Dergi Nisan-2008
Transkript
Dergi Nisan-2008
EĞİTİMDE VELİ KATILIMCILIĞININ GELİŞTİRİLMESİ İÇİN ÖVDER YIL:6 SAYI:11 NİSAN 2008 ÖZGÜRLÜĞE KANAT ÇIRPMAK İÇİN ÖRGÜTLENELİM ÖV-DER Tüm Öğrenci Velileri Dayanışma Derneği Genel Merkezi Adına Sahibi İÇİNDEKİLER Eğitimde Nereden Nereye................................III Enver ÖNDER Zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi Uygulamaları...................................................4 Yaygın Süreli Yayın Siyasal İslam ve Sol.....................................5 Sorumlu Yazı İşleri Müdürü İsmail GÖKTAŞ Eğitime Bakış..............................................7 Yayın Kurulu Mehmet ERÇEN Ziya GÜRGÜR Bahar GÜLER Jale KİRMAN Faruk ADIGÜZEL Tasarım ve Mizanpaj H. Emre HAZIR emrehazir@hotmail.com Ülkemize İlişkin Bir Deneme............................8 Özgürlük......................................................9 Eğitim Haberleri.............................................10 Bilinç ve Bilinçaltı Üzerine Notlar..................11 Diyarbakır Bismil’den.....................................13 Mevsimlik Umutlar Mevsimlik Hayaller..........14 Suçluyuz....................................................15 Küresel Isınma...........................................16 Özelleştirmede Bir Adım Daha....................17 Baskı Yönetim Yeri ve İletişim Adresi Yeniankara sok. No: 6 İçcebeci- ANKARA Tel-Fax: (0312) 362 58 99 E-Mail: ovder@mynet.com Web Sitesi:www.ovder.com Posta Çeki Hesabı: ÖV-DER/1014256 II | ÖVDER Bilim ve Teknik..........................................18 Bulmaca......................................................19 EĞİTİMDE NEREDEN NEREYE Enver ÖNDER Günümüz gençliğinin, içinde bulunduğu boşluk duygusunun doğurduğu sonuçlar uzmanları bile şaşırtmaktadır. yok. Yalnızca kendi eğitim tarihimize bir göz atmak, gören gözler, duyan kulaklar ve düşünen beyinler için yol gösterici olacaktır. Üniversite eğitimi almakta olan gençlerimizin elde bıçak, anne boğazlamaları, satırla. Saldırmalarla ve silahlarla birbirlerine saldırmaları düşünce sınırlarını z orlaya n bi r boyut ve yaygınlık kaz an d ı. Köy enstitülerinde, öğrenci odaklı bir eğitim uygulanıyordu. Üretim de izi olanın yönetimde yüzü olur ilkesinden yola çıkıldı. Geçmişte, kendilerini anlatmakta güçlük çeken, eğitimsiz, ufuksuz köy delikanlılarında rastladığımız, aşk diye yutturulmaya çalışılan insana sahip olma mülkiyetçi anlayışı artık üniversite çevrelerinde yaşanır oldu. “Ya benim olursun ya kara toprağın.” İlkelliği iletişim araçlarınca da bir beceri gibi sunulmakta ve sıradanlaştırılmaktadır. Günümüz bencil aile yapısının doğurduğu sahiplenme duygusu çocuğu aşarı derecede korumaktadır. Çocuğa kendi sorumlulu kları verilmemektedir.Gerek aile içinde gerek eğitim kurumlarında kendi kendine yetebilme becerisi kazandırılamamaktadır. Görev ve sorumlulukla haklar konusunda bilgi ve dengeleme yetkinliği verilememektedir. Sistemli çalışma alışkanlığı kazandırma yerine köşe dönme, rastlantıların yönlendirdiği bir yaşam biçimi yeğlenmektedir. Bilim, sanat ve beceriler yoluyla çocukların kendilerini anlatabilme ve yaratıcı, güçlerini ortaya koyabilmelerine olanak verilmemektedir. Beslenme, barınma ve sağlıklı yaşam gibi temel gereksinmelerin karşılanmasında en küçük bir duyarlık yok. Uzmanlar soruyorlar: “Gençlerimize neler oluyor?” Bizce gençlerimize bir şey olmuyor. Gençlerimiz için kafamızı yormadığımız, bir takım düzenlemelerle öz saygılarını geliştirmediğimiz, onları üreten, yaratan ve yöneten saygın bireyler konumuna getiremediğimiz için, bulundukları boşluktan bizlere kendilerini duyurmaya çalışıyorlar. Öğrenciler iş içerisinde, iş aracılığı ile iş için eğitilmeye çalışıldı. Üreten yaratan birlikte ürettiklerini ortaklaşa tüketen insanların kazandıkları öz güven onları yönetime de ortak olmaya cesaretlendiriyordu. Köy enstitülerinde bilgi, insan için bir süs, bir toplumsal konum kazandırma aracı olarak değil kullanılmak için öğreniliyordu. Bunun sonucu olarak da yönetime değişik biçimlerde ortak olunuyordu. Öğrenci örgütü ile, yönetimde denetimde ve sorumluluk paylaşmakta ortaklaşa davranılıyordu. Ayrıca, her hafta bayrak töreninden sonra okulda o hafta yapılan çalışmaların bir değerlendirmesi yapılarak, öğretmen ve yöneticiler gibi öğrenciler de eleştiri, uyarı ve önerilerini dile getiriyorlardı. Köy enstitülerinde yurttaşlık ve insan hakları eğitimine özel bir önem veriliyordu.Bu ad altında bir ders olmasına karşın, bu eğitimin yalnızca derste verilemeyeceğinin bilinci ile davranılıyordu. Tüm öğretim ve eğitim etkinliklerinde bu dersin amaçlarının gerçekleşmesi için çaba gösteriliyordu. Yurttaşlık ve insan hakları eğitimi ile demokrasi aynı zamanda bir yaşam biçimi olarak görülüyordu. Bu eğitimin içselleştirilebilmesi için yaşamın her alanında demokratik davranmaya özen gösteriliyordu. Genel kültür dersleri ile uygulamalı dersler dışında eğitsel etkinliklerle de öğrencilerin kendilerini geliştirebilmelerini, çevreye kendilerini anlatabilmelerini, kişilik geliştirmelerini sağlamaya çalışılıyordu. Devletin yurttaşa karşı görevleri ve belli başlı hak ve özgürlüklerimiz öğrencilerle tartışılıyor, değ erlerin ortaklaştırılmasına çalışılıyo rdu . Bu noktada ne yapılmalıydı sorusuna yanıt aramak için eğitim uzmanı, bilim adamı olmaya gerek 3 ÖVDER | III ZORUNLU DİN KÜLTÜRÜ VE AHLAK BİLGİSİ DERSİ UYGULAMALARI Orhan YÜCE (ÖV-DER İzmir Şube Başkanı) Danıştay Sekizinci Dairesinin, 03. Mart. 2008’de “Din Kültür ve Ahlak Bilgisi” dersleri için verdiği karar, eğitim sistemini tekrar tartışmaya açtı.İki alevi velinin İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’ne vermiş olduğu dilekçe ile başlayan süreç, Danıştay kararı ile sonlandı. Ama uygulamada hukuksuzluklar devam ediyor. Gerekçesini Türkiye’nin yıllar öncesi imzaladığı Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 9.maddesi ile ek 1 nolu protokolün 2. maddesindeki “eğitim hakkı” başlıklı bölümünde , "Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz. Devlet, eğitim ve öğretim alanında yükleneceği görevlerin yerine getirilmesinde, ana ve babanın bu eğitim ve öğretimi kendi dini ve felsefi inançlarına göre yapılmasını sağlama haklarına saygı gösterir" hükmünün oluşturduğu mahkeme kararı, “Din Kültürü ve Ahlak B ilgisi de rslerinin bu içeriği ile zorunlu tutulmasında hukuka uyarlık bulunmamaktadır” biçimindedir. Anayasa mahkemesi “Laik devletin doğası gereği resmi dininin bulunmaması, belli bir dine üstünlük tanımaması, onun gereklerini yasalar ve diğer işlemlerle geçerli kılmaya çalışmaması gerekir” kararı da bu sözleşmeye uygundur. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ulusal yasaların da üstündedir. Ama AKP hükümetini ve Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’i bu kararlar ve sözleşmeler bağlamıyor. Çeşitli gerekçelerle geçiştiriyorlar. Bakan diyor ki; “Danıştay’ın incelediği eski müfredat, biz yeni müfredatta bunları yerine getirdik”. Bakın yeni müfredatta neler var? 4.sınıf Üniteleri 1 Hz Muhammed’i tanıyalım 2 Kuran-ı Kerim’i tanıyalım 5.sınıf Üniteleri 3 Allah İnancı 4 Hz. Muhammed ve Aile hayatı 5 Kuran’dan Kıssalar 4 | ÖVDER 6 7 8 9 10 11 12 13 6.sınıf Üniteleri Namaz ibadeti Son peygamber Hz. Muhammed Kuran’ın Temel Eğitici nitelikleri 7.sınıf Üniteleri Hz Muhammed Ramazan ayı ve Oruç Kuran’da Akıl ve bilgi 8.sınıf Üniteleri Zekât Hac ve Kurban İbadeti Hz. Muhammed’in hayatından Örnek davranışlar Bu konuların ahlakla ve dinlerin, inançların tanıtımı ile ne ilgisi var? Açıkça, bu İslam dininin Sünni inanışla eğitimi değil midir? Bu uygulama yasalara ve sözleşmelere aykırı değil midir? Dinin siyasallaştırılması bu değil midir?Eğitim ve öğretim hakkı insanın en temel haklarından biridir. Bu hak yasalarda ve sözleşmelerde açıkça belirtildiği halde, neden ülkeyi yönetenler hep sorun çıkartırlar? Okullarda yasa dışı toplanan paralar bu hakkı engellemiyor mu? Türbanlı –türbansız uygulamaları bu hakkı engellemiyor mu? E ğ itim in içeriğ in in b ilimsel ve laik, uygulanışının demokratik olmaması bu hakkı engellemiyor mu?“Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” derslerinin zorunlu ve tek yanlı olması bu hakkı engellemiyor mu? Din ile ahlakı yan yana getirmek, inancı olanın ahlaklı, inancı olmayanın ahlaksız olduğunu mu gösteriyor? Bu gün gerek toplumda gerekse okullarda ne türbanlılar dindar, ne de türbansızlar laik diye bir ayrım gerçeği yansıtmaktadır.Okullarda ve diğer eğitim kurumlarında devletin resmi dini haline gelmiş Sünni inanca göre zorunlu din eğitimi veren ve diyanet bünyesinde 120 binden fazla din adamına maaş veren SİYASAL İSLAM VE SOL Cemalettin CANLI bir devlet, yasalarında ne derse desin laik ve d em okr a tik bir yön etim ger ç ek leş tire m e z. 1739 sayılı Milli Eğitim Temel kanununun 12. maddesi “Türk Milli Eğitiminde laiklik esastır” Ama uygulamada dini ve ırkçı eğitim esas alınıyor. İlköğretim kitaplarında, abdest suyunun yararlı olduğunun anlatılması, yazarı yabancı olan okuma parçalarını çevirirken aslından uzaklaştırıp dini ifadelerin eklenmesi, din derslerinde surelerin ezberlettirilmesi, okullarda mescit odaları açılıp namazlar kılınması ve biyoloji derslerinin “yaradılış teorisi”ne dönüştürülmesine dayanan bir eğitim ne laiktir ne de bilimseldir. Sünnilik, Alevilik, Hıristiyanlık, Ateistlik ve diğer inançların öğrenilmesi ve eğitimi, kişilerin kendine veya velilerine bırakılmalıdır. Gerçek Din, İnanç ve düşünce özgürlüğü budur. Şimdi, inancı gereği ve yasaların vermiş olduğu hakları kullanmak isteyen veliler, çocuklarının dini eğitimini serbest ve inançlarına göre yapmak istiyorlar. Bu temelde, Hükümet ve Milli Eğitim B akanına Ö V D E R ola rak çağr ı yap ıyo ru z: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini ve Danıştay kararını uygulayın. Din öğretimi ve eğitimi tüm eğitim kurumlarında serbest olsun. Herkes dilini, dini inanç ve geleneklerini serbestçe kulansın. Laik devlet ve laik eğitim bunu gerektirir. Velilerimize çağrımız, çocuklarınızın dini eğitimini bu müfredatla okutmak istemiyorsanız, okul müdürlüklerinden başlayarak ilgili kurumlara dilekçelerinizi verin. Biz Öğrenci Velileri Dayanışma Derneği olarak her zaman sizin yanınızdayız. Siyasal İslam’a ilişkin söz söylemek, hiçbir sonuca bağlanmamış olsa bile mayınlı bir alana girmek anlamına gelmektedir. Hem de bizim döşemediğimiz ve döşenmesine katkıda bulunmadığımız, nerede olduğunu bilmediğimiz mayınları barındıran bir alandır söz konusu olan. Dolayısıyla cahil cesareti ile şimdi ne olacak korkusunun hayatlarımıza hakim olduğu bir alanda dolanıyoruz. Meseleyi demokratik gelenekler ve dinin hükümleri, ilericilik ve gericilik açısından tartışmaya çekiliyoruz ve meselenin tartıştıkça da içinden çıkılmaz bir hale sokulmasına katkıda bulunuyoruz. Siyasal İslamcı olarak adlandırılan politik kadroların muhtemel stratejileri hakkında bitmez varsayımlar sıralıyoruz. Oysa ne olup bittiğini anlamak için büyük tarihsel toplumsal çözümlemelere ihtiyacımız olmadığı gibi henüz düştüğümüz bir deniz de yok ve yılana sarılmamız d a g e r e k s i z b i r t a v ı r. İnsana dair olan her şey gibi politik tasarımlar da –hangi soyutlama düzeyinden olursa olsunnihayetinde günlük yaşama temas ettiği oranda gerçekleşebilirler. Bu teması her zaman ve her durumda algılayamayabiliriz, ancak bir tasarım insana temas etmeden gerçekleşemez. Dolayısıyla ‘Siyasal İslam’ olarak adlandırılan politik tasarımı da –kökenlerini, hedeflerini ve yapıcılarını bilerekgünlük yaşam içindeki temaslarından ve etkilerinden hareketle anlamaya çalışmak, büyük teorik analizlerden ve komplo teorilerinden sıyrılarak kendimize ilişkin bir yaklaşım olanağı verecektir. Hele de solun temel değerlerine ve yaklaşımlarına sahip insanlar için bu olanak kendini yeniden üretme kapılarını da açabilecek niteliktedir. Bu noktada temel ve değişmez referans Marx’ın şu sözleridir. “Din vicdansız dünyanın vicdanıdır. Din bir afyondur.” Bu yaklaşım bize bugünü anlamak için bir dizi kanal açmaktadır.Öncelikle yaşadığımız günlerde ve bütün dünyada din, yaşama pratiklerini etkileyen bir unsur olarak yükseliyorsa dünya daha da vicdansızlaşmış demektir. İ k i n c i olarak ülkemizde dini referans olarak alan güçler iktidar ortağı olma noktasına gelmişlerse ülkemiz daha da vicdansızlaşmış demektir. Üçüncü olarak kendileri bizatihi vicdansızlığın sürdürücü güçleri olan ve asıl olarak merkezde yerini almak için kavga yürüten çevre sermaye grupları, vicdanın temsilcisi rolünü üstlenmişlerse ve bu tutum onları iktidara ortak olma aşamasına getirmişse, bir temsil probleminden, yanlış bilinç anlamında bir ideolojik çarpılmadan söz 3 ÖVDER | 5 etmek gerekmektedir. Dördüncü olarak temsil probleminin ve yanlış bilinç olarak ideolojik çarpılmanın yalnızca ‘Siyasal İslamcılara” oy veren/arka çıkan insanların sorunu olmadığını teslim e t m e k g e r e k m e k t e d i r . Ve son olarak kategorik bir “Siyasal İslam” tanımı yapmanın ve bu tanım üzerinden tutum benimsemenin, sürdürülen gölge oyununda Hayalî Küçük Alilerin ömrünü uzatmaktan başka bir işe yaramayacağı anlaşılmalıdır.Gerçekten de ‘Siyasal İslam’ başlığı altında yapılan tartışmalar ve yaşanan çatışmalar tam bir gölge oyunu niteliği kazanmıştır. Oysa yaşananlar biraz soğukkanlılıkla ve verili politik yaklaşımlardan sıyrılarak gözlense sol açısından vazife çıkaracak bir durumun olduğu görülecektir.Bir kere herkesin söylem düzeyinde ortaklaştığı toplumsal eşitsizliklerin derinleştiği kabulü, solun da üzerinde hareket edeceği zemini göstermektedir. Sorunlarını bu dünyada çözemeyen insanların umutlarını öbür dünyaya tahvil etmelerinin çözümü, o insanların m e v c ut tu tun m a no kt a la r ı yl a ç a t ış m a d a n geçmemektedir. Yaşanan sürecin Dünyada ve Türkiye’de sermayenin yeni yaşam alanları arayışı olduğu ve bu arayışın sonucunda yoksulluğun arttığı bilindiğine göre, yoksulluğa tahammül aracı olarak dinin mahkum edilmek yerine anlaşılmaya çalışılması ve işlevsizleşmesinin yoksulluğa karşı daha etkin ve etik temelleri olan araçlar geliştirmek olduğu solun ezberinde olsa gerektir. Eşit ve özgür insanların dünyasının biricik temsilcisi olma potansiyelini halen taşıyan solun bir eşitlik çağrısı olarak dine düşman olmak yerine – ki bu düşmanlık ‘dindar’ insanların arasındaki farklılıkların ertelenmesine, onların blok olarak ‘Siyasal İslam’ olarak kabul edilen neo-liberal sermaye hareketine eklemlenmesine yol açmaktadırdaha adil bir dünyanın olanaklarını aramasında ve b uldukla rını günl ük yaşama tem as ed erek gerçekleştirmesinde sonsuz olanaklar bulunmaktadır.Bu olanakların neler olduğuna ilişkin birkaç tartışma başlığını sıralamak verimli sonuçlara ulaşmada katkı sunabilir. Birincisi “Siyasal İslam” olarak tanımladığımız projenin reel gerçekleşme zemini ekonomik ve etik açılardan yoksulluk iklimidir. Bu zemin sol’un da varoluş zeminidir. Burada sorulması gereken temel soru şudur. Aynı zeminde var olma olanağına sahip iki yaklaşımdan birisi neden başarısızdır? Bu başarısızlık yalnızca özgül gelişme süreçleriyle (darbelere uğrama, sosyalizmin tarihsel 6 | ÖVDER yenilgisi, dünya konjonktürü vb.) açıklanabilir mi? Ya da Siyasal İslam bu alanlarda neden tutundu? İkinci olarak belirtilmesi gereken nokta “Siyasal İslam”, hep korktuğumuz gibi değerler dünyamıza, yaşam tarzımıza bir tehdit midir? Ya da Siyasal İslam gerçekten bir