Publication - Haber Ajanda
Transkript
Publication - Haber Ajanda
HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi MAYIS 2014 YIL 8 SAYI 90 12,5 TL www.haberajanda.com.tr haber NESRİN ÇAYLI Şiddet karşıtı bir düşünür: Cevdet Said ZEHRA ULUCAK Ortadoğu’da giderek büyüyen bir akım: İslamî Feminizm PROF. DR. TURAN GÜVEN Türkiye, 21’inci yüzyılın parlayan yıldızı olacaksa... SERVET HOCAOĞULLARI Türkiye’yi bekleyen gelecek: Recep Tayyip Erdoğan PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN Ülkemiz demokrasisinde genel başkanlık sisteminden başkanlık sistemine AHMET TURGUT Unutulan mânâlarıyla “Fetih” ve “Fatih” Yayınları HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ Aylık Kültür Dergisi kültür MAYIS 2014 YIL 1 SAYI 6 12,5 TL www.kulturajanda.com.tr AHMET TURGUT Tarih şuuru veya, cenneti mazide aramak NESRİN ÇAYLI İslâm Sancağı’nı İstanbul surlarına taşıyan Sultan! Yayınları 2 mayıs 2014 mayıs 2014 3 haberajanda İçindekiler SAYI: 90 // MAYIS 2014 BAŞYAZI/ DOÇ. DR. SİNAN CANAN Oğlunun oğlunun oğlu… 08 Bir de bunların “oğulları” vardır. Kimi cübbe, kimi üniforma, kimi de kravat sahibidir. Ülkeyi yöneten seçilmişlerle protokollerde yan yana, art arda bulunurlar, fakat işleri bu sorunları çözmek veya bu sorunlara dair sorumluluk altına girmek değildir. Onlar, teknik bazı işleri halletmek üzere orada bulunan devlet memurlarıdır ama… İşte eski alışkanlık, konuşmadan duramazlar… 28 KAPAK // AHMET TURGUT 28 32 36 40 32 36 46 40 4 46 mayıs 2014 6 EDİTÖR 7 AHMET YOZGAT Karikatür 8 BAŞYAZI: DOÇ. DR. SİNAN CANAN Oğlunun oğlunun oğlu… 10 ORHAN MÜCAHİT Kömür karası hüzün 12 AYIN OLAYI Tarihî taziye 14 SELÇUK KAYIHAN Türkiye Ajanda PROF. DR. TURAN GÜVEN 20 ÖMER BEKİR SADIK Türkiye, 21’inci yüzyılın parlayan Dünya Ajanda yıldızı olacaksa... 24 ULUĞ BAYINDIR Tarihinde kale geleneği olmayan bir milleti kapa- Medya Ajanda lı topluma dönüştürmeye çalışanlar başarama28 AHMET TURGUT dılar. Eski Türkiye ile yeni Türkiye arasındaki far- Unutulan mânâlarıyla kı göremeyenler, eminim ki kapalı toplumla açık “Fetih” ve “Fatih” toplum arasındaki farkı da göremiyorlar. Onun 32 PROF. DR. TURAN GÜVEN içindir ki, eski Türkiye’yi özleyen Beyaz Türklerin Türkiye, 21’inci yüzyılın arkasında saf tutuyorlar. parlayan yıldızı olacaksa... 36 SERVET HOCAOĞULLARI SERVET HOCAOĞULLARI Türkiye’yi bekleyen gelecek: Türkiye’yi bekleyen gelecek: Recep Tayyip Erdoğan Recep Tayyip Erdoğan? 40 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN Ellerimiz sadece sandığa uzanıp “Evet” demekle Ülkemiz demokrasisinde genel başkanlık yetinmemeli... Ellerimiz, Erdoğan’ın ellerinin uzansisteminden başkanlık sistemine dığı yerlere onunla beraber yönelmeli ve kavuş45 AYTEKİN ATASOYU malı... Çünkü ellerin kavuşması ve dünyaya onun Kör yatıp şaşı kalkmayalım liderliğinde uzanması için “zamanı gelmek” dev46 MEHMET SERHAT BIÇAK rede! Yuvarlakta raks PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN 48 ORHAN MÜCAHİT Ülkemiz demokrasisinde genel başkanlık Yeni Türkiye önemli bir engeli daha aştı sisteminden başkanlık sistemine 50 MURAT İLKTER Sistem değişiyor ve demokrasimiz genel başkan Acizliğin anatomisi lık adı altında yürütülen başkanlık sisteminden asıl 52 MUHAMMED İKBAL BAKIRCI başkanlık sistemine doğru evriliyor. Ne demek mi Şimdi beni iyi dinle! istiyorum? Cumhuriyet tarihinde kurulan ve siste54 YAHYA KURT min yaşamasına izin verdiği siyasî partilerimizin geKarşıtlık teorisi nel başkanlarına bir göz attığımızda ne demek iste- 55 ALPARSLAN ŞİMŞEK diğim daha iyi anlaşılacaktır. Twitter adaleti M. SERHAT BIÇAK 56 AHMET YOZGAT Milletlerin İslam’ı mı, Yuvarlakta raks İslam’ın milleti mi? Kendinizi bir kozaya kapatmadıkça dönüşemez, 58 YAVUZ ŞAHİN süründüğünüz halde uçtuğunuzu sanırsınız rüya Sır küpü âlemlerinde. Öyleyse kozadan çıkmış fedakârın 59 AHMET SAĞLAM simli kanatlarıyla ufka hayat parıltıları ekmekten, Zulmü alkışlamadık, zalimi ise içinde hayat eksik olan hayata hayat katmaktan asla sevmedik başka çaremiz mi var? Unutulan mânâlarıyla “Fetih” ve “Fatih” Bugün farkında olarak veya olmayarak sıklıkla kullandığımız “açılım” sözcüğü, vahyin kastettiği manalar itibariyle bir “fetih hazırlığı”dır. Rabca okunabilecek bir “fatih” kelimesinin asıl/yüksek manasıyla onurlanmak isteyenler, kördüğümleri aşacak, gönülleri birbirlerine açacak ve açılımlarını nihayete erdirebilecek olanlardır. NESRİN ÇAYLI Şiddet karşıtı bir düşünür: Cevdet Said 60 60 66 68 72 80 82 83 Suriye rejiminin zulmüne maruz kalarak 14 yıl kadar hapis yatmış, mesleği elinden alınmış, beş ay kadar önce ülkesinden Türkiye’ye göç etmiş, farklı bir ülkenin diline, üslubuna, niyet okumasına henüz aşinalık kesbedememiş, çeviri zafiyetine yenik düşmenin muhtemel olduğu ve sınırlı bir zaman dilimi içinde gerçekleşen bu görüşme, bana göre sadece bir keşif programı olarak yorumlanmalıydı. NESRİN ÇAYLI Şiddet karşıtı bir düşünür: CEVDET SAİD CAHİT TUZ Ortadoğu’da süreklilik ve değişim SEYİTAHMET KARAMAĞRALI İran’ın “ezoterik” ittifakları... Kim bu İran’ın gizli dostları? ZEHRA ULUCAK Ortadoğu’da giderek büyüyen bir akım: İslamî feminizm AHMET TAŞĞIN Buda ve Peşte arasında gül yetiştiren adam: “Gül Baba” MUHAMMED LÜTFÜ AVCI Rus cephesinde yeni bir şey yok İPEK ACAR SERT Kadına yönelik şiddet 84 NADİRE ÇAMLI YILDIRIM Her gün sıcak haber, yeni bir alev 86 DOÇ. DR. SERHAT ATABEY Çocuk cinayetleri ve idam 88 MEHMET ŞEKER Kravatsız şık olmak mümkün değil mi? 90 SABRİ ÖĞE Çağımızın Derviş Yunus’u: Cengiz Numanoğlu 92 PROF. DR. BÜNYAMİ ÜNAL “Ümitvar olunuz; şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada, İslam’ın sadası olacaktır” 96 DR. MURAT ARABACI Kur’an ve ışık 100OSMAN ZEKİ GENÇ Ağaçlar kardeş imizdir Ülkede dikilmedik tek meyve fidanı kalmasın! 104SERVET HOCAOĞULLARI Türkiye’de bir ilk daha... Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi 108 DR. NURETTİN ALABAY Teknoloji ZEHRA ULUCAK Ortadoğu’da giderek büyüyen bir akım: İslamî Feminizm 72 Kadınların birey olma çabaları, aydınlanma ile başlayan sürecin hümanist felsefeler ve bireyciliğe yapılan vurgu ile beslenmesinin bir sonucudur. Kadına karşı ayrımcılığın engellenmesi, zamanla Ortadoğu ülkelerinin de yoğun siyasi gündeminde yerini almaya başlamıştır. 56 68 92 66 88 96 AHMET YOZGAT SEYİTAHMET KARAMAĞRALI PROF. DR. BÜNYAMİ ÜNAL Milletlerin İslam’ı mı, İslam’ın milleti mi? İran’ın “ezoterik” ittifakları… Kim bu İran’ın gizli dostları? “Ümitvar olunuz; şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada, İslam’ın sadası olacaktır!” 56 90 sene önce Anadolu insanından biçimlendirilen “Ne mutlu”cu Türk tipi, şimdi de “Ne mutlu”cu Müslüman olmaya kanalize edilmek isteniyor. Söz konusu “Ne mutlu”cu insanın çağdaş bir Yahudi olacağı kesin. Kendine has dini, kendine has cenneti ve millî azizleri olacak bir anlayıştan bahsediyoruz. CAHİT TUZ Ortadoğu’da süreklilik ve değişim Arap Baharı’nın getirdiği değişim dalgası sadece siyasî, demografik ve coğrafî değişimlerle sınırlı kalmayacaktır. On yıllardır üzerlerine serpilmiş olan umutsuzluk ve özgüven eksikliğini yaşanan bu süreçte üzerlerinden atacak olan bölge halkı, etkisi küresel anlamda hissedilecek yeni sorular da üretecektir. 66 68 Yıl: 1979... Humeyni, Tahran’da... Fransa’dan geldiğinde yanında kim var, ne var? Bunu kimsenin bildiği yok ama dikkatinizi çekerim, Ayetullah Tahran’a indiğinde, Batı Asya’nın en büyük hükümdarı apar topar tabanları yağlıyor ve soluğu Mısır’da alıyordu. Şah’ı bu kadar korkutan neydi ki sığındığı ülkede/eski Firavunların Mısır’ında “ödü patlamış” olarak ölü bulundu?! MEHMET ŞEKER Kravatsız şık olmak mümkün değil mi? Sözün burasında fıkra anlatacak değilim, onu sonraya bırakalım ama “varsayalım” diyerek bir konuya başlamak istiyorum. Zira bu konu da fıkra kadar güldürücü ve yetmezmiş gibi bir de düşündürücü! Vaktiniz varsa, gereğini yapın ve hem gülün, hem düşünün. Zaten seçilen konu çok fonksiyonlu olmazsa, pek işe yaramaz... 88 92 Roma ve Yunan medeniyeti, Hıristiyanlıkla tanıştıktan sonra, ilahî emir doğrultusunda evrilmek şöyle dursun, vahiy kaynaklı doğruları bile kendine benzetti. Ortaya pagan ruhu ve aklı taşıyan, ilk zamanlarında Hıristiyan elbisesi giydirilmiş yeni bir karışım çıktı. DR. MURAT ARABACI Kur’an ve ışık Avrupa’da, savaşın kazanıldığı 1945’te, bombanın yapılmak ve Japonlara karşı kullanılmak üzere olduğunu anladığı zaman Szilard durmadı ve ulaşabildiği her yere protesto mektubu gönderdi. Bir mektup da Başkan Roosvelt’e yazdı, ancak bundan da sonuç alamadı ki mektubu gönderdiği sırada Roosvelt ölmüştü. Szilard, bombanın, Japonların ve uluslararası gözlemcilerin önünde denenmesini istiyordu. 96 mayıs 2014 5 haberajanda Editör Sayı: 90/ Mayıs 2014 İMTİYAZ SAHİBİ AJANDA GRUP BAŞKANI YAYINLAR GENEL YÖNETMENİ GENEL KOORDİNATÖR İLETİŞİM GENEL KOORDİNATÖRÜ GENEL YAYIN YÖNETMENİ SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ REKLAM ABONE ve DAĞITIM KOORDİNATÖRÜ GÖRSEL YÖNETMEN GRAFİK TASARIM FOTOĞRAFLAR HABER AJANDA BASKI Yavuz Selim yavuzselim.ajanda@gmail.com Müzeyyen Selim muzeyyenselim.ajanda@gmail.com Sinan Canan sinancanan.ajanda@gmail.com Erkan Oğur erkanogur.ajanda@gmail.com Dilek Yaraş dilekyaras.ajanda@gmail.com Mehmet Serhat Bıçak msbicak.ajanda@gmail.com A. Levent Şahsuvaroğlu Ömer Bekir Sadık obsadik.ajanda@gmail.com Bige Canan bigecanan.ajanda@gmail.com Ahmet Oğuz ahmetoguz.ajanda@gmail.com Aykut Koçoğlu aykutkocoglu.ajanda@gmail.com Aktüelya İlker Kırmızı Anadolu Ajansı Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Kültür Ajanda’nın isim ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş. I. Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd. No: 3 Sincan/ ANKARA Tel: 0312 267 08 97 BASKI TARİHİ Mayıs 2014 İDARİ ADRES Anafartalar Cad. Şan Sk. 10/303 Kat: 3 Ulus – Ankara Tel: (0.312) 380 90 92 Fax: (0.312) 381 45 65 HABERLEŞME ADRESİ Posta Kutusu 168 06420 Yenişehir/Ankara Posta Kutusu Maltepe/İstanbul okur.kulturajanda@gmail.com Dergide yayınlanan malzemelerin her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir. Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar. ISSN ABONELİK Yurtiçi yıllık abonelik 150 TL, kurum ve kuruluşlar için 300 TL, Kıbrıs için 200 TL, Avrupa için 150 € ve ABD için 200 $’dir. HESAP BİLGİLERİMİZ Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltdi Şti. Vakıfbank Ankara Meşrutiyet Şubesi Hesap (IBAN) No: TR 1200015 0015 8007 287367226 Posta çeki Hesap No: 5315328 6 mayıs 2014 1306-5742 Abone bildiriminiz için abone.haberajanda@gmail.com e-mail adresine veya 0 533 165 39 82 GSM numarasına mesaj bırakabilirsiniz. 0 312 381 45 65’e faks çekebilirsiniz veya 0 312 380 90 92’yi direkt arayabilirsiniz. Mehmet Serhat Bıçak msbicak.ajanda@gmail.com Allah’ın emri Peygamber’in kavliyle… B İLİYORUM, başlığı görür görmez “Editör görücüye gitmiş galiba?” zannıyla başlayacaksınız okumaya. Ancak “Allah’ın emri, Peygamber’in kavliyle” açılışı, evlilik konusuna endeksli değil, “hayırlı iş” referansına odaklı. Bu açıklamanın ahirinde hayırlı işe çıkabiliriz biiznillah… >> Hicret, İslam’ın birincil orijini. Bu olayda görünenler ve odaklanılan mesele kadar figüranların aldıkları roller de pekâlâ ehemmiyet taşır. İstisnasızdır sanırım, insan film izlerken kendini başroldeki karakterin yerine koyar. Bu yüzden o karakterin hisleriyle hislenir seyirci. Hicret meselesinin figüranları objektifinden bakınca seyirci pozisyonundaki Müslümanın empati kurduğu başrol “Peygamber”. Peki, izlediği filmlerde kendini figüranların yerine koyan bir düşünceyle konuya yaklaştığımızda, Hicret planında kime figüran niteliği yükleyip onun empatisiyle düşünebiliriz? Başrolü Peygamber’e (sav) yükleyince geride kalan isimleri tek tek sıralayalım mı? Ebu Bekir-i Sıddîk’i (ra) figüran sayamayacağımıza göre -ki yardımcı roldedir- kimler vardır bu listenin içinde? Nemrut’un nara düşürmek istediği Halilullah’a bir karınca veya bir serçenin geldiği ve yanmakta olan nara bir damla su bırakmaya çalıştığı anlatılır da, o karınca veya serçenin “Söndüremezsem de safım belli olsun” şeklinde verdiği bir cevap vardır ya, bahsini tuttuğumuz listeye alacağımız figüranlar da bu minvalde bellidir: Çöl rehberi, üç deve, bir güvercin ve bir örümcek... Çöl rehberinin rolü, Habibullah ile Sıddîk’e sağ salim “çölü geçirmek”... “Velayet ile geçme” noktasını değerlendirmek elbette başka konu. Develerin rolleri “vasıta olmak”... Peki, güvercin ile örümceğin rolü nedir? Onların rolleri de “mucize olmak” mı? Burada çok güzel bir detaya rastlıyoruz. Ne ilginç bir tevafuk ki İbrahim Nebi’ye geldiği söylenen iki canlı “karınca ve serçe” iken, aynı türden iki canlı da Kâinatın Serveri’ne gelmiş: “Örümcek ve güvercin”... Demek ki hikâyede sonradan görünse ve hatta akla ahir düşse de bir muhakkak var… Bu figüranların hangisinin objektifinden görmek isterdiniz mağara girişinde yaşananları? “Mağara girişinde yaşa- nanları” diyoruz, zira içeride olan bitene figüranlar şahit değillerdi. Umurlarında olan tek şeyse “içeridekilerin selameti” idi, “sır” değil. Akla o ahir düşen muhakkak için ya örümcek olmak var, ya güvercin. Devletin selameti ve bekası için ilmek ilmek bir ağ örmeye ne derdiniz? Ülkenizin yarınına bir Veda tepesi uzaklık varsa eğer ve dillerinde üzerine ay doğacak milletler dillerinde dua dua şarkılarla bekleşiyorsa kapılarda örümceğin safını belli etmek uğruna ettiği fedayı kalbinizle ördüğünüz muhabbet ağlarıyla görmek istemez miydiniz? Bütün hissiyatımızı, Sultanü’sŞuâra’nın deyişiyle ciğerlerimizden kalemlerimize kan çekerek bu satırlara şırınga ederken ne büyük bir çilenin taliplisi olduğumuzu nasıl tarif edebiliriz ki? Evet, “Allah’ın emri, Peygamber’in kavliyle” hayırlı bir işe talip olduk. Bu talepte Hakk’a niyazı ümit kıldık. Dedik ki Yakub (a.s.) misal, “Allah’ım biz aciziz, bütün ümitlerimizi sana bağladık” ve sonra örmeye başladık bugünden itibaren yeniden ve yeniden ağlarımızı. Bizimkisi çelik çomak oynamak yahut gönül eğlendirmek değil, beka ve selamet için sadece saf tutmak... Yaz geliyor; Haziran, Temmuz ve “Ağustos” geliyor… Olur ya görürseniz, incitmeyin örümcekleri… *** Bu sayımızı baskıya hazırladığımız günlerde ülkemiz, maalesef kara bir hüzne gark oldu. Manisa Soma’daki bir kömür madeninde yaşanan elim olay, yüzlerce canımızın yitmesine, yüzlerce nefesle yitmemize sebep oldu. Milletimizin başı sağolsun… Rahman ve Rahim olan Allah, ak emeği toprağa verip kara taşlar çıkaran bu kardeşlerimize cennetini, şehadet makamını lütfetsin… “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun…” Ahmet Yozgat - ahmetyozgat.ajanda@gmail.com haberajanda Karikatür mayıs 2014 7 haberajanda Başyazı Doç. Dr. Sinan Canan sinancanan.ajanda@gmail.com Oğlunun oğlunun oğlu… M İLLETÇE en bilinen hasletimiz, hatta ata sporumuzdur kahve köşelerinde, otobüs duraklarında, televizyon karşısında yahut parkta bahçede hiçbir şekilde dahlimiz ve birkaç kırıntı dışında bilgimizin olmadığı ve çapı oldukça büyük işler hakkında atıp tutmak, onların yapılış tarzlarındaki yanlışlıkları ve “Şöyle olsa daha iyi olurdu”ları iştahla konuşmak... >> Memleketin yönetiminden ekonomik sisteme, üniversite eğitiminden trafiğe, bayındırlıktan demiryolu ulaşımına kadar neredeyse her meseleye dair, her birimiz iş başındakilerin ne hikmetse hiç bilmedikleri bazı basit çözümlere sahip olmaktan dolayı gururlanırız içten içe. İki santim kalın demir koyarak depreme hazırlık sorununu, her yola üç şerit daha ilave ederek trafik sorununu, birkaç haftada memlekete bilmem kaç yüz kilometre ray döşeyerek taşımacılığı, benzinin fiyatını yarıya düşürerek hayat pahalılığını, üç beş suikast ve gizli operasyonla büyük ülkelerin komplolarını, ülkedeki terörü ve bilumum illegal teşkilatlanmaları hemen halledecek fikirler sadece bizim aklımıza gelir. Nedense bu memleketi kurtaracak bu basit fikirler sadece sokakta, berberde, takside gelir insanların aklına; ülke direksiyonunun başındakiler ise böyle basit şeyleri bir türlü akıl edemezler. Bunlar sokaktaki insanın, bizim halimizdir. Aslında eğlenceli bir dünyadır bu. Hiçbir sorumluluğu ve yetkisi olmayan insanların atıp tutmaları hayatımızı renklendiren ve bize sohbet imkânı açan fırsatlardır bir yerde. Ama bazılarımız bunlara olduğu gibi inanır, “essah” zanneder. Hakikaten de birkaç günde, adeta bir sihirli değnek değmişçesine, tüm sorunlarımızdan kurtulabileceğimize 8 mayıs 2014 inanır kimisi ve bu basit çözümleri bir türlü uygulayamadıkları için de yöneticiye, siyasetçiye, bürokrata kinlenir, sinirlenir. Ülkenin gelir kaynaklarını, vergi toplama performansını, siyasî konjonktürünü, dünyadaki yerini, üzerindeki hesapları bilmeye gerek yoktur; çözüm hep basittir ve “Bunlar…” (yani baştakiler) sırf ihanetlerinden yahut gevşekliklerinden bu “basit” sorunları çözmeye yanaşmazlar. Kimin oğlu? Bu durum halk arasında normaldir. Bir de bunların “oğulları” vardır. Bu oğullar okumuş, çalışmış, çeşitli fırsatları da değerlendirerek büyük adam olmuşlardır. Kimi cübbe, kimi üniforma, kimi de kravat sahibidir. Ülkeyi yöneten seçilmişlerle protokollerde yan yana, art arda bulunurlar, fakat işleri bu sorunları çözmek veya bu sorunlara dair sorumluluk altına girmek değildir. Onlar, teknik bazı işleri halletmek üzere orada bulunan devlet memurlarıdır ama… İşte eski alışkanlık, konuşmadan duramazlar… İçinden çıktıkları topluluğun avam dilini üst düzeylere göre “süslemeyi” öğrenmişlerdir onlar. İlaveten, taşın altına elini koymadan akıl verebilme diplomasına da sahiptirler. Herhangi bir hesap yahut sorumluluk ağırlığı taşımadıklarından ra- hatça konuşur, akıl dağıtırlar. Kötü gidişattan, karanlıktan, haksızlıktan, adaletsizlikten dem vurmak onların esas işidir. Hatta kendilerini öyle kaptırırlar ki yanlışlığı, haksızlığı, eşitsizliği ve adaletsizliği sadece görebilmenin ve söyleyebilmenin kendilerini seçkin ve aydın yaptığını bile zannederler. Hâlbuki onlar da bilirler yanlışlığı görmek için sadece ortalama bir zekânın yeterli, esas marifetin de “çözüm” üretmekte olduğunu. Ama bu sorumsuz akıldaneliğin çekiciliği ise bunların hepsini unutturur. Geçtiğimiz ayın en heyecanlı olaylarından biri de yine benzer bir konuşmayla meydana çıktı. Barolar Birliği Başkanı Prof. Dr. Metin Feyzioğlu, Danıştay açılışında uzun bir konuşma sırasında ağzına gelen her türlü “düşüncesini” devletin zirvesine saydırıyordu ki Başbakan Erdoğan’ın gündemi sarsan “Van minute!” protestosuna tosladı. Olayın ardından Süleyman Özışık hatırlattı ki “biz bu milletin nice oğullarını gördük”. Kıvrıkoğulları, Kılıçdaroğulları, Kanadoğulları… Şimdi de Feyzioğulları… Kimi cübbeli, kimi üniformalı, kimi kravatlı, kimi “onursallı”… Bunların bir kısmı siyasetçi de olsa, oy alamamaktan dolayı hiç gocunmadan “akıldane” rolünü bihakkın oynamaya devam edebilir mesela. Diğer bir kısmı, milletin iradesinin tecelli ettiği Meclis’e uzaktan ayar verebilme gibi insanüstü yeteneklere sahiptir. Yekdiğeri, üzerindeki memur üniformasına rağmen kendini “zıllullah“ addedebilir, biz fanilere akıl verebilir, tehditler savurabilir. Bir başkası, misal, devletin bir kurumunun resmî töreninde Cumhurbaşkanı’nı, Başbakan’ı, bakanları, muhalefet partisi liderini ve bürokratla- rı karşına alıp saatlerce saydırma imkânına sahiptir. Evet, bunlar böyledir ama bu ülke de artık pek eskisi gibi değildir. Adına “teamül” denen garip bir kaçamakla devlet erkânını bir buçuk saate yakın karşısında esir alıp kameralar önünde ve cevap hakkı olmaksızın, tamamen gündem ve yetki dışı söylemlerle fırça atarken “zinde güçler”e göz kırpma şeklindeki eski alışkanlık, bugün artık nahoş bir antik gelenek olmaya yüz tutmuş durumda, hani şu eskilerin Şamanist törenleri, yamyamlık ritüelleri gibi… Bugün böyle şark kurnazlıkları bir şekilde duvara tosluyor, devletin başındaki seçilmişler de artık seslerini yükseltip teamüllerin dışına çıkabiliyorlar. Birkaç radikal rejim askeri hariç, bu işgüzarlığı savunabilecek bedbahtlar da artık eskisi kadar bol ve hazır değil. Ama yine de yapılıyor bunlar, zira bu ülkede bunu “siyaset”, bu müptezelliği “aydınlık” ve “muhalefet” sanan sanrılı bir kitle hâlâ mevcut ve hayatiyetini devam ettiriyor. Allah onlara da acil şifalar versin. Plan tuttu mu? Metin Feyzioğlu’nun Danıştay açılışında yaptığı konuşma, süre, içerik, üslup ve tavır açısından “eski teamüllere” tamamen uygun bir şekilde, gayet üstenci, kıymeti kendinden menkul, öz-uzman lakırdılarıyla doluydu. Devletin en üst kademesinin karşısında her türlü subliminal tahrik unsurlarının orta derece bir ustalıkla alt alta dizildiği ve “Sözcü” gazetesi jargonuna bulanmış bu konuşmanın amacının, başta Erdoğan olmak üzere, ülkenin yeni yönetiminde inisiyatifi alan insanların tepkisini çekmek olduğu açıkça ortada. Zira son dönemde son derece gergin günler geçiren Başbakan, konuşmanın (muhtemelen) sonlarına doğru tam anlamıyla “patladı” ve hazırlanan bu mizansende kendisinden beklenenin çok üzerinde bir performans sergilemek durumunda kaldı. Benim de sonuna kadar hak verdiğim öfkesi, ses tonundan ten rengine kadar her işarette kendini belli ederken, Feyzioğlu’nun konuşmasını kesip tepkilerini en net ve en “Kasımpaşalı” biçimde dile getirmekten kendini alıkoyamadı, hem de yanı başındaki Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı’nın teskin etme çabalarına rağmen... Feyzioğlu’nun, Başbakan’ın tepkisi sırasındaki tavrını internette yayınlanan görüntülerden tekrar izlemenizi öneririm. Görüntülerde izleyeceksiniz -yahut izlediniz- ki Feyzioğlu, adeta çölde su ararken baraj bulmuş olmanın getirdiği bir sevinç, şaşkınlıkla karışık bir keyif içinde ve büyük bir rahatlıkla Başbakan’ın öfkesinin karşısında sakin bir hukuk adamı kisvesine girmeye tevessül ediyor. Konuşmasının başından sonuna “hükümeti suçlayan” ifadeleri sanki başkası etmiş gibi, Başbakan’ın “edepsizlik” sözü üzerine oynamayı ve hakaret imalarını reddetmeyi seçiyor. Bu manzaraya bakınca, oradaki amacın hem CHP’ye siyaseten göz kırpmak, hem de Hükümet kanadını, haydi daha dolaysız olalım doğrudan Recep Tayyip Erdoğan’ı çileden çıkartmak olduğu aşikâr. Bu amacın tastamam gerçekleştiğine ise hiç şüphe yok. Her ne kadar Başbakan “haksızlık karşısında susmama” ilkesi gereği doğru yerde bir tepki verse de bu tip tepkilerdeki “ölçü”sünü koruyabilecek kontrol gücünün Metin Feyzioğlu’nun Danıştay açılışında yaptığı konuşma, süre, içerik, üslup ve tavır açısından “eski teamüllere” tamamen uygun bir şekilde, gayet üstenci, kıymeti kendinden menkul, öz-uzman lakırdılarıyla doluydu. Devletin en üst kademesinin karşısında her türlü subliminal tahrik unsurlarının orta derece bir ustalıkla alt alta dizildiği ve “Sözcü” gazetesi jargonuna bulanmış bu konuşmanın amacının, başta Erdoğan olmak üzere, ülkenin yeni yönetiminde inisiyatifi alan insanların tepkisini çekmek olduğu açıkça ortada. artması için duacı olduğumu belirtmeliyim. İçinde bulunduğu gerginliği ve insanoğlunun kendini kontrol altında tutmasının bazen ne kadar zor olduğunu davranışsal açıdan iyi bilirim. Fakat bu ülkede siyaset, kendisine asıllı veya asılsız bir sürü itham yönelten bir memuru bir saat yirmi dakika oturup dinleyebilen bir yöneticiye “diktatör” suçlamaları yapılarak yürütülen bir süreç haline geldi. Erdoğan, bu süflî taarruz biçimi karşısında seviyesini ve öfkesini ne kadar kontrol edebilirse, sahibi olduğu izzeti de o derece olması gere- ken noktada kalacak. Ancak bu olayda beni esas düşündüren, CHP siyasetine göz kırpma adına orada o kadar uzun bir performans sergileyen Prof. Feyzioğlu’nun durumu. Devletin zirvesinin protesto amaçlı olarak salondan çıktığı bir hengamede adeta “uyurgezer” gibi onların peşinden salonu terk eden ve ardından da Feyzioğlu’nu destekleyen açıklamalar yapmaya yeltenen ana muhalefet lideri (!) Kemal Kılıçdaroğlu diğer “oğullara” hiç mi ibret olmaz acaba? Bence göz kırptığınız yere dikkat edin, bu gidiş, gidiş değil... mayıs 2014 9 haberajanda Taziye Aziz şehitlerimiz… Onlar karanlıkta yaşadılar, karanlıklar içinde can verdiler ama nurlar içinde uyanacak, aydınlıklar içinde yaşayacaklar... KÖMÜR KAR S OMA’da şehit olan madenci kardeşlerimize Allah’tan rahmet, acılı ailelerine ve yakınlarına sabırlar diyoruz. Türkiye’nin başı sağolsun!... >> Bu büyük trajediyi, bu büyük acıyı tarif etmek, kelimelere dökmek kolay değil. Bu satırlar kaleme alındığında 301 vatandaşımızın bedenlerine ulaşılmıştı. Evet, bu acıyı, acımızı tarif etmek mümkün değil. Sadece ülkemiz değil, tüm dünya bu acıyı paylaştı. Çünkü ölenler emekçiydi. Emekçi demek iş demek, aş demek, alınteri demek… Benzer acıları hemen hemen tüm ülkeler tecrübe etmiş, yaşamıştır. Yüzlerce ailenin ocağına ateş düştü. Ama o ateş öyle büyük ki hepimizi yaktı. Eşler kocalarının, çocuklar babalarının, ana babalar ise evlatlarının acısını yaşıyor. Çok zor… Rabbim 10 mayıs 2014 ölenlere ve kalanlara rahmetiyle muamele etsin. Konuşulacak ve tartışılacak çok şey var. Böyle acı bir olayı dahi siyasete alet etmek isteyenler ve hemen her olayı bir fırsat gibi görerek anarşi çıkarmak için uğraşan çapulcular yüzünden kafalar epeyce karıştı. Sosyal medyanın kirli yüzü bir kez daha kendini gösterdi. Yalan yanlış haberler ortalığı karıştırdı. Acıyı öfkeye, öfkeyi toplumsal bir infiale dönüştürmek için uğraşanlar oldu. Ancak beceremediler, beceremeyecekler; olay araştırılacak ve gerçekler önümüzdeki günlerde ortaya çıkacak. Çarpıcı iddialar Olayın nedeni hakkında yapılan ilk açıklamalara göre kazaya/ çıkan yangına bir trafo arızasının neden olduğu söylendi. Fakat ilerleyen günlerde farklı iddialar gündeme geldi. Bu iddialardan şu an için en elle tutulanı, konu hakkında en fazla tecrübe ve bilgiye sahip olan madencilerden eski Maden Mühendisleri Odası Başkanı’ndan geldi. Mehmet Torun, izlenim ve tecrübelerine göre facianın nedeninin trafo patlaması değil, eski imalat diye tabir edilen ve daha önce çalışılmış kömür damarının “kendiliğinden yanması” sonucu ortaya çıkan ve son derece tehlikeli olan karbonmonoksit gazı olduğu yönündeki düşündüklerini belirtti. Bu, anî ve hızlı ölümleri açıklıyordu. Sosyal güvenlik uzmanı Ali Tezel ise bambaşka bir iddiayı ortaya atarak, facianın trafodan kaynaklanmadığını, maden ocağında üç ay önce yangın çıktığını ve bulunan galerinin ağzının beton ile kapatıldığını iddia etti. Buradaki basınç nedeniyle patlama meydana geldiğini, yangının da söndürülmemesinin asıl nedeninin bu olduğunu, ayrıca maden şirketinin olayı trafo üzerine yıkarak tazminattan kurtulmayı amaçladığını ileri sürdü. Gerçekler er geç ortaya çıkacak. Devlet bunun için 28 savcı görevlendirdi. Ancak sonuç ne olursa olsun en genel ve en doğru gerçek, bu kazanın bir “ihmaller zinciri” yüzünden gerçekleştiğidir. Bunu, iş güvenliği uzmanlığı eğitimi almış ve sanayi tecrübesi olan bir mühendis olarak söylüyorum. Tek bir suçlu yok bu felakette. Pek çok suçlu var. Çünkü iş kazalarının istatistiğine bakıldığında, kazaların yüzde 88’inin tehlikeli hareketlerden, yüzde 10’unun tehlikeli durumlardan ve sadece yüzde 2 kadarının sebebi de önceden tahmin edilemeyen, önlem alınması ve tespit edilmesi çok Orhan Mücahit ASI HÜZÜN zor nedenlerden kaynaklandığı görülmektedir. Kısacası, iş kazalarının yüzde 98’i önlenebilir kazalardır. Yani alınacak tedbirlerle, sıkı denetimlerle ve -özellikle altını çiziyorum- kurallara uyarak iş kazalarının neredeyse tamamına yakını engellenebilir özelliktedir. İhmal üstüne ihmal Çıkacak raporda ne yazarsa yazsın, sonuç ne olursa olsun, emin olun tek bir suçlu yok. Devlet burada suçludur. Denetim görevini layığı ile yapmamıştır. Denetim raporlarının tam olması yeterli değil. Anlaşılıyor ki mevzuatta veya uygulamalarda eksikler var. Neden ilerlemiş ülkelerde bu şekilde kazalar olmuyor? Kolaycı bir yaklaşımla “Kader!” deyip işin içinden sıyrılmak, bizce kazanın kendisi kadar büyük bir felaket. Bu anlayış, bundan sonra yapılacaklar için güven ve umut veren bir açıklama değil. Çağımızda gelişmemiş ve az gelişmiş ülkelerde dahi bu büyüklükte kazalar nadir görülüyor. İddiası büyük 2014 Türkiye’sinde kesinlikle yaşanmaması gereken bir felaket bu! güvenliği kurulu ya da kurulları da suçludurlar. Görevlerini tam olarak yerine getirmedikleri aşikârdır. İşi kılıfına uygun yaptıkları, gerekli önlemleri almadıkları görülmektedir. O toplantılarda neler görüşüldüğü, işçi temsilcilerinin arkadaşlarının haklarını nasıl aradığı ortadadır. İşveren suçludur. Prosedüre göre gerekli önlemleri aldığını iddia etse bile, anlaşılan o ki, güvenlik önlemlerini tam olarak sağlayamamıştır. İşveren, ilgili iş kanunlarına ve yönetmeliklere göre gerekli güvenlik önlemlerini almak, kontrol etmek ve yapılmasını takip etmek zorundadır. İş güvenliğini sağlamak, kanunî sorumluluk dışında hem insanî, hem de vicdanî bir görev. İşveren, öncelikle o işin ve orada çalışmakta olan emektarların da kendisine aileleri tarafından verilmiş birer emanet olduklarını bilmeli, düşünmelidir. Sendikalar suçludur; işçinin güvenli çalışma hakları yeterince aranmamıştır. Sendikalar, haraç alır gibi aidat alırken işçinin haklarını o özende aramamışlardır. Sendikalar, sadece maaş talep ederken çalışan kurumlar değildirler. İşçi, bizatihi sendikanın kendisidir. Oysa işçi sendikaları, üye aldıkları işçilerine müşteri gibi yaklaşmaktadır. İşveren dışında, ilgili işveren temsilcisi, işçi temsilcisi, iş güvenliği uzmanlarından oluşan iş Acı ama önemli, maalesef orada çalışan işçilerimiz de suçludur. Az çok ihmallerinin O madende çalışan teknik ekip de ayrıca suçludur ki bakım onarımların düzenli yapılmadığı ortaya çıkmıştır. olduğu açıktır. Maalesef bir güvenlik kültürümüz yok. Gerek iş kanunlarında, gerekse iş güvenliği yasasında, işveren yanında işçinin de yapmakla yükümlü olduğu sorumluluklar var. Pek çok değişik sektörde bulundum, büyük küçük pek çok işyerinde çalışma ve bulunma fırsatı yakaladım ve insanımızın güvenlik önlemlerini pek fazla önemsemediğine üzülerek şahit oldum. Bu felaketten birey ve toplum olarak çok dersler çıkarmalıyız. Ciddi bir farkındalık sağlandı. Bu acı felaketi hem iş sağlığı ve güvenliği bakımından, hem de emekçilerimizin hakları bakımından yeni bir başlangıca ve güzel bir fırsata çevirmek elimizde. İnşaallah bu felaket, son acımız olur. Ve aziz şehitlerimiz… Onlar karanlıkta yaşadılar, karanlıklar içinde can verdiler ama nurlar içinde uyanacak, aydınlıklar içinde yaşayacaklar... mayıs 2014 11 Haber Ajanda AYINOLAYI Ayın Olayı Tarihî ta 23 NİSAN 2014, yani Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 94’üncü açılış yıldönümü ve “1915 Ermeni Tehciri”nin 100’üncü yıldönümünden bir yıl evveline rastlayan gün, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Başbakanlık resmî web sitesinden yayınlanan bildiri ile 1915 olaylarına ilişkin mahiyetiyle hem Ermeni vatandaşlarımıza, hem de tüm dünyadaki Ermenilere hitap etti: >> “Kadim ve eşsiz bir coğrafyanın benzer gelenek ve göreneklere sahip halklarının, geçmişlerini olgunlukla konuşabileceklerine, kayıplarını kendilerine yakışır yöntemlerle ve birlikte anacaklarına dair umut ve inançla 20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz.” Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet ağzıyla ilk kez dillendirilen bu taziye, tüm dünyada önemli bir çıkış ve korunması gereken bir tavır olarak karşılandı. Başbakan Erdoğan’ın bu çıkışı “özür” mahiyetinde dillendirilse de metin itibariyle her şey ayan durumda. Bu noktada metnin bütün satırlarına ayrı ayrı ve kelimelere tek tek dikkat etmek gerektiği zannındayız. Başbakanlık resmî web sitesindeki metin şöyle: “Ermeni vatandaşlarımız ve dünyadaki tüm Ermeniler için özel bir anlam taşıyan 24 Nisan, tarihî bir meseleye ilişkin düşüncelerin özgürce paylaşılması 12 mayıs 2014 için değerli bir fırsat sunmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarının, hangi din ve etnik kökenden olursa olsun Türk, Kürt, Arap, Ermeni ve diğer milyonlarca Osmanlı vatandaşı için acılarla dolu, zor bir dönem olduğu yadsınamaz. Adil bir insanî ve vicdanî duruş, din ve etnik köken gözetmeden, bu dönemde yaşanmış tüm acıları anlamayı gerekli kılar. Tabiatıyla ne bir acılar hiyerarşisi kurulması, ne de acıların birbiriyle mukayese edilmesi ve yarıştırılması acının öznesi için bir anlam ifade eder. Atalarımızın dediği gibi, ‘ateş düştüğü yeri yakar’. Osmanlı İmparatorluğu vatandaşı herkes gibi Ermenilerin de o dönemde yaşadıkları acıların hatıralarını anmalarını anlamak ve paylaşmak bir insanlık vazifesidir. Türkiye’de 1915 olaylarına ilişkin farklı görüş ve düşüncelerin serbestçe ifade edilmesi, çoğulcu bir bakış açısının, demokrasi kültürünün ve çağdaşlığın gereğidir. Türkiye’deki bu özgür ortamı suçlayıcı, inciltici, hatta bazen kışkırtıcı söylem ve iddiala- rı seslendirmek için vesile olarak görenler de bulunabilir. Ne var ki tarihî meseleleri hukukî boyutlarıyla birlikte daha iyi anlamamız, kırgınlıkları yeniden dostluklara dönüştürmemiz mümkün olacaksa, farklı söylemlerin empati ve hoşgörüyle karşılanması ve bütün taraflardan benzer bir anlayışın beklenmesi tabiîdir. Türkiye Cumhuriyeti hukukun evrensel değerleriyle uyumlu her düşünceye olgunlukla yaklaşmaya devam edecektir. Fakat 1915 olaylarının Türkiye karşıtlığı için bir bahane olarak kullanılması ve siyasî çatışma konusu haline getirilmesi de kabul edilemez. Birinci Dünya Savaşı esnasında yaşanan hadiseler hepimizin ortak acısıdır. Bu acılı tarihe adil hafıza perspektifinden bakılması, insanî ve ilmî bir sorumluluktur. Her din ve milletten milyonlarca insanın hayatını kaybettiği Birinci Dünya Savaşı esnasında, tehcir gibi gayr-ı insanî sonuçlar doğuran hadiselerin yaşanmış olması, Türkler ile Ermeniler arasında duygudaşlık kurulmasına ve ziye karşılıklı insanî tutum ve davranışlar sergilenmesine engel olmamalıdır. Bugünün dünyasında tarihten husumet çıkarmak ve yeni kavgalar üretmek, kabul edilebilir olmadığı gibi, ortak geleceğimizin inşası bakımından hiçbir şekilde yararlı da değildir. Zamanın ruhu, anlaşmazlıklara rağmen konuşabilmeyi, karşıdakini dinleyerek anlamaya çalışmayı, uzlaşı yolları arayışlarını değerlendirmeyi ve nefreti ayıplayıp saygı ve hoşgörüyü yüceltmeyi gerektirmektedir. Bu anlayışla biz, Türkiye Cumhuriyeti olarak, 1915 olaylarının bilimsel bir şekilde incelenmesi için ortak bir tarih komisyonu kurulması çağrısında bulunduk. Bu çağrı geçerliliğini korumaktadır. Türk, Ermeni ve uluslararası tarihçilerin yapacağı çalışma, 1915 olaylarının aydınlatılmasında ve tarihin doğru anlaşılmasında önemli bir rol oynayacaktır. Bu çerçevede arşivlerimizi bütün araştırmacıların kullanımına açtık. Bugün arşivlerimizde bulunan yüzbinlerce belge, bütün tarihçilerin hizmetine sunulmaktadır. Türkiye, geleceğe güvenle bakan bir ülke olarak, tarihin de doğru anlaşılması için ilmî ve kapsamlı çalışmaları her zaman desteklemiştir. Etnik ve dinî kökeni ne olursa olsun, yüzlerce yıl bir arada yaşamış, sanattan diplomasiye, devlet idaresinden ticarete kadar her alanda ortak değerler üretmiş Anadolu insanları, yeni bir gelecek inşa edebilecek imkân ve kabiliyetlere bugün de sahiptir. Kadim ve eşsiz bir coğrafyanın benzer gelenek ve göreneklere sahip halklarının, geçmişlerini olgunlukla konuşabileceklerine, kayıplarını kendilerine yakışır yöntemlerle ve birlikte anacaklarına dair umut ve inançla 20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin huzur içinde yatmalarını diliyor, torunlarına taziyelerimizi iletiyoruz. Aynı dönemde, benzer ko- Türkiye,geleceğe güvenle bakan bir ülke olarak, tarihin de doğru anlaşılması için ilmî ve kapsamlı çalışmaları her zaman desteklemiştir. Etnik ve dinî kökeni ne olursa olsun, yüzlerce yıl bir arada yaşamış, sanattan diplomasiye, devlet idaresinden ticarete kadar her alanda ortak değerler üretmiş Anadolu insanları, yeni bir gelecek inşa edebilecek imkân ve kabiliyetlere bugün de sahiptir. şullarda yaşamını yitiren -etnik ve dinî kökeni ne olursa olsuntüm Osmanlı vatandaşlarını da rahmetle ve saygıyla anıyoruz.” İşte bu tarihî mesaj, Başbakanlık Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü tarafından İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca, Rusça, Arapça, Doğu ve Batı Ermenice dillerine de tercüme edilerek tam 9 lisanda yayımlandı. Ve her şey aşikârdı… Başbakan Erdoğan’ın bu çıkışına Türkiye’deki Ermeni vatandaşlardan ve Ermeni Patrikhanesi’nden cevaplar gecikmedi. Başbakan’a yayınlanan mesaj üzerine teşekkür ilanları ile karşılık veren Ermeni vatandaşların ardından, Ermeni Patrik Vekili Aram Ateşyan da Başbakan Erdoğan ile Başbakanlık Resmî Konutu’nda görüştü. Ateşyan, ilk kez bir Türk başbakanın bu acıyı paylaştığını belirtti ve şöyle dedi: “Biz bu çıkışı görmezlikten gelemeyiz. Bu barış dalının kurumasını istemiyoruz. Onu dikip meyve vermesini istiyoruz. Bu meyve için herkesin desteğine ihtiyaç var. İki toplum yıllarca barış içinde yaşadı. O günleri özlüyoruz. İki tarafa da çağrıda bulunuyoruz. Yan yana gelip barış sağlanmalı. Başbakanımız tarafından atılan bu ilk adım, cemaatimizin büyük bölümü tarafından takdirle karşılandı. Gelin el ele verelim ve bu barış köprüsünün kurulmasında rol alalım.” mayıs 2014 13 haberajanda Soma Daha birkaç yıl öncesine kadar Avrupa ve dünyanın yükselen lideri olarak kabul gören, Türkiye’yi sözü dinlenir, fikri sorulur bir konuma taşıyan bu Başbakan, nasıl olmuş da birdenbire dış desteğini önemli ölçüde kaybetmiştir? Ve ne büyük tesadüftür ki, Başbakan’a dışarıdan gelen her tepki, içeride bir eylemler zinciriyle desteklenmektedir? Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun katlini “Türk Birliği sevdası”na bağlayan ortak akıl, nasıl olur da Erdoğan’ı dış mihrakların ayak oyunlarına karşı korumaya almaz? 14 mayıs 2014 Cüneyt Akar SOMA BAHANE GEZİ ŞAHANE! A CILARIN en karasıyla yüzleştik Mayıs’ın ortasında. Kömür karasıyla yoğrulmuş hayatlarını alınlarının akıyla madende bırakan 301 can gitti canımızdan. Her biri 70 milyonun canını yaktı da gitti. Arkalarında hem gözyaşı, hem de soru işaretleri bırakarak gittiler… >> Soma’daki facia öncesi ve sonrasıyla bize gösterdi ki yolunda gitmeyen bir şeyler var memlekette. İşletmeci şirket yetkililerinin iddialarına göre kendi kusurları yoktu bu kazada. Enerji Bakanı’na göre devlet üzerine düşeni yapmış ve madencilik mevzuatını Avrupa standartlarına taşımıştı. Kimine göre işçi bilinçsiz ve eğitimsizdi, kimine göre denetim yetersizdi. Kimi yaşam odasına takılıp kaldı, kimi vardiya değişiminin yerin yüzlerce metre altında yapılmasına. Kimileri çıkıp Spor Toto’da maç tahmini tutmuşçasına sevinçle “Ben demiştim!” diyor, kimileri yeni bir “Gezi” bulmuşçasına heyecanla meydanlara koşuyor. Kazanın teknik boyutlarını tartışabilecek altyapıya sahip olmadığımdan şimdilik soruşturmanın sonuçlarını bekleyeceğim yorum yapmak için. Ama bu acı tablodan bile siyasî rant arayışları çıktığına göre, bunun üzerine söyleyecek birkaç lafım olacak elbette. Senelerce kanla beslenen zihniyet, artık tüm memleketi yasa boğan elim kazaları bile sokakta kutlama çabasında. Bunun için hiçbir provokasyon imkânı da kaçırılmıyor. Yalan yanlış, düzmece haberler yapan İngiliz haber kanalı, sosyal medya vasıtası ile yine milyonları kandırıyor. Taksim’deki eylemlerde boy boy poz veren biri kalkıp “Başbakan bana tokat attı” dediğinde önemli bir destekçi kitlesi buluyor arkasında. Başbakan’ın danışmanının bir vatandaşı tekmelemesinin çirkinliği konuşulurken, dayak yiyenin asıl saldırgan olduğu gözlerden kaçırılmaya çalışılıyor. Herkesin üzerinde bir gerilim, herkes patlamaya hazır bir bomba, her kıvılcımsa bir gaz kaçağı peşinde artık memlekette. Sokaktaki vatandaş, medya- dan aldığı aşırı gazla soruyor: “Neden bu hâle geldik? Bu toplumsal gerginlik niye? Bizi bu kadar ayrıştırıp geren bu Hükümet değil mi?” Evet, Erdoğan’ın üslubu bu güne kadarkilerden alıştığımız yumuşaklıkta, beklediğimiz Menderes nezaketinde olmayabilir. Evet, Erdoğan sık sık insanî tepkiler veriyor, sokaktaki biriymiş gibi davranıyor olabilir. Ancak bizim de artık sormamız gereken bir şeyler, sorgulamamız gereken tepkiler olmalıdır. Daha birkaç yıl öncesine kadar Avrupa ve dünyanın yükselen lideri olarak kabul gören, Türkiye’yi sözü dinlenir, fikri sorulur bir konuma taşıyan bu Başbakan, nasıl olmuş da birdenbire dış desteğini önemli ölçüde kaybetmiştir? Ve ne büyük tesadüftür ki, Başbakan’a dışarıdan gelen her tepki, içeride bir eylemler zinciriyle desteklenmektedir? Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun katlini “Türk Birliği sevdası”na bağlayan ortak akıl, nasıl olur da Erdoğan’ı dış mihrakların ayak oyunlarına karşı korumaya almaz? Anlamamız ve artık görmemiz gereken şudur ki, Recep Tayyip Erdoğan ülkenin büyüyüp güçlenmesine vesile olduğu için Türkiye tüm dünyada bir siyasî ve ekonomik tehdit olarak algılanmaya başlan- mıştır. Bu tehdit, Erdoğan’ın başkanlığa doğru giden bir cumhurbaşkanlığı ihtimali ile güçlenmektedir. Ve bu güçlü yükseliş, Ortadoğu’da Türkiye’ye rağmen diledikleri gibi at koşturmalarına imkân sağlamayacaktır. İşte bölgede gelecek hesapları yapanların korktukları Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve hükümetleri değil, bizatihi Erdoğan’dır. Gezi olayları ile başlayan ve artık her fırsatta kaşınan ayaklanma hevesleri de Başbakan’ın gönderilmesine endekslidir. Mısır’da Mursi’ye yaptıklarını Türkiye’de Erdoğan’a yapamadıkları için de her geçen gün biraz daha hırs yapıp sinirlenmektedirler. Bu hırs ve sinir, halkın içindeki isyan ekibine de öyle bir pompalanmaktadır ki kullanıldığını fark edemeyen kalabalıklar, günlük siyasî argümanlarla her gün yeni bir yalanın peşinde koşar oldular ve en azından Cumhurbaşkanlığı seçimi neticeleninceye kadar her fırsatı kollamaya devam edecekler. İçerideki -Yılmaz Özdil gibi- tetikçileri ekranlara çıkıp, “Onlar AK Parti mitingine gittiği için ölüm müstahaktı” şeklindeki çaresiz saçmalamalarına devam edecekler. Biz ise, “Büyük Türkiye Cumhuriyeti” hedefine sahip olduğumuz değerleri koruyarak ulaşacağız. mayıs 2014 15 Türkiye Ajanda Artık “Millî” İstihbarat! UZUN ve sıkıntılı tartışmaların ardından Meclis’ten geçirilen “Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” hükmü Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylandıktan sonra Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. tehdit eden bütün yapılarla irtibat kurabilecek. Cumhuriyet savcıları ise MİT görev ve faaliyetleri ile mensuplarına ilişkin herhangi bir ihbar veya şikâyet aldıklarında ya da böyle bir durumu öğrendiklerinde MİT ile temasa geçecekler. MİT Müsteşarı, Yargıtay ilgili dairesince yargılanacak. MİT Müsteşarı’nın tanıklığı da Başbakan’ın iznine bağlı olacak. Kanundaki bu değişiklikte en dikkat çekici hususa da şimdi geçeceğiz, lakin bunu aktarmadan evvel bir noktaya vurgu yapmak elzem… 2010 referandumunda “Hayır” oyu verip de referandumun getirdiği yeniliklerden en verimli şekilde faydalanan tuhaf muhalif zihniyetin karşı çıktığı şu kanun değişikliğine bakınız ki asla iktidara gelemeyeceklerini açıkça itiraf edercesine yaptıkları itirazlara verilecek en temiz cevap bağlamındaki hüküm de bu hususta: TBMM bünyesinde bir “Güvenlik ve İstihbarat Komisyonu” kurulacak. >> Böylelikle Millî İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) görevleri yeniden belirlendi. MİT’in görev ve yetkilerine “dış güvenlik, terörle mücadele ve millî güvenliğe ilişkin konularda Bakanlar Kurulu’nca verilen görevleri yerine getirmek”, “dış istihbarat, millî savunma, terörle mücadele ve uluslararası suçlar ile siber güvenlik konularında her türlü teknik istihbarat ve insan istihbaratı usul, araç ve sistemlerini kullanmak suretiyle bilgi, belge, haber ve veri toplamak, kaydetmek, analiz yapmak ve üretilen istihbaratı gerekli kuruluşlara ulaştırmak” ve de “istihbarat kapasitesini, niteliğini ve etkinliğini arttırmak amacıyla çağdaş istihbarat teşkilat usul ve yöntemlerini araştırmak, teknolojik gelişmeleri takip etmek ve uygun görülenleri temin etmek” konuları eklendi. Değişiklikle birlikte, MİT’e kanunla sayılan görevler dışında görev verilemeyecek ve Teşkilat, yerli ve yabancı her türlü kurum, kuruluş ve tüm örgüt veya oluşumlarla, hatta kişilerle direkt kontak kurarak uygun koordinasyon yöntemlerini uygulayabilecek. Tam da bu noktada söz konusu değişikliği istemeyen ve şiddetle karşı 16 mayıs 2014 çıkanların özellikle bu hüküm konusundaki itirazlarını açıkçası anlamakta çok güçlük çekiyor, doğrusu anlayamıyorum. Oradan buradan gerekçeler sunarak bu hükme bir müdafaa getirme gereği de duymuyorum açıkçası, ancak tek soru sormak istiyorum: “Hiç James Bond izlemediniz, Arabistanlı Lawrence’ye dikkat bile etmediniz, tamam; Olağan Şüpheliler, Ronin, Köstebek de görmedi gözünüz ama Kara Murat da mı seyretmediniz be mübarekler?! Bu arada paralel yapının protein yoksunu mahfillerine duyurulur: MİT mensupları ve ailelerinin kimliklerini ifşa edene 3-7 yıl arası düşünülen hapis cezası hükmü de bu değişiklikle eklendi. Hani şu lokantalarda dansöz oynatırken kovaladıkları ama her nasılsa arkasından ayyuka çıktıkları haberleri yapmaktan belki vazgeçerler… Bundan böyle MİT, kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlarla diğer tüzel kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlardan da bilgi, belge, veri ve kayıt alabilecek, bunlara ait arşiv, elektronik bilgi işlem merkezleri ve iletişim altyapısından yararlanabilecek ve bu kurumlarla doğrudan irtibat da kurabilecek. TCK da yer alan “Devletin Güvenliğine Karşı Suçlar”, “Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar”, “Millî Savunmaya Karşı Suçlar”, “Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casusluk” başlıklı maddelerinde yer alan suçlara –ancak Halkı Askerlikten Soğutma, Askeri İtaatsizliğe Teşvik, Seferberlikle İlgili Görevin İhmali, Düşmandan Unvan ve Benzeri Payeler Kabulü, Askerî Yasak Bölgelere Girme başlıklı 318, 319, 324, 325 ve 332. maddeleri hariç- dair soruşturma ve kovuşturmalarda kullanılan ifade tutanaklarına ve her türlü bilgi ve belgeye erişebilecek, bunlardan numune alabilecek yetki de bu değişiklikle verilmiş oldu. MİT, görevlerini yerine getirirken gizli çalışma usul, prensip ve tekniklerini kullanabilecek. MİT personeli, görevini yerine getirirken ceza ve infaz kurumlarındaki tutuklu ve hükümlülerle “önceden bilgi vermek suretiyle” görüşebilecek, görüşme yaptırabilecek ve görev gereği -terör örgütleri dâhil- millî güvenliği Bu komisyon, 17 üyeden oluşan ve üye dağılımı da siyasî parti gruplarının toplam sayısı içindeki yüzde oranına göre şekillendirilmiş bir yapıda ve de MİT’in yerine getirdiği her türlü faaliyetten haberdar olmuş olacak. Yani şimdiye dek hiçbir hareketinin bilgisini alamadığımız MİT’e Meclis denetimi, “millet” denetimi gelecek. Hiçbir zaman inanmak istemediğimiz, fakat maalesef bu dedikodularla iyiden iyiye psikolojimizi yitirdiğimiz “MİT ne kadar ‘M’?” sorusunun cevabı bundan sonra “Millet kadar” olacak. Aylarca yürütülen diktatorya hikâyelerinin senaristlerine bir danışmak lazım “Nereden uydurdunuz bunları?” diye. Zira onlara göre, ülke her gün daha büyük bir baskı içine alınıyor, gerilim politikası arttırılıyor, vatan her yerinden bölünüp parçalanıyor ve sair ve sair… Hatta tüm bunları belirtirlerken Başbakan Erdoğan’ı da Ulu Hakan Abdulhamid Han’a benzetiyorlar. İşte bizim de hem hâlâ ciğerimiz yanarak üzüldüğümüz, hem de başka bir açıyla çok güldüğümüz yer burası!.. Ne yapalım, gün gelip de yine “İstemezük!” dedikleri hükümleri kullanırlarken yine fısıldarız kulaklarına: “Hani istemez idün?” Selçuk Kayıhan // selcukkayihan.ajanda@gmail.com Yargı muhtırasına ne denir? ÖNCELİKLE habere geçmeden evvel başlık sorumuza ait şıkları verelim: a) Muhtıra muhtıradır/ b) “Nereden çıktı bu?”/ c) “Vicdan yolsuzluğu”/ d) “Yargı yolsuzluğu”... >> 25 Nisan 2014 günü Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en hayret verici çıkışlarından birine şahit oldu. Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, Anayasa Mahkemesi’nin 52. kuruluş yıldönümünde bütün devlet erkânına karşı yaptığı konuşmayla hafızalardan kolay kolay silinmeyecek bir tavırla görüntü verdi. Kılıç, konuşmasında kamu gücünü etkili bir şekilde kullanan yargının her zaman siyasî ve ideolojik yapılanmaların hedefinde olduğunu işaretle “Kaleyi ele geçirenler kendi vesayet sistemlerini dayatmanın çabasına düşmüştür. Ele geçiremeyenler ise yargının bağımsızlık ve tarafsızlığının ne kadar hayatî bir öneme sahip olduğunu ancak söyleyip durmuşlardır. Kaleyi işgal edenlerse yargıyı kendi siyasî düşünce ve ideolojilerine lojistik destek sağlamak için ya da rakiplerine karşı bir intikam alma aracı olarak kullanmışlardır” ifadelerini kullandı. AYM Başkanı’nın belirttiği bu sözleri doğru kabul ederek, maalesef sormak zorunda olduğumuz bir sorunla karşı karşıya kalıyoruz: Peki, kaledekilerin sahip oldukları hiçbir düşünce, hiçbir ideoloji yok mu, olmadı mı, olmayacak mı? Geçen sayımızda yer alan söyleşisiyle bir gerçeği ortaya koyan SDE Başkanı Birol Akgün’e burada kulak vermek lazım: “Türkiye’de yargı, sadece bir hukuk zemini olarak görülüyor. Yargı, çoğu zaman aslında siyasetin zeminidir. Hele hele üst yargı organlarına doğru gittiğinizde, oradaki normlarda, önlerine konulan davaların yorumlanması konusu, büyük ölçüde hâkimlerin vicdanî kanaatleri ve siyasî duruşlarıyla yakından ilgilidir. Yukarıya doğru gittikçe hep normlar, yani yönetmelik, tüzük, yasa ve anayasa çizgisinde gidildiğinde, hukuk hiyerarşisinde işin teknik yönü azalır, siyasî yönü artar.” Kılıç’ın konuşmasına devam edelim. Diyor ki, “Yeni bir vesayet sisteminin oluşmasına tanık olduk. Kimse bu yeni oluşumun günahından kendini soyutlamaya çalışmasın. Tarih olanları kaydediyor. Bunları konuşmak, gerçekleri itiraf etmek ve cesaretle çözüm yolları bulmak zorundayız. Son dönemde yargı, bu konuyla ilgili olarak ‘paralel devlet’ ya da ‘çete’ diye nitelendirilen çok vahim, çok ciddi ve çok ağır bir suçlamayla karşı karşıyadır. Bu suçlama üzerinde yapışık kaldığı sürece yargının ayakta kalması mümkün değildir. Söz konusu iddiaların yargı kurumlarında psikolojik travma yarattığı, delil, bilgi ve belgeye dayanmayan ihbar mektuplarının hüküm icra ettiği, hâkim ve savcılar arasında önemli ayrışma ve bölünmelere sebep olduğu hiçbirimizin saklayamayacağı gerçeklerdir. Yargının bu iç ağrısı ile yaşaması asla mümkün değildir. İddia edilen kayıt dışı yapılanma, yargı mensupları arasında korku, endişe ve gelecekle ilgili belirsizliklerin doğmasına ve aralarında olması gereken meslekî ilişkinin çok olumsuz biçimde etkilenmesine de yol açmaktadır. Görevi maddî gerçekleri ortaya çıkarmak olan yargının karşı karşıya kaldığı bu iddianın adı ‘vicdan yolsuzluğu’dur…” İşte biz bu son tamlamayı duyduktan sonra hafif bir ürpertiye girdik açıkçası. Söz konusu iddiayı tarif edecek olan kelimelerin seçilişi ne de dikkat çekici değil mi? “Vicdan” ve “yolsuzluk”… Bir devleti itibarsız ve küçük düşürme adına, hani “Yüzüne baka baka…” derler ya, devletin yüzüne baka baka çekilen bu cübbeli balans ayarı, demokrasinin kimden sorulacağına dair kesilen külhanbeyi raconunun hangi minvalde yürütülmesi gerektiğini ne kadar da inceden gösteriyor. Bu millet, zaten “Hep oralarda birilerinin adamı oldu, bugün de başka birilerinin adamı olsun” bahsinde şeyler istemez; bu millet, “Hakkı desin, canımı yesin” der, işine bakar. Hep böyle oldu, gelecekte de böyle olacak… DEP’in kurucusu Türkiye’ye döndü KAPATILAN Demokrasi Partisi (DEP) kurucu lideri Yaşar Kaya, 21 yıl sonra Türkiye’ye döndü. Dönüşü Esenboğa Havalimanı’nda bekleyen Yaşar Kaya eşi Yurda Alaca, buruk bir sevinç yaşadığını ifade ederek eşinin sağlığının hiç iyi olmadığını söyledi. >> “Sadece parti başkanı olduğu için faili meçhul cinayetler listesinde ismi vardı, bu yüzden yurtdışına gitti” diyen Alaca sözlerine şöyle devam etti: “Anaların yüreği yanmasın. Bir yıldır şehit cenazesi gelmiyor. İnşallah Çözüm Süreci başarıyla neticelenir. Başbakan Erdoğan’ın rolü çok büyük, inşallah o da muvaffak olur. Barışı sağlarsa ismi tarihe geçer.” Kendisine verilen güvence üzerine 21 yıl sonra ülkeye dönebilen Yaşar Kaya ise “Çözüm Süreci”ni olumlu bulduğunu dile getirirken, “Yaşamlar hep hırpalandı; üzücü ama ileriye bakmamız lazım. Yeni bir sürece girildi. Ben 74 yaşındayım ve Türkiye’de çeşitli süreçleri yaşadım. Sayın Başbakan belirli adımları atmakta çok haklı. Çözüm Süreci olmasaydı, bu adımlar atılmasaydı biz de Türkiye’ye gidemezdik” dedi. Bu arada Kaya, karşılandıktan hemen sonra hâkim karşısına çıkarak ifade verdi ve tutuksuz yargılanmak üzere salıverildi. mayıs 2014 17 Türkiye Ajanda Twitter bundan sonra ne yapacak? “Siyaset planım yok” AĞUSTOS ayında gerçekleşecek Cumhurbaşkanlığı seçimi hakkında günden güne kazanlar kaynıyor. Ciddi bir satrancın döndüğü planda, muhalefetin Başbakan Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Gül’ün ağzından çıkacak her detaya kilitlendiği aşikâr. ler, çeşitli temayül çalışmaları yapılıyor… Ben, devletin bütün kademelerinde devletimize hizmet ettim, büyük bir şerefle bu görevleri yerine getirdim. Bundan büyük bir gurur da söz konusu olamaz. Bugünkü şartlar çerçevesinde, benim gelecekle ilgili bir siyaset planımın olmadığını burada paylaşmak isterim. Çünkü bakıyorum, birçok spekülasyon, birçok şey söyleniyor. Günü geldikçe bunlar daha çok konuşulacak, tartışılacaktır. Ama bunun da bilinmesini arzu ederim.” ULAŞTIRMA, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Lütfi Elvan, Twitter yetkilileri ile görüş birliğine varılan konuları yazılı bir açıklamayla ilan etti. Twitter yetkilileriyle yapılan görüşmenin sıkıntılı geçen sürece olumlu bir katkı sağlayacak şekilde ve iyi niyet zemininde gerçekleştiğini belirten Elvan, önümüzdeki süreçte olası sorunların hızla giderilebilmesi için kurulan bu iletişimin devam etmesi konusunda görüş birliğine varıldığını belirtti. “Twitter.com” yetkilileri ile Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) ve Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı (TİB) temsilcilerinin katıldığı toplantıya dair bilgilerin verildiği açıklamaya göre, toplantıda Twitter yetkililerine Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleri tarafından alınan ve bazı hesapların kapatılmasını içeren mahkeme kararlarının uygulanmasının talep edildiği ve Twitter yetkililerinin de son birkaç hafta içinde 200’den fazla içeriğin çıkarıldığını, geçen hafta sonu itibariyle de 5 mahkeme kararının çözüme kavuşturulduğunu belirttikleri bildirildi. Açıklamaya göre toplantıda, özellikle kişisel hakların korunması ve mağduriyet yaşanan durumlarda acil müdahale içeren “süper etiketleme” yetkisinin TİB’e verilmesi ve daha sık koordinasyon sağlanması için de Türkiye’de bir irtibat bürosunun açılması konusu dile getirilmiş. Twitter, bu konu hakkındaki kararını merkez ofisiyle görüştükten sonra açıklayacak. Ancak zararlı ve mahkeme kararına konu olan içeriklerin “buzlanarak” etkisizleştirilmesi konusunda bir görüş birliğine varıldığı da yine açıklamada yer alan bilgilerden. Bakalım burada hizaya çekilen Twitter, bundan sonra ne yapacak? 