Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Temmuz-Ağustos 2010
Transkript
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Temmuz-Ağustos 2010
Afsad’ın ücretsiz yayınıdır. Kontrast Fotoğraf Dergisi Sayı 18/ Temmuz - Ağustos 2010 4 Zamansız Fotoğraflar • 5 Usta İşi • 6 Yorum Şule Tüzül/Kitaplık Özlem Eser • 7 İMece İlker Maga • 8 Portre Fotoğrafçılığı Tuğrul Çakar • 9 f/64 Özcan Yurdalan • 10 Söyleşi Necmettin Külahçı• 14 Dosya Konusu Fotoğrafın Büyüsü • 21 Konuk Yazar Mesut Gümüşlüoğlu • 22 Söyleşi Ali Alışır • 27 İnce Elek Altan Bal • 28 Yol Notları Ceyda Taşdelen • 30 Bu Fotoğraf Nasıl Çekildi? İbrahim Göğer • 31 Fotoğrafta Farklı Uygulamalar Özlem Eser/ Yurt Dışı Haberler Özlem Dağ ana sponsorluğunda yayımlanmaktadır. Kontrast Başlarken... Merhaba, İster tatil amacıyla ister fotoğraf çekmek üzere özellikle programlanmış olsun, yaz günleri biz fotoğrafçılar için sıklıkla yollara düşülen günlerdir. Makineler bu sıcak günlerde ağırlık yapsa da, kan ter içinde aşılmaya çalışılan bir yol malzemelerin ağırlığı ile iyiden iyiye zorlaşmış olsa da yine de vazgeçilmezdir bizler için. Bir büyü müdür bizleri böylesine fotoğrafa bağlayan ya da belki bir sihir… Yaz kış demeden makineleri sırtımıza, omzumuza, boynumuza asarak yolları aşıyorsak; boş vakitlerimizin neredeyse tamamını makinemizle haşır neşir olarak, ona zaman ayırarak geçiriyorsak, bunun bir nedeni olmalı değil mi? Bu sayımızda sizler için “Fotoğrafta sihir-büyü nerede?” diye sorduk, soruşturduk, kafa yorduk. Sevgili Nergis Akıncı, yaptığı araştırmalar ve fotoğrafçı dostlarımızın yanıtlarıyla hazırladığı dosya konusunda, cevaba ulaşabilmek adına geçmişten günümüze ilginç bir fotoğraf yolculuğuna çıkartacak bizleri. Mesut Gümüşlüoğlu ise konuk yazar olarak dosya konumuza kendi bakış açısıyla katkıda bulundu; ona da desteği için çok teşekkür ediyoruz. Bu sayımızda üç yeni bölümümüzle karşınıza çıkıyoruz. Sevgili Elçin Polat tarafından hazırlanan “Zamansız Fotoğraflar” bölümü, bundan yıllar öncesinde çekilmiş, teknikleri, görsel yeterlilikleri ve anlatım güçleriyle eskimeyen fotoğrafları karşınıza çıkaracak. “Usta İşi” bölümünde ise Sevgili Özlem Dağ, her sayıda, ismi hafızalara kazınmış bir fotoğrafçı ve ona bu unvanı getirmiş olan fotoğraflarından birisini ele alacak. Bir diğer bölümümüz ise özellikle yeniliğe meraklı, son dönem eğilimlerine ilgi gösteren fotoğrafçılar için hazırlandı: “Fotoğrafta Farklı Uygulamalar”. Dünya çapında yaşanan gelişmeler, yeni çekim ve baskı metodları Sevgili Özlem Eser’in keyifli yazılarıyla her sayı sizlerle buluşacak. Yeniliklerimizin dışında dergimizin değerli köşe yazarları da birbirlerinden ilginç konularda yazmaya ve fotoğraf dünyası adına önemli konulara parmak basmaya devam ediyorlar. Özcan Yurdalan bu sayımızda belgesel fotoğrafın tüketilen bir alan hâline gelmemesi için alınması gereken önlemleri ve özen gösterilmesi gereken noktaları işaret ederken, İlker Maga, elinde fotoğraf makinesi olan, ânı görüntülemek adına çantasından sürekli makinesini çıkaran kişilere fotoğrafçı denmeli mi, sorusuna yanıt arıyor. Altan Bal ise geçen sayımızda başladığı “Fotoğrafta Biçim” konusunda bu sayımızda da beyin fırtınası yapmaya devam ediyor. Dönüşümlü bölümlerimizden “Bu Fotoğraf Nasıl Çekildi?”nin bu sayıdaki yazarı “Polaroid Transfer” dosyasıyla İbrahim Göğer. Pek çoğumuzun haşır neşir olamadığı ya da bugüne kadar aklımıza gelmemiş olan polaroid transferin nasıl yapıldığına dair detaylı açıklamaların yer aldığı bu dosyadan memnun kalacağınıza eminim. Fotoğraf dallarının bu sayıdaki konuğu ise Tuğrul Çakar ve elbette ki “Portre Fotoğrafı”. Herkes portre çeker ya da çektiğini sanar ama Tuğrul Çakar’ın kaleminden ve tecrübesinden çıkan bu yazıdan sonra çektiğiniz fotoğraflara bir defa daha bakma ihtiyacı duyabilirsiniz. Sohbet bölümlerimizde ise bu sayımızda çok değerli iki ismi daha ağırlamanın keyfini yaşıyoruz. Gerçek bir doğasever ve Anadolu âşığı olan, daha küçücük yaşında fotoğraf makinesini eline alan ve bir daha da hiç düşürmeyen sevgili hocamız Necmettin Külahçı, her zamanki mütevazılığı ve paylaşımcı yapısıyla tadına doyulmaz bir röportaja daha imza atıyor. Diğer sohbet konuğumuz ise alışılmadık tarzı ve gerçeküstü fotoğraflarıyla bir anda adını Türk fotoğraf camiasında bilinen isimler arasına yazdıran Ali Alışır. Kapak fotoğrafımızın da sahibi olan Ali Alışır, projelendirdiği dosya konularında fotoğrafla konuşan, anlatmak istediklerine bu dille yoğunlaşabilen, genç ama örnek alınması gereken bir isim. Işığın bol olduğu yaz günlerini fotoğraf adına verimli geçirmeniz dileğiyle… AFSAD Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Adına Sahibi Gökhan BULUT Yayın Yönetmeni (Sorumlu Müdür) Ceyda TAŞDELEN Yayın Yönetmeni Yardımcısı Şule TÜZÜL Grafik Tasarım Levent ÇAĞIN Özlem DAĞ Editörler Şirin AYDIN Kamuran FEYZİOĞLU Editör Yardımcıları Elçin POLAT Özlem ESER Özlem DAĞ Katkıda Bulunanlar Nergis AKINCI Reklam ve Abone Sorumlusu Ufuk DURUMAN Yayın Kurulu Ceyda Taşdelen, Şule Tüzül, Şirin Aydın Kamuran Feyzioğlu, Ufuk Duruman Yönetim Yeri (Dergi İletişim) AFSAD – Büklüm Sok. No: 22/11 Kavaklıdere – Ankara Tel: 0312 4172115 Faks: 0312 4172116 GSM: 0533 7388208 www.kontrastdergi.com www.afsad.org.tr kontrast@afsad.org.tr İki ayda bir yayımlanır. Baskı: Mattek Matbaacılık Basım Yayın Tanıtım San. Tic. Ltd. Sti. Adres: Adakale Sok. 32/37 Kızılay - Ankara Tel: 0312 433 2310 Basım Tarihi: 01.07.2010 Yayın Türü: Bölgesel Süreli ISSN: 1304-1134 Kapak Fotoğrafı: Ali Alışır (Dönüşüm Serisi) Ceyda Taşdelen Yayın Yönetmeni Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan; yazı, makale, fotoğraf, karikatür, illüstürasyon, vb.’nin, elektronik ortamlar da dahil olmak üzere, kullanım hakları AFSAD (Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği)’a ve/veya eser sahiplerine aittir. İzin almaksızın, hangi dilde ve hangi ortamda olursa olsun, materyalin tamamının ya da bir bölümünün kullanılması yasaktır. Kontrast “Doğada bulunan canlıları fotoğraflarken, çoğu zaman her şey istediğiniz gibi olmaz. Bazen ışık istediğiniz gibi değildir, bazen rüzgâr size müsaade etmez, bazen de fotoğraflamaya çalıştığınız canlı sürekli sizden kaçar. Bu fotoğrafta ise her şey istediğim gibi oldu. Aynı dalın üzerinde, türün farklı iki rengi ve bir sohbet edası…” M. Ergün Turan: 1972, Ankara doğumlu. Sigortacılık sektöründe faaliyet gösteren bir şirketin sahibi. Fotoğrafla çok önceleri tanışmasına rağmen, 2002 yılında ilk SLR makinesini almasıyla birlikte fotoğrafa olan ilgisi bir kat daha artar. Aynı sene içerisinde AFSAD’la tanışarak “Doğa” ve “Kuş Fotoğrafçılığı” atölyelerinde çalışmalar yapar. Makro fotoğrafa olan ilgisi, son zamanlarda kuş fotoğraflarına doğru ivme kazanmıştır. Halen AFSAD üyesi... Hafta sonlarını, binaların arasında ve şehir gürültüsünde değil, doğanın bin bir güzelliği içerisinde, kuş sesleri ve böcek vızıltıları ile geçirmeyi her zaman tercih etmektedir. Doğada bugün gördüğü tüm güzellikleri gelecek nesillerin de görmesi, en büyük dileği... Kontrast Zamansız Fotoğraflar Günümüz fotoğrafçılığından söz ederken, kaçınılmaz olarak değinilen konuların belki de en üst sırasında, fotoğraf düzenleme programları yer alıyor. Kimi için olmazsa olmaz olarak görülen bu programlar, bir başkası için fotoğrafın ruhuna zarar veren bir uygulama olarak görülebiliyor. Her yeni uygulama gibi, bu programların da, belli gereksinimleri karşılama fikriyle yola çıktığını söylemek mümkün. Bir şeyin gereksinim olarak değerlendirilebilmesi için, önce varolan durumun sınırlarına temas etmek gerekiyor. Sonra da gereksinim olarak gördüklerine Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Temmuz-Ağustos 2010 HAZIRLAYAN: ELÇİN POLAT ulaşmak için, bu sınırları aşma çabasına giriyor insanoğlu. 1948 yılında, Philippe Halsman tarafından çekilmiş olan “Atomic Dali” adlı fotoğrafa baktığımızda, insanoğlunun sınırları zorlama güdüsünden bir kez daha etkilenmemek elde değil. Ortada ne bir bilgisayar programı var ne de saniyede bilmem kaç kare çeken bir fotoğraf makinesi. Fotoğrafın hikâyesine gelirsek; Dali ve Halsman, fotoğrafın içeriğini belirledikten sonra, Halsman’ın stüdyosunda altı saatlik bir çalışma ile 28 kare fotoğraf çekilir. Fotoğrafta görülen şövale ve tablo, iplerle tavana tutturulur. Sandalyeyi, Halsman’ın eşi Yvonne tutar, asistanlar ise kedileri ve suyu havaya fırlatır. Fotoğrafçı saymaya başlar; üçe geldiğinde, kediler ile su fırlatılır, dörtte ise Dalí zıplar ve Halsman fotoğrafı çeker. Halsman bu çekim hakkında şunları söyler: “Ben ve asistanlarım ıslanmış, kirlenmiş ve neredeyse tamamen tükenmiştik; sadece kediler hâlâ yeni gibi görünüyordu.” Halsman, çektiği bu fotoğraf üzerinde, karanlık odada çeşitli değişiklikler yapar: Cisimleri tutan ipleri yok eder; sol kenarı keserek sandalyeyi tutan eşinin elini ve suyu fırlatan asistanı dışarıda bırakır. Yaptığı en büyük değişikliklerden biri, çekim sırasında boş olan şövale üzerine, Dalí’nin ikinci bir tablosunu yerleştirmesidir. Halsman, boş şövaleyi tablo ile doldurmasına rağmen, cismin yerdeki gölgesini değiştirmez. Bu çalışmaya baktığımızda, fotoğrafa müdahalenin çok eskiden beri var olduğunu görebiliyoruz. Belki de asıl mesele özgünlük meselesi. Wittgenstein şöyle söylüyor: “Kişinin özgünlüğe sahip olabilmesi için yalan söylemiyor olması yeterlidir.” Kontrast Usta İşi EUGENE SMITH (1918-1978) “TUTKU” “Büyüleyici. Gerekli olan her şeye sahip... Dram ve duyguyu çağrıştırıyor. Heyecan verici. Delicesine sanatsal, çok saf ve resimsel bir bakış açısı. Bir insan olarak imkânsız; çünkü kendinden çok emin ve eğer istediğini yapmasına izin vermezseniz çok öfkeli.” diye tanımlıyor onu editör David Scherman. Smith’in de kendini yerleştirdiği yer bundan pek farklı değil: Fotoğrafın tam kalbine dalmak. Gordon Parks, Smith’in içinde müthiş bir insan sevgisi olduğunu ve bunun da iyi bir fotoğraf çekmek için olması gereken temel şey olduğunu vurguluyor. 2. Dünya Savaşı’ndan 1970’lerde son foto-röportajı olan Minamata Projesi’ne dek Smith; fotoğrafçının fotoğrafları, alt yazıları, başlıkları ve bunların sergilenmesi üzerinde- HAZIRLAYAN: ÖZLEM DAĞ ki editöryal kontrol hakkını savunmuştur. Smith, bir fotoğrafı oluşturmadan önce, dikkatli bir biçimde nesnesi üzerinde çalışması ile ünlü bir isimdi. Bu özenli çalışması için “Ben, kaydeden ve yorumcu, işine bağlı gazetecinin olguları ve yaratıcı sanatçının şiiri ve edebiyatı gerekli kılan olguları arasında kalan duruş içindeyim.” demişti. Fotoğrafçı olarak Smith’in bu duruşu fotoğraflarına yansıtması, özenli ve dikkatli çalışmanın dinamiklerini kaçınılmaz bir biçimde gerekli kılmaktadır. Smith’in çalışma yönteminin temelinde, fotoğraflarını üretirken kendisine özgürlük sağlayacak yeterli bir çalışma uzamı yaratmasıdır. Smith, hangi konuyu seçerse seçsin o konuyu, fotoğraf makinesini ve kendisini aynı potada eritmeyi başarabilmiştir. 1945 Nisan’ındaki ilk hücumda bir Japon şarapneli yüzünü ve ağzını parçaladıktan sonra, 1946 yılında, evinin arkasında yürüyen iki çocuğun fotoğrafını çekene kadar eline fotoğraf makinesi almadı. “Cennetin Bahçesine Yürüyüş” adını verdiği bu fotoğraf, insanoğlunun depresyon ve savaşın karanlığından özlenen çıkışının bir sembolü oldu. 1971’de Smith ve fotoğrafçı eşi Aileen Miroko, Minamata’daki köylerden birine taşındılar. Kıyı balıkçılığının yapıldığı bu yerleşim yerinde, bir kimya şirketinin suya cıva karıştırması nedeniyle yerel yiyecek kaynakları zehirlenmiş ve çeşitli hastalıklar başgöstermişti. Buradaki fotoğrafta kör, dilsiz ve uzuvları deformasyona uğramış olarak doğan Tomoko Uemura, annesi tarafından banyo yaptırılırken görüntülenmiştir. Bu, birçokları tarafından çevrenin insanoğlu tarafından tahrip edilmesi konusunda dünyayı ayağa kaldıran ilk fotoğraf olarak kabul edilmektedir. Peki, aşağıdaki fotoğrafın sizde uyandırdığı duygu nedir? Lütfen, görüş ve düşüncelerinizi usta.isi@gmail.com adresine göndererek bizimle paylaşın. Kontrast Yorum Yorum: Şule TÜZÜL Fotoğraf: FÜSUN SAKA VEDA “Beni sevmediğin zamanlarda alıştım susmaya” Emre Aydın Oysa sözcükler tam da bir kedi mırıltısının içinden çıkıp geliyor gibiydi. Eskiden de böyle miydi hatırlamıyorum; yani belki de sadece kedilere güveniyordum o zamanlarda da. Ama aslında her şeyi şimdi farketmiş gibiyim… Nasıl kendim olmaktan vazgeçtiğimi şimdi hatırladım… Şimdi? Önceyi ve sonrayı bir daha asla biraraya gelmeyecek gibi kesen kaç –şimdi- yaşar insan? Biriktirdiklerin bir gün mutlaka terk eder seni. İki kere ikinin dört ettiği yaşamlarda önce ve sonra yoktur. Şimdi de olmaz… Çünkü iki kere iki hep dört eder. İki kere ikinin dört etmediği yaşamlara aittir şimdi… Her sonun yeni bir başlangıcı vardır gibi kandırmacaları vardır ya yaşamın… Önce sözcükler… Önce hep onlar terk eder… Sonra fotoğraflar… Sonra dostlar birer birer… Sandıkların ve sanrıların… Arabesk bir hikâyenin, tam ortasına düşmenin vehameti gibidir kabullenilmeyen sızlanmalar… Ama şimdi sızlanma da yok… Biraz önce bir kapı çaldı. Açtım. “Pardon tanıyamadım.” Yüzüme baktı, “Şefkat?” dedi. İçimden bir ses “Sadece kedilere…” dedi. Duyulmadı… Yahut anlaşılmadı… Vedalar başlangıçlara ihtiyaç duyar. Başlamamış bir hikâyeye veda edemezsin. Ve hikâyeler sadece ŞİMDİ başlar… Şimdi… Kendimi hatırladım… Belki bir kedi duyar diye “Merhaba” dedim… Merhaba… Kitaplık Hazırlayan: ÖZLEM ESER BÜYÜYEN FOTOĞRAF KÜÇÜLEN SOSYOLOJİ SERKAN DORA 19. yüzyıl, yeniliklerin ve “yeni”lerin yüzyılıdır. Yeni düşünce düzenlerinin, yeni yaşam biçimlerinin, bilgi alanları ve bilimlerdeki yeni düzenlemelerin ve teknolojik üretimlerin