hacı cihangir turan
Transkript
hacı cihangir turan
Iğdır Sevdası HACI CİHANGİR TURAN Hacı Cihangir Turan, birçok yönüyle Iğdır insanını vazgeçemeyeceği bir insandır. Bir yandan hümanist ve yardımsever kişiliği, diğer yandan toplumun saygın lideri ve en önemlisi zümreler arası dengede oynadığı barışçı ve yapıcı rolle, ağırlığını her zaman hissettirmesini bilmiştir. Hayatım Hacı Cihangir Turan, Sevim Turan 1927 yılında Iğdır’ın Taşburun nahiyesine bağlı Bulakbaşı köyünde doğmuşum. Bulakbaşı Ağrı dağının eteğinde bir köydür. Bu yüzden bu bölge Ağrı Dağı İsyanı’ndan dolayı 1930 yılında yasak bölge içine alınınca ailem Hoşhaber köyüne gidip yerleşmiştir. İlkokul birinci sınıfa 12 Kasım İlkokulunda başladım. O yıl Topçular İlkokulu açılınca geriye kalan dört yılımı orada tamamladım. Iğdır Ortaokulunda öğrenci iken Mecit (Hun) Bey benim hocamdı. Mecit Hun yetenekli bir insandı. Hocalık, politik ve cemiyet hayatını birbirinden kesin çizgilerle ayrılır, üç farklı insan olarak karşımıza çıkardı. Hocalık hayatında oldukça ciddiydi. Mecit Hun’un çok başarılı bir öğrenim hayatı olmuştu. Iğdır Ortaokulunu ve Erzurum Lisesini birincilikle bitirmişti. Özellikle Fen derslerine ve Matematiğe özel bir yeteneği vardı. Lise mezunu olduktan sonra “Vekil öğretmen” olarak Iğdır Ortaokulunda ders vermeye başlamıştı. 1944 ve 1945 yıllarında yani benim ortaokul 535 Hacı Cihangir Turan ikinci ve üçüncü sınıflarıma Fizik ve Kimya; diğer sınıfların da Coğrafya ve Matematik derslerine de giderdi. Bütün konularda çok başarılıydı. Özel bir çaba sarf eder öğrencilerine yararlı olmaya çalışırdı. Sanırım bunda başarılı da oldu. “Cihangir sana mümkün olan her yardımı yapacağım...” Ortaokuldan mezun olmak için üçüncü yılın sonunda üç dersten yazılı ve sözlü sınava girmek gerekiyordu.. Yazılı sınav büyük bir ciddiyetle öğretmenlerin huzurunda yapılırdı. Bu sınavın soruları Ankara’dan Bakanlıktan gelirdi. Ancak yazılı sınavda başarılı olanlar sözlü sınava girmeyi hak kazanırlardı. 1945 yılının Haziran ayı idi. Yazılı sınavlarım sırasıyla edebiyat, tabiat bilgisi ve matematik idi. Sınava toplam 48 öğrenci katılıyorduk. Edebiyat ve Tabiat Bilgisi sınavlarını geçmiştim. Son sınavım Matematik idi. Mecit Bey bu sınava gözlemci olarak katılmıştı. Diğer iki gözlemci Hidayet Hanım ve müdürümüz Sami Göksu idi. Aslen Trabzonlu olan Matematik hocamız Hidayet Hanım, kocası Ziraat Bankası’nda müdür olarak görev yaptığı için, yedek öğretmen olarak bu görevini yapıyordu. Ancak iyi bir Matematik hocası olduğu söylenemezdi. Bunu, sınav kağıdını açıp, soruları okuduğum zaman hemen anlamıştım. Diğer öğrenciler gibi ben de soruların zorluğu karşısında şaşırıp kalmıştım. Sınıfta kimse, soruların çözümünü bilmiyordu. Biz kağıtlara, kağıtlar da bize bir zaman öylece bakakaldık. Mecit Bey sınıfı adımlarken bir ara yakınıma geldi. “Hocam yardım edin!” diye fısıldadım. Mecit Bey bir şey söylemeden uzaklaştı. Birkaç dakika sonra yine geldi. Bu kez daha da ısrarlı, “Hocam ne olur, yardım edin!” dedim. Matematik hocamız benim rahat durmadığımı anlamıştı.“103, konuşma dışarı atarım!” diye bağırdı. 103 benim sınıf numaramdı. Kendi çabamla birinci soruyu cevaplamıştım. Ama diğer iki soru hakkında hiçbir fikrim yoktu. Hidayet Hanım sınıfı dolaşmaya başladı. Öğrencilerden kimsenin soruları cevaplayamadığını görünce şaşırdı. Birinci soruyu da benden başka çözen yoktu. Bunu gören Hidayet Hanım, yardım etmek için yanı başıma dikildi. Gözlerini Mecit Bey ve müdürden ayırmadan ikinci sorunun cevabını fısıldadı. Herhalde bir Matematik hocası olarak sınıfın tamamının çuvallamasına gönlü razı olmamıştı. Ayrılmadan önce, “Cevabı arkadaşlarına dağıt!” diye talimat verdi. Sınav sonuçları açıklandığı zaman şaşırmıştık, çünkü 48 öğrenciden sadece 12’si sözlü sınava girmeye hak kazanmıştı! Sınıfın çalışkan talebe536 Iğdır Sevdası lerinden, daha sonra Veteriner olan Zaman Sarısu ve Nail Odabaşı sınavı geçemeyenler arasındaydı. Sözlü sınava hazırlandığımız günlerdi. Mecit Bey’e karşılaştım. Mecit Bey, “Cihangir sana bu sefer mümkün olan her yardımı yapacağım, daha önce mümkün değildi!”, dedi. Mecit Bey bütün sözlü sınavlara mümeyyiz (sınav hocası) olarak giriyordu. Sınavlara iyi hazırlanmıştım ama takıldığım yerlerde Mecit Bey yardım ediyordu. Bu anılarla ortaokuldan mezun oldum. Hidayet Hanım’ın tavsiyesine uyarak liseyi Trabzon’da okumaya karar verdim. Trabzon lisesi disiplin ve kalite bakımından Kabataş lisesinden sonra ikinci sıradaydı. Birinci yıl çok zorluk çekmeme rağmen sınıfımı geçtim. İkinci ve üçüncü sınıfları Erzurum lisesinde okudum. 