18 mayıs 2014 >> Ancak söz konusu muhalefet açısından öyle bir çıkış gerçekleşti ki Türkiye’deki her sektör, her cemiyet ve her kuruluş bu demece kilitlendi: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “Bugünkü şartlar çerçevesinde gelecekle ilgili siyaset planımın olmadığını paylaşmak isterim” diye konuştu. Gül, sözlerine şöyle devam etti: “Öncelikle şunu söylemek isterim: Ben bu Cumhurbaşkanlığı seçiminin gayet nezih neticeleneceğini ve seçim sürecinin de böyle olacağına inanıyorum. Çünkü eskiden yaşadığımız krizler, tartışmalar olmayacaktır. Herhangi bir belirsizlik de söz konusu değildir. Onun için, ülkenin üzerine siyasî riskler yüklenmesin. Bu anlamda ben, ‘Herkes işinde gücünde sakin olsun’ diyorum. Diğer yandan tabiî ki adaylar çıkacaktır. Bunlar da önümüzdeki günlerde belli olur. Sayın Başbakan ve benimle ilgili konular söz konusu olduğunda, bir araya gelip bunları konuşacağımızı, görüşeceğimizi zaten söyledik. Gördüğünüz gibi çeşitli istişare- Bu dikkat çekici konuşmayı yaptığı sırada sürekli bir merak sebebiyle benzetilerek gündeme getirilen Putin-Medvedev dönüşümlerinin sorulması üzerine çarpıcı bir cevapla bu önemli konuşmayı noktaladı Cumhurbaşkanı: “MedvedevPutin formülü çok tartışılıyor. Bu şeklin demokrasiye yakışan bir uygulama olduğu kanaatinde değilim. Hâlihazırda, bugünkü şartlar içerisinde ne düşündüğümü söylemiş oldum size… Şu bir gerçek ki, ben bağımsız bir şekilde siyasete girmiş ve yahut da cumhurbaşkanı olmuş biri değilim. Dolayısıyla bunları arkadaşlarımızla konuşacağımızı, tartışacağımızı ve neticede bir karara varacağımızı, bunu da kendi aramızda konuşarak halledeceğimizi söyledim. Dediğim gibi bunlar gayet açık, şeffaf bir şekilde olan konular. Türkiye yeterince olgun bir ülke. Hepimiz de yeteri kadar olgunuz. Onun için Türkiye’nin geleceği daima parlak, daima iyi olacaktır.” Parti “Üç döneme devam” dedi CUMHURBAŞKANLIĞI seçimini doğrudan ilgilendiren AK Parti Tüzüğü’ndeki üç dönem aktif olabilme kuralı konusunda herkes bir şeyler söylüyordu. Ancak kimin ne diyeceği ve nasıl hareket edeceği önemli değil, AK Parti Genel Kurulu’nu temsil eden MKYK’nın ne karar vereceği çok önemliydi. Nihayet bu karar çıktı ve AK Parti Sözcüsü Hüseyin Çelik, 5 saatlik bir toplantının ardından alınan kararı açıkladı: “MKYK’mız, tüzüğümüzdeki üç dönem kuralı ile ilgili herhangi bir girişimde bulunulmamasına, mevcut kuralın devamının isabetli olacağına karar vermiştir.” “Yasadışı dinleme soruşturması” Ve BDP, HDP’ye geçer… ADANA Cumhuriyet Başsavcılığı, yasadışı dinleme soruşturması kapsamında 2 emniyet müdürü ile biri emekli 7 polis hakkında 56’şar yıl hapis cezası istemiyle ağır ceza mahkemesinde kamu davası açıldığını bildirdi. NE olur mazur görünüz, bu haberi çok önemli bulduğumuz için giriyor, ancak konunun ehemmiyetinden ötürü derin yorumlara meyletmeden konuyu buraya taşıyoruz. kapsamında kamu davası açıldı >> Adana Adliyesi’nde bazı hâkim ve savcıların yasadışı dinlenilmesine yönelik açılan soruşturmaların da tamamlandığı belirtildi. Başsavcılığın, ayrıca Adana’da görev yapan bazı kamu görevlilerinin, bir kısım hâkim, savcı ve zabıt katibi ile adliye personelinin yasadışı dinlendiğine ilişkin yapılan suç duyuruları üzerine başlattığı soruşturmalarsa sürüyor. Söz konusu dava, 17 Aralık’la başlayan kirli süreçte durdurulan MİT tırlarıyla tavan yapan paralel yapı saldırılarının su yüzüne çıkması yönünde çok önemli bir yer tutuyor. 30 yılın ardından tekrar 16 NİSAN 2014 tarihi itibariyle Çankaya Köşkü’nde, 30 yılın ardından ilk kez bir karşılama töreninde atlı birlik yer aldı. Bu ilkin gerçekleştiği ilk tören, resmî bir ziyaret için Türkiye’ye gelen Letonya Cumhurbaşkanı Andris Berzins ile gerçekleştirildi. >> Kara Harp Okulu Atlı Birliği’ne bağlı süvariler, Letonya Cumhurbaşkanı Berzins’i ta- şıyan makam aracına, Cumhurbaşkanlığı Yerleşkesi’ne girişinden tören alanına kadar eşlik ettiler. Bu arada Muhafız Alayı Tören Birliği de ilk defa yeni kıyafetleriyle karşılama törenine katıldı. Meclis Muhafız Taburu bünyesinde ve 1920 yılında “Süvari Takımı” olarak kurulan, daha sonra 1961’den 1984’e kadar Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı kadrosunda bulunan ve nihayet şu an Kara Harp Okulu Komutanlığı’na bağlanan süvari grubu, 30 yıl aradan sonra ilk kez Çankaya Köşkü’ndeki protokol töreninde yer aldı ve 41 atlı, tören esnasında görev yaptı. Cumhurbaşkanı Gül, Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanlığı’nı ziyareti sırasında, konuk devlet başkanlarının karşılanmalarında “atlı tören kıtasının kullanılması talimatı”nı vermiş, Danimarka dönüşünde de Türk tarihindeki atlı karşılamalardan bahsetmişti. Süvariler, Türk bayrağı ve konuk ülkenin bayrağının yanı sıra, tarihteki bağımsız 16 Türk devletinin bayraklarını da taşıyorlar. Ve bu ihtişam, söz konusu devletin vakarı olduğunda ne de güzel duruyor… >> Barış ve Demokrasi Partisi (BDP), yerel seçimler evvelinde bir kısım milletvekilini özellikle ayırarak kurdurulan HDP’ye geçişle kendisini bir tür feshetme girişiminde bulundu. Tabiî bu durum onlara göre böyle değil. HDP Eş Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü, katılımın ardından yaptığı konuşmada kendileri için bugünün çok önemli ve tarihî bir gün olduğunu belirterek, ortak hareketlerinin sözcü ve vekilleri olmak üzere birlikte kurdukları ortak partiye geçtiklerini söyledi. Kürkçü Kürt halkının, kendi kaderini değiştirirken Türkiye’yi de değiştirdiğini söyleyerek, “Yeni bir geleceğe yelken açıyoruz. Sadece bir yer değiştirmiyoruz, yeni bir stratejiyi Türkiye siyasetine taşıyoruz” beyanında bulundu. HDP, Meclis’te 27 milletvekiliyle grup oluşturduğuna ilişkin başvurusunu da TBMM Başkanlığı’na yaptı. Peki, yerel seçimlerden sonra “Bir Türkiye partisi hüviyeti alma yolunda” neler değişecek, neler gelişecek? BDP’nin HDP’ye katılımı hangi partileri etkileyecek? Bu soruların cevabını Cumhurbaşkanlığı seçiminden evvel görmek mümkün belki, ama mutlaka bazı ipuçları yakalanacak. mayıs 2014 19 Dünya Ajanda Büyük lokma ye, büyük söz söyleme! Hindistan’da da Müslüman köylere saldırı ALMANYA Cumhurbaşkanı’nın ülkemize yaptığı ziyaret, ayın son günlerini yeteri kadar meşgul eden söylentileri de beraberinde getirdi. CHP haricindeki bütün çevreleri rahatsız eden Alman Cumhurbaşkanı Gauck, Türkiye Cumhuriyeti’nin içişlerine baskı ve müdahale içeren ipe sapa gelmez sözleriyle sinirleri gerdi. HİNDİSTAN’ın kuzeydoğusundaki Assam eyaletinde, bölgede özerklik isteyen Bodo isyancılarından oluşan ayrılıkçı militanlar, eyalet bünyesinde bulunan Müslüman köylülere, geceyarısı denebilecek vakitlerde otomatik silahlarla saldırarak en az 10 kişinin yaşamını yitirmesine sebep oldular. Baksa bölgesindeki ilk saldırıda da iki köye girilmiş ve Ulusal Demokratik Bodoland Cephesi (NDFB) militanlarının ikisi kadın üç kişiyi öldürdüğü saptanmıştı. Yeryüzünün hangi noktasına bakarsak bakalım, Müslümanların kendi topraklarından tecrit edilmeye çalışıldıkları aşikâr şekilde görülüyor. Filistin, Arakan, Suriye, Mali, Kongo, Kırım, Orta Afrika ve daha birçok ülkeden bahsederken Hindistan da bunlara dâhil oldu. Asya ve Afrika’da bu yaşananlara çokça değinirken, diğer taraftan dikkat çeken bir kıta da Avrupa. Zira neredeyse her gün Müslümanların evlerine ve camilere çizilen gamalı haçlar, kapı önlerine bırakılan domuz başları, sözlü ve hareketli tacizler hep Müslümanlara. Her nedense dünyanın bozulmuş ilişki biçimi böyle: “Sana sevdanın yolları, bana kurşunlar…” 20 mayıs 2014 >> Gauck’un konumuz olan mesnetsiz ifadeleri, tam da ülkemizde yeni bir sistematiğe dökülecek Millî İstihbarat Teşkilatı meselemize derin salvolar taşıyordu. Gezi olaylarıyla ülkemiz üzerindeki planlarının ayyuka çıktığı dönemde Almanya’nın konuk hüviyetiyle yaptığı bu çıkış, uluslararası ve ulusal istihbarat formatlarına dair tam da aklımıza yeni şeyler getiriyordu ki Almanya’da sürmekte olan Neonazi NSU terör örgütü davasıyla ilgili yeni bir şey daha gerçekleşti. Örgütle bağlantısı olduğu iddia edilen eski istihbarat muhbiri “Corelli” kod adlı Thomas R., NSU davasında tanıklık yapacağı beklenirken evinde ölü bulundu. 2012’nin Eylül ayında muhbirliği deşifre olduğundan tanık koruma programı alınarak yeni bir kimliğe bürünen Thomas R.’nin telefon numarası, NSU terör örgütü kurucularından Uwe Mundlos’un telefon fihristinde bulundu. Ancak yerel polisin yaptığı açıklamaya göre, Bielefeld yakınlarındaki Schloss Holte-Stukenbruck kasabasında yaşayan Thomas R.’nin ölümünde herhangi bir dış faktöre rastlanmamış, şeker hastası olduğu için bu hastalıktan ölmüş olabilirmiş. Bu, ölen tanıkların ilki değil, belli ki sonuncusu da olmayacak. Zira Almanya’da yaşayan çeşitli milletlerden insanın ölümünde sorumlu tutulan NSU’nun Alman derin devleti, polisi ve istihbarat güçleriyle ilişkileri olduğu daha ilk günlerden söyleniyordu bile. Öyle ya, istihbaratçılara ait belgeler halen kayıp ve faili meçhul cinayetler kafa karıştırıyor. Türk Hükümeti’ni en güçlü olduğu dönemde baskı ve şiddet politikası gütmekle itham eden ve bunu herkesin gözünün içine bakarak yapabilen birine tam da bu noktada atalar sözünü söylemek gerek sanırım: “Büyük lokma ye, büyük söz söyleme!” Ömer Bekir Sadık // obsadik.ajanda@gmail.com Kırımoğlu’na Kırım yasağı Urumçi’ye dikkat! KIRIM’ın Ukrayna’nın elinden alınışının ardından tarihle yaşıt bir çileye sahip Kırım Tatarları, yine Soğuk Savaş görüntüsüne haiz günlerin perişanlığını solur oldular. >> Kırım Tatarlarının lideri ve Ukrayna Milletvekili Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu, Rusya’nın Kırım’da yaşayanlar hakkında başlattığı “vatandaş olma” çağrısına tepki göstererek Rus vatandaşlığına Kırım Tatarlarının girmeyeceklerini belirtmişti. Kırımoğlu’nun bu tepkisine Rusya’nın tepkisi ise, onu doğduğu vatan topraklarına bastırmamak şeklinde oldu: “Rus askerleri, Kırım’ın oğlunu Kırım’a almadı.” Uluslararası görüşmeler sebebiyle Kırım dışında olan Kırımoğlu’na önce Moskova Havalimanı’nda, Rusya’ya girişi konusunda izin verilmedi. Kiev’den karayoluyla Kırım’a gelen Kırımoğlu’nu karşılamak için Ukrayna ve Kırım Tatar bayraklarıyla sınıra gelen Kırım Tatarları ile Rus askerleri arasında da ayrıca arbedeler yaşandı. Rus askerleri havaya ateş açarken, kurulan barikatları aşan Tatarlar, ÇİN’in batısında kalan Sincan Uygur Özerk Bölgesi’nin başkenti olan Urumçi’de yaşanan patlamada 3 kişi öldü, 79 kişi yaralandı. Güney Tren İstasyonu’nda meydana gelen patlamanın ardından, saldırıyı gerçekleştirenlerin istasyondaki kalabalığa bıçaklarla saldırdığı da söyleniyor. Ukrayna tarafındaki kontrol noktasından geçen Kırımoğlu ile ara bölgede buluştular. Bunun üzerine bölgeye asker takviyesi yapan Ruslar, kendilerinin oluşturduğu sınır kapısını tekrar kapattılar. Dolayısıyla binlerce Kırım Tatarı, buluşulan ara bölgede mahsur kaldı. Hiçbir girişime olumlu Mısır’da neler oluyor? GEÇEN ay darbeci Mısır yönetimi hâkimlerinin ilan ettiği 528 idam kararına 683 kişi daha eklenince konumuz dondu. >> Ancak Mısır’da yaşananlar bununla da sınırlı kalmamış ve meğer “gösterilere katılmak, arbede çıkarmak ve yasaklı bir örgüte mensup olmak” gerekçesiyle darbe karşıtı olarak nitelenen 15 yaş altındaki 21 çocuğa 6’şar ayla 2’şer yıl ara- sında değişen hapis cezaları da verilmiş. Aralarında 14 yaşında bir kızın da bulunduğu 8 çocuğa 2, 13 çocuğa ise 6’şar ay hapis cezası verilirken, insafı kurumuş mahkemenin bu kararı “ıslahevine yanıt alınamamasının ardından, Kırımoğlu herhangi bir zararın çıkmaması için Kiev’e döneceğini belirtti ve böylece binlerce Tatar, Rus askerlerinin kontrolünde Kırım’a alındı. Bu Ruslardı değil mi bölgedeki Tatarlara teminat veren? O an da votkasız yapamamışlardı anlaşılan… gönderme” şekline çevirmesini ise yorumlamak güç. Bu arada, Mart ayında alınan 528 idam kararının 37’si onaylandı, diğerleri ise ömür boyu hapse çevrildi. Mısır’da yeni cumhurbaşkanlığı seçimlerine gidilirken darbe yönetiminin insafsız yargıçlarının daha hangi kararlara imza atacaklarını tahmin etmek hiç de zor değil. Bu idam kararlarına dünyanın her nedense (!) dediği hiçbir şey yok. Ancak Türkiye başka… Ne demişti Abdurrahim Karakoç Ağabey? “Yiğidim, aslanım, ha gayret eyle!/ Gaflet üstümüzde kalmasın böyle./ İmanla yatıp kalk, ihlasla söyle;/ Kutlu mesaj verilmeyi bekliyor,/ Ölü dünya dirilmeyi bekliyor…/ Bizi bekler esir olmuş ülkeler,/ Bizi bekler yetim kalmış ülkeler;/ “İmdat!” diye haber salmış ülkeler./ Boş mabetler girilmeyi bekliyor,/ Ölü dünya dirilmeyi bekliyor…” Saldırının Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in Uygur Özerk Bölgesi’ne yaptığı 4 günlük ziyaretin tamamlanmasının hemen ardından düzenlenmesi ise dikkat çekici. Öyle ya, bundan sonraki günlerde meşhur (!) Çin polisinin Uygur Türkleri arasında nasıl bir av başlatacağı ayrıca bir merak konusu olur. Avrupa, Amerika ve Ortadoğu’yu düşünmekten biraz fazla mı Asya’yı boşladık ne? Çin’in izlediği politikaların ne İsrail’den, ne İngiltere’den, ne de Rusya’dan arka kalır yanı var… Suriye’ye 3 aday SURİYE Anayasa Mahkemesi Sözcülüğü’nden yapılan açıklamaya göre, 3 Haziran 2014 günü yapılacak devlet başkanlığı seçimine aday olan 23 kişiden 3’nün başvurusu kabul edildi. Suriye, önünde duran seçime Baas Partisi Başkanı Beşşar Esed, Halep Milletvekili Mahir Abdülhafız Haccar ve eski bakan ve Suriye Meclisi üyesi olan Hasan Abdullah en-Nuri ile gidecek. Böylelikle katillerin ne büyük bir demokrasi vicdanı taşıdıklarını görmüş olduk. Bu adamlara hak aramaya değil, oy vermeye gidin canım!.. mayıs 2014 21 Dünya Ajanda “Türkiye kötü gün dostu” TUNUS Cumhurbaşkanı Merzuki, Türkiye hakkında dikkat çeken açıklamalarda bulundu. “Arap Baharı” şeklinde isimlendirilen sürece başlangıç noktası olan ülkede sağlanan nihaî mutabakat, sonunda krizlere dönüşmeden bir anayasayla sonuçlanabilmişti. O günden bu yana nelerle ve kimlerle mücadele ettiklerine değinen Merzuki, Türkiye’yi kara gün dostu olarak niteledi. Aliyev’den Türkiye’ye destek dar zamandaki dostluğun kıymetini biliyor.” >> Yaklaşık bir yıl önce Şambi dağlarında yaşanan patlamaları hatırlatan Merzuki, “Ordu komutanları bu tür dağlık alanlardaki çatışmalar için gerekli teçhizat ve zırhlı araçlara sahip olmadığımızı, söz konusu teçhizatın kardeş ülke Türkiye’de bulunduğunu belirt- tiler. Gül ile yaptığımız telefon görüşmesinde bu durumu ifade ettim. Bu talebe tek bir cümle ile karşılık verdi: ‘Sahip olduğumuz bütün imkânlar hizmetinizdedir.’ Bu zırhlı araçlar 2 ay sonra Tunus’a teslim edildi ve Türkler, kötü gün dostu olduklarını kanıtlamış oldular. Türkiye, Merzuki, gelecek dönemlerde daha büyük projelerin hayata geçirilmesi için AnkaraTunus dayanışmasının daha da artacağına inandığını belirtirken Başbakan Erdoğan hakkında “Türk halkı kimin kendini hizmet için adadığının idrakinde. “Recep Tayyip Erdoğan başkanlığındaki Adalet ve Kalkınma Partisi, tüm karşıt medya kampanyalarına rağmen büyük bir galibiyet kazandı. Seçim sonuçlarına şaşırmadım. Bu seçimler, ülkede elit kesim ile halk arasında derin bir uçurumun olduğunun göstergesi olması açısından bir ders mesabesindedir. Bu iki kesimin de birbirinden ayrı olduğunun göstergesidir. Halk, kimin kendini hizmet için adadığının ve kimin sandıktan korkmadığının idrakinde olduğunu ifade etti. Netice olarak halkın düşünüldüğü gibi düzenlenen komplolara kolaylıkla kanmayacağı ve Hükümet karşıtı medya kampanyalarının etkisinin de sınırlı kaldığı anlaşıldı” yorumunu yaptı. IKBY Türkiye üzerinden satışa başlıyor IRAK Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başbakanı Neçirvan Barzani, Türkiye’de depolanan petrolün satışına 2 Mayıs’tan itibaren başlanacağını bildirdi. Barzani, petrol parasının Türkiye’deki bir bankaya yatırılacağını da ekledi. 1 Ocak 2014 tarihinden itibaren Türkiye’ye ihraç edilen ve hâlâ depolama işlemi sürdürülen petrol artık satılacak. Daha fazla beklemelerinin kendilerine zarar vereceğini belirten Barzani, “Merkezî hükümetten 22 mayıs 2014 BAŞBAKAN Erdoğan’ın 1915 olaylarıyla ilgili sunduğu yazılı mesajın ardından, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev mesaja destek vererek “Erdoğan birkaç yıl önce Ermenistan yönetimine arşivlerin açılmasını teklif etmiş, ancak olumlu bir cevap alamamıştı. Bu kez Ermeni asıllı vatandaşlara taziye dileklerini sundu, fakat Ermenistan’dan yine olumlu bir karşılık gelmedi” ifadesini kullandı. Aliyev, Prag’da yapılan Doğu Ortaklığı Zirvesi’nde de Türkiye’yi 1915 olayları sebebiyle sınırlarını kapatmakla itham eden Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’a cevap vermiş, “Bugün maalesef Ermenistan Cumhurbaşkanı bir fırsat bularak Türkiye’ye saldırdı. Bunu yapmak çok kolay, çünkü toplantıda Türkiye’den bir temsilci bulunmuyor. Fakat ben buradayım ve Türkiye-Ermenistan sınırının neden kapalı olduğunu anlatabilirim” diyerek gardaşlığımıza gardaşlık katmıştı. bağımsız olarak, Türkiye’de depolanan petrolün satışına başlıyoruz. Satış hasılatı ise Türkiye’deki bir bankaya yatırılacak. Eğer isterse Türkiye’ye satacağız bu petrolü, yoksa başka ülkelere vereceğiz. Bu satış uluslararası standartlara da uygun olacak” dedi. Bilindiği üzere Bağdat Hükümeti, bölgenin bütçesinde kesintiye gitmiş ve Bölgesel Yönetimle Merkezî Yönetim arasında büyük tartışmalar çıkmıştı. Türkiye’nin elindeki verilere göre Ceyhan’daki tanklarda depolanan petrolün 1,5 milyon varile ulaştığı belirtiliyor. Fildişi Sahillerinden Başbakan’a selam SON yıllarda İslam dünyasının Türkiye’ye olan güveni büyük bir teveccühe ulaştı. Myanmar ve Hindistan’dan dahi yükselen dualar, Türkiye’nin kuruluş yıllarında gönderilen ziynetler gibi. >> Fildişi Sahilleri Müslümanlarının lideri Şeyh Abubakar Fofana da Türkiye’nin yaşadığı son döneme dair endişesini aktarırken, “Türkiye’de Mısır ve Tunus’taki benzer olayların yaşanmasından endişe ettik, korktuk. Ama Türk halkı, siyasî problemlerinin üstesinden duygusallıktan uzak kalarak gelme olgunluğuna ulaştı” dedi. Batı Afrika’daki Fildişi Sahilleri’nin en büyük kenti olan Abidjan’ın yarıdan fazlası Müslüman ve Türkiye, bu Müslüman halka elinden geldiğince yetişmeye gayret gösteriyor. Fofana bu sebeple Fildişi Sahilleri’nin Türklerin ikinci ülkesi olduğunu dahi ifade ediyor. Bu ifade fazla yabancı gelmiyor bugünlerde, zira İslam âleminin hepsi aynı beyanda bulunuyor. Ne mutlu!.. Birçok kez Türkiye’ye davet edildiğini fakat sadece iki defa gelebildiğini belirten Fofana, “Üzüntülü ve hüzün verici günlerden sonra bizleri sevindiren Allah’a hamdolsun. Türkiye’deki son gelişmeler karşısında Fildişi Müslümanları olarak çok endişelendik. Fakat seçimlerle birlikte gördük ki, aslında Türk toplumu haklının ve Hakk’ın yanında. Türk halkına, haklının yanında durdukları için çok teşekkür ediyoruz” dedi. Fildişi Müslümanları, diğer İslam ülkelerinde olduğu gibi Cuma hutbesi sırasında Türkiye’ye ve Başbakan Erdoğan’a dua ediyor, şöyle diyorlar: Recep Tayyip Erdoğan’ı Allah yolundan ayırma, onu iç ve dış tehlikelere karşı koru, hükümetine yardım et, Türkiye’ye zaferler nasip eyle, İslam kardeşliğimizi pekiştir, dinimizi âliye eyle…” Alışmış, kudurmuştan betermiş! MAVİ Marmara katliamının daha davası bitmemişken, İsrail’den bir Mavi Marmara örneği daha geldi. Öyle ya, atalar sözüyle alışmış, kudurmuştan betermiş; bir kez yapınca… >> Yabancı bazı aktivistlerin kurduğu bir organizasyon tarafından Gazze’ye uygulanan ablukanın kırılması amacıyla Avrupa’ya açılmaya hazırlanan Gazze adlı gemiye kimliği belirsiz kişilerce bombalı saldırı düzenlendi. Nitekim bu kafa başka tazminatlar ödememenin derdine düştü belli ki, zira sıkıntısı gemi durdurmak veya insana kıymak değil, o iş basit… Gemi, 13 Kanadalı, Fransız ve Avustralyalı aktivistin topladığı bağışlarla satın alınmış. İçerisinde tarım ve sanayi ürünleri, besin maddeleri bulunan gemi, Filistin kültürüne ait malzemeleri de ihraç etmek amacıyla Avrupa limanlarına doğru yola çıkmaya hazırlanıyordu. Bu arada bir İsrail haberi daha verelim. İsrail askerleri, Nablus’ta bir cami ve Filistinlilere ait dört evi yıktı. Ruhsatsız oldukları gerekçesiyle 6 yıl önce inşa edilmiş bu yapılara kasteden İsrail, Yahudi yerleşimcilerin kaçak yapılanmalarını en muazzam kılıflara uydurmaktan geri kalmıyor. Bugüne dek binlerce Filistinli aynı bahanelerle evlerinden ve camilerinden oldu. Peki, nereye kadar? mayıs 2014 23 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 24 Diyanet’i kaçıncı sıraya aldınız? B AŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın bugünlerde karşısına aldığı cephe daha da genişledi. Yalnız onun karşısına almış olduğu cephenin bir nevi mimlediği bazı isimler de mevcut. Bu isim listesinde alenen yer aldığı bilinenlere Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İçişleri Bakanı Efkan Âlâ ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ı kolaylıkla örnek vermemiz mümkün. Ancak bu isimlerin sıralarını belirtmek elbette imkânsız. Yalnız öyle bir isim var ki, bu listeyi tutanlar iyiden iyiye onun üzerine operasyon yapmaya çalışırken, belki mevkii sebebiyle zorlanıyorlar. Bu isim, Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez... mayıs 2014 >> Biz Sayın Başkan’ı kesinlikle siyasî bir düzeneğe oturtmaktan imtina ederiz, ancak mevkiinin hakkını veren duruşuyla birilerini rahatsız ettiği kesin. Belirttiğimiz gibi Görmez ismi, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi doğrudan siyasete girilemeyecek bir mevkide. Bu yüzden de her gün manşetlerle bu isim üzerine oynanamıyor, ancak onun yaptığı hizmetleri “Görmez”den gelmek de olmuyor. Peki, ne yapmalı? Fırsatını kollamalı… Gelelim bu fırsatlardan birine. Haber şöyle: Rize’de düzenlenen Kutlu Doğum Haftası etkinliklerine katılmak üzere şehirde bulunan ve bir konferansta ko- nuşan Başkan’a, konuşması sırasında 96 yaşındaki bir amca bir şeyler söylemeye çalışıyor. Fakat yaşlı adamı salondaki güvenlik görevlileri yaka paça dışarı alıyorlar. Haberlerdeki ilk verilere göre yaşlı adam, “Dinlemeyin bu kâfiri!” diye bağırıyor. Şimdi bu konudaki aynı medyanın ikinci haberine gelelim. Verilen haberin başlıkları şöyle: “Protestocu dededen helallik istedi.” Haberin devamı için buyurun: “Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Rize’de, Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri kapsamında katıldığı konferansta kendisiyle görüşmek isteyen fakat güvenlik güçlerince salondan çıkarılan kişiyi yaşadığı köyde ziyaret etti. Katıldığı konferansın ardından Mustafa Cebir’in yaşadığı Kalkandere ilçesine bağlı İnci köyüne giden Görmez, gül verdiği Cebir ile sohbet ederek sorunlarını dinledi. Cebir ile akşam namazını birlikte kılan Görmez, ziyaret sonrası yaptığı açıklamada ‘Amcamıza konferansta yapılan hareket bizleri üzdü. Konuyu bilseydim konferansı bırakır, çıkar ve kapıda kendisini dinlerdim. Çok üzüntülüyüm. Bize hakkını helal etmesini istiyorum’ dedi. Ziyaret nedeniyle oldukça mutlu olduğunu söyleyen Cebir ise, sarıldığı Görmez’e hakkını helal ettiğini söyledi. Cebir, Görmez’in katıldığı konferansta, kendisine ‘Görüşmek istiyorum, görüşmek istiyorum’ diye bağırmış, bunun üzerine güvenlik görevlileri tarafından salondan çıkarılmıştı.” Biri yalan söylüyor ama kim? Ya birinci haberi yapan, ya ikinci haberi yapan? Ama belli ki iki haberi yapan da aynı, zira haberin başlığı kendini ele veriyor: “Protestocu dede…” Protesto edenle görüşmek isteyen arasındaki farkı buradan anlatacak değiliz ama “Bu medyanın artık birazcık ahlak dersi alması lazım” diye düşünüyoruz. Çünkü ortada gözden kaçan fakat mutlaka üzerine gidilmesi gereken bir hakaret etme ve iftira atma yöntemi var: “Başkasının ağzından küfür”. Nasıl mı? İlk habere baktığınızda, 96 yaşındaki Mustafa Cebir’in “Dinlemeyin bu kâfiri!” diye bağırdığı söylenirken, ne Mustafa Amca’dan böyle söylediğine dair bir işaret var, ne de ikinci haberde birinciyi tasdik eden bir belirti. İkinci habere göre Mustafa Amca “Görüşmek istiyorum” diye bağırmış. Peki, “Dinlemeyin bu kâfiri!” diyen kim? Bir haberi uydurabilir, yalan haber de yapabilirsiniz, ancak hakaret etmek veya iftira atmak istediğiniz birine başkasının ağzından küfredemezsiniz. Bu alçaklık ve hatta namus noksanlığıdır; böyle habercilik yerin dibine batsın!.. Uluğ Bayındır // ulugbayindir.ajanda@gmail.com Çarpıtmaya gel! Z AMAN gazetesi şu sıralar hangi konuyu, kimi manşet yapacağını, kimi konuşturup Hükümet’e çattıracağını şaşırdı. Bu şaşırtı örneklerinden biri de ilk Kamu Başdenetçisi (Ombudsman) Nihat Ömeroğlu oldu. >> Gazetede yayınlanmış olan “Ombudsman kamudaki tasfiyeler için uyardı” başlıklı haber hakkında Ömeroğlu, demeci üzerinde bir çarpıtma olduğunu ve yanlış algı politikası uygulanarak Kamu Denetçiliği Kurumu ve şahsını yıpratmaya ve de saygınlığını zedelemeye yönelik bir girişim yapıldığını söyledi. Zaman Gazetesi muhabirinin bir konferans sırasında sorduğu “bir kısım yargı ve polis mensuplarının görevlerinden alınması veya başka yerlere atanmalarına dair kendilerine bir şikâyet başvurusu olup olmadığının” sorulması üzerine Ömeroğlu, yahut susun! B İR kısım medyanın sürekli şekilde bu milletin değerlerine saldırışını ve hangi detaylarda bu hücumu gerçekleştirdiğini bu sayfalara taşıyarak göstermeye çalıştık. Ancak şimdiye kadar sinemizde biriken öyle bir sıkıntı var ki, daha tutsak, sanki içimizde patlayacak. Bu yüzden bir an evvel hakkaniyeti mutlak yerine getirme adına bu tenkidi aynı sayfalara taşımak elzem. siyasî içerikli bu soruya cevap vermeyeceğini, kuruma bu konuda bir şikâyet başvurusu yapılmadığını, ilgililerin yargı yolunu tercih ettiklerini belirterek ve Anayasa’nın 38. maddesi ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesini tekrarlayarak masumiyet karinesinin herkes için geçerli olduğunu beyan etti. Bir zamanlar gazetelerde yer alan tekziplere takıntım vardı. Zira tekzip, gazetenin yalanının resmiyete dökülmüş halidir gözümde. İşte bu tekziplerin neredeyse olmadığı bir gazeteden nasıl bir gazeteye… Tebrikler! Zaman’ın kaşığı kırıldı! ABD menşeli bir kuruluş olan Freedom House’nin Türkiye’yi “basın özgürlüğü olmayan ülkeler” kategorisine alması, Zaman gazetesi tarafından manşete çekildi. Çok normal, zira Hükümet’e karşı almış olduğu cephede eline geçen her silahı kullanmak derdinde. Fakat aynı kuruluşun geçen yılki darbe davalarıyla ilgili olarak yine Türkiye’yi eleştiren beyanlarına aynı gazete “Darbeci subay- Ya hayr konuşun lara Amerikan desteği” başlığıyla tepki göstermiş, haberi “itibarsızlaştırma amaçlı” olarak vermişti. Öküz ölünce ortaklık bozulmadı aslında; zira süren de, tiren de, öküz de çiftçininken birileri yalnız kâra girişmişlerdi. Kâr oluğu sökülünce, pilavdan dönenin de kaşığı kırıldı. >> Milletten, millî iradeden tarafta durduğunu her dakika, her saniye belirten, bu vurguyu hazırladığı her VTR, her fragman, her tanıtım, her program ve hatta her cıngıla yerleştiren belli bir medya topluluğu var. Fakat bu toplulukta bulunan televizyon, gazete ve radyolarda yer bulan birtakım isimler, yaptıkları program, yazdıkları yazılar, ifade ettikleri beyanlar ve girdikleri mülakatlarla bu millete, millî iradenin temizliğine, Başbakan’a ve Hükümet’e ne derece zarar verdiklerinin farkındalar mı acaba? Hiçbir arka plana sahip olmadığı açıkça belli olan birtakım şahsiyetlerin, bu ülke insanıyla hiçbir tekâmül, hiçbir kulvar, hiçbir düşünce ve hatta hiçbir histe yer alamayacağı ve takındıkları ahlak tanımaz üslup ve de sığındıkları sığ argümanların acziyeti içinde ne kadar rezil olduklarından da mı haberleri yok? Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı, Bilge Kral, merhum Aliya İzzetbegoviç’e “Biz de onları öldürelim” denildiğinde onun sergilediği duruştan bir nebze nasiplenmemiş mi bu insanlar? “Ne farkımız kalır?..” Değil mi ki Güzeller Güzeli Resul (s.a.v.) “Kim ki Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsa, ya hayır konuşsun yahut sussun” buyuruyor, bu noktadaki vicdan sahibi kimseler sorumluluk duygusuyla hareket etmemeliler mi? Belki bu konuda söylemek, yazmak, hatta haykırmak istediğim çok şey var, lakin şimdilik bu tepkinin bir refleks gibi algılanmasını arzu etmekteyim. Dilerim bu derun muhasebeye birazcık sahiptirler… mayıs 2014 25 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 26 Türkiye itibar kaybediyormuş! T ÜRKİYE’de. birileri yıllarca itibarı Batı’ya yağdanlık olmakta aradı. Bu kimseler hiç eksildi mi, bilakis arttı. Almanya Cumhurbaşkanı Gauck’un açıklamalarından yola çıkarak içini döken Bugün Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Erhan Başyurt, 30 Nisan 2014 tarihli yazısıyla Başbakan, Dışişleri ve Hükümet’in şahsı bahsiyle Türkiye’nin itibar kaybettiğini ispatlamaya çalışmış. Ona göre çözüm ne mi? Otoriteden izin almak… (!) IN AY >> “Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck, Türkiye ziyaretinde diplomatik açıdan son derece sıradışı açıklamalar yaptı. Doğu Almanya’da ‘otoriter’ bir rejim altında, ‘neyin hukuk, neyin hukuksuzluk olduğuna komünist partinin karar verdiği’ dönemde 50 yıl yaşamanın tecrübesi ile konuştuğunu hatırlatan Gauck, özellikle ODTÜ’de çok çarpıcı şu tespitlerde bulunuyor: -Kuvvetler ayrımını kısıtlama eğilimini gördüğüm zaman bunu özel bir kaygı duyarak izledim. Hükümetin, hoşuna gitmeyen çok sayıda savcı ve polisi yerin- mayıs 2014 den alışı, çarpık gelişmeleri aydınlatmalarına engel olur. -İnsanların hayatları üzerinde daha güçlü bir gizli servis kontrolü amaçlandığında, sokak protestoları zor kullanılarak bastırıldığında, hatta bu yüzden insanlar canından olduğunda, itiraf ediyorum bu gelişmeler beni korkutuyor. -İnternet ve sosyal iletişim ağlarına erişimin kısıtlandığı, eleştirel bakış açısına sahip gazetecilerin işten çıkarıldığı, hatta yargılandığı, gazetelere yayın yasağı getirildiği ve yayıncıların hukukî baskı altına alındığı bir zamanı I AR B İ İT yaşıyoruz. (Gauck kaç yıldır Türkiye’de yaşıyorsa?.. Çeşme’ye tatile mi geldi? Her şey dâhille mi? U.B.) -Kimsenin dininin kamusal alana da uygulanmasına engel olunamaz. Demokrasinin diyaloğa ihtiyacı vardır. Kamuoyunda kullanılan dilin zehirlenmesi ve düşman imajının oluşturulması topluma zarar veriyor. Tüm bu eleştiriler, bir süredir Türkiye’de de aydınlar tarafından açık açık dile getiriliyor. En son Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç‘ın tespitleri ve uyarıları da bunlardan farklı değildi. Başbakan Erdoğan, Gauck’un açıklamalarına dün grup toplantısında cevap verdi, “Herhalde kendisini hâlâ rahip zannediyor” dedi. Oysa Gauck’un bu kaygılarının, ileri demokratik ülkelerde yaygın bir şekilde paylaşıldığı görülüyor. Avrupa Birliği üst düzey temsilcilerinin art arda “hukukun üstünlüğü, hesap verilebilirlik ve şeffaflık” uyarıları göz ardı edilmemeli. Hatta “Türkiye ile Avrupa Birliği üyelik müzakerelerini askıya almayı” önerenler bile oldu. ABD’de de kaygıların farklı olmadığı görülüyor. Dışişleri ve Beyaz Saray temsilcilerinin endişe beyanları ve uyarıları da bu gerçeği ortaya koyuyor. Başbakan Erdoğan, Amerikan PBS televizyonunda yayınlanan yeni mülakatında, “Başkan Obama ile bir buçuk ay önce görüşmemiz oldu. Eskisi kadar sık konuşmuyoruz” itirafında bulunuyor. O görüşme de 8 ay aradan sonra gerçekleşmiş ve ardından içeriğe ilişkin kamuoyuna Türk tarafının yanlış bilgilendirmeleri nedeniyle Beyaz Saray’dan bir ilke imza atılarak ‘resmî yalanlama’ gelmişti. Ortadoğu’da da Mısır, Suriye, Irak ve Suudi Arabistan ile yaşanan sorunlar ortada. O ülkelerde de daha önce elde edilen itibarların kaybedildiği biliniyor. Türkiye’nin, müttefikleri tarafından yapılan dostça eleştirileri önyargısız değerlendirmesinde fayda var. Reformlara geri dönülmesi, ileri demokrasiye aykırı uygulamaların sonlandırılması, Batılı ülkeler ve komşularla ilişkilerin yeniden güçlü şekilde tesis edilmesi gerekiyor. Türkiye ekonomisine güven ve istikrarın sürmesi, etkili bir dış politika uygulanabilmesi için yeni bir dil ve yenilenen bir dış politika vizyonu hayata geçirilmeli. İtibar kaybı ve algımıza ilişkin gerçekleri yok sayıp gözümüzü kapatmak, olsa olsa Türkiye’nin geleceğine zarar verir.” Özgürlük Evi’nin duvarı kerpiç B AŞKA bir haberimizde de yer vermiştik ya, ABD menşeli bir kuruluş olan Freedom House, Türkiye’deki basın özgürlüğünden kaygılı olduğunu söylemiş. Ah ne de güzel söylemiş, bizimkilere can geldi… >> Freedom House, Türkçe karşılığıyla Özgürlük Evi, raporunda belirtildiği üzere “Türkiye’de basın özgürlüğünden kaygı duyduğunu” bildirmiş. Ancak bu bildiriye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun verdiği “Türkiye’ye dönük bir algı operasyonu yapılıyorsa, hepimizin buna ortak bir tepki vermesi gerek” şeklindeki cevabı, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcü Yardımcısı Marie Harf tarafından sert (!) şekilde de karşılık bulmuş. Harf’e göre öyle bir algı operasyonu yokmuş. Öyle ya, biz yazmıyoruz, The Economist yazıyor “İkinci Gezi’den kurtuluş yok” diye. Her şey ortada, algı değil, direkt operasyon var. Ayrıca çok ilginç bir detay dikkatimizi çekiyor. Söz konusu kuruluş olan Freedom House’den bahseden medyamız, bu kuruluşa özellikle bir nitelik atfediyor: “Bağımsız”. “ABD’li bağımsız araştırma kuruluşu” filan şeklinde verilen Freedom House haberlerinin dahi nasıl bir “algı operasyonu” içerdiğini görmezden gelmek imkânsız. Neden bizde hiçbir şey “bağımsız” değil? “Heykel destek üstünde,/ Benim ruhum desteksiz…” Kinayesi paralel Ö NCE haberin kendisini verelim: “Tayland Başbakanı Yingluk Şinavatra, devletin üst kademelerinde keyfî tayinler yaptığı suçlamasıyla dün mahkeme karşısına çıktı. Uzmanlar bugün karara bağlanacak davada başbakanın görevinden uzaklaştırılacağı tahmininde bulunurken, planlanan geniş katılımlı eylemlerin ölümlere yol açmasından korkuluyor. >> Son aylarda yükselen hükümet karşıtlığı nedeniyle zor günler yaşayan Güneydoğu Asya ülkesi Tayland’da Başbakan Yingluk Şinavatra görevini kötüye kullanmakla suçlanıyor. Hakkında yoğun yolsuzluk iddiaları da bulunan Başbakan Şinavatra, Milli Güvenlik Kurulu’na başkanlık eden Tavil Pliensri’nin görevden alınması sürecinde partisi ve yakın akrabaları adına siyasî çıkar gözettiği suçlamasıyla dün Anayasa Mahkemesi karşısına çıktı…” belirttiği gibi “Belli ki bir yolsuzluk var”… Haberin nerede yayınlandığını söylersem kendim bir mide fesadı geçireceğim, hem size de “Yine mi?” dedirterek kendime laf ettirmek istemem. Başbakan Şinavatra Anayasa Mahkemesi’nde yargılanacak ve “uzmanların görüşlerine göre” büyük ihtimalle “görevinden uzaklaştırılacak”: Bu “uzmanlar” büyük olasılıkla paralel medyanın yazarları oluyor bizde. Zaten buradaki AYM Başkanı da keyiflendirdi zat-ı şahaneleri. Nihayet istenen ne? “Başbakan’ın alınması…” Arkadaşlar bol kinayeli, sözleri meclisten dışarı (!) haberlere imza atmaya devam ediyorlar. Dünyadaki her başbakan istifası, her yolsuzluk haberi, her rüşvet suçlaması bu arkadaşların manşetinde patlıyor. Muhterem büyüklerinin BBC ekranlarında İlle de bu çabayla yapılan haberlerin yoğunluğu öyle bir boyutu aştı ki, hani Süleyman abilerle dalsak boy veremeyiz, o şiddette. Haberi öne aldık ki tek tek Türkiye’de nelerin olmasını istediklerini rahatlıkla çıkarabilelim. Haberin daha ilk cümlesi “keyfî tayinler” konusuna atıf yapıyor: “Paralel abileri eski yerlerine getirin…” Yine habere göre uzmanlar, hükümet protestolarında ölüm- lerin olmasından endişeleniyorlarmış: Geldi dayandı kapımıza Gezi değil mi? The Economist abiniz sayesinde parolayı da aldınız; e bundan sonra ölümlerden “kaygı” duymakta ısrar edebilirsiniz. Ancak Allah’ın da bir hesabı var. Habere göre son aylarda hükümet karşıtlığı büyüyormuş: Daha ne olsun, kutsal ittifaka bir de siz katıldınız milyonlar aşan tirajınızla… Başbakan Şinavatra, görevini kötüye kullanma ve yolsuzlukla suçlanıyormuş: Aslında habere dikkat edersiniz, Şinavatra sadece “görevi kötüye kullanmakla” suçlanıyor, fakat bizimkiler yolsuzluğu da kaktırıveriyor araya. E haliyle, yoksa nasıl haberi denk düşürecek, bu konuda nasıl daha anlaşılır olabilecekler? Ben bunların haber biçimlerinden de, haberlerinden bezdim; başka şeyler yapmak lazım… mayıs 2014 27 haberajanda Kapak Ahmet Turgut* ahmetturgut.ajanda@gmail.com Yine o yüce günde Kâbe’deki tüm putlar Nübüvvetin eliyle teker teker kırılmıştı. Günahkârla değil, günahla uğraşan Güzel Ahlâkın Sahibi (s.a.v.), müşriklerle hesaplaşmak yerine şirkle, yani bölünmüşlüğün, çirkinliğin ve bâtılın kaynağıyla hesaplaşmıştı. Derdinin sadece kadro farklılığı olmadığını gösterirken, bir yandan da kitleleri doğru yoldan uzaklaştıran sebeplerle mücadele edilmesi gerektiğini her devrin Müslümanlarına ödev olarak bıraktı. *** Gönüllerin hakikate açılmasının yolu barış, huzur, emniyet ve merhamet ortamı istiyor. Bir başka ifadeyle, gönüllerin birbirine ısınabilmesi ve kalplerin açılabilmesidir “asıl fetih”. Haliyle “fatih” kavramımız da buna bağlı olarak kendi mecrasına oturabilmekte… *** Bugün farkında olarak veya olmayarak sıklıkla kullandığımız “açılım” sözcüğü, vahyin kastettiği manalar itibariyle bir “fetih hazırlığı”dır. Rabca okunabilecek bir “fatih” kelimesinin asıl/yüksek manasıyla onurlanmak isteyenler, kördüğümleri aşacak, gönülleri birbirlerine açacak ve açılımlarını nihayete erdirebilecek olanlardır. 28 mayıs 2014 Unutulan “Fetih” *https://twitter.com/ahturgut *https://www.facebook.com/AhmetTurgut.Official mânâlarıyla ve “Fatih” H ER yıl 30 Mayıs vesilesiyle İstanbul’un fethini yâd edip Ulubatlı Hasan’ın indinde tüm şehitlerimizi yâd eder, başlı başına bir azim sembolü olan gemilerin karadan yürütülmesini ve Fatih Sultan Mehmed’in kendi asrını aşan dâhi vizyonunu hatırlar ve de çağ açıp çağ kapayan nesillerin torunu olmanın hazzını ve o günlerden şu an uzak kalışımızın burukluğunu iç içe yaşarız. Benzer şekilde, Ağustos ayının sonuna denk gelen Malazgirt’imiz vardır. Bu zaferi, Anadolu’nun fethi bahislerinin başlangıcı sayarız. Takvimlerden takip etmesek dahi daha nice fetihlerimizi dem be dem yâd etmeye çalışır, Osmanlı ve Selçuklu’nun da dışına çıkarak Selahaddin Eyyûbi ile Kudüs’ün fethini yaşar ve tüm bu fetihleri yenilemek isteriz. Adım adım geçmişe doğru ilerleyince nihayet tüm fetihlerin sembol ismini de hatırlarız: Son vahyin kalbi olan Mekke’nin fethini... Evet, nice fethe rol model olmuş- tur Mekke’ninki. Peki, nedir asırlar boyunca onu tüm fetihlerin önünde tutan? Akla gelen ilk seçenektir belki de, Resûlullah (s.a.v.), fetih sonrasında her türlü şart kendi lehine dönmüşken bile düşmanlıkta sınır tanımayan Kureyşli müşrikleri cezalandırmak yerine affetmişti. Zira O, şehirleri değil, gönülleri fethe çıkmış bir Rahmet Abidesi idi. Ve azatlı, azadın haberini verir O gün Kâbe’ye uzanan kapıları açmış ve Allah’ın Evini müminle- mayıs 2014 29 haberajanda Kapak rin mümince haccedebilecekleri hale getirmişti. Fahr-i Kâinat Efendimiz’in emriyle Beytullah’ın üzerine çıkan Habeşli Bilal, Ezan-ı Muhammedî’yi okumuş, Allah’tan yüce hiçbir şeyin olmadığını söyleyerek insanları Son Nebi’nin yolunda felaha çağırmıştı. Bu olayla birlikte görüldü ki, o yüce Fetih Günü, Kâbe’nin üzerinde insanları kurtuluşa çağıran kişi sadece azatlı bir köleydi. Şanı nebiler ve ayetlerle yücelenmiş olan Allah’ın Evi, o gün özgürlüğünü her 30 mayıs 2014 manada kazanmış insanın ayaklarının altındaydı. Sadece bu sahne bile akledebilen insanlar için nice mesajlar verebilmekte. leleri doğru yoldan uzaklaştıran sebeplerle mücadele edilmesi gerektiğini her devrin Müslümanlarına ödev olarak bıraktı. Yine o yüce günde Kâbe’deki tüm putlar Nübüvvetin eliyle teker teker kırılmıştı. Günahkârla değil, günahla uğraşan Güzel Ahlâkın Sahibi (s.a.v.), müşriklerle hesaplaşmak yerine şirkle, yani bölünmüşlüğün, çirkinliğin ve bâtılın kaynağıyla hesaplaşmıştı. Derdinin sadece kadro farklılığı olmadığını gösterirken, bir yandan da kit- Barışta aranan “Feth-i Mübin” Peki, Kur’an’ın indinde diğerlerinden ayrı olan bir fetih var mı? Fetih Sûresi’nin birinci ayetinde geçen “Feth-i Mübin” tabiri, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) nasip edilen “apaçık bir KUR’AN’DA ALLAH İÇİN İKİ YERDE BU KÖKTEN GELEN KELİMELER KULLANILMIŞ: İLKİ ARAF SÛRESİ 89. AYETTE GEÇİYOR VE O’NUN “HAYR’ÜL-FÂTİHİN” OLDUĞU BİLDİRİLİYOR. YANİ “FATİHLERİN EN HAYIRLISI”… BU TAMLAMA SAYESİNDE ANLIYORUZ Kİ, ALLAH YEGÂNE FATİH DEĞİLDİR. LAKİN TÜM FÂTİHLER İÇERİSİNDE EN HAYIRLI OLANIDIR. YİNE AYETİN TAMAMINDAN BAKILINCA “FATİH” KELİMESİNİN, HAK İLE BÂTILIN ARASINI AÇAN, YANİ “HAKKI ORTAYA ÇIKARTAN” MANASINDA KULLANILDIĞINI DA GÖREBİLİYORUZ. toprağın/beldenin alınmasını fetih sandık. Olabilir mi? Öyleyse öncelikle Rabbin adıyla okunması emredilen Kitaba dönelim… El-Fettâh Kur’an’da Allah için iki yerde bu kökten gelen kelimeler kullanılmış: İlki Araf Sûresi 89. ayette geçiyor ve O’nun “Hayr’ülFâtihin” olduğu bildiriliyor. Yani “Fatihlerin En Hayırlısı”… Bu tamlama sayesinde anlıyoruz ki, Allah yegâne fatih değildir. Lakin tüm fâtihler içerisinde en hayırlı olanıdır. Yine ayetin tamamından bakılınca “fatih” kelimesinin, hak ile bâtılın arasını açan, yani “hakkı ortaya çıkartan” manasında kullanıldığını da görebiliyoruz. “Fatih” kelimesinin mübalağalı, kâmil hali olan “El-Fettâh” İsm-i İlahîsi ise Sebe Sûresi 26. ayette geçiyor. Diyanet İşleri’nin tercümesi aynıyla şöyle: “De ki; Rabbimiz hepimizi kıyamet günü bir araya toplayacak, sonra da aramızda hak ile hüküm verecektir. O, gerçeği apaçık ortaya koyandır (ElFettâh) ve hakkıyla bilendir (El-Alîm).” Açmak ama neyi, neye? İsterseniz Rabbin anlattığı fetih kavramı üzerinde derinleşebilmek için şimdi de aynı kelimenin anayurduna uzanalım, Arapçaya… fetih” durumundan bahsediyor. Ama böylesi bir fetih, cephede kazanılmış bir zafer için değil, bir barış ânı için söyleniyor: Hudeybiye Antlaşması’nın yapıldığı an… Üzerinde durup fikredilmesi gereken bir inceliktir bu. Evet, tüm fetihler içerisinde en temiz ve en şanlı olan Mekke’nin fethi bile Kitabın özel saydığı fetih değildi. Neden acaba? Belki de bizler, “fetih” kelimesini Rabca okumak istemediğimiz için, herhangi bir Erbabına malumdur, “feth” kelimesi Arapça orijinaliyle “açmak, açış” manasına gelir. Araplar, bir suyun gözeden çıkıp hedefine doğru, hiçbir engele takılmaksızın ilerlemesine de bu yüzden “feth” derler. Kelime “maddî sahada kapalı olanı açmak” kabilinden manalara sahipken, manevî/ruhsal alanda aklın, iradenin, vicdanın ve özellikle de kalbin hakikate açılmasını ifade eder. Kitabın önsözü mahiyetindeki Fatiha’ya“Kur’an’ı açan sûre” denilmesi de bu yüzdendir. Bu kelimeye Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) uygulamaları perspektifinden bakınca, tebliğin insanlara ulaştırılmasının önündeki kapalı kapıları açtığı için, askerî zaferler için de “fetih” olarak anılageldiğini görürüz. Buradan hareketle “Tebliğcinin giremediği ve/veya kovulduğu yere ordu girer” ilkesi belirmiştir. Açılım: Bir fetih hazırlığı Kördüğüm olmuş ihtilafların isabetli hükümlerle aşılmasına/açılmasına da “fetih” denilir. Buradaki anlam, gönülleri yekdiğerine kapalı olan kitleleri adil hükümler çerçevesinde birbirlerine açabilmeyi vazeder. Evet, Kitapta geçen “Feth-i Mübin” ve “Hayr’ül-Fâtihin” tabirlerinin irfanî kokusu tam da bu mana üzerinden gelmektedir. Bedir, Hendek, Mûte ve sair zaferlere yahut Hayber’in, Mekke’nin fetihleri yerine sulh/ selamet akdi olan Hudeybiye Antlaşması’na “apaçık bir fetih” denilmesi burayla ilgili olmalı. Ve yine anlıyoruz ki, gönüllerin hakikate açılmasının yolu barış, huzur, emniyet ve merhamet ortamı istiyor. Bir başka ifadeyle, gönüllerin birbirine ısınabilmesi ve kalplerin açılabilmesidir “asıl fetih”. Haliyle “fatih” kavramımız da buna bağlı olarak kendi mecrasına oturabilmekte… Fethinde hayır vesilesi olan fatihler, kendilerini ve diğer insanları iyi-güzel-doğru olana, kısaca rahmâniyete açanlardır. Onların en büyük emareleri ise, evvelkilerin kördüğümlerini çözen ve kitleleri birbirlerine ısındırabilen insanlar olmalarıdır. Ez-cümle: Bugün farkında olarak veya olmayarak sıklıkla kullandığımız “açılım” sözcüğü, vahyin kastettiği manalar itibariyle bir “fetih hazırlığı”dır. Rabca okunabilecek bir “fatih” kelimesinin asıl/yüksek manasıyla onurlanmak isteyenler, kördüğümleri aşacak, gönülleri birbirlerine açacak ve açılımlarını nihayete erdirebilecek olanlardır. Elbette gayret samimî niyet sahiplerinin, akıbet ise En Güzel İsimlerin Sahibi ve ElFettâh olan Allah’ın elindedir. mayıs 2014 31 haberajanda Analiz Prof. Dr. Turan Güven turanguven.ajanda@gmail.com Tarihinde kale geleneği olmayan bir milleti kapalı topluma dönüştürmeye çalışanlar başaramadılar. Eski Türkiye ile yeni Türkiye arasındaki farkı göremeyenler, eminim ki kapalı toplumla açık toplum arasındaki farkı da göremiyorlar. Onun içindir ki, eski Türkiye’yi özleyen Beyaz Türklerin arkasında saf tutuyorlar. *** Bugünkü sivil siyaset liderliğinin de Beyaz Türklerin bu siyasî hayatından çıkaracağı dersler vardır. Eğer AK Parti iktidarı, gücün cazibesine kapılarak milletten büyük bir kopuş yaşarsa, gereken ders çıkarılmamış demektir. Bunun için ne yapmak lazım? Ülkenin insan kaynaklarını “Bendendir” veya “Sendendir” ayrımı yapmadan, liyakatlerine göre kullanmak gerekir. Devlete yapılan istihdamda bir cemaatten kurtulurken başka bir cemaatin kucağına düşme tehlikesine de azamî dikkat gösterilmelidir. 32 mayıs 2014 Türkiye, 21’ parlayan yı K İM ne derse desin, Türki-ye’nin siyasal tarihinde, 2002 - 2014 yılları arasın-daki 12 yıllık zaman dilimini zihinsel kölelikten kurtuluşun başlangıcı olarak görüyorum. Belki de tarihçiler bu dönemi, tarihin “nesnesi” olan bir Türkiye’den “öznesi” olan bir Türkiye’ye geçiş olarak da yazacaklar. Hükümet kanadında siyaset yapanlarsa 2000 yılından önceki Türkiye’yi “eski”, sonrakini ise “Yeni Türkiye” olarak tanımlıyorlar. Bu tanımlama, biraz da “Yeni Türkiye”nin oluşumunda sivil siyasî liderliğin payını ima etmek için tercih ediliyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, buna kimsenin bir itirazının olacağını sanmıyorum. >> Yenik düşmüş bir medeniyetin çocukları olarak 80 yıldan beri başımızdaki “Beyaz Türklerin” bizleri nasıl bir zihinsel köleliğe mahkûm ettiklerini daha yenilerde görmeye başladık. Zihinsel köleliği içselleştirerek bir hayat tarzı haline getirmiş olan nice insanlar var ki içinden geçtiğimiz süreçleri hâlâ idrak edememekte, eski Türkiye’ye dönmeyi büyük bir özlemle istemektedirler. Acaba eski Türkiye’ye özlem duyan ve hatta onu fetişleştiren bu insanlar kimler? Bunların büyük bir kısmı, 1930’lu yılların resmî ideolojisine yaslanarak kurdukları oligarşik iktidarlarını kaybedenlerdir. Rahatsızlıklarının esas sebebi budur. Türkiye, yaklaşık on yıl öncesine kadar Batı’nın ve ABD’nin dümen suyunda kişiliksiz bir iç ve dış politika takip eden ülkelerden biriydi. Hatırlayınız o günleri, okyanus ötesinden ABD öksürse Türkiye burada nezle oluyordu. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri Batı’ya ve ABD’ye bağımlılığı bir “varlık” gerekçesi haline getirmiş ve devletin kılcal damarlarına kadar girmiş olan Beyaz Türklerin halkı aşağılamalarından bıkmıştık. Selçuklu ve Osmanlı Devletlerimizin mirası üzerinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, bir avuç “Beyaz Türk”ün ve Levanten ailelerin kontrolün- de daha nereye kadar gidebilirdi? Bir insan ömrü kadar kısa bir zaman diliminde, Beyaz Türklerin oligarşik iktidarlarının son bulmasına şahit olunca gözlerimize inanamadık. Meğer bütün mesele, sivil siyasetin her türlü vesayetten uzak kalarak devletin kurumlarını yönetmesiymiş. Topluma bir güven geldi ve önü açıldı. Kapalı toplum yapısından açık topluma yapısına bir yumuşak geçiş oldu. En sonunda fıtratımıza uygun olana, yani aslımıza dönüştük. Tarihinde kale geleneği olmayan bir milleti kapalı topluma dönüştürmeye çalışanlar başaramadılar. Eski Türkiye ile yeni Türkiye arasındaki farkı göremeyenler, eminim ki kapalı toplumla açık toplum arasındaki farkı da göremiyorlar. Onun içindir ki, eski Türkiye’yi özleyen Beyaz Türklerin arkasında saf tutuyorlar. Dert belli, İslam düşmanlığı… Beyaz Türkler, içselleştirdikleri Batılı hayat tarzları ile sanki medeniyetimizin inşa ettiği insanlar değillerdi. Gerek Batı’nın, gerekse onların ülkedeki insan kaynağı olan Beyaz Türklerin bilinçaltında bir İslam düşmanlığı, en hafif şekliyle bir İslamofobi yatmaktaydı. Hiç kimseyi durup inci yüzyılın ldızı olacaksa.. AK Parti’nin 12 yıllık iktidarı göstermiştir ki, ülkeye hizmet verilmesi ve toplumda önemli zihniyet değişikliği yaratılmasında sadece konjonktür etkili olmamış, sivil siyaset kurumunun önderliği de bu konuda büyük rol oynamıştır. Hatta “Bütün bunlar tamamen sivil siyasetin liderliğinde yapılmıştır” da denebilir. mayıs 2014 33 haberajanda Analiz dururken suçlama niyetim yok; kaldı ki, hiç kimse tercih ettiği bir hayat tarzından dolayı da kınanamaz. Herkes yaşadığı hayatın faturasını zaten öbür dünyada önüne koyulduğu zaman görecek. Bizim acele etmemiz fazla bir şeyi değiştirmiyor zaten. Benim burada vurgulamak istediğim ve hiç de kabullenmek niyetinde olmadığım şey, birtakım insanların çıkıp da kendilerini Türkiye’nin sahibi olarak görmeleri, halkı yönetmek üzere Tanrı tarafından seçildiklerini sanmaları, halka yukarıdan bakmaları ve bu coğrafyada yaşayan Müslümanları yok saymalarıdır. Hem bu ülkenin sahibi olduğunuzu iddia edeceksiniz, hem yaşadığınız hayatın içinde bu coğrafyaya damgasını vuran Müslümanlığa ait hiçbir kırıntı olmayacak ve hem de -daha da kötüsü- Gerçek Vahyin en büyük düşmanı kesileceksiniz. Kusura bakmayın, ama bu yaman çelişkiyi kıyamete kadar sürdüremezsiniz. Bu durum, ancak farklı din, kültür ve ideolojilerin inşa ettiği insanlar arasındaki bir çelişkiye tekabül eder ki, işte bu noktada iktidar mücadelesi ve çatışma kaçınılmaz olur. Batılıların ve içimizdeki Beyaz Türklerin ortak özelliklerini bir kere daha vurgulama gereği duyuyorum: İkisinin de bilinçaltında İslam düşmanlığı ve İslamofobi yatıyor. Kafasının arkasında böyle bir fikir taşıyan ve zaman zaman da bunu bir eylem planı ile hayata geçirmeye çalışan insanların beni yönetmesini isteyecek kadar ahmak değilim. Ne yazık ki, ülkemin Müslüman halkı uzun bir süre, kendilerini aşağılayan bu insanlara hizmet etmeyi “devlet hizmeti” zannetmişlerdir. Oysa bu Beyaz Türkler, Türkiye’yi küresel güçlerin zengin bir pazarı haline getirerek tarihin nesnesi yapmışlardı. Bu öyle bir zihinsel kölelikti ki, Türkiye insan kaynaklarının ve tarihî misyonunun bile farkına varamıyordu. Belki birçoğumuz haklı olarak “O günkü şartlar böyle gerektiriyordu” diyebilir, ama öyle bir siyasal sistem kurumuştu ki sistemi kuranlar, “Bu sistem kıyamete kadar böyle gidecek” diyorlardı. Kısaca ifade etmek gerekirse, Türkiye zihinsel bir köleliğe mahkûm olmuştu. Beyaz Türklerden çıkarılacak dersler var Cumhuriyet’in kuruluşu ile başlayan ve giderek devlet içindeki hâkimiyetleri artan “Beyaz Türkler”, bir gün gelip de kurdukları hegemonyanın yıkılacağını hiç hesap 34 mayıs 2014 Burada vurgulamak istediğim ve hiç de kabullenmek niyetinde olmadığım şey, birtakım insanların çıkıp da kendilerini Türkiye’nin sahibi olarak görmeleri, halkı yönetmek üzere Tanrı tarafından seçildiklerini sanmaları, halka yukarıdan bakmaları ve bu coğrafyada yaşayan Müslümanları yok saymalarıdır. edemediler. Neden hesap edemediler? Kendilerini devletle özdeşleştiren bu grup devlete öyle yerleşmişti ki, sahip oldukları gücün kaybolması ancak devletin yıkılması ile gerçekleşebilirdi. Bu güçlerinin dolayısıyla devlet-i ebed müddet olacağını sanıyorlardı. Bugünkü sivil siyaset liderliğinin de Beyaz Türklerin bu siyasî hayatından çıkaracağı dersler vardır. Eğer AK Parti iktidarı, gücün cazibesine kapılarak milletten büyük bir kopuş yaşarsa, gereken ders çıkarılmamış demektir. Bunun için ne yapmak lazım? Ülkenin insan kaynaklarını “Bendendir” veya “Sendendir” ayrımı yapmadan, liyakatlerine göre kullanmak gerekir. Devlete yapılan istihdamda bir cemaatten kurtulurken başka bir cemaatin kucağına düşme tehlikesine de azamî dikkat gösterilmelidir. Bugün itibariyle Türkiye’nin sağlam bir sivil siyasal sisteme kavuşturulduğunu söylemek mümkün değildir. Sağlam bir sistem kuramazsanız, ülkeyi kaygan bir zemin üzerinde tutmaya çalışır ve çok zorlanırsınız. Ne yazık ki sivil siyaset liderliğinin ta başta yaptığı hata, 12 yıllık iktidar sürecinin sonuna kadar devam etmiş ve Türkiye kaygan bir zemin üzerinde bırakılmıştır. Bu bağlamda Türkiye’nin siyasal sorunlarının çözümünde çok ciddi yöntem hataları yapılmıştır. “Bu yöntem hatası nedir?” derseniz, sivil siyasetin Türkiye’de sağlam bir sistem kurmayı birinci öncelik olarak belirlememesidir. 