e-Dergi için tıklayınız... - istanbul il millî eğitim müdürlüğü
Transkript
e-Dergi için tıklayınız... - istanbul il millî eğitim müdürlüğü
İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i T. C. İSTANBUL VALİLİĞİ İL MİLLÎ EĞİTİM MÜDÜRLÜĞÜ Başlarken İSTANBUL Eğitim ve Kültür Dergisi (3 ayda bir yayınlanır) İl Millî Eğitim Müdürlüğü Adına İmtiyaz Sahibi Dr. Muammer YILDIZ Yayın Kurulu Şerafettin TURAN Mukadder GÜRSOY Halime TOROS Mustafa USLU Yayın Yönetmeni Adem YILMAZ Editör Bülent PARLAK Fotoğraflar Hakan KURT Adres İl Milli Eğitim Müdürlüğü Ankara Cad. No: 2 Cağaloğlu A- Blok / 3. Kat No: 2 Tel: 212 455 04 62 Mail: imemkultur@gmail.com Web: http://istanbul.meb.gov.tr zun bir yaz tatilinin ardından yeniden çocuklarımıza kavuşmuş olmanın sevinci ve heyecanı içerisindeyiz. Aydınlık yarınlar, mutlu ve başarılı hayatlar için güzel bir başlangıç önemlidir. “Öğrenme sanatının unsurları” demiş Proust, “irade, disiplin ve zamandır.” Mevcut imkânlarımızı değerlendirebilmek yetenek ve irade istiyor. İrade gücünün anahtarı başarıya inanmak ve bu uğurda düzenli olarak çalışmaktır. Sahip olduğumuz değerleri küresel dünyaya etkin bir biçimde sunamazsak ideallerimiz kendi dünyamızla sınırlı kalır. Unutmamak gerekir ki insanı büyük yapan şey ideallerinin büyüklüğüdür. Çocuklarımızı hayata hazırlarken onlara bilgi aktarmak yerine, onlara, doğru bilgiye ulaşmanın yollarını araştırmayı, elde ettiği bilgiyi etkin bir biçimde paylaşabilmeyi, bilgi üretebilmeyi ve insanlığın yararına kullanabilmeyi öğretmeliyiz. U Cumhuriyetimizin kuruluşundan bu güne eğitim sisteminin her tür ve kademesinde okul, öğretmen ve öğrenci sayısında büyük artışlar oldu. Eğitime olan talep her geçen gün artıyor. Bugün farklı eğitim modellerinin hayata geçirilmesi çabalarıyla, dünya milletleri ile rekabet edebilecek bir potansiyele sahibiz. Bu potansiyeli doğru ve verimli biçimde kullanmak biz eğitimcilerin performansına bağlıdır. Çocuklarımızı, milletimizin millî, ahlaki, manevi, tarihî ve kültürel zenginliklerini benimseyen; ailesini, vatanını ve milletini seven; insan haklarına saygılı, demokrasiyi özümsemiş, ailesine, çevresine ve dünyaya karşı görev ve sorumluluklarını bilen, kendini ifade edebilen, soran, sorgulayan, düşünen, kişileri dil, din, ırk, cinsiyet, sosyal ve ekonomik statü bakımlarından ayırmayan insanlar olarak yetiştirmek bizim en büyük idealimizdir. İstanbul gibi muhteşem bir şehirde, ekibimle birlikte gecemizi gündüzümüze katarak daha iyiye ulaşma çabasındayız. Millî Eğitim camiası olarak örgün öğretimde; yaklaşık 2500 okulda, 55 bin derslikte, 93 bin öğretmenimizle, 2,5 milyon öğrenciye hizmet veren devasa bir teşkilatız. Çocuklarımız bizim her şeyimiz ve onlar için elimizden gelenin en iyisini yapma arzusundayız. Sizlerin desteği ile bu eğitim öğretim yılında da çok güzel başarılara hep birlikte imza atabilmeyi diliyorum. Baskı Bilnet Matbaacılık Tel: 216 444 44 03 2 Dr. Muammer YILDIZ İstanbul Millî Eğitim Müdürü Eylül / 2010 İ ç i n d e k i l e r İçi n d eki l er 1I Muammer YILDIZ / Başlarken 2 I İçindekiler 4 I Haberler 8 I Kültür Sanat Haberleri 10 I AB Projelerimiz 12 I Nimet ÇUBUKÇU İle Röportaj 16 I Hilmi YAVUZ / Benim İlkokullarım 18 I Sunay AKIN / İstanbul'da Bir Oyuncak Müzesi 20 I Halime TOROS / Merhaba 22 I Ali URAL / Yazı ve Şiir Atölyesinde Bir Yıldız 24 I Ara GÜLER İle Röportaj 28 I Sadri ALIŞIK / İstanbul Şehri Şiiri 24 12 30 I Kemal SAYAR / Medya Çağında Çocuk Yetiştirmek 34 I Mehmet Zeki AYDIN / Ailede Ahlak Eğitimi 37 I Halil EKŞİ / Karakter Eğitimi 40 I Sevim CAN / Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği 44 I Yankı YAZGAN / Eşitsizlik Çağının Sınavları 47 I Ziya SELÇUK / Başarılarımızdan Öğreniyoruz 50 I Nadir ÇOMAK / Okulu Lider Gibi Yönetmek 52 I Sueda ÖZBENT / Türkiye’de Yabancı Dil Eğitimi 56 I Ahmet AĞIR / Güvenli İnternet Kullanımı 60 I Ülkü A. ŞAHİN / Toplumsal Çevre Bilincinin Kazanılması 63 I Hediye A. KESKİN / Üç Öykü, Altı Ders, Bir Özür 66 I Talha UĞURLUEL / Tarihte Eğitime Gönül Verenler 70 I Şerafettin TURAN / Adile Sultan Sarayı 72 I Seyfettin Ünlü / Daru’l - Muallimin Mektebi Hatıraları 74 I Haluk ÖNER / Tanpınar’ın Öğretmenlik Yılları 76 I Tahsin YILDIRIM / Türk ve İslam Eserleri Müzesi 78 I Seçtiğimiz Kitaplar 80 I Sibel ATAGÜN / Umudu Öldürmek En Büyük Cinayettir Eylül / 2010 34 3 H a b erl er Oryantasyon Semineri İstanbul İl Millî Eğitim Müdürlüğü ve Aydın Üniversitesi işbirliği ile Müdür Yardımcıları Oryantasyon Semineri düzenlendi. Yeni atanan okul ve kurum müdür yardımcıları için İstanbul İl Millî Eğitim Müdürlüğü Ar-Ge Birimi ve İstanbul Aydın Üniversitesi işbirliği ile 22-28 Mart 2010 tarihleri arasında iki grup hâlinde 3 günlük "Eğitim Kurumları Yöneticiliği Oryantasyon Programı - II" adıyla hizmetiçi eğitim semineri düzenlendi. 2 grup hâlinde ve 15 oturumda gerçekleşen seminer yeni atanan müdür yardımcılarının görevlerine uyum süreci için önemli kazanımlar sağladı. Kapanış töreninde tüm katılımcıları temsilen 5 müdür yardımcısına sertifikalarını veren İl Millî Eğitim Müdürümüz Dr. Muammer Yıldız, yeni müdür yardımcılarının izlenimlerini dinledi. Son olarak İl Millî Eğitim Müdürlüğü yöneticileri, Ar-Ge Ekibi ve Aydın Üniversitesi yetkilileri hatıra fotoğrafı çektirdi. Kalem Tutan Eller Millî Eğitim Bakanlığı, Garanti Emeklilik ve Boğaziçi Üniversitesi işbirliğiyle okuyan ancak sokakta çalışmaya devam eden çocukları tamamen okula döndürmeyi amaçlayan "Kalem Tutan Eller Projesi", Garanti Bankası Konferans Salonu`nda tanıtıldı. Projenin, ailelere destek vermeyi, ebeveynleri çocuklarının risk altında oldukları konusunda bilgilendirmeyi, alternatif gelir kaynakları yaratmaya sevk etmeyi amaçladığını belirten Bakan Çubukçu, İstanbul`da pilot olarak başlayacak projenin, 2010-2011 yıllarında büyüyen ve göç alan Mersin, Şanlıurfa, Diyarbakır ve Van gibi illerde de uygulanacağını bildirdi. Sokaklarda ulaşılmayı bekleyen çocuklara yönelik olarak son yıllarda önemli adımlar atıldığını belirterek bu sorunlu alanın metropolleşmeye ve büyümeye devam ederken getirdiği problemlerin de minimuma indirildiği bir dönemin yaşandığını söyledi. Garanti Bankası Genel Müdürü Ergun Özen de projenin, Türkiye`nin sosyal gelişiminde önemli bir rol oynayacağını belirterek toplum için önemli bir ihtiyaç olduğuna dikkati çekti. Yetimler Gülmek İster İl Millî Eğitim Müdürlüğümüz ve Doğa Koleji’nin ortak sürdüreceği "Yetimler Gülümsemek İster" projesinin protokolü ve tanıtım toplantısı yapıldı. Sunumu yapan öğrencilerin anlatımıyla "öğrenci meclislerinden çıkarak" proje hâline gelen fikir, bir kişinin çok şey yapması değil, her kişinin birer şey yapması mantığından yola çıkmış. Bu sayede her katılımcının bir payının bulunacağı proje gönüllülük esası ile başlatılmış. Öğrencilerin fikir çalışmalarını yaptıkları proje ile her katılımcının yapacağı 100 liralık bağışla bir yetimin giydirilmesi planlanıyor. İl Millî Eğitim Müdürümüz Dr. Muammer Yıldız, katıldığı programda proje hakkında görüşlerini belirtirken duygulu anlar yaşandı. Öğrenci meclisinden çıkan bu proje fikrinin 15000 yetime ulaşacağını belirten Yıldız, demokrasi eğitimi ve okul öğrenci meclislerinin ne kadar önemli ve yerinde çalışmalar olduğunu vurguladı. Toplantıya ayrıca İbrahim Sadri, Yetimler Derneği Başkanı Tamer Horasan ve birçok ilgili katıldı. 4 Eylül / 2010 İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i Hayırseverlere Vefa Gecesi İstanbul Ümraniye, Sancaktepe ve Çekmeköy’de okul yaptıran hayırseverlere, Ağaoğlu My City Hotel`de düzenlenen törenle, plaket ve onur belgesi verildi... Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu, dönemin İstanbul Valisi Muammer Güler, İstanbul İl Millî Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız ve birçok davetlinin katıldığı törende eğitime dair konuşmalar yapıldı. Millî Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu konuşmasında eğitime yapılan yatırımlar ile ülkelerin gelişmişlik düzeyi arasında doğru orantı olduğunu, sorunların sadece merkezî bütçe imkânlarıyla çözülemeyeceğini vurguladı. İl Millî Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız da yaptığı konuşmada İstanbul’a yeni okul ve derslik kazandıran hayırseverlere teşekkür etti. Düzenlenen konserin ardından hatıra fotoğrafı çektirildi. YÖNVER`meye Başladık İl Millî Eğitim Müdürlüğümüz ve Kültür Üniversitesi işbirliği ile devam eden YÖNVER Projesi ilk toplantısını gerçekleştirdi. İlk olarak tüm İstanbul`daki ilçe milli eğitim müdürleri, ortaöğretimden sorumlu ilçe milli eğitim şube müdürleri ve okul müdürlerinin katıldığı toplantı verimli geçti. Toplantıya İstanbul genelinden ilçe milli eğitim müdürü, şube müdürü ve okul müdürü olan toplam 830 kişi katıldı. Toplantıya Kültür Üniversitesi’nin ev sahipliğinde katılan İl Milli Eğitim Müdürü Dr. Muammer Yıldız, projeyi hayata geçiren İstanbul İl Millî Eğitim Müdürlüğü ARGE Ekibine, Kültür Üniversitesi ve toplantıya katılanlara teşekkür etti. Kültür Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Dursun Koçer ise toplantının ve projenin yapılmasında ortak olarak bulunmaktan duyduğu onuru dile getirdi. İstanbul’a 5 Yıldız İstanbul eğitim alanında elde ettiği başarılarda sınır tanımıyor. Bu sene gerçekleştirilen YGS ve LYS’de İstanbul’da eğitim gören öğrencilerimiz beş dalda altı birincilik alarak İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü’nün gururu oldular. Her geçen yıl eğitim kalitesini arttıran İstanbul İl Millî Eğitim, bu kalitesini sınavlarda da ortaya koyarak bu başarıların tesadüf olmadığını kanıtladı. Birincilik alınan dallar ise şöyle; TM, TS, DİL (İngilizce), DİL (Fransızca) ve DİL (Almanca). İl Millî Eğitim Müdürümüz Dr. Muammer Yıldız, sınav sonuçlarının açıklanmasının ardından LYS’de derece yapan öğrencileri kabul etti. Tüm örgenci, öğretmen, idareci ve velilere teşekkür eden Yıldız, günün anısına öğrencilere birer taşınabilir bilgisayar ve altın hediye etti. Eylül / 2010 5 H a b erl er Yeni Tiyatro Oyunları İçin Yarışma Başlıyor! İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Eğitim Yönetmenliği’nin ana projelerinden 2010 Okullarda, mevcut eğitim sisteminde geri planda kalmış olan kültür sanat derslerinin güçlendirilerek ilköğretim çağındaki 3 milyon öğrencinin bilinçli sanat üreticileri ve tüketicileri olarak yetişmesi için çalışmaya devam ediyor. Kültür sanat alanında projeler geliştirmek isteyen öğretmenlerin önlerindeki engelleri kaldırmayı öncelikli hedeflerinden biri olarak belirleyen Eğitim Yönetmenliği, 2010 Okullarda projesi kapsamında, ilköğretim okulları ve liselerde Türkçe tiyatro oyunu yetersizliğine dikkatleri çekerek ‘Tiyatro Okullarda! Oyun Yazma Yarışması’nı başladı. Yarışmanın birincisine 5.000 TL, ikincisine 3.000 TL, üçüncüsüne 2.000 TL ve mansiyon ödülü olarak da 10 kişiye 500 TL para ödülünün verileceği ‘Tiyatro Okullarda! Oyun Yazma Yarışması’ sonuçları 15 Kasım 2010 tarihinde açıklanacak. Yarışmaya katılmak isteyenler için son başvuru tarihi: 15 Ekim Cuma 18. Milli Eğitim Şûrası 18. Millî Eğitim Şûrası İstanbul ön komisyon çalışmaları İstanbul Lisesi’nde yüz eğitimcinin katılımı ile gerçekleştirildi. İl Millî Eğitim Müdürümüz Dr. Muammer Yıldız başkanlığında yapılan çalışmalara il millî eğitim müdür yardımcıları, ilçe milli eğitim müdürleri ve şube müdürleri, okul müdürleri, müdür yardımcıları, sivil toplum kuruluşları, sendika temsilcileri, öğretmenler, okul aile birliği başkanları ve okul meclis başkanları katıldı. 26 - 27 Temmuz 2010 tarihlerinde gerçeklesen komisyon çalışmaları altı oturumda gerçekleşti. Yapılan çalışmalarla 18. Millî Eğitim Şûrası öncesinde İstanbul’da eğitim adına yapılacak çalışmalarda rehberlik edecek önemli kararlar ele alındı. Yeni Tiyatro Oyunları İçin Yarışma Başlıyor! Türkiye Ulusal Beceri Yarışması, WorldSkills ve EuroSkills organizasyonlarının Türkiye ayağı olan SkillsTürkiye tarafından, Millî Eğitim Bakanlığı Kız Teknik Öğretim Genel Müdürlüğü koordinasyonunda Türkiye'de ilk defa yapılan yarışmaya, aşçılık ve servis, ayakkabıcılık, çiçekçilik, çoklu medya yayını, elektronik, hareketli robotlar, hasta bakımı, kuaförlük, kuyumculuk, mekatronik, nalbantlık, hafif araç otomotiv tamiri olmak üzere 12 ayrı dalda gerçekleştirildi. Yarışmada mesleki eğitim almış 17-25 yaş arasındaki gençlerden oluşan 90 yarışmacı; 15 başhakem, 60 hakem, 35 ekip lideri gözetiminde yarıştı. Millî Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu katıldığı ödül töreninde öğrencilerden, yaptıkları çalışmalar hakkında bilgi aldı. Bakan Çubukçu, törende yaptığı konuşmada, girişimcilik, yaratıcı zeka, bilimsel düşünme, rekabet edebilme bilinciyle araştırmaya yönelten ve teşvik eden yarışmaların, öğrencilerin gelişimindeki önemini vurguladı. Dereceye girenler, Avrupa beceri yarışmalarında Türkiye'yi temsil edecekler. 