1948 yılında liseden mezun oldum. Kısa bir süre sonra da yedek subay olarak askerliğimi yaptım. Iğdır’ın Ünlü Tacirleri 1930’lu yıllardan itibaren Iğdır, Rusya’yla olan Markara sınır kapısı sayesinde ithalat ve ihracat merkezi oldu. Hayvan ve pamuk verip bunun karşılığında gaz, bez, şeker ve gıda maddeleri ithal ediliyordu. Bu ticaretin en parlak dönemi 1935/36/37 yıllarıdır. Bu yıllarda Iğdır, Doğu bölgesinin en zengin ilçesi durumunda idi. Bu ticaret nedeniyle dışardan birçok ünlü tacir Iğdır’a gelip yerleşmişlerdi. Bunlar arasında Bitlis kökenli Reşit Keki ve İsmail Şefkatli, Van kökenli Cevdet Evgin, Kars’tan Bahri Yeltekin (Osman Yeltekin’in babası) aklıma gelenlerden birkaçıdır. Reşit Keki bilahare Enver Güneş’in ablası Kudret hanımla evlenip Iğdır’ın önemli bir ailesine akraba olarak bağlandı. Iğdır’ın yerli tüccarları arasında Kürt kökenli Abdurrezak (Güneş) Bey, Azeri kökenli Nağı Odoğlu, Hacı Nağdalı ve Gulem Parlar kardeşler, Meşhedi Haydar Yüksel (Kamil ve Ziya Yüksel’in babaları) gibi isimleri saymak mümkün. Rusya’yla olan münasebetler ve diplomatik ilişkiler kopunca Markara kapısı kapandı. Rusya’yla olan ticaret sadece Kızılçakçak (Akyakı) kapısından yapılmaya başlandı. Bu kapının avantajı, Rusya’ya uzanan demiryolu hattının üzerinde olmasıydı. Bu yoldan yapılan ticaretle uzun yıllar iki ülke arasında sorun olan casusluk olayları en aza indirilmişti. Kızılçakçak kapısı 1970 yılına kadar açık kaldı. Bu kapıdan ithalat ve ihracat yapan en önemli tacir Siirt kökenli Nafiz Uras idi. Daha sonra İstanbu537 Hacı Cihangir Turan l’a yerleşen Nafiz Bey Rusya’yla çok iyi ilişkiler geliştirmişti. Sırrı Atalay Sırrı Atalay kendi ifadesiyle Pasinler’e bağlı Kundê Mira (Beyler Köyü)’nde tahminen 1920 yılında dünyaya gelmiş. Ailesi Kürt kökenli idi. Bir siyasetçinin doğuşu Türkiye 1946 yılına kadar tek parti dönemini yaşadı. Seçimler olmaz, milletvekili adayları merkezden tayin edilirdi. Örneğin Tezer Taşkıran sırf Azerbaycanlı olduğu için Kars milletvekili yapılmıştı. Veya Hüseyin Cahit Yalçın Kars’ta gazeteci olarak görev yaparken kendisine bu ilin milletvekilliği önerilmiş ve bilahare verilmişti. 1946 ve özellikle 1950 seçimleri doğrudan halka yönelik bir seçim olduğu için partiler listelerinde etnik dengelerin korunması yönünde çaba sarf etmek zorunda kaldılar. Kars bölgesindeki önemli etnik güçler şunlardı: Kürt, Yerli, Azeri, Türkmen ve Terekeme. 1950 seçimlerinin arifesinde, CHP listeleri hazırlanırken “Kürtlerden kimi aday koyalım?” sorusu gündeme gelmişti. Birileri Sırrı Bey’in adını ortaya attı: Senato Başkanı Sırrı Atalay ve “Göleli sol görüşlü heyecanlı bir Cihangir Turan genç”. Sırrı Bey Bingöl’ün Kığı ilçesinde hakim olarak görev yapıyordu. Kendisine yapılan teklifi fazla düşünmeden kabul etti. Tabii, bir Kürt adayı Iğdır’da bulmak zor muydu, sorusu akla gelebilir. O koşullarda en güçlü aday Abdürrezak Bey olabilirdi. Ya o hazırlıklı değildi, ya da o an partinin öncelikli olarak Kars bölgesinin tümünü etkileyecek bir aday bulunması konusundaki titiz tutumu nedeniyle başka isimlere yöneldik. Milletvekili seçilme yaşının 30 olduğu da göz önüne alınırsa Sırrı Bey’in profili aramızda buna en uygun olanıydı. 1950 seçimlerinde çoğunluk sistemi uygulamadaydı. Bir seçim bölgesinde en fazla oyu alan parti bu bölgenin tüm milletvekilliklerini de kazanmış sayılırdı. 