Cilt 8 Sayı 1 - ATAUM
Transkript
Cilt 8 Sayı 1 - ATAUM
Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi Cilt/ 8 • Sayı/1 • Yıl /2009 Yayın Sahibinin Adı Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi Adına Sahibi Prof. Dr. Çağrı ERHAN Editörler Prof. Dr. Çağrı ERHAN (Ankara Üniversitesi) Doç. Dr. Burça KIZILIRMAK(Ankara Üniversitesi) Editör Yardımcısı Uzm. Deniz SENEMOĞLU (Ankara Üniversitesi) Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Uzm. Dr. Mehmet Kaya UYSAL (Ankara Üniversitesi) Yayın İdare Merkezi Adresi Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi Cebeci Kampüsü 06590 ANKARA e-posta: senemogl@education.ankara.edu.tr mkuysal@politics.ankara.edu.tr web: http//www.ataum.ankara.edu.tr Yayın İdare Merkezi Telefonu 0 (312) 362 07 80 – 362 07 62 Faks 0 (312) 320 50 61 Yayının Türü Yerel Süreli Yayın Basımcının Adı Ankara Üniversitesi Basımevi İncitaşı Sokak No.10 06510 Beşevler – Ankara Basımcının Telefonu 0 (312) 213 66 55 Basım Tarihi/Yeri 25/09/2009 – Ankara Danışma Kurulu Prof. Dr. Belgin AKÇAY (Ankara Üniversitesi) Doç. Dr. Birol AKGÜN (Selçuk Üniversitesi) Prof. Dr. Tuğrul ARAT (TOBB, ETÜ) Prof. Dr. Deniz Ülke ARIBOĞAN (Bahçeşehir Ü.) Prof. Dr. Füsun ARSAVA (Atılım Üniversitesi) Prof. Dr. Mustafa AYDIN (TOBB, ETÜ) Doç. Dr. Ersel AYDINLI (Bilkent Üniversitesi) Prof. Dr. Hüseyin BAĞCI (ODTÜ) Prof. Dr. Ali BOZER (Çankaya Üniversitesi) Prof. Dr. Ömer BOZKURT (TODAİE) Dr. Başak ÇALI (UCL) Doç. Dr. Aykut ÇELEBİ (Ankara Üniversitesi) Doç. Dr. Mitat ÇELİKPALA (TOBB, ETU) Doç. Dr. Selçuk ÇOLAKOĞLU (Adnan Menderes Ü.) Prof. Dr. Beril DEDEOĞLU (Galatasaray Üniversitesi) Prof. Dr. Muzaffer DARTAN (Marmara Üniversitesi) Prof. Dr. Alois ECKER (Viyana Üniversitesi) Doç. Dr. Candan ATEŞ EKŞİ (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Gülcan ERAKTAN (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Atila ERALP (ODTÜ) Prof. Dr. Haluk GÜNUĞUR Doç. Dr. Kostas IFANTIS (Atina Üniversitesi) Prof. Dr. Kemal KİRİŞÇİ (Boğaziçi Üniversitesi) Doç. Dr. Gökhan KOÇER (Karadeniz Teknik Ü.) Prof. Dr. Marianne KRÜGER-POTRATZ (Münster Ü.) Yrd. Doç. Dr. Gamze AŞÇIOĞLU ÖZ (ODTÜ) Doç. Dr. Çınar ÖZEN (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Philip ROBINS (Oxford Üniversitesi) Prof. Dr. Kenji TAKITA (Tokyo Chuo Üniversitesi) Doç. Dr. Hakan TAŞDEMİR (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Nahit TÖRE (Çankaya Üniversitesi) Prof. Dr. Mehmet UĞUR (Greenwich Üniversitesi) Yayın Kurulu Uzm. Erhan AKDEMİR (Ankara Üniversitesi) Doç. Dr. Sanem BAYKAL (Ankara Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Erdem DENK (Ankara Üniversitesi) Uzm. Ceran ARSLAN OLCAY (Ankara Üniversitesi) Zerrin SAKARYA (Ankara Üniversitesi) Demet H. SEZGEN (Ankara Üniversitesi) ISSN 1303 - 2518 Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından yılda iki kez yayınlanan hakemli bir dergidir. Dergide yayınlanan yazılardaki görüşler yazarlarına aittir. Tüm hakları saklıdır. Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, ULAKBİM, World Political Science Abstracts, International Political Science Abstracts (IPSA) ve PAIS International tarafından taranmaktadır. ANKARA ÜNİVERSİTESİ AVRUPA TOPLULUKLARI ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ ANKARA AVRUPA ÇALIŞMALARI DERGİSİ . Yıl: 2009 Cilt: 8, Sayı: 1 ANKARA ÜNİVERSİTESİ BASIMEVİ İncitaşı Sokak No:10 06510 Beşevler / ANKARA Tel: 0 (312) 213 66 55 Basım Tarihi: 25/ 09/ 2009 ANKARA AVRUPA ÇALIŞMALARI DERGİSİ Yıl: 2009 Cilt: 8, Sayı: 1 İÇİNDEKİLER Erhan AKDEMİR 11 Eylül 2001, 11 Mart 2004 ve 7 Temmuz 2005 Terörist Saldırılarının Ardından İslam’ın Avrupa’da Algılanışı 1 Burcu Gökçe YILMAZ-AKIN Avrupa Birliği’nin Yaşlanma Sorununa Bir Çözüm Olarak Türkiye’nin Üyeliği 27 Erol KURUBAŞ Etnik Sorun-Dış Politika İlişkisi Bağlamında Kürt Sorununun Türk Dış Politikasına Etkileri 39 T.H.VAN ANDEL, and P.C. TZEDAKİS, Palaeolithic Landscapes of Europe and Environs, 150.000-25.000 Years Ago: An Overview Çeviren: Kaya UYSAL Bir Genel Bakış: Günümüzden 150.000 İle 25.000 Yıllar Öncesinde Paleolitik Döneme de Karşılık Gelen Zaman Aralığında Avrupa Coğrafyasının Manzarası 71 Dilek TEMİZ Gümrük Birliği ile Birlikte Türkiye’nin Dış Ticaretinde Yapısal Değişimler Oldu mu? 115 Galym ZHUSSİPBEK 2007 Lizbon Antlaşması, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nın Tanımı ve Özellikleri, Güvenlik Aktörü Olarak Avrupa Birliğinin Nitelikleri 139 ANKARA AVRUPA ÇALIŞMALARI DERGİSİ (2009) ANKARA REVIEW OF EUROPEAN STUDIES Year: 2009 Volume: 8, Number: 1 CONTENTS Erhan AKDEMİR Perception of Islam in Europe After the 11 September 2001, 11 March 2004 and 7 July 2005 Terrorist Attacks 1 Burcu Gökçe YILMAZ-AKIN Turkey's Membership as a Remedy for Ageing Problem of the European Union 27 Erol KURUBAŞ The Impact of the Kurdish Problem on Turkish Foreign Policy in the Context of the Ethnic Problem-Foreign Policy and Relationship 39 T.H.VAN ANDEL, and P.C. TZEDAKİS, Palaeolithic Landscapes of Europe and Environs, 150.000-25.000 Years Ago: An Overview Translation into Turkish by M. Kaya UYSAL 71 Dilek TEMİZ Have There Any Structural Changes Happenned In Turkey's Foreign Trade With Customs Union? 115 Galym ZHUSSIPBEK 2007 Lisbon Treaty Definition and Characteristics of the European Security and Defense Policy Qualifications of the European Union as a Security Actor 139 ANKARA REVIEW OF EUROPEAN STUDIES (2009) Ankara Review of European Studies Volume / 8 • Number / 1 Owner on behalf of the Ankara University European Union Research Center Prof. Dr. Çağrı ERHAN Editors Prof. Dr. Çağrı ERHAN (Ankara University) Assoc Prof. Dr. Burça KIZILIRMAK (Ankara University) Co-Editor Deniz SENEMOĞLU (Ankara University) Director of Publication Dr. Mehmet Kaya UYSAL (Ankara University) Address and Communication Details Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi Cebeci Kampusu 06590 ANKARA e-mail: senemogl@education.ankara.edu.tr mkuysal@politics.ankara.edu.tr web: http//www.ataum.ankara.edu.tr Tel: +90 (312) 362 07 80 – 362 07 62 Fax: +90 (312) 320 50 61 Type of Publication Periodical Printing House Ankara Üniversitesi Basımevi İncitaşı Sok. No: 10 06510 Beşevler - Ankara Tel:+90.312.213 66 55 Date and Place of Publication 25/09/ 2009 - Ankara • Year / 2009 Advisory Board Prof. Dr. Belgin AKÇAY (Ankara University) Assoc. Prof. Dr. Birol AKGÜN (Selçuk University) Prof. Dr. Tuğrul ARAT (TOBB, ETU) Prof. Dr. Deniz Ülke ARIBOĞAN (Bahçeşehir U.) Prof. Dr. Füsun ARSAVA (Atılım University) Prof. Dr. Mustafa AYDIN (TOBB, ETU) Assoc. Prof. Dr. Ersel AYDINLI (Bilkent University) Prof. Dr. Hüseyin BAĞCI (METU) Prof. Dr. Ali BOZER (Çankaya University) Prof. Dr. Ömer BOZKURT (TODAIE) Dr. Başak ÇALI (UCL) Assoc. Prof. Dr. Aykut ÇELEBİ (Ankara University) Assoc. Prof. Dr. Mitat ÇELİKPALA (TOBB, ETU) Assoc. Prof. Dr. Selçuk ÇOLAKOĞLU (Adnan Menderes U.) Prof. Dr. Muzaffer DARTAN (Marmara University) Prof. Dr. Beril DEDEOĞLU (Galatasaray University) Prof. Dr. Alois ECKER (Wien University) Assoc. Prof. Dr. Candan ATEŞ EKŞİ (Gazi U.) Prof. Dr. Gülcan ERAKTAN (Ankara University) Prof. Dr. Atila ERALP (METU) Prof. Dr. Haluk GÜNUĞUR Assoc. Prof. Dr. Kostas IFANTIS (Athens University) Prof. Dr. Kemal KİRİŞÇİ (Boğaziçi University) Assoc. Prof. Dr. Gökhan KOÇER (Karadeniz Technical U.) Prof. Dr. Marianne KRÜGER-POTRATZ (Münster University) Assist. Prof. Dr. Gamze AŞÇIOĞLU ÖZ (METU) Assoc. Prof. Dr. Çınar ÖZEN (Ankara University) Prof. Dr. Philip ROBINS (Oxford University) Prof. Dr. Kenji TAKITA (Tokyo Chuo University) Assoc. Prof. Dr. Hakan TAŞDEMİR (Gazi University) Prof. Dr. Nahit TÖRE (Çankaya University) Prof. Dr. Mehmet UĞUR ( Greenwich University) Editorial Board Erhan AKDEMİR (Ankara University) Assoc. Prof. Dr. Sanem BAYKAL (Ankara University) Assist. Prof. Dr. Erdem DENK (Ankara Üniversity) Ceran ARSLAN OLCAY (Ankara University) Zerrin SAKARYA (Ankara University) Demet H. SEZGEN (Ankara University) ISSN 1303 - 2518 Articles published in this series represent solely the views of the authors and not necessarily the Ankara University European Union Research Centre and its staff. All rights reserved. Ankara Review of European Studies is abstracted and indexed in ULAKBİM World Political Science Abstract, International Political Science Abstracts (IPSA) and PAIS International. Ankara AvrupaSUPRANASYONAL Çalışmaları Dergisi 8, No:1 (Yıl: 2009), s.1-26 BĐR TASARRUFCilt: ŞEKLĐ OLARAK 11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARININ ARDINDAN ĐSLAM’IN AVRUPA’DA ALGILANIŞI Erhan AKDEMĐR∗ Özet Avrupa’nın kimliği, tarihsel süreç içerisinde öteki topluluklarla ilişkili konumuna göre gelişen ve değişen değer yargılarıyla yoğrulmuştur. Bugün ise Avrupa’da din, gerçekten vicdani bir inanış olarak mı var, yoksa halen “ötekini” tanımlamada tanımlayıcı ana unsur olarak duruyor mu? 11 Eylül 2001 sonrasında başlayan ve halen devam eden uygarlıklar çatışması gibi olguların tartışıldığı günümüz ortamında Müslüman ve Avrupalı kimliklerinin bir arada var olması kaçınılmaz tarihi bir fırsattır. AB’nin özellikle Batı Avrupa’nın “Türkler” ve “Türkiye” sınavı işte bu aşamada çok büyük bir önem kazanmaktadır. Eğer bu sınav başarılı bir biçimde verilir ise, insanlık için yeni bir dönemin başlangıcından da söz edilebilecek; geçmişte birbirleriyle çatışır görünse de aslında birbirlerine çok şeyler katmış olan farklı uygarlıkların, birbirlerini tamamlayarak yeni bir anlayışa doğru gidildiği görülecektir. Şu an iki farklı kültürün bir araya gelebileceği tek platform olarak görünen Avrupa Birliği, hem Hıristiyanlığı hem de Müslümanlığı aynı birlik içerisinde bir araya getirip, amacını ve değerlerini de farklılıklarla ortak yaşam, hoşgörü, çokkültürlülük kavramlarıyla temellendirilebilir ise, bundan sadece Avrupa kıtası değil, tüm dünya da çok olumlu şekilde etkilenecektir. Anahtar Kelimeler: Ötekileştirme, Avrupa ve Đslâm, Terör Saldırıları, Đslâmofobi Abstract European identity was formulated by developing relations with other communities in the historical process and varying values. In this historical process the main factor of European identity was an Islam, but confrontation of religions was always dangerous. Ankara Üniversitesi ATAUM AB Uzmanı, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası Đlişkiler Anabilim Dalı Doktora Öğrencisi ∗ 2 ERHAN AKDEMĐR Recently religion in Europe, is it an actually belief of conscience or is it still a main factor to define “other”? After starting 11 September 2001 and still ongoing discussion of the clash of civilizations such as the phenomenon in today's environment, the existence of Muslim and European identity should not be missed is a historic opportunity. At this stage Turkey and Turks examination of Europe especially for Western side becomes a big important. If this examination is passed successfully, new beginning for humanity will be possible; different civilizations conflicted and had an interaction, they will complete lacks of each other then tend towards to new approach. At this moment European Union is a unique platform for assembling two different cultures, if Christianity and Muslim are combined in a same community with tolerance, common life with different aims and values which are fixed with multicultural concepts, this will be positive impact on all around the world not only Europe. Key Words: Othering, Europe and Islam, Terror Attack, Islamophobia Giriş 11 Eylül saldırıları sonrası dünya kamuoyu El-Kaide terör örgütünün eylemleriyle beraber yeni-köktencilik (selefilik) terminolojisini çok sık duymaya başlamıştır. Yeni köktencilik Hanbelî1 tarzda saf bir Đslam’a dönüşü öngören, Batı’ya karşı muhalefeti çok daha büyük oranda dinsel terminolojiyle açıklayan ve Batıyla uzlaşmayı tamamen reddeden ve Batılı modellerden kopuş için Đslami cemaatin bir arada yaşaması ve güçlenmesini salık veren bir öğretidir. Toplumu tabandan Đslamileştirmeyi hedefleyen ve düşünsel arayışların yerine insanların kendisini tamamen imana bırakması isteyen, siyasal Đslam’dan farklı olarak siyasal olmayan, kültürel bir akımdır.2 Bu akımın güçlenmesi ise tesadüf olmayıp Batı ekonomik ve siyasal politikalarıyla yakından ilgilidir. Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin son yıllardaki Afganistan ve Irak’ı işgali, yeni-köktenci grubun içinde bir grup olan Cihatçılar’ın dünyadaki terör eylemlerini arttırmasına neden olmaktadır. Dünyanın çeşitli yerlerinde görülen (Đstanbul, Madrid, Londra, Bali ve Riyad) saldırılar da bunun örneklerindendir3. Soğuk Savaş sonrası dönemde uluslararası güvenliğin gündemi çevresel bozulma, organize suç, insan kaçakçılığı ve terörizmi de içeren bir dizi yeni tehdit tarafından doldurulmuştur. Ayrıca, Soğuk Savaş döneminin sosyalizm/liberalizm karşıtlığı temelinde oluşturulmasından farklı olarak, Soğuk Savaş sonrası dönem gerek iç politikada gerek uluslararası ilişkilerde kimlik/farklılık temelinde oluşarak, farklı kimliklerin tanınma politikalarına zemin olmuştur. Bu çerçevede Đslam - Batı ilişkisi de 1 Đmam-ı Hanbeli (Ahmed bin Hanbel)'in kendi usulüne göre şer'i delillerden çıkardığı hükümlere ve gösterdiği yola Hanbeli Mezhebi denir. Ehl-i sünnet itikadında olan müslümanlardan, amellerini yani ibadet ve işlerini, bu mezhebin hükümlerine uyarak yapanlara Hanbeli denir. Ahmed bin Hanbel'e göre "Kur'an'da yazılanlar ya da hadisler dışında hiçbir şey yoktur." Her konunun çözümü için gerekli olan şeyler bu ikisinde vardır. 2 Oliver Roy, Siyasal Đslam’ın Đflası, çev. Cüneyt Akalın, Đstanbul, Metis, 2005, s.161. 3 Rasim Özgür Dönmez, “Kolektif Kimlikten Kolektif Siyasal Şiddete: Uluslararası YeniKöktenci Terörün Sosyopolitiği”, Panorama, Ekim 2005, Sayı 14. 11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARI 3 farklı bir mecraya yönelmiştir. Soğuk Savaş boyunca Batı, siyasal ve kültürel kimliğini anti-komünist eksende tanımlamaktaydı. Batı dünyası Doğu bloğunu işaret ederek kendini demokratik ve özgürlükçü olarak ifade etmekteydi. Bu bağlamda iki kutuplu dünya sisteminin son bulması, Batı için büyük bir meşruiyet eksikliği doğurdu. “Biz”i meşru kılacak bir “öteki” antitezi, yani Doğu bloğu ortadan kalkmıştı. Đşte tam bu noktada “Đslam tehlikesi” keşfedildi. Hatta bu bağlamda Ekim 1994 Aralık 1995 tarihleri arasında NATO Genel Sekreterliği görevinde bulunan Willy Claes, 2 Şubat 1995 tarihinde Alman Sueddeutsche Zeitung gazetesine verdiği demeçte Đslami köktendinciliği NATO ittifakı için çok ciddi bir tehlike olarak gördüğünü ifade etti4. Bu çerçevede “komünizm tehlikesi”nin yerini “Đslam tehlikesi” aldı. Sovyetler Birliği yerini Đran’a bıraktı. Nasıl ki komünizm sadece silahlı bir tehdit olarak gösterilmekle kalınmayıp, Batı kültürünün ve değer yargılarının düşmanı gibi gösterildiyse, Đslam dünyasına da aynı işlev yüklendi5. Bu çerçevede de Soğuk Savaş dönemindeki ortak düşmana (Sovyetler Birliği) karşı birliktelik, yerini güvensizlik ve düşmanlığa bırakmıştır. Bu bağlamda Soğuk Savaş sonrası dönem siyasal Đslam’ın kendini Batı’ya karşı tanımlayıp, küreselleşmesine yol açmıştır. Buna karşılık Batı da Đslamiyet’i bir güvenlik sorunu olarak algılamaya başlamış ve 11 Eylül ile beraber değiştirilmesi ve modernleşmeyle uyumlaştırılması gereken bir “öteki” olarak görmeye başlamıştır6. Klasik savunma yöntemlerinin kullanılması yukarıda dile getirilen tehditlerle baş edebilmek için yeterli olmadığından, uluslararası politikanın aktörleri bu yeni tehditlerin yıkıcı etkilerine daha açık hale gelmişlerdir. Şimdiye kadar bir benzeri daha yaşanmamış olan 11 Eylül 2001 saldırıları, 15 Kasım 2003’de Đstanbul’da Neve Şalom ve Beth Đsrael Sinagogları’na düzenlenen saldırılar, 20 Kasım 2003’de yine Đstanbul’da HSBC bankasına ve Đngiltere Başkonsolosluğu’na yapılan saldırılar7, 11 Mart 2004’te Madrid metrosunda gerçekleşen patlamalar ve Đngiltere’de, Londra’da 7 Temmuz 2005 tarihinde meydana gelen, 21 Temmuz'da tekrarlanan saldırılar da bu çerçevede Avrupa Birliği (AB) karar alıcılarını tehdit algılamaları üzerinde yeniden düşünmeye zorlamıştır. Avrupa devletleri arasında Soğuk Savaş dönemi boyunca genellikle operasyonel stratejiler üzerine inşa edilmiş girişimler, bahsi geçen saldırıların ardından karmaşık ve çok çeşitlilik içeren hukuki bir zemine taşınmıştır. Özellikle 11 Eylül saldırılarının ardından AB’nin terörizmle mücadele politikası hukuki, ekonomik, 4 2 Şubat 19954 Süddeutsche Zeitung’dan Aktaran Rienk W. Terpstra, “The Mediterranean Basin As A New Playing Field For European Security Organizations”, Helsinki Monitor, Vol. 8, No. 1, 1997, ss. 48 – 58., Aktaran, Nuri Yurdusev, “The End Of The Cold War And InterCivilizational Relations: The Implications For Security Issues And NATO”, North Atlantic Treaty Organization (NATO) Fellowship Programme 1995-1997 Indıvıdual Research Fellowshıps Fınal Report On The Project, Ankara, 1997, s. 37. 5 Bihter Çarhoğlu, “Medeniyetler Çatışması ve Batı Medyasında Đslâm Söylemi: Almanya Örneği”, Doğu Batı Düşünce Dergisi Vol.10 No.41, Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2007, ss.207 – 213. 6 Rasim Özgür Dönmez, “Küreselleşme, Batı Modernliği ve Şiddet: Batı’ya Karşı Siyasal Đslam”, Uluslararası Đlişkiler Dergisi, Cilt 1, Sayı 4, 2004, ss. 81 – 114. 7 Đstanbul’daki bu saldırılar sonucunda toplam 58 kişi hayatını kaybetmiş, 700’ün üzerinde de insan yaralanmıştır. 4 ERHAN AKDEMĐR diplomatik ve idari önlemleri içeren şiddetli bir değişim geçirmiş ve bu süreç Madrid ve Londra saldırılarının ardından daha da hız kazanarak devam etmiştir.8 Avrupa, terörist saldırıların ardından yüzyıllardır kendisine “öteki”, dahası “Avrupalılık” ortak kimliğinin hem geçmişte, hem bugün teşkilinde kurucu bir karşıt unsur olarak kullandığı Đslamiyet, Müslümanlar ve Türkler karşısında kelimenin tam anlamıyla bir kafa karışıklığı yaşamaktadır. New York, Madrid ve Londra’daki terörist saldırıların ardından gerçekleştirilen bazı kamuoyu araştırmalarına9 göre Fransa, Almanya, Avusturya, Đtalya, Danimarka gibi AB üyesi ülkelerde Müslümanlara karşı duyulan önyargılarda ve Müslümanların karşılaştıkları ayrımcılık, ırkçılık ve dışlanmalarda10 artışlar olduğu kaydedilmektedir. Günümüzde Amerika'daki 11 Eylül saldırılarının ardından, Batı-dışı dünyanın ve özellikle Đslâm toplumlarının bir uluslararası terörizmi yayma merkezi olarak algılanması bu radikal düşünce tarzının iyice güçlenmesine yol açmıştır. Ayrıca, Avrupa'nın bir refah adası olarak korunması kaygısı, Avrupa'daki radikal sağ hareketlerin AB politikalarını etkilemesindeki temel faktörlerden bir tanesi olmuştur11. Hatta bu kaygı sadece AB bağlamında değil, AB üyesi ülkelerin kendi siyasal yelpazelerinin tümünü etkileyen bir duruma da gelmiştir. Bu çerçevede, "aşırılar"ın yanı sıra Avrupa sağının bütünü, AB fikrine, özellikle "yabancı", “Đslamcı” ve "yozlaştırıcı" sızıntılara olanak tanıdığı gerekçesiyle yüklenmektedir. Irkçı dayanaklara sahip bu radikal sağ akımların sözcüleri, yabancı istilası karşısında Avrupa kültürünün kendini savunması gerektiğini de düşünmektedirler. Tabi ki bu savunmayı yaparken de ırkçı tanımlamalara başvurmaktadırlar. Kimlik Kavramı Kimlik kavramı Batı dillerinde Latincenin idem (aynı) kökünden türetilen identité – identity kelimesinden gelmektedir.12 Kimlik kavramına ait çeşitli tanımlara bakacak olursak, en basit ifade biçimiyle kimlik, toplum veya topluluklarının “Kimsiniz, kimlerdensiniz?” sorusuna verdikleri cevap ya da cevaplardır13. Kimlik, herhangi bir toplumsal veya kişisel birimin varlığını temel niteliklerini ortaya koyan söz konusu sosyal birimi diğer birimlerden ayırarak aidiyet olgusunu şekillendiren temel yapısal unsurdur. Diğer bir tanıma göre kimlik, toplumsal bir olgudur; varlığın bir vasfı, temel 8 Şevket Ovalı, “AB’nin Terörizmle Mücadele Politikasındaki Dönüşüm: 11 Eylül ve Madrid Saldırılarının Etkisi”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Vol. 5 No. 3, Bahar 2006, ss. 77 102. 9 Bu konu ile ilgili araştırmaların ayrıntılı örnekleri makalenin ileriki bölümlerinde incelenecektir. 10 Tahir Abbas, “Recent Developments to British Multicultural Theory, Policy and Practice: The Case of British Muslims”, Citizenship Studies, Vol. 9 No. 2, Mayıs 2005, ss. 153 – 166. 11 Robert S. Leiken, “Europe’s Immigration Problem, and Ours”, Mediterranean Quarterly, Vol. 15, No., 4, Güz, 2004, ss. 203 – 218. 12 Mehmet Ali Kılıçbay, “Kimlikler Okyanusu”, Doğu Batı Dergisi, Yıl:6 Sayı:23, Ankara,2003, s.s. 155 – 159. 13 Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, Đstanbul,Remzi Kitabevi, 1996, s.3. 11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARI 5 betimleyicisi ve tanımıdır14. Iver Neumann’ın ifadesine göre de kimlik, “değişken çok boyutlu ve daima yeniden düzenlenen bir fenomendir ve bütün kimlikler, yalnız bu sebepten muğlâktır”15. Halim Nezihoğlu ise kimliği, “farklı ve değişen düzeylerde bir çok faktör ve değişkenin etkileşerek oluşturduğu kompleks bir olgudur”16 şeklinde açıklamaktadır. Kimlik, genel ifadeyle tarihsel ve toplumsal değişkenlere bağlı olarak belirlenir. Bunun sonucunda yoğun bir süreklilik ve dinamizm içerir. Zira kimlik, varlığın sürekliliği ile ilişkili bir etkileşim sürecinde kendini ötekilerden veya diğerlerinden ayırt edici özelliğini oluşturur.17 Esasında kimlik, insan topluluklarına özgü bir varoluş olgusudur. Bu nedenle, kimliğin toplumsallığı, bize onun farklılık olgusu ile varolduğunu gösterir. Farklılık olmadan kimlik olmaz. Kimlik, farklılık ve öteki ile tanımlanmakta ve anlamlanmaktadır18. Dolayısıyla kimliğin oluşabilmesinde başka kimliklerin varlığı ve bu doğrultuda kimlikler arası farklılaşmanın bulunması zorunlu bir koşulu oluşturmaktadır. Bir toplumsal kimliğin meydana gelmesinde ve tanımlanmasında "nesnel" ve "öznel" olmak üzere iki farklı öğe mevcuttur. Nesnel öğeleri, toplumsal kimlik biriminin üyeleri tarafından paylaşılan özellikler şeklinde tanımlayabiliriz. Bunlar ise; semboller, mitoslar, dil, din, etnik köken, coğrafya, hayat tarzı, beraber yaşanan tarih, değerler, gelenek ve göreneklerdir. Öznel öğeler ise, nesnel öğelerin içselleştirilmesi süreci şeklinde tanımlanabilir. Ortak mitler ve tarihsel bellek, ortak bir dil, ortak bir kitlesel kamu kültürü, topluluğun tüm bireyleri için geçerli ortak yasal hak ve görevler ise Smith tarafından ulusal kimliğin nesnel öğeleri olarak tarif edilir.19 Kolektif kimlik ise, kişinin benliğinin grup kimliği içerisinde yeniden şekillenmesidir20. Taylor ve Whitter’e göre ise kolektif kimlik, grubun grup elemanları tarafından ortak çıkarları, deneyimleri ve bağları bakımından tekrar adlandırılmasıdır21. Alberto Melluci ise kavramı, aktörlerin mücadele ettikleri çevre ya da “öteki” bağlamında ürettikleri duygusal ve bellek tanımlarının kolektif hareketlere yol açması 14 A. Nuri Yurdusev, “Avrupa Kimliği’nin Oluşumu ve Türk Kimliği”, Atilla Eralp (der.), Türkiye ve Avrupa, Ankara, Đmge Kitabevi, 1997, s. 18. 15 Iver B. Neumann, “Avrupa Kimliği AB Genişlemesi ve Entegrasyon/Dışlama Bağıntısı”, Avrasya Dosyası (Vol.5 No.4) , Ankara, , 1999, s.19. 16 Halim Nezihoğlu, “Avrupa’nın Bütünleşme Süreci Işığında ‘Avrupa Kimliği’ne Bir Bakış”, Yeni Türkiye Dergisi (Vol.6 No.36), Ankara, 2000, s.870. 17 Đbrahim S. Canbolat, Savaş ve Barış Arasında Dünya, Bursa, Alfa – Aktüel Kitabevi, 2003, s.212. 18 Yurdusev, op.cit., s.20. 19 Anthony D. Smith, “National Identity and the Idea of European Unity”, International Affairs, Vol.68, No.1, 1992, s.60. 20 Debra Friedman ve Doug McAdam, “Collective Identity and Activism:Networks, Choices and the Life”, Frontiers in Social Movement Theory, Aldon D. Morris ve Carol McClurg Mueller (der.), New Haven, Londra, Yale University Press, 1992, ss.156 – 173. 21 Verta Taylor ve Nancy E. Whitter, “Collective Identity in Socail Movement Communities”, Frontiers in Social Movement Theory, Aldon D. Morris ve Carol McClurg Mueller (der.), New Haven, Londra, Yale University Press, 1992, ss.104 - 129. 6 ERHAN AKDEMĐR olarak tarif etmektedir22. Bu şekilde bakıldığında, kolektif kimlik, bellek süreçlerine bağlıdır ve herhangi bir grubun üyeleri, kendilerini ortak geçmişlerinin anılarına dayanarak tanımlar. Bu bağlamda da, toplumsal grupların sürekli bir oluşum içinde olabildikleri, sınırlarını sürekli olarak tanımladıkları görüşüne dayanan dinamik bir kimlik fikrinden, kavramından söz edilebilir. Bu açıdan bakıldığında, ulusal kimlik, kolektif kimliğin özgül bir biçimidir ve Schlesinger bunu şöyle açıklamaktadır: Bütün kimlikler, bir toplumsal ilişkiler sistemi içinde oluşur ve birbirlerini karşılıklı tanımaları gerekir. Kimlik… bir “nesne” olarak değil “ bir simgeler ve ilişkiler sistemi” olarak düşünülmelidir… herhangi bir failin kimliğinin sürdürülmesi, tek, belirli bir kimlik değil; sürekli bir yeniden oluşum sürecidir ve bunda öz tanımlama ve farklılığın onaylanması boyutları birbiriyle devamlı iç içe geçer… kimlik, kolektif eylemin dinamik, gelişmekte olan bir yönüdür.23 Bu çerçevede çalışmanın temel mantığını yansıtan önemli noktanın altı da Donald tarafından çizilmektedir. Donald’ın ifadesiyle: Yabancı kültür korkusuyla, yabancı ideoloji ve “içerideki düşman” korkusuyla ırkçılıkta kendini gösteren şey şudur: Bilinen sınırlar olmadığı taktirde her şey, mikrop dolu kargaşalı bir ortam içinde yok olup gidecek, kimlikler eriyip yok olacak ve “Ben”, boğulacak ya da ezilip mahvolacaktır.24 Đşte kimlik sorunun altında yatan, bu korkudur; ister ulus, ister birey düzeyinde olsun. Bu tip korkulardan kaynaklandığı takdirde, Mattelart’ın da belirttiği gibi belirli bir “kültürel kimliğin” savunulması, gayet kolaylıkla bayağı bir milliyetçiliğe, hatta ırkçılığa dönüşebilir ve belli bir grubun diğerine üstün olduğu milliyetçiliği ortaya çıkarabilir.25 Avrupalılık Kimliği ve Avrupa - Đslam Đlişkileri Kimlik varolmak için farklılığa gereksinim duyar ve kendi kesinliğini güven altına almak için farklılığı ötekine dönüştürür.26 Ayrıca kimlik durağan değildir ve ötekiyle etkileşimi sayesinde değişir. Bu çerçevede bir kimliğin meydana gelebilmesi için bir “ötekinin” varlığına ihtiyaç olduğu gibi, toplumların kimliklerinin meydana gelebilmesi için de “öteki” toplumların varlığına ihtiyaç vardır.27 Bu çerçevede herhangi bir 22 Alberto Melluci, “The Process of Collective Identity”, Social Movements and Culture, Hank Johnston ve Bert Klandermans (der.), Londra, UCL Press, 1995, ss. 41 - 64 23 Aktaran, David Morley ve Kevin Robins, Kimlik Mekânları: Küresel Medya, elektronik Ortamlar ve Kültürel Sınırlar, Đstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1997, s.74. 24 Aktaran, David Morley ve Kevin Robins, op.cit., s.75. 25 Armand Mattelart, International Image Markets : In Search of an Alternative Perspective, Londra, Comedia Pub. Group, 1984, s. 13 – 18. 26 William E. Connolly, Kimlik ve Farklılık: Siyasetin Açmazlarına Dair Demokratik Çözüm Önerileri, çev. Fermâ Lekesizalın, Đstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1995, s.93. 27 Nedret Kuran Burçoğlu, “Avrupa ve Avrupalılık”, Akademik Araştırmalar Dergisi, Vol.6 No., 23., Kasım 2004 – Ocak 2005, s. 10. 11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARI 7 toplumun kendini anlaması ve tanımlaması, kendine atfettiği kimliğin ötekiyle karşılıklı etkileşimi süreci sonunda meydana gelmektedir. Bu bağlamda ötekini anlama ve anlatma sürecinde Avrupa’nın kendini nasıl anladığını Çırakman şöyle dile getiriyor: “Avrupa kendini nasıl anladığını hem göreceli hem de değişken bir biçimde ortaya koyar. Öteki, diğeri, yani Avrupalı olmayan oldukça geniş ve çeşitli bir kategori olduğundan Avrupa’nın kendi görüntüsü de o denli çeşitli ve farklıdır. Bununla birlikte ötekine bakış ve ötekinin imgesi de deneyimlerin ve etkileşimin tarih içinde farklılaşmasıyla değişmektedir. Bu nedenle Avrupa’nın kendi görüntüsü aslında çoğul, karmaşık ve değişkendir.”28 Avrupa’nın kendini algılayışı olarak Hıristiyanlık 15. ve 16. yüzyıllarda dönemin anahtar fikri durumundadır. “Hıristiyan cumhuriyet”, Hıristiyan birlik”, Hıristiyan dünya” Batı Avrupa’da Roma Katolik kilisesine ait insanların yaşadıkları yerler olarak anılmıştır. Bu bağlamda Hıristiyan dünyanın sınırları ise, Đngiltere, Đspanya, Đtalya, Fransa gibi Latin Hıristiyanlarının yaşadıkları Batı Roma Đmparatorluğu’nun ve Latin kilisesinin yurdu olmuştur. Öte yanda Doğu Avrupa’da bulunan Ortodoks kilisesi ise bu birlikten dışlanmıştır.29 Roma Đmparatorluğu’nun parçalanması sonrası ve 632’de Hz. Muhammed’in ölümünün ardından Đslam’ın askeri, daha sonra kültürel ve dini üstünlüğü çok geniş bir alana yayılmıştır. Đran, Suriye ve Mısır, Kuzey Afrika Đslam orduları tarafından fethedilmiştir. Sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda ise Đspanya ve Sicilya Đslam toprakları arasına girmiştir. Daha sonra da on üçüncü ve on dördüncü ile on sekizinci yüzyıllar arasında bugünkü Avrupa coğrafyası, Asya steplerinden ve Akdeniz’in güneyinden gelen Müslümanların saldırılarına sahne olmuştur30. Bu saldırılara karşı Avrupa’nın ise savunmadan yoksun olması ve Müslümanların Güneydoğu Avrupa’yı da içerecek şekilde Batıya doğru genişleme niyetleri, bunların başarıya erişip erişmediği veya Avrupalıların bunların başarılı olduklarını düşünüp düşünmemeleri bir yana, Avrupa’nın birleşmesi ve dayanışması fikirlerinin filizlenmesine ve Avrupa’nın doğumunu hazırlayan “şiddetli doğum sancıları”na neden olmuştur. Avrupa, Yunan ve Roma medeniyetleri, kültür ve din olarak Hıristiyanlık, Reformasyon, Rönesans, Aydınlanma, Fransız ve Sanayi devrimlerinin ürettiği değerler üzerine kurulmuş olmasına karşın bu değerleri bir araya getiren ve Avrupalıları bu değerler çerçevesinde birleştiren en önemli faktör yukarıda da üzerinde durulduğu gibi dışsaldı. Avrupa kimliğinin ve medeniyetinin oluşumunda bu dışsal rolü Avrupalıların onlara atfettikleri ötekilik sıfatı çerçevesinde Đslam ve Müslümanlar üstlenmişlerdir. Avrupa’nın kültürel bir birim olarak meydana gelmesinde Đslam – Hıristiyanlık çatışması önemli bir rol oynamıştır. Hatta Avrupa merkezli dünya görüşünün oluşması da bu çatışmadan doğmuştur. Đslâm Avrupa’nın en etkili “ötekisi” olmuştur. Tarihsel olarak Avrupa kimliğinin ortaya çıkışında “karşıt kimlik” unsurunu (yani “negatif” 28 Aslı Çırakman, “Hıristiyanlıktan Uygarlığa: Değişen Avrupa Đmgeleri”, Toplumsal Tarih Dergisi, No: 112, Nisan 2003, ss. 34 –39. 29 Ibid. 30 Edward Said, Oryantalizm, çev. Nezih Uzel, Đstanbul, Đrfan Yayımcılık, 1998, s. 91 – 92. 8 ERHAN AKDEMĐR olanı, “düşmanı”, “öteki”ni) Đslam meydana getirmiştir. Avrupa’nın zıttı “doğu” yani Akdenizli Müslüman Doğu olmuştur31. Avrupalıları Müslümanlara karşı belli değerler çerçevesinde birleştiren ve Đslam – Hıristiyanlık çatışmasının en somut göstergesi olan olay ise Haçlı Seferleri olmuştur. Đsmini “haç”tan (cross, Latince crux) alan Haçlı Seferleri, 11. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar devam eden Hıristiyan âlemini Đslam karşısında savaş meydanına çıkaran sekiz askeri savaşı içermektedir. Đslam dünyasının siyasi ve dini çekişmelerde artış yaşadığı bir dönemde Batı, Müslümanları Đspanya, Đtalya, Sicilya ve Akdeniz’den sürüp atmak için karşı saldırıya geçmiştir. 11. yüzyılın sonlarına doğru, kuvvetleri Abbasi orduları tarafından bozguna uğratılan Bizans Đmparatoru I. Alexius, Müslüman orduların Asya’yı boydan boya ele geçirmesinden ve Đstanbul’u (Constantinople) işgal etmesinden korkarak, Batıdan yardım talep etmiştir. Hıristiyan idarecilere ve Papa’ya, Kudüs ve çevresini Müslüman hâkimiyetinden kurtarmak için uzun ve zahmetli bir işe girişmek suretiyle Đslam saldırısını tersine çevirme çağrısında bulunmuştur. Haçlı Seferleri, Papa II. Urban’ın Đmparator Alexius’un bu çağrısına olumlu cevap vermesiyle başlamıştır. 1095’te Urban kutsal toprağın (Kudüs) kâfirlerden (Müslümanlardan) kurtarılması çağrısında bulunmuştur. Diğer yandan Papa açısından bu çağrı (Haçlı Seferleri), papalık otoritesini elde tutmak, dünyevi idarecileri meşrulaştırma rolünü devam ettirmek ve Doğu (Yunan) ve Batı (Latin) kiliselerini tekrar birleştirmek için de uygun bir fırsat sağlıyordu32. Bununla birlikte Müslümanlar siyasi, askeri ve dini varlıkları kadar teknoloji, mimari, klasik bilim, matematik kimya, ziraat, su kullanımı, felsefe, siyaset bilimi, seyahat edebiyatı gibi alanlarda da Avrupa’ya katkıda bulunmuşlardır. Bu çerçevede Müslümanlar, salt “ötekiler” olarak değil bilime yaptıkları katkılarıyla da Avrupa’nın şekillenmesinde de önemli bir faktör durumundadırlar.33 Ancak belirtmek gerekir ki, bu durum Avrupalılar açısından Müslümanların “öteki”lik pozisyonlarında da bir değişikliğe neden olmamıştır. Ayrıca, Müslümanlar tarih boyunca Avrupa’nın değişik toplumlarıyla değişik türden barışçıl veya çatışmalı ilişkiler kurmuşlardır. Đşte bu tarihsel süreçte Đslam ile Hıristiyanlık arasındaki çekişme34 Avrupa’nın kültürel bir birim olarak meydana gelmesindeki önemli etkenlerden bir tanesidir. Yukarıda ifade edilenler bağlamında, Avrupa tarihinde Đslâm tehdidi deneyimi bulunmaktadır. Hıristiyan Avrupa, Đspanya’da bir dönem için yüksek ve ileri bir kültür geliştirmiş olsa da, Müslümanların Đberik Yarımadası’nı kontrol altlarına almalarını kendisine yönelik bir tehdit olarak algılamıştır.35 Yine aynı Avrupa, Müslüman Osmanlı’nın Đstanbul üzerinden Viyana’ya kadar ilerlemesini çok daha büyük ve 31 Veysel Bozkurt, Avrupa Birliği ve Türkiye, Bursa, Vipaş. A.Ş., 2001, s.14. Steven Runciman, A History of the Crusades, Cambridge, Cambridge Univerity Press, 1992. 33 Nezar Alsayyad ve Manuel Castells, Müslüman Avrupa ya da Avro-Đslâm, çev. Zehra Savan, Đstanbul, Everest Yayınları, 2004, s.33. 34 Beril Dedeoğlu, Uluslararası Güvenlik ve Strateji, Đstanbul, Derin Yayınları, 2003, s.20. 35 Bernard Lewis, Đslam’ın Krizi, çev. Abdullah Yılmaz, Đstanbul, Literatür Yayınları, 2003, s. 41. 32 11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARI 9 tehlikeli bir tehdit olarak algılamıştır. Bu açılardan Đslam, Hıristiyanlık için bir tehlike olarak var olmuştur. Müslüman dünyanın Batı karşısında ekonomik ve askeri olarak gerilemesi ve bunun sonucunda on dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyılın ilk yarısında Avrupa ile Đslam arasındaki ilişki zaman zaman sömürgecilik biçiminde zaman zaman da mandacılık biçiminde gelişmiştir. Kuzey, Batı ve Orta Afrika, Cezayir’deki Fransa36, Fas’taki Đspanya, Trablus, Mısır, Hindistan’daki Đngiltere ve Endonezya’daki Hollanda sömürgecilik biçimi ilişkilere örnek olarak verilebilir. Đngiltere’nin Irak ve Filistin mandaterliği, Fransa’nın Suriye ve Lübnan mandaterliği ise bu dönemde mandacılık biçiminde gelişen ilişkilere örnek olarak verilebilir. Aslında on dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyılın başlarında Batı’nın sömürgeci ve mandater olarak Müslüman dünyaya girişiyle hem Müslümanların siyasi, dini – kültürel kimlik ve tarihini tehdit etmiş hem de uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavramın da ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu yeni kavram, sömürge işgallerine ve manda rejimlerine karşı Müslümanların sorduğu, ‘Hıristiyan bir hükümetin yönetimi altında Müslüman olarak yaşayabilir miyiz?’ soruyla ortaya çıkan siyasal Đslam kavramıdır37. Bununla birlikte günümüzde de Müslümanlar arasında Batı’nın kendilerine tehdit oluşturduğu yönünde fikirlere sahip olanlar bulunmaktadır. Bu Müslümanlar, Batı ile ilişkilerinde haksızlık ve baskıya maruz kaldıklarını düşünmektedirler. Onlara göre Müslüman toplumlardaki başarısızlık ve istikrarsızlığın arka planında “Militan Hıristiyanlık” yatmaktadır. Bu Müslümanlar ayrıca, Hıristiyanlık ve Müslümanlık arasındaki tarihsel süreç içerisinde gelişen Haçlı Seferleri Avrupa sömürgeciliği ve mandacılığı, Đsrail’in kurulması, Đsrail’in Batı Şeria, Gazze ve Lübnan’ı işgali ve petrol çıkarları nedeniyle otokratik rejimlerin desteklenmesi gibi olaylar çerçevesinde ekonomik ve kültürel istilaya dayalı dini-kültürel emperyalizm içeren bir Batı tehdidinin de var olduğuna inanmaktadırlar38. 1950 – 1970 döneminde Mağrip’ten, Türkiye’den, Kuzey Afrika’dan ya da Hint altkıtasından Müslüman kökenli işçi ve göçmenlerin Avrupa’ya akmasıyla beraber özellikle Batı Avrupa’daki Đslam’ın nüfus tabanı oluşmuştur. Bu bağlamda da Avrupalılarla Müslümanlar arasında hem bir tür yakınlaşma ortaya çıkmaya başlamış hem de Müslüman kavramı ile göçmen kavramının beraber anılmasına da neden olmuştur39 36 Dominique Maillard, “The Muslims in France and the French Model of Integration”, Mediterranean Quarterly, Vol. 16, No. 1, Kış 2005, s. 62 – 78. 37 Mahmut Mutman, “Oryantalizmin Gölgesi Altında: Batı’ya Karşı Đslam”, Oryantalizm, Hegemonya ve Kültürel Fark, Fuat Keyman, .Mahmut Mutman ve Meyda Yeğenoğlu (Der.), Đstanbul, Đletişim, 1996, s. 51. 38 John L. Esposito, Đslam Tehdidi Efsanesi, Çev. (Ömer Baldık, Ali Köse, Talip Küçükcan), Đstanbul, Ufuk Kitapları, 2002, s. 348 – 349. 39 Oliver Roy, Küreselleşen Đslam, çev. Haldun Bayrı, Đstanbul, Metis Yayınları, 2003, s. 51. 10 ERHAN AKDEMĐR Bugün ise Đslam, Avrupa’da en büyük azınlık dinidir.40 Bu bağlamda AB toplumunun en büyük ikinci dini grubunu oluşturan Müslümanların nüfusu Avrupa’da yaklaşık 15 milyondur. Bu rakam AB toplam nüfusunun yüzde üçüne tekabül etmektedir. Fransa, Almanya, Belçika, Đngiltere, Hollanda, Yunanistan ve Bulgaristan’da her bir ülkenin kendi toplam nüfuslarının yüzde üç ila yüzde on üç arasında değişen rakamlarda Müslüman nüfus bulunmaktadır. Örneğin 7,6 milyon nüfusa sahip Bulgaristan’ın toplam nüfusunun yüzde on üçü Müslüman nüfustur. Danimarka, Finlandiya ve Đsveç gibi ülkelerin her birinin kendi toplam nüfuslarındaki Müslüman nüfusun oranı ise yüzde bir düzeyindedir. Avrupa’da yaşayan yaklaşık 15 milyon Müslüman’ın yaklaşık 4,5 milyonu Fransa’da41, 3 Milyonu Almanya’da42, 1,6 milyonu Đngiltere’de43, yarım milyondan fazlası da Đtalya ve Hollanda da yaşamaktadır. Geriye kalan nüfus ise oldukça azınlıkta kalmak suretiyle Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yayılmış bir haldedir. Bununla birlikte AB’de yaşayan Müslümanlar farklı etnik kökenler, diller, dünyevi ve dini eğilimler, kültürel gelenekler ve politik görüşlerden oluşan çok çeşitli bir karışımdır. AB’nin Müslüman nüfusları ise Türkiye, Kuzey Afrika, Orta Doğu, Pakistan, Bangladeş ve Eski Yugoslavya’dan gelen Müslümanlardan oluşmaktadır. Bunların önemli bir kısmı ise AB vatandaşıdır.44 Bununla birlikte bugünün AB ülkelerinin bazıları Đslam’ı gerek resmi dinleri olarak kabul etmişler gerek resmi olarak tanımış durumdadırlar. 1878 yılında yapılan Berlin Kongresi’nde, Bosna Hersek’in Avusturya Macaristan Đmparatorluğu’nun sınırları içerisinde kalması sonucunda Avusturya Macaristan Đmparatorluğu, 15 Temmuz 1912 tarihinde çıkardığı bir kanunla Đslâm dinini resmen dinlerinden biri olarak kabul etmiştir. Bu durum bugünkü Avusturya için de aynen geçerlidir45. Belçika ise Đslam dinini 1974’de resmi olarak tanımıştır46. Hollanda hükümeti kaynaklarında ise Müslümanlara ilk referansın 1970’lerden sonra yabancı işçilere dini danışmanlık sağlanması gerektiği hususuna atıfta bulunan Yabancı Đşçiler Memorandumu’nda bulunmaktadır47. 40 Jytte Klausen, Đslamı Yeniden Düşünmek: Batı Avrupa’da Siyaset ve Din, çev. Mahmut Aydın, Ankara, Liberte Yayınları, 2008, s. 25. 41 Fransa’nın nüfusunun yaklaşık % 80’ni Roman Katolik’tir. Đslam ikinci büyük din konumundadır. 42 Günümüzde yaklaşık yarım milyon Müslüman Alman pasaportuna sahiptir ve gittikçe daha çok sayıda Müslüman bu pasaportu talep etmektedir. 43 Census 2001, Uluslararası Đstatistikler Ofisi, Londra. <http://www.statistics.gov.uk/census2001/access_results.asp> 44 Mehmet Zeki Aydın ve Müşerref Yardım, “Belçika’da Đslamofobi ve Müslümanlara Yönelik Ayrımcılık”, Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Đlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 12, No. 1, 2008, s. 7 – 32. 45 Bernard Godard, “Official Recognition of Islam”, European Islam: Challenges for Public Policy and Society, Centre for European Policy Studies, Samir Amghar, Amel Boubekeur, Mıchael Emerson (der.), Brussels, 2007, s. 183 – 203. 46 Godard, Ibid., s. 189. 47 Jan Rath, Rinnus Pennix, Kees Groenendijk, Astrid Meyer, Western Europe and Its Islam, Leiden, Brill, 2001, s.29. 11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARI 11 Avrupa kıtası genelinde var olan bu geniş Müslüman nüfus ve bu nüfusun kıtanın en büyük ikinci dini grubunu oluşturması kimi Avrupa halkları arasında kendi kimliklerinin, kültürlerinin yok olup gideceği korkusunu ve bu bağlamda da kültürel kimliklerinin savunulması dürtüsünü beraberinde getirmektedir. Bu durum ise “içerideki düşman” korkusunu fitillemekte o da milliyetçiliğe, hatta ırkçılığa dönüşebilmektedir. Hudson’un da dile getirdiği gibi, ırkçılık farklı zamanlarda “öteki”nin farklı biçimlerde ele alınmasına bağlı olarak ortaya çıkan aslında tarihsel bir fenomendir ve dolayısıyla kültürel bir tarihe sahiptir.48 Avrupa tarihinde de yukarıda dile getirildiği gibi “ötekileştirme”, bir tanımlama unsuru olarak kullanılmıştır. Diğer yandan, Avrupa’nın farklı dil, din ve ırklarla ortak ve birlikte yaşam sürme konusunda zengin bir deneyi olmaması, topluma sonradan eklenenlere, farklı ve yabancılara, Avrupa içinde genelde kuşku ile bakılmasına neden olmuştur. Bu durum günümüzde de devam etmektedir. Tarihsel kaynaklı bu kuşku ve “ötekileştirme” son dönemde ise özellikle ABD’ye yönelik 11 Eylül terör saldırıları ve ardından Avrupa’da gerçekleştirilen Madrid ve Londra bombalamaları sonrası daha somut bir biçimde gözler önündedir.49 Terörist Saldırılar ve Avrupa’da Đslam 11 Eylül 2001’de New York’taki Đkiz Kulelere ve Pentagon’a yapılan saldırı, o tarihten itibaren belki de üzerinde en fazla yorum yapılan bir konu haline gelmiştir. Bu yorumların bir kısmı uluslararası terörizme, bir kısmı yaşanan olayın ardından uluslararası ilişkilerde meydana gelebilecek olası gelişmelere, bir kısmı “terör” kavramına ve bir kısmı da olayın kültür-din eksenindeki yansımalarına ilişkin olmuştur. Uluslararası kamuoyunun dikkati özellikle din ve şiddet arasındaki ilişkiye çevrilmiş, Đslam ile şiddet ve terör ilintisi sıkça kurulmaya başlanmıştır50. Madrid ve Londra saldırıları ise bu risklerin, korkuların Avrupalılar için de yersiz olmadığını kanıtlamıştır. Örneğin, 40 milyon nüfusu bulunan Đspanya’da, beş yüz bini Müslüman olmak üzere yaklaşık bir buçuk milyon göçmen bulunmaktadır. Bununla birlikte 11 Eylül 2001, 11 Mart 2004 ve 7 Temmuz 2005 terör saldırılarından önce Đspanya’yı pek çok AB ülkesinden ayıran önemli bir fark bulunmaktaydı. Bu fark, AB içerisinde Đspanya’nın hoşgörüsü en yüksek toplumlardan birisi olmasıydı. Ancak, terörist saldırılarının ardından pek çok Avrupa ülkesinde görülen “Đslam=terör” anlayışı Đspanya’da da bundan sonra görülmeye başlanmıştır.51 Bu bağlamda Amerika, Đspanya ve Đngiltere’deki terörist saldırılar sonrasında Avrupa’da, Müslümanların ve Đslam’ın varlığını Batılı değerlerin geleceği açısından bir tehdit olarak algılayanların nüfuz alanları giderek genişlemektedir. Özellikle son 48 Nicholas Hudson, “ ‘Hottentots’ and the Evolution of European Racism”, Journal of European Studies, Vol. 34, No:4, 2004, ss. 308 – 332. 49 Fatma Yılmaz, Avrupa’da Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı, Ankara, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK), 2008, s. 5. 50 Edward Marks, “Terorism in Context: From Tactical to Strategic”, Mediterranean Quarterly, Vol. 17, No., 4, 2006, ss. 46 – 59. 51 Javier Jordan ve Nicola Horsburgh, “Spain and Islamist Terrorism: Analysis of the Threat and Response 1995 – 2005”, Mediterranean Politics, Vol. 11, No. 2, July 2006, s. 209 - 229. 12 ERHAN AKDEMĐR yıllarda küresel düzeyde artan terör ve tedhiş olaylarını Đslam’la ilişkilendiren bazı Avrupalı kesimler ise bunu siyasi bir propaganda aracı olarak kullanmaktadırlar. Bununla birlikte terörist saldırıların ardından Avrupa’da, başta Müslümanlara olmak üzere, göçmenlere ve yabancılara yönelik baskıcı tutumların, ayrımcılığın, ırkçılığın hatta sözlü veya fiziksel saldırıların da olduğu gözlemlenmektedir. Aslına bakılırsa bu noktada Avrupa, Đslam ve terör kavramlarını yan yana olarak ilk defa kullanmamıştır. Ortadoğu’daki her kriz, kıtada bir şiddet patlamasından endişe edilmesine yol açmıştır. Bu bağlamda özellikle 1979 yılındaki Đran Devriminin Batı üzerinde büyük bir etkisi olmuştur. Đran Devrimi esnasında rehine krizlerinin yaşanması, elçiliklere yönelik saldırıların gerçekleştirilmesi, devrim ihracına yönelik eylemler ve terörizme destek gibi olaylar Đran Devrimini Batı’nın güvenliği için bir tehdit unsuruna dönüştürmüştür52. 1991’deki Körfez Savaşı, 1993’de Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanması, 1994’de Cezayirli aşırı dincilerin Air France uçağını kaçırmaları, 1998’de Kenya ve Tanzanya’daki Amerikan elçiliklerinin El – Kaide tarafından bombalanması, Eylül 2000’de Đkinci Đntifada ve son sekiz yılda Afganistan ve Irak’ta yaşananlar da bu noktada oldukça önemli gelişmelerdir. Kaldı ki, günümüzde de halen Lübnan, Filistin, Đran ve Irak’ta hüküm süren anlaşmazlıklar, AB ile Müslüman dünya arasındaki gerilimi artırmakta ve Müslümanların Avrupa ile bütünleşmesine darbe vurmaktadır. 11 Eylül 2001, 11 Mart 2004 ve 7 Temmuz 2005 terörist saldırıları ise Müslümanların ve Đslam’ın durumunu bariz bir şekilde kötüleştirmiştir.53 Madrid ve Londra’da gerçekleştirilen terör saldırıları ile Avrupa’nın küresel terörizm gerçeği ile doğrudan tanışması, bu süreci yabancılar aleyhine çevirerek yabancı grupları korku ve endişenin odak noktası durumuna getirmiştir. Bu terörist saldırıların ardından Batı’da yaşanan gelişmeler dikkate alındığında, Đslami varlığın bazı Batılı devletler tarafından Batılı yaşam tarzına karşı bir tehdit şeklinde algılandığı görülmektedir. Bazı AB üyesi ülkelerce Đslami köktendincilik, Batı’daki yabancı düşmanı, ırkçı ve şiddet eğilimli davranışların kaynağı olarak resmedilmektedir. Danimarka’da aşırı sağ parti DFP (Danimarka Halk Partisi)’nin terörist saldırılar sonrasında, Đslam’ı terörle bağdaştıran zihniyete dayanarak, bütün Müslümanların acilen sınır dışı edilmelerini savunması, Belçika’da aşırı sağ ayrılıkçı – milliyetçi VB (Vlaams Blok)’nin etnik topluluğun varlığına yönelik en ciddi tehdit kaynağı olarak göçmenleri hedef göstermesi ve özellikle Müslümanları değer sistemleri ve yaşam biçimleriyle Batı uygarlığıyla bağdaşması imkânsız yabancılar olarak tanımlaması bu noktadaki en somut örneklerdir54. 52 John L. Esposito ve James P. Piscatori, “The Global Impact of the Iranian Revolution: A Policy Perspective”, The Iranian Revolution: Its Global Impact?, John L. Esposito (der.), Miami, Florida Intertanional University Pres, 1990, ss. 317 – 328. 53 Jeffrey Haynes, “Religion and International Relations after ‘9/11’”, Democratization, Vol. 12 No. 3, Jun2005, s. 398-413. 54 Hasan Saim Vural, Avrupa’da Radikal Sağın Yükselişi, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2005, s. 254. 11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARI 13 Bu noktada bir başka önemli örnek ise Đsveç medyasına aittir. Đsveç gazetelerinden Dagens-Nyheter, 2003 yılında yayınladığı yazılarında, Đslam dini ve Müslüman kültürünü Đsveç toplumu ve birliğine bir tehdit olarak göstermiştir.55 2006 yılında yapılan bir araştırmaya göre de, Đngilizlerin yarıdan fazlası Đslam’ın Batı için bir tehdit oluşturduğuna inanmaktadır. The Daily Telegraph gazetesinin tespitine göre, Đngilizlerin yüzde 53’ü Đslam dinini liberal Batı demokrasisi için tehdit olarak görmektedir. Yapılan araştırmaya göre; giderek artan sayıda kişi Đngiltere'nin bir Müslüman sorunuyla karşı karşıya olduğunu düşünmektedir. Đngiliz Müslümanların büyük çoğunluğunun ülkeye sadakat duygusu taşımadığını, bir terör eylemine göz yumabileceğini, hatta eylemi bizzat gerçekleştireceğini düşünenlerin oranı 2007’de yüzde 10 iken, 2008’de yüzde 18 seviyesine çıkmıştır. Pratikte tüm Đngiliz Müslümanların barışçıl, yasalara uyan ve terör eylemleri karşısında diğer herkes gibi üzülen kişiler olduğuna inanlar ise yüzde 23'ten yüzde 16'ya düşmüştür. 2001 yılında radikal Đslamcıları ayrı tutarak, Đslam'ın kendisini bir tehdit olarak görenlerin oranı yüzde 32 iken şimdi bu oran yüzde 53'e tırmanmış durumdadır.56 Bu durumun yanı sıra, Avrupa’da yaşayan Müslümanlar arasında dini değerlerin yükseliş kaydetmesi ya da kimi Avrupalılarca bunun şiddet eğilimli davranışların kaynağı olarak resmedilmesi, yoksulluk, işsizlik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, dışlanma, siyasal temsildeki kısıtlamalar ve asimilasyon tehdidi gibi çeşitli yapısal sorunların sonucu olarak da değerlendirilebilir. Bu çerçevede, toplumlar, kendi varlıklarını ve güvenliklerini tehdit alında hissettiklerinde, korkunun nedeni olduğunu düşündükleri unsurlara karşı kendiliğinden bir tepki geliştirirler. Bu tepki çoğu zaman, toplumsal türdeşliği bozan “öteki” gruplara karşı geliştirilir. Batıda bu tepkinin adresi yabancılar, göçmenler, Müslümanlar ve diğer azınlıklardır. Ötekine, yabancıya, göçmene, azınlığa, Đslam’a, “biz”den olmayana karşı duyulan bu korku, kendiliğinden bir toplumsal refleks olarak ortaya çıksa bile, sürekliliği başka unsurlarca sağlanmaktadır. Örneğin Fransa’da Ulusal Cephe Partisi’nin lideri olan Jean Marie Le Pen, siyasi söylemlerinde, Fransa’nın geleneksel olarak Katolik bir ülke olduğunu vurgulamaktadır. Le Pen’e göre ise Müslümanlar, yani göçmenler “hakiki Fransızların” ellerinden işlerini alan yabancı işgalcilerdir. Bu çerçevede kendisinin yüksek işsizlik oranlarına bulduğu çözüm ise, Müslüman yabancıların ülkeden gönderilmesidir.57 Bu bağlamda Le Pen örneğinden de yola çıkarak tekrarlamak gerekirse kimi AB üyesi ülkelerin kimi siyasetçilerinin bakış açısına göre göçmenler, Müslümanlar, Pakistanlılar, Türkler, Cezayirliler, Faslılar ve diğerleri potansiyel suçlular olarak algılanmaktadırlar. 55 Göran Larsson, “The Impact of Global Conflicts on Local Contexts: Muslims in Sweden after 9/11 – the Rise of Islamophobia, or New Possibilities?”, Islam and Christian – Muslim Relations, Vol. 16, No. 1, January 2005, s. 37 – 38. 56 <http://www.abhaber.com/haber.php?id=12984> 57 Laurence Michalak ve Agha Saeed, “Anakarasal Ayrışım: Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Đslam ve Müslüman Kimlikler”, Müslüman Avrupa ya da Avro-Đslâm, Nezar Alsayyad ve Manuel Castells (der.), çev. Zehra Savan, Đstanbul, Everest Yayınları, 2004, s.221 – 247. 14 ERHAN AKDEMĐR Aşırı sağcı Hollandalı bir siyasetçi olan Geert Wilders ise bu aşamada oldukça önemli bir diğer örnektir. Müslümanlara karşı nefret ve ayrımcılığı teşvik etmekle ünlenen Wilders, çektiği Fitne adlı filmde, Kuran'ı "faşist bir kitap" diye nitelendirmiştir. Filmde Đslam, Naziliğe benzetilmekte ve Kuran'daki "nefret dolu ifadelerin" yırtılıp atılması çağrısı yapılmaktadır. Siyasi söylemlerde Đslam karşıtlığına verebileceğimiz bir diğer örnekte Avusturya’ya aittir. Avusturya’da 20 Ocak 2008 tarihinde Graz’da gerçekleştirilen yerel seçimler öncesinde aşırı sağcı parti Avusturya Özgürlük Partisi adaylarından Susanne Winter'in yaptığı açıklamalar Đslam karşıtlığının ne derecede olduğunu gözler önüne sermektedir. Winter, yaklaşık 3 bin kişilik bir seçmen grubuna hitaben yaptığı konuşmada, Graz’ın “Müslüman göçmenlerin oluşturduğu tsunamiye” maruz kaldığını söyleyerek Đslam’ın Akdeniz’in öte tarafına ait olduğunu savunmuştur. Winter, Hz. Muhammed’in, Kuran’ı sara nöbetleri sırasında yazan bir komutan olduğunu da ileri sürmüştür. Avusturya Özgürlük Partisi lideri Strache de, bu tür söylemleri kullanmaktadır. Avusturya Özgürlük Partisi lideri Strache yerel seçim öncesi yaptığı konuşmada şöyle demektedir: “Eğer Hıristiyanlığı güvence altına almak istiyorsanız, Avrupa’nın Müslümanlaşmasını istemiyorsanız, o zaman özgürlüğü seçmek zorundasınız, Sevgili Avusturyalılar, zira sadece biz size bu güvenceyi vermeye hazırız.” Her ne kadar Avrupa'daki Müslümanların ekseriyeti yaşadıkları ülke vatandaşlığına geçmiş olsalar da yukarıda verilen örneklerde de görüldüğü gibi kimi Avrupa ülkelerinde bu insanlar bulundukları toplumun içinde "öteki" olarak görülmekte ve "içerdeki tehdit ve düşman" olarak algılanmaktadırlar58. Bu algılamanın neden olduğu ve kayıt altına alınan ırkçı şiddet ve suçların oranları da bu noktada karşımıza somut örnekler olarak çıkmaktadır. Irkçı şiddet ve suçları kayıt altına alan resmi veriler, 2000’li yılların başından bu yana AB üyesi ülkelerde yaşanan ırkçı eğilimi ortaya koymaktadır. 2000 – 2005 yılları arasında ırkçı saldırı ve suçlar bakımından Danimarka’da % 70.9, Fransa’da % 34.3, Đrlanda’da % 21.2, Slovakya’da % 43.1, Finlandiya’da % 8.4 ve Đngiltere’de % 4.2 oranlarında artışlar kaydedilmiştir59. Amerika’daki ve Avrupa’daki terör olaylarından sonra AB’deki aşırı sağcılar tarafından "içerdeki tehdit ve düşman" olarak algılanmaya başlayan Müslümanlar artık aynı çevreler tarafından Avrupa'da bir güvenlik sorunu olarak da görülmeye başlanmıştır. Bu açıdan Avrupa için güvenlik konusunu merkezi bir konuma getiren en önemli etken, Avrupa’nın kendi güvenliğini temelde kimliğe ilişkin bir düzlemde ele almasındandır.60 Avrupa'da Müslümanların "içerdeki tehdit" olarak algılanması ise, AB’nin Aralık 2001'de terörle mücadeleye yönelik önlemler kapsamında 'Common Positions and 58 Liz Fekete, “Anti-Muslim Racism and the European Security State”, Race and Class, Vol. 46, No. 1, 2004, ss. 3-29. 59 “Trends and Developments 1997 – 2005 – Combating Ethnic and Racial Discrimination and Promoting Equality in the European Union”, European Union Agency for Fundamental Rights, 2007, s. 39. 60 Timothy M. Savage, “Europe and Islam: Crescent Waxing, Cultures Clashing”, The Washington Quarterly, Vol. 27, No. 3, 2004, ss. 25 – 50. 11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARI 15 Framework'61 adlı belgeyi kabul etmesine neden olmuştur. Üye ülkeler de bunu kendi yasalarına yansıtmışlardır. AB’nin terörle mücadele önlemleri kapsamındaki bir diğer çalışması da 2007 yılının ilk altı ayında AB Dönem Başkanlığını yürüten Almanya'nın katkılarıyla gerçekleşmiştir. Çalışma, AB Polis Teşkilatı Europol bünyesinde ”Check the Web” adını taşıyan bir internet izleme merkezi oluşturulması fikrine dayanmaktadır. Bu merkez sürekli olarak sanal ortamda terörizm ve radikal Đslamcılarla ilgili internet sayfalarını, forumları ve sohbet odalarını izleyerek yeni üyelerin kazanılması çabalarından ve olası saldırı hazırlıklarından zamanında haberdar olabilmeyi hedeflemektedir62. Keza Almanya kendi ülkesinde de Anayasayı Koruma Teşkilatı, Federal Emniyet Teşkilatı, Askeri Đstihbarat Teşkilatı, Alman Dış Đstihbarat Teşkilatı ve Federal Savcılık’ın katılımı ile bu merkeze çok benzer ortak bir internet izleme merkezi oluşturmuştur. Bu düzenlemeler sonucunda bazı Avrupa ülkeleri ABD’nin 11 Eylül sonrası geliştirdiği ‘Homeland Security’63 modeli benzeri istihbarat birimleri64 oluşturarak "içerdeki yabacı düşmanları" dini profil kullanarak fişlemeye başlamıştır. Đngiltere, Danimarka ve Almanya gibi ülkelerde Müslüman öğrenciler dahi potansiyel tehdit oluşturdukları gerekçesiyle fişlenmişlerdir65. Fişleme kapsamı daha sonra daha da genişletilmiş ve Müslüman iş adamları, sivil toplum kuruluşları, dernekler ve bunların mensupları da dalga dalga yayılan Đslamofobi66 neticesinde fişlenerek izlenmeye alınmışlardır.67 Fransız araştırmacı Giles Kepel, “The War for Muslim Minds: Islam and the West” başlıklı kitabında da dile getirdiği gibi, artık radikal grupların Filistin, Irak ve Afganistan'da değil Paris, Londra, Berlin ve Amsterdam varoşlarında taraftar edinmeye çalıştıklarını iddia etmesi68 Avrupalıların kaygılarını pekiştirmiş ve Müslümanları bir güvenlik tehdidi olarak görenlerin sayısını artırmıştır. Bu çerçevede giderek büyüyen Đslâmofobi aslında, Müslüman ordularının Avrupa kapılarına dayandığı 8. yüzyıldan beri Avrupa'da rastlanan bir olgudur. Zaman içinde 61 Council Common Position on 27 December 2001 on the Application of Specific Measures to Combat Terrorism ( 2001 / 931 / CFSP). 62 <http://www.statewatch.org/news/2007/may/eu-check-the-web-8457-rev2-07.pdf> 63 ABD’de gerçekleştirilen saldırılar sırasında devletin güvenlik mekanizmaları arasında yeterli eşgüdüm sağlanamadığını gören ABD yönetimi, doğrudan Beyaz Saray’a bağlı olarak görev yapan Đç Güvenlik Bakanlığı’nı (Department of Homeland Security) kurdu. Bakanlık ilk olarak yeni bir ulusal güvenlik stratejisi oluşturmakla görevlendirildi ve 2002’de strateji belgesi yayımlandı. Belgede, ABD’nin terörizme karşı zafiyetlerinin belirlenerek giderilmesi, terörist saldırıların önlenmesi ve saldırı sonrası atılacak adımlara yönelik hedeflere yer verildi. 64 Đngiltere Dışişleri Bakanı Jacqui Smith Đngiltere’nin terörizmle mücadelede izlediği stratejiyi "önlem alma" temeli üzerine kurduklarını belirterek, bu çerçevede yerel kuruluşlar, sivil toplum örgütleri ve dini cemaatlerle işbirliğine önem verdiklerini kaydetmektedir. 65 Talip Kücükcan, “AB’de Müslümanlar ve Đslamofobi”, Radikal Gazetesi, 11.06.2007 66 Đslamofobi, “Đslam korkusu” anlamına gelmektedir. Terim olarak Đslam’dan korkma, çekinme içgüdüsü anlamına gelir. 67 <http://eur-lex.europa.eu/LexUriServ/LexUriServ.do?uri=CELEX:32001E0930:EN: HTML>, (5 Ocak 2007). 68 Gilles Kepel, War for Muslim Minds: Islam and the West, Harvard, Harvard University Pres, 2004. 16 ERHAN AKDEMĐR değişik çehrelere bürünse de Haçlılar döneminde görülen Đslâm düşmanlığı ile Đspanya kıyımlarında görülen Đslâm ve Yahudi düşmanlığı, Osmanlı'nın genişleme döneminde görülen Đslâm düşmanlığı ve sömürgecilik döneminde görülen Đslâm düşmanlığı arasında belirgin benzerlikler vardır. 1960'lardan sonra Avrupa'da yeni çehresini gösteren Đslâmofobi de benzer özellikler taşımaktadır. Kavram olarak Đslamofobi ise 1997 yılında ortaya çıkmıştır. Bir Đngiliz düşünce kuruluşu olan Runnymede Trust 1997’de yayımladığı bir raporunda Müslümanların yaşadığı zorlukları ifade etmek için bu kavramı ilk olarak ortaya atmıştır. Islamophobia: A Challenge for Us All (Đslamofobi: Hepimiz Đçin Bir Meydan Okuma) adlı rapor, bu düşünce kuruluşunun dinsel önyargının nedenlerini ve sonuçlarını ortaya koymak için oluşturduğu bir komisyon tarafından kaleme alınmıştır. Rapor genel olarak Đslam dini ile ilgili genel tartışmalarda ve Müslümanların karşı karşıya olduğu sorunlarda Đslam karşıtı bir önyargının hakim olduğunu ve bu önyargının iş ve okul alanında Müslümanlara yönelik ayrımcılık yapılmasını, onlardan nefret edilmesini ve onların medyada ve günlük yaşamda yanlış karakterize edilmelerini körüklediğini ifade etmektedir69. 11 Eylül terör saldırılarından sonra ekonomik güdülerin hâkim olduğu dışlama kültürel bir çehreye dönüşmeye başlamış, Đslamiyet ve Müslümanlar Avrupa için en ciddi tehdit olarak belirmiştir. Ekonomik kaygılarla Avrupalıların keyfini kaçıran Müslümanların kültürel özellikleri iyice dikkat çekmeye ve tepki toplamaya başlamıştır. Ekonomik dışlama kültürel dışlamayla örtüşür duruma gelmiştir. Artan terör olaylarına paralel olarak Avrupa çapında bir Đslamiyet korkusu ve düşmanlığı baş göstermiştir.70 AB ile Đslam arasında net bir güvensizlik ve yanlış algılama, anlama ve anlaşılma söz konusu olmuştur. Hatta bazı kesimler, Dünya üzerinde 11 Eylülden bu yana Müslüman ve Đslam karşıtlığının plânlı bir biçimde sürdürüldüğünü de savunmuşlardır.71 New York, Madrid ve Londra terörist saldırılarından sonra Müslümanlara yönelik dışlamanın içeriği kültürel unsurların baskın olduğu bir yapıya dönüşmüştür. Saldırılar Avrupa’da, Avrupa halklarının tamamında olmasa bile önemli bir kısmında, zaten var olan, tarihin derinliklerinden gelen Đslam’a ve Müslümanlara yönelik kaygıları gün yüzüne çıkarmıştır.72 Bu durum ayrıca Avrupa’da yaşayan Müslümanlarda da ciddi bir endişeye neden olmuştur.73 Avrupa kamuoyunda Đslamiyet’e yönelik korku ve kuşkuların artmasıyla yabancı işçi, göçmen ve sığınmacı kavramları beraber anılmaya, Avrupa’daki yerleşik Müslümanlar potansiyel birer terör militanı olarak algılanmaya 69 Islamophobia: A Challenge for Us All, Runnymede Trust, Londra, 1997. F.H. Burak Erdenir, Avrupa Kimliği: Pan- Milliyetçilikten Post-Milliyetçiliğe, Ankara, Ümit Yayıncılık, 2005, s.76. 71 H. Bülent Olcay “Anti – Semitizm Hortluyor mu?”, 2023 Dergisi, Sayı: 38, 15 Haziran 2004, s.55. 72 Meyda Yeğenoğlu, “ Avrupa Kimliğinin Đdeolojik Arkaplanı”, Doğu Batı Düşünce Dergisi Vol.8 No.31, Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2005, s.89. 73 Walter Laquer, No End to War: Terrorism in the Twenty-First Century, New York, Continuum, 2003, s. 176. 70 11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARI 17 başlamışlardır74. Müslümanlara yönelik düşmanlık, Avrupa çapında bir Đslamiyet korkusu ve düşmanlığı (Đslamfobia) üretmiştir. Daha önceleri yasadışı göçlerin doğurduğu ekonomik kaygılarla75 Avrupalıların canını sıkan Müslümanların artık kültürel özellikleri ve simgeleri hedef olmaya başlamıştır. Halk düzeyinde, son birkaç yılda Almanya, Fransa, Polonya, Macaristan ve başka yerlerde ölümcül anti-semitizm patlamalarına ve yine Almanya, Đtalya, Fransa ve Çek Cumhuriyeti’ndeki Türk, Arnavut ve diğer göçmen veya konuk işçilere yönelik çok daha şiddetli bir nefrete tanık olunmaktadır.76 Müslümanların hedef oldukları bu açık düşmanlık, onların fiziki şiddete maruz kalmalarına kadar gidebilen bir olgu haline gelmiştir. Bu da Đslam’a karşı bir tür nefretin ifadesi olarak algılanmaktadır.77 Yaşanan bu gelişmeler ise Avrupa sağının güç kazanmasını ve Müslümanlara yönelik tehlikeli bir sürecin başlamasını da tetiklemiştir. 