukurca’daki karakol basıldı. Ne oluyor? demeye kalmadan, Paris’te Sakine ve arkadaşları kurşun yağmuruna tutuldu. Onun hemen ertesinde de Fetullah Gülen’in sesi olduğu söylenen Hüseyin Gülerce’nin sözlerini duyduk: “bizimle de konuşulsun, falanlar da konuşulsun” diyorlar, “ Barış için mi uğraşacağız, rol kapmaya çalışanlar mı tatmin” edeceğiz diyordu, özetle. Mesele galiba aydınlanıyor dedim kendi kendime. Devlet, AKP’siyle Fetullahçısıyla yani değişik kanatlarıyla ortak bir mesaj veriyordu. Akdoğan’ın jargonuyla ifade edersem şöyle bir mesajdı bu: “Derdimiz Kürtlerle gerçek bir barış yapmak değil. Biz Başkan’la uzlaştık. Size kölece boyun eğmek düşer. Başkan’a racon kesene bundan sonra doğrudan biz racon keseceğiz ve bu raconun illa dağda kesilmesi de gerekmez. Ya Başkan’ın dediğine uyacaksınız, ya da Paris’te bile yaşasanız size kan kusturacağız!” Olayları bu şekilde sıralayınca, AKP sözcüsü Hüseyin Çelik’in, daha Sakine ve arkadaşlarının cesetleri morga yetişmeden “Katil PKK’dir” diye bağırması da anlam kazanıyordu. Pek de hazırlıksızlıktan söylenmiş sözler değilmiş meğer. Nitekim Erdoğan da Afrika gezisinden dönünce kelimesi kelimesine aynı sözleri tekrarladı. Bütün bunların ardından, ben de kalkıp karın ağrıları içinde bu yazıyı yazmaya oturdum. Karnım ağrıdı, çünkü AKP’nin başında bulunduğu derin devletin planı bu ise İmralı görüşmelerinden barış falan çıkmaz. Hep birlikte bir cehenneme doğru gideriz. Bunu bilmek ve söylemek için sadece vicdanı sahibi olmak gerekir, Einstein filan olmak değil. *** Hep birlikte cehenneme doğru yol almak istemiyorsak yapılması gerekenler var. Bunlar başka yazıların konuları olmakla birlikte, asgari nitelikte olanları anmadan geçmek, yukarıda yapılan analizin bazı noktalarının yanlış anlaşılmasına veya çarpıtılmasına yol açabilir. Bu nedenle satır başları halinde eklemek istiyorum: -Barış sürecine sağlıklı biçimde girebilmek için Kürtlerin kesinlikle bölünmemesi gerekiyor. Bunun için ödenecek bedel, Öcalan’la veya korucularla işbirliğine razı olmaksa bunlar bile göze alınmalıdır. Beni ister korucuların işbirlikçisi olmakla suçlayın, ister Öcalan işbirlikçisi olmakla. Gerçek değişmiyor: Orta-doğu’nun cehenneme dönmeye başlayan ortamında kurda kuşa yem olmamanın asgari şartı bu birliktir. -Devletin bir gün Öcalan’ı diğer gün onun muhaliflerini Kürtlere karşı bir kama olarak kullanma siyasetinden vaz geçmesi gerekiyor. Bu, iğrenç bir siyasettir. Barışmaya niyetiniz varsa bu iğrençlikleri bırakacak Öcalan da dahil Kürt liderlerini gerçek bir siyasi muhatap gibi kabul edeceksiniz. Hepsiyle başbakan düzeyinde oturup görüşmeniz gerekmiyor. Ama isterseniz bunu sağlayacak mekanizmaları oluşturmak zor değildir. -Sadece Kürt siyasi partilerinin değil, bütün Kürt toplumunun değişik (politik olmayan) kesimlerinin de kendi seslerini bu sürece katabilecekleri mekanizmaların yaratılması gerekiyor. Çünkü sadece Apo’yla anlaşmak hiçbir şeyi çözmeyecektir. Apo’dan geçtik, sadece PKK ile anlaşmanız bile yetmeyecektir. Avrupa’daki bütün Kürt aydınlarını tek tek öldürtseniz de yetmeyecektir. Ortadoğu’nun nereye gitmekte olduğuna bakarsanız niye yetmeyeceğini anlarsınız. -Ortadoğu’nun bugünkü koşullarında cehennem vadisine yuvarlanmamanın ön koşulu, Kürtlerin kendi kaderleri hakkında kendilerinin karar verme hakkının garanti altında olduğunu onlara göstermektir. Kürtler bu garantiyi hissetmediği müddetçe önümüzdeki yollar mayınla döşeli olarak kalacaktır. Bu hakkı garantiledikten sonra, Kürtlerin bu hakkı birlik yönünde kullanmalarını sağlamak için meşru yollarla çalışmaya herkesin hakkı vardır ve Kürtlerin bundan ötürü rahatsızlık duymaları gerekmez. -Bütün bunların olabilmesi için devletin öncelikle ve kararlı bir şekilde Türk milliyetçiliğinin ve ırkçılığının üzerine gitmesi gerekmektedir. En acil husus budur. Bunlar asgari koşullardır. Bunları yapmak yerine, üstte görüşüyormuş gibi yapıp, altta, toparlanmış olan yeni derin devlet maharetiyle Ergenekon artıklarını oraya buraya saldırtarak barış sürecinde gerçek bir adım atılamaz, sadece bir barış oyunu oynanır. Hepimiz için çok pahalıya patlayacak bir oyun. 14-01-2013 cemil_gundogan@yahoo.se kızılbaş - sayfa 31 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 SAKİNE’NİN ARDINDAN… M. Can Yüce O’nu katlettiler… Paris’in orta yerinde… İki kadın yoldaşı ile birlikte… Hunharca, vahşice… Bir direniş simgesinin şahsında, Kürdistan Davasına var olan tarihin karanlık dehlizlerinden sınırsız kan içiciliğiyle gelen kin ve vahşetiyle katlettiler Sakine’yi… Bu vahşi ve kanlı cinayet, aslında, TC’nin Kürdistan Davası karşısındaki duruşunun, özünün kanlı özetidir! “İyi Kürt ölü Kürt’tür”, işte, her türlü güncel değerlendirmenin ötesinde “bizim” TC için anlamımız, bu dört sözcükte özetlenmiştir! TC’nin kanlı Kürdistan tarihi de bundan başkası değildir! Her gün bilincimize, bilinçaltımıza ve belleğimize kazınan bu yalın ve bir o kadar da basit gerçeği kavramadan bugünü, geleceği kazanmak, dahası onurlu ve dik duruşu bir yaşam tarzına dönüştürmek mümkün değildir… Böyle acılı günlerde yazmak çok zor; kelimeler boğazınızda düğümleniyor, göğsünüzde derin bir sıkışma hissediyorsunuz; acı öfkeye karışıyor, belleğiniz hüzünle ortak anıların derinliklerine uzanıyor… Bütün bu acılara rağmen O’nun anısına yazmak, O’nu sevgi, saygı ve hüzünle anmak O’na karşı sorumluluğun, ortak anıların bir gereği… Sonraları “Yollarımız” ayrılsa da bu, paylaşılan ortak anıları, ortak yaratılan, paylaşılan değerleri, direniş yıllarının örsünde şekillenen duyguları ortadan kaldırmıyor; tersine onlar yaşamımızın bir paçası ve değeri olarak yaşamaya devam ediyor… Bu ortak duygular ve anıların mayasında bir davaya inanmışlık ve kendini sınırsız veriş vardı; sözcüğün tam ve gerçek anlamıyla “adanmış yaşamlar”dı… 1970’li yılların bu hiç- bir beklenti ve kayıp endişesi yaşamadan kendini ortaya koyma düşüncesi ve pratiği, ortaya güçlü bir yoldaşlık ve arkadaşlık kültürünü şekillendirdi. Bu, Zindan Direnişinde sınavdan geçti ve bir döneme damgasını vurdu… ve açık kabul gördüğü “Tarafların” Politik Temsilcileriyle yürütülür; yoksa gizli kapaklı, istihbarat örgütleri eliyle yürütülen süreçler, gerçek alamda politik çözüm süreçleri değildir, tam anlamıyla tasfiye süreçleridir. İşte Sakine bu kuşağın simge isimlerinden biriydi; onun vahşice katledilişinin en temel nedeni budur! Güncel gerekçeler ve değerlendirmelerin ötesinde Sakine’de simgeleşen Kürdistanî direniş ve adanmışlık, O’nu da aşan bu simgesel gerçek, düşmanlarının vahşiliğinin de özünü anlatmaktadır. Dolayısıyla Sakine ve arkadaşlarını katleden politik irade ile Kürt halkını her açıdan aşağılayan “sürecin” ardındaki politik irade, yani Kürdistan Davasını tasfiye stratejisi, anlayışı bir ve aynıdır. Bu, güncel değerlendirmeleri aşan Kürdistan sorununun da özünü anlatmaktadır. Diyarbakır Zindanında neden tarihin tanık olduğu en büyük işkence vahşetlerinden biri dayatıldı ve uygulandı? 12 Eylül Darbesinde cisimleşen TC, Kürdistan’ı, Kürdistan Davasını nihai olarak bitirmek ve tarihin karanlığına gömmek istiyordu; bunu çok kısa bir süre içinde ve “yoğunlaştırılmış bir süreç” olarak gerçekleştirmek istiyordu; amacı bu kadar vahşi olan bir devletin araçlarını da vahşet boyutunda ve niteliğinde seçmesi ve kullanması, amaç ile araç arasındaki vahşi bağlantıdan kaynaklanmaktadır. Bu vahşi politikaya ve onun araçlarına karşı PKK’li devrimci tutsaklar direndiler, her şeylerini ortaya koyarak bu vahşeti püskürttüler ve Kürdistan Özgürlük Davasının önünü açtılar… Dar ve güncel anlamda bu TC’nin tarihsel ve güncel planda işleyen temel anlayış ve iradesinin güncel versiyonları, taktik boyutları, yöntemleri ve kullandıkları “enstrümanlar” bakımından farklılıklar var elbette. Ama bu, vurgulanan temel gerçeği ortadan kaldırmaz. Sakine Cansız, bu tarihsel direniş sürecinin simge isimlerinden biri oldu; bu, tarihsel bir roldü ve bunu layıkıyla oynadı. O’dan bunun intikamını almaya çalıştılar ve yıllar sonra bunu Paris’in orta yerinde gerçekleştirdiler… Burada “Hedefin” ne kadar özenle seçildiği çok açıktır; bu, aynı zamanda verilmek istenen mesajın da açık ve netliğini anlatmaktadır. Bu noktada hiç kimse kendisini kandırmamalıdır. Ortada Kürtleri eşit bir taraf olarak gören, tanımlayan ve bu temelde yürüyen bir “Barış ve çözüm süreci” yok; tam tersine tam anlamıyla bir tasfiye ve Kürt halkını aşağılayan bir süreç var. TC Başkanının açıklamalarına bakın, resmi medyaya, özellikle iktidar yanlısı basına bakın, bunun böyle olduğunu çok net bir biçimde anlarsınız. İçeriğinden bağımsız “Barış ve çözüm süreçleri”, politik zeminde, açık, tarafların meşruiyetinin ve eşitliğinin hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak kadar net Yine bu noktada, yani Kürdistan Davasını tasfiye yöntemleri ve güncel uygulamaları konusu TC içindeki iktidar savaşının da önemli bir aracı olmaktadır. Ama unutulmamalıdır ki, Oslo sürecini yürüten irade ile KCK operasyonları adı altında binlerce Kürt siyasetçiyi bir bakıma sürek avı ile zindanlara atan irade, her gün ülkemizin dağlarını, ovalarını bombalayan, yüzlerce gerillayı katleden irade aynıdır; ama bu iradenin kendi içindeki iktidar savaşı da çok açıktır ve bu daha önce Ergenekon Davalarında, daha sonra MIT Müsteşarını yargılama girişiminde çok net ortaya çıktı. Bu anlamda Paris kanlı cinayetinin arka planında vurguladığımız bu iktidar savaşına uzanan bir boyut var. Olayın güncel boyutunun açığa çıkarılması, deşifre edilmesi ve mahkûm edilmesi bakımından bu iktidar savaşını deşifre etmek gerekiyor. Bu çok net, ama buradan yanılgı sonuçlar çıkarmanın bedeli ağır olur. O da şudur: Sakine Cansız’ın hunharca katledilişinin ardındaki politik özü gözden kaçırmak, bu cinayeti sadece anılan iktidar kavgasının taraflarından birine yükleyip diğerini gözlerden kaçırmak gibi bir yanılgıdır! Elbette bu ayrıntı önemsiz değildir, ama her dönemde Kürdistan sorunu- kızılbaş - sayfa 32 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 nun TC’nin iç iktidar savaşında bir malzeme, bir dayanak noktası olarak kullanılageldiğidir; bununla birlikte değişmeyen bir öz var: Bütün tarafların inkâr ve imha çizgisinde tartışmasız buluşmaları ve bunu iktidar savaşında bir avantaja dönüştürme yarışına girmeleri gerçeğidir. Unutmayalım ki, Takrir-i Sükûn Yasası, İstiklal Mahkemeleri, Sıkıyönetim Mahkemeleri, Askeri Darbeler, Olağanüstü Hal Yasaları ve en son Özel Mahkemeler temelde Kürdistan davasını bastırma araçlarıdır, ama aynı zamanda iç iktidar savaşının da en temel silahları olmuştur. Bu bağlantıyı hiçbir zaman gözden kaçırmamak gerekir. Daha açık bir ifadeyle KCK operasyonlarını gerçekleştiren irade ile Paris cinayetinin arkasındaki irade aynıdır; hem politik ve stratejik anlamda, hem de güncel uygulama ve taktikler anlamında bu böyledir ve bu, TC’nin geleneksel kanlı, inkâr ve imha çizgi- http://www.radikal.com.tr sini olduğu gibi sürdürme çizgisinden başkası değildir. Yani bu, “İyi Kürt ölü Kürt’tür” çizgisinden başkası değildir. Buradan TC’nin geleneksel temel çizgisini ve bunun uygulama araç ve yöntemlerini görmek, kavramak, yani doğru bir TC ve Kürdistan bilincini canlı tutmak ve geliştirmek ilk planda alınması gereken temel önlemdir, bunun dışındaki yaklaşımlar yanılgılıdır ve başka cinayetlerin önünü açık hale getirir… Görülmeli ve unutulmamalıdır ki, bu cinayetler kampanyası, yıllardır konuşuluyor, tartışılıyor ve arka planında hazırlıkları yapılıyor, Polis Akademilerinde, medyada, Özel Mahkemelerin karanlık dehlizlerinde… Buralarda sürdürülen iç iktidar savaşı, kazanılan mevzileri güçlendirme çabaları ile bu tasfiye planları at başı yürütülmüş ve yürütülmektedir… Başka bir ifadeyle TC’nin iç iktidar dengelerinde yeni bir yapılandırma olmaktadır ve bu halen sürmektedir, bunun bir boyutu da Kontrgerilla ayağıdır… Ama değişmeyen yan ise inkâr ve imha siyasetidir ve bunun iç iktidar ve iç tasfiyede her dönemde çok önemli bir üstünlük sağlama aracı ve bahanesi olarak kullanıldığıdır. Cinayetler kampanyası, aynı zamanda yeni bir döneme işaret etmektedir. Bunun bilinciyle hareket etmek kaçınılmazdır! Direnişin sembolü ve bir davaya adanmışlığın simgesi güzel arkadaşımız Sakine Cansız’ı katleden irade, özet olarak vurguladığımız bu siyasetin en kanlı özetidir; somut kanlı katiller kim olursa olsun bu yine böyledir… Sevgili Sakine, kendini adadığın topraklarda rahat uyu; emin ol ki direnişin ve bir davaya adanmışlığı en soylu örneklerinden biri olan yaşam anıların kuşaktan kuşağa yaşayacak, yeni yaşamlara maya olacaktır! Seni sevgiyle, özlemle, saygıyla anıyorum… Pazar, 13 Ocak 2013 Kaynak: http://www.gelawej.net kızılbaş - sayfa 33 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 'Resmi ideolojinin beynini dağıtan İsmail Beşikçi’dir!' İbrahim Gürbüz, ‘Kürt aydınının akıl edemediğini o akıl ediyor’ diyor… Gülten Madenli / Demokrat Haber Türkiye’de “aydın” kelimesinin yanına en yakışan isimlerden biridir İsmail Beşikçi. Kürt sorunu üzerine araştırmaları ve yazılarıyla tanınan Çorumlu sosyolog Beşikçi, yazılarından dolayı sekiz kez cezaevine girdi ve 17 yılını cezaevinde geçirdi. Sarı Hoca lakabıyla da tanınan Beşikçi için geçtiğimiz yıl İstanbul’da bir vakıf kuruldu... Bir yılı aşkın bir süredir kuruluş çalışmaları devam eden İsmail Beşikçi Vakfı, Resmi Gazetenin 29 Kasım günlü sayısında yayınlanan tescil ilanıyla birlikte tüzel kişilik kazanarak çalışmalarına başladı. Vakıf bünyesinde İsmail Beşikçi Araştırma Kütüphanesi de oluşturuldu. Bu kütüphanede Beşikçi’nin 60 yıldır büyük bir emekle biriktirdiği onbinlerce eseri, kitap, dergi, gazete koleksiyonu ve özel arşivini bilime ve kültüre ilgi duyan araştırmacıların, öğrencilerin hizmetine hazır hale getirdiler. Vakfın kuruluşu 29 Kasım’da tescil edilmesine rağmen, ‘Sarı Hoca’nın 7 Ocak günü doğduğunu hatırlatan kurucu ve yöneticiler, bu nedenle kuruluşu 7 Ocak olarak belirlemenin özel anlamını vurguluyorlar. İstanbul Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde Ayhan Işık Sokak 21 numarada çalışmalarını yürüten İsmail Beşikçi Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Gürbüz ile birinci yılına giren çalışmalarını konuştuk… Kendinizle tarihiniz arasında, farkındalık oluşturan arayışlarınızda, İsmail Beşikçi’nin yaşamınıza, varoluşunuza katkılarını nasıl tanımlarsınız? Kars Sarıkamış doğumluyum. 1960 yı- lında 5 yaşındayken ekonomik nedenlerle İzmir Tire’ye göç etmişiz. 1971-72 yılında Tire Lisesi’ni bitirdim. Kürdistan’daki göçlerin bir kısmının nedeni her ne kadar ekonomik de olsa, aslında temelinde asimilasyon ve siyasal nedenler vardır. İnsanları yokluk, yoksulluk, açlık içinde bırakırsanız doğal olarak yaşadıkları topraktan kopacaklardır. Türkiye’nin, il- ilçe köylerine gidecek, kendi köklerinden ve kültürel değerlerinden uzaklaşacak ve asimile olacaklardır. Ailemin de göç serüveni ekonomik görünse de temelinde siyasal nedenler var. Yüz yıldır yürütülen sömürgeci politika, Kürtleri esas olarak asimile etmeye yöneliktir. “KUYRUĞUNUZ NEREDE!” Tire’ye geldiğimizde ağır sözlerle aşağılandık, ulusal baskı yaşadık. Mahalledeki çocuklar bizimle alay edip “Kuyruğunuz nerede!” diyorlardı. Henüz Kürtlük bilincim yoktu ama 5-6 yaşlarında ilkokulda “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım” andını söylettiklerinde, farklı bir halk, farklı bir kültür olduğumuzu anlıyordum. Dudaklarım öyle söylese de içimden, “Kürt’üm, doğruyum, çalışkanım” diyordum. Aslında kimlik anlamındaki duygunun, bir embriyon halinde şekillenmesinin o yaşlarda filizlendiğini söyleyebilirim. Lise çağlarına geldiğimde 1968 Kuşağı’nın mücadelesi vardı. Mahir- leri, Denizleri duyuyorduk. Edebiyat öğretmenim solcuydu. Bana Ant, Türk Solu, Varlık dergilerini verirdi. Yaygın olan Halkın Sesi vb. dergileri okuyor, kimliğimi keşfetmeye çalışıyordum. 1973-74 yıllarında üniversiteye başladığımda Türk Solu yaygındı. Kürt sorununu da tartışıyorduk. Ulusal sorun adı altında yapılan tartışmalar, teorikakademik altyapısı olmayan tartışmalardı. Türk solunun hemen hemen tümü Kürdistan diye bir ülkenin olmadığını, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin, Türkiye’nin bir bölgesi olduğunu, Batı’da ise kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğunu, Doğu- Güneydoğu bölgesinde üretim ilişkilerinin feodal, yarı feodal olduğu gibi tespitler yapılırdı. Bunlar tartışılırken Kürt sorununa ilişkin 1976-78 yılları arasında İsmail Beşikçi’nin de yazılar yazdığı Rızgari dergisi çıkıyordu. Dergiden önce elimize zaman zaman ulaşan teksir kâğıdına basılmış yazılar, broşürler geçerdi. Orada Beşikçi’nin Cumhuriyet Halk Fırkası’na ve bazı makalelerine rastladım. Beşikçi’yi okuyunca ufkumun değiştiğini söyleyebilirim. O, bende köklü değişikliklere neden oldu. Dünyaya, Türkiye’ye ve Kürt sorununa bakışım değişti. İzmir’deyken anlatılanlar genellikle, Mustafa Kemal’in ulusal kurtuluş önderi ya da küçük burjuva devrimcisi olduğu biçimindeydi. Kürtlere yapılan baskılar, isyan süreçlerinde yapılan katliamlarda Mustafa Kemal’in hiç payı yokmuş gibi davranı- kızılbaş - sayfa 34 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 lıyordu. Bu beni arayışlara yönlendirdi. Beşikçi’nin o dönemlerde bile Kürt sorununa yaklaşımı bilimseldi. Sol hareketlerin Kürt sorununa yaklaşımı, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını kabul ancak bunun Türkiye’ de yapılacak devrimle çözülebileceği şeklindeydi. Türk solunun Kürt sorununu devrimden sonraya ertelemeye çalışması, Kemalizm’e yaklaşımındaki şoven ve sosyal şoven tespitleri, Beşikçi yazılarıyla bertaraf edildi. Beşikçi’nin Kürt sorununu akademik olarak çözümleyişini, 1970’li yıllarda beynimizdeki resmi ideolojinin yarattığı bütün karakolları berhava etmesi olarak görüyorum. Beşikçi’nin ruhumuzda, beynimizde, belleğimizde çok derin etkileri vardı. Bunu burada teslim etmekte yarar var diye düşünüyorum. Mutlaka başka etkiler de olmuştur ama Beşikçi’nin kitapları bilimsel bilgiyle yazıldığından, bilincimizde bir neşter gibi köklü değişiklikler yaparak, beynimizi, ruhumuzu etkiledi. Beşikçi’ye olan bağlılığımız, adını eserlerini düşüncelerini yaşatma isteğimiz herhalde buradan olsa gerek. İsmail Beşikçi 1960- 61 yıllarında KürtKürdistan çözümlemelerine başlıyor. Kemalist resmi ideolojiyle geçen uzun örtük karanlık bir dönem var. Kürt-Türk aydınlarından da örnek verebileceğiniz birileri var mı? 1961’de Beşikçi, Keban’da kaymakam vekiliyken Kürtleri tanıyor. Sosyolog olduğu için bilim merakıyla araştırmaya başlıyor. Staj sonrası askere gidiyor ve özellikle Bitlis’e becayiş yaparak gidiyor. Amacı Kürtleri daha yakından tanımak. Aşiret ilişkilerini, sosyo ekonomik üretim ilişkilerini daha yakından görüp araştırarak tezlere varmak için. Askerlik bitince Erzurum Üniversitesi’nde çalışıyor ve tezini de Alikan aşireti üzerine yapıyor. Alikan aşiretiyle birlikte aylarca yaşıyor, incelemeler yaparak bütün Kürdistan’ı büyük oranda soğuk, kar, kış demeden karış karış bir derviş gibi geziyor. Kendisi Çorum’da yaşamış varlıklı eğitimli bir ailenin çocuğu. Babası Osmanlı’da müderris. Bilime olan bağlılığı ve gerçeğin peşinde olma isteği, zor koşullar onu rahatsız etmiyor. Forum dergisinde çıkan 3 makalesi o dönem için çok önemlidir. Kürt sorununa akademik bilim metoduyla yaklaşıp, çözümlemelere gidip, deklere ediyor. Dönemin bütün üniversitelerinde yankı yaratıyor. “Bu çılgın kim, Bu ne cüret?” gibi kavramlar kullanılıyor. İnandığı doğrultuda hiçbir sınır tanımayan Beşikçi’yi ayrı kılan da bu zaten. “Kürt”, “Kürdistan” dersem başıma bir felaket gelir mi, diye hiç düşünmüyor. Bilimin gereği bunların mutlaka yazılıp yayınlaştırılması gereğine inanıyor. Çok karanlık bir istibdat dönemidir, Kemalizm’in en karanlık dönemidir, Kürt kelimesini ağza almak bile risktir. Aba altından da sopa göstererek, “bu meseleye karışma sana her türlü koşulu sunarız…” Tehditler Beşikçi’nin umurda değil. O yıllarda Kürt aydınları bile korkuyor, Kürt sözcüğünü açık bir dille ifade edemiyorlardı. Beşikçi’nin bu yanı da çok ayırt edici bir özelliktir. O dönemde 49’lar gurubu var, savunmaları da ortada. 