6 Eylül / 2010 İsta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i Eğitim Doğayla Buluştu İl Millî Eğitim Müdürlüğümüz ile Darıca Faruk Yalçın Hayvanlar Alemi Ve Botanik Parkı arasında sosyal sorumluluk projesi kapsamında gerçekleştirildi. İl Millî Eğitim Müdürümüz Dr. Muammer Yıldız ve Darıca Hayvanat Bahçesi ve Botanik Parkı Genel Müdürü Arif Sankur tarafından 23 Temmuz 2010 Cuma günü Müdürlüğümüz Brifing Salonu’nda protokol imzalandı. Protokol imza töreninde önce projenin kapsamı ve içeriği hakkında bilgilendirici bir sunum yapıldı. Ardından taraflar duygu ve düşüncelerini ifade ettiler. Yeni yaklaşımlar çerçevesinde yapılan çalışmanın ne kadar güzel bir adım olduğunu ifade eden İl Millî Eğitim Müdürümüz Dr. Muammer Yıldız, öğrencilerin doğayı yaparak yaşayarak öğrenmekle daha kalıcı bilgiler elde edeceklerini söyledi. Bu projenin aynı zamanda bir sosyal sorumluluk projesi olduğunu ifade eden Yıldız, imkânsızlıklar nedeni ile televizyon dışında bu ortamı görme ve gezme imkânı olmayan öğrencilerin bu çalışma sayesinde bu imkânı elde etmiş olacağı ifade etti. Dr. Muammer Yıldız Basın Mensupları ile Buluştu İl Millî Eğitim Müdürümüz Dr. Muammer Yıldız, basın mensupları ile buluştu. Beyoğlu Öğretmenevi’nde gerçekleşen buluşma iftar yemeği ile başladı. Yemekten sonra bir konuşma yapan Dr. Muammer Yıldız, bugüne kadar gerçekleştirdikleri projeleri anlatarak yeni dönemde yapacakları çalışmalardan bahsetti. İstanbul’un eğitim sorunlarına dikkat çeken Yıldız, özellikle derslik ihtiyacını karşılamak için yapılan çalışmaları ayrıntılarıyla dile getirdi. Beyoğlu Öğretmenevi’nin tadilatı sonrasında basınla ilk buluşmanın gerçekleştiğini ifade eden Yıldız, Beyoğlu’nun tarihî yapısı içersinde zamana yenik düşen binanın orijinal yapısı korunarak şimdiki hâline getirildiğini belirtti. Yemek sonrasında program çay sohbeti eşliğinde soru-cevap faslıyla devam etti. Gece sonunda, günün anısına basın mensuplarıyla hatıra fotoğrafı çektirildi. Mini Mini Birler, Sağlıklı Nesiller İstanbul’daki ilköğretim okullarına yeni başlayan öğrenciler sağlık taramasından geçirilecek. İl Sağlık Müdürlüğü ile ortaklaşa yürütülen çalışma sayesinde 10 bin öğrencinin sağlık taramasından geçirilmesi planlanıyor. "Mini Mini Birler, Sağlıklı Nesiller" başlığı altında okul çevre şartlarının iyileştirilmesi ve koruyucu sağlık önlemlerinin alınarak bilinçli ve sağlıklı nesillerin yetişmesi için yapılan çalışmanın ilk adımı atıldı. Küçükçekmece Radisson Hotelde gerçekleşen iftar yemeği sonrasında protokol imzalanarak yürürlüğe giren proje kapsamında 0-18 yaş çocukların tedavisinin ücretsiz olmasına rağmen bilinçsizlik ve duyarsızlık sonucu muayene ve tedavi edilemeyen ilköğretim 1. sınıf öğrencileri hedefleniyor. İl Millî Eğitim Müdürlüğü, İl Sağlık Müdürlüğü ve Rotary Kulübü tarafından imzalanan protokol kapsamında ortak koordinasyonla öğrencilerin sağlık taraması yapılıp tedaviye ihtiyacı olan öğrenciler özel hastanelerde ücretsiz tedavi edilecek. Eylül / 2010 7 Kü l tü r S an at Ölümünün 100. Yılında Osman Hamdi Bey Türk Müzeciliği’nin kurucusu, arkeolog ve ressam Osman Hamdi Bey, ölümünün 100. yılında Kocaeli Eskihisar’da müzeye çevrilen evinde ünlü Müzisyen Tuluyhan Uğurlu'nun kendisine adadığı konserle yâd edildi. Konser öncesinde Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanı İbrahim Karaosmanoğlu, Osman Hamdi Bey'in Hayatı ve Eserleri konulu fotoğraf sergisinin açılışını yaptı. Karaosmanoğlu, "Osman Hamdi Bey, bu tablosu ile bürokrasiyi eleştirmiş ve bürokratların kaplumbağa hızıyla iş yapmasını hicvetmiştir. Günümüz Türkiye’sinde çok şükür bürokrasinin hantallığı, yerini aktif çalışma ve dinamizme bırakmaktadır" dedi. Osman Hamdi Bey müzesi ve müzenin hemen ilerisinde restore edilen kalesi ve sahil boyunca sıralanan eğlence merkezleri, çay bahçeleri, taverna ve balık lokantaları ile Eskihisar, yakın gelecekte gözde kültür ve tatil mekanları arasında yer almaya hazır olduğu izlemini veriyor... Mevlana Araştırmaları Enstitüsü Kuruluyor Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Süleyman Okudan, başvurusunu Şubat 2010'da gerçekleştirdikleri Mevlana Araştırmaları Enstitüsü'nün açılması için Bakanlar Kurulu'ndan onay çıktığını, kararın 22 Ağustos tarihli Resmî Gazete'de yayımlandığını açıkladı. Okudan, Rektörlük Senato Salonu'nda düzenlediği basın toplantısında, Mevlana Araştırmaları Enstitüsü ile Mevlana’yı tüm dünyaya akademik anlamda çok daha etkin şekilde tanıtmak istediklerini söyledi. Mevlana ile ilgili bilimsel çalışma yapmak isteyen tüm akademisyenlerin bu enstitüde ortak amaç etrafında bir araya gelmesi gerektiğini vurgulayan Okudan, enstitünün yüksek lisans ve doktora örgencileri alacağını, böylelikle bu alanda daha etkin ve bilimsel çalışmaların yapılabileceğini söyledi. 5 yıllık çalışma sonucunda YÖK'ün kararı ile kurulmasına karar verilen Mevlana Araştırmaları Enstitüsü, Mevlana’yı dünyaya en iyi şekilde anlatmaya çalışacak. İstanbul’un Yitik Hazinesi Bulundu Kent ansiklopedisinin ilk önemli örneği olan ancak yarım kalan Reşad Ekrem Koçu'nun ömrünü adadığı İstanbul Ansiklopedisi'nin kayıp metinleri ve resimleri yıllar sonra ortaya çıkarıldı ve tamamlanması ümidi doğdu. Koçu, büyük özveri ve kişisel çabasıyla iki kez yayınlanması için mücadele verdiği ansiklopedinin yayımını ölümüne kadar sürdürmüş ancak “Gökçınar” maddesine kadar gelebilmişti. İstanbul Ansiklopedisi'nin kayıp sanılan metinleri, dokümanları, resimleri aslında sessiz sedasız bekliyormuş. Araştırmacı Nedret İsli, zarflarda bekleyen maddelerin, notların ve resimlerin köklü bir aile tarafından muhafaza edildiğini ve az bir kısmı hariç günümüze kadar ulaştığını söylüyor. Kabaca tasnif edilmiş olarak korunan kıymetli arşiv bir hazine niteliği taşıyor. Ortaya çıkan nüshalar şayet yayınlanabilirse Koçu'nun bir ömür boyu peşinden koştuğu hayali de gerçekleşmiş olacak. 8 Eylül / 2010 İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i Yazma Eserlerin Tamamı Dijital Ortama Aktarıldı Yazma eserlerle ilgili 2002 yılında başlatılan dijital arşivleme çalışması tamamlandı. Eserlerin tamamı dijital ortama aktarıldı. Kültür ve Turizm Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayımlar Genel Müdürlüğü, kuruma bağlı 28 kütüphanede, toplam 167 bin 240 yazma eseri bilgisayar ortamına aktardı. Yazma eserlere artık çok daha kolay ulaşılabilecek. Yazma eserlerden sonra basma eserlerin dijital ortama aktarılmasına başlanacak. Türkiye Yazma Eserler Başkanlığı Kurulmasını Öngören Kanun Tasarısı TBMM Plan Bütçe Komisyonu’nda görüşülerek kabul edilmişti. Tasarıyla bu yıl Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olarak merkezi İstanbul'da kurulacak olan Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı için Ankara, İstanbul ve Konya bölge müdürlükleri oluşturma çalışmaları da sürüyor. Söğüt’ten Üç Kıtaya Osmanlı Devleti Sempozyumu Bilecik Üniversitesi tarafından düzenlenen ve 17 ülkeden 60'a yakın akademisyenin katılacağı ''Söğütten Üç Kıtaya Osmanlı Devleti'' sempozyumu 17-20 Eylül tarihleri arasında Bilecik'te yapılacak. ORDAF, IRCICA, İstanbul Ticaret Üniversitesinin de katılımıyla düzenlenen sempozyumun bilim kurulunda Prof. Dr. İlber Ortaylı, Prof. Dr. Azmi Özcan, Prof. Dr. Zekeriya Kurşun, Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya, Prof. Dr. Mehmet İpşirli ve Prof. Dr. Ahmet Kavas gibi ünlü tarihçiler yer alıyor. Sempozyuma, Yemen, Lübnan, Fas, Irak, Kuveyt, ABD, Mısır, Suriye, Kosova, Cezayir, Libya, Romanya, Suudi Arabistan, İran, Ukrayna ve Sudan ile Türkiye'nin değişik üniversitelerinden 60'a yakın tanınmış akademisyen katılacak. Söğüt'te başlayacak sempozyum Bilecik kent merkezinde devam edecek. Sempozyumda Türkçe, Arapça ve İngilizce olarak tebliğler sunulacak. Tarihçi Ziya Nur Aksun Vefat Etti Tarihçi Ziya Nur Aksun, tedavi gördüğü İstanbul Üniversitesi Tip Fakültesi Hastanesi’nde yaşamını yitirdi. 29 Mayıs 1930 tarihinde Konya'da doğan Aksun, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Eserlerinden çok sohbetleriyle tanınan Aksun, Osmanlı ve İslam tarihi hakkında geniş bilgisi, günlük siyasetin muhtelif gelişmelerini tarih muhakemesiyle değerlendirmesi, Osmanlı-Türk devlet telakkisi hakkındaki görüşleriyle birçok kişiyi etkiledi. Aksun'un, Dündar Taşer ve Erol Güngör ile memleket meseleleri ve milli düşünce etrafında yaptığı sohbetleri Dündar Taşer'in vefatından sonra derleyerek 1974 yılında Z.N. Rumuzu ve Dündar Taşer'in Büyük Türkiye’si adıyla yayımladı. Ziya Nur Aksun, müsveddeleri 3 bin sayfayı bulan Osmanlı Tarihi çalışmasını, Birinci Dünya Savaşı yıllarına kadar yazmış olmasına rağmen tamamlayamadı. Eylül / 2010 9 Pro j el er AB PROJELERİMİZ Proje Koordinasyon Ekibi İstanbul Millî Eğitim Müdürlüğü bünyesinde kurulan Proje Koordinasyon Ekibi, AB projeleri konusundaki farkındalığı arttırmak, yeni açılan hibe programlarını tanıtmak amacıyla bugüne kadar pek çok seminer düzenledi. Bu yıl 39 ilçeye ayrı ayrı verilen AB Eğitim ve Gençlik Programları toplantılarıyla her okula ulaşılması hedeflenmiş ve bu hususta da büyük başarı elde edilmiştir. 1- Ortaöğretim öğrencilerinin yanlış istihdam edilmesini önlemek amacıyla, kariyer planlamaya yönelik etkili bir aracın tasarlanması - Career Path Tool (CPT): Bu proje, AB Eğitim ve Gençlik programları çerçevesinde Leonardo da VinciYenilik Transferi Projeleri kapsamında Bahçeşehir Üniversitesi Mühendislik Fakültesi koordinatörlüğü ile Şubat 2008 döneminde, Ulusal Ajans (UA)’a sunulmuştur. Proje ortakları Yunanistan, Slovenya, Macaristan, İngiltere’dir. UA tarafından kabul edilmesiyle, Aralık 2009 tarihinde proje çalışmalarına başlanmıştır. Proje kapsamında ilk uluslar arası toplantı Ocak 2009’da İstanbul’da Bahçeşehir Üniversitesinin ev sahipliğinde gerçekleştirilmiştir. Proje çalışmalarıyla, orta öğrenimdeki öğrencilerin kariyer planlaması için rehber öğretmenlere yönelik yazılım materyalinin oluşturulması ve oluşturulan materyalin nasıl kullanılacağının rehber öğretmenlere öğretilmesi hedeflenmektedir. Projeden doğrudan yararlanacak olan hedef kitle 15-19 yaş grubu öğrenciler ile on10 lara rehberlik etmekte olan rehber öğretmenlerdir. Bu büyük çaplı olan projemiz devam etmektedir. 2- İşsiz Gençlerin İstihdam Edilebilirliklerini Artırmak İçin Kariyer Geliştirme Sistemi Oluşturmak - CPS- Career Pole Star System: Leonardo da Vinci- Yenilik Transferi Projeleri kapsamında; Bahçeşehir Üniversitesi Mühendislik Fakültesi koordinatörlüğü ile 27 Şubat 2009’da Ulusal Ajans’a sunulmuş ve daha sonra da kabul edilmiştir. Proje ortağı ülkeler Yunanistan, Romanya, Slovakya ve Türkiye’dir. Eylül / 2010 Geliştirilecek olan sistem 30 yaşın altındaki gençler için, istihdam edilebilirliklerini artırmak ve sürdürülebilir kılmak amacıyla bir kariyer planlama sistemi oluşturmaktır. Bu sistem gençlere kendi kariyer planları ve gelişimlerini takip etme, yeni hedefler koyma, kişisel farkındalık ve karar alma yeterliliği geliştirme, iş arama becerileri geliştirme, Bilgi İletişim Teknolojileri üzerine beceriler kazanma ve eylem planı hazırlayıp uygulama yeterliliği vermeyi hedeflemektedir. 3- Eğitimde Kariyer Basamakları - Career Pathways in the Education Sector (CPES): İngiltere’den İl Millî Eğitim Müdürlüğü, Rehberlik Merkezi ve lise olmak üzere üç ortakla, ayrıca yerelde Korkmaz Yiğit Anadolu Lisesi ve Beşiktaş RAM ile işbirliği yapılarak hazırlanan Comenius Bölgesel Ortaklıklar (Comenius Regio) projesi Londra Haringey Bölgesi ile ortaklık kurularak hazırlanmış, sunulmuş ve kabul almıştır. İki büyükşehirden eğitim otoroiteleri ve kurumlarının işbirliği İsta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i bölgemiz açısından büyük önem taşımaktadır. Bu yıl ilk kez ülkemizden başvurusu kabul edilen ve sadece İl Millî Eğitim Müdürlüklerinin başvurabildiği bu programda kabul alarak öncü kurumlardan olmak çalışmalarımızı anlamlı kılmaktadır. Bu projenin süresi 24 ay ve hem yerel olarak hem de ulusal çapta çok fazla çalışmaları beraberinde getirmektedir. Bu bölgesel ortaklık ile bir ilke imza atılarak çok verimli çalışmalara ve kültürel köprülere imza atılacaktır. yöneticisinin katılımıyla Avrupa’da genel eğitim sistemlerinin incelenmesi ve değerlendirilmesi amaçlı Arion çalışma ziyareti gerçekleştirilmiştir. Tüm katılımcılar, yerel eğitim sistemleri ile ilgili bilgileri paylaşmış, sistemler incelenmiş ve değerlendirilmiştir. Bu çalışma ziyareti sonunda, kuvvetli dostluk bağlarının kurulmasının haricinde, kurumlar ve temsilcileri arasında yeni projeler için ortaklık oluşturulmuştur. Çalışma ziyaretinin sonucunda, grup raporunda, “...farklı Avrupa ülkelerindeki benzerlikleri bulmak daha kolay olacaktır. Bu çalışma ziyareti esnasında bazı benzerlikleri keşfettik ve bir başka 1- İstanbul Liseler Arası AB Bilgi Yarışması ABGS ve AB Bilgi Merkezi tarafından yürütülen bu projeyle, AB üyelik sürecinde bir ülke olarak Türkiye’ de toplumun bu süreç hakkında doğru ve tarafsız bilgilendirilmesi çok büyük önem taşımaktadır. Bundan dolayı ortaöğretim 9.sınıflara yönelik yapılan bu proje yarışması beğeniyle devam ettirilmektedir. 2- Dünyanın Nehirleri Projesi “Rivers Of e World – ROW” İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü ve British Council ortak projesi olup, İngiltere’ki ames Nehri festivallerini hedef alan projeyle yüzlerce öğrencimizi sanat alanında birleştirmek ve öğrencilerimize sanatsal açılardan değer katmak hedef olarak belirlenmiştir. İlk etapta 6 ilköğretim okulumuz ile Londra’dan 6 ilköğretim okulları eşleştirilmiş ve çalışmalar hâlâ devam etmektedir. 4- Bir Elin Nesi İki Elin Sesi Projesi – Hands on Youth: Bu projemiz, AB Eğitim ve Gençlik Programları çerçevesinde Gençlik Programı Eylem 4.3 kapsamında 25-29 Ağustos 2008 tarihleri arasında İstanbul’da hayata geçirilmiştir. Projenin hedefi Gençlik programı kapsamında yeni projeler üretmek için ortaklık kurmaktır Projeye İtalya, İspanya, Malta, Litvanya, Letonya, Bulgaristan ve Polonya’dan toplam 15 gençlik çalışanı / öğretmen İstanbul’daki öğretmenlerle yeni projeler üretmek ve ortaklık faaliyetleri gerçekleştirmek amacıyla katılmışlardır. İstanbul İl Millî Eğitim Müdürlüğü’nü temsilen, proje faaliyetlerini organize eden ve etkinlikleri yürüten AB Projeler Koordinasyon Ekibi ve üç ayrı lisede görev yapan 3 öğretmen katılım göstermişlerdir. Proje faaliyetleri ve katılımcıların konaklaması Bahçelievler Abidin Pak Öğretmenevi’nde 5 günlük bir program çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Proje faaliyetleri çerçevesinde katılımcılar yeni proje fikirleri üretmişler, yeni ortaklıklar kurmuşlar ve ilerleyen dönemlerde başvuru yapmak üzere çalışmalara aktif olarak katılmışlardır. Proje bitiminde üç ayrı grup oluşmuş ve bu gruplar yeni proje ortaklığı kurarak proje fikri geliştirmişlerdir. çalışmada bu bakış açısını geliştirmenin ilginç olacağını düşünmekteyiz. Çünkü bu durum Avrupa’da öğretmenler ve öğrenciler arasında değişim projelerini teşvik etmek için iyi bir yol olabilir. Aslında, görüşlerimizi paylaşmak için benzer toplantılar ve çalışma ziyaretleri düzenlemek ve ülkelerimiz arası öğrenci değişimi organize etmeye çalışmak birbirimizi daha iyi tanımak adına iyi bir birleştirici olabilir.“ şeklinde dile getirmiştir. 4- Karagöz’ün Avrupa Birliği Dersi Avrupa Birliği Genel Sekreterliği ve İstanbul İl Millî Eğitim Müdürlüğü ortak projesi olup pilot olarak belirlenen 10 okulumuzda Hacivat-Karagöz tiyatro oyununun 4. ve 5. Sınıf öğrencilerimize sergilenmesi hedeflenmiştir. 5- Genel Eğitim Sistemlerinin İncelenmesi ve Değerlendirilmesi: 15-19 Ekim 2007 tarihlerinde, İstanbul’da 9 program ülkesinden 10 eğitim Uluslararası kaynaklı gerçekleştirilen projelerin dışında PKE tarafından gerçekleştirilen yerel projeler ve etkinlikler genel hatlarıyla şöyledir: Tüm bu projelerin yanı sıra yine İstanbul İL PKE proje uzmanları güncel proje ve hibe çalışmalarına devam etmektedirler. Eylül / 2010 3- MyCity – Benim Kentim Projesi Yine British Council ve İstanbul İl Milli Eğitim ortak projesi olup, Türkiye’nin farklı 5 ilinde yer aldığı projeyle öğrencilerimize sanat odaklı değerler kazandırmak ve onların bakış açılarıyla İstanbul’u gözler önüne sermek amaçlarımızdandır. Değişik ilçelerden katılımlarla okullarda öğrencilerimizle sanat çalışmaları hızla devam etmektedir. 11 Rö p o rtaj “BAHÇEDE DÜŞEN HER ÇOCUK BENİ ÜZÜYOR KOLTUĞUMDA” Adem YILMAZ Cumhuriyet tarhimizin ilk kadın Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu ile geçmişten bugüne yaptığı çalışmalardan, gündelik hayatından, okuduğu kitaplardan, geleceğe yönelik projelerine kadar pek çok konuda konuşma fırsatı bulduk. İnce bir duyarlılıkla öğrencileri kucaklayan Bakan Çubukçu, bütün çocuklarımızı mutlu ve bilgiyi hayatın içinde kullanabilecek şekilde yetiştirmeyi hedeflediklerini belirtti. Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki ilk kadın Millî Eğitim Bakanısınız. Bu konudaki duygularınız nelerdir? 