21’inci yüzyılın Türkiye’sinde istikrarlı, dinamik ve değişen dünya şartlarına uyum sağlayabilen bir sivil siyasal sistem tesis edilemediği sürece tali sorunların çözülmüş olması fazla değer taşımamaktadır. Ne yazık ki 12 yıllık AK Parti iktidarı, sivil siyasal sistemin ana sütunlarından biri olan “sivil anayasa” konusunda başarısız olmuştur. Bu anayasa yapılamadığı müddetçe, Türkiye kaygan bir siyasal zemin üzerinde durmaya devam edecektir. Tabiî ki toplum da diken üstünde gergin bekleyişini sürdürecektir. Bugün için Hükümet ve Başbakan Erdoğan’ın ülkede yegâne istikrar unsuru olarak görülmesi, elbette onlar açısından siyasî bir başarıdır, ama sağlam bir sistemin temelleri atılmadığı müddetçe, bu durum gelecek için endişe vericidir. Eski Türkiye’yi özleyen statükocuların bulacakları dış destekle -ki bu destek en küçük bir tökezlemede gelecektir- Türkiye’de yeniden ekonomik ve zihinsel köleliğe dönülebilir. Allah korusun, Mısır’daki gibi bir geriye dönüş, Türkiye’nin uzun sürecek bir köleliğe yeniden dönüşü olacaktır. Böyle bir şeyi düşünmenin ve akıldan geçirmenin bile bugünkü Türkiye için bir “hakaret” gibi algılanacağını biliyorum, ama buranın da daha düne kadar ipleri dışarıya bağlı bazı generallerin ülkesi olduğunu unutmayın. Yine unutmayın ki, Ortadoğu coğrafyasında etkin olan küresel güçlerin yedekte ve pusuda beklettikleri General Sisi’leri hiç eksik olmayacaktır. Küresel güçlerin askerler arasından özenle seçip ülkelerinde eğittikleri ve bazı konularda kendilerine benzettikleri generallerin nesli henüz tükenmemiştir. AK Parti’nin 12 yıllık iktidarı göstermiştir ki, ülkeye hizmet verilmesi ve toplumda önemli zihniyet değişikliği yaratılmasında sadece konjonktür etkili olmamış, sivil siyaset kurumunun önderliği de bu konuda büyük rol oynamıştır. Hatta “Bütün bunlar tamamen sivil siyasetin liderliğinde yapılmıştır” da denebilir. Oysa Türkiye’de siyaset kurumu 1960 yılından beri, yani yaklaşık 50 yıldır birileri tarafından bilinçli olarak aşağılanmış, tokatlanmış ve değersizleştirilmişti. Türkiye’nin bundan sonra ortaya çıkabilecek ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal sorunlarının çözülmesinde de yine sivil siyasetin önderliğine ihtiyaç duyulacaktır. Türkiye’nin bütün insan kaynakları, maddî ve manevî dinamikleri kullanılarak altyapısı güçlü bir sistem oluşturmak gerekliliği ortadadır. Sosyal ve siyasal olayların, içinde insan psikolojisi de dâhil çok sayıda parametreye bağlı olması sebebiyle yeterince açık bir “gelecek öngörüsünde bulunmak” mümkün değildir. Ama ben, anayasa değişikliği ile kurulacak bir sivil siyasal sistemin Türkiye’yi 21’inci yüzyılın parlayan yıldızı haline getireceğini söyleyebilirim. mayıs 2014 35 haberajanda Analiz Servet Hocaoğulları servethocaogullari.ajanda@gmail.com TÜRKİYE’Yİ BEKLEYEN GELECEK Erdoğan, Fransız ve Rus devrimleri başta olmak üzere yüz yıl önceki dünyada gerçekleşen devrimlerin ve arkasından gelen ulusçuluk formunun ortaya çıkardığı sorun, yara, açmaz, çukur, çelişki, acı, trajedi ve arayış zamanlamasında, aramızda bir “başbakan” hüviyetiyle mevcut. Örneğin Mustafa Kemal Atatürk, imparatorluk bakiyesi üzerinde ulus devlet oluştururken, kendini tarihî bir eylem (devrim) içinde bulan “zamanı gelmek” liderlerinden biridir ve o zamanda devrim liderleri gibi bir tercihte bulunmuştur: “Zaman(ım) geldi!” *** Ancak o zamandan bu zamana çok şey değişti. Öyle ki, o zamanlarda yapılan birçok şeyin ortaya çıkardığı etnik sorunlar, dinî krizler ve siyasî linçler, gün geldi bir çözümsüzlük listesi içinde yer aldılar. Mustafa Kemal, İmparatorluk’tan kalan çok şeyi çözmenin yanı sıra, “zamanı gelmek” mastarının kuralına uymadan yapılmış bazı uygulamaların da açtığı yaraları geleceğe bıraktı. Mustafa Kemal’den sonra Erdoğan’a kadar kimse (liderlik madalyası takılan kişi), zamanı gelmek kuralını -fırsatını yakaladığı halde- değerlendiremedi. Kim bilir, belki de zamanı gelmemişti. Ancak bugün bu imkân, Erdoğan’ın içinde olduğu bir vakitte ve onun etrafında dolaşarak çağrıda bulunuyor: “Zamanı(n) geldi!”. 36 mayıs 2014 I Kİ kişiden biri Recep Tayyip Erdoğan’a oy veriyor, onu seçiyor veya verdiği vekâleti yineliyor. İki kişiden bir diğeri de Erdoğan dışında başka parti başkanlarına oy verenler olarak paylaşılıyor. Şimdi basit bir soru soralım: İki kişiden biri Recep Tayyip Erdoğan’ı “lider” olarak mı onaylıyor? Recep Tayyip Erdoğan hangi liderlik tanımı veya liderlik kriterlerine uygun bir onayı temsil ediyor? Bu soruya/ soruna vereceğimiz cevapla Türkiye’yi bekleyen gelecek arasında direkt bir bağ/etkileşim var. >> Daha önceki yazılarımızla iyice temellendirmiş olduğumuz üç özne, üç alan ve üç imkân denkleminden yola çıkarak bu soruya/ soruna yaklaştığımızda, Türkiye’yi bekle-yen gelecek senaryolarını seçeneklendirmek veya çeşitlendirmek durumundayız. Lider profillerinde Erdoğan Örneğin toplum olarak, doğal alandan başlayarak gelecek senaryoları yazdığımızda din, kültür ve ideoloji ölçeklerindeki durumumuzu ve özne tarafları arasındaki iletişim ve etkileşim kodlarının geleceğe neler sunduğunu ortaya koymak zorundayız. Bu bağlamda “Türkiye’yi bekleyen gelecek” diyerek toplum dinamiklerimizi ve üç özne taraflarının birlikte nasıl bir gelecek kurguladıklarını kastetmiş olacağız. Bu noktada Erdoğan’ın liderliği, ancak ne kadar “doğal (alan) lider” olduğuna ilişkin tespitleri içerecek. Erdoğan’ı “doğal alan lideri” olarak sunmak, bu ülkenin tarih boyunca seyreden din, kültür ve ideoloji ırmakları- nın adeta denize dökülmeden buluşması gibi, bir isimde varlığını güvende hissetme üzerine oluşan bir “millî lider” tanımlaması yapmak demektir. Doğrusu Erdoğan’ın “millî bir lider” olup olmadığı da tam anlamıyla “millî bir mesele”dir ve bu konu “millî karar” gerektirir. Bir başka anlamda Erdoğan’ın milli lider olması, milli vicdanda karar kılınacak bir statüdür; kişisel olarak bir yargıda bulunmam doğru olmaz... Erdoğan’ı “sivil (alan) lider” olarak tanımlamakla doğal alanda -özü itibariyle- sivil birey olmaktan başlayarak zamanla sivil alandaki -en azından- birden fazla örgütün ortak sözcüsü olma kurgusuyla devam eden ve resmî alanda da “sivil” kalabilen bir öncülüğü tarif etmiş olacağız. Erdoğan’ı bu tarife uygun lider kabul eden hatırı sayılır bir kitle var. Erdoğan Türk siyasi hayatının gördüğü ve halkın özünü gördüğü “özü sözü bir, sözde değil özde sivil” bir lider. Bir parti genel başkanı ve resmî alanda bir başbakan olma performansı içinde kabul edilen “politik lider” kategorisinde Erdoğan’ın liderliği 30 Mart yerel seçimleriyle sadece tekrarlanmış değil, aynı zamanda bu konudaki tartışmaları bir daha açılmayacak netlikte hükme bağlamıştır. Erdoğan, bu toplumun bugüne değin gördüğü “on numara” politik liderdir. Ancak tüm bu lider tanımları dışında, “Türkiye’yi bekleyen geleceğin” lideri olmak gibi başka bir seçenek ve nitelikli bir tarif daha var. Bir anlamda bu seçenekle “Erdoğan millî lider midir?” tartışmasının odağından açılacak bir “tarih pergeli” ile Erdoğan’ın liderliğinin gerçek kategorisi ve gerçek liderlik nitelemesi ona, tarihe ve vicdana teslim edilecektir. Daha açık söyleyelim: Erdoğan’ın liderlik kategorisi sivil lider, milli lider, politik lider profilini aşan, etki alanı bu tanımları geride bırakan özellikler taşımaktadır. Peki ama bu liderlik nasıl bir liderliktir? Bir paradoks mevcut Türkiye’nin geleceği için bu “beklenen liderlik” tarifi ve iltifatı hayatî bir öneme sahiptir. Daha açık söyleyelim: Erdoğan’a bu liderlik formatı hatırlatılmaz ve hakkı teslim edilmezse, o zaman Türkiye’yi bekleyen bir gelecekten değil de Türkiye’nin, Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğini bekleyeceği bir gelecekten bahsediyor olacağız. Aslında -dürüst olmak gerekirse- bu noktada kaçınılmaz bir durumumuz var: Türkiye’yi bekleyen gelecek ile Erdoğan’ın liderliğinde gelişecek gelecek arasında “tavuk-yumurta” ikilemini hatırlatan bir paradoks mevcut. “Erdoğan’sız Türkiye” hesabı yapanlar, ne Türkiye’yi tanıyorlar, ne de “lider” tarifi yapabilecek ufka sahipler. Bu ifadeyi ağır bulanlara tek şey hatırlatabiliriz: Erdoğan’ın ağırlığını tartabilecek analiz kantarınız yok!.. Dikkat edilecek seçenek Türkiye’yi bekleyen gelecek senaryoları içinde beni en çok tedirgin eden metin, Erdoğan’ın kendini tartarken çıktığı analiz kantarları içinde bir seçeneği unutmasıdır: “Zaman(ın) lideri”... Zaman(ın) lideri tanımının bir diğer okuma biçimi de “zamanı gelmek” mastarındaki liderlik şeklindedir. Erdoğan “beklenen” değil, “zamanı gelmek” liderliği içinde bir fırsatı, “Şimdi zamanı!” çağrısı içinde de diğer bir fırsatı yakalamıştır. Erdoğan’ın yanı başından akıp giden bir “zamanı gelmek” imkânı var ve Erdoğan, bu imkânın lideri olabilir. Bunun için de başkasının kendisine verdiği “liderlik madalyasını” takmak yerine, bizzat “Hangi zamanın lideri olmalıyım?” veya “Zamanı gelmek mastarındaki ‘gelen’i nasıl tanıyabilirim?” soruları üzerinde düşünmelidir. Erdoğan’ın liderlik klasmanının ölçek olarak dünya-küresel olduğu tespiti bir soruya cevap vermezsek eğer eksik kalır. O soru şudur: “Erdoğan’ın liderliği bu çağda, bu dünyada hangi ‘zamanı “Erdoğan’sız Türkiye” hesabı yapanlar, ne Türkiye’yi tanıyorlar, ne de “lider” tarifi yapabilecek ufka sahipler. Bu ifadeyi ağır bulanlara tek şey hatırlatabiliriz: Erdoğan’ın ağırlığını tartabilecek analiz kantarınız yok! mayıs 2014 37 haberajanda Analiz İmparatorluk mirasının sınırları içinde kalan Balkan, Avrasya ve Ortadoğu coğrafyasında alınan roller ve misyonlar; imparatorluk bakiyesi üzerine kurulu ulus devletin dinmeyen sancıları olan etnik, dini, kültürel krizleri çözmek için atılan adımlar, açılımlar ve en önemlisi “zamanı gelmek” bilinci içinde sonlandırılacak küresel inisiyatiflerdeki “diklenmeden dik duruş” seansları bize Erdoğan hakkında kurabileceğimiz net bir cümle armağan ediyor: Erdoğan’ın gelmek’ liderliğidir? Yani “dünya lideri” vurgusunun altını dolduracak kod hangisidir? Erdoğan’ın liderliğini çözümleyecek “zamanı gelen lider” betimlemesini biraz açalım... Örneğin, insanlık tarihinde “zamanı gelmek” liderliği listesinin ilk sırasında “gelen”ler “vahiy alan elçilerdiler”. Ve onlar, “insan lideri” olarak hafızalarda kaldılar. O hafızayı taşımanın adı “iman ve kurtuluş” oldu. Bir anlamda insanın dünyadaki serüveni peygamberlerin liderliği ile başladı. Zamanı geldi; vahiy geldi ve lider elçiler oldu. Peygamberlerin açtığı fetih yolundan ilerleyerek yol alanlar içinden gün geldi o elçilerin izini süren “medenî liderler” çıktı. Onları tarih, medeniyetin hafızası olarak kaydetti. Medeniyet liderleri olarak anılanlar aynı zamanda toplumların hayat rehberliği için yöneldikleri model şahsiyetler oldular. Medeniyetlerin bıraktığı heyecanı taşıyan zamanı gelmiş liderler bu medeniyetin ruhunu dünyaya yaymak için fetih hareketlerine yöneldiler ve gün geldi imparatorluk kuran liderler olarak kayda geçtiler. İmparatorlukların görkemli günleri bir gün geldi anlam ve toprak parçalanması yaşadı. Fakat imparatorluktan geriye kalan topraklarda “yeniden diriliş” müjdesi veren liderler doğdu. Tarih onları da “ulus kuran liderler” olarak kayda geçirdi. Bu kaydın Türkçe karşılığı ise “devrim liderleri” şeklindedir. Bugün siyasî haritada görülen tüm ulusların liderleri, imparatorlukların bakiyesi üzerinden ulus kuran devrimcilerin mirasıdır. Ancak imparatorluk küllerinden ulus közünü çıkaran liderlerin devrimlerinin sonunda iki önemli sancı miras kaldı: İmparatorluk hafızası ve ulus devletin içeride bıraktığı etnik, dinsel ve kentsel krizler... O zaman “zamanı gelmek” doğasından mülhem, zamanı gelmiş şu sorumuzu soralım: Erdoğan hangi “zamanı gelmek” liderliği fırsatını yakalamıştır? Bu fırsatı 38 mayıs 2014 dünya liderliği için “zamanı gelmek” fırsatı onun ellerinde. Tek yapması gereken ellerini zamana uzatmak! *** Ellerimiz sadece sandığa uzanıp “Evet” demekle yetinmemeli... Ellerimiz, Erdoğan’ın ellerinin uzandığı yerlere onunla beraber yönelmeli ve kavuşmalı... Çünkü ellerin kavuşması ve dünyaya onun liderliğinde uzanması için “zamanı gelmek” devrede! değerlendirecek hangi liderlik performansı içindedir? Soruyu ağırlaştıralım...Toplum, Erdoğan’ı hangi zamanın içinde lider sanmaktadır? Ağırlığı çok az kişinin kaldırabileceği yükte soralım... İnsan zamana müdahil midir? Zamanı geldi mi? Kendi adıma bu yükün altına girerken tercih ettiğim analiz kantarı, ulusçuluk bakiyesi üzerine zamanı okuyan bir “zamanı gelmek” liderliği tespitidir. Bu vurguyu somutlaştırayım: Erdoğan, Fransız ve Rus devrimleri başta olmak üzere yüz yıl önceki dünyada gerçekleşen devrimlerin ve arkasından gelen ulusçuluk formunun ortaya çıkardığı sorun, yara, açmaz, çukur, çelişki, acı, trajedi ve arayış zamanlamasında, aramızda bir “başbakan” hüviyetiyle mevcut. Örneğin Mustafa Kemal Atatürk, imparatorluk bakiyesi üzerinde ulus devlet oluştururken, kendini tarihî bir eylem (devrim) içinde bulan “zamanı gelmek” liderlerinden biridir ve o zamanda devrim liderleri gibi bir tercihte bulunmuştur: “Zaman(ım) geldi!” Ancak o zamandan bu zamana çok şey değişti. Öyle ki, o zamanlarda yapılan birçok şeyin (atılan adımların, çıkarılan yasaların vs.) ortaya çıkardığı etnik sorunlar, dinî krizler ve siyasî linçler, gün geldi bir çözümsüzlük listesi içinde yer aldılar. Mustafa Kemal, İmparatorluk’tan kalan çok şeyi çözmenin yanı sıra, “zamanı gelmek” mastarının kuralına uymadan yapılmış bazı uygulamaların da açtığı yaraları geleceğe bıraktı. Mustafa Kemal’den sonra Erdoğan’a kadar kimse (liderlik madalyası takılan kişi), zamanı gelmek kuralını -fırsatını yakaladığı halde- değerlendiremedi. Kim bilir, belki de zamanı gelmemişti. Ancak bugün bu imkân, Erdoğan’ın içinde olduğu bir vakitte ve onun etrafında dolaşarak çağrıda bulunuyor: “Zamanı(n) geldi!”. Peki, ne yapmalı? Daha doğrusu, “zamanı gelmek” içinde hangi siyasî kararlar eda edilmeli? Erdoğan ve Türkiye’yi bekleyen gelecek hakkında, “zamanı gelmek” liderliği noktasındaki Cumhurbaşkanlığı seçimi ötesinde neler bekleniyor? Medenî lider, kurucu lider, imparatorluk liderliği ve devrimci lider zamanları gelip geçmişse eğer, zamanı gelmek liderliği hangi liderliktir? İşte “Türkiye’yi bekleyen gelecek: Recep Tayyip Erdoğan” bağlamındaki ilk cümlenin yüklemi, tam da bu liderliği anlatmak durumundadır. Erdoğan’ın imparatorluk bakiyesi üzerine kurulu ulus devletler içinde küresel etki alanı olan ve devrim sancılarının kırılgan yapısı en kritik olan Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğinde “dünya lideri” olarak kayda geçmesinin nedenleri arasında sivil anayasa ve cumhurbaşkanlığı seçiminden çok daha öte bir özellik var: Zamanı gelmek... İmparatorluk mirasının sınırları içinde kalan Balkan, Avrasya ve Ortadoğu coğrafyasında alınan roller ve misyonlar; imparatorluk bakiyesi üzerine kurulu ulus devletin dinmeyen sancıları olan etnik, dini, kültürel krizleri çözmek için atılan adımlar, açılımlar ve en önemlisi “zamanı gelmek” bilinci içinde sonlandırılacak küresel inisiyatiflerdeki (Ermeni meselesi, Suriye, Arap Ba- harı, AB müzakereleri vb...) “diklenmeden dik duruş” seansları bize Erdoğan hakkında kurabileceğimiz net bir cümle armağan ediyor: Erdoğan’ın dünya liderliği için “zamanı gelmek” fırsatı onun ellerinde. Tek yapması gereken ellerini zamana uzatmak! Unutmayalım ki, Recep Tayyip Erdoğan’ı anlatacak bir makaleye, hatırata veya kitaba uzatacağımız eller, ancak Erdoğan’ın ellerinin uzandığı yerleri fark ettiğinde “okumak” sayılacaktır. Erdoğan’ı doğru okuyamayanlar, onun liderliğini ellerinde slogan ve döviz olarak taşımakla yetinmiş olacaklardır. Oysa Erdoğan bundan çok daha fazlasını hak edecek ve liderliğine karşı vefa olacak çok daha fazla uzanacak ellere –haklı ve hakkı olarak- ihtiyacı var. Ellerimiz sadece sandığa uzanıp “Evet” demekle yetinmemeli... Ellerimiz, Erdoğan’ın ellerinin uzandığı yerlere onunla beraber yönelmeli ve kavuşmalı... Çünkü ellerin kavuşması ve dünyaya onun liderliğinde uzanması için “zamanı gelmek” devrede! Erdoğan’ı doğru okuyamayanlar, onun liderliğini ellerinde slogan ve döviz olarak taşımakla yetinmiş olacaklardır. Oysa Erdoğan bundan çok daha fazlasını hak edecek ve liderliğine karşı vefa olacak çok daha fazla uzanacak ellere –haklı ve hakkı olarak- ihtiyacı var. mayıs 2014 39 haberajanda Analiz Yakın tarihimiz bu tek partili dönemin zulüm hikâyeleri ile doludur. Ve bugün bile bu hikâyelerin çoğu olduğu gibi anlatılmaz, anlatılamaz. Çünkü örtülü irade, bugün bile hâlâ halkın iradesinin üstündedir. Bu yüzden bugün hâlâ kimi arşivler açılmamış, arşivlerin açılmasından endişe edilmiş olmalı ki en yakın tarihimizin karanlık yönlerinin aydınlanması istenmemiştir. *** Ellerindeki imkânlar dün sahip olduklarıyla mukayese bile edilmeyecek kadar fazlayken, bir anlık engelleme için durduk yere Sabih Kanadoğlu’nun aklına uymuşlar ve işte şimdi “Nasıl yaparız da Cumhurbaşkanlığı’na bizim için hizmet edecek birini seçtiririz?” hesabıyla uğraşıyorlar. İşleri gerçekten zor… *** Bu millet kendilerini tanıyor ve ortaya attıkları o kadar kasete rağmen kendilerine 40 mayıs 2014 Bizim siyasî tarihimiz, değişmez parti genel başkanlarının devlet başkanı gibi hüküm sürdükleri bir demokrasiye tanıktır. Bu bakımdan abartıya, yersiz korkulara, olmaz endişelere gerek yoktur. Atatürk, İnönü, Celal Bayar ne kadar demokratsa, eğer cumhurbaşkanı seçilecek olursa Recep Tayyip Erdoğan da o kadar demokrat olacaktır. Yoksa ille ve özellikle “Atatürk ve İnönü demokrat değillerdi” mi diyorsunuz? Yüksek sesle söyler misiniz? Hem arşivlerin açılması gerektiği halde açılmadığı o devir hakkında nasıl hüküm verebilirsiniz ki? Haksızlık edip de laik dinin ilahlarını kızdırmış olmaz mısınız? Hem ne demişti Özal? “Alışırsınız…” Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen seyitmehmetsen.ajanda@gmail.com inanmadı. Hem öyle inanmadı ki, eğer AK Parti bazı il ve ilçelerde göz göre göre kimi aday yanlışlarını yapmasaydı, oyunu çok rahatlıkla yüzde 50’nin üzerine dahi çıkarırdı. Bu söylediklerimizden de bu milletin, AK Parti’nin her şeyini onayladığı anlamı çıkmasın; bu millet, AK Parti’nin şahsında tarihî yürüyüşünü görüyor ve bu bakımdan ona yapılanları kendine yapılmış gibi kabul ediyor. Çünkü geriye dönüp baktığında gördükleri, kendisini olabildiğince endişelendiriyor, ürkütüyor, korkutuyor… *** Sistem değişiyor ve demokrasimiz genel başkanlık adı altında yürütülen başkanlık sisteminden asıl başkanlık sistemine doğru evriliyor. Ne demek mi istiyorum? Cumhuriyet tarihinde kurulan ve sistemin yaşamasına izin verdiği siyasî partilerimizin genel başkanlarına bir göz attığımızda ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır. T ÜRKİYE Büyük Millet Meclisi’nin en görünen yerinde “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ibaresi yazılmış olsa da Cumhuriyet kurulalı beri hâkimiyet, hiçbir zaman kayıtsız şartsız milletin olmamıştır. >> Bir batı projesi olarak kurulan cumhurî rejimin sadece ismi cumhuriyet, yani cumhurun, yani halkın, yani milletin hâkim olduğu yönetim biçimi olmuş, fakat -hiçbir zaman rejimin hâkimi olamadığı gibi- kıyısından köşesinden rejime hâkim olur gibi olduğunda da kendilerini Cumhuriyet’in asıl sahibi sananlar tarafından cumhurun/halkın/milletin başına gelmedik bırakılmamıştır. Nitekim 1923 yılında kurulan cumhurî idarede devlet, tam 27 yıl tek partinin başkanları tarafından yönetilmiş ve bu dönemde cumhurun beklentilerine cevap verilmediği gibi, dinine, diline, tarihine ve töresine de karşı çıkılmış; dinine, diline, töresine ve tarihine sahip çıkanlarsa en ağır, en acımasız şekilde ya cezalandırılmış ya da tamamen ortadan kaldırılmışlardır. Yakın tarihimiz bu tek partili dönemin zulüm hikâyeleri ile doludur. Ve bugün bile bu hikâyelerin çoğu olduğu gibi anlatılmaz, anlatılamaz. Çünkü örtülü irade, bugün bile hâlâ halkın iradesinin üstündedir. Bu yüzden bugün hâlâ kimi arşivler açılmamış, arşivlerin açılmasından endişe edilmiş olmalı ki en yakın tarihimizin karanlık yönlerinin aydınlanması istenmemiştir. Bu millet iyi bilir Evet, bu ülkede adı “cumhuriyet” olan cumhurî rejim döneminde halktan hep endişe edilmiş, hep korkulmuştur. Çünkü bu ülkenin üzerinde tasarruf etme yetkisinin kendisinde olduğunu sanan, bilen, kabul eden ve uzun süre gerçekten de öyle kalan kimi güç odakları yakinen bilmektedirler ki, bu millet, eline geçen en ufak fırsatta kendilerine Osmanlı tokadını vurmakta, onları bir süreliğine de olsa iktidardan ve iktidarın nimetlerinden uzaklaştırmakta ve de o asıl güç odaklarını da, o asıl güç odaklarının ülke içindeki uzantılarını da gayet iyi bilmektedir. İşte şimdi ülke dışındaki o güç odakları ile o güç odaklarının ülke içindeki uzantıları, bu milletin vur- maya hazırlandığı Osmanlı tokadını nasıl savuşturacaklarının hesabı içindedirler. Öyle sanıyorum ki, bir anlık hevesle akıl hocaları olan Sabih Kanadoğlu’na uymalarının pişmanlığını ise acıyla çekmektedirler. Oysa Sabih Kanadoğlu’na uymasalar ve cumhurbaşkanını Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne seçtirmiş olsalardı, bu denli endişe etmelerine ve kıvranmalarına hiç de gerek kalmazdı. O güç odakları, bir süre sonra açıklayacakları adaylarını, kimi AK Parti milletvekillerini meclise sokmayarak, kimi AK Parti milletvekiline de kendi adaylarına oy verdirerek seçtirmenin yolunu bulurlardı. Çünkü bu konuda ellerinde hiç de yabana atılmayacak imkânlar vardı, para onların ellerindeydi ve kimi karanlık güçlerin hazırladığı kasetler de... Elbet kaset deyip geçemezdik; kasetle kimleri buyrukları altına almış, kimleri siyaset sahnesinden çıkarmış, hangi makamları kimlerin elinden alıp kimlere vermişlerdi ki tam olarak bunu bilen yoktu. Daha doğru bir ifadeyle bilinenler, bilinmeyenlerin yanında devede kulak bile değildi. Evet, işte böyle bir ortamda, ellerindeki imkânlar dün sahip mayıs 2014 41 haberajanda Analiz CHP bu millete yaptıklarını unutup, bu milletin karşısına cumhurbaşkanı adayını çıkarmaya hazırlanıyor. Ve kendi oyuyla kendi adayının cumhurbaşkanı seçilemeyeceğini bildiği için, bunu değişik şekilde kamuoyuna sunarak, muhafazakâr kesimden oy almanın hesabını yapıyor. olduklarıyla mukayese bile edilmeyecek kadar fazlayken, bir anlık engelleme için durduk yere Sabih Kanadoğlu’nun aklına uymuşlar ve işte şimdi “Nasıl yaparız da Cumhurbaşkanlığı’na bizim için hizmet edecek birini seçtiririz?” hesabıyla uğraşıyorlar. İşleri gerçekten zor… Bu millet kendilerini tanıyor ve ortaya attıkları o kadar kasete rağmen kendilerine inanmadı. Hem öyle inanmadı ki, eğer AK Parti bazı il ve ilçelerde göz göre göre kimi aday yanlışlarını yapmasaydı, oyunu çok rahatlıkla yüzde 50’nin üzerine dahi çıkarırdı. Bu söylediklerimizden de bu milletin, AK Parti’nin her şeyini onayladığı anlamı çıkmasın, bu millet, AK Parti’nin şahsında tarihî yürüyüşünü görüyor ve bu bakımdan ona yapılanları kendine yapılmış gibi kabul ediyor. Çünkü geriye dönüp baktığında gör- 42 mayıs 2014 dükleri, kendisini olabildiğince endişelendiriyor, ürkütüyor, korkutuyor… Bu millet, kimi arşivler açılmamış olsa da, hafızasında kalanlarla biliyor ki CHP’nin çevresinde, onun önderliğinde, onun yol göstericiliğinde olan hiçbir şey -kendisine faydası olmadığı gibi- kendisi için mutlaka zararlıdır. Örnek mi istersiniz? CHP ve onun izinden gidenler, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarında hangi yüce fikirleri bulmuşlardır da her ölüm yıldönümünde onları anmaktadırlar? Bu milletin ruh köküne bağlı hiçbir ferdi, ne Deniz Gezmiş’i, ne de Deniz Gezmiş kafasındakileri sever. Üstelik bu milletin hafızasında, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının Ortadoğu Üniversitesi Rektörü Erdal İnönü tarafından misafir edildiği de vardır. Hal böyleyken ve Ağustos ayında yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçiminde muhafazakâr oylara şiddetle ihtiyaç duyulurken, hangi siyasî akıldır ki Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını anma gereğini duymaktadır? İşte CHP ve işte CHP aklı budur!.. Milletten, milletin değerlerinden kopuk, kimi güç odaklarının yönlendirmesine açık ve -hal böyle olunca- milletin vuracağı şamarın sonucuna da hazır… Sonra da neden başarılı olamadıklarının muhasebesiyle kafaları ve gönülleri karışık… Unutulmaz CHP icraatına örnekler Evet, bu millete CHP hep anlatılmalı ki unutur gibi olduğunda kimi yanlışları yapması önlenmeli. Size birkaç örnek: “İsmet Paşa’nın kendisi bile, kurulmasında büyük rol oynadığı İstiklal Mahkemeleri’nin yargıçlarının yarattığı korkudan mustaripti. İsmet Paşa mustaripse gerisini siz düşünün artık. Yılmaz Karakoyunlu’nun ‘Üç Aliler Divanı’ adlı kitabında, İstiklal Mahkemeleri’nin kaldırılmasından bir gece önce İsmet Paşa ile Atatürk arasında geçen bir konuşma şöyle aktarılıyor: İsmet Paşa:‘Paşam,İstiklal Mahkemesi’ni Demokles’in kılıcı gibi elinizde tutmaktan ne zaman bıkacaksınız?’ İnönü’nün bahsettiği mahkeme, Ankara İstiklal Mahkemesi. Reis Kel Ali, mahkeme üyeleri Kılıç Ali ve Reşit Galip. Savcı ise Necib Ali. O akşam balo var; hem Başbakan, hem de dehşet havası estiren Ankara İstiklal Mahkemesi tam kadro orada. Atatürk, Kel Ali’ye dönüp şöyle diyor: ‘İstiklal Mahkemeleri’ni kapattım Ali Bey. Mesainize teşekkür ederim.’ Kel Ali şaşırıp ‘Paşam, meseleyi tetkik edip bir rapor halinde size arz edeyim’ deyince, Atatürk hırsla ayağa kalkarak şöyle diyor: ‘Ne raporu, ne diyorsun sen? Kurdum ve kapattım…’ Astığı astık, kestiği kestik Üç Ali’lerin yargıçlık saltanatı, Atatürk’ün tek bir cümlesiyle son bulmuştu.” (Yeni Şafak, Abdullah Muradoğlu, “Etme bulma dünyası ve İstiklal Mahkemeleri) Bir örnek daha: Demokrat Yargı Derneği Eş Başkanı ve Anayasa Mahkemesi Raportörü Osman Can: “Yargının ideolojik oluşum serüveninde İstiklal Mahkemeleri’nin de çok önemli bir yeri vardır. Birer terör aygıtından başka bir şey olmayan İstiklal Mahkemeleri, Meclis’te yer alan hızlı ve radikal kişilerden oluşturulmuştur: Kel Ali, Kılıç Ali ve Necip Ali, yani Üç Aliler Divanı. Türkiye’yi teröre boğmuş olan bu mahkemelerin yalnızca ismi ‘mahkeme’ idi. Önce idam edip sonra yargılama yapan mahkemeler…” İstiklal Mahkemeleri’nin bir başlangıç olduğunu, bununla yaratılan geleneğin 27 Mayıs yargılamalarında da karşımıza çıktığını söyleyen Can şöyle devam ediyor: “Adnan Menderes’in idamıyla sonuçlanan Yassıada yargılamasına da bu bağlamda ve hiçbir kuşkuya yer bırakmaksızın 50 yıl sonra bu uygulamaları öven yüksek yargıçların bulunduğu utancını da hatırlayarak ‘cüppeli terör’ demek zorundayız.” CHP elbette bu kadar değil… 27 yıllık tek parti dönemini sona erdiren 14 Mayıs 1950 seçimlerinin yıldönümünde Akit’e konuşan eski DP Gençlik Kolları yöneticisi ve AP eski milletvekili Kemal Doğan, despotik bir ortamda geçen 27 yılı “Türkiye’nin kayıp yılları” olarak değerlendiriyor ve Müslümanlara yönelik yapılan baskıları ise “vicdansızlık” şeklinde yorumluyor. Kemal Doğan, “Bugün halen maneviyatsızlık konusunda sıkıntılar yaşıyorsak, o günlerde yapılan akıl dışı uygulamalara bakmak lazım” diyor. Medreselerin bir gecede kapatıldığını, ezanın Türkçeleştirildiğini ve mütedeyyin insanların 27 yıl boyunca kafeste tutulduğunu kaydeden Doğan, “Maalesef o yıllarda dine dair ne varsa etkisizleştirilmiştir. Ezanı Türkçe okumayan duyarlı imamlar, sokaktaki çocuklara ezan okuturlardı, şikâyet geldiğinde ise cezaevini boylarlardı. Sabah kalkar Kur’an kurslarına giderdik, baskın yapılırdı. Bizi toplayıp karakola götürürler, ‘Neden Kur’an okuyorsunuz?’ diye sorarlar ve cevap beklemeden dayak faslına başlarlardı. Hocalarımız ise çoktan nezarete atılmış olurdu” beyanında bulunuyor. Ayrıca 1923’ten 1950’ye kadar ülkeyi tek başına yöneten CHP’nin 27 yıl milleti yok saydığını ve asker ile birlikte hareket ederek faşizan uygulamalara imza attığını söyleyen Doğan, 14 Mayıs 1950 günü sabah uyanan insanların, 27 yıllık esaretten kurtulmanın sevinciyle adeta bayram ettiklerini de vurguluyor ve “Allah bize bir daha tek partili dönemleri yaşatmasın” diyor. Askerin dipçiğinin milletin omzundan eksik olmadığını hatırlatan Kemal Doğan, “Aynı anlayış bugün iktidar olsa değişen bir şey olmaz. 24 saat içinde o yıllara döneriz” diye ekleyerek CHP içinde bugün bir anket yapılsa yüzde 90’ının halen o yılları savunacağını öne sürüp “Gen değişmez, aynı tas, aynı hamam’ ifadesini kullanıyor. Osmanlı’nın dağılmasına dâhil olan grupların da devletin üst makamlarında görevlendirildiğini vurgulayan Doğan, “Canını ve malını feda edenler devletten uzak tutuldu. Devleti esas kuranlar ikinci plana atıldı. Halkın yokluğu ve derdi hiç düşünülmedi. Anadolu verem ve bit ile boğuşurken, onlar balolarda içkili âlemler yaptılar, yokluğu tatmadılar. Halkın hizmetinin karşılığı zulüm oldu” diye konuşuyor. Unutma, unutturma! Bütün bu bilinenleri niye anlattım? Kur’an’ın metodu bu olduğu için. Halık-ı Zülcelal, kimi kıssaları Kur’an-ı Kerim’de değişik şekillerle ve defalarca zikreder. O (c.c.) abes iş yapamayacağına göre, anlaşılıyor ki bazı gerçekler defalarca anlatılmalı, “hafıza-ı beşer nisyan ile maluldür (insanın hafızası unutma hastalığına tutulmuştur)” gerçeği çerçevesinde bazı gerçekler unutturulmamalı. Evet, Kur’an’ın metoduna uyarak, bizlerin de bazı gerçekleri halkın önüne tekraren getirmemiz gerekir. Hakikaten de eğer bu milletin bazı kesimleri yaşadıklarını, duyduklarını, şahit olduklarını veya kendilerine anlatılanları unutmamış olsalardı, CHP, TBMM’ye hiç milletvekili sokabilir miydi? Demek oluyor ki eli kalem tutan, ağzı laf yapan herkesin, hiç bıkmadan ve usanmadan CHP’yi anlatması lazım. İşte ben de bir kez daha bunu yapmaya çalıştım. Nedeni ise açık; CHP bu millete yaptıklarını unutup, bu milletin karşısına cumhurbaşkanı adayını çıkarmaya hazırlanıyor. Ve kendi oyuyla kendi adayının cumhurbaşkanı seçilemeyeceğini bildiği için, bunu değişik şekilde kamuoyuna sunarak, muhafazakâr kesimden oy almanın hesabını yapıyor. Siyasî partilerin her türlü siyasî manevrayı yapma haklarının olduğu bir gerçektir ve bu gerçeği göz ardı edecek değilim. Fakat ülke gerçeklerini ve siyasî yelpazeyi yakinen bildiğim, bu konuda bir de kitap yazdığım için (CHP’den AKP’ye Siyasî Alan Belirlemesi, 2003), tıpkı 30 Mart seçimlerinden önce kimi kesimleri uyardığım gibi bu kez de o kesimleri uyarıyorum ve şöyle diyorum: “Bu millet, CHP ile aynı karede olanlara asla prim vermez ve CHP ile aynı karede olanların bu birlikteliklerini asla unutmaz. Günü gelince muhasebesini yapar ve hesabı keser.” Bu sözlerim, “Böyle olsun” diye değil, böyle olacağı içindir. Çünkü bu milleti ve bu milletin irfanını, bu milletin duygularını nasıl da sessiz ve tepkisiz ifade ettiğini, sabrını, imanını, tarihine ve töresine bağlılığını gayet iyi bilirim. Siyasî partiler ve genel başkanları Evet, sistem değişiyor ve demokrasimiz genel başkanlık adı altında yürütülen başkanlık sisteminden asıl başkanlık sistemine doğru evriliyor. Ne demek mi istiyorum? Cumhuriyet tarihinde kurulan ve sistemin yaşamasına izin verdiği siyasî partilerimizin genel başkanlarına bir göz attığımızda ne demek istediğim daha iyi anlaşılacaktır. İşte mayıs 2014 43 haberajanda Analiz 1987-1993 yılları arasında -hiçbir başarısı olmadan ve kendisini cumhurbaşkanı seçtirinceye kadar- 6 yıl süreyle DYP Genel Başkanı; böylece Süleyman Demirel, tam 22 yıl süreyle ve ciddi hiçbir rakibi olmadan siyasî parti genel başkanlığı yapmış oldu. Necmettin Erbakan, kimi yasal engellerle siyaseten yasaklanmalar dışında, kendisine hiçbir rakip çıkmadan, kurduğu Milli Nizam Partisi, Milli Selamet Partisi ve Refah Partisi Genel Başkanlıklarını 20 yıl süreyle yapmış oldu. Alpaslan Türkeş, 1965-1980 yılları arasında, 12 Eylül çetesi tarafından partisi kapatılıncaya kadar 15 yıl, 19871997 yılları arasında da 10 yıl olmak üzere, ölünceye kadar tam 25 yıl süreyle MHP Genel Başkanlığı’nı yaparak, İnönü’den sonra ikinci sırayı almış bir genel başkan. Devlet Bahçeli, 1997-2014 yılları arasında, tam 17 yıldır MHP Genel Başkanlığı’nı yapmakta. Bahçeli, mevcut siyasî partiler yasası değişmediği sürece, siyaseten kendisini başarılı gördüğü için ve eğer ömrü de yeterse Ecevit ve Türkeş’e ait ortak 25 yıllık genel başkanlık süresini geçip ikincilik sırasına oturabilir sanıyorum. Hiçbir başarıları olmadığı halde Mesut Yılmaz’ın ANAP Genel Başkanlığı süresi 11 yıl, Tansu Çiller’in Doğruyol Partisi Genel Başkanlığı süresi 9 yıldır. Bu siyasilerimiz arasına Turgut Özal’ı katmadım, zira Özal’ın genel başkanlığı, bu saydığımız siyasilerin en az genel başkanlık yapanından bile iki yıl daha eksik, sadece 7 yıl… Sakın günlük başarılara aldanıp da Sabih Kanadoğlu ve benzerlerinin aklına uymayın. Kılavuzunuzu doğru seçin ki burnunuz derde girmesin, benden söylemesi… siyasî partilerimiz ve değişmez genel başkanları! Cumhuriyet Halk Partisi: Atatürk, ölünceye kadar tam on beş yıl (1923-1938) CHP Genel Başkanı ve -elbette başbakanlarının hiç öne çıkamadığı- Cumhurbaşkanı. İsmet İnönü, ölümünden bir yıl öncesine kadar, tam 34 yıl (1938-1972) CHP Genel Başkanı ve bu durumda ülkemiz siyasetinde açık ara en uzun süre ile genel başkanlık yapan siyasî kişilik ve -elbette başbakanlarının hiç öne çıkamadığı- Cumhurbaşkanı. Bülent Ecevit, 12 Eylül darbesiyle siyasî partiler kapatılıncaya kadar, sekiz yıl (1972-1980) kesiksiz CHP Genel Başkanı ve 1987-2004 yılları arasında -tam 17 yıl kesiksiz- DSP Genel Başkanı, yani 25 yıl rakipsiz genel başkan- 44 mayıs 2014 lık yaparak Türk siyaset tarihinde, Türkeş’in İnönü’den sonra açık ara ikinciliğine ortak olan genel başkan. Deniz Baykal, 20002010 yılları arasında, kasetle indirilinceye kadar tam on yıl kesiksiz CHP Genel Başkanı. Kemal Kılıçdaroğlu, 2010 yılından beri, hiçbir siyasî başarısı olmadan dört yıldır CHP Genel Başkanlığı’nı yürütüyor. Seçmen açısından muhafazakâr cephenin siyasî partilerine baktığımızda da durumun esas olarak aynı olduğunu görürüz. Celal Bayar, 1946-1960 yılları arasında, 27 Mayıs çetesi tarafından partisi kapatılıncaya kadar tam 14 yıl süreyle kesintisi Demokrat Parti Genel Başkanı. Süleyman Demirel, 1964-1980 yılları arasında, 12 Eylül çetesi tarafından partisi kapatılıncaya kadar tam 16 yıl süreyle Adalet Partisi, Tavsiye Bütün bunlar göstermektedir ki, bizim siyasî tarihimiz, değişmez parti genel başkanlarının devlet başkanı gibi hüküm sürdükleri bir demokrasiye tanıktır. Bu bakımdan abartıya, yersiz korkulara, olmaz endişelere gerek yoktur. Atatürk, İnönü, Celal Bayar ne kadar demokratsa, eğer cumhurbaşkanı seçilecek olursa Recep Tayyip Erdoğan da o kadar demokrat olacaktır. Yoksa ille ve özellikle “Atatürk ve İnönü demokrat değillerdi” mi diyorsunuz? Yüksek sesle söyler misiniz? Hem arşivlerin açılması gerektiği halde açılmadığı o devir hakkında nasıl hüküm verebilirsiniz ki? Haksızlık edip de laik dinin ilahlarını kızdırmış olmaz mısınız? Hem ne demişti Özal? “Alışırsınız…” “Bir şey daha” mı? Sakın günlük başarılara aldanıp da Sabih Kanadoğlu ve benzerlerinin aklına uymayın. Kılavuzunuzu doğru seçin ki burnunuz derde girmesin, benden söylemesi… haberajanda Siyaset T Aytekin Atasoyu aatasoyu.ajanda@gmail.com ÜRK siyaseti, Cumhuriyet’in kurulduğu ilk günden itibaren topluma liderlik eden siyasal aktörlerin sahip olduğu vizyon ve bu aktörlerin inandıkları siyasal ya da ideolojik paradigmalar üzerinden şekillendirilmeye çalışıldı. Devlet sistemi ve kanunlar da bu bağlamda inşa edildi. Genellikle inşa edilen siyasal düzen ve bu düzenin dayandığı ideolojiler, toplumsal paradigma ve toplumsal dinamiklerle uyuşmadığı için siyasal krizler gündemimizden hiç eksik olmadı. 27 Mayıs ve 12 Eylül darbeleri, 28 Şubat post-modern darbesi ile 27 Nisan e-muhtırası ise hep bu uyuşmazlığın sonucu ortaya çıktı. Bu krizler ülkeye çok acılar yaşattı. 27 Mayıs’ta Adnan Menderes ve arkadaşları darağacına gönderildi. 12 Eylül Darbesi’nden sonra Türk siyasal hayatına damga vuran Turgut Özal öldü. Özal’ın ölümü üzerindeki sır perdesi halen aydınlatılabilmiş değil ve birçok insan Özal’ın öldürüldüğüne inanıyor. 28 Şubat sonrasında yaşananlar hafızalardaki tazeliğini daha koruyor. Bunlar yaşanan acılardan sadece birkaçı. Türkiye’de şimdiye kadar ortaya çıkan siyasî krizler sistem tartışmalarını da beraberinde getirdi. Her kriz sonrası gerek siyasal sistem, gerekse hukuk sistemi üzerinde revizyonlar yapıldı. Bu revizyonlar, genellikle bir önceki döneme tepki olarak gerçekleşti. Örneğin 61 ve 82 Anayasaları kendinden önceki dönemlere bir tepki olarak ortaya çıktı. Bu örneklerin en önemlilerinden biri de 27 Nisan bildirisiyle başlayan, 367 En doğru stratejiler bile felsefî ve toplumsal dinamikler oluşturulmadan hayata geçirilirse -kısa vadede kazanç sağlasa bile- orta ve uzun vadede yeni krizler doğurur. Ağustos ayında Türkiye, yeni cumhurbaşkanını seçmek için sandık başına gidecek. Kör yatıp şaşı kalkmayalım HALKIN yarısından fazlasının oyunu almış bir cumhurbaşkanı, mevcut siyasal sistemde tanımlanmış olmasa bile fiilî başkan anlamına gelmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçim sisteminde bir değişiklik olmayacağından dolayı ortaya çıkan bu fiilî durum, arzu etsek de, etmesek de mevcut siyasal sistemin yarı başkanlık veya başkanlık lehine dönüşümünü zorunlu bir hale getirmektedir. mazlık yaşama ihtimali yabana atılmamalıdır. Halkın yarısından fazlasının oyunu almış bir cumhurbaşkanı, tek başına kabineyi, hatta Meclis’in tümünü çok rahatlıkla karşısına alabilir ve bu tutumu herhangi bir meşruiyet sorununa sebebiyet vermez. Çünkü halkın yarısından fazlasının oyunu almış bir cumhurbaşkanı için bu karşı duruşun meşruiyet kaynağı yine halkın kendisi olacaktır. garabetiyle devam eden ve 2007 yılında AK Parti hükümeti tarafından halka sunularak alınan kararla cumhurbaşkanını halkın seçmesidir. Bu karar da öz itibariyle kendinden önceki sisteme karşı bir tepki niteliği taşımaktadır. Örnekleri çoğaltmaksa mümkün. Buradaki önemli nokta, alınan kararların felsefî ve toplumsal dinamiklerinin oluşmamış olmasıdır. Tabiî bunu dile getirirken kastım, alınan kararların yanlışlığını ifade etmek değil. En doğru stratejiler bile felsefî ve toplumsal dinamikler oluşturulmadan hayata geçirilirse -kısa vadede kazanç sağlasa bileorta ve uzun vadede yeni krizler doğurur. Ağustos ayında Türkiye, yeni cumhurbaşkanını seçmek için sandık başına gidecek. Halkın ilk kez doğrudan cumhurbaşkanını belir- leyeceği bu seçim, çok büyük bir sürpriz gelişme olmazsa ilk kez ideolojik temelli siyasî bir krizden uzak, sakin bir ortamda gerçekleştirilecek. Siyasal göstergeler seçimin kriz ortamından uzak geçeceğini gösterse de Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası yeni bir kriz bizleri bekliyor olacaktır. Halkın cumhurbaşkanını seçmesi, halk iradesinin devletin en tepesine yansıması açısından çok önemli bir parametre olsa da, mevcut siyasî sistem, Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra yürütme içerisinde bir kriz ihtimalini beraberinde getirecektir. Seçimlerin ardından kısa vadede olmasa bile orta ve uzun vadede yürütmenin iki ana erki olan Bakanlar Kurulu ve Cumhurbaşkanlığı makamının politik olarak karşı karşıya gelmesi içten bile değildir. Hatta Cumhurbaşkanı’nın Meclis’le bile politik uyuş- Halkın yarısından fazlasının oyunu almış bir cumhurbaşkanı, mevcut siyasal sistemde tanımlanmış olmasa bile fiilî başkan anlamına gelmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçim sisteminde bir değişiklik olmayacağından dolayı ortaya çıkan bu fiilî durum, arzu etsek de, etmesek de mevcut siyasal sistemin yarı başkanlık veya başkanlık lehine dönüşümünü zorunlu bir hale getirmektedir. Bu zorunluluk, özellikle muhalefet kanadındaki siyasal aktörler tarafından görmezlikten gelinmektedir. Üstelik muhalefetteki siyasal aktörler, ortaya çıkacak bu fiilî duruma karşı herhangi bir çözüm önerisi de sunmamaktadırlar. Geçmiş tecrübeler gösteriyor ki toplumsal ve siyasal gerçekliği görmezden gelmek muhalefetteki siyasal aktörler için kronik bir durum. Kör yatıp şaşı kalkmanın hiç kimseye bir faydası yok. Onun için sistemin dönüşümüne herkes kendini alıştırmalıdır, özellikle de muhalefetteki siyasal aktörler. mayıs 2014 45 haberajanda Analiz Yuvarlakta H RAKS ANİ sorulsa “Hayatınızdaki en mühim şiir hangisidir?” diye, herhalde tereddüt etmeden Necip Fazıl Kısakürek’in Çile’sini söylerim. Lise yıllarında gece kulağımdan, gündüz dilimden düşmeyen bu şiirin benim için yeri ayrıdır. Öyle ya, hayatında fenne yer ayırmamış, ancak bu şiirle keşfedebilmiş biri olarak “her şeyi öğrenmeye zorlanmak” kurgusundan kendi kendime “öğrenmeyi öğrenip gerisini acziyete bırakmak” noktasına gelmemi sağlayan sözlerle doludur “Çile”. >> “Gâiblerden bir ses geldi: ‘Bu adam,/ Gezdirsin boşluğu ense kökünde!’/ Ve uçtu tepemden birdenbire dam;/ Gök devrildi, künde üstüne künde…” dizeleriyle başlayan bu şiirin, hakikat yolundaki arayışa dair bütün yolculuğu her dizede ayrı bir hikâyeyle anlatan bir efsunu vardır. Ülkem için, hiçbir şeyi düşünmeksizin, tek bir yola koyuluyorum. Mesele şu sıralar zamana odaklı ve onunla kısıtlanmış. Aynı şiir, “Niçin küçülüyor eşya uzakta?/ Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?/ Zamanın raksı ne bir yuvarlakta?/ Sonum varmış, onu öğrensem asıl…” diyerek araya giriyor, ben de izin veriyorum. Hayal açlığı sebepli beyin gurultuları Memlekete biçilen hayal etme payını küresel planda değerlendirdiğimizde, o koca hayal kazanlarından kepçe kepçe doldurmak varken bir çay kaşığının çeyreği nispetince beslendiğimizi gördükçe geleceğe olan açlığın bu serde ne büyük hastalıklar açtığına daha da şahit oluyorum. Meğer açlığa alışılmış, havsala midemiz küçülmüş ve o bir çay kaşığının çeyreğini bir çeyrek ölçek fazla gördüğümüzde “Şiştim; o fazla gelir” demişiz. Ufka baktıkça büyüklüğünü görüp tedirgin olmuş, başımızı önümüze alıp “Bana ne!” zevzekliğiyle baş başa kalmışız. İmanın şartıyla hareket edince elini ve dilini doğrudan kullanan bir hamle fik- 46 mayıs 2014 Mehmet Serhat Bıçak msbicak.ajanda@gmail.com riyle ufka baktığında yaratış hikmetini seyirdeki muazzam kudrete sığınarak, o uçsuz bucaksız görünen ufukların göze nasıl da sığdırıldığını akletmek varken, o zevzeklik çukuruna düşmek nedendi peki? Herkesin bu soruya bir cevabı vardır, herkesin cevabının kendine kalışı gibi bendeki de bende kalsın. Zira şu an önemli de değil. Biz “rüyada gözsüz görmeye” gidelim… Siyasetin rüyası Son on yıllık Türkiye siyasetinde gelinen nokta, izahı bakımından birkaç ciltlik siyasetname doldurulacak esaslar taşıyor. Başı önde söz dinleyen ve “Hadi akıllım!” dendiğinde başka bir şey istemeye lüzum kalmayan ülke manzarası bambaşka bir görüntü aldı. Ufka “Uzak!” diyerek kilometreleri hesap etmekten adım atmaya çekinen devlet figürü, bu düzlemde küresel planın aktörü olma yolunda bütün senaryoların içerisine dâhil oluyor. Peki, “siyasetin rüyası” şeklinde okunabilecek bir sistemde görebiliyor muyuz kendimizi? Düşünsenize, Matrix’in yeni Neo’su olmuşsunuz ve Morfeus o kablolu koltuğa sizi oturtup ense kökünüze o şişli aleti sapladığında “Hih, acıdı!” diyecek haliniz yok; siz Neo’sunuz ve üç bölümlük serinin sonunda öleceğinizi bile bile kendinizi feda etme pozisyonundasınız… Ortada, var olmakta varlık sorunu çeken bir düşünce sistemi mevcudiyet gösterirken böylesi bir siyaset rüyasından bahsetmek aslında öyle kolay ki… “Rüyada gözsüz görmek”, sanırım bu ülkede yaşananlara şehadet getirmemek için üretilen en bariz bahanelerden biri. Neyin olup bittiğini anlamamak ve gerçeklikle hakikate rağmen bir teselli aramak adına “Evet, bu ülkede güzel olan bir şeyler var ama bunların hepsi rüya. Dolayısıyla bunların hiçbirine inanmayın! Aslında bu ülkede hiçbir şey güzel değil, hiçbir şey yolunda gitmiyor” demenin gaddarlığını bütün millete ödetmek isteyenler var. Saat kaç? Ancak zaman, bir yuvarlak içinde raksedip duruyor. O dönüyor ve biz her dönüşe bir isim veriyoruz: Bir, iki, üç, dört, 2002, “One minute!”, 7 Şubat, Mavi Marmara, 17 Aralık, 30 Mart… Bu raks devam ederken, ya zamanın sahip olduğu kabiliyete haiz biçimde hareketlerine uyum gösterecek yahut attığı adımlar esnasında ayağına bastıkça tokat yiyeceksiniz. Eğer Neo olmuş, o şişi ense kökünüze yemiş ve üç bölümlük serinin sonuna dayanmışsanız, zamanın sahip olduğu kabiliyete haiz olmadan yaşayamazsınız. Adına “saat” denen yuvarlakta “1” rakamı, “5” rakamının gerisindedir. Ancak aynı yuvarlakta “1” rakamı, “5” rakamının ilerisindedir de. Her şerde hayır vurgusu bu şemadadır. Bu yuvarlağa ve bu yuvarlağın göstermiş olduğu şemaya dikkatle bakmak gerek. Zira en nihayetinde her şey yuvarlakta ve yuvarlak, asla bir geometri doğrusu değildir. İşte Recep Tayyip Erdoğan’ı sadece geometrik bir doğruya oturtarak 17 Aralık darbesiyle geride bırakacaklarını, yani halk nazarında tasfiye olacağını düşünenler, zamanın her an yaptığı raksa ayak uyduramayarak tokadını yiyenlerdir. Peki, yedikleri tokatlara rağmen henüz uykularından uyanamayanlar şimdi hangi âlemdeler? Her şeyi gözsüz gördükleri rüya âleminde ve aynı sayıklamalarla baş başa… Ense kökünden aldığı acıyı çile membaında damıtıp kapılar açmaya talip bir feda adamının “Sonum varmış, onu öğrensem asıl” şeklinde dillendirdiği isteğini görmeye az kaldı. Ancak bu isteğin yerine gelmesinden evvel bazı şeylerin bizde yerli yerince oturması şart. Türkiye Matrix’inin “3” bölümlük seyri sonunda kafeslerini parçalamış bir memleket için sistemin girdabına kendini feda eden bir sembol insandan bahsediyorsak, sonun nasıl hazırlandığını son hareketlerle izah etmek yerinde olacaktır. Hakikatinde kafeslerini parçalayan ülkeyi “Parçalanıyor!” naralarıyla 40 yıldır bir türlü parçalayamayanların gözsüz rüya görücüleri, işte bu hazırlanan sonda kendi kıyametlerini hissetmenin soğuk terlerini dökmekteler. Kaçırılan cümleler Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) kendisini alenen kapatması ve milletvekilleri ile üyelerinin Halkların Demokratik Partisi’ne (HDP) geçmesi işleminin gerçekleşmesi evvelinde BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın sarf ettiği bir cümle çok önemliydi: “Artık herhangi bir siyasî partide eş başkanlık düşünmüyorum.” Geçişlerin ardından Meclis’e sunulan grup kurma dilekçesiyle HDP, TBMM’de grubu olan eski görünümlü yeni parti oluverdi. HDP Eş Genel Başkanı Ertuğrul Kürkçü, HDP’nin misyonu hakkındaki açıklamasında alternatif sol bir duruş ve eski Kürtçü partilerden tamamen farklı bir yörüngeyle doğrudan “bütün Türkiye” siyasetinde yürüyen bir çizgide olacaklarını belirtti. Bu açıklama, Demirtaş’ın ilginç çıkışının ardından daha da önemli bir vurguyu getirdi gündeme. Bu arada İslam üzere tanınan görüntüsüyle eski BDP, yeni HDP’li milletvekili Altan Tan, HDP’nin eş başkanlık modelindeki başkanlardan bir tanesinin İslam kimliğinde olan biri olmasını –ki büyük ihtimalle kendini işaret etmişti- talep etmiş, ancak sol ağırlık sebebiyle bu istek yerine gelmemişti. Bu noktada şunu da ayrıca belirtmek lazım: Bütün bu detayları düşününce MHP ve CHP derken diğer bütün muhalefet partilerinin artık hangi argümanları kullanacaklarını, hangi programlarla muhalefet yapacaklarını kestirmenin imkânı var mı? Kafdağını sırtlanmış adam Çözüm Süreci yuvarlağındaki bu raksta, uygun hareket kabiliyetini yakalamış tek bir feda faktörü görünüyorken, rüya âleminde sayıklayanlar o fedakârın kendi için ülkeyi feda ettiğini söylemişlerdi. Hâlbuki HDP fotoğrafında görünen her ayrıntı, yalnız ve yalnız kendini feda ederek ülkenin bütünlüğünü daha da sıkılaştırma amacında sağlayan bir yere işaret ediyor: Recep Tayyip Erdoğan… Bu zamana endeksli eser içinde diğerlerinden bahsetmemek olur mu peki? Olur… Zira zamana endeksli bu oyunda dönüşme ve değişme eğiliminde olmayan hiçbir mevzi zaptedilmekten kurtulamaz. Bu raksta ayağına basılan her eşten tokat yemek var; öyleyse ancak bu kabiliyeti yakalayarak tokattan kaçınılabilir. Bu noktada çizilen üçgenlerde veya çekilen çatılarda hep aynı kaide üzerine konulacak heykellerin baltalanması mümkündür. Öyle ya, ruhsuz her model de ancak birer heykeldir. Modelleri bünyesinde mutlak bir ruhtan bahsedilebilecek tek fedakâr için söylenecek sözü de Çile diyor: “Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim,/ Minicik gövdeme yüklü Kafdağı./ Bir zerreciğim ki arşa gebeyim;/ Dev sancılarımın budur kaynağı!” Kendinizi bir kozaya kapatmadıkça dönüşemez, süründüğünüz halde uçtuğunuzu sanırsınız rüya âlemlerinde. Öyleyse kozadan çıkmış fedakârın simli kanatlarıyla ufka hayat parıltıları ekmekten, içinde hayat eksik olan hayata hayat katmaktan başka çaremiz mi var? “Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!/ Heybem hayat dolu, deste ve yumak./ Sen, bütün dalların birleştiği kök!/ Biricik meselem Sonsuza varmak…” mayıs 2014 47 haberajanda Siyaset Yeni Türkiye Orhan Mücahit orhanmucahit.ajanda@gmail.com İktidarın en önemli başarılarından biri de sağlanan ekonomik istikrar. Bu istikrar sürdüğü müddetçe AK Parti iktidarı gücünü koruyacaktır. Muhalefetin her fırsatı krize çevirerek AK Parti’den çok ekonomiye zarar vermesi halkı olumsuz yönde etkiledi. Hem Gezi olaylarının, hem de 17 Aralık operasyonunun hedefi iktidardı. Ancak en büyük darbe ekonomiye vuruldu. Milyarlarca liralık zarar vatandaşa yansıdı. 48 mayıs 2014 önemli bir engeli daha aştı T ÜRKİYE 30 Mart’ta seçimini yaptı. Halk, seçimler üzerine kurgulanan kirli tezgâhı gördü ve bu oyunu bozdu. Milli irade, her türlü engele rağmen galip geldi. Paralel ittifak çok büyük bir hezimet yaşadı. “Onlar tuzak kurdular, Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” (Al-i İmran 54) >> Onlar, hedefleri için -devlete ve millete rağmen- iktidara bir tuzak kurdular. Ve fakat milletin gayreti ve kavlî duası vesilesi ile bu tuzağa kendileri düştüler. Her işte bir hayır vardır. 