1970’te DDKD savunmaları var. Beşikçi’nin bu dönemi de çok ayırt edici. Ocak Komünü’nde Tarık Ziya Ekinci, Fegi Hüseyin gibi birçok Kürt aydını var. Beşikçi o dönemde “Kürtçe siyasal toplu savunma yapılmalıdır” diyor. Müthiş bir şey bu. DDKO davasında “Kürtçe toplu siyasal savunma” yapılmasında ısrar ediyor, tartışıyor. Beşikçi’ye armağan kitabında yazısı olan Recep Maraşlı’nın da belirttiği gibi, Beşikçi Kürtçe savunmada ısrar ediyor. Ancak toplu savunma Türkçe yapılıyor. DDKO SAVUNMASI KÜRTÇE YAPILABİLSEYDİ, KCK DAVALARI KÜRTÇE YAPILACAKTI 1970’te DDKO savunması Kürtçe yapılabilseydi eğer, şimdi KCK davaları tartışmasız Kürtçe yapılacaktı. Biliyorsunuz, Türkiye’de Kürt sorununu, TİP yarım ağızla, THKP-C, THKO çok soyut yüzeysel kavramlarla, siyasal bir söylemin ötesine geçemediler. Çoğu Kürt sözcüğünü dahi kullanmadan yerine Şark, Doğu kelimelerini kullandı. Kürt, Kürdistan kavramını kullanan çok az insan vardı. O dönemde devrimci gençlik içinde İbrahim Kaypakkaya var. Kürt realitesinin altını çizerek söylediğinden, çok ağır bedeller ödeyerek işkencede öldürüldü. KÜRT AYDINININ AKIL EDEMEDİĞİNİ O AKIL EDİYOR Şöyle de tanımlayabilir miyiz Beşikçi Hoca’yı? Kendisine verilenlerle değil de verilmeyenlerle, kendisinden de beslenerek, tarihin gömüsünden çıkarıyor ve çözümlüyor. Evet, kendinden besleniyor. Hiçbirimizin akıl edemediğini, hiçbir Kürt aydınının akıl edemediğini o akıl ediyor. O dönemdeki öngörüsüne bakın, “Kürtçe toplu siyasi savunma yapmalısınız,” diyor. Çünkü senin dilin kimliğindir, toprağın, vatanın ve özgürlüğündür. Beşikçi nirengi noktasını 40 yıl öncesinden keşfetmiş tespitlerde bulunmuş. Şimdi ise Kürt sorunu dil sorunudur, toprak sorunudur deniyor ve tartışılıyor. Türkiye Kürdistan’ı, İran Kürdistan’ı, Irak Kürdistan’ı, Suriye Kürdistan’ı var. Dört coğrafyanın Kürdistan’ı var ama “Kürtlerin bir Kürdistan’ı” yok diyor. Bu Kürtlerin geleceği açısından çok önemli bir tespittir. Diğerlerinden ayırt edici olarak, resmi ideolojiyi, Kemalizm’i akademik bir dille bilimsel metotlarla, anti Kürdoloji- gizli Kürdoloji tezlerini çürüten, yerle bir eden Beşikçi’dir. Kapsamlı şekliyle Mecburi İskân, Güneş Dil Teorisi, Tunceli Kanunu, Dersim Jenosidi, Devletler Arası Sömürge Kürdistan gibi bir yığın kitaplarla, Aziz Nesin ile olan polemiklerle, bütün bunları topladığınızda resmi ideolojiyi Kemalizm’i, en bütünlüklü, derinlikli, detaylı bilimsel metotla yerle bir eden, beynini dağıtan yine Beşikçi’dir. Şu tespiti de çok önemlidir. Kürtlerde milli duygu eksikliği vardır, diyor altını çizerek. Bu da çok doğru bir belirleme. Ulus, milli burjuvazinin önderliğinde geliştirilir, derinleşir, şekillenir. İdeolojisi, kültürel alt yapısı oluşmadan sağlıklı olmaz. Ulusun altyapısını oluşturmadan da sosyalizmi bekleyemezsin, özürlü olur, önce bu sürecin yaşanması lazım. Bugün Kürtlerin maalesef milli burjuvazisi yok. Altını çizerek Kürt hareketinin de milli duygu konusunda çok yetersiz olduğunu söylüyor. Kürtlerin milli burjuvazisi olsaydı bugün onlarca kütüphaneleri, kültür merkezleri, enstitüleri olurdu. Bu tespitlerinizi başka bir sorumla ilişkilendirmek istiyorum. Kkültürel alanda mücadeleyi tercih etmenizin nedenleri neler? 1975-1981 arası dört buçuk yıl cezaevinde yattım. Yattığım süre içinde örgütsel kızılbaş - sayfa 35 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yapılanmam bir anlamıyla dağılmıştı. Birçok Kürt hareketi ve Türk solu çok ağır darbe yemişti. Kürtlerin özgürlük mücadelesinde sanat, kültür, bilim alanında boşluk olduğunu düşünüyor cezaevindeyken fark ediyordum. Kürtlerin kültürel cephesinin boş olduğunu tespit etmiştim. Paris’teki Kürt Enstitüsü’nün bu anlamıyla bilincimi etkilediğini söyleyebilirim. Paris’te kurulmuş; neden Türkiye’de, Kürdistan’da, İstanbul’da, Diyarbakır’da bu tür kurumlar olmasın diye kendi kendime sordum. Mao Zedung yargılandığım örgütün önemli bir figürüydü. Bir ulusun özgürlüğü iki orduyla mümkündür, diyordu. Bunlardan birinin kültür ordusu olduğunu söylüyordu. Kürtler uluslaşma sürecinde olduğu için, kendi kültürlerini, dillerini çok iyi geliştirmeleri gerekiyor. Eğer bir ulusun dili, kültürü, sanatı, edebiyatı yoksa o ulus varlığını uzun süre sürdüremez, sonuçta asimile olur. Çok büyük ordularınız, siyasal örgütlenmeleriniz olabilir ama sizin halkınızın, ulusunuzun kan damarları, can damarları kültür, bilim ve dille yoğrulmamışsa, bir müddet sonra o olgularınız bir şey ifade etmez. Mustafa Kemal işadamlarıyla yaptığı bir toplantıda diyor ki: “Biz Balkanları niçin kaybettik. Balkan halkları önce dillerini, kültürlerini, sanatlarını öğrendiler, sonra ulusal duyguları gelişti. Ulusal özgürlük talepleriyle ortaya çıkıp özgür oldular, bizden kurtuldular.” Bundan dil, sanat, kültür ve bilimsel çalışmaların çok önemli olduğunu anlıyoruz. Kürtler önce anadillerini öğrenecekler, kültürlerini edebiyatlarını tarihlerini öğrenecekler. Ulus bilinci, tarih bilinci, vatan bilinciyle ancak siz var olabilirsiniz. Bunları yapabilmek için de mutlaka sanata, kültüre, bilime önem vermelisiniz. Maalesef Kürt hareketlerinin bunlara yeterince önem vermediği ortadadır. Bu mevcut Kültürel kurumlar kendi güç ve çabalarıyla ayaktalar. Bu da çok ciddi bir zaaf ve eksiklik. 12 Eylül öncesi arkeoloji müzesinde mühendis olarak çalışıyordum. Türkiye’de tarihi eserlerin kimyasal yollarla konservasyon ve restorasyon laboratuarında, uzun yıllar saklanması işiyle, yani bilimle uğraşıyordum. Tarihle, kültürle, arkeolojiyle olan bağlarımdan dolayı bu alanı ken- dime uygun buldum. Kültürel kurumlar oluşturulmasında katkıda bulunmayı düşündüm. Sonraki yıllarımda ekonomik altyapımı örgütledim ve kültürel arayışlarıma başladım. MKM, Kürt Enstitüsü kurucularından olup bir süre başkanlığını da yaptınız. Tescilleri gerçekleşmeyen Kürt Kültür Vakfı, Mezopotamya Kültür Vakfı, Şeyh Sait Vakfı kurucularından da oldunuz. İsmail Beşikçi Vakfı kurucularının öznesi olarak mücadele verdiğiniz vakfın başkanlığını yapıyorsunuz. Uzun yıllara dayalı bu yürüyüşünüzde İsmail Beşikçi Hoca katkılarıyla yanınızda olmuş. Öyle oluyor ki canınızın yarısı hocayla geçmiş, geçiyor. Sizde kalan diğer yarı yanınızla İbrahim Gürbüz kimdir desem kendinizi nasıl tanımlardınız? 12 Eylül’ü yaşamış, Mamak’ta 25 gün, İstanbul cezaevlerinde 29- 38-43 gün açlık grevlerinde bulunmuş, bütün direniş faaliyetlerinde fiilen yer almış biri olarak duyarsız kalamazdım. Buna vicdanım elvermezdi. 1985-1989 arası ticari faaliyetle ekonomimi örgütledim. Cezaevinde ve sonrasında da düşündüğüm sanat, kültür, bilim alanlarında çalışmalarıma başladım. 1989 yılında her çevreden aydın kültür insanlarıyla ilişkilere girdim. Kuracağımız bu kurumlar her şeyden önce, Kürt Ulusal Kültür kurumları olmalıydı. Herhangi bir siyasal çizginin vesayetinde olmamalıydı. Tamamen özgür, sanat, bilim üreten birer okul işlevinde olmalıydı. Buna ihtiyaç vardı. Bir kültür merkezini siyasetin uzantısı haline getirirseniz orada sanat, kültür gelişemez, sadece siyasal kadrolar oluşur. Orası artık kültürel bir kurum olamaz. Kurduğum ilişkilerde bir kısmı olumlu yanıt verirken uzak duranlar da oldu. Kürt ve Kürdistan adıyla kültür merkezi kurmak çok zordu. İlk bir yıl Yukarı Mezopotamya Kültür Merkezi koyduk adını, logosunu da oluşturduk. Bir gurup aydın ve tiyatrocuyla bir araya geldik. Ressam Fevzi Bilge, tiyatrocu Cemil Hoca, gazetede çalışan Cabbar Gezici ve ben, girişim komitesi oluşturduk. MKM’yi bu şekilde kurduk. İlk İstanbul Tarlabaşı’ndaki yeri kiraladık. Daha sonra da İzmir, Adana, Diyarbakır, Erbil, Süleymaniye’de şubeler kurduk. Üç yıl içinde çok hızlı gelişti. Mezopotamya Aile Birliği, Mezopotamya Çocuk Bölümü, Sanatçılar- Ressamlar Birliğini kurduk. Ana baba günüydü, kültür merkezi ilgi odağı olmuştu. Üç buçuk yıl içinde ulusal kültürel kurumdu. Hiçbir örgütün vesayeti yoktu. Şöyle böyle yapın diye yönlendirmede bulunulmadı. Çalışmalarımızı kendi irademizle yürütüyorduk. Çizgimiz bu çerçevedeydi. Farklı bir ideolojiniz farklı bir siyasi çizginiz olabilir, ancak onu kurumunuz dışında bırakacaksınız. Bu kurumun içine geldiğinizde hedefiniz sanat üretmek, kültürü yaşatmak olmalı diye formüle etmiştik. 1994 yılı sonlarına kadar devam etti. İnsanın Kürt’üm demeye korktuğu, faili meçhullerle günde üç- beş insanın öldürüldüğü karanlık bir dönemdi. Başlangıçta kültür merkezini, Sanat, Kültür, Bilim olarak üç bölümden oluşturduk. Sanat bölümünde müzik, resim, tiyatro; Kültür bölümünde komisyonlar şeklinde etnografik- geleneksel ve benzeri bölümler; Bilim bölümün de ise dil, tarih, edebiyat ve sosyoloji alanında faaliyetler yürütülüyordu. Bilim bölümü başkanı İsmail Beşikçi’ydi. Hocayla tanışmamız da 1991 yılında oldu. TİYATRO DERSLERİNİ ERDOĞAN VERİYORDU YILMAZ Musa Anter, Abdurrahman Düre edebiyat, felsefe her alanda dersler veriyordu. Cemşid Bender tarih dersleri veriyordu ve Fegi Hüseyin Kürtçe ders veriyordu. Bunların çoğu hayatta yok bugün. Öyle bir ekipti. Bodrum katında tiyatro çalışmaları yapılıyordu. Tiyatro derslerini Yılmaz Erdoğan veriyordu. Gösteriler için küçük bir sahnesi vardı. Dört katlı bina yetmiyordu artık. Kültür Merkezi kuruldu, ancak kısa bir zaman diliminde mekânımız yetmez oldu. Bilim bölümünü alarak enstitü biçiminde örgütlemeye karar verdik. Kürt Enstitüsü’nün doğuşu da böyle oldu. Enstitüyü Fegi Hüseyin’le birlikte organize ettik. Fegi Hüseyin emekçi, çalışkan bir insandı. İstanbul, Ankara, Diyarbakır’dan gelen yaklaşık 40 aydınla Rojda Restoran’da ilk toplantımızı yaparak sekiz kişilik kurucular kurulunu oluşturduk. İsmail Beşikçi, Musa Anter, Yaşar Kaya, Fegi Hüseyin, Abdurrahman Düre, Cemşit Bender, Süleyman İmamoğlu ve benim de içinde yer aldığım bir kuruldu. 18 Nisan’da da açılışını gerçekleştirdik. Nişantaşı’nda Rumeli Caddesi üzerinde kızılbaş - sayfa 36 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 büyükçe bir daire kiralayarak kocaman bir tabela astık. Emniyeti çok rahatsız etti, indirildi. Kapınızın üzerine küçük bir tabela koyabilirsiniz dediler. Açılan davalar takipsizlikle sonuçlandı. Kürt Enstitüsü 20 yıldır devam ediyor, MKM de. Bugünkü süreçte bana göre kültürel ve ulusal kurum olmanın gereklerini yerine getirememekteler. Siyasal söylemlerden uzak durmalıdırlar. Elbette bütün ülkeyi, ulusu ilgilendiren konularda sessiz kalmamalı ve duruşları olmalıdır. Bilimle, dille, tarihle, edebiyatla gelişerek asıl rollerini oynamalıdırlar. Mezopotamya Kültür Merkezi ilk dört yıllık tempoyla gitseydi bugün kültür sarayına dönüşürdü. Eğer Ulusal Kültürel kurum rotasında ilerlemiş olsalardı, bugün iki kurum da çok önemli, üst düzey yerlere gelirdi. Kendi süreçlerini yaşayamadılar. Bu da elbette üzüntü verici bir durum. Daha doğrusu bu zor dönemde daha fazla eleştiriye gitmeden böyle ifade edeyim. En kötü ihtimalle bugün, kurucusu olduğum Kürt Enstitüsü’nün kitapları Sabancı Üniversitesi’nde okutuluyor ve benim oğlum da orada Kürtçe ders görüyor. Bu da benim için hoş bir şey, bundan da gurur duyuyorum. Tescilleri onaylanmayanlar da var değil mi? Normalde vakıf kurarak başlamak gerekiyordu, bünyesinde kültür merkezi, enstitü. O dönemde konjönktürel durum buna müsait değildi, siz vakıf için başvurduğunuzda bin bir gerekçeyle engellenirdiniz. Dernek olarak kursanız iki günde kapatılırdınız. Biz de ne yaptık, tersine yol izledik. Önce limitet şirketi biçiminde kültür merkezi kurduk. Bu da ince bir ticari atraksiyon. Şirket bünyesinde bir araştırma merkezi olarak enstitüyü kurmayı düşündük. Bunların üzerini şemsiye gibi kapsayacak Kürt Kültür Vakfı’nı düşündük. Kurucuları arasında Leyla Zana, Hatip Dicle, Ahmet Türk, Melik Fırat da var. İşadamları, bizler de varız. Çok geniş bir yelpaze. Dönem çok ağır ve her türlü yöneliş var. Başvurumuz reddedildi. Kürt adını kaldırıp Mezopotamya yapalım dedik. Kurucuların arasından biraz ayıklama yaptık, yine de reddedildi. Hatip Dicle parlamentoda gensoru önergesi vermişti neden kabul etmiyorsunuz diye. O iki kurum böylelikle gerçekleşemedi. Davalar açtık sonuç alamadık. Şeyh Sait ise önemli bir figür, ailesi de vardı. Nubahar çevresinden fanatik olmayan ılımlı Müslümanlar, Kürt kültürel de- ğerlerine önem veren bir çevre. Sabah Kara, Kasım Fırat (Şeyh Sait’in torunu). Kültür merkezinde yaptığımız geniş katılımlı toplantılarla nakdi alt yapısı ve belgeler hazırlandı, maalesef başvurumuz yine reddedildi. Bu 3 kurum yıllarca tescil edilmedi. Çocukluk- ilk gençlik yıllarınızda aile radyonuzun sizde bıraktığı etkiler nelerdi? Dört yaşımdan itibaren, bizde radyo imajını yaratan Erivan Radyosu’nu hatırlıyorum. Belleğimize kazınmış radyodur. Köklerimizi orada buluyorduk. TRT vardı ama ondan bir şey anlamıyorduk. Ezgilerimiz, bizim müziklerimiz Erivan Radyosu’nda vardı. Aram Dikran, Garabete Haco, Meryem Xan vs. şarkılar söylüyor ve günün belli saatlerinde cızırtılı da olsa onları heyecanla dinliyorduk. Büyüklerimiz özellikle radyo saatini beklerlerdi. Çok dilli radyonun bende oluşmasında Erivan Radyosu’nun payı büyük. Yaşam Radyo nasıl bir süreç izledi… İsmail Beşikçi’yle 19 yıldır tanışıklığımız var. Aramızda bir dönem kopukluk yaşandı. 1994 yılında ben düşünce suçlusu olarak aranır duruma düşünce hoca da hapsedilmişti. Bu arada 2002 yılına kadar görüşememiştik. 2002 yılında çıkan yasayla cezam ertelendi ve suçlamalardan kurtuldum. Bu arada sürekli düşünüyorum neler yapabiliriz diye. Beşikçi’yle de ilgili bir kütüphane, bir kurum düşüncesi hep aklımdaydı. Bir de radyo projem vardı. Yaşam Radyo 1995 yılında kurulmuş, yayın çizgisi farklı bir radyoydu; ekonomik nedenlerle kapatılmıştı. Kurucularından Mehmet Gözcü bir süre sonra radyoyu tekrar kurabilir miyiz diye benimle iletişime girdi. Frekansını satın aldık. Yaşam Radyo adını, patentini de alarak 2004 yılında yayına başladık. Radyonun kurucuları arasında Mehmet Gözcü, Musa Ağacık, Cüneyt Uzunoğulları ve ben vardım. Kendilerinin düşüncesi özgün müzikler yapan radyo olması yönündeydi. Benim koşulum ise çok dilli, çok kültürlü bir radyo idi. Arkadaşlar bu düşüncemi kabul ettiler. Böylece Türkiye’de ilk kez çok dilli, çok kültürlü yayın yapan bir radyo doğmuş oldu. Çok dilli olması bütünüyle yayın politikasını değiştiriyor… Elbette, sivil ve demokratik bir kurum olmalıdır. Bütün siyasal parti ve düşüncelere eşit mesafede duran, sorgulayan, eleştiren, özgür birey, demokrasi kültürü oluşturmaya çalışan, kadın çocuk, emek haklarını korumaya çalışan, özü çok dilli ve kültürlü bir radyo. Amacımız; bütün dillerin, kültürlerin mutlaka sahiplenilmesi yaşatılması idi. Radyoda ilginç sloganlar oluştururduk: “Yok olmasın Akdeniz sırtlanı, yok olmasın Anadolu parsı, yok olmasın İstanbul nazendesi” diye. Sadece diller, kültürler değil, hayvan ve bitkilerin de soylarının tükenmesine karşı çıkan bir radyo olsun istiyorduk. Her dil, her kültür bir tattır; bir dilin, kültürün yok oluşu, dünyada bir tadın, lezzetin, kokunun ve rengin yok oluşudur diye düşünüyorduk. Örneğin Lazca tehdit altında olan bir dil ve yok olmak üzere. Lazlar ise gaflet ve delalet içindeler. O kadar güzel bir kültürü, dili, müziği var ki. Ama yok oluyor. Sovyetler Birliği’nde Lenin döneminde Doğa Enstitüleri Merkezi’nde, en küçük dillerin korunması için enstitüler açılarak diller koruma altına alınmış. Özgürlüğün ana damarı, yok olmaya giden dillerin, kültürlerin korunmaya alınmasıdır. 11 dilde yayın yapan radyomuz büyük zenginlikti gerçekten. Kürtçe, Türkçe, Süryanice, Ermenice, Rumca, Çerkezce, Lazca, Gürcüce, Arapça… Çingeneler de program yaptılar. Anadolu’da ne kadar renk, kültür varsa, belki bizim bilemediğimiz ulaşamadıklarımız da olabilir, hepsinin radyoda sınırlama getirmeden program saatleri ve çeşitleri vardı. Aslında Türkiye’de 11 dilde yayın yapan ilk radyoydu. Maalesef RTÜK bizi rahat bırakmadı. Entefre eden yan frekanslar vardı. RTÜK tüm çabalarımıza rağmen hiç oralı olmadı. Radyonun karasal yayınını sonlandırmamız için özellikle entefre edilmemize sesiz kaldılar. Şöyle de diyebilir miyiz: 89,4 frekanslı İstanbul Radyosu olan Yaşam Radyo, toplumsal renklilik ve çok kültürlülük temelinde yayın yaparak alternatif yayın kuruluşları arasında yerini aldı ve karasal yayınına son verdi. İnternet radyoculuğuna başlayan Yaşam Radyo ise sınırları aştı. Günümüzün iletişim dünyasında bundan sonra taşıyacağı vizyonu nasıl görüyorsunuz. Dolayısıyla önceki yayın politikasını da aşarak İsmail Beşikçi Vakfı ile organik bağ kuran Yaşam Radyo’yu bekleyen sorumluluklar neler ve Denge Jiyan radyosunun da? kızılbaş - sayfa 37 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İyi bir internet sistemi kurarak canlı yayın yapabiliyoruz. Çok kültürlü, çok dilli müziklerimiz, programlarımızla, vakfımızın etkinlikleriyle de bütün dünyaya ulaşmış oluyoruz. İBV, Beşikçi’nin konferansını canlı yayınladı, dünyanın birçok yerinde dinlendi. Elbette sorumlulukları daha da artacak, hassas ve dikkatli, vakfın tüzüğünün konseptiyle programına uygun olacak. Rehber edindiğimiz Beşikçi’nin duruşuyla tamamen örtüşerek yayın yapacak. Vakfın aktivitelerine, Beşikçi’nin konferanslarına da ağırlık veren formatta yayınımız devam edecek. Bu radyo vakfın radyosu zaten. Şu an İstanbul’da yayın yapan birkaç internet radyosu var. Hızla radyo ve televizyon da internet yayıncılığına dönüşmek üzere. Belki karasal yayınlar 3-5 yıl sonra tamamen kapanacak, internet yayıncılığına dönecek, karasal yayına ihtiyaç duyulmayacak. Yayına yeni başladığımızdan kendini yenileyen, geliştiren, teknolojiyi de takip eden, düşünsel yeniliklere açık olan bir radyo olacak. Bir süre sonra radyoyu internet TV’ye de çevirebiliriz, bunu denemeyi düşünüyoruz. Radyoyu 2 bölümde oluşturduk. Denge Jiyan Radyosu, Yaşam Radyo’nun Kürtçe adı. Paket yayın Kürtçe çevirisiyle yayınlanabilecek. Hocanın söyleşilerinde de çeviri yapılabilecek. Biliyorsunuz İsmail Beşikçi Vakfı’nın web sitesi 3 dilde. Türkçe, Kürtçe, İngilizce (Kürtçenin üç lehçesi de var). Yakın zamanda vakfın danışma kurulu oluşacak ve önerilerini de alacağız. nım, cumhurbaşkanım, genelkurmayım düşünür” mantalitesidir biat kültürü; birey olmayı engelleyen, özgür yurttaşlık bilincini körelten, demokrasi kültürünü yok eden bir düşünce sistematiğidir. Bizim Beşikçi’yi sahiplenmemiz bilimi sahiplenmek olarak görülmeli. Yoksa biz onu putlaştırmıyoruz, o da bir insan. Sonuçta ruhunu, bedenini, her şeyini bilime adamış bir insan. Onun o güzelliğine sahip çıkmak zorundayız. “BEŞİKÇİ BİLİMİN NAMUSU, İNSANLIĞIN VİCDANI” Beşikçi de devlet karşısında asla geri adım atmıyor, bedelini çok ağır ödüyor. 50 yıldır bir başka halkın davasını kendi davan yapacaksın, bütün gençliğini, hayatını, feda edeceksin. Vakfa bütün mal varlığını, 2 evini, kitap, dergi ve arşiv koleksiyonunu, telif haklarını bağışlayacaksın. İçeriden ve dışarıdan tüm tehdit, ölüm, saldırılar karşısında asla duruşundan bir milim geri adım atmayacaksın. Benim gözümde kendisi günümüzün Sokrates’i ve Servetus’udur. Bir anlamda Beşikçi de, Sokrates gibi bir okuldur. Kişisel tarihinizde, İsmail Beşikçi Vakfı’na hazırlanmış gibi bir görev üstlenmişsiniz. 30 yıldır, belki de Beşikçi’nin kitaplarını okuduğumdan beridir Hoca idolümdü. Yıllardır hayalini kurduklarım gerçekleşiyor ve daha da büyüyecek. Beşikçi, son yıllarda Türk entelejiyansı tarafından da keşfedilmeye başlandı. Beşikçi’ye bilimin namusu, insanlığın vicdanı diyoruz. Bağlılığımız bir kul, tebaa ilişkisi değil. Feodal bölücülüğü de beraberinde getiriyor bu kültür… Evet, kul olma, biat etme, reaya olma, “benim yerime ağam düşünür, şeyhim düşünür, hakanım, başkanım, başbaka- Bazı söyleşilerinizde dikkatimi çekti, yürekten katıldığım, inandığım yorumlarınızı okudum. İsmail Beşikçi bir okuldur diyorsunuz. Bu okul İsmail Beşikçi’nin kimliğinden süzülerek bir vakfa evriliyor. Vakfı gelecekte bekleyen okullar neler? İnsanlık tarihini öğrenmeye çalışırken, İsmail Beşikçi’yle ilişkilendirebildiğim figürleri bulmaya çalışıyorum. Galileo’ya benzetiyorum, her ne kadar geri adım atmışsa da mahkeme salonundan çıkarken “Dünya dönmüyor demiş olsam da dünya yine de dönüyor” diyerek düzeltme yapmıştır. Michel Servetus, kanda hemoglobin’i bulan Yahudi bir bilim adamı. Dönemin aristokratları, skolâstik düşünceye sahip kilise, kitabını geri alıp, düşüncelerinin yanlışlığını belirten yeni kitap yazacaksın, ölümden öyle kurtulabileceksin dediklerinde, Servetus asla geri adım atmıyor, kazığa çakılarak, yakılarak idam ediliyor. Kürt ittifakı rotasında Ahmede Xani’ye çok benzetiyorum. Ahmede Xani ısrarla Kürtlerin ittifak içinde, birlik içinde olmalarını söylüyor. Beşikçi de ısrarla Kürtler arasında birlik ve ittifakı savunurken var olmanın, özgür olmanın temel koşulu olarak “ittifak” diyor. Beşikçi bir okuldur, bilimin okuludur. Bu bilim okulunun içinde Kürtlerin ulusal okulu da vardır. Kürt ulusal inşasının okuludur, Beşikçi. Kürt gençleri Beşikçi’yi okuyarak kendi ulusal inşalarını gerçekleştirebilirler. Bizim kuşak çok olmasa da Beşikçi’yi tanıyor, fakat genel olarak gençler onu tanımıyor. Beşikçi aynı zamanda bir ekoldür de. Yaşamının her alanında, üniversitede, mahkemelerde, savunmalarında, cezaevlerinde, dik duruşuyla kendini ifade eden bir ekoldür. Kitapları, düşünceleri, felsefesiyle de bir okuldur. Don Kişot bir roman kahramanıdır, inandığı değerler uğruna, kötülükleri temsil ettiğine inandığı yel değirmenlerine savaş açıyor. Bir anlamda doğruluğu, dürüstlüğü temizliği ve saflığı simgeleyen bir roman kahramanıdır. İnançları uğrunda savaşması açısından bana Beşikçi’yi anımsatıyor. Beşikçi son derece mütevazı, samimi, gösterişten uzak bir şahsiyettir. Herhangi bir tehdit ile asla ve asla inancını söylemekten geri durmaz. Aslında son derece normal bir insan, özcesi insan gibi bir insan. Vicdan, adalet, özgürlük en güzel kavramlar ona yakışıyor. Doğruluk, dürüstlük, erdemli ve faziletli olmak, bütün bu değerler yakışıyor Beşikçi’ye. “BEŞİKÇİ TÜM MAZLUM HALKLARIN SESİ VE VİCDANIDIR” Kürt belediyeleri tarafından parklara, caddelere vs. adları veriliyor. Verilen kimlikler elbette değerlidir ama Beşikçi Hoca’nın öğrencileri de gibidirler. Bu konuda düşünceleriniz ne? Tespitinize yüzde yüz katılıyorum. Beşikçi her şeyin en güzelini hak ediyor bence. Burayı oluşturduğumuzda kütüphane yeterli diyordu kendisi. Fakat Ruşen Ağabey hayır, İsmail Beşikçi bir kütüphaneye sığmaz dedi. İsmail Beşikçi ne bir kütüphaneye sığar, ne de bir üniversiteye dedi. Bize göre Beşikçi ismi Kürdistan’ın en güzel yerlerine konulmalı. Biraz da buradan sitem edeyim, gönül ister ki belediyelerimiz bu konuda daha duyarlı olur ve hepimizi mutlu edecek adımlar atarlar. Beşikçi bütün mazlum halkların sesidir. Mazlumluğu en çok kim yaşıyorsa onların insanıdır. Dolayısıyla Kürtlerin tarihi ona denk geldi. Eğer bu mazlumluğu Kürtler değil de başka halklar yaşasaydı, onların sesi olurdu. Beşikçi bana göre, köklerini Anadolu medeniyetinden almaktadır. Beşikçi Anadolu’dur, Mezopotamya’dır ve tüm mazlum halkların sesi ve vicdanıdır. kızılbaş - sayfa 38 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Türklere göre Hıristiyanların hepsi ajan! "Open Doors" adlı kuruluşun son raporuna göre dünya çapında 100 milyon Hıristiyan tehlike altında yaşıyor. 