Asr-ı Saadet projesi midir? Yoksa İslam’ın moral değerlerini de arkasına alan güçler bugüne ve geleceğe ilişkin bir şeyler mi söylemektedirler? Ve söyledikleri külliyen yalan da bu ülkenin insanlarının hepsi kandırılmaya müsait kişilikler midir? O halde sol bu müsait ortamda neden kandırma (ikna) sürecinde başarısız kalmaktadır? Üçüncü tartışma noktası ise şöyle ifade edilebilir. Müslüman dünya için “İslam” ve batı dünyası için Hıristiyanlık, yeniden bütün dünyayı talep eden bir ideoloji olarak yükselirken, başka bir ifade ile solun da içinde olduğu insanlığa iyi bir gelecek sunma vaadi din karşısında yenilmişken, karşı karşıya bulunduğumuz problemin AKP veya Fethullah meselesinden daha derin olduğu açık değil midir? Bu tartışma başlıklarını bir takım ön kabullerle birlikte derinleştirmek sol’un kendisini etkinleştirmesi açısından olumlu olacaktır. “Siyasal İslam” dinsel bir hareket olmaktan öte, bir sermaye hareketidir ve İslam’ı kendisine yedekleme becerisini göstermiştir. İslam dinini ve İslam coğrafyasını kapitalizme eklemleme sürecidir. Bu sürecin işleyebilmesi için din olarak İslam’ın terbiye edilmesini ve yalnızca günlük yaşamın sürdürülmesinde bir değerler sistemi olmasını hedeflemektedir.Şimdilerde ülkemizde “İslam ve İslamcılarla” ilgili yaşanan tartışmalar Türkiye kapitalizminin geleneksel ittifaklarının dağılmasının ve yeni iktidar bloklarının kurulmasının tartışmalarıdır. İslam bu tartışmalarda yalnızca ideolojik meşruiyet aracı ve dolayımdır. Sol kendisine bu aralıkta bir yer arayacaksa kendi dışındaki iktidar bloklarına yedeklenmekle bir yere varamayacağını bilmelidir. Kategorik olarak AKP ve ortaklarına koşulsuz biat ettiğini varsaydığı Müslümanların da bu sürecin m a ğ d u r l a r ı o l d u ğ u n u k a b u l e t m e l i d i r. Müslüman bireyi sermaye için üretici ve tüketici olarak yeniden inşa etmeye çalışan “Siyasal İslam”ın, eğer ortada bir takiye varsa bunun laik devlete karşı değil, sıradan Müslüman’a karşı olduğunu bilmek gerekmektedir. Bu çerçevede sol açısından temel sorun aynı zeminde hareket ettiği bir sermaye hareketi karşısında etik temelleriyle birlikte bir kurtuluş projesi kurmak ve bunu hayata geçirmektir. EĞİTİME BAKIŞ Alev ERZURUMLU Filiz KİRMAN Eğitim, anayasaya göre devletin halka parasız, nitelikli ve eşit şekilde sunması gereken kamusal bir hizmettir. “Ancak; 1980'li yıllarda yaşama geçirilen neoliberal politikalar, eğitimin de paralılaştırılmasını gündeme getirmiştir. Eğitimde özelleştirme uygulamaları genel özelleştirme uygulamalarından belli farklılıklar içermektedir. Bu uygulama içerisinde hem işçi sınıfının yürüttüğü mücadeleler sonucu toplumsal bellekte kazanılmış bir hak olarak kazınan eşit, parasız eğitim hakkının belleklerden silinmesi hem de eğitimin metalaştırılması aynı anda devreye sokulmaktadır. Eğitimde özelleştirme sadece özel okul ve dershanelerin açılması ya da devlet okularındaki eğitimin katkı payı ve har(a)ç adı altında ücretlendirilerek, bu ücretlerin gün geçtikçe artırılması metotlarıyla sınırlandırılmamalıdır.” ( w w w. i k k i s t a n b u l . o r g / o l c u / 2 0 0 4 / 2 /1 6 . p d f ) Eğitimde yaşanmakta olan bu çözülme süreci en iyi yansımasını dershanelerde göstermektedir.Gittikçe büyüyen bir "sektör" haline gelen dershanecilik,büyük sermaye kesimlerinin de iştahlarını kabartmaktadır.Elbette,eğitim hizmetinin bu kesimler tarafından verilir duruma gelmesi hem öğretmenler hem öğrenciler hem de veliler açısından b i r ç o k s o r u n u b e r a b e r i n d e g e t i r m i ş t i r. Eğitimin vazgeçilmez unsurlarından birisi olan öğretmenler,bu sürecin kuşkusuz en ağır yükünü taşımak zorunda bırakılmışlardır.Kamu sektöründe çalışma olanaklarını yitiren binlerce öğretmen tek seçenek olarak dershanelere yönelmişlerdir.Haftada 40-50 saate varan çalışmalar yanında dershane sahibinin her dediğini yerine getirmekle yükümlü tutularak ücretli köle haline gelmişlerdir. Tüm bu koşulları kabullenmelerine rağmen,maaşlarını düzenli alamadıkları gibi sigortaları da düzenli olarak yatırılmamaktadır.İnsan olmanın gereklerinden biri olan insani ilişkiler,toplumsallaşma tüm bu nedenlerle birlikte ya ikinci plana atılmakta ya da yok olmaktadır.Öğrencilerse hepimizin bildiği gibi okul,dershane, özel dersler sarmalında geleceğini(ya d a g e l e c e k s i z l i ğ i n i) y a r a t a b i l m e a r a y ı ş ı içerisindedir.Yürürlükte olan neoliberal politikalar nedeniyle içi boşaltılan okullarda yeterli hizmeti alamayan öğrenciler,dershanelere bizzat okul öğretmenleri, yöneticileri, veli ve hatta bu politikanın yürütücüsü olan MEB tarafından yönlendirilmektedir. Egemenler her alanda olduğu gibi dershaneler konusunda da oldukça lütufkar! Herkesin bütçesine göre dershaneler mevcut. Elbetteki, dershanelerin nitelikleri de fiyatlarına göre değişmektedir. Bu koşullarda emekçi çocukları ya dershanelere gidememekte ya da gitse bile yeterli eğitimi alamamaktadırlar.Bu ise "eğitimde fırsat eşitliği" savını temelden çürütmektedir.Bunun en büyük faturası ise velilere çıkarılmaktadır.Bir yıllık maaşını dershane işletmecisine vermek zorunda kalan veliler, ek iş yaparak askari geçimlerini sağlamaya çalışmaktadırlar.Yine de dershaneye giden her öğrenci üniversiteye gidememektedir. Daha vasıflı eğitim, toplumun sadece belli kesimi tarafından satın alınabilir bir hale bürünmüştür. Bu durumdan en başta halkın %90'ını oluşturan emekçiler ve onların çocukları zarar görmektedir. Sonuç:Şiddet, korku, geleceksizleştirme çığırtkanlıklarının büyütüldüğü savaş ortamında sorunları doğru anlayabilmek ve çözümleyebilmek zorunlu h ale gelmiştir. Bu ise emekçilerin, öğrencilerin,velilerin,öğretmenlerin örgütlü bir karşı duruşla tavır almalarını gerektirmektedir.Çünkü bilzer ne kadar iyi niyetli, tepkisiz olursak,iyi niyetlerimiz sistemin kalın duvarlarına çarpmaktadır.Bizlerden a k a n k a n l a r sa ( b u d u r u m d a ) k a p it a li z m i boğamaya yetmemektedir.Aksine onlar bizlerden akan kanlarla temizlenmenin yolarını bulmuşlardır.Tek çözüm ise kapitalizmi kendi kanıyla boğmaktır.Bunun için tepkisizlik değil tepki,iyi niyet değil iradi müdahale çoğaltılmalıdır.Ancak böyle kapitalizmin duvarları yıkılır,emekçilerin kanı daha az dökülür.Eğemenler ise daha da kirlenir.Kirli yüzlerini temizlemeye kendi kanları bile yetmez! 3 ÖVDER | 7 ÜLKEMİZE İLİŞKİN BİR DENEME Bahar GÜLER Yeni sömürgecilik ilişkileri ortaya çıktığından beridir işbirlikçi iktidarlar epey rahatladı! Birçok yenisömürge ülke gibi Türkiye de özellikle son yıllarda epeyce kolay idare ediliyor! Ekonomi ve maliye politikasıyla alakalı temel sorunlar IMF-DB direktifleriyle çözümleniyor (yıllar boyu okullarda anlatılan kapitülasyonlar ve duyunu umumiye süreçleri bugünün en somut gerçeği). Kamu politikası ya da tarımsal üretimin geleceği, asgari ücret, emekli maaşları, çalışanların ücret politikaları… gibi işler tümüyle emperyalistlerin “tavsiye” leri çerçevesinde ele alınıyor. “Güvenlik” le ilgili sorunların da orduya, polise ve kontrgerillaya havale edildiği koşullarda (düzenin zor aygıtları o kadar çok CIA eğitiminden geçmiş ve emperyalist kurumlarla o kadar çok “akraba” o lm uşlar dır ki , bu aland a da işbi rlikç ilik olağanlaşmıştır) , egemenlere ve onları maskeleyen hükümetlere çok fazla iş kalmamıştır. Özellikle 1990’ lardan itibaren sınırsızca gelişen kitle iletişim araçlarının da katkısıyla emperyalizmin kültürel istilası devasa boyutlara ulaşmış, post modern ideoloji, yenisömürgelerin değerler dünyasını alt üst ederken, yoğun bir yozlaşma ve dibe vuruş ortama hakim olmuştur. Tüm bu gerici dönüşümler tüm kurumları etkilemektedir. Özellikle eğitim alanında özelleştirmeler bazı tamamlayıcı