4 yıl boyunca Sosyal Hizmetlerden Sorumlu Devlet Bakanı idim. Kimsesiz çocuklarımız, eli öpülesi yaşlılarımız, engellilerimiz ve bir şekilde mağdur olmuş tüm kadınlarımız kısacası toplumun en dezavantajlı kesimleri benim sorumluluk alanımdaydı. Büyük özverilerle ama çok da severek yaptım bu görevi. Manevi olarak çok büyük kazanımlar elde ettim bu Bakanlıkta. Sayın Başbakanımızın tasarrufları sonucu da 4 Mayıs 2009 tarihinde de 6 sene boyunca eğitimde devrim niteliğinde adımlar atan Sayın Hüseyin Çelik Bakanımızdan görevi devraldım. Ben, Sayın Başbakanımızın böylesine önemli bir görevi bir kadına teslim etmesini, Cumhuriyet tarihinde bir ilk olması açısından çok önemsiyorum. Eğitim şüphesiz çok geniş bir alan ve bu alanda her konu en az bir diğeri kadar 12 düşünüyorum. Hükûmetimiz eğitimi, her alanda kalkınmanın temel unsuru olarak görmektedir. Bu önem doğrultusunda 58. ve 59. hükûmetler döneminde olduğu gibi, 60. hükûmet döneminde de kamu kaynaklarının tahsisinde birinci öncelik eğitime yapılacak yatırımlara verilmiştir. önemli. Ancak sizin için en önemli konu başlıkları nedir? Eğitim gibi hepimizi ilgilendiren bir alanda yeni yüzyıla ilişkin perspektifler oluştururken yeni bir dünya oluşurken süreci yakından izlemek ve doğru okumak kadar, “biz nasıl bir Türkiye istiyoruz ve özlemini duyduğumuz Türkiye’yi oluşturacak genç nesilleri nasıl yetiştirebiliriz?” sorusunun da önemli olduğunu Eylül / 2010 Son 8 yılda eğitimin alt yapısına yapılan yatırımla ciddi bir mesafe kat etmiş olmakla birlikte, çözmemiz gereken önemli bazı alanlar olduğunu hepimiz bilmekteyiz. Bu anlamda önceliğimiz okul öncesi, ilk ve orta öğretimde %100 okullaşma oranını yakalamaktır. Bunun için de büyük bir gayret gösteriyoruz. Bir çocuğumuzun bile eğitim dışında kalmaması için yaptığımız çalışmaların başında özellikle kız çocuklarının okullaşmasını sağlamak için düzenlediğimiz kampanyalar gelmektedir. ‘Haydi Kızlar Okula’, ‘Tarladan Okula’ gibi kampanyalar bu kapsamda değerlendirilebilir. Ekonomik durumu iyi olmayan öğrencilerimiz için de burs veriyor İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i veya annelerin hesabına şartlı nakit transfer fonundan aylık olarak 25 TL ile 45 TL arasında değişen oranlarda katkı sağlıyoruz. Fiziksel koşulları bakımından dezavantajlı olan bölgeler için pansiyonlu okulları hizmete sokuyoruz. dan önemli gördüğümüz mesleki eğitime de öncelik veriyoruz. Şu an % 45’ler düzeyinde olan mesleki ve teknik eğitimi %50’lerin üzerine çıkarmayı planlıyoruz. AB standartlarına göre yeniden yapılandırılan mesleki ve teknik eğitimde artık yeni bir anlayış söz ko- Ülkemizin en büyük zenginliği olan bütün çocuklarımızı çağın gerektirdiği bilgi, donanım ve beceriyle zenginleştirerek yaratıcı, üretken, mutlu ve bilgiyi hayatın içinde kullanabilecek şekilde yetiştirmek zorundayız. Eğitim ortamlarının iyileştirilmesi, bilişim teknoloji- Çocuklarımızın eğitim dışında kalmaması için bütün tedbirleri almış durumdayız. Bu eğitim öğretim yılının başında da 81 il valiliklerimize gönderdiğim genelgeyle çocuklarını okula göndermeyen ve bu tutumlarında ısrar eden velilere ilişkin Çocuk Koruma Kanunu’ndan doğan hakkımızı kullanabileceğimizi hatırlattım. Kız çocuklarının okullaşmasının artırılması hedefine önemli bir ivme kazandıran “Özellikle Kız Çocuklarının Okullaşmasının Artırılması Projesi” ile de yeni dönemde “Haydi Kızlar Liseye” dedik. Bütçesi yaklaşık 32 milyon TL olan bu proje ile iş piyasasına giriş için kız çocuklarımızın ortaöğretim seviyesinde okullaşmasının arttırılmasını amaçladık. Okul öncesi eğitimi de son derece önemsiyorum. Bu çerçevede kademeli bir şekilde okul öncesi eğitimi zorunlu hâle getiriyoruz. Dört yıl boyunca yürüttüğüm Devlet Bakanlığı görevinde geliştirdiğim hassasiyetle engelli çocuklarımızın eğitimine de ayrı bir önem veriyorum. Bakanlığımızda engelli çocuklarımızın okullara ücretsiz servis hizmeti verilmesinden, engel durumundan dolayı okula gidemeyen öğrencilerimize evde eğitim imkanı verilmesine, engelli envanterini çıkarılmasından engelli öğrencilerin ailelerine ayda 432 TL ödenmesine, zihinsel ve görme engelliler için özel kitap basımından yeni yapılan okulların engelli öğrencilerimizi de düşünerek fiziksel altyapılarının oluşturulmasına kadar pek çok alanda düzenlemeler gerçekleştirdi. Ancak kaynaştırmalı eğitim başta olmak üzere bu konuda kat etmemiz gereken mesafe var daha. İstihdam açısın- Ülkemizin en büyük zenginliği olan bütün çocuklarımızı çağın gerektirdiği bilgi, donanım ve beceriyle zenginleştirerek yaratıcı, üretken, mutlu ve bilgiyi hayatın içinde kullanabilecek şekilde yetiştirmek zorundayız. nusu. Mezunlarımıza diplomanın yanı sıra bitirdiği alanla ilgili çalışma belgesi veriyoruz. Öğrenci çalışma belgesiyle çalışma hayatında kendine yer bulabilirken diplomayla da yüksek öğretimini sürdürebiliyor. Aslında hızlı değişimlerin yaşandığı bir çağda eğitim sistemimizi sürekli olarak geliştirmek ve eğitimde niteliği yükseltme arayışının hiç bitmeyen bir süreç olarak görülmesi gerekir. Bu süreci doğru yönetmek daha sade ve hareket kabiliyeti yüksek yapılanmayı gerekli kılmaktadır. Eğitim sistemimizin geliştirilmesi yolundaki çabalara özel sektörün daha etkin katılmasını, sivil toplum kuruluşlarının da eğitimle ilgili karar alma süreçlerinde yer almalarını önemsiyor ve bu yönde çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Eylül / 2010 lerinin eğitimde kullanılması, öğretmenlerin eğitimi gibi konular da milli eğitimi bir adım daha öne çıkaracak ve takip ettiğimiz önemli başlıklardandır. Bir hususu daha belirtmek gerekir ki kadına karşı ayrımcılık başta olmak üzere her türlü ayrımcılıkla mücadele etmemiz gerekiyor. Başka insanların, toplumların tarih, kültür, inanç ve gelenek gibi sosyal değerlerinin en az bizimkiler kadar değerli olduğu duygusunu çocuklarımıza, gençlerimize verebilmeliyiz. Milli Eğitim Bakanlığı olarak bu eğitim öğretim yılında özel azınlık okullarının ders kitaplarının ücretsiz baskı ve dağıtımını da yaptık. Demokrasinin gelişmesi ve eşitlikçi, katılımcı, çoğulcu bir demokratik kültürün oluşmasının 13 Rö p o rtaj önündeki en önemli engel, hiç kuşkusuz toplumsal cinsiyet ayrımcılığıdır. Devlet Bakanı olarak görev yaptığım dönemde kadınların statüsünün güçlendirilmesi ve her alanda güçlü temsilleri için verdiğim mücadeleyi eğitimden sorumlu bakan olarak daha güçlü bir şekilde sürdürecek olmaktan ayrıca mutluluk duymaktayım. Bu yaklaşım sadece kadınlara değil, ülkemizin refah ve kalkınmasına katkı sağlayacak güzel sonuçlar doğuracaktır. Çağdaş bir eğitim için uygun şartlar ve ortam hazır- olarak görüyorum ve okulöncesi eğitimi son derece önemsiyorum. Bu çerçevede kademeli bir şekilde okul öncesi eğitimi zorunlu hâle getiriyoruz. 2009-2010 eğitim öğretim yılı için 32 ilde okulöncesi eğitimi pilot olarak zorunlu kıldık. Proje ile okul öncesi eğitim çağına gelen çocukların zorunlu eğitime alınmasını hızlandırmış olduk. Bu 32 il arasında Amasya, Nevşehir, Çanakkale, Bilecik, Edirne, Karabük, Ardahan, Gümüşhane, Trabzon, Yalova, da bu yıl bir rekora ve ilke imzamızı attık. Yaklaşık 16 bin okul öncesi öğretmenini tek seferde atamalarını yaparak kadrolarımıza dâhil ettik. Bu sayı Milli Eğitim Bakanlığı tarihinde bir ilktir. Bunların hepsi okul öncesi eğitime verdiğimiz önemin bir göstergesi. Sizleri de bugünlere öğretmenlerin getirdiği gerçeğinden yola çıkarak öğrenim hayatınız boyunca sizi derinden etkileyen öğretmeninizi ve öğrencilik günlerinizle ilgili bir anınızı bizlerle paylaşır mısınız? Benim de çok kıymetli bir öğretmenim var. Hayatımda iz bırakmış, güzele ve doğruya yönelik pek çok şeyi kendisinden öğrendiğim sevgili ilkokul öğretmenim Besim Baş. En son 24 Kasım Öğretmenler Gününde Ankara’ya geldi ve bu özel günü birlikte kutladık. Zaten hayatımın her döneminde Besim Öğretmenim hep yanımda oldu. Bağlarımız her daim çok kuvvetliydi. Bu yoğun çalışma ortamında bile telefonda görüşür, hayır duasını alırım. Dünyadaki birçok ülke nüfusundan fazla bizim öğrenci sayımız. Elbette bu kadar çok öğrencinin, eğitimcinin yer aldığı bir ülkede kaynaklar her zaman yeterli olmuyor ne yazık ki. Buna rağmen, konuşmamızın başında da değindiğim gibi, iktidarımız boyunca bütçeden en büyük payı alan bakanlık, Milli Eğitim Bakanlığı’dır. lama yolunda gösterilen yoğun çabaya her kesimin görüş ve güçlü desteğini bekliyoruz. Göreve geldiğiniz günden itibaren okul öncesi eğitimi önemsediğinizi gözlemliyoruz ki az öce bunu ifade ettiniz zaten. Milli Eğitim Bakanımız olarak okul öncesi eğitime bakış açınızı ve okul öncesi zorunlu eğitimin bir parçası hâline getirme amacınızı öğrenebilir miyiz? Okul öncesi eğitime yapılan yatırımı Türkiye’nin geleceğine yapılan yatırım 14 Karaman, Tunceli, Kilis, Bolu, Kırıkkale, Bayburt, Burdur, Kırklareli, Muğla, Düzce, Bartın, Artvin, Çankırı, Kütahya, Rize, Isparta, Kırşehir, Giresun, Uşak, Eskişehir, Sinop ve Samsun illerimiz bulunuyor. Yüzde 33 olan okul öncesi okullaşma oranımız bu uygulamamız ile birlikte % 39’a ulaştı. Yeni eğitim öğretim yılıyla birlikte de 25 ilimizi daha okul önsesi eğitimin verileceği iller arasına ekleyeceğiz. Hedefimiz okul öncesi eğitimde yüzde 50’ye ulaşmak. Okul öncesi öğretmen alımında Eylül / 2010 Sayın Bakanım, çok gizli tutmanıza rağmen ekranlara yansıyan bir haberle ilgili size soru yöneltmek istiyoruz. Devlet Bakanlığınız döneminde bir gezinizde Çocuk Esirgeme Kurumunda kalan kızımıza sahip çıktınız, ÖSS’ye girerken de yanında bulundunuz. Bu kızımızla ilgilenmeye devam ediyor musunuz? Evet, görüşüyoruz hâlâ. Bahsettiğiniz kızımızın adı Gülsün. İstanbul’da bir kız yetiştirme yurdunda devlet koruması altındaydı Gülsün. İlk kurum ziyaretlerimden birisinde tanışmıştık. Çok güzel saz çalıyor ve şarkı söylüyordu. Az türkü söylememişizdir birlikte. Kızlarımla birlikte gerçekten çok özel günleri ve yılları paylaştık biz Devlet Bakanlığında. Birbirimize kenetlendiğimiz zor günleri de yaşadık, keyifle ve neşeyle geçirdiğimiz günlerim de oldu. Bazen “pastaları yaptık çay partimize bekliyoruz.” diye mesaj atarlardı, programım İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i uygunsa hemen yanlarına giderdim. Şunu söylemem gerekir ki ben onlar için hiçbir zaman bir bakan olmadım. Onlar için her zaman ‘Nimet Abla’ oldum. Gülsün, Sabancı Üniversitesi’nde okuyor artık. Belki de benden de etkilendi ve iki yılın sonunda alanını seçecek ve hukuk okuyacağını söylüyor. 16 milyon öğrencimiz, ülkemizin geleceği, teminatı. Türkiye’nin “çağdaş medeniyetler seviyesini” aşması bir bakıma çocuklarımıza yapacağımız yatırımla doğru orantılı. Hükümet olarak, eğitime verilen destekten memnun musunuz? time verdiğimiz önemin ve desteğin sadece birkaç örneği. Bunca yoğunluğun üstesinden gelebilmek için nasıl bir zaman planlaması yapıyorsunuz? Ailenizle birlikte vakit geçirmeye zaman bulabiliyor musunuz? Zaman sıkıntısı yaşasak da birlikte eğlenceli filmler izlemeyi, yemek yemeği, hafta sonları fırsat buldukça uzun kahvaltılar yapmayı çok seviyoruz. En çok sevdiğimiz şey de birlikte gülmek. Biz de bu kadar çok öğrenme ve araştırma yöntemlerinin, çeşitliliğinin olduğu bir dünyada bile hâlâ öğretmenlerimizin rolü ve değeri çok büyük; vazgeçilmezler. Fedakârlık ve özveri isteyen bu mesleği hakkıyla yapabileceğine inanan adaylar seçmeli. En son okuduğunuz kitaplar nelerdir? En son Devlet Ana’yı yeniden okudum. İstanbul Hatırası, Pazarlık, Biyografisine Sığmayan Kadın Halide Edib ve Kemal Dünyadaki birçok ülke nüfusundan fazla bizim öğrenci sayımız. Elbette bu kadar çok öğrencinin, eğitimcinin yer aldığı bir ülkede kaynaklar her zaman yeterli olmuyor ne yazık ki. Buna rağmen, konuşmamızın başında da değindiğim gibi, iktidarımız boyunca bütçeden en büyük payı alan bakanlık, Milli Eğitim Bakanlığıdır. Özellikle eğitimin alt yapı sorunları ile öğretmen alımları başta olmak üzere hükümetimiz döneminde ciddi atılımlar gerçekleştirilmiştir. 2003 yılından 2010’a kadar 228 bin öğretmen atadık. Bu, mevcut öğretmenlerimizin yarısına yakınını bu iktidar atamıştır demek. Buna ilaveten, 2010 yılı içinde 40.000 kadrolu öğretmen alacağız dedik ve eğitim ailemize katılacak 10.000 öğretmenimizin atamasını yaptık. 30.000 öğretmenimizin ataması ise önümüzde günlerde yapılacak. Buna ilaveten bu yıl içinde 1000 engelli öğretmen alımı gerçekleştireceğiz. Lisans Yerleştirme Sınavına malumunuz olduğu üzere artık çok az kaldı. Sınavdan sonra da tercih telaşı yaşayacak öğrencilerimiz. Öğretmenlik mesleğini seçecek adaylara sizin önerileriniz nelerdir? Kimler bu alanı seçmeli? Verdiğim bu rakamlar öğretmen alımı konusundaki duyarlılığımızı gözler önüne sermektedir. Yine 2003 yılından bugüne kadar toplam 142.634 derslik yapımı tamamlanarak öğrencilerimizin hizmetine sunulmuştur. 2010 yılı için ise 14 bin dersliği tamamlamayı hedeflemekteyiz. Bunlar hükûmet olarak eği- Öğretmenlik toplumda çok saygı duyulan ve manevi yönünün çok kuvvetli olduğu gerçekten kutsal bir meslek. Öğretmen olmayı çok isteyen adaylar ilgili bölümleri seçmeli. Öğretmenlik, öğretme isteği, aşkı ve azmi olanlar tarafından yapılabilecek bir meslek. Günümüz her ne kadar teknoloji çağı ise eğlenebileceğimiz, gülebileceğimiz şeyler yapmaktan mutluluk duyuyoruz. Eylül / 2010 Karpat’ın Türk Demokrasi Tarihi son zamanlarda okuduğum kitaplardan bazıları. Yeni eğitim sezonuyla ilgili neler söylemek istersiniz? Devasa bir ülkeyi anımsatan eğitim camiamıza başarılı ve huzur dolu bir yıl geçirmelerini temenni ediyorum. Yepyeni bir yıl, yeni heyecanlar ve yeni müfredat ile elele vererek bütün sorunların üstesinden geleceğimizi düşünüyorum. Hepimiz güzel ülkemizin geleceği için yavrularımıza daha iyi yarınlar sunmalıyız. 15 D en eme BENİM İLKOKULLARIM Hilmi YAVUZ Şimdi düşünüyorum da, ilkokula başladığım 1942 eylülünden bugüne tastamam 68 yıl geçmişken, belleğimin kuytularında hâlâ birer mücevher gibi duran o günlere dair hatıralarıyla bahtiyar bir insanım ben. Herkesin çoğunlukla, sınıf arkadaşları aynıdır: Benim ilkokulun ilk üç sınıfındaki sınıf arkadaşlarımla, dördüncü ve beşinci sınıflardaki sınıf arkadaşlarım aynı kişiler değildir. Benim ilkokullarım... Evet, bu başlığı, sevgili Füruzan’ın ‘Benim Sinemalarım’ adlı kitabının adından esinlenerek koydum… Ben ilkokula 1942-1943 ders yılında, Bursa’nın Orhangazi ilçesinde, kasabaya bir tepenin üzerinden bakan, merasim merdivenli taş mektepte başladım. Babam, Orhangazi’de kaymakamdı ve 2.Dünya Savaşı yıllarıydı. Mevhibe Öğretmenin sınıfıydı birinci sınıf. Okuma yazmayı Mevhibe ‘Öğretmenim’ öğretmiştir bana. Okumayı söktüğümde de 1942 yılı sonudur, üzerinde Atatürk’ün asker giysileriyle bir resminin bulunduğu kartpostal armağan etmişti. Kartpostalın arkasındaysa şunlar yazılıydı: ‘Birinci sınıftan Hilmi Yavuz, iyi okuduğu ve iyi yazdığı için armağandır. Öğretmeni Mevhibe.’ Bu kartpostalı hâlâ saklarım. İlkokul un 2. ve 3. sınıflarını da Orhangazi İlkokulunda okudum. Sınıf arkadaşlarımdan sadece Orhangazi Hakimi 16 Ve kar yılıydı, diz boyunu buluyordu ve askerler vardı, toplar yokuş boyunca mevzilenmişlerdi, kara gömülmüş. Okula gitmek için o sabah evden çıkmıştım ve yokuş yukarı, karlara bata çıka tırmanmaya savaşıyordum. Çelimsiz, hattâ sıska, nanemolla bir çocuk. Ahmet Tevfik Tunçok’un güzel kızı Doğdunur’u hatırlıyorum. O çocukluk (ve ilk) aşkımdı benim… Bir de ‘Geçmiş Yaz Defterleri’nde anlattığım o kara kışta donma öyküsünü: ‘Ve kar yılıydı, diz boyunu buluyordu ve askerler vardı, toplar yokuş boyunca mevzilenmişlerdi, kara gömülmüş. Okula gitmek için o sabah evden çıkmıştım ve yokuş yukarı, karlara bata çıka tırmanmaya savaşıyordum. Çelimsiz, hattâ sıska, nanemolla bir çocuk. Okulun merdivenlerini gördümdü, yaklaşmış olmalıydım, merdivenlerin demir tırabzanlarını algıladım, o demirlere güzün, sarı ayvaları vurup parçalardık, gözüm Eylül / 2010 kararmış olmalı, kara düştüm yumuşacık, çantam elimden kaydı, uykum gelmişti, uzandım. Uzaktan köpek sesleri mi duyuluyordu belli belirsiz. Daldım. Uyandığımda evdeydim. Sobanın yanında, çırılçıplaktım, kalın tüylü bir Siirt battaniyesine sarmışlardı (…) Topların başındaki nöbetçi erler görmüşler düştüğümü. Karda donmak üzereymişim eve getirdiklerinde…’ Savaş yıllarında idareciler arasında nakil ve tâyinler durdurulduğu için, Orhangazi’de neredeyse 7 yıla yakın bir süre kalmıştık. 1945 yılında savaşın sona ermesinden hemen sonra, babamı, önce Rize’nin Güneyce ilçesine tayin ettiler. Valilik ya da en azından bir vali muavinliği bekleyen babam, bucaktan ilçe olmaya henüz yükseltilmiş olan Güneyce’ye gitmeyi kendine yediremedi; sağlığı da pek iyi değildi zaten! Rapor aldı ve biz, Orhangazi’den İstanbul’a göç ettik ve Fatih’te, Çırçır’da, Fenerci Hüseyin Çıkmazı’nda babamın dayısının ço- İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i cuklarının ahşap evlerine ‘misafireten’ taşındık. Koca üç katlı konak yavrusu evde, üç kardeş (babamın kuzenleri), aileleriyle birlikte kalıyorlardı. Bize de bir oda tahsis ettiler. O odada yaşadık. Benim İstanbul’la ve tahtakurularıyla tanışmam, o evde yaşarken olmuştur. 1945-1946 ders yılında Fatih’te, o zamanki adıyla ‘40. ilkokul’da 4. sınıfa başladım. (Okullar, numaralı olmaktan çıkınca adı ‘Akşemseddin İlkokulu’ olmuştur.) Öğretmenlerden bir tek, matematikçi Şükriye Öğretmeni anımsıyorum. Bir ayağı aksadığı için ve sanki öc alırcasına öğrenciler ona ‘Topal Şükriye’ demekteydiler. ‘Öç alırcasına’ dedim, boşuna değil! Şükriye öğretmen notu kıt ve acımasız bir öğretmendi çünkü… özü’ne döndükten çok kısa bir süre sonra, Samsun’un Terme ilçesine çıktı tâyini. 1947 yılı Ağustos’unun sonunda, o ortasından Yeşilırmak’ın kollarından birinin aktığı, ‘iki geçe’li ve dünya şirini Terme’deydik. falan diye taktığı yoktu İsmet öğretmenin! İlginçtir: O sınıftan da iki kız sınıf arkadaşımı hatırlıyorum. Hacı Kuzu’nun torunlarıydılar: Olcay ve Günay! Sanırım ikisine de âşıktım! Çocukluk aşkları işte; unutulmuyorlar! İlkokul 5. sınıfı Terme’de okudum. 5. sınıfın meslekten sınıf öğretmeni yoktu. O yüzden de, öğretmenimiz, Ankara İlkokulu Terme’de bitirdim. Terme Halkevi’nin kitaplığı, benim kitaplığım gibiydi. Ve orada ‘kaymakamın oğlu’ ol- Hukuk Fakültesi’nde son sınıf öğrencisiyken birkaç dersten bütünlemeye (o zamanki adıyla, ‘ikmâl’e!) kaldığı için Terme’ye dönen İsmet Katar öğretmendi. Anlaşılan, o yıllarda, öğretmeni bulunamayan ilkokullara, üniversitelerin bütünlemeli öğrencilerinin ‘vekil’ sınıf öğretmeni olarak atanmaları sözkonusu olmaktaydı… manın ayrıcalığını, onlarca kitabı dur durak bilmeden okuyarak yaşadım. Bir not: Herkesin çoğunlukla, sınıf arkadaşları aynıdır: Benim ilkokulun ilk üç sınıfındaki sınıf arkadaşlarımla, dördüncü ve beşinci sınıflardaki sınıf arkadaşlarım aynı kişiler değildir. Sınıf arkadaşlarıma gelince, adlarını hatırladıklarımı yazayım: Ataman Sinanoğlu, Muhsin Sesigür ve Metin Altıparmak! Metin’le ‘nice yazlardan sonra’ ve 1957’den 60’lı yılların başlarına kadar devam eden bir arkadaşlığımız olmuştur. O yıllarda İstanbul’daki ilkokulların adlarının belirli sayılarla anıldığını söylemiştim. Benimki 40. İlkokul’du, evet, ama Fatih’te elbette başka ilkokullar da vardı: Fatih Camii’nin hemen yanıbaşındaki taş mektep, belleğim beni yanıltmıyorsa, 5. ilkokul’du; Zeyrek’tekiyse, 54. İlkokul… İlkokullarda niçin numara verildiğini ve bu numaraların neye dayanarak verildiğine bir türlü akıl sır erdirememişimdir: Niçin bizim okul 40. İlkokul? Hangi gerekçeyle? 1946 yılı yaz aylarında, ben 5.sınıfa geçmişken babamın önce Çankırı’nın Şabanözü ilçesine atandığını öğrendik. Ankara üzerinden Çankırı’ya, oradan da Şabanözü’ne gittiğimizi hatırlıyorum. Onun dışında Şabanözü’ne ilişkin hiçbir şey yok belleğimde; Şabanözü’nde çok az kaldık çünkü! Eğer yanılmıyorsam babam, Ankara’ya gitti; İçişleri Bakanlığı’nda yetkililerle ne görüştüyse Şaban- İsmet Katar Öğretmen hem çok sert hem de eğlenceli bir hocaydı. Sınıf arkadaşlarımıza, arasıra, kendi düşürdüğü kafiyelerle beyitler söylerdi: Bana da, ‘Hilmi Yavuz, Hilmi Yavuz, pek sıska/ Ona kâr etmez gayrı, ne üfürük ne muska!’ diye takılır, ama biraz şımarırsak şamarı yerdik. ‘Kaymakamın oğlu’ Eylül / 2010 Şimdi düşünüyorum da, ilkokula başladığım 1942 eylülünden bugüne tastamam 68 yıl geçmişken, belleğimin kuytularında hâlâ birer mücevher gibi duran o günlere dair hatıralarıyla bahtiyar bir insanım ben… 17 D en eme İSTANBUL’DA BİR OYUNCAK MÜZESİ Sunay AKIN Dünyanın her köşesinden aldığım oyuncaklara, onlarla oynayan çocukların hayallerinin takılı olduğunu biliyorum. O hayalleri dünyanın en güzel annesinin kucağına, İstanbul’a taşıdım. İnsanlığın tüm düşleri, İstanbul Oyuncak Müzesi’ni gezen çocukların hayatlarında yeniden yeşerecek. Hayatın gerçek zenginliği hisse senetlerinde değil, hissî senetlerdedir… Oyuncağı küçümseyen bir toplumun geleceği olamaz. Uygar ülkelerde oyuncak düşleri artsın, kurduğu hayaller çoğalsın diye alınır çocuğa. Gelişmemiş ülkelerde ise oyuncak bir tek amaçla verilir çocuğun eline; oyalansın! Oyuncağa değer vermeyen, onu aşağılayan milletler başka devletlerin elinde oyalanmaya mahkûmdur. Gezdiğim onca oyuncak müzesinde sergilenen eserler bu gerçeği haykırdılar, her seferinde. Oyuncağın tarihi bilimin tarihidir, sanatın tarihidir. Önce düş vardır çünkü; gerçek onun ayak izlerini takip eder. Oyuncak müzeleri, geleceğimiz olan çocuklarımıza bilgi toplumu olmanın öneminin anlatıldığı ilk adımdır. Dünyayı oyun ve oyuncakla algılayan çocuklar için oyuncak müzesi sözcüklerin yerini kurmalı bebeklerin, şatoların, trenlerin, robotların aldığı bir kitap gibidir. Bu üç 18 katan milletlerin bunu başardığını haykırır. Hitler’in iktidara geldiği 1933 yılından sonra yapılan oyuncak Nazi askerleri, II. Dünya Savaşı’nın 1 Eylül 1939’da değil, çocukların düşlerinin, oyunlarının işgaliyle başladığının kanıtıdırlar. Tüm bunlar bize şu gerçeği haykırırlar: Oyuncaklar üretildikleri ve oynandıkları dönemlerin en önemli tanıklarıdırlar. boyutlu masal kitabının içinde çocuklar hem kendi dünyalarına hem de kendinden önceki çocukların dünyalarına doğru bir yolculuğa çıkarlar. Oyuncak uçakların sergilendiği camekânın önünde, bir havacılık müzesine sığmayacak çeşitlilikte uçaklarla karşılaşılır. İnsanın Ay’a adım attığı 1969 yılından önce yapılan oyuncak uzay gemileri, düş kuran, çocukların oyunlarına uzayı Eylül / 2010 İstanbul Oyuncak Müzesi, Erenköy ve Göztepe tren istasyonlarının tam ortasında bulunan aileme ait köşkte 23 Nisan 2005’te açıldı. Bu tarih özellikle seçilmiştir. Çünkü, Mustafa Kemal Atatürk’ün çocuklara armağanı olan bu anlamlı gün, oyuncak müzesinin açılmasıyla bir nevi taçlandırılmıştır. Mutlu sona giden bu yolu çok kolay yürüdüğümü söyleyemeyeceğim. Fakat, yaşadıklarımdan ve yaşayacaklarımdan asla şikâyetçi değilim. Çünkü, ülkemde bir müze kurmanın zorluklarını bilerek çık- İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i şında bir de oyuncak müzesiyle anlatabildiysem ne mutlu bana. tım bu yola… Türkiye’de duyarlı, çocukları, çocukluğunu ve tarihi seven insanların çok olduğuna inandım ve asla hayal kırıklığına uğramadım. Bir pergelin çivisi gibi yüreğimi bu inançtan hiç ayırmadım ve gerçeği arama yolunda asla yalnız kalmadım. Sonunda kazanan ben değil, “biz” olduk. İstanbul Oyuncak Müzesi’nin kapısından içeri giren bir anne ya da baba bir eliyle çocuğunu tutuyorsa ayrılırken de öteki elinden kendi çocukluğu tutuyor… Bunu yaşamanın, görmenin mutluluğundan daha büyük, daha yüce bir ödül tanımıyorum. Bir oyuncak müzesini ilk kez, yıllar önce gittiğim Almanya’nın Nürnberg kentinde görmüştüm. O kadar çok etkilendim ki, tüm günümü hiç farkına varmadan orada geçirdim. İstanbul Oyuncak Müzesi’nin ilk oyuncağını da Berlin’deki bir oyuncakçıdan satın aldım. Bu oyuncak tekerlekli bir attır ve ben, onun süvarisi olarak çıktığım yolda asla bir oyuncak koleksiyoncusu olmaya niyetlenmedim. Yaklaşık dört bin antika oyuncağı bir araya getirirken bir tek amacım vardı; İstanbul’da bir oyuncak müzesi açmak! Masal diyarı İstanbul, bir oyuncak müzesini fazlasıyla hak ediyor. Ona olan sevgimi, hayranlığımı kitaplarımın dı- Ne İstanbul kirlensin istiyorum, ne de çocuklarımızın düşleri. Vapurlarıyla, camileriyle, martılarıyla, kuleleriyle İstanbul bana hep, bir halının üstüne çocukların kurduğu oyuncak bir kent gibi görünmüştür. Başımı ne zaman bu kentin sokaklarında yürürken gökyüzüne kaldırsam, bulutla- mizi elimizden alabilirler ama düşlerimize dokunmalarına izin vermemeliyiz. Hayatın gerçek zenginliği hisse senetlerinde değil, hissî senetlerdedir. Oyuncak müzesiyle İstanbul’un daha da güzelleştiğine ve daha da zenginleştiğine inanıyorum. Bir müzeyi ilk kez altı yaşındayken ziyaret etmiştim. Trabzon’dan yaz tatili için İstanbul’a gelmiştik ve babam bizi ilk gün Arkeoloji Müzesi’ne götürmüştü. Bir ay kaldığımız İstanbul’dan geri döndüğümüzde yeni bir oyun bulmuştum: Müzecilik! Annemin kolyelerini, küpelerini, yüzüklerini büyük bir çekmecenin içine koyuyor, çekmeceyi de yerinden çıkararak sokağa taşıyordum. Müzecilik oyunum çok uzun sürmemişti; altın ve gümüş takılarının sokakta olduğunu gören annem pencereden öyle bir çığlık atmıştı ki, “Müzedeki Hayalet” filmini izlerken bile o kadar korkmamıştım! Galiba ben hâlâ bu oyunu oynuyorum! rın arkasına gizlenen ve bizlerle oynayan o çocukları görür gibi olurum. İstanbul’da yağmur o çocukların gözyaşları, güneş ise gülümseyişleridir. Not: Müzeye www.istanbuloyuncakmuzesi.com adresinden ulaşabilirsiniz. Dünyanın her köşesinden aldığım oyuncaklara, onlarla oynayan çocukların hayallerinin takılı olduğunu biliyorum. O hayalleri dünyanın en güzel annesinin kucağına, İstanbul’a taşıdım. İnsanlığın tüm düşleri, İstanbul Oyuncak Müzesi’ni gezen çocukların hayatlarında yeniden yeşerecek. Her şeyiEylül / 2010 19 D en eme MERHABA... Halime TOROS “İnsanların, bedenlerin, düşüncelerin, duyguların ve eylemlerin birbiriyle buluşmasının, değişimin en önemli tetikleyicilerinden biri olduğuna inanıyorum. Kurulan her bağlantı, eğer hepsini gözümüzle görebilseydik dünyayı örümcek ağıyla sarmalamış gibi gösterecek incecik birer iplik teli gibidir.” Aslında bütün ilişkiler bu büyülü sözcükle; “Merhaba” ile başlıyor. Yüzlerce insanın yüzünü bilmektense, bir insanın adını bilmenin ne denli önemli olduğunu hissettiğimiz, kendimizi anlatmanın ve karşımızdakini anlamanın zorlu ama bir o kadar da keyifli bir serüven olduğunun farkına vardığımız, hayata bir ilmek daha attığımız, dünyaya bir insanla daha tutunduğumuz an... yakınlaşma tekniği, yakınlaşma yordamıdır. Tabi her tanışıklık, her “merhaba” mesafeleri kısaltıp insanları birbirine yakınlaştırmaz. Kimi insanlar mesafeli durmayı yeğler. Bunu, ya “benden uzak durun” anlamına gelen duruşları, jestleri, ifadeleriyle yaparlar ya da fiziksel ortamlarını ona göre düzenlerler. Ama bu yazının konusu, bir sözcükten yola çıkarak başkalarının hikâyelerine girmek, başka hayatlarla tanışmak, başka dünyalarla genişlemek, tanış olmak ve sahiden bir şey yapmaya girişmek niyetinde olanların verdikleri selam. Kendi yalnızlığımızda başka dünyaların yanıp sönen ışıklarını görmenin elbette avutucu bir yanı vardır. Olağanüstü çeşitlilikte, olağanüstü zenginlikte ve olağanüstü renkte ışıklar veren bu dünyalarla konuşacak çok şeyimiz olduğunu da sezeriz belli belirsiz. Ama çoğunluk birbirimize nasıl yaklaşacağımızı, konuşmaya neresinden başlayacağımızı bilemeyiz. İşte bir ilişkiyi başlatmanın ilk adımıdır “Merhaba”. Ortega y Gasset’in tanımıyla selam; “Rastladığımız insanlarla ilk alışverişimiz, onlarla yapmayı düşündüğümüz her şeyden önce yaptığımız şeydir. Demek ki bir 20 açış, bir başlangıç hareketidir. Belli bir şeyi yapmaktan çok, çevremizdekilerle sahiden bir şey yapmaya girişmeden önceki giriştir.” Yine onun ifadeleriyle selam, insanlık tarihi boyunca evrim geçiren bir Eylül / 2010 Daha az insanla karşılaşıp ama daha çok konuştuğumuz günlerle kıyaslandığında, günümüzde yüzlerce insanla rastlaşıyor, ama daha az “tanış”ıyoruz. Kent hayatının insanlara öğrettiği o “uygar kayıtsızlık” hâli, bütün yaşama alanlarımızda varlığını hissettiriyor. O kalabalığa rağmen yanımızdan kimse geçmiyormuş gibi yürümek, yanımızda İsta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i kimse oturmuyormuş gibi seyahat etmek, hele de belediye otobüslerinin karşılıklı konulmuş koltuklarında oturuyorsak karşımızda kimse yokmuş gibi davranmak, apartmanlarımızda kimse oturmuyormuş gibi yaşamak... Yani tanışmadan, konuşmadan, dokunmadan ve dertleşmeden sürdürmek yaşamı. Durakta, yolda her gün karşılaştığımız insanlara ilişkin belki zihnimizde bir sürü hikâye yazıyoruz. Hatta aynı saatte aynı yerde rastlaşmazsak kaygı bile du- körü verilmiş bir selam ya da bize uzatılan eli iğreti bir şekilde sıkmak da muhatabında aynı duyguları uyandırır. Selamı sabahı kesmek, selam vermemek, görmezden gelmek de bir cezadır karşıdakine. “Ben insanlığı birbiriyle henüz doğru dürüst tanışmamış bir aile olarak görüyorum” diyor “İnsanlığın Mahrem Tarihi”nin yazarı eodore Zeldin: “İnsanların, bedenlerin, düşüncelerin, duyguların ve eylemlerin birbiriyle buluş- Eksilmek bir anlamda; yalnızlaşmak… Kıyısına kimsenin gelmediği ıssız bir ada olmak… Kalabalıkta kaybolmak… Öyle bir yalnızlıktır ki bu, kimselerle paylaşılmaz. Özdemir Asaf ’ın dediği gibi, “Paylaşılsa, yalnızlık olmaz” Öyleyse yeniden merhaba. Fotoğraf: Ara Güler yabiliyoruz. Ama galiba dünyanın en zor ve cesaret isteyen işlerinden biri, karşılık göreceğimizden emin olmadığımız insanlara selam vermek. Çünkü selam yalnızca tanışıklık, yalnızca sevgi iletisi, sıcaklık belirtisi değil, aynı zamanda bir onurlandırma ve saygı göstergesi de. Yerine getirilmediğinde öfke