50 tehlikeli ülkeler listesinin 31. sırasına Türkiye'yi koyan kuruluş, Türklerin Hıristiyanları "düşmanların ajanları" olarak gördüğünü bildirdi. Federe Kürdistan Bölgesi ise Hıristiyanlar için en güvenirli bölge. Kuruluşa göre Irak'tan Federe Kürdistan Bölgesine sığınan Hıristiyanların en büyük sorunu ise Kürtçe bilmemeleri. 1955 yılında kurulan "Open Doors", dünya çapında dini inançlarından dolayı baskı gören Hıristiyanlara yardım eden ve uluslararası çalışan bir sivil toplum kuruluşu. Kuruluş yıllık olarak ise Hıristiyanlara yönelik lokal düzeyde yaşanan baskı ve şiddetten devletlerin politikasına kadar bir çok başlıkta "tehlikeli bölgeler" haritası çıkarıyor. 2011 haritasını açıklayan kuruluş, 50 ülkeyi 'tehlikeli ülkeler' listesine koydu. Geçtiğimiz yıl olduğu gibi bu yıl da listenin birinci sırasında Kuzey Kore yer aldı. K.Kore'de hiç bir şekilde Hıristiyan inancına tahammül edilmediğini duyuran kuruluş, Hıristiyanların hapis ile ölüm cezasıyla tehdit edildiğini ve dini vecibelerini gizli şekilde yerine getirdiklerini bildirdi. Bu ülkede yaşayan 400 bine yakın Hıristiyan'ın ikinci sınıf görüldüğüne dikkat çeken kuruluş, 70 bin Hıristiyan'ın çalışma kamplarında esir tutulduğunu belirtti. 'Tehlikeli ülkeler' listesinde Kuzey Kore'yi ise sırasıyla şu ülkeler izledi: Afganistan, Suudi Arabistan, Somali, İran, Maldivler, Özbekistan, Yemen, Irak, Pakistan, Eritre, Laos, Kuzey Nijerya, Moritanya, Mısır, Sudan, Bhutan, Türkmenistan, Vietnam, Çeçinistan, Çin, Katar, Cezayir, Komorlar, Azerbeycan, Libya, Umman, Brunei, Fas, Kuveyt, Türkiye, Hindistan, Myanmar. Hıristiyan dünyasının belli başlı dini günü Neol öncesi açıklanan "Open Doors"un bu yıllık raporunda İran, Türkiye, Suriye, Irak ve Kürdistan bölgesine ilişkin dikkat çeken bilgiler özetle şöyle: İRAN'DA FARSÇA DUA YASAK! Geçen yıl listenin ikinci sırasında yer alan İran, bu yıl beşinciye sıraya geriledi. Fakat hala İran'da Hıristiyanlık azınlık baskı altında. 2005 yılında muhafazakarların iktidara gelmesiyle başlayan baskılar, hayatın her alanında sürüyor. Ermeni ve Asuri Hıristiyanların yaşadığı bu ülkede kiliseler rejimin yakın takibinde. İslam dininden çıkmanın yasak olduğu İran'da Hıristiyan olanlar ise Şeriat rejimi tarafından ölüm cezasıyla tehdit ediliyorlar. 460 bin Hıristiyan'ın yaşadığı tahmin edilen İran'da bu dinden olanlar sadece televizyon ve internet üzerinden dini kültürlerini takip edebiliyorlar. Ermeni ve Asuriler ise sadece kendi dillerinde dini vecibelerini yerine getirmelerine izin veriliyor, kilise ile ibadethanelerde Farsça kullanmaları kesinlikle yasak. 2010'nun sonundan 2011 yılının başına kadar ise İran'da 200 Hıristiyan tutuklandı. TÜRKİYE'DE 'DÜŞMAN' GÖRÜLÜYORLAR Türkiye Cumhuriyet'inin uluslararası anlaşmaları imzalamasına rağmen pratikte Hıristiyanlar eşit değil. Hıristiyanlık, Türk milliyetçiliğinin ise en önemli saldırı noktası. 100 bin Hıristiyan'ın yaşadığı tahmin edilen bu ülkede Hıristiyanlar 'düşman güçlerin ajanı' olarak görülüyor. Malatya'da öldürülen 3 Hıristiyan'ın davası ise hala sonuçlanmış değil. AKP hükümetinin Avrupa Birliği üyeliği yolunda başlattığı reformlar ise hayata geçirilmedi, Hıristiyanlara verilen sözler tutulmadı. Hükümet, sadece Ermeni ve Yunan-Ortodoks kilisesini resmi olarak tanıyor. Toplum içinde ise Hıristiyanlar "düşman güçlerin ajanı" ve "vatan haini" olarak görülüyorlar. Aynı şekilde basın ile siyaset dünyasında da Hıristiyanlara yönelik nefret ve ırkçı söylemler var. Kilise inşasına ise izin verilmiyor. Dini okulların açılması ve seminerlerin verilmesi de yasak. Devlet dairelerinde çalışan Hıristiyanlar, dinlerinden dolayı baskı görüyor. Aynı şekilde Hıristiyanlar, işlerinden olabiliyor. Kilise ve dini cemaate girenler "koruma ve can güvenliğinizi sağlıyoruz" gerekçesiyle yakın polis-istihbarat takibinde. Kiliselere girip-çıkanlar ise hem polisler ve hem de ırkçılar tarafından taciz ediliyor. SURİYE'DE TEHLİKE ÇANLARI ÇALIYOR! Mısır'dan sonra 1,9 milyon ile Ortadoğu'- da en fazla Hıristiyan'ın yaşadığı Suriye'de Hıristiyanlar için tehlike çanları çalıyor. Esad rejimine yönelik başlayan protestolar ve şiddet olaylarında artık Hıristiyanlar hedefte. Çünkü muhalif radikal İslami gruplar, Hıristiyanları Esat rejiminin taraftarı görüyor. Şimdiye kadar Arap ülkeleri arasında Hıristiyanların özgürce yaşabildikleri tek ülke olan Suriye'de bu durum iç savaşın patlak vermesiyle tersine dönebilir. EN BÜYÜK KAÇIŞ IRAK'TAN Irak, 2 bin tarihiyle Hıristiyanlığın en eski toprakları. 1990'lı yılların başında 1 milyondan fazla Hıristiyan'ın yaşadığı Irak'ta bu rakam 2003 yılında 550 bine düştü. Irak savaşından en fazla etkilenen grupların başında gelen Hıristiyanların yarısı bu ülkeden kaçtı. Geride kalan 300 bin civarında Hıristiyan ise büyük bir korkuyla yaşıyor. Hıristiyanlar kaçırılıyor, işkence görüyor, kiliseleri bombalanıyor. 2005'teki yeni Irak anayasasında belirtilen özgürlüklere rağmen Hıristiyanlığa geçmek ise hala suç. Batıya ve ABD'ye kızanların ilk hedefi ise maalesef bu ülkede yaşayan Hıristiyanlar oluyor. Hıristiyanlara yönelik en büyük saldırı ise Ekim 2010'da Bağdat'ta bir kilisenin bombalanmasıydı. Buradaki saldırıda 58 kişi hayatını geçmişti. 2004 yılından ise 71 kilesinin saldırıya uğradığı belirtiliyor. KÜRTÇE BİLMEMELERİ EN BÜYÜK SORUN! Federe Kürdistan Bölgesi ise Irak'tan kaçan Hıristiyanlar için güvende oldukları tek bölge. Kürdistan Federe Bölge Yönetimi sınırları içerisinde 160 bin Hıristiyan'ın yaşadığı tahmin ediliyor. Bu topraklarda zaten 4 bin yıldır Asuri ve Keldaniler yaşıyordu. Federe Kürdistan Bölgesinde yaşayan Hıristiyanlara en yönelik tek saldırı geçtiğimiz yılın Aralık ayında bazı radikal İslami grupların Hıristiyanların işyerlerini yakmasıydı. Federe Kürdistan Bölgesine sığınan Hıristiyanlar ise buraya yerleşmiş ve yeni bir hayat kurma çabasındalar. En büyük sorunları ise meslek eğitimlerinin, diplomalarının burada tanınmaması ve Kürtçe bilmemeleri. Zira bölgenin resmi dili Kürtçe ve buraya sığınan Hıristiyanlar kendi anadilleri dışında sadece Arapça biliyorlar. Perwer Yaş / Kaynak: firatnews.com kızılbaş - sayfa 39 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Gökçeada Rumları ve iki yüzlülük bile. Müthiş bir sessizlik hakim. Adada sonradan yapılan kişiliksiz, tek nizam yapılarıyla ruhsuz köylerine Doğu Karadeniz’den, Orta Anadolu’dan getirilip yerleştirilen ailelerin burada doğmuş çocuklarından birinin yazdığı Gökçeada kitabında bile bu zulümden eser yok. Burçak Güven Güzel taş evlerin çevrelediği köy meydanındaki kahvede, hafifçe bana doğru kaykılarak kulağıma fısıldadı: “Bu köyden alın evinizi. Ötekilerde Rumlar var. Burada biz bizeyiz!” Güzel taş evlerin çevrelediği köy meydanındaki kahvede, hafifçe bana doğru kaykılarak kulağıma fısıldadı: “Bu köyden alın evinizi. Ötekilerde Rumlar var. Burada biz bizeyiz!” İkimizin de üzerinde oturduğu kırık dökük tahta sandalyelere ve Ege’nin tatlı esintisinin temmuz sıcağını hafiflettiği o tatil havasına rağmen suratındaki ifade, bana evrenin en önemli sırrını açıklıyormuşçasına kendinden emindi. Dahası paylaştığı bu bilgiyle de, az önce hayatımı kurtarmışçasına üstten bakarak bırakmıştı bombasını. Aslında bu bakış açısına alışıktım ama yine de İstanbullu bir sanatçıdan gelmesi sersemletmişti beni. Sanatla, sanatçı olmakla ‘ari bir tatil beldesinin peşinde olma’ duygusunu bir araya getiremiyordum kafamda. Az önce hep birlikte içilen çayların yarattığı dostluk havasından mıdır yoksa tatilin gevşetici baygınlığından mı bilmiyorum, ağzımı açıp bir şey söyleyemedim. Ama doğru söylüyordu, gerçekten Türkler Gökçeada’nın bu güzel köyünde sükunet, dostluk, huzur ve rehavet içinde baş başa yaşıyorlardı. Ve az önceki “oraya gitme, buraya gel” repliğiyle de, bu tatlı tembelliğin içine beni de kabul ettiklerini fısıldayarak kendilerine göre bir misafirperverlik gösteriyorlardı. Gerçi onlar orada, entelektüel insanlardan oluşan ‘biz bize’ bir tatil cumhuriyeti kurmuş olsalar da zihinlerinde ‘öteki’leştirdikleri Rumların varlığı, etraftaki her şeyin ruhuna öylesine sinmişti ki… Önce restore edip sonra İtalyan mutfaklar, şık ferforje balkon demirleri, sanat eserleri kullanarak şıklaştırdıkları taş evler, Rumlardan kalmıştı. Köy meydanının nerede olacağından binalarda kullanacak taşa, şimdi asırlık olmuş ağaçların nereye dikileceğinden köyün konumuna kadar her şeyde onların imzası, ruhu, anıları vardı. O sokaklarda yüzyıllarca Rum çocukları koşturmuş, çeşme başında Rum gençleri aşka düşmüş, o meydanda Rum düğünleri yapılmış, ölüleri de köyün hemen çıkışındaki mezarlığa taşınmıştı gözyaşlarıyla. Zaten bu yüzden hiçbir Türk köyüne benzemiyor; yemyeşil tepede yüzük taşı gibi duruyordu. Ama tuhaftır bu köyde artık tek bir Rum bile yaşamıyordu. Çünkü adanın geriye kalan azıcık Rum nüfusun barınma alanı olarak koruma altına alınmış dört köy belirlenmişti. Gökçeada’nın Rum sakinlerini, ağlayarak İstiklal Marşı söyleyerek yarışma kazanan Marina sayesinde yarım yamalak hatırladık. 10 yıl önce üç asker tarafından evinin yakıldığını, dört yaşındaki erkek kardeşinin bu yangında öldüğünü öğrendik. Üzüldük biraz, “bilmiyorduk”, “ya bak görüyor musun neler olmuş da haberimiz yokmuş” dedik ve kapattık konuyu. Oysa Marina’nın dramı, Gökçeadalı Rumların acılarının içinde bir küçük damla. 1970’lerde 10 binden fazla Rum bulunan bu dünya güzeli adada sadece dört Rum Köy’ü var artık. 500’den daha az Rum’un oluşturduğu bu köylerin her birinde müthiş bir hüzün hakim. Korkunç hikayeler dolaşıyor kulaktan kulağa… Türkiye’nin Kıbrıs ve Yunanistan ilişkilerinin gerildiği her dönemde, bu adadaki Rumların ağır bedeller ödediğine dair tüyler ürpertici hikayeler bunlar. Örneğin 70’lerin başında sonunda Kıbrıs çıkarmasıyla sonuçlanın gerginlik sürecinde adadaki cezaevi mahkumlarının bir süreliğine (Rum köylerine dehşet saçmak üzere) salıverildiği anlatılıyor. Bu bir – iki günlük süreçte olanlarla ilgili anlatılanlarda ise ne ararsanız var; tecavüz, yağma, cinayet, kundaklama… Bazen adanın Rumlarına kendini sevdirmeyi başarmış bir Türk, hafifçe başıyla işaret ederek birini gösteriyor ve başlıyor anlatmaya: “Bu kadının kızı tecavüze uğramış, bunun evi yanmış içinde çocukları ölmüş, şunun kocasına böyle olmuş” diye. 60’lı yıllarda 10 bin civarındaki Rum nüfus, bir anda ne oldu da evini, yurdunu, tarlasını, bahçesini terk edip soluğu başka memleketlerde aldı, konuşulmuyor Doğma büyüme buralı, üniversiteli bir genç kız hem fotoğraflarını kendisinin çektiği hem de içeriğini yazdığı bir Gökçeada kitabı çıkarmış mesela. Ada yerlisi birinin kaleminden ve objektifinden bu korkunç hikayelerin aslını astarını öğrenirim heyecanıyla satın aldığımda da büyük bir hayal kırıklığı yaşadım haliyle. Kitapta yalnızca 1960 ve 70’lerde, ‘bazı nedenler’le Rumların çoğunun ‘aniden’ Yunanistana göçtüğünden başka bir bilgi yoktu. Yani üç maymun kuralı burada da karşınıza çıkıyordu. Şimdi dört dağ köyüne hapsettiğimiz Rumlardan geriye kalanları pazarlamak konusunda hiçbir çekingenlik hissetmiyoruz ama. Adanın taş evleri, dünya güzeli köyleri, dibek kahvesi, şarabı, sakızlı muhallebisi, keçi peyniri-sütü vs. hepsi Rumlardan kalma bilgi, görgü ve alışkanlığın eseri. Şu anda Gökçeada’yla ilgili hangi tanıtıcı metne, kitaba, İnternet sitesine, turistik broşüre, otel-restoran tanıtım kataloguna bakarsanız bakın bunları ve koruma altındaki Rum köylerinin fotoğraflarını göreceksiniz. Adanın tüm zenginliği, mirası ve çekiciliği de bunlardan geliyor zaten. Peki o dört Rum köyüne gittiğinizde ne görüyorsunuz? Metruk ilkokul, kilise; harap halde evler; hüzünlü insanlar ve her köyün girişinde gözünüze sokulmak için oraya konduğu hiç şüphe götürmeyen “Ne mutlu Türküm diyene” tabelalarına eşlik eden, üçüncü sınıf heykeltıraş elinden çıktığı kesin, genelde de Kilise ve okulun tam karşısına konuşlandırılmış, banal Atatürk büstleri! Bu ülkede acil çözülmesi gereken bir Kürt meselesi olduğu çok açık ama iyi niyetler ve çabalar, ‘ağlamayan çocuğa meme yok’ misali, sesi en çok çıkabilenle sınırlı kalmamalı. Hadi içiniz kaldırıyorsa, yüzleşmeye, utanmaya, gerçek diyaloga hazırsanız bunları da tartışalım ve ikiyüzlülüğümüzü bir kenara bırakıp şu iliklerimize işlemiş ‘biz bize’ meselesini, enine boyuna tartışalım. Tartışalım ki insan olduğumuzu hatırlayalım. Kaynak: İşte İnsan http://www.istanbulrumazinligi.com kızılbaş - sayfa 40 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bingeha gelek urf, adet û erkanen di nav ola Alewîtî û Êzdîtiyê de hêjî mîna berê yekin. Li goriya bîr û baweriya min, her çiqas heta vêga bi dehan nivîskar, rewşenbîr, dîrokzanên xerîb û me Kurdan li ser dagerkirina welatê me û bi taybetî li ser belabûn û asîmlebûna miltê me li goriya derfetên xwe nivîsandin bin jî, hîna gelek pirsgirêkên ku xwefiroş û dagirkerên Kurdistanê bi hemd û bi zilma asîmlekirna xwe xistine nav çande, perwerde, raman, nêrîn, erdnîgarî û bawriya me Kurdan hene. Û piraniya van pirsgirêkan hîna ji aliyê rewşenbîr, rojnameger, nivîskar û niştîmanparêzên Kurdistanê û me Êzdiyan ve baş ne hatine gengeşekirin û zelal ne bûne. Bi dîtina min gelek agehdariyên ku li ser ol û erkanên Êzdîtî, Alewîtî, jiyana civak û kêm netewên dinê hatine gotin an hêjî têne belakinrin şaşin. Ez dibêjim, ancax Xwedê tenê pê dizane, bê ka kengî dagirkerker hatine ketine nava welatê me, bav-kalên me çendcaran qerkirine, bi darê zorê ji hevûdinê qetandine, çend hezar Kurdên ku bac û alîkarî nedane wan kuştine, mecbûrî koça kirine û ew birine li herêmên Foto; Kazim Eryaşar ve Kemal Tolan cûde ku ji êl û êşîrên wan gelekî dûr de ji bona berjivendiyên xwe bicîh kirine. Ji ber van sedeman e jî gelek cûdatî û nezaniyên yên ne ligoriya daxwaziya me ketine nava urf, adet, çande, ol û civakên li Kurdîstanê hene.. Încaar, weke ku ez ji hinek ilmdar, kevneşopzane, lêkolînner, nivîskar, rewşenbîr û dîrokzanên Kurdên Êzdî û Elewî fahm dikim, ew jî mîna dîtina min dibêjin, heta ku dagirker ne ketibûne nava welatê me, ola bavkalên me yên berê yekbuye û ji ber wê ye hêjî piraniya rê û resmên Êzdîtî û Elewîtiyê yekin. Min li ser vê bingehê, di gotareke xwe de jî daye xwanê ku, em Kurd tev mina sêvên ji darekê ne! Vêca ez niha dixwazim, li hinek ji wan cûdatî û nezaniyên ku ne ligoriya daxwaziya me ketine nava çande, ol û civakên li Kurdîstanê hene binêrim û bi taybetî jî di hinek taybetmendiyan de bidme xwanê, bê ka kîjan bingeh, urf, adet û erkanen kevn di nav ola Alewîtî û Êzdîtiyê de digihîjine hevûdinê hene. Jixwe gelek ji we rêzdaran jî dizanin, ev babetan gelekî berfire û kûren. Lewma jî ez naxwazim bi tevayî bahsa naveroka hemû bingeh, urf, adet û pêwendiyên di nav ola Alewîtî û Êzdîtiyê de bikim. Lê, ezê bikurtasî hineken ku di nav ola Alewîtî û Êzdîtiyê de digihîjine hevûdinê, pêşkêşî zanîna we dost û hevalên hêja bikim. Belê, li goriya dîtin û lêkolînkirina min, bingeha ola Êzdîtî û Alwîtiyê di van bîr, bawerî, urf, adet û erkanen ku ez birêzdikim de weke hevûdinê ne: Êzdî û Alewî weke hevûdinê dibêjin, 1 Xwedê- „Tanrı“ „Hüda“ Xwedê bêhevpar e. „Tevhid” 2 Tawisî-Melek (Cîbraîlê Emîn- Azazîl) Xwedê, Tawisî- Melek, ji nûra xwe afirandiye. Tawisî-Melek, wekîl û qazidê Xwedê, pîrê afirandina ol û erkana ye. 3 Heft milyketên Mezin heft milyketên Mezin hene. 4 Heft qat(tebeq)ên erd û ezman heft qat(tebeq)ên erd û ezman hene. 5 Misyonerîtiya mirovan tûne misyonerîtiya mirovan tûne û lewma hêjî mîna pêşiyan gotî dibêjin, „ mîh bi piyên xwe û bizin bi piyên xwe ve têne dalqandin“ 6 Merivên Ruhanî merivên Ruhanî(Xas, Qelender, Bab-Çak, Qencên Xwedê), xwedî batinî, sir, keramet û ji nijada pîrozin. divê evd rastiya Xwedê ji bo berjiwendiyên xwe veneşêrin. 7 Ad dahin û Sond xwarin. bi serê gelek symbolê xwezayî, ruhanî û ocaxzadan Sond dixwin. 8 Hebûna hûrî, cin, roj(tav), hîv, stêrk, agir, ax, av, ba, ewr, brûsk û hwd, Hûrî, cin, roj(tav roniya Xwedê ye ), hîv, stêrk, agir, ax, av, ba û hwd. hene û pîrozin. 9 Rû û simbêl merivê dîndar divê rû û simbêlê wî hebin. 10 Paçukirina destên kesên ruhanî û olderan meriv ji bo hurmetê biçe destên kesên ruhanî û olderan paçûke. kızılbaş - sayfa 41 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 11 Her însan berpirsyarê xêr, guneh, başî û xirabiya xwe ye. Her însan berpirsyarê xêr, guneh, başî û xirabiya xwe ye . Êzdî dibêjin Alewî dibêjin 12 ruhaniyên xwe Mîr, Şêx, Pîr, Merebî, Xuşk û Birayê axretê.. ruhaniyên xwe Pîr(Baba), Dede, Murşîd, Rehber, Talîp, Xizir“Hidir-“, pîrê afirandina ol û erkana ye. „Xızır peygamber her zaman, her yerde hazır ve nazırdır“. 13 Rojiyên Êzî, Cemayî û çilexan-„ Gaxan“ ê Êzdî jî dibêjin, rojî girtin, zekat û fitoyê bedenê ye . Sê rojiyan ji bo Êzî û hinek oldarên Êzdiyan jî rojiyên çilexanê zwistan û havînê digren. Alewî jî dibêjin, rojî girtin zekat û fitoyê bedenê ye. Hinek Ocaxzadehn Alewiya jî di vî wextî de sê rojiyên „Gaxan“ digrin û li cem hinekan hêjî rojiyen “Roji Ziyar” çilexan têne girtin. Rêzgirtin û erkên ruhaniyan mîna hevûdinê ne Di Êzdiyatiyê de dibêjin: Di Alewîtiy de dibêjin: 14 Xwedê, Tawisî-Melek, Şêx Adî Xwedê, Xizir Nebî „Muhammed?“, „Alî“ 15 Çil (40) Pîr Çar derî û 40 makam „Kırklar Meclisi“ 16 Mîr, Bavê Şêx, Pêşîmam, Feqîr, Lîder, Însanê kamîl, Dede, 17 Merebî Rehber 18 Qewal Zakîr 19 Koçek û fuqre Semazan”Tasavvufçu” 20 Mirîd Talîp 21 Birayê axretê, Dest Birak Musahîb, Rehber, Musayîv, 22 Cil û bergên oldaran : Tac, Xerqe, Kulik, Kirasê Spî Cil û bergên oldaran : Taç, kemer anjî kumê sor, Kirasê Spî 23 Şêx, Fito û zekat Murşîd, Hak-çiralik 24 Dua-diha Gulbang-Dua 25 Benikê Tayê „Îpe bakma“ „Baş okutma” 26 Xwandin û rêhintina Falikan Xwandin û rêhintina Falikan 27 Sunetkirina kur-lawikan Sunetkirina lawikan 28 Hilbijartina Kirîvên xwînê, kesen dûnav û hwd. Kirîvên xwînê, kesen Musahîb, Talîp û hwd. 29 Daremala dûnavan (Şêx, Pîr, Pêşîmam û hwd.) ji hevûdinê cûde ne. Daremala dûnavan(Dede, Pîr û hwd.) ji hevûdinê cûde ne. 30 Rojiyên Êzî û çilexan„Gaxan“ ê 31 rojiyên Xidir û Eliyas- xocê Xizir Nebî Gelek bawermendên herdû civakan hêjî mîna berê sê rojiyên Xidir û Eliyas digrin û cejana Xizir Nebî çêdikin. 32 Xwarina pêxwîna tev xwê Kevneşopiya çêkirin û xwarina bi pêxwîna tev xwê di nav herdû civakan de mîna hev û li ser yek watayê tê şopandin. 