politikalarla birlikte günden güne artmaktadır. Kamusal eğitime bütçeden ayrılan payın az altılma sının ve tüm e ğitim kur um ların ın p ar alılaştırılm asının, ö ğretme n ma aşla rın ın düşürülmesinin ve öğretmenlerin çeşitli adlarla güvencesiz çalıştırılmasının, dershanelerin ve özel okulların teşvik edilmesinin… artık hiçbirimiz için bir şaşırtıcılığı kalmamıştır. Bir ideolojik aygıt olan eğitimin amaçlarıyla bu gelişmeler bütünsellik arz etmektedir. “Eğitimin rolü yeni sömürge ekonomisi ile uyumlu “Yeni İnsan”ı yaratmaktır.” Toplumsal kastlaşmada en tepede kalanların çıkarlarını destekleyip pekiştiren ekonomik (sanayileşme politikaları, uluslar arası mali kuruluşlarla ilişkiler…); ideolojikpolitik(devleti yönetme tarzı, resmi ideolojiyi algılayış biçimi gibi…) ve kültürel öğeler(dili kullanma tarzı, dine bakış, bazı değerleri öne çıkarma…) eğitim yoluyla bireye güdümlü olarak aktarılmaktadır. Algı ve 8 | ÖVDER izlenimlerden kavramlar oluşturma aşamasına , doğal seyri içinde ulaşması gereken bilgi edinme süreci, sermaye ve tekeller, egemen siyasal iktidar ve ideolojisi tarafından şekillendirilmektedir. Böylesi bir süreçten geçmiş milyonlar olan biteni görememekte, görse de anlamlandıramamaktadır. Artık bu topraklarda herkes kendi kaderi ile emperyalizmin kaderini bir ve aynı görmekte, başka bir alternatif ya da çözümü aklının ucundan bile geçirmemektedir. Türkiye’de iç dinamiklerinin belirleyiciliğinden yoksun olarak geliştirilen kapitalizmin doğal sonucu olarak burjuva demokrasisi bile yaşanmamaktadır. Demokratik-ekonomik hiçbir hak tabandan ve uzun soluklu mücadelelerle kazanılmamıştır (“sus payı” olarak verdiler, biz almayı bile öğrenemeden). Parça parça da geri alınmaktadır. Türkiye halkları olarak demokratik haklarımız için savaşmamış olmamız, bizi kazanımların sürdürülmesi düşüncesinden bihaber bırakmaktadır. Hal böyle olunca da verilen haklar bir bir alınırken, sesimiz soluğumuz çıkmamaktadır. Bu da demokrasinin toplumun ve siyasetin köklerine sirayet etmediğinin göstergesidir. Yukarıda belirttiğim gibi, onların işi çok kolay ama bizim işimiz epeyce zor. Her olgunun bir diğeriyle ilişkisini göz ardı etmemek ve ülkemizdeki demokrasi, haklar-özgürlükler mücadelesinin önemini kavramak durumundayız. Demokrasi biz ezilenler için, üretim sürecinin esas aktörlerinin yani emekçilerin kendi kaderlerini tayin hakkına sahip olduğu, üretenin yönettiği, insan onuruna yoldaş bir düzeni anlatır. Doğumundan itibaren sistemli olarak nesneleştirilen insanın, özgürleşme ve özneleşme sürecinin sonucudur. Demokrasi mücadelesi de insanın emeğine, ürününe ve giderek kendine yabancılaşmasına, karşıtına dönüşmesine başkaldırıdır. Bunun için demokratik bir ülke mücadelesi ve özelde de “parasız, demokratik ve özgürleştirici” bir eğitim mücadelesi, geleceğin özgür ve eşitlikçi toplumunu yaratacak bireyleri yetiştirecek bir okul olacaktır. Kendi hakları için savaşmış bir toplum, akıttığı terin hesabını sormasını bilecektir. Hadi artık kışkırtın vicdanınızı! İnsanı yeniden tanımlamanın, bu tanıma yakışır y aşamanın zamanıdır… ÖZGÜRLÜK Gülşah AYGÜN (ÖSS Hazırlık Öğrencisi) Bizler parmaklıkları insandan yapılmış hapishanelerde yaşayan birer mahkumuz… Ö z g ü rl ü k g ü nü m ü z d e ç ok fa r k l ı tanımlanan bir kavramdır. Kimine göre başkalarının haklarını çiğnemeden istediğimizi yapabilmek, kimine göre aklımıza geleni yer, zaman tanımadan söyleyebilmek… Ancak siyasal ve toplumsal anlamda özgürlük çok geniş ve çok anlamlı tanımlamalar ve tartışmalar getirir beraberinde. Bazı kesime göre hepimiz özgürüz. Öyle ya istediğimiz saatte eve girip çıkıyoruz. İstediğimiz gibi gezip eğleniyoruz. İstediğimiz markayı giyiyoruz, elimizdeki değerlerin hepsini istediğimiz gibi tüketiyoruz. Öyleyse hepimiz özgürüz(!). Ancak toplumun dayatmaları nedeniyle tek tipleşmekle özgürlük olmaz. Bizler egemenlerin bize verdiği özgürlük kılıfındaki tutsaklıklarla kendimizi avutuyoruz. Mevcut sistem para, mal, mülk üzerinden siyaset yaparak insanları paranın kölesi etmek iç in öz gü rl ük sl oganını kul lanarak göz boyamaktadır. Bunu da her tarafı saran Amerikan marka ürünlerle ve emperyalizmi en aşağılık biçimde uygulayan ABD' yi özgürlükler ülkesi olarak göstererek yapıyor. Her birimizi sistemin kölesi haline getirmeyi amaçlıyor. Çünkü onlar yalnızca kendileri gibi düşünenlere, daha doğrusu kendilerine koşulsuz bağlılık gösterenlere özgürlük -tabi buna özgürlük denirse- vermek isterler. Çünkü onlar toplumun gerçekleri öğrenmesinden korkarlar ve bunun özgürlükle mümkün olacağını bilirler. Ama özgürlük burjuvazinin bize verdiği sadakalarla yaşamaya çalışmak, onların istediği ölçüde ses çıkarmak değildir. Ekonomik elitlerin bitmez tükenmez sermaye artışlarına göre belirlenen özgürlük olmaz. Tabi günümüzde özgür olmak hiç de kolay değildir. İnsanların özgür olmaları için bile ekonomik yeterliliğe ihtiyacı vardır çünkü. Ve günümüzde -bahsettiğim gibi- özgür işçi sınıfını pençesine alan bir sınıf vardır ki bu da burjuva sınıfıdır. Kapitalizmin kölesi bu sınıf her şeyi kendine bağımlı hale getirir. Ve onların karşısında özgür olabilmek için, ses çıkarabilmek için, ayıplarını yüzlerine vurabilmek için insanların işlerinden olmayı, aç kalmayı da göze almaları gerekir. Çünkü yukarıda da bahsettiğim gibi onlar kendileri gibi düşünmeyenleri sindirmek isterler. Bu da açlık sınırında yaşayan insan sayısının giderek tırmandığı ve işsizliğin tavan yaptığı günümüzde çok nüfuslu aileler tarafından göze alınabilecek bir şey değildir. Bunun yanında toplumun diğer bir kanayan yarası da bizimle ber abe r düşüncelerimize de kilit vurulmuş olmasıdır. Bazı toplumlarda tek boyutluluk hakimdir. Türkiye'yi de örnek verebileceğimiz bu ülkelerde devletçe benimsenmiş resmi fikirler dışındaki görüşlere yer yoktur. Yer vermek isteyenler de bu suçun cezasını ağır bir şekilde öderler. Fakat yanlış anlaşılmasın; düşünmek suç değildir ancak düşündüklerimizi söylemek, onları insanlarla paylaşmak en büyük suçlardan biridir. Günün her saati adeta düşünmeyi yasaklayan çığlıklar yükselir dört bir yandan. Maliyeci düşünme vergini öde, komutan düşünme ateş et, din adamı düşünme ibadet et, öğrenci düşünme ezberle… Bulunduğumuz her yerde, her bizi ifade eden görüşte, canla başla çalıştığımız her işte karşımıza çıkan ambargolara boyun eğmekle özgürlük olmaz. Özgürl üğü kazanmak tarihte de günümüzde de insanların elinde olmuştur. Tutsaklık bizlerin yazgısı değildir… Bizi tutsak eden zincirleri kırmak yine bizim elimizdedir. 3 ÖVDER | 9 EĞİTİM HABERLERİ Öğretmenler borç batağında yüzde 3’ü kalorifer tamiratı, bakımı, yüzde 1.8’i kurye, çaycılık, yüzde 1.2’si sıhhi tesisatçılık ve yine yüzde 1.2’si aşçılık yaptığını söylüyor. Yine ankete katılan eğitim çalışanlarının yüzde 59.1’i kirada oturduğunu, yüzde 22.1’i ev sahibi olduğunu, yüzde 15’i evinin ailesine ait olduğunu, yüzde 3.6’sı da evinin miras yoluyla kendisine kaldığını belirtiyor. Eğitimin İflası: Sabahçı-ÖğlenciAkşamcı Ö ğret m e nle r ara sınd a yap ıl an bir araştırma Türkiye'deki öğretmenlerin yaşam koşullarına dair gerçeği yoruma gerek kalmadan gözler önüne seriyor. Yapılan ankete göre eğitim çalışanlarının yüzde 90.8’ inin kredi kartı borcu ya da taksiti var. Kredi kartı borcu ya da taksitleri olmadığını ifade edenlerin oranı ise yalnızca yüzde 9.1 Yine ankete göre eğitim çalışanlarının yüzde 83.6’ sı geçimini sağlayamıyor, yüzde 32.4’ ü ise ek iş yapıyor. Öte yandan eğitimcilerin yüzde 74’ ü çalışma şartlarından memnun değil. Türkiye genelinde 2 bin 546 eğitim çalışanı üzerinde yapılan ankete katılanların yüzde 80.7’ si Milli Eğitim Bakanlığı’nda, yüzde 15’i üniversitelerde, yüzde 4.3’ de