17 Aralık yaşanmasa idi, içimizdeki bu gizli tehlike belki de çok daha büyüyecek ve artık engellenemez bir duruma gelecekti. Bu süreçte herkes eteğindeki taşları dökmüş, saflar da belli olmuş oldu. Kimin dost, kimin düşman olduğu biraz daha netleşti. Hemen her kesim hissesine düşen payı aldı. Üzülüyorum Bu vesile ile kendi çıkarları için samimi ve temiz duygularımızı kullanan Camia’nın gerçek yüzünü görmüş olduk. Evet, açıkçası kandırıldık. Bizi diyalog ve hoşgörü ile kandırdılar. Derece ile girdikleri gözde okullardan derece ile mezun olan temiz, saf kardeşlerimizin üç beş kuruşa tamah ederek, “sırf Allah rızası için” gurbet ellerdeki samimi mücadelelerini kullanarak bizi kandırdılar. Efendilerinin (!) “meğer hiç de gerçek olmayan” gözyaşları ile kandırdılar. Kandırdılar, evet, ama samimi olarak söylüyorum, kandırıldığımıza değil, sadece Camia’ya gönül vermiş (hâlâ orada hizmet etmeye devam eden) temiz ve samimi insanımızın düştüğü kötü duruma ve onlarla aramıza nifak sokmalarına üzülüyorum. Camia’nın o saf ve temiz tabanı, doğal olarak büyük bir travma yaşıyor; hayatlarını adadıkları davalarının bu ülkeye ihanet için kullanıldığına inanamıyorlar. Umuyorum, onlar da bizim gördüklerimizi görürler. Bu vesile ile bir gerçeği daha anlamamız ve kabul etmemiz gerekiyor: Bizim kandırılmamız, tamamen kendi hatamız, kendi cahilliğimiz. Dinimizi tanıma ve yaşama konusunda samimiyetsiz oluşumuz ve ibadetlerdeki tembelliğimiz bizi bu duruma getirdi. İslam’ı tanımak, anlamak ve yaşamak yerine, bizim adımıza önder olma iddiasında olanların peşine takıldık. Oysa Allah (c.c.), “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirini- ze düşmanlar idiniz de O kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz” (Al-i İmran 103) diyor bize. Bizler Allah’ın ipine sarılmak yerine mürşitlerin eteğine yapışmayı tercih ettik. Rabbimiz ile aramıza köprüler kurmaya çalıştık. Ne gariptir, bize aslında şahdamarımızdan daha yakın olan Allah’a yaklaşmak için ta “okyanus ötesinden” medet umduk… Tarih tekerrürden ibaretmiş. Geçmişte de Lawrence gibiler içimize kadar girip bizi bize kırdırdı. Bugün yaşadıklarımız benzer şeyler. Müslümanlar daha bilinçli, daha akıllı olmalı. Dini kendi menfaatlerine alet edenlerle samimi olanları, kâmil mürşitlerle ajanlık yapanları iyi ayırt etmeli. Cemaatler, bilerek veya bilmeyerek bizleri bölüyordu. Ancak bu süreçte pek çok cemaat ve STK, ortak bildiri yayınlayarak Hükümet’e sahip çıktı. Ümmet bilincinin biraz daha güçlendiğine şahit olduğumuz bir dönem yaşadık. Umuyorum, bu birlik ve beraberlik hiç bozulmaz. Bu seçimin kazanan ve kaybedenleri AK Parti belirli bir kesim tarafından, bir siyasî partiden çok, siyasî bir kimlik olarak görülüyor: Önemli bir kesim, Erdoğan’da bu duruşu, yani kendini görüyor. Erdoğan, kabul etsinler veya etmesinler “bir dünya lideri”. O, Ortadoğu’da ağırlığı olan bir isim, Balkanlardan Uzakdoğu’ya kadar mesaj verme gücü var. Ve bu güçlü ses, her ülkeden küçümsenemez ve gözle görülür bir karşılık buluyor. Seçim sürecinde artan gerilim azaldı. İstikrarın devam etmesi ekonomiye de yaradı. Borsa yükselişe geçti. Dolar ve avro kuru dengelendi. Piyasalarda iyimser bir hava hâkim. Seçim sonuçları geçtiğimiz bir ay boyunca epeyce tartışıldı. Her kesimin kendine göre dersler çıkardığı görülüyor. Seçimin mutlak ve tek galibi AK Parti. Muhalefet partileri ve paralel örgüt net bir şekilde kaybetti. AK parti neden kazandı, muhalefet neden kaybetti? 1. AK Parti iktidarının başarısı: Kim ne derse desin, AK Parti iktidarı ve genel olarak AK Partili belediyeler başarılı işler yapıyorlar. İnsanlar yapılan yatırımları, gelişim ve ilerlemeyi gözleriyle görüyor. Muhalefet bu başarıyı kabul edip “daha iyisini yapmayı” vaat edeceğine inkâr etmeyi ve sadece kötülemeyi tercih etti. 2. Ekonomik istikrar: İktidarın en önemli başarılarından biri de sağlanan ekonomik istikrar. Bu istikrar sürdüğü müddetçe AK Parti iktidarı gücünü koruyacaktır. Muhalefetin her fırsatı krize çevirerek AK Parti’den çok ekonomiye zarar vermesi halkı olumsuz yönde etkiledi. Hem Gezi olaylarının, hem de 17 Aralık operasyonunun hedefi iktidardı. Ancak en büyük darbe ekonomiye vuruldu. Milyarlarca liralık zarar vatandaşa yansıdı. 3. “Recep Tayyip Erdoğan” faktörü: Başbakan Erdoğan, güçlü bir lider ve tecrübeli bir siyasetçi. Seçim süreci boyunca tüm süreci adeta tek başına sırtlandı ve yönetti. Bundan öncekiler gibi 17 Aralık krizini de iyi yönetti. Muhalefet partilerinin “kabul edilmeli ki” güçlü ve etkili liderleri yok. 4. Paralel örgütün başarısız olan “devleti ele geçirme operasyonu”: Halkta yolsuzluk ve rüşvet iddialarının Hükümet’e ama aynı zamanda devlete yönelik yapıldığı algısı oluştu. Gizli olması gereken mahrem bilgiler dahi bu süreçte deşifre edildi. Muhalefet partileri ise devleti korumak yerine Hükümet’i suçlamayı tercih ettiler. Devletin bekası siyasete kurban edilmek istendi. Paralel örgütün medyası, yaptığı yalan yanlış ve tamamen taraflı yayınları ile güvenilirliğini yitirdi. Cemaat’in nitelikli ama sayıca az bir gücü olduğu görüldü. Sızmalar deşifre edildi. Beddualar ise hak ettiği yeri buldu. 5. Muhalefet partilerinin paralel örgütle yaptığı “samimi olmayan” ittifak: Paralel örgüt kendince muhalefeti, muhalefet de kendince paralel örgütü kullandığını düşünerek, çirkin ve rezil bir ittifaka girişti. Samimiyetsizce kurulan bu kirli ittifak, halk nezdinde kabul görmedi. 6. AK Parti belirli bir kesim tarafından, bir siyasî partiden çok, siyasî bir kimlik olarak görülüyor: Önemli bir kesim, Erdoğan’da bu duruşu, yani kendini görüyor. Erdoğan, kabul etsinler veya etmesinler “bir dünya lideri”. O, Ortadoğu’da ağırlığı olan bir isim, Balkanlardan Uzakdoğu’ya kadar mesaj verme gücü var. Ve bu güçlü ses, her ülkeden küçümsenemez ve gözle görülür bir karşılık buluyor. 7. Muhalefet partileri: CHP ve MHP, mevcut liderleri ve anlayışları ile çoğunluğun ihtiyaçlarına cevap veremiyor. Ancak anlaşılmalıdır ki bu partilerin liderleri ve söylemleri değişse bile çoğunluğu asla ikna edemeyecekler. Çünkü CHP ve MHP’nin kimlik sorunu bitmeyecek bir problem. CHP’nin İsmet İnönü zamanından beri Türkiye’ye neler yaptığı ortada. Bu milletin hafızasını silmeden de bu partinin iktidar olabilme şansı yok. MHP’nin belirli bir kesimden ileri gidemeyeceği anlaşılmış oldu. Kısacası bu partilerin “kendileri kabul etmeseler bile” devirleri kapandı. Yakında Cumhurbaşkanlığı seçimi var. Bizi yine gerilimli bir dönem bekliyor. İnanıyorum ki yine sağduyu hâkim olacak ve yeni Türkiye’nin kutlu yükselişi devam edecek. mayıs 2014 49 haberajanda Analiz Erdoğan neden on adım öndedir? Birincisi, daha önceki sivil görünümlü cumhurbaşkanları gibi inişte iken değil, aksine en güçlü olduğu dönemde bu makama aday olmuştur. Talep eden değil, talep edilen noktasındadır. Çünkü hayatının hiçbir döneminde sivilliğe halel getirmemiştir. “One minute!” çıkışı ve “Diplomatik dilden haberim yok” derken de sivilliğini göstermiş, “AYM’nin kararına saygı duymuyorum” duruşu ve MGK’da posta koymaya kalkan komutana “Kes lan!” derken de… *** Savaş stratejisi ile siyaset stratejisi neredeyse birebir örtüşür: 1. Yeteri kadar güçlü olmadan, taarruz harekâtına girişilmemelidir. 2. Özellikle kesin sonuç alınacak yerde, asla! 3. “Ağırlık noktası olmayan bir strateji, karaktersiz bir adama benzer” der Clausewitz. Ne yaparsınız ki kader ağlarını örmüş bir kere; bunların hepsinin halktaki karşılığı “liderliktir”. İster “özlenen” deyin, ister “beklenen” veya isterseniz “hak eden”, bu makamın tartışmasız tek adamı “Erdoğan”dır. 50 mayıs 2014 ACİZLİĞİN A NATOMİSİ M ISIR’daki cunta darbe yaptığında demiştim ki, “Demokrasi, artık bu coğrafyada mazlumların rejimidir”. Bunun için “çözüm yolu olarak sandığı gösterenlerin” kimler olduğuna bakmanız yeterlidir. Her şey sandıktan ibaret değil elbette. Ama sandıksız da demokrasinin gerçekleşmesi mümkün değil. O yüzden, eğer darbeci değilsen, tıpış tıpış o sandığa gidecek ve boyunun ölçüsünü alacaksın. Hep diyoruz, yine diyelim: Bu milletin başında bir “musibet” dolaşıyor. Cumhuriyet ve demokrasiye olan tekâmül de bir türlü gerçekleşmiyor. Hükümet’in karşısındaki cephede ne varsa yanlarına alıyorlar, ama ne yazık ki hepsini toplasanız bir “Uzun Adam” etmiyor. Millet âlim değilse de arif. Arif olan da her zaman gereğini yapıyor. Dua etsinler ki zafer sarhoşu değiliz. Bir musibet geldiğinde üzülmememiz, kazandıklarımız için de şımarılmaması gerektiğini biliyoruz. Tıynetimizde “Halkı tanıyoruz” gibi nefsaniyet cümleleri kurmak olmadığı gibi, bazı edepsizlerin “Halk pilajları bastı, vatandaş denize giremiyor” havasında hiç değiliz. Haddini bilendir halk; müneccim olmaya da gerek yok. Sonucu görebilmek için miting meydanına akın akın giden insanların gözlerindeki fer’e bakmanız yeterli. Çünkü gerçek halk onlar. Masa başında oturup sadece kendi çevrelerinden sonuç kotaranlar, elbette esnafın ilk defa kendini deşifre etmesindeki hikmeti, dükkânlara asılan AK Parti bayraklarını, tekerlekli sandalyede seğirten garipleri, miting meydanına on kişi gidiyorsa beş kişinin yer bulamadığı için tornistan ettiğini anlayamazlar. Kızmışlardı; iradelerine tahakküm edildiğini düşünüyorlardı. Çünkü aynı hissiyata yüzlerce kez kapılmış, iradelerinin nasıl darağacını boyladığını biliyorlardı. Buna “toplumsal hafıza” diyorlar ve hiç mevta olmuyor. Yeni bir gündem doğmazsa bu mağlubiyetin üstü örtülemeyeceği için, 30 Mart seçimlerinin hemen ertesinde gündemi tekrar şekillendirmeye başladılar. “Yenilen pehlivan güreşe doymaz” hesabıyla ilk el enseyi çektiler: “Herkes cumhurbaşkanı olabilir, ama bir tek RTE olamaz.” “Zurnada peşrev olmaz” misali, mevcut sistemi korumanın ötesinde stratejik bir zekâ olmadığından, bence “Cumhurbaşkanı olsun diye Kılıçdaroğlu da, Bahçeli de Erdoğan’a oy verir”. Hatta azıcık akılları varsa vermeliler. Çünkü başka türlü, bu adam ölmedikçe rahat yüzü yok bunlara. Ya da tek ihtimal var: Cumhurbaşkanı edip, ununu eleyip eleğini duvara astırmak… Yalnız şunu da unutmasınlar: Karşılarındaki alalade biri değil, ne yapacağı belli olmayan biri… Kim cumhurbaşkanı olmalı? “Kim cumhurbaşkanı olmalıdır?” sorusu ile “Nasıl olmalıdır?” sorusu hem ana, hem de arada kaldığımız bir soru(n)dur. Çünkü ilkinin cevabı belli: Recep Tayyip Erdoğan mı, Abdullah Gül mü? “Nasıl olmalıdır?” sorusu ise can yakıcıdır. El mahkûm, cumhurbaşkanı hem kentli, hem de halktan biri (yurttaş) olacaktır. Yani hem köylü, hem kentli. Sorunlara vakıf olması da yetmez, rüştünü ispat etmiş olmalıdır. Çünkü bu kez de yetkileri değişmese bile meşruiyeti ve gücü artmış bir makamı belirleme konusundaki bütün dizginler milletin elindedir. Milletin belirleyiciliğinde esas nokta ise, siyasal alan ile devlet alanının tercihi meselesidir. Eğer millet sivil bir lider seçerse, siyasal alan devlet alanına doğru genişleyecek; yok, statükonun belirlediği biri kazanırsa, demokraside geriye doğru bir gidişi ifade edilecek. Benim kanım, yüksek bürokrasiyi belirleme yetkisi cumhurbaşkanına ait olduğu için, bürokratik doku ve yargının/hukukun sivilleşmesi adına milletin ferasetinin galip geleceği yönünde. Murat İlkter muratilkter.ajanda@gmail.com Dua etsinler ki zafer sarhoşu değiliz. Bir musibet geldiğinde üzülmememiz, kazandıklarımız için de şımarılmaması gerektiğini biliyoruz. Atatürk dâhil olmak üzere, bu ülkenin yetiştirdiği tek sivil lider Erdoğan’dır. Halkın seçmesi ile de cumhurbaşkanı olacak olan kişi, dönüşen kentlilik ve yurttaşlığın ilk sivil lideri olacaktır. Buna istinaden sistem de otomatikman değişmek zorundadır. Muhalefeti/statükoyu hop oturtup hop kaldıran da budur. Erdoğan neden on adım öndedir? Birincisi, daha önceki sivil görünümlü cumhurbaşkanları gibi inişte iken değil, aksine en güçlü olduğu dönemde bu makama aday olmuştur. Talep eden değil, talep edilen noktasındadır. Çünkü hayatının hiçbir döneminde sivilliğe halel getirmemiştir. “One minute!” çıkışı ve “Diplomatik dilden haberim yok” derken de sivilliğini göstermiş, “AYM’nin kararına saygı duymuyorum” duruşu ve MGK’da posta koymaya kalkan komutana “Kes lan!” derken de… Ne yaparsınız ki kader ağlarını örmüş bir kere; bunların hepsinin halktaki karşılığı “liderliktir”. İster “özlenen” deyin, ister “beklenen” veya isterseniz “hak eden”, bu makamın tartışmasız tek adamı “Erdoğan”dır. Neden “tartışmasız”? Savaş stratejisi ile siyaset stratejisi neredeyse birebir örtüşür: 1. Yeteri kadar güçlü olmadan, taarruz harekâtına girişilmemelidir. 2. Özellikle kesin sonuç alınacak yerde, asla! 3. “Ağırlık noktası olmayan bir strateji, karaktersiz bir adama benzer” der Clausewitz. Şimdi, muhalefetin önümüzde kalan dört ay içinde güç oluşturma ihtimalinin ne olduğuna bakalım. Yukarıda saydığımız “dönüşen kentlilik ve yurttaşlık” üstüne gösterebileceği bir aday mevcut mu? Gösterecekleri adayın ideolojisi, kültürel göstergesi ve en önemlisi de stratejik ağırlık noktası ile halktaki algısı ne kadar uyuşacak? Yargı ve askerin dışında bir aday bulma istidadı var mı? “Var” diyorsanız, bence o aday sizsiniz, hemen gidin ve Metin Uca gibi Cumhurbaşkanlığı’na adaylığınızı koyun. Ya da Kamer Genç’i aday gösterin. Olmadı, Mansur Yavaş ne güne duruyor? Aslında o kadar da düşünmeye gerek yok, CHP içinde İsrail’le iyi geçinecek adam mı yok? Herhangi birini aday gösterin, olsun bitsin... mayıs 2014 51 haberajanda Analiz Sıçramak üzere olduğumuzda nereye bastığımız çok mühimdir, nereye düşeceğimiz de ha keza... Lakin böyle düşünmek cesaretten ileri gelmez. Bunu böyle düşünenler, sıçramak şöyle dursun, oldukları yerde kös kös kalmaya mahkûmdurlar. Bugün ülke olarak içinde bulunduğumuz sorunların çözümü, ancak cesur yöneticilerin, cesur siyasetçilerin ve cesur liderlerin varlığı ile mümkündür. Ülke olarak sıçrayışa ihtiyacımız var bir kez daha. Ve sıçrayışlar, kendini riske atmayı göze alan liderler ile mümkündür. Güvenliğini ve istikbalini riske atamayan, riskleri göze alamayan liderlerle badireler aşılır mı hiç? Dağları eritmeyi bilmez basiretsiz, cüretsiz ve cesaretsiz liderler... 52 mayıs 2014 Şimdi beni iy K ARDEŞİM, şimdi beni iyi dinle! Sen ve ben, sabıkalı bir iklimde yemiş vermeye çalışan bir ağacın gölgesine sığınmış bekliyoruz. Hanzale yedirdiler bize yıllardır; her gölgeliği îcâr ettiler, her zulme “Îcâb” dediler. Sen kardeşim, bu gailede garip düştün, liyakatsiz bahçıvanların ellerinde budandıkça budandı dalların, budandıkça budandı, budandıkça budandı... Budadılar koca çınarı ve usanmadılar. Aşka giden yollara barikatlar kurdular. Tabelalar değiştirildi yönünü şaşırasın diye. Serencamına kir bulaştırmaya çalıştılar, mescidine leke düşürmeye... “Ön safta el bağlamış, secdene varıyoruz ya Rabbi” diye haykırışlarımız ise hiç bitmedi, devam ediyor hâlâ. Siretimize saldıran, suretimize de iftira atıyor oldu. Şecaatimizde fer, soracak ve sorgulayacak mert kalmadı. “Yolumuz uzun” deyip cüret edecek ceht mi kaldı? Kalmadı… “Hilkatini behimî hülle ile örten bir rûşene mi dönüştük biz Allah’ım?” diye soruyorum; sormaya mecalim kalmadı. Şimdi beni iyi dinle kardeşim! Sıçramak üzere olduğumuzda nereye bastığımız çok mühimdir, nereye düşeceğimiz de ha keza. Lakin böyle düşünmek cesaretten ileri gel- Dua dua, sayfa sayfa açılan avuçlarımız söylesin şimdi. Zakirlerin kervanına karışsın sözcük sözcük cümlemiz. Halil olalım, halita değil. Vafi olalım, vâhî değil. Dâî olalım, dalle değil. Kâffe olalım, pâre değil. Güzâftan kaçıp hikmetmedara varalım, varalım da anlayalım şühedayı. İzlek izlek yollar bulalım. İzbe yerde değil, orta yolda olalım ve varacaksak menzile öyle varalım. i dinle! mez. Bunu böyle düşünenler, sıçramak şöyle dursun, oldukları yerde kös kös kalmaya mahkûmdurlar. Bugün ülke olarak içinde bulunduğumuz sorunların çözümü, ancak cesur yöneticilerin, cesur siyasetçilerin ve cesur liderlerin varlığı ile mümkündür. Ülke olarak sıçrayışa ihtiyacımız var bir kez daha. Ve sıçrayışlar, kendini riske atmayı göze alan liderler ile mümkündür. Güvenliğini ve istikbalini riske atamayan, riskleri göze alamayan liderlerle badireler aşılır mı hiç? Dağları eritmeyi bilmez basiretsiz, cüretsiz ve cesaretsiz liderler. Tutku, liyakat, cesaret Son 11 yılda -kabul edelim ya da etmeyelim- birçok alanda yol kat eden bu millet, kat etmesi gereken daha çok yol olduğunu Muhammed İkbal Bakırcı muhammedikbal.ajanda@gmail.com biliyor. Dağlar tutkularla, denizler liyakatle, yollar ise cesaretle aşılır. Şimdi ise cesaretin çağını yaşıyoruz. Bu ülkeyi son on yılda inançları çerçevesinde tutkularıyla, mahareti ölçüsünce liyakatiyle ve medeniyet bilinci sayesinde cesaretiyle yöneten idareciler kadar yine tutkulu, liyakat sahibi ve cesur idarecilere her zaman ihtiyacımız olacak. Hiçbir kiri bünyesi kabul etmeyen bu milletin kalbi kim için, kimler için, kim gibiler için atıyor, görmemiz ve bilmemiz lazım. Şimdi beni iyi dinle kardeşim! Ülke yönetimi önümüzdeki bir buçuk yılda yeniden şekillenecek. Önemli bir dönemeçten geçeceğiz. Fert fert yapacağımız her tercih, bu milletin ve bu memleketin istikbalini etkileyecek. Vatandaş olarak siyasî tercihlerimiz kritik öneme sahip olacak. “Ne sel vursun al yanaklı bu toprakları, ne de kuraklık çöksün bu toprağın göz çukurlarına” diye dua etmeye devam edeceğiz. Selden ve kuraklıktan korunarak rahmeti arzu eden ve hem hak eden bu millet, önümüzdeki aylarda büyük bir cendereden geçecek. Hazır olmak, hazırlıklı olmak lazım. Rabbim bu asil milleti ve bu güzel ülkeyi şer tufanlarından korusun. Bekleyiş Cesaretin yıllarını yaşıyoruz. Biz haykırıyoruz… Bu millet, siyaseti Peygamberî bir ahlakla yeniden inşa edecektir. Şüphesiz başlamış olan bu inşa süreci tamamlanacaktır. Âlemlerin Efendisini bekliyoruz adeta. Veda tepesinden bir toz bulutu yaklaşıyor sanki. Kıyamda bekleyen bir şehrin sakini gibi, metruk bir mahallenin çocuğu gibi oldum da gözlerimi kırpmadan ufka bakıyorum. Nasıl ki Yesrib, Süreyya yıldızının hicreti ile Medine-i Münevvere’ye dönüştü ise, siyasetin de benzer biçimde dönüşeceği günü bekler gibi ufka bakıyorum “İki kişi ile birlikte yaklaşan bir toz bulutu var mı?” diye… Sesleniyorum: “Ya Nebi! Hançeremiz patladı, esvata zaaf düştü. Her köşe başında bir göz seni bekliyor, her göze bir köşe düştü. Her yolun bitiminde bir gönül seni demliyor, her öykünün orta yerinde senden söz ediliyor. Güllere adını yazıp gül suyunda kokunu arıyoruz ya Nebi!.. Mest eden her ezan seni de çağırıyor; biz susuyoruz, gür sesli müezzinler sana sesleniyor…” Tam da bu şekilde Âlemlerin Efendisine sesleniyoruz, her gün doğumu ve doğumunu beklediğimiz ahlaki düzen için. Gün doğarken seslenip, gün boyu susuyoruz... Susuyoruz belki ama şeksiz ve şüphesiz bir seslenişle sükûneti bozuyoruz orta yerinden. Asude sabahlarla değil, tufan yeri bir uyanışla gün doğumunu bekliyoruz bir kez daha. Ve kaçıyoruz... Hullesini rüzgâr çalmış, hilesini şeytandan almış, şöhretiyle nam salmış cahilimizden de kaçıyoruz. Soytarılık, post satıcılığı, kürk hokkabazı mihrakların oyunları biz onlardan kaçsak da bitmiyor. Cemiyet her gün yeniden yıkılıp sanki yeniden yapılıyor. Her gün şekli bozulan ve yeniden şekle giren cemiyetin bir parçasıyız. Ne çok isteyenimiz var oysa biçim olarak en azından adaletten ve kalkınmadan nasiplenmiş bir toplumu. Böyle bir toplum için çabalayan liderlerin meskeni, o toplumun billur kalbidir. Şimdi beni iyi dinle! Bu çilekeş söylemimiz dirayetimizden ileri gelir, bu sitemkâr ifadeler gayretimizden. Yularından rahatsız ata nasıl küheylan denmiyorsa, ateşten korkan suyla da ateşi söndüremez kimse. Can içinde canla yollara düşen cesur bir siyaset adamı, gidilen yolları, aşılan dağları senle bölüşürse ne gücünü kaybeder, ne yolunu. Böyle bir dönemden geçiyoruz işte. Seninle birlikte yol alan cesur siyasetçilerin yanında yer almalısın. Batı’nın şamdanları bizim şehirlerimizi aydınlatmaz. Sen Mecnun ol, medeniyetin de Leyla’n olsun; sen gülle ol Asım’ın elinde; mancınıkta kuvve ol garbın kalesini yerle bir eden âlim gibi; Barbaros ol, Akif ’in deryasında hüküm sür… Ve şan ol, şühedayı aş… Bil ki şu çerağanda şuur vardı, sildiler. Azar azar silindi. Hikmet vardı, hamiyet... Unutulsun diye saklandı bunlar. Hatırlayanı çok az şimdi. Mahiyet kurutuldu. Mahşeri unuttuk, kıyameti hiç sorma. Aşk yolunda meşki unuttuk, tefekkürü, zikri hiç sorma. Sıratı unuttuk, cehennemi hiç sorma. Şarkın şırasını zehir ettiler, Garbın ziftini şerbet. Medeniyetimize ait ve dair ne varsa inkâr ettirip Batı’ya bu milleti hizmetkâr etmeye çalıştılar. Hilyeni üç kuruşa yok pahaya satıp “Kendi hanumanına halâyık ol” diye uğraştılar. Oysa sen sakın öyle olma!.. Dua dua, sayfa sayfa açılan avuçlarımız söylesin şimdi. Zakirlerin kervanına karışsın sözcük sözcük cümlemiz. Halil olalım, halita değil. Vafi olalım, vâhî değil. Dâî olalım, dalle değil. Kâffe olalım, pâre değil. Güzâftan kaçıp hikmetmedara varalım, varalım da anlayalım şühedayı. İzlek izlek yollar bulalım. İzbe yerde değil, orta yolda olalım ve varacaksak menzile öyle varalım. İcar edilen gölgelikler icab denilen zulümler için, Garip düştüğün gailede garip kalmamak için, budanan dallarının yine ve yeniden daha gür yetişmesi için ayağa kalk ve siyaseti Peygamberî bir ahlakla inşa etme sürecinin tamamlanması adına önümüzdeki seçimlerde tercihlerine çok özen göster. mayıs 2014 53 haberajanda Analiz 30 Yahya Kurt yahyakurt.ajanda@gmail.com MART seçimlerinin sonuçları bazılarını hiç memnun etmemiş olacak ki maçtan sonra mağlup takım futbolcusunun “İyi mücadele ettik fakat şanssızdık. Bir de hakem hataları eklenince maçı kaybettik. Bundan sonra önümüzdeki maçlara bakacağız!” demesi gibi “Başarılıyız, oyumuzu arttırdık fakat elektrikler gitti, oylar çalındı!” diyerek son sözlerini söylediler. Malumunuz olduğu üzere, önümüzdeki maç “Cumhurbaşkanlığı”... Bu maç oldukça önemli, çünkü kazanan şampiyon olacak, kaybeden kümeye... İkincilik veya üçüncülükse söz konusu bile değil. Maç bu kadar önemli olunca, ister istemez kadro ve taktik de oldukça önemli oluyor. Hatta bunun için yurtdışından başarılı taktisyenler, yetenekli golcüler ve başarılı file bekçileri getiriliyor, Türkiye’nin önemli yetenekleri bir bir takıma kazandırılmaya çalışılıyor ve Taraftarın desteğini almak için canhıraşâne taktikler uygulanıyor. Hakikat şu ki, bundan sonra gecemiz gündüzümüz Cumhurbaşkanlığı seçimi olacak. “Cumhurbaşkanı kim olur?”, “Kim kimi destekler?”, “Kim kiminle ittifak yapar?”, “İki güçlü aday olursa ülke kutuplaşma yaşar mı?”, “Cumhurbaşkanını ilk defa halkın seçmesi ne anlama geliyor?”, “Partili cumhurbaşkanı konusundaki fikriniz nedir?” ve bunlara benzer yığınla soruya cevap aranacak. Herkes, her yerde bu konuyla ilgili bir şeyler söyleyecek ve kararı millet, yine sandıkta verecek. Peki, durum tam olarak nedir? 30 Mart seçimlerinde herkes gördü ki, AK Parti ve Erdoğan’a olan halk desteği devam ediyor. Bir Nasıl bir siyaset anlayışımız var gerçekten algılamak çok zor. Adeta “Biri ölse de üzerinden siyaset yapsak” diye bekliyoruz. 54 mayıs 2014 Karşıtlık teorisi BU KADAR gücün ittifak ettiği bir durum ortadayken Erdoğan’ın yanında kimler var peki? Herkes biliyor ki, Erdoğan’ın bu süreçte sadece iki destekçisi olacak: Biri Hakk, diğeri halk… önceki yerel seçimlerde düşüş yaşayan AK Parti bu seçimde yerel seçimlerdeki en yüksek oy oranına ulaştı. Seçimde elde edilen başarı, AK Parti’nin “üç dönem kuralı” ve toplumsal beklenti değerlendirildiğinde, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığı düşüncesini iyice kuvvetleniyor. Buna bir de Erdoğan’ın liderlik karizması ve mevcut siyasî potansiyeli eklenince, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığı kesinleşiyor. Yine herkes biliyor ki, mevcut siyasî hareketlerin hiçbiri, tek başına Erdoğan’a rakip olabilecek güçte değil. O halde ne yapılacak? Göz göre göre kimse Erdoğan’a Cumhurbaşkanlığı’nı altın tepside sunacak değil elbette. O zaman muhalefet ne yapacak? Bu seçimde nasıl bir strateji izleyecek? Benim tahminim şu: Son dönemde sıklıkla gündeme getirilen ve 30 Mart seçimlerinde nispeten denenen “karşıtlık teorisi” daha güçlü ve daha etkili kullanılacak. Her ne kadar Türkiye’nin mevcut siyasî hayatındaki partilerin ideolojik olarak birbiriyle ittifak yapmaları imkânsız gibi görünse de bu ittifak yapılacak. Bu ittifak ya gizli, ya aşikâr yapılacak, ama yapılacak... 30 Mart’taki İstanbul ve Ankara örnekleri ise bunun en canlı örneği. MHP bu ittifakı inkâr etse de İstanbul ve özellikle de Ankara’da aldığı oy geçen seçimle karşılaştırtıldığında her şey çok daha net görünüyor. CHP ve MHP arasında harç görevi gören Gülen Cemaati de -30 Mart seçimlerinde olduğu gibi- bu ittifakın yine yapıştırıcı gücü olma özelliğini devam ettirecek. Seçimlerden sonra Gülen Cemaati’nin geri adım atacağı bekleniyordu fakat öyle olmadı. Bu da gösteriyor ki Gülen Cemaati, Cumhurbaşkanlığı seçiminde kendisini Erdoğan’ın karşısında ve en güçlü aday kimse onun yanında konumlandıracak. Şüphesiz bu süreçte BDP de oldukça önemli bir etkiye sahip. Çözüm Süreci ve bölgeye yapılan yatırımlar dikkate alındığında BDP’nin Erdoğan karşıtı cephede yer alacağı kesin gibi görünüyor. Veya BDP, tam tersi bir strateji izleyerek Erdoğan’ı destekler gibi yapıp milliyetçi seçmeni CHP ile ittifak yapmaya ikna etmekte zorlanacak MHP’ye mükemmel bir fırsat sunmuş olacak. Bunların yanına bir de Erdoğan ile yıldızı hiç barışmadığı halde, gücünden çekindikleri için şirin görünen para ve sermaye baronları ile medya patronları eklendi mi cephe hazır demektir. Bir de bunlara takviye yapacak olan dış güçler, lobiler ve maşa örgütler ilave olduğunda bu cephe tam anlamıyla ikmal edilmiş olacak. Bu kadar gücün ittifak ettiği bir durum ortadayken Erdoğan’ın yanında kimler var peki? Herkes biliyor ki, Erdoğan’ın bu süreçte sadece iki destekçisi olacak: Biri Hakk, diğeri halk… Sizin de fark ettiğiniz gibi, “Erdoğan’a rakip kim olabilir?” sorusu üzerine hiçbir şey söylemedik. Çünkü bunun hiçbir anlamı yok; sistem, sadece “Erdoğan Cumhurbaşkanı olmasın” karşıtlığı üzerine kurulacak. haberajanda Toplum T Alparslan Şimşek asimsek.ajanda@gmail.com TAKLİDÎ imanın caiz olmadığı belirtilir. Yani delilsiz bilgiye inanmamak esastır. Bir şeyin ilim olabilmesi için alamete dayanması, hakikate bir atıf olması gerekir. Değil mi ki ilim alametten gelir, aksi halde zan olur; bu sebeple terbiye eden Rabbimiz, hakikate çağırırken mutlaka delillerini sergiliyor. Allah, “Delil göstermedim, böyle emrediyorum. Ben emrettiğim için yapacaksınız!” demiyor; kendi varlığının, birliğinin ve kitabının, kendi katından oluşunun delillerini gösteriyor, kendi yasalarının üstün oluşunun delillerini sergiliyor ve aklımıza hitap ediyor, ikna ediyor… Beni ikna et Twitter adaleti! İnancımdan dolayı “kanunların ruhu” diyemiyorum; inancımda ruhun çağrıştırdığı hususlar belli başlı şeylerdir. Ben kanunların arkasındaki için “ahlaki inanç” demeyi daha uygun buluyorum. Bir kanunun adil olup olmadığı, onu oluşturan ahlaki inanca göredir. Modern hukukun kanunlarını oluşturan ahlaki inanç bireyciliktir. Bireycilik temelleri üzerinden oluşturulan ve daha da temelinde parçalanmış bir varlık tasavvurundan oluşturulan bu libas üzerimize uymadığı için, “Twitter adaleti” vicdanlarda kabul görmeyecektir. Kürsülerden istenen nutuk atılsın, “aldatılmışlık, cübbelerle gizlenemez”. Karşısında, “Sahip olduğum her şey Allah’a aittir ve bana Allah’ın bir emanetidir. Emanete sadakat, onu bana emanet edenin razı olacağı yere harcamaktır. Aksi halde ihanet etmiş olurum!” diyen bir topluluk ne demek istiyor? Hayat ya insanların bakışları ölçü alınarak yaşanır ya da mutlak hakikat olan ilahî Şeytan suç işlediği için değil, suçunu savunduğu için şeytan oldu. Âdem ise suçunu savunmadığı için “adam” oldu. Twitter adaleti AŞAĞIDA zikredilen bakış açılarından, yani kanunların arkasındaki ahlaki inançlardan biri beşerî, diğeri ise ilahî bakış açısıdır. Kanunların arkasındaki ahlaki inanç beşerî olduğu müddetçe “Twitter adaleti” kabul görmeyecektir. Twitter adaletinden bir pırtık da verseler, insanlar mutlu olmayacaktır. Takdir Allah’ın, eylemler bizim… bakış ölçü alınarak. İnsanî bakışı ölçü alıyorsanız, “İnsanlar ne der?” diye sorarsınız; ama ilahî bakışı ölçü alıyorsanız, “Bu yaptığım işe Allah ne der?” diye sorarsınız. İlahî bakış ölçüsü ile oluşturulmayan bir nizamın beşeri, köşeyi döndüğünde “Devlet yok” der ve her işi yapar. Ama ilahî bakış ölçüsü ile kurulan nizamın insanı, köşeyi dönse de yapacağı işte “Allah ne diyor?” sorusunu kendi vicdanına soracaktır. İşte ilahî bakış açısı ile oluşturulan kanunlarla oluşan kararlar “Twitter adaleti” değil, “insan adaleti” olacaktırlar. O topluluk da o zaman der ki, “Şeriatın kestiği parmak acımaz”. Şeytan suç işlediği için değil, suçunu savunduğu için şeytan oldu. Âdem ise suçunu savunmadığı için “adam” oldu. İnsan yanılır, hata eder, günah işler ama hatasını, günahını ve yanılgısını savunamaz. Kendisine verilen aklı, vicdanı, fıtratı, iradeyi inkâr etmiyorsa suçu savunamaz. Bu da ancak ilahî bakış açısı ile olabilir. İlahî bakış açısıyla bakan bu millet “Bedir”ini yaşadı ve Allah, Bedir’in rövanşı Uhud ile bir ders verdi. Aslında savaş kaybetmiş bir ordu gibi bitmedik, tükenmedik; peki, Uhud’da neden ısrar ediliyor? “Sizden evvel kanun olmuş birtakım vakalar geçti; onun için arzda dolaşın da bir bakın, peygamberleri tekzip edenlerin akıbetleri nasıl olmuş?” (3: 137) Bizden önce kendine özgü yaşam tarzları olan toplumlara bakmaya davet ediyor bizi. Arzda gezinip hakikati yalanlayanların sonunun ne olduğunu görmemiz için davet ediyor. Kendi uygarlığı, kendi devleti, kendi sistemini “ilelebet yaşayacak” zannedenleri, çağının firavunluğuna soyunanları görmemiz için bizi tarihe davet ediyor. Lût gölünde büyük ahlaksızlığa verilen belanın ve yine Yemen’de bir toplumun nasıl belaya çarptırıldığının kokusunu almaya davet ediyor. Buyurun, Vezüv’e gidin; toplumsal kokuşmuşluğun tarihteki en mücessem örneğinden biri olan bu kentin nasıl bir gecede –yanardağ patlaması ilekül olduğunu ve o anda beşerlerin ahlaksızlıklarını icra ederken nasıl taş kesildiklerini görün. Bu ayetle, açık hava müzelerinde gezinip Allah’tan rol kapma yarışına son vermeye davet var bize. Beşerî bakışla oluşturulan kanunların sistemleştirdiği toplumların akıbetini görmeye davet var. Yukarıda zikredilen bakış açılarından, yani kanunların arkasındaki ahlaki inançlardan biri beşerî, diğeri ise ilahî bakış açısıdır. Kanunların arkasındaki ahlaki inanç beşerî olduğu müddetçe “Twitter adaleti” kabul görmeyecektir. Twitter adaletinden bir pırtık da verseler, insanlar mutlu olmayacaktır. Takdir Allah’ın, eylemler bizim… mayıs 2014 55 haberajanda Analiz 90 sene önce Anadolu insanından biçimlendirilen “Ne mutlu”cu Türk tipi, şimdi de “Ne mutlu”cu Müslüman olmaya kanalize edilmek isteniyor. Söz konusu “Ne mutlu”cu insanın çağdaş bir Yahudi olacağı kesin. Kendine has dini, kendine has cenneti ve millî azizleri olacak bir anlayıştan bahsediyoruz. *** Bu noktada şu, bizi yanılgıya düşürmesin: İnsanların, başlarına Anadolu’da yemeni, Arabistan’da keyfiye, İran’da çar bağlaması İslamiyet’in işi değil, sadece kendi yaşantı şartlarına uygun bir hayat belirleme çabasıdır. Bu, Karadeniz’de fındık, Arabistan’da hurma yemek kadar doğal ve dünyevidir. Yani fındık ve portakalın, hurma karşısında asla bir mukaddes taamlığı yoktur. Bu noktada dini milletleştirme çabasındaki mukaddes taamcılar, kutsal kıyafet ve mübarek zatlar gibi “uhrevî dünyalıklar” oluşturma çabasındadırlar. 56 mayıs 2014 Milletlerin İs İslam’ın mil C İHAMŞÜMUL ve total bir inanç sistemi olan İslam’ın değişik varyantlarının olması imkân dâhilinde değil. Ancak bir kısım çevreler, “Türk Müslümanlığı” tabirini ısrarla kullanmaya devam ediyorlar. Bu ısrarcı tutumun amacını irdeleyişimizi yazının ikinci bölümüne bırakarak, söz konusu tabirin tutarsızlığını anlatmaya başlayalım. Eğer yekpare bir karakteri olan monoblok İslamiyet içinde bir Türk Müslümanlığı unsuru varsa, buna bağlı olarak bir Arap Müslümanlığından da söz etmek şart olur. Bu durumda bu kategorizasyon sonlanmaz ve devam eder: İran, Kürt, Çerkez, Boşnak, Afgan, Urdu, Berberi Müslümanlığı… Yani İslam içinde yer alan tüm milletler, böylece kendi Müslümanlıklarını sürdürürler. Adı üzerinde, “Muslim National” Bu saydıklarımız, tarih içerisinde İslam dairesi içine girmiş ulusların İslam tariflerinin isimlendirilmiş anlayışlarıdır. Bir de yeni zamanlarda İslam’ı tercih eden gruplar var: Alman, İngiliz, Koreli, Japon… ABD’de İslam’la şereflenen ve özellikle yoğunluğunu siyahların oluşturduğu bir grup var: “Muslim National (İslam Milleti)”. Bunlara da ABD Müslümanlığı denecek herhalde(!). Aslında Müslümanlığın tarih içinde Sünnilik ve Şia gibi iki kalın damar halinde tarif edildiği malum. Bu iki damar da kendi içindeki mezheplerle anlam algılarını oluşturmuş durumda. Haydi bu durumu Yüce Peygamber’in “Ümmetimin ihtilafı rahmettir” hadisiyle “zenginlik” olarak yorumladık, ancak bu rahmet halini milletler üzerinden çoğaltmak ne kadar mantıklıdır? Bilindiği gibi dinleri milletleştirmek eski bir illettir. Semavî dinlerin bozulmasında, Allah’ın bütün kullarının dinini “klan dini”, “soy sop dini”, “belde dini” veya “kavim dini” haline getirmenin suçu büyük. Kavim/millet dini haline gelmiş semavî bir din, Musevîlik olarak hayatta ve böyle bir ırkçı sahiplenmenin ne kadar tehlikeli olduğu da ta “Musa ile Mısır’da çıkış” olayından bu yana bütün insanlığa çektire çektire gelindiği biliniyor. Din bilginlerinin çoğu tarafından kabul edildiğine göre, bidayette ilahî bir din olma ihtimali güçlü olan Zerdüştlüğün, dualist/ikici bir düzleme kayarak nasıl Persiyan bir din haline geldiği de tarihin kaydettiği din-insan serüvenlerinden biridir. Zaten İslamiyet’in İran versiyonunun oluşmasında “millî lam’ı mı, leti mi? Ahmet Yozgat ahmetyozgat.ajanda@gmail.com Zerdüştlüğün” sinsi etkisini görmek de mümkün. Yeri gelmişken, şundan da bahsetmek gerekir: “Dağda millet yaratma” hevesindeki Kürdik taifenin, yarattıklarını sandıkları halka millî din olarak “Yezidiliğin” ardından Zerdüştlüğü önermesi de tutmayınca, İslam’ın Zerdüşt anlayışı içindeki bir Kürt yorumunu alana sürecekleri anlaşılıyor. Tutarsız bir tarif Gelelim Türk Müslümanlığı tarifinin tutarsızlığına... Nedir bu “Türk Müslümanlığı”? Anadolu’da yaşayan, neredeyse tamamı itikatta Maturidî ve amelde Hanefî olan ve de Sünni olarak tarif edilen müntesipler mi, yoksa kendilerini bir türlü tanımlayamamış olan Aleviler mi oluşturuyor bu tanımı? Kanaatimce ikisi de değil. Masum gibi görünen bu Türk Müslümanlığı kavramını ortaya atanlar, bir millî İslamiyet peşindeler ve dertleri, ne Sünnilik, ne de Alevilik... 90 sene önce Anadolu insanından biçimlendirilen “Ne mutlu”cu Türk tipi, şimdi de “Ne mutlu”cu Müslüman olmaya kanalize edilmek isteniyor. Söz konusu “Ne mutlu”cu insanın çağdaş bir Yahudi olacağı kesin. Kendine has dini, kendine has cenneti ve millî azizleri olacak bir anlayıştan bahsediyoruz. Daha fazla açtırmayın kutuyu (!)… İşte Türk Müslümanlığı konusundaki ısrarlı tutumun nihaî hedefi, iki üst satırda belirtemediğim ve kapalı kutuda saklı tutulan diabolik plandır ve buraya özellikle belirtiyorum ki “Türk Müslümanlığının ne Alevilere, ne Sünnilere bir hayrı vardır”. Hususiyetle Alevilerin, bu kavramdan uzak durmaları kendi hayırlarına olacaktır. Sonuç olarak dinleri milletleştirmek, inanca vurulan en büyük darbedir. Irkçılık kavramına dinî bir kılıf giydirmek olan bu tarif, dini din olmaktan çıkartıp bir ideoloji haline sokarak onu si- yasileştirir. Bu da inancı, onun insanüstü ve cihanşümul oluşunu, buna bağlı olarak hoşgörü ve barışçıl yanını yok ederek bir zulüm aracı haline getirir. Bu araç, diğer kimseleri olduğu gibi, kendi müntesiplerini de yok etme potansiyelini taşır “nas’larının” arasında. Başa dönünce… Şimdi yazının en başına dönüp sadece ne milletlerin İslam’ı, ne de İslam’ın milletleri demeksizin, sadece “İslam milleti” diyerek dahi hiçbir siyasî tat katmayarak yalnız “İslam” diyelim… Bu noktada bizi yanılgıya şu düşürmesin: İnsanların, başlarına Anadolu’da yemeni, Arabistan’da keyfiye, İran’da çar bağlaması İslamiyet’in işi değil; sadece kendi yaşantı şartlarına uygun bir hayat belirleme çabasıdır. Bu, Karadeniz’de fındık, Arabistan’da hurma yemek kadar doğal ve dünyevidir. Yani fındık ve portakalın, hurma karşısında asla bir mukaddes taamlığı yoktur. Bu noktada dini milletleştirme çabasındaki mukaddes taamcılar, kutsal kıyafet ve mübarek zatlar gibi “uhrevî dünyalıklar” oluşturma çabasındadırlar. Bu çabaların karşısında kapı gibi duran olgu ise İslam’ın kendisidir, Müslümanlar değil. Öyle anlaşılıyor ki, millî bir dine inanmak, ulus devlet içinde yaşayan Müslümanların gururunu okşayan etkenlerden biri olarak karşımıza çıkıyor ve kolayca taraftar buluyor. Ulus devletlerin can çekiştiği bir zaman diliminde “ulus devlet yanlılarının ulus bir din oluşturma” ve paralel bir düzlemde hayatlarını sürdürme sinsiliğinin masum bir tezahürü olarak söz konusu kavram pazara sürülmüştür. Bu bağlamda bu kavramın, ne Türk’e, ne de Müslümana bir faydası yoktur. Bu kavram ortaklığı, kuruluşunda zarar etmeye mahkûm bir tere ticaretidir. Tereciye tere satmanın ya da bizim mahallede salyangoz dükkânı açmanın âlemi yoktur. mayıs 2014 57 haberajanda Portre G Yavuz Şahin yavuzsahin.ajanda@gmail.com ÜVEN, karşılıklı bir denklik üzere şekillendirilmiş ve sarsılması zor bir duygu rengidir; tonunu zamanın ve yaşanmışlıkların belirlediği, skalası kendi içinde saklı bir histir. Güven kavramının mercekle aranması gerekli mecraı hiç kuşkusuz siyasettir. Bu manada kendi hükmünün ve dirayetinin devamlılığı için her başbakanın güvenebileceği kurmaylara ihtiyacı vardır. Sır küpü TÜRKİYE’DE en genç ve ikinci kez dışarıdan atanan Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı olan Fidan, devlet güvenlik sistemi için adeta demir yumruklu bir mimar gibidir. İstihbarat dünyasında çok fazla karmaşıklığın olduğu ve ihanetle sadakatin aynı koltukta taşındığı bilinen bir gerçektir. Aklıyla tecrübesini aynı doğrultuda yönetebilen, muhakeme yeteneğini son seviyesine kadar kullanabilen bir karakter Fidan. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın iç ve dış tehlike, değişim ve gelişmelerden saha tecrübesiyle yetkin bir analiz donanımı olan bir sır katibine sahip olması kendi gücünün boyutlarını göstermektedir. Geçmişte aynı göreve sahip ve sivil otoriterin emrinde olması gereken kişilerin sorumluluğu altında oldukları Başbakan’a yapılması planlanan darbeleri bile haber vermemiş olmaları, bu görevin ne denli kritik bir öneme sahip olduğunu ortaya koyuyor. Bir gerçek var ki, emek ve çalışma gayreti, zorlukları aşmanın en güçlü dinamikleridir. Henüz satır aralarında ismi geçmeyen ve Başbakan’ın “Sır küpüm” diye övgülendirdiği ve de kariyer açısından geldiği noktanın zerrelerine kadar dolmuş yürekli bir adamın hızla yükselişini anlatan bir yazı yazmayı umuyorum. MİT Müsteşarlığı’na büyük Bir gerçek var ki, emek ve çalışma gayreti, zorlukları aşmanın en güçlü dinamikleridir. Henüz satır aralarında ismi geçmeyen ve Başbakan’ın “Sır küpüm” diye övgülendirdiği ve de kariyer açısından geldiği noktanın zerrelerine kadar dolmuş yürekli bir adamın hızla yükselişini anlatan bir yazı yazmayı umuyorum. MİT Müsteşarlığı’na büyük onur ve liyakatle atanan ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti için yegâne bir nimet kabul edilebilecek saygıdeğer Hakan Fidan’ın başarı öyküsünü kalemimin yettiği ölçüde anlatmaya çalışacağım. 58 mayıs 2014 onur ve liyakatle atanan ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti için yegâne bir nimet kabul edilebilecek saygıdeğer Hakan Fidan’ın başarı öyküsünü kalemimin yettiği ölçüde anlatmaya çalışacağım. Askerî eğitim ve çalışma hayatıyla birlikte çeşitli iş süreçleriyle devam eden akademik başarılardan sonra getirildiği Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı görevi, Hakan Fidan için en önemli sıçrama basamağı olmuştur. Türk dış politikasının etkin yürütülmesine katkı sağlayacak önemli saha çalışmaları gerektiren bu görevde, birçok ülkeye Türk kültürünün yaşatılması ve tanıtılması yönünde takdirle karşılanan kazanımlarda imzası vardır Fidan’ın. Hazırlamış olduğu tezde, başarılı bir dış politika için güçlü bir istihbarat gerekliliğini savunan Hakan Fidan ile Başbakan’ın herhangi bir ortak siyasal geçmiş veya Başbakan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı yaptığı döneme ait bir birliktelik olmayışına rağmen, Fidan’ın şu anki konumda oluşu tartışmasız bir başarının hak edilmiş zaferidir. Türkiye’de en genç ve ikinci kez dışarıdan atanan Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarı olan Fidan, devlet güvenlik sistemi için adeta demir yumruklu bir mimar gibidir. İstihbarat dünyasında çok fazla karmaşıklığın olduğu ve ihanetle sadakatin aynı koltukta taşındığı bilinen bir gerçektir. Aklıyla tecrübesini aynı doğrultuda yönetebilen, muhakeme yeteneğini son seviyesine kadar kullanabilen bir karakter Fidan. Kilit karar alıcılı olduğu görevinde Oslo’da gerçekleştirdiği görüşmelerin ses kayıtlarının ortaya çıkması, bir anda gündemin en önemli konusu olmuştu. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ilerleme gösterebilmesine her yönde engel teşkil eden PKK ile Devlet arasında hiçbir zaman bu kadar önemli çözüm diyaloglarının kurulamamış olması nedeniyle, Oslo görüşmele- rini gerçekleştiren Hakan Fidan, birçok kalemşör tarafından ihanet sandalına yükletildi. Barış süreci için büyük önem arz eden ve kara propaganda ile anlamından uzaklaştırılmaya çalışılan bu eyleme vesayetin farklı bir kanadı soruşturmayla karşılık vermişti. Böylesi mühim bir konu üzerinde inisiyatif oluşu nedeniyle hedef tahtası haline getirilen MİT Müsteşarlığı’nda, bu kriz Başbakan’ın sert ve kararlı tutumuyla atlatılmış oldu. Çıkarılan yasayla MİT mensupları yargı zırhına büründürülerek savcının soruşturma kararı gerçekleşemeden ortadan kaldırıldı. Artık diğer ülkelerden gelen istihbarat örgütü mensuplarının ellerini kollarını sallayarak gezmesine imkan vermeyen, vesayet kimliklerine boyun eğmeyen, halkların kardeşliğini gerçek manada sağlayabilen, sadık, vatansever ve “millî” bir istihbarat teşkilatımız olduğu için sonsuz teşekkürler… haberajanda Mısır B UGÜNLERDE Mısır Mahkemesi’nin Müslüman Kardeşler üyesi olan 529 kişi hakkında verdiği idam kararına yönelik, tepki mahiyetinde, birbiri ardına gerçekleştirilen eylemlere şahitlik etmekteyiz. Bahsettiğimiz idam kararlarının sebepleri hakkında birtakım teoriler Ahmet Sağlam üretilebilir. Belki idam ahmetsaglam.ajanda@gmail.com kararları, “Cumhurbaşkanı” olacak kişinin idamlara engel olmasını ve halka yakın bir kişi gibi gösterilmesini sağlamak içindir. Belki de bu, Mursi’ye yönelik gerçekleştirilen darbe esnasında darbecilerle beraber hareket ettiğine şahit olduğumuz İsrail’in, “İslam Birliği” düşüncesi ile Batı’ya kök söktürme niyetinde olan kitlelere yönelik verdiği bir gözdağıdır. Evet, bunlar tartışılmalıdır, ki tartışılıyor da zaten. Fakat diğer önemli bir mevzu ise, çiçek açmaya başlayan demokrasi ümitlerinin yerini ne kadar bir süre daha karamsarlığa bıraktığını düşünmektir. Gerçekten de bu duruma “40-50 yılın emeği heba oldu” gözüyle mi bakmalı, yoksa surda açılan gediğin mukaddesliği doğrultusunda mı? Hiçbir mukaddes davanın yolu yoktur ki dikenli tellerce işgal edilmemiş olmasın. Yaşanmakta olan her sefanın, mutlaka geçmişte çekilmiş bir cefası mevcuttur. Bu mevzuyu kavramamızı sağlayacak olan örneklere göz atmak istesek, günümüze en yakın ve konumuza en uygun örnek olarak Türkiye’mizin bugünkü darbelere geçit vermeyen demokrasi kazanımını elde etmek için yaşadığı sıkıntıları incelemek yeterli olur. Bu duruma en büyük örnek ise, Allah Resulü ve sahabelerinin, mukaddes davaları uğruna katlandıkları sıkıntılardır. Allah Resulü taşlara hedef olurken, sahabeleri ise aynı dava uğruna deri parçalarını ısıtıp yiyecek kadar aç kalmışlardı. Tarih bir kez daha ölüme gülümseyerek gidenlerin zaferini yazmak üzereyken, aynı zamanda Zulmü alkışlamadık, zalimi ise asla sevmedik KURULUŞUNDAN beri radikal adımlar ortaya koyamamış olan devletimin, korkuları ve kazançları için bugün bir kez daha böyle bir zulme karşı sessizliklere gömülmesine ben şahsen dayanamazdım. Bir devletten gençlerinin beklediği, kısa vadede kazanım elde edip geleceğe onursuzluk bırakması değildir. Gençlerin omuzlarına telafisi mümkün olmayan ve ileride başlarına sürekli kakılacak onursuzluk gibi büyük yüklerin yüklenmesinin izahı ancak bencillik ve ahlaksızlıkla tarif edilebilir. kendisini çok güçlü atfeden devletlerin, katliamı dahi normalmiş gibi karşılamasını da kaydetmektedir. Dünyaya demokrasi dersi vermeye soyunan ABD, AB ve benzeri ülkeler, maalesef Mısır’ın bu deneyiminden sonra demokrasinin bölgeyi hiç de zannettikleri gibi sömürülebilir bir yer haline getirmeyeceğini, sömürgeci güçleri ayırt etmeden düşman kabul edecek olan iktidarların meydana çıkmasına sebep olacağını anlamışlar ve demokrasiyi bölgeden uzaklaştırıcı eylemlerin yanında yer alma onursuzluğunda bulunmuşlardır. Aslında şaşırtıcı olan ne, biliyor musunuz? Tarihin kaydettiğini bile bile, zalimin pençelerinde can veren garip gurabayı hakir gören BAE, Kuveyt ve Ürdün gibi ülkelerle bu halkı terörist ilan eden Suudi Arabistan gibi ülke- lerin eleştirilmezken –maalesef- devletin sahibi olan halkı zalime karşı savunan Türkiye’nin eleştirilmesi, içeriden ve dışarıdan da hedef tahtası haline getirilmek istenmesidir. Kuruluşundan beri radikal adımlar ortaya koyamamış olan devletimin, korkuları ve kazançları için bugün bir kez daha böyle bir zulme karşı sessizliklere gömülmesine ben şahsen dayanamazdım. Bir devletten gençlerinin beklediği, kısa vadede kazanım elde edip geleceğe onursuzluk bırakması değildir. Gençlerin omuzlarına telafisi mümkün olmayan ve ileride başlarına sürekli kakılacak onursuzluk gibi büyük yüklerin yüklenmesinin izahı ancak bencillik ve ahlaksızlıkla tarif edilebilir. Yaşanan olaylar gösteriyor ki, Ortadoğu’da çoğulcu ve yapıcı siyasetin tutunabileceği zemin hâlâ oluşturulamadı. Kader birliği yaptığımız kardeşlerimiz için millet olarak kafa yormak, neler yapabileceğimizi tartışmak zorundayız. Bölgenin kurtuluşunda kestirme bir yol yoktur. Yapılması gerekenler konusunda asla aceleci davranılmaması gerekmektedir. Özellikle eğitilmiş insan sayısının ve bu ülkelerin kültür değerlerinin arttırılmasına gayret gösterilmelidir. Fakat asla aceleci davranıp, bir şeyleri silah gücü ile değiştirmenin çekici kapsamına girilmemelidir. Kazanç elde etmek için veya bir şeyleri -olumlu manada dahi olsa- değiştirmek için gücünüzle saldırır, yakar yıkarsanız tüm dünya halklarının tepkisini çekersiniz. Fakat öte yandan akıl ve ahlakla, insanî değerler ile yardıma koşarsanız, sadece yardıma koştuklarınızın değil, tüm âlemin gönül sultanı olmuş olursunuz. mayıs 2014 59 HABERAJANDA Said, İkinci Dünya Savaşı sonrası İslam dünyasının genç kuşağından sayılıyor. Cezayirli büyük düşünür Malik Binnebi’nin seçkin öğrencisi ve izleyicisi olarak tanınmıştır. 60 mayıs 2014 Cevdet Said, anlattığı her şeyi zaten kitaplarında, seminerlerinde, dünyanın pek çok yerinde yıllardır söylüyordu. Çünkü onun kaynağı Kur’an-ı Kerim’di ve onun için, ondan başka hakikat kaynağı yoktu. *** Suriyeli düşünür Cevdet Said, şiddet karşıtlığı ve Kur’an ayetlerine getirdiği farklı yorumlarla dikkat çeken bir isim. Said’in şiddet karşıtı fikirleri, “ılımlı İslam” fikrini savunan çevreler tarafından da son zamanlarda sık sık referans olarak gösteriliyor. *** 50 yılı aşkın bir süredir dünyanın pek çok ülkesinde seminerler veren, Kur’an-ı Kerim’i anlama ve uygulama hassasiyeti ile sohbetler düzenleyen, bu minvalde pek çok araştırma çalışmasına imza atan Cevdet Said’i ülkemiz, medyanın mahir spekülatif sunumu ile tanıdı. *** Suriye rejiminin zulmüne maruz kalarak 14 yıl kadar hapis yatmış, mesleği elinden alınmış, beş ay kadar önce ülkesinden Türkiye’ye göç etmiş, farklı bir ülkenin diline, üslubuna, niyet okumasına henüz aşinalık kesbedememiş, çeviri zafiyetine yenik düşmenin muhtemel olduğu ve sınırlı bir zaman dilimi içinde gerçekleşen bu görüşme, bana göre sadece bir keşif programı olarak yorumlanmalıydı. C EVDET Said, uzun yıllardır vahyî perspektiften yaptığı çalışmalarında “şiddet karşıtı”düşüncelerini oldukça net biçimde sunan ve söylemlerinde “fikrî mücadeleye” dikkat çeken, ülkemizde dilimize çevrilerek basılan kitaplarından tanıdığımız Suriyeli bir mütefekkir. Bundan 10 yıl kadar önce, bir arkadaşımın tavsiyesi ile İslam düşünürü Cevdet Said’in “Güç, İrade, Eylem” isimli kitabını okumuş ve hayli istifade etmiştim. Okuduğum bu kitap, 4. baskı olup Ekim 2004 tarihini taşıyordu. O dönemde diğer çalışmalarını etüt etme fırsatım olamamıştı. 26 Aralık 2013 tarihinde, Hilal TV’de, Resul Tosun ve Sibel Eraslan’ın Cevdet Said’i konuk olarak ağırladıkları “Hasılı Kelam” programını izlemiş ve program sonrası Said hakkında yazılanları takip etmiştim. “Hasılı Kelam” programında yaptığı açıklamalarla dikkatleri çekmiş ve hakkında pek çok eleştiri yazısı yazılmıştı. Cevdet Said ismi, ikinci kere dikkatimi çekmişti. Yaşayan bir mütefekkir Geçtiğimiz ay ise bir arkadaşım, Kafkas Vakfı’nda Cevdet Said’in seminerine davet etti. O seminere katılamadım, ancak Kur’an-ı Kerim’i anlama ve anlatmayı gaye haline getirmiş yaşayan bir mütefekkiri ziyaret etmeyi kendime vazife addettim ve kendisini evinde ziyaret ettim. O gün, dünya Müslümanlarının ahvaline, çözüm önerilerine, ülkemizdeki siyasi gelişmelere ve özellikle kendisi hakkında yapılan eleştirilere kısa kısa değindik. Yaklaşık bir saatlik bu sohbet kısaydı; ancak Cevdet Said, anlattığı her şeyi zaten kitaplarında, seminerlerinde, dünyanın pek çok yerinde yıllardır söylüyordu. Çünkü onun kaynağı Kur’an-ı Kerim’di ve onun için, ondan başka hakikat kaynağı yoktu. Cevdet Said ismi, üçüncü keredir ilgi alanıma girmişti. Bizatihi kendisiyle de tanışmak nasip olmuştu. Bu gelişmeden sonra ülkemizde tercüme edilerek basılmış diğer kitaplarını etüt ettim nihayet. Okumalarımı yaptıktan sonra kısa bir söyleşiyi aktarmak yerine, Said’in çalışmalarından, kitaplarından, ülkemizde hakkında yazılanlardan derlenmiş, daha faydalı olabileceğini düşündüğüm bu çalışmayı kaleme aldım. Nesrin Çaylı nesrincayli.ajanda@gmail.com Cevdet Said ismi, üçüncü keredir ilgi alanıma girmişti. Bizatihi kendisiyle de tanışmak nasip olmuştu. Bu gelişmeden sonra ülkemizde tercüme edilerek basılmış diğer kitaplarını etüt ettim nihayet. Okumalarımı yaptıktan sonra kısa bir söyleşiyi aktarmak yerine, Said’in çalışmalarından, kitaplarından, ülkemizde hakkında yazılanlardan derlenmiş, daha faydalı olabileceğini düşündüğüm bu çalışmayı kaleme aldım. mayıs 2014 61 HABERAJANDA Cevdet Said, yaşayan bir düşünür ve kapıları hemen hemen herkese açık. Gayet nazik ve sorulan sorulara 83 yaşına rağmen “delikanlıca” cevap veriyor, müzakere ve mütalaa ediyor. Cevdet Said kimdir? 1931 yılında, Suriye’nin Golan bölgesindeki Bi’ri Acem köyünde doğdu. Adigelerin Abzeh kabilesinin Tsey sülalesine mensup bir ailenin çocuğudur. Ezher Üniversitesi’nin orta bölümünü okudu. Ardından aynı üniversitenin Arap Dili ve Edebiyatı Fakültesi’nden mezun oldu. Sürekli fikrî meselelerle meşgul oldu, 50’li yılların sonlarından itibaren başlattığı yazma, araştırma, inceleme ve konferans verme faaliyetlerini sürdürdü. Düşüncelerinde özellikle İslam’a şuurun yeniden tashih edilmesi/düzeltilmesi, şiddetin reddi, “değişim” kavramı, afakî ve enfüsî ayetlerin araştırılması, diyalog, anlaşma, uzmanlaşma, birlikte yaşam gibi konular üzerinde yoğunlaşmasının yanı sıra, çağdaş Arap ve İslam âleminin yaşadığı düşünsel sorunlar üzerinde çalıştı ve İslam dünyasının felsefî ve kültürel değerlerini yeniden dirilterek öze dönmeyi amaçladı. Çağdaş düşünce özgürlüğünün en başta gelen savunucularındandır. Suriyeli düşünür Cevdet Said, şiddet karşıtlığı ve Kur’an ayetlerine getirdiği farklı yorumlarla dikkat çeken bir isim. Said’in şiddet karşıtı fikirleri, “ılımlı İslam” fikrini savunan çevreler tarafından da son zamanlarda sık sık referans olarak gösteriliyor. 