33 Pirtûk û reşbelekên pîroz Êzdî sê rojiyan ji bo Êzî û hinek Hinek Ocaxzadehn Alewiya jî di vî wextî de sê rojiyên oldarên Êzdiyan jî rojiyên çilexanê „Gaxan“ digrin û li cem hinekan hêjî rojiyen zwistan û havînê digren. çilexan têne girtin. Piraniya pirtûk û reşbelekên pîroz yên herdû dîna di wexta Îskenderê Mezin û “Hz. Ömer” de hatine şewitandin.Her çiqas vêga hêjî di nav Êzdiyan de çend mişêwir(secer) ên kesayetan hebin anjî di nav Alewiyan de gelek pirtûkên nivîskî hebin jî, ew ji bo hemû bawermendan ne pîrozin. Piraniya ilm û zargotina Alewî û Êzdiyan vêga hêjî mina berê bi devkî ne. kızılbaş - sayfa 42 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 34 35 36 Çareserkirina nakokî û Hata îro hêjî erkên oldarên herdû civakan ne tenê ji rê û resmên dînî re xwedî derk pirsgirêkên di nava evin, ruhanî û oldar wan vêga hêjî mîna berê piraniya nakokî û pirsgireken endamen endamên civakê de xwe yên giliyên kesayetî, huquqî û civakî di nav xwe de çareser dikin. Ferzên helal û hermakirin kesan Dadgeh û cezakirina kesan Di nav olnasînê de giringiya jin û mêr Giringiya jin û mêr di nav herdû olan de hêjî weke berê ye. Çi di wextê îbadetê de û çijî di nav malan de tu cûdetiyê naxine navbêna jin û mêr. Li gor ola Kurdî ya kevnar ku Ezdahîtî ye, meriv(çi jin û çi jî mêr) “ …. bi reza û ji nûra Xwedê hatiye afirandin” – “Insan Tanrı dan bir parçadır”, gelek hêja û pîroz e. Nabe ku cûdetî bikeve nabêna wan. 37 Parêzgeh- Dergah anjî Ziyaret Her çiqas vêga parêzgeha Êzdiyan ya mezin yanî „heca Êzdiyan“ Laliş têx wanêkirin jî, berî hatina Îslamê parezgehên Êzdiyan mîna yên Alewiyan e vêga, li gelek deveran hebûn û ew niha hêjî li gelek herêman hene. 38 Nan-Zadê xêr û xêratenPêsare- Lokma Nan-Zadê xêr û xêraten li ber parêzgeh/ziyaretan têye dahînLokma-Pêsare (niyaz ekmeği) 39 Vêxistina maşale, çira û derxistina nanê miriyan Ocaxzaden herdû civakan hêjî mîna wextê Arîan, di gelek dergah, cejnan de maşelan, çiran pêdixin û zadê xêra miriyên xwe derdixînin. 40 Şikêrk, HecirkSilavgeh- nişangehan- “Kurç” Heta roja îro hêjî piraniya silavgeh û nîşangehên herdû baweriyan di her herêmê de mîna dewranên berê li ber aven kaniyan, darên bi potik û benan hatine xemilan din, şikeft, geliyên kur, gol, çeman, serê rêyan, “Kurç” Hecirk, Şikêrk û bi kevirên komikirîne. 41 Rêberîtiya ciyên rê û resmên olî lê têne kirincem evî Di nav Êzdiyan de, dûnavên Êzdiyatiyê rê û resmên dinî li ber ziyaret, parêzgehan û bi taybetî jî di nav odên malên hemû older û nandarên Gundan de birêve dibin. Dede û Pîrên Elewiyan jî rê û resmên olnasîna xwe hêja beriya misilmantiyê jî di cem an de û vêga hêjî di cem eviyan, komel, malên ocaxzadahan de bi rêva dibin. 42 Mêvanperwerî Bawermendên herdû civakên Kurdî hêjî mîna berê, giringiyeke mezin didine mêvanan. Gelek Dua û Gulbangên mêvanperweriyê hene. 43 Roja Qiyametê, çuhina Buhişt û Doje anjî Cent û cahnemê. Li goriya ku ez ji Êzdîyatî û Alewîtiyê fahm dikim, Êzdî û Alewî dibêjin, ciyê şer û aşîtî, saxî(tendurîstî) û ne saxî, aremî û tengasî, têrbûn û birçîbûnê, zilm û xembarî, delalî û ne delalî, hezkirin û dujminantî, bihişt(cinet) û doj(cahnim)a, başî û xirabî, paqijî û ne paqijiyê, zanîn, marîfet, heqîqatê û hwd.dilê merive. Tu evd nikare bi xêra pîroziya nivîs, duha û kiryarên rihaniyan qeder(jiyanbûn), roja qiyamet û axreta xwe kifş bike. Alewî û Êzdî hêjî mina ku di ilm û qewlê Êzdiyatiyê de tê gotin, heftê û du (72) miletan wek hev dibînin û dinasin. 44 Nemirina rih “Reenkarnasyon” “Tenasuhruh göçü „ Li goriya ku ez ji Êzdîyatî û Alewîtiyê fahm dikim, Êzdî û Alewî dibêjin, çerxa veguhastina xwezayê û kirasguhastin(mirin)a hemû rihilberan(çi lawir anjî însan ûwd.be), tenê bi reza û hêza Xewdê digere. Destpêk û dawiya her hebûn û tunbûnê heye. Her tiştê xwezayî çi rihilber anjî ne rihilber be, du aliye û he bûn- tunebûna her tiştî di nav hevde ye. Herdû bawerî mîna hevûdinê didine xwanê ku, zindîbûna(nemirin)a her rihî bi kiryarên(nefsî, paqijî, rastî, tifaqiya)“eline,diline,beline sahip ol” wî yê di vê dema ku ew vêga li ser - di bin erdê dijî û yên di nav bedena beriya xwe de li ser anjî bin erdê dike ve girêdayî ye. Zimanê nasnamê, îmanasîn, îbadet û hebûna netwê Zimanê îbadet, olnasîn û nasnama Êzdiyan hêjî weke berê tenê bi Kurdiye. Gelek Elewî jî îbadeta ola xwe bi zimanê Kurdî, Tirkî, Zazakî(Dimilkî) û hwd. didine naskirin. Êzdî û Alewî weke “Kurden resen” li ol û netew nasînê cûda dinêrin û gelek gringiyê didine laîsîzmê. 46 Mûzika Olî û gerandina Semahê Di wexta Êzdî semahê digrin de qewl Mûzika ola Elewîtiyê jî bi saz e û ew têne gotin, def û şibêbê jî pêre têne lêxistin. jî semeha xwe li ber saz(bağlama digrin. 47 Wexta zarokek nû ji dê û bavê xwe ra çêdibe Piraniya bawermenden herdû olan hêjî li gundan weke urf û adetên cicaka xwe ya berê, nahêlin dayîk û papûçk sê heta çilrojan ji oda xwe derkevin. Ji bo ku nezer li wan neke ve şînokên nezeren bi wan vedikin. 45 kızılbaş - sayfa 43 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Rê û resmên ji bo şûştin û şîna veşartina Miriyan têne kirin. Herçiqas hinekî asyimlationê tesîrek mezin daye ser guhastina hinek ûrf û adetên Elewîtî û Êzdiyatiyê jî, hogirên herdû baweriyan hêjî mîna hevûdinê rê û resmên şûştin û şîna veşartina Miriyan dişopînên. Mirî helalkirin, binerdkirina Mirî, Quble(ber bi rojhelat û roj ava ve)Şîn, Kefen, Sêroj û Çilroja zadê Xêrê Mirî. Qurban-Serbir Adetê Qurbanê hêjî li cem herduyan mîna hevûdinê pîroze û herdû hêjî mîna berê serbira(lawira ji bo qurbanê serî jêdikin) didine rojê. Bi tabetî jî berê zêde Dîk di rojên cejinên olî de dikirne qurban. 50 Quble Qubla Êzdîtiyê roj e. 51 Zewac Gelek bawermendên Alewîtiyê û bi taybetî Êzdî hêjî mîna berê qîzan nadine tu meriven ne ji dînê xwe, Bi kesên xerîb û ne ji binemala xwedanê xwe ra na zewicin. 52 Dua-gulbang a nikah anjî marê Oldarên herdû dîna marê bi du şahdan û dua yekê dibirin. 53 Kevneşopên dawet û jin berdanê Di nav herdû civakan de vêga hêjî gelek rê û resmên xwastina keçan û berdana jinan mîna hevûdinê têne şopandin. 54 Xwarin , vexwarinen civakî û adetên dinê. Di nav herdû civakan de hêjî gelek xwarin û vexwarinen berê mane. Çek(sîlah) berdan, hêjî li cem wan nîşana xweşbextî û serkevtinê ye. 55 Mahîn û parevekirina Mîrat-Mîrasê Mafê parevekirina mal, milk, pere, deyîn û hwd. di nav herdû olan de jî civakiye û mafê pêşîn digihîje bav, jin, kur, keç û dûre hêja digihîje meriven dereca duduyan. 48 49 Dîsa dibêjim, hurmeta min ji hemû bîr û baweriyan re heye. Ev berhevkirinên min yên şexsî ne û ezê zahf dilxweşbim, ku min bi vî karê xwe hestê tu kesî ne êşandibe, karibû bala hinek ji dîroknas û lêkolînerên Kurd û xerîban bikişînime ser yekîtiya ol, civak û netewa Kurdî. Her weha hêvîdarim ku, rêvebir, rewşenbîr, berpirsyarên hemû dezgeh û rêxistinên Êzdîtî, Musilmanentî û Alewîtiyê vê dijminantiya ku dagirkerên Kurdistanê, li ser navê parastina siltanên Îslamê, Ehl-î Beyt, Tirkî(bi taybetî jî Kemalîzmê), Erebî, Farsî û hinek Kurdên kevneperest xistine nava mejiyan nasbikin û hemû rizgarîxwazin Kurdîstanê bikaribin bihevûdinê re ji van lewazî û cûdetiyên dinava ol, civak ûnetewên li Kurdîstanê de hene wekî çewa V.O.Klyûçewskî gotiye:“Em gereke demên derbazbûyî fêr bibin, ne ji bo wê ku ew îdî derbaz bûne, lê herwaha bona wê, ku ew dema derbazbûyî nikaribûye paşmayînên xwe bide paqijkirinê.“ ders bigrin. Û ew bikaribin van birînên ku di nava dilên Kurdên êzdî, musilman, mesîhî, cuhu, alewî, sabî..û hwd.ê de hene derman bikin. Me ji olperesten sexte û asimîlasiyonê biparêzin ! Kemal Tolan - Berhevkarê kevneşop û zargotina Êzdiyan 31.12.10 Qubla Alewîtiyê jî insane e. kızılbaş - sayfa 44 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Arzu Hâlim Süngülenen Koçgiri'nin Sesidir (1) sığdıramadığım dert siner kalemime. Buğulanan göz kapaklarım kapanır, ruhumu sarmalayan Bextiyar'ın hazin öyküsünü anlatmanın telaşı kaplar düşüncelerimi. Ferhat Aktaş Kendi tarihimizi bilince çıkarmadan geleceğe ışık tutamayız. Senin olan tarihinde onur ve erdem taşıyan direngenlik var. Zulmün yoğunluğuna aldırış etmeden 'harbe duran' kahramanların var. Feda(karlık) Koçgirili'ye özgü yaşanmışlıktır. 09 Ocak 2013 00:00 ARZU HALİM SÜNGÜLENEN KOÇGİRİ'NİN SESİDİR (1) ''vurulmuşum dağların kuytuluk bir boğazında vakitlerden bir sabah namazında yatarım kanlı, upuzun... vurulmuşum düşüm, gecelerden kara bir hayra yoranım çıkmaz canım alırlar ecelsiz sığdıramam kitaplara şifre buyurmuş bir paşa vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız'' (1) Kendi tarihimizi bilince çıkarmadan geleceğe ışık tutamayız. Senin olan tarihinde onur ve erdem taşıyan direngenlik var. Zulmün yoğunluğuna aldırış etmeden 'harbe duran' kahramanların var. Feda(karlık) Koçgirili'ye özgü yaşanmışlıktır. Gururla taşıdığımız nişangahımız tarihimiz. Asıl bağımsızlık bizim karakterimizdir. Doğru bildiği yoldan dönmeden yürüyen, ateş olup zalimleri yakan, kavgasını mertçe veren Koçgiri. Gün oldu, kanının barut kokusuna karıştığı cenk meydanları kurdun. Gün oldu, mevziden mevziye geçerken vurulup toprağa düştün. Kavline yurt edindiğin toprağa ölümü hiçe sayan bir sevdayla bağlandın. Kafileler halinde ölümle yüzleştin yine de aman dilemedin düşmanlarından. Dört bir yanın puşt zulası. Paşa kılıklı soytarının yöresinden yayılan düşkünlüğün, ihanetin yüzüne tükürdün. Dün de ihanete karşı nettin. Bugün de düşküne yüz vermezsin. 'Prometus’un tanrılardan ateşi çalıp, Olimpos dağının zirvelerine taşımasından bu yana hiç sönmeyen irade gücümüz ateş. Tarihin girdabında boğulan zalimlere ait ne varsa yakan, küle çeviren ateş. Ateşe ver köhne ve çürümüş saltanatları. Ateş’i yak, dağıt zifiri karanlıkları, ışısın gözlerinin feri. Ateş et, devrilsin korku tapınakları ve zulmün sofrasına kaşık atanlar!' Mart’ın kızıla kesen şavkı vurur yüzüne. Ateşi isyana çeviren korkusuzluktu özümüz. Romileri titreten, yarenlerimizi onurlandıran tarihimiz. Dağ geçitlerinde yatan mezarsız ölülerin tutulduğun kasırganın büyüklüğünü gösterir. Tarihin sesi yüzlerce kez öldürüldüğünü fakat diz çökmediğini anlatır. Dinle ve kulak ver tarihine. Göğün ve insanın özü Xude gördü; düşen her mevzide civanmert savaşçılarının parçalanan bedenlerini sana siper edişini. Çapraz fişenkliği, kırma tüfeğiyle romilere meydan okuyan 17'sinde Bextiyarların unutulur mu? Sana dair çocuksu hayallerin sembolüdür Bextiyar. Ömrünü dağlara veren, sevdanın seline kapılamadan silah tutan Bextiyar'ı romilerin kurşunu değil unutulmuşluğun yarası öldürür. Arzu halimi yazdığım kâğıda Al kanı toprağa karışan, cansız bedeni parçalara ayrılan, gençliğine doyamadan vurulan Bextiyar'lardan bize kalan miras gam yükü öykülerini anlatmaktır. Lokomotif gibi hep ileriye doğru giden yolculuğumuz geçtiği durakları anımsamalı. Eyvah ile geçen bir hayıflanma duygusuyla değil göğsümüzde gururla taşıyacağımız madalyonumuz olsun diye anlatacağız bizimkileri. Senin tarihin resmi tarih yazıcılarının dokunmaya cesaret edemediği direngenliğe gebe. Bozkırları tutuşturan kıvılcımı başlatanların soyundan geliyorsun. Mart 21'de söz namustur dedin, yücelikleri kavline mesken tuttun. Bizimkilerin cemali gibi düşleri de aydınlıktı. Aşk ve Işık'tı sığınakları. Katar eylediğin dağlarına sarıldın sımsıkı. Tomurcuklar açan vadilerde soluklanırken niyaz ettin yola-yoldaşına. Seni romilerin kana susamışlığı korkutmaz yoldaş dediğin kardeşlerinin ihaneti derde gark eder. Bolucan'dan ötesi nefsine yenilenlerin sebep olduğu kötülüklerdir. ''İkrar edenler elmaya Zülfükarı Mürteza´ya Geriden teller çektiler Biz uymayız eşkiyaya.'' (2) Bextiyar anasının göz pınarı. Doğanın yeşile boyandığı bahar vakti doğmuş, heftemal zamanına denk gelmişti ilk ağlaması. O daha anasının süt kokulu korunağında iken Aşireti saran kederi bilemezdi. Ecdadı devşirme Osmanlının kılıçları kesiyordu Ermeni kirvelerini. Sadece Sêwas'mı, dalga dalga yayılan karanlık her yerde bir kabus olup çaresiz bırakılan Ermenileri can evinden vuruyordu. Izdırap dolu yıllardı. Kafileler halinde ölüme gönderildi kirvelerimiz. Beydağı'ndan Kösedağı'na bu toprakların kültür hazinesi Ermeniler şeb-i yelda'ya sığınıp bir daha dönmemek üzere veda ediyordu Koçgiri'ye. Onlar gitti, duduk sustu. Hicran'a döndü sesimiz... ''Beydağı'nın başı kardır borandır Bizi böyle eden derttir veremdir kızılbaş - sayfa 45 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Yaz bahar gelince mevlâm kerimdir Aktı gözüm yaşı oldu bir ırmak Bize harâm oldu bu yerde durmak Ne müşkülümüş de yardan ayrılmak Yar kapandı yollarım gelemem gayri’’ (3) Sonra adına cihan harbi denen ateş sarmaya başladı her bir yanı. Osmanlının sonunu getiren gelişmeler birbirini izledi. ‘Zulm ile abad olanın sonu berbad olur.’ Yavuz’dan beridir çekilen cefa nihayetinde yok olup bitsin denildi. Şafağın aralandığı o yıllarda kirvelerimizi kesen İttihatçılara yanaşmadı aşiret. Romilerin kuvacısı olmak mı? Asla kendine yakıştırmadı bizimkiler. Özgürlüğün hem çok yakın, hem o kadar çok uzak olduğu kestirimde kıvılcımı tutuşturdu Koçgiri. Haber salındı jar-u diyara... Bextiyar, tek göz kom’da seyre dalarken yıldızları umudu dağlar gibi erişilmez olan yiğidim. Anasının uğruna adaklar adadığı gonca gülü. Yokluk içinde geçen kayıp yılların ardından serpilip büyüyen civanmert delikanlım. Ana sütü gibi tertemiz deryaların şahanı. Senin al kanınla anıtlaştırdığın cengimiz başlıyordu... http://www.alevizyon.com/koseyazilari/arzu-h-lim-sungulenen-kocgiri39nin-sesidir-1-.html Selahaddin Üniversitesi'nden Asimder'e Şilt Irak'ın Erbil kentinde bulunan Selahaddin Üniversitesi tarafından, Uluslararası Asılsız Ermeni iddialarıyla Mücadele Derneği'ne (ASİMDER) şilt verildi. Irak'ın Erbil kentinde bulunan Selahaddin Üniversitesi tarafından, Uluslararası Asılsız Ermeni iddialarıyla Mücadele Derneği'ne (ASİMDER) şilt verildi. Antalya'da Herkes İçin Spor Federasyonu'nun düzenlemiş olduğu 17 ülkeden 250 uzmanın katıldığı Çevre, Turizm ve Spor konulu kongreye katılan Selahaddin Üniversitesi Rektör Yardımcısı Dr. Saadallah A. Rashid, ASİMDER Başkanı Göksel Gülbey'e şilt verdi. Konu ile ilgili açıklama yapan Gülbey, kongre süresi boyunca dernek olarak misafir Irak gurubuna göstermiş oldukları ilgi alaka ve Ermeni soykırımı ile verdikleri tarihsel bilgilerden dolayı üniversite tarafından böyle bir şiltte layık görüldüklerini belirtti. Bu soykırım meselsinin aslında ırk değil bir medeniyet meselesi olduğunun ifade eden Gülbey, "Doğu ve batı medeniyetler arasında dinsel anlamda sürekli çatışma olduğu görülmektedir. Ermeni diasporası, Hristiyan ülkeleri yanına alarak, Müslüman ülkeleri Türkiye, Azerbaycan ve İran'da yaptığı katliamları haklı göstermeye caba içerisindedir. Ne yazık ki Irak'ta yaşanan işgal olayları da Müslümanlara büyük acılar yaşatmıştır. Bu vesile ile Irak'taki Müslüman kardeşlerimizle daha sıcak ve samimi ilişkiler içerisinde olmamız gerektiğini düşünmekteyiz" dedi. - IĞDIR http://www.haberler.com/selahaddinu niversitesi-nden-asimder-e-silt4158283-haberi/ Kılıçdaroğlunun annesinin Ermeni olduğu kesindir Miran Gültekin: “Dersimli Ermeniler” derneğinin başkanı Miran Pirgiç Gültekin CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlunun aslen Ermeni olduğunu açıkladı. av. siparişleriniz için: posta ücreti dahil 15 € kizilbasdergisi@kizilbas.biz “Dersim” denilince akla ilk gelen siyasetçi olan CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile ilgili “Annesinin Ermeni olduğu kesindir, bu bilinen bir gerçek. Fakat Kemal Kılıçdaroğlu bunu reddetmeyi tercih ediyor. Kürt olduğunu reddetmesi gibi. Oysa bunu Dersim’de herkes biliyor. Kılıçdaroğlu’nun ilçesi olan Nazımiye, Ermeni yerleşim yeridir. Nitekim annesinin ismi Emoş’tur, Yemoş diyenler de vardır. Kılıçdaroğlu bunları inkar ederek annesine hakaret etmektedir.” Kılıçdaroğlu ile, annesinin Ermeni kökenli olduğunu çekinmeden söyleyebilmesi talebiyle görüşüp görüşmeyecekleri konusunda Pirgiç, “Görüşme ihtiyacı duymadık. Çünkü kendini inkar ediyor” dedi. Kaynak: http://www.ermenihaber.am/?lang_ id=1&news_=3&cur_news=76 kızılbaş - sayfa 46 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Laz dili ve kültürü hakkındaki beyanlarınızı düzeltin ve korunması için gerekli adımları atın Laz dilinin ve kültürünün yaşatılmasını sağlamak için desteklerinizi bekliyoruz. Kime: Halil Bakırcı, Rize Belediye Başkanı Arif Yılmaz, Rize RTE Üniversitesi Rektörü Çağrı - Duyuru Kampanyanın muhatabı: Halil Bakırcı Bu kampanyanın teslim edileceği kişi: Rize Belediye Başkanı Halil Bakırcı Rize RTE Üniversitesi Rektörü Arif Yılmaz Başlatan Adnan Avcı Bucaklişi İstanbul, Turkey "Laz diye tabir edilenlerin çoğu, Laz kültüründen etkilenmiş Türklerdir. Lazlar da bir Türk boyudur.” Rize Belediye Başkanı Halil Bakırcı, yaptığı bu açıklamalarla 2012’ye damgasını vurdu. Çünkü Sayın Bakırcı, Belediye Başkanı olduğu yörede, binlerce yıldır yaşayan Lazların kökenini görmezden gelmesi yetmiyormuş gibi bu grubun bir dili ve kültürü olduğunu da inkar ediyor. Sayın Bakırcı’nın verdiği demeçler çelişkilerle dolu. Önce Lazca ve Laz kültürü yoktur diyor ve devam ediyor: “Bölgemizde Laz olarak tabir edilen hemşerilerimizin büyük bölümü Laz değildir. Laz kültüründen etkilenmiş Türklerdir. Öz ve öz Türktürler. Bunların torunları biz Lazız diyor.” Laz kültürünün ve Lazca’nın bu şekilde yok sayılması, anadiline ve kültürüne sahip çıkan biz Lazları can evimizden vuruyor. Sayın Bakırcı’nın kamuoyu önünde bu sözlerini düzeltmesini ve Belediyenin Laz dili ve kültürünün korunması için gerekli çalışmaları yapacağını beyan etmesini istiyoruz. Dahası, bunu yapan sadece Rize Belediye Başkanı değil, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Rektörü de var! Türkiye’nin köklü üniversitelerinden biri olan Boğaziçi Üniversitesi’nde Lazca’nın seçmeli ders olmasından sonra, biz de Laz dili ve kültürün daha derin araştırılması için Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi’nde (Rize Üniversitesi) “Laz Dili ve Kültürü Uygulama ve Araştırma Merkezi” kurulması için başvuru yaptık. Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Rektörü, Sayın Arif Yılmaz’ın başvurumuza verdiği olumsuz yanıtta “Laz dilinin akademik çalışmalara konu olabilecek edebi değer taşıyan tarihi metinleri bulunmamaktadır" ibaresi bulunuyordu. Lazların, insanlık ve kültür tarihinde yeri bellidir. Sürekli bastırılmaya ve görmezden gelinmeye çalışılan Laz dili ve kültürünün yaşatılması için yıllardır süren çalışmalar, son yıllarda güçlenerek büyüyor. Boğaziçi Üniversitesi’nde geçen yıl Lazca’nın seçmeli ders olarak üniversite müfredatında yerini almasından sonra başka üniversitelerde de bu çalışmaların başlatılabileceğini gördük. Çok yakında Rize'de Lazca yayın yapacak bir televizyon kanalı da faaliyete giriyor. Fakat, Rize Üniversitesi kendi yöresine ait bu dili inkar etmeye devam ediyor. Bu nedenle, Belediye Başkanı Halil Bakırcı ve Sayın Rektör Yılmaz’ın kamuoyu önünde bu talihsiz beyanlarını düzeltmelerini isityoruz. Rize Belediyesi ve Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Laz dili ve kültürünün korunması ve yaşatılması için gerekli adımları atarak, dil kursları ile araştırma ve eğitim merkezi kuracaklarını kamuoyuna duyurmalarını talep ediyoruz. Lazlar bu milleti var eden zenginliklerden birisidir. Onları yok saymak, kendi ülkemizin geçmişini ve kültürel çeşitliliğini yok saymaktır. Kampanyamı destekleyerek, Sayın Başkan ve Sayın Rektörün bu büyük yanlıştan derhal dönmelerine katkı sağlamak senin elinde. Sayın Başkan ve Sayın Rektör, Geçtiğimiz aylarda gazetecilere ikinizin de Lazlar ve Laz kültürü ile ilgili yapmış olduğunuz açıklamalar bizi derinden üzmüştü. Dahası, “Laz Dili ve Kültürü Uygulama ve Araştırma Merkezi” kurulması için Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi’ne yaptığımız başvuru, Sayın Rektör tarafından “Laz dilinin akademik çalışmalara konu olabilecek edebi değer taşıyan tarihi metinleri bulunmamaktadır" denilerek olumsuz yanıtlanmıştı. Şimdi, sizi bu beyanlarınızı düzeltmeye ve Laz dili ve kültürünü korumak için gerekli adımları atmaya davet ediyoruz. Lazların, insanlık ve kültür tarihinde yeri bellidir. Laz dili ve kültürünün yaşatılması için yıllardır süren çalışmalar, son yıllarda güçlenerek büyüyor. Boğaziçi Üniversitesi’nde geçen yıl Lazca’nın seçmeli ders olarak üniversite müfredatında yerini almasından sonra başka üniversitelerde de bu çalışmaların başladığını biliyoruz. Çok yakında Rize'de Lazca yayın yapacak bir televizyon kanalı da faaliyete girecek. Sayın Bakırcı ve Sayın Yılmaz, sizden kamuoyu önünde bu sözlerinizi düzeltmenizi; Belediyenin ve Rize Üniversitesi'nin Laz dili ve kültürünün korunması için gerekli çalışmaları yaparak, dil kursları ile araştırma ve eğitim merkezi kurulacağını duyurmanızı talep ediyoruz. Lazlar bu milleti var eden zenginliklerden birisidir. Onları yok saymak, kendi ülkemizin geçmişini ve kültürel çeşitliliğini yok saymaktır. Saygılarımla, [Adın] İMZA KAMPANYASINA KATILMAK İÇİN ŞU ADRESE GİDİN: https://www.change.org/tr kızılbaş - sayfa 47 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Bethnahrin ve Dünya Kamuoyuna No. 2 Temmuz 2012´de, Suriye´de gelişen durumla ilgili Avrupa, ABD ve Türkiye´de yaşayan Süryaniler olarak Baas diktatörlüğüne karşı olduğumuzu buna karşı "Allah ü Ekber ve Cihat" nidaları ile terör estiren El Kaide, Müslüman Kardeşler ve Selefistlerin halkımız için büyük tehlike olduğunu tarihimizdeki Sayfo tecrübelerinden bildiğimizi söylemiştik. Bu çerçevede BM liderliğinde Kofi Annan Planı´nın uzlaşma ve barışçı bir şekilde hayata geçirilmesinin tek geçerli yol olduğunu kamu oyuna ilan etmiştik. Maalesef durum daha da kötüye gitti. Başta 1915 Süryani, Ermeni Soykırımından dolayı Halep´e göç etmek mecburiyetinde kalan Ermeni ve Süryanilerin kiliseleri tahrip edilmiş, öldürülmüş. İslamcı