Yurt-K ur ’ da görev yapıyor. Eğitim çalışanlarının ücret profilini bakıldığında ise katılanların yüzde 12’ si 601-800 YTL, yüzde 44.6’ sı 801-1000 YTL, yüzde 40’ ı 1001-1500 YTL, yüzde 2.5’i ise 1501 YTL ve üzerinde ücret kazanıyor. Ankete katılanların yüzde 83.6’sı aylık geliriyle geçimini sağlayamadığını, yüzde 16.3’ü ise geliriyle geçimini sağlayabildiğini belirtiyor. E ğitim çalışanlarının yüzde 67.5’i ek iş yapmadığını ifade ederken, yüzde 32.4’ü ek iş yaptığını ifade ediyor. Ek iş yapan eğitim çalışanlarının yüzde 53.3’ü her türlü işi yaptığını belirtirken; yüzde 24.7’si boya, badana, tamirat, bahçe işleri, yüzde 7.5’i pazarcılık, yüzde 4.2’si hamallık, yüzde 3’ü nakliyatçılık, yine 10 | ÖVDER Diyarbakır'da, okul yok denilerek öğrenci ve öğretmenlere 3'lü sistem getirildi... Eğitime ayrılan ödenek her geçen gün biraz daha kesilip, öğretmen atamaları durdurulurken bunun faturası yine biz emekçilere kesiliyor. “Yok artık!” dedirten bir haber de Diyarbakır'dan geldi. Diyarba kır ’da ki o kul s ayıs ın ın ö ğ ren cil eri karşılamadığı söylenerek eğitimde “üçlü vardiya” sistemine geçiliyor. Diyarbakırlı öğrenciler ve öğretmenler artık sabahçı, öğlenci ve akşamcı o l a c a k l a r . Diyarbakır’daki derslik açığı, öğrenci sayısına paralel olarak her yıl artınca, Valilik, ABD’nin getto bölgelerinde uygulanan sistemi alarak Türkiye’de ilk kez “üçlü vardiya” sistemine geçilmesi kararı verdi. Sorun çözme adına yapılan bu uygulama “çözüm” değil “çökertme”nin bir başka halidir. Gerek öğrenciler açısından gerekse de öğretmenler ve aileler açısından akşama çekilen bu eğitim biçimi maddi ve manevi ayrı bir yük anlamına gelmektedir. Geç Kalana Yok! Yanlış duymadınız geç kalana yok.Okulda öğrencilere verilecek hizmetler satılığa çıktı. Aldın aldın alamadın kaçırdın…Kağıthane Profilo Anadolu Teknik Lisesi tarafından sene başında velilere gönderilen ve altında Okul Müdürü Fikret Ural ile Aile Birliği Başkanı Ahmet Demir’in imzalarının olduğu yazıda satın alınması zorunlu ve “zorunlu olmayan” hizmetlerin fiyat tarifesi belirtildi. Bu yazıda velilerin kayıt yenilemeden önce satın BİLİNÇ VE BİLİNÇALTI ÜZERİNE NOTLAR Mehmet Ali YAZICI alacakları hizmetleri seçmesi isteniyor ve bir de fiyat tarifesine yer veriliyor.Hizmet satın alma tercihinin velilere bırakıldığı ancak bazı hizmetlerin a l ın m a s ı nı n z o r u n l u o l du ğ u sö y l e n i y o r. Bazı satılık hizmetlerin fiyatları şu şekilde sıralanıyor: Öğrenci devam devamsızlık cep mesajı (Zorunlu): 33 YTL Ders notlarını internetten öğrenme: 28 YTL Sosyal etkinliklere katılım: 125 YTL Medline Sağlık Sigortası (Zorunlu): 23 YTL Öğlen yemekleri: 60 YTL (Aylık) Öğrencinin teşvik ödülüne katılımı: 22 YTL Öğrencinin projelere katılımı (Zorunlu): 25 YTL Yazının sonunda, ‘hangi hizmetlerin satın alındığını ve hizmet alım beyanını içeren form ile beraber ön kayıt yapılması gerektiği, bunu yapmayan velilerin bilgi iletişimsizliğinin sorumlusu olacağı söylenerek verilecek hizmetlerden yararlanamayacağı belirtiliyor. Milli eğitim bakanı “Okullarda zorla para toplatmam, toplayanı yakarım” demeye devam ededursun Okul müdürleri bırakın para toplamayı verdikleri hizmetleri sermayeye dönüştürmeye başladı bile.Bu haber okullara artık hangi gözle bakıldığının açık bir göstergesidir.Okullar artık bir eğitim yuvası olmaktan çıkıp ticarethaneye dönüştürülmüştür.Öğrencilerin ödedikleri para kadar eğitim ve öğretimden yararlanma hakkına sahip olduğu bir dönemi yaşamaktayız.Bu tür haberlerin önüne geçebilmek için ise yapacağımız şey öğrenciöğretmen ve velilerle ortak mücadele kanallarını yaratmaktır.Başka yolu yok. Ruh, akıl, zeka, irade, zihin, inisiyatif vb. kavramlarla ifade edilen insanın yetileri şimdiye kadar birbirinden farklı anlamlarda kullanılsalarda, bu kavramlara karşılık gelen insan özelliklerini gerçekleştiren beynin (yeni korteks) ürünleridir. Hepsi farklı içeriğe sahip olarak algılanıp tanımlansa da tüm bu kavramları bilinç üst başlığı altında toplamak ve değerlendirmek mümkündür. Çünkü bilinç, dar kapsamlı bir içeriğe değil, aksine insan etkinliğinin tüm yönlerini kapsayan bir özelliğe sahiptir. Duyu organları aracılığıyla duyumsanan, dış dünyadan alınan verilerin kaydedildiği, işlendiği, birbirleriyle ilişkilerinin kurulup, yeniden dış dünyaya etkinlik ve insan faaliyeti olarak dönmesini koşullayan, insanın duyusal-zihinsel ve akıl süreçlerinin toplamı olan bilinçtir. Toplumsal üretim ilişkileri içerisinde var olan bilinç; insan olarak gerçekleştirdiğimiz, gerçekleştirmediğimiz ve elbette gerçekleştiremediğimiz tüm etkinliklerin kaynağıdır. D u y g u la rımız, d üşü n ce le rimiz v e b u nlar ın yönlendirdiği insani etkinlikler bilincin dışında var olamaz. Bilinç maddenin kendisidir ve aynı zamanda hem özne hem de nesnedir. İnsan beyni, maddenin en yüksek ve en gelişmiş biçimidir. Bilinç de bu gelişmiş maddenin ürünüdür. Ve bilinç, maddesiz bir önceliğe sahip olmadığı gibi, tam tersine maddenin gelişmişliğinin bir sonucudur. Bilincin ortaya çıkışına ve gelişimine ancak maddesel süreçlerle ulaşabiliriz. Canlı varlık ve madde olmadan bilinçten söz etmek olanaklı değildir. Bu anlamıyla yaşamı var eden, belirleyen bilinç değil, aksine onun varlık temeli, gelişmesinin koşulu maddesel öncelik, maddi yaşam, toplumsal ve ekonomik üretim süreçleridir. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisi'ne Katkı adlı yapıtının Önsözünde, "Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam 3 ÖVDER | 11 tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır." der. İ ns a n b il in c i, m a d d e se l değişime açık bir yapıya sahip olmasıyla nesne özelliği gösterirken, etkilenimleri birbirleri arasında ilişkilendirip, ba ğ kurarak ma ddi yaşam ın değiştirilmesi yönünde kullanılmasıyla da özne işlevine sahiptir. Bilincin nesne olma hali temel, önsel (a prori) durumu ifade ederken, dış dünyanın yansımalarını işlemesi ve etkinliği aracılığıyla dış dünyaya etkide bulunması da özne olma halini ifade eder. Her nesnel etkinin neden olduğu öznesel etkinliğin, koşulsuz olarak insan bilincinde yol açtığı yeni etki, nesnel sürecin gelişmesini, bir üst aşamaya yükselmesini ve öznesel etkinliğin düzeyinde de sıçramaya, gelişime neden olmasına yol açar. İnsanın gelişmişlik düzeyini ve kendisine yön veren bilinç süreçlerinin oluşumunu sağlayan maddi verili toplumsal koşulları göz önünde bulundurduğumuz da genetik yapının ihmal edilebilir olduğu açıktır. Buna bağlı olarak bireysel boyuttaki farklılığın nedenlerinin maddi toplumsal koşullardan kaynaklı olduğundan hareketle, maddi toplumsal koşulların bireyin bilinci üzerinde yaptığı şekillenmeyi inceleyebiliriz. Alt bilinç ya da bilinçaltı kavramlarının g e r ç e k t e b i l in ç s ü r e ç l e r i y l e b i r i l iş k i s i bulunmamaktadır. Sadece bilinç süreçleri üstünde etkisi bulunan ruhsal süreçleri dile getirirler. Alt b ilinç ya da bilinçaltı deyim i, matery alist felsefecilerle idealist felsefeciler arasında sürekli tartışma konusu olmuştur. Bu sözcüklerin tanımları b ile değişi k sözlükl erde farklı anl amlard a v erilm ektedir. İdealizm yanlısı felsefeciler bilinçaltını, bilinç eşiğini aşamayan eksik algıların biriktiği bilinç dışı bir bölge saymışlardır. Öyle ki, Alman düşünürü Leibniz'in "bulanık algı" adını verdiği bu eksik algıların bıraktığı bilinç dışı izler bu bölgede toplanıyor ve zaman zaman da bilinci 12 | ÖVDER etkilediği iddia ediliyordu. idealist düşünürlere göre bu bölge esrarlı bir bölgedir ve bilinmesi olanaksız izlerle doludur. Bir zaman sonra Freud bu bölgenin sırlarını çözmeye çalışacaktı. Kimi sözcüklerin "güçsüz bilinç" deyimiyle dile getirdikleri bu bölge, Freudculara