uyandırır, saygısızlık addedilir. Üstün- masının, değişimin en önemli tetikleyicilerinden biri olduğuna inanıyorum. Kurulan her bağlantı, eğer hepsini gözümüzle görebilseydik dünyayı örümcek ağıyla sarmalamış gibi gösterecek incecik birer iplik teli gibidir.” Selamı kesmek bizi hayata bağlayan o incecik gümüşsü ipliklerden birini daha koparmak demek. Eylül / 2010 Ne okusak? eodore Zeldin, İnsanlığın Mahrem Tarihi Ortega y Gasset, İnsan ve “Herkes” 21 D en eme YAZI VE ŞİİR ATÖLYESİNDE BİR YILDIZ A. Ali URAL Her hafta bir yazarı ve üslubunu ele alıyoruz. Türk ve dünya edebiyatının başyapıtları sahnemize çıkıyor bir bir. Yunus Emre’den Mevlana’ya, Ömer Seyfettin’den Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Dante’den Baudelaire’e, Balzac’tan Faulkner’e, Refik Halit Karay’dan Peyami Safa’ya, Sabahattin Ali’den Sait Faik’e, Rilke’den Rimbaud’ya büyük bir resmigeçit bu. Âkif’i de seviyoruz Fikret’i de. Nazım’ı da seviyoruz Necip Fazıl’ı da. Üç yıldır her cumartesi sabahı Mehmet Âkif Ersoy’a koşuyorum heyecanla. Mehmet Âkif Ersoy, Pendik Belediyesi’ne ait bir sanat merkezi. Bembeyaz bir kültür köşkü. Pendik İstasyonu’na birkaç adım mesafede. İçeriye girdiğinizde bir sergi salonu karşılıyor sizi. Bakalım hangi ressamın resim sergisi var bu hafta. Salonun içinde küçük bir sanat turu atıp merdivenleri iniyorum coşkuyla. Coşkuyla evet, buraya gelip coşku duymamak mümkün değil. Bu kadar sevimli ve sıcak bir konferans salonu var mıdır İstanbul’da bilmiyorum. İki yüz kişilik küçük bir salon bu. Fakat kahverenginin tonları o kadar güzel, iç mimari o kadar yerli yerinde ki ilk bakışta kucaklıyor sizi salon ve bırakmıyor. Fakat coşkumun nedeni sandalyeler, duvarlar ve sahne değil. Burada üç yıldır kar kış demeden her cumartesi sabahı beni bekleyen sıcak bir topluluk var. Yediden yetmişe koca bir aile. Beni 22 arkasında. Sandalyesinden kalkmış, “Evladım hoş geldin!” diyerek karşılamaya hazırlanıyor. Necdet Tarım kardeşimiz bir meteoroloji uzmanı. Onunla da el sıkışıyoruz sahneye çıkmadan önce. Bu sınıfın iklimini en iyi o biliyor: Şiir, hikâye, roman... görür görmez yüzleri ışıldıyor. Aynı ışık benim yüzümde de var. Çünkü ben de onları gördüm. Gülümseyerek selamlıyoruz birbirimizi. Edebiyat ocağımızda bir kere daha buluştuğumuz için seviniyoruz içten içe. Sınıf başkanımız Kamil Remzi Cin her zaman olduğu gibi bana doğru yürüyor güven veren tebessümüyle. Ahmet Özbilen (68) ağabeyimiz başıyla selamlıyor olduğu yerden. Lütfiye Yücel(69) ablamız da hemen onun Eylül / 2010 Küçük öğrencilerimizden Ertuğrul Burak ve kardeşi Neslişah el sallıyor uzaktan. Uzaktan el sallayanlar arasında diğer küçüklerimiz Yasemin Titiz ve Büşra Kaya da var. Gençlerimiz Abdurrahman Ayan, Songül Yalçın, Meryem Kılıç, Gülendam Ulusoy, Gülden Orhan, Serpil Yıldız Şen, Sümeyra Yaman, Tuna Yukay yerlerinden gülümsüyorlar. Sahne merdivenlerini tırmanırken Mustafa Ayvacı, Nurgül Uçar ve Yasemin Çaylı da yerlerini alıyorlar. Elbette salonda bulunanlar isimlerini hatırladığım edebiyat sevdalılarıyla sınırlı değil. Elli altmış kişilik seç- İsta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i kin bir topluluk bu. Mikrofonu elime alıp ilk cümlelerimi kurmaya başlıyorum ki, salonun kapısı açılıyor ve yaşlı bir adam elinde güllerle içeri giriyor. O salona girdiği zaman bir alkış kopuyor. öğrenciler de. Yaşlılar da katılıyor gençler de. Önce iyi bir okur olunuyor. Sonra yazma serüveninde büyük mesafeler alınıyor. Geçtiğimiz günlerde bir sürprizle gözlerimiz aydınlandı. İstanbul Milli Sayın Muammer Yıldız! Cevherin kıymetini sarraf bilirmiş. Bu atölyede yetişip yıllar sonra birer edebiyat cevheri olacak gençlerimiz sizi hiç unutmayacak. Zira her hafta tekrarlanan bir seremoni bu. En yaşlı öğrencimiz halk şairi Ali Rıza Kaya’nın(72) bahçesinde yetiştirdiği çiçekler kürsüdeki yerini almadan başlamıyor ders. Her hafta bir yazarı ve üslubunu ele alıyoruz. Türk ve dünya edebiyatının başyapıtları sahnemize çıkıyor bir bir. Yunus Emre’den Mevlana’ya, Ömer Seyfettin’den Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Dante’den Baudelaire’e, Balzac’tan Faulkner’e, Refik Halit Karay’dan Peyami Safa’ya, Sabahattin Ali’den Sait Faik’e, Rilke’den Rimbaud’ya büyük bir resmigeçit bu. Akif ’i de seviyoruz Fikret’i de. Nazım’ı da seviyoruz Necip Fazıl’ı da. Türk edebiyatının parçalanmaz bir bütün olduğunun bilincinde edebi değerlerimizi tek tek ele alıyor, örnek metinler çerçevesinde yaratıcı edebiyatın izlerini sürüyoruz. Fakat sadece ustaları anmakla bitmiyor iş. Sıra geleceğin ustalarında. “Hadi bakalım sıra sizde. Getirin çalışmalarınızı!” der demez bir uğultu kopuyor salonda. Arılar ballarını taşıyorlar kürsüye. Tek tek satır satır okuyoruz öğrencilerimizin ürünlerini. Beğendiğimiz cümleleri ve mısraları alkışlıyoruz. Üzerinde çalışılması gerektiğine karar verdiğimiz yerlere işaret ediyor, reçeteler yazıyoruz. Bu reçetelerle eczanelere değil kitapçılara gidiliyor. Kimine Cahit Zarifoğlu iyi geliyor, kimine Turgut Uyar. Kimine Sait Faik, kimine Tanpınar. Pendik Belediye Başkan Yardımcısı Atilla İpek bundan üç yıl önce kapımızı çalıp, “Ali Bey, Pendik’te bir yazı ve şiir atölyesi yapmaya ne dersiniz?” demiş ve başlamıştı macera. Bu atölyeye katılmanın ne yaşı var ne şartları. Edebiyata gönül vermek yeterli. Öğretmenler de katılıyor Eğitim Müdürümüz Dr. Muammer Yıldız şereflendirdi atölyemizi. O hafta Homeros’un İlyada’sını işliyorduk. Her zaman olduğu gibi ardından öğrencilerimizin çalışmalarını değerlendirmeye geldi sıra. Üç yıldır atölyemize devam eden on beş yaşındaki Ertuğrul Burak Özkök’ün şiirini okurken bir alkış koptu salonda. Ertuğrul’un atölyemizdeki yazı serüvenini bilenler bu şiiriyle yaşına göre önemli bir çıkış yaptığını görmüş, duygulanmışlardı. Aynı heyecanı Dr. Muammer Yıldız Bey’in yüzünde de gördüm. Nitekim çok geçmeden o da söz alıp teorik ve uygulamalı sanat çalışmalarının gençler için ne büyük bir fırsat olduğuna dair heyecanlı bir konuşma yaptı. Ertuğrul Burak’a sarılarak tebrik etti onu. Pendik Yazı ve Şiir Atölyesi’nin önemine dikkati çekerek Pendik Belediye Başkanı Sayın Dr. Salih Kenan Şahin’e teşekkür etti. “Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir.” demiş atalarımız. Teşekkürler Eylül / 2010 KELİME AVCISI Kırk haramileri kovalarken güneş, Dondu çığlık… Denizine küsmüş martı, Yırtıverdi gümüş dalgaları. Yıldızlar üşüyor sıcaktan, Üzerlerini örtüver. Gitgide çoğalıyor gözlerim, Zaman gibi. Güneş göğe çıkmakta kararsız, Ben susmaya uğraşırken, Dile geliyor lâl. Babam; topla kelimelerini oğlum, Gidiyoruz… Adımlarım yok baba, Gelemem ben. Sen git. Ben senin sonsuzluğunda, Kelime avlayacağım baba… Ertuğrul Burak ÖZKÖK 23 Rö p o rtaj “ESKİ İSTANBUL’UN KENDİSİ YOK AMA FOTOĞRAFI VAR” Bülent PARLAK Galatasaray Lisesi'nin tam karşısında bulunan Ara Cafe'de konuştuğumuz Ara Güler, ilerlemiş yaşına rağmen diriliğiyle gençlere taş çıkartacak gibi durdu tüm röportaj boyunca. Öfkesini ve sevgisini anında belli eden Ara Güler, dünya çapındaki başarılarını yakasına takıp gezenlerden hiç değil. Sanki Sirkeci’de karlı bir günde at arabasıyla titreyerek yürüyen o eşsiz fotoğrafı çeken o değil... Fotoğraf deyince sadece Türkiye’de değil, dünyada isim yapmış biriyle röportaj yapmak hem benim için, hem de fotoğraf severler için özel bir duygu. Sizi biraz tanısak Ara Bey nasıl olur? tabildiğimi gördüm. Benim fotoğraflarımda anlayanlar için tiyatro hala vardır. Film gibidir fotoğraflarım. Arka plan, ön plan, kompozisyon görürsün. Mana görürsün. Ben hikâyeciliği fotoğraflarda sürdürüyorum. Evlat, 1928 yılında İstanbul’da doğmuşum. Çocukluğumdan beri benim fotoğrafa, kameraya ilgim zaten var. Muhsin Ertuğrul’un tiyatrosunda öğrencilik yaptım kurslara giderek. O zamanlar rejisör veya oyun yazarı olmak istiyordum. Muhsin Ertuğrul bana tiyatro sevgisini katmıştır. Sanatçılar genelde bu cümleyi kamuoyu ile paylaşmasalar da sizin "Çektiklerim içinde en çok beğendiğim budur." dediğiniz bir fotoğraf var mı? Hangisini en çok seviyorsunuz çektiğiniz fotoğraflar arasında? İnsan her eserini sever ama özel olanı mutlaka vardır. Sirkeci’de çektiğim bir fotoğraf var. Sirkeci’de bir tramvayın önünde at arabasını çeken arabacının fotoğrafımı çok severim. O arada İstanbul Üniversitesi’ne devam ettim. 1950’de sizler daha dünyada yokken, dünyada sizden habersizken gazeteciliğe başladım. Dünyada hemen hemen gitmediğim yer kalmadı, çekmediğim fotoğraf. Birçok ödül aldım, devlet sanatçılığı ödülü de buna dahil. Önceleri hikaye de yazardım. Ama sonra fotoğrafla daha çok şey anla24 Tam anında çekilmiş bir fotoğraftır, denk gelmiş ve ben de uyanık davranmışımdır orada. Anlık bir olaydır. Bir saniye geç kalsam o fotoğraf olmazdı. Bir dakika, öylesine Eylül / 2010 İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i çok uzun bir süredir ki fotoğraf çeken için. Bunu ancak bu işle uğraşan bilir. Eski İstanbul fotoğrafları da önemlidir. Ben çekmeseydim olmayacaktı. Başka kimse de yok. Eski İstanbul’u çekmiş olmak İstanbul’un yok olmasının önüne geçti. Kendisi yok ama fotoğrafı var. Picasso'dan Hitchcock'a kadar çektiğiniz birçok fotoğraf var. Bir arşiv oluşturma çalışmanız yok mu? yok, çünkü ne nerede, bilen yok. Çektiğim fotoğraflar tarihlerine göre tasnif edilmedi ki. Mesela, Hindistan ile ilgili çektiklerim bir kutudadır ama 12 kez gitmişimdir Hindistan'a! Bir dolu kutu vardır böyle. Hangisinin hangi tarihte çekildiğini, hangi kentte çekildiğini nereden bilebilecekler? Ben de başlarında duramam. Başlarında dursam fotoğraf çekmeye vakit kalmayacak. Arşivle uğraşılacağına fotoğraf çekmek daha iyi gibi geliyor bana. Bu arada tanınmış fotoğraflarımın hepsi yüksek çözünürlüklü olarak taranmıştır. Ancak onlar taranırken bir şeyi fark ettim. Meşhur denilen o karelerin önü ve arkası yoktur, tek karedir. Tramvayın önünde at arabasını çeken arabacının filmi tozlanmıştı. Suyun altına Ölmeden bir gün önce hepsini yakmak lazım. Aksi takdirde bunları kiloyla satarlar. Sadece Türkiye’nin değil dünyanın çok önemli arşivi var. Aslında daha fazlası da var bende fotoğrafların. Magnum'a bakarsan benim yaptığım işi yapan bir dolu adam görürsün. İnternetle birlikte arşivler için çalışmalar arttı ve bunları da internet üzerinden insanlara sunuyorlar. İyi de ne kadarını koyabilirsin ki? Philip Jones Griffith mesela... Çok iyi bir foto muhabiridir. "İnternette arayın da bakalım ne kadar fotoğrafı var?" dedim yanımdakilere. Adamın o kadar çok fotoğrafı var ki, internette olan sadece devede kulak. Benim bildiğim birçok fotoğrafını koymamışlar mesela oraya. İnternette sitelere koymazsan insanlar bilmiyor fotoğraflarını. Şimdi de bu çıktı: İnternette fotoğraf yayınlatmak, arşiv yapmak. Bilgisayarda ne kadar varsa o kadar çekmişsin zannediyorlar. Binlerce, sayamayacağımız kadar çok fotoğrafları var fotoğrafçıların ya hu. Benim de çok ama kutularda duruyor. Bunların arşivlenmesi için hiçbir çalışmam yok benim. Peki bu fotğraflarınızın akibeti ne olacak Ara Bey? Bu fotoğrafların dökümünü çıkarmak gerekiyor. Ama nasıl olacak bu, bilemiyorum. Benim yerime yapacak birileri de Eylül / 2010 25 Rö p o rtaj sokup tozunu alayım dedim film eridi gitti. Allah’tan elimde baskısı vardı da röprodüksiyonunu yaptırdım. Hatta korkudan 20 kopya yaptırmışım. Ancak bu işlem sırasında netlik kayboluyor, siyah rengin tonu değişiyor. Neyse ki dijital teknoloji var ki sıfır kayıpla bu işlemi yaptırabildim. Bundan iki üç yıl önceki şartlarda olsaydık gitmişti fotoğraf! Siz aynı zamanda bir İstanbul tarihçisisiniz. Neler değişti İstanbul'da? Bir fotoğrafçı gözüyle ne dersiniz? Eski İstanbul’u ben bile bilmem. Ama bildiğim İstanbul’da mesela denize girmek diye bir şey vardı. Şimdi deniz çok kirlendi. Balık da çıkmıyor. Ben İstanbul çocuğuyum. Çocukluğumdan beri fotoğraf çekerim. Eskiden hatırlıyorum. Salacak'ta konakların bahçeleri vardı. Çok güzel, harika yerlerdi oralar. Evlerin kapıları hâlâ gözümün önünde. Gözümün önünden gitmiyor. Dün gibi 26 hatırlıyorum sanki. Hepsi erguvanlarla, bin bir çeşit güllerle, çiçeklerle falan kaplıydı. Bu yeşillik arasından bir kedi geçerdi. Şimdi böyle şeyler yok. Otomobiller var her yerde. Sokak başında otoparkçılar var. Gidip bir yeri çekemezsin. Artık bu şehirde fotoğraf çekmek için kompozisyon bulmak çok zor. Ülkemizi baştan başa dolaştınız. Gitmediğiniz yer hemen hemen kalmadı sanırım. Doğuya, güneydoğuya defalarca gittiniz. Urfa, Antep, Nemrut… Buralardaki değişimi nasıl anlatırsınız? Çoğu şey orada da aynı. Maalesef hiçbir kentin bir özelliği kalmadı. En azından gördüğüm yerler için bunu söyleyebilirim. Önceleri Urfa'da birtakım sokaklara dalardım. Çok güzeldi. Birecik köprüsünün altında akan Fırat nehrinin ortasına ip yaparlardı. Her yerde sazlar vardı. Şimdi git Urfa'ya bak nasıl? Çok tuhaf bir yer olmış orası. Urfa Eylül / 2010 mıdır, değil midir, belli değil. Burası neresi? Dünyanın her yeri olabilir. Ne medeniyeti? Türk mü? Kürt mü? Roma mı? Ne? Her yer birbirine benziyor. Antalya ne hale geldi? Bina yığını... Başka kelime bulamıyorum. Bunlar hep para kazanma heveslerinden oldu. Bir kente turist girdi mi orada kent kalmaz. Turist, sadece kendi istediği dünyayı yaratıyor ve geldiği yere istediği yaşamı kuruyor. Dükkânı turist için, mağazası turist için, eşyası turist için. Kentleri turistlere satıyoruz biz. Kent ve insan arasındaki değişimlerden bahseder misiniz? Ne diyebilirim ki şimdi sana? Artık herkes aynı. İnsanlar çok renksiz, renksizleştiler iyice. Eskiden mahalle diye bir şey vardı, meydanda manav vardı, nalbant vardı, ayakkabılarımızı tamir eden insanlar vardı. İnsanlar muhabbet ederlerdi sokaklara oturup. İnsanların bir arada bulunma zamanları azaldı. Şimdi sokaklarda otomobil parkından başka İsta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i bir şey yok. Artık doğal hayat kayboldu. Her taraf maden duvar. Herkes maden kutuların içinde. Hava yok. Sinirler alışıyor. Çocuklar ona göre doğuyor. Sadece insanları değil, hayvanları da yok ettik biz. Tavuklar, fabrikalarda sun’i olarak büyütülüp kesiliyor. Toprağa basmıyor, böcek yemiyor. Hormonla şişiriliyor. Sonra sen onun yumurtasını yiyorsun. Aslında yediğin yumurta değil. Artık insanlar da öyle yetişiyor. Yarın bir firma diyecek ki benim yeraltında çalışacak beş bin kişiye ihtiyacım var. Hemen üretilecek. Fotoğraflarını, portrelerini çektiğiniz bir sürü ünlü var. Bir anekdot anlatır mısınız? Alfred Hitchcock ile yaptığımız çalışmayı unutamam. Onun çekimi biraz sıkıntılı olmuştu. Ayaklarını ön plana alarak bir fotoğraf çekmek istedim. Hitchcock da rejisör falan olduğu için, fotoğraf işlerini de iyi biliyor. Karşımda kurnazca hareketler yapıyor. Adam ne de olsa, korku sinemasının ustası, korkuya görsellik veren kişi; tabi ki tecrübeli. Çalışırken sanki rol yapıyor, sesler çıkartıyor, oyun oynuyordu. Sabah 11.00’de başladığımız çalışma