güçler din adamlarını öldürmüş, kaçırmış, insanlarımızın tarihte çokça gördüğü gibi Irak ve TC´de olduğu gibi fidye karşılığında serbest bırakma iddiası ile kaçırılmış haraç alınmış öldürülmüştür. Halkımızın Kürtlerin yoğun yaşadığı bölgelerde Kürtlerin yönetimi almasından sonra göreceli bir güvenlik olsa da iç savaşın getirdiği ekonomik yıkım ve belirsizlik halkımızın gerek Suriye içinde gerekse Lübnan, Ürdün ve TC ve başka ülkelere zor şartlar altında göç etmek mecburiyetinde kalmıştır. Öyle ki Isa-Mesih, Havari Paulus ve Petrus zamanından beri Hıristiyanların yaşadığı Humus´ta Hıristiyan nerdeyse kalmamıştır. Tek taraflı olarak uzlaşmayı reddeden ve dış müdahale ve savaşı savunan SUK'u (Arap aleminde bilinen Adı ile Meclisi Stanbul) tek taraflı destekleyen ABD ve AB bile bu muhaliflerin başta Hıristiyan, Kürt, Alevi, Dürzi ve laik Müslümanları temsil etmediğini kabul etmiş ve bu sefer Katar´da yeni bir muhalefet örgütü kurulmasına destek vermiştir. Bu koalisyonda Hı- ristiyan halkımızı ve arzularını temsil etmemektedir. Daha evvel laik (!) bir Sünni'yi, sonra kimseyi temsil etmeyen bir Kürdü, en sonrada gene Hıristiyanları temsil etmeyen bir Hıristiyan asıllı birini SUK başına seçme bir gün sürmüş yeni kurulan koalisyonun başına bir imam seçilmesi yeterince öğreticidir. Savaş suçları işleyen İslamcı katillerin başarıları karşısında bu koalisyon eski SUK´tan daha da İslamcı eğilimlidir. Artık İslamcı canileri cici göstermek için Galyon, Seyda ve Sabra yerine imam seçilmesi maskeyi düşürmektedir. Özellikle Avrupa ve ABD kamuoyu için pazarlanan sözüm ona laik muhalefet bir imamı seçerek gerçek yüzünü göstermiştir. Ekim ayında Almanya'nın Gütersloh şehrinde toplanan çeşitli Süryani örgüt temsilcileri din adamları bazı Süryani şahsiyetlerin katıldığı konferans tüm Süryani, (Aram, Asur, Keldo) temsil etmemesi ve özellikle Suriye´deki Süryanileri temsilen zayıf olduğu bir konferans olsa da Süryaniler arasındaki başta isim tartışmaları olmak üzere sorunları çözmek için bir Akıl Adamlar Komitesi seçmeyi kararlaştırmış ve açık bir oylama ile oybirliği ile Peder Şemun Bagandi, Kenan Araz ve Ibrahim Seven ile TC´de yaşayan iki kişi seçilmiş ve ilk toplantısında bu komitenin çeşit ülkelerden Süryani (Aram, Asur, Keldo) aydın uzlaşmacı kişilerle genişletilmesi kararlaştırılmıştır. Biz aşağıda imzaları olan Süryaniler (Aram, Asur, Keldo) olarak Suriye'de BM ve Lakhdar Brahimi liderliğindeki uzlaşıcı çözümü desteklediğimizi kamuoyuna açıklarken, Ortadoğu'da İslamcı katillerin kol gezdiği başta Suriye olmak üzere Hıristiyanların birliğinden yana olduğumuzu bildirirken yeni bir Suriye çözümünde oluşacak özerk bölgelerde biz Süryanilerin de bir şekilde halk olarak temsil edilecek bir bölgeden yana olduğumuzu, Irak´ta olduğu gibi Suriye´de de savunduğumuzu kamu oyuna açıklamak istiyoruz. Halkımızın vatanı olan ismimizi aldığımız Suriye´den ve ismini halkımızdan alan Suriye'yi terk etmeğe karşıyız. Ancak zor şartlar altında yurdunu terk eden halkımızın evlatlarının insani yardım için gerek Avrupa ülkelerinden gerekse Avrupa´da yaşayan halkımız- dan talep ediyoruz. Özellikle Suriye iç göç sonunda başka bölgelere göç eden halkımız mensupları ve Lübnan´a göç eden tüm Hıristiyanlara yardımı burada belirtmek isteriz. Bilinen tarihleri dolayısı ile Türkiye cumhuriyeti Katar ve Suudi Arabistan'ın Süryani halkının ve Hıristiyanların dostu olmayacağı açıktır. Sonuncuları 1895, 1909 ve 1915 Soykırımlarını yapan Osmanlı Türk devleti ve şimdiki devamı, jenosidi inkar ederken aynı zamanda İslamiyet'ten 200 yıl evvel inşa edilen Mor Gabriel Manastırımızın arazisini gasp etmekte iken dostumuz olmayacağı açıktır. Haç taşıma ve İncil bulundurmanın yasak olduğu Suudi Arabistan'ın ise Hıristiyan dostu olamayacağını özellikle ABD ve Avrupa kamuoyuna açıklamak isteriz. ALMANYA SÜRYANİ FEDERASYONU (HSA) (ALMANYA) TURABDİN SÜRYANİ AKADEMİK BİRLİĞİ (BETHNAHRIN) SÜRYANİ DEMOKRATİK BİRLİĞİ (AVRUPA) HAMBURG MOR GABRİEL DERNEĞİ (Almanya) KUMLA SÜRYANİ KÜLTÜR DERNEĞİ (İsveç) Belçika Asuri Enstitüsü Kaşo Shemun Bagandi (Almanya) Dayroyo Samuel Boniface (Panasi) (Belçika) Attiya Gamri (Hollanda) Schamiram Ayaz (Almanya) Hanna Beth-sawoce (İsveç) İbrahim Seven (Almanya) Denho Özmen (İsveç) Shabo Boyacı (Türkiye) Dr. Matay Beth Arsan (Almanya) George Aryo (Hollanda) Cem Erçin (Türkiye) Ferit Altınsu (Türkiye) Kuryo Maytab (Almanya) Sait Arslanlar (Türkiye) Soner Önder (İngiltere) Abut Can (Almanya) Circis Şimşek (Almanya) Habib Rimmo (İsviçre) Kenan Araz (Almanya) Ferit Sağ (Almanya) Hanna Can Kerkinni (ABD) Ankido Bakhdi ( Hollanda) Yusuf Bahdi (Hollanda) Emanuel Poli (İsveç) Nahro Beth-Kinne (Belçika) kızılbaş - sayfa 48 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İsa Nahroyo Acan (Almanya) Metin Akyol (Almanya) Sabri Malke (Almanya) ** Fehmi Aykurt (Almanya) Dr .Yusuf Güney (Avusturya) Yusuf Haddadoğlu (Avusturya) Aslan Gabriel (Avusturya) Amanuel Akbas Rhawi (İsviçre) Ayub Danho (Bethnahrin) Elizabet Kurt (Bethnahrin) Dr. Zeki Athour (Avustralya) Numan Ogur (Almanya) Turan Gulo (Hollanda) Suat Arslanlar (Hollanda) Robert Rhawi (Hollanda) Gabriel Sara (İsviçre) Aysu Tavşan (Türkiye) Kermo Raeda (İsveç) Hamurabi Beth Shammas Stayfo (Bethnahrin) Ide Philippe Sawa (Fransa) Sanharip Korkis (Hollanda) Ninos Korkis (Hollanda) Daniel Bethrube Oktay (Türkiye) Besim Aho (İsveç) Sait Eser (İsveç) Morris Dal (Almanya) Mutlu Sefer Rüya (İsveç) Musa İde (Belçika) Nivart Bakircioğlu (Türkiye) İsa Bakır (Hollanda) Josef Kopar (İsveç) Besim Altundağ Barhe (ABD) Gebro Ayaz (Almanya) Gabriel Uygur (Hollanda) Musa Konaç (İsviçre) İshak Gösteriş Adö (İsviçre) Bobil Brahim (İsveç) Fikri Göksal (İsveç) Abut Buğday (Almanya) Cemil Konutgan (Almanya) Adnan Oyal Awrohum Geliyo (Almanya) Lahdo Hanna (Hollanda) Lahdo Sağ (Almanya) Naum Melo (Bethnahrin) Aydın Arslan (Belçika) Aydın Ünval (Belçika) Omar Chammoun (Belçika) George Mousa (Hollanda) Hanna Hanna (Hollanda) Adnan Challma Kulhan (Hollanda) İrtibat, bilgi ve destek için: Adnan Challma Kulhan: a.kulhan@upcmail.nl «Atur» Süryani Birliği: Biz de Ermenistan parlamentoda temsilciye sahip olmak istiyoruz Ermenistan’da Süryanilerin yoğun şekilde yaşadığı 4 köy bulunmakta. Bunlar Arart, Kotayk ve Armavir eyaletlerinde bulunmakta. Süryaniler ayrıca Erivan ve ülkenin diğer kentleri yanısıra Dağlık Karabağ Cumhuriyetin de yaşamaktalar. Beyanat NEWS.am muhbairine röportaj veren «Atur» Süryani Birliği Bşk. Artur Mikhailov’dan geldi; Mikhaiov, resmi verilere göre Emenistan’da 6 bin Süryanının yaşadığın kaydetti. Ana dilin korunmasına ilişkin olarak Mihailov, bu alanda sorunlar olmadığını söylemenin zor olduğunu kaydederek ″Süryanilerin yoğun yaşadığı yerleşim birimi yanısıra Erivan’daki birkaç okulun 1-12. sınıflarında Süryanice Dili dersleri, 4-5. sınıftan itibarense Süryani Tarihi ve Kültürü dersleri olduğunu kaydetti. Mihailov, Süryani toplumunun tarih ve kültür ders kitaplarıyla sorunları olduğunu kaydederek, Ermenistan Hükümeti ve uluslararası kuruluşların ders kitabı konusunda yardımcı olduklarını, uzmanların hazırlanması konusuyla ise Süryani toplumunun ilgilendiğini belirtti. Mikhail, Süryani toplumunun kendi kültürünü muhafaza sorununu önüne koyduğunu ifade ederek ″Geçtiğimiz yıl Cumhurbaşkanlığı Ofisinden aldığımız destekle köylerden birindeki müzik ve dans topluluğunu finanse ettik. Bu meblağdan bir sanat grubunu daha destekleyebiliriz, ancak diğer ikisi finansmansız kalmakta″ dedi. Mikhailov, kendilerinin Ermenistan’da başka sorunları olmadığını belirtti. Süryani toplumu üyelerinn ülkenin toplumsal-siyasi yaşamına katılımına ilişkin olarak «Atur» Süryani Brliği Bşk. bunun yetersiz olduğunu kaydederek ″Biz de parlamentoda temsilcimiz olmasını istiyoruz. Ancak toplum bunu toplumsal kuruluşlardaki aktivasyonuyla dengeliyor.″ dedi. Mikhail, 24 Nisan 2012’de Erivan’ın merkezinde Türkiye’de Soykırıma maruz kalan Süryaniler anısına bir anıt yerleştirildiğini belirterek ″Bunun için Ermenistan yönetimine minnetarız″ dedi. Ocak 05, 2013 http://news.am/tur/news/133112.html kızılbaş - sayfa 49 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 HAVASI SERT, İNSANI MERT SEBASTİA (SİVAS) ÇOK DEĞERLİ BİR EVLADINI YİTİRDİ! DEĞERLİ AĞABEYİMİZ PAYEL GÜLLÜDERE’Yİ KAYBETTİK… Sarkis Hatspanian Facebook’un azizliği işte… saatler önce bugün doğum günü olan dostların isimleri arasında değerli büyüğüm, sevgili ağabeyim Payel Güllüdere’nin adını görünce, vakit kaybetmeden doğum gününü kutladım. Mesajım henüz ulaşmışken değerli bir dostum özelime kısa bir ileti yazarak, «Payel abinin sayfasındaki mesajını görünce, O’nu kaybettiğimizden haberin olmadığını anladım» yazmıştı. Acı habere dayanamayıp hıçkırıklara boğuldum. Dünyada ADAM GİBİ ADAM, İNSANOĞLU İNSAN tabirine uyanlar çoktandır pek az rastlanan bir tür artık, Payel abimiz öylesi biriydi işte !... Böylesi erdemli bir büyüğümüzü kaybetmenin acısını yüreğime gömerek, sizlerin de O’nu tanımasını arzuladığımdan altı yıl evvel kaleme aldığı ve Ermeni insanının alınyazısını şahane bir anlatımla dile getiren bir yazısını paylaşıyor, anısı önünde tekrar saygıyla eğiliyorum. ''BİR AVUÇ HASRET'' 2006 yılının ilk günleriydi, gecenin bir yarısında telefon çaldı. Eşim Eva: “Hayırdır inşallah.” deyip ahizeyi kaldırdı. Bir şeyler konuştuktan sonra telefonu elime tutuşturdu. - Alo ! - Yeni yılın kutlu olsun Payel, hayırlı Noeller! - Ooo Ovak’cığım merhaba! - Ne o uyuyor muydun? - Önemli değil, sesini duymak, uykudan daha tatlı. Telefondaki kuzenimdi, Amerika’dan arıyordu. Hoş beşten sonra sağların hatırları soruldu, ölenler yâd edildi. Fazla para yazmasın diye konuşmayı kısa kesmeye çalışıyordum; ama kuzenim uzun konuşmaya kararlıydı. - Ya oğlum konuşsana, ha bir şey söyle- yeyim seni sokaktan arıyorum. Kart sıkıştı, bir saattir Avustralya, Fransa, Almanya, Türkiye… Aklıma nere gelirse arıyorum. Anlayacağın, istediğin kadar sohbet edebiliriz, senden sonra birkaç kişiyi daha arayacağım. Büyük kızından olan torununun büyüdüğünü, küçük kızı nişanladıklarını, İstanbul’da kalsa hala Dolapdere’de arabaların altında sürünüyor olacağını, ekonomik bir sorunları olmadığını, kapısının önünde tam üç tane arabası olduğunu, uzun uzadıya anlatmaya başladı. O bildik Amerikan rüyasını anlatıyordu. Fırında sütlaca benzeyen rüyayı; ama sütlacın üstünü örten yanıktan hiç dem vurmuyordu. Fakat ben, ne kadar gizlemeye çalışsa da, sesinin tonundan yanık kokusunu alıyordum! Kuzenim bir ara konuyu değiştirdi. - Payel, hatırlıyor musun? Bir akşam Samatya sahilinde Antepli Restoran’da kafaları çekmiştik. - Tabi hatırlıyorum. - Ben İstanbul’dan ayrılmaya kesin olarak karar vermiş, sana da birlikte gidelim, diye ısrar etmiştim. O ara sen, üniversitede okuyordun. Önce ben gideyim; sen, okulu bitirince gelirsin, türünden şeyler söylemiştim. Sen de “Hayır, Ovak ben bu topraklarda doğdum, yine burada öleceğim. Ömrümün son günlerinde bir avuç toprakla bir tutam madımağa muhtaç olmayacağım” demiş, bir toprak ve madımak hikâyesi anlatmıştın. Üstelik hikâyeyi anlatırken ağlamıştın. Doğrusu o zaman ağlamana bir anlam verememiş; duygusallığını, içtiğimiz onca rakıya yormuştum. - Ne yani, jeton otuz yıl sonra mı düştü Ovak? Oysa demin pespembe şeyler anlatıyordun? - Ulan, hemen üstüme gelme, fazla da kurcalama. Bak, şimdi senden iki ricam var. - Söyle, elimden geleni yaparım. - Birincisi, o toprak ve madımak hikâyesini yazıp bana yollayacaksın. Burada birilerine anlatmaya çalışıyorum; ama ya beceremiyorum ya da bir kısmını unuttum. İkincisi, buraya gelen biriyle bana kokoreç yollayacaksın. Bilirsin ben İstanbul çocuğuyum, madımaktan pek anlamam. Oradan ayrılırken mamam (annem) bizim mezarlıktan bir avuç toprak alıp eşyaların arasına koymuştu. Anlayacağın toprak nasıl olsa var, sen bana kokoreç yolla. Bir şey daha, hikâyeyi anlatırken sakın ağlama, lütfen söz ver bana. Kuzenimin sesi çatallaşmış, dili dolaşmaya başlamıştı. Çok duygulandığı belliydi, - Tamam ulan, anladım! Hadi, yeter! Herkese selam söyle. Ağlarım ya da ağlamam, o da benim bileceğim iş, deyip kestirip attım. Telefonu henüz kapatmıştım ki, elimde unuttuğum sigaranın parmağımı yaktığını fark ettim. Eşimin sesiyle irkildim, - Hayrola Payel, kötü bir şey mi var? Neden ağlıyorsun? - Sana öyle geliyor. Hadi sen git yat. Ben bir şeyler yazacağım, dedim. “Garibim her taraf bana yabancı Dertliyim, çekinme doldur be hancı İlk önce kımıldar hafif bir sancı Ayrılık, sonradan kor yavaş yavaş…” Bilemediğim bir nedenle, Selahattin Ünal’ın uşşak şarkısını mırıldanmaya başlamıştım. Sanki bu dörtlük, kafamdaki toprak ve madımak hikâyesiyle özdeşleşmiş gibiydi. BİR AVUÇ TOPRAK, BİR TUTAM MADIMAK 1970’li yıllar Sivas Babam Manuk Usta, vilayet konağında valinin kapısını tıklatıyor: - Girin ! - Hayırlı sabahlar sayın valim. kızılbaş - sayfa 50 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 - Oo hayırlı sabahlar Manuk Usta. Hoş geldin. Kusura bakma, valiliğe kadar yordum seni; ama biraz sohbet etmek istiyorum. - Rica ederim vali bey, buyurun. - Kahveyi nasıl içersiniz? - Vali bey, ben kahveyi fazla sevmem; mümkünse çay olsun. - Nasıl isterseniz. Manuk Usta, lütfen şu mektubu okur musunuz? Gerçi ben bir cevap yazdım. İstenen şeyleri de hazırladım. Yarım saat sonra, her gün Ankara’ya giden özel kuryeyle yollayacağım. Sizlerden birinin, birkaç satır karalamasının iyi olacağını düşündüm. - Hayırdır vali bey? Bakalım ne yazıyor o mektupta? Babam mektubu alıp okumaya başlar: «Hörmetli Sıvaz Valisi Ben Ağ Değirmen Mahlesi’nde doğdum. Bezirci Tarlasında böyüdüm. Hem öksüz, hemi de yetim idim. Beni, emmimin uşakları böyüttü. Sona 1924’de Amarika’ya geldim. Üç tene oğlum, bi tene gızım oldu. On bir tene de torunum var. Şimcik, 72 yaşımdayım. Biliyorum ki benden çok güçcüksün. Kabul buyurursan sen de benim evladım sayılırsın. Vali beg oğlum, senden bi iricam var. Egerki bizim maşatlıktan (mezarlık) bi avuç topraknan, bi bişirimlik madımah yollarısan beni berhudar edersin. Hemi de ellerinden öperim. Burada sorduk. Sıvaz’da Amarikan konsulatı yokmuş. Olsayıdı onlardan ister, sağa zahmet vermezidim. Oralarda kimim kimsem de yoh. Buradaki Türk konsulatına oğlum getti. Onlar da bu istediğimi eger biri Angara’daki Amarikan konsulatına yollarısa, oradaki memırların tez elden buraya göndereceğini söylemişler. Biz de onlara tilefon ettik, söyledik. Onlar da eger Sıvaz’dan biri yollarısa tez elden bize ulaştıracahlarını, söylediler. Onun için ben de bu mektubu yazdırdım. Ben bu mektubu böyük gelinime yazdırdım. Gelinim, çoh eyi Türkçe bilmeyor. Yağnış bi şey yazmışsa gusura galma. Eger yollarısan da sağol, yollamasan da sağol. Emme bil ki, yollarısan böyük sevap etmiş olursun. Eger bir masarifi de varısa, yaz ki yollayam. Şimcikten sağ olasın.» Adıresim şudur: Babam mektubu okuduktan sonra valiye sorar: - Evet vali bey, ne yapmamı istiyorsunuz? - Manuk Usta, dün Ulaş’a telefon ettim. Sabah erkenden taze madımak geldi. Şoförümü yollayıp sizin maşatlıktan toprak da getirttim. Hepsini paketleyip hazırladık, şu kâğıda uygun bir şeyler yaz da benim mektupla gönderelim. Babam, Gücük Apel’in torunu olduğunu, Sivas’ta yaşadığını, şu anda şehirde bilmem kaç hane Ermeni bulunduğunu, hepsinin esnaflık yaptığını, rahat ve iyi olduklarını bildiren bir mektup yazarak valiye teslim eder. Belki mektuplaşmak isteyebilirler diye kendi adresini ilave etmeyi de unutmaz. Babam valinin bu kadirbilirliliğini ve insanlığını çok takdir eder. - Vali bey, gösterdiğiniz hassasiyetten ötürü size çok teşekkür ederim. - Ne demek Manuk Usta, ne mutlu bize ki yıllar sonra bir hemşerimiz bizden bir istekte bulundu. Bu olaydan birkaç ay sonra, okul dönüşü, babamın dükkânına uğramıştım. Her zamanki gibi neşeyle içeri dalıp selam verdim: - Kolay gelsin hayrik (baba). - Hoş geldin oğlum, dersler nasıl geçti bakalım? - Bildiğin gibi baba. - Ha Payel, eve gidince mamana (annene) söyle, akşam yemeğinden sonra Bedik dayınlara gideceğiz. - Hayrola baba, yine Erivan’dan Persa horkurumdan (halamdan) mektup mu geldi? - Yok, oğlum, Amerika’dan bir mektup geldi; ama kimden geldiğini bilmiyorum, akşam öğreneceğiz. O yıllarda Sivas’ta Ermenice okuyup yazma bilen iki, bilemedin üç ihtiyar kalmıştı. Bunların içinde Ermeniceyi en iyi bileni de rahmetli Bedik dayımdı. Akşam, hepimiz el öpüp yerlerimizi aldıktan sonra babam, Amerika’dan gelen mektubu Bedik dayıma uzattı. Dayım, başına lastikle bağladığı yakın gözlüğünü özenle gözüne yerleştirdikten sonra okumaya başladı: Sevgili Kardeşim Manuk Güllüdere, Ben Agop’un ortanca oğluyum. Nasılsınız, iyi misiniz? İnşallah iyisinizdir. Size çok teşekkür ederiz. Vali beyin yolladığı toprağı ve madımağı aldık. Çok makbule geçti. Ayrıca yolladığınız mektup da bizi çok mutlu etti. Sivas’ta hâlâ o kadar Ermeni yaşadığını bilmiyorduk, çok şaşırdık. Sizleri tanımasak da bir Sivaslı olarak hepinize bol bol selam ederiz. Mektubunu okuyunca babam: “Bakın, siz üç gardaş bi bacısınız. Bundan böyle, dört gardaş bi bacı oldunuz.” dedi. Sevgili kardeşim, babam iki senedir yatalak hastaydı. Yerinden hiç kalkamıyordu. Hele son altı aydır durumu çok kötüydü. Bir türlü ÖLEMİYORDU! Yolladığınız toprağı yastığının altına koyduk. Tarif ettiği şekilde, o otu da pişirdik. İki üç kaşık yedi ve ÖLDÜ! Evet, kardeşim, babamız öldü, hepimizin başı sağ olsun. Tek Ermeni köyü tarih oluyor Türkiye'nin tek Ermeni köyü olan Hatay'ın Samandağ ilçesine bağlı Vakıflı, büyükşehir yasasıyla mahalleye dönüşeceği için tarih oluyor. Vakıflı köyü Sakinleri ise mahalle olmaktan mutlu değil. 1939 yılından buyana huzur içinde yaşadıklarını belirten Ermeniler, köylerinin tek olmasından dolayı çok sayıda turist çektiğini söylüyor. Organik tarım konusunda da birçok ödül alan Vakıflılılar, Ermeni mahallesi olmak istemiyor. Köy statüsünde kalmak istediklerini belirten Vakıflı Köyü Muhtarı Berç Kartun, köylerine 1939 yılında devletin uyguladığı statüyü yeni büyükşehir yasasıyla da yapmasını istedi. Köy statüsünden çıkartılıp belediyenin bir mahallesi yapılması durumunda köylerine içkili restoranların, eğlence merkezlerinin kurulacağından endişe duyduklarını aktaran Kartun, "Çünkü yeni büyükşehir yasasıyla imar izini muhtarlardan alınıp belediye başkanlarına verilecek. Bu durum da köyümüzün mistik havasını bozacak. Eğlence, cümbüş içkili bir ortama dönüştürecek diye korkuyoruz." ifadelerini kullandı. Bu endişesini son 5 yıl içinde köylerinde içkili restoran yapmak isteyen 10 kişinin müracaatını gere çevirdiklerini kaydeden Berç Kartun, artık müracaatları belediye değerlendireceği için bunun önüne geçemeyeceklerinden dert yandı. Yeni yasanın uygulamaya girmesiyle ayrıca köylerindeki hazine arazilerinin muhtarlığın elinden alınacağını, mevcut kooperatiflerinin de kapanacağını hatırlatan Berç Kartun, böylece köyde organik tarım yapma çabalarının da sekteye uğrayacağını vurguladı. Muhtar Kartun, devletin köylerine 1939 yılında uyguladığı statünün yapılması gerektiğini aktardı. Berç Kartun şöyle konuştu: "1939 yılında Musa Dağı eteklerine Ermeniler çekildiği için buralara göçmen getirilmiş. Vakıflı köyüne de göçmen getirilmesin diye özel bir kararname ile Vakıflı köyünden giden Ermeniler mallarını vakıf etmişlerdi. Böylece buraya göçmenlerin gelmesi engellemiş ve buradaki Ermenilerin huzuru kaçmamasına izin verilmemiş. 1939'da alınan bu önlem 2013'te de tekrarlanabilir." kızılbaş - sayfa 51 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 SOL VE KÖRLÜK ............................. Hüseyn Karataş 12 eylül’ün yıldönümünde Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde bir sergi açıldı. Bu sergide önemli bir ismi unuttular: levon ekmekçiyan. İnsan ve insanlar unutabilir, çünkü unutmak insana mahsus bir zaaftır (eğer unutmak bir zaafsa). Fakat buradaki unutmak zaaftan daha fazlasını anlatmakta. Sorun, sol Levon Ekmekçiyan’ı neden unuttu? Ben şahsen bu unutkanlığa şaşırmadım. Şaşırmadım diyorum, çünkü bu solculuk, ne 1915 ermeni soykırımını gördü, ne de Kürtleri, Alevileri, Rumları, Süryanileri ve diğer türk ve müliman olmayanları gördü. Bu kadar büyük kıtmikleri göremeyen solun, l. Ekmekçiyan’ı görmemesi solun mantığına ve duruşuna uygun düşmekte. Eğer şaşıracaksak kendimize şaşırmalıyız. Nasıl olur ki, bu coğrafyanın tarihsel ve toplumsal dokusuna yabancılaşmış, etrafındaki çeşitliliği göremeyen, tarihsel haksızlıklara mesafeli duran bu solculuğu, şimdiye dek biz nasıl görmedik? Türkiye’de solun bilinci en çokta bizlere, Ermenilere, Alevilere, Süryanilere, Lazlara… yabancıydı; bizler bu yabancılaşmış bilincin nasıl içinde olabildik? Ben derim ki, türkiye’de sol, tarihsel ve toplumsal dokuda hızla yaşanan çürümeyi gördü, fakat bilince çıkaramadı; güzel olanın, diri olanın derinden derine çirkinleşmesini gördü, fakat anlayamadı; insanla yaşadığı yer ve tarih arasındaki uyumsuzluğu, düşmanlığı, yerleşememeyi ne gördü ne de anlayabildi. Ve hepsinden önemlisi, türk ve müsliman egemen çoğunluğun bu topraklarla ve etrafındaki çeşitlilikle, tarihsel ve kültürel mirasla düşmanlığına hep duyarsız kaldı. Ve bizler, bu ülkenin ötekileştirilmişleri solun bilincindeki bu duyarsızlığa, bu körlüğe, bu çarpıtılmışlığa nasıl duyarsız kalabildik? 