göre unutulmuş ya da törebilimsel baskılarla bilincin dışına atılmış anı, istek, arzu ve özlemlerin gizlendiği bir bölgedir. Bu bölgenin insan üzerinde ki en önemli etkisi, bilince çıkma çabalarıdır ve çıkamayınca da insanları hasta düşürmeleridir. Kimi sözlükçülere göre onu belli belirsiz edindiğimiz bilinç deyimiyle tanımlamak mümkündür. Bazı kesimlerde bu bölgeyi "eşik altı" deyimiyle tanımlamaktadırlar. Buna karşın yine bir başka Alman düşünürü olan Arthur Schopenhauer, onu bilinmesi olanaksız bilinç temeli olarak algılar. Daha açık bir söyleyişle, düşünüre göre insan bilincini bu bilinmesi olanaksızlıklar yönetmektedir. O ysa b ilinçaltın ın y a d a alt bilin cin bilinmeyecek hiçbir yanı yoktur. Herhangi bir olguyu algıladığımızda onunla birlikte ve onunla ilişkili olarak bir takım yan olgular da algılarız. Dikkatimize bağlı olarak esas olguyla ilgilenir ve bu yan olgularla ilgilenmeyiz. Üzerlerinde durmadığımız ve dile getirmediğimiz için bilincimiz bu olgulardan etkilenmez. Bu yan algılar, temel olguyla ilişkili olduklarından, temel olgu üstündeki faaliyetlerimizde kimi zaman etken olurlar. Ya da önceden bildiğimiz, ama bu arada düşünmediğimiz öyle şeyler vardır ki, bu andaki temel düşüncemizi, onunla ilişkili oldukları için, etkilerler. Alt bilincin ya da bilinçaltının esrarı kısaca bundan ibarettir. Diyarbakır Bismil’den… Mehmet Ali GÜZEY (ÖV-DER Bismil Şube Başkanı) Hala köylerimizin bazılarında hiç okul yokken ve öğrenciler başka köylere okumaya giderken, bir sınıfta 70 öğrenci toz duman içerisinde eğitim görüyorken, sağlıklı ve nitelikli bir eğitimden söz etmek mümkün müdür? Biz öğrenci velileri olarak hükümete ve onun ilgili bakanına soruyoruz: Zorunlu eğitim kapsamında çocuklarını okula göndermeyen bir veli günde 10 ytl para cezasına çarptırılacak diyorsunuz. Zorunlu eğitim fikrine diyeceğimiz yok da peki bizler çocuklarımızı okula gönderiyoruz da sizler çocuklarımızı ne kadar sağlıklı koşullar altında ve kaliteli bir eğitim vererek okutabiliyorsunuz? Bu para cezasını en çok kim hak ediyor sizce? H er ay ilk öğretim ve orta ö ğretim öğrencilerimizden “temizlik parası” ya da başka adlar altında para toplanıyor. Okul idareleri öğretmenlere şunu diyor: Öğrencilerden para toplayın.Eğitimin bel kemiği olan öğretmen, her ay başında öğretmen sıfatını bir kenara bırakıp tahsildar konumuna geçiyor ve öğrencilerinden para istiyor. Parayı getiremeyen öğrenci azarlanıyor ve arkadaşlarının içinde teşhir ediliyor,okuldan soğutuluyor. Peki bu bir hak gaspı ve eğitimi engelleme değil midir? Bu uygulamalarla mı bu toplumu çok istediğiniz Avrupa standartlarına çıkartacaksınız. Her şeyi istismar edebilirsiniz, ama toplumun en temel kurumu olan eğitimi istismar edemezsiniz. Özellikle 1980’ den bu yana seçilen hükümetler eğitimin içini boşaltmıştır.Çünkü eğitimli, çağdaş ve demokratik toplumlarda bu ve bunun gibi hükümetlerin iktidara gelme şansının ortadan kalkacağı egemenler tarafından bilinmektedir.Toplumun genel yapısı ve psikolo jisini bilmed en çık ardıkları haftalık kararnameler ve geçici yasalar eğitime katkı sağlamak şö yle d ursun ,var olanı d a b altalamaktadır. Mevcut iktidara önerimiz şu: Eğitim hizmetini anayasada da belirtilen gibi her kademede parasız olarak sunmalısınız. Bilimsel, demokratik, eşit ve nitelikli bir eğitim istiyoruz. Bizler öğrenci velileri olarak tüm velilerimizi çocuklarımızın geleceğine ve eğitimine duyarlı olmaya çağırıyoruz. Velilerimizin ve yetkililerin dikkatini çekmek istediğim önemli bir örnek var. Yıl 2006. Diyarbakır Bismil ilçesine bağlı Yukarı Salat beldesinde bir okul açılışı var ve milli eğitim bakanı Hilmi Çelik okul açılışına gelecek. Günler öncesinden hazırlıklara başlandı. Siirt, Batman, Diyarbakır, Mardin’in… tüm bürokratları ve idare amirleri makam ve korumalarıyla Salat’ a akın etiler ve sayın! bakan helikopterle geldi. O günkü şaşa için yapılan masrafla, açılışı yapılan okul gibi bir okul daha yapılabiliyordu veya Bismil ilçesindeki tüm okullara hizmetli tutulabiliyordu. Türkiye’ nin bir çok bölgesi gibi Bismil’de de 30 bin öğrenciye 12 resmi hizmetli düşüyor. 60 kişilik sınıflar, okulların sağlıksız fiziki koşulları ve öğretmenler yerine veterinerler, ziraat mühendisleri ya da 2 yıllık yüksek okul mezunları ile yapılan bir eğitim göz önündeyken nelerle uğraşılıyor. 3 ÖVDER | 13 MEVSİMLİK UMUTLAR, MEVSİMLİK HAYALLER Jale KİRMAN Duymaya alıştığımız bazı şeyler vardır ki; bunu duymaya "alışmak" insanların, toplumun ne kadar duyarsızlaştığının da göstergesidir. Bahar aylarında başlar yolculuk, sonbahar aylarında sona erer. Çoluk çocuk, yaşlı genç hep birlikte çıkılır bu umut yolculuğuna. Küçücük bir kamyonun kasasında sıkış sıkış yapılan yolculukta gideceği yere sağ salim varabilenler şanslıdır. Devrilen bir kamyonun arkasında can verenleri ise elimizde çekirdek dramatik film seyreder gibi seyrederken bizler, alıştığımız görüntüler der geçeriz. Alıştırıldığımız, sadece seyircisi olduğumuz onca şey gibi seyrederiz bunu da. ÇHD mevsimlik işçilerle ilgili yaptığı bir araştırma çerçevesinde yaşanılan sorunları tespit etmiştir. Bu tespitler sonucunda mevsimlik işçilerin ifade ettikleri sorunların başında insani olmayan koşullarda çalışmaya ve yaşamaya zorlandıkları, gittikleri yerlerde ayrımcılığa maruz kaldıkları belirlenmiştir. Çoğunluğunu Kürt bölgelerinden gelen, zorunlu göç ettirilen ve kendi topraklarını ekemediği için başkalarının topraklarını ekip biçmeye giden insanlardan oluşturuyor. Karadeniz'de fındık, çay Akdeniz'de pamuk, Ege'de sebze, zeytin Orta Anadolu'da şeker pancarı, kayısı toplanıyor, ekiliyor. Birçoğu kayıt dışı çalışmakla birlikte büyük toprak ağalarının işlerinde ve fındık gibi toplama işinin hızlı yapılması gereken alanlarda çalışıyorlar. Gittikleri yerlerde hem zor şartlarda çalışıyorlar, hem de çok zor şartlarda barınıyorlar. Tuvaleti, banyosu olmayan 10-15 kişinin bir arada yaşadığı çadırlarda onca salgın hastalığa rağmen yaşamaya çalışıyorlar. Okul çağındaki çocuklar bahar aylarında başlayan yolculuktan dolayı aylarca okullarından uzak kalıyorlar. Yaşıtları tatil için nereye gideceklerinin planını yaparken onlar kamyonun kasasında ölmeden giden şanslılar arasında iseler, o zor şartlarda aileleriyle birlikte çalışıyorlar. Ayrıca gittikleri yerlerde yoksulluklarından dolayı, dillerinden dolayı ayrımcılığa maruz kalıyorlar. Kadınlar tarlada çalıştıktan sonra, birde çadırda zor şartlar altında 14 | ÖVDER temizlik, yemek, çocuk bakımı gibi ekstra işleri yapmak zorunda kalıyor. Yine ÇHD' nin yaptığı araştırma da ( Manisa- Turgutlu'da bir çadır kentte yapılan araştırma) her çadırda bir gebe kadının olduğu belirtiliyor. Bu kadınlar hiçbir sağlık hizmetinden yararlanamadığı için çadırda ya da tarlada çok zor şartlarda doğum yapmak zorunda kalmaktadırlar. Sosyal Güvenlik Yasa tasarısı etkilediği tüm kesimler açısında hiç kuşkusuz yıkıcı sonuçlar yaratmaktadır. Emeklilik yaşının yükseltilmesi, dul, yetim maaşlarının azaltılması, emekli maaşlarının ciddi oranda azaltılması vb. değişikliklerle sosyal güvenlik ortadan kaldırılmış, sağlık güvencesi bir hak olmaktan çıkarılmıştır. Fakat mevsimlik işçiler gibi bazı kesimler var ki onlar için bu sonuçlar çok daha ağır ve etkileyicidir. Onlar için emekli olmak bile imkânsızlaşıyor. Mevsimlik işçiler çalıştıkları yerlerde paralarını düzenli alamıyorlar. Paralarını düzenli olarak alamamaları ve yılın sadece belli zamanlarında iş bulmalarından kaynaklı sağlık primlerini de düzenli ödemeleri mümkün değil. Bu da onların sağlık güvencelerinden yararlanamamaları anlamına gelmektedir. Yine emekli olmaları için 9000 işgünü nü ( bu sayı düşebilir) doldurmaları