hiç unutmuyorum akşam 5’te bitti. Bana kızdı başlarda, sevmedi ama sonra alıştık birbirimize. Şakalaşmaya başladık. Baktı ki, ben ondan daha matrak biriyim, rahat rahat çalıştık sonra. Ben de içimden: “Yahu ben, Picasso'larla falan çalışıyorum. Sen de kim oluyorsun? Sen Hitckok isen ben de Ara Güler’im.” diyorum. Son olarak yine İstanbul ile ilgili soru sormak istiyorum. Günümüz İstanbul’u sizde hâlâ o eski heyecanları oluşturuyor mu? İyi ki bu soruyu sordun evlat! Şu andaki İstanbul’u soruyorsan hayır, yaratmıyor. Eylül / 2010 Ama benim şansım o eski günleri de yaşamış olmam. Bugün dahi İstanbul'un sokaklarında gezerken eskiyi hatırlayabiliyorum. Çünkü eski günlerini iyi biliyorum İstanbul’un. Benim için önemli olan da bu zaten. “Bu sokakta Rum madam oturuyordu; güzel bir kadındı, camdan bakardı...” diyebiliyorum. Ya da sokağın köşesini döndüğümde 'Buradan tramvay geçerdi' diye düşünebiliyorum. Memleket sadece bir bayrak, bir marş değildir. Yaşadığın topraklardır. İnsanlar yaşadıkları topraklarda gömülmek isterler. Babam bir gün bana 'Beni niçin doğduğum memlekete götürmüyorsun' diye sordu. Neresiydi gitmek istediği yer? Şebinkarahisar... Gittik, doğduğu köyü aradık, bulduk. Hayatındaki en önemli 'mantrası' bu oldu. 27 Şiir İSTANBUL ŞEHRİ ŞİİRİ Sadri Alışık Bu benim dünyaya ilk gelişim, yıkarak saltanatını koca Fatih’in. Kundakla kefen arasında bir gün, İstanbul, İstanbul deyişim. merhaba Kız Kulesi, merhaba Eyüp Sultan, Kanlıca, Şehremini merhaba… Bir İstanbul esiyor çocukluğumdan, ekşi bozalı, Arnavut kaldırımları lapa lapa. Yuşa’dan mı okunur ezanlar, Hırka-i Şerif’ten mi? Komşularımız kaptanlar, Malta taşlı ikindilerden kalan. Hâlâ o beyaz gergeflerde mi? Bir tarih gömmüşler Karacaahmet’inde Üsküdar’ın, sanki çarşaflı kadınlar mercan terliklerinde unutulan. Duyun-u Umumiye emeklisi faytonlar. Hâlâ bir sonbahar Acıbadem’de cuma selamlıklarından beri saraylılar. Merhaba Beylerbeyi, merhaba Sultan Selim, merhaba iki gözüm İstanbul’um, merhaba… Aşı boyası sokaklarında ne mevsimler eskimiş.. Sakalsız saçlar kestirdiğim ince boncuklu berber dükkânları. Kapalıçarşı bakırcılar, lacivert mayıslarda köprü altları, ve Boğaziçi’nde Şirket-i Hayriye duman duman… Nerdesin o İstanbul, nerdesin? 28 Eylül/ 2010 İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i Hani çıkrık seslerinde mehtapları dinlediğim, Mediha teyzelerin leylak bahçeleri, büyükbabamın Kuva-i Milliye hikâyeleri. Hani tahta tekerlekli arabalarım. Hani bayram yerlerinde unutulan çocukluğum? Gene bir başka İstanbul’du bir zamanlar kafesli ıtırlarıyla, beyaz başörtülerin lavanta çiçekli öğleden sonralarında ıslanan. Açılır kapanır iskemlelerinde uzun çarşının, İstanbul’u taşırdı bakır siniler. Sultanîyegâhtan bir hıdrellez mesiresi, sessiz sadakat şarkıları söylerdi. Haliç vapurlarında söz kesilmiş tazeler. Hey yavrum hey! Burunbahçe dalyanında İstanbul’u çekerlerdi denizden, ıslatmadan… Kaç bayram mendil geçmişti elimden çeyiz sandıklarının. Bütün uykularını koynuma alıp uyurdum İstanbul’un. Rüyalarımda hâlâ o günahlar uyanır, hiç geçemediğim sokaklarında işlenen. Merhaba Sultanahmet, Yerebatan merhaba… Merhaba iki gözüm İstanbul’um merhaba, merhaba efendim, merhaba... Eylül/ 2010 29 Ma kal e MEDYA ÇAĞINDA ÇOCUK YETİŞTİRMEK Prof. Dr. M. Kemal SAYAR Psikiyatrist Çocuklarıyla daha çok zaman geçiren ebeveynler, kendi içsel arzularına karşı çıkmadıkları için zamanla kendilerini daha iyi ve enerjik hissediyor, daha mutlu oluyor, enerjilerindeki artış, iş ve özel hayatlarına da olumlu yönde yansıyor. Anne-babaları ile aralarındaki bağın kuvvetlenmesi çocuklarda da huzursuzluk ve hırçınlık gibi davranışları azaltıyor, kardeşlerle iletişimde olumlu gelişmelere yol açıyor. Anne-baba olmak hiçbir zaman kolay değildi. Günümüzde ise daha da zorlaştı. Yirminci yüzyılın ilk yarısında aileler çocuklarını daha çok kendi ailelerinde gördükleri gibi yetiştiriyorlardı. Ebeveynliğin başlıca kriteri, çocuğun fiziksel ihtiyaçlarını karşılamaktı. Yaşam şartları nedeniyle çocuklar da aileye destek olacak görevler üstlenmek zorunda kalabiliyorlardı. Sanki bir zorunluluktan, çocuğun üstlenmesi gereken bir yükten söz ediyor gibi görünüyoruz ancak, bu sayede çocuklar da ailelerini daha yakından izleyebiliyor, böylece yetişkinlerin kurallarını ve toplumun beklentilerini öğrenme fırsatını yakalıyorlardı. Psikoloji biliminin gelişimiyle anne-babalık ile ilgili teoriler de geliştirilmeye başlandı. 1950’lerde çocukları ‘kontrol etmek’ yerine, onlarla ‘arkadaş olma’yı öneren yeni bir anne-babalık modeli sunuldu. Zamanla başka teoriler de geliştirildi ve iyi ebeveyn olabilmek için yapılması gerekenlerin listeleri çıkarıldı. Ebeveynlik, artık çocuğun fiziksel ihtiyaçları karşılamanın ötesinde bir anlama 30 okuldan çıkınca gidilecek etüt merkezini belirlemek, çocukları madde kullanımına karşı korumak, cinsel konularda gerekli eğitimi vermek, televizyon ve bilgisayar başında geçirilen zamanı kontrol altında tutmak ebeveynin düşünmesi gerekenler listesinin üst sıralarında. kavuşmuştu. Çocukların duygusal ihtiyaçlarını karşılamak ve onlara kaliteli bir eğitim vermek giderek önem kazanıyordu. Çocuğun sosyalleşmesine yardımcı olmak, yaşıtlarıyla birlikte vakit geçirmesini desteklemek, okul dışı etkinliklere katılması için ona fırsat vermek gerekiyordu. İletişim çağıyla birlikte sosyalleşmenin anlamı ve sınırları da önceki zamanlarda olmadığı kadar genişledi. Artık çocuklar için en iyi okulları bulmak, okul öncesi kurumları seçmek, Eylül / 2010 Araştırmalar, okul öncesi dönemdeki çocukların, kendilerine yönelik programlar kadar televizyon dizilerini de izlediklerini gösteriyor. Üstelik çocuklar için hazırlanan yapımlarda bile bir saat içinde ortalama beş tane şiddet içerikli sahne görülebiliyor. Bazı popüler çocuk programlarında şiddet içerikli sahnelerin sayısı saatte 200’e kadar çıkabiliyor. Özellikle 5 yaş ve altındaki çocuklarda şiddet içeren davranışlara yönelim artıyor. Şiddet içerikli bilgisayar oyunları, her ne kadar üzerlerinde ‘yetişikinlere yönelik’ yazsa da çocuklar tarafından da sık sık oynanıyor. Bilgisayar oyunları ve televizyon programlarında şiddet ve cinsellik içeren görüntüler arttıkça, çocukların zihinlerinde oluşturdukları objeler, hayvanlar, insanlar ve olaylarla ilgili İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i şemalar şiddet ve cinsellik temaları üzerine kurulmaya başlamıştır. Medyada normal dışı gösterimlerin sayısı arttıkça, çocuklar normal şartlarda kendi dünyalarında karşılaşma ihtimallerinin çok düşük olduğu imgelerle farklı bir gerçeklik kurar hale gelmişlerdir. Üstelik merak duyguları körelmeye ve yön değiştirmeye başlamıştır. Beynin çalışma sistemine kısaca göz atmak, anlatmak istediklerimizi daha iyi izah edecektir. Beyin dışarıdan gelebilecek ve alışılmadık her uyarıyı dikkate almak üzere çalışır. Aslında beynin bu fonksiyonu tamamen insan yaşamını devam ettirmeye yöneliktir. Fakat medyada gösterilen programların içerikleri çoğunlukla şiddete veya cinselliğe yönelik olunca beyindeki bu sistem de her seferinde devreye girer. Daha gelişmiş olması gereken düşünce sistemi, bir müddet sonra bu sistemin devreye girmesiyle yavaşlar. Hiperaktivite ve huzursuzluk artar, konsantrasyon yetisi azalır, şiddete yönelik davranışların sayısında artış meydana gelir. Çocukların günlük 4-5 saat televizyon izlemeleri sırasında bu sistem her üç ile beş saniye arasında tetiklenir. Oysa çocukların, yaptıkları işe konsantre olmaları, bu sırada kendi kendilerine iç sesleri ile konuşmaları, yaptıklarını sorgulamaları ve bir sonraki hamleyi hesap etmeye çalışmaları gerekmektedir. İç konuşma, özellikle televizyonun açık olduğu ortamlarda sürekli olarak kesintiye uğrar. Sürekli uyaran aldıkça ister istemez beynin dışarıdan gelen verileri değerlendirme sistemi harekete geçer. Bu noktada program yapımcılarının kendilerini savunurken “Biz sadece insanlara istediklerini veriyoruz.” demeleri bir açıdan doğrudur. İnsanlar şiddet içerikli görüntüler izlemeye koşullanırlarsa, bu tarz programları izleme isteği elbette artar. Bu durum özellikle yeni gelişen beyinlerde, yani çocuklukta ve gençlikte şiddet ve cinsellik içerikli görüntülere maruz kalan bireylerde sıkça görülür. Yoğun bir günün ardından, çocuklara zaman ayırmak anne-babalara zor gelebilir. Bu nedenle bazı ebeveynler çocuklarla birebir zaman geçirmek yerine, onları oyalayıcı başka faaliyetler bulmaya çalışırlar. Çocuklar bilgisayar başında veya televizyon karşısındayken ebeveynler de dinlenme fırsatı bulurlar. Bu yöntem, pratik bir çözüm olarak ilk başta işe yarar gibi görünse de, sonrasında ebeveyni meşgul edecek, üzecek ve hatta ona suçluluk duygusu hissettirecek sorunlara da sebep olabilir. Endüstri çağının beraberinde getirdiği hızlı hayat, kimi zaman ebeveynlere kim olduklarını, sorumluluklarını ve önceliklerini unutturabiliyor. Ancak birçok inceleme, iş saatlerini ve günlerini çocuklarıyla vakit geçirmek için yeniden düzenleyen ebeveynlerin, bu düzenlemelerden sonra kendilerini çok daha iyi hissettiklerini gösteriyor. Çocuklarıyla daha çok zaman geçiren ebeveynler, kendi içsel arzularına karşı çıkmadıkları için zamanla kendilerini daha iyi ve enerjik hissediyor, daha mutlu oluyor, enerjilerindeki artış, iş ve özel hayatlarına da olumlu yönde yansıyor. Annebabaları ile aralarındaki bağın kuvvetlenmesi çocuklarda da huzursuzluk ve hırçınlık gibi davranışları azaltıyor, kardeşlerle iletişimde olumlu gelişmelere yol açıyor. Günümüzde sadece çocuklar değil, ebeveynler de medyanın etkisi altındadır. Birçok kaynaktan nasıl daha iyi ebeveyn olunacağına ilişkin bilgi akışına maruz kalan anne-babalar, aslında çocuklarını sağlıklı bir biçimde gözlemlediklerinde ne yapmaları gerektiğine karar verebilecekken bilgi yağmuru altında kafa karışıklığı yaşayabilirler. Medyanın yücelttiği ebeveynlik tutumları anne-babalarda oradan gelen beklentileri karşılama gerekliliği hissini doğurabilir. Bu beklentiyi karşılayamayan ebeveynler kendilerini toplum tarafından kabul görmemiş ve hatta reddedilmiş gibi hisEylül / 2010 İletişim çağıyla birlikte sosyalleşmenin anlamı ve sınırları da önceki zamanlarda olmadığı kadar genişledi. Artık çocuklar için en iyi okulları bulmak, okul öncesi kurumları seçmek, okuldan çıkınca gidilecek etüt merkezini belirlemek, çocukları madde kullanımına karşı korumak, cinsel konularda gerekli eğitimi vermek, televizyon ve bilgisayar başında geçirilen zamanı kontrol altında tutmak ebeveynin düşünmesi gerekenler listesinin üst sıralarında. sedebilirler. Halbuki ebeveynler çocuklarını tanımaya, sevmeye ve onlar için neyin gerekli olup olmadığını bilmeye çalışarak en sağlıklı kararları alabilirler. Örneğin, çocuğunun okulda daha sağlıklı yiyeceklerle beslenmesi için çaba sarf eden bir anne, oğlunun beslenme çantasına peynir ve tahıllı ekmekten yapılmış sandviçler koyarken, diğer ebeveynler çocuklarının hazır yiyecekler yemesine izin veriyor olabilir. Bu annenin çocuğu, kendisini diğer çocuklarla kıyaslayıp başka annelerin daha ‘lezzetli’ yiyecekler hazırladıklarını düşünebilir. Ancak anne bu tutumunun nedenlerini anlatıp çocuğunun gelişimi için özen gösterdiğini net bir biçimde ifade edebilirse çocuk hem yaşadığı ayrıcalığın farkında olacak, ileride alacağı bazı kararların toplumdan farklı duruş sergilemesini doğal karşılayabilecektir hem de kendi ailesinin değer yargılarını içselleştirecektir. Televizyonun Çocuğun Psiko-Sosyal Gelişimine Etkisi Çocukların gerçek ve hayali ayırt etme 31 Ma kal e becerisi ileri yaşlarda gelişen bir beceridir. Üç yaştan önce çocuklar için televizyonda gördükleri her şey gerçektir. Mesela, televizyonda gördükleri bir bardak suyun, eğer televizyon yana eğilirse döküleceğini zannederler. Üç yaşından sonra ise televizyondaki gerçekliğin yaşamımızdaki gerçeklikten bir ölçüde farklılık gösterdiğini anlamaya başlarlar. Bir şeye atfedilen gerçeklik ne kadar fazla ise ondan etkilenmemiz de o derece fazla olacağından gerçeği ve hayali ayırt edemeyen küçük çocukların televizyondan etkilenmelerinin daha büyük boyutlarda olduğunu görebiliriz. Özdeşim kurdukları sanal kahramanlarla yatıp kalkan, tıpkı o çizgi kahraman gibi olmak isteyen, onun gibi kötülerle savaşan, kavga eden çocuklar için yaşları küçüldükçe gerçeği ve gerçek olmayanı ayırt etmek o kadar daha zordur. Çok fazla televizyon izleyen çocuklar sürekli izledikleri sanal dünyada yaşamaya ve gerçek hayata adaptasyon sorunları çekmeye başlarlar. Bunun trajik bir örneği de, birkaç yıl önce sevdikleri bir çizgi film kahramanı gibi uçacağını zannedip evlerinin üst katından atlayan çocukla ilgili haberlerdir. Bu elbette çok uç bir örnektir. Ama aynı zamanda bizi çocukların dünyasını anlamaya ve gerekli önlemleri almaya sevk eden bir örnektir. Benlik Algısı ve Kişilik Gelişimi: Çocukların kendi özgün kimliklerini oluşturana kadar özdeşim kurmaları bu sürecin doğal bir parçasıdır. Çocuk da zaman zaman kendini izlediği programlardaki karakterler yerine koymaktadır. Kahramanı kimse o da o olmayı istemektedir. Özellikle ergenlikle birlikte bu süreç daha önem kazanmaktadır. Kimliğini şekillendirmeye çalışan ergen için model alacağı kişiler önemli bir etkiye sahiptir. Ve bu kişiler genelde popüler medyada yer alan kişilerdir. Televizyonun -ve aslında tüm medyanın- bize ‘iyi’ olarak sunduğu bireyler, ergenlerin gelecekte olmayı hayal ettikleri kişilerdir. Peki nedir bu ‘iyi’? 