62 mayıs 2014 Dağ eteğinde bir köy ve iki inek Said, İkinci Dünya Savaşı sonrası İslam dünyasının genç kuşağından sayılıyor. Cezayirli büyük düşünür Malik Binnebi’nin seçkin öğrencisi ve izleyicisi olarak tanınmıştır. Suriye’de Esed rejimi tarafından birkaç kez sorgulanmış, 14 yıl hapis yatmış, mesleğinden men edilmiş, her mütefekkir gibi hakikat yolculuğunun çilesini çekmiş bir düşünür. Büyük kentleri, bozulmaların en büyük batağı olarak kabul eden Said, ülkemize göç etmeden önce ailesi ile birlikte, İsrail sınırına çok yakın, dağ eteğindeki köyünde, beslediği iki ineği ve arıcılık ile geçimini sağladığı rivayet olunuyor. Cevdet Said, 2012 yılının Kasım ayında, kardeşi Muhammed Said’in Suriye rejimine ait tankların açtığı ateş ile şehit olmasından sonra, yeğenleri ve eşi ile birlikte ülkemize göç ediyor. Türkiye’ye gelişi, hicret mi, göç mü, yoksa bir kaçış mı olduğu da o dönemde tartışma konusu oluyor. Bu özgeçmişe, şahidi olduğum son durumu eklemeliyim: Said, şimdi Beykoz’un şehir merkezinden yaklaşık 20 kilometre uzaklıkta, Akbaba köyündeki mazbut bir evde, eşi ve şehit olan kardeşinin çocuklarıyla birlikte yaşıyor. Evin girişi bir cami kursunu andırıyor. Gayet sade döşenmiş, iki kanepe ve bir sehpadan ibaret olan odaya kabul ediliyoruz. Çay ve hurma eşliğinde sohbet ediyoruz. Yüzünde sıcak bir tebessüm, sesinde heyecan var. 83 yaşına rağmen hayli dinç. “Bu enerjisi, vahiyle hemhal olmanın bir armağanı mıdır?” diye düşünmekten kendimi alamadım doğrusu. O, 1984’te satırlarıyla Türkiye’deydi Cevdet Said’in, “Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları” isimli kitabı, ilk olarak İnsan Yayınları tarafından dilimize çevrilerek 1984 yılında düşünce dünyamıza kazandırılmıştır. Bu çalışma, o yıllarda Türkiye’nin içinde bulunduğu 80 Darbesi sonrası sorgulamalar açısından önemli fikirler barındırmaktadır. Ancak sessiz soluksuz, sadece ilgilisinin dikkatini çekebildiği kadar okunabildiğini düşünüyorum. Daha sonra Pınar Yayınları, Said’in pek çok eserinden bazılarını 2000’li yıllarda yayın ve fikir dünyasına kazandırmıştır. Bu dönemde basılan kitaplarının eskiye oranla kısmen bilinirliliğinin arttığını, fakat yine de belli bir kesim tarafından etüt edildiğini söyleyebilirim. İki yıl önce yeniden fark ettik 50 yılı aşkın bir süredir, dünyanın pek çok ülkesinde seminerler veren, Kur’an-ı Kerim’i anlama ve uygulama hassasiyeti ile sohbetler düzenleyen, bu minvalde pek çok araştırma çalışmasına imza atan Cevdet Said’i ülkemiz, medyanın mahir spekülatif sunumu ile tanıdı. İsminden düne kadar pek haberdar olmadığımız bir kişiyi, medyanın pek hızlı bir biçimde yaftalayıp polemik vesilesi olarak sunumunu yapmakta cesurca taktiklere sahip olduğuna kimsenin bir itirazı olmaz sanırım. İşte 26 Aralık 2012’de, Hilal TV ekranlarında, Resul Tosun ve Sibel Erarslan’nın konuğu olarak Cevdet Said’i gördük görmesine de bu programdan sonra oluşan eleştiri ve değerlendirmelerin ayakları ne kadar yere basıyordu, pek emin olamadık. Said’i ağırlayan Tosun ve Eraslan’ın samimi bir girişim içinde olduklarından hiç şüphem yok. Özellikle Sibel Eraslan’ın programı gayet olumlu ve objektif kapattığı gözlerden kaçmamıştır. Ancak ne olduysa program sonrasında oldu, kalem sahibi olan (etkin yahut değil) pek çok yazar, Cevdet Said hakkında yazdı ve çizdi. Öte yandan bu program, Cevdet Said’i anlama konusunda bize ipuçları sunuyordu. Fakat izleyenlerin polemik oluşturması adına da çok fazla sebep barındırıyordu. Suriye rejiminin zulmüne maruz kalarak 14 yıl kadar hapis yatmış, mesleği elinden alınmış, beş ay kadar önce ülkesinden Türkiye’ye göç etmiş, farklı bir ülkenin diline, üslubuna, niyet okumasına henüz aşinalık kesbedememiş, çeviri zafiyetine yenik düşmenin muhtemel olduğu ve sınırlı bir zaman dilimi içinde gerçekleşen bu görüşme, bana göre sadece bir keşif programı olarak yorumlanmalıydı. O güne kadar hakkında yeterli araştırma yapılmamış, o gün itibariyle “şiddet karşıtı” söylemlerinden hareketle gerekçeleri ve çıkış noktası doğru biçimde analiz edilmeden, bir özel kanal, Cevdet Said’i “sözde âlim” ifade- leri ile sundu. Yaslandıkları nokta, Cevdet Said’e atfedilen şu iki ifade idi: İlki, “Türkler silah meraklısıdır”; ikincisi, “Osmanlı hilafet ile yönetiliyor. Hilafet rejimi demokratik değildir” şeklinde. (Cevdet Said’in, bu ifadelerin yanlış anlaşıldığına dair cevapları ve izahları “Düşüncede Yenilenme” isimli kitapta verilmiştir.) Acaba neden? Bütün bu olanlardan sonra Cevdet Said, verdiği röportajlarla yanlış anlaşıldığını izah ettiyse de basında çalakalem yapılan eleştiriler öylece kaldı ve Said hakkında elle tutulur bir açıklama yapılmadı. Bunda şaşılacak bir şey yok elbette, fakat dikkati celp edecek saklı bir nokta var: Mütefekkir Said, gündeme “şiddet karşıtı” olarak getirilip Türk ve Osmanlı tarihine dil uzatan “sözde âlim” olarak lanse edilmişse de onun hakkında yaptığım okuma, araştırma ve 1980 yılından bu yana yaptığı çalışmalarda Said’in asıl derdinin ve gayretinin insanlığı ısrarla Kur’an-ı Kerim’i anlamaya davet ediyor olmasıdır. Birkaç siyasî gündem maddesi üzerinden “Çamur at, tutmazsa izi kalır” mantalitesi ile böyle bir manipülasyon gerçekleşmişse ve sonra tekzip edilmemişse, komplo teorisi üretme pratiğimizin arttığı şu günlerde zihnim “Acaba neden?” sorusunu soruyor. Münferit mesuliyet Eleştirmek çok kolay, eleştirdiğimiz her ne ise onun yerine yeni bir şey ikame edebilmekse çok zordur. Hakikat, malumunuzdur ki tektir ve her mümin için ilim farzdır. Vahiy, bize geçmişimizden anımıza ve dahi geleceğimize ait muhteşem reçeteler sunan yegâne rehberdir. Ancak bu rehbere özel zaman ayıran, ihtisas alanı içinde değerlendirerek anlaşılmasını sağlayan mütefekkirlerden beslenmek, bizler için geniş ufuklar açacak, hayatta varoluş misyonumuza vizyon katacaktır. Cevdet Said, yaşayan bir düşünür ve kapıları hemen hemen herkese açık. Gayet nazik ve sorulan sorulara 83 yaşına rağmen “delikanlıca” cevap veriyor, müzakere ve mütalaa ediyor. Said’in çalışmaları hakkında fikir sahibi olmak, düşünce dünyamız için bir zenginlik olacaktır diye düşünüyorum. Mütefekkirler, bana göre taraf tutmak, şehy bellemek, cemaat mensubu olmak ve oluşturmak için değildirler. Bilakis, hayatlarımızı doğru değerlendirmek, kulluk vazifemizi idrak ederken ilmî ve fikrî teatide bulunmak, bilgilerine danışmak için kıymetlidirler. İslam toplumsal bir dindir, ancak münferit mesuliyet yükler. Her birimiz, aklımızı kullanmakla mükellefiz ve dahi doğruyu tayin için, düşünürlerin fikirlerinden beslenmekte beis yoktur. İşbu beslendiğimiz fikirler, yegâne hakikat kaynağı Kur’an-ı Kerim’i esas alıyor olsunlar… Cevdet Said’in çalışmalarının tamamında, kaynağı şartsız ve kuralsız Kur’an-ı Kerim olan düşüncelerine, tespit ve analizlerine bu bilgi dairesinde bakıldığında, fikirlerinden istifade edileceğini ve yeni ufuklar açacağını düşünüyorum. Kitap ve sohbetlerinde isimlerini zikrettiği Doğulu ve Batılı düşünürlerin çalışmalarını etüt etmiş olması da önemlidir. Muhammed Esed, Muhammed İkbal, Malik Bin Nebi, Bediüzzaman Said Nursi ve Batılı düşünürlerinden Arthur Herbert Wilde, Martin Heidegger ve Michel Foucault, bu isimlerden sadece birkaçıdır. Okuma haritası 2012 yılında yaptığı açıklamalar sonrasında kendisine yapılan eleştirilere verdiği cevaplar ve farklı ülkelerin haber kurumlarına verdiği röportajlar da yine Pınar Yayın- mayıs 2014 63 HABERAJANDA ları tarafından derlenmiş ve 2013 yılı Eylül ayında basılmıştır. Pek çok soru işaretini zihinlerden kaldıracak izah ve cevapların bulunduğu bu kitap önemlidir. Şimdi Cevdet Said’in kitaplarının içeriğine dair küçük alıntılarla bir okuma haritası oluşturalım. Bu bölümü hazırlarken, kitap isimlerinin yanında, kaleme alındığı tarihe ulaşabilmişsem o tarihi, ulaşamadıysam ülkemizde ilk basılan tarihi not etme ihtiyacı hissettim. Çünkü Cevdet Said’in, istikrarlı biçimde ve yıllar öncesinden beri vahye dikkat çektiği gerçeği böylece belirtilmiş olacaktır. Düşüncede Yenilenme (Pınar Yayınları-Eylül 2013) Said ile gerçekleştirilen söyleşiler, onun fikrî incelikleri, başlangıçları ve tartışmaya açık yönleriyle entelektüel bir bileşendir. Bu haliyle söyleşiler, önce onun entelektüel yolculuğunu anlamayı mümkün kılan birer işaret taşıdır. Bu kitap, çeşitli kaynaklardan toplanarak bir araya getirilen söyleşilerden oluşmaktadır. Bu söyleşileri dört temel izlek çerçevelendirmektedir. Düşünce dünyasıyla tanışma, kavramlar, Müslüman dünyanın kronik sorunları ve aktüel siyasî gelişmeler. Söyleşiler boyunca bütün bu izlekler birbirlerine karışmakta ve anlamlı bir bütün oluşmaktadır. Yine de her söyleşi, söyleşiyi yapanın öncelik verdiği konularla bağlantılı olarak, benzersiz ve kendine özgü havasını oluşturmakta, okur, burada bakış açılarına ve kişisel kabullere ilişkin son derece büyük bir eleştirelliğin dile geldiğini gözlemleyebilecektir. Bu arada herkesin paylaştığı belli bir anlayışı ortaya koyan görüşler de dikka- tinizi çekecektir. Bu derleme, aynı zamanda bir bütün olarak, günümüz Müslümanlarının düşünce dünyasının belli başlı tartışma konularına da ışık tutacaktır. Din ve Hukuk (1998) Aydın kavramını, modern bir kavram olmanın ötesinde, toplumları irşat eden önderler anlamında kullanan Cevdet Said, var olan içler acısı durumda aydınların sorumluluklarının siyasilerden daha fazla olduğuna değinirken, yine aydınlara sorumluluklarını da hatırlatır. Cevdet Said, evrensel siyasetin en üst kurumu makamında bulunan Birleşmiş Milletler’de, hukukun hükümsüz kılınarak güce ve altın buzağıya, yani kapitale tapınıldığını gündeme getirirken, aydınların suskunluğunu eleştirir. 90’lı yıllarda kaleme almış olduğu yazılardan oluşan “Din ve Hukuk” kitabında veto hakkı üzerinde yoğun olarak durmuş olması, onun güncel siyasal meseleleri kendi kavramlarıyla nasıl yorumladığını göstermektedir. Hakka tanıklık eden aydınların bulunmadığı fetret zamanında, peygamberlerin davetini bir defa daha ihya ederek insanlığın karşılaştığı sorunların çözülmesi gerekliliği vardır. Demokrasiyi, şiddet dışı siyasal değişimi önermesinden dolayı yücelten Cevdet Said, 90’lı yıllardaki Cezayir olaylarını eleştirirken, Müslüman dünyada sadece Türkiye’nin demokratik siyasal sistemi kabul etmekle önemli bir rol üstlendiğini söyler. Yine aynı yıllarda ifade edilen bu görüşler, temelde demokrasi yüceltisi şeklinde okunmaya müsait olmanın yanında, Cevdet Said’in öteden beri savunageldiği ve ısrarla üzerinde durduğu kavramları yeniden hatırlatması çerçevesinde de anlaşılabilir. Âdem’in Oğlu Habil Gibi Ol (1996) Cevdet Said, Hazreti Adem’in iki oğlu arasında meydana gelen, insanlık tarihinin ilk mücadelesinden hareketle Yüce Allah’ın tasvip ettiği metodu değişik açılardan değerlendirerek, Âlemlerin Rabbi tarafından onaylanan bu metodun insanlık için bir meşale olması gerektiğini ısrarla vurguluyor: “Yüce Allah, Hazreti Âdem`in iki çocuğu (Habil ve Kabil) ile ilgili olayı, onlardan her birinin takındığı tavırları, sergiledikleri tutumları, sorunları çözme konusunda kullandıkları yöntemlerini bize anlatmıştır. Sözgelimi, onlardan biri, karşılaştığı sorunu, yakalandığı hastalığı halletme konusunda ‘öldürme yöntemini’ benimserken, öteki sorunların çözümlenmesi, hastalıkların tedavisi konusunda bu üsluplardan hiçbirini kabul etmemiş, problemlerin çözümlenmesi hususunda bu tür yöntemlerin içine girmekten uzak durmuştu. Kuşkusuz bugün beşeriyet/insanlık, artık Hazreti Âdem`in oğlunun (Habil) sergilediği bu tutumu anlama ve algılama imkânına yaklaşmıştır. Oysa insanlık, asırlar boyu bu büyük haberden yüz çevirdi, onu kabule yanaşmadı. Bununla da kalmadı, mesela problemleri çözme konusunda şiddet kullanmaya yanaşmayan, böyle bir oyunun içine girmeyen tutumu delilik ve gericilik/geri kafalılık olarak tanımladı.” Kurtulmak isteyenlere hazır reçeteler yetiştiren bir kalem değil Cevdet Said. Öncelikle kurtarıcılardan kurtulmayı gerektiren bir yola çağırıyor muhatabını. Dünyanın en problemli coğrafyalarından birinde yaşayan bu düşünür, okurlarını zorbalık yerine rüşt yoluna çağırıyor. Üst üste kim bilir kaç kuşağın tutkuları peşinde paramparça olduğu bu coğrafyaya farklı bir teklif, değişik bir bakış açısı getiriyor. İlk fırsatta zalime dönüşen bir mazlum olmak yerine akleden, bilgiden korkmayan, ikrahtan ve fesattan uzak durmayı seçen Habil’in bir portresini örnek gösteriyor. Şiddet ve baskı yöntemleri kullanan kurtarıcıların teklif ettiği parlak reçeteler yerine barış, diyalog, birlikte yaşamak gibi değerleri öne çıkaran bir yazar Cevdet Said. Güç, İrade, Eylem (1995) Daha çok fikrî mücadele üzerinde duran Cevdet Said’in, eylem teorisini ortaya 64 mayıs 2014 koyduğu ve konuyu bütün boyutlarıyla ele almaya çalıştığı “Güç, İrade, Eylem” adlı eseri, onun düşünce dünyasının temellerini anlamak bakımından son derece önemlidir. 1980’de kaleme alınan kitapta, Müslüman gençliğin fikrî önderlik yerine siyasî önderliği öne çıkaran bir eylem stratejisini benimsiyor oluşu eleştirilirken, Malik Bin Nebi’nin meseleyi tahlil edişine yer verilmekte ve gençlerin hissî davranışlardan uzak durmaları önerilmektedir. Said’in eylem anlayışında kudret ve iradenin bileşimi esastır. Eğer bu ikisinin değeri yüksekse, eylemin değeri de yüksek olur. Bunlardan birinin değeri düşük olursa, eylemin değeri de düşük olur. Eylem meselesindeki kapalı noktaları çözerek Müslümanların meselelere bakış açısını değiştirmeye çalışmasının altında yatan temel düşünce, İslamî hareketliliklerin başarısızlıkları karşısında gayet rahat bir tavır takınılmasını sağlayan değerlendirmelerin yanlışlığını ortaya koymaktadır. Öte yandan Müslümanların, yanlışlarını sorgulamak bir yana, sürekli kendilerini savunmaya çalışmalarını, yanlışların kendiliğinden meydana geldiğini, dolayısıyla onların oluşumunda hiçbir rollerinin olmadığı şeklindeki kanaatlerini çocukça bulan Cevdet Said, temel olarak Müslüman zihninin, arkasına gizlediği karanlık noktalara ışık tutarak yerleşik eylem telakkisini değiştirmenin gerekli olduğunu ifade etmektedir. Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları (1984) “İnsanın ve toplumun sorunları nelerdir?” Bu soruya Batı bilimleri açısından bakıldığında, insana “kendi dışından” tespit edilen ve adına “gelişme” denen hedeflere varabilmek için, öncelikle insanın ve toplumun tanınması gerekir. Tanıma ve bilme, kontrol etme ve denetleme, vazgeçilmez bir başlangıç aşamasıdır. Batı’da psikoloji “insan”ı, sosyoloji de “toplum”u denetlemek ve belli hedeflere yönlendirmek amacıyla geliştirilmiş ve fakat bugünü insana acı vermekten başka pratik bir değeri kalmamış bilimler olarak faaliyetlerini sürdürmektedir. Cevdet Said ise bu kitabında, farklı kalkış noktalarından hareket ederek ve başka amaçlar güderek, insanın ve toplumun değişme sorunlarını araştırmaktadır. Vardığı sonuç çarpıcıdır: İnsan ve toplum, gelişme denen, sonu belirsiz, tarihsel bir maceranın aracı değil, aksine kendi tarihini kendi yapabilecek gücün ve imkânın kaynağıdır. Âdemoğlunun İlk Mezhebi (1966) Cevdet Said, Müslüman dünyanın karşılaştığı sorunları öncelikle teorik olarak ele alıp irdelemenin gerekli olduğunu düşünmektedir. İslamî ve insanî sorunların çözümü konusunda örnek bir model olması düşüncesi ile 60’lı yılların sonundan bu yana Hazreti Âdem’in oğlu Habil’in mezhebini kendine araştırma konusu olarak seçen Cevdet Said, onların öykülerinde kendisini çekenin ne olduğunu açıklarken, insanlar arası ilişkilerde gözetilmesi gereken sınırların burada olmasını anar öncelikle. Said’in 1966’da kaleme aldığı “Âdemoğlunun İlk Mezhebi” kitabı, şiddeti anlamaya dönük olarak biri minimalist, diğeri de daha geniş ve kapsamlı “ihlal ve ihmal olarak şiddet” olmak üzere iki anlayışı bir arada sunmaktadır. Bu olguyu gündelik varyantlarıyla birlikte salt toplumsal kökenli ve/veya kişilerarası şiddet biçiminde kavramayıp, savaş, silahlı mücadele, terör eylemleri gibi, şiddetin siyasî gerekçelerini de tahlillerine dâhil eder. Şiddeti geniş kapsamlı bir tahlile tâbi tutan bu yaklaşım tarzı, şiddetin bir sarmal gibi yapılandığını görmemizi sağlar. Şiddetin bu iki hâli arasındaki geçişliliğin her zaman Âdemoğulları örneği üzerinden ele alınmış olması, onun meseleyi kökten kavrama isteğinin göstergesidir. Değişim Rüzgârları (2003) Cevdet Said, düşünce düzleminde, Müslüman dünyanın büyük bir kriz içinde bulunduğu kanaatini taşımaktadır. Ona göre, var olan sorunların tahlil edilmek bir yana, tetkike tâbi tutulmasının gerekliliği konusunda tam anlamıyla vurdumduymazlık yaşanmaktadır. “Değişim Rüzgârları”, büyük sorunların, geri kalmışlığın sınırlarının, kambur edici geleneklerin etkisinin yoğun olduğu bir zaman diliminden değişim rüzgârlarının Müslüman dünyada esmeye başladığı bir zaman dilimine geçildiğini ve ümmetin uzun zamandır yitirdiği kimliğini yeniden kazanacağına ilişkin umudun dile getirildiği bir kitap olması bakımından kayda değerdir. Altı dersten oluşan kitap, Cevdet Said’in Bi’ri Acem köyünde yapmış olduğu sohbetleri içermektedir. İlk sohbeti 17 Mayıs 1993 tarihli olan kitap, genel olarak 90’lı yılların genel iyimserliğini yansıtır. O yıllardaki diyalog, hoşgörü, kanun hâkimiyeti, çoğulculuk, silahlı mücadelenin tenkidi, Batı’nın üstünlüğünün kabulü gibi konular öne çıkar. Kitap, aynı zamanda dünyanın değişmesiyle mücadele araçlarının da değiştiğini, fakat Müslüman dünyanın bunun idrakinde olmadığını dile getirmesiyle de farklı bir bakış açısı sunar. İyi okumalar diliyor, hayra vesile olmasını temenni ediyorum. mayıs 2014 65 haberajanda Ortadoğu Arap Baharı’nın getirdiği değişim dalgası sadece siyasî, demografik ve coğrafî değişimlerle sınırlı kalmayacaktır. On yıllardır üzerlerine serpilmiş olan umutsuzluk ve özgüven eksikliğini yaşanan bu süreçte üzerlerinden atacak olan bölge halkı, etkisi küresel anlamda hissedilecek yeni sorular da üretecektir. “İslam ve demokrasi yan yana işlemez” argümanıyla başta kendi halklarını ve İslam dünyasını baskı altında tutmak suretiyle algı yönetimi yapan Batı dünyası, bölgenin değişim talebine destek vermeyerek aslında kendi meşruiyetini sorgulamanın bir konusu haline getirmiştir. Zira demokrasinin menşei olarak kabul edilen Batı dünyası, Cezayir, Filistin ve son olarak Mısır’daki demokratik taleplere darbe vuran cunta yönetimlerinin yanında yer alarak en güçlü argümanı olan demokrasi sınavında sınıfta kalmıştır. 66 mayıs 2014 Ortadoğu’da sü G EÇTİĞİMİZ yüzyılın başlarında Osmanlı’nın dünya sahnesinden silinmesiyle asker kökenli darbelerle şekillenen yeni devlet yapıları, uyguladıkları baskıyla bölgede güç eksenli bir istikrarın oluşmasını sağladı. Yeni rejimlerle oluşan yönetim biçimleri, temelde farklılık arz etseler de tasarrufta diktatöryal yönetim ekseninde birleştiler. Ancak söz konusu rejimler, bölgenin tarihsel gerçeklerine ve ruh yapısına uygun politikalar uygulamaktan uzak kaldılar. Böylece müstakil birer devlet olarak sınırları çizilen Ortadoğu devletleri, ithal akıl argümanlarıyla donatılmış rejimlerle yönetildiler. Ortadoğu’nun gerçeklerine tezat olan bu durum, süreci son üç yılı aşkın süredir yaşanan değişim taleplerine getirmiştir. Arap halkları, bölgenin genelinde yıllar boyu süren baskılara, zorbalıklara, haksızlıklara, hayal kırıklıklarına ve de ekonomik, siyasal ve sosyal başarısızlıklara “Yeter!” demek için sokaklara dökülmüştür. Ünlü Arap edebiyatçısı İlyâ Ebu Madi’nin ifadesiyle “Arap halkları, despot rejimlerce her türlü insanî haklar- dan mahrum bırakılmış, açlık ve sefalet içinde yaşamaya zorlanmıştır”. Arap Baharı, işte bu tarihsel sürecin bir birikimi olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim sokağa dökülen halklar demokrasi, özgürlük ve ekonomik iyileşme talebiyle sloganlar atmışlardır. Arap Baharı: Halkların değişim talebi Ortadoğu büyük ve köklü bir değişim sürecinden geçiyor. Bu değişimin görünen yüzü, bugün artık yaygın bir terim haline gelmiş olan “Arap Baharı” denilen süreçtir. Sü- Türkiye bu süreçte, azınlık diktalarının değil, kendi geleceğine sahip çıkmak isteyen halkların yanında yer aldı. Kan bağına, ırka ve dine dayalı her türlü kutuplaşmayı, etnik ve mezhep temelli tüm siyasî seçenekleri reddetti. Zira yeni Türk dış politikasının karar alıcıları, yaşadığımız coğrafyadaki etnik ve mezhep farklılıklarını birer zenginlik olarak görmektedir. Evrensel ve demokratik değerler üzerinde savunulan siyaset anlayışıyla coğrafyamızın geleceğine sahip çıkmaya gayreti gösterilmektedir. Cahit Tuz* cahittuz.ajanda@gmail.com reklilik ve değişim recin başladığı güne dek, otoriter rejimlerin dünyadaki tüm değişim dalgalarına karşı koyarak ayakta kalmanın yolunu hep bulduğu bölgede, kentli orta sınıfların başını çektiği bir özgürlük ve egemenlik hareketi, sarsılmaz denen birçok yerleşik yapıyı sarstı ve bir anda hem bölgenin, hem de dünya siyasetinin niteliğini değiştiren bir boyut aldı. Her yüzyılın ilk çeyreğinde dünyayı dizayn etmeye çalışan küresel güçler, iradeleri dışında cereyan eden söz konusu uyanış hareketlerine müdahil olma gayreti içerisine girdiler. Öncelikli olarak sürecin Suriye’de bir iç savaşa götürülmek suretiyle tıkanma noktasına getirilmesi sonucu yapılan katliamlar, yaşadığımız yüzyılın tarihine kara bir leke olarak geçmiştir. Dünyanın acziyetini apaçık bir şekilde gözler önüne seren bu hadise, sarılması zor yaralar meydana getirmiştir. Ancak dünyanın, Ortadoğu halkalarının bu haklı talebine göstermiş olduğu duyarsızlıksa değişim iradesine engel olmayacaktır. Özellikle ulusal egemenlikler aşamasında dünyayı kendine ve ötekine cehennem eden örgütlü ideolojilerin saldırgan politik tutumları, bölge insanında sinmeyi ve saklamayı yaşamsal reflekslerin zorunlu savunması olarak görmeye zorladı. Halk bu noktada inançlarını gizlemek zorunda bırakılmıştır. Ancak iç içe kaynayan alevlerin bir yanardağı püskürtür gibi püskürteceği gün gelecekti. Materyalist sapmalar, saplantılar ile bastırılmış insan cevheri kendini yeniden keşfedecekti. İşte Arap Baharı süreci, bölge üzerinde adeta ameliyat yapan tüm dinamiklere “Dur!” demeyi ifade eden ve tamamen iç dinamiklerce ortaya çıkan toplumsal bir itirazdır. Türkiye bu süreçte, azınlık diktalarının değil, kendi geleceğine sahip çıkmak isteyen halkların yanında yer aldı. Kan bağına, ırka ve dine dayalı her türlü kutuplaşmayı, etnik ve mezhep temelli tüm siyasî seçenekleri reddetti. Zira yeni Türk dış politikasının karar alıcıları, yaşadığımız coğrafyadaki etnik ve mezhep farklılıklarını birer zenginlik olarak görmektedir. Evrensel ve demokratik değerler üzerinde savunulan siyaset anlayışıyla coğrafyamızın geleceğine sahip çıkmaya gayreti gösterilmektedir. Sorular değişiyor Artık bölgede hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı aşikârdır. Ortadoğu’da uyuşukluğa meydan okuyan yeni bir uyanış bulunmaktadır. Bölge halkları, artık kendi kaderlerini kendileri belirleme noktasında geri döndürülemez bir yere ulaşmıştır. Bölgede yaşanan hadiseler, gerek bölgesel, gerekse küresel ölçekte birçok ülke için bir test mahiyetini taşımaktadır. Bölgesel olarak, ülkelerine sıçrama ihtimali olan gösterilerin kullandıkları havuç-sopa metoduyla kendi topraklarında kök salmasını ve ivme kazanmasını engelleme çabalarının konjonktürel açıdan kısa vadeli sonuçlar verse de uzun vadede bir çözüm olmayacağı anlaşılacaktır. Zira toplumdan gelen değişim talepler siyasal kontrolden demokrasiye, aşırılıktan hoşgörüye, ekonomik darboğazdan müreffeh bir yaşama dönüşü ifade etmektedir. Dolayısıyla uzun vadeli şümullü değişimlere gitmeyen yönetimlerin risk altında olacağını ifade etmemiz mümkündür. Durumu küresel açıdan değerlendirdiğimizde, Arap Baharı’nın getirdiği değişim dalgası sadece siyasî, demografik ve coğrafî değişimlerle sınırlı kalmayacaktır. On yıllardır üzerlerine serpilmiş olan umutsuzluk ve özgüven eksikliğini yaşanan bu süreçte üzerlerinden atacak olan bölge halkı, etkisi küresel anlamda hissedilecek yeni sorular da üretecektir. “İslam ve demokrasi yan yana işlemez” argümanıyla başta kendi halklarını ve İslam dünyasını baskı altında tutmak suretiyle algı yönetimi yapan Batı dünyası, bölgenin değişim talebine destek vermeyerek aslında kendi meşruiyetini sorgulamanın bir konusu haline getirmiştir. Zira demokrasinin menşei olarak kabul edilen Batı dünyası, Cezayir, Filistin ve son olarak Mısır’daki demokratik taleplere darbe vuran cunta yönetimlerinin yanında yer alarak en güçlü argümanı olan demokrasi sınavında sınıfta kalmıştır. Kanaatimce önümüzdeki süreçte “İslam ve demokrasi birlikte işler mi?” sorusundan ziyade, Batı dünyasının İslam dünyasında demokrasiye hazır olup olmadığını konu edinen tartışmalar daha revaçta olacaktır. Özellikle yeni yetişen akademisyenlerin bu hususta yapacakları araştırmalar ve kaleme alacakları bilimsel çalışmalar, İslam dünyasında yaşanan önemli tıkanıkların önünü açacaktır. Sözün özü, Ortadoğu değişiyor ve eski anlayışlar, dolayısıyla eski düzen(sizlik) yıkılıyor. İletişim dili “çatışma dili” olmaktan çıkıyor, barış ve uzlaşma dili haline geliyor. Bunun doğal bir sonucu olarak çatışma kültürü de işbirliği kültürüne dönüşmektedir. Belki de uzunca bir süreden sonra bölge, kendi kaderini kendi ellerine almaya başlamaktadır. Not: Soma’daki menfur hadisede vefat eden tüm kardeşlerimize Yüce Rabbimden rahmet, yaralı kardeşlerimize acil şifalar, ailelerine sabır ve metanet diliyorum. Rabbim bu tarz acıları ülkemize bir daha yaşatmasın. *SDE Ortadoğu Uzmanı mayıs 2014 67 haberajanda Strateji İslami dönem İran’ında iktidara gelen üç Farisiler Zend ve Pehlevî hanedanlıkları ile Humeyniyan Cumhuriyetiydi ve bu yönetimler arasında sonuncusu olan ve “Mollakrasi” aşağılamasıyla anılan rejim döneminde ülke, “İsna Aşeriye” fanatizmiyle çok farklı bir çizgiye oturmuştu. Son rejimin, bu yanıyla “Şah İsmailci” bir manzarası vardı. Ancak 1501 ve 1735’e kadar İran’ı idare eden İsmail’in mensubu olduğu Safevi Hanedanı, çağdaşı Osmanoğulları’ndan kat be kat “Türkmen” idi. Şu anda İran idaresi, tarihinde ilk defa İran ırkı ve İran ırkına özgü İslam anlayışının eline geçmiş durumdadır. Bu itibarla “derin İran”ın ülke tasavvuru, kadim “Ahameniş-Persiyan” İmparatorluğu’nun akıl almaz genişlikteki coğrafyasını ele geçirmenin yanında, Emevi İslam Devleti’nin Endülüs’e kadar uzanan topraklarında “Oniki İmamcılığı” hâkim kılmaktır. *** Biraz geriye gidelim. Yıl: 1979... Humeyni, Tahran’da... Fransa’dan geldiğinde yanında kim var, ne var? Bunu kimsenin bildiği yok ama dikkatinizi çekerim, Ayetullah Tahran’a indiğinde, Batı Asya’nın en büyük hükümdarı apar topar tabanları yağlıyor ve soluğu Mısır’da alıyordu. Şah’ı bu kadar korkutan neydi ki sığındığı ülkede/eski Firavunların Mısır’ında “ödü patlamış” olarak ölü bulundu?! 68 mayıs 2014 İran’ın “ezoterik” Kim bu İran’ın giz 1979 yılında, İran İslam Devrimi gerçekleşti. Nokta… Her ne kadar cümle sonuna işaret olarak “nokta” konacaksa da bu cümlenin sonuna bir “noktalı virgül” konulmalı kanaatimizce; zira “Humeyni Devrimi,” İran coğrafyası üzerinde olup bitmiş bir durum değil, tüm İslam arazizinde yeni başlayan bir sürecin prototipi olarak karşımızda duruyor. Seyitahmet Karamağralı sakaramagrali.ajanda@gmail.com ittifakları.. li dostları? >> Haddızatında Humeyniyan tasavvur, bir pergel gibi sivri ucunu “Kum’lu” bir zemine batırıp suya atılan taş etkisiyle çevresine doğru halka halka genişlemenin de startını vermişti takvimler ‘79’u gösterirken... Etrafta uzanıp giden diğer Müslüman ülkeler, bu duruma “devrim ihracı” diyerek ad koydu ve bu duruma karşı tavır almakta gecikmediler. Humeyni faşizmi, Miladî 640’lı yıllarda Zerdüştik Kisra yönetiminin Nihavend Savaşı’nda “kutlu” ateşinin söndürülmesi sonrasında geçen 1330 yıllık moladan sonra İranlıların İran’a hâkim olma hareketinin ismiydi ve Son Sasani Kisrası’nın Türkistan’da vurulmasından sonra, onun ve akrabalarının davasını gütmek için kuru- Kendimizi boş iş ve lafıgüzafla kandırmayalım; “İran’a herkes düşman!” palavrasını bir yana itip “Yüzer yıllık periyotlarda, gelecekte kim bizim gizli müttefikimiz olacak?” diye kafa yoralım. lan “Şuubiye” yer altı teşkilatının zaferi gibiydi. Bu arada, Zend Hanedanı’nın altmış yıllık yarı hâkimiyetiyle Rus Sefaretinde kavas (bekçi) olarak görev yapan Taberistanlı, Elburz dağlısı Rıza’nın Pehlevî’sinin, altmış yıllık sahiplenişini saymazsak, İranlılar, Fars ülkesinde idarede değillerdi. Derin İran’ın “ölümcül” amacı İslami dönem İran’ında iktidara gelen üç Farisiler Zend ve Pehlevî hanedanlıkları ile Humeyniyan Cumhuriyetiydi ve bu yönetimler arasında sonuncusu olan ve “Mollakrasi” aşağılamasıyla anılan rejim döneminde ülke, “İsna Aşeriye” fanatizmiyle çok farklı bir çizgiye oturmuştu. Son rejimin, bu yanıyla “Şah İsmailci” bir manzarası vardı. Ancak 1501 ve 1735’e kadar İran’ı idare eden İsmail’in mensubu olduğu Safevi Hanedanı, çağdaşı Osmanoğulları’ndan kat be kat “Türkmen” idi. Şu anda İran idaresi, tarihinde ilk defa İran ırkı ve İran ırkına özgü İslam anlayışının eline geçmiş durumdadır. Bu itibarla “derin İran”ın ülke tasavvuru, kadim “Ahameniş-Persiyan” İmparatorluğu’nun akıl almaz genişlikteki coğrafyasını ele geçirmenin yanında, Emevi İslam Devleti’nin Endülüs’e kadar uzanan topraklarında “Oniki İmamcılığı” hâkim kılmaktır. Şuubiye’den kalan derin amaç; dinî ve ırkî anlamda iki kere büyütülüp pekiştirilmiş biçimde, “ölümüne” hayata geçirilmeye çalışılır- ken, her ne pahasına olursa olsun Kıyamet’in eşiğinde ele geçirilen nihai fırsatın bir daha elden kaçırılmaması için bir “nükleer İran” şarttı. İşte, son yıllarda, “Kıyamet İran’ını” oluşturma gayreti gözetilmektedir. Dünyada, kimilerinin ellerini ovuşturarak, kimilerinin dehşetle izlediği İran manzarası budur. Nice zamandan beri başta İsrail, ABD ve diğer batılı devletlerin onca gözdağına ve hatta yıkıcı yaptırımına rağmen, “Derin İran”ın “ateşli” plânlarında bu kadar ısrarcı olmasının sebepleri ne olabilir? Bu soruya verilecek iki cevap var… Bir: İranistan’ı çevreleyen ülkeler içerisinde yer alan ve oralarda “Truva Atı” sayılabilecek ekalliyet, Humeyniyan tasavvurun iştahını kabartan ilk etken olarak karşımıza çıkıyor. “Kim bu Truvalılar?” sorusunun cevabı, uzun ve bir o kadar da “Yok artık!” dedirtecek hayret potansiyeline sahiptir. Tamamı Sünni olarak bilinen çevre ülkelerdeki Şii nüfus, bulundukları tablo içinde “altın oran” denilecek kadar bereketli... Pek çoğumuza göre, Şia’nın vatanı İran olarak bilindiği için doğal olarak Şiilerin yurdu da İran olacaktır, öyle değil mi? Lakin gelin görün ki kazın ayağı öyle değildir. İran dışında ve “komple Sünni” diye düşündüğümüz İslam ülkeleri içinde “istemediğimiz kadar” Şii yaşamakta. Mesela Azerbaycan, neredeyse baştan ayağa Şii nüfusa sahip bir ülke olarak çıkıyor karşımıza. Yine bunun gibi Şii oranı, Pakistan’da mayıs 2014 69 haberajanda Strateji yüzde 20 dolaylarında seyrediyor ki bu oran, iki yüz milyona yaklaşmış olan ülkede, kırk milyon gibi bir sayıya ulaşıyor. Daha bitmedi... İslam ülkeleri içinde, otuz yıl evveline kadar neredeyse tüm tarihi Sünni idareler egemenliğinde geçmiş olan Irak’ın yaklaşık yüzde 70’i Şii inancına mensup insanlardan oluşuyor. Benzeri bir oran da Afganistan’da karşımıza çıkıyor; ki bu oran yüzde 20’den fazla… Suriye’nin yüzde 10’u, Suudi Arabistan’ın yüzde 15’i, Katar’ın yüzde 25’i, Bahreyn’in yüzde 75’i, Kuveyt’in yüzde 30’u ve Lübnan’ın yüzde 45’i Şii dersem ne dersiniz? “Yok daha!” değil mi? Bu arada, ülkemizi ise bu isimlerin yanında saymıyorum bile. Zira “Ben de bu yayladan Şah’a giderim” hikâyelerinin memleketinin sahibiyiz biz. Plân yapıldığına göre… Gelelim ikinci sebebe… Bugün, İslam dünyası içinde, kendi soy dünyalarının üst seviyelerinde olup da İran’la aynı “ırki/imani iştahı” göstermeyen ülkeler de var. Mesela, bunlardan biri Türkiye… Herkesin bildiği bir coğrafi gerçeklik olarak, ırk düzleminde bütün Orta Asya Türkiye’yi çağırıyor, Sünni açıdansa tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika el sallamaya devam ediyor Anadolu insanına yani Hoca Nasrettin anlayışına göre irmik ve şeker hazır ama Türkiye’nin “kalaylı lengerde tepeleme sıcak helva” yapmaya ya da kendisine yakın bölgeleri yutmak için derin planlar yaptığını sanan var mı aranızda? Peki… Şartları Türkiye’ye göre daha vasat olan İran’ın bir “Caferi İmparatorluğu” kurma noktasındaki iştahı niçin böyle kabarık? Çünkü herkes, gücü ölçüsünde plan yapar, gücü dışında hayal kurar. Ciddi ciddi plân yaptığına hatta plân yapmakla kalmayıp Irak’ı yörüngesine aldığına, Suriye’deki Galat-ı Şia’nın en şedidlerinden olan Numeyriyan Suriye’sinde örtülü bir harbe giriştiğine göre, “İran’ın, yüz yıllardan Artık “ana hatları” ile belli olan İran’ın gizli müttefikine/ müttefiklerine göre İslam, iki bölüm: Sünniler ve Şiiler... Bu noktada gizli müttefik kendi kendine soruyor: “11’inci yüzyıldaki Haçlı Seferleri’nden beri kendime kadim düşman olarak bellediğim İslam, Şia’da mı, Sünnilikte mi temsil ediliyor?” 70 mayıs 2014 beri hayata geçirmeyi istediği söz konusu, “Ahameniş-Persiyan İmparatorluğu için şartsız bir inancı var” demektir. Yoksa onu bu yola sevkeden, bizim bilmediğimiz ya da göremediğimiz güçlü bir arkası mı var? Evet! Bulunduğumuz “kirli bilgi” noktasından bakınca arkası boş, önü dolu gibi görünen İran’ın, dünyayı karşısına alırken öyle çok müttefiki var ki… Oh’ho! Peki kimlerdir bu müttefik olacak ikiyüzlüler? Bugün, Tahran’a düşman görünen kim varsa, İran’ın müttefiki de odur. Başta İngiltere, İsrail ve ABD olmak üzere, Almanya, Fransa müttefikidir İran’ın. Bu noktada, ittifakı ayan beyan durumdaki Rusya ve Çin’in durumunu saymıyorum; zira o durum, yazımızın konusuna dahil değildir. İran’ın gizli müttefiklerinin kim olduklarını bilmenin ölçüsü, “İran düşmanlığı”dır; yani şu anda Tahran’a düşman gözüyle bakan kim varsa o bizatihi, “Aryanların Ülkesi”nin gizli ortağıdır. “Aryan ya da Ari Irk” deyince hepimizin aklına kim gelir? Tabii ki dünyanın en “ezoterik delisi” Hitler, değil mi? İşte, “Deli Adolf ”un aradığı “Aryanik kök”enin dünya coğrafyasındaki adıdır İran yani Aryanların ülkesi… Sadece Sosyal Darvinizm’den etkilenerek aramaya çıktığı Aryan kök ve tarih arayışındaki motif değildir Tahran’ı Batılılarla ortak kılan şiar. Bir de “Ezoterik Kıyametçilik” vardır. Ortaklığın ikinci unsuru aynı zamanda İran ile Siyonistleri de aynı potada harmanlamaktadır. Kıyamet’e beş kala, beklenen “Zerdüştik Saoşyan” ile “Mesih” -buna bir de “Şia’nın Mehdi Muntasır”ını da eklersek- işin, ezoterik temeli şekillenmiş olmaktadır. Başta Amerikanlı Neo-con/Hıristiyan Siyonistler olmak üzere tüm Batılı New Age mezhepleri ve klasik Hıristiyanlıkla birlikte Musevilik, “Kıyamet’in Kutsal kurtarıcısı”nı beklerken İran boş durmuyor ve İran eski Cumhurbaşkanı Ahmedi Nejad ile ilişkili olduğu iddia edilen gizli Armegedon örgütü “Hüccetiler” marifetiyle Mehdi’sinin geldiğini ve bu haberi dünya medyasına vereceği günü bekliyor. Fransa’dan geldiğinde Humeyni’nin yanında kim vardı? Durun! İstirham ederim, yazdıklarım için “Yozgatlı Ahmet Efendi’nin uçuk kaçık fantezileri” derseniz gönlüm kalır. Biliniz ki, hakikatin kendisini, tamamına inanarak yazmaktayım. “Efendim, ittifaklara taktik değil de stratejik olarak yaklaşın, kısa vadeli bu durumlara kulak asmayın. Söz konusu ülkenin dinsel payda ortaklığını, ufak tefek yol kazalarını göz ardı ederek, kıyamete kadar uzatın ve öyle karar verin. Yeri gelmişken, birkaç yıl evvel biz, Suriye ile ortak kabine toplantısı yapmadık mı? Şimdi ise ha girdik, ha giriyoruz modundayız. Bunu, nasıl bir dostluk metresiyle ölçebiliriz ki?” denebilir… Biraz geriye gidelim. Yıl: 1979... Humeyni, Tahran’da... Fransa’dan geldiğinde yanında kim vardı, ne vardı? Bunu kimsenin bildiği yok. Ama dikkatinizi çekerim, Ayetullah Tahran’a indiğinde, Batı Asya’nın en büyük hükümdarı apar topar tabanları yağlıyor ve soluğu Mısır’da alıyordu. Humeyni’nin Tahran’a, yanındaki bir uçak dolusu Batılıyla indiğinde, Şah’ı bu kadar korkutan neydi ki zavallı adam, sığındığı ülkede “ödü patlamış” olarak ölü bulundu? Bu sorunun cevabı henüz verilmiş değil. Herhalde, devrinde bölgesinin en güçlü ordusuna ve istihbaratına sahip olan “Şehinşah/Şahlar Şahı”nın bir uçak dolusu –gazeteci olduğu iddia edilenadam ve yaşlı bir ayetullahtan korktuğunu düşünecek değiliz. Bitmedi… Koskoca Şah Hanedanı’nı yaşlı bir adamın güçsüz nefesiyle yere çalan gizli gücün, kurulan “Şia Devleti”ne yardımlarını sürdürdüğünü görüyoruz. İran’ın yakasındaki, Sünniliğin kalelerinden bu manadaki açık açık İran Şia’sı düşmanlığından çekinmeyen iki devletin peş peşe işgal edildiğini “Yaşlı Kum Beyi’ne” bir kıyak olarak yorumlayamıyorsak, neye yoracağız? Evet, Afganistan ve Irak’tan söz ediyorum. Ne eski Afganistan, ne de eski Irak var artık. Biri, neredeyse ikinci bir Şia devleti haline geldi, diğeri o yolda ilerliyor. Gizli müttefikin yardımları Bu arada, gizli müttefikin yardımları sürüyor. Tunus, Mısır ve Libya’yı “iki bir” demeden yerle bir eden güç, söz konusu Suriye olunca kılını bile kıpırdatmıyor; böylece –hiçbir zaman vermeyeceği müdahale izniyle- Türkiye’yi kışkırtıyor, Suriye-İran dostluğunu sökülmez çivilerle perçinliyor ve Suriye’ye bağlı olarak Lübnan’a, Şii Hizbullah eksenindeki bir devlete dönüşürken ses çıkarmıyor (hatta güçlü lider Hariri bir bilinmeze götürülüyor). Bununla yetinmeyen gizli müttefik, Bahreyn’i apar topar bir küçük emirliğe dönüştürüyor ve İran’la sıcak temasa sokuyor. Suudlarınsa bırakın Bahreyn’i, kendi topraklarının asayişini sağlayacak gücü bile yok. Riyad Kralı, ülkesinde polis olarak Yemenli, asker olarak Pakistanlı lejyonerleri çalıştırıyor. Peki, bunca sıkıntılı şey varken komşu Bahreyn’i savunmak Suud’a mı düşmüştü? Daha bitmedi… Yemen de farklı değil. Sünni yönetime karşı ayaklanan Şiiler, Salih Abdullah’ı devirmelerinin ardında geçen makul bir sürenin sonunda, Şii bir aşiret beyini “Emir/İmam bilmem kaçıncı Yahya” diye tahta oturtmasınlar sakın? Bakmayın siz Yemenlilerin İran gibi “Oniki İmamcı” değil de “Beş İmamcı Zeydi” olduğuna; iş sonunda varıyor “hulûl hâlindeki Ali’ye” dayanıyor. Çok su kaldıracağını düşündüğüm İran hamurunun, yoğurulmaya müsait kalanı kısmı var fakat yazmayacağım. Zira Yavuz Selim kızıyor. (En çok sarf ettiği cümle: “Ağabey, kısa yaz, yerimiz yok!”) Sonuç Bırakın görünen ittifaklara bakıp anasını almayı, kenarına bakıp bezini almalıyız. Artık “ana hatları” ile belli olan İran’ın gizli müttefikine/ müttefiklerine göre İslam, iki bölüm: Sünniler ve Şiiler... Bu noktada gizli müttefik kendi kendine soruyor: “11’inci yüzyıldaki Haçlı Seferleri’nden beri kendime kadim düşman olarak bellediğim İslam, Şia’da mı, Sünnilikte mi temsil ediliyor?” Kendi sorusuna verdiği, kendi cevabı da şöyle uğursuz müttefiğin: “Bunun lamı cimi yok, İslam’da yol Sünniliktir, Şia ise tali... Öyleyse, ne pahasına olursa olsun, NeoHaçlı savaşı sürmeli ve asıl İslam temsilcisi Sünnilik, yeryüzünden silinmelidir. Bu silme işleminde tali İslam, iyi bir müttefik olabilir. Öyleyse yaşasın İran! İslam coğrafyasında Persiyan harekâtı için her türlü destek mubahtır. Hırslı bir devlet kurmak, onu güçlendirmek ve silâhlandırmak ve karşısındaki Sünni devletleri –özellikle Türkiye’yi- çökertmek için her şey yapılmalı…” Durum, işte bundan ibaret! Kendimizi boş iş ve lafıgüzafla kandırmayalım; “İran’a herkes düşman!” palavrasını bir yana itip “Yüzer yıllık periyotlarda, gelecekte kim bizim gizli müttefikimiz olacak?” diye kafa yoralım. Son sözümüz yine, her şeyin en doğrusunu “Alim” olan Allah bilir… mayıs 2014 71 haberajanda Dosya Arap Baharı ortaya çıktığında, Müslüman kadınların siyasî sürece katılımı yeni bir bakış açısı kazanmıştır. Libya’daki olayları inceleyen sosyolog Ryan Calder, Arap Baharı sırasında erkeklerin kadınlara davranma tarzlarında belirgin bir ayrım olduğunu vurgulamış, kadınlara yönelik saygınlığın artması belirgin bir hal almıştır. Haziran 2012’de Ürdünlü kadınlar, suç failinin, kurbanıyla evlenmesi halinde tecavüz bedelinin kaldırılmasına izin veren kanunu protesto etmiştir. *** Lübnan’da eşinden dayak yiyen kadınların, görgü tanığı olmadan boşanma davası açması mümkün değil. Fiziksel şiddeti belgeleyen tıbbî raporlar dahi bu alanda yetersiz görülüyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW), polise şikâyette bulunan kadınların ise evlerine geri gönderildiğini belirtiyor. Eşlerin, kadınların bedeni üzerinde mutlak hak sahibi olması, evlilik içi tecavüzün suç sayılmaması ile bir kez daha meşrulaştırılıyor. Bazı ülkelerdeki ceza kanunu ise, tecavüzcülerin kurbanlarıyla evlenmeyi kabul etmeleri halinde, davalarının düşürülmesini mümkün kılan maddeler içeriyor. 72 mayıs 2014 a d ’ u ğ o Ortad : m ı k a r i b n e y ü y ü b ig derek Î M A M L Z I S İ N E F I M K Zehra Ulucak zehraulucak.ajanda@gmail.com ADINLARIN birey olma çabaları, aydınlanma ile başlayan sürecin hümanist felsefeler ve bireyciliğe yapılan vurgu ile beslenmesinin bir sonucudur. Kadına karşı ayrımcılığın engellenmesi, zamanla Ortadoğu ülkelerinin de yoğun siyasi gündeminde yerini almaya başlamıştır. >> İslamî feminizm tanımını, Ortadoğu ve İslam dünyasında cinsiyet araştırmaları konusunda uzman olarak çalışmalar yapan Margot Badran, “İslamî bir paradigma içerisinde açıkça ifade edilen feminist bir söylem ve bundan ilhamla ortaya çıkmış davranış ve aktivizmler” olarak, daha pratik ve genel bir tanımla ise yine aynı alanda uzman olan Sa’diyya Shaikh, “Kur’an’ın kesin sosyal adalet emri temelinde en dolu çağdaş tepkilerden biri” olarak tanımlıyor. Bu tanımlardaki ortak noktanın, İslami feminizmin, feministik algı ve tepkinin İslam kökenli tecessümü olarak görülmesi olduğunu söyleyebiliriz. Genel “feminizm” akımından kısaca bahsedecek olursak, kadınların değersizleştirilmesi üzerine kurulan feminist teorik perspektifleri, seslendikleri sorunun biyolojik, bireyselci, sosyopsikolojik ya da sosyokültürel ve ekonomik olarak tanımlanıp tanımlanmadığına bağlı olarak dört kategoriye ayırabiliriz. Bu perspektifler, biyolojik manipülasyonları ve/veya siyasal ayrılıkçılığı (radikal feminizm), bireysel davranışı (liberal feminizm), sosyo-psikolojik etkenleri ve bireysel davranışı (bilişsel/toplumsal öğrenme teorileri ve Fransız feminizmleri dâhil psikanalizden etkilenmiş toplumsal cinsiyet teorileri) ve/veya sosyo-psikolojik koşulları ve bireyleri etkileyecek devrimci sosyokültürel ve ekonomik olayları (Marksist ve sosyalist feminizm biçimleri) içerecek olan bir değişme ihtiyacını varsaymalarına göre de ayrılabilir. Feminist düşünce evrimi Radikal feminizm, cinsiyetler arasında biyolojik olarak doğuştan gelen (innate) farklılıklar olduğunu varsayar ve genellikle kadınları değersizleştirmenin kökenlerini açıklamaktan ziyade, radikal alternatiflerin betimlenmesi ve geliştirilmesiyle ilgilenir. Radikal feminizm, kadınların yeniden üretim süreçleri üzerindeki denetimlerinin, patriarkali ayakta tutmanın başlıca vasıtası olduğunu savunur. Kimi radikal feministler, bu sorunun tek çözümü olarak biyolojik bir devrim önerisinde bulunur. Kadınların erkeklerden tamamen ayrı yaşamaları gerektiğini savunan radikal feminist yazarlar, sperm bankalarının kullanılmasından kadınların kendi özgün dillerini kullanmalarına kadar ekstrem önerilerde bulunurlar. Liberal feminizm, rasyonel zihinsel gelişimin en yüksek insan ideali olduğunu ve devletin bu amacı ve bununla ilintili amaçları izlemek konusunda herkese eşit fırsat verilmesini güvence altına alacak şekilde edimde bulunması gerektiğini varsayar. Erken dönem liberalleri kadınların eşit oy ve mülkiyet hakkı edinmesi için çalışırken, günümüzde eşit ücret ve istihdam gibi konular için savaşmaktadırlar. Hem Marksist, hem de sosyalist feministler, kapitalizm koşulları altında sınıfsal baskının kadınlar üzerindeki baskıda temel bir etken olduğuna inanırlar. Ortodoks Marksistler sınıfsal baskıyı sorunun başlıca kaynağı olarak görürken, sosyalist feministler ise patriarkalin sınıfsal baskıya eşit derecede önem taşıyan bir etken olduğuna inanırlar. Birçok sosyalist feminist, ırk, cinsel tercih ve kültürel ardyöre gibi kategorile- mayıs 2014 73 haberajanda Dosya İslamcı feminizm Bugün tartışılmakta olan İslamcı feminizmin kökleri, 19. yüzyılda İslam ülkelerindeki Batılılaşma/modernleşme çabalarına katılan entelektüel kadın ve erkeklerin düşüncelerinde bulunabilir. Bu yüzyılda kadın hareketlerinin de görüldüğü1 Osmanlı (Türkiye), Mısır ve İran’da başlayan tartışmalar, farklı toplumsal tecrübelerden etkilenmiş olsalar da ortak bir çizgi oluşturmaktadır. Bu kadın hareketleri, eleştirel kadın bakış açısının ürünü oldukları için İslam kültürü içinde gelişen bir kadın bilinçliliğinin varlığına da işaret etmektedir2. rin de hesaba katılması gerektiğini savunur ( Jaggar, 1983). Engels, kadınların erkeklere tâbi kılınmasının kapitalizmden, özel mülkiyetten ve tek eşli aile biçimlerinden önce var olmadığını iddia ettiği The Origin of the Family, Private Property and The State (Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni) başlıklı çalışmasında Marksist feminist argümanları başlatır. Bugün Marksizm’den etkilenmiş feministlerin çoğu, Engels’in katkısını, kadınların modern çekirdek aile yapısı içinde baskı altına alınmasının ilk maddeci açıklaması olarak kabul eder. (H. Leslie Steeves) “İslam hey şeyin çözümüdür” anlayışı Arap dünyası feministlerinin son yıllarda büyük bir ikilem içinde olduğundan bahseden haberler, Mısır, Suriye veya Lübnan gibi ülkelerdeki laik kadın hareketleri- 74 mayıs 2014 nin yok olmak üzere olduğunu söylüyor: “İslamî hareketin destekçileri, bu örgütleri Batı taklitçisi ve fazla elit olmakla eleştiriyor. Bu nedenle laik kadınların kendilerine yandaş bulma şansı günden güne azalıyor ve bu durum da yeni bir feminist akımın güçlenmesine yol açıyor: İslami feminizm.” İslamî feminizm için, feminizmin bahsini ettiğimiz dört versiyonuna alternatif olarak geliştirildiğini, kaynağının, Kur’an ve ilmihallerin savunduğu, kadına ait hak ve özgürlükler olduğunu söyleyebiliriz. “Temeli dinî metinlere dayanan, kadın ve cinsiyet konusunda yürütülen bu tartışmanın temelindeki dinî metinlerden en önemlisi Kur’an-ı Kerim ve Kur’an’dan yola çıkılarak belirlenen günlük hayata dair davranış biçimleri ve diğer bazı dinî usul ve kaideler de bu tartışmalar üzerinde etkili olmaktadır.” (Badran) Bundan birkaç yıl önce Beyrut’ta gerçekleştirilen, Arap ülkelerinde İslamî feminizmin yükselişiyle dışlanan laik kadın hareketinin tartışıldığı bir toplantıda, Tunus Manuba Üniversitesi’nde toplumsal cinsiyet çalışmaları alanında ders veren Amal Grami, İslamî feminizm akımının ortaya çıkmasının ve kendine birçok destekçi bulmasının nedeninin, İslam’ın siyasette güçlenmesi ve İslamî hareketin toplumda giderek daha fazla taraftar bulması olduğunu söylemiştir. Grami, “Kadın konusu dinî bir çerçevede tartışıldığında, İslamî görüşü savunanların ünlü ‘İslam her şeyin çözümüdür’ sloganı gelip başköşeye oturuyor sanırım. Yani çözüm İslam’da ve İslamî kurumlarda aranıyor. Tüm siyasi, sosyal ve ekonomik faktörler ise göz ardı ediliyor” demektedir. Bugün tartışılmakta olan İslamcı femi- nizmin kökleri, 19. yüzyılda İslam ülkelerindeki Batılılaşma/modernleşme çabalarına katılan entelektüel kadın ve erkeklerin düşüncelerinde bulunabilir. Bu yüzyılda kadın hareketlerinin de görüldüğü1 Osmanlı (Türkiye), Mısır ve İran’da başlayan tartışmalar, farklı toplumsal tecrübelerden etkilenmiş olsalar da ortak bir çizgi oluşturmaktadır. Bu kadın hareketleri, eleştirel kadın bakış açısının ürünü oldukları için İslam kültürü içinde gelişen bir kadın bilinçliliğinin varlığına da işaret etmektedir2. Siyaset bilimci Mürvet Hatim, İslamî feminizmi İslamî politikanın bir stratejisinden ziyade, İslam kültüründe kadının yerinin tam olarak anlaşılması için bir olanak sayıyor. Hatim, “İslamî feminizm, kültürel kadın mirasını ortaya çıkarmak için sürdürülen bir çabadır. Yüzyıllardır ilk defa inançlı kadınlar söz alarak, İslamî tarihteki ve İslam dinindeki haklarını talep ediyorlar. Bu alanlar, daha önce tamamen erkeklerin egemenliğindeydi ve kadınları susturma amacıyla kullanılıyordu. Laik ve dindar kadınlar arasındaki tartışmada önemli olan, ortak görüşte birleşmek değil, bence önemli olan, diyaloğu koparmamak ve her iki tarafın da diğerini susturmaya çalışmamasıdır” diyor. (Kaynak: DW-Mona Naggar) Müslüman feministlerin ortaya çıkışı İslam dünyasında büyüyen, İslamcılık hareketi içinde gelişen İslamcı feminizm, terim olarak İranlı yazar Afsaneh Najmabadeh ve Ziba Mir-Huseyni’nin eserlerinde ve Tahran menşeli kadın dergisi Zanan’da ve Suudi Arabistanlı kadın yazar Mai Yamani tarafından 1996 yılında yayımlanan “Feminism and Islam” kitabında kullanılmıştır. Terim olarak ortaya çıkışı yakın tarihlere rastlasa da Müslüman toplumlarında kadın haklarının müdafaasının yaklaşık yüz yılı aşan bir geçmişi vardır. Batılı ülkelerin Müslüman toplumlara yönelik eleştirilerine cevap niteliği taşıyan ve ilkin ihyacı-reformist İslamcı erkek yazarların eserlerinde yer alan bu müdafaa biçimi, kadınların İslam toplumlarında köleden farksız, ikinci sınıf insan muamelesi gördükleri suçlamalarını yok etmeye yöneliktir. lışmalarında ifade bulmaktadır. 20. yüzyılın sonuna doğru entelektüel Müslüman kadınlar, Müslüman dünyadaki kadın sorununu -Batılı feminist söylemi de dikkate alarak- tartışmaya başlamışlardır. Böylece İslam kültürü içinde feminist söylemden dolaylı olarak etkilenen yeni bir kadın söylemi ortaya çıkmıştır. Bu yeni söylem, kadın çalışmaları sahasına katkı yapan bir literatür oluşturmaya başlamıştır. Son yıllarda entelektüel Müslüman kadınların din ve gelenek içinde kadının durumunu tartışan çalışmalarında dile getirdikleri yaklaşımlar “İslamcı feminizm” olarak adlandırılmış ve bu entelektüel Müslüman kadınlara da “İslamcı feminist” denilmiştir3. Musawah ve Sisters 20. yüzyılın sonunda İran İslam Cumhuriyeti, hem İslam ülkelerindeki kadın hakları çabasının yönünü, hem de Batı’daki seküler feminist bilim insanlarını etkilemiştir4. İran’daki İslamcı feminizm tartışmaları, daha çok bu ülkedeki siyasi-sosyal değişim bağlamında yapılmaktadır. Bu tartışmalar 1980’lerde başlamış olsa da asıl tartışmalar 1990’lara gelindiğinde ortaya çıkmıştır. Najmabadi, 1994’te yaptığı bir konuşmada İslamcı feminizmi dinî ve seküler feministler arasında diyaloga imkân tanıyan bir reform hareketi olarak tanımlamıştır5. Geçtiğimiz ay The Nation’nın web si- tesinde yer alan bir makale, güncel İslamî feminizmi özetler nitelikteydi. Müslüman geleneğini sürdüren Müslüman kadınların, kendi hakları için savaşmakta olduğundan bahseden makale, yıllar boyunca birçok kadının Müslüman kimliği ve cinsiyet eşitliğindeki inançları arasında seçim yapmak durumunda kaldığını yazıyordu. Bu, imkânsız bir karardı. Hem inançlarını, hem de feminist vicdanlarını reddedemezlerdi, bunlara ihanet edemezlerdi. Dört yıl önce “Musawah” adında küresel bir eylem ortaya çıktı. Temeli eşitliğe dayanan bu eyleme göre kadınlar, Müslümanlık geleneğinde kendi hakları için, eşitlik için savaşabilirlerdi. Birçok Müslüman kadın için bu, bir ilham kaynağı oldu. Türkiye, Mısır, Gambiya, Pakistan gibi ülkelerden 12 kadın, bu eylemin öncüsü olmuş ve eyleme liderlik etmiştir. Kuala Lumpur’da yapılan bir toplantı sonucu bu eylem, resmî bir boyuta taşınmıştır. Liderlik Konseyi şu an Malezya’da olsa da zaman zaman bir ülkeden başka bir ülkeye taşınabilmektedir. Bütün dünyada Musawah üyeleri, eğitim materyalleri hazırlayarak ve kadınların yasal haklarını savunarak mücadele vermekte, sivil toplum kuruluşları da bu faaliyetlere aktif destek sağlamaktadır. Musawah, İslam dünyasından pek çok kadınla ortak çalışmaktadır. Musawah’ın yaklaşımı, İslamiyet’te “Sis- 20. yüzyılın sonunda İran İslam Cumhuriyeti, hem İslam ülkelerindeki kadın hakları çabasının yönünü, hem de Batı’daki seküler feminist bilim insanlarını etkilemiştir4. İran’daki İslamcı feminizm tartışmaları, daha çok bu ülkedeki siyasi-sosyal değişim bağlamında yapılmaktadır. İslamcı feminizm kavramı, İslam kültürü içinde gelişen bir olguya, Müslüman kadınların birey olma çabalarına işaret etmektedir. Bu çabaların yansıması, entelektüel Müslüman kadınların din ve gelenek içinde kadının durumunu ele aldıkları ça- mayıs 2014 75 haberajanda Dosya ters” olarak anılan bir kuruma dayanmaktadır. Zainah Anwar, 1988’de Sisters’ı kurmuş ve bunu Malezya’da siyasî ve dinî bir güç haline getirmiştir. Bir AIDS aktivisti olan Marina Mahatir (aynı zamanda Malezya’nın eski başbakanlarından birinin kızıdır) da “Sisters” ile çalışmaktadır ve kendilerini kocalarından geçecek HIV virüsünden korumak istemeyen birçok kadınla tanıştığını söylemektedir. Bu kadınlar, cinsel yaşamlarında eşlerine karşı itaatsizlikte bulunmak istemediklerinden, seksi reddetmeyi yahut evlerini ayırmayı ve hatta prezervatif kullanmak konusunda ısrarcı olmayı dahi düşünmemektedirler. Son 25 yıl içinde Sisters, İslamiyet kültüründe de bazı değişimlerin yaşandığını görmüş ve böylece daha fazla kadın hakkını aramakta, birçok Müslüman ülkede Kur’an tefsiri, kanunların yazılış ve uygulanma şeklini etkilemektedir. İslamiyet ilmine dayanan yasal sistem olan şeriat, birçok İslam ülkesinde yasaların kaynağını oluşturmaktadır. Malezya’da örneğin, şeriat mahkemesinin, aile kanunlarında Müslüman vatandaşlarının üzerinde yargı yetkisi vardır. İran, Mısır, Afganistan ve Suudi Arabistan gibi ülkelerde, neredeyse tüm mahkemeler İslam hukukuna dayanarak çalışmaktadır. Musawah’ın kurucuları, kadınların kanunlara dayanarak kendi haklarını savunmalarının mümkün olduğuna inanmaktadır. Kadınların kamu tartışmaları ve yürüyüşlere katılmasının ardından, yıllar sonra Fas’ta etkili olan yasal reformlardan da esinlenmişlerdir. 