yüzyılı… Fotoğraf ve sosyoloji, Sanayi Devrimi ve yeni modernleşme süreciyle özdeşleşmiş, yeni toplum düzeninin en parlak bilgi alanlarından ikisi olarak tarihe damga vurmuşlardır. “Gerçek”, sosyolojinin ve fotoğrafın en önemli ortak kavramlarından biridir. Sürekli değişen gerçeğin peşindeki bu iki alan, aynı yıllarda doğar, büyür ve birbirlerini besleyerek gelişim süreçlerine devam ederler. Bu süreç içerisinde gerçekliğin varoluşu, fotoğraf ve sosyolojiyi oluşturan dinamikler sürekli hareket hâlindedir. Serkan Dora, “Büyüyen Fotoğraf Küçülen Sosyoloji” adlı kitabında, birlikte doğan ve gelişen bu iki disiplini; tarihçeleri, gelişim süreçleri, değişen düşünce ve sanat ortamlarındaki yerleri, kuramları ile karşılaştırmalı olarak ve neden, nasıl, niçin Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Temmuz-Ağustos 2010 sorularına cevaplar arayarak ele alıyor. Sosyolog, fotoğrafçı ve eğitmen kimliği, yazarın ele aldığı bu iki alana bilimsel, kültürel ve eleştirel yaklaşımında büyük bir başarı sağlamasına yardımcı oluyor. “Küçülen Sosyoloji” tanımlaması ile Serkan Dora, makro bilim olarak yola çıkan sosyolojinin, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, parça üzerinde yoğunlaşma ve uzmanlaşma metodundan dolayı mikro parçalara ayrılmasına ve kapitalizme eleştirel bir gönderme yapar. Kapitalizm ve parçalanma Dora’nın deyimiyle sosyolojide küçülmeye yol açarken, fotoğrafın etkisini büyütür. Fotoğrafın imgeler dünyasındaki önemi, güçlü bir ifade aracı olması, gündelik yaşamdan sanata, bilimden siyasete kadar yaşamın içindeki her alanda ve farklı gerçeklik düzlemlerinde giderek artan etkinliği gibi ayrıntılar fotoğrafın yükselen gücünü gösterir. Bilgi edinme, araştırma ve düşünme sürecinde sosyologlar, fotoğrafçılar, araştırmacılar ve öğrenciler için temel kaynak niteliğinde bir kitap “Büyüyen Fotoğraf Küçülen Sosyoloji”. Kontrast İlker Maga İMece bulmuyoruz. İNSANIN YENİ DOĞAL REFLEKSİ VE FOTOĞRAF MAKİNESİ NE ZAMAN YERİNDEN ÇIKARILIR? İnsan şarkı söyler; keyifli anlarında, üzerinde pek düşünmeden, doğallaşan bir insan refleksi olarak... Ya da çizer... İnsan yazıyı kullanır; bazen bir satır, bazen bir şiir ya da bir deneme yazar. Sadece duygularını takip eder insan; üzerinde derin derin düşünmeden; içinden gelen seslere kulak verir ve buna belki eşlik edecek, belki de dile getirecek bir form arar. Türkü, şarkı mırıldanmak, çizmek, yazmak insanın kendi duygularını ifade ettiği formlar. Belli bir algı düzeyine ulaşmış, olmazsa olmaz temel insanlık özelliklerine sahip insanda olması gereken formlar... İnsan fotoğraf da çeker... Fotoğraf makinesini yerinden çıkarır ve istenen kare belli bir cisme kaydedilir. Duygularını takip ederek, üzerinde çok da düşünmeden… Tıpkı şarkı söylemek, çizmek ve yazmak gibi... Fotoğraf çekmek, tıpkı diğer formlar gibi otomatik, doğal bir refleks oldu. Fotoğraf çekmek, insanın otomatikleşen “doğal” reflekslerinden biri artık... Bu refleksi, insanın “yeni” doğal kazanımları arasında sayabiliriz. Görmek, insanın üzerinde her zaman etkiliydi. İnsan beyninin üçte birini gözün ve onunla ilgili alanın kapladığı dikkate alınırsa, insanın görebildiği gerçek görüntüleri tespit edebilmek için fotoğraf makinesinin icadını ve onun demokratikleşmesini beklediği öne sürülebilir. Ama... Ama ile başlayan bölümler genellikle ondan önce anlatılanların üstünden ezerek geçer. Burada “ama”nın bu türden bir olumsuz amacı yok. Keyif anlarında türkü, şarkı mırıldanan her insana müzisyen demiyoruz. İlkokulda ya da herhangi bir şekilde bir müzik aleti çalmayı öğrenen herkese de müzisyen demiyoruz. Bir fikri, bir duyguyu ya da benzer bir şeyi yazı formunda kâğıda geçiren herkese şair, yazar da diyemiyoruz. Aynı durum kâğıt üzerine bir şeyler çiziktiren, resim yapan insan için de geçerli; bunlara çizer, ressam sıfatını hemen uygun Yazı yazmak, en azından çizginin temel özelliklerini bilmek, yani çizmek, bir şekilde müzikle ilgilenmek gibi fotoğraf çekmek de günümüz insanın temel özelliklerinden biri oldu. Her çizene, müzik yapana, yazana; çizer, müzisyen, yazar denmediği gibi her fotoğraf çekene fotoğrafçı ya da fotoğraf sanatçısı da denmemelidir. İnsan, yaptığı, yapmaya çalıştığı, kısaca denediği her şey değildir. İnsan, ne olduğunu ancak ortaya koyacağı işlerle gösterebilir. Diğer anlatım formlarında olduğu gibi fotoğraf için de geçerli bu durum. Fotoğraf, bir araç; bir anlatım, ifade aracı. Hemen her alanda, hemen her gün karşılaştığımız ve karşılaşmaktan kaçamadığımız gibi, anlamayan anlatamaz. Anlamak ise, anlamak niyetinden bağımsız, ancak sağlam bir temelle mümkündür. Anlatmak isteyen, seçtiği anlatım formuna her açıdan hâkim olabilmek zorundadır. Yani... Yani, fotoğrafçı olmak isteyen birine fotoğraf makinesinden önce temel lazımdır. Dünyada milyonlarca keman, gitar vb. enstrüman var ama bir o kadar müzisyen, virtüoz yok. Bu, fotoğraf için de geçerli. *** Dijitalleşme, fotoğrafın yaygınlaşmasını sağladığı kadar onun bayağılaşmasına da neden oldu. Bir konser ya da “ilginç” bulunan herhangi bir görüntüyle karşılaşıldığında, hızla fotoğraf makineleri yerinden çıkarılıyor ve adeta film çeker gibi aralıksız düğmeye basılıyor. Oysa fotoğrafın sırrını çözen hemen herkesin bildiği gibi, aralıksız fotoğraf çeken kişi, kendinden emin olmayan ve ne çekmek istediğini bilmeyen insandır. Ayrıca sürekli fotoğraf çekmek, insanın görme konsantrasyonunu da bozar ve yorar. Ne istediğini bilmeyen ise sadece boş görüntü elde eder. Fotoğraf makinesi, bir oyuncak değil, “ilginç” anlar karşısında insanlara yöneltilen ve sürekli açık bırakılan bir silâh hiç değil, bir araçtır. Gerektiğinde yerinden çıkarılır, insanları rahatsız etmeden görüntü elde edilir ve işi bittiğinde yerine konur. Fotoğraf makinesinin yerinden çıkarılıp göz hizasına getirilmesinin arkasında ise hümanist bir kaygı olmalıdır. Fotoğrafın modern insanın doğal reflekslerinden biri olmasını bir insanlık kazanımı saymalı ama beraberinde getirdiği tuzaklara dikkat etmeli. Her mırıldanan, müzisyen değildir… Kontrast Portre Fotoğrafçılığı “Fotoğrafınız çekildiği zaman objektife bakmışsanız, kaç kişi ile göz göze gelebileceğinizi düşündünüz mü hiç? Ne gariptir değil mi? O kâğıt parçasını hangi yöne çevirirseniz çevirin, size bakar o gözler. Sizin kâğıt yüzeyi görebildiğiniz her yerden, her açıdan onlar da sizi görebilirler. Sanki konuldukları yerden izlerler sizi. Ve hep yaşadıkları o an parçasının içinden bakarlar size. Fotoğraf makinesi yalnızca size bakan gözleri taşımaz kâğıda. Gözlerinizin o anda söylediği her şeyi birlikte taşır. Sevgi ile bakmışsanız objektife, artık hep sevgi olursunuz size bakanlar için. Hüzün varsa gözlerinizde o an, artık hep hüzün taşırsınız başka gözlere. Umutla mı baktınız objektife? Artık o fotoğrafınız umutsuz olamaz. Bazen de soru sorar gözleriniz. Artık hep soru olur o fotoğrafınız. Ve bir zaman sonra siz, ölüm olsanız bile umut, ölüm olsanız bile sevgi, ölüm olsanız bile hüzün, ölüm olsanız bile soru olursunuz hep. Artık o fotoğrafınızda ölüm olamazsınız.”[1] Bulunuşundan hemen sonra fotoğrafa yerleşen portre geleneğinin resimden esinlenme yolu ile başladığını yazmama gerek var mı, bilmiyorum. Ancak, ışık bilgisinin, renk uyumunun, dengenin, ritmin kullanımının resimdeki örneklerini yeniden anımsadığımızda, tüm bunları günümüzde artık kolayca uygulanan ve ne yazık fotoğraf sanatı adına tüketime sunulan – kuş kondurma- marifetleri ile karşılaştırdığımızda, böyle bir cümle ile yazıya girmek çok da yanlış olmasa gerek. Belki de yanlış olan, ne yazık birçoğumuzun yaptığı gibi, portre ressamlarının, tarihin tozundan sıyrılıp günümüze kadar önemini kaybetmeden ulaşan işlerini göremeden, onlar üzerinde fotoğraf diliyle bir yorumlama yapamadan, onlara verilen emeğin gücünü fark etmeden, teknolojiye sığınıp portre fotoğrafı yapmaya soyunmak olmalı. Gezi otobüsünün mola verdiği zaman parçasına sığınıp, olabildiğince çok koyun çobanı, olabildiğince çok çocuk, nine, dede görüntüsü toplamak, sonra yazıcı deliklerinden sanat yapıtı dökülmesini beklemek, sonra da dökülenlerin yarattığı görüntü kirliliğinin içinden çıkıp, fotoğraf sanatı adına boy göstermeye çalışmak, olsa olsa o sanata zarar vermek olur. Çünkü fotoğraf, (sanatsal kaygılarla yapılmaya çalışılan fotoğraf), orada olanı alıp buraya getirmek değildir. O işi haber fotoğrafının ustaları zaten yapıyorlar. Hayranlıkla izliyoruz. Fotoğraf, kolay olduğu için zordur. Fotoğrafı bir ifade biçimi olarak seçmişseniz, yaptığınız fotoğrafın içinde hissedilebilir olmanız gerekir. Fotoğrafı sanata taşımak, deklanşör eskitmekle olmuyor tabii ki. Vizörün arkasında bir sanatçının varlığı ile mümkün olabiliyor. Onlar, fotoğraf sanatına yeni bir şeyler indirebilmek için dağlara tırmanmıyorlar. Boyunlarında asılı duran ve her an başka bir yöne çevirdikleri fotoğraf makineleri yok. Neyi, nasıl anlatabilirim diye düşünüyorlar. Bulduklarında ise bazen bir kalem, bazen bir fırça, bazen bir fotoğraf makinesi; düşlerini hayata geçirebiliyor. Ölümün fotoğrafı mezarlıkta aranmaz. Onlar bunu biliyorlar. Fotoğraf: Pınar Turgut Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Temmuz-Ağustos 2010 yazı: TUĞRUL ÇAKAR Fotoğraflar: AFSAD Portre Atölyesİ Öğrencİlerİ Fotoğraf: Turgay Orgun Fotoğrafı bir hobi olarak yapmak sizi mutlu etse bile, insanların tüketimine sunmak, sorumluluğu beraberinde getiren bir davranış biçimi olsa gerek. Çağımız insanının, görüntü kirliliğinde boğulmamak için kıyıya ulaşmaya çabaladığı günümüzde, o selin içine birkaç damla daha atarak alkış beklentisi içine girmek, bir anlamda yaptığınız işe olan saygınızın azaldığını da akla getirebilir. Hele hele fotoğraflarınıza gelecek alkışları sürekli olarak ortalıkta dolaşıp akıl dağıtan Güzin Abla’lardan, Güzin Amca’lardan bekliyorsanız, işiniz daha da zordur. Kendinize olan güveninizi yitirebilirsiniz. Sizi anlatabilen fotoğraf, başkalarından öğrendiğiniz kurallarla oluşmaz. Sizin kurallarınızla oluşur. Portre fotoğrafı genelde insan yüzünü hedefler ve o yüzü fotoğraflamak, ışık bilgisinin, teknik bilginin yanı sıra ön hazırlık gerektirir. Bunu sağlayabilmek için fotoğraflayacağınız insanla iletişim kurmanız gerektiğini söylememe gerek yok sanırım. Fotoğraf, konuşabilmenin sessiz yolu ise, o yüz önce size sonra da izleyiciye öyküsünü anlatabilmelidir. Sürekli olarak fotoğrafınızın yanında olup onu seslendiremeyeceğiniz için fotoğrafınızın susmaması, kendisini savunabilmesi gerekecektir. Bunun yolu da kaba saptamalardan, mola fotoğraflarından geçmiyor. Fotoğrafını çekeceğiniz insanı anlatabilmeniz için onu önce sizin anlayabilmeniz gerekir. Onun, kendisi olabildiği an parçalarını izleyebilmeniz gerekir. Bunun için de sadece fotoğrafçı olmak yeterli değildir. Fotoğrafçının gözlemleme gücü, zaman zaman bilginin de önüne geçebilmelidir. Buraya kadar yazdıklarımdan, yapılan ya da çekilen fotoğrafın mutlaka paylaşılması gerektiği gibi bir yorum çıkarılabilir. Oysa fotoğrafçı, yaşadığı ve fotoğrafladığı bir an parçasını başka gözlerden kaçırmayı da seçebilir. Görüntünün kendisine ifade ettiği duygu yükünün başka gözlerde hafifletilmesine göz yummayabilir. İyi niyetle de olsa (ki her zaman olmuyor) yapılacak yorumların, kendi yorumlamalarından uzak kalacağı kuşkusuyla fotoğrafını paylaşmaktan korkabilir. Çoğu zaman bu, fotoğrafçının çantasında fotoğrafları ile başka gözlerin dolaşmasından, sonra da afallayıp aklının karışmasından daha tutarlı bir sonuç getirecektir. İnsanın kendisi ile barışık olabilme olgusu, başkalarının övgüleri ile gerçekleşmemelidir. “Öyle büyük, öyle beyaz bir fotoğrafını yapmalıyım ki yalnızlığın, hiç kimse içinde beni, hiç kimse içinde yalnızlığımı görmemeli. Yalnız ben ve benim fotoğrafım anlamalıyız birbirimizi.”