11 Mart 2004 tarihinde Madrid’de ve 7 Temmuz 2005 tarihinde Londra’da meydana gelen olaylar Avrupa yönetimi ve kamuoyu üzerinde de derin izler bırakmış, Avrupa’nın terör örgütlerine karşı çok daha sert ve tutarlı tedbirler almasını sağlamıştır. Modern toplumlarda medyanın gücü ve etkisi göz ardı edilemeyecek kadar büyüktür. Bu açıdan ABD ve Avrupa’da yaşanan terör olaylarından sonra kimi Avrupa medyasının Đslam hakkında yaptığı yayınların da Avrupa genelinde Đslam’a karşı büyük bir önyargının oluşmasında oynadığı rolün gözden kaçırılmaması gerekir. Bu olaylardan sonra Đslâm, kimi Batı medyasında sıklıkla yer almaya başlamış ve güncel söylemlerde Müslümanlar bir “tehlike” ve “tehdit” olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Bu noktada bir diğer önemli tespit, Đslam ile ilgili haberlerde kullanılan olumsuz terminolojidir. “Đlkel”, “köktendinci”, “otoriter”, “saldırgan”, “geri kalmış” gibi sıfatlar Đslâm kelimesinden önce veya sonra sıklıkla kullanılır olmuştur. Bu noktada Almanya’da Erfurt Üniversitesi tarafından yapılan araştırma oldukça önemlidir. Erfurt Üniversitesi tarafından yapılan araştırmada, iki Alman devlet televizyonunun (ARD ve ZDF) Đslami haberleri incelenmiştir. Araştırmada Đslam’ın hangi konular çerçevesinde haberlerde yer aldığı analiz edilerek, bir buçuk yıl boyunca (2005 yılının ortasından 2006 yılı sonuna kadar) iki televizyon kanalının haberleri takip edilmiştir. Sonuç olarak Đslam’ın en çok terörizm ve aşırı dincilik konuları çerçevesinde habere konu olduğu ortaya çıkmıştır (% 23). Bunun dışında kalan Đslami haberleri şu konu başlıkları içerisinde yer almaktadır : Uluslararası çatışmalar: % 16 Müslüman göçmenlerin uyum sorunu: % 15 Dini hoşgörüsüzlük: % 10 74 Leiken, op.cit. Anthony Celso, “The Tragedy of Al-Endalus: The Madrid Terror Attacks and the Islamization of Spanish Politics”, Mediterranean Quarterly, Vol. 16, No.3, 2005, ss. 86 – 101. 76 Anthony D. Smith, Küreselleşme Çağında Milliyetçilik, çev. Derya Kömürcü, Đstanbul, Everest Yayınları, 2002, s. 46 - 47. 77 Turhan Ilgaz, Avrupa’da Laiklik, Demokrasi ve Đslam Tartışmaları: Fransa’da Laisitenin Uygulanışına Đlişkin Stasi Raporu, Ankara, Paragraf Yayınevi, 2005, s. 91. 75 18 ERHAN AKDEMĐR Köktendincilik: % 7.5 Müslüman kadının ezilmesi: % 4.5 Đnsan hakları ihlalleri ve demokrasi: % 3.7 Bununla birlikte yapılan haberlerin içerikleri dışında, kullanılan haber başlıkları da Đslam’la terörizmi birlikte anan öğeler taşımaktadır; “Tehlikeli Đslamcılar” veya “Teröristler Komşumuz” gibi.78 Bazı Avrupa medyasında Müslümanlarla ilgili yapılan haberlerde ayrıca, birbirinden farklı olmayan bir insanlar topluluğu resmi yaratılmıştır. Tüm dünyadaki Müslümanları homojen bir toplulukmuş gibi gösterme eğilimleri takip edilmiştir.79 Bazı Batı medyasında görülen bir başka yanlış eğilim de demokrasinin, düşünce özgürlüğünün ve dinsel hoşgörünün sadece Batı toplumlarına ait özellikler olarak gösterilmesidir. Bunun doğal sonucu olarak da, Batı dışında kalan toplumların, özellikle Đslâm ülkelerinin bu özelliklerin tam karşıtının savunucuları olarak resmedilmeleridir. Ayrıca bazı Avrupa medyasının, özellikle birliğin genişlemesi ile birlikte, ekonomik göçü olumsuz olarak yansıtması da kamuoyunda Müslüman işsizlere ve çalışanlara yönelik düşmanlığın artmasına da neden olmuştur.80 Bu aşamada aşağıda verilen araştırma sonuçları konuyu daha net anlamamıza yardımcı olacaktır. Avrupa Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı Đzleme Merkezi tarafından hazırlanan 2002 raporunda, Eylül 2001 sonrasında Müslüman yurttaş ve göçmenlere fiili saldırı ve sözlü tacizlerin arttığı, saldırıların özellikle camileri ve başı örtülü kadınları hedef aldığı bildirilmiştir. Birmingham Üniversitesi'nden Chris Allen ve Jorgen Nielsen tarafından hazırlanan ve 2002 Mayıs'ında yayımlanan rapor, o zaman AB üyesi olan on beş ülkede yapılan çalışmada ülkeler arasında minimum düzeyde farklılıklar görülmekle birlikte tamamında Đslâm ve Müslümanlara yönelik saldırıların artmakta olduğunu gösteriyordu. Allen ve Nielsen'in bulgularına göre saldırılar temelde sözlü düzeyde kalıyor ve bunlar bütün Müslümanların terörist saldırılardan sorumlu tutulması, Müslüman çocuklara 'Usame' diye hakaret edilmesi, ki burada Đngiltere'de veliaht Prens Charles'ın oğlu Prens Harry’nin, 2006 yılında çekilen videoda aynı bölükte görev yaptığı Pakistanlı asker arkadaşı Ahmed Rıza Han’dan "Paki"81 diye söz etmesini de hatırlamak gerekiyor82, seviyesinden başlayıp Müslüman kadınların başörtülerinin zorla çıkartılmasına ve nihayet fiziki şiddete kadar varıyordu. Basın üzerinde de çalışma yapan ikili, 11 Eylül 78 Çarhoğlu, op.cit., s.210 - 211. Nebi Miş ve Murat Yeşiltaş, “Kültürel Kimliklerin Güvensizliği: Avrupa Birliği ve Medeniyetler Çatışmasını Yeniden Düşünmek”, Küreselleşen Dünyada Avrupa Birliği, Rasim Özgür Dönmez ve Gökhan Telatar (der.), Ankara, Phoenix Yayınevi, 2008, s. 327. 80 Çarhoğlu, op.cit., s.210. 81 Hindistan ve Pakistanlılar için kullanılan ‘Paki’ sözcüğü, ırkçı ve aşağılayıcı bir sıfat olarak değerlendiriliyor. 82 Prens Harry'nin Sandhurst askeri kolejindeki bir arkadaşından "Paki" diye söz ettiğini gösteren video News of the World gazetesinin sayfalarına haber olarak taşındı ve video da internet sayfasında yayımlandı. 79 11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARI 19 saldırıları sonrasında basının "aşırılarla" genel Müslüman toplum arasında bir ayrım gözetme gayreti göstermesine karşılık bu gayretin zamanla yok olduğu ve Müslümanları aşağılayan, Müslümanlarla dalga geçen ve ön yargılar oluşturan makale ve karikatürlerin görülür düzeyde artmış olduğunu kaydetmiştir. Çalışma, siyasetçilerin ve toplum önderlerinin de Müslüman karşıtı söyleme kaydıklarını ve Đtalya ve Danimarka'da özellikle aşırıya gidildiğini tespit etmiştir.83 Aynı merkezin Aralık 2006 tarihinde açıkladığı "Avrupa Birliği'nde MüslümanlarAyrımcılık ve Đslamofobi" başlıklı araştırmasında da, "eldeki verilerin Avrupalı Müslümanların çoğunun genellikle kötü barınma koşullarında yaşadıkları, eğitimdeki başarılarının ortalamanın altında ve işsizlik oranlarının ortalamanın üstünde olduğunu gösterdiği" belirtilmiştir. Raporda Đslamfobia'nin kaynağı olarak yabancı düşmanlığı ile ayrımcılığın tüm Müslümanları 'terörist' görme genellemesinin birleşmesi olarak gösterilmektedir. AB içerisinde en kalabalık Müslüman nüfusa sahip Fransa'da Fransız ismi taşıyanların bir iş görüşmesine çağrılma şansının, isimleri Müslümanlığı çağrıştıranlardan beş kat fazla olduğunun altı çiziliyor. Müslümanların, Avrupa ülkelerinde doğmuş ve büyümüş olsalar dahi başta eğitim, çalışma hayatı ve mülk edinme alanlarında olmak üzere büyük ayrımcılığa maruz bırakılması raporun dikkat çektiği bir başka konudur.84 Avrupa Polis Teşkilatı (EUROPOL) tarafından 2004 yılında yayınlanan KarşıTerör Birim Faaliyetleri Özet Değerlendirmesi’nde, 2000’li yılların Avrupa açısından esas tehdidinin Đslami terörizm olduğuna dikkat çekilmiştir. 85 Bir diğer önemli araştırma da 2005 yılında Đnsan Hakları için Uluslararası Helsinki Federasyonu (IHF) tarafından hazırlanan rapordur. Đnsan Hakları için Uluslararası Helsinki Federasyonu tarafından hazırlanan raporda, 11 Avrupa Birliği ülkesinde, 11 Eylül 2001'den bu yana yaşananlar incelenmiştir. IHF Başkanı Aaron Rhodes'a göre terörle mücadele kapsamında atılan bazı adımlar Müslümanlara ayrımcılık yapılması eğilimlerini güçlendirmiştir. Raporda, Müslüman azınlıkların artan şekilde güvensizlik ve düşmanca tavırlarla karşılaşıyor olmalarına dikkat çekilmiştir. Almanların yüzde 80'nin "Đslam" kelimesini "terör" ile birlikte düşünüyor olmasına değinilen raporda, basında Müslümanların 'aramızdaki düşman' olarak görülmesine yol açan taraflı haberlerin yer alması da eleştirilmektedir.86 Bu aşamada değinilmesi gereken önemli araştırmalardan bir diğeri de ABD’nin önemli düşünce kuruluşlarından biri olan German Marshall Fund (GMF)’a aittir. German Marshall Fund, son beş yıldır “Transatlantik Eğilimler” adı altında kamuoyu araştırmaları gerçekleştirmektedir. Söz konusu kamuoyu araştırmasının 2006 yılı sonuçlarına göre, Avrupalıların % 66’sı (2005 yılında bu oran % 58) uluslararası terörizmi “son derece önemli” bir tehdit olarak kabul etmektedirler. Đslami köktencilik 83 European Monitoring Center on Racism and Xenophobia, 2002, s.34. <http://eumc.europa.eu/eumc/material/pub/muslim/MR_1706-TR.pdf> , (25.03.2009) 85 Ovalı, op. cit., s. 90. 86 Avrupa'da Müslümanlara Hoşgörüsüzlük Artışta, <http://www.bbc.co.uk/turkish/europe/story/2005/03/printable/050307_muslims_eu.shtml> 84 20 ERHAN AKDEMĐR ise Avrupa’da % 52 oranında (2005 yılında bu oran % 45) “son derece önemli” tehdit olarak görülmüştür. Geçen yıla nazaran Avrupa’daki en büyük artışlar terör olayları ile karşılaşan ülkelerde olmuştur. Ayrıca, Avrupalıların % 56’sı Đslami değerlerin demokrasi ile uyuşmadığını düşünmektedirler. Bu konuda AB’ye yeni üye ülkelerde olumsuz bakış açısı yüksektir. Örneğin, Slovakya ve Romanya’da Đslami değerlerin demokrasi ile uyuştuğunu düşünenlerin oranı % 8 ve 9 dur. Terörizm ve Đslami köktencilik korkusunun etkisiyle Avrupalıların % 76’sı ülkelerindeki göçmen sayısının çokluğunun önemli bir tehdit oluşturduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Avrupa’da göç olgusunu “son derece önemli bir tehdit” olarak gören ülkelerin başında % 49 ile Đspanya, % 42 ile Đngiltere ve % 41 ile Portekiz gelmektedir. Avrupalıların % 56’sı Đslami değerlerle demokrasi değerlerinin bağdaşabileceğine inanmamaktadırlar. Bununla birlikte çoğunluk, sorunun belirli Đslami gruplardan kaynaklandığı, genel olarak Đslamiyet’ten kaynaklanmadığı konusunda fikir birliği içindedirler.87 Đngiltere’de Đslam korkusu Londra bombalamalarının ardından oldukça yaygın şekilde görülmeye başlanmıştır88. Hatta Đslam korkusu 7 Temmuz 2005’de yaşanan terör olayından öncede Đngiltere’de yaygın şekilde görülmekteydi89. Londra’daki saldırılar ise var olan bu algının yaygınlığını katlayarak artırmıştır. Đngiliz The Guardian gazetesi tarafından Mart 2005’te yapılan anket ise bu noktada oldukça önemlidir. 7 Temmuz terör saldırılarından üç ay önce gerçekleştirilen araştırmada Đngiltere’de yaşayan Müslümanların % 63’ü, Müslüman olmayanlar tarafından ırkçı ve Đslam karşıtı davranışlara maruz bırakıldıkları kaydedilmiştir. Günümüz itibariyle de aynı kaygıların taşındığı Đngiltere’de politikacılar yükselişe geçen Đslamofobi’nin önünü kesmeye çalışırlarken ülkede yaşayan Müslümanlarsa önyargılardan ve sosyal adaletsizlikten şikâyetçidirler.90 AB üyesi ülke olan Hollanda’da da terörist saldırılar sonrası Müslümanlara yönelik tedbirler alınmaya başlanmıştır. Ülkede yaşayan Müslümanların Hollanda dili ve kültürünü benimsemeleri yolunda acil tedbirler alınmış, iltica karşıtı sert yasal tedbirlerin de alınmasına karar verilmiştir. Kasım 2004 tarihinde Hollandalı film yapımcısı Theo Van Gogh’un Faslı bir göçmen tarafından öldürülmesi sonrasında Hollanda hükümeti göçmenlere yönelik sert tedbirleri uygulamaya koymak üzere 87 Guardian July Poll, <http://www.icmresearch.co.uk/reviews/2005/Guardian%20%20muslims%20july05/Guardian%2 0Muslims%20jul05.asp, > (10.01.2007), s.8. 88 Scott Poynting ve Victoria Mason, “ ‘Tolerance, Freedom, Jutice and Peace’?: Britain, Australia and Anti-Muslim Racism Since 11 September 2001”, Journal of Intercultural Studies, Vol., 27, No.4, Kasım, 2006, ss. 365 – 391. 89 Tahir Abbas, “Muslim Minorities in Britain: Integration, Multiculturalism and Radicalism in the Post – 7/7 Period”, Journal of Intercultural Studies, Vol. 28, No.3, Ağustos 2007, ss. 287 – 300. 90 Daniel Johnson, “Allah’s England”, Commentary, Vol. 122, No.4, November 2006, s. 41-46. 11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARI 21 harekete geçmiştir91. Đspanya ve Portekiz’de de Madrid bombalamalarından sonra bu iki ülkede Đslamiyet ve iltica konuları daha hassas ve tehlikeli konular olarak algılanmaya başlamış ve Kuzey Afrikalı göçmenlere yönelik saldırılarda önemli artışlar olmuştur.92 Avrupa siyasi yelpazesinin sağ kesimindeki politikacılar, Müslümanları marjinalleştirerek ve hatta onların varlığını inkâr ederek Avrupa kimliği için Hıristiyan değerlerinin son derece önemli olduğunu ileri sürmektedirler. Radikal sağ taraftarlarının takip ettiği bu politikaların ve kullandıkları söylemlerin en can sıkıcı tarafı ise bunların toplumun genelinde “ötekine” karşı “yabancıya” karşı, “Türk”e karşı, “Müslüman”a karşı yarattığı düşmancı bakış açısıdır. Avrupa Konseyi’nin Irkçılık ve Hoşgörüsüzlükle Mücadele Komisyonu’nun 12 Şubat 2008 tarihinde yayınladığı rapor bu durumu oldukça net olarak gözler önüne sermektedir. Komisyon’un Hollanda’da yaptığı araştırmaya ilişkin yayınlanan raporunda bu ülkede artan Đslam korkusuyla birlikte, yine bu ülkede Müslümanlara karşı ırkçı saldırıların, şiddet olaylarının ve ayrımcı davranışların da giderek daha sık görüldüğü üzerinde durulmaktadır. Yine bu bağlamda dikkat çeken bir başka nokta da Almanya’da Neo-Nazilerin işlediği suçlardaki yükseliştir. Aşırı sağ ideoloji ve yabancı düşmanlığının izlerini taşıyan suçlarda 2008 yılında son yılların rekoru kırılmıştır. Alman Parlamentosu’nda muhalefetteki Sol Parti’nin konuyla ilgili bir önergesini yanıtlayan Federal Đçişleri Bakanlığı 2008 yılında neonazi suçlarında ürkütücü bir artış olduğunu ve rekor kırıldığını doğrulamıştır. Buna göre, 737’i şiddet içerikli olmak üzere 14 bin aşırı sağ kökenli suç işlenerek kayıtlara geçmiştir. Söz konusu olaylarda, aralarında çok sayıda Alman’ın da bulunduğu 773 kişi hastanelik olacak derecede yaralanmıştır. Bu bağlamdaki en olumsuz yıl olarak kabul edilen ve 12 bin 240 olayın kayıtlara geçtiği 2006 yılının rekorunu kıran 2008’de Yahudi karşıtı eylemler artmasına da dikkat çekilmektedir. En az 1090 antisemit eylem kayıtlara geçerken, bu olaylarda 36 Yahudi’nin yaralandığı belirtilmektedir93. 2008 Kültürlerarası Diyalog yılını kutlamış olan AB açısından gelinen durum da çok iç açıcı değildir. Bunun nedeni Đslam fobisinin günümüzde artık Avrupa bütünleşmesini de tehdit ettiği noktasındaki düşüncelerdir. Bu fobi aslında Avrupa’da çok kültürlülüğün önündeki en büyük engeldir de. 21 Ocak 2008 tarihinde Davos Ekonomik Forumu dolayısıyla Gallup tarafından düzenlenen ankette, Avrupalılar arasında Đslam’ın kültürel kimliklerini tehdit ettiği yolundaki kaygıların büyüdüğü üzerinde durulmaktadır. Đslam ve Batı arasında etkileşimin tehdit olduğunu düşünenlerin oranı, Danimarka’da yüzde 79’a kadar yükselmektedir. Đngiltere’de Irklararası Đlişkiler Enstitüsü’nün yayınladığı raporda bu görüşümüzü destekler niteliktedir. 14 Mayıs 2008’de yayınlanan rapora göre Fransa, Almanya, Đngiltere ve Norveç gibi ülkelerde 11 Eylül saldırılarından bu yana Müslüman karşıtı ırkçılığın 91 Robert S. Leiken,. “Europe's Angry Muslims”, Foreign Affairs, Vol. 84, No. 4, 2005, ss. 120 – 135. 92 Jordan ve Horsburgh, op.cit., 209 - 229. 93 Almanya'da Neo-Nazi Suçları Artıyor, <http://www.voanews.com/turkish/2009-02-19voa20.cfm> , (19.02.2009) 22 ERHAN AKDEMĐR kurumsallaşmasında artış gözlenmektedir. Bu çerçevede rapora göre çok kültürlülüğe engel olan, Müslüman toplulukların bütünleşmekten kaçınmaları ya da bu konuda isteksiz davranmaları değil, AB üyesi ülkelerin bu konuda takındıkları tavırdır.94 Bu tür araştırma sonuçları göstermektedir ki, Müslümanları hedef alan şiddet olayları Batı ülkelerinde giderek artış kaydetmektedir. Bu artış ise hoşgörüye dayanan çokkültürlü toplum yapılarıyla övünen Avrupa ülkelerinin Đslamofobi çıkmazına girdiklerini ortaya koymaktadır. Diğer bir bakış açısıyla, belki de Đslamofobi bazı Avrupalılar için Müslümanlara yönelik varolan tarihsel önyargılarını ve klişelerini kamuoyu önünde somutlaştırabilecek uygun bir ortam olarak da görünüyor olabilir. Bu noktada din olarak Đslam’ın düşman olamayacağının, ancak dini aşırıcılığın düşman olabileceğinin altını çizmek gerekmektedir. Yukarıda ifade edilen araştırmalarda ABD ve Avrupa’da gerçekleşen terör eylemleri sonrasında toplumun genelinde Đslam’a karşı korkuların arttığı, Müslümanlara karşı sözlü sataşma, aşağılama ve fiziki boyutlara ulaşan şiddetin arttığı görülmektedir.95 New York, Madrid ve Londra terörist saldırılarının ardından bugüne baktığımızda Avrupa’da Đslamfobi’nin tezahürleri sözlü tehditlerden kişilere ve mülklere yapılan fiziksel saldırılara kadar uzanmaktadır. Avrupalı Müslümanlara karşı yapılan ayrımcılığın ve Đslamofobik olayların yayılımı ve niteliği hala yeterince belgelenmemekte ve yeterince rapor edilmemektedir. Üye Devletlerin olayların rapor edilmesini iyileştirmeleri ve ayrımcılık ile ırkçılığa karşı daha etkili olacak tedbirler almaları elzemdir. Avrupa’nın, kıtada yaşayan Müslümanların diğer Avrupalılar ile aynı haklardan, yaşam kalitesinden ve eşit muamele hakkından yararlanabilmelerini96 sağlamak için daha fazla çaba göstermesi gerekmektedir. Huntington’ın modeline göre Đslam ve Batı medeniyetleri arasındaki ilişki, jeopolitik çıkar çatışmalarının ötesinde bir değerler ve tasavvur çatışmasına doğru evrilmek zorundadır. Fukuyama`nın “tarihin sonu” tezine göre ise, Đslam dünyasının, tarihe direnen tek medeniyet olarak “hizaya” getirilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda Avrupa, buraya kadar özetlediğimiz noktada, hem tarihsel belleğin ortaya koyduğu hem de son dönemlerde yaşananların yeniden günyüzüne çıkarttığı Đslam algısını bırakıp, yeni bir Đslam algısına yönelebilir mi? Hem Huntington’ın hem de Fukuyama`nın tezlerini çürütebilir mi? 94 Đslam Fobisi Bütünleşmeye Engel, <http://www.bbc.co.uk/turkish/europe/story/2008/05/080514_islamophobia.shtml> (22 Aralık 2008). 95 Sara Silvestri, “Islam in Europe and Turkey’s Integration to the EU”, Nanette Neuwahl ve Haluk Kabaalioğlu (Der.), European Union and Turkey: Reflections on the Prospects for Membership, Đstanbul, Lito Printing House, 2006, ss. 215 – 248. 96 Andrew Geddes ve Viginie Guiraudon, “Britain, France, and EU Anti-Discrimination Policy: The Emergence of an EU Policy Paradigm”, West European Politics, Vol. 27, No. 2, Mart 2004, ss. 334 – 353. 11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARI 23 Bu sorunun cevabı olarak dönüp bugüne baktığımıza, Đslam-Batı ilişkileri söz konusu olduğunda, maalesef çatışmacı modelin her geçen gün ivme ve derinlik kazandığını görmekteyiz. Avrupalı olmanın artık sadece Avrupa kıtasında yer almakla nitelendirilemeyeceğinin anlaşılması, kültürel çeşitliliğin ve kültürlerarasılığın giderek önem kazandığı günümüz dünyasında bu kültürel çeşitlilikler ve kültürlerarası diyaloğa işaret etmek çok büyük bir önem teşkil etmektedir. Đşte bu çerçevede, AB farklı kültürler arasındaki diyalogu genişletmeli ve ilerletmelidir. Eğer AB kendi varlığını çok daha uzun yıllara taşmak amacında ise, Birliği kapalı kapılar ardına kilitlememeli ve dışlayıcı tutumlar içerisinde bulunmamalıdır. Bilakis, bu davranışların tam aksine, kendi evrensel değerleri çerçevesinde öteki olarak nitelendirdiği değerlerle kendisini her zaman yeniden oluşturmanın yollarını aramalıdır. Dini ve etnik çeşitliliğin Avrupa'nın geleceği olduğu unutulmadan Avrupa'da Müslümanlara yönelik gerçekçi bir entegrasyon politikası geliştirilmelidir97. Bugün asıl mesele, karşılıklı güven eksikliğidir. Şöyle ki, Müslümanlar içinde yaşadıkları toplumlarda kendilerinin sevilmediği ve Đslam fobisi ve ırkçılıkla karşı karşıya bulundukları psikolojisi içindedirler. Müslümanlar bulundukları ülkelerin hükümetleri tarafından kendilerinin denetlendiklerini düşünmektedirler. Tabii ki böyle bir mekanizmanın varlığı da Müslümanların kendilerini toplumun sorumlu üyeleri değil, ikinci sınıf vatandaş oldukları hissine kapılmalarına neden olmaktadır. Bu çerçevede AB üyesi ülkelerin Müslümanlara yönelik ekonomik, etnik, kültürel ve eğitsel dışlamacı tavırlarını sonlandırmaları gerekmektedir. Bununla birlikte, kıtada Đslam’a yönelik yanlış algılamaların sonlanması ise, terörü asla kabullenmemiş sivil toplum düzeyinde yapılacak çalışmalarla mümkündür. Avrupa ülkelerinde “radikal – ılımlı, Müslüman – terörist” ayrımlarının yapılması gerekmekte ve Müslümanların ırkçı hareketlerden korunmaları için harekete geçilmelidir. Avrupa genelinde toplumu kin ve şiddete teşvik eden kişiler gözetim altında tutulmalı ve gerekirse tutuklanmalıdır. Đslam düşmanlığı ve karşıtlığının engellenmesi için siyasi liderler, medya, sivil toplum örgütleri ve uluslararası örgütlerin çaba harcaması gerekmektedir98. Elbette ki, değişmesi gereken tek taraf Avrupa değildir, göçmenlerin de değişmeleri gerekmektedir. Müslümanların bu saldırıları gerçekleştirenlere veya teşvik edenlere dur demek için özeleştiri yapma ve etkin biçimde çalışmalarına olanak sağlayacak alanları belirlemek zorundadırlar. Terörü, şiddeti ve nefreti yayan, Avrupa ülkelerinde yasalara ve anayasalara karşı faaliyet gösteren örgütlere karşı polisten tüm siyasi kademelere kadar işbirliği yapmaları gerekmektedir. Bu çerçevede Đslam Konferansı Örgütü’nden Arap Birliği’ne, devlet bazlı adımlardan sivil toplum örgütlerinin çalışmalarına kadar ulusal ve uluslararası tüm aktörlere büyük görevler 97 Oliver Roy, “Islamic Terrorist Radicalisation in Europe”, European Islam: Challenges for Public Policy and Society, Centre for European Policy Studies, Samır Amghar, Amel Boubekeur, Mıchael Emerson (der.), Brüksel, 2007, ss. 52 – 60. 98 Marks, op., cit, s. 58. 24 ERHAN AKDEMĐR düşmektedir. Bu noktada 12 - 13 Şubat 2002’de Türkiye’nin ev sahipliğinde Đstanbul'da düzenlenen, AB ile Đslam Konferansı Örgütü (ĐKÖ) üyelerinin katıldığı ''AB-ĐKÖ Ortak Forumu Toplantısı'' oldukça önemlidir. AB-ĐKÖ Ortak Forumu Toplantısı, AB ve ĐKÖ dışişleri bakanlarını ilk kez buluşturması açısından da tarihi bir önem taşımıştır. Ayrıca, ĐKÖ'nün New York ve Cenevre'nin ardından üçüncü uluslararası temsilciliğini Brüksel'de açmaya hazırlanıyor olması99 da bu bağlamda oldukça önemli bir diğer gelişmedir. Bu çerçevede dile getirilmesi gereken bir diğer önemli örnekte Đspanya Başbakanı Rodriguez Zapatero'nun 2004'da Madrid'de gerçekleştirilen terörist saldırıların ardından ortaya attığı "Medeniyetler Đttifakı” önerisidir. Bu öneri daha sonra Birleşmiş Milletler'in himayesinde yürütülen “Medeniyetler Đttifakı Projesi” şeklini almıştır. Madrid’deki terör saldırıları sonrası Đslam dünyası ile Batı arasındaki önyargıların kırılması amacıyla başlatılan “Medeniyetler Đttifakı Projesi”’ne Türkiye ve Đspanya beraber öncülük etmektedirler. Proje 12 Kasım 2006 tarihinden itibaren aktif olarak çalışmalarına devam etmektedir. Günümüzde halen Almanya’dan Merkel gibi, Fransa’dan Valéry Giscard d’Estaing, Jean-Marie Le Pen100 ve Nicolas Sarkozy gibi, Avusturya’dan FPO lideri Strache gibi siyasi şahsiyetler Avrupa Birliği’ni bir Hıristiyan Kulübü olarak tanımlamaktadırlar. Hatta kimi zaman solda yer alan siyasetçiler bile, zaman zaman Hıristiyan mirasına müracaat etmektedirler101. Özellikle bugünün Avrupa’sında kimi Avrupalılarının zihinlerinde Haçlı Seferleri’ne ve Osmanlı Türkleriyle girişilen uzun mücadelelere dek uzanan yaygın bir Đslamiyet ve Müslümanlar streotipi bulunması ve bu streotipin de resmi laikliği ve günümüzdeki demokratik rejimine rağmen Türkiye’nin AB’ye katılmasına karşı bir argüman olarak kullanılması102 ve bu bağlamda da yabancılara, göçmenlere ve farklı kültüre sahip olan insanlara yönelik dışlamanın Avrupa’daki bazı siyasi partilerin ifadelerinde somutlaşıyor olması, gerçekten kaygı verici bir durumdur. Bu durum ise aslında, Avrupa’nın benimsediği ve özümsediği çok kültürlü düşünce anlayışına ters düşmekte ve tüm dünyaya ihraç etmiş olduğu Rönesans idealleri ile de açıkça çelişmektedir. Bu çerçevede, Fransız siyasetinin önemli isimlerinden ve Fransa’nın eski Başbakanlarından olan Dominique De Villepin’in sözlerine yer vermek yerinde olacaktır: “Avrupa aslında bir dinsel alan değildir. Aksine o, bir değerler bütünüdür ki bu değerlerden biri de dünyevi işlerle dinsel sorunların birbirinden ayrılması gereğini vazeder. Özgürlüklerin savunusu, barışın korunması yolunda sarsılmaz irade, hak eşitliğinin tanınması; bütün bunlar farklı Avrupa halklarını birleştiren karakteristik 99 <http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=637087> Bawer, Bruce. “Crisis in Europe”, Hudson Review,Vol. 58 No. 4, Winter 2006, ss.577-597. 101 Marianne Gullestad, “Invisible Fences; Egalitarianism, Nationalism and Racism”, Journal of the Royal Anthropological Institute, Vol. 8, No. 1, 2002, ss. 45 – 63. 102 Smith, op. cit., s.154. 100 11 EYLÜL 2001, 11 MART 2004 VE 7 TEMMUZ 2005 TERÖRĐST SALDIRILARI 25 göstergelerdir. Bir devlet bu bütüne katılmak istediğinde, bizim gözümüzde ölçü, onun dinsel kimliği değil, bu değerleri içselleştirme yetisi olmalıdır.”103 Bu açıdan bir diğer önemli çalışmada, Avrupa Komisyonu ve Đnsan Bilimleri Enstitüsü tarafından hazırlanan ve Ekim 2004’te yayınlanan The Spritual and Cultural Dimension of Europe adlı rapordur. Raporda, “Avrupa kültürünün belirli bir dine sözgelimi Đslam’a muhalif olarak tanımlanamayacağı” ifade edilmiştir104. Bu noktada en geçerli ve son söz niteliğindeki hukuki belge ise, 1948 tarihli Đnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nden esinlenerek oluşturulan 1950 tarihli Avrupa Đnsan Hakları Sözleşmesi105’dir. Bu sözleşmenin ayrımcılık yasağı başlığı aylındaki 14. maddesi şöyle demektedir: “Bu Sözleşmede tanınan hak ve özgürlüklerden yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal veya diğer kanaatler, ulusal veya sosyal köken, ulusal bir azınlığa mensupluk, servet, doğum veya herhangi başka bir durum bakımından hiçbir ayırımcılık yapılmadan sağlanır”.106 Bu çerçevede Avrupa içinde oluşturmaya çalıştığı birliği ve kolektif kimliği; ortak düşman, kendinden farklı görüp yabancılaştırdığı “öteki” üzerinden oluşturmaya çabalamamalıdır. Farklı kültürlere karşı dışlamacı ve saldırgan tutumlardan ve kültürel üstünlük söyleminden kurtulmalıdır. Đslam kültürünün evrensel değerler ile uyuşmadığını savunurken tüm dünyanın paylaştığı ortak değerleri belli kültürlerin tekeline sokmaktan vazgeçmelidir.107 Kültürlerarası diyalog iddiasındaki bir oluşum, kültürlerarası etkileşimi reddetmemeli, samimiyetini farklılıklara açık olarak ve paylaşımla göstermelidir. Sonuç 11 Eylül 2001 sonrasında başlayan ve halen devam eden uygarlıklar çatışması gibi olguların tartışıldığı günümüz ortamında Müslüman ve Avrupalı kimliklerinin bir arada var olması kaçınılmaz tarihi bir fırsattır. AB’nin özellikle Batı Avrupa’nın Đslam ile olan sınavı işte bu aşamada çok büyük bir önem arz etmektedir. Eğer bu sınav başarılı bir biçimde verilir ise, insanlık için yeni bir dönemin başlangıcından da söz edilebilecek; geçmişte birbirleriyle çatışır görünse de aslında birbirlerine çok şeyler katmış olan farklı uygarlıkların, birbirlerini tamamlayarak yeni bir anlayışa doğru gidilebileceklerini kanıtlayabilecektir. Bu bağlamda Đslamiyet ve Müslümanlar terörizmin kaynağı olarak 103 Jorge Semprun ve Dominique De Villepin, Avrupa Đnsanı, çev. Aydın Cıngı, Đstanbul, Agorakitaplığı, 2006, s. 31. 104 The Spritual and Cultural Dimension of Europe, Reflection Group Inıtiated by the President of the European Commission and Coordinated by the Institute for Human Sciences, Viyana/Brüksel, Ekim 2004. s. 9. 105 20 Mart 1950'de Roma'da imzalanan Sözleşme, 3 Eylül 1953'de yürürlüğe girmiştir. Türkiye, Sözleşmeyi 18 Mayıs 1954'de onaylamıştır. 106 <http://conventions.coe.int/Treaty/en/Treaties/Word/005.doc> 107 Asaf Hüseyin, “Oryantalizmin ideolojisi”, Asaf Hüseyin, Robert Olson, Cemil Kureşi, Oryantalist Đdeolojinin Eleştirisi, Đnsan Yayınları, Đstanbul, 1989, s.28. 26 ERHAN AKDEMĐR değil yeni Avrupa’nın içinde pozitif katkı sağlayabilen bir zenginlik kaynağı olarak algılanmalıdır. Bunun içinde her iki taraf da, sadece farklar üzerine yoğunlaşmamalı, kendi din, gelenek, kültür ve kimliklerini ayrıştırıcı bir faktör olarak kullanmamalıdır108. Eski Đngiliz diplomatı Patrcik Bonnerman’ın Islam in Perspective: A Guide to Islamic Society, Poitics and Law adı eserinde de dile getirdiği gibi, “Müslüman olmayanların Đslam’ı nasıl gördükleri, onların Müslümanlarla ilişkilerini, bunun karşılığında da Müslümanların onlara bakışlarını ve onlarla ilişkilerini yönlendirir”109. Bu bağlamda da bugün yaşamakta olduğumuz çatışma ve karşılaşmaların arkasındaki nedenleri, sorunları belirlemek ve önyargılı varsayım ve tepkiler yerine daha bilinçli ve mantıklı tepkiler vermeyi kavramak gerekmektedir. Sonuç itibariyle, şu an iki farklı kültürün bir araya gelebileceği tek platform olarak görünen AB, hem Hıristiyanlığı hem de Müslümanlığı aynı birlik içerisinde bir araya getirip, amacını ve değerlerini de farklılıklarla ortak yaşam, hoşgörü ve çok kültürlülük kavramlarıyla temellendirebilir ise, bundan sadece Avrupa kıtası değil tüm dünya çok olumlu şekilde etkilenecektir. Genelde Hıristiyan Müslüman, özelde ise “Avrupalı” ve “öteki” kimliklerinin bir araya getirilmesi kaçırılmaması gereken tarihi bir fırsattır. Ortaya çıkacak bu güç ile de Avrupa, “medeniyetler çatışması”nın insanlığın kaçınılmaz bir kaderi olmadığı fikrini çok daha kuvvetli bir şekilde savunabilecektir 108 Bu konuya en uygun söz belki de 17. yüzyıl felsefesinin en önde gelen rasyonalistlerinden biri olan Spinoza’ya aittir: “Tanrı insanları birbirine saldırtan değil birbiriyle kardeş yaşatan güçtür” 109 Patrick Bannerman, Islam in Perspective: A Guide to Islamic Society, Politics and Law, Londra, Routledge, 1988, s. 219. Ankara AvrupaSUPRANASYONAL Çalışmaları Dergisi 8, No:1 (Yıl: 2009), s.27-37 BĐR TASARRUFCilt: ŞEKLĐ OLARAK AVRUPA BĐRLĐĞĐ’NĐN YAŞLANMA SORUNUNA BĐR ÇÖZÜM OLARAK TÜRKĐYE’NĐN ÜYELĐĞĐ Burcu Gökçe YILMAZ AKIN∗ Özet 1950’li yıllarda sınırlı alanda başlatılan Avrupa bütünleşmesi, yıllar içinde birçok alana yayılmış ve 21. yüzyıla gelindiğinde 27 üyesi ve 450 milyonu aşan nüfusuyla dünyadaki en ileri bütünleşme hareketi halini almıştır. Nihai hedefi siyasi birlik olan Avrupa bütünleşmesi, üyeler arasında gümrük birliğinin sağlanması ve malların, hizmetlerin, sermayenin ve işgücünün serbest dolaşımının başarılarak ortak bir pazarın oluşturulması amacıyla yola çıkmıştır. Her genişleme sürecinde, aday ülkelerle yapılan katılım müzakerelerinin en çok tartışılan başlıklarından birisi de işgücünün serbest dolaşımıdır. Belli bir refah düzeyine ulaşmış olan Avrupa Birliği (AB) üyelerinin en büyük korkusu, ekonomik açıdan daha güçsüz olan aday ülkelerden katılımla beraber göç miktarının artacak olmasıdır. Đşgücünün serbest dolaşımı başlığı, 1963’ten beri devam eden AB-Türkiye ilişkilerinin ve 2005 yılında başlayan katılım müzakerelerinin en dikkat çekici tartışma konularından birisini oluşturmaktadır. Bunun temel sebebi, Türkiye nüfusunun büyüklüğü ve alım gücü paritesi açısından iki taraf arasındaki büyük farklılıktır. Avrupa Birliği olası göçler açısından endişe duysa da, gözden kaçırılmaması gereken bir diğer önemli konu AB nüfusunun hızla yaşlanmasıdır. Nüfusun yaşlanması, toplam yaş bağımlılık oranlarını arttırmakta ve kamu harcamaları üzerinde baskı oluşturmaktadır. Yapılan farklı araştırmaların ortak sonucu, Türkiye’den AB ülkelerine en fazla üç milyon kişinin göç edeceğini göstermektedir. Avrupa Birliği, yaşlanan nüfusunu göz önüne alarak seçici bir göç politikası izleme yolunu tercih ederse, yaşanacak olası göç kendi yararına olacak, ancak her durumda nüfusun yaşlanması önlenemeyecektir. Anahtar kelimeler: Avrupa Birliği, yaşlanma, genişleme, göç. ∗ Türk EXĐMBANK, ODTÜ Uluslararası Đlişkiler Bölümü Doktora Öğrencisi 28 BURCU GÖKÇE YILMAZ AKIN Abstract The European integration, which was started in 1950s within limited scope, has been spread over in several areas, and by 21st century it has become the world’s unique integration movement with its 27 members and over 450 million population. The initial aim of the European integration was to achieve common market by establishing custums union within its members, and promoting free movement of goods, services, capital and labor. The ultimate aim is also political union. In each enlargement period, one of the most debated issue is free movement of labor. The wealthy EU members fear of migration which might came from relatively poor members. As a matter of fact that, the free movement of labor is one of the important agenda item for EU-Turkey relations since 1963 and recently in accession negotiations which started in 2005. The main reason for that is the size of Turkish population and the huge gap between purchasing power parities of two sides. Although the European Union is anxious about possible migration, its population is also ageing. The ageing increases the total dependency rates and exert pressure on public expenditures. Common result of diverse surveys claim that maximum three million people will migrate from Turkey to the EU countries. Even if the European Union prefers to apply a selective migration policy, which will positively affect its demography, it would not help its ageing problem. Key words: European Union, ageing, enlargement, migration. Giriş Avrupa Ekonomik Topluluğu’nu kuran Roma Antlaşması’nın 3. maddesinde ortak pazarın kurulabilmesi için üye devletler arasında malların, kişilerin, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımı önündeki engellerin kaldırılmasına yer verilmektedir. Dört temel özgürlük alanından biri olan işgücünün serbest dolaşımı, birçok siyasi, yasal, ekonomik ve sosyal düzenleme gerektirdiği için Avrupa Birliği Ortak Pazarı’nın en çok tartışılan konularından biridir. Her genişleme döneminde, bu konunun fazlasıyla gündemde olmasının temel sebebi aday ülkelerden AB üye ülkelerine yaşanması muhtemel olan göç hareketleridir. Eski ve yeni üyelerin işgücü pazarında gerekli düzenlemeleri hayata geçirebilmeleri için genellikle geçiş dönemi uygulaması yapılmaktadır. Bilindiği üzere 2004 Brüksel Zirvesi’nde, Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerini yerine getirdiği belirtilmiş ve katılım müzakerelerinin 3 Ekim 2005’te başlatılması uygun görülmüştür. Ancak, yine aynı Zirvede, işgücünün serbest dolaşımı konusunda uzun süreli geçiş dönemi olabileceği hatta kalıcı önlemlerin düşünülebileceği belirtilmiştir. Bu ifade Haziran 2005’te açıklanan Müzakere Çerçeve Belgesi’nde de aynı şekilde yer almıştır. Kalıcı önlemlerin uygulanması durumunda Türkiye’de, Birliğin samimiyeti daha fazla sorgulanır hale gelecektir. Çünkü, dört özgürlük alanı Avrupa bütünleşmesinin temelidir. Öte yandan, Türkiye’nin reform yapma hevesi kırılacak, ekonomik ve siyasi istikrar darbe alacak ve bu çalışmanın konusunu oluşturan göç hareketleri Birlik ülkeleri açısından olumsuz sonuçlar doğuracaktır. AVRUPA BĐRLĐĞĐ’NĐN YAŞLANMA SORUNUNA BĐR ÇÖZÜM OLARAK TÜRKĐYE 29 Avrupa Birliği’nin Yaşlanma Sorunu Yaşlanan Avrupa Birliği Nüfusun yaşlanması, temelde doğum oranındaki azalmaya ve yaşam süresindeki uzamaya bağlıdır. Avrupa’da hemen hemen bütün ülkelerde toplam doğurganlık oranı yenilenme hızının (2.1)1 altına düşmüştür. Nitekim, yaşlanma sadece Avrupa Birliği (AB) üyesi ülkelerin değil, özellikle Japonya gibi birçok gelişmiş ülkenin de önemli bir problemidir. Avrupa Konseyi 2004 yılı raporuna gore, Avrupa Birliği’nde büyük bir yaşlanma dalgası, savaş sonrası doğanların 2010 yılında 65 ve üstü yaş sınırına gelmesiyle başlayacaktır2. Birleşmiş Milletler’in hazırladığı projeksiyonlar da bu tezi desteklemektedir. Örneğin, Đtalya’da 1950-2005 yılları arasında nüfusun ortanca yaşı3 29’dan 42’ye yükselmiştir. Aday ülkelerde de beklenen ömür düzenli bir şekilde artmakta ve nüfusun ortanca yaşı yükselmektedir. Bugün, Birlik nüfusunun en ciddi problemi yaşlı/genç oranının hızla yükselmesidir. Avrupa Komisyonu raporuna göre, yirmi yaşın altında olanlarla altmış yaşın üstünde olanların oranı 2025 yılında tersine dönecektir. Bununla birlikte, çalışabilir nüfus grubu 1995-2025 yılları arasında 13 milyon insan kaybedecektir. Sonuç olarak, emekli olan kişi sayısı %50 artarak AB-15 için 37 milyona ulaşacaktır4. Avrupa Komisyonu tarafından yapılan bir başka çalışma da toplam yaş bağımlılık oranıyla5 ilgilidir. Bu oranın, 2010 yılından itibaren II. Dünya Savaşı sonrası yenilenen neslin emekli olmaya başlamasıyla artacağı öngörülmektedir6. 2010 yılından itibaren toplam çalışan nüfus içinde yaşlı çalışanların sayısı, gençlerden daha fazla olacaktır. Dolayısıyla, 2050 yılında altmış yaş üstü olan nüfus grubu yaklaşık %60 artmış olurken, genç nüfusun toplam nüfusa oranı %20 azalacaktır. Bütün bu gelişmeler, yaşlanma 1 Yenilenme Hızı (Replacement Rate), 2.1 olarak hesaplanmıştır çünkü, toplam doğurganlık hızının 2.1 olduğu durumda net yenilenme hızı 1.0’dır. Net yenilenme hızı ise, bir nüfusta çocuk doğuran kadınların, kendi çocukları ile yenilenmesini, ölümlülüğü de dikkate alarak gösteren bir ölçümdür. Bu ölçüm tam olarak bir kadının, belli bir yaşa özel doğurganlık hızı, yaşa özel ölüm hızı ve doğuştaki cinsiyet oranına göre doğurduğu ortalama kız çocuk sayısıdır. Bu durumlar sabit kalırsa, 1.0 olan net yenilenme hızı, doğumların bir önceki kuşağı tam olarak yenileyeceğini gösterir, Türkiye Nüfusu, 1923-1994 Demografik Yapısı ve Gelişimi-21. Yüzyıl Ortasına Kadar Projeksiyonlar, Ankara, DĐE, 1995, s. 155). 2 Council of Europe, “Population Trends in Europe and Their Sensitivity to Policy Measures”, Document No: 10182, <http://assembly.coe.int/Documents/WorkingDocs/doc04/EDOC10182. htm>, 2004. 3 Ortanca Yaş (Medyan Yaş): Belirli bir nüfusun medyan yaşı, bu nüfusu oluşturan kişiler yaş büyüklüğüne göre sıralandığında, en ortada kalan kişinin yaşı veya iki kişinin yaşlarının aritmetik ortalamasıdır. 4 The Demographic Situation in the European Union, Brussels, European Commission, 1995, s. 4. 5 Toplam bağımlılık oranı (Total Dependency Rate)= [0-19 yaş+(65+)yaş]/(20-64 yaş) 20-64 yaş grubu: Çalışabilir nüfus grubu 6 Demographic Report, Brussels, European Commission, 1997, s. 9. 30 BURCU GÖKÇE YILMAZ AKIN probleminin Birlik’in ekonomik ve sosyal düzenini fazlasıyla etkileyeceğini göstermektedir. Nüfusun Yaşlanmasının Sonuçları Bir ülkede, doğurganlık oranının azalması ve ortalama ömür süresinin uzamasıyla nüfusun yaşlanması şeklinde ortaya çıkan demografik değişimler; ekonomik büyüme, istihdam, işgücü üretkenliği, özel tasarruflar, vergi yükü ve yaşam standartları gibi birçok ekonomik ve sosyal alanda sonuçlar doğurmaktadır. Avrupa Birliği’nde nüfus yaşlanmaktadır ve bu durumun gelecekte birçok sorun yaratacağı açıktır. Muhtemel sorunlar; işgücü kapasitesinin ve üretkenliğinin azalması, ekonomide genel tasarruf miktarının azalması ve sosyal güvenlik sistemlerinin olumsuz etkilenerek kamu harcamalarının artması olarak sıralanabilir. Yaşlanma problemine bağlı ilk sorun, işgücü kapasitesiyle ilgilidir. Son kırk yılda yaklaşık olarak aynı seyreden işgücü ortalama yaşı bundan sonra hızla artacaktır. Bu konuda yapılan bir çalışmada, bu hızın her yedi yılda bir, bir yaş artacağı hesaplanmıştır7. Böylece, AB’de işgücü kapasitesi hissedilir oranda azalacaktır. Đkinci sorun, yaşlanmanın, bireylerin tüketim-tasarruf kararlarını etkileyen önemli bir faktör olmasına ilişkindir. Yaşam döngüsü modeli bireylerin tüketim ve tasarruf kararlarını belirleyen üç temel unsuru incelemiştir. Bunlar; kazanç, sağlık harcamaları ve yaşam süresi hakkındaki belirsizliklerdir8. Dolayısıyla, yaşam süresini kısa gören belli bir yaşın üzerindeki bireylerin, tasarruf yapmak yerine tüketim yapmayı tercih etmesi doğal bir olgudur. Konuya genel ekonomi açısından bakıldığında, tüketimtasarruf kararları bir ülkenin gelecekteki potansiyel ekonomik büyümesini ve doğal olarak kişi başına düşen milli gelirini etkiler; çünkü tasarruf, bireyin gelecekteki harcama miktarını belirlerken aynı zamanda bir ekonominin de sermaye arzını belirlemektedir. Bu bağlamda, AB’nin gelecekteki refah seviyesinin yaşlanma probleminden olumsuz etkilenmesi kaçınılmazdır. Üçüncü sorun, yaşlanma probleminin mali sonuçlarıyla ilgilidir. Avrupa Birliği’nde, kamu harcamaları içinde yaşa bağlı harcamaların oranı %40’tan fazladır9. Yaşlanma, emeklilik ve sağlık harcamalarını etkilediği için nüfusun demografik özelliklerine göre yapılan harcamalar bütçeye ek bir yük getirecektir. Bu duruma, AB üyesi olan Hollanda’dan örnek verilebilir. Hollanda Sosyal ve Ekonomik Konseyi raporuna göre, sadece Hollanda’da 2000-2015 yılları arasında yaşa bağlı harcamalar Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) içinde %5’ten %6’ya yükselecektir10. Yine Hollanda’da, yaşlanma probleminden etkilenen kamu harcamalarının sürdürülebilirliği 7 Constantinos Fotakis, Demographic Ageing, Employment, Growth and Pensions Sustainability in the EU: The Option of Migration, UN/POP/PRA/2000/21, 2000, s. 3. 8 Robert Glenn Hubbard et al, “Expanding the Life-Cycle Model: Precautionary Saving and Public Policy”, American Economic Review, Vol. 84, No. 2, 1994, s. 174. 9 Ignazio Visco, “The Fiscal Implications of Ageing Populations in OECD Countries”, Oxford Institute of Ageing Working Paper, Vol. 11, No. 4, 2001, s. 4. 10 Ageing Population and the EU, Netherlands, SER, 2002, s. 7. AVRUPA BĐRLĐĞĐ’NĐN YAŞLANMA SORUNUNA BĐR ÇÖZÜM OLARAK TÜRKĐYE 31 için devlet bütçesine %1.8’lik ilave kaynak bulunması gerekmektedir11. Dolayısıyla, yaşlanma, sosyal güvenlik sistemlerinin devamını ve kamu harcamalarının sürdürülebilirliğini tehlikeye sokmaktadır. Yaşlanma probleminden sosyal güvenlik sistemlerinin çok fazla etkilenmesinin temel sebebi, halihazırda Avrupa Birliği üye ülkelerinde kullanılan emeklilik sistemlerinin finansman şeklidir. AB’de emeklilik sistemleri genellikle dağıtım yöntemiyle finanse edilmektedir. Bu yöntemde, mevcut çalışanların sosyal güvenlik kesintilerinden emeklilere ve muhtaç bireylere kaynak aktarılmaktadır. Bu noktada, nüfusun yaşlanmasını ölçen iki temel göstergenin AB’deki sonuçlarına bakmak yararlı olacaktır. Birincisi, yaşlı bağımlılık oranıdır12. 2050 yılında AB-15’in genelinde yaklaşık olarak iki kat artacak olan bu orana göre Avrupa Birliği’nde, 2000 yılında, altmış milyon olan 65 yaş üstü grup 2050 yılında yüz milyonu bulacaktır. Başka bir deyişle, bugün için her yaşlı başına dört çalışabilir nüfus varken, 2050 yılında bu oran ikinin altına düşecektir. Đkinci gösterge ise, seksen yaş üstü grubun büyüklüğü ve aynı grubun yaşlı nüfus içindeki oranıdır. 21. yüzyılın ilk yarısında sayısı sadece 23 milyon olan bu grup, 2050 yılına gelindiğinde üç kat artarak 65 milyonu bulacaktır13. Vergi yükü, nüfusun yaşlanmasının yarattığı bir diğer önemli sorundur. Yaşlanmaya bağlı olarak işgücü kapasitesinin daralması sonucu, sadece istihdam oranı değil aynı zamanda devletlerin vergi ve sosyal sigorta kesintilerinden kaynaklanan gelirleri azalacaktır. Nüfusun demografik özelliklerine göre yapılan harcamaları finanse etmek için daha fazla kamu kaynağına gerek vardır; ancak hükümetler bu kaynağı yaratmak için vergi oranlarını yükseltirlerse işgücü daha pahalı hale gelecek, talep azalacak, ekonomik büyüme olumsuz etkilenecek ve işsizlik doğal olarak artacaktır. Yaşlanma sorunu sonraki nesillerin vergi yükünü fazlalaştıracak bir etkendir. Yaşlanma probleminin kamu harcamaları üzerindeki olumsuz etkisi açıktır. Fakat, öte yandan, AB ülkelerini mali açıdan disipline eden Đstikrar ve Büyüme Paktı’nın (ĐBP) kamu borçlanmasının GSYĐH’nin %60’ını geçmemesi ve bütçenin dengede veya denge fazlasında bulunması gibi kuralları vardır. Böylece, üye ülkelerin maliye politikalarını kullanma alanları daralmıştır. Başka bir ifadeyle, üye ülkeler istedikleri zaman kamu harcamalarını arttırmak şansına sahip değillerdir. Avrupa Birliği üyelerinin ekonomik ve sosyal alanda aldığı kararları disipline eden bir başka dayanak noktası ise, rekabetçi ekonomi ve bilgi toplumu gerektiren Lizbon Hedefi’dir. Üye ülkeleri bu hedefe ulaştıracak araç, üretken ve dinamik bir toplumdur. Ancak yaşlanma, doğal olarak, çalışanların üretkenliğini ve hareket kabiliyetini azaltan bir faktördür. Đşgücü verimliliğinin azalması ise ekonomik büyümeyi olumsuz etkileyen bir unsurdur. Aynı şekilde, işgücü kapasitesinin daralması da ekonominin potansiyel üretim miktarını düşürecektir. Böyle bir durumda, Lizbon Hedefi’nin ışığı altında ekonomik büyümeyi ve uluslararası arenada rekabetçi olmayı amaç edinen AB için, nüfusun yaşlanması istenmeyecek bir gelişmedir. 11 Hans Roodenburg et al, “Immigration and Dutch Economy”, CPB Report 2, 2003, s. 72. Yaşlı Bağımlılık Oranı (Old-Dependency Rate)= (20-64 yaş)/(65+yaş) 13 Council of Europe, op.cit. 12 32 BURCU GÖKÇE YILMAZ AKIN Sonuç olarak, nüfusun yaşlanması, bir yandan işgücü kapasitesinin ve toplam GSMH içindeki özel tasarrufların azalmasına sebebiyet vermek, öte yandan, mali sorunları arttırarak kamu harcamalarının sürdürülebilirliği konusunda endişe yaratmaktadır. Yine yaşlanma probleminden dolayı, toplumlarda yaşlı bağımlılık oranı artacağından yeni nesillerin üzerindeki vergi yükü ağırlaşmaktadır. Bütün bu sorunlar, Avrupa Birliği içinde gündemdeki yerini korumaktadır. Çözüm Önerileri: Göç ve Genişleme Avrupa Birliği’nin yaşlanan nüfusu ve nüfusun yaşlanmasının muhtemel sonuçları göz önüne alındığında, Birliğin bugünkü ekonomik büyümesini devam ettirebilmesi için daha fazla çalışabilir nüfusa ihtiyacı olduğu kaçınılmaz bir olgudur. Öte yandan, nüfusun yaşlanmasından kaynaklanan sorunlar Avrupa Konseyi’nin Lizbon Zirve’sinde belirlediği hedef için de büyük bir engel teşkil etmektedir. Bu noktada, AB’de uzun zamandır göç veya genişlemenin yaşlanma sorununa bir çözüm olabileceği konusunda bir tartışma yaşanmaktadır. 2004-2007 döneminde tamamlanan Doğu Avrupa genişlemesinin Birliğin yaşlanma sorununa bir çözüm getirmeyeceği ortadadır. Çünkü, söz konusu ülkelerin demografik yapıları eski üyelerden daha kötü durumdadır. Aday ülkeler arasında da tek olumlu örnek Türkiye’dir. Brucker’a göre14, göç miktarının ve yapısının halihazırdaki demografik özelliklerin üstünde olması, göç hareketlerinin bir ülkedeki vergi mükelleflerinin sayısını arttırması ve göçmenlerin eğitimli ya da kalifiye eleman olması durumlarında göç yaşlanma sorununa olumlu katkıda bulunabilir. Ancak, Birleşmiş Milletlerin 2000 yılında hazırladığı çalışmaya göre AB’deki çalışan nüfusun yaşlı nüfusa oranının sürdürülebilmesi için 674 milyon göçmene ihtiyacı vardır ki, bu göçmen hareketinin sağlanması imkansızdır15. Dolayısıyla, göç yaşlanma sorunu için bir çözüm değildir. Türkiye Đçin Göç Dinamikleri ve Göç Projeksiyonlarının Analizi Bu bölümde, üyelik sonrası Türkiye’den Avrupa Birliği ülkelerine yapılacak olası göç, nitel ve nicel olarak değerlendirilmektedir. Türkiye örneğini açıklayabilmek için öncelikle geçmiş genişleme dönemlerinde yaşanan göç tartışmaları irdelenmekte ve göç teorilerine yer verilmektedir. Önceki dönemlere ait tecrübeler ışığında hazırlanan göç projeksiyonları da bu bölümde değerlendirilen çalışmalardır. Geçmiş Genişleme Süreçleri Avrupa Birliği’nin genişleme süreçleri içerisinde, ilk olarak Güney Akdeniz genişleme sürecinde göç tartışmaları gündeme gelmiştir. O dönemde, Yunanistan, Đspanya ve Portekiz’in içinde bulunduğu ekonomik, sosyal ve siyasi ortam 14 Herbert Brucker, “Can International Migration Solve the Problems of European Labor Markets?”, UN Economic Commission for Europe, Economic Survey for Europe, No: 2, 2002, s. 134-136. 15 Replacement Migration: Is It A Solution to Declining and Ageing Population, Population Division, UN, ESA/P/WP 180, 2000. AVRUPA BĐRLĐĞĐ’NĐN YAŞLANMA SORUNUNA BĐR ÇÖZÜM OLARAK TÜRKĐYE 33 düşünüldüğünde AB üye devletlerinde yaşanan korkunun çok da yersiz olmadığı anlaşılacaktır. Göç tartışmalarının temelinde, Birliğe yeni katılan fakir ülkelerden Avrupa’nın daha zengin bölgelerine göç hareketlerinin artması ve buna bağlı olarak ücretlerde yaşanacak düşüş ve genel olarak vatandaşların refah seviyesinin kötü etkilenmesi yatmaktadır. Aynı endişeler, Doğu Avrupa genişlemesinde de gündeme gelmiştir. Đşgücünün serbest dolaşımının önündeki engellerin kalkması, bu bölgeden büyük bir nüfusun Batı Avrupa’ya göç etmesine neden olacaktır. Her ne kadar, MDAÜ ile AB ülkeleri arasında büyük gelir ve ücret farklılıkları göç etmek için teşvik edici bir sebep olsa da, AB-15 toplam nüfusu göz önüne alındığında yaşanacak göç %1 olarak tahmin edilmiştir. Göç miktarının çok da yüksek olmamasının başlıca sebepleri, insanların yaşadıkları bölgeyle kurdukları sıkı sosyal ve kültürel bağlar ile AB’yle bütünleşme sürecinde artan ekonomik ilişkilerin katılımcı ülkelerdeki refahı yükseltmesi olarak sıralanabilir16. Dolayısıyla, işgücünün serbest dolaşımına izin verilmesi göç miktarını hızla arttıracak bir neden değildir17. Bu noktada, Türkiye’den yaşanacak olası göçlere geçmeden önce göç teorilerini açıklamak ve bu teorileri Türkiye örneğine uyarlamak yerinde olacaktır. Göç Teorileri Ekonomik ve sosyal göçün makro ve mikro belirleyicileri vardır18. Makro belirleyicileri gelir düzeyi, işgücü arz ve talebi, yaşam koşulları ve siyasi özgürlük oluştururken, mikro belirleyiciler iletişim, medeni durum, yaş, eğitim ve göç masraflarından oluşmaktadır. Doğal olarak, bir bölge veya ülkedeki yüksek ücretler, işgücü azlığı, iyi yaşam koşulları ve özgürlük ortamı göç çeken unsurlar olarak ortaya çıkarken, düşük ücret, işsizlik, kötü yaşam koşulları, siyasi baskılar o bölgeden göç edilmesine sebep olmaktadır. Göç edilen ülkelerdeki iletişim ağı göç kararlarını etkilerken, yapılan araştırmalara göre, genç ve bekar nüfus daha çok göç etmeye yatkındır. Göç ederken ve daha sonrasında ortaya çıkacak masraflar yine bireylerin göç kararını etkilemektedir. Türkiye’den yaşanan ve yaşanacak göçler için, neo-klasik göç teorisi ve iletişim ağı teorisi anlamlı açıklamalar getirmektedir. Neo-Klasik Göç Teorisi En temel göç teorisi olan neo-klasik göç teorisi ekonomik koşullar temelinde iten ve çeken faktörlere göre göç olgusunu açıklamaktadır. Bu teoriye göre, bireyler akılcı kararlar vererek daha yüksek gelir ve daha iyi yaşama koşullarının bulunduğu yerlere göç etmektedirler. Ucuz işgücü ihtiyacı olan devletler ya da yurtdışında çalışan işçilerin kendi ülkelerine kazandıracakları dövize ihtiyacı olan devletler göç etmeyi özendirmektedir. Avrupa Birliği ülkelerindeki alım gücü paritesinin Türkiye’deki alım gücü paritesinin üç katı olması neo-klasik göç teorisini Türkiye açısından anlamlı 16 Thomas Straubhaar, “East-West Migration: Will It Be A Problem?”, Intereconomics, Vol. 36, No. 4, July/August, 2001, s. 169. 17 Anzelika Zaiceva, “Implications of EU Accession for International Migration: An Assessment of Potential Migration Pressure”, CESIFO Working Paper, No. 1184, 2004, s. 3. 18 “Migration Potential in Central and Eastern Europe”, Geneva, International Organisation for Migration, IOM, 1999, s. 27-28. 34 BURCU GÖKÇE YILMAZ AKIN kılmaktadır. Türkiye’de hızla büyüyen çalışabilir nüfus grubunun aksine istihdam imkanlarının aynı hızla artmaması da göç etmek için önemli bir neden oluşturmaktadır. Đletişim Ağı Teorisi Çeken-iten faktörlerin göç olgusunu açıklamakta yetersiz kaldığı durumlarda iletişim ağı teorisi de değerlendirilmektedir. Bu teoriye göre, daha önceden göç etmiş olanlar ile yeni göç edecekler arasındaki iletişim, sosyal ve kültürel bağlar göç etme kararlarını etkilemektedir. Göçmen iletişim ağı sadece göç edilecek ülke ve o ülkedeki işgücü piyasası hakkında bilgi sağlamakla kalmamak da aynı zamanda göç edeceklere ekonomik, sosyal ve psikolojik destek vermektedir. Teknolojik gelişmeler de iletişim ve taşınma masraflarını azaltmaktadır. Öte yandan, göç alan ve göç veren ülkeler arasındaki ticari ilişkiler de bir ağ oluşturmaktadır. Bugün Avrupa’nın birçok ülkesinde (genel olarak Almanya, Hollanda, Fransa, Avusturya ve Belçika) üç milyon civarında Türk nüfusu yaşamaktadır. Türk nüfusu 1960’lardan itibaren Avrupa’da yaşanan işgücü azlığı sorununu gidermek üzere Avrupa ülkelerine göç etmişler, bu göç trendi evlilikler, aile birleşmesi ve siyasi iltica yoluyla katlanmıştır. 2000’li yıllara gelindiğinde işçi nüfusun yanında Avrupa’da Türk işadamları grubu da oluşmuştur. Bugün Avrupa’da yaşayan Türk nüfusu’nun büyüklüğü, coğrafik dağılımı ve bulundukları ülkeye yaptıkları ekonomik katkı göz önüne alındığında, iletişim ağı teorisi Türkiye örneğinde göç olgusunu açıklayabilen bir teoridir. Halihazırda, Avrupa ülkelerinde yaşayan Türk nüfusunun coğrafik dağılımı iletişim ağı teorisi birlikte değerlendirildiğinde üyelik sonrası yaşanacak olası göçün dağılımı Almanya (%76), Fransa (%8) ve Hollanda (%4) olarak hesaplanmaktadır19. Ancak Kaya ve Kentel’in araştırmasına göre, bu iletişim ağlarının olumsuz etkileri de görülmektedir. Örnek olarak, Euro-Türklerin %79’u Avrupa’ya göçü önermemektedir.20 Göç edilebilecek ülkelerin işgücü istihdam etme kapasitesi de değerlendirilmesi gereken önemli bir konudur21. 1960’lardan bu yana Türkiye’den ve Soğuk Savaş sonrası Polonya’dan en çok göç alan ülke konumunda bulunan Almanya, MDAÜ genişlemesi öncesi işgücünün serbest dolaşımına kısıtlayıcı önlemler getirmiştir. Aynı önlemlerin Türkiye’nin üyeliği aşamasında da gündeme getirilmesi muhtemeldir. Bekleme Teorisi Neo-klasik göç teorisi ve iletişim ağı teorisi dışında göç kararlarının ertelenmesini temel alan, bekleme teorisi de vardır. Bekleme teorisinin asıl amacı, göç edilen ve göç veren ülkeler arasında yüksek gelir farklılıklarının olmasına rağmen gerçek göç rakamlarının tahmin edilenden düşük kalmasını açıklamaktır. Bu teoriye göre, bireyler 19 Arjan M. Lejour et al, Assessing the Economic Implications of Turkish Accession to the EU, CPB Document, No. 56, 2004, s. 36 20 Ayhan Kaya ve Ferhat Kentel, “Euro-Turks A Bridge or A Breach Between Turkey and the European Union, A Comparative Study of German-Turks and French-Turks”, CEPS EU-Turkey Working Papers, No. 14, 2005, s. 55. 21 Zaiceva, op.cit. AVRUPA BĐRLĐĞĐ’NĐN YAŞLANMA SORUNUNA BĐR ÇÖZÜM OLARAK TÜRKĐYE 35 göç planlarını gelecekteki belirsizliklerden dolayı ya da göç edilecek ülkenin geleceği hakkında olumsuz bilgilere sahiplerse erteleyebilirler22. Dolayısıyla, eğer AB üyeliğinin başında bireyler göç etme düşüncesini erteleme yoluna gitmeleri durumunda, uzun vadede göç miktarı azalacaktır23. Türkiye Đçin Göç Projeksiyonlarının Analizi Bu bölümde, Türkiye’den AB ülkelerine yaşanacak olası göç hareketlerinin projeksiyonlarını içeren üç araştırma incelenmektedir. Bunlardan birincisi Hollanda Merkezi Planlama Bürosu’ndan A. M. Lejour, R. A. Mooij ve C. H. Capel’in hazırladığı araştırma, ikincisi Stockholm Üniversitesi’nden Harry Flam’ın yaptığı projeksiyon ve üçüncüsü ise Boğaziçi Üniversitesi’nden Refik Erzan, Umut Kuzubaş ve Nilüfer Yıldız tarafından yapılan çalışmadır. Genel olarak projeksiyonların temel parametreleri göç veren ve göç alan ülkeler arasındaki gelir farklılıkları ve nüfus tahminleridir. Daha önceden Birliğe katılmış olan ülkelerin yaşadıkları tecrübeler de bu projeksiyonlarda kullanılmıştır. Lejour, Mooij, Capel (2004) Bu çalışmada araştırmacılar işsizlik ve gelir farklılıklarını hesaplamak için geçmiş göç eğilimlerini dikkate almışlar, Türkiye nüfusunun 2025 yılında ulaşacağı büyüklüğü de göz önüne olarak, olası göç rakamını 2,7 milyon olarak belirlemişlerdir. 2000 yılı için kişi başına düşen milli gelir AB ortalamasının %31’i olarak hesaplanmış ve Türkiye nüfusu 2005 yılı için 86 milyon olarak tahmin edilmiştir24. Flam (2003) Harry Flam’ın araştırmasında Almanya göç edilecek ülke olarak ele alınmış ve temel varsayım göç konusunda herhangi bir kısıtlamanın olmamasıdır. Bu çalışmanın parametresi iki ülke arasında gayri safi milli hasıla ve kişi başına düşen gelir miktarıdır. Bununla birlikte, ilk yıllarda yüksek büyüme oranı ve yüksek gelir farklılığı, takip eden yıllarda düşük büyüme oranı ve gelir farklılığında azalma öngörülmektedir. Sonuç olarak Flam, Almanya’da 2000 yılındaki Türk göçmeni sayısını 2,2 milyon olarak ele almış ve 2030 yılı için bu sayının 3,5 milyon olacağını hesaplamıştır. Avrupa’daki Türklerin %76’sı Almanya’da yaşadığına göre bütün Avrupa için tahmin edilen göç rakamı 1,75 milyondur25. Zamanla iki ülke arasındaki gelir farkı azalacağı için, göç miktarının da azalacak olması muhtemeldir. 22 Rudiger Dornbusch, “Comment on Barry Eichengreen, “Thinking about Migration”, in Siebert, H., Migration: A Challenge for Europe, Kiel Week Conference 1993, Tübingen, 1994, s. 24. 23 Margit Kraus ve Robert Schwager, “EU Enlargement and Immigration”, Journal of Common Market Studies, Vol. 42 No. 2, 2003, s. 166. 24 Lejour et al, op.cit., s. 35, 38. 25 Harry Flam, “Turkey and the EU: Politics and Economics of Accession”, CESIFO Working Paper, No. 893, 2003, s. 17. 36 BURCU GÖKÇE YILMAZ AKIN Erzan, Kuzubaş, Yıldız (2004) Araştırmacılar, 2004-2030 yılları arasında, Türkiye’nin üyeliği ve işgücü hareketlerinin serbestleştirilmesi bağlamında, AB’nin geçmişte yaşadığı genişleme deneyimlerine ve Türkiye’nin kendi göç deneyimine dayanılarak bir çalışma yapmışlardır. Avrupa Birliği’ne üye olmuş ülkelerin üyelik sonrası göç deneyimleri uyumlu ve az uyumlu serbest dolaşım senaryolarına göre, Türkiye örneği değerlendirildiğinde 2030 yılına kadar tahmin edilen toplam göç 1,1 ila 1,9 milyon arasında değişmektedir26. Aynı şekilde, AB’nin Güney Akdeniz genişlemesindeki deneyimi Türkiye örneğine yansıtıldığında uyumlu ve az uyumlu serbest dolaşım senaryolarına göre Türkiye’nin vereceği göç miktarı 1 ila 2 milyon arasındadır27. Türkiye’nin kendi göç deneyimi üyelik, hızlı büyüme ve serbest dolaşımla birlikte ele alındığında ise toplam göç miktarı 1 ila 2,1 milyon arasında tahmin edilmektedir. Üyelik sürecinin askıya alınması durumunda hızlı büyüme oranlarını sürdüremeyecek olan Türkiye’nin tüm kısıtlamalara rağmen 2,7 milyon göç vereceği hesaplanmıştır28. Sonuç olarak, üyelik sürecinin askıya alınması öncelikle Türkiye’de ekonomik büyüme, siyasi istikrar ve istihdam oranlarını olumsuz yönde etkileyecek ve bugünkü kısıtlamalara ve vize koşullarına rağmen göç etmek isteyenler bir şekilde (evlenme, aile birliği, kaçak göç vs.) Avrupa Birliği ülkelerine gideceklerdir. Türkiye’nin Yaşlanma Haritası Bu çalışmanın temel sorusuna cevap verebilmek için, Türkiye’nin yaşlanma haritasını iyi değerlendirmek gerekmektedir. Kuşkusuz, Avrupa Birliği üye devletleri ve Birliğe aday ülkeler arasında Türkiye büyük ve genç nüfusuyla göze çarpmaktadır. Türkiye Đstatistik Kurumu verilerine göre, Türkiye %1,6 nüfus artış oranıyla 71 milyon nüfusa sahiptir. Her ne kadar ortalama ömür süresi AB standartlarının altındaysa da, ortalama doğurganlık oranı fazlasıyla yüksektir (2000-2005 dönemi için %2,23). 2025 yılı temel alınarak yapılan projeksiyonlara göre, Türkiye’deki doğurganlık oranı da azalacak, ancak her durumda AB üyelerindeki oranların üzerinde olacaktır. Türkiye nüfusunun dikkat çeken özelliği, genç nüfusun büyüklüğüdür. Örnek olarak, nüfusun %64,6’sı 15-64 yaş grubunda yer almaktadır. Aynı şekilde, 0-14 yaş grubu toplam nüfusun %30’una tekabül etmektedir. Dolayısıyla, Birliğe üye ve aday ülkelerin demografik istatistikleri göz önüne alındığında Türkiye’nin avantajlı durumu açıktır. Türkiye’den Kimler Göç Edecek? Neden? Türkiye’den yaşanacak olası göçün boyutunu anlamak için nicel tespitlerin yanında kimlerin, hangi nedenlerle göç edeceğinin ele alınması da gerekmektedir. Bu 26 Refik Erzan et al, “Growth and Immigration Scenarios for Turkey and the EU”, CEPS EUTurkey Working Papers, No. 13, 2004, s. 6. 27 Erzan et al, Ibid., s. 10. 28 Erzan et al, Ibid., 2004, s. 1. AVRUPA BĐRLĐĞĐ’NĐN YAŞLANMA SORUNUNA BĐR ÇÖZÜM OLARAK TÜRKĐYE 37 kısımda göç olgusunun nitel boyutları Krieger ve Anderson29 tarafından 2004 yılında hazırlanan çalışma temelinde irdelenecektir. 2004 yılında Türkiye ve AB’ye katılım sürecinde olan ülkeler arasındaki genel göç etme eğilimleri analiz edildiğinde Türkiye’deki oran fazlasıyla yüksektir (%5). Göç etme eğilimini belirleyen temel unsurlar, işsizlik, kişisel nedenler, kötü çalışma ve yaşama koşullarıdır. Türkiye için en önemli göç nedeni parasal sorunlar (34,9) ve işsizliktir (%41,2). Türkiye’de 15-24 yaş grubundakilerin %39,8’i ve bekarların %45’i göç etmek istemektedirler. Ayrıca, lise öğrencilerinin 15,1’i, hali hazırda çalışanların ise %11,6’sı göç etmeye yatkındır. AB’deki daha iyi çalışma ve yaşama koşulları ile daha yüksek gelir imkanı genç ve eğitimli nüfus için önemli bir göç etme motivasyonu sağlamaktadır. Türkiye’nin Üyeliği Avrupa Birliği’nin Yaşlanma Sorununa Çözüm Olabilir mi? Bu çalışmada, Türkiye örneğinin temel alınmasının en önemli sebebi, Avrupa Birliği üye ülkelerinin nüfusu azalırken, Türkiye nüfusunun artmaya devam etmesidir. Daha önceden görüldüğü üzere, AB’ye aday ülkeler arasında göç eğiliminin en yüksek olduğu ülke %6,2 ile Türkiye’dir. Lise öğrencisi olan genç nüfusun ve halihazırda çalışan nüfusun göç etme eğilim göz önüne alındığında ve Türkiye’nin 2015’te üye olmasıyla işgücünün serbest dolaşımının başlayacağı veri olarak kabul edildiğinde, AB için Türk göçü olumlu etki yapabilecektir. Öte yandan, yakın zamanda AB’de kalifiye eleman sayısı düşmeye başlayacağından, Türkiye’den bu özelliklere sahip bireylerin göç eğiliminin yüksek olması da AB için olumlu bir gelişmedir. Türkiye’nin üyeliği çerçevesinde yaşanacak muhtemel göç hareketlerinin değerlendirmek amacıyla yapılan çalışmaların ortak sonucu, Türkiye’den en fazla 2,7 milyon kişinin göç edeceğidir. Dolayısıyla, hem göçmen sayısının çok fazla olmaması hem de göç edenlerin zaman içinde yaşlanmasının kaçınılmaz oluşu, göç hareketlerinin AB’nin yaşlanma sorununa bir çözüm getiremeyeceğini açıklamaktadır. Ancak, Birlik Türkiye’den göç edeceklerin özelliklerini dikkate alarak seçici bir göç politikası izlerse bazı sektörlerdeki işgücü ihtiyacını azaltabilecektir. Bu noktada da, Türkiye’nin AB’ye katkısı yaşlanma sorununu fazlasıyla hissedeceği 2050 yılına kadar geçerli olacaktır. 29 Hubert Krieger et al, “Quality of Life in Europe-Migration Trends in an Enlarged Europe”, European Foundation for the Improvement of Living and Working Conditions, Luxembourg, 2004. 