1909 adana olayları üzerine bir panel oldu. Panelde konuşmacılardan birisi, bu ülkenin tarihinde yaşanılmış olan, 1909 adana olayları, 1915 ermeni soykırımı, varlık vergisi, , Trakya olayları, 6-7 eylül olayları gibi olguları öğrendikçe şaşırdığımızı söyledi… Söyleyen kişinin kendisi Tarsuslu ve Tarsus amerikan koleji mezunu. Yani bahsi geçen bu tarihsel kötülüklerin tam da yaşanıldığı yerden gelme birisi. Ben de, soru-cevap kısmında, biz bütün bu olayları bilmiyorduk derken yalan söylediğimizi söyledim. Aslında bütün bu olayları bildiğimizi, ama bilmemize rağmen neden ve nasıl bunları bilince çıkaramadığımızın sorun olduğunu söyledim. Konuşmacı arkadaş, benim bu söylemimden rahatsız oldu. Rahatsız oldu, çünkü bu konuşmacı kendi, bilinciyle yüzleşmek istemedi. Eğer bu ülkede 1915 ermeni soykırımı, 1909 adana olayları, varlık vergisi, Kürtler, aleviler ve diğerleri konuşuluyorsa, bunda türk solculuğunun dişe dokunur bir katkısını göremiyorum. Bu sorunların özneleri, bu meseleleri ve tarihsel olguları, bu ülkede tartışılır ve konuşulur hale getirdi. Burada şöyle bir kendi kendimizin bilgisine ve bilincine dönüp bakmalıyız. Şimdiye kadar bize öğretilenlerle Kürtleri, Ermenileri, Alevileri, Süryanileri, ezidileri, Lazları falan, anlamamız ne kadar mümkün olabilirdi? Kürt, geri kalmışlığı, toprak ağalığını, şeyhliği, gericiliği, padişahlığı, eşkiyalığı çağrıştırmaktaydı, çünkü bize böyle öğretildi… Gayri Müslimlerin sahip olduğu parayı, toprağı, ev ve işyerlerini, gaspetmeyi sermayenin, toprağın millileştirilmesi olarak öğretildi… Şimdi bize öğretilen bu bilgilerle gerçeğin bilincine varmak ne kadar mümkün olabilirdi? Egemen oligarşik diktatörlüğün devletleşmesini ve toplumsallaşmasını ilericilik, gereklilik, çağdaşlaşma, uluslaşma, devrimcilik olarak gören bir sol bilinç, ermeninin, rumun, kürdün, yahudi- nin varlığını ve sorunsallığını, ilerlemenin, sanayileşmenin, kalkınmanın, laikleşmenin önündeki engeller olarak görecektir. Sol bu bilinciyle ve gördükleriyle, bu ülkenin tarihsel ve toplumsal hakikatini bilince çıkarmasını beklemek şaşırtıcı olurdu. Bu laisist ittihatcı bilincin devletleşmesinde ve uluslaşmasında ilericilik arayan ve onayan bir sol bilinç, hiç bir şekilde kendi iç dinamikleriyle, vicdanındaki haklılık dürtüleriyle, kendindeki insanlık hissiyatıyla, bu ülkenin ötekileştirilmişlerinin acılarına dokunamaz ve acılarını içselleştiremez…. Ve doğal olarak da, sol bu bilinciyle, bu tarihsel ve toplumsal kötülüğe tavır alamaz, tepki geliştiremez… Son yirmi ya da otuz yılımızı bir hatırlayalım; bu ülkenin yüz yıldır unutturmaya çalıştıklarının, inkar ve reddettiklerinin bir bir bilince çıktığını ve unutturulanların kendilerinin ısrarıyla hatırlandıklarına tanık olduk… unuturulanlar, reddedilenler, inkar edilenler varlıklarını zorlan kabul ettirdiler… yani unutanlar unuttuklarını büyük bir zorlamanın neticesinde kabul etmeye mecbur kaldıkları için kabul ettiler… yoksa kendi alicenaplıklarıyla kabul etmediler, kabul etmek zorunda oldular… Unutturulanlar her zaman bizimle yan-yanaydı, bizimle aynı mekanları paylaştı, aynı zamanlarda ve aynı mekanlarda bulundu, ama biz bunların hiç birini ne gördük, ne duyduk, ne de tanık olduk… Şöyle bir dönüp yaşadığımız bu zorlanıma baktığımızda, kocaman bir yalan görüyorum… Bu öyle bir yalan ki, öyle bir ansal körlük ki, yaşadığı zamanın, mekanın, çoğulluğun ve yaşanmışlıkların önemli bir çoğuna ruhunu, bilincini, vicdanını, gözlerini kapamış; ülke, iktidar, sol, üniversiteler, aydınlar kendilerine ve insanlarına tanık olduklarının büyük bir çoğunluğunu yasaklamış; ülkenin iktidarları ve kanat önderleri hem kendilerine hem de yurttaşlarına gerçekliği önemli oranda sendroma çevirmiş… işte bu sendromla oluşmuş sol bilinç, l. Ekmekçiyan’ı hiçbir zaman göremeyecek ve bilince çıkaramayacak… kızılbaş - sayfa 52 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 YONU KÜRDE DAYATILAR.. 8...OSMANLI ZAMANINDA DOĞUYA HEP KÜRDİSTAN DENİLDİ BELGELERDE BİLE BU VAR KÜRDİSTAN ADLİ GEMİ BİLE VARDİ KÜRT EYALETİ VARDİ KÜRTLER DİLERİNİ KULANİYORLARDİ HER NEKADAR BAZİ PADİŞAHLARLA SORUN ÇIKSADA.. SADECE 2 DAKANI AYIRIP OKUN VE PAYLAŞIN. ZOR DEĞİL KÜRT TARİHİNDEKİ GERÇEKLER VE OYUNLARI GÖRÜN MUTLAKA OKUYUP PAYLAŞLIM Kİ HERKES BİLSİN BUNLARI... 1...kafir Ermeniler diyip kürtleri ve ermenileri katletiler dinsiz imasiz aleviler diyip mezhebi farkli diye alevileri katletiler pis zerduştler diyip kürtleri katletiler ya Allah bismilah Allahu ekber diyip insanlari öldürürler (VE BİR KÜRT BDPYİ SAVUNSA ERMENİ VE ZERDUŞT OLUYOR AYNİ KÜRT DEVLETİ SAVUNSA KÜRT OLUYOR IRKÇILARIN MANTIĞA BİLE SIĞMAYAN BÖYLE Bİ DÜŞÜNCESİ VAR ) GÖRENDE ALLAH BU IRKÇILARA AYET İNDİRMİŞ SİZDEN OLMAYANLARİ ÖLDÜRÜN DEMİŞ GİBİ KATLİAM VE ZÜLÜM YAPARLAR.. 2..Bİ ELİNDE BİRA ŞİŞESİ İLE Bİ YANDANDA ALLAHU EKBER DİYE BAĞİRAN KİŞİYE ÜLKÜCÜ DENİR.. 3..MARAŞTA İNSANLARI KAYNAR SULARA KOYDULAR BAŞLARİNİ KESTİLER SOKAK ORTASİNDA ÇOCUK KADIN YAŞLI HERKESİ KATLETİLER ALLAH İÇİN DEDİLER BUNLAR NE NAZİLER YAPTI NEDE YAHUDİLER BUNLAR IRKÇI BARBARLAR YAPTILAR.. BUNLARİN NE İSLAMDA NEDE YAHUDİLİKTE NEDE HRİSTİYANLIKTA YERİ VAR 4...BİNGÖLDE 33 ASKERİ ÖLDÜRDÜLER PKK YAPTI DEDİLER YILAR SONRA ORTAYA ÇIKTI Kİ ERGENEKON YAPMİŞ.. BAŞBAĞLAR KÖYÜDE HERKESİ KATLETİLER ÖLDÜRDÜLER ÇOLUK ÇOCUK PKK KATLİAM YAPTI DEDİLER YİNE ORTAYA ÇIKTI Kİ DEVLETİN ADAMLARİ DERİN DEVLET ERGENEKON YAPMİŞ.. 5...ABDULAH ÖCALANA YILLARCA BEBEK KATİLİ DEDİLER PKKLİLER BEBEK VURDU DİYE GÖSTERDİKLERİ KUNDAKTAKİ BEBEĞİ DE YİNE YILAR SONRA Ayhan Çarkın ÇIKTI O BEBEĞİ PKKLILAR DEĞİL BİZ KATLETİK DEDİ YİNE DEVLETİN ADAMİ BEBEKLERİ KATLETİ.. 6...KORUCULARA PARA VERDİLER NAMAZLA ALAY ETİLER GERİLA KIYAFETİ GİYEREK HEMDE PKKLİLER NAMAZLA DİNLE ALAY EDİYORLAR DEDİLER VİDEOSUNUDA ÇEKTİLER SONRA PAYLAŞTİLAR KÜRTLERİ PKKDEN SOĞUTMMAK İÇİN VE TÜRKLERİ VE BAZİ KÜRTLERİ DAHİ BU VİDEO ÖZERİNDEN PKKYE DÜŞMAN ETİLER.. YILAR SONRA YİNE ORTAYA ÇIKTI Kİ O VİDEODAKİLER KORUCUYDULAR VE O VİDEODAN SONRA HEPSİNİDE ÖLDÜRDÜLER O KORUCULARİN GERÇEKLER ORTTAYA ÇIKMASİN DİYE. 7..HEP KÜRDÜ KÜRDE KIRDIRIP TÜRKÜDE KÜRDE DÜŞMAN ETİLER DÖNEKLİK VE ASİMİLAS- 9...TC DEVLETİ KURULDU ZİLAND KÜRTLERİ KATLETİLER.. DERSİMDE KATLETİLER MARAŞTA KATLETİLER.. SİVASTA ALEVİLER DİYE KATLETİLER.. ŞIRNAKTA KATLETİLER.. KAZAN VADİSİNDE KATLETİLER.. KÜRT KÖYLERİNİ YAKIP ÖLDÜRDÜLER PKK YAPTİ DEDİLER ÇOĞUNA PROPAGANDA YAPTİLAR.. 10..ROBOSKİDE 34 KİŞİYİ KATLETİLER.. VANDA 33 KİŞİYİ KATLETİLER.. 11..ŞİRNAKTA NEWROZ KUTLADİLAR DİYE 250 KİŞİYİ ÇOLUK ÇOCUK HEPSİNİN KATLETİLER.. BUNA BENZER YÜZLERCE KATLİAMİ YAPTILAR 12..VE EN GARİBİDE KÜRTLERİN KARDEŞİYİZ DEDİLER KÜRTLERİN ÇOĞUDA İNANDİ... KÜRTLERİ DİN ÖZERİNDEN KANDİRİP KÜRDÜ KÜRDE DÜŞMAN ETİLER.. KÜRTLERE ZÜLÜM ETİLER KÜRTLER DAĞA ÇIKTI TERÖRİST HAİN DEDİLER. DİL DEDİK BÖLÜCÜ DEDİLER ÖZERKLİK DEDİK BÖLÜCÜ DEDİLER HAK DEDİK HAİN DEDİLER.. NE DEDİYSEK BİŞİ DEDİLER 13...VE KÜRTLER TÜM BU OYUNLARİ HALA GÖRMÜYOR HALA GÖRMEK İSTEMİYOR.. BU OYUNLARI BOZMAK İÇİN PAYLAŞ PAYLKAŞİMİ MİLETİ BİLGİLENDİR... kızılbaş - sayfa 53 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ermeni Soykırımında Said-i Nursi Semra Eren (aktardı) RECEP MARASLI YAZDI !!! İttihat ve terakki yönetiminin Teşkilat-ı Mahsusa aracılığıyla İslam unsurlar arasında yaptığı çalışmalar aynı zamanda bu Türkler dışındaki halklar (örneğin Araplar ve Kürtler) arasında milliyetçi akımların barajlanmasınıda hedeflemekteydi. Örneğin örgütün yöneldiği ilk hedeflerden birinin Osmanlı ordusu içinde yapılanmaya başlayan bağımsızlıkçı Arap subaylarının tasfiye edilmesi olduğu biliniyor.Çeşitli sunni tarikatlarıda teşkilatın örgütlendiği bir başka kanal oluşturdu.Sultan Abdülhamit yönetimi İslamcı politikasının bir gereği olarak tarikatları yoplum yaşamında daha etkin ve güçlü kılan bir politika gütmekteydi. Osmanlı merkezi otoritesine bağlı bir resmi islam anlayışı sürdüren Nakşibendilik himaye ve teşvik gören başlıca tarikatlardan biriydi. Tarikatlar, Doğunun yerleşik Hırıstiyan misyoner faliyetlerine karşı İslami bir tez oluşturmanın yanı sıra müslüman topluluklarda gelişen milliyetçi akımlarıda etkisizleştirecek kurumlar olarak görülüyordu. Nakşibendilerden Mevlevilere ve Kadirilerden, Melamilere kadar bir çok tarikatın politik sürece dahil edilmesi böyle aşıklanabilir. Said-i Nursi örneği bu döneme yeni yeni uç vermeye başlayan Kürt Ulusal hareketinin Osmanlıcı-İslamcı bir bağlamla önce Osmanlı sonra Cumhuriyetin merkezi otoritesie eklemlenmesini açıklayıcı ip uçları verebilir. Teşkilat-ı Mahsusa'yı ''Devlet sisyaseti güden gizli bir hareket''olarak tanımlayan Cumhuriyetin alaylı tarihçilerinden Cemal Kutay,Said-i Nursi (diğer adıyla Said-i Kurdi) nin de Teşkilat-ı Mahsusa'nın hesabına çalıştığını idda etmekte ve Said-i Nursi' nin Teşkilat'ın ''İttihat-i İslam'' kolunu yürüttüğünü, bu faliyet için bizzat Kuşçubaşı Eşref'in Nursi'ye görev verdiğini, İttihat-i İslami düşüncesinin ise Said Halim Paşa'nın ''İslamlaşma'' kitabına dayandığını savunmaktadır. Kutay'ın bu iddalarına bazı Said-i Nursi öğrencilerinden şiddetli itirazlar gelmiştir. Kutay iddalarını Teşkilat'ın önde gelen ismi Eşref Sencer Kuşçubaşı'nın anlatımına dayandırmakta, 2953 yılında Eşref bey'le birlikte kendisini ziyaret etmeye gittiklerini ayrıca Kuşçubaşı'nın ölümünden önce Teşkilat-ı Mahsusaya ait dosyaları kendisine verdiğinide öne sürmektedir. Kutay, Said-i Nursi'nin ismini bu dosyalarda gördüğünü belirtmektedir. Teşkilat hakkında yazılanların (Stoddart'ın Teş kilat üzerine yaptığı araştırması dahil) önemli bir kısmının Kuşçubaşı' nın ifşaatlarına dayandığı düşünülürse bu iddaları ciddiye almak gerekli. Ayrıca Kutay bu belirlemesini Said-i Nursi'yi kötülemek için değil övmek amacıyla yapmakta, onu günümüzün ''İdris-i Bitlisi'si'' olarak tanımlamaktadır. Yeni Şafak gazetesinde ''Teşkilat-ı Mahsusa'' isimli 10 bölümlük bir yazı dizisi hazırlayan Abdullah Muradoğlu Teşkilat' ın Osmanlıyı İslami temelde ayakta tutma tezini desteklemekte ve Bediüzzaman'ın Teşkilatla ilişkisini destekleyen örnekler vermektedir. ''Said Nursi hizmette derin devletin adamıydı, Edir ne'ye giren Teşkilat-ı Mahsusa içindeydi. Gerçekte o dönemde din aleminde doğan boşluğu Nursi doldurdu.Nursi'yi anlayan 100 adam olsa bunlar olmazdı'' Ayrıca Kutay, Said-i Nursi'nin Teşkilat'la ilişkisini ilk yazdığında 1980 yılıdır ve bu kitap Said-i Nursi'nin eserlerini, biyoğrafilerini özenle yayınlamış olan Yeni Asya Yayınları tarafından yayınlanmıştır. Geçen zaman içerisinde bu noktada karşı önemli bir itiraz gelmemiş ve fakat Teşkilat-ı Mahsusa'nın kamuoyunda olumsuz yanlarıyla popüler bir tartışma konusu olmasından sonra bu söylem reddedilmeye başlanmıştır. İttihat ve Terakki'nin Said-i Kürdi'ye ''Büyük bir paye ve kıymet'' verdiklerini belirten Bezmi Nusret Kaygusuz, ''Güya Kürt meselelerinde ondan istifade edeceklerdi''diye yazmaktadır. Said-i Kurdi jöntürk hareketini desteklemiş ve Meşrutiyetin ilan dildiği günlerde Selanik'te ittihat ve terakki önündek Hürrüyet meydanında hareketi destekleyen bir konuşma yapmıştır. Bununla çelişir şekilde 31 mart ayaklanmasının kışkırtıcılarından olduğu gerekçesiyle ''Örfi idare Mahkemesi''-nde yargılanmışsada beraat etmiştir. Said-i Kurdi,1911 de yayınlanan ve medreselerdeki Kürt öğrencilerin kendisine ''sık sık sorulan sorular''ına verdiği cevapları topladığı ''Münazarat'' adlı risalesinde Meşrutiyetten büyük bir beklenti ve övgüyle söz etmektedir. ''Ey Seyda! İstanbula gittin.Bu inkilabı azmi gördün.Mühim işler içine girdin. Bize ne getirdin?'' diye soran öğrencilerine ''...Size tüm gücümle, yalnız Kürdistan'a değil belki dünyaya duyuracak tarzda müjde veriyorum ki tüm İslam aleminin, bütün Osmanlıların, özelliklede Kürt'lerin mutluluk şafağının belirdiğini görüyorum'' diyecek kadar coşku içinde idi. Kitabın ''İfade-i Meram ve uzunca bir Mazeret'' başlıklı bölümünde, Meşrutiyet devrimi ile birlikte gündeme gelen Ermenilerin Ulusal özgürlüklerden yararlanma haklarına, gayri-Müslim Ulusların eşitlik ve Müslman toplumlar arasındaki ilişkilere nasıl bak tığına ilişkin görüşlerini bulmak mümkündür. Münazarat'ta verilen cevaplar ''Kürtler ve Türkler''e İslami temelde ortak bir hitabeti temel almaktadır. Rum ve Ermenilere özgürlükler getirilmesini hoş karşılamayan öğrencilerinin tepkilerine karşı Said-i Kürdi,3 milyon civarındaki Ermenilere ve tümünü toplasan 10 milyon etmeyen gayri-Müslüm uluslara tanınan hürriyetin, asıl büyük esaret altındaki 300 milyon kızılbaş - sayfa 54 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 İslamın özgürlüğünü sağlamak için bir rüşvet olarak düşünülmesini istemektedir.Ona göre İmparatorluktaki Ermeni ve gayrı-Müslimlerin ayağındaki kayıt yalancıdır, asıl esir olanlar Kürtler ve Türklerdir. Rusya ve İngiltere gibi ecnebi devletlerin İslam dünyası üzerindeki maddi ve manevi baskılarının bu vesileyele cözülebileceğini düşünmektedir. İttihat ve terakki’nin yöneticileri tarafından sık sık dile getiri len, ’’İmparatorluktaki gayrı Müslim’lerin, askerlik yapmadıkları için Müslümanların zararına zenginleşip, çoğaldıkları’’ biçimindeki resmi görüş (Bkz: Talat paşa’nın anıları) Said-i Kurdi tarafındanda benimsenmiş görünmektedir. Sad-i Kurdi, Van’da rasgele bir Ermeni evindeki 10 sağlıklı kişiye karşı, Müslümanların evinde iki zayıf insanın bulunacağını delil olarak göstermektedir. İttihat ve Terakki’nin savaş öncesi gayrı-Müslümleri askere alma gerekçeleri arasında da bu ‘’zararına çoğalmayı eşitleme’’ açıklaması bulunduğuna dikkat çekmek yerinde olur. Said-i Kurdi,1.dünya savaşı başlar başlamaz osmanlı yönetiminin isteğiyle Halife’nin çıkardığı İslami Cihad Fetva’sını onaylayan beş İslam Ulemasından biridir. Teşkilat-ı Mahsusa’cılardan oluşan ve 1915’de Kuzey Afrika’ya yollanan ‘’Manevi ve fikri Heyet’’ içerisindeydi. Başlarında Şehzade Osman efendi ve kolordu komutanı Miralay Selaadin (Çolak) Bey’inde bulunduğu bu yirmi kişilik heyet Kuzey Afrika’da Sunusi ve Ticani zaviyelerini dolaştı. Öğrencilerinin ‘’Bediüzzaman bizzat cihadın içindeydi’’ dedikleri Said-i Kurdi’yi 1916 yılında 5 bin kişilik Gönüllü Kürt Milis alayına Kumanda ederken görmekteyiz.Milis kuvvetlerinde çok sayıda öğrenciside bulunmaktaydı. Bitliste çarpışırken üç öğrencisiyle Ruslara esir düşmüş,iki yıl dört ay Kosturma’da (Sibirya) sürgünde kalmış, Bolşevik devriminden sonra esaretten kurtulmuş ve istanbula dönmüştür. Tiflis’te esir bulunduğu sırada Talat Paşa tarafından kendisine 60 lira (mukabili 1254 mark) gönderilmesi ilişkilerini göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Yeni Asya Vakfı, Risale-i Nur Enstitüsü web sayfasında ‘’Bediüzzaman’ın Ermeni Çeteleriyle Mücadelesi’’ başlığında ‘’Bab-ı Ali Da hiliye Nezaret-i Umumiyye Mudiriyeti’’ne başlığıyla Bitlis Vilayetinden gönderilmiş 19 Mayıs ve 12 Temmuz (1) 332 btarihli iki rapor yayınlandı.Po- lis memurlarınca gönderilmiş olan raporlarda ‘’Ulema-yı meşhueden Molla Said-i Kürdi’’ veya ‘’Molla Said Efendi’’nin Ermeni çeteleriyle mücadelesinden bahsedilmektedir. Said-i Nursi hakkında biyografik bir makale yazan Sabri Çelebi ise ‘’Bu arada Doğuda Hizan’lı Şeyh Selim isyanı patlak verir.SAİD NURSİ bunun altında <ermeni parmağı olduğunu hisseder,Bitlis ve Van valileri ile ittifak ederek hareketin yayılmasını önler.Ve bunun üzerine Ermenilere büyük bir darbe vurulur.Hatta Said Nursi’nin nahiyesi olan İsparit’i Ermeniler işgal etmeye çalışırlar, Üstad öğrencileri ile Ermenilere karşı savaşır ve onları oradan kovar. ’’demektedir. Said-i Nursinin talebelerinden olan Bayram Yüksel ise ‘’Üstadımız fedakarlık dersi verirken, eski şark talebelerinden misaller verirdi. Hatta Ermeni Taşnaa-klarından misaller verirdi. ’onlar ateşe atarlar, gözleri patlar, davalarından ve secaatlerin den vazgeçmezler. Siz benim yeni talebelerimde öyle olmanız lazımdır’’ dediğini aktarır. Yinede Ermenilerin statüsünü İslam hukukuna göre ‘’zımmi-i müahid’’ (İslam eğemenliğini kabul ederek, kelle vergisi ödeme karşılığında özerk yaşama hakkına sahip) bir millet olarak tanımlayan Said-i Kurdi, ‘’Şimdi galebe kılıç ile değildir. Kılıç olmalı, lakin aklın elinde’’ diyerek gayrimüslim’lerin üzerinde sallanması gereken ‘’Kılıç’’ seçeneğinide ihmal etmez. ‘’Şayet adalete kanaat etmezlerse; hak, hakkın kuvvetleriyle burunlarını kırıp ikna ettirecektir’’ Beiüzzaman’ın 1915 dönemi Ermenilerle ilgili olarak herhangi bir yorum ve yazısı bulunmamaktadır. Hemen hemen tüm temel konularda görüş ve düşünce geliştirmiş olan Said-i Kurdi’nin ‘’Tehcir’’ ve ‘’Soykırım’’ konusundaki suskunluğunu onaylama biçiminde oku mak mümkündür. Örneğin Sevr görüşmelerinde İsveç sefiri Kürt Şerif Paşa ile Ermeni temsilcisi Boğos Nubar Paşa arasında Paris’te yapılan anlaşmaya büyük tepki göstermiş ‘’Şerif Paşagibi beş-on şahsın kürt milletini temsil etme yetkisi olmadığını’’, ’’Kürt Milletininin hakiki temsilcilerinin Meclis-i Mebusan’daki mebuslar olduğunu’’ söylemiş tir. Bağım sız bir Ermenistan ve Kürdistan fikirine karşı da kampanya yürüten Said-i Kurdi, Kürdi, Kürt eşraf ve ulemasının bu fikre karşı oluşturmak için yoğun çaba göstermiş, Yazı ve Telgrafla protesto edilmesine çalışmıştı. Kürt Teali Cemiyeti üyelerinden Gazeteci Mevlanazade Rıfat, kendisine bağımsız bir Kürt devleti kurulması fikrini bir mektupla bildirmiş, ancak gayet sert bir tepki ile karşılaşmıştır. Kaynakça: Ermeni Ulusal Demokratik Hareketi ve 1915 Soykırımı... Recep Maraşlı http://www.gelawej.net kızılbaş - sayfa 55 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Necip Fazıl Kısakürek'in 'öteki' portresi... 1936'da NFK, bir edebiyat dergisi için Celal Bayar'dan 1.600 lira aldı. Bir mebusun ayda 200 lira aldığı günlerde iyi paraydı bu. NFK, devletten para almanın kolaylığını belki de o gün anlamıştı. Bu haftanın hatta son yılların en önemli olayı Kürt Meselesi’nin çözümü için Kürt siyasal hareketi ile hükümet/devlet arasında yaşanan bahar havası ama yazım, pek çok kişinin bildiği ancak TV Habertürk Haber Koordinatörü Abdullah Kılıç’ın ortaya çıkardığı, örtülü ödenekten tahsisat almak için, dönemin başbakanı Adnan Menderes’e yazılmış, kimi yalvaran, kimi tehdit eden ama genel olarak hayranlarını üzen mektuplarla gündeme gelen Necip Fazıl Kısakürek (NFK) hakkında. Bilindiği gibi NFK 1940’lardan itibaren “İslamcı-milliyetçi-muhafazakar” kuşakların ideolojik biçimlenmelerinde çok önemli rolü oynadı, dahası Türkiye’yi şu anda NFK şiirlerinin, yazılarının, ideolojisinin rahle-i tedrisinden geçen kadrolar yönetiyor. Ancak ne yazık ki, “boşluklu 11 bin vuruş” kısıtlaması yüzünden NFK’nın hayat hikayesinin Atatürk sonrasında aldığı şekli sadece yazının internet nüshasında görebileceksiniz. Çemberlitaş’ta dünyaya merhaba Hayata gözlerini, başı gövdesinden büyük bir çocuk olarak 26 Mayıs 1904 günü Çemberlitaş’ta dört katlı bir konakta açan Ahmet Necip (asıl adı buydu) varlıklı bir ailenin çocuğuydu. Hariciye nazırlığına kadar yükselmiş bir paşanın damadı olan dedesi Mardinli Kısakürekzade Hilmi Bey, Mecelle yazarları arasında yer almış, fakat aynı zamanda Fransız kültürüyle de beslenmiş, Légion d’Honneur nişanı sahibi bir hukukçuydu. Babaannesi Zafer Hanım Halep valiliği, Hariciye Nezareti müsteşarlığı ve Zaptiye Nazırlığı yapmış olan Salim Paşa’nın kızıydı. Babası hukukçu Fazıl Bey ailenin tek erkek evladıydı. Fazıl Bey küçük yaşta Mediha Hanım ile evlendirilmiş, Hukuk Fakültesi’ni oğlu Necip doğduktan sonra bitirmişti. İleriki yıllarda halalardan, dayılardan ve onlardan oluşan geniş bir aileden bahseden ve özellikle ümmi ve dinine düşkün, Kuran okumakla ve tefekkürle zamanını geçiren anne annesinden (adını vermeden) söz eden Necip Fazıl yıllar sonra “Muhasebe” şiirinde ailesini şu dizelerle yargılayacaktı: “.../Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!/Üst kat: Elinde tesbih, ağlıyor babaannem,/Orta kat: “Mavs” Ayşe Hür oynayan annem ve âşıkları,/Alt kat: Kızkardeşimin “Tamtam”da çığlıkları./Bir kurtlu peynir gibi, ortasından kestiğim/ Buyurun ve maktaından seyredin, işte evim!/bu ne hazin ağaçtır, bütün uf kumu tutmuş!