[2] Bu düşünceler içinde, yazımı şöyle bitirmem uygun olacak sanırım: Fotoğraflarınızla söyleyecek, anlatacak bir şeyiniz var mı? Yoksa neden fotoğraf çekiyorsunuz? Dipnotlar: 1. Tuğrul Çakar/Akşamüstü Yine Hüzün/Konuşmayan Fotoğraf/İmge Kitabevi Yayınları/Nisan 2000 2. Tuğrul Çakar/Akşamüstü Yine Hüzün/Dört Fotoğraf ya da Tanıdık Bir Öykü / İmge Kitabevi Yayınları/Nisan 2000 Kontrast Özcan Yurdalan f/64 NE MÜNASEBET BELGESEL Fotoğraf denilen şey, dünyada bu kadar yaygın kullanıldığına göre ve giderek kablosuz telefon gibi zamane teknolojisinin araçlarıyla birleşerek daha hızlı ve daha çevik hâle geldiğine göre, öyle bir çırpıda izah edilemeyecek birtakım hikmetleri olsa gerek. Öyle böyle değil; sanatsal ihtiyaçları karşılamak, hatıra kaydı tutmak, boş vakit değerlendirmek, tüketim toplumu davranışlarına uygun olmak gibi bir dolu ihtiyaç kalemi sıralayabiliriz. Hatta fotoğrafın geniş biçimde kullanıldığı zamanlarda doğan günümüz gençleri, fotoğrafsız bir hayatı tasavvur bile edemezler. İster fotoğraf üreterek isterse objektiflere maruz kalarak fark etmez, fotoğrafla âlâkasızlık diye bir şey söz konusu değil artık. Yani üç beş cümle, fotoğrafın bunca yaygın ve etkili kullanımını tek başına izaha yetmiyor. Olaya baştan başlayıp “nedir?” diye sormak lazım. “Fotoğraf, yaratıcılık sergilemenin, görmenin ve göstermenin yeni araçlarından biridir,” denebilir; ancak bu saikle üretilmiş çalışmalarda, yani “salt fotoğraf” ya da “doğrudan fotoğraf”la ortaya çıkarılmış “eserler”de ciddi bir kifayetsizlik hâli görünüyor. Defalarca tekrarlanmış, kullanılmaktan hayli yıpranmış, çarpıcılığını çoktan yitirmiş biçimci fotoğraf anlayışıyla ortaya çıkan “sanatsal fotoğraflar”ın hayli arkaik bir görsel algının biçimlediği sanat anlayışının tezahürleri olduğunu düşünüyorum. Fotoğrafla yapılan sanat, günümüzde diğer sanat alanlarından farklı mecralarda ilerlemiyor kuşkusuz. Farklı teknik araçların, başka sanatsal disiplinlerin bir araya geldiği hatta bir bütün olarak ele alındığı sanatsal yaratıcılık ürünlerinden söz ediyoruz artık. Fotoğrafın da içinde olduğu bu sanat ürünlerinin, sunulduğu ortamla birlikte ortaya çıkardığı etki ve sanatsal algı tartışılıyor günümüzde. Malum, eserlerin sunulduğu mekanlar, galeriler, sanatçının ürününü öne çıkaran edilgen ya da en azından nötr birer ortam değil artık. Tıpkı fotoğrafın “soylu sanatlar”dan biri olmadığı gibi; dolayısıyla “seçkin sanatçıların” meşgalesi sayılamayacağı gibi... Neyse ki böyle. Bir hayli dipnota ve şerhe açık olan bu mevzuları Kontrast’ın bir sayfasında toparlamaya çalışırken bir başka ortamda daha geniş tartışma fırsatı bulacağımıza güveniyorum. Ayrıca bütün bunları söylerken, “salt fotoğraf”la sanat yapmanın, onu yapana verdiği hazzı ihmal etmiyorum. Yeni kölelik düzeni içinde ücret karşılığı mesaili çalışan tüketim toplumu insanının fırsat buldukça ya da canı istedikçe veya denk geldikçe çektiği fotoğraflar sayesinde “yaratıcılık ihtiyacı”nı karşıladığını sanarak taze bir soluk alması çok değerlidir biliyorum. Hiç itirazım yok. Ancak standart yaklaşımları, ezberlenmiş biçimsel ögeleri, klişeleri tekrarlayarak ortaya çıkarılan fotoğraflar sayesinde toplanan iltifatlar, herhangi bir ciddiyeti ve saygınlığı bulunmayan yarışmalarda alınan ödüller, şu fani dünyadan nasiplenmek adına insana iyi gelse de, sanatçılık kategorisinde bir mevki vehmetse de fotoğraf denilen mevzuyu bu çerçevede algılamak haksızlık olur sanırım. O nedenle “fotoğraf” adının geçtiği her yerde zihnimiz, Türkiye’de fotoğrafın yaygın önkabulleriyle ortaya çıkan “sanat”a dair kategorilerin çekmecesini açmasa iyi olur. Fotoğraf, görünen dünyayı, fotoğrafçının kararlarına uygun biçimde iki boyutlu düzlem üstüne kaydetme işidir. Fotoğrafçı kendisi tarafından anlaşılmış gerçeğin kaydını yaptığı kadar izlenimlerinin de kaydını gerçekleştirir. Hatta fotoğrafçının dış dünyaya dair çektiği her fotoğraf, aslında kendi iç dünyasının fotoğrafıdır diyenler de bulunur. Bütün bunlarla birlikte fotoğrafçının ortaya çıkardığı fotoğraf ile ressamın ortaya çıkardığı resim arasındaki tek benzerlik, her ikisinin de iki boyutlu olmasıdır. Bundan başka herhangi bir ilişkileri yoktur. İnsanın görsel algısının, karşısına çıkan her iki boyutlu sureti resimsi okumayla estetik-yaratıcılık-sanatsal değer gibi içsel irdelemelere tabi tuttuğunu düşünmek, fotoğrafik görüntünün doğasına, yapısına ve insan aklının farkları ayırdedebilme kapasitesine haksızlık etmektir. Yeryüzünde şimdiye kadar icat edilen suret kayıt araçlarının arasında, doğrudan nesneden yansıyan ışığı durağan görüntü hâline getirebilen tek araç fotoğraftır malum. Zaten bu yüzden fotoğrafçının tanıklığına ilk elde duyulan güven, fotoğrafın belgesel olarak yaygın kullanımını da beraberinde getirdi. Tam buradan başlayarak konuyu maksadımız etrafında toparlayacak olursak belgesel fotoğrafa dair bir parantez açmak gerekecek. Kuşkusuz belgesel çalışan fotoğrafçının görünen gerçekle nasıl bir ilişki kurduğu ve onu gösterme biçimi, başlı başına bir mevzudur. Belgeselcinin sahip olması gereken etik duruş, toplumsal ve insani sorumluluk, siyasal bilinç gibi bir dolu vasıfla birlikte, çekilen fotoğrafların nasıl değerlendirileceği de ayrıca önem taşır. Belgesel fotoğraf son yıllarda masraf edip pahalı kameralar alarak, fotoğraf kursu görerek, derneklerde çalışarak fotoğrafla biraz daha haşır neşir olmaya başlayan çok sayıda fotoğrafçının ilgisini çekiyor. Açıktır ki giderek artan bu ilgi, aynı hızla silinip gitme tehlikesiyle karşı karşıya. Olmaz değil, Türkiye’de fotoğraf tipik bir orta sınıf meşgalesi olarak sıkça bu tür gelgitleri, moda eğilimleri yaşadı. Kısa bir süre öncesine kadar yaygın olan “gezi fotoğrafçılığı” mesela, hakkı verilmeden, önemi fark edilmeden, içi boşaltılarak bir tarafa itiliveren fotoğrafın önemli alanlarından biri oldu. Normaldir, üstüne söz kurulmayan, kuramla desteklenmeyen, ekseni tartışılmayan, biçimsel ögelere indirgenerek içeriği ihmal edilen her alan geçici heveslerin nesnesi oluverir. Kimsenin de diyecek sözü kalmaz. Belgesel fotoğrafın başına benzer bir durum gelmemesi için bu alanda beklentilerin ortaya konulması, emeklerin doğru mecralarda akması önemli sanırım. Eskiden Beypazarı’na, Doğu Anadolu’ya, Karadeniz’e çekim gezisine çıkarak kompozisyon kurallarına uygun fotoğraflar ortaya çıkarmak yerine şimdi sanayi sitelerine, kentsel dönüşüm bölgelerine ya da gecekondu mahallerine belgesel çalışmaya gitmek arasında bir fark bulunmalı kuşkusuz. Fotoğrafın çeşitli uygulama alanlarında fotoğrafçının sahip olduğu teknik donanımdan zihinsel donanıma kadar bir dizi farklılığa özen gösterilmeden yapılan çalışmalar, belgesel çalışan fotoğrafçıyı ya sloganların- klişelerin görsel kaydını tutmak durumunda bırakır ya da günümüzün arazlarından “sosyal sorumluluk” ödevini yerine getiren orta sınıftan huzurlu vatandaş duygusunu tazeler. Başka bir işe yaramaz. Galiba mesele, hangi saikle belgesel fotoğrafa ihtiyaç duyduğumuza dair bir karara varmaktan geçiyor. Neden belgesel fotoğraf? Bir anlatma, iletme, zaten bildiğini kanıtlama aracı olarak mı, yoksa bir anlama biçimi olarak mı? Çocukluğumuzdan beri çarklarından geçerken aklımızda ve ruhumuzda onulmaz yaralar açan eğitim-öğretim sisteminin zihnimize kazıdığı cevapları tekrarlamak için mi belgesel fotoğraf, yoksa hayatta sahiden ve hiç değilse birkaç sahici soruya sahip olabilmek için mi? Ne için belgesel fotoğraf? Dogmatik bir zihin ve onun ürünlerinin görsel ifadesi için mi, yoksa analitik bir zihnin yaratıcı görüntüleri, estetik yapıları, sanatsal değerleri için mi? Kontrast Röportaj: Kamuran feyzİoğlu Fotoğraflar: necmettİn külahçı Söyleşi BİR ANADOLU ÂŞIĞI: NECMETTİN KÜLAHÇI Necmettin Külahçı, memleketi olan Elazığ’da başladığı fotoğraf serüvenini, okumak için geldiği Ankara’da Şinasi Barutçu ile devam ettirmiş. İstatistik mezunu ama bu mesleği hiç yapmamış. Gelen ziyaretçilerini mütevazı kişiliği ile karşıladığı stüdyosunda, Tanıtım ve Reklam Fotoğrafçılığı yapıyor. Fotoğrafları ve hoş sohbetiyle ağırlıyor beni de. Hem fotoğraf hem doğa konusunda sahip olduğu bir ömürlük donanım ile ailesindeki bireyleri de nasıl etkilediğini konuşma sırasında anlıyorum; doktor olan damadı için “Neyse ki o da hem doğa âşığı, hem de fotoğrafla ilgileniyor” demesiyle çerçeve tamamlanıyor. Deneyimleriyle çevresini beslediği kadar, çevresinden de hâlâ beslendiğini anlıyorsunuz. Geçtiğimiz günlerde Elazığ’da, yeğeninin öncülüğünde, fotoğraf derneği kurmak için ilk girişimlerde bulunulmuş; bununla nasıl gurur duyduğunu, gözlerine baktığınızda anlıyorsunuz. Bilgiyi paylaşmakta çok cömert olan hocamızla yaptığımız keyifli sohbetin ardından, aşağıda sizin de zevkle okuyacağınızı düşündüğüm bu söyleşi çıktı. Varlığı ve fotoğraflarıyla zaman içinde güzel bir yolculuğa davet etmiyor mu? Usuldendir, sizi tanıyarak başlayabilir miyiz ve fotoğrafta geldiğiniz noktada kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Daha ilkokul öğrencisiyken, tatil dönemlerinde çalışıp meslek öğrenmek için aile büyüklerim tarafından önüme konulan seçenekler; terzilik, berberlik, demircilik meslekleriydi. 1948 yılında, Elazığ’da Fotokar isimli atölyesi olan, rahmetle andığım Emin Kızılkan’ın yanında işe başladım. Fotoğrafçı Emin Bey’in son derece titiz, araştırmacı bir tutumu vardı ve beni karanlık odasından çekimlere kadar her konuda eğitti. Böylece fotoğraf seçeneğini çocukluk yıllarımda yakalamış oldum. 1952 yılında ben de Ankara’ya geldim. Bir müddet Emin Bey’in yanında çalıştım. Ankara’da Şinasi Barutçu 10 ile tanıştım. Şinasi Barutçu ile tanışmam, benim için dönüm noktası oldu. Barutçu, Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı “Öğretici Filmler Merkezi”ni kurdu ve beni yanına aldı. Şinasi Hoca’mla beraberliğimiz yedi yıl sürmüştür. Bu beraberlik benim meslek yaşantımın övünç kaynağıdır. 1958’e kadar MEB Öğretici Filmler Merkezi’nde görev yaptıktan sonra, 1958’de askere gittim. İki yıl askerlik döneminden sonra 1960’da Foto Balin adı altında kendi stüdyomu kurdum. Kurduğum stüdyomda, Ankara’da hiçbir fotoğrafhanenin yapamadığı işleri yaptım. 15x20, 25x30 metre boyutunda S/B fotoğraflar yaptım. Orman Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, İş Bankası dahil birçok kurumla çalıştım. 1966’da, profesyonel olarak Ankara’da ilk renkli fotoğrafı ben yaptım zannediyorum. İstanbul Ordu Evi’nin maketinin 50x60 ebatlı fotoğraflarını yaptım. Renkli baskıda bu boyutlar ilkti ve çok ilgi çekmişti. O dönemlerde bu baskılarımla çok takdir toplamıştım. Ticari olarak birçok mimar ve mühendisin maket, inşaat, ürün vs. çekimlerini yapma fırsatım oldu. Hem profesyonel hem de amatör ruhumla fotoğraf, hayatımın her evresinde hâlâ var ve hâlâ çalışmaya devam ediyorum… Kendimi kısaca bir fotoğraf tutkunu, bir doğacı olarak tanımlayabilirim… Aslında, Anadolu âşığıyım… En gidilmez köşelerine “Sanatçı sİyasİdİr ve bİr duruşu vardır. Bu ülkede, her tür yıkıma, olumsuzluğa, yaptıklarınızla başkaldırmanız beklenİr. Belgeleme yapmak, zaten başlı başına bir sİyasi duruştur. Ben geçmİşten günümüze 60 yıldır, doğanın yok olmasına ve her tür yıkıma, plansızlıklara ve bu güzelİm ülkenİn yanlış sİyasetçİlerİ İle gün geçtİkçe daha çok güzellİklerİnİ, kültürünü kaybetmesİne tanık oldum. Doğayı, kültürü yok etmek, sİyasİ bİr olaydır.” Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Temmuz-Ağustos 2010 Kontrast Gidilen yerin halkıyla sohbet etmek, kültürlerini öğrenmek ve bunları fotoğraflamak da doğanın bir parçası bence. Öyle zengin bir coğrafyadayız ki belgesel fotoğraf çekmek, her fotoğrafçının yapması gereken bir şey… gidebilmek için yıllardır bu cennet yurdu dolaşıyorum… Dolaşmaya da devam edeceğim… Aynı zamanda Türkiye’nin etkin doğa derneklerinden olan DASK’ın kurucu üyesisiniz. Uzun yıllar fotoğrafla ilgileniyor olmanız nedeniyle bir tarzınız var dersek, Necmettin Külahçı için bir doğa fotoğrafçısı diyebilir miyiz? İlk olarak Değerli hocam Şinasi Barutçu’dan bahsetmek isterim; onun “doğa”ya olan tutkusunu biraz açmakta yarar görmekteyim. 1940’larda, Anadolu’yu bisikletle dolaştığını ve ülkemizin doğasının, kültürünün çok farklı olduğunu, başka hiçbir ülkede bu doğal güzelliklerin bulunmadığını anlatırdı. İşte, Anadolu’yu keşfetme ve doğa tutkusu, öncelikle hocamın bana mirasıdır. Onunla ilk olarak Cilo Sat Dağları’na gitmekle, doğayı ve Anadolu kültürünü, insanını tanıma fırsatı buldum ve yaşantıma koydum. Sonraki yıllarda, 1986 yılında Ziraat Fakültesi öğretim üyesi olan Yücel Aşkın’la tanıştım… Dağcılık, mağaracılık ve diğer doğa sporları ile uğraşan değerli dostum Aşkın’la birlikte bir grup doğasever 1989 yılında DASK’ı (Doğa Araştırmaları Sporları ve Kurtarma Derneği) kurduk. DASK o günlerde yaptığı çalışmalarla doğa ve doğa sporlarına ilgi duyulmasını sağladı. Doğa tanıma gezileri, Köprülü Kanyon geçişi, TRT ile yapılan belgeseller, sergiler, saydam gösterileri; ilgiyi doğa ve doğa sporlarına çekti. Anadolu’nun belgelenmesini amaçlayan DOGAY (Doğada Görüntü Avcılığı Yarışması), fotosafarinin ilk örneğini DASK DOGAY’da gerçekleştirdi. Bunun yanı sıra ADAM (Anadolu Dağ Maratonu) ile de eğitici bir etkinlik yaparak, doğa sporcularının ve gençlerin doğada yön bulma becerilerini geliştirecek bir ilke daha imza attı. Birçok gönüllü üyemizle birlikte her yıl bu iki etkinliği yapabilmek için canla başla çalışıyoruz. Evet, fotoğrafın her dalında çalışmayı seviyorum ama öncelikle doğa fotoğrafçısıyım… Ne yazık ki dünya ile paralel giden ve örtüşen bir fotoğrafçılıktan, özellikle günümüz Türkiye’si için, söz etmek mümkün değil. Yıllarınızı fotoğrafçılığa adamış bir yetkin olarak, günümüz dünya ve Türkiye fotoğrafçılığı için neler düşünüyorsunuz? Benim bilgisayar teknolojisi ile tanışmam ve bunu yaşantıma koymam epeyce zor oldu tabii… Şimdilerde, dünyada neler oluyor, kim ne yapmış, sergiler, yazılar, artık bir tuşla elinizin altında… Önceleri, örneğin bir Ansel Adams’ın kitabını elde edebilmek için elli yere sipariş vererek getirtmek ve görebilmek bizi zorluyordu. Gazetede bir fotoğrafı görmek, hatta onları kesip saklamak, “işte fotoğraf böyle çekilir” demek, dünyayı ve yapılanları görmek ancak bu şekilde mümkün oluyordu… Bu anlamda dünyada olup bitenleri yeni yeni takip edebiliyorum. Şu anda yeni kuşak çok şanslı; kendilerini geliştirme şansları ve inanılmaz olanakları var. Ben çok da geri kaldığımızı düşünmüyorum. Şimdilerde inanılmaz güzel çalışmalar ve projelere imza atan bir nesil görüyorum. Tabii daha çok yayınlaşarak ve sergilerle bizim neler yaptığımızı da dünyaya anlatmalı… Şu an kullandığınız makine nedir? 60 yılınızı bu işe vermiş birisi olarak sehpalı makinelerle bu işe başladığınız anlaşılıyor. Teknoloji bugün bambaşka bir noktada. Bu nimetlerden ne kadar faydalanıyorsunuz? Ben iki yıl öncesine kadar saydam film çekmeye devam ediyordum. Hâlâ özlem içindeyim ama teknoloji bizi de kendine uydurdu. Tabii inanılmaz kolaylıklar sunduğu da bir gerçek. Ânında fotoğrafınızı görebilmek büyük nimet. Şimdi Nikon D200 ve Nikon D300 kullanıyorum. Gel gör ki, makineyi de yeni yeni öğrendim. Sadece enstantene ve diyafram ayarı yok artık. Menüden elli tane ayar yapıp çekme işini hâlâ yapamıyorum. Yani slayt çeker gibi çekmeye çalışıyorum. Hâlâ slaytın verdiği keyfi ne yazık bulabildiğim söylenemez. Artık Photoshop bilgisi vs. de gündeme gelince biraz zorlanıyorum tabii ki… Fotoğraf yolculuğunuzun başında hedeflediğiniz noktalara bu gün ulaşmış olduğunuzu düşünüyor musunuz ve bundan sonra yapmak istedikleriniz neler? 