38 BURCU GÖKÇE YILMAZ AKIN Ankara AvrupaSUPRANASYONAL Çalışmaları Dergisi 8, No:1 (Yıl: 2009), s.39-69 BĐR TASARRUFCilt: ŞEKLĐ OLARAK ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNUNUN TÜRK DIŞ POLĐTĐKASINA ETKĐLERĐ Erol KURUBAŞ∗ Özet Soğuk Savaş sonrası Türk dış politikasını etkileyen önemli faktörlerden birisi de Kürt sorunudur. Gerçekten de Kürt sorunu Türk dış politikasının genel vizyonu, iç dinamikleri ve ikili ilişkileri üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Özellikle sorunun bir yandan ulusal birlik ve ülkesel bütünlüğe yönelik tehdidi öte yandan uluslararası boyutu onu acil çözüm bekleyen en önemli dış politika sorunu haline getirmektedir. Ayrıca Kürt sorununun yabancı aktörlerin Türkiye’nin içişlerine karışmalarına zemin hazırlayarak aleyhine kullanılabilecek bir koz olması Türkiye’nin uluslararası alandaki imkân ve yeteneklerini daraltmaktadır. Ortadoğu ve Batı’yla ilişkilerde büyük zorluklara yol açması da konunun Türk dış politikasındaki önemini artırmaktadır. Sonuçta bu sorunlar demeti Türkiye’nin uluslararası konumunu olumsuz etkileyerek Türk dış politikasını birtakım açmazlara, hatta orta ve uzun vadede ulusal çıkarları ve güvenliği açısından büyük riskler içeren politikalara mahkûm etmektedir. Anahtar Kelimeler: Etnik sorun, dış politika, Kürt sorunu, Türk dış politikası, dış destek, yabancı müdahalesi. Abstract One of the important factors that have affected Turkish foreign policy in the postCold War period is the Kurdish problem. The Kurdish problem, indeed, has a great impact on the general vision, internal dynamics and bilateral relations of Turkish foreign policy. Particularly, the threat it has created for national unity and territorial integrity as well as its international dimension have made it the most important problem ∗ Doç. Dr, Kırıkkale Üniversitesi, Đktisadi ve Đdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası Đlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi 40 EROL KURUBAŞ of the foreign policy, which needs to be solved urgently. Besides, the fact that Kurdish problem serves as a suitable tool to be used against Turkey by paving the way for foreign power involvement in Turkish internal affairs restricts capacities and capabilities of Turkey in the international arena. Great difficulties caused by the issue in Turkey’s relations with the Middle Eastern and Western countries also underline its importance in the Turkish foreign policy. Consequently, by affecting international position of Turkey, the cluster of these problems create a certain number of deadlocks in its foreign affairs, and even impose on it foreign policies that involve big risks in terms of national interest and security in the mid and long term. Key Words: Ethnic problem, foreign policy, Kurdish problem, Turkish foreign policy, foreign support, foreign involvement. Giriş Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemin karşı karşıya kaldığı belki de en önemli güvenlik ve istikrar sorunu etnik kökenli ayrılıkçı hareketler ve bu çerçevede ortaya çıkan etnik çatışmalardır. Çünkü bu etnik hareket dalgası her ülkede var olan etnik grupların siyasallaşarak ulus olma iddiasıyla harekete geçmesine, sonuçta belki de birçok siyasal sınırın değişmesine yol açarak iki yüz civarında “ulus-devlet”ten oluşan uluslararası yapının binlerce “etnik-devlet”ten oluşan bir yapıya dönüşmesi potansiyelini ve tehlikesini barındırmaktadır. Bu nedenle uluslararası topluluk bu sorunlara yakın ilgi göstermekte, sorunların nedeni görülen yönetimlere veya bunlarla baş edemeyen devletlere değişik biçim ve düzeylerde müdahalede bulunmaktadır. Öte yandan, söz konusu kaygılar devletler özelinde bu kadar ilkesel nitelik taşımamaktadır. Uluslararası politikaya öncelikle kendi çıkar pencerelerinden bakan devletler başka ülkelerde yaşanan etnik sorunlardan genelde çıkarlarını en üst seviyeye taşıyacak biçimde yararlanmaya çalışmaktadırlar. Sonuçta her iki halde de temelde iç politikanın parçası olan etnik sorunlar kısa zamanda uluslararası politikanın parçası haline gelmektedir. Benzer sorunlardan biri olan Kürt sorunu da Kürtlerin sınır aşan nüfus özellikleri, PKK terörünün komşu ülkeler ve Batı nezdinde gördüğü doğrudan ya da dolaylı destek ve Kuzey Irak’taki gelişmelerle demokrasi, insan hakları ve azınlıkların korunması gibi yükselen değerlerin etkisi altında önemli bir dış politika sorunu haline gelmiştir. Gerçekten de Türkiye açısından Soğuk Savaş sonrası Türk dış politikasını etkileyen ve diğer dış politika sorunlarıyla da güçlü bir etkileşime sahip en önemli iç dinamik Kürt sorunu ve PKK terörüdür. Bununla birlikte bu sorun Türkiye’de çok tartışılan ve önemsenen güvenlik konularının başında gelse de, adlandırmasından içeriğine, etkilerine ve çözümüne kadar hiçbir boyutunda uzlaşma sağlanabilmiş bir konu değildir. Ayrıca sorun uzun süredir Türkiye’nin hem uluslararası konumunu ve imajını hem de dış politikasını yoğun biçimde etkilemesine hatta belirlemesine karşın ağırlıklı olarak PKK terörü ekseninde ve iç politika bağlamında tartışılmaktadır. Dış politika bağlamında yapılan tartışmalarda ise sadece sorununun ikili ilişkiler üzerine etkileri genel söylemlerle dile getirilmekte, Türk dış politikasının vizyonu, genel ilkeleri, iç ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU 41 dinamikleriyle Doğu ve Batı bağlantısı üzerine etkileri yeterince sorgulanmamaktadır. Hâlbuki Kürt sorunu neredeyse tüm diğer dış politika alanlarında oluşturduğu etkiyle Türk dış politikasının önemli girdileri arasında yer almakta, dahası Türkiye’nin tüm ikili ilişkilerinde ve uluslararası platformlarda karşısına konan bir pazarlık unsuru olarak dış politikasına ipotek koymaktadır. Özellikle bir yanda ittifak ilişkisi olan ABD’nin Kuzey Irak’ı dayanak noktası yaparak Irak’a yerleşmesi ve entegrasyon ilişkisi kurulan AB’ye tam üye olma yönündeki temel bir stratejik hedef söz konusuyken, öte yanda bu aktörlerin sorun karşısındaki tutumlarıyla Türkiye’nin yaklaşımı arasındaki uyumsuzluk/çatışma sorunu, Türk dış politikasındaki önemini daha da artırmaktadır. Bu çalışmanın amacı da, Kürt sorununun bir faktör olarak Türk dış politikasındaki etkilerini ortaya koymaktır. Bir başka ifadeyle çalışma, Kürt sorununun Türk dış politikasının hangi boyutlarını ne yönde etkilediğini ve bunun sonuçlarını araştırmaktadır. Bu çerçevede çalışma, güvenlik ve kimlik açısından ele aldığı ve tam olmasa da bir ölçüde “uluslararasılaşmış etnik sorun” olarak varsaydığı Kürt sorununun özellikle ulusal birlik ve ülkesel bütünlüğe yönelik tehdidi dolayısıyla iç politikayı dış politikaya bağlayarak aynı zamanda önemli bir dış politika sorunu oluşturduğu iddiasındadır. Kürt sorununun yabancı aktörlerin Türkiye’nin içişlerine karışmalarına zemin hazırlayarak aleyhine bir koz oluşmasına sebebiyet vermesi, böylece oluşan zaafla Türkiye’nin uluslararası alandaki imkân ve yeteneklerini daraltması ve Ortadoğu ve Batı’yla ilişkilerinde büyük sorunlara yol açması, bu iddiayı destekleyen başlıca gerekçelerdir. Ayrıca çalışma, bu durumun Türkiye’nin uluslararası konumunu da olumsuz etkileyerek ilkesel düzeyde Türk dış politikasında bir takım çelişkilere, hatta orta ve uzun vadede ulusal çıkarları ve güvenliği açısından büyük riskler içerebilecek politikalara sürüklediğini de ileri sürmektedir. Öte yandan, çalışma bu konuyu, sadece güvenlik ve terör boyutuyla değil, aynı zamanda etnik sorun boyutuyla da ele alacaktır. Kuşkusuz, iki çerçeve arasında sıkı bir ilişki vardır, fakat sadece PKK terörüne odaklanmanın, konuya indirgemeci bir yaklaşımla bakmayı gerektireceği, Türk dış politikasındaki, özellikle Batı bağlantısı üzerindeki etkilerinin anlaşılmasını güçleştireceği düşünülmektedir. Dolayısıyla, çalışma PKK ve terör eylemlerini merkez alan, bunların ulusal güvenliğe ve ülkesel bütünlüğe yönelik tehdidinden kaynaklanan dış politika sorunlarının yanısıra Kürtlerin etnomilliyetçi talep ve iddialarını da göz önüne alarak ulusal kimliğe yönelik etkilerinden kaynaklanan dış politika sorunlarını da incelemektedir. Çalışmada, öncelikle etnik sorun-dış politika ilişkisini ortaya koyan bir kuramsal çerçeve çizilerek etnik sorunların devletlerin dış politikalarındaki yeri, yabancı aktörlerin bu sorunlar karşısındaki tutumları, karışma düzey ve biçimleri incelenerek bu tür sorunların ilgili devletin dış politikasını nasıl etkilediği anlatılacaktır. Çalışmanın ikinci kısmında Kürt sorununun uluslararası niteliği bağlamında Türkiye’nin dış politikasının iki ana yönelim alanı olan Batı ve Ortadoğu’daki başlıca yabancı aktörlerin neden ve nasıl bu soruna karıştıkları sorgulanarak, Kürt sorununun Türk dış politikasını hangi yönlerden, nasıl etkilediği tartışılacaktır. 42 EROL KURUBAŞ Kuramsal Olarak Etnik Sorun-Dış Politika Đlişkisi Etnik Sorunlar Karşısında Yabancı Aktör Tutumları ve Dış Destek Sorunu Etnik sorun, “kendi”lerini ve “öteki”lerini ortak köken, tarih, dil, kültür gibi etnik niteliklerle tanımlayan gruplar1 arasında, rekabetten savaşa kadar uzanabilen sosyopolitik anlaşmazlık ve cepheleşmelerdir2. Bu sorunlar ülkedeki etnik gruplar arasında olabileceği gibi, devlet ile bir etnik grup arasında da olabilir. Etnik sorunlar bir yönüyle yasal, kültürel veya ekonomik ayrımcılık ya da ulusal kimliğin baskın etnik grubun soyuna/kültürüne dayandırılma çabalarının, öteki yönüyle de etnik grubun fiziksel varlığını koruma, kültürel kimliğini ifade etme, geliştirme veya belli bir toprak üzerinde özerk yönetim kurma veya ayrılma taleplerinin bir uzantısı olarak doğabilir. Bu haliyle etnik sorunlar etnik kimliğin tanınmasına, bu kimliğe ilişkin hakların yasal statüye kavuşturulmasına, etnik grubun iktidarı bir biçimde paylaşmasına ve sosyoekonomik şartlarının düzeltilmesine ilişkin sorunların bir fonksiyonudur3. Etnik sorunlar birtakım siyasal ve sosyoekonomik nedenlerle açıklanmaya çalışılsa da esasen bunlardan da beslenen çok daha temel bir varoluşsal nedene dayanmaktadır. Bu neden bir yandan siyasallaşan etnik grupların ulus-devlete karşıt konum almasının, öte yandan ulus-devletin kendini “öteki” etnik gruplara karşıt biçimde yapılandırmasının bir ürünüdür4. Burada milliyetçilik farklı biçimlerde de olsa çok önemli bir rol oynamaktadır. Stavenhagen’in belirttiği gibi, pek çok etnik çatışma milliyetçiliğin kurmaya çalıştığı ulusun etnik veya yurttaş temelli iki farklı tasarımından kaynaklanmaktadır5. Burada devletler gerçekte veya söylemde “teritoryal milliyetçiliğe” dayanarak sosyal sözleşme varsayımıyla ülkesel bütünlüğü garanti altına almaya ve “güvenlik ihtiyacı”nı karşılamaya çalışırken, etnik gruplar da “etnik milliyetçiliğe” yönelerek self-determinasyon hakkı iddiasıyla “kimlik ihtiyacı”nı garanti etmeye çalışmaktadır. Đşte etnik sorunlar tam da burada, yani devlet ile etnik grupların iddialarının başarılı biçimde örtüştürülemediği yer ve zamanlarda ortaya çıkmaktadır. 1 Etnisite ve etnik gruplar konusunda bkz. Anthony D. Smith, The Ethnic Origins of Nations, Oxford, Basil Blackwell Inc., 1986, ss. 21-128; Anthony D. Smith, Milli Kimlik, Çev. Bahadır Sina Şener, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 1994, ss. 40-73; Walker Connor, Ethnonationalism: The Quest for Understanding, Princeton, New Jersey, Princeton University Press, 1994 s. 101103; Craig Calhoun, Nationalism, Buckingham, Open University Press, 1997, ss. 29-50; Paul R. Brass, Ethnicity and Nationalism: Theory and Comparison, London, Sage Pub., 1991, ss. 1875. 2 Rodolfo Stavenhagen, Ethnic Conflicts and the Nation-State, London, Macmillan Press Ltd., 1996, s. 284. 3 Vojislav Stanovcic, “Problems and Options in Institutionalizing Ethnic Relations”, International Political Science Review, Vol. 13, No. 4 (1992), s. 363. Ayrıca bkz. Muzaffer Ercan Yılmaz, Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Etnik Çatışmalar, Ankara, Nobel Yay., 2007, ss. 7-43. 4 Erol Kurubaş, “Etnik Sorunlar: Ulus-Devlet ve Etnik Gruplar Arasındaki Varoluşsal Đlişki”, Doğu Batı, S. 44 (Şubat, Mart, Nisan, 2008), ss. 17-25. 5 Stavenhagen, op.cit., s. 3. ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU 43 Bu tabloya bakıldığında etnik sorunların özünde iç siyasal niteliğe sahip olduğu görülmektedir. Fakat bu sorunlar siyasallaşmış etnik grupların uluslararası düzeyde örgütlenmeleri ve etkinlikleri, yabancı aktörlerin ilgisi ve karışması, çatışmaların ülkesel bütünlüğü tehdit etmesi, terör, göç ve mültecilik gibi sınır ötesi sorunlara yol açması nedeniyle uluslararası politikanın konusu haline gelebilmektedir6. Bu bağlamda etnik grup-dış politika ilişkisi ulusal düzeyde ortaya çıkan, devletlerin dış politika uygulamaları ve/ya da etnik grupların dış destek arayışları yoluyla uluslararası alana sıçrayan ve uluslararası düzeyde ele alınmaya başlandığında da devletlerin ulusal yapılarını ve dış politika çıkarlarını tehdit eden iki yönlü bir süreçtir7. Genel olarak uluslararası aktörler etnik ayrılıkçılığı da içeren çatışmalara yayma/ cesaretlendirme, uzlaştırma ve bastırma/izole etme biçiminde üç farklı tepki gösterirler. Đlk tepki, zayıf grubun desteklenmesiyle çatışmaların artmasına ve uluslararasılaşmasına (“yayma ve cesaretlendirme”), ikincisi işbirliği atmosferi içinde çatışmaya barışçı bir çözüm bulma arayışına (“uzlaştırma”), üçüncüsüyse çatışmaya karışmayarak çekimser kalmaya (“izolasyon”) veya devletin yanında yer alarak ona her türlü desteğin verilmesine (“bastırma”) yol açar. Bir başka anlatımla devletler ve hükümetlerarası örgütler (IGOs) etnik çatışmalara karışmama, pasif/tarafsız kalma, arabulucu olma, iktidardaki hükümetin veya bölücü hareketin yanında yer alma biçiminde tutumlar gösterebilirler8. Üçüncü tarafların bunlardan hangisini tercih edecekleri çatışmanın doğası, aşaması (tırmanma, en üst aşamada olma, tırmanmanın sona ermesi, uzlaşma), şiddetin düzeyi9 ve çıkarların etkilenme oranı gibi faktörlere bağlı olarak değişecektir. Đlke olarak yabancı aktörler etnik grupların self-determinasyon iddialarına karşı çıkarak özellikle ayrılıkçılığın karşısında ve devletin yanında yer alırlar. Bu tutumun temel nedeni, uluslararası hukukta benimsenmiş olan “devlet ülkesinin bütünlüğü” ilkesidir. Bir devletin ülkesel bütünlüğü ancak o devletin rızasıyla değişebilir. Dolayısıyla, farklı etnik özelliklere sahip toplulukların yalnızca bu farklılık öğesine dayanarak devlet ülkesini parçalamalarına izin verilemez10. Ayrıca “içişlerine karışmama” ilkesi de devletleri bu tip sorunlardan uzak durmaya zorlayan bir faktördür. Bu normatif ilkelerin de etkisiyle devletler etnik çatışmalar, özellikle ayrılıkçı savaşlar konusunda özel bir hassasiyet gösterirler. Kuşkusuz, burada devletler kapasite 6 Ayrıntı için bkz. Rajat Ganguly and Ray Taras, Understanding Ethnic Conflict: The International Dimension, NY, Longman, 1998, ss. 68-91; Stephen Ryan, Ethnic Conflict and International Relations, 2nd Ed., Aldershot, Sydney, Darthmount, 1995, ss. 6-15. Michael E. Brown, “Causes and Implications of Ethnic Conflict”, Ethnic Conflict and International Security, Ed. Michael E. Brown, Princeton, Princeton University Press, 1993, ss. 16-22. 7 Nurcan Özgür, “Balkanlar Devletlerinin Dış Politika Uygulamalarında Etnik Sorunların Rolü (1989-1997)” Uluslararası Politikada Yeni Alanlar Bakışlar, Der. Faruk Sönmezoğlu, Đstanbul, Der Yay., 1998, s. 201. 8 Alexis Heraclides, “Secessionist Minorities and External Involvement”, International Organizations, Vol 44, No. 3 (Summer 1990), ss. 345-346. 9 Ayşe Betül Çelik and Bahar Rumelili, “Necessary but not Sufficient: The Role of EU in Resolving Turkey’s Kurdish Question and Greek-Turkish Conflicts”, European Foreign Affairs Review, 11 (2006), s. 203. 10 Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk I, Ankara, Turhan Kitabevi, 1993, ss. 9-10. 44 EROL KURUBAŞ yetersizliği, ekonomik ve diğer kayıpların ya da risklerin potansiyel kazançlardan daha önemli olacağı inancı gibi faktörlerle de hareket ederler. Ama sonuçta devletler temelde ilkesel olarak ve ayrıca ekonomik, içsel ya da uluslararası kısıtlamalardan dolayı ayrılıkçı hareketleri desteklemekten kaçınırlar11. Bu ilkesel tutumla birlikte etnik sorunlar çeşitli neden ve güdülerle yabancı aktörlerin karışmasına konu olabilir ve dış politikalarında yer bulabilir. Bu nedenlerden ilki, stratejik çıkarlarını gerçekleştirme, rakip/düşman devleti zayıflatma veya belirli bir dış politika davranışına yönlendirme ya da başka devletlerin rollerini dengeleme gibi “reelpolitik/araçsal” olanlardır. Đkincisi, akrabaları koruma (himayeci), kullanma veya çatışma yaşanan topraklar ile etnik gruplar üzerinde hak iddia etme (irredentist) gibi “etnopolitik/duygusal” güdülerdir. Üçüncüsü, bir ülkede meydana gelen bölünmenin komşu ülkede yaşayan etnik akrabaları harekete geçireceği veya bölgesel dengeleri bozacağı endişesini içeren “örnek olma” ya da “yayılmayı önleme” güdüsüdür. Dördüncüsü, “dinsel/ideolojik”, “emperyalist/yayılmacı” ya da “insani” nitelikteki diğer nedenlerdir12. Ayrıca bu çatışmalar bölgesel ve uluslararası güç dengelerinde meydana getirdiği istikrarsızlıkla veya sistemin hukuk normları ve davranış kurallarına olumsuz etkisi nedeniyle uluslararası sistemi kontrol eden büyük devletlerin soruna karışmasına da yol açabilir13. Bu açıdan bir ülkedeki etnik sorunlara öncelikle komşu ve büyük devletlerin ilgi göstereceği söylenebilir. Çünkü etnik sorunlar yukarıda sayılan nedenlerden dolayı özellikle bu devletlerin dış politikalarında anlamlı bir yere sahiptir ve siyasallaşarak fiili mücadele içine giren etnik gruplar eğer bir dış destek alacaklarsa öncelikle bu aktörlere yöneleceklerdir. Saideman’a göre yabancı devletlerin çatışan etnik gruba ne oranda destek vereceği bu etnik hareketten zarar görme olasılığına (vulnerability), ev sahibi ülkenin nispi gücüne yani aralarındaki güç dengesine (power) ve etnik bağların varlığına (ethnic ties) göre değişecektir. Ona göre, ayrılıkçı gruplar bölgesel istikrarı ve uluslararası normları tehdit etmelerinden dolayı muhtemelen daha az dış destek bulacaktır. Daha güçlü devletlerin ülkelerindeki gruplar realist mantık gereği düşmanlarını zayıflatmaya çalışan devletlerden bu süreçte muhtemelen daha fazla destek alacaklardır. Daha zayıf devletlerdeki grupların da daha çok destek alacağı açıktır. Ayrıca, etnik grupların etnik bağları olan iktidarlardan veya akraba devletlerden, bunların etnik bağlara önem 11 Heraclides, op.cit., ss. 353-354; Ganguly and Taras, op.cit., ss. 79-80. Ganguly and Taras, op.cit., ss. 75-78; Yılmaz, op.cit., ss. 37-39. Ampirik çalışmalar için bkz. David R. Davis and Will H. Moore, “Ethnicity Matters: Transnational Ethnic Alliances and Foreign Policy Behavior”, International Studies Quarterly, Vol. 41, No.1 (Mar. 1997), ss. 171184; Stephen M. Saideman, “Discrimination in International Relations: Analyzing External Support for Ethnic Groups”, Journal of Peace Research, Vol. 39 No. 1 (2002), ss. 27-50; Gülriz Gigi-Gokcek, “Ethnic Conflict and Interstate War: An Analysis of The Kurdish Problem”, Prepared for presentation at the International Studies Association Annual Meeting, New Orleans, Louisiana, March 27, 2002. 13 Bkz. Ganguly and Taras, op.cit., ss. 114-116; Brown, op.cit., s. 21. 12 ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU 45 vermeleri şartıyla dış yardım almaları daha muhtemeldir14. Yani ulusötesi etnik bağlar dış politika davranışlarını etkileyecektir. Genellikle devlet iktidarında etkili olan bir etnik grubun başka devletlerdeki akrabaları zor ve kötü durumdaysa ve bunlar siyasallaşmışlarsa bu devlet akrabalarını destekleme ve onların durumunu düzeltme yönünde dış politika izleyecektir15. Söz konusu etnik temelli dış politikalar himayeci veya yayılmacı nitelik arz edebilir. Himayeci dış politika daha savunma ağırlıklı, prestij ya da etki alanı yaratma ya da güvence altına alma amacıyla dışarıdaki akraba etnik toplulukları korumaya yöneliktir. Yayılmacı dış politika ise akraba etnik topluluklardan yararlanarak geliştirilen saldırgan dış politika olup irredentist veya ayrılıkçı hareketleri destekleme biçiminde görülebilir16. Sonuçta her durumda etnik temelli dış politikalar negatif yönü ağır basan, daha az işbirliğine yatkın, daha çatışmacı niteliklere sahiptir. Fakat her ne sebeple olursa olsun devletler özellikle ayrılıkçı etnik hareketlere destek vereceklerse normatif ilkenin de etkisiyle yani uluslararası alanda gayrımeşru duruma düşmemek için bunu resmi, açık ve doğrudan yapmak yerine gayrıresmi, gizli ve dolaylı yollarla yaparlar. Bu nedenle dış desteğin kanıtlanması zordur ve zaten yardım edenler de bunu genelde inkâr ettiklerinden varlığı sadece hissedilebilir. Yabancı aktörlerin, özellikle de devletlerin etnik sorunlarda nasıl (açık, kapalı, doğrudan, dolaylı, diplomatik, askeri vs.) ve ne düzeyde (destekçi, arabulucu, tarafsız vs.) rol alacağı birçok etkene bağlı olarak şekillenir ve zamanla değişiklik gösterebilir. Heraclides ayrılıkçı hareketlere yabancı karışmanın “araçsal”, “duygusal”, “karma” ya da “belirsiz” nedenlerle “yaygın”, “çok sınırlı” veya “nadir” sıklıkta, “yüksek, orta veya düşük düzeyde”, “somut” veya “siyasal/ diplomatik ve moral destek” biçiminde olabileceğini belirtir. Fakat bunun siyasal ve ekonomik birtakım sınırlılıkları vardır ve çatışmadaki rolü önemli, hayati, önemsiz veya yararlı olabilir17. Yabancı aktörlerin ayrılıkçı gruplara “somut destek”leri silah, para, ilaç, gıda gibi maddi destekte bulunma, iletişim ve ulaşım imkânlarından yararlandırma, ayrılıkçı toprakların içinde veya dışında askeri eğitim verme, kamp veya operasyon üssü kurma, danışmanlık, askeri personel verme veya doğrudan askeri katılım gibi çeşitli biçimlerde olabilir. Bu yardımlar düşük, orta ya da üst düzeyde olabilir ve çatışmaya bağlı olarak tırmanabilir. “Siyasal/diplomatik destek”se hükümetlerin sözlü açıklamaları, uluslararası örgütlerde destek olma, diplomatik baskı, ayrılıkçılığı destekleyen kampanyalar yapma veya diplomatik tanıma biçiminde görülebilir. Diplomatik desteğin düzeyi de değişebilir ve zamanla ilgiyi ifade eden açıklamalardan, barış çağrılarına, bizatihi barış görüşmeleri başlatmaya veya ayrılıkçı hareketin ulusal kurtuluş hareketi olarak nitelenmesi ya da ayrılıkçı birimin de facto ya da de jure tanınmasına kadar tırmanabilir18. 14 Saideman, “Discrimination in International Relations:…”, Ibid, ss. 28, 29-33. Davis and Moore, Ibid., ss. 171-184. 16 Özgür, op.cit., ss. 201-202. 17 Heraclides, op.cit. ss. 356-367. 18 Heraclides, op.cit. ss. 368-370. 15 46 EROL KURUBAŞ Dış destek, etnik çatışmadaki şiddet oranını etkilemesi, kazananı belirleyebilmesi ve çatışmayı uluslararasılaştırması açısından çok önemlidir19. Özellikle bir ülkenin açıkça toprak bütünlüğünü tehdit eden bir dış destek varsa sorunun uluslararası düzeyde ele alınması kaçınılmazdır. Ayrıca dış destek alan etnik grubun kendi amaçları dışında daha kapsamlı bir devletler arası oyunun içine çekilmesi ve doğrudan çıkar örtüşmesi dışında da kullanılması ihtimali vardır. Öte yandan dış destek olgusunun devletlerarası bir savaşa neden olması da belli koşullar altında mümkündür. Gigi-Gökçek’e göre etnik çatışmanın dış destek nedeniyle devletlerarası bir savaşa dönüşmesi ancak çatışan etnik azınlığın iki veya daha fazla devlet sınırına yayılmış olması, komşu ülkedeki etnik akrabalarla özdeşleşmesi ve komşu devletin bu grubun yaşadığı toprak üzerinde hak iddia ederek çatışan etnik gruba destek vermesi halinde mümkündür. Yani bir etnik çatışmanın devletlerarası savaşa neden olmasının üç şartı vardır: Tehlike altında bir etnik azınlık, etnik grubun iki veya daha çok devlet sınırına yayılmış olması ve etnik grup ile komşu devlet arasında etnik akrabalık olması. Bu durumda ya ittifak ya da irredentist faktörler rol oynayacak ve sonuçta devletlerarası savaş çıkabilecektir20. Fakat daha önce söylenen nedenlerden dolayı bu nadir görülen bir durumdur ve devletler genellikle bundan kaçınırlar. Etnik Sorunların Taraf Devletin Dış Politikasına Etkileri Etnik sorunlar ilgili devletin iç politikası ile dış politikası arasında güçlü bağlantılar kurulmasına yol açar. Çünkü etnik sorunlar, yabancı aktörlerin de karışmasıyla uluslararası boyut kazandığında artık bir devletin iç politika konusu olduğu kadar dış politika konusu haline gelmiş olur. Böyle bir durumda devletler, ulusal düzeyde bile baş etmede zorlandığı bir konuyla uluslararası düzeyde baş etmenin ne kadar zor olacağını ve istemedikleri çözümlerin dayatılması riskiyle karşılaşabileceklerini bildiklerinden, mümkün olduğunca sorunu içişleri konusu olarak göstermeye çalışarak yabancı aktörlerin konuya karışmasını engelleme veya azaltma çabasında olurlar. Ama yine genellikle bu çabalar uluslararası politikanın doğası gereği sorunun uluslararası boyutunu ortadan kaldırmaya yetmez. Bu durum kaçınılmaz olarak uluslararasılaşma düzeyine ve biçimine de bağlı olarak etnik sorunların devletlerin dış politikalarında çok önemli bir rol oynamasına yol açar. Etnik sorunlar uluslararası ortama, devletin gücüne, komşu ve büyük devletlerle ikili ilişkilerinin niteliğine ve sorunun düzeyine bağlı olarak ilgili devletin dış politikasında çeşitli etkiler oluşturur. Bu etkiler savunmacı tutumlardan saldırgan tepkilere kadar birtakım politikalara yol açsa da genelde dış politika manevra alanını daraltıcı bir rol oynarlar. Daha da önemlisi iç politikayı dış politikaya bağlayarak özellikle ulusal kimlik ve güvenlik bağlamlı içsel sorunların dış politika davranışlarını etkilemesine neden olur. Uluslararasılaşmış etnik sorunların taraf devletin dış politikasına etkileri dolaylı veya doğrudan olabilir. Etnik sorunlar özünde içsel nitelik taşıdığı için yarattığı etkiler de öncelikle içsel olmaktadır. Fakat bu içsel etkiler aynı zamanda taraf devletin dış 19 20 Saideman, “Discrimination in International Relations…”, op.cit., ss. 28-29. Gigi-Gokcek, op.cit., ss. 7-12. ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU 47 politikasında da karşılık bulacak, böylece etnik sorun dış politikada dolaylı etki yaratmış olacaktır. Bu etkilerin büyük bir kısmı dış politikanın dayandığı iç dinamiklerle ilgilidir. Bu etki ilk olarak etnik sorunların ulusal kimlik ve sosyopolitik istikrar üzerinde meydana getirdiği olumsuzluklarla kendini göstermektedir. Bunu dış politikayla ilişkili kılansa bir yandan dış politikanın gücünü içeride ulusal kimlikle simgelenen ulusal birlik ve beraberlikten alması, öte yandan iç tehdidin dış tehditle birleşmesi riskidir. Gerçekten de güçlü bir dış politika için devletin asgari bir iç uyuma ihtiyacı vardır. Bu yüzden birlik ve beraberlik sağlama, hatta ulusu türdeşleştirme çabaları devlet kurmanın ve bekasının ayrılmaz bir parçası olarak görülür21. Shulman da kimliklerin dış politikaları güçlendiren ve zayıflatan son derece önemli faktörler olduğuna ve dış politika tercihlerinin de ulusal bütünleşmeyle yakından ilişkisine dikkat çeker22. Kısacası, modern uluslararası ilişkiler düşüncesinde devletler içeride türdeş ve bütüncül bir yapıya dayandığı ve onu temsil ettiği varsayımıyla dış politika izlerler. Hâlbuki etnik sorunlar ulus-devletin tam da bu iddiasına yönelik tehditler içerir, ulusal birlik ve beraberlik, dolayısıyla da ulusal kimlik üzerindeki olumsuz etkileri nedeniyle ulusal güvenliği zayıflatır, dışarıyla sağlıklı ilişki kurmayı zorlaştırır. Sonuçta ortaya çıkan kimlik krizi ve devlete sadakat sorunu ulusal birlik ve beraberliği tehlikeye atarak dış politika başta olmak üzere ulusal olanı simgeleyen, belirleyen ve koruyan ne varsa hepsinin zayıflamasına yol açar. Böylece etnik sorunlar nedeniyle ulusal kimliği sorunlu hale gelen bir devletin, ulusal kimliğin rol oynadığı her dış politika alanında sorun yaşaması ise kaçınılmazdır. Örneğin ulusal kimliğin pusula işlevi gördüğü işbirliği ve ittifak politikaları başta olmak üzere tüm dış politika alanlarında yön tayini zorlaşmaya başlar. Öte yandan, dış politika ile ulusal kimlik arasındaki ilişkiyi kuran ve devletin dış politika amaçlarını dayandırdığı ulusal çıkarlar da ancak üzerinde genel bir uzlaşının sağlanmasıyla sağlıklı bir bağlama oturtulabilir. Çünkü inşacı kuramda da ileri sürüldüğü gibi, kimlikler devletlerin çıkarlarını belirler. Devletler ne olduklarını ve neyi temsil ettiklerini kararlaştırana kadar çıkarlarının ne olduğunu belirleyemezler23. Böylece etnik sorunlar, ulusal birliği zedeleyeceği için dış politikanın dayanacağı ulusal çıkarların tanımlanmasında ve gereğinin yerine getirilmesinde zorluklara neden olur. Ayrıca etnik sorunların meydana getirebileceği kimlik krizi ulusal çıkarların rasyonel temellerini de olumsuz etkileyebilir. Örneğin demokratik bir karar alma sürecinde sorunun parçası olan etnik gruplar kamuoyu ya da etnik siyasi partileri aracılığıyla yasama sürecine katılarak kendilerini ilgilendiren dış politika kararlarına etkide bulunmaya çalışacaklardır. Bu etki istenen bir kararın çıkmamasına, çıksa bile tanımlanan ulusal çıkar tartışmalı bir hal alacağından içeride risklerin artmasına neden olacaktır. Sonuçta izlenen dış politika da sorunlu, riskli ve tartışmaya açık olacaktır. 21 Asa Lundgren, Đstenmeyen Komşu: Türkiye’nin Kürt Politikası, Çev. N.U.Kuglin, Đstanbul, Kitap Yay., 2008, s. 23. 22 Bkz. Stephen Shulman, “National integration and foreign policy in multiethnic states”, Nationalism and Ethnic Politics, Vol. 4, No. 4 (Winter 1998), ss. 110-132. 23 Ronald J. Jepperson, Alexander Wendt and Peter J. Katzenstein, “Norms, Identity, and Culture in National Security”, The Culture of National Security: Norms and , Identity in World Politics, Ed. by Peter J. Katzenstein, NY, Columbia University Press, 1996 s. 59. 48 EROL KURUBAŞ Dahası, ulusal güvenlik de ulusal kimliğe bağlıdır. Çünkü iç bütünleşme dış tehditlere karşı etkili ve yerinde tepkileri kolaylaştırdığı gibi, tersi durumda dış tehditlerle baş etmek zorlaşacaktır. Ulusal kimliğin parçalanması ise iç savaş, kriz, değişen ittifak yapıları, var olan devletin dağılması ve yenilerinin oluşması anlamına gelecektir24. Ayrıca, etnik hareketin ayrılıkçı iddialar taşıması ve şiddete başvurması ulusal birliğin yanısıra ülkesel bütünlüğü de tehdit edeceğinden bu olumsuzlukları daha da güçlendirecektir. Böylece bir etnik sorunun açık bir ulusal birlik ve ülkesel bütünlük sorununa dönüşmesi onu devletin en önemli dış politika konusu yapacaktır. Yukarıda belirtilen dolaylı etkilerin yanı sıra etnik sorunların taraf devletin dış politikasına daha doğrudan etkilerinden de söz edilebilir. Bu açıdan bakıldığında etnik sorunlar devletin irredentist ve pan-milliyetçi hareketlere hedef olmasına, yabancı devletler nezdinde aleyhine lobicilik yapılmasına, içişlerine karışılmasına veya daha ileri aşamalarda fiili yabancı müdahalesine uygun bir zemin oluşmasına yol açabilir. Ayrıca bu gibi durumlarda bazen devletler maruz kaldıkları irredentist ya da panhareketlere karşı irrasyonel tepki vererek dış politikalarında benzer tutumlar içine de girebilirler. Bu ise devletin gücüyle orantılı olmayan çıkarlara yani maceracı bir dış politikaya neden olabilir. Bir diğer doğrudan etki ikili ilişkilerde görülebilir. Komşu veya diğer yabancı devletlerin daha önce belirtilen reelpolitik, etnopolitik ya da diğer nedenlerle sorunun tarafı olan etnik grubu çeşitli biçimlerde desteklemeye başlaması halinde etnik sorunlar hem ikili ilişkilerde çeşitli sorunlara hem de dış politikada bir zaaf noktasına ve/veya diğer aktörlere dış politika kozu verilmesine neden olur. Bu durumda iç tehditler dış tehditlere eklemleneceği için “güvenlik” amacı diğer temel dış politika amaçlarının (refahın artırılması gibi) önüne geçecek, dış politika temelde güvenlik eksenli algılanacak ve yürütülecektir. Ayrıca etnik sorunlar devletleri dış politikasında çelişkili tutumlara ve uluslararası alanda olumsuz imajlara sürükleyebilir. Yani devlet bölgesel ya da uluslararası düzeyde ortaya çıkan bir etnik sorun ya da çatışma karşısında güç dengeleri ya da uluslararası normlar gereği dış politikasında benimsediği çıkar tanımlamalarının aksine hareket etmek zorunda kalabilir. Örneğin akraba toplulukların haklarının korunmasında yeterince çaba harcayamayabilir veya reelpolitik gereği güvenlik ya da nüfuz alanlarında etnik sorunlar üzerinden yakalayabileceği fırsatları kullanamayabilir. Ayrıca normatif açıdan da devletler yaşadıkları etnik sorunların tehdidi altında bazı uluslararası sözleşmeleri imzalamaktan kaçınabilir veya açıkça demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıkların korunması gibi uluslararası değerlere ayak uyduramamaktan kaynaklanan sorunlarla baş etmek zorunda kalabilir. Bu durum o ülkenin uluslararası imaj ve konumu açısından birçok sorunu beraberinde getirebileceği gibi, çelişkili tutumların da kaynağı olabilir. Sonuçta etnik sorunlar birçok yönden devletlerin dış politikadaki imkân ve yeteneklerini daraltıcı, uluslararası imajını zedeleyici, aleyhine kullanılmasını ve hatta 24 Paul A. Kowert, “Ulusal Kimlik: Đçsel ve Dışsal”, Uluslararası Đlişkilerin Psikolojisi, Der. Erol Göka, Işık Kuşçu, Ankara, ASAM Yay., 2002, s. 53. ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU 49 belli düzeylerde içişlerine karışılmasını da mümkün kılan etkiler yaratmaktadır. Bu nedenle Saideman’ın belirttiği gibi, etnik sorunları olan devletler etkin ve iddialı dış politika yapamazlar25. Türk Dış Politikası Açısından Kürt Sorunu Yabancı Aktörlerin Kürt Sorununa Yönelik Tutumları ve Karışma/Destek Düzeyleri Kürt sorunu, etnodilsel özellikleri itibariyle farklılık arz eden bir topluluğun kimlik taleplerinden kaynaklanan, ama aynı zamanda yabancı aktörlerce desteklenen terör eylemleri nedeniyle ülkesel bütünlüğe yönelik tehditler de içeren bir etnik milliyetçilik sorunudur. Kuşkusuz sorunun bölgesel ve toplumsal azgelişmişlikle ilgili boyutları da vardır26. Ama tüm diğer boyutlar bugün itibariyle etnik Kürt milliyetçiliğinden ve devletin güvenlik endişelerinden kaynaklanan sorunlar demetinin parçasına dönüşmüştür. O nedenle sorun son tahlilde bir kimlik ve güvenlik sorunudur. Temelde iç sorun olarak doğan Kürt sorunu özellikle belli dönemlerde yabancı aktörlerin aktif ilgisiyle uluslararası boyut kazanmıştır. Kürt sorununun böyle bir nitelik kazanması öncelikle Kürtlerin birden çok devlet çatısı altında, jeostratejik açıdan sorunlu bir bölgede ve her devlette belli oranda sorunlu olarak yaşamalarından kaynaklanmıştır. Đkinci olarak, Kürtlerin Ortadoğu’da çoğunluk oluşturan Arap, Türk ve Đran toplumlarından etnokültürel açıdan farklılık arz etmesi, bölge dışı küresel güçlere ve bölge içi bazı devletlere politika üretme fırsatı tanımış, bu sayede Kürtlerin yaşadıkları ülkelere yönelik bir baskı aracı olarak kullanılması söz konusu olmuştur27. Üçüncü olarak, Kürtlerin yaşadıkları ülkelerce tatmin edilmemiş beklenti ve taleplerinin uluslararası toplum tarafından haklı görülmesi, bu çerçevede yürütülen mağduriyete dayalı uluslararası etkinlikler dünya kamuoyunda bu topluluğa karşı genel bir sempatinin doğmasına yol açmıştır. Dördüncü olarak, uluslararası yükselen değerlerle (Birinci Dünya Savaşı sonrası milliyetler ilkesi, Soğuk Savaş sonrası demokrasi, insan hakları, kültürel haklar) Kürtlerin taleplerinin kesişmesi veya yakınlaşması, bu sorunu uluslararası alana taşıyan önemli bir faktör olmuştur. Son olarak, uluslararası sistemdeki köklü değişiklikler bölgede sınır değişikliği beklentisine yol açarak bu topluluğu motive etmiş ve küresel güçlerle temas kurmalarına imkân sağlamıştır. Bu genel faktörlerin yanısıra özellikle 1990’lardan itibaren PKK terörü, Kuzey Irak gelişmeleri, Kürt diasporasının varlığı, Kürt mülteci krizleri gibi faktörler Kürt sorununa uluslararası 25 Stephen Saideman, “Conclusion: Thinking Theoretically about Identity and Foregn Policy”, Identity and Foreign Policy in the Middle East, Ed. by S. Telhami and M. Barnett, Ithaca, London, Cornell University Press, 2002, s. 172. 26 Kürt sorununu anlamak için sadece siyasal yönüne bakmak yeterli değildir, bununla birlikte gelir seviyesi, eğitim, sağlık ve kamu hizmetleri gibi maddi unsurlarla dil, kültür, aidiyet gibi psikolojik unsurlardan oluşan güvensizlik ortamına bakmak gerekir. Ahmet Đçduygu, David Romano and Đbrahim Sirkeci, “The Ethnic Question in an environment of security: the Kurds in Turkey”, Ethnic and Racial Studies, Vol. 22, No. 6 (Nov. 1999), s. 992. 27 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu, Đstanbul, Küre Yay., 2001, s. 439. 50 EROL KURUBAŞ ilgiyi artırmıştır28. Bu çerçevede akraba toplulukların yaşadıkları komşu ülkeler ve buralardaki Kürtler, Türkiye ile sorunlu diğer komşu ülkeler ve büyük devletler bu sorunla yakından ilgili hale gelmiştir. Ayrıca uluslararası medyanın gösterdiği ilgi de sorunun sürekli gündemde tutulmasını sağlamıştır. Bu çerçevede Türkiye’deki Kürt sorunu uluslararası nitelik kazanmışsa da uluslararası düzeyde resmen ele alınan ve çözüm için harekete geçilen bir sorun olmamıştır. Örneğin BM organlarında veya bölgesel örgütlerin bağlayıcı karar mekanizmalarında bu konu ele alınmamaktadır. PKK’nın ve başka Kürt örgütlerinin bu yönde çabaları olsa da29 öngörülebilir zaman diliminde böyle bir durumun ortaya çıkması da zordur. Çünkü uluslararası topluluk ancak merkezi otoritesi zayıflamış ve devlet kontrolü dışına çıkarak bölgesel ve uluslararası dengeleri sarsma potansiyeli olan, aynı zamanda çatışmanın kitleselleştiği, toplumsal nefretin yaygınlaştığı, ağır insan hakları ihlallerinin yaşandığı durumlarda arabuluculuk, diplomaside ikinci yol gibi yöntemlerle soruna doğrudan müdahil olmakta ve bu sorunu uluslararası örgütlerin özellikle de BM’nin resmi gündemine almaktadır. Hâlbuki Türkiye’deki Kürt sorunu açısından bunu gerektirecek şartlar bulunmadığı için sorun uluslararası platformlarda resmen ele alınmamaktadır. Bunun yerine Kürt sorunu daha çok bölge devletleriyle bazı bölgesel örgütlerin ve sistemi kontrol altında tutmaya çalışan büyük güçlerin ilgili ülkelerle ikili ilişkilerinin bir parçası olarak ele alınmaktadır. Bu nedenle Kürt sorununun uluslararası niteliği hukuksal olmaktan ziyade siyasal ve bölgeseldir. Fakat Kürt sorununun bu uluslararası niteliği Kürt hareketini güçlendirmenin yanısıra Kürtleri bağlı oldukları devletlerden uzaklaştırarak başka devletlerin dış politika aracına dönüştürmektedir. Bu durumun Türk dış politikasındaki etkilerine geçmeden önce yabancı aktörlerin Kürt sorununa yaklaşımlarını ortaya koymak ve ne düzeyde soruna karıştıklarını incelemek bu etkileri anlamak açısından anlamlı olacaktır. Bunun için Türkiye açısından iki ayrı dış politika ve uluslararası ilişkiler alanı olan Batı ile Ortadoğu’yu ve buralardaki aktörlerin tutumlarını–basitleştirme adına genel ve yeknesak bir anlatımla- inceleyebiliriz. Uluslararası ilişkilerin yürütülmesinde liberal ilkelerin ve hukuksal normların etkili olduğu Batı’da genel olarak Kürt sorunu Türkiye’den farklı algılanmaktadır30. Türkiye’nin Kürt sorununu temelde terör ve geleneksel güvenlikle (fiziksel güce dayalı) eşdeğer gören tutumuna karşılık, genel olarak Batılı ülkeler sorunu kimlik ve ontolojik 28 Geniş bilgi için bkz. Erol Kurubaş, Kürt Sorununun Uluslararası Boyutu ve Türkiye, C. 2 (1960’lardan 2000’lere), Ankara, Nobel Yay., 2004, ss. 59-93. 29 En son girişim Mayıs 2008’de olmuştur. Paris Kürt Enstitüsü International Herald Tribune (20 Mayıs), Le Monde (21 Mayıs), Frankfurter Allgemeine (26 Mayıs), The New York Times (4 Haziran) gazetelerinde uluslararası topluluğu çözüm için harekete geçmeye ve arabulucu Bkz. atamaya çağıran 1000 imzalı bir bildiri yayınlatmıştır. <http://www.institutkurde.org/imza/?language=turkce> 30 Batılı ülkelerin yaklaşımları için bkz. Kurubaş, Kürt Sorununun Uluslararası…, op.cit., ss. 221-272; Kemal Kirişçi, Gareth M. Winrow, Kürt Sorunu: Kökeni ve Gelişimi, Çev. Ahmet Fethi, Đstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997, 175-185. ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU 51 güvenlik31 (sosyalleşme süreciyle ortaya çıkan ilkeli ve güçlü ilişkilere dayalı bir ortamın yaratılması) boyutuyla, yani insan hakları ve demokratikleşme sorunu olarak algılamaktadır. Bu nedenle de Türkiye’ye eleştirel yaklaşarak özellikle insan hakları ve demokrasi eksenli Kürt taleplerini haklı bulmaktadır. Ayrıca Batılı ülkeler PKK terörünü de Türkiye’deki yönetim ve ulus-devlet anlayışının bir ürünü olarak görerek zımnen haklılaştırmaktadır. Bu çerçevede PKK’nın ülke içinde çok büyük bir kitlesel desteğe sahip olduğuna inanmakta, Türkiye’nin sorunu siyasal çerçevede değerlendirmesi gerektiğini düşünmektedir. Bu tabii ki Batılı ülkelerin çıkar eksenli yaklaşımlardan tamamen uzaklaştığı anlamına gelmez. Türkiye ile temelde ittifak (ABD) ve bütünleşme (AB) ilişkisi olduğu için Batı’nın diplomatik gündeminde çıkarlar ilkelerin arkasından gelse de uluslararası politikanın doğası gereği, PKK ve Kürt sorunu Batılı devletler açısından Türkiye ve Ortadoğu politikasının bir aracı olarak görülebilir. Dahası, Türkiye’nin uluslararası kamuoyunda ciddi bir inandırıcılık sorunu olması, yani soruna ilişkin içeriye ve dışarıya dönük politikalarında inandırıcı bulunmaması, Batı’daki bu bakış açısının sürmesine imkân tanımaktadır. Örneğin içeriye dönük demokratikleşme, insan hakları, Kürt vatandaşlarının kimliğinin korunması ve kültürel haklar gibi konularda olduğu kadar, dışarıya dönük Irak’taki Türkmenlerin korunması, Kuzey Irak’taki yapılanma gibi konularda geliştirdiği politikalar kimi yabancı aktörler tarafından “Kürt düşmanlığı” ve ayrımcılık olarak değerlendirilmektedir. Türkiye’deki kimilerince kullanılan/benimsenen üslup/söylemse bu bakış açısı için gerekçe oluşturabilmektedir. Bu yaklaşım çerçevesinde Batılı ülkelerin ve özellikle bölgesel nitelikteki kimi uluslararası örgütlerin Kürt sorununa ilgi düzeyinin yüksek, karışma düzeyininse dolaylı bir nitelik gösterdiği söylenebilir. Batılı ülkeler, Kürt sorunu konusunda insan hakları bağlamında yaptığı açıklamalarla ve Kürt hareketinin Batı’daki etkinliklerine göz yummasıyla sorunla yakından ilgili olduğunu göstermekte, fakat doğrudan Kürt hareketinin yanında yer almaktan ve soruna müdahil olmaktan da özenle kaçınmaktadır. Dolayısıyla Batılı aktörler resmi ve ilkesel olarak Türkiye’nin yanında yer alsalar bile (PKK terörist örgüt olarak kabul edilmektedir) Kürt hareketine bir biçimde dış destek sağlamaktadırlar. Bu daha çok dolaylı ve görünürde düşük düzeydeki somut destek ile uluslararası yükselen değerler bağlamında dile getirilen yüksek düzeydeki siyasal ve diplomatik destek türlerinin değişik biçimlerinde olmaktadır. Türkiye’nin Batı’yla olan ittifak ilişkisi ve güçlü bağları kuşkusuz doğrudan ve yüksek düzeyde somut destek sağlanmasını engellemektedir. Bununla birlikte genel olarak Batılı ülkeler, PKK’nın ve diğer Kürt örgütlerinin çeşitli düzeylerde siyasal ve kültürel etkinlikler yürütmelerine geniş imkânlar tanımaktadır. Örneğin açıkça imkân sağlanan, hatta teşvik edilen hususlar içinde her türlü basın-yayın faaliyetlerinin yapılması (Med TV, Roj TV, Serxwebun vs.), konferans ve kongreler düzenlenmesi, çeşitli örgütlenmelere gidilmesi (PKK’nın siyasi kanadı olan ERNK, “Sürgünde Kürt Parlamentosu”, “Kürdistan Ulusal Kongresi”, Kürt Enstitüleri, Kürt Enformasyon Büroları, kültür dernekleri, gençlik 31 Avrupa’nın ontolojik güvenlik anlayışına ilişkin bkz. Haluk Özdemir, “Identity and Ontological Security of Europe”, Journal of Modern Science, Vol 1, No. 3 (2006), ss. 241-272. 52 EROL KURUBAŞ örgütleri vs.) sıralanabilir32. Örtülü ve dolaylı somut destek sayılabilecek hususlar içindeyse terörist örgüt üyelerine dokunmama ve finansal destek sağlamaya dönük faaliyetlere göz yumma (uyuşturucu ve insan kaçakçılığı, gasp, soygun, “devrim vergisi” toplama) sayılabilir. Siyasal ve diplomatik destek konusundaysa Kürt sorununun barışçı biçimde çözümüne ilişkin çağrılar önemli yer tutmakta, nadiren de olsa Türkiye’ye yönelik insan hakları bağlamında dolaylı ekonomik yaptırımlar gündeme gelebilmektedir. Örneğin ABD Kongresi’nin insan haklarındaki olumsuzluklar nedeniyle Türkiye’ye yapılan yardımlarda kısıtlamaya gitmesi gibi33. Avrupa’daki bölgesel örgütler aracılığıyla da (AK, AGĐT, AB ve NGOlar) soruna ilişkin birtakım belgelerin kabulü ve Avrupa Đnsan Hakları Mahkemesi’nin (AĐHM) bazı kararları34, Kürt hareketine moral diplomatik ve hatta hukuksal destek sağlanması olarak kabul edilebilir. Bu genel çerçeve içinde Türkiye’nin Batı bağlantısı açısından belirleyici olan ABD ve AB’nin tutumlarına, özellikle son dönemi göz önüne alarak daha yakından bakmak yararlı olacaktır. Zaman zaman farklı birimlerin ve aktörlerin (Pentagon, Dışişleri Bakanlığı, CIA vs.) etkisiyle değişebilen bir tutuma sahip olsa da genel olarak ABD’nin Türkiye’deki Kürt sorununa özellikle 2003 sonrası Ortadoğu genel penceresinin Irak ve Kuzey Irak kısmından baktığı, politikalarını da buna göre düzenlediği söylenebilir. Bu bağlamda ikili ilişkilerde Türkiye’nin hassasiyetleri ve müttefikliğin gereği gibi unsurlar belirleyici olamamıştır. ABD Türkiye’nin Kürt sorununun iç güvenlik tehdidi oluşturduğu görüşünü tam paylaşmadığı gibi, PKK konusundaki güvenlik endişelerine de oldukça pragmatik yaklaşmaktadır. Bu açıdan ABD ilke olarak PKK konusunda Türkiye ile işbirliğini kabul etse de, Türkiye’nin Kürt sorununa siyasal bir açılım getirmesi gerektiğine inanmaktadır35. Ayrıca ABD terör konusunda ikircikli bir tavır sergilemekte, kendi çıkarlarını hedef alan terörizmin her türlüsünü kötü ilan ederken, hiç değilse son birkaç yıla değin zımnen PKK’yı Kürt sorunundan açıkça ayırmaktan kaçınmıştır. Çünkü ABD uzun yıllar PKK’nın Kuzey Irak’taki varlığını ve bundan yararlanma umudunu esas alan bir yaklaşım içinde, PKK’yı bilinçli biçimde elinde koz olarak tutmak istiyor gibi bir görünüm vermektedir. Bu araçsal güdülerle ABD’nin Kürt sorununa karışma düzeyinin yüksek ve etkisi bakımından çok önemli olduğu söylenebilir. Bu karışmanın gizli ve dolaylı somut destek ve nispeten açık ve doğrudan diplomatik moral destek biçimlerini içerdiği görülmektedir. Ama bunlar hiçbir zaman Türkiye’yi gözden çıkartacak düzeyde olmadığı gibi, ABD doğrudan destek konusunda kurulacak her türlü bağlantıdan uzak durmuş, resmi düzeyde PKK’yı terör örgütü olarak nitelemiş, fakat bu terörle mücadele etmek için 2008’e değin destek sağlamaktan da özenle kaçınmıştır. Kürt sorunu konusunda ise Türk hükümetlerine insan hakları ve kültürel haklar konusunda yazılı ve 32 Bkz. Kurubaş, Kürt Sorununun Uluslararası…, op.cit., ss. 136-171; 185-219. Kurubaş, Kürt Sorununun Uluslararası…, op.cit., ss. 237-238. 34 Belge ve kararlar için bkz. Kurubaş, Kürt Sorununun Uluslararası…, op.cit., ss. 310-347. 35 William Park, “Turkey, Northern Iraq and the Kurdish Problem”, Regional in/security: Redefining Threats and Responses, Eds. M.Aydın, Ç.Erhan, S.Açıkmeşe, Ankara, Ankara Üniversitesi Basımevi, 2007, s. 213. 33 ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU 53 sözlü çağrılarda bulunmakla yetinmiştir36. Kısacası ABD’nin tutumu ikircikli ve pragmatiktir. AB’nin tutumuna gelince, ABD’nin Kürt sorununu temelde Irak politikasının bir parçası gören yaklaşımının aksine AB sorunu Türkiye politikasının bir parçası olarak görmüştür37. Bu nedenle kurumsal olarak AB’nin araçsal olmaktan çok demokrasi, insan hakları ve azınlıkların korunması gibi normatif ilkelerle hareket ettiği söylenebilir. Bu açıdan AB Kürt sorununu açıkça, resmen ve zorlayıcı biçimde Türkiye’deki demokratikleşme ve insan haklarındaki gelişmeleri ölçme göstergelerinden ve dönüştürme araçlarından biri haline getirmiştir38. Bunun Türkiye’nin AB’ye üyelik idealiyle yakından ilgili olduğu açıktır. O nedenle Gunter, Türkiye’nin AB üyeliğinin Kürt sorunu konusunda AB’yi tatmin edecek bir çözüm bulunmasına bağlı olduğunu ileri sürmüştür39. Öte yandan, AB’nin bu ilkesel yaklaşımına karşın üye ülkeler bu ilkelere ulusal çıkarları doğrultusunda siyasal yorumlar yükleyebilmektedirler. Bu durumda AB üyesi ülkelerin Kürt sorununa yaklaşımlarının ikili ilişkilerde ve sorunlarda Türkiye’ye karşı bir koz olarak kullanma, Ortadoğu politikasında etkinlik kazanabilme ve bu yolla birtakım stratejik kazanımlar elde etme gibi reelpolitik yönlerinden de söz edilebilir40. Bu nedenle AB’nin yaklaşımı özde ve görünüşte ilkesel ama uygulamada ortak bir dış politika yokluğunun da etkisiyle zaman zaman pragmatik ve araçsal olabilmektedir. Ama her durumda AB ve üye ülkeler de ABD gibi, Kürt sorunu için siyasi bir çözüm çerçevesinde Kürt kimliğinin tanınmasını ve ifade edilmesi istemekte, bunun terörizmi ve ayrılıkçılığı savunmasız bırakacağına inanmaktadır41. Bu genel yaklaşım içinde AB’nin soruna karışması, ortak ve aday ülkelere yönelik etkin biçimde kullandığı “yumuşak güç”ü aracılığıyla yani üyelik, adaylık, ortaklık veya başka faydalardan yararlandırma veya mahrum etme yoluyla olmaktadır. Bu açıdan 36 Geniş bilgi için bkz. Kurubaş, op.cit., ss. 224-243. Davutoğlu, , op.cit., s. 444. 38 Bu konuda bkz. Erol Kurubaş, “AB’nin Türkiye’deki Kürtlere Yönelik Politikası ve Demokratikleşmeye Etkileri”, Demokrasi Platformu, Yıl 1, S.1 (Kış 2005), ss. 187-206. 39 Michael M. Gunter, “The Continuing Kurdish Problem in Turkey After Öcalan’s Capture”, Third World Quarterly, Vol. 21, No. 5 (2000), s. 862. 40 Kurubaş, “AB’nin Türkiye’deki Kürtlere Yönelik…”, s. 187. AB ülkelerinin PKK’yı terör örgütü olarak nitelemesine karşın, dolaylı desteğini sürdürmesi bu ülkelerin PKK’ya dayanarak bir Ortadoğu politikası geliştirmek istediğini de düşündürmektedir. Çünkü AB ülkeleri Kürtlerin gelecekte olası birtakım kazanımları konusunda tamamen ABD’ye değil, kendilerine de minnet duymalarını istemektedir. O nedenle AB ülkeleri en başarısız oldukları “Ortak Dış Politika ve Güvenlik Politikası” alanında bir istisna olarak bu konuda ortak hareket edebilmektedirler. Öte yandan, resmi ve gayrı resmi durum arasındaki çelişki başka nedenlerin yanı sıra AB Komisyon ve Parlamentosu’nun farklı yaklaşımlarından da kaynaklanıyor olabilir. Konsey ve Komisyon daha çok genel olarak tüm vatandaşların kültürel haklarının verilmesine dikkat çekerken, Parlamento’nun son derece sert kararlar alarak Türkiye’yi tutumundan dolayı şiddetle kınadığı ve çözüm için detaylı sayılabilecek önerilerde bulunduğu, parlamenterlerin PKK’lılarla ilişki içinde olduğu görülmektedir. Kurubaş, , op.cit., ss. 191-199. 41 AB’nin bakış açısı için bkz. Nathalie Tocci, “Conflict Resolution in the Neighbourhood: Comparing EU Involvement in Turkey’s Kurdish Question and in the Israeli-Palestinian Conflict”, Mediterranean Politics, Vol. 10, No. 2 (July 2005), ss. 128. 37 54 EROL KURUBAŞ üyelik şartlarını belirleyen Kopenhag Kriterleri ile üyelik sürecinin getirdiği Đlerleme Raporları, AB müktesebatı, Katılım Ortaklığı Belgesi, Ulusal Program, müzakere dosyaları gibi bir dizi belge AB’nin Kürt sorununa ilişkin en etkili karışma ve zorlama araçlarını oluşturmaktadır42. 1999’da tam üyeliğe adaylık ve 2005’te tam üyelik müzakerelerinin başlaması kararıyla da AB’nin Kürt sorununa karışma biçimi nispeten daha meşru, açık ve güçlü bir nitelik kazanmıştır. Nitekim 2004 yılına değin daha çok sözlü olarak Kürt sorunuyla ilgilendiği izlenimi veren AB Komisyonu, ilk kez 2004 Đlerleme Raporunda azınlıkların kültürel haklarından bahsetmek yerine açıkça Kürtlerin durumunu tartışmıştır43. AB Kürt sorununda kimi zaman zorlayıcı, kimi zaman ödüllendirici, kimi zaman da uyarıcı bir güç olarak hareket etmekle birlikte soruna daha doğrudan karışabileceği farklı müdahale seçeneklerinden kaçınmış, bunun yerine yapısal müdahalelerle (insan hakları ihlallerinin giderilmesi, kültürel hakların korunması, demokratik yönetimin güçlendirilmesi gibi) sorunun çözülebileceğini düşünmüştür44. Bu çerçevede AB bazı anayasa ve yasa hükümlerinin değişmesini sağlayarak Kürt sorununun siyasal zeminini güçlendirmiş, Tank’ın ifadesiyle AB’nin bu yaklaşımı güvenlikleştirilmiş (securitised) bir alan olan Kürt sorununu gittikçe güvenlik konusu olmaktan çıkartmıştır (desecuritisation)45. Türkiye’nin birçok reform paketini kabul ederek yasal düzenlemelere gitmesi de bu etkinin düzeyini göstermektedir. AB’nin bu tutumuyla Kürt sorununda tüm diğer aktörlerden daha etkili ve önemli bir üçüncü taraf rolü oynadığı açıktır. Ortadoğulu komşu ülkelerin Kürt soruna yaklaşımına gelince, burada rol oynayan temel etmenin realist güç ve çıkar politikaları olduğu görülmektedir. Ortadoğu politikasının Batı’dan farklı olarak kimlik, güvenlik ve istikrar sorunundan kaynaklanan anarşik niteliği aslında hemen tüm komşu ülkelerin sorunlu ilişkilerinden dolayı birbirlerine karşı çeşitli mezhepsel ya da etnik grupları ve örgütleri birer araç olarak kullanmalarına yol açmıştır. Bu açıdan Ortadoğulu komşular genellikle Türkiye ile ilişkilerinde bir koz elde edebilmek için Kürt sorununa değil Kürtlere ilgi göstermiş, bu bağlamda daha ziyade PKK üzerinden politikalar geliştirmişlerdir. Bu politika 1990 sonlarına değin Suriye, Đran ve Irak’ın Türkiye’ye karşı PKK’yı açıkça kullanması biçiminde olmuştur. Ortadoğulu komşuların Türkiye’yle genelde iyi olmayan ve hatta sorunlu ilişkileri söz konusu desteğin resmen inkâr edilmekle birlikte yüksek düzeyde, açık ve doğrudan olmasına yol açmış, böylece Türkiye’ye yönelik açıkça bölücü ve yıkıcı gizli faaliyetleri destekleyerek içişlerine müdahale düzeyine ulaşmıştır. Bu destek 1980 başlarından 1990 sonlarına değin yaklaşık 20 yıl boyunca PKK’nın ülke topraklarında üs ve kamp kurmasına izin verilmesi, istihbarat ve silah temini de dâhil 42 AB’nin etki biçimleri için bkz. Çelik and Rumelili, s. 207. Çelik and Rumelili, , op.cit., ss. 209-211. 44 Çelik and Rumelili, , op.cit., s. 214. 45 Pınar Tank, “The Effects of the Iraq War on the Kurdish Issue in Turkey”, Conflict, Security & Development, Vol 5, No. 1 (April 2005), s. 70. 43 ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU 55 her türlü lojistik ve maddi imkân sağlamayı içeren “somut destek”in değişik biçimlerinde olmuştur46. Ancak 1998’den itibaren Suriye’nin, 2003’te de ABD’nin Irak’a yerleşmesiyle Irak ve Đran’ın PKK’yı Türkiye’ye karşı araç olarak kullanma politikasından zorunlu olarak vazgeçmeleriyle beraber Kuzey Irak ve buradaki Kürtlerin tutumu daha fazla önem kazanmış ve Türkiye’ye yönelik tehdit buradan gelmeye başlamıştır. Bu açıdan burada özellikle Iraklı Kürtlerin Türkiye’deki Kürt sorununa yaklaşımını netleştirmek yerinde olacaktır. Kuzey Irak’taki aktörlerin temel öncelikleri 2003 Irak işgaliyle yakaladıkları ayrı yönetim kurma konusundaki tarihsel fırsatı en iyi şekilde değerlendirmek ve Irak’ta istikrar sağlanmadan en üst düzeyde kazanımlar elde etmektir. Bununla birlikte, Kuzey Iraklı liderler Türkiye’deki soruna ve özellikle PKK’ya kimi zaman etnik akrabalık nedeniyle (etnopolitik açıdan), kimi zaman da Türkiye’nin Kuzey Irak politikası nedeniyle (reelpolitik açıdan) ilgi duymuşlardır. Fakat Kürt liderlerin bakış açılarında çeşitli farklılıklar da göze çarpmaktadır. KDP lideri ve kuzeydeki yönetimin başkanı durumundaki Mesut Barzani idealist bir duygusallık içinde Kuzey Irak’taki sürecin duruma göre bağımsızlığa kadar gidebileceğini düşünmesinden dolayı, Türkiye’nin içişlerine yönelik etnopolitik söylemlere yer vererek47 Türkiye’nin bu sürece engel olma çabasını caydırabileceğini ummaktadır. KYB lideri ve Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani ise reelpolitik bir yaklaşımla bağımsızlık gerçekleşse bile bunun Türkiye ikna edilmeden sürdürülebilir olmadığını gördüğünden daha temkinli bir tutum sergilemektedir. Her halükarda Barzani ekolünün daha etkili olduğundan hareketle Iraklı Kürtlerin ABD desteği ve koruması altında fazlasıyla idealize olmaları, devlet geleneğinden yoksunlukları, korkuları ve hırsları gibi duygusallıklarla Türkiye’deki Kürt sorununu etkileme kapasitelerinin olduğunu göstermeye çalıştıkları ve Kürt hareketini destekledikleri söylenebilir. Böylece Türkiye’deki Kürt sorununa karışan Iraklı Kürtler bir yandan PKK’yı kollamakta (somut lojistik ve maddi destek), öte yandan Türkiye’ye yönelik sorunu askeri değil barışçı siyasal araçlarla çözme yönünde söylemler geliştirmektedirler (yaygın siyasal ve diplomatik destek). Çünkü Iraklı Kürtler Türkiye’deki Kürt hareketinin temel ideallerini yani Kürtlerin self-determinasyon hakkı olduğu düşüncesini paylaşmakta, en azından kültürel ve idari özerkliği hak ettiklerini düşünmektedirler. Bu nedenle de PKK’yı terör örgütü olarak nitelendirmemektedirler. 46 Geniş bilgi için bkz. Kurubaş, , op.cit., ss. 280-307. Barzani 26 Şubat 2007’de, "Đran ve Türkiye, Kürtlerin bağımsız bir devlete sahip olma hakkı olduğu fikrine alışmalı" ifadesini kullanarak Türkiye'deki Kürt sorununun PKK'dan ibaret olmadığını, bu sorunun sadece siyasi ve barışçıl yöntemlerle çözebileceğini söylemiş; 1 Mart 2007’de “Türkiye’deki Kürtlerin de kendi kaderlerini belirleyeceklerini, Türkiye’nin askeri yöntemlerle bu sorunu çözemeyeceğini ve siyasal çözüm bulması gerektiğini” belirtmiştir. “Barzani: Türkiye’deki Kürt Sorununun Askeri Çözümü Yok”, Milliyet, 1 Mart 2005, <http://www.milliyet.com.tr/2007/03/01/son/sondun16.asp>, “Barzani: Ne PKK'ya dokunurum, ne sınır ötesi operasyonu kabul ederim”, Radikal, 27 Şubat 2007, <http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=214159> 47 56 EROL KURUBAŞ Sonuçta, AB faktörü Türkiye’deki Kürt sorununu ne kadar güvenlikleştirilmiş alan olmaktan uzaklaştırıyorsa, Kuzey Irak faktörü de o kadar güvenlikleştirilmiş alana dönüştürmektedir. Yabancı aktörlerin Kürt sorununa karışma düzeyleri, biçimleri, nedenleri ve Türkiye’nin tutumuna etkisiyle destek düzey ve biçimleri daha açık biçimde aşağıdaki tablolardaki gibi özetlenebilir. Tablo 1: Yabancı Aktörlerin Kürt Sorununa Karışma Düzeyi ve Etkisi KARIŞAN YABANCI AKTÖRLER KARIŞMA DÜZEYĐ KARIŞMA BĐÇĐMĐ KARIŞMA NEDENĐ TÜRKĐYE’NĐN TUTUMUNA ETKĐSĐ Ortadoğulu Komşular (Suriye, Irak, Đran) Yüksek ve doğrudan PKK’ya somut destek Reelpolitik Askeri/güvenlik önlemlerine zorlayıcı Akraba Topluluklar (Irak, Đran ve Suriye Kürtleri) Yüksek ve doğrudan PKK’ya somut destek Etnopolitik ve reelpolitik Askeri/güvenlik önlemlerine zorlayıcı Diğer komşular (Yunanistan, Ermenistan, SSCB/Rusya) Orta ve dolaylı PKK’ya somut destek Reelpolitik Askeri/güvenlik önlemlerine zorlayıcı ABD, Avrupalı Devletler ve AB Yüksek ve dolaylı Kürtlere siyasal-kültürel destek, PKK’ya göz yumarak dolaylı somut ve moral destek, Türkiye’ye karşı resmi açıklama ve barış çağrısı, Araçsal ve kısmen ilkesel Siyasal çözüm ve reforma zorlayıcı Bölgesel IGOs (AK, AGĐT) Orta ve doğrudan Kürtlere hukuksal destek Resmi açıklamalarla barışçı çözüm ve reform çağrısı ile çeşitli resmi belge ve mahkeme kararları Đlkesel (insan hakları ve kültürel haklar) Hukuksal Reformlara Zorlayıcı BM ve NATO - - - Etkisiz NGOs (Uluslararası Af, Helsinki Watch vs.) Yüksek doğrudan Açıklama ve raporlarla kamuoyu oluşturma Đlkesel (insan hakları ve kültürel haklar) Etkisiz ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU 57 Tablo 2: Yabancı Aktörlerin Kürt Hareketine Destek Düzeyi ve Biçimleri KARIŞAN YABANCI AKTÖRLER SOMUT DESTEK DÜZEYĐ/ BĐÇĐMĐ Resmen GizliYüksek/ her türlü maddi ve lojistik destek DĐPLOMATĐKSĐYASAL DESTEK DÜZEYĐ/ BĐÇĐMĐ Düşük/ilgilenme HUKUKSAL DESTEK DÜZEYĐ/ BĐÇĐMĐ - Akraba Topluluklar (Irak, Đran ve Suriye Kürtleri) Resmen GizliYüksek/ her türlü maddi ve lojistik destek Yüksek/ Selfdeterminasyon hakkı olarak görme - Diğer komşular (Yunanistan, Ermenistan, SSCB/Rusya) ABD, Avrupalı Devletler, AB Resmen GizliYüksek/lojistik Düşük/ ilgilenme - Açık-Düşük/, dolaylı lojistik destek Yüksek/ Moral destek, sözlü açıklama ve dolaylı raporlarla diplomatik baskı AB müktesebatına uyum çerçevesinde yüksek Đttifak ilişkilerine tehdit/Sevr algısı Bölgesel IGOs (AK, AGĐT) - Yüksek/ çözüm için çağrı ve resmi raporlar Batılılaşma idealine tehdit BM ve NATO NGOs (Uluslararası Af, Helsinki Watch vs.) - - Yüksek/insan hakları ve kültürel haklara ilişkin resmi belgeler, mahkeme kararları - - Yüksek/ moral destek, çözüm için çağrı ve resmi raporlar Yüksek/rapor yayınlama Uluslararası imaja tehdit Ortadoğulu Komşular (Suriye, Irak, Đran) TÜRKĐYE’YE TEMEL ETKĐSĐ Ulusal güvenliğe tehdit/ülkesel bütünlüğe tehdit Ulusal güvenliğe tehdit/ Pankürdist tehdit algılaması Ulusal güvenliğe tehdit/ulusal çıkarlara tehdit - 58 EROL KURUBAŞ Kürt Sorununun Türk Dış Politikasına Etkileri Türk Dış Politikasının Genel Vizyonuna Etkileri Kürt sorunu Türk dış politikasının genel vizyonunda birtakım zıtlıklar ve zorluklar meydana getirmiştir (Bkz. Tablo 3). Öncelikle Kürt sorununun Türk dış politikasında hâkim olan realist anlayışın48 Soğuk Savaş sonrası dönemde yeniden üretilmesine yol açtığı söylenebilir. Çünkü Kürt sorununun PKK ile özdeşleştirilerek temelde bir güvenlik sorunu olarak görülmesi, Soğuk Savaş koşullarında benimsenen dış tehdit kaynaklı ve güvenlik eksenli dış politika anlayışının iç tehdit kaynaklı olarak devam ettirilmesi anlamına gelmektedir. Kuzey Irak’taki gelişmeler ve yabancı aktörlerin soruna yüksek düzeyde karışması Türkiye’nin tarihten beslenen bölünme korkusunu kışkırtarak bu anlayışı daha da güçlendirmiş ve gerekçelendirmiştir. Bu güvenlik sorunu, Türk dış politikasının daha içe dönük bir eksene oturmasına, başka etkenlerin de yardımıyla49 karar alma mekanizmalarında ordu etkisinin artmasına ve gerek Batıyla gerekse komşularla ilişkilerde karşılıklı kuşku ve güvensizliğin sürmesine, yani bölgesel düzeyde güvenlik tüketimine yol açmıştır. Bunun sonucu olarak Türkiye, dışarıyı öncelikle güvenlik konseptiyle algılayan, dışa açılma, büyüme ve etkinleşme potansiyellerini iç güvenlik kaygılarıyla harcayan bir ülke durumuna gelmiş, bir bakıma “güvenlik açmazı”na düşmüştür. Öte yandan, Kürt sorunu iç-dış politika bağlantısı oluşturmakla, iç güvenlikle dış güvenliği birbirine eklemleyerek iç-dış politika ayrımına dayalı anlayışı gittikçe geçersiz hale getirmiş, yani Türk dış politikasını realizmin öngördüğü iç-dış politika ayrımından uzaklaşmaya itmiştir. Bu durum, Türkiye’nin dış politikasını sadece fiziksel güce dayalı güvenlikleştirilmiş bir yüksek politika alanı olmaktan çıkartmış ve Kürt sorununun kimlik ile güvenlik arasında kurduğu güçlü bağ Türk dış politikasının realist anlayışla yürütülmesini gittikçe zorlaştırmıştır. Böylece Kürt sorunu bir yandan Türk dış politikasında uzun yıllar benimsenmiş olan ve dış politikada güç ilişkilerini ön plana çıkaran realist anlayışı yeniden üretmiş, öte yandan özellikle AB bağlantısının da bir sonucu olarak 1990 sonrası gelişen ortama daha uygun düşen ve dış politikayı sosyal ilişkilere dayandıran inşacı (constructivist) anlayışa50 uyum sağlamayı zorlaştırmıştır. Bu bir bakıma Türk dış politikasının bu iki anlayış arasında sıkışıp kalması demektir. Zaten ileride değinilecek olan Kürt sorunu nedeniyle Avrupa ile ikili ilişkilerin sorunlu hal almasının, bölgesel birtakım fırsatların 48 Bkz. Ramazan Gözen, “Türk Dış Politikasında Vizyon ve Revizyon”, Demokrasi Platformu, No. 4 (Güz 2005), ss. 43-47. 