gerekmektedir. Mevsimlik işçilerin bu gün sayısını doldurmaları için ömürleri bile yetmeyecektir. Bu da onlarının emeklilik haklarının olmadığı anlamına gelmektedir. Sosyal Güvenlik Yasa tasarısının en altında kalan kesimler için durum çok daha yakıcıdır. "Yasa bizi etkiliyor mu, ya da kaybım çok fazla olmayacak" denilerek, ya da yapılan sözde iyileştirmelerle geri adımlar atmak sorunu çözmeyecek. Yasaya karşı net ve karalı tavırla karşı durmak gereklidir. Bütün kesimler için insanca yaşam, insanca yaşanılabilecek bir ücret, eğitim ve sağlık hakkı, barınma hakkı için kararlı bir şekilde mücadele etmek gerekmektedir. Çünkü her mevsim bahara döner! Her bahar yeni bir umuttur artık! SUÇLUYUZ Diren ÖZGÜN (Üniversite Öğrencisi) Öğrenci veli dayanışmasının öğrenci tarafından sesleniyorum size. Herkesin hep dediği gibi öğrenci olarak suçumuz büyük bizim. Liberal kesim ve eğitim veren şirketlerin! kuklası olmaya kendini adamış YÖK başkanının belirttiği paralı eğitime hayır dediğimiz için suçluyuz. Eğitimin en temel insan haklarından biri olduğunu söyleyip bu hakların herkese eşit olarak verilmesi gerektiğini belirttiğimiz için suçluyuz. Emekçinin hakkını savunup yanlarında yer aldığımız için suçluyuz. Yörsan’ da sadece sendikalılar diye işten atılan 455 tane işçiyi desteklediğimiz için, sendikalı işçilerle sendikasız işçiler arasındaki maaş farkının giderilmesi için grev yapan Telekom işçilerini desteklediğimiz için, yani sözde demokrasi denen oyun içindeki sendikal haklarını kullanmak isteyen ama kullandıkları zaman gözü dönmüş emperyalist şirketler karşısında hakları ellerinden alınan, işten atılan emekçilere yalnız olmadıklarını gösterdiğimiz için tahmin edin tabi ki suçluyuz. SSGS ile geçirilmeye çalışılan (ki büyük ihtimalle bu yazı okunduğu zaman geçmiş olacak) mezarda emekliliğe karşı olduğumuz için suçluyuz. Emeklilere ülkenin kamburuymuş gibi, bir külfetmiş gibi bakan (ki aynı şekilde engellilere de ölmelerinin bakımlarından ucuz olacağını düşünen) faşist, emperyalist düzene karşıyız ve dolayısıyla suçluyuz. Eğitim gibi sağlığın da ücretsiz olması gerektiğini bunun devletin asli görevi olduğunu söylediğimiz için suçluyuz. Zengin bir kişinin tüm tedavileri yapılırken fakir bir kişinin tedavileri yapılmayarak, kapı gösterilerek yani ölüme terk ederek atılmasına; doğan bir bebeğin rehin alınmasına (hayata gözlerini yeni açtığında yapılan bu suçlu muamelesine) karşı olduğumuz için bilindik hikâye suçluyuz. Irak’ta, Filistin’de, Afganistan’da… Savaşa, katliama hayır dediğimiz için, emperyalist(katil) devletlerin (başta ABD) birkaç ton varil petrol için milyonları geçen ölümlere(katliama) demokrasi süsü vererek göz yumdurmasına bunu meşruymuş gibi göstermesine, az gelişmiş ülkelerde etnik kavgalar çıkararak halkları birbirine kırdırmasına tepkisiz kalmadığımız için suçluyuz. 12 Mart’ta,16 Mart’ta, Madımak’ta, Maraş’ta yapılan katliamların aydınlatılmadığı, suçluların saklandığı ve bir tarafı yok etmek için, bunların yapıldığını söylediğimiz için evet suçluyuz.Ülkede bazı kesimler gibi düşünmediği için öldürülen aydınlar için, bu faili meçhul cinayetlerin arkasındaki (ister gizli deyin ister derin deyin artık ne derseniz deyin) gücün ve bu gücün devlet içindeki tezahürlerinin bulunmasını istediğimiz için; bu aydınlara sahip çıktığımız için suçluyuz. Öğrencilerin sadece kariyer peşinde koştukları, sadece kendi geleceklerini düşündükleri, yaşadıkları toplumun sorunlarına eğilmelerinin istenmediği sisteme karşıyız, suçumuz büyük. Düşüncelere prangalar vuran Yök’e, gericiliğe, yobazlığa ve bunları var eden 12 Eylüle,12 Marta askeri darbelere karşıyız yani suçluyuz. Daha yazmakla bitmez bu suçlar. Peki neden bu suçları işliyoruz? O kadar yenilen dayaklar, açılan soruşturmalar, okuldan atılmalar yapılıyorken neden hala bunları savunuyoruz? Ve de işin kolayı gözümüzün önünde canlı halde dururken yani iki milliyetçi söylem yapıp, kariyer peşinde koşmak varken neden ben değil de biz diyoruz? Egemen olan görüşün “ya bunlar mı gene” deyip burun kıvırmaları için mi, birçoğunun boş işlerle uğraşıyorlar diye baktığı şekilde görülmek için mi? HAYIR. Size belki izlediğiniz belki de izleme fırsatı bulmadığınız bir filmden alıntı yaparak elimden geldiğince cevap vermeye çalışacağım. Çağan Irmak’ın Ulak filmi. Burada 6 kişinin yazılmış olan kitabı köy meydanına getirip nutuk attığı sahneyi söylüyorum. Tam olarak hatırlamasam da aşağı yukarı şöyleydi: “Devir suçluların devri. Eğer çevrenizdeki suçu görmüyor ona karşı çıkmıyorsanız siz de bu suçu işleyen kadar suçlusunuz.” Biz herkesin eşit olduğu, sömürülmediği, insanların hayal gücünün el verdiği ölçüde özgürce düşünebildiği, insanların paralarıyla değil kişilikleriyle değerlendirildiği… Bir geleceğin olduğuna inanıyoruz bunun için bu suçları! İşliyoruz. Evet, farkındayız işimiz zor karşımızda tek dişi kalmış emperyalizm ve onun yardakçıları, kendini beş kuruşa satan sözde aydınlar, liberaller, her şeyi taraflı anlatan bazen de hiç anlatmayan kendi belirlediği çerçevede insanları yönlendiren bir medya var, YÖK var, faşistler var… İşte bunlara karşı durabilmemiz için herkese gerçekleri anlatmalı ve herkesi haklarını savunabilmeleri için örgütlü bir yapıya kavuşturmalıyız. Davacı: ABD, AB, AKP,YÖK,TÜSİAD, Liberaller, radikal İslamcılar, faşistler… Davalı : Öğrenciler, Emekçiler, Aydınlar… Karar: Suçlu 3 ÖVDER | 15 KÜRESEL ISINMA M. Selim YILMAZOĞLU (Biyoloji Öğretmeni) Atmosferde biriken karbondioksit ve azot dioksit gibi gazlar güneş ışınlarının atmosfere tekrar yansımasını önleyerek kademeli bir şekilde dünyada sıcaklığın artmasına neden olur.Buna sera etkisi denir. Ozon tabakası dünyamızı zararlı U.V. ışınlarından korur.Bu filtre işlemi insan vücudunu yanıklardan ve kanserden korur. Ancak bu etki yüzünden incelmiştir. KÜRESEL ISINMA İLE İLGİLİ SORU VE CEVAPLAR: 1- Neden bu duruma gelindi? İnsanlar doğal ekosistemi bozarak, kendilerine suni ekosistemler yarattı.Doğaya zarar vererek, fabrika artıklarını denizlere boşaltılar, kısaca çevreye sürekli zarar verdiler ve doğal dengeyi bozdular. Besin zinciri bozuldu , ototroflar (üreticiler) azaldı ve k.dioksit birikimi oldu. Ayrıca arabalardan çıkan gazlar da atmosferdeki CO birikiminin temel nedenlerinden biridir. 2-İklimler değişir mi? Atmosferde biriken gazlar atmosferin görevini yapamamasına neden olabilir.Bundan ozon tabakası çok fazla etkilenirse buzullar eriyebilir , deniz ve okyanuslar karaları istila edebilir. Dört mevsim olmayabilir, ancak bu duruma gelmemiz yüzyıllar sürebilir. 3- Önlemler alınabilir mi? Ozon tabakası teorik olarak tamir edilemez. 16 | ÖVDER Ancak yeşil alanların çoğaltılması , benzinli araçların kullanımının azaltılması, Çevre kirliliği konusunda tüm ülkelerin tedbirler alması , sprey ve deodorantların yasaklanması , tüm insanların bilinçlendirilmesi, doğaya insanın müdahalesinin azaltılması bu süreci çok uzun yıllar geciktirebilir. 4- Asit yağmurlarının ısınmada etkisi var mıdır? Elektrik üreten termik santraller ile endüstride kullanılan fosil yakıtların yanması sonucu oluşan SO ve NO gibi gazlar havaya karışır asit yağmurları oluşur. İlk etkilenenler balık ve kurbağa yumurtalarıdır. Bu durum besin zincirini etkiler ve üreticilerde yani k.dioksit kullanan canlıları azaltır ve atmosferde CO birikir. 5 –Küresel ısınma biyolojik saati bozar mı, bozarsa ne olur? Canlılar aleminde günlük, aylık ve yıllık biy olojik ritimler bu lu nmaktadır. Bu b iy oLojik döngüler çevresel uyarılarla harekete geçirilen biyolojik bir saattir. Kara ve denizlerdeki sıcaklık ve çevresel uyaranların değişimi üreme ve avlanma gibi davranışları değiştirebilir. Bu durum bitki ve hayvan türlerinin hızla yok olmasına neden olabilir. 