1950 seçiminde, CHP sadece üç bölgede , Kars, Malatya ve Sivas illerin de seçimi kazandı. Sırrı Bey en genç Milletvekili olarak parlamentoya 538 Iğdır Sevdası girdi. Partinin grup başkan vekilliğine seçildi. Gittikçe yıldızı hep yükselen bir politikacı oldu. 1960 ihtilalinde Kurucu Mecliste görev aldı. Zannedersem, 1970 darbesi sırasında İş Bankası yönetim kurulunda kısa süreli bir görev oldu. Uzun yıllar Senato başkanlığı, Meclis Başkan Yardımcılığı ve 70’li yılların ikinci yarısında 6 ay kadar da Cumhurbaşkanlığına vekalet etti.. Sırrı Bey karakter, düşünce ve formasyon bakımından dünya çapında bir politikacıydı. Onun 30 yılı aşkın bir süre Türkiye politikasının gündeminde kalmayı başarması, nedensiz olmamıştı. Politikaya kazandırdığı davranış ve kurallarla o başlı başına siyasi bir ekoldü. Sırrı Bey’i politika da başarılı yapan birkaç özelliğine değinmek istiyorum. Sırrı Bey Kars’taki etnik yapıyı çok iyi analiz etmiş ve bunun gereklerine göre adım atan birisiydi. Bu nedenle CHP il başkanlığını bir Laz tarafından yürütülmesine özel bir önem verirdi. Bu görev için öne çıkan isim, Saffet Tiryaki onun yıllarca vazgeçemediği bir il başkanıydı. Aralarında son derece yapıcı bir diyalog vardı. Örneğin ne zaman ki Kars bölgesinde önemli bir olay olsa, Saffet Tiryaki telefona sarılır, sabah erken veya gece yarısı demeden Sırrı Bey’i durumdan haberdar eder, zamanında müdahale etme şansı yaratırdı. “Sarıkamış’ta olay var. Parti menfaati için sizin mutlaka oraya gitmeniz şart!” Saffet Bey gücünün yetmediği durumlarda da Sırrı Bey’den yardım isterdi: “Sırrı Bey, Kağızman’da şöyle bir olay oldu. Benim gücümü aşıyor!” Bu haberleşme ağı sayesinde Sırrı Bey, Kars’ın politik nabzını elinde tutardı. Sırrı Bey dostlarına son derece vefalıydı. Onların isteklerini hiçbir zaman geri çevirmezdi. İyi ve kötü anlarında yanlarında olurdu. Bu sevgisini sadece kendi partisine mensup insanlara değil Kars ve Türkiye çapında her partiden insana esirgemezdi. Zümre ve mezhep ayrımını yapmazdı. Kars bölgesindeki Kürt oylarının yoğunluklu olarak CHP’ne geçişi ve bu şekilde politik bir ağırlığının oluşu tamamen Sırrı Bey’in sayesinde olmuştur. Sırrı Bey kendisini milletvekilliğine taşıyan bu gücü ciddiye almış, onunla her zaman iyi ilişkiler içinde olmuştur. Bu yüzden Sırrı Bey her ne kadar Göleli ise de, Kürt oylarının güney ilçelerinde yoğun olması nedeniyle 539 Hacı Cihangir Turan bir bakıma Iğdır adayı görünümündeydi. Kürt oylarının CHP’de yoğunlaşması sayesinde, sonraki yıllar Turgut Artaç, Hasan Yıldırım gibi Kürt kökenli milletvekilleri parlamentoya gidebildiler. Sırrı Bey, 1984 yılının 9 Eylülünde, CHP’nin kuruluş yıldönümü kutlamalarının yapıldığı gün vefat etti. Kişiliği ve mücadelesiyle ilgili olarak o günün basınında hakkında epeyce yazı yayımlandı. Bunlardan en ilgincini de “Zincirbozan zorunlu ev ikametgahı” günlerinden yakın arkadaşı Süleyman Demirel tarafından kaleme alındı. “Onun bu kadar cesur ve usta bir politikacı olduğunu bilmezdim” Sırrı Bey, partinin Kars bölgesinde en yüksek oyu alabilmesi için aday listelerinin etnik yapıya uygun bir şekilde düzenlenmesine önem verirdi. Bu konuda ne kadar ısrarlı ve karalı olduğunu şu iki olay sanırım güzel örneklemektedir. 1973 Ön Seçimi CHP’nin 1973 yılındaki ön seçim yoklamasına büyük bir aday topluluğu katıldı. Iğdır ilçe teşkilatı ön seçim için şu kararı oybirliğiyle almıştı: İlk üçe Turgut Artaç, Kemal Güven ve Hasan Yıldırım’ı yazacak geriye kalan iki aday içinde delegeler serbest bırakılacaktı. Sabahleyin oy verme işlemi devam ederken evden bana bir haber ulaştırıldı. Sırrı Bey benimle acilen telefonda konuşmak istiyordu. Hemen eve gittim. Sırrı Bey, “Durum nasıl?” diye sorunca, ben de “Turgut, Hasan ve Kemal öndeler” dedim. Sırrı Bey endişeliydi. “Böyle giderse parti kuzey ilçelerinden genel seçimlerde oy alamaz. Hemen arkadaşları toplayın, ne yapıp edin Doğan Araslı ve Kemal Okyay’ı listeye sokmaya çalışın.” Sırrı Bey’in isteğini partili arkadaşlara ilettim. Hemen bir iş bölümü yaptık. Onlar delegeleri seçim kuruluna gönderecekler ben de delegelere Doğan ve Kemal Beylerin isimlerini telkin edecektim. Üzerime düşen sorumluluğu ciddiyetle uygulamaya koyuldum. Ama ne yazık ki tatsız bir olay beni rahatsız etmişti. Adaylardan birisi de Davut Aksu’ydu. İsmail isimli bir hemşehrim canla başla delegeler arasında Davut Aksu’ya oy istiyordu. Benim delegelere oylarını Doğan ve Kemal Beyler için kullanma yönündeki telkinim onun canını sıkmıştı. 