32 Televizyon özellikle kızlara zayıflık ve güzelliği empoze etmekte, onların benlik algıları reklamlarla etkilenmektedir. Zayıf olanlar ‘güzel’, normal kilolu ve toplu olanlar ‘çirkin’ olarak etiketlenmektedir. Bu etiketlemeye maruz kalan ergen, kendini kabul edebilmek, iyi ve güzel algısına sahip olabilmek için erken yaşlarda rejim yapma, aşırı spor yapma, kozmetik ürünler kullanma, televizyondaki zayıf ve güzel kişi olabilme çabasına girebilir. Televizyondaki kızlar bakımlı, güzel, zayıf, dışa dönük, bakım ve güzellik konularıyla ilgilenen; erkekler ise güçlü, zengin, bakımlı olarak gösterilmekte, bu standartlara erişemeyen kızlar ve erkekler kendilerini yetersiz hissede- bilmektedirler. Dizilerdeki güzel kızı, zengin ve yakışıklı delikanlı kapmaktadır. Kızlar o kız gibi güzel olabilmeyi, erkekler de o erkek gibi zengin ve güçlü olabilmeyi arzu etmektedir. Kendisini ‘güzel’ gören bazı kızlar karşılarına dizilerdeki gibi güçlü, zengin ve yakışıklı erkeklerin çıkmasını beklemektedir. Bazen de bazı evli kadınlar, eşlerinden kendilerine dizilerdeki ‘jön’ler gibi davranmalarını, sürprizler yapmalarını beklemekte, bu olmadığında ise ciddi hayal kırıklığına uğramaktadırlar. Televizyon izlemek pek çok etkinlikten daha önemli ve eğlenceli hâle gelmiştir. Çünkü tüm dünya o kutunun içindedir. Tiyatroya gitmek, sinemaya gitmek, kitap okumak yerine televizyon izlemeyi tercih eden çocuğun/ergenin sosyal ilişkileri zayıflar. Eylül / 2010 Televizyon ve Şiddet: Televizyondaki şiddet içerikli gö¬rüntü ve haberlerin hem yetişkin hem de çocuklar açısından zararlı yönleri olduğu su götürmez bir gerçektir. Her gün haberlerde, dizilerde ve çeşitli programlarda izlediğimiz şiddet haberleri normal bir olay gibi sunulmakta, buradan başkalarının acılarına duyarsız kalmanın sorunları çözmenin kabul edilebilir bir yolu olduğu mesajı çıkabilmektedir. Şiddet, haberlerde, filmlerde, çizgi filmlerde hayatın doğal bir parçası gibi sunulmaktadır. Önlem olarak yetişkinlere hitap eden programların çocuklara izlettirilmediği evlerde bile çocuk şiddet unsurundan tam olarak korunamamaktadır. Yetişkinlerin izlediği şiddet içeren programlardan korunan çocuğun izlediği çizgi filmler de şiddet ögeleriyle dolu olma riski taşımaktadır. Dünyayı tanımaya çalışan çocuklar için sorunun ciddiyeti daha ileri boyuttadır. Çocuk, şiddeti görenle özdeşim kurması durumunda da şiddeti uygulayanla özdeşim kurması durumunda da zarar görmektedir. İlkinde şiddeti görenle özdeşim kuran çocuk, ‘kötü dünya sendromu’na yakalanabilir. Yani; dünyaya olan güvenini yitirir ve kendini güvensiz, saldırgan bir dünyada yaşayan zavallı biri gibi görür. Özellikle küçük çocuklarda korkular geliştirme, uyku ve yeme bozuklukları, sık sık ağlama nöbetleri, şiddetin mağduru olacağı korkusu görülebilir. Bazı çizgi filmlerde kahramanlar dövüşmekte, yaralamakta ve yaralanmakta, aldıkları darbelerden sonra bile bir şey yokmuş gibi ‘özel güçleri’ sayesinde ayağa kalkmaktadırlar. Yani şiddet onlara zarar vermemektedir. Çocuk, izlediği çizgi film kahramanlarıyla özdeşim kurduğunda ise, kendini riske atacak davranışlara girişme tehlikesinin ortaya çıktığını görürüz. Ayrıca başka bir bireye vurduğunda, şiddet uyguladığında da aynı o kahraman gibi hiçbir şey olmayacağını düşündüğünden, karşısındakine daha kolayca ve İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i düşünmeden vurabilmekte, zarar verebilmektedir. Bazen çizgi film kahramanı kötülerle savaşan, onları cezalandıran ve kıyasıya şiddet uygulayan biridir. Ancak o, ‘kötüleri’ cezalandırdığı için, yaptığı şey kabul edilebilirdir. Çocuk da büyük bir tezahüratla kahramanın, rakibini dövmesini desteklemektedir. Kötünün ne olduğunu dahi bilemeyecek, anlatamayacak çocuk anlamadığı şiddeti destekler konuma gelmektedir. Çizgi filmlerde, şiddet dışında başka çözüm yolları aramayı öğretmek yerine, en basit, kaba ve ilkel sorun çözme metoduna dönüş vardır. Oturup konuşup uzlaşan çizgi film kahramanları kaç tanedir dersiniz? Böylece çocuklar alternatifler üretmeyi, işlevsel çözümler aramayı bırakıp, kaba gücün hüküm sürdüğü bir dünyayla tanışmaktadırlar. Okul Başarısına Etkisi: Çocukların okul öncesi becerilerinin geliştiği çağlarda televizyonu çok izlemenin gelecekte okul başarısını da düşürdüğü gözlenmiştir. Okul başarısı ile ilgili çalışmalarda, evlerinde daha çok televizyon izleyen ve odasında televizyonu olan çocukların, daha az ve ebeveyn eşliğinde televizyon izleyenlere göre daha başarısız oldukları ortaya çıkmıştır. Araştırmacılar günlük televizyon izleme süresinin ortalama 2 saat ile sınırlı tutulmasını ve izlenen programın içeriğinin eğitsel ve yaşa uygun olmasını, izleme eyleminin ebeveyn gözetiminde olmasını ve sonrasında program hakkında konuşulmasını tavsiye ederler. Böylelikle televizyonun tek yönlü etkileşimi ortadan kaldırılmaya çalışılır. İzlenen programda net olmayan mesajları netleştirmek, oradaki bir olay hakkında yorum yapmak ve çocuğun programdan kötü etkilenmesine sebep olabilecek belirsizlikler, anlaşılmamış veya yanlış anlaşılmış noktalar üzerinde konuşup çocuğun izlediğini anlamlandırmasını sağlamak için, yetişkin yardımına ihtiyaç vardır. Amerikan Pediatristler Birliğine göre, çocukluğun ilk yıllarında pasif biçimde televizyon izlemek, üreticiliği ve problem çözme becerisi gelişimini olumsuz etkilemektedir. Hatta daha da ileri gidilerek, 0-2 yaş aralığındaki çocuklara televizyon izletilmemesi tavsiye edilmektedir. Reklamlar ve televizyondaki şovlar, renkli, canlı ve hareketli bir dünya sunmaktadır. İmajlar sürekli değişmektedir. Böylece çocuğun dikkati sürekli bölünmekte ve uzun süreli olarak bir şeye odaklanamamaktadır. Televizyondaki bilgi, eğlence ve her şey hızlı bir biçimde tüketilmekte, çocuklar da bu hızlı tem- kalınan mahremiyet ihlallerinin sadece küçük çocukların değil, yetişkinlerin de ruh sağlığı üzerinde oluşturabileceği olumsuzluklar uzun süredir tartışılmaktadır. Birey ile toplumun sınırları gün geçtikçe birbirine karışmaktadır. Pijamayla başkasının yanına çıkmanın saygısızlık ve özensizlik sayıldığı bir yaşam biçiminden, sadece yarışma kurallarının önem kazandığı, kamera karşısında mahremiyetin neredeyse ortadan kalktığı bir yaşam biçimine doğru gelinmiştir. Özellikle okul öncesi dönem çocuklarının da evde anneleriyle oldukları gündüz saatlerinde yayınlanan ‘realite’ programlarında gündem oluşturan travmatik olaylar en ince detayına kadar seyirci ile paylaşılmakta, bu da gelişim dönemi itibarıyla ‘neyin neden olabileceğini’ anlayamayan çocuğun dünyasına ‘tam olarak adlandırılamadan’ girmektedir. Reklamlar: Araştırmacılar günlük televizyon izleme süresinin ortalama 2 saat ile sınırlı tutulmasını ve izlenen programın içeriğinin eğitsel ve yaşa uygun olmasını, izleme eyleminin ebeveyn gözetiminde olmasını ve sonrasında program hakkında konuşulmasını tavsiye ederler. poyu hayatlarına transfer etmektedir. Böylece derste dakikalarca yerinde oturup dinlemek, okumak onlara tekdüze gelmektedir. Oysa televizyon başında geçirdikleri süre ne kadar canlı, işitsel ve görsel açıdan hareketlidir! Bu yüzden, pek çok ebeveyn çocuğun uzun süre televizyon izleyip bilgisayarda oynadığından, ama dersi dinlemediğinden şikâyet eder. Mahremiyet İhlali: Uygun olmayan yaşlarda televizyonda ve artık daha sık şekilde internette maruz Eylül / 2010 Çocuklara hitaben yapılan reklamların bir diğer etkisi de yıllar sonra görülür. Günümüzün çocukları gelecekte de senelerce çarpıcı müzikler ve görüntülerle bilinçaltına işlenen ve iyi kavramlarla özdeşleştirilen bu markaların sadık tüketicileri olacaktır. Kısacası bugün reklamlarda bihassa çocukları etkilemeye odaklanan stratejilerin arttığı gerçeği ile yüz yüzeyiz. Reklamların önemli bir kısmı da yağ, şeker, karbonhidrat oranı yüksek abur-cubur gıdaları için hazırlanmıştır. Çocuk televizyonda tanıtılan abur-cuburu yiyerek televizyonun önünde oturmaktadır. Daha uzun süre oturdukça daha fazla yemekte, daha fazla yedikçe obezite riski artmaktadır. Televizyonun önünde geçirilen saatler çocuğun koşup oynayacağı, sağlıklı fiziksel egzersizlere vereceği zamandan çalmakta, hatta uyku vakti konusunda pazarlıklara sebep olmaktadır. Kısacası, televizyon izin verildiğinde- bir çocuğun sağlıklı gelişimi için önemli sayılabilecek uyku, beslenme ve spor alanlarını sabote edebilme gücüne sahiptir. 33 Ma kal e AİLEDE AHLÂK EĞİTİMİ Prof. Dr. Mehmet Zeki AYDIN Cumhuriyet Üniversitesi Çocuk, sosyal hayata uyum sağlayacak davranışları küçük yaşlarda öğrenir ve öğrenmeler kolay sökülüp atılamayacak kadar derin bir şekilde yerleşir. Günlük hayatta “huy” dediğimiz karakter vasıflarının pek çoğunun temeli çocuklukta aile vasıtasıyla atılır. Çocuk sadece insanlarla değil, eşya ile olan ilişkilerinin esasını da burada öğrenir. Ahlak, insanın bir amaca yönelik olarak kendi arzusu ile iyi davranışlarda bulunup kötülükten uzak olması ya da bir toplumda insanların uymak zorunda oldukları davranış kuralları şeklinde tanımlanmaktadır. okullarda verilen derslerden ibaret değildir. Bir bakıma, bütün toplumu bir okul ve her insanı da bu okulun hem öğretmeni hem de öğrencisi sayabiliriz. Ahlakın gerekliliği ve önemi konusunda çok şey söylenebilir. Bu konudaki bir soruya verilecek en basit cevap, ahlak olmazsa toplum da olmaz, yani insanlar ahlaksız bir arada yaşayamazlar şeklindedir. Kaynağı ister dine, ister başka bir otoriteye dayansın, insanlar arası davranışların bir kısmı, her zaman “iyi” ve “kötü” gibi değer yargılarına göre değerlendirilecektir. Bu yargıların bulunduğu her yerde ahlaki davranış söz konusudur. Yeni yetişen nesillere ahlaki değerlerin öğretilmesi bu bakımdan önem taşır. İnsan ahlaki davranışları bilmiş olarak doğmamaktadır. Bu davra34 nışların değişik toplumlarda değişik şekiller alması ve farklı olarak değerlendirilmesi de onların sonradan öğrenilmiş değerler olduğunu gösteriyor. Biz hangi durumda nasıl davranmamız gerektiğini, içinde yaşadığımız toplumun yetişkin bireylerinden veya yaşıtlarımızdan öğreniyoruz. Şu hâlde ahlak her şeyden önce bir eğitim konusudur. Bu eğitim, sadece Eylül / 2010 Eğitimle ahlak iç içedir. Eğitimle ilişkisi bakımından ele alındığında ahlak, hayatla doğrudan ilgili olması ve insanın insanca yaşama çabasına yardımcı olması bakımından her çağda eğitimin hem amacı hem de konusu olmuştur. Eğitim, bireyi ister toplumun etkin bir üyesi yapma süreci, ister sorumlu bir yetişkin olarak hayata kazandırma ya da bir mesleğe hazırlama çabası olarak düşünülsün, ahlakın bu süreç içinde herhangi bir şekilde yer aldığı ve alacağı bir gerçektir. Ahlak eğitimi sağlıklı düşünen, hisseden ve davranan bireylerin yetiştirilmesi için gerekli ve vazgeçilmez bir eğitimdir. İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i Sağlıklı bir toplumun oluşumu, bireylerin sağlıklı olmasına bağlıdır. Geleceğini garanti altına almak isteyen toplumlar, ahlaklı bir nesil yetiştirmek için gayret göstermişler, ahlaki eğitime önem vermişlerdir. yapılan çalışmalar, ailenin çocuk üzerindeki ilk etkilerinin son derece önemli olduğunu göstermiştir. Anne babanın ve ailenin diğer bireylerinin çocukla olan etkileşimi, çocuğun aile içindeki yerini belirlemektedir. Ahlaki eğitimin amacı, olgun davranışlar konusunda alışkanlık sağlayıp üstün ahlakı gerçekleştirmektir. Yine ahlak eğitiminin amacı, bireyi ve toplumu kötü ahlaktan korumak ve kurtarmak, bunun yanında iyi ahlakla donatmak ve devamını sağlamaktır. Bu nedenle, çocuklara ahlaki ve ahlaki olmayan özellikler hakkında doğru bilgiler verilmeli, sağlam kanaatler oluşturulmalıdır. Çocuğa yöneltilen davranış ve ona karşı takınılan tavır, ilk yaşantıların örülmesinde büyük önem taşımaktadır. Okul öncesi dönemde çocuk, sosyal birey olmayı öğrenirken aynı zamanda özdeşim yapacağı bir modele ihtiyaç duyar. Kişilik oluşumu için gerekli olan özdeşim, büyük ihtimalle aile içindeki yakın bir üye ile gerçekleşmektedir. Genellikle özdeşim nesnesi anne baba olmaktadır; fakat ağabey, teyze, hala, dayı ya da amca dinî ve ahlaki bilgi ve tutumları ailesinden öğrenir. Çocuğun eğitimi her şeyden önce temel ruhî ihtiyaçlarının karşılanmasına bağlıdır. Bunlar sevgi, disiplin ve özgürlüktür. Bu üç ihtiyaç, birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılıdır ve birlikte karşılanır. Bebeklikte sevgi ihtiyacı yoğundur, ileri yaşlarda ise sevgi ihtiyacının yanında özgürlüğü sağlama ve disiplin verme gereği de ortaya çıkar. Çocuk için ailenin önemi, sadece onun maddî ihtiyaçlarını karşılamaktan kaynaklanmamaktadır. Çocuğun maddî ihtiyaçları şu veya bu şekilde karşılanabilir. Ancak aile içinde sağlanan sevgi ve güven ortamını başka yerlerde sağlamak oldukça zordur. Çocuğun ahlak eğitiminde en önemli kurum ailedir. Aile, ahlaki duyguların uyandırılması, uygulanması ve ahlaki bilgilerin kazandırılması yoluyla ahlak eğitimi görevini yerine getirir. Aile bu görevlerini gayrı resmî bir ortamda yerine getirir. Eğitimin mekânı her yerdir (okul, aile, toplum), fakat bütün eğitimin temeli ailededir. Çocuk, sosyal hayata uyum sağlayacak davranışları küçük yaşlarda öğrenir ve öğrenmeler kolay sökülüp atılamayacak kadar derin bir şekilde yerleşir. Günlük hayatta “huy” dediğimiz karakter vasıflarının pek çoğunun temeli çocuklukta aile vasıtasıyla atılır. Çocuk sadece insanlarla değil, eşya ile olan ilişkilerinin esasını da burada öğrenir. Cömertlik, cimrilik, temizlik, düzenlilik, dağınıklık, çekingenlik ve sosyallik gibi alışkanlıkların kazanılması hep çocukluktaki eğitime bağlıdır. Eğitimciler, çocukların gelecekte uyumlu ve başarılı olabilmeleri için en sağlıklı eğitim yollarının geliştirilmesi çabası içerisindedirler. Her ne kadar kişilik gelişiminin insanın hayatı boyunca süregeldiğini kabul etsek de kişilik gelişmesi ve yapılanmasında temelin çocukluk döneminde atıldığı gerçeği geçerliliğini korumaktadır. Sosyal uyum üzerine Eğitimle ahlak iç içedir. Eğitimle ilişkisi bakımından ele alındığında ahlak, hayatla doğrudan ilgili olması ve insanın insanca yaşama çabasına yardımcı olması bakımından her çağda eğitimin hem amacı hem de konusu olmuştur. gibi aile içinden bir erişkin de özdeşim nesnesi olabilir. Bu üyelerin bozuk bir kişilik yapısına sahip olması hâlinde, olumsuz davranış örneğinin çocuğa yansıma ihtimali artmaktadır. Eğitimin en iyi gerçekleştirileceği yer ailedir. İnsanlar, temel değerlerini yeni nesillere aile aracılığı ile aktarır. Birey, ilk Eylül / 2010 Çocuk için özellikle anne sevgisi çok önemlidir. Anne sevgisinden mahrum kalan çocuk, diğer ihtiyaçları giderilse bile, dokunma ve sevme ihtiyacı doyurulamadığı için, psikolojik açıdan tutarsız davranışlar gösterebilir. Yetiştirme yurtlarında yapılan araştırmalar bu durumu açıkça göstermektedir. Çocuk sevgiyi ailede öğrenmektedir. 