49 Bkz. Baskın Oran, “Giriş: Türk Dış Politikasının Teori ve Pratiği”, Türk Dış Politikası C. I (1919-1980), Ed. Baskın Oran, 2.b., Đstanbul, Đletişim Yay., 2003, ss. 85-88. 50 Đnşacı yaklaşım, uluslararası politikanın sosyal yapı ve aktörler arasındaki karşılıklı etkileşimin yani sosyal ilişkilerin ürünü olduğunu ileri sürer. Sosyal ilişkilerin güç ve çıkar ilişkilerinden önce gelerek çıkarları belirlediğini ve uluslararası normları ürettiğini, bunların da sadece düzenleyici değil inşa edici olduğunu belirtir. Bu konuda bkz. Alexander Wendt, Social Theory of International Politics, Cambridge, Cambridge University Press, 1999; Alexander Wendt, “Anarchy is what States Make of it: The Social Construction of Power Politics”, International Organization, Vol. 46, No. 2 (1992), ss. 391-425. ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU 59 yeterince değerlendirilememesinin ve dış politikada birtakım çelişkili durumların ortaya çıkmasının temel nedeni dış politikada benimsenecek temel vizyonun ve anlayışın ne olması gerektiği konusunda yaşanan kararsızlıktır. Türkiye’nin genel olarak realist dış politikalar alanı olmayı sürdüren Ortadoğu ile inşacı dış politikalar alanına dönüşen Avrupa arasında kalan coğrafyası ve ulusal kimliği ile özel olarak Kürt sorununun hem realizme zorlayan PKK kaynaklı terör (güvenlik) boyutu, hem de inşacılığa zorlayan etnik kaynaklı kimlik boyutu bu kararsızlığı ve gerilimi güçlendirmiştir. Bu kararsızlık ve gerilim, özellikle dış politika karar alma mekanizmasında gelenekselci (bürokrasi) ve değişimci (hükümetler) karar alıcılar ve uygulayıcılar arasında da sorunlara yol açmıştır. Nitekim farklı eğilimlerdeki başbakanların çeşitli dönemlerde Kürt sorununa ilişkin söylem düzeyindeki açılımları51 özellikle askeri bürokrasi tarafından hoş karşılanmamıştır. Ayrıca Kürt sorununun etkisiyle sürdürülen ve Batı ile anlaşmazlıklara yol açan realist vizyon Türkiye’yi Batılılaşma hedefinden uzaklaşarak askeri açıdan güçlü olma ve sınır ötesinde güç politikalarıyla (hard power) etki alanları oluşturma hedefine kaydırmaktadır. Bu kayma, Türkiye’nin Batı’daki imajını ve Batı bağlantısını olumsuz etkilemektedir52. Çünkü özellikle Avrupa’nın temel dış politika vizyonunda realizm etkisini gittikçe yitirmekte, fiziksel güç politikaları yerini yumuşak güçle (soft power) nüfuz politikalarına bırakmaya başlamıştır. Neticede bu vizyon sorunu Türk dış politikasının temel ilkelerinden biri olan Batıcılığı ciddi anlamda zedelemiştir. Sonuç olarak Kürt sorunu, Türkiye’nin içe kapanarak yeni döneme ilişkin vizyon geliştirmesini engellemiş, bu ise yeni uluslararası ilişkiler anlayışına uyum sağlayamama ve dışarıyı algılayamama ya da eksik algılamaya neden olarak dış politikanın yönünde kararsızlık ve belirsizliklere yol açmıştır. Türk Dış Politikasının Dayandığı Đç Dinamiklere Etkisi Kürt sorununun Türk dış politikasının iç dinamiklerine etkisi öncelikle ulusal kimlikte kendini göstermiştir (Bkz. Tablo 3). Bu sorunun ulusal kimlikte meydan getirdiği tahribat açıktır. Atatürk milliyetçiliğinin gereği olan Türk ulusal kimliğinin farklılıkları içine alarak birlik sağlama anlayışı, Kürt sorunu yüzünden hiç değilse toplumsal düzeyde bir algı olarak gittikçe farklılıkları dışlayarak birlik sağlama anlayışına dönüşmüştür. Bu dönüşümün içeride dayanışmayı artırmadığı kesindir. Hâlbuki bir devletin dışarıya sağlıklı biçimde yönelebilmesi ancak içeride güçlü bir dayanışma olduğu takdirde mümkündür. Bu nedenle ulusal kimliğin rol oynadığı her dış politika alanında sorunlar yaşanması kaçınılmazdır. PKK’nın yabancı desteğini arkasına alarak sınır ötesinden ülke bütünlüğünü tehdit eden eylemler gerçekleştirmesi ve Kürtlere ilişkin birtakım taleplerde bulunması, 51 Özal cumhurbaşkanıyken “kendi kanında Kürtlük olduğu”ndan, 1992’de Demirel başbakanken “Kürt realitesini tanımak”tan, 1993’te Başbakan Çiller “Bask modeli”nden, 1999’da Başbakan M. Yılmaz “AB’ye giden yolun Diyarbakır’dan geçtiği”nden ve 2005’te Başbakan Erdoğan, “Devletin geçmişte Kürtlere yönelik bazı hatalı politikaları olabileceği”nden söz etmiş ve kültürel haklar konusunda bazı sözler vermişlerdi. 52 Gözen, , op.cit., s. 50. 60 EROL KURUBAŞ kamuoyunda bir bütün olarak Kürtlerin iç ve dış ulusal güvenlik tehdidi olarak algılanmasına (sadakat sorunu) yol açmıştır. Bu bağlamda siyasallaşan Kürtlerin de ulusal kimlikten ayrı bir kimlik dile getirmeleriyle başlayan tartışmalar (aidiyet sorunu), dış politikanın dayandığı ulusal birlik ve beraberliği, dinamizmi ve enerjiyi, ulusal morali ve gücü zayıflatmış, Kürt sorunu üzerinden algılanan tüm dış tehditlerin doğrudan ulusal birlik ve beraberliğe ve ülkesel bütünlüğe yönelik olduğu kaygısını doğurmuştur. Bu durum, genel olarak içeride etnokültürel farklılıklarını korumak isteyen tüm topluluklara ve dışarıda onların akraba devletlerine veya akraba topluluklarını barındıran devletlere, hatta bu farklılıkları dile getiren tüm yabancı aktörlere karşı özel hassasiyetlerin oluşmasına, bunlarla güvensizlik zemininde ilişkiler kurulmasına yol açmıştır. Dahası, söz konusu devletlerin ve toplulukların da kimi zaman art niyetli çabaları ve durumdan yararlanma politikaları bu hassasiyetlere haklılık ve ivme kazandırmıştır. Fakat bu hassasiyetler bir yandan içeride sürekli birlik ve bütünlük vurgusunun yapılmasına, öte yandan Türkiye’nin kendisini bölmeye çalışan düşmanlarla çevrili mutlak bir güvensizlik ortamında yaşadığı algısına yol açmaktadır. Sonuçta bu durum özgüven sorunu nedeniyle hem Türkiye’nin dünyadaki küreselleşme eğiliminin tersine içe kapanması, hem de uluslararası alanda etkisizleşmesi anlamına gelmektedir. Ayrıca Kürt sorunu ulusal birlik ve beraberlik konusunda yaşanan korkular nedeniyle iç güvenlik ile dış güvenliğin iç içe geçmesine yol açmakta, dolayısıyla kimi zaman yapılan dış eylemler ya da dışarıda yaşanan gelişmeler içeride güvensizliğin artmasına neden olmaktadır. Örneğin sınır ötesi operasyonlar ya da Kuzey Irak’taki yapılanmaya karşı tutum içeride kimi Kürt kökenli vatandaşlar nezdinde olumsuz algılanabilmektedir. Benzer biçimde devlet açısından da Kuzey Irak’ta yaşanan gelişmelerin ortaya çıkardığı dış güvenlik tehdidi esasen iç güvenlik sorunundan dolayı önemsenmektedir. Bu nedenle Lundgren’in de dediği gibi Kuzey Irak’ta olanlar Ankara için bir dışişleri sorunu olmayıp iç politikayla yakından ilgilidir53. Yine Kürt sorununun ulusal birlik üzerindeki olumsuz etkileri zaman zaman dış politika eylemlerinin dayandığı ulusal çıkarları da tartışmalı hale getirmektedir. Çünkü Kürt sorununun meydana getirdiği kimlik krizi ulusal çıkarların olabildiğince rasyonel belirlenmesi sürecini olumsuz etkilemekte, hatta bazen ulusal çıkarın gerçekte ne olduğunu belirsizleşmektedir. Örneğin Şubat 2008’de yapılan kapsamlı Kuzey Irak operasyonu konusunda TBMM’de grubu bulunan DTP’nin olumsuz tutumu ve tepkisi teorik olarak dış politika eyleminin dayandığı ulusal çıkar tanımlamasının ulusal uzlaşının ürünü olduğu varsayımını hiç değilse uluslararası alanda tartışmalı hale getirdiği gibi içeride de bu dış politika eyleminden dolayı üstlenilmesi gereken riskleri artırmıştır. Bundan başka Türkiye’nin, Kürtlerin varlığı ve PKK’nın eylem ve dış ilişkilerinden dolayı maruz kalabileceği veya algılayacağı pan-Kürdizm tehdidi, Türk dış politikasında tepkisel bir pan-milliyetçi eğilime veya davranışa da yol açabilir. Bu nedenle Kerkük üzerindeki tartışmalar dikkate değerdir. Iraklı Kürt liderlerin bir yandan 53 Lundgren, op.cit., ss. 11-12. ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU 61 Türkiye’deki Kürt sorununa yönelik kışkırtıcı açıklamaları, öte yandan Kerkük’ü bölgesel yönetime katma çabaları zaman zaman kamuoyunda polemik düzeyinde de olsa buradaki hak iddialarının dile getirilmesine neden olmaktadır. Bu ise, içeride ulusal kimlik ve aidiyet tartışmalarını alevlendirerek ulusal kimlik üzerinde Türk-Kürt farklılığı algısını güçlendirmekte, dışarıda Türkiye’nin yayılmacı emelleri varmış gibi bir imaj doğmasına neden olmaktadır. Sonuç olarak, Kürt sorunu ulusal kimlik ve sosyopolitik istikrar bağlamında hem bazı dış politika eylemlerinin içeriyi hem de içerinin bazı dış politika tercih ve davranışlarını olumsuz etkilemesine zemin hazırlamıştır. Ayrıca ulusal kimlikle ulusal çıkarların korunması arasındaki bağ nedeniyle de Türk dış politikasını bu alandaki zorluklarla da baş etmeye mecbur etmiştir. Türkiye’nin Doğu ve Batı Bağlantısı ile Đkili Đlişkilerine Etkileri Kürt sorununun Türk dış politikasındaki en açık etkisi Türkiye’nin gerek Batılı müttefikleriyle gerekse Ortadoğulu komşularıyla ilişkilerinde görülmektedir (Bkz. Tablo 3). Türkiye’nin Batı bağlantısı açısından Kürt sorunu çatışma değilse bile hem ittifak ilişkilerini zedeleyen (özellikle ABD ile) hem de sağlıksız bir diyalogun yaşanmasına sebebiyet veren (özellikle AB ile) bir anlaşmazlık faktörüdür. Bu, bir yandan Batı ile ilişkilerin bozulmasına ve Batı bağlantısının zayıflamasına, öte yandan Batı’ya karşı bir zafiyet noktasının doğmasına ve Türkiye’nin yoğun Batı baskısına maruz kalmasına yol açmaktadır. Çünkü Türkiye’nin dış politikasında Batıcılığı varoluşsal bir zorunluluk ve temel bir ilke olarak görmesi, Kürt sorununu Batı ile ilişkilerin bir fonksiyonu haline getirmekte, bu ise sorunun çözümü için birtakım reformlar yapılmasını sağlamakla birlikte Türkiye’nin hem dış tehdit algısını güçlendirmekte hem de dış politikada imkân ve yeteneklerini daraltmaktadır. Batılı ülkelerinin olumsuz Türkiye algısı nedeniyle Kürt hareketine ve PKK terörüne verdikleri dolaylı destek Türkiye’nin tarihten beslenen olumsuz Batı algısıyla birleşince ikili ilişkiler olumsuz etkilenmekte, taraflar arasında güven bunalımı ve inandırıcılık sorunu doğmaktadır. Bir başka ifadeyle Kürt sorunu, Türkiye’nin Batılı değerleri benimseme konusundaki inandırıcılığını, Batılı ülkelerin tutumu da Türkiye’nin müttefiklerine güvenini sarsmaktadır. Bu bağlamda Kürt sorunu, Türkiye’nin kendi güvenlik kaygılarıyla Batınınkiler arasında kurulan bağlantıyı koruma anlayışına darbe vurarak ittifak ilişkilerini hem zedelemekte hem de yapısal olmaktan çok konjonktürel niteliğe büründürmektedir. PKK ve Kuzey Irak bağlamında Türkiye ile ABD arasındaki ittifak ilişkisinin seyri buna iyi bir örnek teşkil etmektedir. Özellikle 2003’te Irak’ın işgali sürecinde ABD’nin Kuzey Irak ve PKK politikaları Türkiye’nin ulusal güvenliği ve çıkarları açısından birtakım olumsuzlukları beraberinde getirmiş, tarafların bölgeye ilişkin çatışan çıkar tanımlamaları54 ittifak ilişkisini zedelemiştir. Irak işgali öncesi 1 Mart Tezkeresinin TBMM tarafından reddi, işgal sürecinde ve sonrasında ABD’nin Iraklı Kürtleri kendine dayanak yaparak buradaki yapıyı güçlendirmesi, ardından Türkiye’yi bu bölgeden uzak 54 Bazıları için bkz. Park, op.cit.,s. 219. 62 EROL KURUBAŞ tutma çabaları ve hatta PKK’yı kendi politikalarına uygun biçimde kullanma arayışı (Đran’a karşı PJAK), ilişkileri tam anlamıyla çıkmaza sokmuş, hatta Türkiye’nin PKK’ya karşı yapacağı olası sınır ötesi operasyonlarda Türk ve Amerikan askerlerinin karşı karşıya gelebileceği üzerinden senaryolar bile üretilmiştir. Yani ABD, Türkiye’nin PKK konusundaki güvenlik endişelerini önemsemediği ve Kürt sorununa PKK üzerinden bakarak terör konusunda ikircikli bir tutum sergilediği algısına neden olarak Türkiye nezdinde inandırıcılığını yitirmiş, PKK ve Irak Kürtleri üzerinden geliştirdiği politikalar yüzünden de açıkça tehdit olarak görülmüştür. Fakat iki tarafın rasyonel yaklaşımı sonunda ABD’nin PKK konusunda mümkün mertebe diplomatik yollarla oyalama, mümkün olmadığı yerde ortak hareket etme politikası, Türkiye’nin de PKK konusundaki hassasiyetini göstermekle beraber ABD’yle birlikte hareket etme çabası sayesinde ilişkiler kopmamış ve daha sonra varılan mutabakatlarla 2008’de kısmen de olsa işbirliği mümkün hale gelmiştir55. Dolayısıyla 2003-2008 arasında yaşanan olaylar ve ABD’nin Türkiye’nin en büyük beka sorunu karşısındaki tutumu Kürt sorununun iki müttefik arasındaki ilişkileri ne kadar kırılgan bir zemine kaydırdığını ve esasen ilişkilerin müttefikliğin gerektirdiği ilkelerden çok reelpolitiğin gerektirdiği konjonktüre göre şekillendiğini göstermesi açısından öğreticidir. Daha da ilginç olanı ise, ABD’nin bu süreçte izlediği politikaların Türkiye’deki bölünme korkusuyla birleşince Türkiye’nin bu en büyük ve önemli müttefikinden varlığına yönelik ciddi bir tehdit algılamasına yol açmış olmasıdır. Kürt sorunu “çıkar çatışmaları”ndan dolayı Türkiye’nin Batı’yla “ittifak ilişkilerini” zedelediği gibi, taraflar arasında uluslararası değerler, özellikle devlet, ulus, egemenlik, yönetim anlayışı gibi daha temel konulardaki “zihniyet farklılığı” nedeniyle de sağlıksız bir diyalogun yaşanmasına yol açmıştır. Türkiye’nin mutlak Batıcı dış politikasıyla (ki bu Türkiye’yi Batı’nın Kürt sorununa ilişkin taleplerini karşılamaya zorlamakta) Kürt sorununa çözüm üretemeyen iç politikası (ki bu Batılıların taleplerinin karşılanmasını engellemekte) arasındaki gerilimden de beslenen bu sağlıksız diyalogun temel nedenlerden biri dışarıyı algılamadaki ve dış politika anlayışlarındaki farklılaşmadır. Daha önce belirtildiği gibi, Türkiye esasen Kürt sorunu ve PKK yüzünden doğusundan algıladığı tehditlerin ve statükocu geleneğin etkisi altında dış politikaya ve ikili ilişkilere halen realist perspektiften bakmakta, devleti dış politika yapan, yürüten tek aktör olarak görmekte, devlet içi yapısal sorunların dış ilişkiler çerçevesinde tartışılmasını bir müdahale olarak algılamakta, sosyopolitik yapının değiştirilmesine ilişkin her türlü talebe karşı çıkmaktadır. Hâlbuki Batı, özellikle AB, kendisiyle sıkı ilişki içindeki ülkelerin içyapısal sorunlarını dış ilişkilerin bir parçası olarak görmekte ve onları yapısal olarak değişime zorlamaktadır. Bu anlayış farklılıkları, özellikle AB’ye katılım çerçevesinde Kürt sorunu bağlamlı tartışmalarda kendini göstermekte, böylece Kürt sorunu, Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin bozulmasında da birinci derecede etkili olmaktadır. Aslında Kürt konusu Türkiye-Avrupa ilişkilerinde yaklaşık 20 yıldır doğrudan olumsuz etken olarak rol oynamış ve ilişkilerdeki tüm siyasal sorunları birbirine eklemlemiştir. Çünkü sorunun 55 Gelişmeler için bkz. Tank, op.cit.,ss. 77-79. ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU 63 güvenlik ve kimlik gibi iki önemli yönünün varlığı Türkiye’ye ilişkin ulus-devlet yapısı ve ulusal kimlik tartışmalarını beraberinde getirmiş, AB de Kürt sorununa bakarak demokrasi ve insan hakları açısından Türk ulusal kimliği, ulus-devlet anlayışı, üniter yapı gibi Türkiye’nin felsefi temellerini sorgulamaya ve eleştirmeye başlamıştır. Bununla birlikte, daha önce belirtildiği gibi, AB’nin Kürt sorununu Türkiye’deki demokratikleşme ve insan haklarındaki gelişmeleri ölçme araçlarından biri haline getirmesi, Türkiye’de AB’nin insan hakları ve demokrasi adı altında dolaylı da olsa PKK’yı destekleyerek Türkiye’yi bölmeye çalıştığı yönünde güçlü bir algının oluşmasına yol açmıştır56. Ayrıca AB kurumları arasındaki farklı üslup ve yaklaşımlar da AB’nin Türkiye’deki Kürt sorununa ilişkin tutumu konusunda kafaların karışmasına ve ikiyüzlü bir politika benimsendiği inancına neden olmuştur. Bu algı ve inançlar AB ülkelerinde yıllarca PKK’nın faaliyetlerine göz yumulmasının ve tarihsel önyargıların da etkisiyle ilişkilerdeki inandırıcılık sorunu ve güven bunalımını derinleştirmiştir. Yani AB Türkiye’yi reformlar konusundaki isteksizlik ve uygulamadaki sorunlardan dolayı57 güvenilmez bulurken, Türkiye de AB’nin tam üyelik için değil istikrarsızlaştırmak için reform dayatması yaptığını düşünmüştür. Böylece Türkiye AB’den gelen her türlü talebe kuşkuyla bakarken, AB de Türkiye’ye karşı benzer kuşkuları beslemiştir. Bu ise sağlıksız bir ilişki ve “diyalog” anlamına gelmekte, katılım ilişkisinde sorunlara yol açmaktadır. Kürt sorunu bu şekilde güven bunalımı yaratmanın yanısıra ikili ilişkilerde AB’ye taktiksel bir koz verilmesi anlamına da gelmektedir. Türkiye’yi ne içine almak ne de dışarıda bırakmak isteyen AB, Kürt sorunu sayesinde yaptığı eleştiri ve önerilerle bu politikasını sürdürebilmektedir. Türkiye’nin AB’nin elinden bu kozu alacak açılımlar yapmaması AB’nin işini daha da kolaylaştırmakta, bu aracı sürekli işlevsel kılmaktadır. Kısacası, Türkiye’nin Batı bağlantısının iki ayağını oluşturan ABD ve Avrupa (AB) Türkiye’yi Batılılaştırmak (demokrasi gibi Batılı değerlere sahip kılmak) için Türkiye’nin en çok korktuğu araçları –PKK ve Kürt sorunu- kullanmaya kalkınca hem ikili ilişkiler büyük bir yara almakta, hem de Türkiye demokratikleşme yerine, gittikçe güvenlik devletine dönüşmekte, hatta kimi zaman Batı’ya alternatif arayışlara yönelmektedir. Kürt sorunu Batı bağlantısında oluşturduğu bu tahribatın yanısıra Ortadoğulu komşularla ilişkilerde de açık bir çatışma unsuru olup hem Türkiye’nin doğusundaki tehdit ve riskleri artırdığı için zaten zayıf olan doğu bağlantısını daha da zayıflatarak kaygan ve güvensiz bir zemine taşımakta, hem de Türkiye’yi daha fazla “güvenlikleştirilmiş bir dış politika alanı” olan Ortadoğu politikasının içine çekmektedir. Ortadoğu ekseninde Kürt sorununun Türk dış politikasındaki etkilerine bakıldığında her şeyden önce bu bölgeden algılanan ulusal güvenliğe yönelik tehditleri artırdığı belirtilebilir. Bu tehditlerin altında yatan olgu bir yandan PKK’nın komşu ülkelerde konuşlanmış olması ve dolayısıyla buralardaki aktörlerce bir koz olarak 56 Ümit Özdağ, Türkiye-Avrupa Birliği Đlişkileri: Jeopolitik Đnceleme, Ankara, ASAM, 2002, s. 56. 57 Park, op.cit., s. 213. 64 EROL KURUBAŞ kullanılması58, öte yandan Kuzey Irak’taki gelişmelerin Türkiye’deki Kürtler üzerine olası etkilerinden duyulan endişelerdir. Özellikle son yıllarda yaşanan gelişmelerle ikinci hususun daha fazla önem kazandığı açıktır. Türkiye Kuzey Irak’taki gelişmeleri Kürtlerin bağımsızlaşma çabası olarak algılamakta, uzun vadede toprak bütünlüğüne yönelik bir tehdide dönüşeceğine inanmaktadır. Türkiye açısından sorun, buradaki özerk, federatif veya olası bağımsız yapının kendi Kürtlerine örnek teşkil edeceği ve ayrılıkçı eğilimleri güçlendireceği korkusudur. Dahası buradaki yapının Türkiye’deki Kürtlerin hamiliğine soyunabileceği, bu çerçevede Kürt milliyetçiliğini kışkırtma, terörü destekleme, pan-Kürdizm çerçevesinde irredentist politikalar izleme59, Türkiye’deki Kürt sorununu uluslararası platformlara taşıma gibi politikalar geliştirebileceğini düşünmektedir60. Bu tehdit hem PKK’nın Kuzey Irak’a yerleşmiş olmasıyla hem de Iraklı Kürtlerin irredentist söylemleriyle gerçekçi bir boyut kazanmaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin ulusal güvenlik algısı bakımından coğrafi ve etnokültürel açıdan birbirinin devamı niteliğindeki Güneydoğu ile Kuzey Irak arasında gerçek bir ayrım yoktur61 ve gerçekten de Türkiyeli Kürtler Kuzey Irak’ta yaşanan gelişmelerden bir biçimde etkilenmektedir. Fakat bu durumun ortaya çıkardığı Kürt sorunu, PKK ve Kuzey Irak özdeşleştirmesi Türkiye’nin iç tehdit algısını dış tehdit algısıyla birleştirerek Türk dış politikasının kısırdöngüye girmesine ve buradaki her gelişmeyi güvenlik ekseninde değerlendirmesine yol açmaktadır. Hal böyle olunca Türkiye’nin Ortadoğu politikası sadece bu bölgeye odaklanmış güvenlik politikalarının darlığına hapsolmakta, hatta buraya yönelik ekonomik ilişkilerin yoğunlaştırılarak Kuzey Irak’ın uzun vadede Türkiye’ye bağımlı hale getirilmesi gibi yeni açılımlar geliştirmekten uzaklaşmaktadır. Kısacası saf güvenlik algısı hem güvenliği sağlamada yetersiz kalmakta hem de bu tür uzun vadeli, barışçı ve kalıcı çözüm açılımlarını engellemektedir. Ayrıca Kürt sorunu Türkiye’nin dışarıdan irredentist olarak algılanabilecek tepkisel söylemler geliştirmesine de (örneğin kamuoyunda Kerkük konusundaki bazı söylemler) neden olarak dış politikadaki rasyonalitesini ve imajını olumsuz etkilemektedir. Çünkü bölgeye yönelik Türkiye’deki polemik düzeyindeki tartışmalar Batı tarafından olduğu kadar, bölge ülkeleri tarafından da Türkiye’nin yayılmacı politikalar izlemek için bahaneler aradığı izlenimini doğurarak bölge üzerindeki potansiyel etkisinin zayıflamasına neden olmaktadır. Öte yandan Kürt sorunundan kaynaklanan tehdit algılaması ilk bakışta Türkiye’nin Kürt nüfus barındıran ve benzer tehdit algılarına sahip Ortadoğulu komşularıyla işbirliği yapabileceği izlenimi vermektedir. Fakat bu çeşitli deneyimlerle de görüldüğü gibi pek mümkün değildir. Çünkü bu ülkelerin aralarındaki anlaşmazlıklar bir yana öncelikleri, uluslararası konumları, Kuzey Irak’la ilgi nedenleri ve politika oluşturma kapasiteleri 58 Lenore Martin, “Turkey’s National Security in the Middle East”, Turkish Studies, Vol. 1, No. 1 (Spring 2000), ss. 87-89. 59 Bu konunun değerlendirmesi için bkz. Erol Kurubaş, “Pan-Kürdist Hayaller ve Gerçekler”, Stratejik Analiz, C. 8, S. 92 (Aralık 2007), ss. 69-75. 60 Bu yöndeki faaliyetlere ilişkin bkz. Özdağ, Ibid., ss. 106-107. 61 Cengiz Çandar, “Turkish Foreign Policy and the War on Iraq”, Eds. L.G. Martin and D.Keridis, The Future of Turkish Foreign Policy, Cambridge, MIT Press, 2004, s. 53’ten Park, s. 208. ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU 65 birbirinden farklı olduğu gibi, Kürt sorunu çerçevesindeki tehdit algılamalarının derecesi de birbirinden farklıdır62. Ayrıca bu durum Türkiye’nin dış politikasında Doğu ile Batı bağlantısı arasında çelişkili bir ilişki kurulmasına yol açarak özellikle ABD ile ilişkilerin daha da sorunlu hal almasına neden olabilir. Bununla birlikte Kürt sorununun Türkiye’yi daha fazla Ortadoğu politikasının içinde yer almaya zorladığı açıktır. Bölgenin istikrarsızlığı ve Batılı kimliği güçlendirme çabalarının bir ürünü olarak benimsenen Türkiye’nin geleneksel Ortadoğu’dan uzak durma politikası Kürt sorunundan kaynaklanan tehditlerden dolayı değişim potansiyeliyle karşı karşıyadır. Aslında bu olumlu bir gelişme olarak da yorumlanabilir. Çünkü Türkiye’nin PKK ile mücadelesi ve Ortadoğulu komşu ülkelerin PKK’ya desteği nedeniyle algılanan tehdit, Türkiye’nin askeri yeteneklerinin ve bölgeye ilişkin politik vizyonunun gelişmesine neden olmuştur. Bu durum Türkiye’yi Ortadoğu’ya uzak durma politikası yerine daha etkin ve aktif politika izlemeye zorlamaktadır63. Gerçekten de Körfez Savaşı sonrası Kürt sorunu ve özellikle PKK nedeniyle Türkiye’nin Ortadoğu’daki rolündeki genişlemenin artarak devam ettiği söylenebilir. PKK’nın Kuzey Irak’a yerleşerek terörist eylemlerde bulunması Türkiye’nin buradaki güç boşluğunu bir biçimde gidermeye yönelmesine ve aktif bir dış politika izlemesine neden olmuştur64. Bu bağlamda Kuzey Irak’ta etkinlik kazanmak için Türkmenleri koz olarak kullanmaya çalışmış65, sınır ötesi operasyonlarla yakın çevresine gücünün sınırlarını göstermiştir. Ayrıca bölgedeki etkinliğini ve ABD desteğini sürdürmek için Đsrail’le de yakınlaşmak zorunda kalmıştır66. Özellikle 1990’larda Suriye’den algılanan tehdit son tahlilde Đsrail ile ilişkilerin artmasını teşvik etmiştir. Kısacası Ortadoğu Kürt sorunu ve PKK nedeniyle Türkiye’yi kendi içine çekmiştir. Bu durum kuşkusuz birtakım fırsat ve tehditleri beraberinde getirmekle birlikte, Türkiye’yi hem Ortadoğu’nun kaygan ve istikrarsız yapısı içine saplanmamak ve ulusal kimliğinin Batılı niteliğine halel getirmemek, hem de güvenlik gereksinimini sağlamak gibi bir ikilemle baş etmek zorunda bırakmıştır. Türk Dış Politikasında Çelişki ve Açmazlara Neden Olması Kürt sorunu Türk dış politikasında birtakım çelişki ve açmazları da beraberinde getirmektedir (Bkz. Tablo 3). Bunların önemli bir kısmı Türkiye’nin iki farklı dış politika ortamında ve iki farklı stratejik kültür ve kimlik arasında bu sorunla baş etmek zorunda kalmasından kaynaklanmaktadır. Türkiye bir yandan postmodern yapı, aktör ve 62 Bkz. Erol Kurubaş, “Türkiye-Suriye-Đran Arasındaki Đşbirliği Çabalarının Analizi ve Ortadoğu'daki Güç Dengelerine Etkisi”, Avrasya Dosyası, C.9, S.4, (Kış 2003), ss. 204-219. 63 Türkiye’nin olası seçeneklerinin değerlendirmesi için bkz. Martin, op.cit., ss. 95-100. 64 Kirişçi, Winrow, op.cit., s. 164-170. 65 Türkiye’nin Türkmen politikasının da birtakım riskler içerdiği söylenmelidir. Türkiye’nin Türkmen politikasına ilişkin bkz. Tank, op.cit.,, ss. 80-82; Lundgren, op.cit.,, ss. 91-95; Gökhan Çetinsaya, Irak Dosyası: Irak’ta Yeni Dönem, Ortadoğu ve Türkiye, Ankara, SETA, 2006, ss. 48-50. 66 Sabri Sayari, “Turkish Foreign Policy in the Post Cold War Era: The Challenge of MultiRegionalism”, Journal of International Affairs, Vol. 54, No.1 (Fall 2000), ss. 171-172. 66 EROL KURUBAŞ ilişki biçimleri geliştiren Avrupa, öte tarafta premodern yapı, aktör ve ilişki biçimlerinin olduğu Ortadoğu arasında yer almakta67, Kirişçi’nin ifadesiyle “Avrupa’nın Kantçı dünyası ile Ortadoğu’nun Hobbesçu dünyası arasındaki fay hattının tam üzerinde durmaktadır”68. Kürt sorunu da eşzamanlı olarak her iki bölgeyle güçlü bir ilişki ve etkileşimi zorunlu kılmaktadır. Türkiye için Avrupa kendi stratejik kültürü çerçevesinde siyasal ve psikolojik tehdit üretirken, Ortadoğu da kendi stratejik kültürüne uygun biçimde askeri tehditler üretmektedir. Kürt hareketi de bu özelliklere uygun biçimde her iki alanda ayrı niteliklerde örgütlenerek (Ortadoğu’da askeri, Avrupa’da siyasal ve kültürel örgütler) sorunu bu iki alanda geçerli olan anlayışa uygun biçimde oralara taşımaktadır. Türkiye ise bu ikisini birbirinden ayıran ve aralarında denge kuran bir dış politika anlayışı geliştiremediği için çelişkiler ve gerilimler yaşamaktadır. Söz konusu çelişkili durumları öncelikle Türk dış politikasının dayandığı temel ilkelerde görmek mümkündür69. Örneğin Batıcılık temelinde bakıldığında Batı’nın PKK’ya desteği ve Türkiye’nin Kürt sorunundaki yaklaşımını eleştirmesi, Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırmakta, hatta Batı’yı dengelemek için arayış içine girmesine (Đran, Rusya ve hatta Çin alternatifinin dile getirilmesi) ve belli konularda Batı karşıtı ülkelerle işbirliğine (Suriye, Đran) zorlamaktadır. Yine statükoculuk açısından bakıldığında PKK kaynaklı güvenlik gereksinimi nedeniyle temelde statükocu olan Türkiye neredeyse tüm dünya tarafından eleştirilen (özellikle 1990’larda) bir tutum içine girerek sınır ötesi operasyonlar yapmakta, Kuzey Irak’taki gelişmeleri kontrol altında tutmak için politikalar geliştirmek zorunda kalmaktadır. Bu durum Türk dış politikasının içişlere karışmama ilkesini de zedelemektedir. Çünkü Türkiye’nin Kuzey Irak nedeniyle Irak’ta etnik temelli bir federasyon oluşmasını kabul edemeyeceğini dile getirmesi ve bu yönde çaba harcaması aslında geleneksel anlamda bir içişlere karışma olup Türkiye’nin benimsemediği bir tutumdur. Bu ilkesel çelişkilerin yanısıra reelpolitik çelişki ve açmazlar da söz konusudur. Kürt sorununun Ortadoğu ile Avrupa politikasını birbirine eklemlemesinin sonucu olarak Türkiye, Avrupa’dan gelen talepleri Kuzey Irak’taki oluşum nedeniyle Ortadoğu politikasındaki parçalanma sürecinin bir parçası gibi algılayarak şiddetle karşı çıkmaktadır. Bir başka ifadeyle, Türkiye Kürt sorunu nedeniyle Ortadoğu’dan gelen askeri tehditlerle Avrupa’dan gelen siyasi talepleri aynı senaryonun parçaları olarak görmekte, bunlarla eşzamanlı mücadele etmek zorunda kalmaktadır. Daha spesifik düzeyde bakıldığında, bizatihi Türkiye’nin Kuzey Irak politikasının birtakım açmazları beraberinde getirdiği görülmektedir. Türkiye, 1990’lar boyunca PKK’nın Kuzey Irak’ta hayat alanı elde etmesini önlemek ve PKK’ya karşı ortak hareket etmek amacıyla buradaki Kürt liderlere önemli yardımlarda bulunarak Kuzey Irak’taki yapının bir bakıma mimarlarından biri olmuştur. 2003 sonrasıysa kendi 67 Bu yorum için Yrd. Doç. Dr. Haluk Özdemir’e teşekkür ederim. Kemal Kirişçi, “Between Europe and the Middle East: The Transformation of Turkish Policy”, Middle East Review of International Affairs (MERIA), Vol. 8, No. 1 (March 2004). <http://meria.idc.ac.il/journal/2004/issue1/jv8n1a4.html />. 69 Türk dış politikasının temel ilkeleri için bkz. Oran, op.cit., s. 46-53. 68 ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU 67 Kürtlerini kışkırtabileceği endişesiyle buradaki yapının ve Kürt liderlerin tamamen karşısında yer almıştır. Yani Türkiye PKK nedeniyle hem Kuzey Irak’ta güçlü bir otorite olsun istemiş, hem de Kürt sorunu nedeniyle bu otoritenin güçlenmesine karşı çıkmıştır70. Benzer biçimde Kuzey Irak temelinde Türkiye Türkmenleri soydaş olduğu gerekçesiyle himaye politikası izlerken iki yanlış algıya neden olarak açmaza düşmektedir. Iraklı Kürtlere karşı/rağmen geliştirildiği izlenimi verilen Türkmen politikası içeride Türk ulusal kimliğinin etnisiteye dayandığı iddialarını gündeme getirerek Kürt kökenli vatandaşların ulusal kimliğe bağlılıklarını olumsuz etkilemekte, dışarıdaysa Türkiye’nin irredentist politikalar geliştirdiği algısına yol açmaktadır71. Yine Kuzey Irak politikasının ve sınır ötesi operasyonların Türkiye’yi Batı’yla karşı karşıya getirdiğini de vurgulamak yerinde olur. Dahası, özellikle PKK terörüyle mücadele için Kuzey Irak’a yapılan sınır ötesi eylemler özellikle uluslararası topluluk tarafından Kürtlere karşı yapılmış gibi algılanarak Türkiye ile Đsrail arasında paralellikler kurulmasına bile neden olmakta72, uluslararası kamuoyunda Türkiye’nin yayılmacı bir devlet olduğu imajı uyandırılmaya çalışılmaktadır. Bu ise Türkiye’nin en azından bölge ülkeleri nezdindeki itibarını ve inandırıcılığını zedeleyerek Ortadoğu’daki potansiyel ağırlığını olumsuz etkilemektedir. Kürt sorununun getirdiği bir başka reelpolitik zorluk, Türkiye’nin yakın çevresindeki gelişmeler karşısındaki tutumda kendini göstermektedir. Türkiye Kürt sorunu nedeniyle batısındaki etki alanını genişletecek olan Boşnakların ve Kosovalı Arnavutların bağımsızlık taleplerini ancak uluslararası topluluğun eğilimi çerçevesinde destekleyebilmiş, KKTC’nin ayrı pozisyonunun güçlendirilmesi konusunda ileri adımlar atmaktan özenle kaçınmış, doğusunda Çeçenlerin, Abhazların ya da Acarların bağımsızlık taleplerine ise başka nedenlerin yanısıra Kuzey Irak’ın pozisyonunu güçlendireceği endişesiyle de karşı çıkmıştır. Bunların dışında Türkiye Kürt sorunu nedeniyle Soğuk Savaş sonrası dönemin yükselen uluslararası değerlerine ve normlarına ayak uydurmada da zorluklar yaşamaktadır. Türkiye’nin uzun yıllar BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ve Irk 70 Baskın Oran, Kalkık Horoz: Çekiç Güç ve Kürt Devleti, 2.b., Ankara, Bilgi Yay., 1998, s. 280; Lundgren, op.cit., s. 9. 71 1926 tarihli Türkiye-Irak sınırını belirleyen Ankara Antlaşmasında Türkmenlerin haklarıyla ilgili hiçbir hükmün yer almaması çok anlamlıdır. Hâlbuki bu tip toprak düzenlemelerinde dönemin yaygın uygulaması, anlaşmalara bu toprakları terk eden devletlerin akrabalarının (azınlık) haklarını garanti altına alan hükümlerin konulmasıydı. Bunun önemli bir nedeni Türkiye’nin azınlık anlayışını, Lozan’da da görüldüğü gibi, “gayrimüslim” ölçütüne dayandırmasıydı. Türkiye kendisiyle tezada düşmemek için Türkmenlerin haklarını gündeme bile getirememiştir. Bugünse Kuzey Irak’ta etkili olmak için aynı konuda açmaza düşme pahasına Türkmenleri himaye politikası geliştirilmeye çalışılmaktadır. 72 F. Stephen Larrabee, Ian O.Lesser, Türk Dış Politikası Belirsizlik Döneminde, Çev. M. Yıldırım, Ankara, Ötüken Yay, 2002, s. 177. Đsrail’in G. Lübnan’a yönelik operasyonları kastediliyor. Türk kamuoyunda da bazen çok yanlış olarak Türkiye’nin haklılığı Đsrail’in bu türden eylemleriyle gerekçelendirilmeye çalışılmaktadır. 68 EROL KURUBAŞ Ayrımcılığının Önlenmesi Sözleşmesi gibi uluslararası sözleşmeleri imzalamaktan kaçınması, yine AK Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı ve Ulusal Azınlıkların Korunmasına Đlişkin Çerçeve Sözleşme73 gibi doğrudan azınlıkların korunmasıyla ilgili sözleşmeleri halen imzalamak istemeyişinin nedeni bunların Kürt sorununa olumsuz etkilerinin olacağı düşüncesidir. Fakat Türkiye’nin bu tutumu öncelikle insan hakları ve demokrasi konusundaki uluslararası imajını zedelemektedir. Daha da önemlisi ulusal kimliğinin etnik temele dayandırıldığı gibi bir izlenimin doğmasına neden olmaktadır. Ayrıca unutmamak gerekir ki, söz konusu sözleşmelerin onaylanması AB’ye giriş koşullarından biri olarak görüldüğünden AB hedefi de inandırıcılığını yitirmektedir. Yani Türkiye bir yandan Kopenhag Kriterlerini karşılamaya çalışırken, öte yandan Kürt sorunu nedeniyle bu kriterlerin Türkiye’yi böleceği endişesine kapılarak bunlara direnmektedir. Tablo 3. Kürt sorununun Türk Dış Politikasına Etkileri ve Sonuçları ETKĐLEDĐĞĐ ALANLAR Türk Dış Politikasının Vizyonu Türk Dış Politikasının Dayandığı Đç Dinamikler Türkiye’nin Doğu ve Batı Bağlantısı ile Đkili Đlişkileri Türk Dış Politikasında Çelişki ve Açmazlar 73 ETKĐLER Realist dış politika anlayışını yeniden üretmesi, Dış politika anlayışında değişime zorlaması, Karar alma mekanizmasında gelenekselci-değişimci ayrışması. Ulusal birlik beraberlik ve ulusal kimlikte zayıflama, Ulusal çıkarda belirsizlik, Ulusal güvenlikte sorunlar (tehdit algılamalarında artış, iç ve dış tehditlerin birbirine eklemlenmesi) ABD ile “çıkar çatışması” kaynaklı tehdit algılamaları nedeniyle “ittifak ilişkisi”nde sorunlar, AB’yle “zihniyet farklılaşması” kaynaklı tehdit algılamaları nedeniyle “katılım ilişkisi”nde sorunlar, Ortadoğulu komşulardan gelen açık tehditler nedeniyle ikili ilişkilerde sorunlar, Kuzey Irak sorunu ve pankürdist tehdit algılaması. Đlkesel çelişkiler Reelpolitik çelişkiler Normatif çelişkiler SONUÇLAR Vizyon üretememe ve içe dönük dış politika (güvenlik açmazı), Yeni uluslararası ilişkiler anlayışına uyum sağlayamama ve dışarıyı algılayamama (Batı’dan uzaklaşma), Reelpolitiğin çelişkili hal alması ve yeni sorunlar doğurması, Dış politika yönelimlerinde kararsızlık ve belirsizlik. Đç-dış politika bağlantısı sonucu dış politikanın içe dönük ve bölünme korkusu temelinde yapılması ve yürütülmesi, Đçerinin dış politikadan, dış politikanın içeriden olumsuz etkilenmesi. Batı bağlantısının zayıflaması ve Türk dış politikasının Avrupalı niteliğinin azalması (Batıcılıktan uzaklaşma), Doğu bağlantısının daha riskli hale gelmesi ve Türk dış politikasının Ortadoğulu niteliğinin artması. Đmaj kaybı, Fırsatların değerlendirilememesi, Pasifleşme, Uluslararası alana uyumsuzluk Bu sözleşmelere ilişkin bkz. Erol Kurubaş, Asimilasyondan Tanınmaya: Uluslararası Alanda Azınlık Sorunları ve Avrupa Yaklaşımı, 2. B., Ankara, Asil Yay., 2006, ss. 74-84. ETNĐK SORUN-DIŞ POLĐTĐKA ĐLĐŞKĐSĐ BAĞLAMINDA KÜRT SORUNU 69 Sonuç Siyasallaşan Kürtlerin etnomilliyetçilik bağlamında PKK üzerinden birtakım hak taleplerinde bulunmaları ve terörizme başvurmalarıyla belirginleşen Kürt sorunu, gerek Batılı müttefiklerin gerekse Ortadoğulu komşuların Türkiye’ye karşı bir araç olarak kullanmasından ve Kuzey Irak’taki durumun hem PKK’ya hayat alanı açması hem de Türkiye’deki Kürt hareketine olası etkilerinden dolayı Türk dış politikasında önemli bir yere sahiptir. AB’nin, Kürt sorununun çözülmesi halinde Türkiye’nin demokratikleşebileceğini düşünmesi, ABD’nin, PKK ve Kürt sorunu aracılığıyla Türkiye’yi Kuzey Irak’taki yapılanmaya razı edebileceğini ve Ortadoğu’daki politikalarına eklemleyebileceğini umması, Kürt hareketininse dış destek bulma kaygısıyla kendini yabancı aktörlerin aracına dönüştürmesi Kürt sorununun Tük dış politikasındaki bu yerini daha da güçlendirmektedir. Kürt sorunu bu niteliğiyle Türk dış politikasının Ortadoğulu niteliğini artırırken, Avrupalı niteliğinin azalmasına neden olmakta ve onu Batı’dan uzaklaştırmaktadır. Ayrıca bu sorun, Türk dış politikasını iç tehditlere göre şekillendiren, bölgedeki gelişmeler karşısında Türkiye’nin imkân ve yeteneklerini sınırlayan, pasifleştiren ve birtakım çelişkilere mecbur eden etkiler meydana getirerek ağır bir yük ve maliyet oluşturmaktadır. Bu haliyle Türkiye Kürt sorunu nedeniyle bir yandan güvenlik eksenli ulusal çıkarlarını korumaya çalışmakta bir yandan da bu eksende geliştirilen politikaların istenmeyen sonuçlarıyla baş etmek zorunda kalmaktadır. Türk dış politikasının Kürt sorunundan bu denli etkilenmesinin altındaysa Batı ve Ortadoğu gibi iki ayrı dünya arasında, tarihten de beslenen birtakım endişeler içinde bu sorunla uğraşmak zorunda kalması yatmaktadır. Çünkü Türkiye Kürt sorununun yabancı aktörlerin de katkısıyla ulusal birliğini ve ülkesel bütünlüğünü bozmasından korkmaktadır. Türkiye’yi bu korkulara sevk eden kuşkusuz anlamlı gerekçeler vardır. Kuruluş aşamasındaki tarihsel hatıraların bilinçaltında canlılığını koruması, yabancı aktörlerin PKK’ya desteği ve bunun üzerinden Türkiye’ye karşı politika geliştirmeleri, bazı Kürtlerin marjinal talep ve önerileri ve Kuzey Irak’taki gelişmeler bunlardan bazılarıdır. Fakat her halükarda Türkiye Kürt sorununu iç politikasında olduğu kadar dış politikasında da belirleyici ve ağır maliyetler getirici bir girdi olmaktan çıkarmak zorundadır. Bunun yolu ülkenin bütün unsurlarını ve bireylerin doğal edinilen ve kişisel tercihlerle sürdürülen özelliklerini sisteme entegre ederek bu toprakların ürettiği tüm değerleri ortak bir paydada paylaşılan hedeflere yönlendirebilen bir anlayışı geliştirmektir. Bu gücü arkasına alan bir Türkiye’nin dış politikada çok daha etkin bir aktöre dönüşeceği açıktır. Böyle bir Türkiye’nin çevresine daha kompleksiz ve özgüvenle bakabilen, bölgesindeki gelişmelere yön verebilecek bir aktör olacağı kuşkusuzdur. Kısacası, bu sorun aşılabildiğinde Türk dış politikası iç politika odaklı olmaktan kurtularak, olması gerektiği gibi dışarıda fırsat kollayan ve geliştiren, daha rasyonel ve vizyoner bir anlayışa sahip olacaktır. 70 EROL KURUBAŞ Ankara AvrupaSUPRANASYONAL Çalışmaları Dergisi Cilt:ŞEKLĐ 8, No:1OLARAK (Yıl: 2009), s.71-113 BĐR TASARRUF Pergamon PH: S0277-3791(96)00028-S PALAEOLITHIC LANDSCAPES OF EUROPE AND ENVIRONS, 150.000-25.000 YEARS AGO: AN OVERVĐEW T.H.VAN ANDEL, and P.C. TZEDAKIS, Godwin Institute of Quaternary Research and Department of Earth Sciences, University of Cambridge, Downing Street, Cambridge CB2 3EQ, U.K. Godwin Institute of Quaternary Research and Department of Earth Sciences, University of Cambridge, Downing Street, Cambridge CB2 3EQ, U.K. (Quaternary Science Reviews, Vol.15, pp.481-500, Copyright 1996 Elsevier Science Ltd. Printed in Great Britain’dan çeviri yapılmıştır.) (Quaternary Science Reviews’a makale çevrisinin yayınlaması için vermiş olduğu onaydan ötürü teşekkür ederiz.) BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐNDE PALEOLĐTĐK DÖNEME DE KARŞILIK GELEN ZAMAN ARALIĞINDA AVRUPA COĞRAFYASININ MANZARASI Çeviren: M. Kaya UYSAL∗ Özet Neandertallerin ve günümüz insanının ilk atalarının evrimi ve göçleriyle ilgili değerlendirmelerde, yaşadıkları ortam çoğunlukla, son buzul çağında, buzulların ilerlemesinin en zirve değerinde, ortamda mevcut zor yaşam şartlarıyla resmedilir. Bu anlayış yanlıştır. Çünkü buzul çağının bu zirve değeri, Geç Pleistosen’de ancak çok kısa süren bir zaman aralığında ortamı etkilemiştir. Çalışmamızda, Avrupa fiziki coğrafyasının günümüzden 150.000–25.000 yıllar öncesi zaman aralığındaki tarihini incelemekteyiz. Bu araştırmada, buzulların yanında, denizel ve karasal tortullarda yapılan derin sondajlardan elde edilen buzul ve tortul malzemelere uygulanan ölçümlerden yararlanılmıştır. Ölçüm sonuçlarının ortaya çıkardığı, birbirini takip eden buzul ve buzul arası çağların ortaya koyduğu Avrupa Coğrafyası manzarası 4 ayrı haritada gösterilmektedir. Söz konusu zaman aralığındaki Avrupa Coğrafyasını gösteren bu haritalar, özellikle Paleolitik dönemin kritik bir safhasına karşılık gelen, ∗ Dr, Uzman, Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi 72 T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS günümüzden 60.000- 25.000 yıllar öncesi zaman aralığının büyük kısmında, genelde düşünülenin aksine, buzulların ortamdaki egemenliğinin daha zayıf olduğunu göstermektedir. Ancak, birkaç bin yıllık süreçler halinde gelişen iklimsel değişiklikler saptanmıştır ki bu değişiklikler, belirgin biçimde insanın ve yaşadığı coğrafyanın bir arada evrimleşmesini güvenilir bir yaşlandırmayla yerine oturtmaktadır. Bundan da öte, söz konusu süre boyunca, buzulların etkili olduğu zaman aralıklarında, süreleri bir yüzyıldan birkaç bin yıla kadar değişen sürelerde devam etmiş ve ortamı etkileyen ani iklim değişiklikleri de saptanmıştır. Bu ani iklim değişimlerinin, ortama ve insan faaliyetlerine etkisini anlayabilmek için daha çok araştırma yapılması gerekmektedir. Giriş CLIMAP Projesi çalışanlarının, buzul dünyasının ilk nicel küresel iklim haritasını yapmalarından bu yana geçen 20 yılda (1976, 1981) daha pek çok yeni bilgiye ulaşıldı. Ancak son buzul çağının en üst sınırı ve sonrasında gelişerek günümüzde de devam eden buzul arası çağ üzerine bilgi eksikliğimiz halen devam ediyor. Bu büyük bir sorun. Çünkü gerçekleşen en son buzul-buzul arası-buzul çağlara geçişleri, günümüz insanının, yani bizlerin ortaya çıkışına, evrimine ve küresel dağılımına sahne oldu ve olmaya da devam ediyor. Yani, atalarımızın dünyaya yayılmasına, bununla aynı zaman süreci içerisinde de Neandertallerin ortadan kalkışlarına. Ortamların devamlı değişim üzerine kurulu düzenleri, çalışmalar nasıl yapılırsa yapılsın, insanlık tarihinin bu çok kritik ve kendiliğinden başlayarak biten kısmının ana oluşum unsurudur. Bu araştırma, son buzul çağının en üst buzullaşma seviyesi öncesinde, Orta Paleolitik Avrupası’nın arkeolojik çalışmalara uygun manzaralarını ortaya koymak üzere kullanacağımız mevcut bilgimizin ne derece yeterli olduğunu değerlendirmek niyetiyle yapılmıştır. Makalede, araştırmanın ele alınış tarzı sunulmaktadır. Orta Paleolitiğin bir kısmına ait uygulamalı çalışmalar ise devam etmektedir. Paleolitik manzaranın canlandırılışıyla ilgili dayanakları oluşturan, ortamdan elde edilmiş veri tabanı hala çok zayıf. Đklimsel salınımlarla ilgili olarak yakın tarihte bulunan, kuvvetli olmakla birlikte az sayıdaki kanıtlar, en cesur sentezi yapacak çalışmacıyı bile kabul etmede duraksatmaktadır. Bu nedenle, son buzullaşmanın üst seviyesi ve takip eden buzul arası çağ dışında, farklı yöntemler kullanmakla birlikte, araştırma alanı bütün kuzey yarımküreyi kapsayan iki büyük sentez çalışma vardır. Bunlar: (Frenzel et.al., 1992) tarafından yapılmış son buzul arası çağdan (Eemian) Holosen’e kadar geçen zamandaki iklim ve bitki örtüsü haritaları grubu, diğeri de (Harrison et.al, 1995) tarafından yapılan iki modelli son buzul arası çağın bitki örtüsünün yeniden yapılandırılması çalışmalarıdır. Çalışmamızın ilk aşamasında modellemeden kaçındık ve beraberinde ciddi deneştirme sorunları getiren çok sayıdaki yerel bilginin derlenmesi yerine, uzun kayıtları küçük gruplar halinde düzenledik. Bu grupları daha sonra Üst Pleistosen stratigrafik birimleriyle birlikte ele aldık. Böylece çalışmamız basitleştirilerek kronolojiden ve deneştirmeden doğabilecek sorunlar giderildiği gibi, kullanılan BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ 73 malzemenin bir kısmının elenmesi sorunu ortadan kalktı. Ayrıca çalışmamızı geniş kapsamlı diğer bazı değişkenlerle de sınırladık. Bunlar, buz ve buzul örtüleri, deniz seviyesi ve buzun içinde hapsedilmiş iklim ve bitki örtüsüne ait bilgi veren malzeme, denizel tortul ve karasal polen sondajlarıdır. Görüşlerimizin pek çok yönden itirazlara açık olduğunun bilincindeyiz. Fakat zamansal ve mekânsal boyutlarda, elde edilebilmiş en sınırlı bilgiler bile göz ardı edilmemelidir. Bu çalışmamızda ortaya koyduğumuz varsayımımızın, daha gelişmiş çalışmalara öncülük edeceğini ummaktayız. Yapmakta olduğumuz çalışma bir anlamda Tarih Bilimi. Frodeman’ın (1995) söylediği gibi, toplanan bilgilerin yetersizliği, geçmiş çalışmalarda elde edilmiş tecrübe ve görüşlerle bütünleştirilerek yapılacak yeni çalışmalar için itici bir güç oluşturur ve birbirini takip eden çalışmalarla, konu üzerine sahip olduğumuz bilgi dağarcığı ve anlayışımız giderek gelişir ki, bu da adeta dairesel bir hareket gibi bizi konu üzerine yeni çalışmalar yapmaya yöneltir. Đşte, biz de, çalışmamıza başlarken bu anlayış içerisindeydik. Ümit ediyoruz ki, geleceği olduğuna inanmakla birlikte, destekleri henüz yeterli olmayan, dünyanın geçmişiyle de ilgili bu çalışmamız, insanlık tarihi için de önemli, son buzul-buzul arası iklim değişimi üzerine bilgi arayışımızı hızlandıracak ve gelecekte daha tutarlı çalışmaların yapılmasında yardımcı olacaktır. Çalışmanın Dayanakları Pleistosen stratigrafisi, diğer bölgelerle deneştirmeleri yapıldığında güvenilirliği çok zayıf, hatta aykırı görüntüler verebilen, birbirini tutmayabilen bol miktarda yerel ve bölgesel ölçekte yapılmış çalışmalarla doludur. Çalışmamızda, temel zaman ölçüsü olarak, SPECMAP eğrisi benimsenmiştir (Imbrie et al., 1984). Bu eğri, dünyamızın yörünge geometrisindeki dönemsel değişimlere uygun seyir izleyen oksijen izotopu değişimlerinin incelenmesinin ortaya çıkardığı stratigrafi çalışması ürünüdür. Altıya üç olarak gelişen oksijen izotop safhaları (Oxygen Isotope Stages-OIS), Kuzey Avrupa’nın Saalian Buzul-Eemien Buzul Arası-Würmian Buzul çağları geçişini incelemek üzere yapılan çalışmalardan elde edilmiş sonuçlardan oluşmaktadır (Şekil 1’e bakınız). Şekil 1’e bakıldığında, her bir buzul ve buzul arası çağın, küresel iklimde, çoğunlukla birkaç bin yıllık zaman aralıklarında tekrarlayacak şekilde, oksijen izotopu safhalarında büyük ölçüde değişikliklere neden olduğu görülür ki, bu kadar sık meydana gelen değişiklikler kaçınılmaz olarak insan faaliyetlerini de etkileyecektir. Ortamdaki bu büyük değişiklikleri gösteren çalışmaların Paleolitik araştırmalarda kullanılabilmesi için, iklimde en azından ± 2000-3000 yılda bir ortaya çıkan değişim ve gelişimleri gösterebilecek duyarlılıkta kronolojik uyuşmaları sağlaması gerekir. Böyle bir zamansal duyarlılığa, yaşlandırma süresi 40.000 yıl öncesine gidebilen C14 yaşlandırma yöntemini uygulayarak ulaşmak çok zor iken, 100.000, 120.000 yıllar öncesi için neredeyse imkansızdır (Mellars et al., 1993; Aitken et al., 1993; Bar-Yosef and Kra, 1994). Ortamların Tarihi Boyunca Sık Đklim Değişiklikleri Genelleştirme ile ortaya konmuş eğrinin, geçen 150.000 yıllık süreçte insanlığı da etkileyen iklim değişimlerini çok güvenilir biçimde gösterdiğini tam olarak söyleyemeyiz. Yakın tarihte Grönland’da yapılan bir buzul sondajı çalışması, son buzul 74 T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS çağı boyunca yüz yıllıktan bin yıllığa kadar değişen zaman aralıklarında gelişmiş iklim değişimlerini ortaya çıkarmıştır (Johnsen et al., 1992; Dansgaard et al., 1993; GRIP, 1993). Buzul sondajlarından elde edilen sonuçlar, günümüzden 105.000 - 20.000 yıl öncesi arası zaman aralığı boyunca iklimin 20 kere ısındığını göstermektedir ki, ısınmanın olduğu her bir safhada sıcaklık, bunları takip eden soğuk safhalara oranla 7°C daha yüksek iken, Holosen ortalama sıcaklığından 2°C - 10°C daha aşağıdadır (Johnsen et al., 1992; Dansgaard et al., 1993; GRIP, 1993). (Şekil 2). Aynı sıklıktaki iklim değişimleri, Kuzey Atlantik (Bond et al., 1993; Keigwin et al., 1994; McManus et al., 1994) ve Kuzey Pasifik deniz tortullarında (Kotilainen and Shackleton, 1995; Thunell and Mortyn, 1995; Behl and Kennett, 1996) yapılan çalışmalarla da saptanmıştır. Antarktika’da ise günümüzden 115.000 yıl ile 20.000 yıl öncesi zaman aralığında dokuz sıcak safha saptanmıştır ki, bunların, Grönland’da 2000 yıldan daha uzun süren aralıklarda tekrarlayan ve iklimde ısınmayı işaret eden safhalarla deneştirmelerinin yapılabileceği görülmektedir (Bender et al., 1994). Bütün bu gözlemler, kuzey yarımkürede yüksek sıklıkta tekrar eden iklim değişimlerinin en azından bir kısmının dünya genelinde etkili olduğunu göstermektedir. Henüz sonuçlandırılmamış olmakla birlikte bazı kanıtlar (GRIP, 1993; Johnsen et al., 1995), (Peel, 1995), iklimde, benzer şekilde kısa, ancak belirgin düzensizliklerin, Oksijen Đzotop Safhası 5e’de de görüldüğünü işaret etmektedir (Eemien). Eğer bu doğruysa, Eemien’in, insan uygarlığının gelişimi için elverişli olarak düşünülen Holosen’in iklimsel olarak durağan konumuyla aykırı bir görüntüde olduğu ortaya çıkacaktır. Hızlı iklim değişimine örnek olarak, uzun zamandan beri bilinen Erken Dryas (günümüzden 11.000–10.500 yıllar arası zaman aralığı) verilebilir. Son buzul gerilemesi devam ederken ve buna uyumlu olarak soğuk iklimlerde gelişen ormanlar, yukarı enlemlere doğru yayılırken, sadece yüz yıllık bir sürede gelişen ani bir soğumayla, ormanlar yeniden geriledi ve yerlerine tundralar geldi. Eğer bu ani iklim değişimleri insanlığın gelişiminde önemli ise ki neden olmasın?, insanlığın özellikle biyolojik ve erken kültürel gelişimini etkileyen önemli etkileri olmuştur. Gene de, insanlığın 3 ila 10 nesil arası yaşam süresine karşılık gelecek bir zaman süreci içinde, insan yerleşimi ve göçü ile iklimler ve ortamlar arasındaki ilişkiyi göstermeye yönelik bir çalışma yapmak zordur. Đlerleyen ve Gerileyen Buzullar, Buz Örtüleri, Alçalan ve Yükselen Okyanuslar Okyanusların tabanları olan abislerde deniz suyu sıcaklığı, buzul ve buzul arası çağlar arasında ve süresince çok az değişmektedir (Mix and Ruddiman, 1984; Shackleton, 1987). Bu nedenle, böyle bir ortamda varlığını sürdüren ve karalarda biriken buzul hacmindeki değişimleri, yapılacak Oksijen 18 izotopu çalışmalarından elde edilecek sonuçlardan hazırlanacak eğri üzerinde gösterebilecek duyarlılıkta bir türe ait fosilin bulunmasına ve tahlil edilmesine gereksinim duyulmuştur ki bu tür, yaşam alanları okyanus tabanı olan bentik Foraminiferalardır. Günümüzden yaklaşık 130.000 yıl önce, Oksijen Đzotop Safhası 6’da (OIS 6), buzullar erimeye başladı (Şekil 1). BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ 75 Böylece, önceki buzul çağında ilerlemiş olan buzullar hızla gerileye başladı, belki de günümüzdeki buzul örtüsünün yayılma alanı sınırlarından çok daha dar bir alana gelene kadar geriledi (CLIMAP Project Members, 1984). OIS 5e Buzul arası çağ çok kısa sürdü. Bununla birlikte, onu takip eden buzul çağındaki soğumayla, buzul örtüleri, OIS 4’te zirve değerine ulaşacak kadar ilerlerken, bu ilerlemeyi de, son üst buzul ilerleme safhasının oluştuğu OIS 2 öncesinde gelişen buzul gerilemesi takip etti. Şekil 1: Dünya yörüngesindeki dönemsel değişimler üzerine kurulu, son 200.000 yıl içindeki iklim değişimlerini gösterir küresel kronostratigrafi (SPECMAP – Mapping Spectral Variability in Global Climate Change – Küresel Đklim Değişimini Gösteren Spektral Değişkenlik Haritası) (Imbrie et al., 1984). Zaman ölçeği 1000 yıllık aralıklara göre (1 kiloyıl=1000 yıl) düzenlenmiştir. Şeklin tabanındaki değerler, bentonik (deniz tabanında yaşayan) canlılardan kalan fosiller üzerinde yapılan 18O izotopu çalışmaları düzeltilmiş değerleridir. Oksijen izotop safhaları sınırları (şekilde küçük rakamlarla gösterilmektedir) (Martinson et al., 1987) çalışmasından alınmıştır. 18O izotopu çalışmalarından elde edilen sonuçları gösteren eğrinin, buzul ve buzul arası çağlar arasındaki küresel iklimsel değişimlerini doğruya oldukça yakın şekilde gösterdiği söylenebilir. Şeklin yan tarafında noktalamayla doldurulmuş halde verilen aralıklar, iklimin ılık olduğu zaman aralıklarını belirtmektedir. Ayrıca şeklin en sağında yer alan isimler Avrupa coğrafyasının iklimsel değişim tarihi içinde belirlenmiş ve sıkça kullanılan stratigrafik isimlerdir (ayrıca bakınız Şekil 11). 76 T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS Şekil 2: Grönland’da yapılan buzul sondajlarından elde edilen GRIP Projesi, (GRIP: Greenland Ice Project – Grönland Buz Projesi, 1993: Şekil 1) yüksek sıklıkta ve kümelenmeler gösteren iklimsel olaylara ait kayıtlar. OIS 5e safhasında oluşan yüksek sıklıktaki iklimsel olaylar kısmen buz akışının yarattığı deformasyonun sonucu olabilir (Peel, 1995). BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ 77 Bu bentik (bentik canlı: yaşam alanı (habitat) deniz tabanı olan canlı) canlının fosilleri üzerinde uygulanan Oksijen 18 izotopu çalışmalarından elde edilen eğri, bize, okyanusların su bütçesinden eksilerek, karalarda buzul halinde biriken suyun hacmi hakkında oldukça iyi bilgi sağlamakla birlikte, aynı buzul örtülerinin coğrafi alandaki yayılma sınırını göstermede yetersiz kalmaktadır. Buzulların coğrafi alandaki yayılma sınırları yanında, yüzey şekillerine etkilerini saptayabilmek için, bizzat buzullar tarafından oluşturulan morenler ve diğer buzul ortamı yeryüzü şekillerinden yararlanmak mümkündür. Bununla beraber, buzulların oluşturduğu bu yeryüzü şekilleri, sonradan gelişebilecek bir buzul ilerlemeleri sonucu, önceki buzul ilerlemesinin yaptığı yüzey şekillerinin bozulmalarına, silinmelerine neden olabildiğinden, kuvvetli kanıtlar sağlayamayabilmekte, hatta ortadan kaldırabilmektedir. Sonuç olarak, OIS 2’nin en üst seviyesi öncesindeki buzul ilerlemelerinde oluşan buzul ilerlemesinin ulaştığı sınırlar, değişik oranlarda belirsizliğini korumaktadır ve bunlar içinde gene en belirgin olanlar, OIS 2’nin buzul örtüsü yayılma sınırının ötesine uzanabilmiş buzul örtüsü ilerlemelerinden kalmış yeryüzü şekilleridir. Denizel tortulların biriktiği dar kıta sahanlıkları, deniz seviyesinin düşmesiyle geniş kıyı ovaları haline gelebilmektedirler. Günümüzde, kıyı ovası haline gelmiş bu yeryüzü şekillerinin çok azı deniz seviyesinin üzerindedir. Geçtiğimiz 150.000 yıllık süreçte deniz seviyesi, kıtalar arasında büyük köprüler halinde bağlantı oluşturacak ya da mesafeleri önemli miktarda daraltacak kadar düşmediyse de, Endonezya ve Avustralya gibi, sulak kıyı ovalarının oluştuğu ve geliştiği her yerde (Şekil 3) eski insanlar için önemli yerleşim ve göç alanları ortaya çıkmıştır (Shackleton et al., 1984; van Andel, 1989 a,b). Şekil 3: OIS 2 safhasında buzullaşma faaliyetinin en kuvvetli olduğu zaman aralığında, deniz seviyesinin ulaştığı en düşük seviyede, Akdeniz’in kara haline gelen alanlarında gelişmiş geniş kıyı ovaları (van Andel, 1989a:Şekil 3). 78 T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS Buzul yayılmasının küresel ölçekte ilerleyişi ve gerileyişi, büyük deniz seviyesi değişikliklerine, bütün okyanuslarda kıyılar boyunca etkisini gösteren bu hareketler, deniz seviyesinin en üst yükselme değeri ile en alt alçalma değeri arasında yaklaşık 165 metrelik fark oluşturacak kadar büyük hacimde suyun kara ile deniz arasında hareketlenerek yer değiştirmesine yol açmıştır. Bununla birlikte, buzul örtülerinin izotopik terkipleri, büyüklüklerinin ve bulundukları yerin enlemsel konumuna göre değiştiği için (Mix and Ruddiman, 1984), buzullarda yapılan Oksijen 18 izotop çalışmasından elde edilen eğri, deniz seviyelerindeki değişmelerin sadece genel temayülünü gösterir (Şekil 4). Şekil 4: OIS 1 safhasından OIS 6 safhasına kadar deniz seviyesi değişiminin tarihçesi. Şekildeki kesintisiz çizgi, planktonik (yüzücü) ve bentik (deniz tabanında yaşayan) foraminifera fosilleri üzerinde yapılan 18O/16O izotop oranına göre ortaya çıkan deniz seviyesi değişim eğrisini göstermektedir (bakınız Shackleton, 1987: Şekil 6). Kesikli çizgi Yeni Guyana’da saptanan ve yükselmiş denizel sekilerinin yaşsal ve seviyesel konumlarının çalışılmasıyla ortaya çıkarılan deniz seviyesi değişim eğrisidir (Chappell and Shackleton, 1986). Şekildeki siyah noktalar, Barbados’ta ve Bahama’da bulunan mercan sekileri üzerinde yapılan ve yüksek doğrulukta yaş verebilen U/Th (Uranyum/Toryum) yaşlandırma yöntemiyle elde edilmiş değerleri göstermektedir (Chen et al., 1991). OIS 5e safhasındaki yüksek deniz seviyesinin üzerinde bulunan barem Stirling tarafından hazırlanan zamansal sınıflandırmadır (Stirling et al., 1995). Deniz seviyesi değişimlerinin daha doğru ve güvenilir kanıtlara ulaşmak amacıyla, Oksijen 18 izotopu eğrisi, geçmiş deniz seviyesi değişimlerinin izlerini gösteren, günümüz deniz seviyesinin üstünde yer alan eski resifler ya da eski kıyı seviyesini gösteren kıyı sekileri veya artık günümüzde deniz seviyesinin altında kalmış, kıta sahanlığı haline gelmiş alanlar üzerinde yapılan çalışmalardan elde edilmiş sonuçlarla karşılaştırılmalıdır (e.g.Pirazzoli and Pluet, 1991). Deniz seviyesi değişimlerinin konumlarını bulmak üzere yapılan çalışmalarda dikkat edilecek diğer bir husus, yerin izostatik dengesidir. Đklim değişimlerinin karasal ortamları etkileyiş şekline göre, karalardaki buzul örtüsü ağırlığının azalması veya artması yanında okyanusların kıta BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ 79 sahanlıkları ve tabanları üzerindeki su hacminin azalması veya artmasına bağlı olarak izostatik denge yeniden değişir ve yeniden oluşur (Lambeck, 1995). Buzulların ve suyun hacmindeki değişikliklere göre yeniden oluşan izostatik denge, artan ya da azalan buzul örtüsü ya da su hacminin, izostatik dengenin değişimine neden olacağı alana olan uzaklığı yanında, bu artış ve azalışın devam etme süresine bağlı olarak, yerin yükselmesi veya alçalması şeklinde hareketler halinde, farklı büyüklüklerde gelişebilecektir. Đzostatik denge değişimiyle ilgili bütün çalışmalarda, deniz seviyesinin altındaki ve üzerindeki bütün yer şekillerinin oluşumunda etkin rol oynayan diğer bir güç olan tektonik hareket ve kontrol altında gelişen yükselme ve alçalmalar da dikkate alınmalıdır. Mevcut bilginin sınırları içinde, en iyi zaman/derinlik ölçüsünde deniz seviyesi değişimi eğrisinin bile (Şekil 4), buzul-buzul arası çağlar süresince gelişen deniz seviyesi değişim tarihini ancak yaklaşık değerlerle verebileceğini söylemek fazla şaşırtıcı olmaz. Bununla birlikte yaklaşık değerler, amacımıza yeterince hizmet edecek kadar tutarlıdır. Eski Ortamlara Ait Kayıtlar Buz örtülerinin yayılışı ve deniz seviyesi değişimleri dışında, son 150.000 yıl içinde gelişen iklim değişimlerini çalışabilmemizi sağlayan belli başlı 4 farklı yöntem daha vardır. Bunlar: — Okyanusların yüzey suları yanında, yüzey suları ve derin su döngüleriyle birlikte taşınan değişik tane boyutlarındaki tortulların devamlı birikmesiyle oluşan denizel tortullar, — CO2 gibi atmosferik gazlar ve rüzgârla birlikte sürüklenen atmosferdeki tozları ya da parçacıkları bünyelerinde tutarak hapsetmeleri dışında, sahip oldukları buzulların bizzat yapısal özellikleri, tarihi aydınlatabilecek kanıtlar sunan Antarktika ve Grönland buzulları ve bu buzullarda yapılan sondajlar, — Birden fazla buzul-buzul arası çağ geçişlerini gösterecek devamlılığa sahip polen serileri, — Kıta genişliğinde alanlarda gelişen karasal ortam iklim değişimlerini gösteren kanıtlar sunan Avrupa ve Asya’daki lös istifleri. Avrupa Fiziki Coğrafyası’nın tarihsel gelişimi ile ilgili yapmış olduğumuz yorumlara ulaşmamızı sağlayan kanıtların elde edildiği temel malzeme, birikimleri uzun süre boyunca devam eden ve sondajlarla örnek alınan tortullardır (Şekil 5). Tortullarda yapılan bu sondajlardan, buzul-buzul arası çağlar süresince devam eden iklim değişimleri döngüsüne eşlik eder şekilde, gelişen, gerileyen ve değişen bitki örtüsü içindeki mevcut türlere ait fosiller bulunmuştur ki, farklı alanlarda yapılan tortul sondajlarından elde edilen bu fosillerden hareket ederek, tarihlendirme doğrulukları yüksek deneştirmeler yapılmıştır. Merkez Avrupa ve Akdeniz Avrupası’ndaki pek çok tektonik, karstik havzalarda ve volkanik göllerde (maarlar), uzun polen serileri oluşturulabilecek kadar bol veri toplanan tortullar ve volkanik malzeme birikimleri bulunmuştur. Buna karşın, buzulların bulunduğu ortamlarda, gerek buzulun kapladığı alanda gerekse buzulun önünde, buzul egemenliğinde gelişen yeryüzü şekilleri ve 80 T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS tortullar, gene buzul hareketleriyle tekrar aşındırılarak silinebilmektedir. Bu nedenle, çalışmalar, sonuç alma konusunda en çok güvenilen alanlarda yapılabilmektedir. Mevcut olduğu yerlerde ve SPECMAP yaş kontrolü düzeneğine uyumlu olduğunun görülmesi durumunda, denizel tortullarda yapılan çalışmalarda bulunan polen serilerinden yararlanılmıştır ve ayrıca bu çalışmamız, manyetik kutup değişim oranları yanında, volkan külü birikimlerinde yapılan çalışmalarda bulunan verilerle de desteklenmiştir. Şekil 5: Şekil 6, 9, 13 ve 14’te gösterilen çalışma alanlarının coğrafi konumlarını gösteren harita. Haritada, dağlar ve yüksek platolar (haritadaki gölgeli alanlar) ve belli başlı ırmaklar gösterilmektedir. Uzun fosil kayıtlarının elde edildiği belli başlı alanlar: A. Padul (Pons and Reille, 1988); B. Banyoles (Pérez-Obiol and Juliá, 1994); C. Monticchio (Watts, 1985); D. Valle di Castiglione (Follieri et al., 1988); E. Vico (Leroy, 1994; Follieri et al., in press); F. Ioannina (Tzedakis, 1994); G. Tenaghi Philippon (Wijmstra, 1969; Wijmstra and Smith, 1976); H. Bouchet (Reille and de Beaulieu, 1990); I. Ribains (de Beaulieu and Reille, 1992a); J. Les Echets (de Beaulieu and Reille, 1984); K. La Grande Pile (Woillard, 1978; de Beaulieu and Reille, 1992b); L. Samerberg (Grüger, 1979); M. Oerel (Behre and van der Plicht, 1992); N. and O. NW Africa (Kuzeybatı Afrika) (Dupont, 1993 and Hooghiemstra et al., 1992); P. Tyrhenian Sea (Tiran Denizi) (Rossignol-Strick and Planchais, 1989); Q. SE Mediterranean (Güneydoğu Akdeniz) (Cheddadi and Rossignol-Strick, 1995); R. Ghab valley (Ghab Vadisi), Syria; S. Lake Huleh (Huleh Gölü) Đsrael (van Zeist and Bottema, 1991). BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ 81 Çalışmamızda yer verilen polen kayıtlarında yapılan incelemeler sonucu ulaştığımız yorumlar, bize, iklim değişiminin, gerek zamansal gerek mekânsal boyutlarda belirlenen ortamsal değişimlerin ana etkeni olduğunu düşündürmektedir (e.g.Webb, 1986, 1988; Huntley and Webb, 1989). Yöntem, bu yorumsal kurgusu nedeniyle eleştiriler almıştır (e.g.Davis, 1981; Birks, 1981. 