540 Iğdır Sevdası rarak, Oylama hakim huzurunda yapılıyordu. İsmail Bey birden bire bağı- “Hele tüccarımıza bak, hele ağamıza bak, hele efendimize bak, gelmiş onun bunun adını söylüyor adaylar arasında ayrımcılık yapıyor.” Hakim Bey bu ihbara kulak verdi. “Kim delegenin iradesine müdahale ediyor?” dedi. O da “Cihangir Turan” dedi. Hakim, Sadettin adında Ağrılı birisiydi. Bana dönerek, “Cihangir Bey size bunu yakıştıramadım” diyince iş çetrefil bir hal aldı. Bereket, Aslan Alp tam olaya zamanında müdahale etti, İsmail Bey’i faytona bindirip oradan uzaklaştırdı. “Söyleyin çifte muhtarlar söyleyin..” Sırrı Bey Iğdır’a geldiği zaman evimde ağırlardım. Korse taşıdığı için otel odalarındaki karyolalarda rahat edemezdi. Ona özel bir yer yatağı hazırlardık. Senatörlük seçimi nedeniyle Iğdır’ı ziyarete gelmişti. Evimde oturmuş sohbet ediyorduk. Saat gece yarısına yaklaşıyordu. Kapının zili çaldı. Mecit Yılmaz ve Eyüp Serhat içeri damladılar. Her ikisi da alkol almış, zil zurna keyifliydiler. İçleri dolu gelmişlerdi. Birlikte Sırrı Bey’e yüklendiler: “Nedir bizim senden çektiğimiz. Yıllardır sırtımızdan geçindin, şimdi de Mehmet Hazer’i alıp gelmişsin ona da oy istiyorsun. Senden ne zamana kadar çekeceğiz.” Sırrı Bey yumuşak üslubuyla onları yatıştırmaya çalıştı: “Söyleyin çifte muhtarlar söyleyin.” Bana dönerek, “Cihangir sen bize kahve getir arkadaşlarla konuşmak istiyorum” Kahve içince her ikisi de yatıştılar. Sırrı Bey niçin Mehmet Hazer’in seçilmesi gerektiğini onlara anlatıyordu: “Mehmet Hazer iyi bir arkadaştır. Grupta hiçbir zaman fraksiyonlara karışmaz, zümrecilik yapmaz, Kars bölgesini parlamentoda iyi temsil ediyor. Öte yandan Kars’ta CHP’nin kazanması için mutlaka bir Azeri’nin liste de olması şart. Bütün bunların dışında İsmet İnönü Mehmet Hazer’i çok seviyor.” Sırrı Bey’in ikna gücü ve konuşması etkili olmuştu. İki muhtar saygılı bir şekilde, “Abi haklısın özür diliyoruz, seni rahatsız ettik. Emirlerin başımız gözümüz üstüne”, diyerek evden ayrıldılar. 541 Hacı Cihangir Turan CHP Iğdır Teşkilatının Oluşumu Askerlik görevimi tamamlayıp Iğdır’a döndüğüm yıl olan 1950’de hatırladığım kadarıyla CHP ilçe teşkilatı Azerilerin kontrolündeydi. Kürtler de yönetimde vardı ama güçleri fazla değildi. Bir ara ilçe başkanlığına Bağır Aras seçilmişti. CHP Genel Başkan yardımcısı Kasım Gülek Iğdır’ı ziyaret ederken Bağır Aras’ın evinin geniş bahçesinde tantanalı bir öğle yemeğine misafir olmuştu. CHP ilçe başkanlığına Hasan Çetiner getirildi. 1957 genel seçimleri sonucunda ortaya açık bir durum çıkmıştı. Kürtler oylarını Sırrı Bey’den dolayı CHP’de toplamışlardı. Bu yüzden partinin ilçe teşkilatının da bu etnik grubun elinde olması doğaldı. Azeri arkadaşların gönlünü kırmayacak bir düzenlemeyle amcam Musa Turan ilçe başkanlığına seçildi. Bu görevi 1958 yılına kadar devam ettirdi. Amcam yaşlılık durumunun ileri sürerek politikadan çekilmek istiyordu. Yeni ilçe başkanlığı için ortalıkta Mecit Bey’in ismi dolaşıyordu. Azeriler Mecit Bey’in “ayrımcılık” yapacağından endişeli oldukları için benim ismim üzerinde duruyorlardı. Bu istemlerini kendilerine yakın gördükleri CHP Milletvekili Mehmet Hazer’e de iletmişlerdi. Bir gün Mehmet Hazer ve Sırrı Atalay beni yanlarına çağırdılar ve ilçe başkanlığını önerdiler. “Eğer Mecit Bey’in ismi ortaya atılmamış olsaydı kabul ederdim”, dedim. Bununla yetinmeyip, “Eğer aşiret içinde Mecit Bey’den başka bir ararsanız kimseyi bulamazsınız” diyerek görüşümü bildirdim. Böylece Mecit Bey 1958 yılında CHP Iğdır ilçe başkanlığına görevini üzerine aldı. Ben de yönetim kurulu üyeliğine seçildim. Eyüp Serhat, Aziz Güney, Mecit Yılmaz ve Ferzende Armağan da aşireti temsilen yönetime girdiler. Kürtler arasında aşiretçilik henüz canlanmamıştı. Bu yüzden kimse kalkıp, “Niçin Gêloi aşiretinden Aziz Güney ve Mecit Hun var!” gibisinden bir soruyu aklına bile getirmek istemezdi. Aramızda büyük bir sevgi ve dostluk bağı vardı. Kürt kesim arasındaki bu olumlu denge uzun yıllar devam etti. Etnik taraflar arasında iyi bir denge kurulamadığı için partide aşiretin ağırlığı çok fazlaydı. Azeriler azınlıkta kaldılar. Bizimle beraber çalışan Azeri arkadaşlar gerçekten tam bir “particilik” ruhuyla çalışıyorlardı. Tuzluca asıllı Mehmet Ali Kutlay partinin yazı işlerinden sorumluydu. Melekli köyünden Esat Ogan ( Enver Ogan’ın babası), amcası Şah Hüseyin ve Kadir Erol partimizi ayakta tutan ve tam anlamıyla parti ruhuyla hareket eden kimselerdi. Onlar için bir “Kürt” Sırrı Atalay’la bir “Azeri” Doğan Araslı arasında hiçbir fark yoktu. 