11 Kontrast olma noktasında… Artık köylerde genç kalmamış. Gençler kendi topraklarında değil, şehirlerde, ezilmiş, eğitimsiz ve kentliliğe özenir hâlde… Çarpık kentleşme, arazilerin bir sürü yandaşa peşkeş çekilmesi sayesinde ormanlarımızı, göllerimizi, bir dolu endemik habitatı da kaybeder olduk. Erozyon ve doğanın yıkımı hat safhada… İşte bunları geçmişten günümüze fotoğraflayıp, “önceden böyleydi, bak şimdi ne hâlde” demek içimi sızlatıyor. Yıllar önce gördüğüm bir güzelliğin yok olmasını görmek beni kahreder oldu. Bu zengin doğa - insan - kültür mozaiğinin, birlikte daha güzele gitmesi gerekirken, yanlış siyaset ve siyasetçiler yüzünden bugün çocuklarımıza ancak fotoğraflarını bırakır olduk… Bir dönem belgesel de çalışmışsınız; o dönem ve belgesel fotoğraf konusundaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz? Hedeflediğim noktada tabii ki değilim. Böyle bir sanatın içinde olup, değişimleri görüp, daha iyisi için çalışmak zaten hedefinizi hep yukarı çeker. Bence hedeflediğim yerdeyim demek, insanı gelişmekten de alıkoyar. Bundan sonra fotoğraflarımı yayın hâline getirmek ve yeni yeni projeler için yine çalışmak isterim. Fotoğraf ve siyaset konusundaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz? Sanatçı siyasidir ve bir duruşu vardır. Bu ülkede, her tür yıkıma, olumsuzluğa, yaptıklarınızla başkaldırmanız beklenir. Belgeleme yapmak, zaten başlı başına bir siyasi duruştur. Ben geçmişten günümüze 60 yıldır, doğanın yok olmasına ve her tür yıkıma, plansızlıklara ve bu güzelim ülkenin yanlış siyasetçileri ile gün geçtikçe daha çok güzelliklerini, kültürünü kaybetmesine tanık oldum. Doğayı, kültürü yok etmek, siyasi bir olaydır. Anadolu’yu hâlâ dolaşıyorum; köylü artık ne yapacağını bilmez hâlde, tarım yok 12 Anadolu’yu dolaşırken, sadece doğa fotoğrafı çekmedim tabii ki… Gidilen yerin halkıyla sohbet etmek, kültürlerini öğrenmek ve bunları fotoğraflamak da doğanın bir parçası bence. Öyle zengin bir coğrafyadayız ki belgesel fotoğraf çekmek, her fotoğrafçının yapması gereken bir şey. Hele günümüzde fotoğraf derneklerinin belgesel atölyelerinin çoğalması ve proje bazlı çalışmaları, bana fotoğraf adına inanılmaz keyif ve umut vermekte. “İyİ fotoğrafçı, doğaya ve çevresİne saygılıdır. Doğada İse, yok etme pahasına fotoğraf çekmez. Çektİğİ yaşam İse, İnsanlarla İLetİşİmİ İyİdİr; karşısındakİnİ rencİde etme pahasına fotoğraf çekmez. Öncelİkle dostluk kurmayı ve çektİğİ karenİn sadece bİr obje olmadığınI düşünür.” Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Temmuz-Ağustos 2010 Kontrast Dijital dönemle birlikte, “Dijital Sanat” başlığı altında, fotoğraflar photoshop’la yeniden yaratılıyor; yani fotoğraf bilgisayarla yapılıyor. Bu çalışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz? Önceleri bunu anlamakta güçlük çekiyordum ve “Bu fotoğraf mı, nedir?” diye sorgulayıp durdum. Şimdi yapılan çalışmalara bakıyorum; hepsi için değil ama yeniden bir şey yaratan, bir anlamı ve düşünceyi veren, sorgulatan çalışmaları beğeniyorum. Tabii buna fotoğraf diyebilir miyiz, bu benim için hâlâ tartışılır. Ama bu tür çalışmaların güzel örneklerini görünce de “Helal olsun; güzel düşünüp yapmış.” diyorum. Bu doğrultuda fotoğrafın tanımının zamanla değiştiğini ve değişeceğini söyleyebilir miyiz? Fotoğrafın tanımı aslında açık ve bence değişmez ama bu tür çalışmalara ne denir onu bilmiyorum. Ben hâlâ buna fotoğraf diyemiyorum. Olmaz, bu fotoğrafta yapılamaz da demiyorum. Sadece tanımları, terminolojileri farklı olmalı bence. Fotoğraf yarışmalarına bakış açınızı öğrenebilir miyiz? Son yıllarda çok sayıda fotoğraf yarışması olmaya başladı. Bir kısmına jüri üyesi olarak da katıldım. Bence yarışmalar da fotoğrafı ve fotoğrafçıyı geliştiren bir etkinlik. Ama bunun amacı, ne için yapıldığı çok önemli… İnsanlar fotoğraf üretiyor ve bunu bir takım insanların beğenilerine sunuyor. Seçilen fotoğrafların kalitesi, iyiyi kötüden ayırıyor. Bu da aslında fotoğrafçıyı geliştiriyor. Bir fotoğrafta olmazsa olmazlar sizin için nedir? Tabii ki öncelik kompozisyonu diyebilirim. Işık ölçümü ve pozlanması da önemli tabii ama en önemlisi, fotoğrafın bir şey anlatmasıdır. Doğa ise çektiğiniz kare, içinde olmayı istetecek kadar güzel olmalı; belgesel ise, fotoğraf size o duyguyu tam anlatmalı. Aslında çok zor bir soru; her farklı fotoğrafın olmazsa olmazları vardır. İyi ve kötü fotoğrafı nasıl tanımlarsınız? İyi fotoğraf akılda kalır; o kare hep gözünüzün önündedir. Kötü fotoğrafı anımsamazsınız bile… Peki, iyi bir fotoğrafçı nasıl olmalıdır? İyi fotoğrafçı, doğaya ve çevresine saygılıdır. Doğada ise, yok etme pahasına fotoğraf çekmez. Çektiği yaşam ise, insanlarla iletişimi iyidir; karşısındakini rencide etme pahasına fotoğraf çekmez. Öncelikle dostluk kurmayı ve çektiği karenin sadece bir obje olmadığını düşünür. İyi fotoğrafçı, başkası tarafından yapılan çalışmaları yermez; eleştirisi yapıcı olmalıdır, örnek olmalıdır. Çevresindekileri bu sanata teşvik etmelidir. Daha daha sayabileceğim onlarca özellik vardır tabii ki… İyi fotoğrafçı, önce çevresi için iyi ve yararlı olmalıdır diyebilirim… 13 Kontrast Hazırlayan: Nergİs Akıncı Fotoğrafın Büyüsü Fotoğraf: Ümran Düşünsel Hepimiz zihnimizde, ânında hatırlanmaya hazır yüzlerce kare biriktiririz. Bu anlamda her fotoğraf, bir alıntıya veya bir veciz söze, bir özdeyişe benzer. Fotoğrafın, etkileme ve derin iz bırakma gücü, belki de buradan gelir. Basitçe zamanı dondurmamızdır. Bu hâliyle bile dehşet verici bir şeydir. Fırtınalı bir denizi, çılgın bir ırmağı isteseniz de durdurabilir misiniz? Ya da sevilen birinin gitmeden önceki son anlarını tutabilir misiniz ellerinizle? Resmine baktığınızda ırmaklar da, hayatlar da oradadır; değişseler de bizimledirler; kayıtlandıkları an gibi taptaze ve yaşam dolu... Fotoğraf, kendi başına sihirli bir yaşam kaynağıdır. 14 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Temmuz-Ağustos 2010 Kontrast Bugün fotoğraf, dünyanın en çok kullandığı dillerden biri. Bu dil yeri geldiğinde azınlıkların, cılız seslerin, iktidarın, “ötekinin” sesi; yeri geldiğinde yeryüzünün en masum, en mahrem ya da en vahşi yüzü olur. Fotoğraf, bu duruşunu ve çabasını, gerçeği yansıttığı, özgür ve anlaşılır olması gerektiği için yapar. Belki de kitleleri bu denli etkilemesi, büyülemesi bu nedenledir. Roland Barthes’a göre; “Fotoğraf, özünde konu edindiği nesneyi, insanı, şeyi onaylamaktadır ki serüveninde, başından beri tanık kimliğinden sıyrılamamıştır. Kendini de tanık eder, izleyiciyi de. Büyüselliği buradandır.” Fotoğrafla yeni ilgilenmeye başlayan ve bu yolculuğu sürdürmekten kendini alamayan insanlardan, hep benzer tümcelere tanık olmuyor muyuz: “Bir gün doğada fotoğraf çekiyordum. Fark ettim ki fotoğraf çektiğim o süre içinde kendimi unutmuştum. Müthiş huzur veren bir duyguydu.”, “Baktığım bir fotoğrafta kendimi buldum... Bir kare beni tutsak aldı… O ana kadar hiçbir yerde, hiçbir biçimde böyle bir şey yaşamamıştım. Sonra dönüşsüz bir biçimde fotoğrafla ilgilenmeye başladım.”, “İçimdekileri yazarak ya da konuşurak ifade etmek bana göre değildi. Fotoğraf çektikçe, kendimi ne çok anlattığımı gördüm. Doğruymuş, her karede kendimden bir parça buluyorum.” yaşayabiliyoruz. Fotoğraflardan insana doğru yayılan o “küçücük şey” ruh hâlimizi bir anda alt üst edebiliyor. Fotoğraf, tüm söylemek istediklerimizi ya da duymak istediklerimizi bir çırpıda söyleyiveriyor. Üstelik bunu öyle bir biçimde yapıyor ki sıradan olan her şey başkalaşıyor. Hergün karşılaştığımız cisimler dünyası, bir kadrajın içinde bambaşka bir tümceye, duyguya ya da başka bir dünyaya dönüşüyor. Üzerimizde yarattığı bu mucizevî sarsıntı, fotoğrafla karşılaşma anlarından kendi evrenimize usulca yayılıyor. İnsan Bakışının Yerini Alan Nesne Fotoğraf tarihine kısaca göz atıldığında fotoğrafın, insan zihinlerini herhangi bir olgudan biraz daha fazla sarsmış olduğunu görüyoruz. Öyle ki bir nesne, insan bakışının yerini almıştı. Doğanın kopyası çıkarılabiliyordu. XIX. yüzyılın başlarında Nicephore Niepse, Louis Daguerre, daha sonra Fox Talbot, insanlara, görülen her şeyi olduğu gibi saptama, çoğaltma ve saklama sözü verdi. Sanat, tek bir sınıfın tekelindeyken kendi suretlerini bile inceleme Aslında fotoğraf, yalnızca fotoğrafı üreten kişiden değil, birçok özneden oluşuyor; fotoğrafı çeken, fotoğrafı çekilen ve fotoğrafı izleyen. Anlamlandırmaları farklı bile olsa, bu üç kişi arasında tekil ve ortak bir duygusal deneyim yaşanıyor. İster vizörün ardındaki kişi olun, ister fotoğrafın izleyicisi, fotoğraflar sizi hüzünlendiriyor, ağlatıyor, gülümsetiyor, düşündürüyor, kimi zaman rahatsız edip kimi kez huzur veriyor… Willem de Koonig diyor ki: “Şöyle bir görünüp kayboluveren bir şeydir içerik, şimşek çakması gibi bir karşılaşma. Küçücük bir şeydir.” Roland Barthes da fotoğrafçıların başucu kitaplarından Camera Lucida’sında bu küçük şeyi “punctum” olarak ifade eder ve ekler: “Dâhil olduğum gerçekçiler, fotoğrafı gerçekliğin bir kopyası olarak değil, ancak geçmiş gerçekliğin bir yayılışı olarak alırlar; yani bir sanat değil, bir sihir.” Belki de fotoğrafın tümcelerle ifade edemediğimiz tarifsiz gücü buradan geliyor. İzlediğimiz bir filmin, okuduğumuz bir kitabın ya da dinlediğimiz bir albümün içimizde yarattığı fırtınaları ya da dinginliği bir fotoğrafla karşılaşmanın kısacık ânında Fotoğraf: Erdal Fırat 15 Kontrast Murat Şen: “Fotoğraf dedİğİmİzde kâğıt üzerİndekİ lekeden bahsetmİyor, bİr bütün olarak fotoğrafı anlıyorsak, fotoğraf büyülüdür şüphesİz. Büyüsü olmayan bİr şeyİn bu kadar çok İnsanI peşİnden sürüklemesİ zaten düşünülemez.” olanağından yoksun insanlara, kendi yüzlerini, başkalarınınkini ve dünyanın bin bir çeşit yüzünü sunmuş oldular. Bulunuşundan itibaren herkesi sarsan fotoğraf için edebiyatın önemli isimlerinden E. Zola da on beş yıllık amatör fotoğrafçılıktan sonra şöyle demişti: “Bence bir şeyin fotoğrafını çekene kadar, onu gerçekten görmüş olduğumuzu iddia edemeyiz.” Fotoğraf, 150 yıllık tarihi boyunca hep özel bir malzeme oldu. Daha başlangıçta çekilenler, iyotlanmış ve camera Fotoğraf: Murat Pulat 16 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Temmuz-Ağustos 2010 obscura içinde pozlandırılmış gümüş levhalardı; üzerlerinde uçuk gri bir imaj, seçilebilmesi için uygun ışık altında sağa sola çevrilerek bakılmaları gerekiyordu. Her fotoğraf biricikti. Her levha için 25 altın frank ödeniyor ve özel kadife kılıflar içinde mücevher gibi saklanıyordu. Fotoğrafı, büyüleyici bir ritüel gibi algılamamıza neden olan bu tarihsel anekdotlar, günümüzde de çekim, basım ve saklamanın özel koşullarını fotoğraf sanatı için doğrular niteliktedir. Dauthendey, başlangıçta insanların kendilerinin yer aldıkları fotoğraflara uzun süre bakmaya cesaret edemediklerini anlatmaktadır. Resimlerdeki insanların belirginliği, fotoğrafa bakan insanları uzun süre ürkütmekteydi. Fotoğrafa bakanlar, resimdeki o ufak yüzlerin, sağa sola hareket ettiklerinde bile kendilerini izlediğini sanıyorlardı. Bu alışılmadık doğallık, sahicilik, fotoğrafa ilk bakanları bir hayli şaşırtmıştı. Bir süre sonra benzer nedenlerle bir fotoğrafçının, “Asla makineye bakma!” ilkesini ortaya atmasıyla bir dönem, fotoğraftaki kişi ile izleyen arasında belli bir mesafe kurma eğilimi yaşanmıştır. Bazı fotoğrafçılar, modellerini mezarlıklara götürerek görüntülemekteydi. Bunun altında yatan neden ise tamamen teknikti. Eski levhaların ışık duyarlılığının az oluşu, açık havada uzun süre pozlanmasını gerekli kılıyordu. Resmi çekilecek kişilerin dikkatlerini kolay toplamaları için hiçbir şeyin engel olamayacağı Kontrast Fotoğraf: Birol Üzmez bir mekân olarak düşünmüştü. Aynı dönemlerde Leipziger Anzeiger adlı Alman gazetesinde fotoğraf, “Fransız işi şeytan hüneri” olarak yaftalanır ve fotoğraf, söz konusu haberde “gelip geçici akisleri tespit etmeye çalışmak” biçiminde tanımlanır. Bugün durduğumuz yerden baktığımızda, çok da hoş ve yerinde sayılabilecek bu deyim, o zaman için “olmayacak bir iş” olmakla kalmaz, aynı zamanda Tanrı’ya da hakarettir. İnsan, Tanrı’nın suretinde yaratılmıştır ve Tanrı’nın sureti, insan işi bir makine tarafından tespit edilemeyecektir. Münihli fotoğrafçı Hampfstangl, 1855’de Fransa’daki sergide, aynı fotoğrafın rötuşlu hâliyle rötuşsuz hâlini yanyana sergiledi. Ve herkesi hayrete düşürdü. Artık burjuvazi için kusurları kapatmanın bir yolu vardı. Yüzdeki kusurlar, fotoğrafta sihirli bir dokunuşla düzeliyordu. Fotoğraf, daha o zamanlar zaman kavramımızı altüst ederken güzellik ölçütlerimizi de değiştirecekti. Çünkü bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve fotojenik olana ‘güzel’ denecekti. Karanlık Odanın Büyüsü, Aydınlık Odada -Azalsa daDevam Eder Fotoğrafçının nefesini tuttuğu ilk ânın, parmağının denklanşöre dokunduğu an olduğunu söylersek nefesini ikinci tutulduğu an, karanlık oda deneyimi yaşayanlar bilirler, banyo küvetindeki kâğıtta usul usul görüntülerin belirmeye başlamasıdır. Fotoğraf kâğıtlarını etkilemeyen kırmızı ışıklar açıldıktan sonra karanlık odanın büyüsü, içerdeki herkesi sarmalar. Bellekte birikmiş tüm resimler o ânın kucağında, fotoğraf kâğıdının üzerinde cisimlenir. Hayaller suret- Merİh Akoğul: “Bence İnsanlığın en büyük buluşlarından bİrİdİr fotoğraf. Yaşadığı ve tanık olduğu zaman dİlİmİnİ, baktığı açıdan saptayarak bİr nesneye (belge ve sanat olarak anılan) dönüştürmekten daha büyük heyecan pek yok gİbİ.” 17 Kontrast lere, düşünceler cisimlere dönüşür. Işıkla kâğıdın sonsuz oyunu yeniden başlar. Hem karanlıktan hem