1986). Eleştiriler arasında, bitki örtüsü gelişimi tarihinin, biyotik öğelerden de etkilendiği ve değişimlerinin, iklim değişimi hızına göre daha yavaş bir hızda değişebileceği, bundan da öte, polenlerden elde edilen verilerle hazırlanan iklimsel değişim yapılandırmasının güvenilirliğinin ortadan kalkmasına neden olabilecek şekilde, bulundukları alanda değişikliklere neden olabilecek yer içi güçlerin etkileri gibi görüşler vardır. Bütün bunları da dikkate alarak, polenlere bağlı olarak hazırlanan iklimsel yapılandırma çalışmasının güvenilir olduğunu savunmaktayız. Güvenilir bir polen çalışmasına örnek olarak, Avrupa’daki farklı birkaç polen serisine uygulanan ve söz konusu serilerin deneştirilmesi sonucu paleobiyoklimatik benzerliklerin saptandığı çalışma verilebilir (Guiot, 1990; Guiot et al.,1993). Bu çalışmada uygulanan yöntem, güncel polen türleri ile eski polen türleri arasındaki benzerliklerin çalışılmasıdır. Bu bölümleme ve karşılaştırma, daha sonra, iklimsel değişkenlere verdikleri tepkilere göre değerlendirilmiş ve bu değerlendirmede bitki örtüsü dinamiğine göre oluşturulan en tutarlı davranış biçimi ile bütün taxa’yı kapsayan eigenvector’ü kullanılmıştır. Çalışmada yapılan hesaplar ve sonuçları, makrofosiller ve böcek kanıtları ile de desteklenebilir (e.g.Guiot et al., 1993). Günümüzde yaşamayan bitkisel ve hayvansal birliklerin yaşadıkları ortamın manzarası ile birlikte resmedilmesi, buzul ve geç buzul çağlarında yaşamış olanlarına göre buzul arası çağlarda yaşayanlarında daha başarılıdır. Avrupa Fiziki Coğrafyasında Ortam Değişimi Tarihi Çalışmamızda, Avrupa’daki eski ortamların iklim değişimlerine bağlı oluşum ve gelişim tarihleri, en eskiden yeniye doğru birbirini izleyecek şekilde hazırlanan 4 harita üzerinde gösterilmiştir. Bu haritalar, çalışmamızın tarihsel sınırları ve derinliği içinde sırasıyla şu zaman dilimlerini göstermektedirler: 1) OIS 6’nın gösterdiği, günümüzden 150.000 yıl öncesindeki buzullaşma, 2) OIS 5e’nin gösterdiği, günümüzden 125.000 yıl öncesi buzul arası çağın optimum seviyesi, 3) OIS 4’ün gösterdiği, günümüzden 65.000 yıl öncesi büyük buzullaşma, 4) OIS 3’ün gösterdiği, günümüzden 39.000–36.000 yıllar öncesinde gelişen, son buzul çağı öncesi ılıman safha. OIS 2 safhası ve onun gösterdiği, buzulların giderek çekilmesi sonucu iklimin ılımanlaşmasıyla kendisini gösteren iklimsel değişim, pek çok çalışmada anlatılmış olması nedeniyle (bakınız CLIMAP Project Members, 1976, 1984; Peterson et al., 1979; COHMAP Members, 1988; [Cooperative Holocene Mapping Project – Bütünleştirilmiş Holosen Haritalaması Projesi] Wright et al., 1993) çalışmamızın dışında tutulmuştur. 82 T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS Çalışmamızın Tarihsel Derinliğinin Alt Sınırını Oluşturan 150.000 Yıl Öncesinde Gelişmiş Buzullaşma OIS 6 safhasına (Saalian/Warthe Karmaşası) karşılık gelen süreçte buzullar, bütün Pleistosen boyunca kuzey yarım küredeki en geniş yayılımlarını gerçekleştirdiler (Şekil 6) ve günümüze yakın tarihte gelişen buzullaşmaya oranla (OIS 2), varlıklarını çok daha uzun bir zaman süresince koruyabildiler. Kuzey Atlantik’ten, OIS 6 buzullaşma safhasıyla ilgili tatmin edici miktarda ölçümler elde edilmemekle birlikte, söz konusu safha süresince buzulların, OIS 2 buzullaşma safhasının ulaştığı enlemlerin ancak 2°-3° daha altındaki enlemlere kadar yayılabilmiş olmaları nedeniyle, Atlantik Okyanusu ve Akdeniz’in koşulları, OIS 2 safhası boyunca egemen olan koşullara bakarak uyarlanmıştır. Kızıl Deniz’de de OIS 6 ve OIS 2 safhalarında iklim koşulları birbirine benziyordu. Son buzullaşmanın en üst seviyesi süresince, deniz yüzey suyu sıcaklığı, günümüzdeki değerinin 5°C altındaydı (Ivanova, 1985). Deniz yüzey suyu sıcaklığının düşmesi yanında küresel olarak deniz seviyesinin de 100 metreden daha fazla alçalması sonucu, Aden Körfezi ile Kızıl Deniz arasındaki deniz suyu hareketleri, özellikle Bab el Mendeb Boğazı boyunca çok sınırlı bir hale geldi (Rohling, 1994a). Bunun sonucunda, Okyanustan Kızıl Deniz’e giren suya oranla Kızıl Deniz’deki suyun daha fazla buharlaşmasıyla, özellikle Kızıl Deniz merkezinde deniz suyunun tuzluluk oranı % 0.47’ye kadar yükseldi ki bu oran günümüzde % 0.38–0.41 değerleri arasındadır (Locke and Thunell, 1988). OIS 6 safhası boyunca, deniz seviyesinin OIS 2 safhasında görülenden daha fazla düşmesinin nedeni buzulların daha fazla ilerlemiş olmasından kaynaklanabilir. Ancak, oksijen izotop çalışmalarından elde edilen eğri (Şekil 4), daha geniş alanlara yayılma ve deniz seviyesi düşmesinin daha yüksek değerlerde olduğu savlarını desteklemiyor. Gene de OIS 6 safhası süresince, deniz seviyesinin 140–150 metre kadar düşmüş olması iklimi düşünülenden daha az etkilemiş olabilir. Bunun nedeni, deniz altı topografyası içerisinde, 100–120 metre derinliklerden itibaren kıtasal yamaç eğiminin dikleşmesidir. OIS 6 ve OIS 2 buzullaşma safhalarında etkin olan buzullaşma sonucu kara haline gelen alanların genişlikleri hemen hemen aynı miktarlarda olmalıdır. Uzun polen dizilerinden elde edilen bilgiler, OIS 6 safhasının başlangıcında, Avrupa’daki orman örtüsünü zaman zaman gerileten ve ilerleten birbiri ardınca etkili soğuk ve ılıman iklimsel salınımlar olduğunu göstermektedir. Bu başlangıcın hemen sonrasında, çok daha soğuyan ve sertleşen iklimsel koşulların egemenliğinde, orman örtüsünün hemen hemen ortadan kalktığı bir ortam manzarası ortaya çıkmaktadır (Şekil 6). Bu anda, buzulların kaplamış olduğu alanın güneyinde kutup çölü oluşmuştur ve Avrupa’nın geride kalan kısmında birbirinden ayrı, geniş alanlarda yayılır şekilde, devamlılık göstermeyen, parçalar halinde otların egemenliğinde bitki örtüleri vardır. Alplerin kuzeyinde egemen bitki örtüsü, step ve tundra bitki örtüsüydü. Tundraları oluşturan bitki örtüsü içinde çeşitli otlar, ayak otu (Carex romans), kazayağı (Chenopodium), pelinler (Artemisia) vardı. Bu tundra ve step karışımı bitki türlerine ait BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ 83 bulunan polenlerin gösterdiği bitki örtüsünün, günümüzdeki tundra ve step bitki örtüleriyle benzerliği yoktur. Aslında farklı ortamlarda yaşayan bu bitki türlerine ait polenlerin bir arada bulunmasının nedeni, büyük olasılıkla, tortulanma koşulları sonucu aynı tortul içinde birikmiş olmalarıdır. Buzul çağları süresince, Avrupa’nın kuzeyinde 45° kuzey enlemine kadar üzerinde tundra bitki örtüsünün gelişmesine elverişli permafrost (donuk toprak), (van Vliet-Lanoe, 1989) ve yaz mevsiminde, toprağın ancak üst kısmının eriyebildiği alçak araziler vardı. Aynı buzul çağının buzullaşma koşulları içinde, otluk step bitki örtüsü ise, nispeten daha iyi su akışı olan yüksek arazilerde gelişmiş olabilir. Grande Pile’de bulunan ve bu buzul çağından kalan böcek fosilleri, günümüz tundralarında yaşayan çok sayıda böcek türü ile az sayıdaki ılıman iklim böcek türlerine karşılık gelmektedir (Ponel, 1995). Alplerin güneyinde ise, pelinler (Artemisia), kaz ayakları (Chenopodiun-aynı zamanda ortamdaki kurak şartların da göstergesi olarak kabul edilmektedir) ve otların egemenliğinde, ortamda geniş alanlarda devamlılık göstermeyen, parçalar halinde yayılmış step bitki örtüsü vardı. Yunanistan’ın Makedonya Bölgesinde Tenaghi Philippon’da, soğuk safhadan kalmış istiflerde bulunan kazayağı (Chenopodium) polenleri üzerinde yapılan ayrıntılı çalışmalar (Smit and Wijmstra, 1970), günümüzde Merkezi Asya’daki step ve yarı kurak ortamlarda yetişen Eurotia ceratoides ve Kochia laniflora türlerini işaret etmektedir ki bu durum, araştırıcıları, soğuk ve kurak iklim koşullarının egemen olduğu bir ortam manzarası çizmeye itmiştir. Soğuk ve kurak özellikteki sert iklim koşullarından daha korunaklı olan yerlerde başlıca, Batı Balkanlar’da ve Đtalya’nın dağlarında, sıcaklık değişiminin çok fazla olmadığı ve yeterli yağış alan yerlerde, ılıman iklime uyumlu orman örtüleri, sığındıkları yerlerde parçalar halinde varlıklarını korumuşlardır (Bennett et al., 1991; Tzedakis, 1993). Đberya Yarımadası’nda, kuraklığın büyük olasılıkla diğer bölgelerde egemen olması nedeniyle, orman örtüleri yarımadanın en çok güneyinde bulunmaktadır. Levant’ı, yarı kurak ortamlara uyumlu bitki örtüsü kaplarken, Toros Dağları’nın bazı alanları, ılıman şartları seven bazı ağaç türlerinden oluşan orman örtüsünün sığınmasını sağlayacak uygun ortam koşullarına sahip olabilir (Cheddadi and Rossignol-Strick, 1995). Avrupa’nın güneyindeki ılıman ormanlar, günümüzdekinden farklı biçimde çeşitli ağaç türlerinin karışımından oluşuyorsa da, enlemlere uyumlu bir bitki örtüsü dağılımı göstermek mümkündür. Đğne yapraklı ağaçlardan oluşan ormanlar başlıca, Kuzey Balkanlar’da, Kuzey Đtalya’da ve kısmen de Đspanya’nın kuzeydoğusunda yayılırken, geniş yapraklı ağaç türlerinden oluşan orman örtüleri daha güneyde, yıl boyunca yaprak dökmeyen diğer ağaç türlerinin oluşturduğu orman örtüleriyle birlikte en güneydeki alçak kıyı ortamlarında yayılmaktadırlar. Fransa’da bulunan polenler üzerinde uzun diziler halinde yapılan çalışmalarla, o zamanın yıllık sıcaklık ve yağış değerleri ortaya konmuştur (Guiot et al., 1989.1993). La Grande Pile’de (Voges), yıllık sıcaklık ortalaması 1°C - 2°C (günümüzde 9.5°C) iken, bu sıcaklık değeri sadece Temmuz ayı için 10°C - 12°C idi ve yıllık 300 mm yağış alıyordu (günümüzde 1080 mm). Güney Merkezi Fransa’daki Les Echets Bölgesinde yıllık sıcaklık ortalaması 1.5°C (günümüzde 9.5°C) ve yıllık yağış miktarı 200 mm (günümüzde 830 mm) değerlerindeydi. Bizce, bütün bu değerler, hatta ılımanlığı 84 T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS gösteren yaz sıcaklığı makuldur, çünkü orta enlemlerdeki bu ortamlar, öğle vakti bol güneş ışığı alır ve yazlar yeterince uzun olur. Kuzeybatı Afrika’da karasal ortamlarda yapılan araştırmalar çok azdır. Bununla birlikte, okyanus tortullarında yapılan sondajlardan elde edilen malzemeden çıkarılan polenler, bize geçmişteki bitki örtüsü hakkında fikir veriyor (Lézine and Casanova, 1991; Hooghiemstra et al., 1992;Dupont, 1992, 1993). Sondajlar, Portekiz ile Fas arasında, Afrika’nın batı kıyısı açıklarında yapıldı (Şekil 5). Kuzey Afrika’dan rüzgârlarla taşınarak okyanus üzerinde bırakılmış ve sondajlarla çıkarılan denizel tortullar içinde bulunan bu polen fosilleri, bizlere Batı Afrika ikliminin uzun ve neredeyse kesintisiz biçimde kaydının oluşturma olanağını sağladı (Şekil 7). Buna göre, OIS 6 safhasının başlangıcında, çalıların egemen olduğu step bitki örtüsü, Akdeniz’in meşe ağaçlarından oluşan orman örtüsünün yerini aldı. Bu meşe ormanları ancak dağların elverişli kısımlarında, birbirinden ayrı ve parçalanmış küçük ormanlar şeklinde kaldılar. Bunun hemen sonrasında, Sahra Çölü ile birleşecek kadar ilerleyen ve kuzeye doğru da genişleyen yarı çöl ortamı egemenliği vardı (Hooghiemstra et al., 1992) ve genişleyen çöl, savanlar ile tropik yağmur ormanlarının daha güneye doğru gerilemelerine neden oldu. Şekil 6: Günümüzden 150.000 yıl önce, OIS 6 safhasında Avrupa’nın manzarası. Buzul yayılma sınırını göstermek amacıyla yararlanılan kaynaklar: (Donner, 1995, Şekil 3.2.; Nilsson, 1983, Şekil 12.3; P.Gibbard, kişisel görüşme, 1995). Deniz üstünde buz örtüsü yayılma sınırı ve okyanus yüzey suyu eş sıcaklık eğrilerini (izoterm) göstermek amacıyla yararlanılan kaynak: (CLIMAP Project Members, 1984). OIS 2 safhasına ait ölçümlere göre Akdeniz yüzey suyu sıcaklığı eş sıcaklık eğrisini göstermek amacıyla yararlanılan kaynaklar: (Thiede, 1978, 1980; Thunell, 1979; Thunell and Williams, 1983). Gulfstream’in (Körfez akıntısı) konumunu göstermek amacıyla yararlanılan kaynak: (Keffer et al., 1988). Günümüzdeki deniz seviyesinin 100 metre altına (-100 metre) karşılık gelecek şekilde oluşan kıyılar. Haritada bulutsu desenlemenin olduğu yerler buzul örtülerini, siyah renkler gelişmiş kıyı ovalarını, göstermektedir. Ortam isimleri: pod:kutup çölü; t/s:tundra ve soğuk step karışımı; st:kurak ve soğuk stepler; med:Akdeniz’in yıl boyu yaprak dökmeyen meşe ormanları; sde:yarı çöl; des: çöl. BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ 85 Şekil 7: Açık kıyıda yapılan tortul sondajlarından elde edilen polen malzemesinin araştırılmasıyla ortaya çıkarılan, son 150.000 yıllık süre içerisinde Kuzeybatı Afrika bitki örtüsünün tarihsel değişimi. Şekildeki düzenleme Dupont tarafından yapılmıştır (Dupont et al., 1993, Şekil 4a). Sondaj yerlerini görmek için Şekil 5’e bakınız. Ortamlar: med:Akdeniz ormanları; sde:yarı çöl; des:çöl; sav:Sahelian savanı ya da park ormanları; rai:Afrika yağmur ormanları. Kuzey Afrika’da bitki örtüsünün buzul çağlarındaki hareketleri, geniş ölçüde, buzul çağları boyunca egemen olan kuru hava karakterli subtropik yüksek basınç alanının daha alt enlemlere doğru hareketlenmesinden etkilenmiştir (Dupont and Beug, 1991; Hooghiemstra et al., 1992; Dupont, 1993; Frédoux, 1994). Buna karşın, Kuzeydoğu Afrika ve Güneydoğu Asya’da yağış ve yağışa bağlı olarak da bitki örtüsü gelişimi ve dağılımı, Milankovitch tarafından ortaya atılan, Dünya’nın döngüsel yörünge hareketi değişimlerinden etkilenen muson ikliminin denetimindedir (Kutzbach and Street-Perrott, 1985; Kutzbach, 1987; Kutzbach and Gallimore, 1988). Buzul arası çağlar boyunca, kuzey yarımküre yazının gezegenimizin güneşe en yakın mesafesinde bulunduğu konumuna tesadüf eden zamanda, Hint Okyanusu ile karasal ortamların iç kısımları arasındaki sıcaklık farkları en üst seviyeye çıkmaktadır. Đşte bu mevsimsel dönemde muson iklimi ve onun karakteristik özelliği muson yağmurları, Kuzeydoğu Afrika ve Güneybatı Asya’yı, kendi kuzeybatı yönlü hareketi boyunca en geniş ve kuvvetli biçimde etkilemektedir (van Campo et al., 1982; Prell and 86 T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS van Campo, 1986; Prell and Kutzbach, 1987). Buzul çağları boyunca, örneğin OIS 6 safhasında bu bölgelerdeki muson iklimi egemenliği zayıftır ve kuru hava karakterli subtropik yüksek basınç alanının güneye doğru etkisini arttırması nedeniyle Kuzeybatı Afrika’ya kurak iklim egemen olmuştur. Günümüzden 130.000–117.000 Yıllar Öncesi Zaman Aralığında Gelişen Buzul Arası Çağ Günümüzden 130.000–117.000 yıllar öncesi zaman aralığında gelişen buzul arası çağda, Holosen’e göre (içinde bulunduğumuz buzul arası çağ) buzulların çok daha yukarı enlemlere doğru gerilediği ve gene Holosen’deki deniz seviyesinin 2–12 metreler arası daha yukarısına gelecek kadar yükseldiği düşünülür. Acaba mevcut bilgimiz bu görüşü ne kadar destekliyor? OIS 6 safhasını bitiren hızlı buzul gerilemesine karşılık gelen ilk 10.000 yıllık sürede iklim hızla ısınırken, bu ısınmayı, hafif bir soğumanın görüldüğü zaman aralığı izledi (Şekil 8). OIS 5e safhasında, okyanus yüzey suyu sıcaklığı, günümüz okyanus yüzey suyu sıcaklığından biraz daha farklıydı (CLIMAP Project Members, 1984) ve kabul edilebilir hata sınırları içinde saptandığı söylenebilecek birkaç anomali dışında, örneğin Norveç Denizi’nin su sıcaklığı, günümüzdeki değerinin üzerindeydi (Duplessy et al., 1988). Dünyanın pek çok yerinde, tektonik olarak fazla hareketli olmayan ve izostatik denge değişim değerleri yüksek olmayan kıyılar yanında, okyanuslardaki adalarda yapılan çalışmalar, günümüzden 140.000-122.000 yıllar öncesi zaman aralığında, deniz seviyesinin bugünkünden daha yüksek olduğunu göstermektedir (Kaufman, 1986; Edwards et al., 1987; Bard et al., 1990; Ku et al., 1990; Chen et al., 1987; Gallup et al., 1994). Çalışılan bu buzul arası çağın yaklaşık olarak günümüzden 126.000-125.000 yıllar öncesinde, deniz seviyesi yükselmesinin en üst değerine ulaştığı zamandan yaklaşık 10.000 yıl kadar önce başladığı görülmektedir ki bu sonuç, SPECMAP yaşlandırmasıyla çelişmektedir (Smart and Richards, 1992; Crowley, 1994; Crowley and Kim, 1994; Gallup et al., 1994). Bununla birlikte çok daha doğru yaşlandırma yapılmasını sağlayan U/Th (Uranyum/Toryum) yaşlandırma ölçümleri (Stirling et al., 1995), deniz seviyelerinde görülen yükselmenin başlangıç zamanını günümüzden en geç 130.000 yıl öncesine yerleştirir. Aynı deniz seviyesi yükselmesi değerleri, Kanada Arktiği, Grönland ve Batı Antarktika buzullarının, hacim ve yayılma olarak, günümüzdeki hacimsel azalış ve gerileme değerlerinin çok daha üstünde azaldıkları ve gerilediklerinin kanıtıdır (CLIMAP Project Members, 1984, pp.205–212; Funder, 1989; Koerner, 1989). Bununla birlikte Lambech ve Nakada (1992), azalan ve hafifleyen buzul kütlesine bağlı olarak izostatik dengenin değişmesi sonucu, bu buzul arası çağ boyunca, deniz seviyesinin, günümüz değerlerine yakın bir seviyede oluştuğunu savunurlar. Bu sonuç, Stirling tarafından da kabul edilmektedir (Stirling et al., 1995 ve bakınız Şekil 4). Stirling çalışmasında ayrıca, deniz seviyesinin yüksekliğini koruduğu sürenin kısalığının, SPECMAP araştırmasının ortaya koyduğu 130.000-117.000 yıllar öncesi zaman aralığına oturttuğu buzul arası çağ süresini hükümsüz kılmadığını, mantonun, kabul edilebilir zaman sınırlarında hafif bir sükunet döneminin bu süreyi uzatmış olabileceğini savunmuştur (Stirling et al., 1995 v bakınız Şekil 5). BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ 87 Şekil 8: Günümüzden 130.000 yıl öncesinden itibaren, OIS 6’dan (buzul arası safha) OIS 4 safhasına kadar geçen dönemde ortamsal değişiklikler. Küresel buz hacminin alındığı kaynak: (Shackleton, 1987, Şekil 1). Gölgelendirme tipindeki desenle gösterilen Đskandinavya buzul örtüsünün ilerlemesinin alındığı kaynak (Mangerud, 1991a). Şeklin sol alt köşesinde yer alan çizim ana coğrafi yönlere göre buzul ilerlemesini gösterir. Şekilde deniz seviyesi değişimlerini gösteren grafik Şekil 4’ten alınmıştır. Geçmişteki deniz seviyelerini belirten, grafikte siyah noktalar halinde gösterilen mercanlar üzerinde yapılan ölçüm sonuçlarının alındığı kaynaklar: Barbados mercan ölçümleri; (Bard et al. 1990; Gallup et al., 1994) Bahama mercan ölçümleri; (Chen et al., 1991). Merkezi Avrupa yıllık ortalama sıcaklık ve yağış değerlerinin alındığı kaynak (Guiot et al., 1989, Şekil 3). Sıcaklık ve yağışla ilgili grafiklerdeki gölgelendirmeli kısımlar eğrilerin güvenilirlik aralıklarıdır. Tortul birikiminin özellikle hızlı olduğu yerler hariç tutulduğunda, OIS 5e zaman aralığında oluşmuş kıyı seviyelerinin hemen hepsini günümüz kıyı seviyeleri değerleriyle aynı olarak kabul edebiliriz. Ancak benzer eşitlemeyi yapamayacağımız bir coğrafya var. Burası Kuzey Avrupa’da, Baltık Denizi’nin bulunduğu yerde söz konusu zaman aralığında gelişmiş olan Eemien Denizi’nin kıyılarıdır (Bakınız Şekil 9). Eemien kıyıları, günümüzdeki Kuzey Denizi ve Baltık Denizi’nin kıyılarından çok daha farklıydı (Mangerud et al., 1979, 1981; Nilsson, 1983, pp.205-212; Miller and Mangerud, 1986; Mangerud, 1989). Eemien Denizi’ni oluşturan deniz seviyesi yükselmesi, yaklaşık 20m/ky’dır (20 metre/1000 yıl) (Zagwijn, 1983; Streif, 1991). Bu hız, Holosen’in başındaki deniz seviyesi yükselme hızından iki kat daha fazladır ve OIS 6 ile OIS 5e sınırında, benzeri görülmeyecek kadar hızlı bir buzul gerilemesini işaret eder. 88 T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS Şekil 9: OIS 5e safhasında, günümüzden 125.000–120.000 yıllar öncesinde hüküm süren buzul arası safhanın optimum iklimsel koşullarının ortaya çıkardığı Avrupa coğrafyası manzarası. Kuzey Atlantik Körfez Akıntısı’na (Gulfstream) bağlı gelişen eş sıcaklık eğrileri (izoterm) coğrafi sınırlarının alındığı kaynak: (CLIMAP Project Members, 1984 – CLIMAP: Climate/Long Range Mappings and Predictions Project – Đklimin Uzun Zaman Aralığında Araştırılmasına Yönelik Haritalama ve Tahmin Projesi); Eemien Baltık Denizi coğrafi sınırlarının alındığı kaynak: (Donner, 1995, Şekil 6.1). Ortamlar: bof:boreal (soğuk iklim kuşağı) ormanlar; cdf:iğne ve geniş yapraklı ağaç türlerinin karışımından oluşan ormanlar; dec: geniş yapraklı ağaç türlerinden oluşan ormanlar; med: Akdeniz’in yıl boyu yaprak dökmeyen ormanları; sde:yarı çöl; des:çöl; sav:Sahelian savanı ya da park ormanı; rai:Afrika yağmur ormanları. BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ 89 Günümüzden yaklaşık 126.000–116.000 yıllar öncesi zaman aralığında, Eemien Denizi, en yüksek seviyesine ulaştı (bakınız Şekil 8, Streif, 1991) ve yaklaşık olarak günümüzden 110.000 yıl önce çekildi. Đşte bu deniz, Kuzey Denizi boyunca, kıyılarda sadece belli başlı ırmakların ova ve vadilerini istila ederken, esas etkisini Baltık Denizi kıyılarında göstererek, bütün Baltık havzasını kaplayacak şekilde ilerledi ve yükseldi. Bunun sonucunda, Kuzey Denizi ile Beyaz Deniz (Kuzey Kutup Denizi) birleşirken, Fennoscandia (Đskandinavya) bir ada halini aldı (Zans, 1936; Gross, 1967; Forsström et al., 1988). Eemien Denizi’nin batısında deniz suyunun, günümüzdeki Kuzey Denizi’nin su sıcaklığından daha fazla olması, daha güneydeki sıcak suya uyumlu faunanın (hayvan varlığı) buralara gelerek yerleşmesine ve yaşamasına olanak sağladı. Bununla beraber, daha soğuk suya uyumlu faunanın izine kuzeydoğu yönünde rastlanması, Arktik Okyanusu ile olan bağlantının varlığını göstermektedir. Kuzey Denizi bölgesinde yaz mevsimi sıcaklık değerleri buzul arası çağın başlangıcına karşılık gelen 10ºC değerinden, en üst değer olan 22ºC’a kadar yükseldi ki, bu sıcaklık günümüzde Baltık Denizi çevresindeki sıcaklık değerinin bir hayli üzerindedir (Zagwijn, 1961, 1983; Müller, 1974; Larsen et al., 1995). Geniş karasal alanları baştanbaşa kaplayan bu denizin kıyılarındaki ortamlara egemen ılıman iklim koşulları ve bu koşullara bağlı olarak zenginleşen doğal kaynaklar, ilk andan itibaren, yerleşmek amacıyla insanları buraya çekmiş olabilir. Sıcaklığın yükseldiğini gösteren kanıtlar, Akdeniz’de yapılan çalışmalarda da bulunmuştur. Girit Adası’nın doğusunda yapılan sondajlardan çıkarılan tortullar içinde bulunan planktonik foraminifera fosilleri üzerinde yapılan incelemeler, iklimdeki sıcaklık yükselişinin günümüzden 127.000 yıl önce başladığını ve sıcaklığın hızla, günümüzdeki sıcaklık değerinin de 3ºC üzerine çıktığını göstermiştir (Thunell and Williams, 1983). Batı Akdeniz’de sıcaklığın, günümüz Akdeniz sıcaklığının 3ºC üzerinde olduğunu gösteren kanıt, Tiran Denizi’nin yükselmiş kıyılarından kalan tortullarda bulunan Strombus bubonius fosilleri üzerinde yapılan 18O izotopu çalışmasından elde edilmiştir ki, bu tür, günümüzde, Guyana Körfezi’nin bulunduğu enlemin daha kuzeyinde herhangi bir yerde bulunmamaktadır (Cornu et al., 1993). Sıcaklık hesapları maalesef çok güvenilir değil. Çünkü yüzey suyu tuzluluk değerleri dikkate alınarak yapılıyor (Thunell and Williams,1983, 1989). Akdeniz’de OIS 6 ve OIS 5e safhaları sınırında büyük ölçüde 18O izotopu yitimi olduğu saptanmıştır ki, bunun nedeni büyük olasılıkla Karadeniz’den Akdeniz’e katılan yüksek miktarda erimiş su girdisi (Thunell and Williams, 1983) yanında, artan Muson yağmurlarıyla birlikte Nil Irmağı’nın Akdeniz’e daha çok su boşaltması (Rossignol-Strick, 1983) ve bir olasılık da Anadolu ve Orta Doğu’da artış gösteren yaz mevsimi yağmurlarının (Rohling, 1994b; Rohling and Hilgen, 1991) hep birlikte oluşturduğu etkidir. Akdeniz’in aksine Kızıl Deniz’in tuzluluk ve sıcaklığı günümüz değerleriyle aynı seviyedeydi (Ivanova, 1985). Kuzeybatı Afrika’ya bakıldığında, OIS 6 safhasındakine göre, buzul arası çağ bitki örtüsü dağılımının oluşturduğu sınırların farklı olduğu görülür (bakınız Şekil 7) (Dupont, 1993; Hooghiemstra, et al., 1992). Akdeniz tipi çalılıklar, makiler ve meşe ormanları, Kuzeybatı Afrika kıyılarından Atlas Dağı’nın güney yamaçlarına kadar bütün araziyi örtmekte, yarı kurak ortam, sadece çok dar bir alanda bir geçiş ortamı 90 T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS oluşturur şekilde Sahra Çölü’ne doğru uzanmaktadır. Sahra Çölü’nün yayılma alanlarında da değişmeler görülmektedir. Tropik yağmur ormanlarının genişlemesiyle uyumlu olarak kuzeye doğru hareket eden Sahelian Savan’ı, Sahra Çölü’nün küçülmesine neden olmuştur. Daha doğuda yer alan Tunus’un güneyinde bulunan tortullarda Causse (Causse et al., 1989) tarafından yapılan U/Th (Uranyum/Toryum) yaşlandırma çalışması, günümüzden yaklaşık olarak 191.000-136.000 yıllar öncesi zaman aralığında burada derin seviyeli bir göl olduğunu ortaya çıkarmıştır ki, bu tarih her ne kadar OIS 6 safhasına karşılık gelse de günümüzden yaklaşık 150.000 yıl kadar önce bu gölü çevreleyen ortamda nemli iklim şartlarının egemenliğini işaret etmektedir. Bu çalışmanın güvenilir olmama nedeni, yaşlandırma çalışmasında kullanılan mollusk (omurgasız canlılardan yumuşakçalar) fosillerinin, U/Th analizlerinde fazla güvenilir sonuç vermemesinden kaynaklanmaktadır (Kaufman, 1986). Kuzeydoğu Afrika ve Güneybatı Asya’da yer alan pek çok gölün Pleistosen tortullarında yapılan çalışmalar, bu göllerin bulunduğu ortamlarda yağışların fasılalı olarak arttığını göstermiştir. Mısır’ın batısındaki çölde bulunan bazı göllerdeki marn tortulları üzerinde yapılan U/Th yaşlandırma çalışmaları, bu göllerdeki yüksek su seviyesinin bulunduğu zaman dilimi olarak OIS 5e safhasını gösterirken (Wendorf et al., 1994, p.165; Szabo et al., 1995), diğer bazı göl tortulları günümüzden 155.000 yıl öncesini göstermiştir ki bu yaş, çalışmamızın başlangıç tarihinde egemen olan buzul çağı şartlarını işaret eder (Szabo et al., 1995). Avrupa’da buzul arası çağın başlamasıyla birlikte, ağaçlar, buzul çağında sığındıkları dar bölgelerden dışarıya doğru yayılarak; iklimsel değişimin, biyotik etkinin ve toprak gelişiminin ortak etkisiyle birbiri ardınca gelişen bitki populasyonları halinde geniş ve açık arazileri baştan başa kapladılar. Bütün Avrupa boyunca bitki örtüsü dağılımındaki değişiklikler Şekil 10’da görülmektedir. Değişim, meşe (Quercus) ve karaağaçla (Ulmus) başladı. Sonrasında fındık (Corylus) ve ondan sonra da porsuk ağacı (Taxus) Alplerin kuzeyinde egemen orman örtüsünü oluşturdu (Şekil 10). Bu orman örtülerini, gene bütün Avrupa’ya yayılan gürgen (Carpinus) ormanları takip ederken, hemen sonra köknar (Fir), ladin (Picea) ve çam (Pinus) ağaçlarından oluşan ormanlar yayıldı. Bu buzul arası çağda yayılan köknar ormanları, günümüz köknar ormanları yayılma alanının çok daha ötesinde bir alanı kaplamıştır ve hemen bütün Avrupa’da kayın (Fagus) bulunmamaktadır (Tzedakis, 1994). Ancak kayın ağacının yokluğunun iklimden mi yoksa ağaç türleri arasındaki rekabetten mi kaynaklandığı bilinmemektedir. Örneğin kayın ağaçlarının yokluğu, gürgen ağaçlarının yayılma nedeni olabilir (Huntley and Birks, 1983). OIS 5e safhasının sonlarına doğru bazı alanlarda ve iki kere, köknar ormanları yayılmasının çam ormanları yayılmasıyla kesildiği görülmüştür ki bunun nedeni, Eemien sonunda iklimde görülen düzensizlikler olabilir (Tzedakis et al., 1994). BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ 91 Şekil 10: OIS 5e safhası boyunca Batı Avrupa orman gelişimi. Değerler Ribains’te yapılan tortul sondajlarından elde edilen polenlerden hazırlanan bitki sınıflandırmasını (taxa) göstermektedir (de Beaulieu and Reille, 1992a: Şekil 2). Şeklin en sağında yer alan noktalar ve aralarındaki boş kısımlar, hemen altlarında isimleri yazılı ağaç türlerinin varlığı ya da yokluğunu belirtmektedir. 92 T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS Güney Avrupa’daki meşe/karaağaç geçişini, yabani zeytinin (Olea) ve yaprak dökmeyen meşelerin Akdeniz’de oluşturduğu orman örtüsü yayılımı takip eder. Hatta, zeytin ormanları bu dönemde bütün Akdeniz çevresini kaplayacak şekilde çok daha geniş alanlara yayılmıştır (Tzedakis, 1994) ve Doğu Akdeniz’deki deniz tortullarında yapılan sondajlarda (Cheddadi and Rossignol-Strick, 1995) çıkarılan tortullar üzerindeki araştırmalar, bu geniş yabani zeytin ormanı yayılması tarihini günümüzden yaklaşık olarak 126.000-125.000 yıllar öncesi olarak vermiştir (Sapropel S5; Muerdter et al., 1984). Bu tarih gerçekten de gerek buzul arası çağda gerekse son 150.000 yıllık süreçte, güneşlenmenin en üst düzeyde olduğu (günümüz değerlerinin %12–13 üzerinde) bir zaman aralığıdır (Berger, 1978). Akdeniz’de zeytin ağacı ormanları yayılması, Avrupa’nın geri kalan kısmında görülen porsuk ağacı ormanlarının yayılmasıyla eş zamanlıdır. Çünkü günümüz Fransasında Masif Central diye bilinen bölgede bulunan Ribains’de incelenen tortullarda, bu tarihi gösteren zeytin (ve ayrıca fıstık-Pistacia) ve yaprak dökmeyen meşelere ait polenler bulunmuştur (de Baulie and Reille, 1992a). Bu polenler Alplerin kuzey ve güney starigrafilerini birbirine uyumlu olarak bağlamaktadır. Portekiz’in batı kıyılarında yapılan denizel tortul sondajı çalışmalarında elde edilen polenler üzerinde yapılan çalışma ve 18O izotopu ölçümleri (Turon, 1984), gürgen ormanları yayılmasının son anına kadar ve köknar/ladin/çam orman örtüsü yayılma safhaları boyunca, Batı Avrupa’daki sıcaklıkların yüksek değerlerini koruduğunu göstermektedir. Ancak buzullar da bir yerlerde yeniden genişlemeye başlıyor olmalıdır. Çünkü Hollanda’da yapılan çalışmalardan çıkan sonuçlara göre, OIS 5e safhasının sonuna doğru (Şekil 8) Eemien Denizi’nin seviyesi düşmeye başlamıştır (Zagwijn, 1983). Bunun sorumlusu da Kuzey Amerika’daki buzul örtüsü olabilir. Çünkü Batı Norveç’te Fjøsanger’de aynı zaman aralığında bulunan orman örtüsü (Mangerud et al., 1981; Mangeud, 1989), Đskandinavya’da bir buzul örtüsünün varlığını olanak dışı bırakmaktadır (Mangerud, 1991a; ayrıca bakınız Cortijo et al., 1994). Bu durum, başka bir soruyu sormamıza neden olmaktadır. Acaba Avrupa’daki iklim değişimleri, iklim sisteminin, sadece bir merkezden dışarıya doğru adeta itilerek genişlemesi mi, yoksa kısmen de olsa iç güçlerin etkisiyle mi oluşmaktadır? Bu soruya daha tatminkâr cevaplar bulabilme ve daha ayrıntılı çalışmak için yer küreyle ilgili çok daha doğru ve kapsamlı kronolojik bilgiye gereksinim duyulmaktadır. Ilıman iklim koşullarından hoşlanan canlılardan kalan bol miktarda polen ve makroskopik bitki artıkları, Eemien Denizi’nin en üst seviyesinde karasal ortamlarda iklimin Holosen’den çok daha sıcak olduğunu gösteren yeterli kanıtı sağlamaktadır. Montpelier akça ağacı (Acer monspessulanum) ve ateş dikeni (Pyracantha coccinea) gibi Akdeniz kökenli çalılar ve bodur ağaçlar, sarmaşık (Hedera helix), çobanpüskülü (Ilex), Marisus serratus ve Britanya dâhil olacak şekilde daha alt enlemlerde günümüzde bulunmayan su kestanesi (Trapa natans), Lesser Najad (Najas minor) ve Salvinia natans gibi bitkiler, yazın sıcak ve kurak, kışın ılık geçtiği bir mevsimi göstermektedir (Phillips, 1974). BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ 93 Ostrobothnia’da OIS 5e safhasında iklimin optimum sıcaklık değeri, sıcağı seven canlı türlerine ait fosillerin bulunmasıyla ortaya konmuştur (Forsström et al., 1988). Avrupa’da, Holosen’in ılıman iklim kuşağı kuzey yarımküre sınırlarının çok ötesine yayılacak şekilde, Đsveç’in Laponya Bölgesinde 67º 38' kuzey enlemine karşılık gelen alanda, Eemien Denizi’nden kalan tortullarda sıcağa uyumlu fauna ve florayı oluşturan canlılara ait fosiller bulunmuştur (Lundqvist, 1971). Aynı alandaki tortullarda bulunan polenler üzerinde yapılan incelemeler, fındık (Corylus) ve kızılağaçlar (Alder) arasındaki yakınlığı, ayrıca bitki makrofosilleri ve böcek artıkları OIS 5e safhası boyunca yıllık ortalama sıcaklığın, Holosen sıcaklık ortalamasının 4ºC üzerinde olduğunu göstermektedir. Bu değişimle fazla uyuşmayacak şekilde daha güneyde, La Grande Pile’de (Vosges; Ponel, 1995) bulunan porsukağacı (Taxus) yayılmasına denk düşen safhayı gösteren tortullardan çıkarılan böcek kalıntılarından, iklimde (Şekil 8) yıllık sıcaklık ortalamasının 10-12ºC kadar olduğu anlaşılmıştır ki, bu sıcaklık değeri, günümüzde aynı bölgede ölçülmüş 9.5ºC’lık sıcaklık ortalaması değerinin çok üzerinde değildir. Temmuz ayına ait ortalama sıcaklık (16-18ºC:Guiot et al., 1993) ve Atlantik Okyanusu su sıcaklığı değerleri de günümüz değerlerinden farklı değildir (CLIMAP Project Members, 1984). Buradan hareketle, acaba Avrupa’nın alt ve üst enlemleri boyunca ve/veya denizel ve karasal ortamları arasında iklimsel farklar olduğunu mu görmekteyiz, yoksa gördüğümüz, yapılan hesaplardaki hata sınırının, kabul edilebilirliğin üstünde olması mı? Bu aşamada bize, genel atmosfer dolaşım modeline göre hazırlanmış, OIS 5e safhasındaki buzul arası çağın en üst etkinlik seviyesindeki güneşlenme etkinliği üzerine kurulu iklim ve bitki örtüsü modeli yardımcı olmaktadır (Harrison et al., 1995). Dünyanın güneş etrafında dönmekte olduğu yörüngesinde, yörünge ekseninin eğikliği, yörünge presesyonu ve yörünge dış merkezliliğinde görülen değişimler nedeniyle (Berger, 1978), günümüzden yaklaşık 125.000 yıl önce, güneşlenme en üst seviyesine ulaşmış ve özellikle de Avrupa’nın orta ve üst enlemlerini etkileyecek şekilde, yaz mevsimi hava sıcaklığı ortalamaları günümüz değerlerinin 4ºC kadar üzerine çıkmıştır. Buna karşılık ve tersine bir gelişimle, daha alt enlemlerde ise kış mevsimi boyunca daha şiddetli soğuklar yanında, Avrasya’nın kara içi ortamlarında mevsimler arası iklimsel farkların daha şiddetli olduğu görülmektedir. Arktik Bölgede, özellikle Đskandinavya’nın kuzeyinde, sıcaklık değerleri günümüzdekinin 2–8 ºC daha üstünde iken, deniz üstündeki buz örtüleri, mevsimsel değişimlerin daha sert olması nedeniyle bir yıl içinde günümüzdekine oranla daha geniş alanlarda ilerlemekte ve gerilemektedirler. Bu model, ne Eemien Denizi’nin Arktik Deniz ile olan bağlantısını ne de okyanus atmosfer ilişkisini dikkate almıyorsa da, burada özetleyerek verilen diğer bilgilerle uyum göstermesi nedeniyle, tasarımı titizlikle yapılmış bir model olarak araştırıcıların kullanma isteğini artırmaktadır. 94 T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS Günümüzden 116.000–74.000 Yıllar Öncesi Zaman Aralığı: Buzul Çağına Doğru Günümüzden 116.000–74.000 yıllar öncesi zaman aralığında, OIS 4 safhası olarak adlandırılan ve Avrupa’yı etkisi altına alacak büyük buzul ilerlemesi öncesinde, iklimde birbirini takip eden ısınma ve soğuma aralıkları saptanmıştır. Bu sürecin başlangıcında, OIS 5e’nin sonundan OIS 5d’nin sonuna kadar, deniz seviyesi düşüş değeri 50 metreye ulaşır (Herning ya da Melisey I soğuma aralığı). Deniz seviyesindeki düşüş değeri her ne kadar başka ölçümlerle doğrulanmamışsa da dikkate almaya değecek miktarda küresel buzul kütlesi artışını ortaya koyar (Şekil 8). Bununla birlikte, söz konusu aralıkta Đskandinavya buzul örtüsünde henüz ilerleme yoktur (Mangerud et al., 1981; Mangerud, 1991a, b) ve Norveç Denizi’nde, buzulların taşıyarak getirmesi ve yığması gereken tortul malzemeye rastlanmaması (Baumann et al., 1995), buzul cephesinin bu aralıkta Norveç kıyılarına ulaşmadığını gösterir. Đskandinavya Dağları’nın doğusunda, Laponya ve Kuzey Finlandiya buzullarla kaplanmış olabilir. Fakat diğer yerlerde buzul ilerlemeleri ancak dağ yamaçlarıyla sınırlı kalmış olmalıdır (Mangerud 1991a). Bir sonraki aralıkta (OIS 5c: Brørup, St. Germain I ısınma aralığı), oldukça ılıman iklim şartları görülmektedir ve ılıman iklim şartları altında, Đskandinavya buzul örtüsünün büyük bir kısmı eriyerek ortadan kalkmış olabilir (Mangerud 1991a; bu ölçümlerin alındığı kaynak ise; Donner, 1995, Chapter 8). Buzullardaki gerileyiş ve ortadan kalkışı, deniz seviyesinin düşüklük değerini –20 metre olarak gösteren U/Th yaşlandırma sonucu da desteklemektedir (Pickett et al., 1985; Bard et al., 1990; Smart and Richards, 1992). Bitki örtüsüyle ilgili olarak bulunan kanıtlar da, Geç Eemien’deki koşullara benzerlikler olduğunu işaret etmektedir. OIS 5b aralığında deniz seviyesi yeniden düşer (Rederstall ya da Melisey II soğuma aralığı). Ancak, mercanlar üzerinde yapılan çalışmalardan elde edilen veriler, bu düşüşün günümüz deniz seviyesinin sadece 25 metre altına (-25 metre) karşılık geldiğini gösterir ki, bu da, küresel buzul ilerlemesinin çok büyük değerlere ulaşamayacağını gösterir (Şekil 8). Buzullar, Norveç’in batı kıyılarının ötesine geçecek kadar ilerlemişlerdir (Mangerud, 1991a) ve Norveç Denizi’nde bulunan mercan kalıntıları, su erimesi ve buz dağlarının (iceberg) varlığını açığa çıkaran kanıtlar sağlamıştır. Bununla birlikte, buzulların sürükleyerek buralara bıraktığı malzeme az miktardadır (Baumann et al., 1995). Đskandinavya Dağları’nın doğusu ve Baltık Denizi’nin güneyi hakkında bildiklerimiz azdır. Ancak buralardaki iklim şartları da büyük olasılıkla OIS 5d’deki iklim şartlarına benzemektedir. OIS 5a süresince (Odderade ya da St. Germain II ısınma aralığı), deniz seviyesi yeniden yükselmekle birlikte OIS 5c’deki seviye yüksekliğine ulaşamamaktadır. Đskandinavya buzul örtüsünün ilerlediğini gösterir doğrudan bir kanıt yoksa da (Mangerud, 1991a), küresel ölçekte buzul yayılma sınırı, bir önceki soğuma aralığında buzulların ulaştığı ilerleme sınırının ötesine geçecek kadar ilerlemiştir. OIS 5d-a aralıkları boyunca gelişmiş iklim değişimleri polen dizilerine göre ele alındığında, bitki örtüsünün, söz konusu aralıklar boyunca bir diğerini takip eden açık çayır ve kapalı orman yayılmaları görülmektedir. Isınma aralıklarında, günümüze göre, BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ 95 kuzey-güney yönlü olarak orman örtüsünü oluşturan ağaç türlerindeki değişimler daha fazladır. Örneğin, aynı ısınma aralığında, Đskandinavya’nın kuzeyinde tundra bitki örtüsü egemenken, güneyinde huş ağacının (Betula) egemenliğinde gelişmiş ormanlar bulunmaktadır. Çam, ladin, köknar, karaçam ve huş ağacından oluşan iğne yapraklı ormanlar, Kuzey Almanya, Danimarka, Hollanda ve Britanya’yı kaplarken, Güney Merkezi Avrupa ve Fransa’da, ılıman iklim koşullarını seven geniş yapraklı ağaç türlerinin karışımından oluşan orman örtüleri yer almaktadır (Behre, 1989; Emontspohl, 1995). Alplerin güneyinde, Akdeniz unsurlu geniş yapraklı ağaç türlerinden oluşan orman örtüsü vardır (Wijmstra, 1969; Pons and Reille, 1988; Tzedakis, 1994; Follieri et al., in press). Sıcaklık ve yağışla ilgili yapılan hesaplamalar (Şekil 8), soğuma aralıklarında ortamın soğuk ve kurak, ısınma aralıklarında ise OIS 5e’ye göre daha karasal karakterde olduğunu göstermektedir. Doğu Akdeniz’de soğuk ve kurak bitki örtüsünü oluşturan kazayağı (Chenopodium) ve pelin (Artemisia) bulunmaktadır ve bunu takip eden ısınma aralığında, yerlerini, Akdeniz’in, bir kısmı yıl boyunca yaprağını dökmeyen geniş yapraklı ağaç türlerinin oluşturduğu orman örtülerine bırakmaktadır. Isınma aralıklarında ortamın manzarası, OIS 5e safhasındaki ortamın manzarasına göre daha açıklık bitki örtüsü gelişimini gösterir. Bununla birlikte bu ısınma aralıklarında, yarı kurak ve kurak ortamlara uyumlu bitki topluluklarının varlığı da bulunmuştur (Cheddadi and Rossignol-Strick, 1995). Fransa’da La Grande Pile’de (Vosges) bulunan polenlerin çalışılmasıyla elde edilen polen kayıtları ile Woillard tarafından yapılan denizel tortul oksijen izotop stratigrafisi çalışmasından elde edilen sonuçlar (Woillard, 1978; Woillard and Mokk, 1982) karşılaştırılmış ve deneştirilmiştir. Bu deneştirme, Avrupa’nın güneyi ve kuzeyi arasında da başarıyla yapılmıştır. Her bir ısınma aralığında, orman örtüsü bütün bölgelerde hızla yayılmaktadır ve bu da Melisey I’e oranla Melisey II’de iklimin daha soğuk olmasına rağmen, soğuma aralarında orman örtülerinin sığındıkları alanların, yayıldıkları ve genişledikleri alanlara yakınlığını gösterir. Güney Avrupa’da bitki örtüsü değişimini, kazayağı ve pelinlerin oluşturduğu step bitki örtüsü gelişimi ve egemenliğinin ortaya koyduğu kuraklık artışı gösterir (Follieri et al., in press). Daha erken bir zamanda gelişen St.Germain I ısınma aralığında, ılık iklim koşullarında gelişen orman örtüsü, kısa bir süre etkili olan Montaigu olayıyla kesintiye uğramıştır (Reille et al., 1991). Montaigu olayının etkisiyle 500–1000 yıl kadar süren zaman aralığında soğuk step bitki örtüsünün egemenliği görülmüş, sonradan orman örtüsü geri gelmiştir (Beaulieu and Reille, 1992a). Bu olayın geçtiği zaman aralığı, Genç Dryas ile benzerlikler gösterir ve bütün Fransa ve Güney Avrupa boyunca bulunan kayıtlarla tanımlanmıştır. 96 T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS Kuzey Afrika’daki OIS 5a-d süresince mevcut koşullar, Afrika’nın bu bölgesinin sadece kuzeybatı kısmında yeterli ve kapsamlı çalışılmıştır (Şekil 7). Bunun dışında kalan yerlerde yapılan kronolojik çalışma sonuçları fazla güvenilir değildir. Buna göre, çöl ile Sahelian Savan’ı sınırındaki bazı alanlar dışında, soğuma ve ısınma aralıklarında gelişen bitki örtüsü değişim miktarı azdır (Dupont, 1993). Akdeniz orman örtüsünde bir miktar fakirleşme görülmektedir (Hooghiemstra et al., 1992) ve bu fakirleşme ısınma aralarında bile (OIS 5a, 5c) belirgindir. Yarı kurak ortamlarda kuzeye doğru hafifçe genişleme görülmektedir. Şekil 11: OIS 5d safhasından OIS 3 safhasına kadar, GRIP araştırmasında (GRIP: Greenland Ice Project – Grönland Buz Projesi) (GRIP 1993, Şekil 1) buzul sondajlarından ortaya çıkan yüksek sıklıktaki iklimsel değişimlerle da karşılaştırılması yapılan, Fransa ve Kuzeybatı Yunanistan’da bulunan toplam ağaç polenleri (yüzdelerine göre). Avrupa’nın Geç Kuvaterner bitki örtüsü tarihi. Ölçekte ve yaşlandırmada karşılaşılan sorunlar nedeniyle, üç kayıt arasındaki deneştirmeler takribidir. Günümüzden 74.000–59.000 Yıllar Öncesi Zaman Aralığı: Büyük Buzul Đlerlemesi OIS 4 safhasıyla birlikte, iklimdeki uzun süren yavaş soğuma eğilimi, yerini, buzulların egemenliğinin arttığı büyük ve daha geniş alanda etkili soğumaya bırakır (Şekil 12). Đskandinavya buzul örtüsü bir hayli ilerler. Ancak bu ilerleyişin bıraktığı yer şekilleri ve diğer izler, daha sonra gelişen OIS 2 safhasının buzul örtüleri tarafından aşındırılmış ya da bu safhada oluşan buzul ortamı tortulları tarafından örtülmüştür. OIS 4 safhasında oluştuğu düşünülen buzul ortamı tortulları sadece Đskandinavya’da değil; Danimarka (Strand Strand-Petersen and Kronborg, 1991), Polonya (Mojski, 1991), Estonya (Liivrand, 1991), ve Almanya’nın kuzeybatısında (Benda, 1995, Chapter 8, BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ 97 pp.106–108; Menke, 1991) bulunmuştur. Ancak bütün bu çalışmaların sonucu tartışmalıdır. Maalesef, OIS 4 safhası tortulları 14C yaşlandırma yöntemini kullanamayacağımız kadar eskidir ve bu nedenle de, OIS 4 ve OIS 2 safhasındaki buzul ilerlemelerinin bıraktığı tortulların bu yaşlandırma yöntemiyle birbirlerinden ayrılması, güvenilir bir seçenek değildir (Donner, 1995, pp.70–73, Table 9.1). Termolüminesans yaşlandırma yöntemi de kullanılmıştır (e.g.Strand-Petersen and Kronborg, 1991). Fakat elde edilen sonuçlar OIS 4 safhası başlangıcının tarihsel yerleşimini SPECMAP’in (Mojski, 1991) bulduğu yaşın 15.000–20.000 yıl öncesine koymaktadır ki bu zamansal fark, büyük dikkat isteyecek çalışmalarla düzeltme yapılmasını gerektirmektedir. Netice olarak, Andersen ve Mangerud (1989, Şekil 9) OIS 4 safhası için iki buzul sınırı verirken (Şekil 13), Donner (1995, Şekil 8.4), bunları hep birlikte ve Baltık-aşırı buzul yayılmasının iki ucu olarak değerlendirmiştir. Ancak açık olan, OIS 4 safhasındaki buzul ilerlemesinin, OIS 2 safhasında görülen buzul ilerlemesinden daha küçük olduğudur. Şekil 12: Günümüzden 75.000–25.000 yıllar öncesi zaman aralığında, OIS 4 ve OIS 3 safhaları süresince ortamda görülen değişiklikler. En soldaki grafikte gölgelendirmeyle yapılmış, buzulların sola doğru ilerleyişi Đskandinavya’nın batısına, sağa doğru ilerleyişi ise Đsveç/Finlandiya ile Danimarka yönünde buzul ilerleyişini göstermektedir. Alındığı kaynak: (Mangerud, 1991 Şekil 5). Şeklin sol alt köşesinde yer alan çizim ana coğrafi yönlere göre buzul ilerlemesini gösterir. Deniz seviyesi değişimlerini gösterir grafik Şekil 4’ten alınmadır. Siyah noktalar, yaşlandırmaları yapılmış Barbados mercan sekilerini göstermektedir (Bard et al, 1990). Merkezi Avrupa yıllık ortalama sıcaklık ve yağış tarihini gösteren grafiğin alındığı kaynak: (Guiot et al., 1989, Şekil 3). Sıcaklık ve yağışla ilgili grafiklerdeki gölgelendirmeli kısımlar eğrilerin güvenilirlik aralıklardır. Noktalı-çizgili hat, günümüz değerlerini göstermektedir. 98 T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS Şekil 13: Geç OIS 4 safhasında Avrupa coğrafyasının manzarası. (A) asgari ve (B) azami olmak üzere, Đskandinavya buzul örtüsünün yayılma sınırını göstermektedir (Andersen and Mangerud, 1989). Kuzey Atlantik üzerindeki buz örtüsü yayılma ve eş sıcaklık eğrileri (izoterm) sınırları bilinmemektedir. Bu safhadaki deniz kıyısı seviyesi, günümüz deniz kıyısı seviyesinin 75 metre altındadır (-75 metre). Bu safhadaki ortamlar: bulutsu desen:buzul örtüleri; siyah renkli yerler:deniz seviyesinin düşmesiyle birlikte genişleyen kıyı ovaları; pod:kutup çölü; t/s:tundra ve soğuk step karışımı; st:kurak ve soğuk step; sde:yarı çöl; des:çöl; sav:Sahelian savanı ya da park ormanı. BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ 99 OIS 4 safhası boyunca egemen olan buzul yayılması ve özellikle Đskandinavya buzullarının ilerlemesine, bitki örtüleri, karmaşık seriler halinde gelişen yayılmalar oluşturur şekilde tepki vermişlerdir. OIS 5a-OIS 4 safhası geçişinde, kısa bir süre için alanda açık bitki örtüsü egemenliği görülürken, bu açıklığı, ılık bir safhanın etkisinde (Ognon ılık safhası) (Şekil 11), Fransa ve Almanya’nın güneyinde gelişen orman örtüsü takip eder (Woillard, 1978). Aynı anda, Alplerin güneyinde ardıçlar yayılmıştır. Sadece OIS 4 safhasının sonuna doğru, Đskandinavya buzul örtüsünün ilerlemesi sonucunda sıcaklığın düşmesiyle birlikte, açık bitki örtüsünün geniş alanlarda egemen olduğu görülür (Şekil 12, 13, 14). Daha güneyde tundra ile soğuk-kurak ortam step bitki örtüleri genişlemekte, ılık iklim koşullarına uyumlu ağaç türlerinden oluşan orman örtüleri, örneğin, Yunanistan’ın kuzeybatısındaki sığınma alanlarında bile gerilemektedirler (Tzedakis, 1993). Fransa’da polenlerin incelenmesi üzerine kurulu iklim değişimi çalışmaları (Guiot et al., 1989), günümüzdekine göre sıcaklığın 12-13ºC daha az olduğunu, 650-800 mm yıllık yağış değeri de, yağışın günümüzdekinden daha az olduğunu göstermektedir (Şekil 12). Denizel tortullardaki sondajlardan elde edilen polenler üzerinde yapılan incelemeler, Yakın Doğu’da da aynı gelişim sürecinde oluşacak şekilde, OIS 4 safhasının başlangıcında, yıl boyu yaprak dökmeyen meşe ağaçlarından oluşan orman genişlemesini gösterir ki, bu da, iklimde ısınmanın görüldüğü Ognon aralığına karşılık gelmektedir. Ancak sonrasında, ormanların ortadan kalktığı ve ortamı yarı çöl karakterli bitki örtüsünün kapladığı görülür. Kuzeybatı Afrika’da (Şekil 7), Akdeniz ormanları hemen tümüyle ortadan kalkmış ve yarı çöl ortamı kuzeye doğru ilerlemiştir (Dupont, 1993). Kazayağı (Chenopod) fosilleri, çölün genişlediğini göstermektedir (Hooghiemstra et al., 1992). Günümüzden 59.000–24.000 Yıllar Öncesi Zaman Aralığı: Uzun Süren Orta Buzul Çağı OIS 3 safhasının başında, Norveç Denizi’nde bulunan buzullar tarafından taşınarak bırakılmış tortulların kanıt oluşturduğu geçici bir buzul ilerlemesi ve soğuma vardır (Baumann et al., 1995). Buzul örtüsü OIS 2 safhasının başlangıcına kadar Đskandinavya’nın bir kısmında kalırken, coğrafi sınırları (Şekil 14), OIS 4 safhasındaki buzul örtüsü sınırlarından farklıydı (Andersen and Mangerud, 1989; Mangerud, 1991a; Donner, 1995). Bazı alanlarda elde edilen sonuçlar, OIS 3 safhasının hemen başında Đskandinavya’nın alçak arazisinde buzul gerilemesinin neredeyse tamamlandığını gösterir (Donner, 1995, pp.69–74). Buna karşın, çalışmada elde edilen yaşlar fazla güvenilir değildir. OIS 3 safhasının başlamasıyla, önceki ısınma aralığında azalan küresel buz hacmi, bu andan itibaren geçecek 30.000 yıllık sürede yavaşça arttı (Şekil 12). Bu safhada, deniz seviyesi de günümüzdeki deniz seviyesinin 50 metre (-50 metre) kadar altına inerken, OIS 3 safhasının sonlarına doğru, en alt seviyesi olan –80 metreye kadar düştü (Bard et al., 1990). Deniz seviyesindeki alçalmaların izlerine Akdeniz’in pek çok kıyısında rastlanmıştır (Şekil 12, Şekil 14), ancak daha büyük buzul çağlarındaki kadar etkili olmamıştır. 100 T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS Şekil 14: Günümüzden 39.000-36.000 yıllar öncesinde, Avrupa OIS 3 safhasının ılıman iklim koşullarının hüküm sürdüğü aralığında Avrupa manzarası. Bu aralığın zamansal uzunluğu büyük olasılıkla OIS 3 safhası boyunca geçen zamanın yarısına karşılık gelmektedir. (A) asgari ve (B) azami olmak üzere, Đskandinavya buzul örtüsünün yayılma sınırını göstermektedir (Andersen and Mangerud, 1989). Kuzey Atlantik üzerindeki buz örtüsü yayılım ve eş sıcaklık eğrileri (izoterm) sınırları bilinmemektedir. Bu safhadaki deniz kıyısı seviyesi günümüz deniz kıyısı seviyesinin 50 metre altındadır (-50 metre). Bu aralıktaki ortamlar: bulutsu desen:buzul örtüleri; siyah renkli yerler:deniz seviyesinin düşmesiyle birlikte gelişen kıyı ovaları; stu:bodur tundra; cow:çam ormanı; cdf:çam ve geniş yapraklı orman karışımı; sde:yarı çöl; des:çöl; sav:Sahelian savanı ya da park ormanı. BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ 101 Batı Norveç’te OIS 3 safhasının ortasında gelişen kısa süreli soğuma aralığı (Şekil 12) (Mangerud, 1991a; Baumann et al., 1995), Donner’a göre, yerel şartlardan kaynaklanmış olabilir (Donner, 1995, pp. 79-80). Donner, bu soğuma aralığının, Đskandinavya’nın doğusunda ve güneyinde fazla belirgin olmadığına inanmaktadır. Ona göre, bu soğumada gerçek bir buzul ilerlemesi olup olmadığı tam olarak belli olmamakla birlikte, polen kayıtları, bu aralıkta, arktik step ve tundra bitki örtüsünün genişlediğini göstermektedir. OIS 3 safhası boyunca, kısa süreli (100 ile1000 yıl arasında devamlılık gösteren) ve başlangıç-bitiş sınırları ani geçişlerden oluşan iklimsel salınımların varlığı, Grönland’da yapılan GISP2 ve GRIP sondajlarından çıkarılan malzeme üzerinde yapılan çalışmalar sonucunda bulunmuştur (Şekil 11). Bond (Bond et al., 1993), iklimsel salınımların varlığını gösteren sondaj sonuçlarını, Kuzey Atlantik’te yapılan derin deniz sondajlarından elde edilen malzemenin ortaya koyduğu, aynı safha boyunca görülen deniz suyu sıcaklığı değişim değerleriyle deneştirmiştir. Söz konusu iklimsel salınımlar, 10.000-15.000 yıllık sürelerde, varlığını, birbirini takip eden soğuma ve ısınma aralıklarıyla, Kuzey Amerika (Bond et al., 1992, 1993; Bond and Lotti, 1995), Norveç buzul örtülerinde sürdürmekte ve buz dağlarının denize boşaldığı Heinrich olayıyla sonuçlanmaktadır. Birbirini takip eden soğuma ve ısınma aralıklarının neden olduğu buzul örtüsü ilerlemeleri ve gerilemeleri, atmosferin alt kısımlarındaki jet akımlarının hareketlerinin enlemsel olarak aşağıya ve yukarıya doğru değişmesinden kaynaklanıyor olabilir (MacAyeal, 1993; Keigwin et al., 1994; Haflidason et al., 1995). Nihayet, kutup cephesinin kuzeye doğru gerilemesi ve Kuzey Atlantik termohalin devrinin daha yukarı enlemlere kayması, ılıman iklim şartlarının kuzeye doğru ilerlediğini gösterir (Bond, 1995; Broecker, 1994a, b). Eğer bu varsayım doğruysa, birbiri ardınca gelişen bütün bu iklimsel değişimlerin, Avrupa’nın karasal ortamlarını etkilemiş olması gerekir ve bu etki, buz ve polen sondajlarından elde edilen sonuçların deneştirilmesinde de görülmelidir (Thouveny et al., 1994). OIS 3 safhasıyla ilgili olarak Avrupa’nın kuzeybatısında yapılan çalışmalarla oluşturulan polen kayıtları, iklimde ısınmanın etkin olduğu aralıkları ortaya çıkarmıştır (Şekil 11). Örneğin, Oerel ve Glinde olayları gibi (Behre and Lade, 1986; Behre, 1989). Bu olaylar, yazıldıkları sıraya göre, günümüzden 58.000 – 54.000 ile 51.000 – 48.000 yıllar öncesi zaman aralıklarında oluşmuşlar (Behre and van der Plicht, 1992) ve La Grande Pile’de saptanan Goulotte ve Pile aralıklarına karşılık gelirler (Woillard and Mook, 1982). OIS 3 safhasının erken döneminde, günümüzden 49.000 – 41.000 yıllar öncesi zaman aralığında sürmüş ılıman iklim koşullarının egemen olduğu bir aralık saptanmıştır ki, (Moerhoofd; Zagwijn, 1961) bu da, Glinde aralığına karşılık gelmektedir (Ran, 1990). Ancak bu değerlendirmeler, Behre ve van der Plicht tarafından (1992) kuşkuyla karşılanmaktadır, çünkü bitki örtüsü dağılımına bakıldığında, her iki alan arasında farklılıklar olduğu görülmektedir. Ayrıca stratigrafik konumlamalar görecelidir ve yaşlandırma için kullanılan 14C yöntemi de yaşı 40.000 – 35.000 yıl olan bir malzemenin yaşlandırılması çalışmasında fazla güvenilir sonuçlar vermeyeceği gibi SPECMAP yaşlandırma sonuçlarıyla da çelişmektedir. 102 T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS Hollanda’da iklimde ısınmanın görüldüğü diğer aralıklar, Hengelo (39.000 36.000 yıllar) ve Denekamp (32.000 - 28.000 yıllar) aralıklarıdır. (van der Hamen et al., 1967; Ran and van Huissteden, 1990). La Grande Pile’de, bu aralıklara benzeyen Charbon ve Grand Bois aralıkları olmakla birlikte, Hollanda’daki aralıklarla zamandaşlıkları kesinlik kazanmamıştır. Benzer iklimsel değişim aralıkları, Güney Avrupa’nın, Alplerin kuzey ve güneyinde tanımlanmıştır (e.g.Leroy, 1994), ancak, bu tanımlamaların başka verilerle de kuvvetlendirilmesi gerekmektedir. Güney Avrupa’da yapılan çalışmalardan elde edilen uzun polen kayıtları, 14C yaşlandırma ve tephrokronoloji yöntemlerinin de kullanımıyla bölgelerarası deneştirme yapılmasını sağlamıştır (e.g.Follieri et al., in press). Bu sayede, diğer bölgelerdeki malzemeden elde edilen diğer kayıtlarla, karşılaştırmalı polen incelemesi üzerine kurulu sağlam bir stratigrafi oluşturulabilir. GRIP ve GISP2 buzul sondajları ve Kuzey Avrupa polen kayıtlarının ortaya koyduğu şiddetli ve ani iklim değişimlerinin deneştirilmesi (Şekil 11) sayesinde, OIS 3 safhası süresince gelişmiş iklimsel değişimlerin ortamdaki görünümlerinin ayrıntılı olarak canlandırılması sağlanabilir. Bununla birlikte, Avrupa buzul ortamının iklimsel ve bitki örtüsü gelişimini ortaya koymak için kronolojik çalışmaların daha fazla geliştirilmesi gerekmektedir. OIS 3 safhası içinde 39.000-36.000 yıllar öncesi zaman aralığındaki iklim karakteri, öncesinde ve sonrasında gelişmiş pek çok ılık iklim aralıklarından birisidir (Şekil 14). Bu ve benzeri bütün iklim aralıkları hep birlikte, OIS 3 safhası süresince geçmiş zamanın yarısında etkili olmuşlardır. Safha boyunca, bitki örtüsü dağılımında görülen değişim miktarı, bu çalışmanın kapsadığı zaman dilimi içinde, kuzey-güney yönlü olarak gelişmiş en ani değişimlerden birisidir. Kuzey Almanya’daki çalışmalardan elde edilen polen kayıtları, cüce huş (Betula nana), söğüt (Salix) ve ardıçla (Juniperus) karakterize edilen bodur tundra örtüsünü gösterir (Behre, 1989). Hollanda’dan Baltık doğusundaki St. Petersburg’a kadar olan alanda ladin (Picea) yayılması egemendir (Liivrand, 1991). Fransa’nın doğusunda ve Alplerin önündeki açık arazide, çam, ladin ve huş ağacı ormanları vardır. Ancak, Alplerin kuzeyine doğru, geniş yapraklı ağaçlardan oluşan ormanlar bulunmamaktadır (de Bealieu and Reille1984, 1991a, b; Grüger, 1989; Reille and de Beaulieu,1990). La Grande Pile’de (Şekil 12) ve Les Echets’de (Guiot et al., 1989) polenler üzerinde yapılan hesaplamalar, günümüze göre, yıllık ortalama sıcaklığın 4ºC daha düşük olduğunu ve yıllık yağışın da, günümüz yıllık yağış değerinin 200-400 mm altında yer aldığını ortaya çıkarmıştır (Şekil 12). La Grande Pile’de bulunan böcek fosilleri, 32.000 yıl önce gelişen Grand Bois ılımanlaşma olayından hemen önce, ortamda en sıcak aylarda ortalama sıcaklığın 8ºC, en soğuk aylarda -5ºC olduğunu göstermiştir (Ponel, 1995). Đklimin ılık olduğu aralıklarda, Akdeniz çevresinde, Katalanya bölgesinde yayılmış bazı meşe ormanları dışında çam ormanları egemendir (Pérez-Obiol and Juliá, 1994). Đspanya’nın güneyinde ise çam ve ardıç yanında, yıl boyunca yaprak dökmeyen geniş yapraklı meşe ormanları yayılmaktadır (Pons and Reille, 1988). Đtalya’nın orta ve güney kısımlarında meşe (Quercus), fındık (Corylus), kayın ağacı (Fagus), ıhlamur (Tilia), karaağaç (Ulmus) ağaçlarından oluşan ormanlar yayılmıştır (Follieri et al., 1988, in press; Leroy, 1994; Rossignol-Strick and Planchais, 1989; Watts, 1985). Benzer BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ 103 yayılım, Yunanistan’ın kuzeyinde de varken (Wijmstra, 1969; Tzedakis, 1994), güneyinde, yıl boyunca yaprak dökmeyen meşe, çam ve ardıç ormanları bulunmaktaydı. OIS 3 safhasında, Akdeniz ormanları açıklıklar halinde gelişmiş ormanlardı. Bununla birlikte, Yunanistan’ın kuzeybatısı ve Đtalya’nın iç kısımlarında, toprak yapısının uygun ve nemin yeterli olduğu yerlerde sık ağaçlı ormanların varlığı da bulunmuştur. Yakın Doğu’da yıl boyu yaprak dökmeyen ağaçların oluşturduğu ormanlar, başlıca, yarı çöl ortamındaki alanların içine doğru yayıldı (van Zeist and Bottema, 1991; Cheddadi and Rossignol-Strick, 1995). Kuzeybatı Afrika’nın güneyine doğru yapılan sondajların yetersiz sayıda olması nedeniyle, ortamın, OIS 4 safhası ve OIS 3 safhasının erken dönemi boyunca, ortamın iklimini gösteren kanıtlar halen birbirinden kopuk parçalar halindedir (Şekil 7). Çöl ve yarı çöl ortamlar en geniş sınırlarını korumaktadırlar ve tropik yağmur ormanları, güneyde, o zamana gelene kadar gösterdikleri en büyük çekilmeyle en dar alanlarına gerilemişlerdir (Hooghiemstra et al., 1992). Afrika’nın kuzeydoğusunda tam çöl şartları egemendir ve pluviyal (yağışlı) iklim şartları ortadan kalkmıştır (Szabo et al., 1995). Sonsöz Çalışmamızda verilen bütün bilgi ve tartışmalarda iki temel nokta vurgulanmıştır. Birincisi, bin yıl ya da daha kısa süreli zaman süreçlerinde değiştikleri görülen eski ortamlardan kalmış malzemenin incelenmesinden elde edilen kayıtlarla yapılacak karşılaştırmalı çalışmalar öncesinde, insanlık tarihi üzerine yapılan çalışmaların kronolojisinin daha da geliştirilmesi yanında, incelenen zaman aralığı boyunca en üst değerlerin görüldüğü çok kısa süreçler dışında, buzul çağlarında iklimin ortama etkisinin daha az şiddetli olduğudur. Đkinci olarak, birkaç yüzyıl ile birkaç bin yıl arası süren iklimsel değişimler ve aralarındaki keskin geçişler dikkate alınmalıdır. Bu geçişler, buzul ortamının şekillenmesi yanında, Paleolitik boyunca insan faaliyetlerini yüksek oranda etkilemiş olmalıdır. Küçük buzul çağı (Grove, 1988) ve günümüzde insan uygarlığının önemli konularından birisi olan küresel ısınmanın etkileri buna en yakın örneklerdir. Ancak, belki de insanlığın erken Paleolitik döneminde, avcı ve toplayıcı toplumlar, bu değişimleri fark etmemiş ya da etkilerini, yavaş süren göçlerle telafi etmiş olabilirler. Bilgilerimiz daha çok artana kadar, iklimsel değişimlerin bütün bu özellikleri, ortayüksek enlemlerdeki kısa süreli ama etkileri güçlü olaylar ve insan faaliyetlerine etkileri üzerine yürütülen fikirler spekülasyondan öteye geçmeyecektir. Esas gayretimiz, çalışmamızın zamansal sınırları içerisinde, Avrupa’nın mekân ve zaman boyutlarında eski ortamsal manzarasını ve sınırlarını açığa çıkarmaktır. Çalışmada, insanlığın ve uygarlığın aynı zaman dilimi içinde gelişim gösterdiği diğer coğrafyalara yer verilmemiştir. Ayrıca, burada değinilmeyen bazı yerel ayrıntılar, çalışmamızın geniş bakış açısına oranla, örneğin arkeologlar için daha ilgi çekici olabilir. Haritalar ikna edici. Varlıklarıyla, önemli bir bilgi boşluğunu dolduruyorlar. Ancak güvenilirlik dereceleri her okur tarafından aynı ölçüde kabul edilmeyebiliyor. 104 T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS Haritalar, ortamları hareketsiz gösterir. Haritaların gösterdiği değişimler, birbiri ardınca, sanki birbirinin devamı değilmiş gibi gelişen ve değişen ortamları gösterir. Aslında iklimsel değişimler arasındaki geçişler, çok kısa bir zamansal süreye karşılık gelir. Ancak kabilelerin göç yönünü belirleyen bazı ortamsal güçleri oluşturmuş veya harekete geçirmiş olabilirler. KAYNAKLAR Aitken, M.J., Stringer, C.B. and Mellars, P.A. (eds) (1993). The Origin of Modem Humans and the Impact of Chronometric Dating. Princeton University Press, Princeton, NJ. Andersen, B.G. and Mangerud, J. (1989). The last inter-giacial-glacial cycle in Fennoscandia. Quaternary International, 3-4, 21-29. Bard, E., Hamelin, B. and Fairbanks, R.G. (1990). U-Th ages obtained by mass spectrometry in corals from Barbados — sea level during the past 130,000 years. Nature, 346, 456^59. Bar-Yosef, O. and Kra, R.S. (eds) (1994). Late Quaternary Chronology and Paleoclimates of the Eastern Mediterranean. Radiocarbon, Tucson, Arizona. Baumann. K.-H.. Lackschewitz, K.S., Mangerucl, J., Spielhagen, K.F., Wolf-welling, T.C.W.. Henrich, R. and Kassens, H. (1995). Reflection of Scandinavian ice-sheet fluctuations in Norwegian Sea sediments during the past 150.000 years. Quaternary Research, 43. 185197. Behl, R.J. and Kennett, J.P. (1996).. Brief interstadial events in the Santa Barbara basin. NE Pacific, during the past 60 kyr. Nature, 379. 243-246. Behre. K.-E. (1989). Biostratigraphy of the last glacial period in Europe. Quaternary Science Reviews, 8, 25-44. Behre, K.-E. and Lade. U. (1986). Eine Folge von Eem und 4 Weichsel-Interstadialen in Oerel/Niedersachsen und ihr Vegetationsablauf. Eiszeitalter und Gegenwart, 36, 11-36. Behre. K.-E. and van der Plicht, J. (1992). Towards an absolute chronology for the last gl a c i a l period in Europe: Radiocarbon dates from Oerel, northern Germany. Vegetation History and Archaeobotany, 1, 111-117. Benda, L. (ed.) (1995). Das Quartdr Deutschlands.Borntraeger, Berlin. Bender, M., Sowers, T., Dickson, M.-L., Orchardo, J., Grootes, P., Mayewski, P.A. and Meese, D.A. (1994). Climate correlations between Greenland and Antarctica during the past 100,000 years. Nature, 372. 663-666. Bennett. K., Tzedakis, P.C. and Willis, K. (1991). Quaternary refugia of north European trees. Journal of Biogeography, 18. 