542 Iğdır Sevdası Abdürrezak (Güneş) Bey’in Veto Edilmesi Yıl 1954 idi. Türkiye’de genel seçimler yaklaşıyordu. Iğdır’ın ileri gelen bir ailesinin oğlu Abdurrezak Bey bu seçimlerde DP’den aday olmak için başvurmuştu. Ancak bilemediğimiz nedenlerden dolayı Abdürrezak Bey’in adaylığı genel merkez tarafından veto edilmişti. Tahminime göre kardeşi Naci Bey’in “casusluk” suçlamasıyla yargılanmış olması buna bir neden olabilirdi. Veto kararı, Abdürrezak Bey ve ailesi için olduğu kadar bölgenin tüm Kürt aşiretleri adına onur kırıcıydı. Yöre insanına yıllarca emek vermiş Hamit Bey’in oğlu ve Kerem Bey’in kardeşine layık görülen bu vetoyu protesto etmek için Kürtler DP’den intikam almaya karar verdiler. Kürt aşiretlerini temsilen 20-30 kişilik bir seçim konseyi oluşturuldu. Kalabalık parti merkezine sığmayınca belediye bahçesinde toplantıya devam ettik. Seçim konseyinin tek bir hedefi vardı: Kürtler DP’ye oy vermeyecekti. Tercihen bu oylar CHP’ye atılacaktı. Seçim konseyi görev bölümü yaptı. Buna göre dağ köylerine Şıh Hüseyin Balamir, Aziz Güney ve Mecit Hun; Taşburun ve aşağı köylere Hacı Ömer Şark ve ben; Tecirli, Alut ve Panik köylerine Emin Güneş ve Burukan aşiretinden Hacı Abdullah; Orgof ve Erhacı’ya İsa Şen propaganda görevlisi olarak atandı. Bütün Kürtler tek bir vücut bu görev bölümüne şevkle katılıyordu. Çalışmamız Iğdır yöresiyle sınırlı kalmıyordu. Herkes gücünün yettiğince Göle, Digor, Sarıkamış ve Kağızman tarafındaki aşiretlerle de temas kuruyordu. Seçim sonuçları geldiği zaman çalışmamızın ne kadar başarılı olduğunu anlamıştık. Bir anımı anlatmadan geçemeyeceğim: Halfeli köyünün 701 seçmeni vardı. Seçim sabahı bize bir haber geldi. Aliyê Xelit adında birisi seçim konseyinin kararına muhalefet ediyormuş. Silah ustası olduğu için böyle birinin muhalefeti oyları böler korkusuyla Enver Güneş ve ben heme köye gittik. Aliyê Xelit çok karalıydı: “Ben yeminliyim, DP’ne açık oy vereceğim. Ancak ailem emrinizde.” Halfeli’de açık oy kullandırmak zorunda kaldık. Seçim sonucu açıklandığında DP 1, CHP 700 oy almıştı. O yıl Iğdır bölgesindeki Kürtler DP’ye sıfır oy vererek inanılması zor bir dayanışma destanı yazdılar. Fakat maalesef bu durum uzun yıllar tekrar etmedi. 543 Hacı Cihangir Turan Iğdır DP Teşkilatı DP Iğdır ilçe teşkilatı 1953 yılında yeni baştan oluşturuldu. Azeri kökenli milletvekillerinden Abbas Çetin, Veyis Koçulu ve Latif Aküzüm 1950 genel seçimlerinde CHP’den Kars milletvekili seçilmişlerdi. Ancak CHP azınlıkta kalınca bu üç milletvekili DP’ye geçtiler. Böyle olunca DP Iğdır ilçe teşkilatı yeniden yapılandı. Kağızmanlı ve Kürt kökenli Feyzullah İnan ilçe başkanı oldu. Fakat kısa bir süre sonra Hacı Nağdalı Parlar ilçe başkanlığına seçildi ve uzun yıllar bu görevde kaldı. 1960 ihtilaline doğru son birkaç yılda Terekeme asıllı Eşref Kaya DP ilçe başkanlığını yürüttü. Atalay-Çetin Çekişmesi Siyasinin çekişmenin en sıcak anlarında bile komik durumlar yaşanırdı. 1954 seçimlerinde politik zorlamalar halk arasında kendiliğinden siyasal ve etnik bir ayrışmanın oluşmasına neden olmuştu. Azeri kökenli milletvekili Abbas Çetin Iğdır’a geldiği zaman Hacı Nağdalı Parlar’ın evinde kalırdı. Halk köylerden at arabalarıyla gelip evin önünde toplanırdı. Öğlene doğru Abbas Çetin, arkasında coşkun bir kitle olmak üzere en önde, gövde gösterisiyle belediye meydanına yürürdü. Kürtler sessizce ve gıptayla uzaktan seyrederlerdi. Fazla bir zaman geçmez, Sırrı Atalay Iğdır’a gelir, kayınpederim Bayburtlu Paşa’nın Doğubeyazıt caddesindeki evinde ağırlanırdı. Erhacı, Hoşhaber, Karakuyu, Halfeli’den gelen köylüler evin önünde toplanırdı. Kürt seçmenler, Sırrı Atalay en önde olmak üzere, “Huuurraa!” diyerek gövde gösterisi halinde şehir merkezine akın ederlerdi. Bu kez Azeri seçmenler gıptayla uzaktan seyre dalarlardı. Hüsnü Bingöl Hüsnü Bey baba tarafından Karapapak anne tarafından da Kürt kökenli Şeyhlere akraba oluyordu. Ailesi Rusya’dan muhacir olarak geldiği zaman Ağrı’ya bağlı Poxenk köyüne gidip yerleşmişler. Akrabalarının bir kısmı da Tutak ilçesine gitmişler. Ordudan emekli olduktan sonra istihbarat işlerinden sorumlu olarak Iğdır’a geldi. Akrabalarına karşı vefakardı. Tutaklı Karapapakların çoğunu Milli Emniyetin çeşitli kademelerinde görevlendirmişti. Iğdır’da kendisine yakın üç önemli dostu vardı: Terekeme asıllı Eşref Kaya, Eşref Başaran ve kayınpederim Bayburtlu Paşa. Bunun dışında kendisine bağlı sadık ve güvendiği elemanlar vardı. Bunların başında Timur Demirci, Hacı Abdullah ve Hacı Abdulhadi gelirdi. 