de heyecandan açılmış gözlerle, beliren görüntüye bakarsınız. İçiniz çığlık çığlık. Fotoğrafın büyüsü içinize karışmıştır. Bir daha bu karşılaşmayı unutamazsınız. Bugün çoğu fotoğrafsever, doğrudan dijital makinelerle ilişkiye girdiğinden, analog makinelerin grenleriyle büyüledikleri siyah-beyazlarını ve de karanlık odanın gizemli atmosferininin tadını pek bilemiyor. Pek çok fotoğrafçı için karanlık oda zamanları, fotoğrafın en büyülü zamanlarıydı. Agrandizördeki pozlama zamanını uzatarak ya da kısaltarak, fotoğraf kartlarını kimyasalın içinde az ya da çok tutarak bir negatiften farklı duygulara sebep olabilecek çok çeşitli görüntüler elde edilirdi. Karanlık ve aydınlık oda konusunda, Fotoğrafçı Murat Pulat şunları söylemektedir: “Karanlık odanın büyüsü gerçekten var; yalnız olarak bir odaya giriyor, saatlerce, bir rulodan iyi bir görüntü ya da görüntüler silsilesi elde etmeye çalışıyorsun ve çekim ânında yaptığın hiçbir şeyden emin değilsin. Evet, biliyorsun iyi bir şey çektiğini ama ya bir şeyi yanlış yapmışsan. Analog çekip her eve döndüğümde, başlangıçta film banyosunu başkalarına yaptırırken heyecanla filmleri almayı bekler ve iyi çektiğimi düşündüğüm kareyi arardım; karanlık odayı öğrendiğimde ise işler biraz daha çetrefilleşti. Çünkü bu sefer film banyosunda bir hata yapıp aslında iyi olabilecek bir makarayı çöpe atmak da vardı işin ucunda. Kısaca, filmi basıp büyük hâlini gördüğünde, heyecan son buluyordu. Belki de en doğrusu, karanlık odanın değil tüm bu sürecin bir büyüsü vardı demek...” Dijital teknoloji ile aydınlık oda denen görüntü işleme süreci, sayısız programla fotoğrafçıların hizmetinde. Sürekli gelişen teknoloji, fotoğraf işleme sürecini hızlı ve pratik bir hâle getirdi. Birçok profesyonel fotoğrafçı, fotoğraf işleme programlarının, kötü çekilmiş fotoğraf için hiçbir şey yapamayacağını söylemekte oldukça haklılar kuşkusuz. Bununla birlikte, artık dijital makineyle fotoğrafta yol alanlar için aydınlık odanın, öğrenilmesi gereken bir süreç olduğu da yadsınamaz. Aslında aydınlık odanın fotoğraf işlemeyi kolaylaştırıcı yönü, fotoğrafın kısa sürede seyircisine ulaşmasını sağlamasıdır. Günümüz fotoğrafının çekim gücünün bir nedeni de bu olmalı… Kişiler, neredeyse yarış edercesine, güzel buldukları görüntüleri paylaşıyorlar. Kimi sevdiği insanın bedenine vurgun, kimi denizin mavisine… Kimi bir gülüşü anlatmak Fotoğraf: Altan Bal 18 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Temmuz-Ağustos 2010 Kontrast Altan Bal: “Büyü sİhİr dedİğİmİz, fotoğrafın çarpıcılığı… İlla sİhİrlİ dİyeceksek, bence bazı fotoğrafçılar sİhİrlİ… Fotoğraf nesnesinin sahİp olduğu bütün her şey aslında fotoğrafçıda var. Bunun teknolojİyle, makİneyle bİr alakası yok kanımca. Mesela şu an masamın üzerİnde duran kalem hİç de büyülü bİr kaleme benzemİyor ama Kafka, sıradan bir kalemle yazdıklarıyla benİ büyülüyor…” istiyor, diğeri biçimleri, tonları. Tüm bunlar aslında varlığımızın ifadeleri, iç öyküleri hepimizin. İşte bu anlamda karanlık odanın yaramaz çocuğu “aydınlık oda”nın, fotoğrafın bugünkü büyüsüne hizmet ettiğini söyleyebiliriz. yaratır. Fotoğrafçı Murat Şen’in fotoğrafın büyüselliğine dair bize aktardıkları ise şöyle: “Mistik ihtiyaçlarını hikmet öğretileri, felsefe, kişisel gelişim kitapları ile doldurmaya çalışan insan, belki de büyü ve sihrin yerine fotoğrafı koydu biraz. Çünkü bir ortaçağ simyacısı ile fotoğraf basan bir kişi, fiilen ve şeklen hemen hemen aynı şeyi yapmaktadır. Fotoğraf dediğimizde kâğıt üzerindeki lekeden bahsetmiyor, bir bütün olarak fotoğrafı anlıyorsak fotoğraf büyülüdür şüphesiz. Büyüsü olmayan bir şeyin bu kadar çok insanı peşinden sürüklemesi zaten düşünülemez. Günümüzde Fotoğrafın Büyüsü Fotoğrafın izleyici üzerinde yarattığı etki nasıl bir sihirdir? Bizi, hangi amansız diyarlara savurup, oradan hangi cennet bahçesine yuvarlar? Bazen bir fotoğraf karşısında dilimizin tutulması, tek kareye kitlenmemiz nedendir? Bir fotoğrafta kendi yaşantımızı bulduğumuzda mı yoksa fotoğrafçının duygularına ulaştığımızda mı büyüleniriz? Yoksa kendi duygularımızı fotoğrafçının kadrajıyla daha iyi anladığımızda mı? Ya da gözümüz vizör, yüreğimiz pusula fotoğraf çekerken, “an”ı kavramaya çalışmanın sonsuzluğu mu bizleri tutsak eden? Fotoğrafçının birikimi, emeği ve düşünceleriyle ortaya çıkan fotoğrafla karşılaşmamız, olağanın dışında bir karşılaşmadır. Çünkü bu karşılaşmada, tanışmanın ve anlaşmanın ötesinde başka bir şey vardır. Bu karşılaşmada, izleyici sözcüklere ihtiyaç duymaz. Bu karşılaşmada, aynı geçmişten gelmek ya da aynı dili konuşmak zorunluluğu yoktur. Hiçbir zaman ifade edemeyeceğimiz bir duygunun bir fotoğrafta ifade edilmiş olması, bizde büyü etkisi Fotoğrafın bir özelliği de bugün teknolojinin imkânlarıyla herkes tarafından ulaşılabilir olmasıdır; tıpkı inançlarımız, büyüler, sihirler gibi. Büyü ve sihiri yapan kişi olmasa da her inanan hayatında en az bir kere sihrin, nazarın kurbanı olmamış mıdır?” Barthes’ın, fotoğrafın içeriği ve anlamlandırılması açısından ele aldığı sihir meselesi, fotoğrafın 150 yıl önce ortaya çıkışından günümüze kadar farklı biçimlerde ifadelendirilmiştir. Bugün, fotoğraf üretiminin ve kullanımının bu kadar yaygınlaşmasının, sadece insanları etkileyen büyülü yönü ile değil, gelişen teknolojinin bizlere sunduğu olanaklar sonucu gerçekleştiğini çok rahat söyleyebiliriz. Bu anlamda dijital sanat adı altında üretilen çalışmalar hızla yaygınlaşıyor. Bu ekolün ülkemizdeki başarılı temsilcilerinden Ali Alışır, fotoğrafın büyüsüne dair şunları söylüyor: “Fotoğrafın sihir ve büyüsünün, onu çeken ya da kurgulayan kişinin hayatı yorumlayış biçiminde olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden teknolojinin, fotoğrafın büyüsünü öldürdüğüne inanmıyorum. Bu, temelde bir disiplin işi ama disiplinin ve teorilerin bittiği yerde, kişinin hayatında iz bıraktığı yaşanmışlıklar (bazen takıntılar) yön veriyor fotoğrafa. Bu da bu büyüyü ortaya koyabilecek tek güç bence.” Fotoğrafçı için büyülü olan, kadrajın izini sürerken yansıyan algısıyla evreni yeniden kurmayı istemesi olabilir mi? Fotoğrafçı, o ünlü esrime anlarında, bir anlamda kendi büyüsünü de yaratıyor. Bunu yaparken, iki elin arasındaki fotoğraf makinesi ise yalnızca bir iletken/iletici olmaktan öteye gitmiyor. 19 Kontrast Fotoğraf: Kadir Ekinci Altan Bal ise bu konudaki görüşünü şöyle açıklıyor: “Büyü ya da sihir dediğimiz, fotoğrafın çarpıcılığı… İlla sihirli diyeceksek, bence bazı fotoğrafçılar sihirli… Fotoğraf nesnesinin sahip olduğu bütün her şey aslında fotoğrafçıda var. Bunun teknolojiyle, makineyle bir alakası yok kanımca. Mesela şu an masamın üzerinde duran kalem hiç de büyülü bir kaleme benzemiyor ama Kafka, sıradan bir kalemle yazdıklarıyla beni büyülüyor…” Fotoğrafın daha yaygın kullanımı açısından düşünüldüğünde insanlar, ister fotoğraf makinesi üreticileri, ister kullanıcıları olsun başka bir şeye değil de örneğin resim, müzik gibi sanat dalları ile ilgili üretimlerde değil de acaba neden fotoğraf yönünde tercihlerini kullanmışlardır? Merih Akoğul, fotoğrafçılığa başlama nedeninin altında, sergi ya da kitaplarda gördüğü, onu etkileyen fotoğrafların yattığını söylerken, fotoğraf ve büyü ilişkisini de bizim için şöyle irdeledi: “Ben de bakan kişilerde böyle farklı etkiler yaratacak, onların dünyalarına seslenenecek fotoğraflar çekmek istediğim için fotoğrafa başladım. Bence insanlığın en büyük buluşlarından biridir fotoğraf. Yaşadığı ve tanık olduğu zaman dilimini, baktığı açıdan saptayarak bir nesneye (belge ve sanat olarak anılan) dönüştürmekten daha büyük heyecan pek yok gibi. Son zamanlardaki büyülü ânı saptamadan, teknolojik kolaylığına kaymış gibi gözüküyor da olsa fotoğrafın kitleleri etkileme gücü sosyolojik anlamda ciddi tez konusudur. 20 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Temmuz-Ağustos 2010 Üstelik psikolojiden sanat tarihine, antropolojiden estetiğe kadar geniş bir yan disiplinler alanını da sürekli bünyesinde barındırır fotoğraf. Ama fotoğrafçılığın tüm bu naif duygu ve hisleri geride bırakan bir yanı vardır: O da önce standart fotoğrafı yakalamak, sonra çok çalışmak; kendi stilini bulmak, devamlı olmak ve diğerlerinden farklı olmaktır. Üstelik bunları yaparken, insanlığını kaybetmeyecek, hâkim görüşlerin, kolay ve ucuz yaklaşımların ve gel-geç modaların da esiri olmayacaksın.” Fotoğraf: Bir Ölümsüzlük Büyüsü… İnsanoğlunun doğadan büyülenip mağara duvarlarına resimler çizerek iz bırakma oyunu, evrilerek kendini fotoğrafla biçimledi. Fotoğraf; metal, soğuk bir kutudan çıkan yaşam kaynağıydı. Tüm insanlığı derinden etkiledi ve dönüştürdü. Artık onun ömrünün, ömürlerimizden çok daha uzun olduğunu biliyoruz. Fotoğraf, yıllar sonra dönüp bakılacak, hayretlere düşürecek bir bellek, akıl defteri. Aramızdan ayrılan, kayıp giden, yok olan her şeyin kayıt defteri sanki. Fotoğrafın gücü, ilk zamanlardaki kadar ürkütücü… Hatta, Altan Bal’a göre gerçeküstü. Bal: “Fotoğraf büyülü mü bilmiyorum ama her fotoğraf gerçeküstü bence… Bizim kabaca fiziksel olarak gerçek dediğimiz her durum hareketli, üç boyutlu ve sürekli. Fotoğraf ise hareketsiz, iki boyutlu, kadrajlı… Öncesi ve sonrası yok… Her fotoğraf gerçeküstü... Takdir edersiniz ki Kontrast gerçeküstü olan bazı şeyler de büyülü oluyor.” biçiminde anlatıyor düşündüklerini. Fotoğrafı çeken için de, izleyicisi için de ölümsüzlüğün büyüsüdür fotoğraf. Yaşamın içindeki ve dışındaki büyüdür. Kendinden olmayanı içinde barındırmaz. Güzelliği, karşı konulmazlığı, vazgeçilmezliği bundandır. Hakikaten fotoğrafın, aramızdan gidenlerin yerini alması, alacak olması, gerçeküstü bir durum değil mi? Bir şeyin, her şeyin yerine geçme olgusu mu fotoğrafa ölümsüzlük rengini veren? Sonsuz boşlukta, bir salınma hikâyesi fotoğrafınki. Fotoğrafçı için o esrime ânı, tıpkı salıncakta sallanır gibi; kimi zaman baş döndürücü bir hızla, kimi kez uzun bırakışlarla… Algılarını yansıtarak geçmişten kendine, geleceğe… Cadava’ya göre; “Görüntü şimdiden yokluğumuzu ilan eder. Ölümlü olduğumuzu bilmemiz yeterlidir. Fotoğraf bize öleceğimizi, bir gün artık burada olmayacağımızı, daha doğrusu yalnızca hep olmuş olduğumuz gibi, yani birer görüntü olarak burada olacağımızı söyler. Görüntü, fotoğraflananın ölümünü ilan eder. Bu yüzden bir fotoğrafta hayatta kalan şey, aynı zamanda ölülerin -gidenlerin, bırakanların, çekilenlerin- hayatta kalmasıdır.” Dipnotlar: 1) Rolland Barthes, Camera Lucida, sf. 100 2) Walter Benjamin, Fotoğrafın Küçük Tarihi 3) Walter Benjamin, Fotoğrafın Küçük Tarihi, sf. 6 4) Satkın M. Bilge, Karanlık Oda’nın Sırları 5) Cadava E., Işık Sözcükleri Konuk Yazar mesut gümüşlüoğlu FOTOĞRAFIN BÜYÜSÜ... “Tarihi gereksiniyoruz ama bilginin bahçesinde aylak aylak gezinen bir şımarığınkinden farklı bir biçimde.” Nietzsche Fotoğraf, kendi içinde kolektif bir büyü zaten; fizik mi, kimya mı, atmosfer mi? Tin ya da onun öznesi olan ben mi? Bu büyüyü var edeni çözemedim. Yıllar oldu fotoğraf çekerim; o an, anlar vs… Hiçbir zaman, çektiğim fotoğrafın aynısını çekemedim. Bu bir büyü değil mi? Işık koşulları, fizik koşulları, her şey aynı iken bile, o ilk kare ile sonradan çektiğim fotoğraflar arasında sonsuz bir uçurum oluşuyor. Sevdiğimiz bir fotoğraf karesini yeniden üretmeye çalıştığımızda, çaresiz, olmayışını nasıl açıklayabiliriz ki? İşte tam da burada başlıyor belki büyü. Bir tin yanılsaması yaşıyoruz belki; fiziğin, kimyanın ve atmosferin bileşkesinden doğan bir sonucu değerlendirirken, üretmiş olduğumuz yapıt ya da fotoğraf “burada”lığı ile bizimle arasında korkunç bir bağ oluşturuyor. O an! O anda yaşananlar; kendi iç sesimizin, kendimize doğru yönelmiş beğeni ile birlikte egonun kendisini ifade etmiş olmasının huzuru… Sahiplenme ya da en kötüsü tarihe tanıklık etme; orada bulunma, onu yaşama lüksü… “Orada idim; gördüm”ün en kesin kanıtı, eninde sonunda fotoğrafın bilirkişiliği ve ispatı ile gerçekleşirken; o fotoğraf karesini sonradan yeniden üretmek? Aynısını düşündüğümüz hâlde bir yitiriliş büyüsü başlamıyor mu? Benzer bir başka kare ürettiğimizde değişen nedir? Oysa ışık aynı ışık, ortam aynı ortam, hatta makinemiz de aynı objektifimiz de! Aynı olmayan ne? Atmosferde bir değişiklik olmalı... Çünkü ilk fotoğrafı çeken size ait bellek ve tin öğesindeki anlık değişim, o atmosferdeki büyüyü değiştiriverir. Artık yeniden üretilmiş eserdeki farklılıklar, büyüyü anlamlı kılan bir ayrıcalığa dönüşür. İlk üretimin kendisine has o yapısal özelliğindeki kişisel bakış açımız… Bir nesnenin betimlenmesinden çok, o nesne ile aramızdaki bağın bizde bıraktığı izlerle ilgileniriz. Artık bu bağda, fotoğraf ve fotoğraf makinesi, farkında olmadan aradan çekilir ve o ânı kısacık görüntü kareleri ile kesik kesik usumuza yansıtır. Bizim kendi belleğimizdeki taraflı bakışımız, fotoğraf karesi üzerinde tüm baskınlığını ifade eder. Bencil bir bana aitliği, eser üzerinde gizliden gizliye hissederiz. Büyülü bir an oluşurken, daha sonra o fotoğrafa bakmakla, aynı zamanda sonradan tekrar o ânı ya da nesnenin betimlenmesine sebep olan anları hatırlayıp, o büyülü ve bir daha yaşayamayacağımız atmosferi anımsarız. Garip bir şekilde, o atmosfer de, o an da baskın olarak gözümüzün önüne, üretilmiş fotoğraf karesi olarak gelir. En eski hâlinizi nasıl hatırlarsınız? Aile albümünüzdeki, sizin fotoğrafınız değil midir? Aynaya defalarca bakmış olmanıza rağmen, baskın bir hatırlama malzemesi oluşmaz ve belki tekrar tekrar görmüş olmanın, öğrenme ve bilgi üzerindeki katkısıyla, fotoğraf karesi kendi birincil belleğimizin biz olan yanını bize göstermektedir. Üretim sürecindeki en özel büyü, fotoğrafın kendisine has büyüsü olmaktadır bu anlamda; bileşenler bir araya gelirken, nesnel duruşunun kanıtı olarak fotoğraf makinesi aradan çekilirken, o an ve anlara sonsuz bir etki bırakır. Artık bu büyünün gerisinde izleyen ya da bakan, kendi büyüsünü görmektedir. Dijital fotoğraf makinesinin yaygın kullanımı ve kolay üretilebilirliği üzerindeki yoğun baskıya rağmen, anlık heyecanı görmek anlamında katkısı vardır. Ancak en özel büyü sanırım polaroid makineden çıkan fotoğrafta gizli olmalı. Neden derseniz; öyle bir atmosfer ve öyle bir büyü sadece ve sadece bir adet fotoğrafla kanıksanır… Başka bir zaman diliminde reprodüksiyon alsak da en güzel büyüyü polaroid makine gerçekleştirir, bir ve yegâne fotoğraf karesi ile bize unutulmayacak bir an büyüsü bırakmıştır artık… Ve biz o büyüyü, yıllar sonra bakarken bile yaşayıp yaşatabiliriz… “Tarihi gereksiniyoruz ama bilginin bahçesinde aylak aylak gezinen bir şımarığınkinden farklı bir biçimde.” O büyüyü açıklayan ve kişisel bakışımızı belirleyen unsur bu olmalı… 21 Kontrast Söyleşi RÖPORTAJ: ŞULE TÜZÜL FOTOĞRAFLAR: ALİ ALIŞIR Düşle Gerçeği Buluşturan Fotoğrafçı: ALİ ALIŞIR 2005 yılından beri tüm çalışmalarını takip ettiğim Ali Alışır, fotoğraflarında yaşamın gerçeğini düşlerle buluşturan bir sanatçı benim için. 1978 doğumlu. 