103—115. Berger. A.L. (1978). Long-term variations of daily insolation and Quaternary climatic changes. Journal of Atmospheric Sciences, 16.390-403. Birks. H.J.B. (1981). The use of pollen analysis in the reconstruction of past climates. ///: Wigley, T.M.L., Ingram, M.J. and Farmer, G. (eds). Climate and History; Studies in Past Climates and their Impact on Man, pp. 111-138. Cambridge University Press, Cambridge. Birks. H.J.B. (1986). Late Quaternary biolic changes in terrestrial and lacustrine environments with particular reference to north-west Europe. In: Berglund, B.F. (ed.), Handbook of Holocene Palaeoecology and Palaeohydrology, pp. 3-65. John Wiley, Chichester. Bloom, A. and Yonekura, N. (1985). Coastal terraces generated by sea-level change and tectonic uplift. In: Woldenberg, N.J. (ed.). Models in Geomorphohgy, pp. 139-154. Allen and Unwin, Winchester, MA. BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ 105 Bond, G.C. (1995). Climate and the Conveyor. Nature, 377, 383-384. Bond, G.C, Heinrich, H., Broecker, W., Labeyrie, L., McManus, J., Andrews, J.T., Huon, S„ Jantschik, R., Clasen, S., Simet, C, Tedesco, K., Klas, M., Bonani, G. and Ivy, S. (1992). Evidence for massive discharge of icebergs into the North Atlantic Ocean during the last glacial period. Nature, 360, 245-249. Bond, G.C, Broecker, W.D., Johnsen, S., McManus, J., Labeyrie, L., Jouzel, J. and Bonani, G. (1993). Correlations between climate records from North Atlantic sediments and Greenland ice. Nature, 365, 143-147. Bond. G.C. and Lotti. R. (1995). Iceberg discharges into the North Atlantic on millennial limescales during the last glaciation. Science, 267, 1005-1010. Broecker, W.S. (1994). Ocean circulation: An unstable super-conveyor. Nature, 367, 414-415. Broecker. W.S. (1994). Massive iceberg discharges as triggers for global climate change. Nature, 372, 421-424. Causse. C, Coque. R.. Fontes. J.Ch., Gasse, F. Gibert, E., Ben Oezdou, H. and Zouarie, K. (1989). Two high levels of continental waters in the southern Tunesian Chotts at about 90 ka and 150 ka. Geology, 17, 922-925. Chappell, J. and Shackleton, N.J. (1986). Oxygen isotopes and sea level. Nature, 324, 137-140. Cheddadi, R. and Rossignol-Strick, M. (1995). Eastern Mediterranean Quaternary paleoclimates from pollen and isotope records of marine cores in the Nile Cone area. Paleoceanography. 10, 291-306. Chen, J.H., Curran, H.A., White. B. and Wasserburg, G.J. (1991). Precise chronology of the last interglacial period: 214U/210Th Data from fossil coral reefs in the Bahamas. Bulletin of the Geological Society of America, 103. 82-97. CLIMAP Project Members (1976). The surface of the Ice-age earth. Science, 191, 1131-1137. CLIMAP Project Members (1981). Seasonal reconstructions of the earth's surface at the last glacial maximum. The Geological Society of America, Map and Chart Series, MC36, Mclntyre, A. and Cline, R. (eds). CLIMAP Project Members (1984). The last interglacial ocean. Quaternary Research, 21, 123224. COHMAP Members (1988). Climatic changes of the last 18.000 years: Observations and model simulations. Science, 241,1043-1052. Cornu, S., Patzold, J., Bard, E., Meco, J. and Cuerda-Barcelo, J. (1993). Paleotemperatures of the last interglacial period based on 8I80 of Strombus bubonius from the western Mediterranean Sea. Palaeogeography, Palaeoclimatology, Palaeoecology, 103, 1-20. Cortijo, E., Duplessy, J.-C, Labeyrie, L., Leclaire, H., Duprat, J. and van Weering, T.C.E. (1994). Eemian cooling in the Norwegian Sea and North Atlantic Ocean preceding continental icesheet growth. Nature, 372, 446-449. Crowley, T.J. (1994). Potential reconciliation of Devils Hole and deepsea Pleistocene chronologies. Paleoceanography, 9, 1-5. Crowley, T.J. and Kim, K.-Y. (1994). Milankovitch forcing of the last interglacial sea level. Science, 265, 1566-1568. Dansgaard, W., Johnsen, S.J., Clausen, H.B., Dahl-Jensen, D., Gundestrup, N.S., Hammer, C.U., Hvidberg, C.S., Sleffensen, J.P., Sveinbjornsdoltir, H., Jouzel, J. and Bond, G. (1993). Evidence for general instability of past climate from a 250-kyr ice-core record. Nature, 364, 218-220. 106 T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS Davis, M.B. (1981). Quaternary history and the stability of forest communities. In: West, D.C., Shugarth, H.H. and Botkin, B.G. (eds), Forest Succession, pp. 132-177. Springer, Berlin. de Beaulieu, J.-L., Monjuvent, G. and Nicoud, G. (1991). Chronology of the Wurmian glaciation in the French Alps: A survey and new hypotheses. In: Frenzel, B. (ed.), KlimageschichiUche Probleme der letzten 130,000 Jahre, pp. 435-449. Gustav Fischer, Stuttgart. de Beaulieu, J.L. and Reille, M. (1984). A long upper Pleistocene pollen record from Les Echets near Lyon, France. Boreas, 13, J11—132. de Beaulieu, J.L. and Reille, M. (1992). Long Pleistocene pollen sequences from the Velay Plateau (Massif Central, France), 1. Ribains Maar. Vegetation History and Archaeobotany, 1, 223-242. de Beaulieu, J.L. and Reille, M. (1992). The climatic cycle at Grande Pile (Vosges, France): A new pollen profile. Quaternary Science Reviews, 11, 431-438. Donner, J. (1995). The Quaternary of Scandinavia. Cambridge University Press, Cambridge. Duplessy, J.C., Labeyrie, L. and Blanc, P.L. (1988). Norwegian sea deep water variations over the last climatic cycle. In: Wanner, H. and Siegel, U. (eds), Long and Short-Term Variability of Climate, pp. 83—116. Springer, New York. Dupont, L. (1992). Marine palynology of interglacial-glacial transitions. In: Kukla. G.J. and Went, E. (eds), Start of a Glacial, pp. 137-155. Springer, Heidelberg. Dupont, L.M. (1993). Vegetation zones in NW Africa during the Brunhes Chron reconstructed from marine palynological data. Quaternary Science Reviews, 12, 189-202. Dupont, L.M. and Beug, H.-J. (1991). Marine palynological studies off NW Africa. Palaeoecology of Africa and the Surrounding Islands, 22, 135-155. Edwards, L.R., Chen, J.H., Ku, T.-L. and Wasserburg, G.J. (1987). Precise timing of the last interglacial period from mass-spectrometric determination of Thorium-230 in corals. Science, 236, 1547-1553. Ehlers, J., Gibbard, P.L. and Rose, J. (eds) (1991). Glacial Deposits in Great Britain and Ireland. Baikema, Rotterdam. Emontspohl, A.-F. (1995). The northwest European vegetation at the beginning of the Weichselian glacial (Br0rup and Odderade Interstadials): New data from northern France. Review of Paleobotany and Palynology, 84, 243-262. Follieri, M.', Magri, D. and Sador'i, L. (1988). 250,000-year pollen record from Valle di Castiglione (Roma). Pollen et Spores,30, 329-356. Follieri, M., Giardini, M., Magri, D. and Sadori, L. (1996). Palynostratigraphy of the last glacial period in the volcanic region of Central Italy. Quaternary International (in press). Forsström, L., Aalto, M, Eronen, M. and Gronlund, T. (1988). Stratigraphic Evidence for Eemian crustal movements and relative sea-level changes in eastern Fennoscandia. Palaeogeography, Palaeoclimatology, Palaeoecology, 68, 317-335. Fredoux, A. (1994). Pollen analysis of a deep-sea core in the Gulf of Guinea: Vegetation and climatic change during the last 225,000 years B.P. Palaeogeography, Palaeoclimatology, Palaeoecology, 109, 317-330. Frenzel, B. (1991). Uber einem friihen letzteiszeitlichen Vorstosz des Rheingletschers in das deutsche Alpenvorland. In: Frenzel, B. (ed.), Kliinageschichtliche Probleme der letzten 130,000 Jahre, pp. 377-399. Gustav Fischer, Stuttgart. Frenzel, B., Pecsi, M. and Velichko, A.A. (1992). Atlas of Paleoclimates and Paleoenvironments of the Northern Hemisphere, Une Pleistocene-Holocene. Gustav Fischer, Jena. BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ 107 Frodeman, R. (1995). Geological reasoning: Geology as an interpretive and historical science. Bulletin of the Geological Society of America, 107, 960-968. Fronval, T., Jansen, E., Bloemendal, J. and Johnsen, S. (1995). Evidence for coherent fluctuations in the Fennoscandian and Laurentide ice sheets on millennial timescales. Nature, 374, 443-446. Funder, S. (1989). Quaternary geology of the ice-free areas and adjacent shelves of Greenland. In: Fulton, R.J. (ed.), Quaternary Geology of Canada and Greenland, pp. 743-792. The Geology of North America K-l. The Geological Society of America, Boulder, Colorado. Gallup, CD., Edwards, R.L. and Johnson, R.G. (1994). The timing of high sea levels over the past 200,000 years. Science, 263, 796-800. GRIP (Greenland Ice-core Project) Members (1993). Climate instability during the last interglacial period recorded in the GRIP ice core. Nature, 364, 203-207.' Grootes, P.M., Stuiver, M., White, J.W., Johnsen, S. and Jouzel, J. (1993). Comparison of oxygen isotope records from the G1SP2 and GRIP Greenland ice cores. Nature, 366,552-554. Gross, H. (1967). Geochronologie des letzten Interglazials im nordlichen Europa mit besonderer Beriicksichtigung der USSR. Schrifte der Naturwissenschatliche Vereinigung SchleswigHolsteins, 37, 111-125. Grove, J.M. (1988). The Little Ice Age. Methuen, London. Grüger, E. (1979). Spatrisz, Risz/Wiirm und fruh-Wiirm am Samerberg in Oberbayern T ein vegetationsgeschichtlicher Beitrag zur Gliederung des Jungpleistoztins. Geologica Bavarica, 80, 5-64. Grüger, E. (1989). Palynostratigraphy of the last interglacial/glacial cycle in Germany. Quaternary International, 3-4, 69-79. Guiot, J. (1990). Methodology of the last climatic cycle reconstruction in France from pollen data. Palaeogeography, Palaeoclimatology, Palaeoecology, 80, 44-69. Guiot, J., de Beaulieu, J.L., Cheddadi, R., David, F., Ponel, P. and Reille, M. (1993). The climate in western Europe during the last glacial/interglacial cycle derived from pollen and insect remains. Palaeogeography, Palaeoclimatology, Palaeoecology, 103, 73-94. Guiot, J., Pons, A., de Beaulieu, J.L. and Reille, M. (1989). A 140,000-year continental climate reconstruction from two European pollen records. Nature, 338, 309-313. Haflidason, H., Sejrup, H.P., Klitgaard Kristensen, D. and Johnsen, S. (1995). Coupled response of the late glacial climatic shifts of northwest Europe reflected in Greenland ice cores: Evidence from the northern North Sea. Geology, 23, 1059-1062. Harrison, S.P., Kutzbach, J.E., Prentice, l.C, Behling, P.J. and Sykes, M.T. (1995). The response of northern hemisphere cxlralropicnl climate and vegetation lo orhilaily induced changes in insolation during the last iulcrglacialion. Quaternary Research, 43, 174-184. Hooghiemstra, H., Stalling, H., Agwu, C.O.C. and Dupont, L.M. (1992). Vegetational and climatic changes at the northern edge of the Sahara, 250,000-5000 yrs B.P.: Evidence from 4 marine pollen records located between Portugal and the Canaries Islands. Review of Palaeobotany and Palynology, 74, 1-54. Huntley, B. and Birks, H.J.B. (1983). An Atlas of Past and Present Pollen Maps for Europe: 013,000 years ago. Cambridge University Press, Cambridge. Huntley, B. and Webb III, T. (1989). Migration: Species' response to climatic variations caused by changes in the earth's orbit. Journal of Biogeography, 16, 5-19. Imbrie, J., Hays, J.D., Martinson, D.G., Mclntyre, A.C., Mix, A.C., Morley, J.J., Pisias, N.G., Prell, W.L. and Shackleton, N.J. (1984). The orbital theory of Pleistocene climate: Support from a revised chronology of the marine S180 record. In: Berger, A.L., Imbrie, J., Hays, 108 T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS J.D., Kukla, G.J. and Saltzman, B. (eds), Milankovitch and Climate, pp. 269-306. Reidel, Dordrecht. Ivanova, E.V. (1985). Late Quaternary biostratigraphy and paleotemperatures of the Red Sea and Gulf of Aden based on planktonic Foraminifera and Pteropods. Marine Micropalaeontology, 9, 335-364. Johnsen, S.J., Clausen, H.B., Dansgaard, W., Fuhrer, K., Gundestrup, N., Hammer, C.U., Iversen, P., Jouzel, J., Stauffer, B. and Steffensen, J.P. (1992). Irregular glacial interstadials recorded in a New Greenland ice core. Nature, 359,311-313. Johnsen, S.J., Clausen, H.B., Dansgaard, W., Gundestrup, N.S., Hammer, C.U. and Tauber, H. (1995). The Eemian stable isotope record along the GRIP ice core and its interpretation. Quaternary Research, 43, 117-124. Kaufman, A. (1986). The distribution of ""Th/^U ages in corals and the number of last interglacial highstands. Quaternary Research, 25, 55-62. Keffer, T., Martinson, D.G. and Corliss, B.M. (1988). The position of the Gulf Stream during Quaternary glacialions. Science, 241, 440-442. Keigwin, L.D., Curry, W.B., Lehman, S.J. and Johnsen, S.J. (1994). The role of the deep ocean in North Atlantic climate change between 70 and 130 kyr ago. Nature, 371, 323-326. Koerner, R.M. (1989). Ice core evidence for extensive melting of the Greenland ice sheet in the last interglacial. Science, 244, 964-968. Kotilainen, A.T. and Shackleton, N.J. (1995). Rapid climatic variability in the North Pacific Ocean during the past 95,000 years. Nature, 377, 323-326. Ku, T.L., Ivanovich, M. and Luo, S. (1990). U-series dating of last interglacial high sea stands: Barbados revisited. Quaternary Research, 33, 129-147. Kutzbach, J.E. (1987). The changing pulse of the monsoon. In: Fein, J.S. and Stephens, P.L. (eds), Monsoons, pp. 247-268. John Wiley, New York. Kutzbach, J.E. and Gallimore, R.G. (1988). Sensitivity of a coupled atmosphere/mixed layer model to changes in orbital forcing at 90(H) years B.P. Journal of Geophysical Research, 93,803-821. Kutzbach, J.E. and Street-Perrott, J.A. (1985). Milankovitch forcing of fluctuations in the level of tropical lakes from 18 to 0 kyr B.P. Nature, 317, 130-134. Lambeck, K. (1995). Late Pleistocene and Holocene sea-level change in Greece and southern Turkey: A separation of custatic. isosliilic iincl lectonic contributions. Geophysical Journal International. 122. 1022-1044. Lambeck. K. unci Nakada, M. (1992). Constraints on the age and duration of the last interglacial period and on sea-level variations. Nature. 357, 125-128. Larsen, E., Sejrup, H.P., Johnsen, S.J. and Knudsen, K.L. (1995). Do Greenland ice cores reJlecl NW European interglacial climate variation?. Quaternary Research, 43, 125-132. Leroy, S.A.G. (1994). The last glacial-interstadial periods of the Vico Maar Sequence (Latium, Italy) by palynology in the scope of the long continental sequences and the ice cores. Terra Nostra. 1.94. 104-110. Lezine. A.M. and Casanova. J. (1991). Correlated oceanic and continental records demonstrate past climate and hydrology of North Africa (0-140 ka). Geology. 19, 307-310. Liivrand. E. (1991). Biostratigraphy of the Pleistocene Deposits in Estonia and Correlations in the. Baltic Region. University of Stockholm, Department of Quaternary Geology, Report 19, Stockholm. BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ 109 Locke. S.M. and Thunell, R.C. (1988). Paleoceanographic record of the last glacial/interglacial cycle in the Red Sea and Gulf of Aden. Palaeogeography, Palaeoclimatology, Palaeoecofogy, 64, 163-187. Lundqvist. J. (1971). The interglacial deposit at Leveaniemi mine, Svappavaara. Swedish Lapland. Sveriges Geologiska Undersokning, C-658, 1-163. MacAyeal, D.R. (1993). Growth/purge oscillations of the Laurentide icesheet as a cause of the North Atlantic Heinrich events. Paleoceanography, 8, 775-784. Mangerud, J. (1989). Correlation of the Eemian and Weichselian with deep-sea oxygen isotope stratigraphy. Quaternary International, 3-4, 1—4. Mangerud, J. (1991a). The Scandinavian ice sheet through the last interglacial/glacial cycle. In: Frenzel, B. (ed.), Klimageschichtliche Prohleme der letzten 130,000 Jahre, pp. 307-330. Gustav Fischer, Stuttgart. Mangerud, J. (1991b). The last interglacial/glacial cycle in northern Europe. In: Shane, L. and Cushing, E. (eds), Quaternary Landscapes, pp. 38-75. University of Minnesota Press, Minneapolis. Mangerud, J., Søstegaard, E. and Sejrup, H.P. (1979). Correlation of the Eemian (interglacial) stage and the deep-sea oxygen isotope stratigraphy. Nature. 277, 189-192. Mangerud, J., Søstegaard, E., Sejrup. H.P. and Haldorsen, S. (1981). A continuous Eemian-early Weichselian sequence containing pollen and marine fossils at Fj0sanger, western Norway. Boreas, 10, 137-208. Martinson, D.. Pisias, N.G., Hays, J.D., Imbrie, J., Moore, T.C., Jr. and Shackleton, N.J. (1987). Age dating and the orbital theory of the Ice Ages: Development of a high-resolution 0300,000 Year chronostratigraphy. Quaternary Research, 27, 1-29. McManus, J.F., Bond, G.C., Broecker, W.S., Johnsen, S., Labeyrie, L. and Higgins, S. (1994). High-resolution climate records from the North Atlantic during the last interglacial. Nature, 371, 326-329. Mellars, P.A., Aitken, M.J. and Stringer, C.B. (1993). Outlining the problem, hi: Aitken, M.J., Stringer, C.B. and Mellars, P. A. (eds), The Origin of Modern Humans and the Impact of Chronometric Dating, pp. 3-fII. Princeton University Press, Princeton, New Jersey. Menke, B. (1991). Zur stratigraphischen Stellung der iiltesten VVeichsel Moriinen in uSchlcswig Holstein. //;: Frenzel, B. (ed.), Klimageschichtliche Prohleme der letzten 130,000 Jahre. pp. 343-352. Gustav Fischer, Stuttgart. Miller, G. and Mangerud, J. (1986). Aminostratigraphy of European marine interglacial deposits. Quaternary Science Reviews, 4, 215-278. Mix. A.C. and Ruddiman, W.F. (1984). Oxygen-isotope analyses and Pleistocene ice volumes. Quaternary Research, 21, 1-20. Mojski, J.E. (1991). The main Vistulian glacial events in Poland. In: Frenzel, B. (ed.), Klimageschichtliche Prohleme der letzten 130,000 Jahre, pp. 353-362. Gustav Fischer, Stuttgart. Muerdter, D.R.. Kenneit, J.P. and Thunell, R.C. (1984). Late Quaternary sapropel sediments in the Eastern Mediterranean Sea: Faunal variation and chronology. Quaternary Research, 21, 385-403. Müller, H. (1974). Pollen-analytische Untersuchungen und Jahreschichlenzahlungen an der Eemzeitlichen Kieselgur von Bisplingen/Luhe. Geologisches Jahrbuch, A21, I 149-169. Nilsson, T. (1983). The Pleistocene: Geology and Life in the Quaternary Age. Reidel, London. 110 T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS Peel, D.A. (1995). Ice cores: profiles of the past. Nature. 378, 234-235. Pérez-Obiol. R. and Julia, R. (1994). Climatic change on the | Iberian Peninsula recorded in a 30,000-year pollen record from Lake Banyoles. Quaternary Research, 41, 91-97. Peterson, G.M., Webb HI, T., Kutzbach, J.E., van der Hammen, T., Wijmstra, T.A. and Street, FA. (1979). The continental record of environmental conditions at 18,000 yr B.P.: An initial evaluation. Quaternary Research, 12,47-82. Phillips. L. (1974). Vegetational history of the Ipswichian/Eemian interglacial in Britain and continental Europe. New Phytologist, 73, 589-604. Picket, J.W., Thompson, C.H., Kelly, R.A. and Roman, D. (1985). Evidence of high sea level during Isotope Stage 5c in Queensland, Australia. Quaternary Research. 24, 103-114. Pirazzoli, P.A. and Pluet, J. (1991). World Atlas of Holocene Sea-Level Changes. Elsevier, Amsterdam. Pokras, A.M. and Mix, A.C. (1985). Eolian evidence for spatial variability of late Quaternary climates in tropical Africa. Quaternary Research, 24, 137-149. Ponel, P. (1995). Rissian, Eemian and Wiirmian coleoptera assemblages from the Grande Pile (Vosges, France). Palaeogeography, Palaeoclimatology. Palaeoecology, 114, 1-41. Pons, A. and Reille, M. (1988). The Holocene and upper Pleistocene pollen record from Padul (Granada, Spain): A new stud)'. Palaeogeography, Palaeoclimatology, Palaeoecology, 66, 243-263. Prell, W.L. (1984). Monsoonal climate of the Arabian Sea during the late Quaternary: A response to changing solar radiation. In: Berger, A.L., Imbrie, J., Hays, J.C., Kukla, G.J. and I Saltzman, B. (eds), Milankovitch and Climate, pp. 349-366. Reidel, Hingham, MA. Prell, W.L. and Kutzbach, J.E. (1987). Monsoon variability over the past 150,000 years. Journal of Geophysical Research, 92,8411-8425. Prell, W.L. and van Campo, E. (1986). Coherent response of Arabian Sea upwelltng and pollen transport to late Quaternary monsoonal winds. Nature, 323, 526-528. Ran, E.T.N. (1990). Dynamics of vegetation and environment during the Middle PlenigJacial in the Dinkel Valley (the Netherlands). Mededelingen van de Rijks Geologische Dienst, 44, 141-199. Ran. E.T.H. and van Huissteden, J. (1990). The Dinkel Valley in the Middle PlenigJacial: Dynamics of a tundra river system. Mededelingen van de Rijks Geologische Dienst, 44, 209-220. Reille, M. and de Beaulieu, J.L. (1990). Pollen analysis of a long upper Pleistocene continental sequence in a Velay Maar (Massif Central, France). Palaeogeography, Palaeo-clittuitology. Palaeoecology, 80, 35-48. Reille. M.. Guiot, J. and de Beaulieu. J.-L. (1992). The Montaigu Event: An abrupt climatic change during the early Wiirm in Europe. In: Kukla. G.J. and Went, E. (eds), Start of a Glacial, pp. 85-95: NATO ASI Series 13. Springer. Berlin. Richards, D.A., Smart, P.I.. and Edwards. R.L. (1994). Maximum sea levels for the last glacial period from U-series ages of submerged speleothems. Nature, 367, 357-360. Rohling, E.J. (1994). Glacial conditions in the Red Sea. Paleoceanography, 9, 653-660. Rohling, E.J. (1994). Review and new aspects concerning the formation of eastern Mediterranean sapropels. Marine Geology, 122, 1-28. Rohling, E.J. and Hilgen, F.J. (1991). The eastern Mediterranean climate at times of* sapropel formation: A review. Geologic en Mijnbouw, 70, 253-264. BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ 111 Rossignol-Strick, M. (1983). African monsoons and immediate climate response to orbital insolation. Nature, 304, 46-49. Rossignol-Strick, M. and Planchais, N. (1989). Climate patterns revealed by pollen and oxygen isotope records of a Tyrrhenian Sea Core. Nature, 342, 413-416. Schlüchter, C. (1991). Fazies und Chronologie des Letzteiszeitlichen Eisaufbaus im Alpenvorland der Schweiz. In: Frenzel, B. (ed.), Klimageschichtliche Pwbleme der letzten 130,000 Jahre, pp. 401-408. Gustav Fischer, Stuttgart. Shackleton, J.C., van Andei, T.H. and Runnels, C.N. (1984). Coastal paleogeography of central and western Mediterranean during the last 125,000 years and its archaeological implications. Journal of Field Archaeology, 11, 307-314. Shackleton, N.J. (1987). Oxygen isotopes, ice volume and sea level. Quaternary Science Reviews, 6, 183-190. Smart, RL. and Richards, D.A. (1992). Age estimates for the late Quaternary high sea-stands. Quaternary Science Reviews, 11,687-696. Smit, A. and Wijmstra, T.A. (1970). Application of transmission electron microscope analysis to the reconstruction of former vegetation. Pollen et Spores, 13, 615-621. Stirling, C.H., Esat, T.M., McCulloch, M.T. and Lambeck, K. (1995). High-precision U-series dating of corals from western Australia and implications for the timing and duration of the last interglacial. Earth and Planetary Science Letters, 135, 115-130. Strand-Petersen, K. and Kronborg, C. (1991). Late Pleistocene history of the inland glaciation in Denmark. In: Frenzel, B. (ed.), Klimageschichtliche Pwbleme der letzten 130,000 Jahre, pp. 331-342. Gustav Fischer, Stuttgart. Streif, H.-J. (1991). Zum Ausmasz und Ablauf eustatischer Meeresspiegelschwankungen im siidlichen Nordseegebiet seit Beginn des Letzten Interglazials. In: Frenzel, B. (ed.), Klimageschichtliche Probleme der letzten 130,000 Jahre, pp. 231-250. Gustav Fischer, Stuttgart. Sutherland, D.G. and Gordon, D.E. (1993). The Quaternary in Scotland. In: Gordon, D.E. and Sutherland, D.G. (eds), Quaternary of Scotland, pp. 11-48. Chapman and Hall, London. Szabo, B.J., Haynes, C.V. and Maxwell, T.A. (1995). Ages of Quaternary pluvial episodes determined by Uranium series and radiocarbon dating of lacustrine deposits of eastern Sahara. Palaeogeography, Palaeoclimatology, Palaeoeco-logy, 113, 217-220. Thiede, J. (1978). A glacial Mediterranean. Nature, 276, 680-683. Thiede, J. (1980). The late Quaternary marine paleo-environ-ment between Europe and Africa. Palaeoecology of Africa and Surrounding Islands, 12, 213-225. Thouveny, N., de Beaulieu, J.-L., Bonifay, E., Creer, K.M., Guiot, J., Icole, M., Johnsen, S., Jouzel, J., Reille, ML, Williams, T. and Williamson, D. (1994). Climate variations in Europe over the past 140 kyr deduced from rock magnetism. Nature, 371, 503-508. Thunell, R.C. (1979). Eastern Mediterranean Sea during the last glacial maximum: An 18,000 yrs BP reconstruction. Quaternary Research, 11, 353-372. Thunell, R.C. and Mortyn, P.G. (1995). Glacial climate instability in the northeast Pacific Ocean. Nature, 376, 504-506. Thunell, R.C. and Williams, D.F. (1983). Paleotemperature and paleosalinity history of the eastern Mediterranean during the late Quaternary. Palaeogeography, Palaeoclimatology, Palaeoecology, 44, 23-39. Thunell, R.C. and Williams, D.F. (1989). Glacial-Holocene salinity changes in the Mediterranean Sea: Hydrographic and depositional effects. Nature, 338, 493-496. 112 T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS Troelstra. S.R., van Hinte, J.E. and Ganssen, G.M. (eds). 1996. The Younger Dryas. Koninklijke Nederlandse Akademie van Wetenschappen, Verhandeling van de Afdeling Natuurkundc, Vol. 44, Amsterdam. Turon, J.L. (1984). Direct land/sea correlations in the last interglacial complex. Nature, 309-, 673-676. Tzedakis, P.C. (1993). Long-term tree populations in northwest Greece through multiple Quaternary climate cycles. Nature, 364, 437-440. Tzedakis, P.C. (1994). Vegetation change through glacial-inter-glacial cycles: A long pollen sequence perspective. Philosophical Transactions of the Royal Society of London, B345, 403-432. Tzedakis, P.C, Bennett, K.D. and Magri, M. (1994). Climate and the pollen record. Nature, 370, 513. van Andel, T.H. (1989). Late Quaternary sea-level changes and archaeology. Antiquity, 63, 733745. van Andel, T.H. (1989). Late Pleistocene changing sealevel and the human exploitation of the shore and shelf of southern South Africa. Journal of Field Archaeology, 16, 133-155. van Campo, E., Duplessy, J.-C. and Rossignol-Strick, M. (1982). Climatic conditions deduced from a 150-kyr oxygen isotope-pollen record from the Arabian Sea. Nature, 296, 56-59. van der Hammen, T., Maarleveld, G.C., Vogel, J.C. and Zagwijn, W.H. (1967). Stratigraphy, climatic succession and radiocarbon dating of the last glacial in the Netherlands. Geologie en Mijnbouw, 46, 74-95. van Vliet-Lanoe\ B. (1989). Dynamics and extent of the Weichselian permafrost in Western Europe (Substage 5E to Stage 1). Quaternaty International, 3-4, 109-113. van Zeist, W. and Bottema, S. (1991). Late Quaternary Vegetation of the Near East. Ludwig Reichert, Wiesbaden. Watts, W.A. (1985). A long pollen record from Laghi di Monticchio, southern Italy: A preliminary account. Journal of the Geological Society of London, 142, 491-499. Webb III, T. (1986). Is the vegetation in equilibrium with climate? How to interpret lateQuaternary pollen data. Vegetatio, 67, 75-91. Webb III, T. (1988). Eastern North America. In: Huntley, B. and Webb II, T. (eds), Handbook of Vegetation Science 7: Vegetation History, pp. 385-414. Wendorf, F., Schild, R., Close, A.E., Schwarcz, H.P., Miller, G.H., Grtin, R., Bluszcs, A., Stokes, S., Morawska, L., Huxtable, J., Lundberg, J., Hill, C.L. and McKinney, C. (1994). A chronology for the Middle and Late Pleistocene wet episodes in the eastern Sahara. In: BarYosef, O. and Kra, R. (eds), Late Quaternary Chronology and Paleoclimates of the Eastern Mediterranean, pp. 147-168. Radiocarbon, Tucson, Arizona. Wijmstra, T.A. (1969). Palynology of the first 30 metres of a 120m deep section in northern Greece (Macedonia). Acta Botanica Neerlandica, 25, 297-312. Wijmstra, T.A. and Smit, A. (1976). Palynology of the middle part of the 120m-deep section in northern Greece (Macedonia). Acta Botanica Neerlandica, 25, 297-312. Woillard, G.M. (1978). Grande Pile peat bog: A continuous pollen record for the last 140,000 years. Quaternary Research, 9, 1-21. Woillard, G.M. and Mook, W.G. (1982). Carbon-14 dates at Grande Pile: Correlation of land and sea chronologies. Science,US, 159-161. BĐR GENEL BAKIŞ: GÜNÜMÜZDEN 150.000 ĐLE 25.000 YILLAR ÖNCESĐ 113 Wright, Jr., H.E., Kutzbach, J.E., Webb 111, T, Ruddiman, W.F., Street-Perron, F.R. and Bartlein, P.J. (eds) (1993). Global Climates since the Last Glacial Maximum. University of Minnesota Press, Minneapolis. Zagwijn, W.H. (1961). Vegetation, climate and radiocarbon dat-ings in the late Pleistocene of the Netherlands: Part I. Ee mi an and early Weichselian. Mededelingen van de Geologische Stichting, Nieuwe Serie, 14, 15-45. Zagwijn. W.H. (1983). Sea-level changes in the Netherlands during the Eemian. Geologic en Mijnbouw, 62. 437-450. Zans. V. (1936). Das letztinterglaziale Portlandia-Meer des Balticums. Bulletin de la Commission Geologique Finlande. 115, 231-250. 114 T.H. VAN ANDEL ve P.C. TZEDAKIS Ankara AvrupaSUPRANASYONAL Çalışmaları Dergisi Cilt: ŞEKLĐ 8, No:1 OLARAK (Yıl: 2009), s.115-138 BĐR TASARRUF GÜMRÜK BĐRLĐĞĐ ĐLE BĐRLĐKTE TÜRKĐYE’NĐN DIŞ TĐCARETĐNDE YAPISAL DEĞĐŞĐMLER OLDU MU? Dilek TEMĐZ∗ Özet Bu çalışmada, 1992:1-2007:3 döneminde, “Gümrük Birliği’nin Türkiye’nin net ihracatı üzerindeki etkisi”, kurulan ampirik bir model ile ekonometrik yöntemler kullanılarak test edilmektedir. Bu etkinin varlığının ampirik olarak araştırılmasının yanı sıra, GB’nin Türkiye ekonomisi üzerinde meydana getirdiği statik ve dinamik etkileri ortaya koyabilmek adına Türkiye’ye ait dış ticaret rakamları değerlendirilmekte ve ayrıca literatürde yer alan Gümrük Birliği’nin Türkiye ekonomisi üzerine etkileri konusunda yapılmış diğer çalışmalara da yer verilmektedir. Bu çalışmada kullanılan veriler, Türkiye Đstatistik Kurumu (TÜĐK), Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) ve T.C. Merkez Bankası (TCMB) Elektronik Veri Dağıtım Sistemi (EVDS) internet sitesinden temin edilmiştir. Đlk olarak, çalışmada kullanılan değişkenlerin birim köke sahip olup olmadıkları Genişletilmiş Dickey-Fuller (ADF) ve Phillips-Perron birim kök testleriyle sınanmış ve değişkenlerin seviyelerinde durağan olmamakla birlikte birinci farklarında durağan hale geldikleri görülmüştür. Daha sonra, durağan serilerle kurulan ampirik modele, Gümrük Birliği’nin başlangıç yılı olan 1996 yılına bir kukla değişken konularak En Küçük Kareler (EKK) yöntemi uygulanmış ve yapılan tahmin sonucunda, “GB’nin Türkiye’nin net ihracatını etkilediği” sonucuna ulaşılmıştır. Türkiye ile AB arasındaki dış ticaret rakamları, EKK tahmininde elde edilen bu sonuçla birlikte değerlendirildiğinde, Gümrük Birliği sonrasında ticaret hacminde bir artış olmasının yanı sıra net ihracatta da bir düşüş gözlendiği görülmüştür. Anahtar Kelimeler: Gümrük Birliği, Net Đhracat, En Küçük Kareler (EKK). Dr, Çankaya Üniversitesi, Đktisadi ve Đdari Bilimler Fakültesi, Uluslar arası Ticaret Bölümü Öğretim Görevlisi ∗ 116 DĐLEK TEMĐZ Abstract In this study, the effects of Customs Union on Turkey’s net exports are tested with the help of the empirical model by using econometric techniques for the period 1992:12007:3. Besides, in order to investigate the existence of this effect, the static and dynamic effects of Customs Union on Turkish economy have been put in place. To be able to do it, Turkey’s foreign trade figures are evaluated. In addition, the other works in the literature related to the effects of Customs Union on Turkish economy are examined. The data used in this study were obtained from the websites of the Turkish Statistical Institute, State Planning Organization of the Prime Ministry of the Republic of Turkey and Central Bank of the Republic of Turkey. First, stationary of the variables has been investigated by using Augmented Dickey-Fuller and Phillips-Perron unit root tests. The results point to the presence of unit roots in series. However, when the first differences of the variables are considered, their first difference is found to be stationary. The next step involves applying Least Squares Method for the empirical model with dummy variable. Dummy variable is used for the year 1996 that is the initiating year of the Customs Union. Thus, the results of least squares imply that Customs Union affects Turkey’s net exports. Foreign trade figures between Turkey and the EU are assessed with the estimation results of least squares indicating that after the Customs Union agreement initiated, the trade volume has increased and net exports have decreased. Keywords: Customs Union, Net Exports, Least Squares Method. Giriş Gümrük Birliği, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile bütünleşme hedefine yönelik ortaklık ilişkisinin önemli bir aşamasını oluşturmaktadır. Türkiye ile uygulanan Gümrük Birliği, AB tarihinde ilk kez tam üye olmayan bir ülkeye uygulanmaya başlanmıştır. Aynı zamanda, AB ile bir üçüncü ülke arasında bugüne kadar gerçekleştirilmiş en derin ticari bütünleşme örneğidir. Bölgesel ekonomik bütünleşmelerin en yaygın türlerinden olan Gümrük Birliği’nin en önemli özelliği, üyeler arasında her türlü tarife ve kotaların kaldırılması ve dışarıya karşı ortak bir tarife oranı uygulanmaya başlanarak, ortak ticaret politikalarının benimsenmesidir. Gümrük Birliği (GB)’nin çerçevesi 1963 yılında yürürlüğe giren Ankara Anlaşması ile çizilmiştir. Anlaşmanın yürürlüğe girdiği 1 Aralık 1964 tarihi itibariyle hazırlık dönemi olarak adlandırılan dönem başlamıştır. Toplulukla Türkiye arasındaki ekonomik farklılıkları azaltmaya yönelik olan bu süreçte, Türkiye herhangi bir yükümlülük üstlenmemiştir. Ancak, Topluluk 1971 yılında, Türkiye’den ithal ettiği bazı petrol ve tekstil ürünleri dışında, sanayi mamullerine uyguladığı gümrük vergilerini ve miktar kısıtlamalarını tek taraflı olarak sıfırlamıştır. GÜMRÜK BĐRLĐĞĐ ĐLE BĐRLĐKTE TÜRKĐYE’NĐN DIŞ TĐCARETĐ 117 1 Ocak 1973 tarihinde yürürlüğe giren Katma Protokol ile hazırlık dönemi sona ermiş ve geçiş dönemi olarak adlandırılan dönem başlamıştır. Bu dönemde Türkiye’nin geçiş süresi dahilinde Topluluk’tan ithal ettiği sanayi ürünlerinde gümrüklerini ortak gümrük tarifesi hadlerine indirmesi hükme bağlanmıştır. Yatırımların teşvik edilmesi amacıyla Türkiye 1980’li yıllardan itibaren yatırım malları ithalatında gümrüklerini sıfırlamıştır. Dolayısıyla, AB’den ithal edilen yatırım mallarına da gümrük uygulanmamıştır. 6 Mart 1995 tarihli Ortaklık Konseyi Kararı ile 22 yıl süren geçiş dönemi tamamlanmış, taraflar GB’nin kurulması için gerekli koşulların oluştuğuna karar vermişler ve böylece 1 Ocak 1996 tarihi itibariyle Türkiye-AB arasındaki GB tamamlanmıştır. Türkiye-AB Ortaklık Konseyi’nin almış olduğu Gümrük Birliği kararı, Türkiye ekonomisinin 1980’li yıllardaki liberalizasyonundan sonra, ekonominin tamamını etkileyen en önemli gelişmedir denilebilir. Bu çalışma toplam beş bölümden oluşmaktadır. Girişi izleyen ikinci bölümde, Gümrük Birliği’nin Türkiye ekonomisi üzerindeki etkileri statik ve dinamik etkiler olarak, Türkiye’ye ait dış ticaret rakamları değerlendirilerek incelenmekte, üçüncü bölümde literatürde yer alan GB-Türkiye ilişkisi üzerine yapılan çalışmalara yer verilmektedir. Dördüncü bölümde, Gümrük Birliği’nin Türkiye’nin net ihracatı üzerine etkisinin ekonometrik analizi yapılmakta, son bölüm ise sonuç kısmını oluşturmaktadır. Gümrük Birliği’nin Türkiye Ekonomisi Üzerindeki Etkileri Gümrük Birliği'nin ekonomik etkileri temelde kaynak dağılımı üzerinde görülür. Ülke ekonomisi üzerindeki bu etkileri statik ve dinamik etkiler olmak üzere ikiye ayırarak incelemek mümkündür. Statik etkiler GB’nin milli gelir üzerindeki bir defalık etkisidir. Dinamik etkiler ise milli gelirin büyüme hızı üzerinde kendini gösterir. Yürürlüğe girdiği 01.01.1996 tarihinden itibaren GB’nin, mikro düzeyde işletmeleri, makro düzeyde ise genel ekonomik yapıyı etkilediği görülmektedir. Bu bölümde, GB’nin Türkiye ekonomisi üzerinde meydana getirdiği bu etkileri Türkiye’ye ait dış ticaret rakamları değerlendirilerek ortaya konmaya çalışılmaktadır. Statik Etkiler GB’nin statik etkileri, teknoloji ve ekonomik yapı değişmeksizin, birlik içinde kaynakların yeniden dağılımı şeklinde ortaya çıkan etkileri içerir. GB oluşumundan sonra bir kerede oraya çıkacak etkileri açıklamak için kullanılmaktadır. Örneğin, bütünleşme sonrası dış ticaret hadlerinde ki artış ya da azalışların incelenmesini kapsar1. Burada, GB’nin Türkiye ekonomisi üzerindeki statik etkileri üretim etkisi (ticaret yaratıcı etki, ticaret saptırıcı etki), tüketim etkisi, ticaret hadlerine etkisi ve kamu gelirleri etkisi olarak incelenmektedir. 1 Muhsin Kar ve Harun Arıkan, Avrupa Birliği Ortak Politikaları ve Türkiye, Beta Yayınları, Đstanbul, 2003. 118 DĐLEK TEMĐZ Üretim Etkisi Ticaret Yaratıcı Etki Ticaret yaratıcı etki, pahalı yerli üretimin diğer üyeden gelen ucuz ithalatla ikame edilmesi olarak tanımlanmaktadır. Bu etki, pahalı yerli üretimde kullanılan kaynakların daha verimli alanlara aktarılmasını sağlamaktadır2. Ticaret yaratma bir anlamda refahı artırır denilebilir. Gümrük Birliği’ne üye ülkeler arasında ticarette uygulanan tarife ve kotaların kaldırılması sonucunda, ticarete konu olan malların fiyatı düşer. Birlik içinde ticaret yaratılmasına bağlı olarak birlik üyeleri, daha ucuz kaynaktan daha fazla tüketim yapma imkanına kavuşurlar. Böylece üyeler arasındaki ticaret hacmi yükselir. Ticaret yaratıcı etki Tablo 1 yardımıyla açıklanabilir. Tablo 1: Dış Ticarete Ait Temel Göstergeler (Milyon $) Genel Avrupa Birliği Dış Dış Ticaret Ticaret Yıllar Đhracat Đthalat Dengesi Hacmi Đthalatın Đhracatı Karşılama Oranı Avrupa Birliği’nin Payı (%) Dış Dış Ticaret Ticaret Đhracat Đthalat Dengesi Hacmi Đhracat Đthalat Hacim 1993 15.345 29.428 -14.083 44.773 52,1 7.289 10.950 -3.661 18.239 47,5 37,2 40,7 1994 18.106 23.270 41.376 77,8 8.269 10.279 -2.010 18.548 45,7 44,2 44,8 1995 21.637 35.709 -14.072 57.346 60,6 11.078 16.760 -5.682 27.838 51,2 46,9 48,5 1996 23.224 43.627 -20.402 66.851 53,2 11.548 23.138 -11.590 34.686 49,7 53,0 51,9 1997 26.261 48.559 -22.298 74.820 Genel 54,1 12.248 24.870 -12.622 37.118 46,6 51,2 49,6 Avrupa Birliği Avrupa Birliği’nin Payı (%) -5.164 Dış Dış Ticaret Ticaret Yıllar Đhracat Đthalat Dengesi Hacmi Đthalatın Đhracatı Karşılama Oranı Dış Dış Ticaret Ticaret Đhracat Đthalat Dengesi Hacmi Đhracat Đthalat Hacim 1998 26.974 45.921 -18.947 72.895 58,7 13.498 24.075 -10.577 37.573 50,0 52,4 51,5 1999 26.587 40.671 -14.084 67.258 65,4 14.333 21.419 -7.086 35.752 53,9 52,7 53,2 2000 27.775 54.503 -26.728 82.278 51,0 14.352 26.388 -12.036 40.740 51,7 48,4 49,5 2001 31.334 41.399 -10.065 72.733 75,7 16.118 18.280 -2.162 34.398 51,4 44,2 47,3 2002 36.059 51.554 -15.495 87.613 69,9 18.059 23.124 -5.065 41.183 50,1 44,9 47,0 2003 47.253 69.340 -22.087 116.593 68,1 24.484 31.695 -7.211 56.179 51,8 45,7 48,2 2004 63.167 97.540 -34.373 160.707 64,8 34.310 48.103 -13.793 82.413 54,3 49,3 51,3 2005 73.476 116.774 -43.298 190.250 62,9 41.365 52.696 -11.331 94.061 56,3 45,1 49,4 2006 85.535 139.576 -54.041 225.111 61,3 47.935 59.401 -11.466 107.336 56,0 42,6 47,7 2007 107.272 170.063 -62.791 277.335 63,1 60.405 68.590 -8.185 128.995 56,3 40,3 46,5 Kaynak: DPT, Temel Ekonomik Göstergeler, 2008 Aralık. 2 Jacob Viner, The Customs Union Issue, Londra, Stevens & Sons Ltd, 1950. GÜMRÜK BĐRLĐĞĐ ĐLE BĐRLĐKTE TÜRKĐYE’NĐN DIŞ TĐCARETĐ 119 Tablo 1’e göre, 1995 yılında ihracatın 21.637 milyon $ iken, 2007 yılında 107.272 milyon $’a; ithalatın ise 35.709 milyon $’dan 170.063 milyon $’a yükseldiği görülmektedir. 1995 yılında 14.072 milyon $ olan dış ticaret açığı, 2005 yılında 43.298 milyon $’a, 2007 yılında ise 62.791 milyon $’a yükselmiştir. Dış ticaret hacmi, 1995’te 57.346 milyon $’dan, 2007’de 277.335 milyon $’a çıkmıştır. Đthalatın ihracatı karşılama oranı, 1995’te % 60.6 iken, 2001’de %75.5 ile en yüksek seviyesine çıkmış, 2006’ya kadar azalış trendine girmiş ve 2006’da %61.3’e ulaşmıştır. Bu oran, 2007’de %63.1’e yükselmiştir. 2008’de ise artışın devam ederek ithalatın ihracatı karşılama oranının %65.4 olması beklenmektedir3. Türkiye’nin dışa açılma atılımını yaptığı 1980-1995 GB öncesi dönemde, Türkiye’nin ihracatı yılda ortalama %15 artarken, AB’ye olan ihracat da %16 oranında artmış, Türkiye’nin ithalatı ise %12 artarken, AB’den ithalatımız %15 oranında artmıştır. Sonuç olarak, Türkiye’nin AB ile ticareti 1980’den sonra genel dış ticaretine tamamen paralel bir seyir izlemiştir. 1980 yılında %46 oranında bir açık veren Türkiye’nin dış ticaret dengesi, 1985 yılında %17.5’e gerilemiş, daha sonra inişli çıkışlı bir dönem geçirmiş ve Gümrük Birliği öncesi %25 seviyesine ulaşmıştır. Aynı dönemde AB ile olan ticaret açığımız %29 iken %9.7’e gerilemiş daha sonra GB öncesi %20 seviyesine çıkmıştır4. Tablo 1’ e göre, Türkiye’nin GB öncesinde en önemli dış ticaret ortağı olan AB’nin, GB’nin tamamlanmasından sonra da bu niteliğini koruduğu görülmektedir. Ancak 1993-1995 yıllarında AB’nin toplam dış ticaret hacmindeki ortalama %45 olan payının 1996-2000 döneminde ortalama %51 düzeyine yükseldiği ortaya çıkmaktadır. 2001–2007 döneminde ise bu oran ortalama %48 düzeyine gerilemiştir. Bu düşüşün temelinde 2001 yılındaki ekonomik krizin ithalatımızı düşürücü etkisi vardır denilebilir. GB’nin gerçekleştirilmesinden itibaren geçen süre zarfında, AB’ye yaptığımız ihracat AB’den gerçekleştirdiğimiz ithalattan daha hızlı artmış, bunun sonucu AB ile ticarette ihracatın ithalatı karşılama oranı 1995 de %66.1 iken 2007 yılı sonunda %88.1 seviyelerine yükselmiştir (Tablo 1). Tablo 1’e göre, Türkiye ile AB arasındaki dış ticaret rakamları değerlendirildiğinde, Türkiye’nin AB’ye ihracatında sürekli bir artış kaydedilmesine rağmen, GB sonrasında ticaretin, ithalat lehine bir dağılım gösterdiği görülmektedir. Bu verilere göre, GB’nin ticaret yaratıcı etkisinin birlik lehine olduğunu, çünkü Türkiye aleyhine ortaya çıkan bu etkide ithalatın ihracattan daha büyük bir paya sahip olduğu ifade edilebilir. Ancak, herhangi bir ekonomi için, cari işlemler dengesini oluşturan kalemlerin tümü dikkate alındığında, ithalat artışının tek başına kötü bir olgu olarak ele alınması, yapılacak değerlendirmelerde eksik ve hatalı sonuçlar verebilmektedir. Ayrıca, Türkiye’nin dış ticaret açığının ne kadarının doğrudan GB’den kaynaklandığını belirlemek de oldukça güçtür. 3 DPT, Temel Ekonomik Göstergeler, Ankara, Aralık, 2008. TUSĐAD, Avrupa Birliği’ne Uyum Sürecinde Gümrük Birliği’nin Dış Ticarete Etkileri, Đstanbul, Yayın No 364, 2003. 4 120 DĐLEK TEMĐZ GB öncesinde AB ile dış ticaret açığının yaklaşık olarak GB sonrası oluşan dış ticaret açığı oranında olduğu söylenebilir. 1994 yılında Türkiye’de yaşanan ekonomik kriz ve devalüasyonun ardından GB ile uyumlu olmayan ekonomi politikalarının uygulanması, Türk ihraç ürünlerinin fiyat rekabetini etkilemiş ve ithalat lehine dağılımda rol oynamıştır. Ayrıca 1998 yılında yaşanan Asya ve Rusya krizleri Avrupa ekonomilerinde durgunluk yaratmıştır. Bu dönemde, Türkiye’nin AB’ye ihracatının önemli bir bölümünü oluşturan tüketim mallarının AB’deki fiyat ve gelir hareketlerinden olumsuz etkilenmesi, ihracat gelirlerinin düşük olmasına ve beraberinde dış ticaret açığının yükselmesine sebep olmuştur5. Zamanla ortak üretim, teknoloji transferi, bilgi akışı ve Ar-Ge faaliyetlerinin artmasıyla birlikte Türkiye ekonomisinin daha iyi bir performans göstermesi ve dolayısıyla ticaret yaratıcı etkinin Türkiye’nin lehine dönmesi beklentilerimiz arasındadır. Ticaret Saptırıcı Etki Ticaret saptırıcı etki GB dışından gelen ucuz ithalatın yerini birlik içindeki pahalı ithalatın alması olarak tanımlanır. Bu etki, pahalı üretim yapan sektörlere kaynak aktarımına neden olur ve refahı azaltır6. Üçüncü ülke mallarına karşı konan ortak tarife sonucu bu ülkelerin mallarının pahalı hale gelmesi ticaretin birlik içine kaymasına neden olur. Ticareti birlik dışından birlik içine kaydıran bu etkiye ticaret saptırıcı etki denir7. Bu etki sonucu birlik dışında kalan ülkelerle yapılan ticaret hacminde, daralma ortaya çıkmaktadır. Tablo 2, ülke gruplarına göre dış ticaret verilerini göstermektedir. 5 Handan Soğuk, Gümrük Birliği’nin Türkiye Ekonomisine Etkileri, Đstanbul: ĐKV Yayınları No: 159, 2002. 6 Viner, Đbid 7 Halil Seyidoğlu, Uluslararası Đktisat, Đstanbul, Güzem Yayınları, 9. Baskı, Đstanbul, 1993. GÜMRÜK BĐRLĐĞĐ ĐLE BĐRLĐKTE TÜRKĐYE’NĐN DIŞ TĐCARETĐ 121 Tablo 2: Ülke Gruplarına Göre Dış Ticaret (Milyon $) Đhracat OECD AB EFTA TSB Orta Doğu Afrika Đthalat OECD AB EFTA TSB Orta Doğu Afrika Đhracat OECD AB EFTA TSB Orta Doğu Afrika Đthalat OECD AB EFTA TSB Orta Doğu Afrika 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000 10.758 8.635 277 2.108 13.289 11.071 293 2.120 14.428 11.549 335 2.245 15.583 12.248 414 2.328 16.979 13.498 357 831 2.189 18.039 14.333 362 781 2.205 19.006 14.510 324 895 2.553 843 1.064 1.159 1.234 1.819 1.659 1.372 15.331 10.915 563 2.530 23.700 16.760 892 2.687 31.092 23.138 1.112 3.243 34.815 24.870 1.287 2.726 33.472 24.075 1.169 418 1.943 28.326 21.416 926 508 1.987 35.682 26.610 1.155 496 4.155 860 1.385 1.993 2.197 1.758 1.687 2.714 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 20.615 16.118 316 934 3.582 23.553 18.459 409 1.439 3.576 30.422 25.899 538 1.928 5.132 40.332 34.310 656 2.529 7.238 44.355 41.365 821 2.973 10.184 54.481 47.935 1.189 2.967 11.316 65.655 60.405 1.328 2.940 14.991 1994 1.521 1995 1.697 1996 2.131 1997 2.952 1998 3.631 1999 4.566 2000 5.977 26.007 18.280 1.481 303 3.303 32.985 23.321 2.512 575 3.682 43.544 31.496 3.355 586 4.334 59.650 48.103 3.911 812 5.585 66.107 52.696 4.440 760 7.967 77.813 59.401 4.522 944 10.568 91.811 68.590 5.774 1.221 12.639 2.819 2.696 3.244 4.820 6.047 7.405 6.782 Kaynak: DPT, Temel Ekonomik Göstergeler, Aralık 2008. TSB: Türkiye Serbest Bölgeleri 122 DĐLEK TEMĐZ 1994 yılından sonra Türkiye’nin AB ile olan ihracat ve ithalatı önemli ölçüde artmıştır. Đthalattaki hızlı artış 1997 yılına kadar sürmüş, 1998 ve 2001 yıllarındaki görece düşük ithalat değerleri haricinde, AB’den yapılan ithalatta ciddi bir artış olduğu gözlenmektedir. 2007 yılında bu rakam yaklaşık 69 milyar dolar civarındadır. 1995’ teki yaklaşık 17 milyar dolarlık seviye ile karşılaştırıldığında artışın boyutu görülmektedir. GB’den önce de dış ticaretin büyük kısmını AB ile yapan Türkiye'nin bu eğiliminde GB sonrasında da bir değişiklik olmadığı gibi, üçüncü ülkelerle olan ticaretinde de önemli bir farklılık olmadığı görülmektedir. GB sonrasına ilişkin dış ticaret verilerinin, GB’nin ticaret saptırıcı etkisine işaret etmediği görülmektedir. Bu çerçevede GB’nin, Türkiye’nin diğer dış ticaret pazarlarında bir kayba yol açmadığını söylemek mümkündür. Tüketim Etkisi GB sonucu gümrükler indirilince nispi olarak daha ucuza gelen yabancı mallar daha fazla talep edilmektedir. GB sonucu birlik içinde pahalıya üreten üye ülkenin ve Ortak Gümrük Tarifesi sonucu ürünleri pahalı hale gelen birlik dışı ülkelerin üretimi azalmaktadır. Üretim etkisindeki bu değişikliğe bağlı olarak birlik içi fiyat herhangi bir ülkenin fiyatının altında kalırsa, bu ülke vatandaşlarının satınalma güçleri artacağından birlik içi ithalat artacaktır. Bu ithalat artışı da GB’nin tüketim etkisini ortaya çıkarır8. Đhracat ve ithalatın mal gruplarına göre dağılımı Tablo 3’de verilmektedir. Tablo 3: Đhracat ve Đthalatın Mal Gruplarına Göre Dağılımı (Milyon $) Đhracat Sermaye Malları Ara Mallar Tüketim Malları Đthalat Sermaye Malları Ara Mallar Tüketim Malları Đhracat Sermaye Malları Ara Mallar Tüketim Malları Đthalat Sermaye Malları Ara Mallar Tüketim Malları 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000 721 1994 8.225 9.153 830 1995 8.960 11.840 1.105 1996 9.745 12.354 1.314 1997 11.032 13.890 1.363 1998 11.128 14.374 1.796 1999 10.841 13.892 2.176 2000 11.565 13.987 5.220 16.565 1.381 2001 8.120 25.078 2.417 2002 10.208 28.737 4.226 2003 11.052 31.872 5.335 2004 10.661 29.561 5.328 2005 8.729 26.568 5.063 2006 11.341 35.683 7.239 2007 2.600 13.300 15.200 2.790 14.657 18.465 4.344 18.494 24.125 6.531 25.946 30.502 7.998 30.290 34.835 9.423 37.788 37.790 13.755 49.403 43.696 6.964 29.971 4.084 8.493 37.443 5.008 11.326 50.012 7.536 17.397 67.549 12.100 20.363 81.868 13.975 23.348 99.605 16.116 27.040 123.575 18.697 Kaynak: DPT, Temel Ekonomik Göstergeler, Aralık 2008, TÜĐK. 8 Rıdvan Karluk, Türkiye Ekonomisi, Đstanbul, Beta Yayınları, 1997. GÜMRÜK BĐRLĐĞĐ ĐLE BĐRLĐKTE TÜRKĐYE’NĐN DIŞ TĐCARETĐ 123 Tablo 3’e göre, 1994-2007 yılları arasında tüketim malları, ara mallar ve sermaye malları ihracatı önemli ölçüde artmıştır. 1994 yılında 9.153 milyon $ olan tüketim malı ihracatı 2007 yılında 43.696 milyon $’a, aynı dönem 8.225 milyon $ olan ara malı ihracatı 49.403 milyon $’a, sermaye malı ihracatı da 721 milyon $’dan 13.755 milyon $’a çıkmıştır. Đthalat ise istikrarsız bir seyir izlemiştir. Sermaye malı, ara malı ve tüketim malı ithalatının, 1994’den 1997 yılına kadar arttığı, 1998 ve 1999 yıllarında azaldığı, 2000 yılında tekrar arttığı fakat akabinde 2001 yılında tekrar azaldığı, 2002 yılından itibaren ise sürekli bir artış eğiliminde olduğu görülmektedir. 2007 yılı itibariyle sermaye malı ithalatı 27.040 milyon $, ara malı ithalatı 123.575 milyon $’a ve tüketim malları ithalatı da 18.697 milyon $’a ulaşmıştır. 1995 yılından sonra ithalat miktarında görülen dalgalanma, Türkiye’de ithalata dayalı sanayinin yeterince istikrar kazanmadığının, sanayiinin günlük politikalardan önemli ölçüde etkilendiğinin bir göstergesi olabilir. Tüketim malları, ara mallar ve sermaye malları ithalatı GB’nin kabul edildiği ilk iki yılda önemli ölçüde artmıştır. Bu artışın 2002 yılından itibaren süreklilik kazandığı görülmektedir. Bu gelişmeler GB’nin tüketim etkisinin ortaya çıktığını göstermektedir9. Ticaret Hadlerine Etkisi Ticaret hadleri ihracat fiyatları ile ithalat fiyatlarının birbirine oranıdır. Ülkenin ithal ettiği malların fiyatındaki artış (düşüş) ve ihraç ettiği malların fiyatındaki düşüş (artış) ticaret hadlerinin ülke aleyhine (lehine) geliştiğini gösterir. Ticaret hadleri birliğe üye ülkeler arasındaki iş bölümünün doğuracağı refah yükselişinden her ülkenin alacağı payı belirler. Gümrük birliği teorisine, ticaret hadleri etkisi, Mundell (1964) tarafından teklif eğrileri analizi ile sokulmuştur. Mundell, üç ülkeli ve üç mallı teorik modelinde, iki ülke arasında oluşturulacak gümrük birliği durumunda birlik dışında kalan ülkeye göre her iki ülkenin ticaret hadlerinin birleşmeden olumlu etkileneceği sonucuna ulaşmıştır. Ayrıca birleşme öncesi tarife oranı daha düşük olan ortağın ticaret hadlerinin birleşmeden daha olumlu etkileneceği sonucuna da ulaşır. Tablo 4’de Türkiye’de ihracat ve ithalatın sektörel dağılımı verilmektedir. 9 Akın Tunçer ve Önder Arı, “Gümrük Birliği’nin Türkiye Ekonomisine Etkileri”, Journal of Soc. & Appl. Sci., Cilt 3, No 5, 2007, s. 87-88. 124 DĐLEK TEMĐZ Tablo 4: Đhracat ve Đthalatın Sektörel Dağılımı (Milyon $) 1989 1990 1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2001 2002 2003 2004 2005 2006 2007 Tarım ve Ormancılık Đhracat Đthalat 2.012 886 2.249 1.137 2.585 675 2.134 924 2.292 1.357 2.301 881 2.133 1.901 2.454 2.170 2.679 2.419 2.699 2.128 2.394 1.654 1.659 2.123 1.976 1.409 1.754 1.703 2.121 2.535 2.542 2.757 Tarım ve Ormancılık Đhracat Đthalat 3.329 2.801 3.481 2.902 3.724 4.640 Balıkçılık Đhracat 140 131 Đthalat 24 33 Madencilik ve Taşocakçılığı Đhracat Đthalat 411 3.065 326 4.138 285 3.327 267 3.345 233 3.359 263 3.353 391 4.090 228 5.89 404 5.138 364 3.757 385 4.254 400 7.097 349 6.577 387 7.192 469 9.021 649 10.981 Madencilik ve Taşocakçılığı Đhracat Đthalat 810 16.321 1.146 22.034 158 31 1.661 Đhracat Đthalat 31 1 35 2 28 1 27 2 21 2 22 2 21 2 27 2 33 2 17 1 38 1 25 2 30 1 51 1 81 2 103 8 Balıkçılık 25.311 Đmalat Đhracat 9.170 10.349 10.686 12.286 12.794 15.517 19.089 20.237 23.132 23.790 23.755 25.518 28.826 33.702 44.378 59.579 Đthalat 22.901 32.324 33.351 36.440 48.361 37.035 57.979 70.409 80.194 78.414 68.193 44.200 32.686 41.383 55.690 80.447 Đmalat Đhracat 68.813 80.246 Đthalat 94.208 110.379 100.966 133.879 Kaynak: TÜĐK Tablo 4’e göre 1994 yılından sonra Türkiye’nin tarım-ormancılık ve madenciliktaşocakçılığı dış ticareti fazla değişmezken, imalat sanayii ürünleri dış ticareti hızla artmıştır. Đmalat sanayii ürünleri ihracatı 1989 yılında 9.170 milyon $ iken, bu değer 2007 yılında 100.966 milyon $’a, ithalat ise 22.901 milyon $’dan 133.879 milyon $’a çıkmıştır. 1989’da 13.731 milyon $ olan imalat sanayii ürünleri dış ticaret açığı, 2007 yılında %140 artarak 32.913 milyon $’a ulaşmıştır. Bu rakamlar, GB’den sonra imalat sanayi ürünleri ithalatındaki artışın, ihracat artışlarından daha hızlı gelişme gösterdiğini ortaya koymaktadır. Gümrük Birliği anlaşmasından sonra piyasanın büyüyeceği, rekabetin ve dış ticaretin artacağı beklentisinin olması, imalat sanayi mallarının üretim esnekliğinin diğer üretim alanlarına oranla daha büyük olması, bu artışın sebepleri olarak gösterilebilir. Türkiye’de sanayii sektörü ithalat miktarının ihracat miktarından daha hızlı artması, bu ürünleri birlik içinde ucuza üreten gelişmiş ülkelerin üretim ve gelirinin arttığını, gelir dağılımının gelişmiş ülkeler lehine, ticaret hadleri etkisinin Türkiye aleyhine olduğunu göstermektedir denilebilir. GÜMRÜK BĐRLĐĞĐ ĐLE BĐRLĐKTE TÜRKĐYE’NĐN DIŞ TĐCARETĐ 125 Kamu Gelirleri Etkisi Üyeler arasında tarifelerin sıfırlanması ve ayrıca üçüncü ülkelere karşı uygulanan ortak tarife, üye ülkelerin vergi kaybına neden olmaktadır. GB öncesi Türkiye’de ithalattan gümrük vergisi ve toplu konut fonu olmak üzere iki tür vergi alınmaktaydı. GB ile bunların ikisi de kaldırılırken üçüncü ülkelere karşı ortak gümrük tarifesi uygulanmaya başlanmıştır. Dış ticaretten alınan vergilerin GSMH içindeki payı (%) incelendiği zaman 1994’te %2.31 olan bu oranın, 1996’da %2.58, 2000’de %3.42, 2003’de %3.55 ve 2005’de de %4.50 olduğu görülmektedir (Tablo 5). Bu sonuçlara göre GB’nin dış ticaret vergi gelirlerini azaltıcı etkisinin ortaya çıktığını söylemek oldukça zordur. Aksine GB sonrası ulusal üretimin artmasına bağlı olarak vergi gelirlerinin arttığını söylemek mümkün görünmektedir. Tablo 5: Dış Ticaretten alınan vergilerin GSMH Đçindeki payı (%) 1994 2,31 1995 2,48 1996 2,58 1997 2,81 1998 2,46 1999 2,53 2000 3,42 2001 3,15 2002 3,47 2003 3,55 2004 4,40 2005 4,50 Dinamik Etkiler Dinamik etkiler uzun dönemde GB’nin GSYĐH’nın büyüme hızı üzerinde ortaya çıkardığı etkiler olarak tanımlanabilir. Aslen bu etkiler, ekonomik yapıda, üretim kapasitesinde, teknoloji yapısında köklü değişiklikler meydana gelmesi sonucu oluşurlar. Sürekli bir seyir izleyen, orta ve uzun vadede ekonominin yapısında önemli değişmeler meydana getiren dinamik etkiler statik etkilerden daha önemli sayılırlar10. GB’nin meydana getirdiği dinamik etkileri kısaca, rekabet etkisi, ölçek ekonomileri etkisi, dışsal ekonomiler etkisi, teknolojik ilerleme etkisi ve yatırımları özendirme ve sermaye etkisi olarak inceleyebiliriz. Rekabet Etkisi GB’nin rekabet etkisi, GB’nin doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını artırması sonucu ortaya çıkmaktadır. Endüstrideki firma sayısı arttıkça, ortaya çıkan rekabet nedeniyle daha etkin üretim yöntemleri kullanıldığından maliyetlerde düşüşlerle birlikte ürün kalitelerinde iyileşme beklenir. GB’nin üye ülke ile birlik arasındaki dış ticareti artırmasıyla da GB’nin rekabet etkisi ortaya çıkar. GB’nin Türk ticaret ve rekabet politikalarının AB ile uyumunu öngörmesi ve AB rekabet politikalarının çok büyük bölümünün Türkiye’yi de kapsaması nedeniyle, Türk ekonomisinde kapsamlı kurumsal değişiklikler meydana getirebileceği öngörülmektedir. Özellikle rekabet kuralları ile fikri mülkiyet haklarının korunması alanlarındaki Türk mevzuatının iyileştirilmesi sonucunda, Türkiye’de ekonomik faaliyetlerin gelişebilmesi için daha uygun mevzuat çerçevesi oluşabilecektir11. 10 Seyidoğlu, op.cit. “Gümrük Birliği’nin Türkiye Ekonomisine Etkileri”, Đstanbul, Đktisadi Kalkınma Vakfı Yayınları, No: 159, Mart, 2000. 11 126 DĐLEK TEMĐZ Türkiye, tüketicinin korunmasını temel alan ve belirli kurallar çerçevesinde işleyen bir rekabet ortamının oluşturulmasına yönelik Avrupa Birliği rekabet mevzuatına uyum çalışmalarında ilerleme kaydetmiştir. Bu alandaki iki önemli yasal düzenleme olan “Rekabetin Korunması Kanunu” 1994 yılında, “Tüketicinin Korunması Kanunu” 1995 yılında yürürlüğe girmiştir. Söz konusu kanunların uygulanmasından sorumlu Rekabet Kurumu ise 1997 yılı itibariyle işlerlik kazanmıştır. Ölçek Ekonomileri Etkisi Ölçek ekonomileri, firmaların büyüklüğünden kaynaklanan faktör maliyetlerinin düşmesi ve verimlilik ile üretimin artması sonucu ortaya çıkmaktadır. Geniş pazarlar, yeni satış teknikleri, makine ve donanım bolluğu, kaliteli işgücü ve uzmanlaşma ölçek ekonomisini oluşturur12. Ölçek ekonomilerinin iki önemli faydasından bahsetmek gerekirse, bunlardan ilki, firma ve endüstri ölçeğinin büyüyerek maliyetlerde ortaya çıkardığı düşüşler, diğeri ise ürün çeşitliliğidir. GB öncesi yurtiçi piyasa dar olduğundan ürün çeşitliliği azdır ancak, GB piyasa hacmini genişlettikçe, firmalar ölçeklerini ve ürün çeşitlerini arttırırlar ve dolayısıyla üretimde verimlilik artışları da ortaya çıkar. Dışsal Ekonomiler Etkisi Arz ve talep koşullarındaki değişmelere bağlı olarak dışsal ekonomiler iki grupta toplanabilir. Arz koşullarına bağlı dışsal ekonomilerde, bir firmanın üretim tekniğindeki ilerleme nedeniyle maliyetlerini düşürmesi ve bu firmanın ürettiği ürünü, diğer firmalara daha düşük fiyattan sunması söz konusudur. Talep koşullarına bağlı dışsal ekonomilerde ilk endüstrideki üretim artışı, gelir-talep sarmalının oluşmasına neden olur. Bu etki bazı sektörlerin dahil edildiği gümrük birliğinde, gümrük birliğine dahil edilmeyen sektörlerin de bu birleşmeden etkilenebileceğini ima eder. Ölçek ekonomileri, rekabet ve teknolojik gelişme etkilerinin bir sonucu olarak bazı firmaların verimliliği ve ürünlerinin kalitesi artar. Bu firmalardan girdi alan diğer firmalar, daha ucuza ve daha kaliteli girdi elde ederler. Böylece ekonominin genel performansı artar. Teknolojik Gelişmeye Etkisi Gümrük Birliği teknolojik ilerlemeyi, artan rekabetin yurtiçi firmaları daha etkin çalışma yöntemlerini bulmaya zorlamasıyla, yurtiçi firmaların Ar-Ge yatırımlarını artırarak teknolojik ilerlemeye neden olmasıyla, daha büyük bir pazarla karşılaşan yurtiçi firmaların üretim ölçeklerinin büyümesiyle, Ar-Ge yatırımlarına daha fazla pay ayırmalarıyla sağlamaktadır. Gümrük Birliği’nin teknolojik ilerlemeyi artırması, rekabet artışına, ölçek büyümesine, yabancı sermaye yatırımlarının artışına ve teknoloji içeriğine bağlı olarak ortaya çıkar. Yeni teknolojilerin geliştirilmesi ve uygulanması ülkelerin rekabet gücünü olumlu yönde etkiler ve daha ucuz, daha kaliteli üretim yapmak olanaklı hale gelir. GB ile pazar payları genişleyen buna rağmen pazarda rakibi artan firmaların yapması gereken, üretim kalitesini ve verimliliği arttıracak, maliyetleri 12 Turgut Arslan, GB’nin Türk Ekonomisine Etkileri, Denizli, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Pamukkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1997. GÜMRÜK BĐRLĐĞĐ ĐLE BĐRLĐKTE TÜRKĐYE’NĐN DIŞ TĐCARETĐ 127 azaltacak yeni teknolojilerin hayata geçirilmesi, bunun içinde Ar-Ge yatırımlarının arttırılmasıdır13. Yatırımları Özendirme ve Sermaye Etkisi GB nedeniyle doğrudan yabancı sermaye yatırımlarında ortaya çıkacak artışın genelde birlik dışında kalan ülkelerden gelmesi beklenmektedir. Birlik dışında kalan ülkelerin gümrük birliği oluşturan ülkelere yatırım yapmalarının nedenleri, GB’nin birlik içinde tarifelerin yeniden arttırılmayacağı konusunda yatırımcılara güvence vermesi, gümrük birliklerinin yol açtığı ticaret sapmasının, birlik üyelerinin dış dünyadan yaptıkları ithalatı azaltması, birlik üyeleri arasındaki ticaret artışının birlik dışında kalan yatırımcıları cezbetmesi, birlik içindeki ekonomik istikrarın ve verimliliğin artması, istihdamın, gelirin ve sermayenin marjinal etkinliğinin artmasıyla birlik içindeki üretim faktörlerini kullanma isteğinin yabancı yatırımcıları teşvik etmesi olarak sıralanabilir. Doymamış iç pazarı, ucuz hammadde ve işgücü, Ortadoğu, Karadeniz ve Asya ile olan bağlantıları Türkiye’yi yatırımlar için önemli bir merkez haline getirmektedir. Ayrıca GB içindeki Türkiye’den pay almak isteyen Japonya, ABD ve Uzak Doğu ülkeleri için de sermaye yatırımı açısından çok büyük öneme sahiptir. Uzak Doğu’dan gelen yabancı sermaye artışı bunu doğrulamaktadır14. Tablo 6: Yabancı Sermaye Yatırımlarının Yıllara Göre Dağılımı (Milyon $) Yıllar 1981 1982 1983 Girişler 141 103 87 1984 113 1985 99 1986 125 1987 Gerçekleşen Çıkışlar 46 48 41 Net Gerçekleşen Girişler Çıkışlar 49 192 47 95 55 46 Yıllar 1995 1996 1997 934 914 852 0 113 1998 953 13 940 0 99 1999 813 30 783 0 125 2000 1.707 725 982 115 0 115 2001 3.374 22 3.352 1988 354 0 354 2002 622 5 617 1989 663 0 663 2003 745 8 Gerçekleşen 737 Gerçekleşen Yıllar Girişler Çıkışlar Net Girişler Yıllar Çıkışlar Net 885 722 805 Net 1990 684 0 684 2004 1.291 100 1.191 1991 907 97 810 2005 8.537 336 8.201 1992 911 67 844 2006 17.814 1687 16.127 1993 746 110 636 2007 19.190 2.280 16.910 1994 636 28 608 Toplam 63.430 5.931 57.499 Kaynak: TCMB, DPT. 13 14 Osman Demir, “GB’nin Đki Yılı”, Dış Ticaret Dergisi, Sayı 11, Yıl 3, Ekim, 1998. Demir, op. cit. 128 DĐLEK TEMĐZ Tablo 6’dan da görüleceği üzere ülkemize giren yabancı sermaye yatırımlarının yıllara göre değişimi düzensiz bir seyir izlemektedir. Özellikle son üç yılda yabancı sermayenin önemli ölçüde arttığı görülmektedir. Ancak GB’ ye geçtikten sonra 2006 yılına kadar yabancı sermaye girişinde beklenen çok büyük artışların olmadığı görülmektedir. 