544 Iğdır Sevdası Hüsnü Bey demek devlet demekti. Yakışıklı ve uzun boyluydu. Uzun çizmeleri vardı. Yürüyüşü ve bakışı insana korku verirdi. Şehirde iki yere takılırdı: Ya kayınpederimin dükkanın önünde oturur ya da Fazıl Baykal’a ait gazinoya giderdi. Bu gazinoda Iğdır’ın tek radyosu vardı. Hüsnü Bey bu radyonun başına geçer bazen anlamadığımız dilden yapılan yayınları dinlerdi. Bizim için radyo demek sadece Hüsnü Bey’in dilinden anladığı bir alet demekti. Hüsnü Bey özellikle muhacirler aileler üzerinde özel bir baskı ve kontrol sistemi oluşturmuştu. Uzaktan tanık olduğum bir olay hâlâ hafızamda canlı olarak kalmış. Zekeriya isimli bir öğretmenimiz vardı. Sakalları Yahya Kemal’inkine benzediği için öğrenciler arasındaki lakabı “Yahya Kemal” idi. Bir gün bu zatı Hüsnü Bey’in evine bitişik özel cezaevinden çıkarken görmüştüm. Zekeriya öğretmenin akıbeti hakkında halk arasında çeşitli rivayetler dolaşıp durdu. Bir mizah ustası: Hamit Hun Hamit Hun tarih ve edebiyat konusunda kelimenin tam anlamıyla bir “derya” idi. Onun konuştuğu yerde kimseye laf düşmezdi. Bundan başka onun nüktedan konuşmalarını ve fıkralarını da her zaman rahmetle anıyorum. Birlikte yaşadığım birkaç anımı anlatmadan geçemeyeceğim. “Vah gelinim vah!” 1970’li yılların başıydı. Ramazan ayındaydık. Vakit ikindiye yaklaşıyordu. Mecit Bey’in Piknik pastanesinde bir grup arkadaşla oturmuş sohbet ediyorduk. Masamızda Hamit Hun, Mecit Hun, Yaşar Aydın ve avukat Muzaffer Öztekin vardı. Pastaneden içeri Dilaver isminde Tutaklı birisi girdi. Ağrı’nın saygın ailelerinden Sıpkan aşiretinden Halis Öztürk’ün akrabasıydı. Erzurum’a gitmeden önce yakından tanıdığı Mecit ve Hamit Hun kardeşlere uğrayıp hal hatır sormak istemişti. Biraz hoş sohbetten sonra Dilaver Bey tekrar yola koyulmak için izin istedi. Fakat o anda Hamit Bey ısrarlı bir ses tonuyla ileri atıldı: “Dilaver kardeşim sen bu akşam benim misafirimsin. İftarını bizimle aç, daha sonra arabanla yola çıkarsın.” “Bir an önce yola çıksam iyi olurdu...” “Mümkün değil, benim misafirimsin!” “Peki Hamit Bey! Madem ki ısrar ediyorsunuz, sizin hatırınızı kıracak değilim ya...” 545 Hacı Cihangir Turan Hamit Bey masadan kalktı, “Ben eve gidip iftar için yemek hazırlığı yaptırtayım,” dedi. Aradan bir saat geçmemişti ki Hamit Bey gayet neşeli bir şekilde elini kolunu sallaya sallaya pastaneden içeri girdi. Bir ev hizmetçisi de her bir elinde kocaman çinko kovalar Hamit Bey’i takip ediyordu. Hamit Bey kovaları itinayla pastanenin müşterilere kapalı olan arka bölmesine aldırttı. Mecit Bey bana fısıldar gibi, “Hele dur bir bakayım Hamit neler hazırlatmış” dedi. Yerinden kalkıp sabırsızlıkla arka bölmeye geçti. Mecit Bey, bir kovayı açıyor, içi tıka basa pilav dolu; bir diğerini açıyor ağzına kadar hoşaf dolu! Mecit Bey hemen Yaşar’ı yanına çağırttı: “Yaşar! Bu adam bizi rezil edecek! Burada hoşaf ve pilavdan başka bir şey yok! Bu değerli konuğu herhalde hoşaf ve pilav için yolundan alıkoymadık!” “Ne yapalım abi?” “Gizliden herkes kendi evine haber göndersin! İftar için hazırlanmış yemeklerden ne varsa buraya göndersinler!” Her birimiz evimize haber gönderdik. Foyamız ortaya çıkmasın diye de evden gelen yemekleri pastanenin arka kapısından içeri alıyorduk. Pastanenin geniş salonunda kurulan iftar sofrası beş evden gelmiş çeşit çeşit çorbalar, dolmalar ve tatlılarla donatıldı. Misafirimiz Dilaver Bey şaşkınlık dolu bir ifadeyle sofraya oturdu. Bu kadar kısa sürede bir ev kadınının bütün bu yemek çeşitlerini nasıl hazırladığına aklı bir türlü yatmıyordu. Dilaver Bey, Hamit Bey’in hanımına olan hayranlığını gizleyemiyordu: “Vah gelinim vah! Burada yoğurt çorbası var peki şehriye çorbasına ne gerek vardı! Vah gelinim vah! Burada tavuk kızartması var peki bu tavuk haşlamasına ne gerek vardı! Burada etli dolma var peki bu zeytinyağlı dolmaya ne gerek vardı! Vah gelinim vah! Dilaver Bey bir yandan iştahla yiyor, bir taraftan da gelinin çektiği sıkıntılar(!) nedeniyle hayıflanıyordu. Aramızdan hiç kimse gerçekte neler olup bittiğini açıklayacak cesareti kendinde bulamıyordu. Sıra tatlılara gelince Dilaver Bey aynı hayranlık ve kadirbilirlikle konuşmasına devam etti: “Vah gelinim vah! Burada kadayıf var peki baklavaya ne gerek vardı! Burada sütlaç var peki aşureye ne gerek vardı! Vah gelinim vah!” Misafirimiz zengin yemeklerin üstüne çayını afiyetle içti. Daha sonra neşeyle arabasına binip Erzurum’a doğru yola çıktı. 