1996 yılında Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinden aldığı başarı bursu ile grafik eğitimine başlamış. Eğitim sonrası bir dönem İtalya’da freelance moda fotoğrafçılığı yapmış. 2005 yılında Floransa’da Accademia Italiana’da moda fotoğrafçılığı programını kazanıp master yaparken İtalya’nın önde gelen moda fotoğrafçılarından Roberto Quagli ve tasarımcılarından Lucio Antonucci gibi isimlerle beraber çalışıp modada kurguya dayalı dijital manipülasyonlar üretmeye başlamış. 2006 yılında okulu birinci olarak bitirmiş. Fotoğraf stüdyosunu 2007 yılında İstanbul’da açan Alışır, moda fotoğrafçısı kimliğinden çok sanatsal çalışmaları ile isminin duyulmasını tercih ediyor. Fotoğraf çalışmalarının yanı sıra Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nde öğretim görevlisi de olan Alışır’ın adını daha çok duyacağız… “Türkİye ve Avrupa arasındakİ, çağdaş sanat da buna dahİldİr, en büyük farkın gelenek eksİklİğİ olduğunu düşünüyorum. Türkİye geleneklerİne dönüp bunu yorumlayabİlme gücünü hâlâ kazanamadı.” Söyleşiye İtalya ile başlayalım mı? Bir dönem, hem İtalya’da hem Türkiye’de çalıştın. İtalya ile bağlantın devam ediyor mu? İtalya’ya gitme kararı almam, sanırım 2002 yılına denk geliyor. Türkiye’deki sanat ortamının genç sanatçılar için zayıf ve yetersiz olduğunu, genç sanatçıların yeteri kadar desteklenmediğini, sanat adına çok fazla yayının olmadığını, sergi açacak ortamların onlara çok fazla destek vermediğini düşündüğüm bir anda İtalya’ya gitme kararı aldım. Orada hem moda fotoğrafı alanında hem de fotoğrafın geleneksel teknikleri ile kendimi geliştirme şansı buldum. Son iki senedir ağırlıklı olarak buradayım. İtalya’da kalmayı düşünmedim çünkü yapmak istediğim şeylerin sınırı sanat anlamında İtalya’da biraz daralıyor. İtalyanlar, sanata çok fazla geleneksel bakıyorlar. Şu sıralar bu işi sanatsal açıdan daha iyi yapan ülkelere doğru kaymaya çalışıyorum. Amerika, özellikle New York, Londra gibi hedeflerim var. Hem oradaki fotoğraf ve sanat ortamı, hem de senin çalışmalarına etkisi açısından İtalya ve Türkiye’yi karşılaştırabilir misin? Benim orada aldığım eğitim fotoğraf üzerineydi. Sanatsal olarak çok fazla eğitim 22 almadım orada. Moda fotoğrafı dediğin şey, biraz daha ticarete ve piyasaya dönük bir şey ama orada olmak bile insana bir sanat bakışı kazandırmaya yetiyor. Floransa’nın o dar sokakları, insanların giyimleri, tarihi, binaları, yapıları; öyle büyük bir kültür zenginliği var ve onu o kadar iyi muhafaza etmişler ki… Aynı sokakta Leonardo da yürümüş, Michelangelo da yürümüş, benim hocamın babası, dedesi de yürümüş, ben de yürüyorum… Kültürlerini muhafaza etmişler ve o kültür her yere sinmiş. Türkiye ile İtalya’yı sanat anlamında karşılaştırmam mümkün değil. İtalyanların sanata yaptığı yatırım 1400-1500’lerden başlıyor. Kültürleri, adamların genlerine işleyerek geliyor. Bu konuda ilginç bir anım var. Master programım yeni bitmişti; 2006 yılıydı sanırım. Orada Lucio Antonucci isminde çok değerli bir stilistle çalışıyordum. Bir gün ona dedim ki: “Lucio, bir konuyu anlayamıyorum; siz burada bize müthiş bir eğitim verdiniz ama baktığın zaman ben hâlâ İtalyan sanatı, Amerikan sanatı, İngiliz sanatı, Fransız sanatı, Türk sanatı diye ayıramıyorum. Bu global bir dünya; her şey artık birbirine çok yakın. Farklı ülke ve kültürlerden geldik ama bak aynı şeyleri paylaşıyoruz. Böyle bir dünya içinde bugün nasıl İtalyan sanatından bahsedebileceğiz?” Bunun Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Temmuz-Ağustos 2010 üzerine, bana iki tane dergi açıp gösterdi; biri İtalyan Vogue, diğeri Amerikan Vogue. İki tane moda fotoğrafı gösterdi; ikisi de siyah beyaz. “Bana bunların arasındaki farkı söyle.” dedi. İtalyan Vogue dünyanın ilk moda dergisi neredeyse; en eski, dünyanın en prestijli dergisi. Amerikan Vogue yıllar sonra çıkmış, imitasyon gibi bir dergi İtalyan Vogue’un yanında. Işık mı, ton mu, ne desem “Hayır” diyor. Sonunda, “Ben bir fark göremiyorum.” dedim. Sonra o şunları söyledi, “Ali, ifade çok önemli. Amerikan Vogue’daki bir kadın sana ‘Bu kıyafeti alın’ diye bakar. Duruşu, hareketi, her şeyi bunun üzerine kuruludur. İtalyan Vogue’daki bir kadın ise ‘Bunu almanıza gerek yok, bu kıyafeti siz zaten biliyorsunuz.’ diye bakar. Bizim bütün sanatımız, geleneklerimizden gelir ve doğaldır.” Onlar için sanat geleneklerden gelen bir şeydi. Bunun üzerine çok şey kurabilirsin, değiştirebilirsin, yorumlayabilirsin. Türkiye ve Avrupa arasındaki en büyük farkın - çağdaş sanat da buna dâhildir- gelenek eksikliği olduğunu düşünüyorum. Türkiye, geleneklerine dönüp bunu yorumlayabilme gücünü hâlâ kazanamadı. Çünkü geleneklerimize çok detaylı baktığımızı düşünmüyorum. Konu aslında eğitime dayanıyor, Türkiye’deki sanat eğitiminin de eksiği bunlar, öyle değil mi? Buradaki eğitim sisteminde çok büyük kopukluklar olduğunu ben de düşünüyorum. Geleneğe ait dersler çok fazla yok. Bu bir bayrak yarışıdır. Kuşak, kuşağa aktarır. Bir şeyin 100 yıl sonra ortaya çıkarılması bir gelenek değildir. Gelenek dediğin şey, aslında bu aktarma sürecidir. Çünkü zaman içinde üretilen şeylere birçok başka yorumlar da katılır; kültürel zenginlik dediğin böyle bir şeydir. Dünyanın en eski ve en zengin geleneklerine sahip olduğumuzu düşünüyorum. Ama bunu yorumlayabilme gücü bir yerlerde kesildi. Nedir bu? Siyasi anlamda bakarsan her gelen Kontrast “Hiçbir zaman toplumun düşüncesi, gerçeği ile sanat yapmayı düşünmedim. ‘Sanat sanat için’ büyük bir yalan. ‘Sanat toplum için’ büyük bir yalan. Sanat özgürlük için.” parti, yeni bir şey yapıyorum diye bir öncekini yıktı. Mimariye bakıyorsun, eski binayı yıkıyor, yenisini yapıyor. Suya yazılan yazılar gibi belleklerimiz. Çağdaş sanata giden yolun geleneksel sanatı yorumlamaktan geçtiğini düşünüyorum. İtalya’dan daha eski ve daha köklü bir geleneğe sahip olup bunu kullanamayan bir ülkeyiz maalesef. Türkiye’de moda fotoğrafçılığının durumunu değerlendirebilir misin? Ben orada moda fotoğrafı eğitimi aldım ama burada ticari olarak birebir moda fotoğrafçılığı yapmıyorum. Moda sektöründe yaptığım işlerde, adımın orada geçmemesi için elimden geleni yapıyorum. Yani bir dergiye çekim yaptıysam adımı yazdırmıyorum. Neden peki? Ben ticari olarak yapılan işlerin sanatsal işlerin önüne çok fazla geçtiğini düşünüyorum. Ya moda fotoğrafçısısındır, ticari iş yapıyorsundur ya da sanatçısındır. Çok değerli moda fotoğraf sanatçıları da var ama dünyada çok sayılı. Ticari işlerinle ön plana çıkmanın sanatsal işlerini olumsuz etkilediğini mi düşünüyorsun? Evet, ket vurabileceğini düşünüyorum. Yani durduruyor. Sanatı çok farklı bir yere koyuyorum. Yaratıcı olabilmek, farklı düşünebilmek, eylem hâlinde olabilmek, sorguluyor olabilmek, ticari kavramların çok dışında bir şey. Çünkü sürekli bir devinim içindesin, yaratım içindesin ve farklı düşünmeye çalışıyorsun, farklı görmeye çalışıyorsun, başka açıdan yorumlamaya çalışıyorsun. Ticari işlerde düğmeye basılır, kuralları vardır; o kurallar içinde hareket edilir ve müşteriye sunulur. Yaratıcı moda işleri var elbette ama sanat kadar mutfağında değil o iş. Ticari çalışmalarının dışında olan üç projeni biliyorum: “Çocuk Kahramanlarım”, “Dönüşüm” ve son çalışman “Sanal Bedenler”. Nasıl bir süreçte ortaya çıktılar? “Çocukluk Kahramanlarım” ve “Dönüşüm” çalışmalarımı Sanal Bedenler’den ayrı tutuyorum. “Çocukluk Kahramanlarım” benim için bir borçtu, böyle bir sergi açmam gerekiyordu. Ama bu çalışmanın, yarın öbür gün müzelerde sergilenecek, sanat kategorisine girebilecek bir şey olduğunu düşünmüyorum. Foto-illüstrasyon diyebileceğim, İtalya’da aldığım tekniklerin, orada geçirdiğim zamanın bir güncesi. Bir nevi kendimi buldum İtalya’da; orada çocukluğumu tekrar yaşadığımı hissettim. “Dönüşüm” de İstanbul’a geldiğim dönemde, o zamana kadar bende biriken şeylerin son noktasıydı. Bu işler, sanat kaygısı ile yaptığım işler değildi. Kendi çocukluğuma, İtalya’da geçirdiğim zamana, Büyükada’da aldığım eğitime ve hocalarıma ve bugün eğitim verdiğim öğrencilere, “Ben böyle bir hayat yaşadım; buradan geldim.” dedim. Sanal Bedenler’de beden, cinsellik ve kimlik üzerine bir sorgulama var. Biraz önce konuştuğumuz gibi, varolan sisteme karşı bir tepki var. Bunu yaparken de çıplaklığı, yine çıplaklıklığı kullanarak, toplumun cinselliği kullanımını yine cinselliği ön plana çıkararak eleştiriyorsun. Bu tercihlerin üzerine konuşabilir miyiz? O çıplaklık, sistemin düşüncesine giydirdiğim bir kıyafetti benim için. Kıyafetsiz bir fotoğraf ortaya koyma iddiası ya da çıplaklığı ön plana çıkartacak ya da cinsel kimlikleri alaya alacak bir sergi değildi. Sistemin üzerine giydirdiğim bir kıyafetti. Çünkü bir şeyi ne kadar direkt söylersen, çağrışımların o kadar kaybolduğunu düşünüyorum. O yüzden, ne kadar endirekt ya da farklı yönlerden yaklaşıp konuyu betimleme yoluna gidersen, gücünü o kadar arttırabilirsin. Niye “Sanal Bedenler”? Medyada en fazla kullanılan olgunun kadın bedeni olduğunu görürsün. Şüphesiz en estetik olanı ama bunun bir tüketim nesnesi hâline gelmesi beni rahatsız ediyor. Bunu hem moda 23 Kontrast Söyleşi fotoğrafçısı kimliğimle hem de sanatçı kimliğimle söylüyorum. Bunu bir kadın savunucusu olarak söylemiyorum. Sistemde bütün ağırlığı neredeyse bu kavram taşıyor. Sanki bunu kaldırırsan birçok şey aşağı düşecek gibi. Bunu da sansürleyerek kullanıyor. Herşeyi alenen ve açık bir şekilde ortaya koysa, belki gizem sayesinde edindiği bu rantı sağlayamayacak. Bu sadece bir ambalaj, çıplaklık bir ambalaj, görünüm değil orada… Bugün magazin, siyaset, futbol, sanat, hepsi birbiri ile ilişkili hâle geldi. Birgün bir tartışma, futbol tartışması mesela, yarın siyaset konusu hâline gelebiliyor. Siyasetteki bir konu magazinsel bir hâle gelebiliyor. Magazindeki bir konuşma, sanatsal bir polemiğe dönüşebiliyor. Yavaş yavaş insanların kimlik süreçlerinde de kaynaşmalar olmaya başladı. İnsanların cinsel kimliklerinde de bir erozyona uğrama oldu. Sistemi bu şekilde görmek, bu sistemin temsilini tamamen transeksüel 24 bir yapı olarak nitelendirdiğimi hissettirdi bana. O yüzden bedenleri farklı bir şekilde kullandım. Kadın bedenini erkek vücuduyla, erkek yüzünü kadın bedeniyle, duruşları, hareketleri, bakışlarıyla, yaşlı ve genç kimlikleri ile hepsini biraraya getirdim. “Sanal Bedenler Projesi” oradan çıktı biraz da. Aslında resim kökenli bir sanatçıyken fotoğrafa yöneldin. Resim çalışmaların devam ediyor mu? Dijital teknolojinin sanata etkisini de düşünerek bugün resim ve fotoğraf kavramları hangi noktaya geldi? Bir karşılaştırma yapabilir misin? İtalya’dan döndüğümden beri resim yapmıyorum. Resim yapmayı çok seviyorum. Birgün tekrar resim yapabilirim. Ama şu cevabı bulursam yaparım: Resimde hâlâ söylenebilecek yeni şeyler var mı? İnsanlara ulaştırabileceğim yeni teknikler var mı? Resim bana bu cevabı verebildiği gün ben resim yapabi- Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Temmuz-Ağustos 2010 lirim. Bugün bu cevabı veremiyorum. Resim, yaşadığımız çağda çok romantik, sanatçıyı kandırmaya çok müsait bir süreç. Oysa dijital ortamdan kolay kolay kaçamaz sanatçı ama bana analitik bir yön sağlıyor. Dünyaya objektif bakabiliyorum. Reaksiyonları çok çabuk alabiliyorum. Rota olarak, nerede durduğumu çok güzel görebiliyorum. Bunlar çok anlık süreçler; yani resim kadar ritüele sahip değil dijital fotoğraf. Resmin bir ritüel süreç olduğunu düşünüyorum. Picasso’nun sevgilisi Dora Marr, Picasso’ya diyor ki: “Saatlerdir durmadan ayakta resim yapıyorsun, yorulmadın mı hâlâ?” Picasso da diyor ki: “Ben Müslümanların camiye girerken ayakkabılarını kapıda bıraktıkları gibi bedenimi kapıda bırakıp resim yapıyorum.” Çünkü resim yaptığın sürece yorulmuyorsun, ruhunla yapıyorsun. Bedeninle yapmıyorsun. Dijital fotoğraf ya da dijital sanat böyle bir şey değil. Kontrast Sanat dünyayı değiştirebilir mi ya da bu konuda nasıl bir katkı sağlıyor sence? Eskiden sanatı ciddiye alırdım şimdi almıyorum çok fazla. İnsanları da ciddiye alıyordum; şimdi çok fazla almıyorum. Yeni bir süreç bu benim için... Bu süreç neden ve nasıl başladı? Hayatı daha iyi kavrama ile alakalı bir şey olduğunu düşünüyorum. Sanatla ilgili değil. Sanat hep arka planda kalan bir şey… Sanatla bir şeyin çözülebileceğine inanmıyorum. Sanatla anlamaya, farklı yönlerden