2004 yılında Fas Parlamentosu, evliliğin eşler arasında eşit sorumluluk ve eşit ortaklık olduğunu tanımlayan bir yasa tasarısı çıkarmış ve bu, kadınlara boşanma hakkını tanımıştır. “Hem Müslüman, hem feminist olunmaz” çukuru Feminizm, Amerika ve Avrupa’da ortaya çıktığı zaman, İslam dünyasının çoğu sömürge işgali altındaydı. Yirminci yüzyılda Müslüman ülkeler bağımsızlığını kazanmış, siyasî İslam’ın oraya çıkışı, İslamiyet ve feminizm arasındaki tansiyonu yükseltmiş, ortamı biraz daha kızıştırmıştı. İki ideoloji arasındaki uçurum, İran devriminin gerçekleştiği 1979 yılında daha da belirgin hale gelmişti. Ziba Mir-Hüseyni, iki düşünce biçimi arasında çatışma olduğunu, birinin siyasî İslam, diğerinin ise insan hakları ve eşitlik olduğunu dile getirmişti. Hem 76 mayıs 2014 Müslüman, hem de feminist olma seçeneği olmaksızın, bazı bireyler de inançlarından vazgeçmişlerdi. 1980’lerin sonunda, İslamiyet ve feminizm arasına bir uzlaşma gerekmekteydi. Malezya, feminizm için uygun bir zemin olmuştu. İslamiyet’i devlet dini olarak tanımasına rağmen Malezya, hâlâ çoğulcu bir demokrasi toplumudur. Malezyalı Müslüman feministler, devletten çok büyük tepki almamış, Sisters kurulduğunda Malezya Başbakanı Mahathir bin Muhammed, bunun için desteğini dile getirmiştir. Malezya’nın, ayrıca işgücünde aktif olan kadınlara sahip orta sınıfı mevcuttur. Diğer birçok Müslüman ülkede çok az kadın, evi dışında çalışmaktadır. Son zamanlarda yapılan Gallup araştırmaları, Arap ülkelerinde yaşayan kadınların işgücüne katılım oranının düşük olduğunu göstermektedir. Siyasî mücadelelerde Müslüman kadının yeri Arap Baharı ortaya çıktığında, Müslüman kadınların siyasî sürece katılımı yeni bir bakış açısı kazanmıştır. Libya’daki olayları inceleyen sosyolog Ryan Calder, Arap Baharı sırasında erkeklerin kadınlara davranma tarzlarında belirgin bir ayrım olduğunu vurgulamış, kadınlara yönelik saygınlığın artması belirgin bir hal almıştır. Haziran 2012’de Ürdünlü kadınlar, suç failinin, kurbanıyla evlenmesi halinde tecavüz bedelinin kaldırılmasına izin veren kanunu protesto etmiştir. 2012 yılının Ağustos ayında, 6 bin Tunuslu kadın, Tunus’un yeni anayasasında daha fazla eşitlik hakkı için yürümüştür. Müslüman dünyasında yaşanan değişimlerle birlikte, artık daha fazla kadın, cinsiyet eşitliğine yönelik hakkını aramaktadır. Bu arada atlanılmaması gereken, Arap İnsani Kalkınma Raporları’nın şiddetle eleştirdiği bir husus var ki, bu da “yabancı güçlerin” Arap kadınlarını “kurtarma” çabasıdır. Bu tür hareketler sonucu bazı Arapların, tüm kadın hareketlerini dışarıdan müdahale olarak gördükleri söyleniyor. Örneğin, çoğu Iraklı kadının ulusal egemenlik ve bağımsızlık meseleleriyle uğraşmaktan kaçındıkları için Amerika tarafından kendileri adına kurulan organizasyonlarda yer almadıkları belirtiliyor. Buna karşın Batı’dan getirildiği şeklindeki söylemin aksine, Arap kadın hareketlerinin, bölgede var olan kamu bilinci sayesinde oluştuğu ve Mısır’daki ilk kadın hareketle- rinin 1880’lerde başladığı savunuluyor. Batılı ülkelerde, 1979 İran devriminden sonra giderek artan, ama özellikle 11 Eylül saldırısından sonra zirveye ulaşan İslam fobisi, Ortadoğu’ya ilişkin arzuların ve korkuların yeni bağlamlarda, yeni söylemler içinde ifade edilmesiyle birleşti. Bu yeni bağlamın en belirgin teması, “gericiler tarafından kapatılan kadınların özgürlüklerine kavuşturulması” idi6. Arap Baharı’na yol açan ayaklanmalarda kadın protestocuların en ön saflarda yer alması, hatta protestolara ön ayak olması, Ortadoğu ve kadının rolü arasında yeni bir sayfanın açılacağı şeklinde yorumlanmaya başlamıştı. Örneğin Kahire’deki Adevviye Camii yakınlarında bir protestocu kampını yıkan askerî buldozerin önünde duran Mısırlı bir kadın, “Kanlı Çarşamba” adıyla anılan günün sembol isimlerinden biri oldu. Bunun yanı sıra, Suriye’de cani diktatör Beşşar Esed’e karşı savaşan kadınların kurduğu “Hazreti Aişe Tugayı”, hem ülkelerini savunuyor, hem de gerçekleştirdikleri eylemlerle Mısır’daki Müslüman Kardeşler’e destek veriyor. Günümüzde internet ve uydu gibi çağdaş medya aracılığıyla yeni özgürleşme kanallarına erişim sağlanabilmesi, kadınlar için bir nevi özgürleşme imkânı sağlarken, geleneksel yazılı basınla sağlanamayan diyalog, iletişim ve ulaşılabilir bir cemaat olgusu, bu yeni kanallar ile mümkün kılınmakta. Tartışılan “kadın” İslam ülkelerinde kadın konusu, genellikle toplumsal değişim tartışmaları bağlamında ele alınıp tartışılır. Ancak uzun bir süre sömürgeci tecrübe ve oryantalist söylemin etkisiyle daha çok savunmacı bir yaklaşımla Müslüman kadının hakları ve toplumsal konumu üzerinde durulduğu da gözlerden kaçmamalıdır7. Margot Badran, İslami feminizmden bahsederken “İslamî feminizmin, bir bütün olarak seküler feminizmlerden daha radikal” olduğunu söylemiştir. İslam dininin ortaya çıktığı döneme bakacak olursak, belirli rollere sıkıştırılan kadının, toplumun her kesiminde ortaya çıktığını görmeye başlıyoruz. O zamana kadar hep bir “nesne” olarak görülen kadın, “boşanma” ve benzeri haklarla birlikte “erkeğin malı” olmaktan çıkıyor. Margot Badran, İslami feminizmden bahsederken “İslamî feminizmin, bir bütün olarak seküler feminizmlerden daha radikal” olduğunu söylemiştir. İslam dininin ortaya çıktığı döneme bakacak olursak, belirli rollere sıkıştırılan kadının, toplumun her kesiminde ortaya çıktığını görmeye başlıyoruz. O zamana kadar hep bir “nesne” olarak görülen kadın, “boşanma” ve benzeri haklarla birlikte “erkeğin malı” olmaktan çıkıyor. Günümüzde ise araştırmaların odağına yerleştirilen Müslüman kadının, oryantalist yaklaşımlarda veya sömürgeci söylemlerde İslam ülkeleri için bir kimlik sorununa dönüştürülmesindeki asıl sorun, Müslüman kadının ötekileştirilmesi ve özne olarak var olmasına imkân tanınmamasıdır. İslam’ın, kadınların kapatılarak ve dışlanarak ikincilleştirilmelerine neden olduğu yahut cinsiyetlere ayrı yaşam alanları öngörerek onları güçlendirdiği düşünceleri, her durumda dini, tarih dışı bir alanmışçasına ele aldığı için sorunludur. Feminizmin İslam’a aykırı olduğu görüşünün öne sürülmesiyle pek çok feminist Müslüman kadın, İslam’ın erkekler tarafından kendilerine göre yorumlandığını ve Hazreti Peygamber döneminde kadınların sahip oldukları birçok hakkın ellerinden alındığını söylüyor. Yeni toplumsal cinsiyete duyarlı yorumlarda, Kur’an’daki toplumsal cinsiyet eşitliğine vurgu yapılmakta. İslamcı feministlere göre, Kur’an’daki bu toplumsal cinsiyet eşitliği, yaygın ataerkil kültürlerin etkisini yansıtan tefsir külliyatlarında görünürlüğünü yitirmiştir8. Nisa Sûresi’nin ilk ayetinde yer alan “Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkek ve kadın (meydana getirip) yayan Rabbinize karşı gelmekten sakının” ifadesi ile Hucurât Sûresi’nin 13. ayetindeki “Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık” ifadesi dikkate alınarak, kadın ve erkek arasında ontolojik açıdan bir fark olmadığı belirtilmektedir. İslamî prensipler ışığında erkeklik ve kadınlık kimliklerinin nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde de duran entelektüel Müslüman kadınlar, hem kendilerine biçilen Müslüman anne/eş rolünü, hem de erkeklerin ailede bir eş, baba, kardeş, oğul olarak İslamî rollerini oynayıp oynamadıklarını sorgulamışlardır. Pek çok ayet, açıkça erkeklerin kadınlar üzerinde haksız güç kullanımına karşı uyarı ve öğütlerde bulunurken, “Kur’an’ın yorumlarıyla erkeklik ve erkek rolleri nasıl anlaşılmalıdır?” sorusu sorulmuş, erkeklik nosyonunun ciddi olarak araştırılması gerektiğine işaret edilmiştir9. “Aile, ceza ve vatandaşlık” kanunlarıyla erkeklere göre ikincil statüye indirilen kadınlar, bölgedeki birçok ülkede birey haklarından ve topluma eşit katılımdan mahrum bırakılıyor. Yasal ayırımcılık ile şiddete maruz kalma riskleri yükselirken, Ortadoğu’daki birçok Müslüman ülkede aile içi şiddete karşı özel bir yaptırım ya da kanun bulunmuyor. Aile içi şiddet, çoğunlukla özel mesele sayılırken, devletin yetki alanının dışında tutuluyor. mayıs 2014 77 haberajanda Dosya Lübnan’da eşinden dayak yiyen kadınların, görgü tanığı olmadan boşanma davası açması mümkün değil. Fiziksel şiddeti belgeleyen tıbbî raporlar dahi bu alanda yetersiz görülüyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW), polise şikâyette bulunan kadınların ise evlerine geri gönderildiğini belirtiyor. Eşlerin, kadınların bedeni üzerinde mutlak hak sahibi olması, evlilik içi tecavüzün suç sayılmaması ile bir kez daha meşrulaştırılıyor. Bazı ülkelerdeki ceza kanunu ise, tecavüzcülerin kurbanlarıyla evlenmeyi kabul etmeleri halinde, davalarının düşürülmesini mümkün kılan maddeler içeriyor. Başta İran olmak üzere, İslam ülkelerinde, Kur’an’da kadına verilen hakların bilfiil uygulanması gerektiğine inanan kadınlar, umduklarını bulamamış durumdalar. Örneğin, bazı Müslüman ülkelerde de göçmen ve azınlık kadınlarının yanı sıra, yerli işçilerin hakları da ayırımcılığa oldukça açık. Göçmen işgücünü koruyan ulusal yasalar, çoğunluğu kadın olan yerel işçileri özellikle dışarıda bırakıyor. Bahreyn ve Suriye’de yerli işçiler, işverenlerin izni olmadan yurtdışına çıkamıyor, kadınlar fiziksel ve cinsel istismar riski altında ya da ücretsiz olarak çalıştırılabiliyor. Bu ülkelerin birçoğu, kadın 78 mayıs 2014 ticaretini engellemek ya da bu yolla bölgeye getirilen kadınların haklarını korumakta yetersiz kalıyor. İran İslam Cumhuriyeti’nin, kadınları koruma ve şereflendirme sözünü yerine getirmedeki başarısızlığı, İslamcı feminist meydan okumayı ya da Mir-Hüseyni’nin sözleriyle “yerli, yerel olarak üretilmiş feminist bilinçliliği” görünür kılmıştır10. İran’daki İslamcı feministler, aile içinde kadının statüsünü geliştirmeye çalışmış ve görüşlerini desteklemek için de yeni teolojik yorumlardan istifade etmişlerdir11. Mısırlı kadın araştırmacı Aziza M. Karam, kendi ülkesindeki feminist düşünceyi üçlü olarak sınıflandırır: Seküler feminizm, Müslüman feminizm ve İslamcı feminizm. Karam’a göre kadınların, cinsiyeti nedeniyle toplumda daha az avantajlı bir konuma sahip olduğunu düşünen ve daha adil cinsiyet ilişkileri geliştirmeye çalışan herkes feministtir ve farklılıklar, feminizm içindeki akım ve türler olarak görülebilir. Ülkemiz perspektifinden görülen feminizm Mehmet Şevket Eygi, İslamcı feminizm üzerine yazdığı bir yazıda, “Feminist İslam- cı olabilir, ama feminist Müslüman olamaz. Çünkü feminizm, İslam dinine uymayan, hayli vahim bozukluklar sergileyen bir ideolojidir. İslamcılık bir ideoloji, feminizm bir ideoloji. Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuş. Lakin hem mümin olacak, hem feminist, işte bu biraz zor. Biyolojik olarak erkekle kadın bir ve eşit değildir. Erkeğin üstünlükleri vardır, kadının üstünlükleri de. Elbette kadın ve erkek, insan olarak, Müslüman olarak hukuk önünde eşittir. Feminizm, sadece İslam’a aykırı değildir, Museviliğe ve Hıristiyanlığa da aykırıdır” ifadelerini kaullanıyor. Büyük ölçüde Mısır ve İran gibi ülkeler ile Batı’da yaşayan Müslüman kadınların yaptıkları çalışmalarla şekillenen feminist söyleme, Türkiye’de yaşayan Müslüman kadınların henüz yeterince katılmadığını söyleyebiliriz. Bunun sebepleri, bu konuya odaklı yeterince akademik çalışma yapılmamış olması, kadın entelektüellerin daha çok ülke içi sorunlara eğilmeleri olabilir. Türkiye’de İslam ve feminizm kelimelerinin bir arada kullanıldığı ilk örnek, haftalık haber dergisi Nokta’nın, 20 Aralık 1987’de yayımladığı “Türbanlı feministler” dosyasıdır. Türban değil, başörtüsü takan ve kendi- nik bir yaklaşımın ürünü olduğu, Kur’an’ın bugünkü kadın ayrımcılığına mesnet sayılabilecek biçimde ataerkil bir öze sahip olduğuna ilişkin yaklaşımların hiçbir şekilde onaylanamayacağı, kadına karşı cinsiyetçi ve ayrımcı bir dilin kullanılmasının, kadının metalaştırılması ve tüketim nesnesi olarak kullanılmasının asla söz konusu olmadığı belirtilmiştir. lerini “feminist” diye tanımlamayan kadınlara yakıştırılan bu yeni mefhum, gelişigüzel kullanılmaya devam etse de ortalarda bunu sahiplenen kimse yoktur12. Modernleşmenin getirdiği yeni cinsiyet rejiminin, erkek egemenliğinin yeniden kurulması anlamına geldiği unutulmamalıdır. Mervat Hatem’in, Mısır’da modern ulus devletin kurulması sürecini değerlendirirken belirttiği gibi, seçme ve seçilme hakları, doğum izni, çocuk bakım hizmetleri gibi kazanımların aynı zamanda “ikincil bir toplumsal cinsiyet bilincini üreten yeni disiplin ve toplumsal düzenleme biçimleriyle bitiştiğinin” farkında olmak gerekir. Kur’an’daki ahlakî ilkelere vurgu yapan kadınlar, sorunlara farklı bir perspektiften çözüm aramaktadır. Esasında tartışmaların itikadı, sahadan çok, dinin muamelat kısmında yoğunlaştığı ve Müslüman erkeklerin kutsal metin yorumlarına sinen tek yanlı bakış açısının çözümlendiği görülmektedir13. Birkaç sene önce Diyanet İşleri Başkanlığı’nca düzenlenen bir kongrede, halk arasında çok yaygın olan “kadına yönelik mitoloji ve hurafelerin dinde yeri olmadığı” vurgulanırken, feminizmin İslam’la bağdaşmadığı ve “vahşi kapitalizmin değersizleştirdiği” kadının, özellikle görsel medyada cinsel obje, mutfağa sıkıştırılmış kişilik olarak yansıtılması şiddetle eleştirilmiştir. Kongrenin sonuç bildirgesinde, Kur’an-ı Kerim’de ve Hazreti Peygamber’in sünnetinde, kadının cinsiyet bağlamında değil, insanlık düzleminde ele alındığı, kadın ve erkek arasındaki cinsiyet ayrımı ve karşıtlığına ilişkin söylemlerinse İslam’ın temel metinlerine yansıtılmasının anakro- Batı’nın aksine Müslüman kadınlar, İslam öğretileri bağlamında söylem üretmektedir. Müslüman kadınlar söz konusu olduğunda, sorun ne İslam’da, ne de onun geleneğindedir. Yabancı ideolojilerin Müslüman toplumlar üzerindeki dayatması, cahillik ve gerçek İslam’ın çarpıtılmasıdır. Bu sebeple İslamî çevrede başarılı olmayı hedefleyen bir feminist girişim, sadece kadın çıkarları için değil, toplumun bütünü için çalışmalıdır14. Yalnız bütün bunların dışında unutulmaması gereken asıl husus, Kur’an’ın kadına ziyadesiyle ayrıcalık tanıdığıdır. Allah, Kur’an’da kadını ve kadın haklarını koruma altına almış, din ahlakının yaşanmadığı toplumlarda kadınlara olan yanlış bakış açısını ortadan kaldırmış, kadına toplum içerisinde saygın bir yer kazandırmıştır. Ayetlerde kadınların nazenin, güzel, zarif, itina gösterilmesi ve sevilmesi gerektiğine vurgu yapılmaktadır. Kadının toplumdaki statüsü, aile hayatındaki önemi, çalışıp çalışamayacağı gibi birtakım sosyal konular yıllardır dünya gündeminde önemli bir yer tutmaktadır. Oysa bir Müslüman için kadının toplumdaki yeri çok belirgindir ve gerçek İslam ahlakının benimsendiği bir toplumda böyle bir tartışmanın yaşanması mümkün değildir. (H. Yahya) Çünkü İslam’da kadın ile erkek eşittir. Hatta Kur’an’da, kadının korunma, özen, ihtimam bakımından erkekten üstün olmasının nedeni, kadının korunmaya ihtiyacı olmasından değil, Kur’an’da kadına verilen üstün değerdendir. Kur’an ahlakından habersiz Müslüman toplumlarda, kadınların hak elde etmeleri zorlukla mümkün olmakta ya da olamamaktadır. Toplumda Kur’an’ın gereğine uygun yaşanılması halinde, kadınlar hak aramaya ihtiyaç duymayacaklardır. Kaynakça Notlar *The Nation *hkubra.org *arsiv.salom *sonyorumhaber 1. Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, (İstanbul: Metis Yayınları, 1996) 2. Ayşe Güç, İslamcı Feminizm: Müslüman Kadınların Birey Olma Çabaları, Uludağ Ünv. İlahiyat Fak. Yayınları, 2008. 3. Ayşe Güç, İslamcı Feminizm: Müslüman Kadınların Birey Olma Çabaları, Uludağ Ünv. İlahiyat Fak. Yayınları, 2008. 4. Mojab, “Theorizing the Politcs of Islamic Feminism” 5. Moghadam, “Islamic Feminism and Its Discontents” 6. Aksu Bora, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, no:39, 2008. 7. Ayşe Güç, İslamcı Feminizm: Müslüman Kadınların Birey Olma Çabaları, Uludağ Ünv. İlahiyat Fak. Yayınları, 2008. 8. Badran, “Islamic Feminism: What’s in a Name?” 9. Omaima Abou-Bakr, “Islamic Feminism? What’s in a Name?: Preliminary Reflections”, Association for Middle East Women’s Studies 10. Moghadam, “Islamic Feminism and Its Discontents” 11. Moghadam, “Islamic Feminism and Its Discontents” 12. Ülkü Özel Akagündüz, İslami Feminizm: Adı var kendi yok, 2006 13. Ayşe Güç, İslamcı Feminizm: Müslüman Kadınların Birey Olma Çabaları, Uludağ Ünv. İlahiyat Fak. Yayınları, 2008. 14. Al-Faruqi, Lois Lamya’, “Islamic Traditions and The Feminist Movement: Confrontation or Cooperation?”, Jannah/Sisters/Feminism 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11. 12. 13. 14. Serpil Çakır, Osmanlı Kadın Hareketi, (İstanbul: Metis Yayınları, 1996) Ayşe Güç, İslamcı Feminizm: Müslüman Kadınların Birey Olma Çabaları, Uludağ Ünv. İlahiyat Fak. Yayınları, 2008. Ayşe Güç, İslamcı Feminizm: Müslüman Kadınların Birey Olma Çabaları, Uludağ Ünv. İlahiyat Fak. Yayınları, 2008. Mojab, “Theorizing the Politcs of Islamic Feminism” Moghadam, “Islamic Feminism and Its Discontents” Aksu Bora, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, no:39, 2008. Ayşe Güç, İslamcı Feminizm: Müslüman Kadınların Birey Olma Çabaları, Uludağ Ünv. İlahiyat Fak. Yayınları, 2008. Badran, “Islamic Feminism: What’s in a Name?” Omaima Abou-Bakr, “Islamic Feminism? What’s in a Name?: Preliminary Reflections”, Association for Middle East Women’s Studies Moghadam, “Islamic Feminism and Its Discontents” Moghadam, “Islamic Feminism and Its Discontents” Ülkü Özel Akagündüz, İslami Feminizm: Adı var kendi yok, 2006 Ayşe Güç, İslamcı Feminizm: Müslüman Kadınların Birey Olma Çabaları, Uludağ Ünv. İlahiyat Fak. Yayınları, 2008. Al-Faruqi, Lois Lamya’, “Islamic Traditions and The Feminist Movement: Confrontation or Cooperation?”, Jannah/Sisters/Feminism mayıs 2014 79 haberajanda Macaristan Y II. Dünya Savaşı’nın oluşturduğu yeni zihin ve coğrafya, Macarlar ile Türkiye arasındaki akademik ilişkiyi ve ortak çalışmaları sekteye uğratmış ve neredeyse kopma noktasına getirmiştir. Bu nedenle Türkiye’de daha fazla Macar öğrenci bulundurulmalı, daha çok bilim adamı istihdam edilmeli ve Türkoloji çalışmalarının yanı sıra Macar kültür tarihi ve Osmanlı dönemine ilişkin daha fazla ortak çalışma yürütülmeli, ortak sempozyumlar ve diğer çalışmalar da yine bu çerçevede takip edilmelidir. 80 mayıs 2014 UNUS Emre Enstitüsü Budapeşte Türk Kültür Merkezi tarafından düzenlenen Gül Baba’yı Anma Günü etkinlikleri çerçevesinde Budapeşte’ye bir seyahat gerçekleştirdim. >> Şehrin en güzel caddesinde tarihî ve eski bir binada faaliyet yürüten Enstitü, müdür dışında iki Türk ve iki Macar görevli tarafından hizmet vermekteydi. Macarlar arasında çok kısa bir sürede sağlanan bu bağlantı, ilişki, güven ve samimiyet, Türkiye’nin soydaşlarımız arasındaki itibarını güçlendirmekte ve saygınlığını artırmakta ve bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin Doç. Dr. Ahmet Taşğın ahmettasgin.ajanda@gmail.com yeni Gül Baba’sı Müdür Bey ve ekibinin kısa sürede oluşturduğu olumlu hava, adeta gül yetiştirmeye devam eden bir görüntü vermektedir. Etkinlik birkaç gün sürdü. Konferans, sergi, konser ve dolu dolu geçen Türk gecesiyle, adeta etkinliğin her bir kısmına katılan ilgili çevreler büyülenerek ayrıldılar. Bizimle ilgili kısım, Kültür Merkezi’nin tarihî binasındaki konferans salonunda gerçekleştirildi. Konferans öncesi aileden kalan küçük eşya, hatıra ve fotoğraflarla gelen Macar ailelerin, Gül Baba ve etrafında gerçekleşen kimi izleri yanlarında getirerek Türk yetkililerle paylaşma gayreti ve heyecanı her hallerinden anlaşılmaktaydı. Macarların kendilerini Türk olarak gördükleri ve böyle adlandırdıkları da dikkatten kaçmamıştır. Kaldı ki Türkoloji’nin gelişmesinde Macar bilim adamlarının Avrupa’nın giriş kapılarında kendilerine dair yaptıkları araştırmalar, onları doğal olarak Osmanlı’ya ve Türkiye Cumhuriyeti’ne getirmiş, uzun süren çalışmaların paylaşıldığı yerler olmuştur. Bu çalışmalardan elde edilen veriler halen tedavüldedir ve istifade edilmektedir. II. Dünya Savaşı’nın oluşturduğu yeni zihin ve coğrafya, Macarlar ile Türkiye arasındaki akademik ilişkiyi ve ortak çalışmaları sekteye uğratmış ve neredeyse kopma noktasına getirmiştir. Bu nedenle Türkiye’de daha fazla Macar öğrenci bulundurulmalı, daha çok bilim adamı istihdam edilmeli ve Türkoloji çalışmalarının yanı sıra Macar kültür tarihi ve Osmanlı dönemine ilişkin daha fazla ortak çalışma yürütülmeli, ortak sempozyumlar ve diğer çalışmalar da yine bu çerçevede takip edilmelidir. Konferansa katılanlar arasında Macar Bilimler Akademisi Başkan Yardımcısı ve üniversitenin -alanında tanınmış- üstatları ve özellikle Gül Baba ve Bektaşilik hakkında yetkin bilim adamları bulunmaktaydı. Müzik, tarih, edebiyat ve tekke üzerine çalışmalarsa konunun uzmanları tarafından geniş bir çerçevede ve derinlemesine anlatıldı. Doğrusu genç Macar bilim adamlarının konu anlatma ve aktarmada gösterdikleri başarı beni heyecanlandırdı. Her iki genç bilim adamı da Gül Baba etrafında yaptıkları konuşmalarıyla geleceğin Bektaşilik konusundaki otoriteleri arasında olacaklarını ve her iki bilim adamını da izlemeye devam etmemiz gerektiğini gösterdiler. İkisi de çok iyi Osmanlı Türkçesi bilmekte, yazmakta ve arşiv belgelerini bu ölçüde okumaktaydılar. Anlattıkları konuların kaynaklarına orijinal dillerinde hâkimdiler ve sunumlarıyla da bunu gösterdiler. Senirken’ten Budapeşte’ye Tuğrul ile Turul Türkiye’den ise konferans çerçevesinde -benim dışımda- Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ersal Bey vardı. Mehmet Bey, yüksek lisans ve doktora tezleri çerçevesinde Alevi ocaklarındaki mürşit ve pir yapılanması çerçevesinde Isparta Senirkent bağlantısıyla Gül Baba’yı anlattı. Gül Baba ile ilgili bu bağlantı Macar bilim adamlarını heyecanlandırdı ve ilgilerini fazlasıyla çekti. Benim konuşmam, Macarların “Turul” diye adlandırdıkları ongunları ile Hacı Bektaş Velayetnamesi’ndeki Tuğrul arasındaki ilişki üzerine oldu. Aslında Tuğrul’u sadece Hacı Bektaş Veli Velayetnamesi etrafında anlatmakla yetinmedim ve başka kaynakları da aktardım. Buna göre, Tuğrul’un -Oğuz boylarının da ongunu olduğundan- Türkler arasında farklı adlarla devam ettirildiğine varıncaya kadar birçok noktayı paylaşmaya gayret ettim. Dede Korkut hikâyelerinin “Deli Tumrul” temasından hareketle “Dumrul”un Tuğrul olabileceği, “Güvercin İlahisi” olarak mevlitlerin tetimmelerinde yer alışı, Şah Hatayi mahlasıyla Beli Dedik Beliye ve Şahin ile Ali adlı hikâyelerle de halk kültürü arasındaki yaygınlığından da söz ettim. Güvercin ve Tuğrul Hacı Bektaş’ın Rum’a gelişinde, kendisini karşılayan Rum erenlerinin bir şekilde onu engellemeye çalışmalarına mukabil, bunu yapmaya güç yetirememelerini aktaran bir husustur “Güvercin ve Tuğrul”. Hacı Bektaş güvercin şeklini alır ve Hacı Tuğrul da “Tuğrul” şeklinde onu avlamaya gelir, fakat muvaffak olamaz. Konuyu eski Türk inançları, Tuğrul’un irfan içerisindeki anlamı, Hacı Bektaş bağlantısı ve Macarların kalbinde yer etmiş olan Gül Baba’nın aynı esaslar üzerinden varlık konusuna değindiği ve bunun da doğrudan Macarlarla ortak alana rastlamasıyla tamamladım. Macar bilim adamları bu konuya inanılmaz ilgi gösterdiler ve sunum dışında da uzun uzun konuşma imkânımız oldu. Kuşlar ve Türk halk inanışları konusunda oldukça geniş bir literatür bulunmakta ve bu çerçevedeki konuyu da Bahaddin Ögel ele almaktaydı. Cuma vaktiydi ve eski sanayi bölgesindeki metruk bir yerde, bir anlamda mültecilerin yerleşik olduğu bir semtin içerisinde Cuma namazını eda ettik. Türkiye’nin her yerinden insanlar ve farklı Müslüman ülke vatandaşları bir arada bulunmaktaydılar, Namaz sonrasında da birlikte, mescitte dağıtılan yemek yenmekteydi. Topluluğun arasında tek tük Macar Müslümanları da gördük. Yeni atanan Din Ataşesi, büyük bir gayretle Diyanet için iyi bir yer arıyor, bir mescit kurmak istiyor; bunun için kimi girişimlerde de bulunmuş. Doğrusu insan, Yunus Emre Enstitüsü’nün yerini ve binasını görünce “Böyle bir semtte Diyanet ve mescidin neden yeri olmasın, girişimleri neden buradan yürütmesin?” diye de düşünüyor. Gül Baba Türbesi Macarlar, Türk insanı gibi sıcak ve cana yakın insanlar; bunu çarşı pazar her yerde görmek mümkündür. Sebze satılan pazara ve marketlere yapılan kısa geziler ve tabiî ki Macarların meşhur kırmızıbiberi etrafında yapılan sohbetler de yine gelip insanı Türklük konusuyla izah etmeye çalışmaya itiyor. Gül Baba Türbesi yakın zamanda restore edilmiş ve çevre düzenlemesi yapılmış. Programın bütün katılımcılarıyla birlikte türbe ziyaretine gittik. Prof. Dr. Tuncer Baykara Beyefendi de vardı ve eski Anadolu geleneklerini bilen biri olarak, hazır Din Ataşesi de orada olunca, kısa bir aşır okumasını ve dua etmesini talep etti. Gül Baba etkinliği ilk defa yapılmış ve türbe etrafında böyle bir ziyaret ve dua da bununla gerçekleşmiş oldu. Macar bilim adamlarıyla sohbet burada da devam etti. Gül Baba dışında diğer türbe ve mescitler hakkında da konuşuldu. O günün akşamında, saygın bir konser salonunda unutulmaz bir gece yaşatan sanatçılar, Gül Baba ve Budapeşte’yi bize yeniden hatırlattılar. Konser salonu dolmuştu. Çok kısa zamanda hazırlanan program ve çekirdek bir kadroyla çalışarak gerçekleşen konser inanılmazdı. Türkiye’den gelen tasavvuf müziği grubu ile Macar sanatçıların okudukları eserlerin tadı damağımızda kaldı, gönlümüz şad oldu. Gül Baba’yı görmeye gitmek ve ziyaret etmek zaman farkını ortadan kaldırdı ve yapılan etkinlik de bizi Gül Baba’ya ve Gül Baba’yı da günümüze getirdi. Tuna nehri, başladığı yerden yüzyıllardır geçtiği her yere Gül Baba’dan gül kokulu zikrini ve selamını taşıyor. mayıs 2014 81 haberajanda Rusya B Muhammed Lütfü Avcı mlutfuavci.ajanda@gmail.com İRİNCİ Dünya Savaşı öncesinde kendini hissettirmeye başlayıp savaş sonrasında olağanüstü bir ivme kazanan sanayii hamlesi ve sömürgecilik hukukuyla orantılı bir şekilde yükselen üretim savaşımı, 1700’lerin dünyasında “devlet” kavramını tabanda ve entelektüel çevrede tartışmalı hale getirir. “En güçlü, gücünü hak, boyun eğmeyi de ödev biçimine sokmadıkça hep egemen kalacak güçlü değildir. Güçlünün hakkı, işte buradan gelir. Görünüşte alay edilen hak, gerçekte bir ilke olmuştur!” der Rousseau ve bu noktada insanlığı II. Dünya Savaşı’na götürecek algı eşiğinin yapıtaşı, “güce itaatin bir ahlak olduğu” savında tutarak devamında da bu yapıyı sorgulama gereksinimiyle “Ama bize hiç açıklanmayacak mıdır bu sözcük? Güç maddesel bir şeydir. Bundan nasıl ahlak çıkabilir bilmem; güce boyun eğmek, bir istem işi değil, bir zorunluluk, olsa olsa bir sakıntı işidir. Ne bakımdan ödev olabilir bu?” değerlendirmesinde bulunur. İşte 20. yüzyılın modern devlet kulislerinde ilke hâlini alan ve makine toplumlarının üretim tabanlı doğurganlıklarını teşvik etme politikası, kurtuluşu bir taraftan Nazi ideallerini, diğer yandan Sovyet adamını inşa etmekte gören kuramcılara hayli tesir eder. Sömürgeci barbarlığını da unutmamak gerekir bu kapsamda. Amaca ulaşmak için mübah görülen her türlü zorbalık, zamanla amaca dönüşür. İlkesel bir ilkesizlik ve kurallı bir kuralsızlık gibi, eşine modern çağlarda sıklıkla rastlamaya başladığımız oksimo- Memur için de değişen pek bir şey yok. Rus demek, devrimin öncesi ve sonrasında “efendi” demektir. Darwin’in evrim kalifikasyonunda Rus, doğal seçilim yasasının tüm artı değerlerini bünyesinde barındıran üstün ırk ve devrim inşasıyla dönüştürülmeye en müsait insanî üstel yaratım, çağın Âdem’i. 82 mayıs 2014 Rus cephesinde yeni bir şey yok İŞTE 20. yüzyılın modern devlet kulislerinde ilke hâlini alan ve makine toplumlarının üretim tabanlı doğurganlıklarını teşvik etme politikası, kurtuluşu bir taraftan Nazi ideallerini, diğer yandan Sovyet adamını inşa etmekte gören kuramcılara hayli tesir eder. Sömürgeci barbarlığını da unutmamak gerekir bu kapsamda. Amaca ulaşmak için mübah görülen her türlü zorbalık, zamanla amaca dönüşür. İlkesel bir ilkesizlik ve kurallı bir kuralsızlık gibi, eşine modern çağlarda sıklıkla rastlamaya başladığımız oksimoronlar nükseder. adamın görevi, Tkoçev’in ifade ettiği üzere “insanlığın ekseriyetini hayatın ziyafetine davet etmektir”. Yani ihtilalin ideallerine tebaa olmayı kabul eden kısımla hayatın lezzetinde buluşmak, devrimi kabul etmeyen ve onu anlama kabiliyetinden yoksun olanları ise yok etmek... ronlar nükseder. Ekim devrimi, 19. yüzyıl kuramcılarının 20. yüzyıl kavşağındaki en biricik edinimleri. Uygulayıcı üst kadro için Marks ve Engels mottosunun vücut bulmuş hali, yepyeni bir idealar evreni, “kozmos” fikriyle uyuşabilen yegâne akım ve hümanist bir devlet organizasyonu... Tüm bunlar, Rus egemenliğiyle ilintili halklar için olağanüstü bir anlam taşımıyor elbette. Devrim yahut Çarlık diktatoryasının modernizasyonu… Bunlar, aynı kapıya çıkan ve başka desen ve renklerle bezenmiş iki işteş yoldur aslında. Proleter aynı fabrikanın emekçisi, çiftçi de aynı toprağın bekçisidir; Çarlık gitmiş, Sovyet gelmiş ne fayda!.. Memur için de değişen pek bir şey yok. Rus de- mek, devrimin öncesi ve sonrasında “efendi” demektir. Darwin’in evrim kalifikasyonunda Rus, doğal seçilim yasasının tüm artı değerlerini bünyesinde barındıran üstün ırk ve devrim inşasıyla dönüştürülmeye en müsait insanî üstel yaratım, çağın Âdem’i. “Yeni adam, üstün varlık olan ihtilalcidir; aşağı mahluk olan, küçük burjuvanın zıttıdır.” Bu üstün nitelik, Sovyet edebiyatının o vazgeçilmez “idealist Rus” karakterinde göze çarpar. Diğer halklar, kutsal devrimi gerçekleştiren idealist Rus’un talebesidir. Bu halkların devrimi özümsemeleri de Rus mürebbiyenin lütfu iledir. Peki, bu yeni çağın Âdem’i (devrimci Rus mürebbiyesi) hangi âlî vazifelerle donatılmıştı? “Yeni Romanov Hanedan mensupları Lenin’in emriyle kurşuna dizildikten sonra Rusya’ya bağlı coğrafyalara vaat edilen huzur gelmedi. Coğrafyaya hâkim olma gayretindeki Deli Petro hücumu, bir gelenek halinde Son Çar’a kadar devam ettirildi. Ardından Sovyetler, Türkistan ahalisi başta olmak üzere, Rus etnolojisi dışında kalan halkların içtimaî yaşantılarını, gelenek ve dinî mensubiyetlerini işgale başladı... Sovyetler dağıldı; iyi kötü işleyen bir demokrasiye sahipler. Dünkü siyasetleri hangi felaketlere yol açtıysa, bugün UkraynaKırım örneğinde gördüğümüz hadiseler Rus gelenek ve mantığında hiçbir şeyin değişmediğini kanıtlar niteliktedir. Tüm bunların yanında görülen o ki, Batı barbarlığı da doymak bilmeyen açlığının etkisiyle daha fazlasına sahip olmak davasının sinir ataklarını geçiriyor (Almanya Reis-i Cumhuru’nun pervasızlığı). İtalyan, Fransız ve İngiliz sömürgeciliği ile Nazi Almanya’sını üreten bu barbarlığın, insanlık namına dünyaya verebileceği hiçbir şey yoktur. haberajanda Toplum K İpek Acar Sert iasert.ajanda@gmail.com ADIN K cinayetlerinin sayısı, son 7 yılda yüzde 1400 arttı. Belki de oran artmadı, aynıydı; ama medya aracılığı ile daha da görünür oldu. Araştırmalara göre ülkemizde cinayet sonucu ölen kadınların yüzde 70’i eşi tarafından öldürüldü. Daha fazla şiddet görme korkusu ve hatta ölüm tehdidi aldığı için uğradığı zulmü gizleyen kadınlarımızın varlığı, kadına yönelik şiddetin istatistikî verilerini ne denli reel kılabilir? Kadına yönelik şiddet VAHYİN ışığında mülahaza yaparak merhamet ve vicdan hislerimizi güçlü kılabilmek her daim elimizde. Bu sayede ailemiz şöyle dursun, yabancı birilerine yapılan zulüm karşısında dahi şiddeti ret, anlayışı ve merhameti davet edenlerden oluruz. Kıskançlık krizlerine kapılarak sokak ortasında eski eşini vuran bir adam… Tartışma esnasında cinnet getiren bir babanın, çocuklarının ve eşinin canına kastetmesi… Sevgisizliğin, şiddetin hâkim olduğu bir evlilikten kurtulmak isteyen kadının, salt boşanma talebi üzerine kocası tarafından öldürülmesi… Örnekler öyle çok ki… Bunlar, medyada yer alan, hepimizin bildiği iç acıtan vakalar, cinayetler. Ya gün yüzüne çıkmayanlar?! Dolayısıyla verilerin, gerçekleri tam yansıtmadığını düşünüyorum. Aile, emek, vefa, ihlas ve huzur gibi kavramlarla bir bütündür; ancak bazı ailelerdeki şiddetin varlığı, bu mefhumlara ne kadar da zıt ve uzak. Canınıza zarar veren kişinin en yakınlarınızdan olması ne acı! İnsanı evladının, anne babasının, eşinin canına kastedecek kadar canavarlaştıran nedir? Saik ne olursa olsun, en yakınlarını ölüm ile cezalandırmak, sağlıklı bir ruhun davranışı olamaz. Alkol, madde bağımlılığı, gizli depresyon, kişilik bozuklukları, ekonomik ve sosyal sorunların kişinin ruh sağlığı üzerindeki baskıcı ve yıpratıcı hale bürünmesi ve sair… Bunlar, şiddet uygulayan kişilerin başlıca problemleri ve dahi hastalıkları. Akıl Aile, emek, vefa, ihlas ve huzur gibi kavramlarla bir bütündür; ancak bazı ailelerdeki şiddetin varlığı, bu mefhumlara ne kadar da zıt ve uzak. ve ruhsal sorunlarının beraberinde, kişi bir de vicdan duyarlılığı düşük ve merhametten yoksun bir kalp taşıyorsa, anlık öfkeyle şiddet uygulaması kaçınılmaz. Toplumsal, kadına yönelik şiddet veya aile içi şiddet nasıl önlenecek? Bunu saptamak benim uzmanlık alanım değil, fakat birey olarak elbette fikirlerim olacak. Tertemiz kalplere sahip olan çocukları empati yapabilen, başkalarının haklarına riayet edebilen, Hakk yolunda, merhamet ve vicdan sahibi olarak büyütmek biz büyüklerin en temel görevi. Bu istikamette büyüyen çocuklar geleceğin şiddet karşıtı, barış yanlısı nesilleri ve huzurlu ailelere sahip olacaklardır. Tabiî çocuklara bu eğitimi verecek olan ebeveynlerin de sağlıklı beyne ve ruha sahip olmaları gerekiyor. Diğer önlemler ise, caydırıcı cezalar ve şiddet gördüğü için yasal başvurularda bulunan kadınların aile içi durumlarının incelenmesidir. Bunların eşleri takibe alınmalı, varsa sağlık sorunları (gizli depresyon, kişilik bozukluğu, alkol gibi) psikiyatriden yardım alınmalı. Bu sayede kişi, öfkesini kontrol edebilmeyi öğrenecek, alınacak yardım ile yaşanması muhtemel olayların -belki de cinayetlerin- önüne geçilecektir. Devletin, kadına yönelik ve aile içi şiddeti önlemek için uyguladığı politikalar var. Örneğin 2012 yılında kabul edilen Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun. Kanunun amacı; şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan kadınların, çocukların, aile bireylerinin ve tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişilerin korunması ve bu kişilere yönelik şiddetin önlenmesi amacıyla alınacak tedbirlere ilişkin usul ve esasları düzenlemektir.* Halkı bilinçlendirmek, ıslah edebilmek için kurum ve bakanlıklar da mücadele veriyor. Sağlık Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı, Milli Eğitim Ba- kanlığı, Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu’ndan Kadın Sığınma Evleri’ne kadar pek çok kamu kurumu kadına şiddet sorunu ile ilgili çalışmalar yürütüyor. Şiddeti yok etmek ütopya gibi gözükse de en aza indirgemek gayet mümkün. Yasaları yapmak, uygulamak, eğitimlerle toplumsal bilinci arttırmak gerek, amenna. Ancak salt yasalarla nereye kadar gidebiliriz? Vahyin ışığında mülahaza yaparak, merhamet ve vicdan hislerimizi canlandırmak, güçlü kılmak her daim elimizde. Bu sayede ailemiz şöyle dursun, yabancı birilerine yapılan zulüm karşısında dahi şiddeti ret, anlayışı ve merhameti davet edenlerden oluruz. İki tanımlamayla kadının ehemmiyeti: “Kadın annedir, kadın ailedir.” Annelerimize, ailelerimize kol kanat olmak dileğiyle… *Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun. Amaç, kapsam ve temel ilkeler MADDE 1. mayıs 2014 83 haberajanda Toplum Her gün sıcak ha Aklımızın almadığı, hunharca işlenen her olayda duyduğumuz dilekler şöyle: “İçeride icabına bakarlar inşallah...” Neden içeride birilerinin bitireceği bir hesap olsun? Madem gerçekten ölümdür karşılığı bazı fiillerin, o halde idam olsun! Modernitenin sözde öncüsü ABD’ye bakın, her yıl onlarca kişiyi infaz ediyor. Bizse içeride olanların sağlayacağı adalete bağlıyoruz kendimizi çaresiz. Bu ülkede adalet madem yargı eliyle tecelli ediyor -ki öyle de olmalıdır-, bırakın etsin o zaman. Adaletin adil olması için, suç ve cezanın uygunluğu en temel kaidelerden biri değil midir? O halde bırakınız, bir kutu baklava çalmakla bir çocuğun hayatını çalmanın bir farkı olsun. 84 mayıs 2014 S EÇİM sıcağını atlattık. Hararetli tartışmalar, seçim yorumlarındaki sevinç yahut hiddet giderek azalıyor. Hazım sıkıntısı yaşayanlar, bekledikleri darbe olasılıkları olmadığı ve sokağa dökmeye çalıştıkları halktan çağrılarına cevap alamadıkları için kırgın. Sevinenler de abartılı coşkunluktan kurtuluyor, güzel… >> Piyasaların tepkileri olumlu, faiz oranlarının nihayet 17 Aralık öncesine döndüğü ve borsanın zirve yaptığı haberlerini de henüz aldık. Daha da güzel olacak, umutluyuz… Özellikle en temel sorunlarımızdan biri olan enerji konusundaki arayışlar ve yeni çözüm çabaları daha çok getiri sağlayacak ülkemize. Bu ülkede, bir gün her yeni gelişmenin veya siyasetteki en küçük dalgalanma- nın ekonomik hayata kriz olarak yansımadığı, sürekli yeni bir sorun olacak duygusu ile teyakkuz halinde yaşamadığımız günleri de göreceğiz. Artık sadece bir iki gün sonra “Seçim bitti, işimize bakalım” diyerek öncesinin ya da sonrasının “olağan” olduğu seçimleri göreceğimizden daha çok ümitliyim. Herkesin seçimi sadece bir tercih olarak görebildiği, kutuplaşma ve ayrılmanın değil, seçimlerin “en iyiyi sunmak ve tercih edilebilmek için” yarışıldığı, kıran kırana mücadele etseler de millî menfaatler söz konusu olduğunda akıl birliği edebilecek siyaset adamlarımızın var olduğu günler de olacaktır elbet. Obama ve Clinton’un ABD Başkanlığı için yarıştığı seçimlerden sonra kazanan Obama’nın Dışişleri Bakanı Clinton olmuştu. En güçlü rakibini ekibine dâhil edebilmesi takdire şayandı; ülkemde görmek istediğim bir tutumdu bu. “Tansiyon azalıyor” dedik, zira takvimler Cumhurbaşkanlığı seçimlerine doğru ilerliyor; bir süre daha bu atmosferden çıkmamız mümkün olmayacak. AK Parti bu süreci “Hangisi olacak?” O minicik bedenlerindeki en küçük bir olumsuzluk, kocaman izler bırakıyor çocuklarda. Çevrenizde 0-6 yaş grubunda bir çocuk varsa, bakın, en küçük bir olumsuz kelimede nasıl da büzüşüyor dudakları, nasıl hırçın ama çaresiz bir tepki ile incilerini döküveriyor gözleri... Nadire Çamlı Yıldırım nyildirim.ajanda@gmail.com ber, yeni bir alev sorusu üzerinden yaşarken, bir kısım medyanın eliyle muhalefet kanadında -“Ben de varım” diye çığırtkan ama cılız seslerle çok uğraşsa da- alakalı alakasız bütün isimlerin aday adayı toplamı dahi on edemedi. Muhalefetin “Kim aday olabilir?” sorusuna yanıt bulmak, güçlü bir isim üzerinde uzlaşmak kolay olmamıştı. Zira aranan bir “kahraman” idi. Hep sözünü ettiğimiz gibi, 2010’lu yılların siyaseti ve vizyonu tek bir parti tarafından şekillenmeye devam edecek görünüyor. Yerel seçimlerde yaşadığımız kısır siyaset de aynı şekilde sürdürülüyor. Muhalefet partileri hâlâ AK Parti’nin tercihlerindeki yanlışlığı yahut doğurabileceği sonuçlar üzerinden söylemini yürütüyor. Onları eleştirebileceğimiz herhangi somut bir ilerleme ise henüz kaydedilmiş değil. Acılar puntolardan büyük Aslında siyaset konulu tartışmalardaki tansiyon düşüşü, belki de son haftalarda sıkça yaşanan çocuk ölümleri ile de alakalı. Ölüm, hele de masum çocukların ölümü söz konusu olunca her şey büyük ölçüde önem ve önceliğini kaybediyor. Bu satırları da okuduğum haberlerin etkisi ile kaleme alıyor değilim, aksine ağlamadan, kızımla kucaklaşabilmek için mümkün olduğunca kaçıyorum bu insafsız katilleri hatırlatan haber ve yorumlardan. Bırakın anneliği, sadece bir insan olarak yaşadığım acı yüreğimi daha da daraltıyor; “Ben böyleysem o anne baba nasıldır?” sorusuna cevap veremiyor kalbim. Bu ilk değil, yıllardır binlerce çocuk çeşitli istismar ve şiddetin altında. Ölümler sadece manşetlere yansıyor, oysa puntolardan daha büyük acılar. O minicik bedenlerindeki en küçük bir olumsuzluk, kocaman izler bırakıyor çocuklarda. Çevrenizde 0-6 yaş grubunda bir çocuk varsa, bakın, en küçük bir olumsuz kelimede nasıl da büzüşüyor dudakları, nasıl hırçın ama çaresiz bir tepki ile incilerini döküveriyor gözleri... Gül yüzlü Gizem sadece acılara acı kattı. Masum bedenlerin hastalıklı beyinlere kurban edilmesinin ne ilk, ne de son örneği o. İstatistikler dehşet verici; uzmanların, artık boyutları gittikçe yükseğe tırmanan istismar ve öldürme vakalarını daha sistematik biçimde ele alması gerekiyor. Devlet bu işin koordinatörü olmalı. Önleyici ve koruyucu tedbirler ivedilikle hayata geçirilmeli. İşin cinsel eğitim boyutu, internette kişisel verilerin ve fotoğrafların paylaşılması, çizgi filmler ve animasyonlarla her yaştaki çocuğa ve gence doğru mesajı verecek formattaki çalışmalarla anlatılmalı. Çocukların cinsel obje olarak algılanmasına, bedenlerinin kullanılmasına imkân tanıyan her türlü reklam yahut farklı argümanlar da ortak bir sağduyu ile sonlandırılmalıdır. Hangi pişmanlık inandırıcı? Her konu ve her suçta olduğu gibi öncelik, elbette koruyucu tedbirlerdedir. Ancak caydırıcı kanunlarımız olmadığı sürece her suça kolayca cesaret edebilecek hastalıklı insanlar çıkacaktır. Günlerce aile ile broşür dağıtan caninin, yakalandıktan sonra “Gözümün önünden gitmiyor, ölmek istiyorum” demesi boşuna değildir. “Pişmanlık yasası ve iyi hal”, pek çok durumda gerekli olduğu gibi, böylesi durumlarda da adeta yapışılan bir can simidi. Ancak içimizde büyüyen öfkeye değil, masumiyetin korunabilmesi adına cezalar karşılıksız kalmamalıdır. Bu ülkede yargının işleyiş tarzı, acılı ailelere acı katmıştır çoğu zaman. Yıllarca sonuçlandırılmayan davalar, adalete olan inancımızı sarsmaktadır sadece. İçeriye girenlerden adalet beklemek ne acı!.. Bu ülkenin Başbakanı bile “Eğer AB ile ilgili idamlar kaldırılmamış olsa bu işlerin karşılığı idamdır” diyorsa bu işte büyük bir sorun var demektir. İnancımızda verilen kısas, bu suçlarda cezanın kaçınılmazlığı ve işlenen cürümün boyutunu göstermesi bakımından önemlidir. AB yolunda hâlâ pek çok standardı yakalamaya çalışan ülkemin yıllar önce işe idamdan başlaması manidardı. Hukukçu değilim, ama bu işin hukukî bir yolunun hukukçularımızca bulunabileceğini umuyorum. Bu sorun, acılarımızın tekrarlanmaması adına ve hiç kimsenin bir başkasına, hele de çocuklara zulmederek katline izin verilmemesi adına çözülmelidir. Aklımızın almadığı, hunharca işlenen her olayda duyduğumuz dilekler şöyle: “İçeride icabına bakarlar inşallah...” Neden içeride birilerinin bitireceği bir hesap olsun? Madem gerçekten ölümdür karşılığı bazı fiillerin, o halde idam olsun! Modernitenin sözde öncüsü ABD’ye bakın, her yıl onlarca kişiyi infaz ediyor. Bizse içeride olanların sağlayacağı adalete bağlıyoruz kendimizi çaresiz. Bu ülkede adalet madem yargı eliyle tecelli ediyor -ki öyle de olmalıdır-, bırakın etsin o zaman. Adaletin adil olması için, suç ve cezanın uygunluğu en temel kaidelerden biri değil midir? O halde bırakınız, bir kutu baklava çalmakla bir çocuğun hayatını çalmanın bir farkı olsun. Bir anne için, ömrü boyunca unutamayacağı bir eziyetle ölen kızının boşluğunu doldurmayacak bir katilin infazı, ama yeni bebelerin güvenle büyümelerine, insanların ecelle ölmelerine büyük bir katkı olacak bu. Bu ülkenin huzuru için atılacak çok önemli adımlar var. Eğitim, sağlık, hukuk ve medya, bu konudaki en temel alanlarımız olacak. Güvenli ve sağlıklı bir yaşam için yükselen konfor yetmiyor, görüyoruz. İnsanı insanlığına yaklaştıracak, canı emanet bilmesini sağlayacak değerleri yaşamak, anlatmak ve yaşatmak için daha çok çaba gerekiyor. Bugün medya eliyle pompalanan yaşam kültürü sayesinde bu ideale ulaşmak mümkün değil. Sahip olduğumuz kadim kültürü parlatmadan, manasını özümsemeden mevcutları ne kadar yersek yiyelim boş… Hâsılı, ciddi bir öze dönüş ve bireysel ve de kurumsal çaba isteyen zorunlu bir görev hepimizi bekliyor. İsteyen ömrünü anlamlı etmek üzere bu çabaya katılır, isteyen her ölüm haberinde “Vah bizim insanlığımıza!” deyip ağlamakla yetinir; ama korkarım bu yetinmelerle her gün yeni bir eve ateş düşecek, haberimiz ola... mayıs 2014 85 haberajanda Toplum Son zamanlarda ortaya çıkan çocuk cinayetleri gösteriyor ki gidişat iyi değil. Dinamik bir toplumuz ve değişimler çok hızlı. Biz bu değişimlere hemen cevap veremiyoruz. Dünyevileştikçe köklerimizden ve uhrevî bağlantılarımızdan kopuyor, savrulmalar yaşıyoruz. Bu yüzden sosyal çözülmeler, değer erozyonları, ahlakî çöküntüler kendini gösteriyor ve bunun da hayata yansımaları kapkaç, çalma çırpma, yağmalama, taciz, tecavüz ve cinayet şeklinde oluyor. Bu meyanda cezaların, hem caydırıcı gücü olmalı, hem de mağdurların adalet duygularını tatmin edici şiddeti bulunmalıdır. Çocuk cinayetleri ve idam S ON zamanlarda çocuk istismarları ve ölümleriyle ilgili çok üzücü haberler alıyoruz. “Koli bandıyla ayakları bağlanıp bıçaklanarak öldürülen ve sonra da yakılmaya çalışılan…”, “Tecavüz edildikten sonra boğularak öldürülen…”, “Tecavüz edilen, başına taşla vurulan ve elle boğularak öldürülen…” çocuklar… Bu çocukların ailelerinin içinde bulundukları durumu anlayabiliyor musunuz? Bir toplumda ortaya çıkan suçlar, o toplumun ruh hali ile ilgili önemli ipuçları verir. Yukarıda üç farklı çocuk için kısaca geçtiğimiz haberler ne kadar yürek parçalayıcı!.. Bir insanın bu kadar hunharlaşması acaba hangi mekanizmanın bir sonucu? Hiçbir canlıya dahi yapılamayacak bu tür vahşiliklerin, büyüklerin ne tür oyunlar oynadığının farkına varamayan çocuklara yapılması, insanın hayvanlardan daha aşağılık olabileceğinin en müşahhas göstergesidir. Bu tür cinayetlerin arkasında ne tür psiko-sosyal faktörlerin olduğuna dair bazı çalışmalara göz attığımızda hepimizin tahmin ettiği belli hususlar öne çıkmaktadır. Manevî yoksulluk Şehirleşme sebebiyle bireyselleşme artmakta, insanlar üzerindeki sosyal baskılar ortadan kalkmaktadır. Merhamet ve sevgiden yoksun, empati kuramayan ve vicdanı kör- 86 mayıs 2014 Doç. Dr. Serhat Atabey serhatatabey.ajanda@gmail.com leşmiş psikopat insanlar her zaman ortaya çıkabilir, ancak üzerlerindeki sosyal baskılar sebebiyle çok rahat hareket edemezler. Özellikle bizim gibi kolektivist bir yapıdan kontrolsüz bir şekilde bireyselleşmeye geçen toplumlarda bu tür psikopatlar, “ipini koparmış dana” misali toplum içerisine daldılar. Bu tiplerle hem kendilerini baskılayacak sosyal bağlar kopmuş, hem de mağdurları koruyup kollayacak mekanizmalar zayıflamıştır. Herkes kendi derdinde ve başkalarının derdiyle kimse ilgilenmemekte. Ortaya çıkan sorunlarda sorumluluk almaksa en fazla 155 veya 156’yı aramaktan ibaret. Köy hayatında köy sınırlarına giren yabancıyı takip eden, soran ve soruşturan anlayış, yerini şehir hayatının oturduğu apartmanda karşı daireye giren çıkanla dahi ilgilenmeyen bir anlayışa terk etmiştir. Modern insanımız, sitesinin önünde bir mağdur çocuk görse, ne o çocuğun kim olduğunu bilmekte, ne de onunla ilgilenmektedir. İnsanlarımıza ahlakî manada gereken eğitim (terbiye) verilebiliyor mu? Buna “Evet” demek zor. Seküler bir anlayışla dünyevî hedefler için yarıştırılan gençlerimizin “iyi insan” olmak gibi bir amacı yok maalesef. Eğitim dediğimiz formal süreçlerde, bakıyoruz ki daha çok para kazandıracak, itibar sağlayacak ve güç sahibi yapacak hedefler için çabalıyoruz. Başarıya giden her yolun mübâh görülmesi, ciddi manada bir değer aşınmasına yol açıyor. Özellikle toplumumuzun değerlerine uzak yaşam koçlarının, kişisel gelişim uzmanlarının ve rehberlikçilerin hem ailelere, hem de gençlere verdikleri mesajlar da buna katkı yapıyor. Sonuçta sınırlandırılmak istemeyen ve sınır tanımayan, her türlü hadsizliği yapmaya hazır insanlar ortaya çıkıyor. Ayrıca sistem, “Hemen şimdi!”, “Anı yaşa!”, “Dünyaya bir daha mı geleceksin?” türünden propagandalarla sığ, basit, herhangi bir otoriteden korkmayan ve aklına geleni hemen yapan hayvanî bir varlık üretmektedir. Sınır tanımaz medya hastalığı Eskiden toplumda görülen bazı anormal durumlar “şüyu’u vuku’undan beter” kabilinden gizlenmeye çalışılırken, günümüzde “Avrupa Birliği müktesebatı” falan denilerek idam cezasının barbarca olduğunu düşünenler olabiliyor; bunların bir kısmının idama karşı çıkma sebebi, sırf Kur’an-ı Kerim’de kısasın farz olduğuna dair ayetlerin var olmasıdır. İdam cezasının dinî bir müeyyide olması, onların karşı çıkması için yeterli bir delil. İdam cezası çağ dışı ise, çocukların tecavüz edilerek vahşice katledilmesi çağ içi bir durum mudur? gazeteler, internet ve televizyonlar aracılığıyla her türlü anormal davranışların kontrolsüz bir şekilde herkese ulaşması da bu potansiyel psikopatları harekete geçirmektedir. Taciz, tecavüz, öldürme ve cinayet gibi her türlü istisnaî anormallik, her gün gözlerimizin önünde ve en olmadık biçimleriyle tezahür etmektedir. Aynı türden olaylara gerçek hayatta şahit olduğumuz zaman da -evdeki aşinalıktan dolayı- bu tip durumları gayet sıradan bir vakaymış gibi görerek geçip gitmekteyiz. Sistemin bu tür arızalarını gidermek öyle kolay değil. Biz biraz işin kolay tarafından giderek bu tür canilere ne tür cezalar verilmesi gerektiği üzerinde düşünelim. Adalet tatmin edici mi? Hâlihazırda, hunharca katledilen ya da tecavüz edilen çocukların faillerine verilen cezalar hem mağdur yakınlarının, hem de toplumun adalet duygularını tatmin etmemektedir. Bu yüzden ülkemizde zaman zaman idam cezasının neden kaldırıldığı sorgulanmaktadır. Biz de toplum düzeninin sağlanması konusundaki bu yazıya içerik olan çocuk istismarı ve cinayetlerinin önlenmesi için idam cezasının var olması gerektiğine inanıyoruz. Çocuklar, insan türünün en masum varlıklarıdır. Kirlenen dünyamıza nefes aldıran yavrulara verilen zararlar da bu yüzden en ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Yanlışlıkla kimse idam edilmemeli tamam, kesin delillerle sağlam bir yargılama sürecinden geçtikten sonra suçu sabit olan canilerin de cezası idam olmalı. “Avrupa Birliği müktesebatı” filan denilerek idam cezasının barbarca olduğunu düşünenler olabiliyor, bunların bir kısmının idama karşı çıkma sebebi, sırf Kur’an-ı Kerim’de kısasın farz olduğuna dair ayetlerin var olmasıdır. İdam cezasının dinî bir müeyyide olması, onların karşı çıkması için yeterli bir delil. İdam cezası çağ dışı ise, çocukların tecavüz edilerek vahşice katledilmesi çağ içi bir durum mudur? Yukarıdaki gibi vahşi bir cinayete kurban giden kişi bu kimselerin çocuğu olsa tavırları nice olurdu? Bu tür cinayetlerin önlenmesi için idam cezasının yürürlükte olması ve bu tür psikopatların, yaptıkları vahşetin ardından idam edileceklerini bilmeleri gerekiyor. Bunu göze alarak cinayet işleyen kişinin de “Yeni cinayetler ortaya çıkmasın” diye idam edilmesi gerekiyor. Çünkü araştırmalara göre ilk kez adam öldüren birinin ikinci kez adam öldürmesi daha kolay hale geliyor, öldürdükçe yaptığı iş sıradanlaşıyor. Sonuç olarak, son zamanlarda ortaya çıkan çocuk cinayetleri gösteriyor ki gidişat iyi değil. Dinamik bir toplumuz ve değişimler çok hızlı. Biz bu değişimlere hemen cevap veremiyoruz. Dünyevileştikçe köklerimizden ve uhrevî bağlantılarımızdan kopuyor, savrulmalar yaşıyoruz. Bu yüzden sosyal çözülmeler, değer erozyonları, ahlakî çöküntüler kendini gösteriyor ve bunun da hayata yansımaları kapkaç, çalma çırpma, yağmalama, taciz, tecavüz ve cinayet şeklinde oluyor. Bu meyanda cezaların, hem caydırıcı gücü olmalı, hem de mağdurların adalet duygularını tatmin edici şiddeti bulunmalıdır. İşte bu yüzden idam cezası yürürlükte olmalıdır. mayıs 2014 87 haberajanda Toplum Kravatsız şık olmak mümkün değil mi? E TBMM dışındaki toplantı ve açılış törenlerinde Başbakan Erdoğan’ı kravatsız görüyoruz. İlk olarak yanlış hatırlamıyorsam partinin “Kızılcahamam Kampı” olarak bilinen toplantılarda başladı. Başbakan kravatsız katılınca, diğer parti yöneticisi ve milletvekilleri de kravatları fora ettiler. Daha sonra hafta sonuna denk gelen bütün faaliyetlerde siyasetçileri kravatsız gördük, görüyoruz. Lider takar, herkes takar. Lider çıkarır, herkes çıkarır. Liderlik budur... N meşhur fıkra kahramanları kimlerdir? İlk aklımıza gelenler Nasrettin Hoca, Temel, Ofli Hoca, Dadaş… Bu şekilde sıralayabiliriz. Ancak onlardan daha önde gelen bir kişi var: “Adamın biri...” Sözün burasında fıkra anlatacak değilim, onu sonraya bırakalım ama “varsayalım” diyerek bir konuya başlamak istiyorum. Zira bu konu da fıkra kadar güldürücü ve yetmezmiş gibi bir de düşündürücü! Vaktiniz varsa, gereğini yapın ve hem gülün, hem düşünün. Zaten seçilen konu çok fonksiyonlu olmazsa, pek işe yaramaz, bu da böyle biline... Adamın biri, yılın 364 günü spor tarzda giyinse… Sadece bir gün takım elbise ve kravat taksa, etrafındakiler “ne kadar şık olduğu”na dair ifadelerle karşısına dikilir. Tecrübeyle sabittir. Hatta bir adım daha ileri götürelim varsayımı. O günün dışında kalan zamanlarda giydiği kıyafetler, daha kaliteli, daha pahalı olsun. Netice fark etmez. Yine o tek gün “çok şık olduğu” söylenecektir. Çünkü kravat takmıştır. Nedir bunun sırrı? Kravat bir sembol. Modernliğin, çağdaşlığın, Batılı olmanın ve daha ziyade Batıcı olmanın... *** İlkokulda önlük yakası takan bizler, orta okula başladığımız ilk gün kravat takarız. Bir daha çıkarabilene aşk olsun. Lise döneminde de mecburiyet vardır ancak erkek öğrenciler boynundaki kravatı fazlasıyla gevşetmeyi ve ilk fırsatta çıkarmayı ciddi bir yiğitlik eylemi olarak görürler. Çıkarıp sallamaksa daha ileri ölçüde ergenlik göstergesidir. Dedik ya çıkarabilene aşk olsun diye... O dönemde delikanlı kravatını çıkaracak ki aşk olacak. Lise dönemindeki genç kızlar için kravat mecburiyeti söz konusu değilse de bazı kızlarımız uygun bir kıyafet denk getirip kravat takmayı da tercih ediyor. Ta ki ben ettim, sen etme diyecek birine rastlayana kadar. 