546 Iğdır Sevdası “Hamit abi! Ez bejim?!!” (Hamit abi! Doğrusunu söyleyeyim mi?!!) Aradan iki-üç ay gibi bir süre geçti. Tutak’taki Sıpkanlı aşiretinden birisi vefat etmişti. Başsağlığı için Mecit, Hamit ve Yaşar yola çıkmışlar. Gelenek olduğu üzere taziye evine bir torba şeker almaları gerekiyor. Böyle zamanlarda Hamit Bey ustaca ortadan kaybolurdu. Nitekim bu torba şekerin parasını Yaşar ve Mecit Bey kendi ceplerinden vermişler. Her üçü taziye evine varmışlar. Dilaver Bey de oradaymış. Fatiha okunduktan ve kısa bir selamlaşmadan sonra Dilaver Bey sabırsızlıkla söz almış: “Ey cemaat! Dinleyin! Böyle bir gelin ele geçmez! Benim gelinim (Hamit Bey’in hanımı) bir saatin içinde bir yandan yoğurt çorbası bir yandan şehriye çorbası bir yandan tavuk kızartması bir yandan tavuk haşlaması bir yandan pirinç pilavı bir yandan bulgur pilavı... Dilaver Bey sonu gelmeyen bir hayranlıkla anlatıyormuş. Yaşar ve Mecit Bey göz göze gelip gülümsemişler. Hamit Bey ise hiç oralı değilmiş. Gayet neşeli bir şekilde çayını yudumluyor, ıslık çalar havada duvardaki resimlere göz atıyormuş. Arada bir Yaşar, Hamit Bey’i dirsekliyormuş: “Hamit abi! Ez bejım?!!” ( Doğrusunu Dilaver Beye söyleyeyim mi?!!) “Aman ha!” “Bir çuval şekerin parasını sen ödeyeceksin, tamam mı?” “........!!!” Dilaver Bey ciddi bir ifadeyle Mecit Bey’e dönmüş: “Mecit Bey, bıde zatıre Xude! Qe sıhhate buka mın çawaye?” (Allah aşkına! Gelinimin sağlığı nasıl?) del!” Mecit Bey bu fırsatı kaçırmak istememiş: “Vallahi kanserdir!” “Ne? Vah gelinim vah! Ne zamandan beri?” “Kanser artık son aşamasına gelmiş. Mukadderat!” “Aman Mecit Bey, bu kadına sahip çıkın! Gelinim Türkiye’ye be- Toplantı boyunca Dilaver Bey kendi kendine söyleniyormuş: “Vah gelinim vah! Baklava vardı peki kadayıfa ne gerek vardı...Bulgur pilavı vardı..” O arada Yaşar da Hamit Bey’i sürekli dirsekleyip şeker parası için 547 Hacı Cihangir Turan pazarlığa devam ediyormuş: “Hamit abi! Ez bejim?!!” “.....!!!” “Torunların ileri geleni benim!” Bir zamanlar Diyarbakır tarafındaki Beylerden birkaç tanesi Iğdır’a gelmişler. Iğdır bölgesindeki aşiretlere yıllarca Beylik yapmış olan Torunlarla aralarında çok eskiye dayanan bir akrabalıkları varmış. Bu yüzden Torun ailesinin ileri gelenleriyle tanışıp konuşmak istemişler. “Toruna mala Kosa ki ye?” (Torunlar kimlerdir?) diye soruşturmuşlar. Enver Güneş, Emin Güneş ve Süphan Güneş’i bulup tanışmışlar. Hep birlikte bir kahvede oturup sohbet ediyorlarmış. O sırada Hamit Bey tesadüfen oradan geçiyormuş. Enver Bey saygılı bir ifadeyle: “Hamit Bey! Buyur!”, demiş. Misafirler Hamit Bey’i de Torun ailesinin bir mensubu zannetmişler. Hep birlikte yemek yedikten sonra tekrar kahveye gelmişler, çay içip sohbetlerine devam etmişler. Ayrılacakları zaman misafirlerden birisi şöyle demiş: “Sizinle tanışmamız çok iyi oldu. Biz artık Diyarbakır’a döneceğiz. Bundan sonra kiminle irtibat kuralım? Torunların ileri geleni hanginizsiniz?” Bu soru üzerine masada bir sessizlik olmuş. Torun ailesinin üç ileri geleni de “Torunların ileri geleni benim!” demeyi uygun bulmamış. Hamit Bey gayet sakin bir şekilde ileri atılmış: “Vallahi Torunların ileri geleni ve aksakallısı benim. Bunların hepsi benim sözümden çıkmazlar. İşte adresim. Bundan sonra bütün isteklerinizi bana iletin.” Enver, Emin ve Süphan Beyler Hamit Bey’e ters ters bakmışlar ama onu yalanlayacak gücü kendilerinde bulamamışlar. Misafirler memnun bir şekilde vedalaşıp ayrılmışlar. Tekrar masaya oturdukları zaman üçü bir ağızdan: “Heramo piso! (Yüzsüz adam!) Allah’ın cezası! Sen de nereden çıktın?” “Ne yapayım, siz kendi aranızdan bir ağa seçmesini beceremediniz, ben de söyledim.” 