bakmaya çalışabilirsin. Çözemezsin bir şeyi. Ben hâlâ sanatın bilimden çok önce bir şeyleri söyleyebileceğine, insanların belki yüzyıllar sonra farkedebileceği düşüncelere bugünden kapı açtığına inanıyorum. Teknoloji ne kadar hızlı gelişirse gelişsin, bilimsel alanda ne kadar buluş yapılırsa yapılsın ya da insan ahlakı ve kültürü ne kadar farklı değişirse değişsin sanatın hep bunlardan ayrı bir yerde olduğuna inanıyorum. Sanatla başkalarının doğrularını değil sadece kendi doğrumuzu bulabiliriz ve bu doğruya daha fazla inanabiliriz. Sanatın en büyük artısının bu olduğunu düşünüyorum. Hayatı böyle kavrayabilirsiniz. Sanat bir şeyin cevabı değil. Bir şeyi anlatmıyor belki ama buna çok büyük katkı sağlıyor. Bir şeylerin sadece tek renk olmadığını söylemeye çalışıyor. Siyah ve beyazdan oluşmuyor. Ara tonları da gösteriyor. Aşk, nefret, ölüm, doğum, yaşam; böyle kavramlar yok sadece hayatta. Artı eksiler yok. İki uç yok; o ara tonlar da var. Bu, büyük bir zenginlik… Hayatta birçok şeyin işte budur ya da şudur tanımıyla şekillenmediğini söylüyor belki de sanat. Senin fotoğraflarına baktığımda, düş ve gerçek, bir bütünün ayrılmaz parçaları gibi görünüyor bana. Yanlış mı düşünüyorum? “Gerçeklik” konusunda senin düşüncelerini öğrenebilir miyim? Bugün fotoğrafın gerçekliği nerede? Düğmeye bastığın andan itibaren fotoğraf, bir film yüzeyine gümüş nitrat tozlarla, ışıkla çiziliyor. Bu, gerçekliği ne kadar temsil ediyor? Geniş açı bir objektif kullandığımızı düşünelim; standart bir lens kullanıyorsun ama mesafen, kadrajın, hava şartları, koyu-açık gölgeler, karanlık oda müdahaleleri, bunlar gerçekliğe ne kadar müdahale ediyor? Temelde fotoğrafın zaten bir gerçeklik sorunu var. Fotoğraf, düğmeye basıldığı andan itibaren görüntüyü bir imgeye dönüştürüyor; gerçekliğe dönüştürmüyor. Görüntü diye tabir ettiğimiz şey bir yansıma; bir şeyin yansıması yani bir gölgesi, izdüşümü diyebiliriz. Temsili değil. O çıplak koşan kızın fotoğrafını düşün; binlerce, on binlerce fotoğraf içerisinden o temsil ediyor Vietnam’ı. En acılı yönünü biz öyle algılayalım diye mi o kare seçiliyor orada? Başka yönleri? Tarih yapraklarına baktığımız zaman hangi gerçeklikten bahsedeceğiz? Fotoğraf gerçek- 25 Kontrast Söyleşi “Hayatın kendisi her zaman sanattan daha ağır basıyor. Bu ilham kaynağı burada.” liği nerede? Düğmeye basıldığı andan itibaren mi, arşivlere konulup dergilere basıldığı, sanat eleştirmenleri tarafından yorumlandığı zaman mı? Dijital fotoğraf, burada başka bir şey kazandırdı. Fotoğrafın gerçeklik süreci sorgulanmaya başlandı. Aslında gerçeklik sorununu başından beri yaşayan filmli, analog dönemdi. Bu geçiş süreci; fotoğrafın içeriğini, anlamını, kurgusunu, her şeyini değiştirdi. Artık bu fotoğraf değil; birçok şey. Kendi sürecime baktığım zaman fotoğraf benim için şu anda resmin yerini almış bir dal. Bu süreçte, hayatımda yaşadığım bütün birikimleri süzgeçten geçirip tekrar bakıyorum, tekrar anlamaya çalışıyorum. İnsanın gittikçe kendi benliğinden uzaklaştığını, farklı süreçler geçirdikçe de bir şekilde yabancılaştığımızı düşünüyorum. İnsanların birbirine karşı, hayata karşı, hele metropollerde çok yabancılaştığını düşünüyorum. Belki sanat burada bir arınma. Bu bana çok büyük bir haz veriyor. Ritüel kısmı hâlâ varsa benim için, her ne kadar resim kadar olmasa da hâlâ sürüyor; özünde böyle bir şey var. O yüzden düş ve gerçekliğin birbirinden ayrılmaması gerektiğini düşünüyorum ve benim işlerimde de bu var; buna inanıyorum. Tespitin doğru yani… Sanatsal gerçeklikle toplumun gerçeği arasındaki çelişkili durumlarda bir sanatçıyı en çok zorlayan nedir? Bu konuda senin deneyimlerin? Hiçbir zaman toplumun düşüncesi, ger- 26 çeği ile sanat yapmayı düşünmedim. “Sanat sanat için” büyük bir yalan; “sanat toplum için” büyük bir yalan... Sanat, özgürlük için. Bugün insanlar özgürleştiler ama hâlâ özgürleşmeye çalışıyorlar. Demek ki özgürlük tanımı tam tanımlanmadı. Benim için sanat, özgürlüğün geldiği nokta. Toplumun birçok reaksiyonları, refleksleri, kendi içinde açmazları var; onlarla hareket edip sanat yapamazsın. Bugün yaşamımızı çevreleyen gündemi şöyle bir sorguladığımızda hastalıklar, savaşlar, terör, işsizlik, şiddet, vs. aslında başkaları tarafından kurgulanmış bir yaşamın içerisinde debelendiğimiz gerçeği ile de karşılaşabiliriz Yani aslında yaşamın kendisi dehşet verici bir kurgu içeriyor. Ne dersin? Ben bu tarafından bakılabildiği gibi başka bir tarafından da bakılabileceğini düşünüyorum. Belki bu kadar olumsuzluk var ama hayatın içinde birçok olumlu taraf da var; bunları da görebilmek lazım. Hayata ne taraftan bakarsan o tarafta yaşayabileceğine inanan bir insanım. Yaşamın tek olduğunu düşünüyorum Şule. İnsanlar şöyle derler: Yaşam ve ölüm. Yaşamın zıttı, ölüm gibi algılanıyor ama böyle bir şey yok. Ölümün zıttı doğumdur hâlbuki. Yaşamın zıttı yoktur. Ben yaşamın tek olduğunu düşünüyorum ve burada tek olan her şeyin içinde bir güzellik olduğuna inanıyorum. Çünkü tek bir hayatın var. Ama bu bilince belki hergün vakıf olman lazım. O koşturma içinde buna vakıf olamıyorsun, anlayamıyorsun. Bence her zorluğu yaşadığında, insanın bunu tekrar düşünmesi, o bilinç seviyesine tekrar gelmek için bunları hatırlaması lazım. Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Temmuz-Ağustos 2010 Bugünkü başarının temelinde yatan etkenler/nedenler neler sence? David Hurn diyor ki; “Gerçekten usta bir fotoğrafçıyı ortalama bir fotoğrafçıdan ayıran en önemli farkın, ‘başarı’ konusunda her zaman duyduğu şüphe olduğunu düşünüyorum.” Sen ne dersin? Başarılı olup olmadığımı bilmiyorum. Ama şunu biliyorum: İyi bir iş yapmanın ve doğru, inanarak bir iş üretmenin, sanatla uğraşmanın, sadece üretmek olmadığını biliyorum. Çok okumak gerektiğine inanıyorum. Mesela sosyoloji kitapları, romanlar, edebiyat, dünyayla ilgili belki ekonomi kitapları, belki siyasetle ilgili kitaplar. Dünyayı anlamanın en iyi yolunun sadece sanat birikimi olduğuna inanmıyorum. Böyle bir şey varsa, çok tek yönlü beslenme. Sürekli karbonhidrat yemeye benziyor. Ruhun çok farklı ihtiyaçları var; çünkü beslendiği hayat bu farklılıklarla biçimleniyor. David Hurn’un ifadesine bir ekleme yapabilirim; bu farkın sadece başarı değil hayat konusunda da her zaman şüphe duymasından kaynaklandığını söyleyebilirim. Ali Alışır’a eserlerini yaratırken ilham veren nedir? Hayatın kendisi herhalde; her şey... İnsanların ürettikleri sanatın, o sanatçıların okudukları binlerce sanat tarihi kitabı ya da izledikleri sanatla ilgili belgeseller vs. olduğunu düşünmüyorum; hayatın özü olduğunu düşünüyorum. Kafede yapılan sohbetler, yeni ilişkiler, izlediğin film, oynadığın oyun, flörtlerin, bunların hepsi sanattan daha ağır basıyor. Hayatın kendisi her zaman sanattan daha ağır basıyor. İşte ilham kaynağı burada… Kontrast A İNCE ELEK ltan Bal Biçim (II) - İçeriye nasıl girdin? - Hayal gücümü kullandım. (Jim Jarmusch’un Limits of Control adlı filminden) Bir önceki İnce Elek köşesini “…sevinerek söylüyorum ki fotoğraflarımızın biçimsel gücünü arttıracak, uyguladığınız takdirde fotoğraflarınızı daha değerli hâle getirecek bir takım kurallar yoktur. Bir fotoğrafta biçimi belirleyen, hangi dönemin hangi deneyiminden ortaya çıktığı belli olmayan kurallar değil, iletmek istediğimiz içeriktir.” diyerek bitirmiştik. Fotoğrafta biçim üzerine yaptığımız bu beyin fırtınasının, “fotoğrafta biçim önemli değildir, içerik yeterlidir” şeklinde yanlış bir düşünce oluşturmadığını umarım. İster doğrudan fotoğraftan bahsedelim ister kurmaca, fotoğraf, gücünü içerik kadar biçimden de alan bir iletişim aracıdır. Fotoğraflarımızın ne kadar etkileyici olacağı, kompozisyon kuralları adı altında anlatılanlarla değil, fotoğrafçının göstermek-anlatmak istediğine özgü biçimsel seçimler yapmasıyla ortaya çıkar. İşte bu sayıda da her fotoğrafçının farkında olarak veya olmayarak yaptığı seçimler ve dönüştürmeler üzerine beyin fırtınası yapmaya devam edeceğiz. Fotoğraflarımızın biçimsel olarak daha zayıf olmasının bir sebebi de, gördüğümüz fiziki dünyayı gördüğümüz gibi kaydedebileceğimizi sanmamızdır. Bu yüzden, özellikle doğrudan fotoğraflar için, “yakalamak” kelimesi çok kullanılır. “Fotoğrafçının en önemli organı gözüdür; herkes bakar fotoğrafçı görür” şeklinde, bence şehir efsanesi sayılması gereken yanlış saptamalara neden olan da bu yargıdır. Oysa ki bir yazarın yazı yazarken en önemli organı neyse, bir fotoğrafçının da fotoğraf elde ederken en önemli organı aynıdır: Beyni. Göz, tıpkı yazarın elleri gibi, zanaatı yapan kısımdır. Gözümüzün neyi nasıl göreceğine, gördüğüne nasıl anlam vereceğine ve bir başkasına da fotoğraf aracılığıyla nasıl göstereceğine beynimiz karar verir. Ama unutmamamız gerekir ki beynimizin fiziki dünyayı algılarken kullandığı kriterlerle algıladıklarını fotoğrafa çevirirken kullandığı kriterler aynı değildir. Fotoğrafçı, görüp fark ettiğini, sonra da anlam yüklediğini fotoğrafa çevirirken, beyninin o olaya şahit olurkenki işleyişinden farklı olarak, bir takım seçimler yapar. Yaptığı bu seçimler, fotoğraflarımızın biçimini oluşturur. Bu seçimler, etkileyici ve farklı ya da daha çok karşımıza çıkan sıradan fotoğraflara sahip olmamızı belirler. O seçimlerden biri, deklanşöre bastığımız andır. Fotoğraf literatüründe “kritik an” olarak adlandırılır. Fark ettiğimiz herhangi bir görüntünün fotoğrafa dönüşmesinin ilk adımı, o görüntünün bir sebepten dolayı bizi etkilemiş olmasıdır. Fotoğrafçının neden etkilendiğinin farkına varması ise akılda kalıcı fotoğraflar elde etmemizin ilk şartıdır. Şahit olduğumuz veya kurguladığımız bir görüntünün neden bizi etkilediğini sorgulayarak, bu görüntüyü nasıl göstereceğimize, hatta nasıl anlatacağımıza karar verebiliriz. İşte bu aşamada gözden kaçırmamamız gereken durum şudur değil. Şahit olduğumuz görüntü her daim hareketlidir. Bu, konunun kendisinin hareketli olmasından dolayı olacağı gibi, aslında konunun hareketsiz olduğu durumlarda da değişen bir şey yoktur. Çünkü görsel algımız her zaman hareketlidir. Sabit bir noktaya uzun bir süre bakamayız. Göz bebeğimiz sürekli hareket ederek elde ettiği görüntüleri beyne iletir. Beynimiz de, tüm bu hareketler bütününden sağlanan görüntüleri birleştirip o konuyu algılar. Mesela bir insanın gözlerine baktığınız anda bile farkına varmadan gözleriniz o kişinin ağzını, burnunu, kulaklarını, hatta tüm vücudunu görebilir. Bu iki sebepten dolayı, fotoğrafa çevirmeye çalıştığımız her durum ya hareketlidir ya da onu algılayışımız hareketlidir. Fotoğraf ise bu hareketi sabitler. Ortaya çıkan fotoğrafın fiziki olarak öncesi ve sonrası yoktur. (Tabii ki bir fotoğrafa bakarken, onun öncesi veya sonrası hakkında gayri ihtiyari olarak fikir yürütebiliriz ama karşımızdaki fotoğraf değişmez; sizin ona yüklediğiniz anlamlar değişse bile…) Bu sebepten dolayı deklanşöre bastığımız an, fotoğraflarımızın biçimini oluşturmak için çok ama çok önemlidir... Fotoğraf çeken, hareketli olarak algıladığı ve etkilendiği bir durumu, fotoğrafın sabit dünyasında en etkili şekilde simgeleyecek ânı belirlemede çok seçici olmalıdır. “Ne zaman deklanşöre basarsam, bu şahit olduğum durumu en etkileyici şekilde fotoğrafa çevirebilirim?” sorusuna verilen cevap bu yüzden önemlidir. Gelecek sayıda biçim üzerine beyin fırtınasına devam edeceğiz… 27 Kontrast Yol Notları Ceyda Taşdelen BİR DOĞA-İNSAN ORTAK YAPIMI: KAPADOKYA “Doğanın şairliği vurur üzerinize; bir kâğıt, bir kalemdir tüm isteğiniz. Rüzgârın, suyun, toprağın, tüm doğanın oyununa gelir şair kesilirsiniz, ressam olursunuz, bir müzisyen gibi nameler dolanmaya başlar aklınızda. Yalnızlığınızla başbaşa olmak, bunun keyfini paylaşmak istersiniz peribacalarına, vadilere bakarken. Kimi zaman sevgilisiz olmaz dersiniz, kimi zaman kimse olmadan seversiniz. Yaşadığımız şehirlerden, kasabalardan, aslında bu dünyanın gerçekliğinden çok ötede bambaşka bir hayat sunar gizliden gizliye. İçine çeker, kuşatır, kollar; sıcacık bir türkü söyler, insanlığın doğuşundan gelen…”* Tam 25 milyon yıl önce başlayan bir serüvenin sonucudur Kapadokya. Sertleşmiş yer kabuğunda oluşan derin çatlaklardan çıkan lavlarla Erciyes, Hasan Dağı ve Melendizler’in volkanik koniler olarak ortaya çıkmasıyla atılır temelleri bu serüvenin. Bu ana koniler ve onların yetmedigi alanlarda yükselen diğerleri, püskürürler tüm yöreye. Hemen arkasından rüzgâr ve yağmur alır görevi, aşındırıp şekil vermek için. Doğanın eliyle yaratılan Kapadokya, işte böyle çıkar ortaya. Peki ya insanoğlunun etkisi… Hititler, Frigler, Medler, Persler, Romalılar, Selçuklular, Osmanlılar gibi onlarca medeniyeti barındıran bu topraklarda insanoğlu da doğanın izinden giderek kusursuz eserler çıkarır ortaya. Doğanın üzerine yerleştirdiği el izi, kültür hazineleridir binlerce yıl öncesinden gelen. İşte bir doğa ve insan ortak yapımı olan Kapadokya günümüzde; Nevşehir, Ürgüp, Göreme, Ortahisar, Uçhisar, Çavuşin, Avanos, Zelve adıyla anılan yerleşim yerlerinden meydana gelmektedir. Tüf ve lavlardan oluşan peribacaları ve konik oluşumlar üzerine kaya evlerinin ve diğer mekanların yapılması, sahip oldukları yumuşak doku sayesinde oldukça kolay olmuştur. Neredeyse tüm kayaların üzerinde bir pencere, bir sütun ya da kakma görmenin mümkün olduğu Kapadokya’da her kaya bir işlev sahibi olduğundan, bölgeyi kısa zamanda gezip görmek pek de mümkün olmamaktadır. Tarihî kent yapısı bozulmamış olan Göreme’de yer alan açık hava müzesi ise adım attığınız andan itibaren emeğin, iradenin ve inancın gücüne hayran kalmanızı sağlıyor. Hıristiyanlığın ana yayılma alanlarından olan bölge içerisinde, 400’den fazla kilise