1995 ve 1996 yıllarında ülkemize giren sermayede beklenen artış olmamıştır. Bunun en önemli nedenlerinden birinin AB teşvik mevzuatı olduğu söylenebilir. Çünkü AB’de hem devlet yardımları hem de topluluk fon ve kredileriyle sağlanan önemli teşvikler vardır. Örneğin geri kalmış bölgelerin kalkındırılmasında kullanılan Avrupa Bölgesel Kalkınma Fonu, mesleki eğitim, istihdam ve gençlere kariyer kazandırmada kullanılan Avrupa Sosyal Fonu, tarımsal yapıyı iyileştirmede ve tarımsal üretimi güvence altına almada kullanılan Avrupa Tarımsal Yön Verme ve Garanti Fonundan yapılan teşvik ödemeleri oldukça önemlidir. Türkiye AB’ye tam üye olmadığı için bu fonlardan yararlanamamaktadır. Tablo 7: Yabancı Sermaye Đçerisinde Avrupa Birliğinin payı (%) 1997 61.4 1998 65.9 1999 62.9 2000 70.5 2001 66.2 2002 73.2 2003 74.5 2004 79.4 2005 58.5 2006 66.8 2007 56.3 Tablo 7’ye göre, yabancı sermaye içerisinde Avrupa Birliği'nin payının Gümrük Birliği sonrası bir artış göstermemiş olduğu görülmektedir. AB'nin ortalama yaklaşık %65 olan payının 2000 yılı hariç 2002 yılına kadar çok fazla değişmediği; 2002, 2003 ve 2004 yıllarında %70’in üzerine çıktığı ve daha sonra azalarak 2007 yılında %56.3 oranına ulaştığı görülmektedir. Avrupa Birliği firmaları için doymamış piyasaya ve ucuz işgücüne sahip bir ülke özelliği olan Türkiye’de, diğer aday ülkelerle kıyaslandığında, işgücü maliyetinin yüksek olduğu ortaya çıkmaktadır. Enerji maliyetlerinin, özellikle sanayi sektöründe kullanılan elektrik fiyatlarının yüksek olması da Türkiye’nin, üretim maliyetleri açısından avantajlı bir durumda olmadığını göstermektedir. Öte yandan AB’ye aday Merkez ve Doğu Avrupa Ülkeleri ile karşılaştırıldığında Türkiye’deki yatırım teşviklerinin yetersiz kalması ve varolan teşviklerin fiilen uygulanmasında sorunlarla karşılaşılması da söz konusu ülkelerle yabancı yatırımı çekmek hususunda rekabet edebilirliğini olumsuz etkilemektedir. Türkiye’nin yabancı sermaye girişini artırmak için kapsamlı bir strateji belirlemesi gerekmektedir. Bu çerçevede siyasi ve ekonomik istikrarın sağlanması, Türk yargı sisteminin etkinleştirilmesi ve yabancı sermaye teşviklerinin bir devlet politikası olarak benimsenmesi temel öncelikler olarak görülmektedir15. Literatür Taraması Gümrük Birliği'nin uygulanmasından sonra bu birlikteliğin Türkiye ekonomisinde yarattığı etkiler üzerine çok sayıda çalışma yapılmıştır. Harrison vd.16, statik bir genel 15 ĐKV, Gümrük Birliği’nin Türkiye Ekonomisine Etkileri, op.cit. Glenn Harrison et al., “Economic implications for Turkey of a Customs Union with the European Union”, European Economic Review, Cilt 41(3–5), Elsevier, 1997, s. 861–870. 16 GÜMRÜK BĐRLĐĞĐ ĐLE BĐRLĐKTE TÜRKĐYE’NĐN DIŞ TĐCARETĐ 129 denge modeli kullanarak yaptıkları çalışmada Türkiye’nin gümrük tarifelerini kaldırması nedeniyle uğrayacağı gelir kaybını analiz etmişlerdir. Mercenier ve Yeldan17, Türkiye’nin bazı sektörlerindeki ölçeğe göre artan getirileri, firma bazında ürün farklılaşmalarını ve oligopolistik piyasa yapısını dikkate alan hesaplanabilir dinamik genel denge modeli ile GB’nin Türkiye’ye refah etkilerini araştırmışlardır. Çalışma sonunda GB’nin refah arttırıcı olabilmesi için ticaret reformlarının artması ve tarife dışı engellerin kalkması gerektiği sonucuna ulaşılmıştır. Halıcıoğlu18, GB’nin Türkiye ekonomisinde yaratacağı statik etkileri karşılaştırmalı kısmi denge analizi ile incelemiştir. Bunun için tarife indirimleri sonucunda meydana gelen ticaret yaratıcı ve ticaret saptırıcı etkileri tahmin etmiş, ayrıca Türkiye’nin GB yerine başka bir ticaret bloğunda bulunması durumunda bu etkilerin ne olacağını da hesaplamıştır. Buna göre, GB serbest ticaret uygulanmasından sonra ikinci en iyi blok olarak bulunmuştur. Togan19, GB’nin kaynak dağılımı üzerindeki etkilerini, nominal ve efektif koruma oranları kullanılarak açıklamaya çalışmış ve GB’nin vergi gelirleri üzerindeki olası azaltıcı etkileri üzerinde durmuştur. Erzan ve Filiztekin20, Gümrük Birliği’ne girilmesi ile beraber geliştirilmeye başlanan uyum politikalarının tamamında, küçük ve orta ölçekli firmaların GB’den daha fazla etkilenecekleri varsayımının kullanıldığını vurgulamaktadırlar. Çalışmalarında, bu varsayımın doğruluk derecesi test edilmekte, firmaların ekonomik ortamda meydana gelen değişikliklere olan hassasiyetlerinin firma ölçeğine bağlı olarak değişip değişmediğini incelemektedirler. Çalışmaları sonucunda, küçük ve orta ölçekli firmaların ekonomik ortamdaki değişimlere daha duyarlı olduğu sonucuna ulaşılmaktadır. Sayan ve Demir21, tarım ve tarım dışı sektörler üzerinde GB’nin etkileri konusunda çalışmışlardır. Tarım sektörünün GB anlaşması çerçevesinde diğer sektörlere göre özel ve farklı bir konumunun olmasına rağmen, tarım dışı sektör ile olan bağımlılığı sebebiyle GB’den etkilendiğini bu çalışmada göstermişlerdir. GB’nin etkilerini değerlendiren diğer bir çalışma Morgil22 tarafından yapılmıştır. Çalışmada GB’nin statik ve dinamik etkileri tartışılmış ve GB’nin ticaret yaratma ve ticaret saptırma etkileri bakımından sürecin Türkiye aleyhine geliştiği ifade edilmiştir. 17 Jean Mercenier ve Erinç Yeldan, “On Turkey’s Trade Policy: Is a Customs Union with Europe Enough?”, European Economic Review, No 41, 1997, s. 871- 880. 18 Ferda Halıcıoğlu, “Türkiye-AB Gümrük Birliği ve Alternatiflerinin Statik Etkileri”, Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 3, No 1, 1997, s. 61-72. 19 Subidey Togan, “Opening up the Turkish Economy in the Context of the Customs Union with EU”, Journal of Economic Integration, Cilt 2, No 12, 1997, s. 157-179. 20 Refik Erzan ve Alpay Filiztekin, “Competitiveness of Turkish SMEs in the Customs Union”, European Economic Review, Cilt 41, 1997, s. 881–892. 21 Serdar Sayan ve Nazmi Demir, “Measuring the Degree of Block Interdependence Between Agricultural and Non-agricultural Sectors in Turkey”, Applied Economic Letters, Cilt 5, No 5, 1998, s. 329-332. 22 Orhan Morgil, “The Impact of Trade Liberalization: Turkey’s Experience with the Customs Union”, Hacettepe Üniversitesi Đktisadi ve Đdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt 18, No 2, 2000, s.189-197. 130 DĐLEK TEMĐZ Akkoyunlu- Wigley23, bölgesel ekonomik entegrasyon etkilerini ölçen ampirik çalışmaların genel bir değerlendirmesini yapmış ve bu çalışmadan çıkan sonuçta birliğin ticaret yaratıcı etkisinin, ticaret saptırıcı etkisinden daha fazla olduğu sonucuna varmış, ancak konuya GB’nin Türkiye uygulaması açısından bakıldığında ise birlik anlaşmasının Türk ekonomisine daha çok negatif etkileri olduğu sonucuna ulaşmıştır. Soğuk24, Türkiye ile AB arasındaki dış ticaret rakamlarını değerlendirdiği çalışmasında, Gümrük Birliği sonrasında ticaretin, Türkiye’nin AB’ye ihracatında da sürekli bir artış kaydedilmesine rağmen ithalat lehine bir dağılım gösterdiğini saptar. GB’nin işsizliğe yol açacağı hususundaki eleştirilere karşın ancak orta ve uzun vadede yeni pazarlar, ileri teknolojiye dayanan üretim ve nitelikli işgücü yaratarak GB’nin istihdam üzerinde dengeleyici bir etki yapacağını belirtir. Ayrıca çalışmasında, artan rekabet nedeniyle Türk mallarının kalitelerinin artacağı, üretim kalitesi ve tüketici memnuniyetinin marjinal karın temel belirleyicisi olduğu yönünde zihniyet değişiminin de GB sürecinde ortaya çıkacağını ifade eder. Bekmez25, çalışmasında, Gümrük Birliği’nin kamu sektörünün gelirleri ile GSYĐH’nın azalmasına neden olacağını ancak, özel sektörün yararına olacağını savunur. Seymen ve Utkulu26, 1963–2002 dönemini kapsayan, Türk firmalarının AB pazarında fiyat rekabetçiliklerini inceledikleri çalışmalarında, GB’nin Türkiye’nin ihracat fiyat ve gelir esnekliklerini düşürdüğü, ithalat talebinin ise gelir esnekliğinin yüksek kalmasına rağmen, fiyat esnekliğinin eklenen yapısal kırılma ve ithalat kapasitesi (borç bulabilme) gölge değişkenlerinin de etkisiyle azaldığı sonucuna ulaşmışlardır. Kandoğan27, Avrupa’daki başlıca ticaret anlaşmalarının etkilerini 1962–2002 dönemi için incelemiş, Türkiye için yaptığı analizinde GB’den sonra üye olmayan ülkelerden olan ithalatın arttığı ve bunun da ticaret yaratıcı etki yarattığı sonucuna ulaşmıştır. Seki28, Gümrük Birliği’nin Türkiye’nin net ihracatı üzerindeki etkilerini, 1985–2003 yılları arasındaki dış ticaret verilerini dikkate alarak incelemektedir. Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki dış ticaret rakamları değerlendirildiğinde, Gümrük Birliği sonrasında ticaretin, Türkiye’nin AB’ye ihracatında da sürekli bir artış kaydedilmesine 23 Arzu Akkoyunlu-Wigley, “Bölgesel Ekonomik Bütünleşme Antlaşmalarının Etkisini Ölçen Ampirik Çalışmaların Genel Değerlendirilmesi”, Hacettepe Üniversitesi Đktisadi ve Đdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt 18, No 2, 2000, s. 35-60. 24 Soğuk, op.cit. 25 Selahattin Bekmez, “Sectoral Impacts of Turkish Accession to the European Union”, Eastern European Economics, Cilt 40, No 2, 2002, s. 57-84. 26 Dilek Seymen ve Utku Utkulu, “Trade and Competitiveness Between Turkey and the EU: Time Series Evidence”, Discussion Paper, No 8, Türkiye Ekonomi Kurumu, Ankara, 2004. 27 Yener Kandoğan, “Trade Creation and Diversion Effects of Europe’s Regional Liberalization Agreements”, William Davidson Institute Working Paper, No 746, 2005. 28 Đsmail Seki, “Gümrük Birliği’nin Türkiye’nin Net Đhracatı Üzerine Etkileri 1985–2003”, 2005, < http://www.tcmb.gov.tr/yeni/iletisimgm/ismail_seki.pdf > (03 Mart 2009) GÜMRÜK BĐRLĐĞĐ ĐLE BĐRLĐKTE TÜRKĐYE’NĐN DIŞ TĐCARETĐ 131 rağmen ithalat lehine bir dağılım gösterdiğini, Gümrük Birliği’nin Türkiye’nin diğer dış ticaret pazarlarında bir kayba yol açmadığını vurgulamıştır. Özkale ve Karaman29, Türkiye’nin gerek Birlik ile gerekse diğer ülkelerle olan ticaret rakamları üzerinde değerlendirmeler yapmışlar ve panel veri seti kullanarak yaptıkları çalışmalarında, GB’nin statik etkilerini öncelikle Türkiye’nin genel ithalat talebi için, daha sonra da başlıca ithalat mal grupları bazında ortaya koymaya çalışmışlardır. Ulaşılan sonuçlarda, ithalat talebinin gelire esnek olduğu ancak fiyat değişmelerinden etkilenmediği sonucuna ulaşılmıştır. Ayrıca genel analizde elde edilen, Gümrük Birliği’nin net ticaret yaratıcı veya ticaret saptırıcı etkisinin olmadığı bulgusu sektörel analizlerde farklılaşmıştır. Gümrük Birliği’nin farklı sektörleri farklı şekillerde etkilediği, bazıları için ticaret yaratıcı bazıları için ticaret saptırıcı olduğu, kimi mal grupları üzerinde de bu etkilerin hiç birinin ortaya çıkmadığı bulgularına ulaşılmıştır. Bilgili30, Türkiye ve Avrupa Birliği (AB) arasında imzalanan Gümrük Birliği (GB) anlaşması sonrası Türkiye’nin Batı Avrupa’ya olan ihracatının yapısında değişme olup olmadığını sektörel seviyede analiz etmektedir. Çalışma sonuçlarına göre GB sonrası Türkiye’nin ihracatının yapısında önemli bir değişme olmadığı sonucuna ulaşılmaktadır. Aktaş ve Yılmaz31, Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne girdikten sonraki 1996-2005 dönemindeki aylık verilerle Türkiye’nin ihracat fonksiyonunun tahminini yapmışlardır. Terimlerin büyüklüğünden ve ölçü birimlerinin farklılığından arındırılmış standartlaştırılmış katsayı kestirimlerine göre, ihracatı etkileyen en önemli değişkenin ithalat olduğu sonucuna ulaşılmış ve dolayısıyla Türkiye’nin ihracat değerlerindeki artışın en büyük nedeninin, yapılan ithalattan kaynaklandığı ifade edilmiştir. Gümrük Birliği’nin Türkiye’nin Net Đhracatı Üzerine Etkisinin Ekonometrik Analizi Ekonometrik Yöntem ve Veri Seti Bu çalışmada, Gümrük Birliği’nin Türkiye’nin net ihracatı üzerine etkisi 1992:12007:3 dönemi için ekonometrik yöntemler kullanılarak incelenmektedir. Ekonometrik analizlerde kullanılan veriler üç aylık veriler olup, Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) ve TCMB Elektronik Veri Dağıtım Sistemi (EVDS) internet sitesinden temin edilmiştir. Gümrük Birliği’nin Türkiye’nin net ihracatı üzerine etkisinin incelenmesi için yapılan ampirik uygulamalarda ilk olarak, değişkenlerin birim kök sınamaları yapılarak, durağan olup olmadıkları tespit edilmektedir. Bu çalışmada Genişletilmiş Dickey-Fuller 29 Lerzan N. Özkale ve Fatma N. Karaman, “Gümrük Birliği’nin Statik Etkileri”, Uluslararası Ekonomi ve Dış Ticaret Politikaları, Yıl 1, Sayı 1, 2006, s. 117-138. 30 Emine Bilgili, “Gümrük Birliği Sonrası Türkiye’nin Batı Avrupa’ya Olan Đhracatının Sektörel Analizi”, Ege Akademik Bakış, Cilt 7, Sayı 1, 2007, s. 239-250. 31 Cengiz Aktaş ve Veysel Yılmaz, “Gümrük Birliği Sonrası Türkiye’nin Đhracat Fonksiyonun Tahmini”, Đstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl: 7, Sayı:13, 2008, s. 89-104. 132 DĐLEK TEMĐZ (ADF) (1981) ve Phillips-Perron (1988) birim kök sınamaları kullanılmaktadır. Đki sınamaya da aynı anda yer verilmesinin nedeni durağanlık sınaması sonuçlarını destekleyebilmek içindir. Çalışmada ilk olarak net ihracatı etkileyebileceği düşünülen değişkenler belirlenmiş ve bu değişkenlerin açıklayıcı değişken olarak kullanıldığı bir ekonometrik model kurulmuştur. Bu ekonometrik modele uygulanan en küçük kareler yönteminden elde edilen tahmin sonuçlarına göre, net ihracat üzerinde etkisi anlamsız çıkan değişkenler modelden atılarak nihai modele ulaşılmıştır. Bu uygulama sonucunda net ihracatın, gayri safi milli hasıla, doğrudan yabancı sermaye, reel efektif döviz kuru, M1 para arzı ve konsolide bütçe açığının bir fonksiyonu olabileceği görülmüştür. Daha sonra, kurulan bu ekonometrik modele, Gümrük Birliği’nin başlangıç yılı olan 1996 yılı için bir kukla değişken konularak analiz yapılmıştır. Bu çalışmadaki amaç, “GB Türkiye’nin net ihracatını etkilemiştir” hipotezini test etmektir. Bu bakımdan, net ihracat yukarıda belirtilen değişkenlerin bir fonksiyonu olarak kabul edilmesine karşın, bu değişkenlerin net ihracatı hangi yönde etkiledikleri ya da gerçekte etkileyip etkilemediklerinin tartışması bu çalışma kapsamı dışında bırakılmıştır. Çalışmada kullanılan değişken tanımları aşağıdaki gibidir: NIHR : Net Đhracat, GSMH : Gayri Safi Milli Hasıla, DYS : Doğrudan Yabancı Sermaye, KUR : Reel Efektif Döviz Kuru, M1 : M1 para arzı, BUT : Konsolide Bütçe Açığı (negatif değerler açığı belirtir) D96: Gümrük Birliği’nin başlangıç yılı olan 1996 yılı için konulan kukla değişken D96 = 0 (1996’dan önce) D96 = 1 (1996’dan sonra) DUM1, DUM2 ve DUM3: çalışmada kullanılan mevsimsel kukla değişkenlerdir. GÜMRÜK BĐRLĐĞĐ ĐLE BĐRLĐKTE TÜRKĐYE’NĐN DIŞ TĐCARETĐ 133 Grafik 1: Çalışmada Kullanılan Seriler 4.40E+07 5.0E+08 4.00E+07 4.0E+08 3.60E+07 3.0E+08 3.20E+07 2.0E+08 2.80E+07 1.0E+08 2.40E+07 0.0E+00 2.00E+07 1992 1994 1996 1998 2000 2002 2004 2006 1992 1994 1996 1998 2000 2002 2004 2006 NIHR 8.0E+07 GSMH 180 7.0E+07 160 6.0E+07 5.0E+07 140 4.0E+07 120 3.0E+07 2.0E+07 100 1.0E+07 0.0E+00 80 1992 1994 1996 1998 2000 2002 2004 2006 1992 1994 1996 1998 2000 2002 2004 2006 M1 KUR 8.00E+06 3200 2800 4.00E+06 2400 0.00E+00 2000 1600 -4.00E+06 1200 -8.00E+06 800 400 -1.20E+07 0 -1.60E+07 -400 1992 1994 1996 1998 2000 2002 2004 2006 DYS 1992 1994 1996 1998 2000 2002 2004 2006 BUT 134 DĐLEK TEMĐZ Oluşturulan ekonometrik model aşağıdaki gibidir: 1 3 4 3 3 DNIHRt = α0 + γ DGSMHt + Σ βi DDYSt-i + Σ δi DKURt-i + Σ θi DM1t-i + Σ ηi DBUTt-i + Σ λi DUMi + ρD96 + ut i=0 i=0 i=0 i=0 i=1 Çalışmada durağan serilerle çalışılmıştır. Bu nedenle değişkenlerin önlerinde kullanılan “D”, birinci farkının alındığını ifade etmektedir. Değişkenlere ait gecikme uzunlukları belirlenirken, ilk etapta, tüm açıklayıcı değişkenlerin gecikme uzunlukları 4 dönem yani bir yıl olarak alınmış, anlamsız olan gecikmeli değerlerin modelden çıkarılması ile nihai modele ulaşılmıştır. GB’nin Türkiye’nin net ihracatı üzerinde etkisinin olduğunu gösterebilmek için 1996 yılına konulan kukla değişkenin anlamlı olması gerekmektedir. Bunun için çalışmada aşağıdaki hipotez test edilmektedir: H0 : ρ = 0 H1 : ρ ≠ 0 Ampirik Sonuçlar Çalışmada kullanılan zaman serilerinin durağan olup olmadıklarının sınanmasında Genişletilmiş Dickey-Fuller (ADF) ve Phillips-Perron sınamaları kullanılmıştır. Birim kök sınamalarında bağımlı değişkenin kaç dönem gecikmesinin regresyon denkleminin sağında yer alacağına karar vermek için Schwarz (SIC) bilgi kriterinden yararlanılmıştır. Tablo 8’de, bu çalışmada kullanılan değişkenlere ait ADF ve Phillips-Perron test istatistikleri verilmektedir. Kritik değerler Eviews5.1 ekonometri programı tarafından üretilmiş olup, MacKinnon değerlerine dayanmaktadır. Parantez içinde verilen değerler gecikme uzunluğunu belirtmektedir. GÜMRÜK BĐRLĐĞĐ ĐLE BĐRLĐKTE TÜRKĐYE’NĐN DIŞ TĐCARETĐ 135 Tablo 8. Birim kök sınaması sonuçları Değişken ADF test istatistiği Phillips-Perron test istatistiği Sabit,Trend Sonuç NIHR 0.707206 (0) P=0.8655 1.041066 (4)* P=0.9203 yok Birim kök var GSMH 1.515201 (3) P=0.9992 2.396189 (3)* P=0.9957 yok Birim kök var DYS -1.393721 (3) P=0.1503 -1.408895 (1)* P=0.1464 yok Birim kök var KUR -2.578004 (2) P=0.2915 -3.161894 (2)* P=0.1017 Sabit,Trend Birim kök var M1 2.589169 (1) P=0.9974 3.058551 (1)* P=0.9993 sabit Birim kök var BUT -1.500544 (1) P=0.1239 -1.678303 (2)* P=0.0880 sabit Birim kök var DNIHR -6.767253 (0) P=0.0000 -6.678575(3)* P=0.0000 yok Birim kök yok DGSMH -5.772079 (0) P=0.0000 -5.754261(2)* P=0.0000 yok Birim kök yok DDYS -3.473022 (2) P=0.0008 -17.81258(2)* P=0.0000 yok Birim kök yok DKUR -6.869630 (1) P=0.0000 -6.505019 (3)* P=0.0000 yok Birim kök yok DM1 -4.999504 (0) P=0.0007 -4.946293 (3)* P=0.0008 Sabit Birim kök yok DBUT -13.36304 (0) P=0.0000 -12.72450 (1)* P=0.0000 yok Birim kök yok Not: Sınamalar sonucunda p-değeri 0.05’den yüksek bulunmuşsa birim kök var, aksi durumda birim kök yok kararı verilmiştir. *Bandwidth (Newey- West using Bartlett kernel) Phillips- Perron. Değişkenlerin seviyelerine uygulanan ADF ve Phillips-Perron birim kök sınaması sonuçları değişkenlerin durağan olmadığını göstermiştir. Aynı testlerin değişkenlerin birinci derece farkına uygulanmasıyla elde edilen sonuçlar, değişkenlerin farkının durağan olduğunu göstermektedir. Teknik ifade ile seriler I(1)’dir. Bu, seviye itibariyle durağan olmayan serilerin birinci derece farklarının durağan olduğunu ifade eder. Değişkenlerin zaman serisi özellikleri incelendikten sonra, ikinci aşamada kurulan ekonometrik model için EKK yöntemi uygulanmıştır. Tablo 11’de bu modele ait EKK tahmin sonuçları verilmektedir. 136 DĐLEK TEMĐZ Tablo 9. EKK Tahmin Sonuçları Bağımlı Değişken: DNIHR Değişkenler Katsayı t-istatistik Olasılık C 1.60E+08 4.468815 0.0001 DGSMH 18.72806 4.780467 0.0000 DDYS -3.199066 -3.592272 0.0009 DDYS(-1) -3.060956 -3.376702 0.0017 DKUR 160.9345 3.579220 0.0010 DKUR(-1) -16.25577 -0.363313 0.7184 DKUR(-2) 80.88396 1.795689 0.0807 DKUR(-3) -97.46527 -2.176930 0.0359 DM1 -1.633260 -0.990119 0.3285 DM1(-1) 10.50791 4.700133 0.0000 DM1(-2) -7.237218 -3.177065 0.0030 DM1(-3) -3.246720 -1.456877 0.1536 DM1(-4) 5.488775 3.185970 0.0029 DBUT -0.709661 -0.506152 0.6158 DBUT(-1) 1.794176 1.037263 0.3063 DBUT(-2) -2.733822 -1.576680 0.1234 DBUT(-3) -5.782506 -3.530262 0.0011 DUM1 -1.03E+08 -5.283151 0.0000 DUM2 -1.88E+08 -3.622665 0.0009 DUM3 -3.43E+08 -4.531812 0.0001 D96 -6.843795 -2.898218 0.0374 R2 0.870483 Akaike 36.74376 Düzeltilmiş R2 0.800474 Schwarz SSR 1.49E+16 F-istatistik LR -1044.569 ARCH (4 gecikme) DW 2.110362 White 37.48978 12.43382 P=0.000000 0.390082 P=0.814719 0.970967 P=0.543607 Jarque-Bera 2.315025 P=0.314267 Ramsey Reset (4 gecikme) 1.146559 P=0.352005 Breusch-Godfery Ser. Corr. (4 gecikme) 0.726917 P=0.579941 GÜMRÜK BĐRLĐĞĐ ĐLE BĐRLĐKTE TÜRKĐYE’NĐN DIŞ TĐCARETĐ 137 Tablo 9’da yer alan 1992:1-2007:3 dönemine ait tahmin denkleminde gecikme uzunlukları DDYS için 1, DKUR ve DBUT için 3 ve DM1 için ise 4 olarak tespit edilmiştir. Bu denkleme ait spesifikasyon testleri yapıldığında, içsel bağıntı sorununun olmadığı, ARCH ve eksik tanımlama sorununun bulunmadığı, hata terimlerinin normal dağıldığı ve değişen varyans sorununun bulunmadığı görülmektedir. Bu bakımdan yapılan hipotez testlerinin güvenilir olduğu söylenebilir. EKK tahmin sonuçlarına göre, %5 anlamlılık düzeyinde DGSMH’nin ve 3 dönem gecikmeli DBUT’ün net ihracat üzerinde pozitif anlamlı, DDYS’nin ise negatif anlamlı bir etkisinin olduğu görülmektedir. Net ihracat üzerinde, DKUR’un t döneminde pozitif, t-3 döneminde ise negatif anlamlı, DM1’in t-1 ve t-4 dönemlerinde pozitif, t-2 döneminde ise negatif anlamlı etkilerinin olduğu görülmektedir. Daha önce de ifade edildiği üzere, bu çalışmadaki amaç, “GB Türkiye’nin net ihracatını etkilemiştir” hipotezini test etmektir. Bu bakımdan, bu değişkenlerin net ihracatı hangi yönde etkiledikleri ya da gerçekte etkileyip etkilemediklerinin tartışması bu çalışma kapsamı dışında bırakılmıştır. “GB Türkiye’nin net ihracatını etkilemiştir” öngörüsünü test etmek açısından, EKK tahmin sonuçlarındaki D96 kukla değişkeninin anlamlı olup olmaması durumu önem kazanmaktadır. Daha önce ifade edildiği üzere, bu çalışmada H0 : ρ = 0 H1 : ρ ≠ 0, hipotezinin test edilmesi amaçlanmıştır. D96 kukla değişkenine ait t-istatistik’ine bakıldığında, %5 anlamlılık düzeyine göre boş hipotezin reddedildiği görülmektedir. Bu sonuç, D96 kukla değişkeninin modelde anlamlı olduğunu ve modeli açıklama gücünün bulunduğunu göstermektedir. Buradan hareketle “GB’nin Türkiye’nin net ihracatını etkilediği” sonucuna ulaşılabilir. Bölüm 2’de yer alan Tablo 1’e göre, Türkiye ile AB arasındaki dış ticaret rakamları değerlendirildiğinde, Türkiye’nin AB’ye ihracatında sürekli bir artış kaydedilmesine rağmen, GB sonrasında ticaretin, ithalat lehine bir dağılım gösterdiği görülmekteydi. Tablo 1 ile EKK tahmininde elde ettiğimiz bu sonucu birlikte değerlendirdiğimizde, Gümrük Birliği sonrasında ticaret hacminde bir artış olmasının yanında net ihracatta da bir düşüş gözlendiği ifade edilebilir. Sonuç Bu çalışmada, 1992:1-2007:3 döneminde, “Gümrük Birliği’nin Türkiye’nin net ihracatı üzerindeki etkisi”, kurulan ampirik bir model ile ekonometrik yöntemler kullanılarak test edilmiştir. Ayrıca, GB’nin Türkiye ekonomisi üzerinde meydana getirdiği statik ve dinamik etkileri ortaya koyabilmek adına Türkiye’nin dış ticaret rakamları değerlendirilmiştir. Çalışmada kullanılan değişkenlerin birim köke sahip olup olmadıkları Genişletilmiş Dickey-Fuller (ADF) ve Phillips-Perron birim kök testleriyle sınanmış ve değişkenlerin seviyelerinde durağan olmamakla birlikte birinci farklarında durağan hale geldikleri görülmüştür. Oluşturulan ekonometrik modele, Gümrük Birliği’nin başlangıç 138 DĐLEK TEMĐZ yılı olan 1996 yılına bir kukla değişken konularak En Küçük Kareler (EKK) yöntemi uygulanmış ve yapılan tahmin sonucunda, GB’nin Türkiye’nin net ihracatını etkilediği sonucuna ulaşılmıştır. Türkiye ile AB arasındaki dış ticaret rakamları, EKK tahmininde elde edilen bu sonuçla birlikte değerlendirildiğinde, Gümrük Birliği sonrasında ticaret hacminde bir artış olmasının yanı sıra net ihracatta da bir düşüş gözlendiği ifade edilebilir. GB’nin uygulanmaya başlamasından bugüne kadar geçen süreç içerisinde, statik etkiler açısından GB’nin Türkiye’nin lehine ya da aleyhine olduğunu kesin olarak ifade edebilmek oldukça zor görünmektedir. Dinamik etkilere göre ise, GB’nin uzun dönemde Türkiye’nin lehine olabileceği söylenebilir. Çünkü, Türkiye uzun dönemde, doymamış iç pazarı, genç nüfusu, doğal zenginlikleri ve stratejik coğrafi konumu ile GB’yi kendi lehine çevirebilecek bir güce sahiptir. Türkiye, Gümrük Birliği sonrasında dış ticaret, gümrükler, rekabet, fikri ve sınai haklar, devlet yardımları, sınai mevzuat, tüketicinin korunması gibi pek çok alanda Avrupa Birliği mevzuatına uygun düzenlemeleri yürürlüğe koymuştur. Türk sanayisinin, rekabet konusunda oldukça önemli bir rol aldığı görülmektedir. Ancak, Türkiye’nin GB’den beklenen yararı sağlayabilmesi için, ülkede her şeyden önce ekonomik ve siyasal istikrarın sağlanması, Ar-Ge’ye, ileri teknoloji istihdamına, ileri teknolojiye sahip yabancı firmalarla ortak üretime, bilgi akışına ve eğitime gereken önemin verilmesi gerekmektedir. Ankara AvrupaSUPRANASYONAL Çalışmaları Dergisi Cilt: ŞEKLĐ 8, No:1 (Yıl: 2009), s.139-164 BĐR TASARRUF OLARAK 2007 LĐZBON ANTLAŞMASI, AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI’NIN TANIMI VE ÖZELLĐKLERĐ, GÜVENLĐK AKTÖRÜ OLARAK AB’NĐN NĐTELĐKLERĐ Galym ZHUSSĐPBEK∗ Özet Bu makalede 2007 Lizbon Antlaşması hükümleri ışığında Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nın (AGSP) tanımı yapılmakta, nitelikleri, kurumsal yapısı, karar alma mekanizması ve AB üzerindeki etkisi açıklanmaktadır. Avrupa Birliği’ne (AB) operasyonel nitelikte askeri ve sivil yetenekler sağlayan AGSP’nın klasik anlamda AB “ortak politikası” olmadığı, temelde askeri ve sivil kriz yönetimine odaklanan bir politika olduğu ve 2007 Lizbon Antlaşması’nın da ASGP’nın niteliklerini değiştirmediği ortaya konmaktadır. AGSP’nın gelişimindeki aşamalara ve AB askeri yeteneklerinin amacına da değinilmektedir. Makalede güvenlik aktörü olarak AB’nin niteliklerine yer verilmektedir. Güvenlik kavramını kapsamlı bir şekilde ele alanların bakış açısına göre AB’nin, Soğuk Savaş sonrası dönemin en önemli güvenlik aktörlerinden birisi olduğu nazara verilerek, AB’nin “post- modern” ya da “sivil güç” olarak nitelenmesinin, askeri güç kullanamama ya da kullanmak istememe anlamına gelmediği belirtilmektedir. AB üyelerinin savunma endüstrisi ve silahlanma politikası alanlarında yaptığı işbirliği girişimlerine de değinilmektedir. Anahtar kelimeler: Avrupa Birliği, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası, Lizbon (Reform) Antlaşması, Sivil Güç. Abstract This article in the first place aims to give the definition of the European Security and Defence Policy (ESDP) in the light of Lisbon (Reform) Treaty. It sheds light on the Dr, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası Đlişkiler Anabilim Dalından mezun, ∗ 140 GALYM ZHUSSĐPBEK character, decision making procedures and institutional structure of the ESDP and explains the influence of the ESDP on the EU. The article states that the ESDP, which provides the EU with an operational military as well as civil capacity, is not a “classical” EU policy and it is the article also argues that the Lisbon treaty does not change the character of the ESDP. The study touches upon the purpose of the EU military capabilities and the stages in the development process of the ESDP. It also studies the main characteristics of the EU as a security actor. It argues, that the role concept of a civilian or post modern power does not describe any inability or unwillingness to use military power and the ESDP serves as the proof that EU does not totally disincline the usage of force. Moreover the article discusses the cooperative efforts of EU members in the field of armament. Key words: European Union, European Security and Defense Policy, Lisbon (Reform) Treaty, Civilian Power. Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nın Tanımı, Niteliği ve AB Üzerindeki Etkisi Öncelikle “Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası” (AGSP) ve 2007 Lizbon (Reform) Antlaşması ile kabul edilen “Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası” (OGSP) kavramlarının gerçeği tam anlamıyla yansıtmadığı belirtilmelidir. AGSP, Soğuk Savaş döneminde güvenlik kavramınını temelini oluşturan ulus-devlet egemenliği ve devlet sınırlarının korunması gibi geleneksel yaklaşımların ötesinde, başta bölgesel çatışmalar, terörizm, devletlerin çöküşü olmak üzere “yeni tehditlerin” ortaya çıktığı bir ortamda oluşturulmuş ve geliştirilmiştir. Savunma politikaları, ulusal hükümetlere ve NATO üyeleri bakımından kolektif savunma NATO’ya ait olmasından dolayı, AGSP Avrupa Birliği (AB)’nin sınırlı ölçüde askeri/sivil operasyonlar yapabilmesi için askeri/sivil olanaklar ile donatılmasını ifade etmektedir. Lizbon Antlaşması’nın 3A maddesinde ulusal güvenliğin her üye devletin kendi münhasır sorumluluğu altında bulunduğu; Birliğin, üye devletlerin ulusal kimliklerine, toprak bütünlüğünün sağlanması, hukukun uygulanması, ulusal güvenliğin sağlanması ve korunması dahil, devletlerin temel işlevlerine saygı gösterdiği belirtilerek Ortak Dış ve Güvenlik Politikası (ODGP) ile AGSP’nın sınırlılıkları açıkça ortaya konulmuştur. AB Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü Müdürü (N.Gnesotto) belirttiği gibi, ulusal egemenliğe ve Atlantik-ötesi ittifakına bağlılık bir araya gelerek, tek başına bir Avrupa askeri bütünleşmesi düşüncesi dışlanmıştır.1 Başta Đsveç ve Finlandiya olmak üzere, tarafsız devletlerin Petersberg Görevleri’ni2 AB güvenlik kimliğinin başlıca unsuru 1 Nicole Gnesotto, “Giriş”, AB Güvenlik ve Savunma Politikası, N. Gnesotto (ed.), Đst., TASAM, 2005, s. 27. 2 Batı Avrupa Birliği’nin 19 Haziran 1992 tarihinde Bonn yakınlarındaki Petersberg’te düzenlenen Konsey Toplantısı’nda, örgütün görev alanı olarak, “insani yardım, kurtarma, tahliye operasyonları; barışı koruma; askeri kuvvetlerinin de kullanılabileceği kriz yöntemi” belirtilmiştir. Söz konusu görevler daha sonra Petersberg Görevleri olarak adlandırılmıştır. 2007 LĐZBON ANTLAŞMASI AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI 141 yapmak için ısrar etmesi, AB’nin kolektif savunma politikası geliştirme olasılığını önlemiştir.3 Lizbon Antlaşması’na göre AGSP/OGSP, Birlik ODGP’nın tamamlayıcı bir parçasıdır (mütemmim bir cüzü, integral part of), Birliğe sivil ve askeri varlıklardan oluşan “operasyonel” kapasite sağlamaktadır (madde 28A/1). Dolayısıyla ODGP’nı belirleyen temel prensipler, AGSP’nın uyması gereken “hukuki çerçeveyi” çizmektedir. Bu nedenle, AGSP çerçevesinde hiç bir operasyon ODGP’nın ruhuna aykırı bir biçimde yürütülemez. Günümüz dünyasında ülke savunmasında belirleyici rol oynayan kitle imha silahlarına AGSP çerçevesinde hiç değinilmemektedir.4 Lizbon Antlaşması’nda yer alan “karşılıklı dayanışma hükmü”, AB’nin “ortak güvenlik alanı” oluşturma iradesinin önemli bir göstergesi olarak değerlendirilse de, bu hüküm AB’ni savunma örgütüne dönüştürmemektedir. Zira NATO, Avrupalılar tarafından Avrupa güvenlik yapısının başlıca kurumsal yapısı olarak kabul edilmektedir. Kısacası, Brüksel bakımından AGSP, “ortak Avrupa güvenlik alanını oluşturan bir motor” niteliği taşımamaktadır.5 AB’nin “dış ilişkileri” ODGP araçları ile sınırlı tutulmadığı gibi, AB’nin “kriz yönetimi” de AGSP araçları ile sınırlı olmayıp, birinci sütuna6 dahil olan araçları da kapsamaktadır. Bir başka deyişle, AGSP, AB açısından güvenlik sağlama ve kriz yönetimi ile ilgili yetkilerin, politikaların ve kaynakların geniş yelpazesinin ancak bir kısmını oluşturmaktadır.7 Haziran 1999 Köln Avrupa Konseyi’nde AGSP, Petersberg Görevleri ile sınırlı tutulmuştur. Petersberg Görevleri ise, NATO’nun Avrupa güvenliğinde sahip olduğu öncelikli rolünde herhangi bir belirsizlik ortaya çıkmayacak bir şekilde tanımlanmıştır.8 Aralık 1999’da tarafsız Finlandiya başkenti Helsinki’de yapılan Avrupa Konseyi’nde resmi bir şekilde ortaya atılan AGSP’nın ülke savunması ile ilgili olmadığı vurgulanmıştır. Nice Avrupa Konseyi Sonuç Bildirisi’nde de AB’nin Petersberg Görevleri’ni üstlenmesi için gereken yetenekleri geliştirmesinin “Avrupa Ordusu’nu” oluşturma anlamına gelmediği belirtilmiştir.9 3 Pernille Rieker, “From Common Defence to Comprehensive Security: Towards the Europeanization of French Foreign and Security Policy?”, Security Dialogue, December 2006, Vol. 37, No 4, s. 521. 4 Alyson Bailes, Common Foreign and Security Policy (CFSP)/ European Security and Defence Policy (ESDP) Challenges and Prospects, Hamburger Vorträge am Institut für Friedensforschung und Sicherheitspolitik, Hamburg, Februar 2005, s. 3. 5 Dov Lynch, Russia Faces Europe, Chaillot Papers No 60, Paris, EU ISS, May 2003, s. 76 6 Maastricht Antlaşması’na göre, birinci sütün Avrupa Topluluğu ile ilgili Antlaşma hükümlerine tekabül eder: Birlik vatandaşlığı, Topluluk politikaları, Ekonomik ve Parasal Birlik v.b. 7 Bailes, Ibid, s. 2 8 Nicole Gnesotto, “Introduction”, EU Security and Defence Policy, Gnesotto, N. (ed.), Paris, EU ISS, 2004, s. 24. 9 “European Council Nice, December 2000”, From St-Malo to Nice, European defence: core documents, Chaillot Papers No 47, M. Rutten, (ed.), Paris, EU ISS, s. 168. 142 GALYM ZHUSSĐPBEK Üyeleri arasında önemli sayıda tarafsız devletin bulunduğu nazara alınırsa, AB’nin NATO benzeri bir askeri ittifak niteliğini kazanmasının olanaklı olmadığı söylenebilir.10 Örneğin, 2002 Seville Avrupa Konseyi, Đrlanda’da Nice Antlaşması konusunda yapılacak halk oylamasında olumlu sonuç almak amacıyla “ODGP ile AGSP’nın Đrlanda’nın geleneksel askeri tarafsızlığına halel getirmeyeceğini” vurgulayan özel Đrlanda Bildirisi’ni kabul etmiştir.11 NATO’nun yetki alanına giren “savunma konularının” kolektif savunma ve caydırma ihtimallerin planlanması konularını kapsadığı; Batı Avrupa Birliği’nin (BAB) ve daha sonra Amsterdam Antlaşması ile AB’nin yetki alanına katılan “savunma politikalarının” ise lojistik ve silahlanma politikaları, kriz yönetimi usullerinin uyumlaştırılması, Avrupalı yeteneklerin geliştirilmesi konularını kapsadığı belirtilmiştir.12 Diğer yandan, Batılı devletlerin Soğuk Savaş sonrası dönemde karşılaştığı “yeni tehditlerin” niteliği de savunma konusunun AGSP kapsamı dışında tutulması sonucunu vermektedir. Günümüzde hiçbir AB üyesi doğrudan işgal tehdidi altında bulunmamaktadır. Bundan hareketle klasik anlamda ülke savunması konusunun Soğuk Savaş sonrası dönemde AB için “modasının geçtiği” söylenebilir.13 Bir başka deyişle, ülke savunması konusu AB bakımından dünün konsepti sayılabilir, buna karşılık AB ve genel itibariyle Batılı devletler açısından “kriz yönetimi, kurtarma, istikrar sağlama, polis işleri, yangın söndürme” görevleri öncelikli önem taşımaktadır.14 J.Howorth’un yaptığı tamınına göre AGSP, “AB’ne bölgesel güvenlik ile ilgili kolektif kararları alma yeteneği veren ve kriz yönetimi, barışı koruma ve gerekirse barış sağlama operasyonları düzenleyebilmesi için askeri güç kullanımı dahil olmak üzere, AB’ne gereken araçları sağlayan ve NATO’nun AB üyesi olmayan Avrupalı üyeleri ve ittifak üyesi olmayan aday devletler ile danışma mekanizmasına istinat eden bir proje ve Avro-Atlantik ittifakının kapsamlı amaçlarının (görevlerinin) gerçekleştirilmesi için Avrupalı müttefiklerin özel katkısı” olarak tanımlanabilir.15 Almanya, Fransa ve Đngiltere gibi AB’nin büyük üyeleri AGSP’nı, özellikle dış politika ve güvenlik politikası konularında kendi ulusal stratejilerini destekleyici bir “ek mekanizma” olarak görme eğilimi taşımaktadır.16 10 Tarafsız devletlerin Petersberg Görevleri’ni AB güvenlik kimliğinin başlıca unsuru yapmada diretmesi, AB’nin kolektif savunma politikasını geliştirme olasılığını önleme amacını taşımıştır. 11 Alistair Shepherd, “The EU’s Security and Defence Policy: A Policy without Substance?”, European Security, Spring 2003, Vol. 12, No 1, s. 46. 12 Abdulbaki Kavun, Avrupa Birliğinde Esnek Bütünleşme Modeli ve Türkiye Açısından Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası Boyutundan Đncelenmesi, Yayınlanmamış doktora tezi, Ankara, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2006, s. 53. 13 Bailes, op.cit., s. 4. 14 Alyson Bailes, “The Institutional Reform of ESDP and Post-Prague NATO”, The International Spectator, July- September 2003, Vol. 38, No 3, s. 34, 35. 15 Jolyon Howorth, “Why ESDP is Necessary and Beneficial for the Alliance”, Jolyon Howorth; John Keeler (eds.), Defending Europe: The EU, NATO and the Quest for European Autonomy, NY, Palgrave Macmillan, 2003, s. 221. 16 Peter Gowan, “The Trans-Atlantic Conflict Over Primacy”, Allies as Rivals, Faruk, Tabak (ed.), London, Paradigm Publishing, 2005, s. 92. 2007 LĐZBON ANTLAŞMASI AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI 143 Aralık 2007 Lizbon Antlaşması Nihai Senede ekli 13 Numaralı Bildiri’de, ODGP ile ilgili hükümlerin üye devletlerin kendi dış politikalarının oluşturulması ve uygulanmasına ilişkin mevcut yükümlülükleri ya da üçüncü devletler ve uluslararası kuruluşlarda ulusal temsillerini etkilemediği, ayrıca AGSP/OGSP ile ilgili hükümlerin de üye devletlerin güvenlik ve savunma politikalarının kendine özgü niteliğine zarar vermeyeceği vurgulanmıştır. EDA’nın faaliyetlerinin de üye devletlerin savunma konularındaki ulusal yetkilerini ihlal etmeyeceği belirtilmiştir.17 AB üyeleri AGSP’nın BM Antlaşması ilkelerine uygun olacağını taahhüt etmiştir. AGSP’na ilişkin belgelerde BM Güvenlik Konseyi’nin uluslararası barış ve güvenliğin sağlanmasında öncelikli sorumluluğa sahip olduğu tasdik edilmektedir.18 AGSP operasyonlarının ilke olarak BM Güvenlik Konseyi kararı ve iznine sahip olması gerekmektedir.19 Zira, BM Antlaşması’nın “özünü” oluşturan 2/4 maddesindeki kuvvet kullanma yasağı “jus cogens” bir kural niteliğindedir. Ayrıca BM Antlaşması’nın 53/1 maddesinde “BM Güvenlik Konseyi’nin izni olmaksızın bölge antlaşmaları uyarınca ve bölge örgütleri tarafından hiçbir zorlayıcı harekete teşebbüs edilmeyecektir” denilmiştir.20 Fakat AB Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü uzmanı Martin Ortega, AB kuvvetlerinin gerektiği halde (özellikle “insani yıkım” ya da “soykırım” suçu söz konusu olduğunda) BM Güvenlik Konseyi kararı olmadan, başka devletlere müdahale edebileceğini, askeri operasyonlar düzenleyebileceğini ileri sürmüştür.21 Bazı Avrupa devletleri Güvenlik Konseyi kararı olmaksızın, genellikle “insani müdahale” gerekçesiyle bazı askeri müdahelelerde bulunmuştur (örneğin, Đngiltere 2000 yılında Sierra Leone’de). Ayrıca BM Güvenlik Konseyi NATO’nun 1999 tarihli Kosovo müdahalesini “ex post facto” onaylamamış olmakla birlikte, “mazur görülebilir bir hukuka aykırılık” olarak kabul etmiştir.22 AGSP’nın ortaya koyuluş biçiminin güvensiz ve isteksiz politika yaklaşımının bazı izlerini taşıdığı söylenebilir. Zira AGSP, Avrupa güvenliği konusunda bir-birinden farklı politikalar benimseyen üye devletlerin ortak asgari müştereklerde birleşmesi neticesinde ilerlemektedir. Đngiltere ve Fransa AGSP alanında ortak çalışmalarını, aralarında derin görüş ayrılıklarının doğmasına neden olan Irak krizi sırasında dahi sürdürmüştür. Örneğin 14 Mart 2003’te Đngiliz “Financial Times” gazetesinin aynı 17 “Council Joint Action 2004/551/CFSP on the Establishment of the European Defence Agency”, EU Security and Defence, Core Documents 2004, Volume V, Chaillot Papers No 75, Paris, EU ISS, February 2005, s. 178. 18 “Presidency Conclusions”, Göteborg European Council, June 2001, From Nice to Laeken, European Defence: Core Documents, Chaillot Papers No 51, Maartje, Rutten (ed.), Paris, EU ĐSS; 2002, s. 30 19 Martin Ortega, “Petersberg’in Ötesi”, AB Güvenlik ve Savunma Politikası, N. Gnesotto (ed.), Đst., TASAM, 2005, s. 84. 20 Fatma Taşdemir, “Yenimuhafazakar Amerikan Dış Politikasının Uluslararası Hukuk Sistemine Etki ve Yansımaları”, Yenimuhafazakar Amerikan Dış Politikası ve Türkiye, Çınar Özen; Hakan Taşdemir, (der.), Ankara, Odak, 2006, s. 122. 21 Ortega, “Petersberg’in Ötesi”, s. 85; Martin Ortega, Military intervention and the EU, Chaillot Papers No 45, Paris, EU ISS, March 2001. 22 Taşdemir, Ibid., s. 121. 144 GALYM ZHUSSĐPBEK sayfasında yan-yana “Đngiltere’ye göre Fransa’nın barışçıl çözüm çabaları köstekleyici nitelikte”, “Londra ve Paris AB’nin ortak savunma amaçları konusunda ilerlemekte” başlıklı iki makale yayınlanmıştır.23 AGSP’nın oluşturulmasıyla AB’nin sivil niteliğini kaybederek “askeri güce” dönüştüğü yönündeki değerlendirmeler pek isabetli görünmemektedir. AGSP ile AB askerileşme sürecine girmemiştir. Birlik sahip olduğu siyasi, ekonomik, sosyo-kültürel gücünü ön plana çıkarırken, AGSP çerçevesinde geliştirmekte olduğu askeri yeteneklerini ikincil unsur olarak algılamaktadır. AB’nin kendine ait daimi askeri güçlerin bulunmadığı (örneğin Avrupa ordusu) ve AGSP çerçevesindeki askeri yetenekler üye devletler tarafından gönüllü bir şekilde sağlanan olanaklardır. Lizbon Antlaşması’nda AB’nin AGSP/OGSP görevlerini üye devletlerin sağladığı olanaklarla yerine getireceği (madde 28A/1) ve AGSP/OGSP’nın uygulanması için üye devletlerin Birliğe askeri ve sivil yetenekleri hazır etmesi gerektiği öngörülerek (madde 28A/3), AB’nin kendine ait daimi askeri güçlerinin söz konusu olmadığı belirtilmiştir. AB Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü Müdürü N.Gnesotto, “ortak ordu” hedefinin siyasi gerçekçilikten yoksun olduğu konusunda tüm üye devletlerin hemfikir olduğunu ifade etmiştir.24 Üye devletler Avrupa Acil Mücadele Gücü (AAMG)25 ve Muharebe Grupları26 için kendileri kararlaştırdıkları ölçüde ve nitelikte askeri güçler tahsis etmekte, üstelik, söz konusu askeri güçlerin AGSP çerçevesinde düzenlenecek operasyona katılması da, ancak ulusal düzeyde alınan kararlar sonucu olanaklıdır. Bir başka deyişle, her bir üye devlet AGSP operasyonları için önceden tahsis etmiş olduğu güçleri gönderip-göndermeyeceğine, gönderecekse hangi ölçüde göndereceğine kendisi karar verir.27 AGSP çerçevesinde düzenlenen askeri ve sivil operasyonların küçük ölçekli operasyonlar olduğu, ilk AGSP operasyonları olmadığı takdirde, fazla dikkat çekmeyeceği ve bilinmeyeceği ileri sürülmüştür.28 AB yetkilileri askeri ve sivil AGSP operasyonlarının küresel boyutta düzenlenebileceğini belirtse de, AGSP’nın “operasyonel coğrafik alanına” AB’nin “yakın çevresi” sayılan eski Sovyet coğrafyasının batı bölgeleri, Kafkasya, Akdeniz bölgesi ve Ortadoğu’nun batı bölgelerinin girmesi kuvvetle muhtemeldir.29 23 “Đngiltere’ye göre Fransa’nın Barışçıl Çözüm Çabaları Köstekleyici Nitelikte”, “Londra ve Paris AB’nin Ortak Savunma Amaçları Konusunda Đlerlemekte”, Financial Times, 14 March 2003, s. 3’ten aktaran W. Mason; S .Penksa, “EU Security Cooperation and Transatlantic Relationship”, Cooperation and Conflict, Vol. 38, No 3, September 2003, s. 277. 24 Gnesotto, “Giriş”, op.cit., s. 22. 25 AAMG, Petersberg Görevleri kapsamına giren operasyonları gerçekleştirebilmek amacıyla Aralık 1999 Helsinki Avrupa Konseyi’nde oluşturulması kararlaştırılan müdahale gücü. 26 Muharebe Grupları, AB liderlerinin Haziran 2004 tarihinde “2010 Temel Hedefi” kapsamında oluşturmayı kararlaştırdıkları, askeri yönden etkili ve yüksek hareket yeteneğine sahip müdahale gücü. 27 Shepherd, op.cit., s. 44 28 Asle Toje, “The 2003 European Union Security Strategy: A Critical Appraisal”, European Foreign Affairs Review, 2005, Vol 10, No 1, s. 118. 29 Shepherd, op.cit., s. 43, 44. 2007 LĐZBON ANTLAŞMASI AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI 145 1999’dan itibaren AGSP çerçevesinde yapılan girişimler hiçbir şekilde dış politika ve savunma politikası alanlarında egemenliklerin birleştirilmesini sağlamamıştır. Aksine, AB’nin yasal gücüne daha fazla askeri boyutun eklenmesi, Avrupa bütünleşmesi sürecinde ulusal egemenliğin rolünün daha da güçlenmesine yol açmıştır. Zira AGSP güçlendikçe, veto yetkisine daha fazla vurgu yapılmakta, buna bağlı olarak AB’nin hükümetlerarası niteliği de güçlenmektedir. AGSP’nın oluşturulmasıyla Komisyon ve Konsey arasındaki etki mücadelesinde Konsey’in öne çıktığı söylenebilir. Bu bağlamda AGSP’nın geliştirilmesi konusunda Đngiltere gibi bazı devletlerin istekliliği, AGSP boyutunun güçlendirilmesine bağlı olarak “topluluk-karşıtı” boyutunun güçleneceği beklentisiyle açıklanabilir.30 Son tahlilde, Đngiltere ve Fransa’nın öncülüğünde oluşturulan AGSP’nın, AB’nin “hükümetlerarası” boyutunu güçlendirici, “uluslarüstü” boyutu dengeleyici etkiye sahip olduğu söylenebilir. Özetlenirse, “AB politikaları” olarak zikredilse de, ODGP ile AGSP “klasik” anlamda Birlik “ortak politikaları” olmadan ziyade, AB üyelerinin dışişleri ve güvenlik konularında koordinasyon ve işbirliği çabaları niteliğindedir. AGSP alanında kullanılacak gerekli kaynakların tamamına yakını üye devletlerin ulusal kontrolü altında bulunmaktadır. 2007 Lizbon (Reform) Antlaşması’nda ODGP ve AGSP Ekim 2001 tarihli Avrupa Konseyi’nde, kurumsal reformlara ilişkin çalışmalar yapacak bir “Avrupa Konvansiyonu’nun” oluşturulması kararlaştırlmıştır. Konvansiyon’a üye devletlerin parlamento ve hükümet temsilcileri, Avrupa Parlamentosu üyeleri, Komisyon temsilcileri ve sivil toplum örgütlerinin katılması ve aday ülkelerin de Konvansiyon’a davet edilmesi öngörülmüştür. Konvansiyon çalışmaları arasında “AB Anayasası” ya da Anayasal Antlaşma’nın hazırlanması önemli yer almıştır. Anayasasal Antlaşma Taslağı, hem Avrupa vatandaşlarını Avrupa bütünleşmesi sürecine yaklaştırmak, AB’nin demokrasi açığı ve meşruiyet sorununa çözüm bulmak, hem Birliğin amaçları ve nihai şekli konusunda öngörülerde bulunmak amacıyla hazırlanmıştır. Aslında Anayasal Antlaşma Taslağı AB’ne içerik bakımından gerçek bir “anayasa” kazandırmamaktaydı.31 Söz konusu belge, adından da anlaşıldığı gibi, “uluslararası antlaşma” niteliğinde bir belgeydi. Anayasal Antlaşma Taslağı, 16 ay süren çalışmalar ve müzakereler sonucunda 1718 Haziran 2004 tarihinde Brüksel Avrupa Konsey’nde kabul edilerek, 29 Ekim 2004’te Roma’da tüm üye devletler ve Bulgaristan, Romanya ve Türkiye tarafından imzalanmıştır. Fakat Anayasal Antlaşma Taslağı’nın onaylanma sürecinde problemler yaşandı. 2005 yılında Fransa ve Hollanda referandumlarında ret edilmesi sonucunda, Avrupa Anayasası’nı oluşturma süreci de sekteye uğradı. AB liderleri Avrupa Anayasası planlarına son vererek, iki kurucu antlaşma olan AT Antlaşması (Treaty establishing the European Community) ile AB Antlaşması’nı (Treaty on the European Union) değiştiren yeni antlaşma yapmaya karar verdi. 30 Gnesotto, “Giriş”, op. cit., s. 24. Sanem Baykal, “Avrupa Birliği’nin Geleceği”, Uluslararası Đlişkiler Dergisi, Cilt 1, Sayı 1, Bahar 2004, s. 137, s.131, 122. 31 146 GALYM ZHUSSĐPBEK Lizbon ya da Reform Antlaşması olarak adlandırılan yeni antlaşma Ekim 2007 tarihli Lizbon Hükümetlerarası Konferansı’nda kabul edilerek Aralık 2007’de Lizbon Avrupa Konseyi’nde imzalanmıştır.32 Antlaşmanın yürürlülüğe girmesi için tüm üye devletler tarafından onaylanması gerekmektedir. Lizbon Antlaşması kurucu antlaşmaların yerine geçme amacı taşımamakta, onları tadil etmekte ve AB bakımından “anayasal” nitelik taşımamaktadır. Ayrıca Antlaşmada AB’nin marşı, arması ve bayrağı ile ilgili hükümler bulunmamaktadır.33 Sadece Nihai Senede ekli 52 Numaralı Bildiri’de “üye devletler, mavi arka plan üzerine on iki altın yıldızlı çemberli bayrağın, marşın, sloganın, para birimi avronun, kendileri için AB’nde halklar topluluğu hissini ve ona bağlılıklarını simgelemeye devam edeceğini bildirir” denilmiştir. Lizbon Antlaşması, AB Antlaşması’nın adını değiştirmezken, AT Antlaşması’nın adını “Avrupa Birliği’nin Đşleyişine Đlişkin Antlaşma” (Treaty on the Functioning of the European Union) olarak değiştirmiştir.34 Madde 46A’de AB’nin hukuk kişiliğine sahip olduğu belirtilerek Birliğin uluslararası anlaşmalar yapmasının ve uluslararası örgütlere üye olmasının önü açılmıştır.35. Madde 188L belirli şartlar dahilinde AB’nin bir ya da daha fazla üçüncü devlet ya da uluslararası kuruluş ile, Birlik kurumları ve üye devletler üzerinde bağlayıcı etkiye sahip anlaşmalar (agreements) yapması öngörülmüştür. Fakat, Nihai Senede ekli 24 Numaralı Bildiri’de AB’nin hukuk kişiliğine sahip olmasının, Birliği antlaşmalarda üye devletler tarafından kendisine verilen yetkiler dışında yasama yapma ya da faaliyette bulunmaya hiç bir şekilde yetkilendirmediği vurgulanmıştır. Lizbon Antlaşması’nda Avrupa Konseyi Başkanı makamının oluşturulması ve AB’nin sütun yapısının kaldırılması öngörülmüştür. AB Dışişleri Bakanı makamı oluşturulmamakla birlikte, Birliğin farklı sütunlarına (AB’nin “1’nci sütunu” olarak adlandırılan Avupa Topluluğu ve 2’nci sütunu olarak adlandırılan ODGP) dahil olan diplomasi, güvenlik, ticaret, kalkınma, insani yardım gibi Birlik dış politikasının farklı boyutları arasında uyumluluğun sağlanarak AB’nin dış ilişkilerinde daha tutarlı politika izleyebilmesi için “Birlik Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi’nin” (High Representative of the Union for Foreign Affairs and Security Policy), ODGP Yüksek Temsilcisi görevi ile birlikte Komisyon’un Dış Đlişkilerinden sorumlu üyesi görevlerini üstlenmesi kabul edilmiştir (madde 9E/4). Antlaşmanın 10C/1 maddesinde “Birliğin ODGP konularındaki yetkileri, ortak savunmaya dönüşebilecek ortak savunma politikasının kademeli olarak oluşturulması 32 EU leaders agree new treaty deal, BBC World News, <http://news.bbc.co.uk/go/pr/fr//1/hi/world/europe/7051999.stm> 33 “Note to Delegations on IGC 2007 Mandate”, Brussels, General Secretariat of the Council, 11218/07, POLGEN 74 Brussels, 26 June 2007, s. 1, 2. 34 “Lisbon Treaty amending the Treaty on European Union and the Treaty establishing the European Community”, 2007/C 306/01, Brussels, Official Journal of European Union, 17.12.2007. 35 The EU in the world, Treaty of Lisbon, <http://europa.eu/lisbon_treaty/glance/external_relations/index_en.htm> 2007 LĐZBON ANTLAŞMASI AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI 147 dahil, dış politikanın tüm alanlarını ve Birliğin güvenliğine ilişkin tüm sorunları kapsar”, denilmiştir. Üye devlet Dışişleri bakanlarından oluşan Dışişleri Konseyi, Avrupa Konseyi’nin ortaya koyduğu stratejik ilkeler temelinde Birlik dış ilişkilerini formüle etmekle ve uyumluluğu sağlamakla görevlendirilmiştir (madde 9C/6). Lizbon Antlaşması ile ODGP araçları daha somut hale getirilmiştir. Nihai Senede ekli 13 Numaralı Bildiri’de ODGP ile ilgili hükümlerin üye devletlerin kendi dış politikalarının oluşturulması ve uygulanmasına ilişkin mevcut yükümlülükleri ya da üçüncü devletler ve uluslararası kuruluşlarda ulusal temsillerini etkilemediğini vurgulanmıştır. Lizbon Antlaşması AGSP’nın adını “Ortak Güvenlik ve Savunma Politikası” (OGSP, Common Security and Defence Policy) olarak değiştirmiştir. OGSP hakkında hükümler, Lizbon Antlaşması’nın “AB Antlaşması” kısmının Beşinci Başlığı’nın (Title V) “Ortak Dış ve Güvenlik Politikası’na Đlişkin Özel Hükümler” (Specific provisions on the Common Foreign and Security Policy) bölümünün (chapter) ikinci kısmını (section) oluşturmaktadır. Aralık 2007 tarihli Lizbon Antlaşması’na kadar AGSP ile ilgili hükümler antlaşmalarda yer almamıştır. AGSP/OGSP ile ilgili hükümlerin Lizbon Antlaşması ile ilk defa Birlik antlaşmalarına dahil edilerek hukuki bağlayıcılık kazanmalarının yolu açılmıştır. Madde 28A/1’de OGSP’nın, ODGP’nın tamamlayıcı bir parçası (mütemmim bir cüzü, integral part of) olduğu, Birliğe sivil ve askeri varlıklardan oluşan “operasyonel” kapasite sağladığı, Birliğin bu varlıkları barışı koruma, çatışma önleme ve BM Antlaşması prensiplerine uygun bir şekilde uluslararası güvenliği güçlendirme görevlerinde Birlik dışında kullanabileceği belirtilmiştir. Ayrıca madde 28A/2’de OGSP’nın, kademeli bir şekilde ortak Birlik savunma politikasının oluşturulmasını da kapsadığı, Avrupa Konseyi’nin oybirliği ile karar verdiği takdirde, ortak savunmaya dönüşeceği kabul edilmiştir. Diğer yandan, Lizbon Antlaşması’nın madde 3A’da, “ulusal güvenlik her üye devletin kendi münhasır sorumluluğu altında bulunmakta” denilerek OGSP’nın sınırlılıkları açıkça belirtilmiştir. Ayrıca Nihai Senede ekli ODGP ile ilgili 13 Numaralı Bildiri’de, OGSP hükümlerinin üye devletlerin güvenlik ve savunma politikalarının kendine özgü niteliklerine zarar vermeyeceği vurgulanmıştır. Lizbon Antlaşması’nda OGSP görevlerinin şunları kapsadığı belirtilmiştir: “barış oluşturma” (peace-making) ve çatışma sonrası istikrar sağlama dahil, ortak silahsızlandırma operasyonları, insani görevler ve kurtarma görevleri, askeri danışma ve destek görevleri, çatışmayı önleme ve “barışı koruma” (peace-keeping) görevleri, kriz yönetiminde muharip güç kullanılmasını içeren görevler (madde 28B/1). AB’nin OGSP görevlerini üye devletlerin sağladığı olanaklarla yerine getireceği belirtilerek (madde 28A/1), ayrıca OGSP’nın uygulanması ve Konsey tarafından belirlenen hedeflerin gerçekleşmesi için üye devletlerin Birliğe askeri ve sivil yetenekleri hazır etmesi gerektiği öngörülerek (madde 28A/3), AB’nin kendine ait daimi askeri güçlerinin (Avrupa ordusu) söz konusu olmadığı dolaylı bir şekilde belirtilmiştir. 148 GALYM ZHUSSĐPBEK Antlaşmada “herhangi bir üye devlet kendi sınırları dahilinde silahlı saldırıya maruz kalması durumunda, diğer üye devletler BM Antlaşması'nın 51. maddesinde düzenlenen "müşterek meşru müdafaa hakkı" uyarınca, kendi imkanları dahilinde tüm araçlarla yardımcı ve destek olmak yükümlülüğüne sahiptir”, denilerek AB mevzuatında ilk defa bir “karşılıklı dayanışma maddesi” öngörülmüştür (madde 28A/7). Fakat “karşılıklı dayanışma maddesine”, “bazı üye devletlerin güvenlik ve savunma politikalarının özgül niteliklerine halel getirmez” ve “bu alandaki yükümlülük ve işbirliği, halen kolektif savunmalarının temelini ve bunun uygulama forumunu oluşturan NATO’ya üye devletlerin yükümlülükleri ile uyumlu olur” denilerek, önemli yapısal sınırlılıklar getirilmiştir. Ayrıca Lizbon Antlaşması’nın “AB Đşleyişine Đlişkin Antlaşma” kısmının 188R maddesinde de “dayanışma hükmü” (solidarity clause) konulmuştur. Söz konusu hüküm gereğince, Birliğin ve üye devletlerin, bir üye devlet terörist saldırıya ya da doğal ya da insan- yapımı felakete maruz kalması durumunda, dayanışma ruhu içinde hareket etmesi öngörülmüş, ayrıca Birliğin, üye devletler tarafından kendisine tevdi edilen askeri yetenekler dahil, sahip olduğu tüm araçları üye devlet sınırları içinde terörist saldırıları önlemek, demokratik kurumları ve sivil toplumu herhangi bir terör saldırısından korumak, terörist saldırı durumunda ve doğal ya da insan- yapımı felakete maruz kalması durumunda siyasi otoritelerin talebi üzerine üye devleti desteklemek amacıyla kullanacağı belirtilmiştir. Lizbon Antlaşması’nın 28A/6 maddesinde OGSP alanında “kalıcı yapısal işbirliği” (permanent structured cooperation) olanağı öngörülerek, “güçlendirilmiş işbirliği” olanağının askeri ve güvenlik ile ilgili konularda uygulanmasını kabul etmeyen Nice Antlaşması’na (madde 27 b) göre daha ileri bir durum hedeflenmiştir. Ayrıca bu maddede askeri olanakları daha fazla olan ve diğerlerine göre daha fazla bağlayıcı taahhütleri bulunan üye devletlerin Birlik çerçevesinde aralarında “kalıcı yapısal işbirliği” tesis edebileceği belirtilmiştir. Madde 9E’de “Birliğin Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi” (Yüksek Temsilci) Komisyon Başkanı onayı ile nitelikli çoğunluk esasına göre Avrupa Konseyi tarafından atanır; Konsey’in yetkilendirdiği gibi ODGP ile OGSP’nı yürütmekle sorumlu olur; Dışişleri Konseyi’ne başkanlık eder; yaptığı önerileri ile söz konusu politikaların gelişmesine katkıda bulunur; Birliğin dış faaliyetlerinin tutarlılığını sağlar” denilmiştir. Ayrıca Yüksek Temsilci’nın Komisyon Başkan Yardımcılarından birisi olması, kendisine tevdi edilen görevler kapsamında Komisyon’un dış ilişkilerinden ve Birliğin diğer dış faaliyetlerinin koordinasyonundan sorumlu olması, ODGP konularında Birliği dışta temsil etmesi ve Yüksek Temsilci’ye yardım etmesi için Avrupa Dış Đlişkiler Servisi’nin (European External Action Service) kurulması öngörülmüştür (madde 13A/3). Lizbon Antlaşması’nda nitelikli oyçokluğu usulünün genel kural olması ve birçok konuda veto hakkının kaldırılması öngörülmüş, fakat ODGP ve OGSP ile ilgili konularda oybirliğine istinat eden oylama usulü ve veto hakkısı korunmuştur. Ayrıca Lizbon Antlaşması, Avrupa Parlamentosu ile Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın ODGP alanında oynadığı rolü önceleri olduğu gibi sınırlı bırakmıştır. 2007 LĐZBON ANTLAŞMASI AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI 149 Son tahlilde Lizbon Antlaşması ODGP ile AGSP’nın niteliğini ve karar alma mekanizmasını değiştirmemiştir. Antlaşma ile AGSP adının OGSP olarak değiştirilmesi gerçekliği yansıtan bir olgu olmadan ziyade, “avro-iyimserliğin” (euro-optimism) bir görüntüsü olarak kabul edilebilir. AGSP’nın Karar Alma Mekanizması ve Kurumsal Yapısı AB üyelerinin Avrupa güvenliği konusunda bir-birinden farklı vizyonlara sahip olmasının (“Atlantikçi”, “Avrupacı”, “Avrupacı- Atlantikçi”, tarafsız) ve askeri yeteneklerde asimetrik boyutlara kadar varan farklılıkların bulunmasının getirdiği zorluklar, AGSP alanında katı hükümetlerarası nitelikte karar alma mekanizmasının benimsenmesiyle giderilmeye çalışılmıştır. AGSP alanında karar alma mekanizması olarak hükümetlerarası konferanslar sistemi benimsenmiştir. AGSP’nın gelişimi antlaşmalarda ciddi bir hukuksal tanım üzerine bina edilmemişti. AGSP yapıları Avrupa Siyasi Đşbirliği’nin (ASĐ)36 ilk aşamalarında olduğu gibi antlaşmalar yerine Başkanlık raporlarıyla oluşturulmuş, Aralık 2007 tarihli Lizbon Antlaşması’na kadar AGSP ile ilgili hükümler antlaşmalara dahil edilmemişti, bir başka deyişle, AGSP ile ilgili bir müktesebat söz konusu değildi, kurucu antlaşmalar, AGSP’nın kurumsal olarak nasıl işleyeceği konusunda belirsiz idi37 (Lizbon Antlaşması henüz tüm üye devletler tarafından onaylanmamıştır). Lizbon Antlaşması 15B maddesi uyarınca, antlaşmalarda aksi öngörülmedikçe ODGP ve AGSP ile ilgili kararlar Avrupa Konseyi ve Bakanlar Konseyi tarafından oybirliği ile alınır; yasama düzenlemelerinin kabulü hariç tutulur; Bakanlar Konseyi üyeleri arasında çekimser kalanlar Birlik nüfusunun en az üçte birisini kapsayacak şekilde üye devlet sayısının üçte birini temsil ederse, karar alınamaz. Ayrıca 28A/4 maddede de AGSP ile ilgili kararların Yüksek Temsilci ya da herhangi bir üye devlet önerisi üzerine Bakanlar Konseyi tarafından oybirliği ile alınması gerektiği belirtilmiştir. AGSP’nın karar alma mekanizmasında öngörülen tek esneklik “çekimser kalma” hakkıdır. AGSP karar alma mekanizmasının niteliği, acil faaliyete geçilmesi gereken durumlarda belirsizliklerin, duraksamaların, hatta Birlik üyeleri arasında güvensizliğin doğmasına neden olmakta, zira herbir üye devlet kural olarak sadece kendi ulusal çıkarları mülahazasıyla hareket etmektedir. “Karşılıklı dayanışma” hükmünün Lizbon Antlaşması’na bu tür olumsuzlukları azaltmak amacıyla konulduğu söylenebilir. 36 Avrupa Topluluğu kurumsal yapısı dışında çalışarak üye devletler arasında dış politika konularında koordinasyon sağlama fonksiyonunu yerine getiren ASĐ, 1970’ten 1992’ye kadar yürürlülükte kalmış ve Maastricht Antlaşması’yla oluşturulan ODGP’nın çekirdeği niteliğinde olmuştur. ASĐ ile ilgili her hangi bir hüküm Topluluk müktesebatında yer almamıştır. ASĐ’nin topluluk dışında ve tamamen hükümetlerarası nitelikte olması kararlaştırılmıştır. 37 Michael Rupp, Avrupa Birliği’nin Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikası ve Türkiye’nin Uyumu, Đst., Đktisadi Kalkınma Vakfı, Mayıs 2002, s. 38; A. Missiroli, “AGSP Nasıl Đşler”, AB Güvenlik ve Savunma Politikası, N. Gnesotto (ed.), Đst., TASAM, 2005, s. 59. 150 GALYM ZHUSSĐPBEK AGSP operasyonlarına ulusal birliklerin gönderilmesi, üye devletlerce alınan bağımsız kararlara dayanmaktadır. AGSP organları arasında Siyasi ve Güvenlik Komitesi (Political and Security Committe), AB Askeri Komitesi (EU Military Committee), AB Askeri Personeli (EU Military Staff), Siyasi Planlama ve Erken Uyarı Birimi (daha sonra sadece Siyasi Birim olarak adlandırıldı), Durum Merkezi, Sivil Kriz Yönetimi Komitesi (CĐVCOM), ayrıca Avrupa Savunma Ajansı (European Defence Agency), AB Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü ve Uydu Merkezi gibi üç tane de ajans bulunmaktadır. Lizbon Antlaşması ile Yüksek Temsilci’ye yardım etmekle görevli Avrupa Dış Đlişkiler Servisi’nin (European External Action Service) kurulması öngörüldü. Herbir üye devletin büyükelçi düzeyinde üst kademeli görevlilerinden ve Komisyon temsilcisinden oluşan Siyasi ve Güvenlik Komitesi’nin (SGK) Nice Antlaşması’na (madde 25) göre başlıca işlevi, “ODGP ve AGSP kapsamına giren uluslararası gelişmeleri izlemek ve Bakanlar Konseyi’ne görüşler bildirerek politikaların tanımlanmasına katkıda bulunmak”. Lizbon Antlaşması’na göre (madde 25), “SGK, Konsey ve Yüksek Temsilci’nin vesayeti altında madde 28B’de belirtilen kriz yönetimi operasyonlarının siyasi denetimi ve stratejik yönlendirme görevini yerine getirir”. Bakanlar Konseyi kurumsal yapısının bir parçası olan SGK’nin idari düzeydeki bel kemiğini Konsey Sekreterliğinin bünyesinde bulunan Durum Merkezi teşkil etmektedir.38 Lizbon Antlaşması Nihai Senede ekli “Madde 9 C Hakkında” Bildiri’ye göre, SGK’nin Başkanlığı Yüksek Temsilci’nin bir temsilcisi tarafından yürütülür. SGK kriz durumlarında AB tutumunun belirlenmesinde ve gelişmelerin izlenmesinde merkezi rol oynamakta ve kriz yönetimi operasyonlarının siyasi kontrolü ve stratejik idaresinden sorumludur. Ancak SGK, AB politikası üzerinde marjinal yetkiye sahip, zira kararların alıınmasında değil, ancak şekillendirilmesinde önemli rol oynamaktadır. Diğer yandan, üye devletlerin AB’deki büyükelçilerinden oluşan Daimi Temsilciler Komitesi (COREPER) ODGP alanında halen kilit konumdadır (COREPER, Bakanlar Konseyi çalışmalarının hazırlanmasından sorumludur). Böylelikle, herbir üye devlet AB’nde büyükelçi düzeyinde yetki farklılıkları her zaman açık şekilde belirlenmemiş iki farklı delegasyona sahip bulunmaktadır.39 AB Askeri Komitesi (EU Military Committee) çatışmaların önlenmesi ve kriz yönetimi alanlarında üye devletler arasında askeri danışma ve işbirliği sağlamak amacıyla oluşturulmuş bir forum niteliğindedir. AB Askeri Komitesi operasyon sırasında Operasyon Komutanı faaliyetlerini denetleme yetkisine sahip bulunmaktadır.40 Üye devletlerin savunma alanındaki en üst görevlilerinden ya da onların temsilcilerinden oluşan AB Askeri Komitesi, AB Askeri Personeli’nin çalışmalarını 38 “Political and Security Committee”, Activites of EU, Implementation of the CFSP and ESDP, <http://europa.eu/scadplus/leg/en/lvb/r00005.htm> 39 Missiroli, “AGSP Nasıl Đşler”, op. cit., s. 64. 40 Rupp, a.g.e., op. cit., s. 33. 