6- Doğa bu soruna kendi bir çözüm bulabilir mi? Cevaplanması çok zor , ancak evrenin yüz yıl sonra nasıl davranacağı bilinemez .Belki atmosfer görevi yapan farklı bir oluşum olabilir. ÖZELLEŞTİRMEDE BİR ADIM DAHA Gönül BAĞCIVANCIOĞLU (İzmir’den Bir Veli) MEB'in 2003 yılında “İnternetsiz okul kalmayacak” sloganıyla başlattığı proje ücretli hale getirildi. Okulların internet ücretini artık veliler ödeyecek. Milli Eğitim Bakanlığının, Ulaştırma Bakanlığı ile protokol imzalayıp yaklaşık 40 bin okula ücretsiz olarak bağlattığı ADSL Internet erişimi bundan sonra bireysel abonelikler üzerinden yapılacak. Türk Telekom' un MEB için belirlediği tarifeye göre her okul 31.94 YTL ödeyecek. Türk Telekom' un kazancı ise yaklaşık 1.3 milyon YTL olacak. Milli Eğitim Bakanlığı 18.02.2008’de valiliklere gönderdiği bir yazı ile okulların ve diğer kurumların internet giderlerinin, 2008 yılından itibaren yerel düzeyde imzalanacak sözleşmeler üzerinden ödeme yapılacağını bildirmektedir. Yasa gereği, ilköğretim okullarının ödeneği yok, ama sözleşmeyi okullar yapacak. Yani ödeneği olmayan okullarımız Telekom’la sözleşmeyi yapacak ve ödeneğini maliyeden alacak. Şimdilik böyle ifade ediliyor, ama bu bir “Ali Cengiz oyunu” na benziyor. Gerek hükümetin gerekse maliye bakanlığının uygulamalarını biliyoruz. Ödenek yok diyerek okulların giderlerinin büyük kısmını velilerin sırtına yıkan bu hükümet ve Milli Eğitim bakanı değil mi? Her ne kadar ulaştırma bakanı, “okullarda ücretsiz internet kullanımı devam edecek” dese de, zamanla sözler unutulup uygulamalar kalıyor. “Sağlıktaki dönüşüm” adı altında yapılanlar da aynı yöntemle yapıldı ve arkasından sağlık paralı hale getirilmiştir. Eğitimdeki birçok fiili uygulamaları da biz veliler yaşayarak öğrendik. Bugün birçok okulda aidat-bağış- adı altında velilerden toplanan paralarla bilgisayar alınmakta internet giderleri ödenmektedir. Milli Eğitim Bakanının Ulaştırma Bakanı ile 17 bin 500 köy okulunun bilgisayarının yenilenmesine ilişkin imzalanan protokol aynı genelgeye tabi tutulacak ve parası velilerin sırtına yıkılacak. Lise ve dengi okulların %86’sının, ilköğretim okulların % 45’inin olmak üzere 10 milyon öğrencinin ve 300.000 ( Başbakan 550.000 diyor ama gerçek nedir bizde bilmiyoruz) bilgisayarın internet erişiminin sağlanması eğitimde nitelik değişimi ve teknolojiyi kullanmak değil, eğitimi piyasaya açmak ve şirketlere bağımlı kılmaktır. Bu durum tarafsız bir araştırma ile hemen görülecektir. 29.000 okul ve kurumun internet erişiminin sağlandığı belirtilen yazıda “internet erişimi sağlanan (sosyal tesis niteliği taşımayan) bu okulların bağlantı giderlerinin 2008’den itibaren yerel düzeyde yapılacak sözleşmelere göre ödenmesi kararlaştırılmıştır” diyor.Yani artık okullarımız sosyal tesis değil, işletme niteliği taşıdığı için sözleşmelerini kendileri yapacaklar, bir süre sonra da paralarını ödemeye başlayacaklar. 3 ÖVDER | 17 BİLİM VE TEKNİK Uzmanlar: Kötü politikalar yüzünden susuzuz Bu yılki Dünya Su Haftası’nın temel konusu iklim değişikliği ve temiz suya erişimdi. İsveç’in başkenti Stockholm’de yapılan zirvenin açılış konferansına su kaynaklarının nasıl kullanılacağı konusu damgasını vurdu. Zirvedeki en önemli mesajlar, temiz suya erişim için yeni teknolojiler geliştirilmesi, su yönetim politikalarının bütün sektörleri içine alması ve ‘sınır aşan sular’ konusunda ülkelerarası işbirliği yapılması oldu. Ayrıca altyapı, sosyal planlama ve bazı yeni kuruluşların yardımı gibi konular da konuşuldu.Toplantılara katılan bilim adamları, dünyadaki sor unun suyun mi ktarı ndan çok, yönetimiyle ilgili olduğu görüşünde birleşiyor. 17 yıldır su konusu tartışılıyor. Su tarımdan enerjiye, sanayiden turizme birçok sektörü doğrudan etkiliyor. Ülkeler ve kıtalar bazında farklılık gösterse de aslında her ülkenin ortak derdi, su kaynaklarının doğru kullanılamaması. Bugünkü rakamlara göre, dünyada 1.6 milyar insan yeterli miktarda ve sağlıklı su içemiyor. 2015 yılına kadar sağlıksız koşullarda su tüketen insan sayısının yarı yarıya azaltılması hedefleniyor. Bu hedef yoksullukla ve az gelişmişlikle mücadele açısından da önem taşıyor. Çünkü hiçbir yatırımcı suyun kalitesinin kötü, miktarının az olduğu yerlere yatırım yapmak istemiyor. Bölgeye yatırım gitmeyince kalkınma da olmuyor ve bu bölgelerin insanları ebedi bir yoksulluğa mahkum oluyor. Kendi ses kaydımız bize niye garip gelir? İnsan teybe kaydedilmiş kendi sesini dinlerken hayli şaşırır. Hatta o sesin kendisine ait olmadığını bile söyleyebilir. Halbuki bir başkasının sesi teypten dinlenirken normal konuşma sesi ile bir fark duyulmaz. Ses havada gözle görülmeyen dalgalar halinde yayılır. Bu dalgalar kula ğı mıza gi rip orta kula ğı mızdaki kem ikleri titreştirdiklerinde beyne giden sinyaller vasıtasıyla o sesi duymuş oluruz.İnsanın kendi sesi kendisi için özeldir. Sizin dışınızdaki herkes sesinizi sizin duyduğunuzdan daha farklı duyarlar. Çünkü onlar sizin ağzınızdan çıkıp, havada ilerleyip kulaklarına gelen sesi duyarlar ama siz kendi sesinizi iki farklı yoldan işitirsiniz.Bir taraftan ağzınızdan çıkan ses havada yol alıp, diğer insanlara ulaştığı gibi kendi kulağınıza ulaşır. Diğer taraftan da başın içinden, kemiklerden, kaslardan geçerek içerden 18 | ÖVDER kulaklarınıza ulaşır. Beyin bu iki farklı yerden gelen bilgileri birleştirir ve siz kendi sesinizi duyarsınız.İnsanın başı içinde kemikler, kaslar, sinüsler, beyin ve çeşitli salgılar vardır. Bunların kimi sert, kimi yumuşak, kimi de sıvıdır. Bunların her birinin sesi geçiriş özelliği farklıdır. Kafa içindeki iletişimde genel olarak sesin düşük frekanslı kısımları kuvvetlenir. Bu nedenle sesiniz kendinize başkasının duyduğundan daha farklı tonda gelir.Teypteki sesiniz ise kulaklarınıza diğer insanlara ulaştığı gibi havadan ulaşır. Aslında o sizin, herkesin tanıdığı hakiki sesinizdir ama size yabancı gelir. Kafanızın içinden gelen sesi daha iyi duyabilmek için iki kulağınızı sıkı sıkıya kapatın ve konuşun. Duyduğunuz ses aşina olduğunuz sesinizin kafanızın içinden geçip gelen kısmıdır. Hikikomori hastalığı gençliği tehdit ediyor Hikikomori hastalığı gençliği tehdit ediyor. Japonya’da sayıları 300 bini aşan genci etkisi altına alan "hikikomori" hastalığıyla bir kayıp kuşak yetişiyor. Japon psikiyatristlerin üzerinde çalıştığı hastalığın kelime anlamı "Elini ayağını çekmek." Bu gençler de hayattan el ayak çekip odalarına kapanarak zamanlarının çoğunu bilgisayar başında geçiriyorlar. Yemeklerini burada yiyip uyuyor, hatta tuvalet ihtiyaçlarını bile odalarında gideriyorlar. Ps ikolog Ala nur Öz al p, Hiki komori’ni n Türkiye'deki gençleri de tehdit etmeye başladığını söyledi. Özalp, odalarından çıkmayan, sürekli bilgisayar oyunları oynayan bu gençlerin anti sosyalleştiğini, kimseyle konuşmadığını belirterek ciddi anlamda tedaviye gereksinimleri olduğuna dikkat çekti. Hikikomorinin hastalık olduğunun fark edilmediğini vurgulayan Özalp, "Bu tür psikolojik rahatsızlıklarda, tedaviye erken başlamak çok önemli. Aileler ders çalışıyor zannedip takip etmiyorlar. Çocuklarının bilgisayarda yaptığı şeyi görmeleri lazım. Yanlarına gidip bakmaları gerekiyor. Girdikleri siteleri takip etmeleri, oyun mu oynuyor ders m i ç a l ı ş ı y o r a n l a m a l a r ı g e r e k l i " d i y o r. Hikikomori’nin pençesine yakalanan gençler, genellikle sosyal ilişkilerinde yetersiz ve çekingen oluyor. Sanal alemde kendilerini daha rahat hissediyorlar. Ancak hastalık ilerledikçe, saldırgan olup, sonu cinayetle biten tartışmalar bile yaşayabiliyorlar. Kötü bitmiş gençlik aşkları, sınav maratonu gibi problemler de hastalığı tetikliyor. 3 ÖVDER | 19