548 Iğdır Sevdası “Oğlağın sesi en güzeli..” Hoca İbrahim Güneş’in geniş bir cemaati vardı. Seçkin misafirlerden oluşan cemaat arada bir toplanır genellikle dini konularda sohbet ederdi. Yine böyle bir cemaat toplantısında Hoca İbrahim ortaya şöyle bir soru atmış: “Söyleyin bakalım! Dünyada en güzel ses neyin sesidir?” Cemaati önce bir sessizlik almış. Sonra peyderpey cevaplar gelmeye başlamış. Herkes sırayla görüşünü açıklıyormuş: “Kürtçe mevlit okunduğu zaman! İşte ruhumu mest eden ses!” “Sabah ezanını okuyan hocanın sesi...” “Kuran okuyan bir çocuğun sesi...” Cemaatin bu dini cevapları Hoca İbrahim’i pek memnun ediyormuş. Hamit Bey de bir köşede sessizce oturup olup biteni izliyormuş. Hoca İbrahim merakla Hamit Beye yönelmiş: “Hamit Bey sen ne diyorsun? En güzel ses neyin sesidir?” “Bana göre en güzel ses... Ne zaman ki yayla yerinde misafirliğe gidiyorsunuz... Her taraf yemyeşil... Derelerden dupduru ve soğuk sular akıyor... Ortalıkta mis gibi bir koku var. Kıl çadırın sahibi heyecanla sizi karşılamaya geliyor ve bir yandan da evdeki hizmetçilerinden birine emir veriyor: ‘Kuro! Kuro! Mevane me hatiye! Bıreve! Kareki bine!’ (Misafirimiz var!Koş sürüden bir oğlak getir!) Ev sahibi bir yandan bıçağını törpülüyor bir yandan da ocakta ateş hazırlanıyor. Çok geçmeden hizmetçi omzunda bir oğlakla geri dönüyor. İşte o anda oğlağın “Meee!Meee!” diye bağırması var ya bana göre dünyadaki en güzel ses işte o sestir.” “Em maleki bêbextın!”( Hayırsız bir eviz!) Hıdır Arslan Ağrı merkeze bağlı bir köyde oturan tanıdık birisiydi. Trafik kazası geçirmiş felç olmuştu. Bir gün Hamit Bey’le taziye nedeniyle Ağrı’ya gitmiştik. Iğdır’a dönerken yolumuzun üstündeki köye uğrayıp Hıdır Arslan’a geçmiş olsun demek istedim. Hamit Bey bu önerimi sessizce karşıladı. Ne de olsa Hıdır Arslan benim arkadaşım idi. Hamit Beyin zahmet edip benimle gelmesini sevinçle karşıladım. Dükkandan çikolata ve kolonya aldım. Birlikte Hıdır Arslan’ın evine gittik. Odaya ilk Hamit Bey girdi. Hıdır Arslan’ı görür görmez birbirlerine sarıldılar, doyasıya hasret giderdiler. Sohbetleri öylesine derinleşti ki ben elimde paketler ayakta kalakaldım. Bir ara Hamit Bey bana döndü: 549 Hacı Cihangir Turan “Cihangir! Sana zahmet olacak! Aldığım şu paketleri pencere kenarına bırak!” Akşama doğru Iğdır’a doğru yola çıktık. Biraz şaşkın biraz kızgın bir ifadeyle Hamit Bey’e çıkıştım: “Benim aldığım eşyaları sahiplendin, ona bir şey demiyorum. Peki Hıdır Arslan’ı madem ki bu kadar iyi tanıyorsun niçin daha önce ziyaretine gelmedin?” “Cihangir, biliyor musun, benim aile damarımda hayırsızlık ve vefasızlık var. Hıdır Arslan babamın kucağında sünnet oldu. Kendisiyle de çok güzel anılarım olmuştu. Ne diyeyim? “Em maleki bêbextın!” Eğer yarın sen de aynı duruma düşersen merak etme senin de ziyaretine gelmeyeceğim.” SEVİM TURAN 1931 Iğdır doğumluyum. Babam Osman Nuri Akgüden Bayburt’tan gelip Iğdır’a yerleştiğinden halk arasındaki lakabı “Bayburtlu Paşa” idi. Bitlisli Mehmet Efendi ve eşi Zinnet Hanım evimizin devamlı misafirlerindendi. Zinnet Hanım karakter bakımından çok sert ve kuralcıydı. Yıllar sonra bile çok iyi hatırladığım ilginç bir anım olmuştu. “Ben o kaderi bozarım!” 15-16 yaşlarında genç kızdım. Bir gün annem ve Zinnet Hanım, yanlarında çocuklar, hep birlikte Başkatip Kağızmanlı İdris Bilen’in evine misafirliğe gitmiştik. Ev sahibi: “Zinnet Hanım, söylenenler doğru mu? Büyük kızınız Muhsine’yi Polis Mehmet’e veriyormuşsunuz...” Zinnet Hanım ayağını yere sertçe vurdu: “Polis Mehmet de kim oluyor ki ben ona kız vereyim!” “Aman Zinnet Hanım bu kaderdir, olursa olur!” “Ben o zaman öyle kaderi bozarım.” Ayrılıp eve gittik. Babam o akşam eve erken gelmişti. Annem meraklanıp sordu: “Hayırdır, niçin erkencesin?” “Mehmet Efendi kızı Muhsine’yi Polis Mehmet’e veriyor. ‘Akşam toplantıya gel kız babası sen olacaksın, başlığı sen keseceksin!’ 550 Iğdır Sevdası dedi.” “Ama nasıl olur? Zinnet Hanım ‘asla olamaz’ diyordu.” Zinnet Hanım damadı Polis Mehmet’i çok seviyordu. “Ah! Keşke bütün kızlarım Polis Mehmet gibi birisiyle evlense!”, diye söylenirdi. “Sarı kızı gösterdik kara kızı verdik.” Mecit Hun gönlünü Mehmet Efendi’nin ikinci kızı Nazire’ye kaptırmıştı. Nazire sarı saçlı mavi gözlü çok güzel bir kızdı. İsteyenleri çoktu. Kız evi: “Nazire başkalarına sözlü, Mecit Bey istiyorsa Naciye’yi verelim!”, diye haber göndertmiş. Naciye esmer güzeliydi. Mecit Hun, “Madem ki Naciye’yi veriyorlar, ben de onu alırım!” demiş. Babam törende kız babası olmuştu. Zinnet Hanım dostlarına şaka yollu şöyle dermiş: “Sarı kızı gösterdik kara kızı verdik!” 551