88 mayıs 2014 Mehmet Şeker mehmetseker.ajanda@gmail.com Hırvatların armağanı Din adamında kravatın işi ne? Camilerde imamlar bile kravat takıyor. Din adamlarımız niye Batılı hatta Batıcıymış gibi görüntü vermek zorunda bırakılıyor, anlamış değilim. Evvelce birkaç yazıda bu konuya değinmişliğim vardır. O yazıların bir işe yaradığını görmedim. Fakat ümidimi yitirmiş değilim. Yine değinip değinip çekilmekten geri durmayacağım. *** Başında sarık, sırtında cüppe, boynunda kravatla kürsüde vaaz veriyor, hutbeye çıkıyor, mihraba geçip cemaate namaz kıldırıyorlar. Cenaze yıkarken de kravat var, mevtayı defnederken de, Kur’an-ı Kerim okurken de... Batının din adamlarına bakıyoruz, hiç birinde kravat yok. Enteresanın en enteresanı bir vaziyet... *** Hıristiyan rahipler, kardinaller, papalar, zangoçlar, hahamlar, Budist rahipler ve diğerlerinin kravat gibi bir derdi yok. Kravat takmak batılılıksa, batıcılıksa, esas onların takması gerekmez mi? Bizim geleneğimizde de olmayan bir nesne bu. Yüz yıl öncesine kadar kimsenin umursamadığı bir bez parçası, bugün alenen mecburiyet haline gelmiş. Diyeceksiniz ki, imamlar devlet memuru. O zaman cumartesi, pazar günleri tatil yapsınlar, namaz kıldırma görevini yerine getirmeyip başkalarına bıraksınlar. Milletvekili, tapu memuru, öğretmen, subay, maliye müfettişi ve diğer bütün memurlar gibi. Görelim bakalım memuriyet nasılmış? Serdengeçti’ye rahmet! Bir milletvekilinin Türkiye Büyük Millet Meclisi salonuna kravatsız girmesini tahayyül etmek bile zor bugün. Sadece Genel Kurul Salonu değil, parti grup salonlarınaa bile bir milletvekili kravatsız girse, tuhaf karşılanır. Rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti bunu denemiş biriydi. Uyarılmış gayet tabii, bir dahaki sefere kravatsız gelirseniz, almayız denilmiş. O bir sonraki gelişinde de aynı kıyafetle gelmiş. Sorduklarında bu defa kravatla geldim deyip beline kemer gibi doladığı kravatı göstermişti. Lider kravatı çıkarınca Son dönemde birçok alanda köklü değişikliklere imza atan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bu konuda da öncü olduğunu, biraz dikkat edenler fark etmiştir. TBMM dışındaki toplantı ve açılış törenlerinde Başbakan Erdoğan’ı kravatsız görüyoruz. İlk olarak yanlış hatırlamıyorsam partinin “Kızılcahamam Kampı” olarak bilinen toplantılarda başladı. Başbakan kravatsız katılınca, diğer parti yöneticisi ve milletvekilleri de kravatları fora ettiler. Daha sonra hafta sonuna denk gelen bütün faaliyetlerde siyasetçileri kravatsız gördük, görüyoruz. Lider takar, herkes takar. Lider çıkarır, herkes çıkarır. Liderlik budur... *** Televizyon programlarındaki konuşmacılar da artık tamamen kravatlı değil. Bunun bir mecburiyet olmadığı, kravat takmadan da düzgün konuşulabileceği, seyredenlerin ve dinleyenlerin kravat takmamış birinin sözlerini de anlayabileceği anlaşıldı. Hatta muhalefet partilerine de yansıdı bu anlayış. *** Bir hususa dikkat çekmek isterim... İflah olmaz bir kravat düşmanı değilim. Artık Japonlar da kravat takıyor, Çinliler de, Ruslar da... Bu konuda bir tek İranlılar ikna edilemedi. Haftada bir iki gün kravat çıkaran siyasetçilerin aksine, senede bir gün kravat takmak benim de hoşuma gider. İnsanın etrafındaki arkadaşları tarafından iltifat görmesine ihtiyacı vardır. Ben de “Ne kadar şık giyinmişsin” sözüne muhatap olmayı önemserim. Fakat herkesin, her zaman, her yerde kravatlı olma mecburiyeti varmış gibi davranmayı fazlasıyla sakat, tuhaf ve mantık dışı buluyorum. Arz ederim... K RAVATIN tarihçesine bakacak olursak, kısaca Hırvatların dünyaya armağanı diyebiliriz. Kravat, papyon gibi gömlek yakasına takılan bir boyun bağıdır. Erkek milletinin iki yakasını bir araya getirir. Kelimenin aslı Fransızca. Cravate, “Hırvatlar” anlamında kullanılan croates veya cravates’den gelir. Hırvatlar, boyunlarına uzun bez kurdeleler takarlardı. Bundan dolayı çeşitli kumaş ve derilerden yapılmış boyuna takılan ve kendine has bağlama şekli olan boyun bağlarına da kravat denmiştir. Türkiye’de ilk defa Tanzimat’tan sonra değişik tipte görülen kravata zamanla alışılmış ve erkek giyiminin bir parçası haline gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu içinde kravat takan ilk padişah Sultan Abdülmecid. Batılılaşma hareketleri etkisinde öncelikle aydınlar arasında kendine yer bulan kravat, padişahın da tercih doğrultusunda devlet dairelerine girmiş oldu. Hırvatlar, kravat kelimesini kendilerine en yakın şekilde söyleyen millet olarak bizleri takdir etmektedirler, bunu da belirtmekte fayda olabilir. Abuk sabuk tabular artık yıkım aşamasında B OYNUNDA kravatın varsa modernsin, çağdaşsın, yoksa çağın gerisindesin. Boynunda kravatın varsa şıksın, yoksa paspalsın. Boynunda kravatın varsa memursun, yoksa işçisin, köylüsün. Boynunda kravatın varsa Batılısın, yoksa Doğulusun hem de tam içinden. Boynunda kravatın varsa şehirlisin, yoksa köylüsün. Kravata gıravat diyorsan, yine köylüsün. Bir dönem köylüleri aşağılamak pek modaydı. Bunların ağzı soğan kokuyor dedin mi, yırttın. Köylüleri tarlaya Mozart eserleriyle göndermek, tarlada Şopen dinletmek, çalışırken kravat taktırmak mümkün olamaz mı diye ciddi ciddi kafa yoranlar vardı. Türküleri ve şarkıları yasaklamak bile akla geldi ve bildiğiniz gibi akla gelmekle kalmadı, tas tamam uygulandı. Bu abuk sabuk tabular artık yıkım aşamasında. Çünkü anlayış boyutunda ciddi bir dönüşüm yaşanıyor. Arada dönüşümü kavrayamayan, itiraz edenler çıksa da onlar kentsel dönüşüme itiraz ederek geniş arazi ortasında tek başına kalan bina gibi fena halde sırıtıyorlar. Fakat o sırıtma tatlı değil, acı bir sırıtma. Köylüler artık uyandı. Olan bitenin farkına vardı. Cumhuriyetin, bir milletin kendini yönetmesi olduğunu anladı. Madem öyle yönetelim bakalım dedi. mayıs 2014 89 haberajanda Portre Çağımızın Derviş Yunus’u: Cengiz Numanoğlu I ŞIKLAR Askeri Lisesi’nde, benden bir üst sınıfta idi. Popülerdi, güzel trompet çalardı. Gazinodaki danslı, sazlı, cazlı gecelerin adamıydı. Benim en çok hoşlandığım, yatsı vakti Uludağ’ın sırtlarına yaslanmış olan okulumuzun avlusundan, aşağıda sessizce göz kırpıştıran rüya şehir Bursa’ya ninni söyleyen yat borusuydu. >> Lise ve Harp Okulu’ndaki toplam üç yıllık beraberliğimizde hiç konuşup görüşmüşlüğümüz olmamışken, geçen ay mübarek bir Cuma akşamı sürpriz bir şekilde karşıma çıkıverdi. Sarılıp kucaklaştık. Sanki kırk yıllık dost gibiydik… Pardon, 55 yıllık! Neyse… Hemen ruhuma nüfuz etti ve söze şöyle başladı: “Vefasız dost için yanma bu kadar./ Nankörlük beşerin hamurunda var./ Gördüğün yarayı sen yine de sar;/ Kullar bilmese de Mevlâ bilir ya...” Dedim: “Gecenin bu anında,/ İnan ki tam tavında,/ Aziz dost Numanoğlu/ Yetiştin imdadıma…/ Pek hikmetli söyledin;/ Geldin, özümü deldin./ Haydi gayrını söyle,/ Şu gönlümü şad eyle…” Dedi: “Yanılıp karşılık bekleme kuldan./ Ola ki kıl vermez verdiğin çuldan./ Saldığın selamı çevirme yoldan/ Kullar almasa da Mevla alır ya…” Dedim: “İyi de aziz dostum yalnızlık/ Ah ne acıdır yalnızlık!.. Dedi: “Senin sahibin var, yokluğa kanma./ Sana senden yakın, uzakta sanma./ O’na tüm kâinat dar gelir amma/ Bir gönüle girer, farkında mısın?” Dedim: “Madem bana yakın ise,/ Her gönüle girer ise/ Onu kime sorayım?/ Haydi söyle, O’nu nerede bulayım?” Dedi: “Yanılıp da yalnızlığa inanma./ Bir Sahibin var ki uzakta sanma./ Her baktığın yerde görünür amma/ Nasıl baktığına bağlı gördüğün…” Dedim: “Elli beş yıl öncesinde,/ Işıklar Lisesi’nde,/ Loş ışıklı salonlarda, cazlarda, balolarda/ Trompet üstadıydın, ne de güzel çalardın.../ Kahkahalar içinde nice canlar yakardın./ Şehvetli bedenlere 90 mayıs 2014 Sabri Öğe sabrioge.ajanda@gmail.com taze şehvet katardın./ Bak yine aynı sesin,/ Lakin bu kez farklı nefesin./ Ne oldu sana böyle? Haydi bekletme, söyle!” Dedi: “Yıllardır kendimi güya tanırdım./ Sanık ben, yargıç ben; hep aklanırdım./ Şeytanı en büyük düşman sanırdım,/ Ondan da beteri nefsimmiş meğer…” Sanık ben, yargıç ben, hep aklanırdım. Şeytanı, en büyük düşman sanırdım; Ondan da beteri.. Nefsimmiş meğer.. Dedim: “Peki, kendine ne dedin sonra mirim?” Dedi: “Dedim yıllar yılı gönlüm harapta./ Deva bulamadım sazda, şarapta./ Bir yudum su verin, kaldım serapta;/ ‘Pınar yok’ dediler, secdeden gayrı…” Dedim: “Aman üstadım devam edin!” Dedi: “İlim kapısında verdim yılları./ Dinledim ‘Hakk’ diyen âlim kulları./ Sordum Dost’a giden bütün yolları,/ ‘ Yakın yok dediler.. Secdeden gayrı...Yakın yok’ dediler secdeden gayrı…” Dedim: “Bari sağlam bir yer buldunuz mu? Hakk’a teslim oldunuz mu?” Dedi: “Hevâdan kaçmaya ettim de yemin/ Olmadım yine de kendimden emin./ Ey Yüce Sahibim, Rabb’ül Âlemin!/ Nefsimle baş başa bırakma beni.../ Son buldu kibirle büyük savaşım./ Önünde eğildi o mağrur başım./ Gördün, Beytullah’ta seldi gözyaşım./ Rahmetinden mahrum bırakma beni…” Dedim: “Hep nefisten korktunuz,/ Şeytanı unuttunuz…” Dedi: “Şeytan önce insana Allah’ı unutturur,/ Sonra ‘çağdaş’ çöplükte ne bulursa yutturur./ Şeytanla her savaşa hiç korkusuzca varım,/ İnsan şeytanlaşırsa, işte ondan korkarım…” Dedim: “Vay nereden nereye, Cenab-ı Hakk nelere kadir!..” Dedi: “Yüreğinde yoksa Allah inancı,/ Bil ki budur seni kemiren sancı./ Ruhunla bedenin iki yabancı…/ Bu çatık çehreyle bitmez bu yarış,/ Sen, sen ol da önce... Kendinle barış... Sen, sen ol da kendinle barış…” Dedim: “Affedersin, anlamadım. Ne demek istiyorsun?” Dedi: “İlle de bir tokat mı yemelisin ensene?/ Ölüm sana gelmeden sen kendine gelsene…” Dedim: “Ne zaman gelecek o şey?” Dedi: “Bu dünya, uzunca bir yolun başı./ O mezar dediğin bir sınır taşı./ Ömür, iki günlük iman savaşı,/ Her an bitebilir, farkında mısın?” Dedim: “Ölüm? Ölüm ne kadar soğuk, ne kadar sarsıcı değil mi?” Dedi: “Ölmeden ölene ölüm bir şölen,/ Ölümü öldürür ölmeden ölen...” Dedim: “Ne şöleni üstadım? İnsanlar mutsuz,/ Gelecekten umutsuz.../ Sarılmışlar bilime,/ Olmuyor ilerleme./ Yürekler daralıyor,/ Ufuklar kararıyor./ Onlar muhtaç dermana;/ Söyle varsa bir sözün bu bunalmış insana...” Dedi: “Ey insan! Yaşıyorken hem de Kur’an çağında,/ Çırpınıp duruyorsun cehalet batağında./ Kalbin katı, gözün kör, başın kibir dağında,/ Kur’an sana ‘Gel!’ diyor, ‘Bak, bendedir adresin’./ Ey eşref-i mahlukat! Daha Kur’an ne desin?/ Özgürce seçmen için iki yoldan birini,/ Apaçık bildiriyor bütün ayetlerini./ ‘Ya Peygamber, ya şeytan’, seç diyor rehberini;/ Öyle seç ki sırattan rüzgâr gibi geçesin,/ İlle ‘şeytan’ diyorsan,/ Daha Kur’an ne desin?”Gönlümü, hevâya kaptıran oymuş, Şuûru şehvete saptıran oymuş, Tutkuları, putlar yaptıran oymuş, En sinsi düşmanım.. Nefsimmiş meğer... Övgü dolu sözlerine kanmışım; “Kalbin temiz’’ demiş, gerçek sanmışım. Hakk’ı ancak, zor günümde anmışım, İçimdeki nankör.. Nefsimmiş meğer... Dedim: “Kendi düşen ağlamaz mı diyorsun?” Dedi: “Dinde zorlama yoktur, insan hürdür elbette./ İster dünyada pişer, isterse ahirette…” Dedim: “İnsan dünyada nasıl pişer?” Dedi: “İnsan doğmak, insana ilahî bir ihsandır./ İnsan doğan kaç kişi ölürken de insandır?” Dedim: “Bu insanlar ‘sevgi’ diyor,/ Sevgiliye yol istiyor./ Derdine çare için,/ ‘Bir yudum huzur’ diyor…” Dedi: “Sevgiye susadım, çare diyorsan,/ Dostunu dilinle dövme bu kadar./ ‘Sıratta naz etsem Yâre’ diyorsan,/ Yaptığın hayrını övme bu kadar./ ‘Huzura susadım, çare’ diyorsan,/ Şu yalan dünyayı, sevme bu kadar. Ah! Bir yakın olsam, Yâr’e diyorsan; Namazı başından, savma bu kadar…Şu yalan dünyayı sevme bu kadar./ Şu yalan dünyayı, sevme bu kadar. Ah! Bir yakın olsam, Yâr’e diyorsan; Namazı başından, savma bu kadar…’ Ah bir yakın olsam Yâre’ diyorsan,/ Namazı başından savma bu kadar.” Dedim: “Neden binbaşıyken askerliği bıraktın?/ Daha nice rütbeleri arkana attın?” Dedi: “Rütbe var, yazılır mezar taşına;/ Zaman sellerinde aşınır gider./ Rütbe var, yazılır cennet arşına;/ Sonsuzdan sonsuza taşınır gider.” “Şart mıydı yani ayrılmak?” diye soruyorum da diyor: “Günah sofrasından doğrulmayanın/ Gönül sofrasında gözü olur mu?/ Allah aşkı ile yoğrulmayanın/ O’na naz etmeye yüzü olur mu?” Dedim: “Daldık engin deryaya, sonu yok, biliyorum. Of başımı döndürdün, bir formül istiyorum!” Dedi: “Ya Allah’a baş eğer, hiç kimseye eğmezsin;/ Ya herkese baş eğer, hiçbir şeye değmezsin./ Ya Allah’a baş eğer, özgürlüğe koşarsın;/ Ya nefsine baş eğer, köle gibi yaşarsın...” Dedim: “Öyle zor ki öyle zor…/ Çile değil çekilen, avuçta bir kızıl kor…” Dedi: “Her çilenin bir ecri, gecenin fecri vardır,/ İnsanın selameti, ancak sabrı kadardır.” Dedim: “Eyvallah sultanım, eyvallah!/ Eyvallah, bu günlük bu kadar yeter!..” Ecdadı Numan, gönlü ise bir umman… Ummana şöyle bir dalıp çıktık. Dün ninni ile uyuttuğu insanları, bugün omuzlarından sarsarak uyandırmaya çalışıyor. Sizi bilmem ama ben onu çok, ama çok sevdim… Gönlümü, hevâya kaptıran oymuş, Şuûru şehvete saptıran oymuş, Tutkuları, putlar yaptıran oymuş, En sinsi düşmanım.. Nefsimmiş meğer... Övgü dolu sözlerine kanmışım; ‘’Kalbin temiz’’ demiş, gerçek sanmışım. Hakk’ı ancak, zor günümde anmışım, İçimdeki nankör.. Nefsimmiş meğer... Sanık ben, yargıç ben, hep aklanırdım. Şeytanı, en büyük düşman sanırdım; Ondan da beteri. Gönlümü, hevâya kaptıran oymuş, Şuûru şehvete saptıran oymuş, Tutkuları, putlar yaptıran oymuş, En sinsi düşmanım.. Nefsimmiş meğer... Övgü dolu sözlerine kanmışım; ‘’Kalbin temiz’’ demiş, gerçek sanmışım. Hakk’ı ancak, zor günümde anmışım, İçimdeki nankör.. Nefsimmiş meğer... mayıs 2014 91 haberajanda Toplum Gelinen noktada “ihtiyaç” denilen kavram, doğal yollarla değil, üretim-tüketim ve rekabet koşullarına göre değişik şeytanî yöntemlerle düzenlenmekte, insanlık eşyaların peşinden hipnoz olmuşçasına ve bir dilenci gibi sürüklenmektedir. “Üretim, rekabet ve tüketim”, hâlihazırdaki Batı medeniyetinin sihirli kelimeleridir. *** İkinci açmaz, fazla üretimin piyasada eritilmesi problemi… Heyete de ifade ettiğim gibi, “Kazançlar masrafa kâfi gelmediğinden, insanlar hileye, harama sevk edilmekte, ahlak esasları bu açmaz sebebiyle ifsada uğramaktadır”. Uydurulmuş bolluk içinde, farkında olunamayan onursuzluk, kölelik ve fukaralık... *** Roma ve Yunan medeniyeti, Hıristiyanlıkla tanıştıktan sonra, ilahî emir doğrultusunda evrilmek şöyle dursun, vahiy kaynaklı doğruları bile kendine benzetti. Ortaya pagan ruhu ve aklı taşıyan, ilk zamanlarında Hıristiyan elbisesi giydirilmiş yeni bir karışım çıktı. Şimdilerde bahsi geçen medeniyetin üzerinde Hıristiyan elbisesi bile bulunmuyor; çırılçıplak olmuş ve hocası şeytanın izinde tüm ruhları ve zihinleri iğfal ediyor. 92 mayıs 2014 “Ümitvar olunuz; şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada, İslam’ın sadası olacaktır” G ERÇEKTE yakaza olan rüyamda, biri gelip bana “Mukadderat-ı İslam için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seninle görüşmek istiyor” dedi. İçeriye girdim. İçeride, “münevver, emsalini dünyada görmediğim, selef-i salihîn”in büyükleri ve her asırda peygamberleri temsilen görev ifa eden “Asarın Mebusları’nın içinde bulunduğu bir heyet”in hazır olduğunu fark ettim. Kapının yanında beklemeye başladım. Prof. Dr. Bünyami Ünal bunyamiunal.ajanda@gmail.com >> İçlerinden biri bana hitaben, “Ey felaket, helaket asrının adamı, senin de reyin var, fikrini beyan et” dedi. Heyetin ifade ettiği “felaket ve helaket asrı” benzetmesi, üzerimize sağanak sağanak yağan zorluklar sebebiyle oldukça manidardı. 1907-1918 arasındaki Balkan ve I. Dünya Savaşları gibi iki büyük musibet ve neticesinde ortaya çıkan göçler nüfusumuzu eritmişti. Uzun yıllar devam eden savaşlardan dolayı hazine boşalmış, yokluk ve fakirlik inanılmaz boyutlara çıkmıştı. Otorite boşluğu asayişi ortadan kaldırmış, eşkıyalar etrafı talan ediyorlardı. Sıraladığım tüm bu olumsuzluklar, Allah’ın rahmetiyle çalışılarak telafi edilebilirdi. Asıl felaket, kalan insanımızın “Hakk’ın üstün olduğuna, galip geleceğine inancını” kaybetmesiydi. Ruhların yeis bataklığında boğulmak üzere olduğu zaman diliminde, heyete hitaben “Sorun, cevap vereyim” şeklinde mukabelede bulundum. İçlerinden biri, “Bu mağlûbiyetin neticesi ne olacak? Galibiyette ne olurdu?” diye iki soru sordu. Ben, “Musîbet şerr-i mahz olmadığı için, bazen saadette felaket olduğu gibi felaketten dahi saadet çıkar” şeklinde cevap verdim. Biliyorsun, “musîbet” ile “şerr-i mahz” farklı kavramlar. “Şerr-i mahz” kelimesi, “her yönüyle zararlı olan şeyler” hakkında kullanılır. Diğeri öyle değil; ilk bakışta sıkıntı veriyor gibi görünmesine karşın “neticesi hayırlı” olabilir. Bu bağlamda düşünüldüğünde, “Allah adının yeryüzünde taşınması, temsil edilmesi ve yüceltilmesi” olan birinci vazife ile “bu değerin düşman saldırılarından korunması” olan ikinci vazife, 1299’dan beri, neredeyse 650 yıldır Osmanlı Devleti’ne nasip edilmişti. Onlar da misyonlarının gereğini ellerinden geldiğince, hayatlarını ortaya koyarak yerine getirdiler. Gelinen noktada düşmanlar, 1400 yıldır biriken öfke ve kinlerini, yakaladıkları ilk fırsatta bayrağı elinde tutan Osmanlı’dan almak istediler. Bu kinin ete kemiğe bürünmüş, her aklı başında olan vicdan sahibinin anlayabileceği en güzel örneğini de 11 Aralık 1917 tarihinde Kudüs’e giren İngiliz Orduları Komutanı Orgeneral Edmund Henry Hynman Allenby sergiledi. Orada hazır bulunanların huzurunda bu büyük komutanın (!), Selahattin Eyyübi’nin mezarını tekmelerken ağzından “Kalk Selahaddin, biz yine geldik!” cümleleri dökülüyordu. Biraz önce resmini çizmeye çalıştığım durumun vahametini unutmadan, hazır bulunan heyete söylediğim cümleleri şimdi olduğu gibi sana da tekrar etmem icap ediyor. Orada yarım kalan ifademi “Eskiden beri Îla-i Kelimetullah ve beka-i istiklaliyet-i İslam için, farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile kendini yekvücut olan Âlem-i İslam’a fedaya vazifedar ve hilafete bayraktar görmüş olan bu Devlet-i İslamiye’nin felaketi, Âlem-i İslam’ın saadet-i müstakbelesiyle telafi edilecektir” cümleleriyle tamamladım. Ardından da “Zîra şu musîbet, maye-i hayatımız ve ab-ı hayatımız olan Uhuvvet-i İslamiye’nin inkişaf ve ihtizazını harikulade tacil ettiğini” söyledim. Hakikaten de öyle oldu. Hayatımıza kast etmek amacıyla yürütülen saldırılar bizi birbirimize kenetledi. İçimizdeki lüzumsuz tartışmaları bırakıp suikastlara karşı “tek vücut” olmamıza yol açtı. “Girdiğimiz mücadele kaybedilmiş gibi gözükse de bu mağlûbiyetle bir saadet-i acile-i muvakkati kaybedilirken, bir saadet-i acile-i müstemirrenin (devamlı olanın) bizi beklediğini ve pek cüz’î ve mütehavvil (değişen) ve mahdut (sınırlı) olan hali geniş istikbal ile mübadele edenin (değiştirenin) kazanacağını” söyledim. Fırsatları kaçıran insanlık Heyetten bir başkası “Söylediklerini izah et” dedi. Biliyorsun, o gün itibariyle insanlık, bedeviyet, memlûkiyet ve esaret evrelerini tamamlamış, 18501930’lu yıllar arasında ücretli kölelik dönemi içinde bulunuyordu. Bu aşamanın da geçileceğini “Beşer, esir olmak istemediği gibi ecir olmak da istemez” şeklinde izah ettikten sonra, varılacak noktanın, mülkiyetin tabana doğru yayılacağı, serbestlik ve rekabetin sermayeden daha önemli olacağı bir duruma geçileceğini düşünüyordum. Zaman içinde gelişmeler söylediğim yönde ilerledi. Mevzu ile alakalı olarak düşündüğüm ikinci gelişme, o güne kadar geçerli olan “Devletler, milletler muharebesini tabakat-ı beşer muhare- mayıs 2014 93 haberajanda Toplum besine terk-i mevkî edecek” olması gerçeğiydi. Yani milletler ve devletler arasındaki savaşların, yerini sınıflar arası mücadelelere bırakacağını, üstüne üstlük sınıf savaşlarının diğerlerine kıyasla çok ağır geçeceğini tahmin ediyordum. 19 ve 20. yüzyıllar boyunca bu hakikatin ayniyle vaki olduğu ortaya çıktı. Hepimizin şahit olduğu sınıf savaşları, sınır, coğrafya, ırk, din, mezhep ve cinsiyet tahdidinden bağımsız olarak karşımıza çıktığı için, eskiden olduğu biçimiyle filanca coğrafyanın milletini değil, doğrudan insanlığın varlığını tehdit eden boyutlara ulaştı. Geriye dönüp baktığımızda, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra insanoğlu, ayağına kadar gelen daha güzel ve adil bir dünya inşa edebilme fırsatını -her zaman yaptığı gibi- şeytanın telkini ile kaçırdı. O gün de iddia ettiğim gibi hal, “Sefahet ve dalâletle bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış” beyinlerin insanlığa sunduğu reçetelerin, önce onların başını yiyeceği gerçeğiydi. Bu görüşümün doğruluğu, İkinci Dünya Savaşı’nda tecrübe edilerek yaşandı. Sonra olanlarsa malum… Heyete Birinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarına ilişkin yaptığım açıklamamın devamında da galip olsa idik, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye belki daha şedîdane kapılma” ihtimalini göz önünde bulundurarak galiplerin temsil ettiği cereyanın hem tabiat-ı Âlem-i İslam’a münafi, hem ehl-i îmanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzet olması sebebiyle, galip gelip onlarla birlikte olmaktansa mağlup olup birtakım zorluklara katlanmanın bizim için daha hayırlı olacağını söyledim. Konuya ilişkin sözlerimi, “Eğer ona yapışsa idik, Âlem-i İslam’ı fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürükleyecek, Batı’nın, şeytanın telkiniyle ete kemiğe bürünmüş ideolojisi, ulaşabildiğimiz coğrafyalarda bizim elimizle kendi medeniyet dokumuza zerk edilecekti” diyerek tamamladım. İhtiyaç seviyesinin artışı Meclisten bir başkası, “Neden Şeriat şu medeniyeti reddeder?” diye bir soru sordu. Ben, “Çünkü Batı medeniyeti beş menfi esas üzerine teessüs edilmiş” diyerek söze başladım ve “Bu esaslar, A’dan Z’ye bulunduğumuz medeniyetle zıttır. Birinin olduğu yerde diğerinin var olması mümkün değildir” dedikten sonra konuyu biraz daha anlaşılır kılmak için ilave açıklamalar yaptım: 94 mayıs 2014 1. Onlarda “Nokta-i istinad kuvvettir. Neticesi tecavüzdür”. Bizde “Nokta-i istinad, kuvvete bedel haktır. Neticesi adalettir”. 2. Onlarda “Hedef-i kastı menfaattır. Neticesi zahmet ve sıkıntıdır”. Bizde “Hedef, menfaat yerine fazilettir. Neticesi muhabbettir”. 3. Onlarda “Hayatta düstur cidaldir, kavgadır. Neticesi çekişmektir”. Bizde “Hayat düsturu cidal yerine yardımlaşmadır. Neticesi ittihad ve dayanışmadır”. 4. Onlarda “Kitleleri bir arada tutan rabıta, diğerlerini yutmakla beslenen unsuriyet ve menfi milliyettir. Neticesi savaştır”. Bizde “Cihetü’l-vahdet de unsuriyet ve milliyet yerine rabıta-i dinî, vatanî, sınıfîdir. Neticesi samimî uhuvvet ve barıştır”. 5. Onlarda “Her faaliyet arzuları azdırmak içindir. Neticesi, insanı melek derecesinden hayvan seviyesine indirmektir”. Bizde “Gelip geçiciliğe bedel ‘istikamet ve doğruluktur’. Neticesi, insaniyetin terakkî ve ruhen tekâmülüdür”. Ve bu iki zıt yaklaşımın birbiriyle uyuşturulmasının söz konusu olamayacağını da ayrıca ilave ettim. Hazır olan heyete anlatmaya çalıştığım mesele, Batı’nın bilim adına ortaya koyduklarının görmezden gelinmesi veya reddedilmesi değil, “bilim neticesinde ortaya çıkan nimetlerin nasıl kullanılması” gerektiğiyle ilgiliydi. Bizim medeniyet dokumuz, yaratılış gayemize zıt olan hiçbir yaklaşımı kabul etmez. Biliyorsun ki biz, “Allah’a bakan veçhesi hariç, her şeyin helak olacağına” iman eden bir düşünce ikliminin meyveleriyiz. Az önce ifade ettiğim reddedişin dayanak noktası da burası olup, meselenin “geri kafalılık” gibi tutarsız iftiralarla en ufak ilgisi yoktur. Konuşmamızın akışı içinde, bahsi geçen medeniyetin o gün itibariyle “Beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekavete atmış olduğunu, yüzde onunu mümevveh (hayali) saadete çıkarmış olduğunu, kalanını da iyikötü arasında bir yerde bıraktığı anlaşılmaktadır” dedikten sonra, bizim medeniyetimizin “umumun, laakal ekseriyetin saadetini tazammun etmesi” gerektiğini söyledim. O gün durum neyse, bugün itibariyle de vaziyet üç aşağı beş yukarı aynı, başka bir netice çıkması sürpriz olurdu. Olması gereken budur ve öyle de oluyor. İfade ettiğim rakamlar, yüz yıl öncekilerle, inanılmaz bir benzerlik göstermektedir. Bu anlamda insanlık, bir adım bile ilerleme kaydedememiştir. Kaydedilen gelişme, “adaletsizliğin şeklinin değişmesinden” ve “daha şeytanî bir biçim almasından” başka bir anlam taşımamaktadır. Bu bağlamda “hem serbest hevanın tahakkümüyle havaic-i gayr-i zarûriyenin havaic-i zarûriye hükmüne geçtiğini”, daha açık ifadesiyle “eskiden bir adam dört şeye muhtaç iken, hazır medeniyetin onu yüz şeye muhtaç ederek esir aldığını” söyledim. Bu sön söylediğim husus, insanlık var edildiğinden bu yana bu derece yıkıcı hiç olmamıştı. Gelinen noktada “ihtiyaç” denilen kavram, doğal yollarla değil, üretim-tüketim ve rekabet koşullarına göre değişik şeytanî yöntemlerle düzenlenmekte, insanlık eşyaların peşinden hipnoz olmuşçasına ve bir dilenci gibi sürüklenmektedir. “Üretim, rekabet ve tüketim”, hâlihazırdaki Batı medeniyetinin sihirli kelimeleridir. Zenginlik içinde fukaralık Sistem daha çok üretmek, daha ucuzunu ortaya koymak ve üretilenlerin tüketilmesini sağlamak için koca bir makine gibi çalışıyor. Bu düzenekte Âdemoğlunun payına “onurunun makine çarkları arasında yok olması” dışında bir şey düşmüyor. Daha ucuzunu çok miktarda üretmeyi hedeflemişseniz, yapmanız gereken ilk işlerden biri de “maliyetlerin azaltılması” olacaktır. Diğer kalemlerle oynayarak bu hedefi belli bir noktaya getirdikten sonraki yapılacak işse çalışanların maliyet üzerindeki yüklerinin hafifletilmesidir. Yani daha fazla üretimi daha düşük ücretle ortaya çıkarmak… İkinci açmaz, fazla üretimin piyasada eritilmesi problemi… Heyete de ifade ettiğim gibi, “Kazançlar masrafa kâfi gelmediğinden, insanlar hileye, harama sevk edilmekte, ahlak esasları bu açmaz sebebiyle ifsada uğramaktadır”. Uydurulmuş bolluk içinde, farkında olunamayan onursuzluk, kölelik ve fukaralık... Roma ve Yunan medeniyeti, Hıristiyanlıkla tanıştıktan sonra, ilahî emir doğrultusunda evrilmek şöyle dursun, vahiy kaynaklı doğruları bile kendine benzetti. Ortaya pagan ruhu ve aklı taşıyan, ilk zamanlarında Hıristiyan elbisesi giydirilmiş yeni bir karışım çıktı. Şimdilerde bahsi geçen medeniyetin üzerinde Hıristiyan elbisesi bile bulunmuyor, çırılçıplak olmuş ve hocası şeytanın izinde tüm ruhları ve zihinleri iğfal ediyor. Tehlikenin eşiğinde Böyle bir medeniyet algısının, bozulma- dan bugüne kadar taşınmış olan vahiy eksenli bir dünya görüşü ve hemen her düsturuyla taban tabana zıt düşünce yapısıyla bir araya gelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır, olmamıştır, olamaz. Bu uğurda harcanan çabalar, en iyi niyetle “gaflet” çizgisinin acınası tezahürlerinden başka bir anlam taşımaz. Çabaların neticesini görüyoruz; başarıyla sonuçlanmış tek bir örneğin bulunup gösterilmesi mümkün değil. Konuşmanın devamında meclisten bir başkası, “Şeriat-ı Garradaki medeniyet nasıldır?” sorusunu yöneltti. Soruyu “Şeriat-ı Ahmediye’nin (a.s.m.) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet, medeniyet-i hazıranın olumsuzluklarının giderilmesi sonucunda ortaya çıkacak gelişmelerdir” dedikten sonra, ilaveten “Onun ‘menfi esasları’ yerine ‘müspet esaslar’ va’z edilerek hayata geçirilebilir” şeklinde cevapladım. Devamında “Mağlûbiyetle mazlumların ve cumhûrun içinde bulunduğu safa intikal ettik. Şimdi yapılması gerekenin galiplerin içinde bulunduğu medeniyete kayıtsız kalmak yerine, onu da, içinde bulunanları da akıllı davranmak suretiyle kendi medeniyet biçimimize dönüştürmemiz ve kendimize hadim kılmamız olacaktır” dedim. Mecliste bulunanlar başlarıyla beni tasdik ettikten sonra, içlerinden biri, “Evet, ümitvar olunuz; şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada, İslam’ın sadası olacaktır” dedi. Aramızda geçen konuşma bu mihmanda devam etti. O gün, dünyanın ve bizim ahvalimize ilişkin koyduğum teşhisler bir bir gerçekleşti. Her neyse… Geline noktada dünyanın hali ortada. Geçen yüz yıl boyunca insanoğlunun yaşadığı bunalım, tarihin hiçbir döneminde bu kadar derin ve tesirli olmamıştı. Dünya tarlası hiç bu kadar çok insanı cehenneme taşımamıştı. Bilaistisna her bir kişi, her bir topluluk, her bir millet bu zulümden nasibini aldı. “Bu asırda din ve İslâmiyet düşmanları, evvela imanın esaslarını zayıflatmak ve yıkmak planını programlarının birinci maddesine koydular”. “Tarihte görülmemiş bir halde münâfıkâne ve çeşit çeşit maskeler altında imanın erkânına yapılan sû-i kastlar pek dehşetli oldu”. “Çok yıkıcı şekiller tatbik edildi”. Bunun içindir ki “bahsi geçen dönemde” en mühim iş, “Taklidî imânı tahkikî imana çevirerek imanı kuvvetlendirmektir.” “Her şeyden ziyade imanın esâsâtıyla meşgul olmak, kat’î bir zarûret ve mübrem bir ihtiyaç, hatta mecburiyet hâline gelmiştir.” Dünya büyük bir manevî buhran geçiriyor, manevî temelleri sarsılan Garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor; bu müthiş illete karşı İslam cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş bâtıl formülleriyle mi? Bunlarla mümkün değil. Durum o kadar vahimdir ki “bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan (ölümden) yalnız birkaç tanesinin kazandığını, ötekilerin kaybettiğini müşahede etmiş” ve bu keşfin, Müslüman nüfusun yaşadığı bir coğrafyada vuku bulması durumunun ne derece vahim boyutlara ulaştığını bize gösteriyor. Bir medeniyetin temellerine saldırılar oldu. “Temelleri yıpratılmış bir binanın odalarını tamir ve tezyine çalışmak, o binanın yıkılmaması için ne derece bir fayda temin edebilir? Köklerinin çürütülmesine çabalanan bir ağacın kurumaması için dal ve yapraklarını ilaçlayarak tedbir almaya çalışmak, o ağacın hayatına bir fayda verebilir mi?” anlayışıyla çalıştık. Temel konuları ve onlara yapılan saldırıları durdurmayı başardık. Mesele bir noktaya kadar geldi ve şükürler olsun ki her saldırının cevabı verildi. Şimdi yapılması gereken “Ortaya koyduğumuz esaslar üzerine yeni bir medeniyetin inşası… Kalıcı olmanın tek çaresi bu!” Bak evladım! Fizikî şartlara bakarak “Bu nasıl olacak?” diye bir soru sormak, hastalıklı bir kafanın tezahüründen başka bir anlam taşımaz. Biliyorsun, “bahar içinde bir sa- atte yaz mevsiminin numunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icat eden Kadir-i Zülcelâl” için her şey “gayet kolaydır”. Yapmamız gereken tek şey, “eşya ve hadiseleri Batı felsefesinin ‘determinist mantığından’ uzaklaşarak anlamaya çalışmak”. Sana ikinci söyleyeceğim husus, bundan sonra izleyeceğiniz yöntemle ilgili olacak. Birincisi öncelik ve fedakârlık… Maddî ve manevî her şey bu uğurda feda edilecek, her musibete katlanılacak, her işkenceye sabredilecek… Ne için? Dünya büyük bir manevî buhran geçiriyor, manevî temelleri sarsılan Garp cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir veba, bir tâun felâketi gittikçe yeryüzüne dağılıyor; bu müthiş illete karşı İslam cemiyeti ne gibi çarelerle karşı koyacak? Garbın çürümüş, kokmuş, tefessüh etmiş bâtıl formülleriyle mi? Bunlarla mümkün değil. İflas etmiş bu yolla çare üretmek, yarayı derinleştirmek dışında bir işe yaramaz. Dünya zindanını derinleştirir, çekilen eza ve cefanın süresini uzatır. Göreviniz, kendi medeniyetinizi, kendi hükümlerimiz üzerine ve kendi yöntemlerimizle inşa etmek, sadece yazılı programı uygulamak, bu uğurda gayret sarf etmek ve -neticesi ne olursa olsun- onunla ilgilenmemektir. mayıs 2014 95 haberajanda Bilim Tarih Endüstrileşmiş ülkelerin çoğu, elektrik enerjisi elde edebilmek için odun, petrol veya kömür yakıyordu. Ne var ki bu yöntem çok verimsizdi. Örneğin, modern bir elektrik santrali, iyi cins bir kömür parçasını kullanarak bir ampulü sadece dört saat yakacak kadar enerji üretebiliyordu. Öte yandan kütle-enerji denklemi ise, aynı miktarda kömürü tamamen (geriye hiç kül bırakmadan) enerjiye dönüştürmenin bir yolunu bulabilmemiz halinde çok daha büyük kazançlar vadediyordu. Gerçekten yapılan hesaplamalar, bu tür bir dönüşümün, bir ampulün dört saat yerine 1 trilyon 680 milyar saat yanmasını sağlayacak kadar enerji üreteceğini gösteriyordu. *** Başkan Roosevelt, bu konunun değerlendirilmesi için bir komisyon oluşturdu. Kurulan komisyon, kısa süre sonra Başkan’a bir rapor vererek ünlü bilim adamının tavsiyesine uygun hareket edilmesini önerdi. Birkaç gün içinde ABD’nin değişik üniversitelerinde ve laboratuvarlarında çalışan ve çoğu Avrupa’dan göç etmiş yüzlerce bilim adamı, insanoğlunun düşünebileceği en yok edici silahı yapmak için çalışmalara başladı. Beş yıl boyunca binlerce insan çalışmış ve 2 milyar dolar para harcanmıştı. Nihayet 16 Temmuz 1945 tarihinde bütün bu çaba ve harcamaların sonunda ortaya çıkan ürün, deneme için hazırdı. *** 96 mayıs 2014 Avrupa’da, savaşın kazanıldığı 1945’te, bombanın yapılmak ve Japonlara karşı kullanılmak üzere olduğunu anladığı zaman Szilard durmadı ve ulaşabildiği her yere protesto mektubu gönderdi. Bir mektup da Başkan Roosvelt’e yazdı, ancak bundan da sonuç alamadı ki mektubu gönderdiği sırada Roosvelt ölmüştü. Szilard, bombanın, Japonların ve uluslararası gözlemcilerin önünde denenmesini istiyordu. Çünkü Japonların, bombanın gücünü gördükleri anda on binlerce insan ölmeden teslim olacaklarından emindi. Ama Szilard ve onunla birlikte uğraşan bilim adamları başarısızlığa uğradı. KUR’AN VE IŞIK “K UR’AN ışıktır” demiştik. Bu, yalnız benim ifadem değil, Kur’an’ın bizzat kendi kendisini ifadesidir. Kur’an, kendisini yalnızca “ışık” olarak değil, vahiy, tenzil, kelâm, furkan, zikir, şifa, rahmet gibi farklı sıfatlarla da nitelendirir. Vahiy, tenzil ve kelâm ifadeleri, Kur’an’ı mahiyet, tabiat ve yapısı bakımından nitelerken, onun mucizevi yönüne de işaret eder. Kur’an’ın mucizevi yanı (i’cazı), Allah’ın kelamı, Allah’ın sözü, O’nun konuşması olmasıdır. Kur’an, insan veya kahin sözü değildir, ilahî kelâmdır. >> İlahî kelamın özgünlüğü, onun, Allah’ın kelamı oluşundandır. O vahiy’dir, tenzildir, Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Hazreti Muhammed’le yaşama geçmiş, sahifelere yazılarak “kitap” olmuş, “kitap” olarak da sonsuza kadar korunmuş mucizedir. “Oku” diye başlayan ve kaleme ant içilen Kitap’tır. Kur’an’ın bakışı insana dönüktür ve öğüt ve de uyarılarla dolu olan ilahî bir beyandır. Ve içeriği ve işlevini de furkan, zikir, şifa, ışık, rahmet kelimeleri ile anlatır ki bu kelimeler, ilahî beyanın insanlar için bilgi, ölçü ve aydınlık olduğuna yönelik nitelemeleridir. Bir toplumu asırlardır biriken hurafe ve sanı çöplüğünden kurtarıp boş Dr. Murat Arabacı muratarabaci.ajanda@gmail.com işlerin peşinde koşmaktan arındıracak ilahi bir kelâm; doğruyu, iyiyi anlatan, gerçek ama gerçek değeri olan bilgileri açıklayan konuşan bir vaizdir o. Ancak asırlardır ciltleri içeriğinden daha değerli hale geldiği için furkan, zikir, şifa, ışık, rahmet kelimeleri sözlüklerin sayfalarında hüzünlü kelimeler olarak kaldı. Her şey hayal meyal, yaşam el yordamıyla sürdürülüyor, ışıksızlığın kasveti çökmüş üzerimize ve tanyerinin ağarmasını bekliyoruz. Mekke, işte böyle beklerken, canlı gömülen kız çocuklarının hangi suçtan öldürüldüğünün sorulacağının uyarısıyla (Tekvir, 8-9) sarsıldı. Mekke’de artık tanyeri ağarıyordu. Mekke’de kız çocukları, çarpık ekonomik, sosyal ve ahlaki düzen yüzünden diri diri gömülüyorlardı. Suçlu, yalnızca çocukları öldüren ana baba değildi. Asıl suçlu olanlar, bu çarpık düzeni insanlara dayatan ve bu düzene boyun eğenlerdi. Ne yazık ki Mekke düzeni, günümüzde küresel ölçekte geçerli. Modern bilimin artı değeri olan ekonomik ve teknolojik güç, her türlü ahlaki değer ve kontrolden uzak bir şekilde milyonlarca insanın ölümüne sebep oldu, oluyor. Tüm yeryüzünde tanyerinin tekrar ağarması için bu insanların hangi suçtan öldürüldüğü sorusunun muhatabı olduğumuzun farkındalığı gerekiyor. İlk ışık kuramları Bir örnek, ne demek istediğimi daha iyi anlatacaktır: İnsanoğlunun, “fizikî ışığın” doğasını öğrenmek için başlayan merakının, ahlaki ve moral değerlerden yoksun kalınca atom bombası gibi bir felaketle sonuçlanmasına bakalım. Günlük hayatımızda ışığın “ne” olduğunu “bilmeden”, değerinin hep farkında olduk. Hava karardığında güneş ışıklarını sabırsızlıkla beklerken, ay ışığının cılız aydınlığı bile gönlümüzü hep ferahlattı. Çünkü ancak ışığın aydınlığında görebiliyoruz. Çevreyle iletişimimizin büyük kısmı işitme ve görme sayesindedir. “Görme”, insanın en önemli duyularından bir tanesidir. Bu olayın nasıl gerçekleştiği, insanın ilk çağlardan beri ilgisini çekmiştir. O zamanlar gözün, görme işlevinde en önemli organ olduğu biliniyordu, ama “göz” ve “görülen nesne” arasındaki bağın ne ile ve nasıl kurulduğu asırlarca çözümlenemeyen bir konu olmuştur. Göz ile görsel nesne arasındaki bağın “ışık” olduğu, antik çağlarda doğa filozoflarının arasında ortak kabul görmüştür. Ancak göz ve görülen nesne arasındaki bağın nasıl kurulduğu konusu oldukça tartışmalı idi. Bu tartışma, ışığın göze nasıl etki ettiği ve ışınların kaynağının ne olduğu üzerinedir. Işığın göze nasıl etki ettiği açıklanırken, ışınların kaynağı olarak ileri sürülen iki temel görüş vardır: Işınların gözden çıktığını savunan “göz-ışın kuramı” ve ışınların nesneden çıktığını savunan “nesne-ışın kuramı”. Antik Yunan’da atomcu gelenekten Leukippos ve öğrencisi Demokritos (MÖ 460), nesne-ışın kuramının savunucularıdır. Leukippos, ruhun dış dünyadaki nesneleri algılarken onlara gitmediği, aksine algılama sürecinde duyular aracılığıyla bu nesnelerin ruha geldiklerini ileri sürmüştür. Benzer düşünceleri savunan öğrencisi Demokritos, görme nesnesinden, o nesnenin kendi biçimini taşıyan sürekli bir ışık yayılması ve bu ışığın göze girmesiyle görmenin meydana geldiğini açıklamaya çalışmıştır. Işık ise, küçük ve yuvarlak oldukları için oldukça hızlı bir biçimde devinen ince atomlardan meydana gelmiş cisimsel bir şeydir. Göz-ışın kuramı ise M.Ö. 5. yüzyılda Alkmeon tarafından ortaya atılmıştır. Alkmeon’a göre göz, ateşten yapılmıştır. Çünkü biri ona çarptığında ateş çıkmaktadır. Görme de gözden yayılan ışığın bir nesne tarafından yansıtılmasıyla oluşur. Alkmeon’un savunuculuğunu yaptığı bu görüşü geliştirerek “birleşik” bir kuram haline getiren kişi ise Eflatun’dur. Ona (M.Ö. 427-347) göre de ışık gözden çıkmaktadır. Eflatun’a göre birbirlerinden farklı iki tür ışık (ateş) kaynağı vardır. Bunlardan biri gözün yaydığı, diğeri ise ışıklı nesnenin yaydığı ışıktır. Görmeyi meydana getiren de bu iki ışığın karışımıyla oluşan bir başka ışıktır. Eflatun, bu ışığa “görüş akıntısı” adını vermektedir. Bu iki ışığın, daha doğrusu ateşin birleşmesinden, dış ateş vasıtasıyla da ruha temas eden bir çeşit cisim meydana gelmektedir. İşte bu cisim nesneye dokunursa, o nesnenin hareketlerini ruha taşır ve görme duyumu ortaya çıkar. Şu halde görme, iç ve dış ışığın oluşturduğu bir çeşit “karışım ışık” aracılığıyla meydana gelmektedir. Eflatun bu görüşleriyle hem göz-ışın, hem de nesne-ışın kuramlarının bir tür sentezini yapmıştır. Eflatun’dan sonra, onun öğrencisi olan Aristo da oldukça karmaşık, anlaşılması zor bir görme kuramı geliştirmiştir. Aristo görmeyi, görme nesnesinin formunun göze gelmesiyle oluştuğunu benimsemiş ve görme nesnesinin formunun göze gelmesine ortamın aracılık ettiğini ileri sürmüştür. Aristo, görme mekanizması için görüşler ileri sürerken ışığın doğasını da açıklamaya çalışmıştır. Görme konusunda çalışan önceki düşünürler, ışığı görmenin bir bileşeni olarak kabul ediyorlardı bu mekanizmayı, ancak ışığın doğasını anlamaya yönelik bir gereksinim duyulmamıştı. Aristo’nun çalışmaları, bu konudaki ilk denemeler sayılabilir. İslam’la bakıp da görmek Işığın kaynağının “ne” olduğu, görmenin “nasıl” gerçekleştiği konusundaki tartışmaların izlerine Kur’an’ın klasik tefsirlerinde rastlamak mümkün. Fahruddin Er-Razi, ışığın gözden çıktığını kabul etmiş ve meşhur eseri “Tefsir-i Kebir”de görmeyi şöyle açıklamıştır: “Canlılar, görülecek şeyleri ancak ışığın, onun iki gözünden çıkıp görülecek şeyle birleştiğinde görürler. Binaenaleyh biz, gözümüzü açıp da bir adama baktığımızda onu görürüz. Bu görüşe göre, bizim gözlerimizden çıkan ışınlar, çok kısa bir anda o adama ulaşmış ve onun üzerine düşmüş olur. İşte bu da bu kadar bir hıza ulaşmış olan bir hareketi, imkânsız olan şeyler cümlesinden değil, mümkün olduğuna delalet eder.” (Cilt: 14, Sayfa: 393) Işığın “ne” olduğu, yani doğası hakkında bilimsel anlamda ilk araştırmayı ve açıklamaları yapan kişi İbn El-Heysem’dir. İbn ElHeysem, ışığın doğrusal yayılımı, gölgelerin özellikleri, karanlık oda, yansıma, kırılma, gökkuşağı ve halenin oluşumu gibi pek çok temel ışık olgusunu hem kendisinden önce ortaya konulmuş bilgilere dayanarak, hem de yaptığı deneysel çalışma sonuçlarıyla matematiğe dayandırarak incelemiş ve yorumlamıştır. Bu çabası sonucunda ortaya koyduğu bütün kuram ve kanıtlamalarını bilim tarihinin tereddütsüz başyapıtlarından biri olan Kitâb El-Menâzır adlı eserinde sergilemiştir. İbn El-Heysem, çalışmalarında öncelikle ışığın gözden çıktığını savunan “göz-ışın kuramına” karşı çıkarak, ışığın nesneden geldiğini savunmuştur. Görme, nesnelerden gelen ışık ve renk etkisiyle oluşur. Işık, geldiği kaynağa göre iki türlüdür: Birincil ve ikincil ışık. Güneş gibi, kendisi ışık kaynağı olan nesnelerden yayılan ışık, birincil ışıktır. Kendisi ışık kaynağı olmayan nesnelerin (ay gibi) ışığına ise ikincil ışık denir. İbn El-Heysem, ışığın kendisi, ışık kaynağı olan nesnelerde (güneş gibi), nesnenin üzerindeki her noktadan karşısındaki bütün yönlere doğrusal olarak yayıldığını deneyleriyle göstermiştir. Heysem’in bu eseri, 1270 yılında, fizikçi Pole Vitelle tarafından Latinceye çevrildi. Bu yüzyılda konuyla ilgi çalışmalar yapan Roger Bacon, John Pecham gibi bilim adamlarının eserlerinde Kitâb El-Menâzır’a atıflar bulunmaktadır. En yaygın olarak kullanılan Latince çevirisi ise, Friedrich Risner tarafından 1572’de, Basel’de, Witelo’nun kitabını da içerecek şekilde Opticae Thesaurus (Optik Hazinesi) adıyla yayınlanmıştır. Bundan sonra da yoğun bir şekilde okunmaya başlanan Opticae Thesaurus, Batı’da optik biliminin kurulup gelişmesinde neredeyse tek kaynak eser olarak etkili olmuştur. Optik bilimine İbn ElHeysem etkisi Bilim tarihçisi George Sarton’un (18841956) “Bütün zamanların en büyük optikçisi” olarak nitelediği ve Batı’da “Alhazen” olarak tanınan İbn El-Heysem, 965 yılında, Basra’da doğdu. Basra ve Bağdat’ta mühendislik eğitimi- mayıs 2014 97 haberajanda Bilim Tarih Nükleer kuvvet Bilim tarihçisi George Sarton’un (1884-1956) “Bütün zamanların en büyük optikçisi” olarak nitelediği ve Batı’da “Alhazen” olarak tanınan İbn El-Heysem, 965 yılında, Basra’da doğdu. Basra ve Bağdat’ta mühendislik eğitimini tamamladıktan sonra, tanınmış bir mühendis olarak Mısır’a gitti. Her yıl düzenli taşmalarla çevresindeki verimli arazileri tahrip eden Nil nehrinin taşkınlarını kontrol altına alacak projeler ürettiyse de başarılı olamadı. ni tamamladıktan sonra, tanınmış bir mühendis olarak Mısır’a gitti. Her yıl düzenli taşmalarla çevresindeki verimli arazileri tahrip eden Nil nehrinin taşkınlarını kontrol altına alacak projeler ürettiyse de başarılı olamadı. Ancak ömrünün geri kalanını bütünüyle ışık incelemesine adayarak bilim tarihinde eşine az rastlanır eserler bıraktı ve 1039 yılında Kahire’de öldü. İbn El-Heysem’le başlayan süreç,Einstein’in çalışmalarıyla doruğa çıktı ve ışığın özelliklerinin çoğunu öğrendik. Işığın doğasını öğrenmek, evren anlayışımızı kökten değiştirdi. Işık, bizlere uzay ve zaman arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlıyor, kütle ve enerjisininse aynı olgunun farklı görünümleri olduğunu anlatıyordu. Bu anlatım, kütle-enerji dönüşümünün teorik açıdan mümkün olduğunu gösterince bilim adamları, maddeyi enerjiye dönüştürmenin bir yolunu aramaya başladılar. Biraz meraklıydılar ama en önemli neden, elde edilecek ödülün çok büyük olmasıydı. Endüstrileşmiş ülkelerin çoğu, elektrik enerjisi elde edebilmek için odun, petrol veya kömür yakıyordu. Ne var ki bu yöntem çok verimsizdi. Örneğin modern bir elektrik santrali, iyi cins bir kömür parçasını kullanarak bir ampulü sadece dört saat yakacak kadar enerji üretebiliyordu. Öte yandan kütle-enerji denklemi ise, aynı miktarda kömürü tamamen (geriye 98 mayıs 2014 hiç kül bırakmadan) enerjiye dönüştürmenin bir yolunu bulabilmemiz halinde çok daha büyük kazançlar vadediyordu. Gerçekten yapılan hesaplamalar, bu tür bir dönüşümün, bir ampulün dört saat yerine 1 trilyon 680 milyar saat yanmasını sağlayacak kadar enerji üreteceğini gösteriyordu. Bilim adamlarının bu göz kamaştırıcı öngörüyü gerçeğe dönüştürmek için yaklaşık 297 bin 849 saat -34 yıl- çalışmaları gerekecekti. Işığın özellikleri, bilim adamlarına yardımcı olmaya devam etti. Işık sayesinde atomun yapısı ve bileşenleri ortaya çıkmaya, fizikçiler de radyoaktivitenin sebebini anlamaya başladılar. Her atomun çekirdeğini proton ve nötronlar oluşturuyordu. Nötronlar, elektrik açıdan yüksüz parçacıklar olduğu için birbirlerini itmiyorlar, yani çok sayıda nötron, bir atomun çekirdeğinde, bir araya sıkıştırılmış durumda olmasına rağmen, kurtulmak için herhangi bir girişimde bulunmuyorlardı. Ancak protonlar için durum böyle değildi. Nötronların tersine protonlar, pozitif yüklü oldukları için birbirlerini itiyorlardı ve doğal olarak atomun çekirdeğinde bir arada olmaya karşı koyuyorlardı. Bunların çekirdekte hapsolmasını sağlayan tek şey, protonların itme kuvvetinden biraz daha fazla olan ve sanki bir tür nükleer yapışkanmış gibi davranan güçlü bir kuvvetti. Bu nükleer kuvvet çok güçlüdür. Hayalimizde biraz canlandırabilmek için kütle-çekim kuvveti ile karşılaştıralım: Bir evin önünden geçerken, çatıdan düşen bir kiremidin kafamıza isabet ettiğini düşünün. Bu sırada açığa çıkan bir enerji vardır. Kiremidin kafanıza çarptığı anda çıkan “ses”, bir enerjidir, bir de “ısı” enerjisi vardır. Eğer çarpışmadan sonra kiremidin ve kafamızın ısısını doğru bir şekilde ölçebilseydik, ikisinin de çarpışma öncesine göre biraz daha sıcak olduklarını anlardık. Kiremidin düşmesinin sebebi, kütle-çekim kuvvetidir. Çarpışmadan sonra açığa çıkan enerji de kütle-çekiminden kaynaklanmaktadır. Kütle-çekimi iki kat daha kuvvetli olsaydı, kiremit, zemine iki kat daha hızlı düşer, çarpışma anında daha çok ses çıkarır ve daha çok ısı yaratırdı. Kısacası, daha çok enerji açığa çıkardı. Ve kütle-çekiminin büyüklüğünce enerji miktarı da artar, kiremidin çarpmasıyla ortaya çıkan enerji, insan aklının durmasına neden olacak kadar yüksek düzeyde olurdu. İlk bakışta kütle-çekiminden 10 trilyon trilyon trilyon kat daha kuvvetli bir güç olamayacağı düşünülebilir, ama böyle bir güç var ki tam da şu anda, her birimizin içinde. İşte bu inanılmaz büyüklükteki güç, bizi oluşturan karbon ve hidrojen atomlarının çekirdeklerindeki protonları bir arada tutan “nükleer” kuvvettir. Bu kuvvetin etki mesafesi bir metrenin katrilyonda (10-13cm) biri olduğu için, atomun sınırları dışına çıkmadığından günlük hayatımızı etkilemez. Ancak bu kuvvet, karbon, hidrojen ve oksijen çekirdeklerindeki protonları kontrol altında tutsa da (aksi olsaydı enerji yayarak yok olurduk) bazı atom çekirdeklerindeki protonların tamamını kontrol altında tutamıyordu. Örneğin “uranyum” çekirdeğinde birbirlerini iten o kadar çok sayıda proton vardı ki nükleer kuvvet, bunların tümünü kontrol edemiyor ve böyle durumlarda protonların bazıları çekirdekten kurtulmayı başarabiliyorlardı. Radyoaktivite de bu yüzden oluşuyordu. Uranyum gibi büyük bir atom çekirdeğinin parçalanarak küçülmesi “fisyon”olarak adlandırıldı. Uranyum, radyum elementlerinin yaydığı enerji ile nükleer fisyon olayının yeryüzünde doğal olarak bulunan bir örneğidir. Doğada kendiliğinden gerçekleşen atom çekirdeğinin ayrışması olayı, sanki evrenin yaratılışını anlamaya giden yolda özenle bırakılmış izler gibidir. Çalışmalar devam ettikçe, atom çekirdeğindeki değişimlerin yalnızca çok büyük çekirdekli atomlarla gerçekleşmediği, hidrojen gibi çok küçük çekirdekli atomların da nükleer tepkimeye girebileceği gösterildi. Füzyon denilen bu işlemle hidrojen atomları birleşerek helyuma dönüşür. Ancak bu dönüşümün oluşması, yani nükleer füzyon için yüksek derecede ısı ve basınç gereklidir. Kütle-enerji eşdeğerliği Füzyon ve fisyon gibi nükleer tepkimeler sırasında yüksek düzeyde enerji açığa çıkar. Peki, bu enerji nereden gelir? Bu sorunun cevabı, kütleenerji eşdeğerliliğindedir. Bu eşdeğerliliği açıklayan formül, fizikteki en ünlü, çoğu kişinin de bildiği bir formüldür: “E=m.c2” Bu formül, çok ufak bir kütlenin büyük bir enerjiye dönüşebileceğini gösterir. Örneğin bir radyum çekirdeği radon ve helyum çekirdeğine ayrıştığında, açığa çıkan radon ve helyum çekirdeğinin kütlelerinin toplamı, radyum çekirdeğinin kütlesinden azdır. Kütle kaybı sadece yüzde 0,0023’tür, ancak kaybolan 0,000023 kilogramlık kütle için 400 tondan fazla TNT’ye eş enerji açığa çıkar. Atom çekirdeklerinin birleşmesi, yani füzyon tepkimelerinde nükleer ayrışmadan (fisyon) daha fazla enerji oluşur. Nükleer ayrışmanın (fisyon) dünyada örneği olmasına rağmen, o zamana kadar dünyada hiç kimse nükleer birleşmeye (füzyona) tanık olmadığı için olayın ayrıntıları daha sonra öğrenilecekti. Bilim adamları bütün dikkatlerini nükleer fisyon olayına ve uranyuma çevirdiler. Koyu kahverengi bir mineralden elde edilen uranyum elementi, doğada bulunan en büyük atomu temsil ediyordu. Çekirdeği, sinir krizinin eşiğindeymiş gibi çok büyük ve gergin olduğu için kolayca parçalanabilirdi. Eğer bu gerçekleştirilebilirse, açığa çıkacak enerjiden yararlanılabilirdi. Ama atom çekirdeği parçalama işine nasıl başlanacaktı? Atomun parçalanması ve savaş Bilim adamları, önce uranyum çekirdeğini bir elektronla vurmayı denedilerse de bu küçük merminin bu işte çok cılız kaldığı ortaya çıktı. Bunun üzerine çekirdeği yüksek hızlı protonla vurmayı denediler, ancak bu kez de çekirdeğin içindeki protonların itici kuvveti, bu protonun çekirdeğe bir etkide bulunacak kadar yaklaşmasına izin vermedi. Nihayet 1934 yılında bilim adamları, bu iş için o zamanlar elektron ve proton dışında bilinen diğer atom altı parçacık olan nötronu denediklerinde başarılı oldular. Elektriksel açıdan yüksüz olan nötron, birbirini karşılıklı olarak iten proton ailesine sızıp aileyi parçalayabiliyordu. Bu süreç içerisinde radyoaktif çekirdek, sıradan, eski moda yanma ile elde edilebilecek enerjiden yüz milyarlarca kat daha fazla enerji açığa çıkararak aşırı gerginlikten kurtuluyordu. İnsanoğlu, tarihte ilk kez, milyarlarca yıl önceki yaratılışından bu yana atom çekirdeklerinde depolanmış halde bekleyen enerjiyi açığa çıkarmanın bir yolunu bulmuştu. Bilim adamları, bir uranyum çekirdeğini yapay yollarla parçalayacak bir yöntem keşfet- mişlerdi. Ancak çoğu insan için bu, akademik bir konuydu. O dönemde insanlar, dünyada politik gerginliklere yönelmişti. 1939 yılında Hitler’in ordusu Polonya’yı işgal etmiş ve bunun hemen ardından İkinci Dünya Savaşı patlak vermişti. Nazilerin Çekoslovakya’yı işgalinden sonra Hitler, bu ülkeden uranyum madeninin ihracını yasaklamıştı. Bu gelişmeler, uranyum çekirdeğini parçalamayı başaran bilim adamlarını kaygılandırmaya yetti ve Hitler’in beyin takımının da nükleer fiziğin gücünü keşfetmiş olabileceğini düşünmeye başladılar. 