/Kökü iffet, dalları taklit, meyvesi fuhuş…” O okul senin, bu okul benim Necip’in çocukluğu hastalıklar ve yaramazlıklar ile geçti. Oğlundan umduğunu bulamamış dedesi tarafından çok şımartılarak büyütülen küçük Necip eğitimine mahalle mektebinde başladı, 1912’de Gedikpaşa’daki Fransız Frerler Okulu’na geçmişti. “Tadsız ve haşin” bulduğu bu okuldan bir müddet sonra ayrıldı ve Amerikan Koleji’ne devam etti. Bu okulu sevdi ancak haylazlık yüzünden kovuldu. Ardından Büyükdere’de Emin Efendi Mahalle Mektebi’ne geçti ama orada da kalmadı. Sırasıyla İstanbul Büyük Reşit Paşa Numune Mektebi ve Vaniköy’deki Rehber-i İttihat Okulu’na devam etti. Kız kardeşi Sema’nın 5 yaşında ölümü üzerine annesi vereme yakalanıp, aile Heybeliada’ya göçünce Heybeliada Bahriye Okulu’na girdi. Ahmet Necip olan adının Necip Fazıl olması bu okulda oldu. Hasta yatağındaki annesinin “senin şair olmanı ne kadar isterdim” demesi de bu dönemde oldu. Militarizm ve orduya sevgi duymasında bu okulda aldığı üç harp sınıfı etken oldu. Batı kültürüyle hemhal oluş İleriki yıl- larda, Nazım Hikmet’ten iki yıl sonra girdiği ve Yahya Kemal, Aksekili Ahmet Hamdi, Hamdullah Suphi, İbrahim Akşî gibi hocalardan ders aldığı bu okuldan söz ederken “Ne oldumsa bu mektepte oldum!” diyecek ama müdürünü de “Batı delisi” diye eleştirmekten geri durmayacaktı. Halbuki (kaynakçada makalesini bulacağınız) Taner Timur’un otobiyografilerinden özetlediği gibi “okumaya Michel Zevaco ve Alexandre Dumas ile başlamış; Amerikan Kolejinde öğrendiği İngilizceyi ilerlettikten sonra Lord Byron, Oscar Wilde, hatta Shakespeare’i asıllarından okumuş; roman denilince de Paul ile Virginie’yi, Graziella’yı, Marcel Proust’u, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi anmıştı. Puccini müziği, Max Linder filimleri ve babasıyla Tepebaşı Tiyatro’sunda seyrettiği ve ‘tek seyredişte adeta ezberledim’ dediği Çardaş Fürstin opereti de anıları arasındaydı.” Kısacası ilk gençliğinde ve birazdan göreceğimiz gibi ileriki yıllarda Batı kültürü ile arası gayet iyiydi. 1921 yılında girdiği Darülfünun Felsefe Bölümü’nde dönemin ünlü edebiyatçıları ile tanıştı. Ahmet Haşim, Faruk Nafiz, Yakup Kadri, Nazım Hikmet, Ahmet Kutsi, Ahmet Hamdi, Peyami Sefa ilk akla gelenler. İlk şiirleri de bu yıl yayımlandı. Daha sonra O ve Ben adlı otobiyografik eserinde belirteceği gibi “kendisini artık dünyada tanımayan tek kişinin kalmadığını, kahvede, sokaklarda, salonlarda hep ondan konuştuklarını sanıyordu.” Paris’teki kabus yılları Bu özgüven içinde, bölümünü bitirmeden, hükümetin sağladığı bir bursla Paris’teki Sorbonne Üniversitesi’ne girdi. Burada ünlü sezgici ve mistik filozof Henri Bergson’la tanıştı. Necip Fazıl’ın Paris hayatını kendi ağzından (O ve Ben’den) özetleyelim: “Kadını, kumarı, içkisi, bohem hayatı, şüpheci felsefesi, sara nöbetleri içinde sanatı; çözmeye çalıştıkça dolaşan ve büsbütün meseleleriyle Paris… Kâbus şehrindeki hayatımı anlatmaya hicabım ve İslami edebim manidir.” Bir yıl geçmemişti ki, bu hicap duyulacak hayat Ankara’nın da kulağına gitti ve kendisini Türkiye’ye çağırmak için Milli Eğitim Bakanlığı Paris’e bir müfettiş yolladı. NFK, Babıali adlı kitabında anlattığına göre, Zeki Mesut adlı müfettişin verdiği son aylığı ve memlekete dönüş parasını da kumar masasında kaybetti. kızılbaş - sayfa 56 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Felsefeci olarak değil iyice azıtmış bir kumar tutkunu olarak Türkiye’ye döndükten sonra önce Felemenk Bahr-i Sefid Bankası’nda işe başladı. Ardından Osmanlı Bankası’nın Ceyhan, İstanbul ve Giresun şubelerinde çalıştı. İlk şiir kitabı Örümce 1925’te yayımlandı. Yine bu dönemde aralarında Ahmet Hamdi, Yahya Kemal, Ahmet Kutsi Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Abidin Dino, Pertev Naili, Peyami Sefa, Server Bedii, Eşref Şefik, Fikret Adil, Mesut Cemil, Elif Naci, İbrahim Çallı’nın da olduğu entelektüeller grubuna katıldı. lil” adlı hikayesinde rejimin terminolojsi ile “softa kimdir?” sorusuna şöyle cevap verdi: “...Onu tarife hacet yok. Onu tanırız. Yürüyüşünden, duruşundan, bakışından, kaçışından tanırız. O zaten kendini gizlemiyor. Dün başına sarık sarıyordu. Bugün giydiği şapka, hüsnü nazarında gene sarık. Bugünün sarıklısı dünden daha çok, daha yezittir. (...) Zamanın akışını zorlayan, kendi iddiasından başka hiçbir yenilik olmayan deliller müstesna, her yeni şey karşısında ‘eski’nin ısrarı softalıktır. İslamlık çıktığı gün putperestler softaydı. Asırlardır ilim ve cemiyetin terakkisi karşısında da İslamlık softadır.” ‘Beyza Hanım’la tanışma Seyyid Arvasi ile tanışma Bu yıllarda devlet katında çok saygı gördü, piyesleri devlet tiyatrolarında sahnelendi. Kaldırımlar adlı ikinci şiir kitabı bu yıllarda (1928) yayımlandı. Kumar, içki ve kadına ‘Beyza Hanım’ diye kodlanan kokainin katılması da bu yıllarda oldu. NFK ‘beyza’yı tatmadığını iddia etti ama Babıalı kitabında onu içenler kadar güzel anlattı: "Beyza Hanımefendi adı ve sanıyla kokain (…) Küçük bir şişe içinde naftalin gibi pırıl pırıl, ince ve beyaz bir toz (…) Burnunda ve yanak adalelerinde hafif bir donma hissi ve peşinde dipsiz bir huzur, sulhçu mizaç ve her şeyi bağışlama, oluruna bırakma zevki (…) Bu bir hal; lafla anlatılamaz. Bir kere, iki kere çekmekle de anlaşılamaz; devam etmek ve onunla ünsiyet kazanmak lazım..." Necip Fazıl, 1934’de Beyoğlu’nda Ağa Camii’nde cumaları ders vermekte olan Nakşibendi büyüklerinden Vanlı Seyyid Abdülhakim Arvasî ile tanıştı ve kendi ifadesine göre hayatı değişti. Arvasi ile evinde yapılan sohbeti “buhran gecesi” olarak adlandırdı. O gün Arvasi kendisine “keşke bu kadar zeki olmasaydın!” demişti. Bu iltifat, çocukluğundan beri kendisini çok özel, çok zeki, çok farklı biri olarak gören Necip Fazıl’a muhtemelen çok iyi gelmişti. Arvasi’nin etkisini ise “Mürşid” şiirinde şöyle anlattı:“Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız;/Ruhuma, büyük temel çivisini çaktınız!” Bu öyle bir ilişkiydi ki, Kafakağıdı kitabında dediği gibi, Necip Fazıl “Köpeğin olarak kendi köpekliğimden kurtulayım; insan olayım!” diye yalvaracak ama eserlerinde Arvasi’ye çok az referans verecekti. Arvasi ile ölümüne (1943) kadar yoğun ilişki içinde olan Necip Fazıl’ın, bugün müritlerinin tekrarlamayı pek sevdikleri gibi “geçmişini bürüp çöpe atması”na daha çok vardı. O büyük temel çivisinin üzerine yeni bir binanın inşa edilmesi çok uzun sürecek, NFK hem CHP ile ilişkisine hem de içkili, kadınlı, kumarlı bohem hayatını uzunca sürdürecekti. Entelektüel çevreye giriş Rejimle sıkı fıkı olma Bu arada CHP iktidarı ile arasını iyice düzelten Necip Fazıl 1929’de İş Bankası Ankara Şubesi’nde muhasebe memuru olarak göreve başladı, askerliğini yaptı, ardından Trabzon, İstanbul ve Edirne Şubelerinde muhasebecilik yaptı. Bu dostane ilişkinin nişanesi olarak Aralık 1930’da meydana gelen Menemen Olayı’ndan sonra Ankara Türkocağı’nda Kubilay’ı anma toplantısında yaptığı ve 5 Ocak 1931 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesinde yayımlanan konuşmasında şöyle dedi: “...Gözüme görünen şeyi açıkça, kaidesiz, tertipsiz ve imansız söylüyorum. Eğerzayıf tutarsan, eğer inkılâbın yüreğini, hassasiyetini ve sinirlerini temsil etmezsen, bıçağın ters tarafı ile yirmi dakikada kesilen Kubilay’ın kafasında sana tevcih edilen akıbeti seyredebilirsin... Türkiye’nin nüfus kütüğündeki softa ve mürtecilerin yeşil kanını kurutacaksın; bu kadar...” 1932’de yazdığı “Bir Hikaye Birkaç Tah- CHP’den alınan örtülü ödenek Necip Fazıl 1935'te İş Bankası Genel Müdürlük kadrosuna alındı ama bir süre sonra ayrıldı ama çok sürmedi ayrılık. Gerisini Kafakağıdı’ndan okuyalım: [“Hemen Ankara... Eski Umum Müdürü, o zaman İktisat Vekili Celâl Bayar’la karşı karşıya:- Gel bakalım, şair, nerelerdesin? Duyduğuma göre bankadan istifa etmişsin!..- Öyle oldu. Bir mevsim, suların dibinde yatan bir denizaltıya döndüm. Şimdi su yüzüne çıkabiliyorum.” Celâl Bayar, fazla tafsilat istemedi, gülümseyerek sordu:- Tekrar bankaya girmek ister misin?- Onun için geldim.” Bir telefonla iş halloldu, kendisine, İş Bankası’nın teftiş heyetinde bir kadro bulundu. 1936 sonunda, bir edebiyat dergisi çıkarmaya karar verdi. Yine doğruca, Celal Bayar’ın evine gitti ve “Memleketin buna ihtiyacını takdir edersiniz. Eğer emrinizdeki bankalardan İş Bankası ve Sümerbank bana bir senelik peşin ilân karşılığı muayyen bir para verirlerse bir mesele kalmaz...” dedi. Celal Bey kendisine hak verdi ve şairimize 1.600 lira takdim etti. Bir mebusun ayda 200 lira aldığı günlerde iyi paraydı bu. NFK devletten para almanın ne kadar kolay olduğunu belki de o gün anlamıştı. İlişkiler o kadar iyiydi ki, Atatürk’ün ölümü üzerine 26 Kasım 1938 tarihli Cumhuriyet gazetesine şu coşkulu cümleleri yazdı: “(…) Benim gözümde birbirine bağlı iki işin sahibi iki Atatürk var. Zaman tasnifinde bunlardan biri düşmanın denize dökülüşüne, öbürü bugüne kadar sürer (…) Biri ölüm hükmü giymiş bir milleti şahlandırdı. Mucize çapında bir başarıyla madde ve askerlik planında muzaffer kıldırdı. Öbürü, bir an evvelki ölüm tehlikesini doğuran sebepler âlemine karşı harekete geçti, fikir ve cemiyet planında yeni bir bünye inşasına girişti... (...) İnkilâbcı Atatürk, Tanzimattan beri Türk cemiyetinin Avrupa medeniyet manzumesine kavuşturulması yolunda girişilen yarım ve kısır teşebbüsleri tam ve yüzde yüz randımanlı hamleler haline getirdi (…) Milli Kahraman’ın ölümü önünde duyduğumuz matem hissini, tek bir emniyet duygusu ile teselliye muktediriz: Teknesinde Atatürk’ü yoğuran Türk milletinin, için için tekevvünleriyle aynı çapta kahramanlara daima gebe kalacağı emniyeti...” Bu güzel satırların ödülü, Atatürk’ün ölümü üzerine kurulan Celal Bayar hükümetinde Maarif Vekili olan ve bir kitabını ‘hakkında her vasfın âciz kaldığı şaire’ diye ithaf eden Hasan Ali Yücel tarafından Dil Tarih Fakültesi kadrosundan Yüksek Devlet Konservatuarı’na tayin edilmek oldu. Büyük Doğu yılları Necip Fazıl bir siyasi eylemciydi. Sesini 1943-1978 yılları arasında beş devre halinde 512 sayı çıkan Büyük Doğu mecmuası aracılığıyla kamuya ulaştırıyordu. Dergi adını Kısakürek’in 1938 yılında Ulus Gazetesi’nin düzenlediği Milli Marş yarışması için yazdığı Büyük Doğu adlı şiirden almıştı. Dergide başlangıçta kızılbaş - sayfa 57 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 dönemin önemli isimlerinin yazıları yayımlandıysa da, daha sonra değişik takma adlarla Necip Fazıl’ın yazdığı yazılar egemen oldu. Necip Fazıl’ın takma isimlerinden bazıları şöyleydi: Be.De., BAB, İstanbul Çocuğu, BÜYÜK DOĞU, Fa, Tenkitçi, N.F.K., ?, Ne-Mu, Ahmet Abdülbaki, Abdinin Kölesi, HA.A.KA., Adıdeğmez, Bankacı, Be-De, Prof. Ş. Ü., Dilci, İstanbullu, Muhbir, Sarıçizmeli, Dedektif X Bir… Hala Atatürk’e övgü Derginin siyasi-ideolojik çizgisi zaman içinde şekillendi. NFK’ın ‘İptidai’ diye adlandırdığı ilk dönemde, mecmuada dini içerikli pek çok yazı çıktığı halde CHP ve Tek Parti rejimi ile ilişkiler gevşek de olsa sürüyordu. Örneğin 1943’te yayımlamaya başladığı Büyük Doğu (Büyükdoğu şeklinde de yazılır) mecmuasının 9. sayısı “Atatürk’ün Altın Anahtarla Açtığı Son Fabrika Kapısı… Şimdi Onun Ruhu Ayni Anahtarla Türkün Zafer Kapısında…” başlıklı kapakla çıkmıştı. 10. sayıda ise “Atatürk Dirilecektir!” başlıklı bir yazı yayınlandı. Methiye şöyle devam ediyordu: “Bir gün Atatürk dirilecektir!!! Evet, lâf ve hayal, yahut fikir ve remz âleminde değil, doğrudan doğruya madde ve hakikat dünyasında Atatürk hayata dönecektir!!! Bir gün Atatürk, Etnografya müzesindeki taş sandukasının kapağını omuzlarile kaldırıp, uf kî (yatay) vaziyetten şakulî (dikey) hale geçecek ve sırtında mareşal üniforması, Ankara’da Atatürk bulvarında görünecektir!!! Bir gün onu, kâfurîden yontulmuş asîl ve mevzun parmaklarile kılıcının kabzasını kavramış, zarif ve ince endamile bir masaya eğilmiş ve gök gözlerile dünya haritasını süzmeğe başlamış olarak göreceğiz!!! Bugün, dünya muhasebe ve muvazenesinde Türk milletine ait hakların terazi kefesinde görüneceği andır!!! İşte o gün başımızda bulunacak olan şahsiyet, günün gerektireceği üstün kurtarıcılık vasıflarına göre, ruhile olduğu kadar maddesile de Atatürk’ten başkası olmıyacaktır. Zira, Türk milletinin içindeki Atatürk’lerin harekete geçmelerile, onun sandukasını devirip bu Atatürk’lerin derisi içine yerleşmesi ayni ana rast gelecektir!!!” DP ile ilişkilerin limonleşmesi Ama ilişkilerin limonileşmesi yakındı. 1943 yılının Aralık ayında “dini neşriyat yapmak ve rejimi beğenmemek” gerekçesi ile Büyük Doğu birkaç aylığına kapatıldı. Ardından Necip Fazıl Devlet Konservatuvarı’ndaki görevinden kovuldu. Dergi Şubat’ta tekrar yayımlandı, ama Mayıs 1944 ile Eylül 1945 arası, tekrar kapatıldı. Gerekçe “Allah’a itaat etmeyene itaat olunmaz” hadisinin Tek Parti yönetimini işaret ettiğine inanılmasıydı. Necip Fazıl’a göre, o günlerde Başbakan Şükrü Saraçoğlu kendisine “Allah ve ahlaktan bahsetmek yasaktır” şeklinde tamim yollamıştı. Bu kapatılmalar Necip Fazıl’ı radikalleştirdi. Büyük Doğu’da daha çok dini içerikli (Peygamber’in, Dört Halife’nin, bazı din büyüklerinin hayatı, şeriatın faziletleri gibi konularda) yazı çıkmaya başladı. Çoğu ‘Adıdeğmez’ mahlasıyla yazan Necip Fazıl’ın kaleminden çıkan bu yazılarda CHP, İsmet İnönü, Falih Rıf kı Atay, Tevfik Sağlam gibi siyasi figürler, Atatürk heykelleri, genç kızlar arasında kürtajın artışı, kadının çalışması, okul müsamerelerinde ve ulusal bayramlarda genç kızların mini şort ya da mini etek giymeleri sert şekilde eleştiriliyordu. Adıdeğmez, “Kaçgöç kaldırıldı ve kadın açıldı. (Ve bütün mumlar söndü.) (…) Kadına, tütün ameleliğinden hakimlik makamına kadar her iş sahası sunuldu. (Ev ve aile ocağı güme gitti.)” diyordu, "Bizim bir kavgamız var ki, hiç durmuyor. Dinmeyen bir sağanak gibi yıldırımlı bulutlardan sel sel boşanan kinimizle ve her biri bin ağır batarya dehşeti veren kelimelerimizle hiç aman vermek istemiyen bu saldırışımız neye? Ahlaksızlık adı verdiğimiz düşmanımız, birkaç nesil ölçüsünde bir buhran halini almak istidadındadır da ondan... Bu öyle bir acı ki bize kudurgan bir hınç vermektedir” diyordu. (Bu arada not edelim, Necip Fazıl’ın 1941’de evlendiği Neshilan Hanım gayet modern giyinirdi ve başı açıktı.) Tan Matbaası Baskını Türkiye basın tarihinin en utanç verici sayfalarından birini oluşturan Tan Matbaası Baskını’nın arkasında Büyük Doğu camiası vardı. 4 Aralık 1945 günü, İstanbul Üniversitesi'nde birileri, ellerinde Tanin gazetesiyle sınıflara girip öğrencilere ‘Kalkın ey ehl-i vatan!’ diye bağırmış, az sonra bütün okul Beyazıt Meydanı'nda toplanmıştı. Yürüyüşe geçerken sayıları 10 bine ulaşan bindirilmiş kıtalar, ellerinde Atatürk ve İnönü resimleri Cağaloğlu'na, Yalçın’ın ‘Beşinci Kol’, ‘Rus Hayranı’, ‘Moskof uşağı’ diye adlandırdığı Sertellerin Tan Matbaası’na yürüdüler. Saat 10.00'da taşlamalarla başlayan saldırı, sopalarla binanın camlarının kırılmasıyla sürdü. Sonra gençler matbaaya girdiler. Ne var ne yok yağmalayıp, baskı makinelerini parçaladılar. Daktiloları, masaları, te- lefonları, kurşun harfleri pencerelerden attılar. Hızlarını alamayan saldırganlar, Tan’ın yanındaki solcu yayınlar satan ABC Kitabevi’ni de yağmaladıktan sonra Bankalar Caddesi’nden Tünel’e yöneldiler. Kumbaracı Yokuşu’nda Yeni Dünya’yı basan La Turquie gazetesi ile Parmakkapı-Taksim arasındaki Berrak Kitabevi’ni de yağmaladılar. Taksim’de toplanan yağmacılar “Kahrolsun komünistler! Biz Yeni Dünya istemiyoruz! Bize eski dünyamız yeter!” diye bağırıyorlardı. ? Necip Fazıl’ın olayla ilgili anlatımlarını Babıali’den izleyelim: “Bu, bir yıla varmayan yarım yamalak intişar devrinde Büyük Doğu’nun verimi ne olmuştur? Daha ilk (sondaj) girişiminde petrol bulunmuş ve onun, bütün yurda ve oradan bütün İslâm âlemine yön ve yol gösterici alev sütunları halinde bir gün fışkırmak istidadı, en iptidaî şekliyle de olsa belirmiştir. Bu istidadın aksiyon plânında ilk kımıldanışı ‘Tan’ Gazetesi baskını... Bu gazetede karargâh kuran komünizma... birdenbire Anadolulu ve kökçü üniversite gençliğinin pençesine düştü; eşyası toz gibi havaya savruldu ve makineleri makarna gibi didik didik edildi... Bu gençler Büyük Doğu idarehanesinin önüne gelerek tezahürlerini göklere çıkarmışlar, Sabık Şair’i (Necip Fazıl) pencereye çağırmış ve hitabını çılgın alkışlar içinde dinlemişler ve yara berelerini aynı idarehanede tedarik ediliveren pansuman malzemesiyle sarmışlardır... Ve işte, hemen başlarına yıkılan ‘Tan’ gazetesi... Ve işte, o gün boy göstermeye başlayan ilk Büyük Doğu gençliği!” “Öz yurdunda garipsin…” 1946’da tüm Türkiye’de dini yayınlarda artış yaşandı ama yazarın sivri dili ve seçtiği konular yüzünden hükümetin Büyük Doğu alerjisi bitmedi. Mecmua, kapağındaki kulak resmi yoluyla “sağır” lakaplı Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye hakaret ettiği için 13 Aralık 1946 tarihinde yeniden kapatıldı. Necip Fazıl’ın iddiasına göre Başbakan Recep Peker, “daha ölçülü yazması” ve “fazla aleyhte yazmaması” için masasına 100 bin lira bırakmıştı ama yazar kabul etmemişti! 18 Nisan 1947'de tekrar yayımlanmaya başlayan dergi, 30 Mayıs tarihli nüshasında Rıza Tevfik'in “Sultan Hamid'in Ruhaniyetinden İstimdat” adlı şiirde Türklüğe hakaret edildiği ve saltanat övüldüğü için yeniden kapatıldı. Necip Fazıl 1 ay 3 gün tutuklu kaldı ama sonunda beraat etti. Bu olay Necip Fazıl’a adeta kamçı etkisi yaptı. 1947 sonunda dergide artık sadece İslamcılığı öven kızılbaş - sayfa 58 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 yazılar değil, Yahudilik, Masonluk ve komünizm düşmanlığını işleyen yazılar artmıştı. Bu dönemin diğer popüler konuları, Köy Enstitüleri, ABD ve IMF, TCK’nın sol akımları cezalandıran 141142. Maddeleriyle dini hareketleri cezalandıran 163. Maddesi, ezanın Türkçe okunmasıydı. Bu yıllarda iktidarın baskısıyla büyük mali sorunlar yaşadı. 14 Ekim 1949 tarihli Büyük Doğu’da Necip Fazıl, ünlü Sakaryanın Destanı’nı yayımladı. Şiirin “Öz yurdunda, garipsin, öz vatanında parya!" şeklindeki son dizeleri İslamcıların içinde bulunduklarını ruhsal sürgün durumunun en popülerleşmiş ifadesiydi. Dersim Harekatı ve 33 Kurşun Olayı Necip Fazıl, CHP iktidarını eleştirmek için, resmi tarihin karanlık odalara tıktığı olayların üstüne gitti. 27 Ocak 1950 tarihli Büyük Doğu’da tefrika edilmeye başlayan “Doğu Faciası” yazı dizisinde 1937-1938 “kanlı Dersim hareketi”nde 50 bin “saf ve masum Müslüman’ın, çocuk, genç, ihtiyar, kız, kadın, hasta, alil, ısırgan otu gibi doğranması” olayı son derece etkili bir dille ve örnekler verilerek anlatıldı. Bu dizide, geleneksel İslamcı-muhafazakar yaklaşımın dışına çıkılarak, Celal Bayar ve Mareşal Fevzi Çakmak da suçlanıyordu. Mecmuanın 17 Şubat 1950 tarihli nüshasında bu sefer, Menemen Fatihi lakaplı Mustafa Muğlalı Paşa’nın 1943 Van-Özalp’te icra ettiği ‘33 Kurşun Olayı’ eleştirildi. 24 Şubat’ta ise 1937’de Diyarbakır’da yüzlerce Kürtün devlet marifetiyle katledilmesi olan ‘Karaköprü Olayı’nı anlatınca olanlar oldu. 3 Mart 1950’de Necip Fazıl tekrar tutuklandı ve mecmua 18 Ağustos 1950 tarihine kadar yayınlanmadı. Ancak mecmua kapalıyken, 14 Mayıs1950 seçimleri olmuş ve iktidara Demokrat Parti (DP) geçmişti. Yeni dönemde Necip Fazıl’ın dilini tutacak bir şey yoktu. Nitekim mecmuadaki CHP, İnönü ve Atatürk eleştirileri iyice keskinleşti. 1950-1951’de artık Büyük Doğu’da sadece İslami yazılar çıkıyordu. Necip Fazıl, rejimin dışladığı, ya da rejim karşıtı ne kadar yazar varsa (örneğin Türk ırkçısı Nihal Atsız, Cevat Rıfat Atilhan ve Rıza Nur, sosyalist Arif Oruç, Nurcu Said-i Nursi ) mecmuadaydı. Bu yazarların da katkısıyla en kaba şekliyle Yahudi ve komünizm düşmanlığı ve Türk ırkçılığı yapılıyordu. Kumarhane baskını Kısakürek’in “en büyük hastalığım, fe- laketim asıl zaaf noktam” dediği kumar hala yakasını bırakmamış olmalıydı ki, 4 Mart 1951 tarihinde, Necip Fazıl bir kumarhane baskınında yakalandı. 