2007 LĐZBON ANTLAŞMASI AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI 151 yönlendirmekte ve SGK’ne askeri konularda tavsiyelerini iletmekte ve önerilerde bulunmaktadır.41 AB Askeri Komitesi'nin yönlendirmesi altında bulunan ve üye devletlerin gönderdiği askeri uzmanlarından oluşan AB Askeri Personeli (EU Military Staff), Bakanlar Konseyi dahilinde “askeri uzmanlık sağlamakta” ve AB’nin yürüttüğü kriz yönetimi operasyonlarının idaresi başta olmak üzere, AGSP’nı desteklemektedir. Yaklaşık yetmiş kişilik kadrosu bulunan ve Konsey Sekreterliği bünyesinde faaliyet gösteren AB Askeri Personeli’nin fonksiyonlarına, erken uyarı, durum değerlendirilmesi, stratejik planlama, AB operasyonlarının yapılması için gerekli olan ulusal ve çok-uluslu güçleri belirleme ve kuvvet kataloglarını düzenleme girmektedir.42 AB Askeri Komitesi ve AB Askeri Personeli ile iligili hükümler, özellikle NATO’ya üye olmayan bazı AB üyelerinin isteksizliği nedeniyle Nice Antlaşması’na dahil edilmemiştir. Dolayısıyla bu iki organ SGK’nden farklı olarak antlaşma temelli kurumlar niteliğinde değildir.43 AB Askeri Komitesi ve AB Askeri Personeli ile ilgili hükümler Aralık 2007 tarihli Lizbon Antlaşması’na da konulmamıştır. Haziran 2003 tarihli Selanik Avrupa Konseyi’nde ve 2010 Temel Hedefi çerçevesinde kurulması öngörülen Avrupa Savunma Ajansı (ASA), Konsey’in Temmuz 2004 tarihli Ortak Eylemi ile kuruldu. Konsey’in yetkisi altında bulunan ASA’nın ODGP ile AGSP’nı desteklemesi ve AB üyelerinin kriz yönetimi alanında savunma yeteneklerini geliştirmesi; AB üyeleri arasında silahlanma alanında işbirliği sağlaması ve ilerletmesi; Avrupa savunma endüstrisi ve teknolojisinin temellerini (tabanını) güçlendirmesi; rekabet gücü yüksek Avrupa askeri ürünler pazarını oluşturması, Avrupa askeri AR-GE ve teknolojisini güçlendirmesi öngörüldü.44 Mayıs 2000 yılında üye devlet temsilcilerinden, Komisyon ve Konsey Sekreterliği yetkililerden oluşan Sivil Kriz Yönetimi Komitesi (CIVCOM) kuruldu. Görüş ve tavsiyelerini SGK’ne ileten CIVCOM, AGSP alanında danışma nitelikli rol oynamaktadır.45 AB’nin kendisine ait ayrı operasyonel karargahı bulunmamaktadır. Nisan 2003 tarihinde Almanya, Fransa, Belçika ve Lüksemburg liderleri arasında Brüksel yakınlarındaki Tervuren’de yapılan “Savunma Zirvesi’nde”, katılımcı devletlerin dışişleri ve savunma bakanları karşı olmalarına rağmen, AB’nin NATO olanaklarına başvurmaksızın “operasyon planlaması ve yürütülmesini yapabilecek 41 Missiroli, “AGSP Nasıl Đşler”, op. cit., 2. 64. “Military Staff of the European Union” Activites of EU, Implementation of the CFSP and ESDP, <http://europa.eu/scadplus/leg/en/lvb/r00006.htm> 43 Missiroli, “AGSP Nasıl Đşler”, op. cit., s. 65. 44 “Council Joint Action 2004/551/CFSP on the establishment of the European Defence Agency”, EU Security and Defence, Core Documents 2004, Volume V, Paris, Chaillot Papers No 75, February 2005, s. 175- 180. 45 Agnieszka Nowak, “Civilian crisis management within ESDP”, Civilian crisis magament: the EU Way, Nowak, Agnieszka (ed), Chaillot Papers No 90, Paris, EU ISS, June 2006, s. 23. 42 152 GALYM ZHUSSĐPBEK kolektif çekirdek biriminin” (nucleus collective capability for planning and conducting operations for the EU) kurulması teklif edildi.46 AB’nin başka üyeleri ve ABD, ulusal ve NATO olanaklarının gereksiz “tekrarına” (duplication) yol açacağı ve NATO’yu zayıflatacağı gerekçesiyle, “özerk askeri karargahın kurulması” ile ilgili söz konusu “Tervuren önerisine” karşı çıktı. Fakat daha sonra Đngiltere, Fransa ve Almanya arasında karşılıklı tavizler sonucu Kasım 2003’te “Naples Uzlaşması” olarak bilinen bir anlaşma yapıldı ve Aralık 2003 Avrupa Konseyi’nde kabul edildi. Bu anlaşmaya göre, hem NATO Avrupa Müttefik Kuvvetleri Yüksek Karargahı’nda (SHAPE) 30-40 kişilik küçük bir “AB biriminin”, hem de AB Askeri Personeli bünyesinde askeri/sivil unsurlardan oluşan bir “Planlama Birimi’nin” (operational planning cell) kurulması kararlaştırıldı. NATO SHAPE bünyesindeki “AB biriminin”, “Berlin Artı” Anlaşmaları47 uyarınca NATO olanak ve yeteneklerinin kullanılacağı AB operasyonlarının hazırlanmasını kolaylaştırması, buna karşılık AB Askeri Personeli bünyesinde kurulan Planlama Birimi’nin ise AB’nin erken uyarı, durum değerlendirmesi ve stratejik planlama yeteneklerini geliştirmesi öngörüldü.48 AB Avrupa Personeli’nde NATO irtibat görevlilerinin bulundurulması kabul edilince, ABD yönetimi Naples “uzlaşma planına” olan itirazlarına son verdi.49 Günümüzde AB operasyonlarının yürütülmesi ve yönetilmesi için üç seçenek bulunmaktadır. Birinci seçeneğe göre NATO olanak ve yetenekleri kullanılmaksızın yürütülecek olan AB’nin “özerk” operasyonları, “çok-uluslu hale getirilebilecek” ulusal karargahlar tarafından yönetilecek. Bu tür operasyonlarda üye devletlerde bulunan şu beş operasyonel karargahın (Operational Headquarters, OHQ) kullanılabileceği öngörüldü: Fransa’daki Mont Valérien (Paris) OHQ, Đngiltere’deki Northwood OHQ; Almanya’daki Potsdam (Berlin) OHQ, Italya’daki Rome OHQ ve Yunanistan’daki Larissa OHQ. 2003 yılında Kongo’da yapılan AB’nin “otonom” operasyonu Fransız karargahı tarafından yönetildi. Đkinci seçeneğe göre “Berlin Artı” Anlaşmaları çerçevesinde NATO olanak ve yetenekleri kullanılarak yürütülecek olan AB 46 “European Defence Meeting, Tervuren”, From Copenhagen to Brussels, European Defence: Core Documents, Chaillot Papers No 67, A, Paris, Missiroli (ed.), December 2003, s. 79. 47 Nihai şeklini Mart 2003’te alan “Berlin Artı” Anlaşmaları, AB’ne NATO’nun operasyonel planlama olanaklarına “güvenceli erişimi” (AB’nin NATO olanaklarından “otomatik bir şekilde” yararlanmasını ifade etmektedir); önceden belirlenmiş NATO ortak yetenekleri ve varlıklarının “kullanılabilirliğini”; AB’nin üstleneceği operasyonlar için bir Avrupalı general olan Yüksek Müttefik Avrupa Komutan Yardımcısı’nın (D-SACEUR) operasyon komutanı olması dahil, NATO Avrupa komutanlığı (NATO European command) seçeneğini ve NATO savunma planlama sisteminin AB operasyonlarına uyarlanmasını ortaya koymaktadır. “Berlin Artı” Anlaşmaları çerçevesinde NATO ortak yetenekleri ve varlıklarının geri iadesi de öngörülmüştür (örneğin NATO Antlaşması 5’nci maddesi ile ilgili bir durum ortaya çıktığında). 48 “Joint Paper by France, Germany and United Kingdom”, European Defence MeetingTervuren”, From Copenhagen to Brussels, European Defence: Core Documents, Paris, Chaillot Papers No 67, A. Missiroli (ed.), December 2003, s. 283, 284. 49 “US says yes to army planning unit”, Financial Times, 13 December 2003, aktaran Paul, Cornish; Geoffrey, Edwards, “The strategic culture of the European Union: a progress report”, International Affairs, Vol. 81, No 4, 2005, s. 812. 2007 LĐZBON ANTLAŞMASI AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI 153 operasyonlarının NATO karargahları tarafından yönetilmesi ve Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı Yardımcısı’nın (D-SACEUR) operasyon komutanı olması öngörülmekte (örneğin, Bosna-Hersek’te yapılan Althea operasyonu).50 Ocak 2007 tarihinden itibaren AB operasyonlarının yürütülmesi ve yönetilmesi için öngörülen üçüncü seçeneğe göre tüm üye devletler oybirliği ile onay verdiği takdirde, Askeri Personel’in bünyesinde kurulan Operasyon Merkezi (Planlama Birimi) küçük ölçekli operasyonları yönetebilecek, örneğin Muharebe Grupları’nın kullanıldığı yaklaşık iki bin kişilik operasyonlar.51 Fakat Operasyon Merkezi (Planlama Birimi) daimi karargah niteliği taşımamakta, ilgili karar alındığı takdirde “aktif” hale getirilmekte, otonom AB operasyonları için ulusal karargahlar başlıca seçenek olarak kalmakta. Bir başka deyişle, Operasyon Merkezi düşük yoğunluklu operasyon için uygun ulusal karargah belirlenemediği durumda “aktif” hale getirilerek görevlendirilir. Đngiltere Hükümeti’nin Ocak 2004 tarihli açıklamasında da, AB Operasyon Merkezi’nin daimi karargah niteliğine sahip olmadığı, ancak küçük ölçekli ve sınırlı operasyonları yönetebileceği teyit edildi.52 Askeri Personel’in ulusal karargahlar ya da NATO karargahları ile karşılaştırılmayacak ölçüde sınırlı kapasiteye sahip olması, Operasyon Merkezi’nin tam anlamıyla karargah fonksiyonunu yerine getirmesini engelleyen başlıca faktörlerden birisidir. Operasyon Merkezi genellikle AB’nin sivil kriz yönetimi operasyonlarını destekleme amacıyla kullanılmıştır. AB çerçevesinde kriz yönetimi operasyonlarına karar verme mekanizması birkaç aşamadan oluşmakta. Kriz ortamında AB Askeri Personeli stratejik planlama düzeyinde bir “askeri ön durum tespiti” (assessment) yapar ve onu AB Askeri Komitesi’nin Başkanı aracılığıyla SGK’ne sunar. SGK ise, Siyasi Birim ve başka da yetkili birimlerle işbirliği yaparak bir “siyasi-askeri çerçeve programını” hazırlar. Bu aşamadan sonra üye devletler “askeri ön durum tespitini” değerlendirir ve askeri güç kullanıp-kullanmaması konusunda karar verir.53 Konsey Sekreterliği, Yüksek Temsilci ve Dönem Başkanı’nın katkılarıyla ve Komisyon’la eşgüdüm içerisinde “Kriz Yönetimi Konsepti’ni” (KYK, Crisis Management Concept) oluşturur. KYK’nde AB’nin operasyon amaçları açıklanır. SGK, KYK’ni AB Askeri Komitesi’ne ve CIVCOM tavsiyeleri çerçevesinde değerlendirir ve Bakanlar Konseyi’nin onayına sunar. Konsey KYK’ni onayladığı takdirde, AB Ortak Eylemi’nin çerçevesini oluşturur. Daha sonra SGK, AB Askeri Personeli’ni, olası riskleri, kullanılacak kuvvetlerin özelliklerini, kontrol ve komuta yapıları dahil olmak üzere, operasyonla ilgili farklı askeri seçenekleri ortaya koyan “Askeri Stratejik Seçenekleri” (ASS’leri, Military Strategic Options) oluşturmakla görevlendirir. Operasyon sivil boyutları içerirse, yetkili kurumlar “Sivil/ Polis Stratejik 50 EU Operations Centre, <http://www.consilium.europa.eu/cms3_fo/showPage.asp?id=1211&lang=en&mode=g> 51 EU Operations Centre, Ibid. 52 Claire Taylor, European Security and Defence Policy: Developments Since 2003, International Affairs and Defence Section House of Commons Library, Research Paper 06/32, 8 June 2006, s. 28. 53 “Military Bodies in the European Union and the Planning Council and Conduct of EUled Military Operations”, Council of the European Union, Document No. 6215/1/00, Brussels, 29 February 2000, aktaran Shepherd, op. cit., s. 55. 154 GALYM ZHUSSĐPBEK Seçeneklerini” (civilian/ police strategic options) geliştirir. SGK tüm seçenekleri değerlendirir ve tercih ettiği seçeneği Bakanlar Konseyi’ne bildirir. Ayrıca SGK, askeri planlamacıların tavsiyelerine dayanarak, olası karargahı, operasyon ve kuvvet komutanlarını teklif eder. Konsey operasyonla ilgili seçeneklerin birisini seçtiği takdirde, SGK operasyon komutanına “belirli askeri yönelimleri” (specific military guidelines) vermek amacıyla AB Askeri Komitesi’nden “Başlatıcı Askeri Direktif” (Đnitiating Military Directive) hazırlamayı talep eder. AB Askeri Komitesi ise direktif taslaklarını hazırlamakla Askeri Personeli görevlendirir.54 Operasyonel Planlama Aşaması (operational planning phase) da birkaç basamaktan oluşmaktadır. Operasyon Komutanı, AB Askeri Komitesi ve AB Askeri Personeli’nin katılımı ile “operasyon konseptini” (concept of operation) geliştirir. “Operasyon konsepti” SGK’nin değerlendirilmesine sunulduktan ve SGK’nin görüşü alındıktan sonra, Konsey tarafından onaylanır. Ayrıca operasyon komutanı AB Askeri Komitesi ve AB Askeri Personeli’nin katılımı ile “Operasyon Planı” (Operation Plan) yapar. “Operasyon Planı” SGK’nin değerlendirilmesine sunulduktan ve SGK’nin görüşü alındıktan sonra Bakanlar Konseyi’nin onayına sunulur, Konsey onayı alındığı takdirde kriz yönetimi operasyonu başlatılabilir.55 Operasyon başladıktan sonra AB Askeri Komitesi Başkanı ve Operasyon Komutanı AB yetkililerini düzenli bir şekilde bilgilendirir, onlar da NATO’yu bilgilendirir.56 Özetlenirse, AGSP, üye devletlerin uzlaşmasına dayalı katışıksız hükümetlerarası politika niteliğindedir. Katı hükümetlerarası niteliğe sahip olmasından dolayı, AB belgelerinde 1999-2000’lerde kullanılan “Ortak Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası” tabirindeki “ortak” (common) sözcüğü 2001 yılından itibaren düşürülerek, “Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası” olarak kullanılmaya başlamıştır. AGSP kapsamında oluşturulan AB askeri yetenekleri de “Avrupa Ordusu” niteliği taşımamakta, AGSP’na tahsis edilen askeri ve sivil kaynaklar üye devletlerin ulusal kontrolü ve otoritesi altında bulunmaktadır. AGSP çerçevesinde düzenlenecek operasyonlara katılıp- katılmamaya herbir üye devlet kendisi karar vermektedir. AGSP’nın Gelişiminde Aşamalar ve AB Askeri Yeteneklerinin Amacı AGSP’nın 1999 yılından itibaren geçen oluşum ve gelişim süreci kabaca iki aşamaya ayrılabilir. AGSP başlangıç aşamasında Petersberg Görevleri kapsamında tamamen dış krizlere müdahale etmeye odaklanmıştı. 11 Eylül 2001 terör saldırılarından sonra uluslararası terörizmin Batılı devletlerin en önemli güvenlik sorunu haline getirilmesi sonucu, dış müdahale ile iç koruma arasında duvarlar kalkmaya başladı ve AGSP kapsamına AB vatandaşlarını koruma görevini dahil etmenin yolları açıldı. Bunun sonucunda 2004 yılından itibaren AB vatandaşlarını koruma görevi de AGSP kapsamına dahil edilerek, AGSP gelişiminin yeni aşamasına geçildi. 54 Gustav Lindstrom, Enter the EU Battlegroups, Chaillot Papers, No 97, Paris, EU ISS, February 2007, s. 19, 20. 55 Lindstrom, Đbid, s. 20, 21. 56 “Military Bodies in the European Union”. 2007 LĐZBON ANTLAŞMASI AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI 155 Terörizm tehdidi, Avrupalıların (hem hükümetlerin, hem kamuoyunun) ulusal ve uluslararası güvenlik konularına ilgilerini arttırdı ve oluşturmakta oldukları “Avrupa güvenlik kültüründe” başkalardan soyutlanmış “Avrupa kalesi” yaklaşımını gözden geçirmesi gerektiğini gösterdi. Bu bağlamda, Helsinki Temel Hedefi’nin 21’nci yüzyılın stratejik taleplerine cevap vermesinin oldukça zor olduğu belirtilmiştir.57 2002 Sevilla Avrupa Konseyi’nde uluslararası terörizmle mücadelede AB’ne düşen rolün onaylanması, Aralık 2003’te AGS’nin kabul edilmesi ve özellikle Mart 2004 Madrid terör saldırılarından sonra AB liderlerinin üye devletlerden birisine terör saldırısı yapıldığı durumda diğer üyelerin, askeri olanaklar dahil her türlü yardım etmeyi gerektiren bir “dayanışma maddesini” onaylaması58, AGSP’nın dış krizlere müdahale etme aşamasından AB vatandaşlarını koruma aşamasına geçiş sürecinde en önemli kilometre taşlarını oluşturmuştur. ABD’nin 2001 sonrasında kabul ettiği ulusal stratejisi, Irak’taki durum, AB’nin doğuya genişlemesi, Anayasal Antlaşma taslağının hazırlanması gibi faktörler de AGSP’nın yeni aşamasına geçilmesinde etkili olmuştur.59 Balkanlar’daki krizlerden elde edilen tecrübeler temelinde oluşturularak ilk yılları Petersberg Görevleriyle sınırlı tutulan AGSP, 1990’ların stratejik şartlarına uygun olarak tasarlanmıştı, dolayısıyla AGSP amaçları 21’nci yüzyılın başında köklü değişim geçiren stratejik taleplere cevap vermekten uzak olmuştu. AB askeri yeteneklerinin hangi görevler için oluşturulduğu sorusuna AGSP’nın ilk yıllarında kesin bir cevap verilmemiştir. AB’nin kendi askeri boyutunu oluşturma süreci Haziran 1999 Köln Avrupa Konseyi’nden itibaren günümüze kadar geçen süre itibariyle iki döneme ayrılabilir: 1999 yılından 2002 yılının ortalarına kadar askeri yeteneklerin oluşturulduğu birinci aşama; askeri yetenekler amaçlarının tanımlandığı 2002 sonrasını kapsayan ikinci aşama.60 Aşamalar arası mantıksal sıralamanın ters gözükmesinin nedeni olarak, AGSP’nın oluşturulmasında kilit rol oynayan Đngiltere’nin askeri yeteneklerin önce oluşturulmasını, amaçlar ile ilgili felsefi soruların ise daha sonraki aşamada cevaplandırılmasını savunan yaklaşımının diğer AB üyeleri tarafından kabul edilmesi gösterilebilir. AB üyeleri ilk aşamadan sonra AB askeri yeteneklerinin amacını tanımlayabilme konumuna yükselmiştir. Misyon ve amaçlar ile ilgili tartışmalar 1999’da başlatılmış olduğu durumda, bu tartışmaların kısırlaşması, hatta içinden çıkılmaz hale gelmesi kuvvetle muhtemel idi. Fakat amaç ve misyondaki belirsizlik Petersberg Görevleri ile belirli ölçüde giderilmiştir. Farklı görüşlere bakılmaksızın tüm AB üyeleri Petersberg Görevlerini AB askeri yeteneklerinin misyon ve amaçlarının bir ön tanımı olarak kabul etmiştir.61 57 Jean-Yves Haine, “Idealism and Power: The New EU Security Strategy”, Current History, March 2004, s. 112. 58 “Declaration on solidarity against terrorism”, European Council, 25-26 Mart 2004, EU Security and Defence, Core Documents 2004, Volume V, Chaillot Papers No 75, February 2005, s. 42. 59 Gnesotto, “Giriş”, op. cit., s. 18, 16. 60 Ortega, “Petersberg’in Ötesi”, op. cit., s. 73. 61 Ortega, Đbid, s. 73. 156 GALYM ZHUSSĐPBEK ASA Yürütme Kurulu’nun 3 Ekim 2006 tarihinde kabul ettiği “Avrupa Savunma Yetenek ve Kapasite Gereklilikleri Đçin Uzun Dönemli Bakış Açısı” adlı belgede, olağan AGSP operasyonlarının “acil mukabele ve müdahale” nitelikli (expeditionary) olması ve “çok-uluslu”, “çok-araçlı” olma özelliklerine sahip olması, ayrıca AGSP operasyonlarının “zafer kazanmadan” ziyade “istikrar sağlama” amacını taşıması öngörülmüştür.62 AB üyelerinin Avrupa Acil Müdahale Gücü’nü (AAMG) ve genel itibariyle AB’nin kriz yönetimi yeteneklerini Avrupa-dışı bölgelerde kendi vazgeçilmez ya da en azından çok önemli çıkarlarını korumak amacıyla kullanabileceği teorik düzeyde varsayılabilir. Örneğin, AAMG “Francophone” Afrika’da kullanılabilir, böylece Fransa’nın eski sömürgelerindeki “yükü hafifleyebilir”.63 Görüldüğü gibi, gelişiminin ilk aşamasında dış krizlere müdahale etmeye odaklanan, ikinci aşamasında ise AB vatandaşlarını koruma görevini de kapsamına alan AGSP, bir “Avrupa Ordusu” oluşturma amacı taşımamaktadır. Ulusal egemenliğe ve Atlantik-ötesi ittifakına bağlılık bir Avrupa askeri bütünleşmesi düşüncesini dışlamaktadır. Güvenlik Aktörü Olarak AB’nin Nitelikleri AB’nin uluslararası aktör olma niteliği henüz iyi tanımlanamamıştır.64 Diğer yandan, güvenliğin tanımlanmasına bağlı olarak AB’nin güvenlik aktörü olup-olmadığı tartışması da yapılabilir. Zira, güvenlik, değer yüklü bir kavram olduğu için içeriği zamana, mekana ve kültürel unsurlara göre değişim göstermekte. Uluslararası ilişkiler disiplini içinde güvenliğin tanımı hususunda bir uzlaşmadan söz edilmemektedir.65 Güvenliği klasik anlamda ele alan yazarlara göre, etkili askeri yeteneklere sahip olmaması nedeniyle, AB’ni güvenlik aktörü olarak nitelemek oldukça zordur.66 Neorealistlere ve Amerika’daki yeni muhafazakar akıma yakınlığıyla bilinen R.Kagan, “Amerikalıların savaşçı, erkek tabiatlı Mars’tan, Avrupalıların ise barışsever, dişi tabiatlı Venüs’ten “geldiğini”, dolayısıyla sadece Amerikalıların küresel nitelik taşıyan sorunları çözümlemek için güç ve iradeye sahip olduğunu” ileri sürmüştür.67 Güvenliği 62 An initial long-term vision for European defence capability and capacity needs (Summary), EDA Steering Board, <http://europa.eu/scadplus/leg/en/lvb/l33238.htm> 63 Robert Hunter, The European Security and Defense Policy: NATO's Companion - or Competitor?, Santa Monica, RAND Corporation, 2002, s. 138. 64 P. Martinsen, “The ESDP- a Strategic Culture in the Making?” Paper prepared for the ECPR Conference Section 17 Europe and Global Security, Marburg, 18-21 September 2003, s. 1. 65 Burak Tangör, Avrupa Güvenlik Yönetişimi, Ankara: Seçkin, 2008, s. 21. 66 Stephen Walt, “The Renaissance of Security Studies”, International Studies Quarterly, No 35, 1991, s. 211–239; Christopher, Hill, “The Capability–Expectation Gap, or Conceptualizing Europe’s International Role”, Journal of Common Market Studies, 31(3), 1993, s. 305–328, aktaran Pernille, Rieker, “From Common Defence to Comprehensive Security: Towards the Europeanization of French Foreign and Security Policy?”, Security Dialogue, December 2006, Vol. 37, No 4, s. 512. 67 Robert Kagan, Of Paradise and Power. America and Europe in the New World Order, NY, Alfred Knoft, 2003. 2007 LĐZBON ANTLAŞMASI AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI 157 daha kapsamlı bir şekilde ele alanlara göre, güvenlik politikasının ekonomik, siyasi ve askeri araçlarını koordine etme potansiyeli AB’ni Soğuk Savaş sonrası dönemin en önemli güvenlik aktörlerinden birisi yapmakta.68 Gerçekten Avrupa ulusları arasında kalıcı barışı tesis etme amacından doğan Avrupa bütünleşmesi süreci daha sonraki dönemlerde kalkınma ve dış yardım programları, genişleme politikası ve ODGP aracılığıyla kendi sınırları dışında da kalıcı barışı ve istikrarı sağlama görevini üstlenmiştir.69 Bu bağlamda aday devletlerin politikaları ile toplumlarını dönüştürmeyi amaçlayan “genişleme politikası” ve “AB komşuları” ile ortaklıklar kurma politikasının AB’nin güvenlik ve istikar sağlamanın en önemli araçlarını teşkil ettiği söylenebilir.70 AB’nin Soğuk Savaş döneminden net bir şekilde formüle edilmiş güvenlik politikasını tevarüs etmemiş olması, 1990 sonrası dönemde askeri araçların güvenlik politikası araçlarının sadece bir kısmını oluşturduğu “kapsayıcı” (comprehensive) güvenlik konseptini geliştirmesini kolaylaştırmıştır. Bu görüşe göre, Amsterdam Antlaşması ile Petersberg Görevleri’nin AB müktesebatına dahil edilmesi, “kapsayıcı” güvenlik konseptinin oluşturulması yönünde atılan en önemli ilk adım olmuştur. Amsterdam Antlaşması’ndan sonra AB güvenlik politikası “ortak savunma” ve “une Europe puissance à la Française”71 oluşturma amacından uzaklaşarak farklı yönde gelişmeye başlamıştır. Bir başka deyişle, Amsterdam Antlaşması’nın Petersberg Görevleri’ni AB “savunma politikası” tanımına dahil etmesi, AB’nin “ortak savunma” fikrinden uzaklaştığını gösteren çok önemli gelişme olmuştur.72 Genel itibariyle Amsterdam Antlaşması NATO’nun savunma alanındaki kurumsal üstünlüğünü daha da güçlendirmiş ve AB’nin kolektif savunma alanında değil, sadece güvenlik alanında sorumluluklar üstlenebilmesinin hukuksal zeminini hazırlamıştır. AB’nin yetki alanına giren “savunma politikaları” ise, lojistik ve silahlanma politikalarını, kriz yönetimi usullerinin uyumlulaştırılmasını ve Avrupalı yeteneklerin geliştirilmesi konularını kapsamaktadır.73 AB’nin “kapsayıcı” güvenlik konsepti kriz yönetimi üzerine odaklanan AGSP’nda açıkça tezahür etmekte, ayrıca “Avrupa-Akdeniz Ortaklığı”74 ve AB’nin Balkanlar için 68 Helene Sjursen, “Changes to European Security in a Communicative Perspective”, Cooperation and Conflict, Vol. 39, No 2, s. 107–128; Ole Wæver, “Identity, Integration and Security: Solving the Sovereignty Puzzle in EU Studies”, Journal of International Affairs, June 2004, 48 (2), 1995, s. 46–86, aktaran Rieker, op. cit., s. 512. 69 Agnieszka Nowak, “Introduction”, Civilian Crisis Management: The EU Way, Nowak, Agnieszka (ed), Paris, Chaillot Papers No 90, EU ĐSS, June 2006, s. 9. 70 Alyson Bailes, Common Foreign and Security Policy (CFSP)/ European Security and Defence Policy (ESDP) Challenges and Prospects, Hamburg, Hamburger Vorträge am Institut für Friedensforschung und Sicherheitspolitik, Februar 2005, s. 5. 71 Fransa benzeri, kendi ordusuna sahip bir “Büyük Avrupa” gücü 72 Rieker, op. cit., s. 521. 73 Abdulbaki Kavun, Avrupa Birliğinde Esnek Bütünleşme Modeli ve Türkiye Açısından Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası Boyutundan Đncelenmesi, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara: Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2006, s. 53. 74 Temmuz 2008’de Paris’te toplanan 43 devlet lideri, “Avrupa- Akdeniz Ortaklığı” yerine “Akdeniz Đçin Birlik” projesinin temellerini attı. Söz konusu proje, bütünleşme (entegrasyon) 158 GALYM ZHUSSĐPBEK önerdiği “Đstikrar Paktı” söz konusu “kapsayıcı” güvenlik konseptinin önemli örneklerini teşkil etmektedir.75 Đlk defa F.Duchene tarafından 1972 yılında ortaya atılan ve Avrupa’yı bir “sivil güç” olarak niteleyen konsept, Avrupa’nın güvenlik ve istikrarı ekonomik ve siyasi araçlarla sağlayan uluslararası ilişkilerin özel aktörü olduğunu ifade etmekte.76 Hanns W.Maull ise, F. Duchene’nin ortaya attığı konsepti değiştirerek “sivil gücün” uluslararası ilişkileri kanunların geçerli olduğu ve şiddetin sınırlandırıldığı “sivil” ve “uygar” niteliğe kavuşturmak istediğini ileri sürmüştür. Bu nedenle “sivil güçler” uluslararası hukuka saygıyı ve uluslararası rejimlerin etkinliğini arttırmak istemektedir.77 Rusyalı AB uzmanı M. Troitskiy de, “kurucu babaların” AT’na (AB’ne) “küresel yönetişimi” geliştirme aracılığıyla uluslararası ilişkileri “yapılandıran” ve “düzene sokan” bir uluslararası güç olma rolünü verdiğini belirtmiştir.78 Đ.Manners AB’nin ne askeri, ne sivil güç olarak görülebileceğini, fakat paylaşılan ortak normlara ve değerlere dayalı bir “normatif” güç olduğunu ileri sürmüştür. AB’ni “normatif” bir güç olarak tanımlayan Đ.Manners’a göre, “normatif” güç hukukun ve normaların üstünlüğüne inanır ve bu konuda başkalara örnek olur.79 Rusyalı siyaset bilimci A.Bogaturov da AB’ni, normları ve değerleri oluşturan bir güç olarak nitelemiştir.80 Fakat geçmişte dünyanın birçok bölgesini işgal ederek sömürgeler ve askeri yönetimler kuran eski emperyal güçlerin günümüzde dünya devletleri için “normatif” standartlar oluşturmakta olduğu bir paradokstur.81 H.Maull’un “sivil güç” konseptine göre, AB’nin AGSP kapsamında askeri yeteneklere sahip olması, AB’nin “sivil” olma niteliğini değiştirmemekte, zira bir gücün “sivil güç” niteliğine sahip olması, onun uluslararası ilişkileri “uygarlaştırma” amacına anlayışına değil, işbirliği anlayışına dayanmaktadır. AB, “Akdeniz Đçin Birlik” projesi çerçevesinde 2015 yılında serbest ticaret bölgesinin oluşturulmasını hedeflemektedir. 75 Rieker, op. cit., s. 512. 76 Francois Duchene, “Europe’s Role in World Peace”, Europe Tomorrow, Mayne, Richard (ed.), London, Fontana, 1972, s. 43. 77 Hanns Maull, “Europe and the New Balance of Global Order”, International Affairs, Vol. 81, No 4, 2005, s. 779- 781. 78 M. Troitskiy, “Evropeyskiy Soyuz v Mirovoy Politike” (Uluslararası Politikada AB), Mezhdunarodniye Protsessi, International Trends, Journal of International Relations Theory and World Politics, Vol. 2, No 2 (5), Mayıs- Ağustos 2004, <http://www.intertrends.ru/five/004.htm> 79 Ian Manners, ‘Normative Power Europe: A Contradiction in Terms?’, Journal of Common Market Studies, Vol. 40, No 2, 2002, s. 235-58; Ian Manners, “European (Security) Union: From Existential Threat to Ontological Security”, Working Papers, No 5, 2002, Copenhagen Peace Research Institute, s. 1-42. 80 Aleksey Bogaturov, “Sovremenniy Mezhdunarodniy Poryadok” (Günümüzdeki Uluslararası Düzen), Mezhdunarodniye Protsessi, International Trends, Journal of International Relations Theory and World Politics, Vol. 1, No 1, Ocak-Nisan 2003, <http://www.intertrends.ru/one/001.htm> 81 R. Rosecrance, “The New Type of International Actor”, Paradoxes of European Foreign Policy, Jan Zielonka (ed.), The Hague, Kluwer Law International, 1998, s. 15- 23’ten aktaran Sjursen, “Changes to European Security”, s. 122. 2007 LĐZBON ANTLAŞMASI AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI 159 yönelik insani müdahalede bulunmasına ya da bireysel/kolektif meşru müdafaa gereklerini yerine getirme amacıyla askeri güç kullanmasına engel teşkil etmemektedir (Maull, AB’nin aslında “sivil güç” (civilian power) değil, “sivil kuvvet” (civilian force) olduğunu ortaya koymuştur). Hatta H.Maull’a göre, “sivil güçler”, uluslararası ilişkileri “uygarlaştırmak” istemeyen geleneksel büyük güçlere nazaran, bazı durumlarda askeri güç kullanmaya daha yatkın olur. Dolayısıyla “sivil güç” olmak, askeri güç kullanmamak ya da kullanamamak anlamına gelmemekte, fakat “sivil güç” konsepti, askeri gücün sadece belirli bir şekilde (kolektif bir şekilde ve uluslararası hukuka uygun bir şekilde) ve belirli amaçlara yönelik (uluslararası ilişkileri “uygarlaştırma” amacına yönelik) kullanılmasını ifade etmekte.82 Amerikalı uluslararası ilişkiler kuramcısı J. Nye, etkinliğini kuvvetten ziyade, başkalarına model olmakla gösteren “yumuşak güç” olmanın, başka “güç türlerine” ve kendi güvenlik kültürüne sahip olmama anlamına gelmediğini belirtmiştir.83 AB Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü’nün hazırladığı “Avrupa Savunması’nın Beyaz Kitabı”nda, bazı durumlarda askeri güç kullanımının, “yumuşak” güç (AB ile özdeşleştirilen) kullanımının önünü açan en iyi yöntem olduğu ileri sürülmüştür.84 “AGSP” retoriğinin kullanılmasından da, aslında Avrupalıların askeri güç kullanımına tamamen karşı olmadığı anlamı çıkmaktadır.85 Avrupa Güvenlik Stratejisi’nde görüldüğü gibi, AB askeri güç kullanılmasını tamamen dışlamamakta, fakat en son ihtimali olarak görmektedir. Ayrıca “Temel Hedef 2010” kapsamında AB Muharebe Grupları’nın oluşturulması bunun bir kanıtı olarak görülebilir.86 Kısacası, AGSP’nı geliştirmekte olan AB, “dişleri olan bir sivil güç” (civilian power with teeth) olarak nitelenebilir.87 AGSP aracılığıyla AB dışına askeri ve sivil “güç aktarımının” (power projection) yapılması amaçlanmakta. Avrupalılar önce 1991 Körfez Savaşı’nda, sonra Balkanlarda meydana gelen çatışmalarda elde ettiği tecrübelere binaen, askeri stratejilerini AB sınırları dışına müdahalede bulunma, askeri ve sivil operasyonlar düzenleme doğrultusunda değiştirmeye başlamıştır.88 Dolayısıyla, R.Kagan’ın yaptığı gibi, ABD’niın savaşçı ve erkek tabiatlı “Mars’tan”, Avrupa’nın barışçıl ve dişi tabiatlı “Venüs’ten” geldiğini ileri sürerek ikisi arasında katı ayırım 82 Maull, op. cit., s. 779- 782. Joseph Nye, “Soft power: the means to success in world politics”, Public Affairs, 2004, aktaran Paul Cornish; Geoffrey Edwards, “The strategic culture of the European Union: a progress report”, International Affairs, 2005, Vol. 81, No 4, s. 818. 84 European Defence, A proposal for White Paper, Report of an Independent Task Force, Paris, EU ĐSS, May 2004, s. 12. 85 Stephanie Anderson; Thomas R., Seitz, “European Security and Defense Policy Demystified Nation-Building and Identity in the European Union”, Armed Forces and Society, Vol. 33, No 1, October 2006, s. 29. 86 Johannes Varwick, “European Union and NATO Partnership, Competition or Rivalry?”, Kieler Analysen zur Sicherheitspolitik, Nr. 18, Juni 2006, s. 9. 87 Varwick, Ibid., s. 19. 88 Jean-Pierre Darnis et al., “Challenges for European Armaments Cooperation”, Lessons Learned from European Defence Equipment Programmes, Occasional paper No 69, Paris, EU ISS, October 2007, s. 16. 83 160 GALYM ZHUSSĐPBEK yapmak isabetli görünmemektedir.89 Şartlar iktiza ettiğinde Avrupalılar da, özellikle Đngiliz ve Fransızlar “Mars’tan geldiğini” gösterebilir, askeri güç kullanımı dahil, her türlü zorlayıcı tedbirlere başvurabilir.90 AB üyesi devletler Körfez bölgesine, BosnaHersek’e, Kosova’ya ve Afrika’daki eski sömürgelerine askeri birlikler sevk etmiştir. Hatta, Fransa ulusal savunma stratejisinin, içeriği tam olarak açıklığa kavuşturulmayan “önleyici müdahaleye” cevaz verdiği belirtilmiştir.91 ODGP Yüksek Temsilci yardımcısı görevinde bulunan kıdemli Đngiliz diplomatı R. Cooper’a göre, AB en gelişmiş “post-modern” oluşum, zira AB’de ulusal sınırlar gittikçe kalkmakta, ulus-devletler güç kullanımı konusunda sahip olduğu geleneksel yetkilerinde tavizler vermekte, dış ve iç politikalar arasında farklılıklar da gittikçe azalmaktadır.92 R.Cooper “post-modern” oluşum için “modern-öncesi” devletlere müdahalede bulunmanın hayatın bir gerçeği haline geleceğini, hatta “modern-öncesi” dünyaya müdahalede Clausewitz savaş doktrininin kullanabilir olduğunu ileri sürmüştür.93 Savunma Endüstrisi ve Silahlanma Politikası Alanlarında Đşbirliği AB üyeleri arasında savunma endüstrisi ve silahlanma politikası alanlarında bütünleşme süreci ve işbirliği büyük zorluklarla ilerlemektedir. Doğası gereği askeri ürünler ve askeri hizmetler piyasası üye devletlerin savunma ve güvenlik politikaları ile doğrudan bağlantılı, dolayısıyla savunma endüstrisi diğer sektörlere nazaran ulusal siyasi otoritelere daha fazla bağımlıdır. Silahlanma politikası, ulusal savunma politikasının önemli unsuru olması nedeniyle, AGSP kapsamına alınmamıştır.94 AB üyeleri askeri ürünlerin üretimi, ticareti ve tedarikini, ayrıca askeri hizmetler konusunu bütünleşme süreci dışında tutmuştur. Örneğin, gemi yapımı, kara sistemleri, havacılık, uzay ve elektronik sektörlerinin savunma ile ilgili kısımları AB iç pazar mevzuatına tabi değildir.95 Bu uygulama AT Antlaşması’nın 296’nci (eski 233) maddesine istinat etmektedir. 89 Roland Dannreuther, “Conclusion: Towards a Neighbourhood Strategy”, EU Foreign and Security Policy Towards a Neighbourhood Strategy, Roland, Dannreuther (ed.), NY, Routledge, 2005, s. 216. 90 Denis MacShane, “Don’t Divide. Europe and America”, The World Today, Chatham House, June 2004, s. 11. 91 “Le projet de Loi de Programmation Militaire 2003–2008”, Legislation Proposal for the Military Programme 2003–08, Paris: Ministry of Defence, aktaran: Rieker, op. cit., s. 522, 523. 92 Robert Cooper, The Breaking of Nations: Order and Chaos in the Twenty-First Century, London, Atlantic, 2003 s. 36, 37. 93 Robert Cooper, “Post-Modern Devlet ve Dünya Düzeni”, NPq-Türkiye, Cilt 1, Sayı 2, Yaz 1998, s. 12. 94 Burkard Schmitt, “Conclusion”, Between cooperation and competition: the transatlantic defence market, Chaillot Papers No 44, Burkard Schmitt (ed.), Paris, WEU ISS, January 2001 s. 129. 95 “Avrupa Birliği ve Savunma Sanayii”, Dünya, 26 Nisan 2008, s. 10. 2007 LĐZBON ANTLAŞMASI AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI 161 Son zamanlara kadar AB üyelerinin silahlanma alanındaki işbirliğini AB çerçevesi yerine, AB dışındaki oluşumlar olan Ortak Silahlanma Đşbirliği Örgütü (Organisation Conjointe de Coopération en matière d'Armement, OCCAR) ve “Niyet Mektubu” aracılığıyla geliştirmeye çalıştığı müşahade edilmiştir.96 OCCAR, AB ile yasal bağlantısı bulunmayan ve silahlanma alanında ortak projeler ve programlar yürütme amacıyla Fransa, Đngiltere, Almanya ve Đtalya’nın kurmuş olduğu bir ortaklıktır. Günümüzde OCCAR, işbirliği esasına dayalı silahlanma programlarını yönlendiren başlıca Avrupa örgütü konumundadır. OCCAR’ın bu konumunu gelecekte de koruması kuvvetle muhtemeldir.97 OCCAR üyelerinin yürütmekte olduğu en önemli programlar arasında FSAF füze (Fransa ve Đtalya arasında), Tiger helikopter (Fransa ve Almanya arasında), A400M ağır nakliye uçak (Almanya, Đngiltere, Fransa, Belçika, Đspanya, Türkiye arasında) yapımı projeleri sayılabilir.98 Güçlü savunma endüstrisine sahip olan AB üyelerinin savunma piyasasında kural olarak ulusal üreticiler hakim durumda (örneğin BAE Systems Đngiltere savunma piyasasının yaklaşık %60-80’ni kontrol etmekte), zira söz konusu üye devletler ulusal endüstriyel ve teknolojik potansiyellerini, ulusal istihdamı ve “ulusal gururlarını” korumak istemektedir.99 AB üyelerinde son yılları yaşanan özelleştirme süreci sonucunda devletin askeri endüstride rolü nispeten azalsa da, devlet bu sektörde halen başlıca rol oynamaktadır. Ayrıca AB üyelerinin silahlanma politikası ulusal yönetimlerin yetkisi altında bulunmaktadır. Dolayısıyla, Avrupa savunma piyasası bölünmüş durumda, AB üyelerinin ulusal silahlanma programları önemli ölçüde farklılaşmakta, ulusal savunma endüstrileri benzer faaliyetlerde bulunmakta, ve üretim oranları sınırlı olmasından dolayı üretim maliyetleri de yüksek olmaktadır. Avrupa’da askeri endüstri, ağırlıklı olarak (%90’dan fazlası) Fransa, Đngiltere, Almanya, Đtalya, Đspanya ve Đsveç’te yoğunlaşmıştır. Ayrıca söz konusu devletlerin payına Avrupa silahlanma harcamalarının %85’i, askeri nitelikli AR-GE’nin %98’i düşmektedir.100 Son yılları yaşanan birleşmeler sonucuda günümüzde Avrupa savunma piyasasında dört önemli oyuncu bulunmakta: Đngiliz BAE Systems, Fransız THALES, Alman, Fransız ve Đspanyol ortak EADS (European Aeronautic Defense and Space Company, Avrupa Hava Savunması ve Uzay Şirketi) ve Đtalyan Finmeccanica. Fakat Avrupa’nın en büyük şirketleri, ABD şirketleri ile karşılaştırıldığında önemli ölçüde geride kalmakta, dünyada askeri amaçlı ürünler üreten en büyük altı şirketin beşi ABD şirketidir.101 96 Burkard Schmitt, The European Union and Armaments, Chaillot Papers No 63, August 2003, Paris, EU ISS, s. 9. 97 Jean-Pierre Darnis et al., “Cooperative Lessons Learned”, Lessons Learned From European Defence Equipment Progammes, Occasional Paper No 69, Paris, EU ISS, October 2007, s. 32. 98 Schmitt, The European Union and Armaments, Ibid., s. 24, 25 99 Nannette Bühl, “The Future of the European Defence Industry”, NATO’s Nations and Partners For Peace, No V, 2004, s. 36, 40. 100 Jean-Pierre Darnis et al, “Challenges for European Armaments Cooperation”, Lessons Learned From European Defence Equipment Progammes, Occasional Paper No 69, Paris, EU ISS, October 2007, s. 26. 101 Bühl, Ibid., s. 35, 36. 162 GALYM ZHUSSĐPBEK Telif hakları konusunun çözülememiş olması, savunma endüstrisi alanda işbirliğini zorlaştırmaktadır. Sivil teknoloji alanında oluşturulmuş olan Avrupa Patent Ofisi benzeri bir kurum askeri teknoloji alanında oluşturulamamıştır. AB üyeleri arasında uluslararası nitelikte askeri AR-GE projelerini yürütmekle görevlendirilen WEAO (Western European Armament Organisation, Batı Avrupa Silahlanma Örgütü) çalışmaları başarısızlıkla sonuçlandı, zira AB üyeleri özellikle telif hakları konusunda aralarında anlaşmaya varamadıklarından dolayı, WEAO projelerine toplam Avrupa askeri AR-GE harcamalarının sadece %1 tahsis edildi.102 Avrupalılar arasında genelde AGSP’nın doğuşundan, özelde ECAP’ın (European Capabilities Action Plan, Avrupa Yetenekleri Geliştirme Eylem Planı) kabul edilmesinden sonra silahlanma politikasının en azından bazı konularını AB çerçevesine dahil etme konusunda bir uzlaşma ortaya çıkmaya başlamıştır. Buna bağlı olarak, AB üyeleri son yılları silahlanma ve savunma endüstrisi alanında işbirliği olanaklarını AB çerçevesinde görüşmeye başlamış ve bazı ortak projeler başlatmıştır. Avrupa devletlerini silahlanma alanında işbirliğine iten başlıca faktörler arasında AGSP’nın oluşturulması sonucu siyasi ortamın değişmesi; askeri ürünler üreten şirketlerin artan uluslararasılaşması; savunma bütçelerinin artmaması sonucu mevcut harcamaları tasarruflu kullanma ihtiyacının doğması sayılabilir.103 Avrupalıların savunma bütçeleri (özellikle askeri AR-GE ve teçhizat tedarikine tahsis edilen harcamalar oranı) AGSP ve NATO çerçevesinde giderilmesi taahhüt edilen yetersizlikleri gidermeye yeterli görünmemektedir. Aslında, Avrupalıların çözmesi gereken en önemli sorun olarak askeri harcamaların arttırılmasından ziyade, silahlanma alanındaki “parçalanmışlığın” giderilmesi gösterilebilir.104 AB devletlerinde benzer konularda, bir-birinden farklı çok sayıda üstelik nispeten küçük çaplı programlar yürütülmektedir. Örneğin, 2005 yılında AB üyeleri silah tedariki alanında 89 program yürüttü ve yaklaşık 26 milyar avro yatırım yaptı, fakat daha yüksek savunma bütçesine sahip ABD sadece 27 program yürüttü. Avrupa askeri harcamalarının %82’i ulusal programlara tahsis edildi. Ulusal üreticler arasındaki “parçalanmışlık” sonucu AR-GE ve üretim alanlarında hem “farklı üreticilerin aynı ürünü üretmesi” (duplication), hem farklı standartların ortaya çıkması söz konusu olmaktadır. Bu husus ise Avrupalıların “birlikte çalışabilirlik” yeteneklerini daha da düşürmektedir.105 Temmuz 2004’te Konsey’in Ortak Eylemi ile Avrupa Savunma Ajansı’nın (ASA) kurulması kararlaştırıldı. ASA’nın, AB üyelerinin kriz yönetimi alanında savunma yeteneklerini geliştirmesi; AB üyeleri arasında silahlanma alanında işbirliği sağlaması ve ilerletmesi; Avrupa savunma endüstrisi ve teknolojik temelini (tabanını) 102 Jean-Pierre Darnis et al., “Challenges for European Armaments Cooperation”, op. cit., s. 25- 27. 103 Schmitt, op. cit., s. 14, 7 Antonio Missiroli; Burkard, Schmitt, “More €uros for European Capabilities, Budgetary discipline and/or defence expenditure?”, Analysis, Paris, EU ISS, June 2002, <http://www.isseu.org/new/analysis/analy027.html> 105 Jean-Pierre Darnis et al., “Challenges for European Armaments Cooperation”, s.18. 104 2007 LĐZBON ANTLAŞMASI AVRUPA GÜVENLĐK VE SAVUNMA POLĐTĐKASI 163 güçlendirmesi; rekabet gücü yüksek Avrupa askeri amaçlı ürünler pazarını oluşturması, Avrupa askeri AR-GE ve teknolojisini güçlendirmesi öngörüldü.106 Avrupalıların silahlanma alanında (AB çerçevesinde ve AB dışında) işbirliği yaparak “Avrupa Savunma Teçhizatları Pazarı’nı” oluşturması, Avrupa savunma endüstrisinin rekabet gücünü arttırma, üye devletlerin savunma bütçelerini daha tasarruflu ve verimli kullanma ve AGSP çerçevesinde geliştirilmesi taahhüt edilen yetenekleri geliştirme açısından çok büyük önem taşımaktadır. Fakat mevcut şartlar altında AB çerçevesinde “ortak savunma pazarının” oluşma ihtimali oldukça düşüktür.107 Özetlenirse, AB üyeleri silahlanma alanında ulusal yetkileri henüz AB kurumlarına transfer etmemiş ve bu alanda ulusal politikaları sistematik bir şekilde koordine edecek mekanizmaları oluşturmamıştır. Üye devletler arasında siyasi konularda önemli engellerin varlığı, özellikle silah-üreticisi büyük devletlerin silahlanma ve savunma endüstrisi politikaları ve stratejileri arasındaki farklılıklar, silahlanma alanında işbirliği yapılmasını önemli ölçüde engellemektedir. Silahlanma alanında son yılları yapılan işbirliği girişimleri ancak bazı mütevazi sonuçlar vermiştir. ASA’na üye olan AB devletleri toplam askeri AR-GE harcamalarının sadece %12.4’nü çok-uluslu ortak programlara ayırmıştır.108 Sonuç Soğuk Savaş sonrası dönemde Atlantik-ötesi ittifaka zarar vermeksizin Avrupa’nın güvenlik alanındaki sorumluluğunu arttırma arayışları başlamıştır. Avrupalıların AB çerçevesinde geliştirmeye çalıştığı AGSP bunun en önemli sonuçlarından birisidir. AGSP, hem AB’nin ODGP’nın bir parçası hem de Avrupa dış politikasına askeri boyut kazandıran bir politikadır. Genel itibariyle, ODGP ile AGSP’nı kapsayan siyasi bütünleşme sürecinin görünür gelecekte geçilmesi olanaksız sınırlılıkları bulunmaktadır. Siyasi bütünleşmenin en büyük sınırlılığını, AB’nin yapıtaşlarını ulus-devletlerin oluşturduğu bir örgüt niteliğine sahip olması teşkil etmektedir. AB’nin bağımsız bir devletin sahip olduğu ölçüde ve nitelikte stratejik ve güvenlik kültürüne, bağımsız dış, güvenlik ve savunma politikalarına sahip olması beklenilenemez. Bu nedenle, Kurucu Antlaşmaları tadil eden ve AGSP ile ilgili hükümleri ilk defa “AB Antlaşması” metnine dahil eden 2007 Lizbon (Reform) Antlaşması, ASGP’nın niteliğini değiştirmemiştir. Lizbon Antlaşması’nda nitelikli oyçokluğu usulünün genel kural olması ve birçok konuda veto hakkının kaldırılması öngörülmesine rağmen, bazı cüzi iyileştirmeler dışında ODGP ve AGSP/OGSP’nın katı hükümetlerarası niteliğe sahip olan karar alma mekanizması ve Avrupa Parlamentosu ile Adalet Divanı’nın ODGP alanında oynadığı rolü olduğu gibi 106 “Council Joint Action 2004/551/CFSP on the Establishment of the European Defence Agency”, EU Security and Defence, Core Documents 2004, Volume V, Chaillot Papers No 75, February 2005, s. 175-180. 107 Schmitt, Between Cooperation and Competition, op.cit., s. 127. 108 Jean-Pierre Darnis et al, op. cit., s. 30 164 GALYM ZHUSSĐPBEK bırakılmıştır. AGSP’nın işleyiş mekanizması her üye devletin kendi çıkarlarını azami derecede koruyabilmesini sağlamaktadır. Dolayısıyla, Lizbon Antlaşması’nın AGSP adını OGSP olarak değiştirilmesi, “avro-iyimserliğinin” (euro-optimism) bir görüntüsü olarak kabul edilebilir. Lizbon Antlaşması’na “karşılıklı dayanışma” hükmünün konulması da AB’ni hiç bir şekilde savunma örgütüne dönüştürmemektedir. AGSP, “Büyük Avrupa’ya” değil, “AB’ne hizmet eden AB dış politikasının sınırlı bir aracı” olarak ortaya çıkmıştır.109 AB’nin bir kurumu olan Avrupa Savunma Ajansı Yürütme Kurulu’nun belirttiği gibi, askeri yetenekler AGSP çerçevesindeki kriz-yönetimi operasyonlarına ilişkin “kapsayıcı” ve “entegre” bakış açısının sadece bir kısmını teşkil etmektedir.110 Güvenliğin değer yüklü bir kavramı olması ve AB’nin uluslararası arenadaki rolünün niteliği konusunda teorik düzeyde bir uzlaşma sağlanamaması nedeniyle, AB’nin güvenlik aktörü olup-olmadığı sorusu tam olarak cevaplandırılamamıştır. Fakat, güvenlik kavramını kapsamlı bir şekilde ele alanların bakış açısına göre AB, Soğuk Savaş sonrası dönemin en önemli güvenlik aktörlerinden birisidir. AB’nin “kapsayıcı” güvenlik konsepti kolektif savunma yerine, askeri ve sivil kriz yönetimi üzerine odaklanan AGSP’da açıkça tezahür etmektedir. AB’nin ekonomik ve siyasi araçlarla istikrar sağlayan “sivil güç” olduğunu, dolayısıyla uluslararası ilişkilerin özel aktörü olduğunu ortaya koyan görüş genel kabul görmüştür. Ayrıca AB, bir “post-modern” oluşum ve “normatif” güç olarak da nitelenmiştir. Fakat “post-modern” oluşum ya da “sivil güç” olmak, askeri güç kullanmamak veya kullanamamak anlamına gelmemektedir. “Sivil güç” konsepti, askeri gücün belirli bir şekilde (uluslararası hukuka uygun) ve belirli “meşru ve yüce” amaçlara yönelik (uluslararası ilişkileri “uygarlaştırma” amacına yönelik) kullanılmasını ifade etmektedir. Diğer yandan, AGSP’nın oluşturulmasıyla AB’nin “sivil” niteliğini kaybettiği, “askeri güce” dönüştüğü yönündeki değerlendirmeler isabetli görünmemektedir. Hem Avrupa Güvenlik Stratejisi’nden, hem AAMG ve AB Muharebe Grupları’nın oluşturulmasından AB’nin askeri güç kullanımını tamamen dışlamadığı görülmektedir. AB bir bakıma “dişleri olan bir sivil güç” olarak nitelenebilir. AGSP’nın oluşturulmasıyla askeri ve sivil kuvvetler kaynağının geniş yelpazesine sahip olması, AB’ne başka Batılı örgütlerle karşılaştırıldığında önemli avantajlar sağlamakta ve ABD ile NATO’nun müdahil olmak istemediği kriz ve bölgelere müdahale etme olanakları vermektedir. 109 Dov Lynch, Russia Faces Europe, Chaillot Papers No 60, Paris, EU ISS, May 2003, s. 76 An initial long-term vision for European defence capability and capacity needs (Summary), EDA Steering Board, <http://europa.eu/scadplus/leg/en/lvb/l33238.htm> 110 ANKARA AVRUPA ÇALIŞMALARI DERGİSİ GENEL YAYIN İLKELERİ 1. Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi'ne gönderilecek olan yazılar, işlediği konuya yeni bir boyut getirecek şekilde özgün ve daha önce hiçbir yayın organında yayınlanmamış ya da yayınlanmak üzere gönderilmemiş olmalıdır. 2. Gönderilen makalelerin yayınlanmasından sonra dergi yayın kurulu tarafından uygun görüldüğü takdirde, tüm yayın hakları Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma Uygulama Merkezi’ne (ATAUM) aittir. 3. Yayınlanan makalelerden alıntı yapılması halinde kaynak belirtilmesi zorunludur. Makalelerin tamamının kullanılması derginin iznine bağlıdır. 4- Makaleler Türkçe, Almanca, Fransızca ya da İngilizce dillerinden birinde yazılabilir. 5. Sunulan makale önce derginin editörlük kıstaslarını karşılayıp karşılamadığının görülmesi için Yayın Kurulu tarafından incelenir. Kıstasları karşılayan makale hakeme gönderilir. Kıstasları karşılamayan makale, istenen düzeltmeler için yazara geri gönderilir. 6. Makale hakeme gönderildikten sonra, hakem, hakem raporu kıstasları çerçevesinde makaleyi iki ay içinde değerlendirir ve kararını gönderir. Hakem kararına göre, makale, yayınlanmaya uygun bulunabilir, makalede bazı düzeltmeler istenebilir ya da makale yayınlanmaya uygun bulunmayabilir. Bundan sonra yazar, en kısa sürede, ekinde hakem raporlu bir yazı ile karar hakkında bilgilendirilir. 7. Yayınlanan makalenin sorumluluğu yazara aittir. Makaledeki hiçbir görüş dergiye veya ATAUM’a yüklenemez. 8. Yayınlansın ya da yayınlanmasın hiçbir makale iade edilmez. 9. Yazarlar, yazılarını (makalelerini, kitaplarını vb.), 9. maddenin altındaki “Yazarlık Formu”nu eksiksiz doldurarak ve istenilen diğer belgelerle birlikte, Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayın Koordinatörlüğü 06590 Cebeci/ANKARA adresine posta yoluyla göndermeleri ve ayrıca, senemogl@education.ankara.edu.tr veya dsezgen@ankara.edu.tr adresine de elektronik posta olarak göndermeleri gerekmektedir. Eksik evrak ile gönderilen makaleler, işleme alınamamaktadır. Makale/Kitap Yayınlama ve Yazar Formu üzerine tıklayarak indirebilirsiniz. 165 10- Yazılar/makaleler, Microsoft Word programında, Times New Roman karakterinde yazılacaktır. Satır aralığı 1,5 olmalıdır. Metin için 12 punto, dipnotlar için 10 punto kullanılacaktır. 11. Makale, dipnotlar dahil 6.000 ila 10.000 kelime arasında olmalıdır. 12. Kitap incelemeleri 1500-2000 kelime arasında olmalıdır. 13. Olay incelemeleri dipnotlar dahil 3000-5000 kelime arasında olmalıdır. 14. Makale, Türkçe dilinde yazılmışsa Türkçe ve İngilizce özet ve anahtar kelime, Yayın Kurulu tarafından kabul edilen başka bir dilde (İngilizce, Almanca, Fransızca) yazılmışsa, Türkçe ve yazıldığı dilde özet ve anahtar kelime eklenmelidir. Özetlerin her birinde ortalama 125’er kelime olmalı, anahtar kelimeler ise 5’er adedi geçmemelidir. 15. Makalelerde en fazla üçlü altbaşlık sistemi kullanılacaktır. İlk altbaşlık koyu, ikinci altbaşlık koyu ve italik yazılmalıdır. Üçüncü altbaşlık sadece italik olmalıdır. Altbaşlıklarda harf ya da rakam kullanılmamalıdır. 16. Makale içinde çift tırnak kullanılmalıdır. 17- Makalenin yazılmasında kullanılan kaynakçaya ilk atıf, dipnot yazım ilkelerinde belirtilen örnekler çerçevesinde yapılacaktır. Makalenin sonraki sayfalarında, aynı kaynağa yapılan atıflarda ise yazarın soyadı ile Ibid., op.cit. vb. Latince terimler kullanılacaktır. “Dipnot Yazım İlkeleri”ne üzerine tıklayarak ulaşabilirsiniz. 18- Yayınlanan makalelerin yazarlarına ilgili mevzuat çerçevesinde telif ücreti ödenecektir. 19- Yayınlanan makalelerin 10 adet tıpkı basım ve 1 adet dergi yazara ücretsiz olarak verilecektir. 166 THE GENERAL PUBLICATION PRINCIPLES OF THE ANKARA REVIEW OF EUROPEAN STUDIES 1. All papers sent to the journal should be original enough as they will bring a new dimension to the topic in which they study and should not have been published or presented to the editorial board of other publications in any kind. 2. If presented paper’s publication is approved by the Review’s Editorial Board, the Ankara University ATAUM holds all publication rights of the paper. 3. Any other publication and paper that have used some parts of papers published in the Ankara Review of European Studies as quotations should give the source paper of these quotations in their bibliography. The complete usage of paper is a subject to the permission of the review. 4. The language of papers to be presented to the review could be in Turkish, English, French and German. 5. Presented paper will first be reviewed by the editorial board to see whether the paper meets the editorial criterias of the review. The paper that meets the criterias will be sent to the referee. Paper that do not meet the criterias will be sent back to the author for the requested corrections. 6. After the sending of the paper to the referee, the referee will asses the paper in the framework of the terms of referee report and send his decision about the paper within two months. In the referee’s decision, the paper may be found eligible to the publication or some corrections may be requested on the paper or the paper may be found ineligible for the publication. Then the author is immediately informed about the decision in writing with a copy of referee report. 7. The responsibility of the published papers belongs to the authors. All opinions in the papers can not be ascribed to the review or ATAUM 8. All papers either published or not are not returned. 9. Authors who would like to sent their papers, books, etc. to ATAUM for the publication assessment should fill up “The Author Form” and send it with other requested document with their papers or books etc. by post to the following address: Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayın Koordinatörlüğü 06590 Cebeci /ANKARA. They should also e-mail the form, requested documents and their papers or books etc. to one of the following e-mail addresses: senemogl@education.ankara.edu.tr or dsezgen@ankara.edu.tr . All applications with incomplete document will not be admitted. 167 Please click on “The Author Form” 10. Papers should be written in one of the Windows for Word programmes with a 1.5 line matter and in the Times New Roman character. The size of the letters will be 12 points, for the text and 10 points, for the foot notes. 11. The total words at the paper including the foot notes should be between 6000 and 10.000 words. 12. The total words in the book reviews should be between 1500 and 2000 words. 13. The total words in the case studies should be between 3000 and 5000 words. 14. If the paper is written in Turkish, abstract and keywords a Turkish abstract and key words and also an abstract and key words in the original language of the paper should be added to the paper. Each abstract should comprise 125 words in average and the number of key words both in Turkish and in original language should not be more than 5 words. 15. In the papers, maximum three subtitle system will be used. The first subtitle should be bold the second subtitle should be bold and italic and the third subtitle should be italic in character. Letters or numbers should not be used in the subtitle. 16. Quotation marks should be used in the paper. 17. In the first quotations for the bibliography used in the preparation of the papers, a foot note procedure will be used in the framework of the Footnote Writing Principles. In the following pages if the quotation is made to the same bibliography, the family name of the author and terms in latin such as Ibid., op.cit,etc. will be used. All quotations to the sources used in the writing of the paper will be made through footnotes procedure in the framework of the examples given in the footnote writing principles link. You may download “Footnote Writing Principles” 18. Copy right priced will be paid to the author in the framework of the reliated legistation. 19. The author will be given 10 (ten) blue print of his/her paper separately and also 1 (one) review that his/her paper has been published free of charge. 168 ANKARA AVRUPA ÇALIŞMALARI DERGİSİ DİPNOT YAZIM İLKELERİ A-TEK YAZARLI KİTAP YA DA MAKALE i-Kitap: Çağrı Erhan, Türk-Amerikan İlişkilerinin Tarihsel Kökenleri, Ankara, İmge Kitabevi, 2001, s. 55. ii-Makale: Gökhan Çetinsaya, “Essential Friends and Natural Enemıes: The Hıstorıc Roots of Turkish-Iranian Relations”, Middle East Review of International Affairs, Cilt 7, No3, 2003, s. 116-132. B-İKİ YAZARLI KİTAP YA DA MAKALE i-Kitap: Gülten Kazgan ve Natalya Ulçenko, Dünden Bugüne Türkiye ve Rusya, İstanbul, Bilgi, 2003, s. 32. ii-Makale: Thomas G. Mahnken ve James R. FitzSimonds, “Revolutionary Ambivalance: Understanding Officer Attitudes Toward Transformation”, International Security, Cilt 28, No 2 ,2003, s.122-135. C-ÜÇTEN FAZLA YAZARLI KİTAP YA DA MAKALE i-Kitap: Mehmet Gönlübol et al, Olaylarla Türk Dış Politikası, 1919-1995, Ankara Siyasal Kitabevi, 1996, s. 129. ii-Makale: David Dranove et al., “Is More Information Better? The Effects of “Report Cards” on Health Care Providers”, Journal of Political Economy, Cilt 11, No 3, 2003, s. 25. D- KİTAPTA MAKALE Joseph Turow, “A Mass Communication Perspective on Entertainment Industries”, James Curan ve Michael Gurevitch (der.), Mass Media and Society, Londra, Edward Arnold, 1991, s. 160-167. E- GAZETE YAZISI Yazarı Belli Gazete Yazısı Hasan Cemal, “Fiyasko ve Çıkış Yolu”, Milliyet, 18 Aralık 2003, s. 7. 169 Yazarı belli olmayan gazete yazıları: “Başbakan Washington Yolcusu”, Cumhuriyet, 22 Aralık 2003, s. 8. Yazarı belli olmayan resmi ya da özel yayınlar, raporlar vb. Enerji Teknolojileri Politikası Çalışma Grubu Raporu, Ankara, TÜBITAK, Mayıs 1998, s. 35. ARŞİV BELGELERİ Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Başbakanlık Hususi Kalem, 33218, 10 Aralık 1943. İNTERNETTEN ALINAN KAYNAKLAR Mustafa Aydın, “ABD Dünyadan Ne İstiyor”, 23 Mart 2003, <http://www.haberanaliz.comldetay.php?detayid=325> (19 Aralık 2003), s. 1. YÜKSEK LİSANS-DOKTORA TEZLERİ Mustafa Pulat, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası: Türkiye’nin Avrupa Savunmasındaki Geleceği, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2002, s. 10. SÖYLEŞİ İlber Ortaylı, Ankara, 10 Ekim 2003, kişisel görüşme. 170 REVIEW OF EUROPEAN STUDIES FOOT NOTE ORTHOGRAPHY PRINCIPLES A – FOR A BOOK OR A PAPER WITH ONE AUTHOR i – For a Book : Author, Title of book, Location, Publisher, Year, p. …. . ii – For a Paper : Author, “Title of article”, Title of book, Location, Publisher, Year, p. …. . B - FOR A BOOK OR A PAPER WITH TWO AUTHORS i – For a Book : Author, Author, Title of book, Location, Publisher, Year, p. …. . ii – For a Paper : Author, Author, “Title of article”, Title of book, Location, Publisher, Year, p. …. . C - FOR A BOOK OR A PAPER WITH THREE OR MORE THAN THREE AUTHORS i – For a Book : Author, et al, Title of book, Location, Publisher, Year, p. …. . ii – For a Paper : Author, et al, “Title of article”, Title of book, Location, Publisher, Year, p. …. . Ç – FOR A PAPER IN A BOOK Author, “Title of article”, Author of book ed., Title of book, Location, Publisher, Year, p. …. . D – FOR AN ARTICLE ON A NEWSPAPER With Author or Without Author, ‘Title of article’, Title of Magazine, Day Month Year, p. .. . E – FOR AN OFFICIAL OR FOR A SPECIAL ARTICLES OR REPORTS WITHOUT AN AUTHOR Title of article or report, Location, Publisher, Year, p. …. . F – FOR A ARCHIVAL DOCUMENT Title of document, Number of the document, Day Month Year. 171 G – FOR THE BIBLIOGRAPHY DOWNLOADED FROM THE INTERNET Author “Title of article”, <addres of the webpage>, (Retrieved Day Month), p. … . H – FOR A GRADUATE AND FOR A DOCTORATE THESIS Author, Title of thesis, Thesis type, Location, Year, p. …. . I – INTERVIEW Author, Location, thesis, Day Month Year, interview 172 ANKARA ÜNİVERSİTESİ AVRUPA TOPLULUKLARI ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ MÜDÜRLÜĞÜ MAKALE/KİTAP YAYINLAMA VE YAZAR FORMU ANKARA ÜNİVERSİTESİ AVRUPA TOPLULUKLARI ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ MÜDÜRLÜĞÜNE Merkezinizin Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisinde/Merkezinizce yayınlanmasını istediğim “……………......................................................................…… ……………………………………………….…….” başlıklı makalemin/kitabımın, bütün sayfalarını paraflı ve son sayfasını da imzalı bir şekilde dilekçem ekinde sunuyorum. Makalemin/kitabımın bütün sorumluluğu tarafıma aittir. Makalemi/kitabımı başka bir yerde yayınlatmadım ve yayınlanmak üzere göndermedim. Makalemdeki/kitabımdaki görüşlerin dergiyi ya da Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürlüğünü bağlamadığı konusunda bilgilendirildim. Makalem (yayınlanacak kitap için yazarlık ücreti ödenmemektedir) yayınlandığı takdirde, adıma tahakkuk edecek yazarlık ücretinin .......................................................... Bankası ................................................. Şubesi …………………………………………. nolu hesabıma yatırılması için gereğini saygılarımla arz ederim. ........./........./200...... ............................................... (Ad, Soyad, İmza) EKLER : 1- Makale/Kitap (1 adet-……………. sayfa) 2- İngilizce ve Türkçe Özet Çıktısı (1’er adet) ve İngilizce Adı 3- Makalenin/Kitabın tamamı ile İngilizce ve Türkçe Özetin (Makale verenler için) İçinde Bulunduğu CD (1 adet) Anahtar Kelimeler (Türkçe) :.......................................................................................... Anahtar Kelimeler (İngilizce) :................................…………………………................ Vergi Kimlik Numarası ve Dairesi .................................................................................. T.C.(Nüfus Cüzdanı) Kimlik Numarası : ....................................................................... Bağlı Olduğu Kurum/Birim :…………………………………………………………... Adres:.................................................................................................................................. …………………................................................................................................................. Telefon: Ev:................................................... İş :............................................................... Fax :................................................ E-posta:...........................@...................... Makalenin/Kitabın Kelime ve Sayfa Sayısı :………...….. Kelime, ……………. Sayfa 173 ANKARA UNIVERSITY EUROPEAN UNION RESEARCH CENTRE PAPER/BOOK PUBLICATION AND AUTORSHIP FORM TO THE ANKARA UNIVERSITY EUROPEAN UNION RESEARCH CENTRE DIRECTORATE I present my application form with my enclosed paper/book that I have initialed all pages and signed the last page entitled “………………………………………………………..………………………………… …………………………………………………………………………………………… ………………………………………………………..” that I request to publish at your Center’s academic periodical publication titled Ankara Review of European Studies. I have the all responsibility of my paper/book. I did not publish my paper/book at another publication firm/house and I did not send it to another publication firm/house to publish. I am fully acknowledged that all opinions at my paper/book can not be acribed to the review or ATAUM If my paper (is not paid for book) is published, I ask to do my autorship payment to my account number ………………………………………………………. at the ……………… Branch of …………………………………………………….Bank. ........./........./200...... ................................................ (Name, Surname, Signature) ENCLOSED : 1- Paper/Book (1 copy-……………. pages) 2- English and Turkish Summary Output (1 copy in each language) 3- One CD should consist of English and Turkish summary of paper (for paper) and full text of the paper/book Keywords (in Turkish) :.................................................................................................... Keywords (in English) :..................................................................................................... Turkish Identity Card Number or Passport Number : ................................................. Tax Identity Number and Tax Office : ........................................................................... Employer Institution :……..……………………………………………………………. Address: …......................................................................................................................... …………………................................................................................................................. Telephone: Home:................................................. Work :............................................... Fax :................................................ E-Mail:...........................@...................... Word and Page number of paper/book :…….……….. Word, …...………. Page 174