1939 yılında Einstein başkanlığındaki bir grup bilim adamı, ABD Başkanı Franklin Roosevelt’e bir mektup yazdı. Einstein’in kaleme aldığı mektupta şu sözler yer alıyordu: “Sayın Başkan, bana müsvedde olarak iletilen son zamanlardaki bazı çalışmalar, bende uranyum elementinin yakın bir gelecekte yeni ve önemli bir enerji kaynağına dönüştürülebileceği beklentisini doğurmuştur.” Başkan Roosevelt, bu konunun değerlendirilmesi için bir komisyon oluşturdu. Kurulan komisyon, kısa süre sonra Başkan’a bir rapor vererek ünlü bilim adamının tavsiyesine uygun hareket edilmesini önerdi. Birkaç gün içinde ABD’nin değişik üniversitelerinde ve laboratuvarlarında çalışan ve çoğu Avrupa’dan göç etmiş yüzlerce bilim adamı, insanoğlunun düşünebileceği en yok edici silahı yapmak için çalışmalara başladı. Beş yıl boyunca binlerce insan çalışmış ve 2 milyar dolar para harcanmıştı. Nihayet 16 Temmuz 1945 tarihinde bütün bu çaba ve harcamaların sonunda ortaya çıkan ürün, deneme için hazırdı. Bomba Bomba, en yakın yerleşim yerinden 32 kilometre uzaklıkta, New Mexico çölünün tam ortasındaki Alamogordo Hava Üssü’nde patlatılacaktı. Kimse ne olacağını bilmediği için, bilim insanları da hazırlıklarında çok dikkatli davranıyordu. Bombanın yapım ve tasarım çalışmalarını yöneten genç fizikçi Robert Oppenheimer, 16 kilometre uzaklıktaki bir sığınağın deliğinden izliyordu olup biteni. Yanında, projede görev yapan diğer üst düzey siviller ile askerî yöneticilerden biri olan General Thomas Farrell de vardı. Ekipler, o sabahki deneme için bütün gece çalışmışlardı. Geri sayım başladı ve sıfıra gelindiğinde, patlama adeta dünyayı aydınlattı. General Farrell, bu olayla ilgili olarak daha sonra şunları yazacaktı: “Patlamanın ışık etkisini tarif etmek olanaksızdı. Bütün arazi, gün ortasındaki güneşten çok daha parlak bir ışıkla aydınlanmıştı. Altın sarısı, mor, gri ve mavi renkler vardı. Yakındaki dağ silsilesindeki bir tepe ve her büyük yarık o kadar belirgin ve güzel bir şekilde aydınlanmıştı ki bu manzarayı kelimelerle anlatmak imkânsızdı. Kafanızda canlandırabilmek için mutlaka görmeniz gerekirdi.” Genç fizikçi Oppenheimer ise, projesinin başarılı olmasından dolayı rahatlamıştı rahatlamasına, ama gördüklerinden dolayı da endişeye düşmüştü ve kutsal veda metinlerinden bir cümleyi söyledi: “Ben ölümün kendisi, dünyaların yok edicisi oldum.” Karşı tedbirler İnsanlık, artık bütün bir gezegenin geleceğini tehlikeye sokan atom çağına girmişti. Ancak bu tehlikeyi fark eden bazı bilim adamları gelecek felaketi önlemeye çalıştılar. Bu çabayı gösteren sayılı insandan biri de üniversite hayatı Almanya’da geçen Leo Szilard adlı bir Macar’dı. 1933 yılında Szilard, çalışmalarını atom enerjisi üzerine yoğunlaştırmıştı. Sonunda bir nötronla atoma vurulursa, atom çekirdeğinin parçalanacağı ve enerjinin açığa çıkacağını fark etti. Böyle bir şeyin gerçekleşmesi ise insanlık için büyük acılar getirecekti. Avrupa’da, savaşın kazanıldığı 1945’te, bombanın yapılmak ve Japonlara karşı kullanılmak üzere olduğunu anladığı zaman Szilard durmadı ve ulaşabildiği her yere protesto mektubu gönderdi. Bir mektup da Başkan Roosvelt’e yazdı, ancak bundan da sonuç alamadı ki mektubu gönderdiği sırada Roosvelt ölmüştü. Szilard bombanın, Japonların ve uluslararası gözlemcilerin önünde denenmesini istiyordu. Çünkü Japonların, bombanın gücünü gördükleri anda on binlerce insan ölmeden teslim olacaklarından emindi. Ama Szilard ve onunla birlikte uğraşan bilim adamları başarısızlığa uğradı. İlk atom bombası, 6 Ağustos 1945 sabahı “Enola Gay” isimli bir bombardıman uçağı ile Hiroşima’ya atıldı. Saniyenin 10 binde biri kadar kısa bir sürede gerçekleşen patlamanın ilk etkisi “gözleri kör eden” bir ışıktı. Ardından gelen 300 bin santigratlık ısı etkisi ile yaklaşık 3 kilometre çapındaki her şey yandı. Daha sonra ise, patlamanın etkisiyle başlayan ve saatte bin 800 kilometre ile esen alev rüzgârı çevredeki her şeyi dümdüz etmişti. Saniyelerle ölçülebilecek bir zaman dilimi içerisinde Hiroşima’yı yok eden bu korkunç bombanın bilançosu, yaklaşık 80 bin ölü ve 100 bin yaralıdır. Elinden geleni yapmasına rağmen bu felaketi önleyemeyen Szilard, tutkuyla bağlandığı fiziksel çalışmaları bıraktı. Katıldığı bir toplantıda bir kişi, bilimsel keşiflerin yıkım için kullanılmasının bilim adamlarının trajedisi olduğunu söylemişti. Ama Szilard aynı fikirde değildi ve “Hayır” dedi, “Bu, yalnız bilim adamlarının değil, insanlığın trajedisidir”. mayıs 2014 99 haberajanda Tabiat Kampanyanın uygulama biçimini bir ilçe örneğinde açıklamak gerekirse, şunları söylemek mümkündür: Söz konusu ilçenin belediyesi, ilçeye bağlı olan mahalle ve köy muhtarları bizim için önemlidir. Seçilen bölgedeki her hanenin bahçesi de kampanyanın uygulama alanı olmalıdır. Bu işte gönüllülük esas. Bu itibarla gönüllü muhtar ve hane reisleri “Her haneye bir meyve fidesi” kampanyasının motoru sayılabilir. Motorun harekete geçmesinde dikilecek fidanların mey- ve verebilir olması önemlidir. Zira pragmatist düşünce ve faydacı pratik her zaman tercih sebebidir. Bu durumda seçilen meyveli fidanların finansmanının öğrenci ve/veya velileri tarafından karşılanması hiç de zor değildir. Çünkü birkaç yıl içinde meyve verecek olan bir ağaç, sahiplerine fayda sağlayacağı için ilgi uyandırır. Tabiî fidan temininde belediyelerden de istifade edilebilir, ki katılımı arttırmanın en kolay yolu “bedava fidan”dır. Ağaçlar kardeş Ülkede dikilmedik tek meyve fid Ç OK severim şu sözü: “Hepimiz kardeşiz!” Bunu, eski bir Kızılderili şefi söylüyor Batılı, doğa ve insan katili kapitalist kodamanlarından birine. Kodaman, kendince aşağı bir yerliyle kardeş olma noktasında istekli olmadığı için, müstehzi bir eda ile dudağını büküyor. Şef o zaman, “Beni yanlış anladınız mister! Ben, hepimiz kardeşiz derken dağları, ağaçları ve hayvanları kast etmiştim, sizi değil…” diyor. >> Kimse kendisini küçük görmemeli (görmesin). “Herkes içinde bir dev saklar” derler. Devler ise devletler yıkar ve kurar. Bizim amacımız -devlet yıkmak haşa- devlet kurmak da değil, kurulmuş olan devleti yaşatmak olmalıdır. Bu cümlede devlet yerine millet kelimesini de kullanabiliriz. O hâlde soralım kendimize: “Bu ülke için neler yapabiliriz (ya da ne yapabilirim)?” 100 mayıs 2014 Yalnızlığa terk etmeden Bu soru karşısında herkesin vereceği bir cevap vardır elbette. Verilen karşılıksa değişik olabilir, lakin ortak bir cevap üzerinde uzlaşmamız da mümkündür. İşte bu noktada ilk aklımıza gelen iş ya da topyekûn olarak yapılabilecek şey, meyve fidesi dikmektir. Türkiye’nin bütün illerine uygulanması gereken bir proje olarak fidan dikme kampanyası başlatmak ve bu seferberliği başarıyla uygulamak, gelecek için yapılacak en iyi/hayırlı iştir. Bu hayırlı kampanyayı her hanenin bahçesine bir meyve fidanı dikme biçimine dönüştürmek hiç de zor bir şey değildir. Bununla birlikte ağaç dikme kampanyalarının üç önemli sıkıntısı vardır: Bir, ağaç fidanı dikilecek yerin tespiti ve bu yerin dikim için tahsisinin sağlanması. İki, kampanyanın finansmanının ortaya konulması ve dikim işçiliğinin yapılması. Eğer bu iki sorun aşılabilirse üçüncü problem olarak dikilecek fidanların bakımı, sulanması ve korunması çıkar karşımıza. Gerçekten de bu üç sorun, Osman Zeki Genç ozekigenc.ajanda@gmail.com Her karışı meyvelı ağaçlarla bezeli bir ülke şart. Bu iş, gözümüzde büyütüldüğü kadar zor değildir. Hepi topu bir on yıla ve inanmışlığa muhtacız. imizdir anı kalmasın! ağaçlandırmada ciddi birer sıkıntıdır. Bu sıkıntılardan dolayı toplum, ağaç fidanı dikme kampanyalarından uzak durmayı tercih etmektedir. İnsanlar, bu tür kampanyalara katılsalar bile, daha sonra dikilen fidanların sulanması, bakımı ve korunması hususunda yeterince atılgan davranmamaktalar. Doğal olarak sulama, bakım ve koruma tam yapılamayınca gerçekleştirilen çalışmalardan müspet sonuçlar da doğmamaktadır. “İlle meyve veren ağaç!” Bir başka husus ise dikilecek ağaçların cinsidir. Bildiğimiz kadarıyla, yapılan kampanyalarda çoğunlukla çam veya meşe tercih edilmektedir. Orman oluşturmak söz konusu olduğunda, bu iki ağacın yanlış bir seçim olduğu söylenemez, hatta doğruluğu da ortadadır. Ancak ferdî dikimlerde “meyve fideleri”ni tercih etmek daha anlaşılır bir durumdur. Evet, ağaç bir süstür, oturup karşısına yeşiline bakılır, lakin ağacın temel görevi meyve vermektir. İnsan, ağaca bakmaktan çok meyvesinden faydalanmaya yatkındır. Belki süsüne bakmak bir ihtiyaç sayılmayabilir, fakat yeme işlemi, günde üç öğün yapılan insanî bir devinimdir. O hâlde, “ille meyva veren ağaç”.. Tekrar dönelim konunun aslına. Yukarıdaki sorunlara muhatap olunmadan yapılabilecek bir kampanya, rahat bir şekilde başarıya ulaşabilir gibi görünmektedir bize. Peki, başarılı kampanyalar mümkün mü? Evet! Bu iş için ülke genelinde, bir bakanlı- ğın öncülüğü şartı vardır. Mesela Milli Eğitim Bakanlığı’nın (veya bir başka bakanlık da olabilir)... Kampanyanın uygulama biçimini bir ilçe örneğinde açıklamak gerekirse şunları söylemek mümkündür: Söz konusu ilçenin belediyesi, ilçeye bağlı olan mahalle ve köy muhtarları bizim için önemlidir. Seçilen bölgedeki her hanenin bahçesi de kampanyanın uygulama alanı olmalıdır. Bu işte gönüllülük esas. Bu itibarla gönüllü muhtar ve hane reisleri “Her haneye bir meyve fidesi” kampanyasının motoru sayılabilir. Motorun harekete geçmesinde dikilecek fidanların meyve verebilir olması önemlidir. Zira pragmatist düşünce ve fay- mayıs 2014 101 haberajanda Tabiat dacı pratik her zaman tercih sebebidir. Bu durumda seçilen meyveli fidanların finansmanının öğrenci ve/veya velileri tarafından karşılanması hiç de zor değildir. Çünkü birkaç yıl içinde meyve verecek olan bir ağaç, sahiplerine fayda sağlayacağı için ilgi uyandırır. Tabiî fidan temininde belediyelerden de istifade edilebilir ki katılımı arttırmanın en kolay yolu “bedava fidan”dır. Fidanların dikileceği yerleri seçmek o kadar da zor bir şey değil. Bu iş için okul bahçeleri, belediye park-bahçeleri ve kaldırım kenarları hazır alan olarak fidan beklemektedirler. Fakat biz, dikim için her ailenin kendi bahçesinin tercih edilmesinden yanayız. Hangi hane halkı, iki yıl sonra meyveye duracak elma, armut veya portakal gibi ağaçların kendi bahçesine “meccanen” dikiliyor olmasına karşı çıkar ki?! Hiç!.. Benim bahçeme, birilerinin meyve fidanı dikmek için kapımı çalmasından son derece memnun olurum; ama bu memnuniyet, meyvesız ağaçlar söz konusu olunca düşer. Hele köylüler? Asıl işi tarım olan köylüler gönüllü katılımcılara niçin hayır desinler? Evlerinin bahçesini ellerinde birer fidanla gelenlere açmakta asla cimri davranmaz ve her istedikleri noktaya meyvelı bir ağaç dikilmesine vize vermekte imtina etmezler. Kısaca özetleyelim: Fidanlar belediyeden, dikimciler ilçe okullarından, yer köylülerden. Ancak ve mutlaka dikilecek fidanın meyveli olması lazım. Hepsi bu! Böyle bir kampanyada ne fidanın, ne katılımcının, ne de dikilecek yerin sorun olmayacağını göstermiş olduk. Hatta fidanları ne sulama, ne bakım, ne de korunma sıkıntısı çıkar karşımıza. Ağaç hangi ailenin bahçesine dikilmişse, o ev sahipleri, kısa bir süre sonra sepet sepet meyvesini toplayacağı fidanın “sulanması, bakımı ve korunmasını” seve seve yapar. Çünkü yukarıda dediğimiz gibi, bu fidanların ileride meyvelerini kendileri toplayacak, taze taze tüketecek, kurutacak, marmelatını, hatta turşusunu yapacaktır. Bu noktada fidanların dikimi hususunda belediye işçisi ve öğrenci aramaya da lüzum kalmaz. Çünkü her evin halkı, bahçesine dikeceği fidan için işçilikten kaçınmaz. Dikim işleminin hızlı bir şekilde sağlanabilmesi için, kampanyaya dâhil olacak köylülerden, evlerinin bahçesinde elli santim derinliğinde bir çukur açması istenecektir, o kadar. Böylece fidan dikecek aileler, önceden bahçelerinde birer çukur açmışlarsa yarım saat içinde bir fidan sahibi olacaklardır. Çukur sayısı ne kadar fazla olursa, o sayıda fidanı garanti etmişler demektir. Dikim ekip hâlinde ola- 102 mayıs 2014 cağı için, işlem oldukça kısa bir zamana tekabül edecektir, ki kampanyaya katılan evlerin işgal edilmesi söz konusu değildir. Fidan kardeşliği Bu kampanyadaki bir başka kolaylık da belediyelerin makine desteği sağlamasıdır. Hadi kazma kürekle çukur açmak zaman alır ve aileleri zorlar diye düşünüldü diyelim –ki kent mahalle sakinleri için bu mümkün- böyle durumlarda devreye iş makineleri sokulabilir. Makineler, söz konusu “Ağaç Bayramı”nı idrak edecek köylere bir gün önceden gider ve isteyenin bahçesine istediği kadar çukur kazar. İş ertesi güne kalır ve ertesi gün de köye indirilen fidanları istersek kasabadan getirdiğimiz öğrencilere, istersek bizzat köylülerin kendilerine diktirebiliriz. Asıl olan, bu işte çocukları kullanmaktır, bir de yaşlıları. Zira o gün köyün imamı cemaatine şöyle diyecektir: “Kıyametin az sonra kopacağını da bilseniz, eğer elinizde bir fidan varsa onu dikiniz.” Bu bir hadistir ve hadislerin mesajları, en iyi yaşlılar tarafından algılanır. Fidan dikilecek yer ve dikilecek fidanların bakımı ve korunmasında gönüllülüğün esas olduğunu vurgulamıştık: Bu itibarla bahçelerine meyve fidanı dikilmesini kabul eden hane sahipleri bakım konusunda da gerekeni yapacaktır. Dikim için seçilen okulun öğrencileri ise gönüllü zincirinin birer parçası. O hâlde onları da motive etmek gerekir. Bu minvalde her yıl, okula yeni kaydolan öğrenciler ya da okuldan o yıl mezun olacaklar için özel dikim yapılabilir. Bu durumda mezun olan öğrenci, fidanın malî gereğini yerine getirir ve yeni kaydolan öğrenci de birkaç yıl boyunca bakımını üslenir, böylece bir “fidan kardeşliği” doğmuş olur. Başka bir fikir daha Kampanya bir başka şekille şöyle de organize edilebilir: Dikim için köy ve bahçe aramaya gerek kalmadan, her öğrenci kendi meyve fidesini kendi evinin bahçesine diker. Herkes kendi fidanını kendi evinin bahçesine dikerse hem kampanyanın taliplisi daha çok olur, hem de daha pratik ve kolay bir çalışma performansı yakalanır. Her yıl tekrar eden ve geleneksel şekle getirilen kampanyaya yarı resmî bir “Ağaç Bayramı” statüsü kazandırılırsa, her öğrenci yılda bir meyve fidesi dikeceği için ilköğretimde sekiz, lise döneminde ise üç veya dört meyve fidesinin sahibi olur. Bu sayıya ailedeki herkesi dahil edersek, on yıl içinde her hanenin küçük bir meyveviliği hayat bulur. Böyle bir kampanyada düşünülmesi gereken bir başka şey daha vardır: Disiplin… Dikim için mutlaka, her yıl bir meyve çeşidi seçilmelidir. Mesela birinci yıl elma fidanı, diğer yıllarda farklı bir meyve... Bununla birlikte yazlık ve kışlık meyve sıralaması da ihmal edilmemelidir ya da dikilecek meyvelerin, yılın her mevsimine, hatta her ayına hitap etmesi mühimdir. Dönem sıralaması göz önüne alınıp her yıl bir başka meyve seçilerek kampanyaya devam edilirse, beş altı yılda her hane beş altı ayrı meyve ağacına sahip olmuş olur. İlkbahar için kayısı, erik, kiraz, vişne, dut; yaz için elma, armut, ayva, şeftali; sonbahar ve kış için narenciye; yılın her dönemi için ceviz, badem ve benzeri meyvenin her biri bir başka yılda seçilip dikilirse, söz konusu ilçenin tamamı bu süre zarfında örnek bir yerleşim yeri hâline gelir. Diğer ilçelerin imrenerek baktığı, meyvesi ve meyve çeşidi bol bir ilçe durumuna gelmek az şey midir? Tabiî bu kampanyalarda ziraat mühendislerine de önemli bir görev düşecektir: Bölgeye uygun meyve cinslerini araştırmak ve en iyi cinsleri seçmek şarttır ki hasat zamanı kaliteli meyveler elde edilebilsin. Böyle bir seri çalışma sonunda bölgenin meyve ihtiyacını karşılamış olmak, ülke ekonomisi açısından da fevkalade bir sonuç doğurur. Aslolan, kendi kendine yetmektir. Kampanyayı Türkiye ölçeğinde planlama durumunda, hiçbir il, kendisini düşünülmemiş hissetmez. Bununla birlikte işe Güneydoğu’dan başlamak mümkündür. O bölgenin özel durumu nedeniyle diyoruz ki, “Madem ağaçlarla kardeşiz, o hâlde kalıcı sevgiye topraktan başlamak gerektiği kanaatindeyiz”. Toprağını seven, onun ürününü sevecektir. Daha sonra sevgi sırası hayvanlara ve insanlara doğru yükselecektir. Yani bu sevgi zinciri aşağıdan yukarıya doğru kurulmalıdır. Maalesef yukarıdan aşağıya olmadı. Unutmamalıyız ki biz, toprağın oğlu, ağaç ve hayvanların kardeşiyiz. Sözün bu durağında şunu söylemek şart oldu: Her karışı meyveli ağaçlarla bezeli bir ülke şart. Hep söyleriz ya, “Biz ekmekle beslenen bir toplumuz ve hastalıklarımızın temel nedeni de bu beslenme çeşididir”. Eğer durum buysa, bir ön cümledeki ülke tarifinin hayata geçirilmesi şart değil, farzdır. Bu iş, gözümüzde büyütüldüğü kadar zor değildir. Hepi topu bir on yıla ve inanmışlığa muhtacız. Bir de bu kampanyalar için organizasyo- nu yapıp takip edecek öncü insanlara ihtiyaç var. Bunun için kamu personelini harekete geçirmek şart. Halkı kompartımanlar gibi düşünürsek, gereksinim duyulan lokomotiftir. Halk hareketlerinde en uygun lokomotiflerin “TCDD” damgalı olması hareketi anlamlı kılar. “Belediyeler” demiştik yukarıda, “Bakanlık” dedik, “Okul, öğrenci, muhtar” dedik… Bir kez daha soralım: Bu kampanyaya kimler katılabilir? Bu sorunun cevabı “herkes”dir. Devlet kurumları, askeriye, okullar (yani öğrenci ve öğretmenler), STK’lar ve diğer kurum ve kuruluşlar... Özellikle askerlerin bu kampanyalarda kullanılması çok verimli olur. Gıda tekellerinin işini zorlaştırmak ve onlara ihtiyacı en aza indirmek beplerinden biri de tüketilen gıdalardır. Saklama yönünden soğuk hava depolarına ihtiyaç duyulmayan meyveler öncelikle seçilebilir. Bunlardan bazıları fındık, ceviz, Antep fıstığı, yer fıstığı, badem ve kestane gibi kabuklu meyveler ve keçiboynuzu gibi diğer meyvelerdir. Bu meyveler, üretildikten sonra çuvallarla evin bir köşesinde muhafaza edilebilirler. Artık meyvelerin tamamına yakını kurutulabilmektedir. Burada incir ve dut gibi güçlü gıdaların öncelenmesi gerekir. Her yıl ülkede ne kadar meyve fidesi üretilebiliyorsa tamamının toprakla buluşturulup dikilmesi hedeflenir, ki bu uygulanırsa, meyve yönünden Türkiye, -azami beş yıl içinde- her yöresi meyve yönünden kendi kendine yetecek bir ülke haline gelir. Savaş zamanlarında olmazsa olmaz iki şey vardır: Bir, silah ki şu an için bizim işimiz değil. İki, gıda… Şu an dünya üzerinde en çok ihtiyaç duyulan ve üzerinde en fazla oyun oynananlardan biri de gıda. Ülkemizle ilgili hedefler tutturulduktan sonra çevre ülkeler ve ihtiyacı olan, açlık tehlikesi ile karşı karşıya olan ülkelere de yardım edilebilir, yol gösterilebilir. Her dönem için ülkenin gıda ihtiyacını büyük bir kısmı karşılanabilir. Bu durumun bir artısı da insanlardan kalan meyvelerin hayvanlar tarafından tüketileceği için hayvancılığa da büyük bir katkısının olacağıdır. Bu durumun en güzel taraflarından biri de meyve fidelerinin bir defa dikilmesine rağmen uzun yıllar meyve vermeye devam etmesidir. Baklagiller ve sebzelerde her yıl dikme zorunluluğu vardır. İnsan sağlığının en büyük bozulma se- Anlamakta zorlanılan bir durum da belediyelerin neden atkestanesi diktiğidir. Ni- Ülke genelinde bir kampanya ile okullarda, askeri kışlalarda ve isteyen bütün kamu kurumu ve kamu kurumu niteliğindeki oda ve sendikalarda isteyen herkes, her yıl dikebildiği kadar meyve fidesi dikmeli. Ülkede üretilen veya var olan bütün meyve fidelerini toprakla buluşturmalı. Gıda konusunda da iki durum bulunmakta: Biri, tohumların genetiği ile oynanmak suretiyle gıda maddelerinin bize karşı ekonomik bir silah olarak kullanılması… Diğeri de hazır gıda sektöründeki gıdaların içine neler katıldığı ve bu katılan şeylerin insan sağlığı üzerinde kısa, orta ve uzun vadede ne gibi olumsuz sonuçlar ortaya çıkaracağının yüzde 100 bilinmesinin mümkün olmadığıdır. Bir de ülkede yetişen yabani ot ve meyvelerin hangilerinin insan gıdası olarak kullanılabileceğinin en kısa zamanda araştırılarak ortaya çıkarılması da çok büyük bir zarurettir. Binlerce insan gıdası olarak kullanılabilecek yabani ot ve meyve, her yıl kendiliğinden ortaya çıkmakta ve insanlar tarafından istifade edilememektedir. çin Bursa kestanesi dikmezler? Neden hep meyvesiz ağaçları tercih ederler de meyveli ağaçları tercik etmezler? Yaşlı ve yüksek meyve ağaçlarının yenilenip ıslah edilmesi Herkesin bildiği gibi yaşlı ve koca meyve ağaçları her yerde mevcut. Çok büyük ve yüksek oldukları için çıkılıp toplanması çok zor. Aksi gibi, en güzel meyveler de o en yüksek tepelerinde olur. Tepelerdeki bu meyvelerin toplanması çok zor olduğu için, çoğunlukla meyvelerin düşmesini beklemek zorundasınızdır. Ya da meyveler toplanamadığı için bu ağaçlar köklerinden kesilip yenisi dikilene kadar öylece kalırlar. Olan, sonuçta meyve ağacına ve memleketin değerlerine olur. Ve bu meyve ağaçları genellikle nadir çeşitlerden oldukları için tamamen kaybolmaları da mümkündür. Bu ağaçların çok basit bir şekilde hem daha verimli, hem de kullanılabilir olmaları mümkündür. Bu yaşlı ağaçlar, diplerinden değil de ağacına göre 2, 3 veya 4 metre yukarıdan, motorla tamamen dalları ve gövdeleri kesilip budanabilirler. Ağacın yeniden sürgün vermesi beklenir. Ancak bu, ağacın birkaç yıl meyve verememesi demek. Bu durum her halükârda göze alınacak. Bu yeni ağaç dallarının (sürgünlerin) olabildiğince ve kendi istediği gibi büyümesine ve sürgün vermesine müsaade edilmemelidir. Bu sürgünler, ilk yıldan itibaren “Ağaç yaşken eğilir” mantığı ile kırmadan ve zedelemeden, dört bir taraftan iplerle aşağıya doğru –şemsiye gibi- sarkıtılmalı. Her taraftan aşağı sarkıtılan yeni sürgünler, bu şekilde sabitleşene kadar birkaç yıl tutulurlarsa sertleşir. Ondan sonra meyveleri elinizle, ağacın dört bir yanından toplayabilirsiniz. mayıs 2014 103 haberajanda Aktüel/ Söyleşi Her şeyden önce üniversitelerimizin bünyesindeki çalışmalar, ilgili sivil kuruluşlar, bir araya gelip mucit olma gayretinde olan girişimci gruplar başta olmak üzere hemen hemen herkesin -deyim yerindeyse- görücüye çıktığı, deneyimlerin paylaşıldığı, CV geliştirme fırsatlarının bulunduğu ve -en önemlisi- halkın ilgisinin sağlandığı bir şenlik söz konusu. Yani çok yönlü ve çok tarafı olan bir şenlenme gerçekleşiyor. *** Sanırım şenliği gezince görmüşsünüzdür; asıl şenlik çocuklarda, onların heyecanında, merakında. Ve hayallerini kanatlandıran, dokunarak yaşadıkları o müthiş merak şenliği... İnanıyorum ki bu çocuklardaki şenlik, bir gün ülkemizde ve dünyada gurur duyacağımız bilim ve teknoloji insanlarına tanıklık edeceğimiz gerçek şenliklere dönüşecektir. 104 mayıs 2014 Türkiye’de bir ilk daha... Bursa Bilim ve Teknolo B URSA Büyükşehir Belediyesi ile İl Milli Eğitim Müdürlüğü desteği ve Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi ev sahipliğinde bu yıl 3’üncüsü düzenlenen ve Türkiye’nin en büyük “Bilim Şenliği”ne davet eden bilboardları gördüğümde doğrusu heyecanlandım. Kuruluş aşamasına tanık olduğum bu sürecin 3’üncü şenliğine gitmeyi planlarken, Bursa’nın kurucu şehir olma geçmişine yakışır bir proje olan Bursa Bilim ve Teknoloji Merkezi Proje Koordinatörü ve aynı zamanda Bursa Kültür A.Ş. Genel Müdürü Rıfat Bakan ile yapacağım söyleşinin yanı sıra şenliği gezerken alacağım notları da bir “bilim ve teknoloji” haberi yapmak beni mutlu etti. Çünkü siyaset ve toplum eksenli stratejik yazıların ağırlıkta olduğu dergimizin özellikle eğitim, sanat ve bilim sayfaları bende hep “Siyaset bu alanlara hizmet ediyorsa kıymetlidir” mesajı verdiğinde haz almışımdır. Merinos Parkı’ndaki şenliği gezerken ilk dikkatimi çeken, stantlardaki renkli görüntüler ve zenginliği yansıtan çeşitlilik oldu. Gerek yerli ve yabancı katılımcıları, gerekse içeriği bakımından Türkiye’nin en büyük bilim şenliği olan etkinlikte 180 proje standı, 25 meslekî yönlendirme çadırı ile bireysel deney düzenekleri geliştirilmiş ve Türkiye çapında patentli 30 mucit, bilimsel çalışmalar yürüten 10 bilim merkezi ve 45 üniversite kulübü yer almıştı. Yıldız Teknik Üniversitesi robotik kollu bant sistemi, elektrikli bisiklet, güneş enerjisi takip sistemi, Servet Hocaoğulları servethocaogullari.ajanda@gmail.com Etkinlik süresince şenlik alanından gündüz güneş, 3 Mayıs gecesi de Satürn ile ay gözleminin yapılacak olması, TÜBİTAK Güneş ve Hidrojen Enerjili Araçlar Yarışması’ndan sonra Türkiye’de en fazla güneş ve hidrojen enerjili aracın bu şenlikte sergi bulması çok önemli ayrıntılardan birkaçıydı. üretme yöntemi de dikkat çeken çalışmalar arasında yer almıştı. Etkinlik süresince şenlik alanından gündüz güneş, 3 Mayıs gecesi de Satürn ile ay gözleminin yapılacak olması, TÜBİTAK Güneş ve Hidrojen Enerjili Araçlar Yarışması’ndan sonra Türkiye’de en fazla güneş ve hidrojen enerjili aracın bu şenlikte sergi bulması çok önemli ayrıntılardan birkaçıydı. Üç boyutlu printer, gastrofest, Butgem telden araba yapma ve engelli atölye çadırları dikkat çeken düzeneklerdendi. İlk kez “geleceğin otomobilleri” kapsamındaki elektrikli ve arazi araçlarının sergilenmesinin yanı sıra, üniversite kulüplerinin hovercopter ve model uçak projeleri de şenliğe renk kattı. Gaziantep, Konya, Trabzon, Çorum, İzmir, Kütahya, Manisa, İstanbul ve Sakarya’dan 6 tır, geleceğin 20 otomobilini Bursa’ya taşımışlardı. Uluslararası manada da şenliğe bu yıl İtalyan, İngiliz, Fransız ve Hollandalı 4 ekip katıldı. ji Merkezi üç kanatlı rüzgâr türbini, jeotermal enerji tesisi, otomatik ağaç parçalama makinesi ve soft dondurma makinesi projeleri ile şenliğe katılırken, Dokuz Eylül Üniversitesi ilk görsel lansmanını gerçekleştireceği elektrikli arabasıyla buradaydı. Sakarya Üniversitesi İleri Teknolojiler Uygulama Topluluğu’nun TÜBİTAK Formula G 2013 Şampiyonu olan Türkiye’nin en hızlı güneş enerjili aracı da bilim meraklılarıyla buluştu. Bireysel mucit ve firmalar arasında ise telleri olmadan çalınabilen lazer kanun, uluslararası enerji sempozyumunda yeni bir buluş olduğu kabul edilen ve dünyanın en ucuz hidrojen gazı üretimi olarak tescillenen hidrojen Doğrusu çadırları gezip programı takip ederken, gerçek bir bilim şenliğinde, “Eğlenirken öğreniyorum” tadında birçok workshop izledim ve Proje Koordinatörü Rıfat Bakan’la tüm yoğunluğu içinde mini de olsa bir söyleşide bulundum. Türkiye’de bir ilk olan bu projenin kısa hikâyesini ondan dinleyelim. *** Adresin Bursa olması bizi gururlandırıyor • Bilim ve Teknoloji Merkezi Bursa’da yeni kurulan bir merkez, bir anlamda yeni doğmuş bir çocuk. Bu şenliğe baktığımızda, bu çocuğun ayakları üstünde durmaya çalışan, bir yaşını doldurmuş biri olduğu izlenimi var. Üstelik sadece Bursa için değil, Türkiye için de “ilk çocuk” olduğu belirtiliyor. “Nasıl doğdu bu proje?” diye insan merak ediyor, ne de olsa bilim merakla başlar… Doğrusu “merak” vurgusu önemli ve hikâyemizin de başlangıcı. İngiltere’nin sanayi kenti olan fakat bizde spor kulübü nedeniyle bilinen Manchester’de gezerken, rehber kitapçığında dikkatimi çeken “bilim-sanayi müzesini” merak ettim. Gidip gördüğümde eski bir istasyondan çevrilen bu müzenin bir bölümünü çok beğendim. Çünkü çocukların elle dokundukları, bir anlamda aktifleştikleri, “çocuk-bilim buluşması” diyebileceğimiz bir bölüm vardı. İzlenimlerimi o dönemde Osmangazi, bugünse Bursa Büyükşehir Belediye Başkanımız Recep Altepe’ye aktardım. İlgilendi ve dünya örneklerini araştırarak bir proje taslağına dönüşmesini istedi. Bir yandan araştırmalarımızı sürdürdük, öte yandan da bazı fırsatları değerlendirerek Sayın Altepe’nin de bazı örnekleri görmesini koordine ettik. Özellikle Bursasporumuz’un İngiltere’de oynadığı maçları fırsat bilip, gidilen şehirlerdeki bilim-teknoloji, deneyim ve ilgili merkezleri gezip görme fırsatı bulduk. Böylelikle merakımız araştırmaya, araştırmalarımız bir proje taslağına ulaştı. Projenin sağlam olması için dünyadaki neredeyse tüm örnekleri görüp inceledik. • Doğrusu bu öyküleme bize oldukça tanıdık geldi. Dünya geziliyor, merak uyandıran örnekler görülüp aynı güzelliğin, imkânın ülkemize gelmesi arzulanıyor; ancak ülkeye döndükten sonra yaşananlar yine bildik, tanıdık sonuçlar: “Biz yapamayız. Nerede finans ve insan kaynaklarımız? Bizi aşar...” Sizin öykünüzün Türkiye ayağı da benzer miydi yoksa? Türkiye’nin bilim ve teknoloji merkezine ilişkin algı seçiciliği hangi durumdaydı? Evet, doğrusu bu refleksleri gördük. Ancak tarihimiz, toplumsal genlerimiz, son on yılda Türkiye’deki gelişmeler ve özellikle Bursa’nın -sanayi kenti oluşu sebebiyle- bu alanlardaki görgüsü bize cesaret verdi ve Türkiye’de bir ilki gerçekleştirmek için kolları sıvadık. Türkiye’deki örnekleri -birkaç üniversite bünyesinde istisna bir iki bölümü olan yerleri- gezip gördüğünüzde, bizim eğitim paradigmamızdaki tüm sorunları ortaya koyan bir tablo taşıyordu: Öğrenci aktif değil, dokunmak yasak, bu işi bilen bir iki kişi var ve onlar da birkaç örnekle sınırlı tek yönlü bir anlatım formundalar. Tereddütsüz diyebilirim ki, özellikle bi- mayıs 2014 105 haberajanda Aktüel 1 3 6 4 2 5 1, 2, 3, 4 Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, katıldığı şenlikte Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe ile birlikte şenliğe katılan stantları gezerek genç mucitlerle sohbet edip hatıra fotoğrafları çektirdi. // 5 Şenliğin en umut veren yanı, çocukların bilime olan ilgileri ve bilim gösterilerine halkın gösterdiği alakaydı. // 6 Röportaj fotosunun altına: Bilim ve Teknoloji Proje koordinatörü ve Bursa Kültür A.Ş. Genel Müdürü Rıfat Bakan ve Yazarımız Servet Hocaoğulları lim ve teknoloji alanında psikolojik eşiklerimiz bir hayli fazla. Dolayısıyla projemiz, “teknik” olduğu kadar felsefî ve eğitim paradigmasında değişiklik öneren bir stratejiye de sahip olacak bir “model” çalışma hüviyetine kavuştu. Biz çocukların dokunarak öğreneceği, eğlenirken kavrayacağı, toplum katılımını sağlayacak kültürü inşa etmekte ve Türkiye’nin ilk model bilim ve teknoloji merkezine sahip olmasını sağlamakta kararlıydık, bunun ilk aşamasını sonuçlandırarak da başarmış olduk. Artık ülkemizde tüm üniversitelerin, ilgili STK’ların, öncülük yapan bakanlıkların buluşacağı, şenliklerini organize edeceği bir adres var ve bu adresin Bursa olması bizi ayrıca gururlandırıyor. • Peki, Bilim ve Teknoloji Merkezi ziyaretleri sırasında ilgili üniversitelerin şenliklerine katılımları ile ilgili bakanlığın destek ve ilgi düzeyi var olan bu psikolojik eşiğin aşılmasına, öngördüğünüz hedeflere doğru yürüyüşte hangi sosyal kimliklerin eşlik ettiğine dair izlenimleriniz neler? Doğrusu tarihî, kültürel ve hatta yakın tarihimizdeki tecrübeler ışığında, genlerimiz ve kültürel kodlarımızda buna hazır olduğumuz hissi vardı. Nitekim öngörülerimizin çok ötesinde bir benimseme, özümseme, 106 mayıs 2014 katılım ve beklentiyi yükseltmeyle karşılaştık. Bu bizi çok sevindirdi. Hedeflediğimiz modelin gerçekleşmesi noktasında bizi diğer aşamalara yöneltti. Çünkü bilim ve teknolojinin doğası neyi zorunlu kılıyor ve ülkemizden bilim ve teknoloji insanlarının çıkması için gerekli hangi alt ve üst yapı şartı kaçınılmaz oluyorsa her şeyi hesaplamış ve yol haritasını dünyanın en iyi örneklerinden biri kılacak şekilde hazırlamıştık. Nitekim açılışını yaptığımız Bilim ve Teknoloji Merkezimizin konuşlandığı alanı adeta bir kampüs ölçek ve çeşitliliğinde tasarlamıştık. Öyle ki, insanımızın medenî cesaretini hareketlendirecek, kendi medeniyet ve tarihî hafızasını insanımıza tanık ettirecek ve bir şekilde bilim tarihimizi anlatan panaromik müze, atölye çalışmaları için labarotuvarlar, 360 derece dönebilen uzay ve havacılık simülatörlerü, TÜBİTAK başta olmak üzere büyük kurumların liderliğinde uluslararası etkinlikleri düzenlemeyi planlıyor ve çalışıyoruz. Ayrıca şehrin farklı noktalarında, örneğin gözlem evi gibi, etkinleştiren alt projelerimiz var. Bir anlamda Bursa’yı bilim ve teknoloji şehri yapmanın tohumlarını ekmeye devam ediyoruz. • Son olarak “Bilim Şenliği ne kadar şenlendi?” diye soralım… Tabiî ki her şeyden önce üniversitelerimizin bünyesindeki çalışmalar, ilgili sivil kuruluşlar, bir araya gelip mucit olma gayretinde olan girişimci gruplar başta olmak üzere hemen hemen herkesin -deyim yerindeysegörücüye çıktığı, deneyimlerin paylaşıldığı, CV geliştirme fırsatlarının bulunduğu ve -en önemlisi- halkın ilgisinin sağlandığı bir şenlik söz konusu. Yani çok yönlü ve çok tarafı olan bir şenlenme gerçekleşiyor. Sanırım şenliği gezince görmüşsünüzdür, asıl şenlik çocuklarda, onların heyecanında, merakında. Ve hayallerini kanatlandıran, dokunarak yaşadıkları o müthiş merak şenliği... İnanıyorum ki bu çocuklardaki şenlik, bir gün ülkemizde ve dünyada gurur duyacağımız bilim ve teknoloji insanlarına tanıklık edeceğimiz gerçek şenliklere dönüşecektir. Kuşkusuz tüm bu çalışmalar ve sonuçlar, büyük emek isteyen, kadro ve destek bekleyen, bilim ve siyaset insanlarının işbirliğini zorunlu kılan çalışmalardır. Teşekkür etmemiz gereken o kadar çok isim, kurum, kuruluş, akademisyen ve gönüllü var ki, doğrusu tüm bunların gerçekte isimsiz kahramanlar olduğunu düşünüyorum. Çünkü gerçek kahramanlar öncelikle “çocuklarımız”. Her şey onlar için… Onların akıl ve hayal gücünü kanatlandırmak, geleceğe bırakacağımız en önemli şenlik. Bu vesileyle şahsınızda Haber Ajanda’ya ve tüm emeği geçenlere teşekkür ediyorum. mayıs 2014 107 haberajanda Dr. Nurettin Alabay nurettinalabay.ajanda@gmail.com BLOG Yaşadığımız çağda basılı yayın organları ve televizyon gibi görsel yayın organlarıyla herkese ulaşılamadığı görülmektedir. Ancak öyle bir araç var ki hemen herkese ulaşmayı mümkün kılmakta: “Bloglar”… Çünkü herkesin elinde internete bağlı akıllı telefonlar bulunuyor. Herkesin Linkedin, Facebook ve Twitter gibi sosyal ağlarda hesapları mevcut. Blog hazırlanarak sosyal ağlarda paylaşıldığında herkese ulaşmak mümkün. ÇİNDE bulunduğumuz çağın meydana getirdiği en önemli çıktılardan biri de bloglardır. Bilgi çağının bir sonucu olarak, herkes her türlü bilgiye erişir hale gelmiştir. Elde ettikleri bilgileri ve her şeyi paylaştırarak, herkesi birer tasarımcı ve belli bir okuyucu kitlesi olabilen bir yazar haline dönüştürmüştür. Herkes elde ettiği bilgiye kendi bilgi ve tecrübelerini de ekleyerek belli bir formatta, internet ortamında ve tekrar başkalarıyla paylaşarak bilginin gelişimine katkı sağlamaktadır. Bilgi çağının bir sonucu olarak artık herkes yazarlık yapabilmektedir. Bedava oluşu sayesinde bir maliyetin de söz konusu olmadığı blog hazırlama sırasında, sadece vakti olanlar, derledikleri veya elde ettikleri anlamlı bilgileri açtıkları bloglarda paylaşabilmektedirler. Bazen de kişi veya firmalar, planlı olarak kendi kampanyalarını bloglar üzerinden yürüterek itibarlarını veya rekabet üstünlüklerini arttırma yoluna bu mecradan gidebilmektedirler. Sadece kişiler değil, artık kurum ve markaların bile temalarına göre çok sayıda blogları bulunmaktadır. Blogun, okuyucu kitlesine çok hızlı ulaştığı için etkisi de hızlı ve güçlü olmaktadır. Bu haliyle bloglar, pazarlamanın şeffaf bir aracı olarak ta kullanılabilmektedir. “Blog”, İngilizce “weblog” kelimesinin kısa ve yaygınlaşmış adıdır. Kısaca “internet günlüğü/e-günlük” olarak da ifade edebileceğimiz, teknik bilgi ve donanım gerektirmeyen, kullanımı ve yönetimi kolay, zengin fonksiyonlu kişisel web alanları olan bloglar, sahiplerinin yazılı ve görsel üretimlerini internet ortamında tüm dünyaya ulaştırmalarına imkân sağlıyor. Buna göre bloglama, bir nevi günlük tutma işidir. Web üzerinde bloglama işi, diğer Teknoloji 108 mayıs 2014 CAGI İ ifadeyle “WebLog” işidir. Web internet ağını, log ise günlüğü ifade etmektedir. Web üzerinden herkese açık olarak yapılan günlüklere, isteyen herkes ulaşabilir, yorum yazabilir, etkileşimde bulunabilir. Blog, yazarların herhangi bir konu hakkında kolay ve hızlı şekilde yorumlarını, resimlerini, videolarını ve diğer internet sitelerine bağlantılarını paylaşmalarına olanak sağlayan web siteleridir. Diğer bir tanımla, web programlama becerisi gerektirmeyen, herkesin kolayca bilgisayar ağları üzerinden yazar-okur etkileşimini sağlamalarına olanak sunan, kendi sayfalarını yayımlayabilecekleri ortamlardır. Genellikle bloglardaki yazılar ters bir kronolojik sırada görüntülenir. Bu şekilde en yeni yazılar, sayfanın en başına gelirler. Bir blogda resimler, yazılar, diğer internet sayfalarına ve bloglara ait linkler ve çeşitli multimedya unsurları bulunur. Bloglar vasıtasıyla okurlar, yorumlarını etkileşimli olarak paylaşabilirler. Bloglama ile ilgili kavramlar Blogosfer: Global olarak tüm blogların oluşturduğu ve iletişim halinde olduğu topluluğa blogosfer adı verilir. Blogroll: Blogların diğer bloglara link verdiği link kümelerine blogroll denir. Geri link (linkback, trackback, pingback): Sizin yazınıza atıfta bulunarak bir blogun link vermesidir. Bloglama (blogging): Blog yazma etkinliğine verilen addır. Blogçu (blogger): Blogu açan, yazılarını yazan ve yöneten kişidir. RSS: RSS aboneliği olan kullanıcılara web dana geldiği için, bu blogun da ömrü uzun olmadı. 1999 yılında ise Peter Mertholz tarafından kişisel bir blog oluşturuldu. Bu blog da kişisel içerikleri işleyen bir blogdu. 2000’li yıllarda blogculuk sitesindeki içerik veya haberlerin dağıtımını sağlayan bir yayın formatıdır. Etiket: Yazınızın içeriğini özetleyen anahtar kelimelerdir. Herhangi bir konuyla ilgili benzer yazıları bulmayı kolaylaştırır. Konuları kategorilere ayırmak için kullanılır. Bloglama Bugün birçok insan blogluyor. Bloglarken şu noktalara dikkat edilmelidir: Kişisel bloglarda yazanlar, yazdığı zaman kişiliklerinin yazıya geçtiğinden emin olmalıdırlar. Bunun için birinci tekil şahıs dili kullanmak zorunda değiller, yazan kişinin ruhunu yansıtması yeterli olacaktır. Blogların tarihî gelişimi ve 90’lı yıllarda blogculuk 90’lı yılların başında blogculuk kavramını meydana getirecek bir şey gerçekleşti. Links. net yardımı ile bir öğrenci ilk blogunu oluşturdu. Elbette ilk blogun tam olarak kurulması 1994 yılına denk düşüyordu. En dikkat çekici özellik ise, ilk kurulan blogun kişisel bir blog olmasıydı. İlk blog kurucusunun adını da vurgulamak gerekir: “Justin Hall”. 1994 yılında ilk kişisel blogla başlayan ve 1997 yılında ilk weblog ile devam eden blogculuk, 2006 yılında 57 milyon, 2010 yılında ise 152 milyon bloga ulaşmış ve 2010 yılı istatistiklerine göre günde 900 bin blog kaydına ulaşmıştır. İkinci blog ise 1998 yılında kuruldu. Bu blogun kuruluş amacı, basit işe alımlar ve açık arttırım gibi işlemleri meydana getirmekti. Zaten internetin daha birçok kişi tarafından bilinmeyen bir devirde bu olaylar mey- Tüm Blogların Sayısı (1,343,398) Eğlence (46,464) • Kutlama (10,656) • Televizyon (9,508) • Oyun (13,014) İşletme (40,808) • Finans (14,936) Spor (16,227) • Beyzbol (3,974) • Hokey (3,507) • Motor sporları (4,688) Politika (17,138) • Amerikan Politikaları (10,488) Automobiller (8,109) Teknoloji (47,570) • Bilgi teknolojileri (32,666) Yaşam (58,190) • Sağlık (28,381) • Evcil Hayvan (6,556) • Aile (25,345) Yeşil (13,046) Bilim (16,420) • Film (13,341) • Mizah (7,385) • Kitaplar (20,460) • Müzik (15,434) • Animasyon (5,206) • Emlak (7,782) • KOBİ (28,960) • Futbol (6,002) • Tenis (3,413) • Basketbol (4,269) • Golf (3,880) 2000’li yıllar, blogculuk için kesinlikle dönüm noktasıydı. İnternet kullanımının yavaş yavaş yaygınlaşmaya başlamış olması insanları bloglamaya çekiyordu. Bu arada bloglamanın en önemli olayı da “Nedir-Nasıl yapılır?” yazıları olmuştur. Bu yazıların internet üzerinde artışı ile birlikte blogculuk büyük bir yol kat etti. Artık insanlar bilgiye bloglar aracılığı ile ulaşabiliyor, bu şekilde bloglar da kitlelere ulaşabiliyordu. 2003 yılında ise, şu an dünyanın en popüler sistemlerinden biri olan Wordpress’in temelleri atılmaya başlandı. Bu da blogcuların çoğalmasındaki büyük ve önemli bir etkendir. Yıllar geçtikçe internet popülaritesi arttı ve insanlar, bloglarından gelir dahi elde etmeye başladılar. Technorati tarafından yapılan bir açıklamaya göre, 2010 yılında ortalama bir oranla blog sahiplerinin yüzde 38’i bloglarından gelir elde ediyorlardı. Bu oran şu anda yüzde 40’ın üzerinde. Bugün dünyanın dört bir yanındaki milyonlarca okura ulaşan blog yazarlarının kişisel sayfaları sayesinde her geçen gün genişliyor bloglama. Günden güne sayıları çoğalan, yayın kalitesi yükselen bloglar, etkileşimli yapılarıyla interneti gerçek bir küresel iletişim platformuna dönüştürmüş durumda. Technorati adlı sitede, 2014 yılının Nisan sonu itibariyle 1 milyon 343 bin 398 adet blog olduğu rapor edilmiştir. Bu blogların konularınagöre dağılımı ise şöyle: Blog türleri Bloglar -amaçlarına göre değişmek üzerekişisel (kişisel olarak oluşturulan bloglar), temalı (sadece belli konulardaki yazıların gönderildiği bloglar), topluluk (sadece üyelerinin yazabildiği bloglar) ve kurumsal (şirketlerin kendi haber, duyuru ve kampanyalarını yaptığı bloglar) olmak üzere 4 çeşittir. • Dünya (23,655) • Püf noktaları (18,360) • Din (14,041) • Moda (16,486) • Ev (24,781) • Sanat (27,368) • Gıda (21,101) • Seyahat (20,304) mayıs 2014 109 haberajanda Teknoloji Kişisel bloglar, hızlı bir şekilde oluşturularak, oluşturan kişinin kişisel ilgi alanına göre, bilgi sahibi olduğu alandaki güncel olay ve gelişmeleri, duygu ve düşüncelerini, bilgi ve deneyimlerini okurlarıyla paylaştığı web günlükleridir. Temalı bloglar, herhangi bir alanda bir teması olan ve o tema çerçevesinde yazı, resim, video ve benzeri görsellerin paylaşılabildiği bloglardır. Blogun sunduğu zengin yorum, mesaj ve raporlama seçenekleriyle okurların blogda yayınlanan yazılara olan ilgisi ve düşünceleri günü gününe takip edilebiliyor. Topluluk blogları, belli bir topluluğun amaçları doğrultusunda, topluluğa yönelik bilgilerin karşılıklı iletişim oluşturacak şekilde paylaşılmasıyla oluşuyor. Kurumsal bloglar ise iç amaçlar için kullanıldığında kültürel bir örgütlenme, bilgi paylaşımı ve işbirliği gibi amaçlar için yapılırken, dış amaçlar için kullanıldığında da müşteri ilişkileri, satış ve pazarlama ve de marka tanıtımı hedefleri için kullanılmaktadır. Kurumsal veya şirket blogları, web sitesinden farklı olarak, daha kişisel, daha niş ve daha amatör bir ruhla hazırlanması gerekir. Her markanın vurgulamak istediği niş alanına yönelik bir blogu olmalı ve resmî web sitesinden farklı olarak bu blogu her zaman güncel tutmaya, müşteri veya okurlarıyla interaktif bir iletişime geçmeye özen göstermelidir. Ancak bunun için yine içerik yönetim profesyonellerine ihtiyaç vardır. Eğer akıcı ve güzel bir dil ve çekici görseller kullanılırsa, kurumsal bloglar da çok geçmeden hedef kitle üzerinde markaya karşı sadakat meydana getirebilir. Kurumsal bloglar, büyük örgütler için iş bloglarıdır. Doğrudan iletişim ve görüşme için şirketin insancıl yüzünü teşkil eder. Kurumsal bloglar, örgütsel amaçlara ulaşmaya da yardımcı olurlar. Ya içsel ya da dışsal bloglar olmak üzere iki şekilde olabilirler ki içsel bloglar, örgüt içinde bir iletişim ara- S.No Stratejiler 1 Planlama 2 Araştırma ve içerik hazırlama 3 Tanıtım ve pazarlama 4 Etkileşim 5 Ölçme ve değerlendirme 110 mayıs 2014 cı olarak kullanılabilir. Çalışanların görebileceği şekilde, genellikle Intranet üzerinde yer alır ve de toplantıların ve e-posta görüşmelerinin yerine kullanılabilir; zamanlama ve yer açısından toplantıları pratik kılacak şekilde etkilidir. Bu bloglara dair fikirler, konu, kişi ve tarihe göre kategorize edilebilir; düşünce ve konuşmalar kolaylıkla arşivlenebilir. İçsel bloglar, güçlü örgütsel bir kültür oluşturur, bilgi paylaşımını sağlar, takımlara etkili bir işbirliği aracı olur. Dışsal bloglar ise müşteri topluluklarıyla bağ kurmada yeni bir halkla ilişkiler aracı olarak kullanılır. Bunlar kamuya açık şekildedir ve kurumun/şirketin dışa açılan bir penceresi konumundadırlar. Ürün ilanları yapılabilir, kurum politikaları açıklanabilir, dış dünyayla iletişim sağlanabilir ve itibar yönetimi ile şikâyet ve eleştirilere cevap verilebilir. Dışsal blogların özel bir türü de CEO bloglarıdır. Kurumsal bloglar markayı güçlendirmek, güçlü ilişkiler meydana getirmek ve ürün ya da hizmetlerin pazarlanmasını ya da satılmasını kolaylaştırmak için yaygın şekilde kullanılmaktadır. Kurumsal blog trafiğini arttırmak için yapılması gerekenleri şu şekilde sıralayabiliriz: Ürünler ve onların nasıl kullanılacağıyla ilgili ipuçları yazılmalı. Sektörle ilgili bir dizi başarı hikâyesi bulunmalı. Etkileşimli yarışmalar eklenmeli. Sektörle ilgili son dakika haberleri girilmeli. Tüketicilerin yaşam tarzlarıyla ilgili konularda bilgiler yazılmalı. Şirketle ilgili haberler paylaşılmalı. İlgili ilk 10 makale veya Facebook sayfası özetlenmeli. Müşteri başarı hikâyelerini blogda değerlendirmeli. Sektör liderleriyle mülakatlar yapılmalı. Kurumda/şirkette çalışanlar ve CEO’larla mülakatlar yapılmalı. Çekiliş (ikramiye) yoluyla blogdaki etkileşim arttırılmalı. Bilgiler video, slayt ya da infografiklerden bir karma yapılarak sunulmalı. Bloglama stratejisi Blog kavramının temelinde yatan hikâye, insanın bilgi, duygu, düşünce, deneyim ve zevklerini başka insanlara ulaştırmaktır. Basit düşünüldüğünde, blog yazan pek çok kişi olduğu halde, bazıları bunu istediği ölçüde başarabilirken, bazıları da sadece çevresindekilere ulaşabiliyor. Peki, aradaki fark ne? Bu konuda birçok etken sayılabilir. Fakat temel konu “strateji” olmalıdır. Yani hedefe ulaşmak için belirlenen plan ya farklıdır ya da bazılarında plan ve/veya amaç olmayışıdır. Sürdürülebilir, doğru bir strateji ile blog, hedeflerine daha kolay ulaşabilecektir. Bir blogun stratejisi, amaç ve okuyucu hedef kitlesine göre olmalıdır. Bloga sahip işletmelerin yüzde 55’ten fazlası, yüksek site trafiğine sahiptirler. Yapılan her işin bir stratejisi olmalıdır. Elbette bloglamanın da bir stratejisi olacaktır. Kişiden kişiye, kurumdan kuruma değişebilir olmakla birlikte, bloga başlarken yapılacak işlere göre belli stratejiler uygulandığında başarı elde edilebilir. Bu strateji aşamaları planlama, araştırma, yayına hazırlama, tanıtım, etkileşim, ölçme ve değerlendirme gibi aşamalardan oluşur ve her birinin ayrı birer stratejisi olmalıdır. Planlama Bu aşama, blogun amacına ve türüne uygun olarak bir blog şablonu ve teması seçimiyle başlar, yayınlanacak konuların belirlenmesiyle devam eder. Planlama yapılmadan hiçbir iş başarıya ulaşmaz. Ancak süreç içerindeki aksaklıklar ve kontrol sonucundaki geri bildirimler, sonraki planlamalara ışık tutmalıdır. Konu seçerken diğer blogların istatistiklerine bakmak ve de trend olan ve okuyucunun dikkatini çeken konular belirlenerek -buna uygun konu listeleriyle- okuyucunun karşısına çıkmak doğru bir başlangıç için önemlidir. Tabiî ki belirlenen konuların ay içerisinde hangi takvimle yayınlanacağının belirlenmesi de planlama aşamasının bir parçasıdır. Tüm yazıları aynı anda yayınlamak doğru bir strateji değildir. Blogta yayın- Yapılacak işler Blog şablonu, Blog teması, Blog içeriği, Görsel materyal ve grafikler hazırlama, İçeriği paylaşma, URL adreslerini iyileştirme, Daha fazla ziyaret trafiği sağlama, Yorum ve sorulara cevap verme, SEO (Search Engine Optimization – Arama Motoru Optimizasyonu) çalışması yapma, SERP (Search Engine Results Page – Arama Motoru Sonuç Sayfası) performansı çalışması yapma, Google Analytics vb. analizleri yapma. lanacak yazılar, okuyucuyu sürükleyecek şekilde bir sırada yayınlanmalıdır. Araştırma ve içerik hazırlama Planlama aşamasında belirlenen konuların araştırılması ve içeriklerinin hazırlanması bu aşamanın konusunu oluşturmaktadır. Çünkü blogda yayınlanacak yazıların yanıltıcı bilgiler içermemesi, öğretici ve doğru bilgi veren nitelikte olması gerekir. Blog tema ve türe göre doğru, detaylı ve paket bilgiler vermelidir. Okuyucu, blogdan okumaya başladığı bir yazıyı sıkılmadan, sonuna kadar okumayı sürdürmelidir. Bunu, bu aşamada yapılacak çalışmalar sağlayacaktır. Bu çerçevede, yayınlanacak konu üzerine daha önce yazılmış yerli ve yabancı kaynakların ve literatürün taranması, daha önce yapılmış röportajların ve o konuyla ilgili çıkan haberlerin incelenmesi, sonrasında da kendi fikrinizi ekleyerek konuyu ortaya çıkarabilirsiniz. Bu konuyu destekleyen görsel materyallerin kullanımı ise sunumunuzu zenginleştirecektir. Bu arada, yazıya son şeklini verdiğinizde, yayınlamadan önce çevrenizdeki birkaç kişiye okutarak görüşlerini almak da önemli. Yazıyı, okuma yazma bilen herhangi bir kişinin okuduğunda, kendi ölçeğinde bir şeyler anlayabileceği şekilde tasarlamak gerekir. Bu amaçla yazı için doğru başlığı belirleme, yazıyı biçimlendirme ve bazı yerlerini öne çıkarma (highlight), imla ve yazım denetimi yapma gibi işlemlerden geçirilerek yayına hazır hale getirilmelidir. Araştırma ve içerik hazırlama aşaması en fazla zaman alan ve emek gerektiren bir aşamadır. Ancak sonunda ortaya çıkan ürün uğraştığınıza değecek. Bu aşamada harcadığınız tüm zamanlar, size olumlu dönüşler sağlayacaktır. Asıl dönüşler ise, yazı okuyucularla buluştuktan sonra, alınan site trafiği ve yorumlarla ortaya çıkmaktadır. lir. Bir de alıntı yapılırken zorluk çıkabilir, bu nedenle kısa link önemlidir. Bunu WordPress uygulamaktadır. Ardından yazı, sosyal medya platformlarında farklı gün ve saatlerde paylaşılmak üzere programlanabilir. İnternet ortamında yapılan tartışma ve forumlarda yazının cevap olabileceği tartışmalar varsa, oralara katılarak yazının linki okuyuculara verilebilir. Etkileşim Bu aşamada URL adreslerini iyileştirme, daha fazla ziyaret trafiği sağlama, yorum ve sorulara cevap verme işlemleri gerçekleştirilir. URL adreslerini iyileştirme, tanıtım ve pazarlama aşamasındaki linkin kısaltılmasını da kapsayan bir işlemdir. Bir yazıya ulaşımı kolaylaştıracak her şeyi ifade eder etkileşim. Site trafiğini artırmak için sunucu band genişliğini doğru planlamak, aynı anda sitede olan kişi sayısına bakılarak sunucuları ona göre yapılandırmak ve daha hızlı sunucular seçmek önemlidir. Diğer taraftan yazının tarayıcılar tarafından kolay açılması da trafiği arttıran bir durumdur. Yazı hazırlanırken buna dikkat etmeli ve test ederek yayınlanmalıdır. Etkileşim aşamasında okuyucuların yazıya yazdığı cevapları ve sosyal meyda üzerinden gelen tepkileri değerlendirilir. Yorumlara cevap vermek ve insanlarla etkileşime geçmek, blog yazarlığının en keyifli taraflarındandır. Ölçme ve değerlendirme Ölçme ve değerlendirme aşaması ise en Tanıtım ve pazarlama Bu aşamada, hazırlanan yazı içeriğinin okuyucuyla paylaşılması ve ardından da Linkedin, Twitter, Facebook ve diğer bloglar gibi çeşitli sosyal medya araçlarıyla yazının yayınlandığı duyurularak okuyucuların ilgi duyması sağlanmalıdır. Google adWords gibi ücretli veya karşılıklı tanıtım araçları da kullanılarak yazının daha geniş kitlelere ulaşması sağlanabilir. Tanıtım ve pazarlama aşaması için birtakım püf noktalarından söz etmek mümkündür. Öncelikle sosyal medyada paylaşmak için yazının linkini kısaltmak gerekir. Uzun linkler bazı tarayıcılarda çalışmayabi- önemli aşamadır. Aylık yapılan blog planına ne derece ulaşıldığı, o ayki geri bildirimlerden elde edilen hata ve yanlış uygulamaların neler olduğu gibi bilgiler yeni ayın planlamasına ışık tutacaktır. Bu aşama, SEO (Search Engine Optimization-Arama Motoru Optimizasyonu) çalışması yapılması ve Google Analytics ile istatistik ve site trafik bilgilerinin alınarak in- celenmesi gibi işlemlerden oluşur. SEO çalışması, blogun açıldığı ilk zaman yapıldığı gibi, her ay yeniden iyileştirmeler gerektiren bir süreçtir. Ölçme ve değerlendirme aşamasında neyin doğru, neyin yanlış yapıldığı tespit edilir, hatalar belirlenir, sonraki yazılar için bu hatalardan ders çıkarılmaya çalışılır. Ölçümleme aşamasında Google Analytics iyi bir yardımcıdır. “Yazı kaç kez okunmuş, yazıyı okuduktan sonra kaç kişi o blogu terk etmiş, yazıya kaç yorum gelmiş, sosyal medyada ne kadar paylaşılmış, ilgili kelimelerde SERP (Search Engine Results Page-Arama Motoru Sonuç Sayfası) performansı nedir?” gibi sorulara bu aşamada cevap bulunmaya çalışılır. Arama sonuçlarının listelendiği sayfa olan SERP sıralamasını manipüle ederek kendi blogunu ilk sıraya çıkartmak isteyen blog sahibi, SERP optimizasyonunu da yapmak zorundadır. Mesela linkte yer alan “/?p=2142” şeklindeki bir URL yapısı yerine “/kategori/baslik-ismi.html” tarzı bir URL yapısı, sıralamanıza daha olumlu şekilde etki edecektir. Ölçme ve değerlendirme aşamasından sonra, elde edilen tecrübeler sürece dâhil edilerek tekrar yeni ay için planlama çalışmaları başlanır. Bu, blog sahibini sürükleyen sonsuz bir döngüdür. Sonuç Yaşadığımız çağda basılı yayın organları ve televizyon gibi görsel yayın organlarıyla herkese ulaşılamadığı görülmektedir. Ancak öyle bir araç var ki hemen herkese ulaşmayı mümkün kılmakta: “Bloglar”. Çünkü herkesin elinde internete bağlı akıllı telefonlar bulunuyor. Herkesin Linkedin, Facebook ve Twitter gibi sosyal ağlarda hesapları mevcut. Blog hazırlanarak sosyal ağlarda paylaşıldığında herkese ulaşmak mümkün. Wordpress’te hazırlanan bloglar, artık akıllı telefonlardan da okunabilecek formatlar da içermektedir. Blogların diğer medya araçlarından bir farkı da etkileşimli olmasıdır. İsteyen kişi, yazıya yorum yazabilmekte ve katkı sağlayabilmektedir. Bloglar, bugün kişilerin, şirketlerin ve kurumların vazgeçilmez bir aracı haline gelmiş ve pazarlamanın şeffaf bir aracı görüntüsü almıştır. Çağımızda herkes, bloglar sayesinde yazar haline gelmiştir. İnsanlar hem öğreniyor, hem de öğrendiği bilgilere kendi görüşlerini de ekleyerek yeniden yayınlama imkânı sağlıyor. Yoksa sizin hâlâ bir blogunuz yok mu? mayıs 2014 111 112 mayıs 2014