var. En önemlileri 28 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Temmuz-Ağustos 2010 arasında; Tokalı Kilise, Çarıklı Kilise, Karanlık Kilise, Meryem Ana Kilisesi, Elmalı Kilise, Yılanlı Kilise ve Barbara Kilisesi’ni sayabileceğim bu kiliselerin, misyoner yetiştirme amacıyla kurulmuş oldukları söyleniyor. Göreme vadisinin geniş ve yokuş olmasına her detayın vakit ayırmayı gerekli kılması da eklenince, bu bölgeye en az bir gününüzü ayırmanız gerektiğini söylemek zorundayım. Bu arada vadiyi turlamayı gün batımı saatine yakın bitirmenizi tavsiye ederim; çünkü buraya çok yakın olan gün batımı izleme noktaları, sizlere müthiş fotoğraflar sunacaktır. Bir sonraki durağımız Kaymaklı Yeraltı Şehri. Kapadokya’da 36 yeraltı şehri olduğu söyleniyor ama bunların henüz tamamı ortaya çıkarılmış değil. Ortaya çıkarılanlar arasında en çok katı açılmış olan ise Derinkuyu Yeraltı Şehri. Birbirlerine oldukça benzeyen bu yeraltı şehirlerini gezmek için vaktiniz sınırlıysa, henüz dört katı açılmış olan Kaymaklı Yeraltı Şehri’ni tercih etmenizi öneririm. Hıristiyanlığın ana yayılış noktalarından birisi olan Kontrast olarak önem taşıyor. Burada yer alan tüm çömlek atölyelerinde gezebileceğiniz gibi, çömlek yapımını öğrenme ve ilk çömleklerinizi yapabilme fırsatına da sahip olacaksınız. bölgede pek çok kilise ile karşılaşmak etkileyici ama inancı nedeniyle saldırılara maruz kalan yöre halkının akıl almaz savunma tekniği olan yeraltı şehirlerinin tek kelimeyle büyüleyici olduğunu söyleyebilirim. Putperestlerin ve Selçukluların saldırısına uğrayan yöre insanı, dinini yaymaya devam etmek ve bunu yaparken kendisini de korumak için bu yeraltı şehirlerini inşa etmiş. Kaç bin insanın bu şehirlerin yapımında çalıştığı ve yapımın ne kadar sürdüğü henüz belli değil. Toprağın şekil vermeye uygun yapısının ise bu insanların en büyük yardımcısı olduğu çok açık. Yerin altına, ahırından mutfağına, yatak odalarından depolara, şaraphanelere kadar, ihtiyaçları olan her şeyi yapan Kapadokyalıların geçilen koridorları kısa yapmalarının nedeninin ise boylarının kısa olması değil, bir saldırıya uğradıklarında saldıran kişinin uygunsuz pozisyonda kalmasını sağlamak olduğu sanılıyor. Bölgede, Paşabağları olarak anılan yer ise en yüksek ve çok başlı peribacalarının yer aldığı alan. Doğa tarafından yaratılmış en büyüleyici eserlerden olan peribacalarının bu en güzel örnekleri arasında yer alan üç başlı peribacasının içinde iki de oda bulunur. Buranın, 5.yy’da yaşamış olan Aziz Simeon isimli bir keşiş tarafından inziva hücresi olarak kullanıldığı söyleniyor. Paşabağları’na çok yakın olan Avanos ise bölgenin genel özelliğinden farklı olarak daha çok dört bin yıldır devam eden bir geleneğin, çömlekçiliğin merkezi Kapadokya’da yer alan önemli merkezlerden bir diğeri ise Uçhisar. Burası özellikle, kayadan oyma kalesi ve kaya ev pansiyonları ile bilinen bir yer. Kalesi öyle yüksek ki insan ister istemez yukarı çıkıp çıkmama konusunda tereddüt yaşıyor ama siz siz olun mutlaka çıkın; çünkü ayaklarınızın altına serilecek olan manzara, etkileyici fotoğraflar olarak size geri dönecektir. Çekim Önerisi: Mekânın Büyüsünü Yansıtın: Kapadokya, çok geniş bir alana yayılmış, birbirinden etkileyici doğal yapı ve mekânları bünyesinde barındıran bir bölge. Dolayısıyla bölgenin etkileyiciliğini ortaya koyabilmek için özellikle gün batımı ve sonrasındaki alacakaranlık anlarını değerlendirmenizi tavsiye ederim. Gökyüzünün gün batımında aldığı renkler altına yayılan peribacaları ya da ışıklandırılan peri bacalarının lacivert gökyüzü altındaki görüntüsü eminim sizleri de memnun edecektir. Grafik Detayları Gözden Kaçırmayın: Bölge, doğal oluşumlar açısından zengin olması nedeniyle birbirinden ilginç grafik biçimleri de içinde barındırmaktadır. Açık koyu tonlar, yükselti farkları sayesinde oluşan ışık oyunları da grafik biçimlere etkileyicilik kazandırmaktadır. Bunları yakalayabilmek için yapmanız gereken tek şey görme duyunuzu hassas ayarına almaktır. Kapadokya’ya yolu düşen herkesin görmeye alıştığı pek çok manzara ya da dokuyu bu sayede bambaşka bir şekilde yorumlama şansına sahipsiniz. * Yazarın daha önce Yolculuk dergisinde yayımlanmış olan Kapadokya yazısından alıntıdır. 29 Kontrast BU FOTOĞRAF NASIL ÇEKİLDİ? POLAROİD TRANSFER Polaroidden daha önce miydi ya da hemen sonra mı, tam olarak anımsamıyorum. Multigrade kartlar, grensiz sabit bir asa değeri bulunmayan filmler gibi bazı gelişmeler olmuştu, her şeyi temelden değiştiren dijital devrimden önce. En ileri görüşlüler, gelişmelerin coşkusundan çabuk sıyrılıp, bunların sondan bir önceki çırpınmalar olduğunu söylemişlerdi belki ama pek kulak asan olmamıştı. Bilgisayarlar o zamanlar biraz masum, görüntüler dünyasından biraz uzakta duruyordu. Mucizevî polaroid baskıların, türünün son örneği, en son, en büyük gelişme olacağını hiç birimiz bilemezdik. Onları önce “Almancılarda” gördük. Pek de fotoğraf makinesine benzemeyen cihazlarla yurda döndüler. Sadece kadrajı yapmak ve deklanşöre basmak yeterliydi. Bir takım garip seslerden sonra makine, kartı dışarıya tükürüyordu. Polaroidin bir diğer kullanıcıları, skalanın tam karşı tarafında bulunan profesyonel fotografçılar oldu. Çekim öncesi hazırlıklar uzun zamanlar alıyordu ve işler başlarken bile gecikilmiş durumdaydı. Polaroidler aslında şimdi dijital makinelerin arkasında bulunan ekranın görevini yapıyordu. Polaroidlerde de diğer renkli kartlarda olduğu gibi, ışığa duyarlı bir yüzey ve boya katmanları bulunuyordu. Pozlanan malzemenin gelişmesi (developer) ve sabitlenmesi (fixer) için her bir karta yapışık poşetlerin içinde, çok az miktarda solüsyonlar vardı. Pozlandırma işlemi bittikten sonra, malzemenin bir özelliği olarak, polaroid taşıyıcıdan dışarıya sarkan parçanın hızla çekilmesi gerekiyordu. Bu işlem, pozlanmış kartı dışarı çekerken kimyasal solüsyonların bulunduğu torbaları da patlatıyordu. İki silindir içerisinden solüsyonlarla tamamen temas ederek geçen kartta, kimyasal gelişme bu kez dışarıda devam ediyordu. Işıktan yeniden etkilenmemesi için görüntü alanının üzeri, ışığı engelleyecek bir parçayla kapalı biçimdeydi. Bu 30 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Temmuz-Ağustos 2010 Yazı ve Fotoğraf: İbrahİm Göğer şekilde kartın yüzeyine dokunmamaya dikkat ederek bir kaç dakika beklemek gerekiyordu. Ve işte o an, üstteki yüzey kaldırıldığında, çekimden iki, üç dakika sonra baskı karşınızdaydı. “İmaj transferi”, kendisine ait kartın yüzeyinde gelişmesi beklenen polaroid malzemenin, başka bir yüzeyde gelişmesini sağlamaktan ibaretti. Orjinal polaroid kartında gelişme tamamlanmadan, üstteki tabaka kaldırılarak başka bir yüzeye (ben söhler resim kâğıdını tercih etmiştim) yapıştırmak, sonra merdaneyle preslemek ve gelişmenin orada tamamlamasını beklemek gerekiyor. Yaklaşık beş dakika sonra, yüzeyleri birbirinden ayırabiliriz ama bu kez ayrılma işlemi diğeri gibi kolay ve sorunsuz olmayacaktır. Sık sık kopma veya boyanın istediğiniz tarafa yeteri kadar geçmemesi gibi problemler yaşanabilir. Malzemenin tazeliği, renk yoğunluğu, ortam sıcaklığı, aktarım yapılan yüzeyin nem durumu gibi değişkenler sonucu belirliyor. Benim deneyimlerimde başarı oranı 1/10 oldu. Bu işlemler için küçük bir laboratuvar ortamı gerekiyor. Sabit objelerle çalışacaksanız, direkt olarak pozlama yapılabilir ama ben transferi yapacağım diaları daha önce çekmiştim. Diaları polaroid malzemeye pozlandırmak için kendi imalatımız olan bir dia dublikatörü kullandım. Dublikatörün ışık kaynağı flaştı (böylelikle ışığın gücü ve rengi sabitti) ve aynen renkli agrandisörlerde olduğu gibi renk filtreleri eklenebiliyordu. Sonucu teknik anlamda etkileyen en kritik nokta, kartı taşıyıcıdan dışarıya aldıktan (kimyasal gelişmeyi başlattıktan) sonra en az 15 saniye beklenmesiydi. Daha sonrası ise sizin tercihinizdir ama bekleme süresinde sarıdan başlayarak renkler normal karta geçmeye başlayacaklar ve onları kaybetmiş olacağız. İşte dublikatördeki filtreler bu iş için bulunuyorlar. Kaybedeceğimizi düşündüğümüz renkleri pozlama sırasında ekleyebiliriz. Ne kadar renk ekleyeceğimiz, poz süresi bekleme süresi, kartların nem oranı gibi değişkenler ise tamemen kişisel tercihe ve tecrübeye dayalı. Transfer için, boya miktarının diğerlerine göre fazla olması nedeniyle 667 kodlu malzemeler tercih sebebiydi. Transfer, görüntüyü resimsel hâle suluboya etkili imajlara dönüştürüyordu. getirerek, Hangi boyutta baskı alacağınız ise kullandığınız polaroid malzemenin ebadına bağlıydı. Fotografın tekliği meselesi de böylelikle halledilmiş oluyordu. Tam olarak aynısı yapılamıyordu, elde ettiğiniz şey biricikti ve ancak reprodüksiyonla çoğaltılabiliyor ya da boyutu büyütülebiliyordu. Kontrast Fotoğrafta Farklı Uygulamalar Yurt Dışı Haberler Hazirlayan: ÖZLEM ESER Hazirlayan: Özlem DAĞ TILT-SHIFT FOTOĞRAFLAR Çoğu fotoğrafçı, kimi zaman çekim aşamasında, kimi zaman karanlık odada, kimi zaman ise aydınlık odadaki çalışmalarıyla yaratıcı fotoğraflar üretmeyi hedefler. Gelişen teknik ve trendler, bu konuda fotoğrafçının en büyük yardımcılarındandır ve bu gelişmelere her geçen gün yenisi eklenmektedir. Bunlardan birisi olan “Tilt-shift”, fotoğrafta gerçekliğin yaratıcı düzlemde yakalanmasına olanak veren, aynı zamanda estetik, sevimli görünümler oluşturan bir tekniktir. “Tilt-shift”, fotoğrafa “blur” etkisi verilerek net bölgeler oluşturulması ve net bölgedeki nesnelerin küçültülüp fotoğrafa minyatür efekti verilmesiyle oluşturulan bir tekniktir. Üç farklı yöntemle “tilt-shift” fotoğraflar oluşturulabilir: İlk olarak “tilt-shift” objektifler, bu tarz fotoğrafların, çekim aşamasında oluşturulmasını sağlarlar. Aynı zamanda mimari çekimlerde sıkça karşılaşılan bir sorun olan, yapıların, özellikle de kenarlarının ortaya doğru birleşmesi sorununu engellemeye yönelik olan bu objektiflerin en büyük dezavantajı çok pahalı olmalarıdır. (http://www.usa.canon. com/consumer/controller?act=ProductCatIndexA ct&fcategoryid=156) Bir diğer yöntem olan “photoshop” veya benzeri programlar kullanarak “tilt-shift” fotoğraflar oluşturmak ise daha ucuz; ama “photoshop” kullanımında ileri düzeyde olmayanlar için zahmetli ve zaman alan bir yöntemdir. Hem ucuz, hem pratik üçüncü yol ise biraz kolaycılığa kaçanlar için: http://tiltshiftmaker. com adlı siteye sadece fotoğrafınızı yükleyip odağınızı seçmek yeterli oluyor. Bununla birlikte tilt-shift lensler ile çekilen veya photoshop’ta yapılmış örneklerin daha başarılı olduğu dikkati çekmektedir. Bu arada, son bir bilgi olarak, alan derinliğinin yüksek olduğu ve yüksek bir noktadan ve açı verilerek çekilmiş fotoğraflara daha başarılı tilt-shift efekti verilebildiğini eklemekte fayda var. Fotoğrafçılar Google’a Karşı Amerikan Medya Fotoğrafçıları Cemiyeti (ASMP), Google’a karşı telif hakkı ihlali suçlamasında bulunarak bir dava açtı. Dava, Google’ın, telif hakkı olan milyonlarca kitabı ve diğer basılı yayınlardaki görsel malzemeleri yasa dışı olarak tarayarak görsel yaratıcılarından telif izni almadan yayımlaması suçlamasını içeriyor. Bu dava, Google’in Kütüphane Projesi’nin ve Google’ın fotoğrafçıların, illüstratörlerin ve diğer görsel sanatçıların haklarını ihlal eden sistematik ve yayılmacı projelerinin de tamamen karşısında. ASMP Başkanı Eugene Mopsik, dava ile ilgili olarak şunları söyledi: “Bu dava ile cemiyetimizin misyonunu yerine getirmeye ve fotoğrafçılar ile diğer görsel sanatçıların haklarını da savunmaya çalışıyoruz. Çünkü fotoğrafçıların hakları açıkça suistimal ediliyor ve bu bir şekilde durdurulmalı.” Pentax K-x Dijital SLR Makine, Avrupa’nın En İyi Makinesi Seçildi İlk kez piyasaya Ekim 2009 tarihinde sürülen Pentax K-x dijital SLR makine, Teknik Görsel Basın Birliği (TIPA) tarafından, Avrupa’da 2010 yılının giriş seviyesinde en iyi DSLR makinesi seçildi. K-x’in gelişmiş özelliklerinin dengeli bir şekilde kombine edilmesi, kompakt bir makinede olması gereken yüksek dijital SLR kalitesinin en iyi seviyede olması, ışık dengesinin çok iyi kurulması ve kolay hareket edebilen gövde özellikleri ile Pentax bir adım öne çıktı. TIPA, ödül törenini, AlmanyaKöln’de açılacak olan dünyanın en büyük ve kapsamlı fotoğraf ve görüntüleme sistemleri fuarı olan Photokina’da, 21 Eylül 2010’da gerçekleştirecek. CPJ Tayland’da Foto Muhabirlere Uygulanan Şiddeti Araştırıyor Foto Muhabirleri Koruma Komitesi (CPJ), üç ayda Bangkok ve diğer şehirlerde görev yapan iki foto muhabirin öldürülmesiyle ilgili olarak Tayland hükümetini soruşturma yapmaya davet etti. Bu bölgedeki gazetecilerin ve foto muhabirlerin hayatını korumanın ve güvenliğini sağlamanın hükümetin görevi olduğunu bildiren CPJ, hâlâ birçok foto muhabirin de yaralanma ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu belirtti. Mayıs başında İtalyan foto muhabiri Fabio Polenghi ve 10 Nisan’da da Japon kameraman Hiro Muramoto başına isabet eden bir kurşunla öldürülmüştü. Bunun yanı sıra Hollandalı fotoğrafçı Michael Maas, İngiliz gazeteci Andrew Buncombe ve Kanadalı fotoğrafçı ve yazar Chandler Vandergrift de yaralanmıştı. “Değişken Medya, Fotoğrafın Yeni Rolü” Sergisi Dünya çapında ünlü fotoğrafçıların son 60 yılda çektiği, toplamda 200’den fazla fotoğraftan oluşan sergi, 16 Temmuz - 19 Eylül 2010 tarihleri arasında, Almanya Berlin’de, C/O Berlin Sanat Galerisi’nde görücüye çıkıyor. Sergideki fotoğraflar arasında, foto muhabirliğin kurucularından olan Robert Capa, Henri CartierBresson, David Chim Seymour ve George Rodger ile Magnum üyesi genç fotoğrafçılar Alec Soth, Thomas Dworzak ve Alex Majoli gibi fotoğrafçıların fotoğraflarını görmek de mümkün. 31