30 Mart 1950 tarihli Büyük Doğu’da kendini şöyle savunmuştu: “…eski erkan-ı harp yar-baylarından Mühürdar Reisi Agah Perin… Beyefendi… enteresan bir yere davetli olduğunu (...) N. Fazıl, Agah Beyefendinin bahsettiği yeri bir tripo (batakhane) zannederek kendisini de götürmesini rica etmiş (...) ve Agah Perin ile (...) bu yere beraberce gitmek kararını veriyorlar.” Amaçları güya kumar hakkında yazacağı esere bilgi toplamaktı. Halbuki aynı olayı, 1970’te kaleme aldığı Büyük Doğu’yu korumak için “efe ve külhani soyundan silahlı bir adam” temin etmek için söz konusu kumarhaneye gittiklerini anlatacaktı. Ve olayı DP’nin siyasi komplosu olarak sunacaktı. Halbuki çok değil 20 gün kadar önce, DP’nin İzmir İl Kongresi’nde Menderes’in konuşmasını çok beğendiği için mecmuasında ona övgüler düzmüştü. Daha sonra Yassıada duruşmalarında itiraf edeceği gibi Menderes’le ilk ilişkisi 1951’de başlamış, örtülü ödenekten aldığı ilk paraya karşılık, 28 Haziran 1949’da kurduğu Büyük Doğu Cemiyeti’ni 26 Mayıs 1951’de kapatmıştı. İslamcı yazar Kadir Mısıroğlu ise Üstad Necip Fazıl'a Dair adlı kitabında Necip Fazıl'dan şöyle bir cümle aktaracaktı: 'Kumar haramdır. At yarışında bahs-i müşterek oynamakta kumardır. Ancak haramı, haram kabul ederek işlemek sadece kumardır. Allah ise gaffururrahim'dir. Bu parayla ben Veli Efendi'ye gidip at yarışlarında bahs-i müşterek oynayacağım!..' (Burada bir parantez açalım. Necip Fazıl, muhtemelen bu tür akıl yürütmelerle namaz, oruç, zekat, fitre, hac gibi İslami ritüellerle de alakalı görünmemişti. Kadir Mısıroğlu’nun NFK’nın karakteri, tarih bilgisi, kitap okuması gibi konulardaki görüşlerini meraklısı kitaptan okuyabilir.) Başyücelik Devleti Büyük Doğu’nun esas teması Cumhuriyet rejimini eleştirmek olmuştu ama bu eleştiri çok geriden başlatılıyordu. Necip Fazıl’a göre II. Meşrutiyet Yahudi ve mason uşağı olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nce yapılmıştı ve “Meşrutiyet devri, (…) fuhuş ağacının ilk turfanda meyvalarını devşirir ve bu işin maddi ve manevi bütün unsurlarını kadrolaştırır.” Milli Mücadele bir “Yahudi komplosu” idi. Necip Fazıl’ın asıl kahramanları Sakallı Nureddin Paşa ve Mersin Cemal Paşa gibilerdi. Cumhuriyet Türk mille- tinin ahlak açısından en kötü dönemidir. Cumhuriyet dönemi, Kısakürek için Türk milletinin ahlak açısından en kötü zamanlarını yaşadığı devirdi. Laiklik dinsizlik ve Allahsızlıktı. Ama Necip Fazıl müritlerine temkinli olmayı öğütlüyordu: “Biz ne lâikiz diyoruz, ne lâik değiliz diyoruz. Birinden biri, ama söylemiyoruz. Lâiklik, ne iyidir, ne kötüdür diyoruz. Dikkat edin onu da söylemiyoruz. Ama diyoruz ki, lâiklik dünya hükmü olan bir din hakkında kabil-i tatbik değildir. Evet, sevgili gençler, daima benim gibi konuşmaya çalışın. Çünkü davamız çeşm-i bülbül kadar naziktir, yere düşürüp kırmayalım.” 15 Haziran 1951 tarihli Büyük Doğu’da yayımlanan Büyük Doğu Partisi’nin ana nizamnamesinde “Cumhuriyetin en ileri gerçek mef kûreleşmiş nevii” olan “Başyücelik Devleti”ni takdim etti kamuoyuna. Bu nizamnameden anlaşıldığı kadarıyla bu devlet eleştirdiği Kemalist Cumhuriyet gibi militarist esaslara göre tanzim edilmişti. CHP’nin Altı Oku’na karşılık Büyük Doğu Mef kûresinin ‘Dokuz Umde’si (Ruhçuluk, Ahlakçılık, Milliyetçilik, Şahsiyetçilik, Cemiyetçilik, Keyfiyetçilik Nizamcılık, Müdahalecilik, Sermayede Tahdit) vardı. CHP’nin Ebedi ve Milli Şef’inin karşılığı İslami bir ulu olan ‘Başyüce’ idi. TBMM’de ‘Hakimiyet Milletindir” yazarken, Yüceler Kurultayı’nda “Hakimeyet Hakkındır” yazacaktı. Kemalist rejim İstiklal Mahkemeleri yoluyla düzeni sağlarken, Başyücelik Devleti’nde sosyal hayatın parazitleri İslam hukukundaki ‘kısas’ yöntemi ile yola getirilecekti. Cinayetin bedeli şehir meydanlarında idamdı. Hırsızlığın cezası kolun kesilmesiydi. Faiz, dans, heykel, zina, fuhuş, kumar, içki, uyuşturucu ve her türlü keyif verici madde yasaktır Sinema devletin kontrolünde olacak, kahvehaneler kapanacaktı. (Burada bir parantez açalım: Necip Fazıl bu düşüncelerini 1968’de İdeolocya Örgüsü adlı kitabında genişletti. Kitaptan bir kaç cümle aktaralım: “Türk vatanının yalnız Müslüman ve Türklerle meskûn, yalnız Türkler ve Müslümanlardan ibaret hale gelmesi, hain ve muzlim unsurlardan baştan başa temizlenmesi için her türlü tedbir alınacaktır.” “İslam inkılâbı orducudur” ve “özenle yetiştirilecek subaylar, “orducu Büyük Doğu idealinin icrada mihrak şahsiyetidir” ve “Büyük Doğu militarizması, bütün insanlığa icabında tam bir vicdan hürriyeti, icabında da operatör bıçağı gibi cebir ve zorla tatbik edilecek bir ideal manivelasıdır.”) Ahmet Emin Yalman suikastı ve 6-7 Eylül 1952 yılında Büyük Doğu’nun, kızılbaş - sayfa 59 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 dönmelerin, masonların ve Yahudilerin çığırtkanı ve bir İslam düşmanı olarak tanıttığı gazeteci Ahmet Emin Yalman’a, 1952 Kasımında, Malatya’da Hüseyin Üzmez adlı bir genç (yakın dönemin tacizci yazarı) ateş etti. Yalman yaralı olarak kurtuldu ama 1953 yılının başında Necip Fazıl tutuklandı ve mecmuanın yayımına yaklaşık bir sene ara verildi. Necip Fazıl bu davadan da beraat etti ve yayınlarına devam etti. Benim Menderes’in kitabında anlattığına göre Necip Fazıl, Kıbrıs buhranının keskinleştiği bir sırada Menderes’le görüşmüş ve kendisini “Meclis’teki ‘Egemenlik Ulusundur!’ levhasından başlayarak, yalanların en büyüğü halinde ‘Halk’ismini taşıyan partiyi hâk ile yeksân (yerle bir) etmeye” ve onun her alandaki “tahribini iz bırakmamacasına silmeye” davet etmişti. Menderes de kendisini bir saat dikkatle dinlemiş ve Büyük Doğu’ya örtülü ödenekten para yardımı yapmıştı. Ne var ki görüşmeden birkaç gün sonra 6-7 Eylül olayları patlak verecek ve yakınlaşma da sona erecekti. Necip Fazıl, bu olayların “Adnan Menderes’in üzerinde bir trauma-ruhi darbe tesiri yaptığını” ve bunun “hadisenin tertip tarafında bulunduğuna delil” teşkil ettiğini söyleyecek ardından da Başbakan’ın olaylardan sonra “rizikoya göğüs gererek ileri atılacağına” korkarak geri çekildiğini ve “bütün haklarını haksızlığa çevirici ve kendisini içten çökertici, pasif mizacını” ortaya koyan bir tavır sergilediğini söyleyecekti. Örtülü ödenekten 147 bin lira Necip Fazıl’ın DP ile ilişkisi her zaman dalgalı olmuştu. Örtülü ödenekten aldığı paralar azaldığı zaman DP’ye muhalefeti sertleşiyor, arttığı zaman yumuşuyordu. Yassıada’da bu durumu Menderes Mahkeme Başkanı Salim Başol’a şöyle açıklamıştı: “Müsaade buyurursanız Reis Beyefendi onun yazılarının memlekete yararlı olmaktan ayrıldığını gördüğümüz zaman münasebeti kestik. Uzun zaman münasebeti kesiyoruz, tekrar geliyor, düzelteceğim, doğruya gideceğim diyor, münasebeti tekrar tesis ediyoruz.” DP iktidarı ile Necip Fazıl arasındaki çapraşık ilişkinin bir örneği, Necip Fazıl 1957’de Fuat Köprülü’ye hakaretten 8 ay dört günlüğüne hapse girdiğinde, eşi Neslihan Hanım’a örtülü ödenekten 3 bin lira ödenmesiydi. Meşhur dolandırıcılardan Selçuk Parsadan’ın babası Sabahattin Parsadan biraz daha ayrıntılı anlatmıştı ödenek ilişkisini: “Bir zamanlar Allah rahmet eylesin [Ziraat Bankası Genel Müdürü] Mithat Dülge’ye gider ve ödenmeyecek hesapta diye arkasında yazı bulunan bonolardan alır gider 500’er liraları alırdık. Bilhassa Necip Fazıl… O zamanlar Büyük Doğu adlı dergiyi çıkartıyordu. Parasız kaldık mı ya oraya ya da Başbakanlığa doğruca Ahmet Salih Korur’a giderdik. Necip Fazıl ile birlikte kapıda beklerdik. O zamanlar 500, 1000 veya 750 lira bir deftere imza eder, parayı koparırdık. Ama o zaman bunlar çok büyük para. Mithat Bey Ziraat Bankası’ndaki özel hesaptan, Ahmet Salih de örtülü ödenekten para verirdi bize. Ahmet Salih aynı zamanda zamparalık arkadaşımız. Allah rahmet eylesin, iyi adamdı…” içinde doğrulttuysa sen bir şehitsin ve Allah Resulünün iltifatına layıksın. Elveda Adnan Bey!” (Babıali kitabında da en yakın dostu şair Sezai Karakoç’u yaralayacak sözler etmişti.) 1960 darbesinden sonra DP iktidarının yargılandığı Yassıada Davası sırasında, Necip Fazıl örtülü ödenekten 147 bin lira yardım aldığını kabul etti. Ayrıca 1952 yılında kendisine Osmanlı Bankası aracılığıyla 30 bin lira kredi verilmişti. (Bugünün parasıyla ne ettiğini hesaplayamadım ama o günlerde bir Austin marka kamyonun 5 bin lira civarında olduğu, dolayısıyla bu parayla 30 kamyon alınacağını söyleyenler var. Ama buna karşılık Necip Fazıl da, DP iktidarı sırasında çok büyük maddi kayıplarının olduğunu iddia ediyor.) Necip Fazıl 27 Mayıs 1960 darbesi olduğunda DP’nin 1951’de çıkardığı Atatürk’ü Koruma Kanunu’na muhalefetten hapishanedeydi. 1,5 yıllık cezasını tamamlayıp 18 Aralık 1961 günü hapisten çıktı ve 1962 yılının Ocak ayında DP’li Selim Ragıp Emeç’in gazetesi Son Posta’da yazmaya başladı. Daha ilk günlerde yazdığı ‘Kırmızı’ başlıklı yazısı yüzünden CHP yanlısı Dünya gazetesinin başyazarı Bedii Faik’in eleştirisine uğradı. “Yakası kızıl zindancı seni unutmayacağım” diye başlayan yazıyı “Kahpelik”, Necip Fazıl’ı “yobaz bozuntusu, zavallı” diye niteleyen Bedii Faik’e göre “Kırmızı” kurmayların kırmızı çuhasını, dolayısıyla orduyu ima ediyordu. Necip Fazıl’ın cevabi yazısı “Al!” başlığıyla ve Kurmaylar münezzeh ve başımızın tacıdır, tahriki ise deni ve şeni bir köpek” spotu ile çıktı. Necip Fazıl “dökük kıllarının her kökünde uyuz kabartıları zıpzıplaşan ve ruhundaki cerahat ağzından dökülen ve hokkasını dolduran bu adi hayvan….”, “Bu mikrop kavanozu” gibi son derece ağır ifadelerde Bedii Faik’e saldırıyor ve kendini şöyle savunuyordu: “Millet-Ordu yazısında belirttiğim gibi ben ilk terbiyesini askeri mektepten almış (militarist) bir insanım, tek kelimeyle orducuyum ve hayalimde mef kûreleştirdiğim kurbay subay seciyeine aşıkım. O kadar aşıkım ki, 27 Mayıs hareketinin bir neşter gibi deştiği ahlak buhranımızın en keskin tezahür kutuplarından biri olarak, kabuslara bile giren gelecek bir münasebeti, arslanlara: -Bak düşmanın senin için ne diyor!!! Gibilerinden rapor etmeye kalkan Bedii Faik misillu hasta köpeklerin tecrit edilecekleri hali adayı yine kurmay dehasından beklemekteyim!” Zeybeğin ölümünden sonra Menderes’in idamından sonra yazdığı şiirde, “Zeybeğim, dünyayı aldın götürdün/Bir öldün de beni binbir öldürdün!” diyen şaire göre DP iktidarının 1950-1954 arasındaki dönemi Hedefsiz Gayret Devresi, 1954-1957 arasındaki dönemi Boşuna Zahmet Devresi ,19571960 arasındaki dönemi ise Boyuna Gaflet Devresi’ idi ve Menderes Allah’ın ve tarihin ona sunduğu fırsatları değerlendirememişti. DP, ne kendi öz gençliği ile Halk Partisi’ne karşı manevi bir taarruza girişebilmiş ne de kullandığı kaba kuvveti sonuna kadar götürebilmişti. Örneğin Necip Fazıl’a göre, 28 Nisan 1960 günü İstanbul’da meydana gelen üniversite olaylarında eğer 1,5 ölü (üniversite öğrencisi Turan Emeksiz o gün, lise öğrencisi Nedim Özpulat hastanede öldüğü için 1,5 diyor olmalı) yerine 150 ölü verilmiş olsaydı ortada bir hükümet olduğunun anlaşılacağını ve bir darbe ile DP’nin iktidardan uzaklaştırılmayacağın düşünüyordu. Örtülü ödenekten tahsisat koparmak istediğinde “Ellerinizden, dudaklarımı derinize yapıştıracak ve hiç ayırmayacak bir hararet ve merbutiyetle öperim” diyen Necip Fazıl, 1970’de yazdığı Benim Gözümde Menderes kitabını şöyle bitirmişti: “Eğer Allah, İslamiyet’i koruduğun YALANANINI, sana, o beyin yırtıcı ve yürek delici yalnızlığın Muhalif olduğunu iddia ettiği CHP döneminde 8-9 ay hapis yatan Necip Fazıl, örtülü ödenek aldığı DP döneminde 22 ay hapis cezası almıştı, belki de bundan kızgındı hamisine. (Bu vesileyle Necip Fazıl’la sürekli karşılaştırılan Nazım Hikmet’in 1938-1950 arasında 12 yıl hapis yattığını belirtelim.) Militarist Necip Fazıl Polemik Harp Akademisi öğrencilerini galeyana getirmiş, öğrenciler Son Posta’ya yürümüşler, Akademi komutanının Bedii Faik’e ricası üzerine, Bedii Faik cevap yazmayarak tansiyonu düşürmüştü. Ama Milli Savunma Bakanlığı kızılbaş - sayfa 60 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Necip Fazıl hakkında soruşturma başlatmıştı. Sonunda bilirkişi Necip Fazıl’ın “kırmızı” derken kurmayları kastetmediğine kanaat getirdiğinden yargılama olmadı. Bedii Faik’e göre mahkeme müritleri tarafından “yarı aziz ilan edilen” Necip Fazıl’ın “küfür edebiyatına düşmeye korkmuştu. Sakin dönemde Gençliğe Hitabe Bu tarihten sonra Necip Fazıl konferanslar vermek için Türkiye’nin çeşitli illerine gitti. Hikayeler yazdı, bunlar 1964 ve 1970’te basıldı. (Kumar konusu bu hikayelerden bazılarının ana teması oldu.) Necip Fazıl Kısakürek, Milli Türk Talebe Birliği’nin 25 Nisan 1975’te düzenlediği ‘Milli Gençlik Gecesi’nde okuduğu Gençliğe Hitabe adlı konuşmasında, (Taner Timur’un özetiyle) Türk tarihini dört dönemde incelemiş ve Cumhuriyet dönemini “İşgal ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, madde planında kurtarıldıktan sonra ebedi helake mahkum” kılan bir rejim olarak tanımlamıştı. Bu toplantıya Prof. Erbakan, Abdullah Gül ve R. T. Erdoğan da katılmışlar ve Erdoğan da şairin Sakaryanın Destanı başlıklı şiirini okumuştu. 1980 darbesi şahlanıştır! 1962’de militarist olduğunu göğsünü gere gere söyleyen Necip Fazıl, Rapor 13’te şöyle dedi 12 Eylül 1980 darbesi ile ilgili olarak: "Hareketin mahiyeti... Malum klasik darbelerden biri değildir... Bu hareket olmasaydı, yıl değil, ay değil, belki hafta ve gün hesabiyle Türkiye'nin çöküşü gerçekleşebilirdi... 27 Mayıs 1960 ile 12 Eylül 1980 Hareketi arasında şu fark vardır ki, ilki milli iradeye tam zıt ve fikirsiz bir gece baskını olmuşken, ikincisi milli ihtiyaca tam uygun bir imdat davranışı olmak istidadındadır... 27 Mayıs 1960 hareketi 'millete rağmen' diye belirtilirken, 12 Eylül 1980 müdahalesi ancak 'millet için' formülüyle ifade edilebilir." "Hedefi de bölücülük, komünizm ve din nikabı altında dolayısiyle gayet tabii olarak 'devlet ve cumhuriyeti koruma ve kollama' atılışı... Bir iç darbe değil, iç şahlanıştır. İsyan değil, ıslah..." “Ben olsaydım orduya 'gel bu işi sen yap!', hatta 'beni de yakala!' teklifinde bulunmayı en akıllı tedbir sayardım." "’Diyarbakır'da 'şeriatin kestiği parmak acımaz' diyen Devlet Başkanı şeriati hak ve hakikat manası dışında kullanmış olmayacağına ve ayrıca 'anarşiyi kökünden temizlemedikçe gitmeyeceğiz' dediğine göre gerçek Müslüman'a düşen vazife ona şöyle cevap vermektir: Dediklerinizi yapın da, başımızdan hiçbir an eksik olmayın!.." Yeni tabumuz Kadir Mısıroğlu’nun “Amellerinde kusursuz olsaydı Müslüman kitleyi vakitsiz kıyam ettirebilir ve bir faciaya sebep olabilirdi. O derece gözü kara ve söz vadisinde kaldığı müddetçe öylesine sihirli bir kudrete sahip olan Üstad, çok hevesli olduğu aksiyona işte bu zaafları sebebiyle ulaşamıyordu,” dediği Necip Fazıl Kısakürek 25 Mayıs 1983 günü vefat etti. Sevenlerinin deyimiyle ‘Üstad’ AKP iktidarı ile birlikte tekrar siyasi gündeme girdi. Başbakan Erdoğan 2011 Şubat ayında AKP Gençlik Teşkilatı’na Üstad’ın Gençliğe Hitabe’sinin, “dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlik” isteyen satırları okudu. Erdoğan 2 Kasım 2012 tarihinde yapılan partisinin geleneksel Kızılcahamam toplantısındaki konuşmasını da aynı metnin “Yarın elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!” mısralarıyla bitirdi. Bu satırlardan da anlaşılacağı üzere, NFK AKP ve Gülen Hareketi’nin ana omurgasını oluşturan İslamcı muhafazakar milliyetçiliğin tabusu, kutsal ve dokunulmaz figürü. Not: Bu yazı, basılı Radikal’deki yazının tam halidir. Özet Kaynakça: Necip Fazıl Kısakürek’in eserleri (Hepsi Büyük Doğu Yayınları’ndan çıkmıştır): Kafa Ka- ğıdı (2009); O ve Ben (2002); Babıali (1999), Vesikalar Konuşuyor-Dedektif X Bir- (2009); Son Devrin Din Mazlumları (2008), Benim Gözümde Menderes (2008), İdeolocya Örgüsü (2008); Kadir Mısıroğlu, Üstad Necip Fazıl'a Dair, Sebil Yayınları, 2011; Alaattin Karaca, Necip Fazıl Adnan Menderes İlişkisi, Mektuplarla ve Belgelerle, Lotus Yayınları, 2009; Hece Dergisi Necip Fazıl Kısakürek Özel Sayısı, Yıl: 9, Sayı: 97, Ocak 2005; Mehmet Ali Kılıçbay, “Bir ‘Tarih Okuma Tarzı’ olarak Gericilik”, DoğuBatı, Yıl:1, Mayıs, Haziran, Temmuz, 1998; Nuray Mert, Merkez Sağın Kısa Tarihi, Selis Kitaplar, 2007, Emine Gürsoy Naskali, Örtülü Ödenek Davası, Yassıada Zabıtları–I, Kitabevi Yayınları, 2005, Emin Karaca, Türk Basınında Taner Timur, “Necip Fazıl Kısakürek, ‘İslam İnkılabı’ ve AKP”, http://www.ozguruniversite.org/index.php?option=com_cont ent&view=article&id=1205:necip-fazlksak uerek-slam-n klab-ve-akp-tanertmur&catid=1:guencel-yazlar&Itemid=5 Düzeltme ve Özür: Geçen haftaki Menemen Olayı yazımda iki maddi hata yapmışım. Birincisini (ki gazetemizin yazarı Tarık Işık sayesinde fark ettim) Yahudi Jozef, ip satmaktan değil el çırpmaktan idam edilmişti. İkincisine ise okurumuz Yusuf Çağlar işaret etti. Kubilay’a atılan kurşun topuğuna değil, sağ koltuk altına girmiş, sol kürek kemiğinden çıkmıştı. Düzeltenlere teşekkür ederken, sizlerden özür dilerim. Kaynak: Radikal kızılbaş - sayfa 61 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Samatya’da bir ay içinde 2 Ermeni kadın vahşice öldürüldü! Aramyan Okulu'nun Bir Öğretmeni Öldürüldü Ermeni Aramyan Uncuyan İlköğretim Okulu'nda bilgisayar öğretmeni olan İlker Şahin, yalnız yaşadığı evinde boğazı kesilerek öldürüldü Öğretmen arkadaşları, üç gündür kendisinden haber alamadıkları ve cep telefonunun kapalı olduğu Şahin'in evine gittiklerinde cinayet ortaya çıktı. Sekiz yıldır aynı okulda görev yapan Şahin 40 yaşındaydı; bir kızı vardı. Kadıköy Caferağa Mahallesi Sivastopol Sokak'ta yaşanan cinayette Şahin ile katilleri arasında uzun süreli bir boğuşmanın yaşandığı kaydedilirken, odanın kanlar içinde kaldığı öğrenildi. Polis, Şahin'in cep telefonundan, "Noel Bayramınız kutlu olsun" diyerek toplu mesaj gönderdiğini belirtti. Bir ay içinde üç saldırı olmuştu * Samatya'da uzun yıllar boyunca tek başına yaşamış olan 84 yaşındaki Maritsa Küçük, 28 Aralık günü evinde darp edilip yedi yerinden bıçaklanmış olarak bulundu. * Yine Samatya'da yaşamakta olan 87 yaşındaki başka bir Ermeni kadın da, Aralık ayı başında evinde dövülerek darp edilmiş, iki hafta yoğun bakımda kalmış ve bir gözünü kaybetmişti. * Apostolik Ermenilerin Noel'i kutladığı gün olan 6 Ocak'ta ise yine Samatya'da yaşlı bir kadın, üç kişi tarafından kaçırılmaya çalışıldı. Çevrede olayı fark eden bir kadının müdahale etmesi ile yaşlı kadın kurtarıldı ama yaşlı kadını kendisine para vereceklerini söyleyerek kandırmaya çalışan şüpheliler yakalanamadı. (NV) * Bu haberi agos.com.tr'den derledik. 85 yaşındaki Maritsa Küçük, Samatya’ da yalnız yaşadığı evinde vahşi bir cinayete kurban gitti. Darp edildikten sonra bıçak darbeleriyle yaşamını yitiren Küçük’ün üzerindeki ziynet eşyalarının alındığı belirlendi. Nefret cinayeti ihtimalini akıllara getiren olayın, Samatya’da yaşlı Ermeni kadınlara yönelik bir ay içindeki ikinci saldırı olması endişe yarattı. Maritsa Küçük (85), Samatya’da tek başına yaşadığı evinde 28 Aralık Cuma günü vahşice öldürüldü. Maritsa Küçük (85), Samatya’da tek başına yaşadığı evinde 28 Aralık Cuma günü vahşice öldürüldü. Darp edildikten sonra vücuduna aldığı bıçak darbeleri sonucunda yaşamını yitiren Küçük’ün üzerindeki ziynet eşyalarının alındığı belirlendi. Olayın, Samatya’da, yalnız yaşayan yaşlı Ermeni kadınlara yönelik, bir ay içindeki ikinci saldırı olması semtte tedirginlik yarattı. Haç şeklinde kesik Kayseri doğumlu olan, İstanbul’a göç ettikten sonra bakkal dükkânı işleten ve bu nedenle ‘Bakkal Maritsa’ olarak tanınan Küçük, 28 Aralık Cuma günü evinde ölü bulundu. Yedi kez bıçaklanan ve boğazı kesilerek öldürülen Küçük’ün, nefret cinayetine kurban gittiği iddiası endişe yarattı. Evinde yalnız yaşayan Maritsa Küçük’ün cesedini oğlu Zadik Küçük buldu. Kapalı Çarşı esnafından olan Zadik Küçük, cinayetle ilgili bilgilerini Agos’la paylaştı. Zadik Küçük, annesinin bedeni üzerinde haç şeklinde bir işaret gördüğünü söyledi: “O gün işten eve dönüp yemek yedikten sonra duşa girdim. O sıra ablam aramış ve eşime, anneme telefon ettiğini ve cevap alamadığını söylemiş. Ablam her gün annemi arar, halini hatırını sorar. Duştan çıkıp hemen annemin evine koştum. Evin bir anahtarı da bende durur. Anahtarı deliğe soktum, hemen açılınca şaşırdım, çünkü annem her zaman kapıyı arkasından kilitler ve sürgülerdi. Kapıyı aralarken yerde birinin yattığını gördüm. Önce annemin düştüğünü sandım, çok karanlık olduğundan hiçbir şey göremiyordum. Işığı açınca onu kanlar içinde gördüm. Çıplaktı ve göğsünde haç şeklinde bir işaret vardı. Karın bölgesinde soldan sağa, derin olmayan bir kesik olduğunu gördüm ama diğer kısmı kan lekesi de olabilir, ondan emin değilim. Annemi o halde görünce çok kötü oldum, şoka girdim. Hemen polisi arayıp durumu bildirdim.” Soruşturma devam ediyor Yapılan ilk incelemede, 85 yaşındaki Maritsa Küçük’ün, bıçaklanmadan önce, gözüne ve çenesine yumruk atıldığı anlaşıldı. Devam eden soruşturma kapsamında, Küçük’ün üzerinde bulunan altın takıların çalınmış olduğu belirlendi ve cinayetin soygun amacıyla işlenmiş olması ihtimali öne çıktı. Polisin, katil veya katilleri tespit etmek amacıyla çalışmalarını sürdürdüğü söyleniyor. Maritsa Küçük’ün cenazesi 5 Ocak Cumartesi günü Samatya Surp Kevork Kilisesi’nde düzenlenecek törenin ardından toprağa verilecek. Bir ayda iki saldırı Samatya’da, Aralık ayının başında da, yalnız yaşayan 87 yaşındaki bir başka Ermeni kadın saldırıya uğramıştı. Dairesinden içeri girdiği sırada arkasından yaklaşan saldırganın önce yumruklayıp ardından boğazını sıktığı T.A.’nın ziynet eşyaları çalınmış, saldırı sonucunda bir gözünü kaybeden yaşlı kadın, bir süre yoğun bakımda kaldıktan sonra taburcu olmuştu. Kısa süre içinde, biri ölümle sonuçlanan iki vahşi saldırıya tanık olan Samatya halkı saldırganların bir an önce yakalanmasını istiyor. (Agos) kızılbaş - sayfa 62 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş - sayfa 63 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş - sayfa 64 - sayı 22 - ocak 2013 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş evlatlarımız tüm kızılbaşların başı sağolsun sakine polat Sakine Cansız ne zaman kendimiz ile açı yüzleşmeyi başarırsak! işte o zaman kızılbaş öz partimiz ile saiyaset alanına çıkar kendimizi temsiledebiliriz!. sakine polat Hasan Ocak’ın Anası Dr. Baran