35 Ma kal e Her ailenin, çocuğun eğitimiyle ilgili mutlaka doğru bilgilere sahip olması gerekir. Bu husus hiçbir şekilde ihmal edilmemelidir. Anne-babaların çoğu, ebeveynlerinin kendilerini yetiştirme tarzından şikâyet ederken kendi çocuklarını nasıl yetiştirmek istedikleri konusunda ya fazla fikirleri yoktur ya da bu konuda düşünmeye vakit bulamazlar. Hayatlarını devam ettirirken ebeveynliğin kendiliğinden olacağını zannederler. Bu “pasif ebeveynlik tutumu” içine düşme hatası herkesin başına gelebilir. mümkün değildir. Yasalar da çocukların yetiştirilmesi görevini aileye vermiştir. Çocuğun bedensel, ruhsal ve sosyal gelişimi sevgi dolu sıcak bir ortamda yetişmesine bağlıdır. Böyle bir ortamı sağlayan ilk ve temel topluluk kuşkusuz ailedir. Herkes ailesinin bedensel özellikleri gibi, düşüncelerini, inançlarını, tutumlarını da taşır. Çünkü bütün bunları çoğu zaman bilinçsizce, ailenin hayatından, uygulamalarından alır. Ailenin yani anne babanın çocuğunun Çocuğun bedensel, ruhsal ve sosyal gelişimi sevgi dolu sıcak bir ortamda yetişmesine bağlıdır. Böyle bir ortamı sağlayan ilk ve temel topluluk kuşkusuz ailedir. Herkes, ailesinin bedensel özellikleri gibi, düşüncelerini, inançlarını, tutumlarını da taşır. Ebeveynlik sadece olunan bir şey değil, yapılması gereken bir görevdir. Annebaba olmak, boş zaman olduğunda yapılan basit bir iş olarak değil, aktif bir öncelik olarak seçilmelidir. Herkes iyi bir anne-baba olabilir. Bu sadece ebeveynlik yapmaya hayatta öncelik vermeyi istemekle sağlanabilir. Çocukların, hayatı, anne-babalarıyla birlikte aktif bir şekilde yaşayarak öğrenmeye, tanımaya ihtiyaçları vardır ve onlardan ayrı olarak, pasif bir şekilde bu 36 eğitiminde bazı görevleri vardır. Bu görevlerinin başında çocuğun maddî ihtiyaçlarının karşılanmasından sonra onun sosyalleşmesi gelmektedir. Sosyalleşme, toplum içinde yaşayabilmek demektir. Bunun için toplumun kuralları bilinmelidir. Toplumda insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen hukukî düzenlemelerin yanında ahlaki kurallar önemli bir yer tutar. O hâlde aile, çocuğuna ahlaki kuralları öğretmelidir. Okullar eğitim için çok önemli, vazgeEylül / 2010 çilmez ve yeri doldurulamaz kurumlar durumundadırlar. Okulları örgün eğitim kurumları olarak nitelendirir, onları yaygın eğitimden ayırırız. Bu ayırım, aslında okulu daha yakından tanımak ve onunla özel olarak meşgul olmak kolaylığı sebebiyledir. Okullar kadar yaygın öğretim hizmeti yapan kurum var mıdır acaba? Okullar, özellikle ilköğretim okulları vatandaşın ayağına kadar gitmekte, zorunlu oluşu sayesinde de yetişmekte olan yeni nesle ortak değerleri kazandırmaktadır. Ailelerin bir kısmı çocuklarının okula gitmesi ile onlarla birlikte okulun verdiklerinden etkilenmekte, yararlanmaktadırlar. Her ümidi örgün eğitim kurumlarına, okullara bağlamak doğru bir düşünce değildir. Okul bilgi verir. Bilginin davranış hâline dönüşmesi, bilgili kişinin iyi ahlaklı, karakterli kişi olması, o bilgilerin duygularla bütünleşmesine bağlıdır. Duygular ise, okul çağından çok önce insanda vardırlar ve belli yönlerde şekil almaya başlamışlardır. Eğitim için okul çağını beklemek, okulun başarısını tehlikeye atmak demektir. Eğer okul öncesinde duygular geliştirilmemiş ve doğru yönlendirilmesine çalışılmamışsa, okulun verdiği bilgiler büyük çapta eğreti kalacak, çocuk onları ezberleyecek, fakat kendisine mal edemeyecektir. İyiyi-kötüyü, doğruyu-yanlışı, güzeli-çirkini teorik olarak öğrenip kuralları, kanunları ezberlediği hâlde, yalan söylemeyi, rüşvet almayı, çalmayı, kişisel çıkarını her şeyden üstün tutmayı, başkalarını bertaraf etmek için onlara iftiralar atmayı, ayıplarını araştırarak, hilelerle onlara zarar vermeyi sürdüren, hatta bunları başarı sayan kimselerin varlığı, onların öğrendiklerini benimseyememiş olmalarındandır. İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i KARAKTER EĞİTİMİ: ANNE-BABALAR İÇİN STRATEJİLER Doç. Dr. Halil EKŞİ Marmara Üniversitesi Ailelerin çocuklarında olmasını istedikleri özellikleri genel olarak iki başlık altında toplamak mümkündür: Başarılı ve iyi insan olmaları. Başarılı olmaları, onların okul performanslarının iyi olması, akranları arasından sıyrılmaları, iyi bir iş sahibi olmaları gibi hususları içerir. Hayatta başarılı olmak, ailelerin üzerinde hassasiyet gösterdikleri birincil husustur. Bilindiği gibi, bir çocuk dünyaya getirmek; pek çok sorumluluğu da beraberinde getirir. Özellikle “değişim”in ivme kazandığı, küreselleşme anaforunun, ailenin çocuk yetiştirme konusundaki endişelerini artırdığı bugünlerde... Teknolojik gelişmenin, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar hızlı olduğu ve kültürler arası etkileşimin had safhaya çıktığı bir ortamda yaşıyoruz. Çocuklarımıza sunulan imkânlar, tahminlerimizin çok ötesinde. Tabi bu imkânların beraberinde getirdiği “yan etkiler” de... İçinde yaşadığımız kürenin durumunu, birtakım suç istatistikleri, şiddet yaygınlığı ve benzerleri ile birlikte düşündüğümüzde daha da karamsar olmaktayız. Medyada sıklıkla rastladığımız; iyi okullarda okuyan gençlerin birtakım “sapkın” inanç sistemlerine bağlanarak “intihar” etmeleri durumu, artık kanıksanmaya başlandı. Kötü örnekler çoğaltılabilir, ama biz burada yazıklanma ya da yakınma yerine daha ziyade “Ne yapmalı?” sorusuna; başka bir ifadeyle, “Bu kaçınılmaz gibi ları içerir. Hayatta başarılı olmak, ailelerin üzerinde hassasiyet gösterdikleri birincil husustur. Bu, zaman zaman iyi insan beklentisinin üzerini örtebilmektedir. Özellikle de çocuklarımızın okul değiştirmeleri gereken sınav zamanlarında artık neyin amaç, neyin araç olduğu iyice birbirine karıştırılmaktadır. Oysa öncelikli olan, çocuklarımızın iyi insanlar olarak yetişmeleridir. görünen meydan okumalara ve iç karartıcı manzaraya karşı aileler neler yapabilirler?”e cevap arayacağız. Ailelerin çocuklarında olmasını istedikleri özellikleri genel olarak iki başlık altında toplamak mümkündür: Başarılı olmaları ve iyi insan olmaları. Başarılı olmaları, onların okul performanslarının iyi olması, akranları arasından sıyrılmaları, iyi bir iş sahibi olmaları gibi hususEylül / 2010 İyi insan; sorumluluk sahibi, saygılı, iyiliksever, içten, diğerkâm (özgecil), doğru sözlü olmak gibi temel insani değerleri benimsemiş, onlarla hareket eden bireyler olması beklentisini ifade eder. Bu çalışmada “Karakter Eğitimi” olarak isimlendirilen ve ailelere, çocuklarının iyi insan olması beklentilerini gerçekleştirme konusunda yardımcı olacağını düşündüğümüz birtakım stratejiler, öneriler ve bir uygulama örneğinden bahsedeceğiz. Öncelikle karakter eğitimi kavramı üzerinde duralım. Karakter eğitimi, çocuklarımızın temel ahlaki ve insani değerleri 37 Ma kal e anlama, onlara karşı hassas olma ve onlarla birlikte yaşamalarına yardımcı olmak amacıyla gerçekleştirilen “kasıtlı” birtakım etkinlikler repertuarıdır. Tanımda geçen “kasıtlı” kelimesinin dikkat çektiğini tahmin ediyoruz. Kasıtlı, çünkü sadece doğru düşünme ve problem çözme gibi sürece yönelik yaşantılarla çocuklarda “kendiliğinden” iyi karakterin oluşacağı düşünülemez. a) Birinci Kural: Önceliği Ebeveynliğe Vereceksiniz İyi ve karakterli çocuklar yetiştirmek, buna zaman ayırmayı ve itinayı gerektirir. Eğitimciler, nitelikli öğrenmede iki konuyu önemli bulmaktadır: Zamanında gerçekleştirilmesi gereken görevler ve öğrencilerin öğrenmeye ilgi duymalarının sağlanması. b) İkinci Kural: İyi Örnek Olacaksınız “İyi örnek” olunması ve bu iyi örnekliğin “Karakter eğitimi” yaklaşımı, insan doğasında var olan birtakım “iyi niteliklerin” ortaya çıkması, gelişmesi ve doğruya yönelmesi için “müdahale” edilmesi gerektiğine inanmaktadır. Çocuklara sadece ve sadece kendi ayakları üzerinde durmalarını öğretmek, yukarıda detaylarına girmediğimiz istatistiklerin ortaya koyduğu sonuçları doğurmaktadır. Çocukların kendi ayakları üzerinde durması elbette gereklidir. Ancak bu yeterli değildir… Karakter eğitimi, başta aile olmak üzere okulun ve toplumun ortak sorumluluğundadır. Aile, ilk ve öncelikli karakter şekillendiricidir. Ağırlık okul öncesi dönemde olmak üzere, yükün çoğu ebeveynin sırtındadır. Çocuklarımızın iyi birer insan olarak yetiştirilmelerinde, ailelerin desteklenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Toplum olarak aile yapımızın sağlamlığı ile övünürüz. Bununla birlikte, “yeni” dünyanın şartlarına ve “süper” tehditlerine karşı strateji ve uygulamaya yönelik etkinliklerle ailenin desteklenmesi kaçınılmaz görünmektedir. Karakter eğitimi, başta aile olmak üzere okulun ve toplumun ortak sorumluluğundadır. Aile, ilk ve öncelikli karakter şekillendiricidir. Ağırlık okul öncesi dönemde olmak üzere, yükün çoğu ebeveynin sırtındadır. Çocuklarımızın iyi birer insan olarak yetiştirilmelerinde, ailelerin desteklenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Stratejiler Bilindiği gibi karakter eğitimiyle ilgili öncelikli konu, temel prensiplerin ortaya konulmasıdır. Çocukların ilk ve öncelikli karakter “şekillendiricileri” olan ailelerin, bu işlevlerini yerine getirirken uymaları gereken ana ilkelerin ne olduğunu bilmeleri oldukça önemlidir. Aşağıda K. Ryan ve K. E. Bohlin’in kaleme aldıkları karakter eğitiminin olmazsa olmaz on kuralını bulacaksınız. hiç aksatılmadan sürekli olması beklenir; insanların çoğu bu beklentiden hoşlanmaz. Bununla birlikte bu durum anne babalar için kaçınılmazdır. Çocuk, ahlaki değerleri de bu yolla öğrenir. c) Üçüncü Kural: Bu Mesuliyeti Tek Başına Üstlenmeyeceksiniz Çocuklarımızın çevresindeki bütün -iyi veya kötü- insanlar, potansiyel modellerdir. Bu kişilerin, çocuklarımıza ne tür etkiler yaptıkları konusunda bilinçli ol- 38 Eylül / 2010 malı ve kötülüklerden emin, iyinin sunulduğu ortamlar oluşturmalıyız. d) Dördüncü Kural: Çocuğun Okul Yaşamıyla Son Derece İlgili Olacaksınız Anne babalar çocukların birincil karakter eğitimcileri olmakla birlikte, öğretmenlerin ve okulların da bu konuda önemli rollerinin olduğu unutulmamalıdır. e) Beşinci Kural: Çocuğun Kalbine ve Aklına Ne Girdiğine Son Derece Dikkat Edeceksiniz İyi karakterli olmanın bir anlamı da “neyin doğru neyin yanlış, kimin iyi insan kimin zayıf insan olduğuna dair bir anlayış geliştirebilme”dir. f ) Altıncı Kural: Temel Kuralları İhmal Etmeyeceksiniz Çocukların doğuştan getirdikleri özelliklerin iyiye yönlendirilmesi ve ahlaki değerlerin oluşturulması zaman ister. Öncelik, dürüstlük, başkalarına saygı ve sorumluluk gibi temel değerlere verilmelidir. Büyüdükçe sabır, adalet ve ölçülü olmak üzerinde yoğunlaşılmalıdır. g) Yedinci Kural: Seven Bir Kalple Ceza Vereceksiniz Çocukların sınırlara ihtiyacı vardır. Ama maalesef, çoğunlukla bu sınırlar aşılacaktır. Makul bir ceza, karakter eğitiminin bir boyutudur. Çocuklar neden cezalandırıldıklarını bilmeli ve bunun anne baba sevgisinden kaynaklandığını hissetmelidirler. h) Sekizinci Kural: Ahlaki Bir Dil Kullanacaksınız Olaylar basitçe “uygun” ve “uygun olmayan” diye sınıflandırılamaz. Başkalarına zarar veren davranışlar “yanlış” ve “doğru” olarak nitelendirilmelidir. ı) Dokuzuncu Kural: Karakter Eğitimini Asla Tek Başına Kelimelere Yüklemeyeceksiniz Çocuklar, iyi karakterin kelimelerden daha fazla bir şey olduğunu erkenden öğrenirler. Bu yüzden ebeveynler çocuklarına, karakter eğitiminde temelin davranışlar -kendi davranışları- olduğunu öğretmelidir. j) Onuncu Kural: İyi Karakteri Evinizin Asli Önceliği Hâline Getireceksiniz İsta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i Anne babalar ve çocuklar, sürekli bazı şeyleri yetiştirmek noktasında baskı altındadır. Bunlar mazeret olmamalı; çocuklar, büyüklerin temel dikkatinin, kendilerinin iyi bir karaktere sahip olmaları üzerinde yoğunlaştığını bilmelidirler. Öneriler Çocuklara iyi karakterlerin kazandırılması, evin ve okulun gayretlerinin çevre tarafından desteklenmesiyle mümkündür. Yaşadığımız çağ, “medya ve akran gruplarının gençler üzerinde etkisinin oldukça yüksek olduğu ve dolayısıyla ailelerin, çocuklarının ahlak gelişiminde güçlü bir rol almalarını” gerektiren bir çağdır. İşte size bu çabalarınızı destekleyecek bir demet öneri: Evde iyi davranışlara modellik yapın. Komşusunun haklarına saygı gösteren, başkalarının arkalarından konuşmayan ebeveynler, adalet veya sorumluluğa dair çocuklarıyla konuştuklarında elbette daha etkili olacaklardır. Kendinize ve ailenize yüksek ahlaki standartları hedef edinin. • Çocuklarınızla değerleriniz ve fikirleriniz hakkında açık bir biçimde konuşun. Hangi konulara önem verdiğinizi çocuklarınız bilmelidirler. Çocuklarınızın, sizin prensiplerinizin veya düşüncelerinizin gerekçelerini anladıklarından emin olmalısınız. • Eşinize, çocuklarınıza ve diğer aile fertlerine karşı saygılı olun. Unutmayın, çocuklarınızın başkalarına karşı duyarlılık ve empati kazanabilmeleri, diğerlerine saygıyla davranmalarına bağlıdır ve bu konuda model sizsiniz. • Ailenin her ferdine karşı davranış tarzınızda nezaketi elden bırakmayın. Bu durum çocukların böyle davranışları model almalarına ve dolayısıyla öğrenmelerine yol açacaktır. • Hem ev içi hem de ev dışı sorunlarını sağlıklı yollarla nasıl çözebileceklerini, kendi hayatınızda uygulayarak gösterin. • Mümkün olan sıklıkla ailenizle yemek yiyin (televizyonsuz bir ortamda). Yemek hızlı bir atıştırma bile olsa, bu zamanı, çocuklarınızın sorunlarını dinlemek için bir fırsat olarak kullanın. • Çocuklarınıza, hayatınızda değer verdiğiniz, beğendiğiniz kişilerden bahsedin. Sahip olduğu hangi özelliklerden dolayı onları beğendiğinizi izah edin. Onların kendi kahramanları hakkında da konuşun. • Mevcut durumları (okuldaki bir olay, gazetede bir haber vb.) karakter eğitimi ile ilgili konuşmalarınızı başlatmak için fırsat bilin. Unutmayın, karakter gelişimi hayatın dışında değil, içindedir, daha doğrusu hayatın kendisidir. • Çocuklarınızın günlük problemlerini kendilerinin çözmelerine müsaade edin. • Aile etkinlikleri planlayın. Çocuklarınızı bu planlarınıza dâhil etmeyi unutmayın. Kendi önerilerine değer verildiğini fark etsinler. • Çocuklarınızın yanında asla kötü alışkanlıklarınızı sergilemeyin (umarız yoktur). Bu alışkanlıklara karşı çocuklarınıza, gerekli donanımları sağlayın. • Çocuklarınıza ahlaki ve manevi değerlerinizi (hangilerine sahipseniz) aşılamayı ihmal etmeyin. Araştırmalar ahlaken güçlü bireylerin suça daha az yönelik eylemler ortaya koyduklarını göstermektedir. • Ailenizle birlikte çeşitli sosyal hizmetlere katılın. Çocuklarınızla birlikte yardım kuruluşlarını, bakıma muhtaç kişilerin kaldığı kurumları ziyaret edin. Evde iyi davranışlara modellik yapın. Komşusunun hakÇevrenizde yardıma larına saygı gösteren, başkalarının arkalarından komuhtaç kimseler varsa nuşmayan ebeveynler, adalet veya sorumluluğa dair onlarla ilgili yapılacak çocuklarıyla konuştuklarında elbette daha etkili olaçalışmalara çocuklarıcaklardır. Kendinize ve ailenize yüksek ahlaki standartnızı da dâhil edin. Çoları hedef edinin. cuklarınızla birlikte evde okuma zamanı oluşturun. Özellikle edebî eserler, karakSeçeneklerden bahsedin, cesaret aşılayın. ter gelişimi için harika birer kaynaktır. • Evle ilgili sorumlulukların bir kısmını Kitaplardaki karakterlerin sergiledikleri üstlenmelerini sağlayın. Çok küçük dahi davranışlar üzerine konuşun. olsalar onların yapabileceği ufak tefek • Çocuklarınızın para harcamaları koişler her zaman bulunabilir. Onlar bünusunda plan yapmalarına yardımcı yüdükçe sorumlu oldukları daha fazla işolun. Kendi bütçelerini yapsınlar. Siz de leri olacaktır. Böylece, çokça şikâyet maddi olmayan ödüllendirme yöntemini edilen “sorumsuz çocuklar” yetiştirmekullanmaya özen gösterin. nin önü alınmış olacaktır. • Çocuklarınızla sizin hayatınız ya da geçmiş büyüklerinizin hayatları hakkında konuşun. Böylece kendi yaşamlarında başkalarının etkilerini ve önemini kavrayabilirler. Bu aynı zamanda, bir aile geleneği oluşturulmasını da sağlar. Eylül / 2010 39 Ma kal e EĞİTİMDE TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ Dr. Sevim CAN MEB - Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı Toplumsal cinsiyet eşitliği demokrasinin ve adaletin temel bir ilkesi, sürdürülebilir kalkınmanın da koşullarından biridir. Toplumu güçlendirmenin temelinde de kadınların güçlendirilmesinin önemli olduğu gerçeği bulunmaktadır. Bu noktadan hareketle kadınların toplumsal konumlarına dayalı mevcut engellerin aşılması ve buna yönelik tüm önlemlerin alınması zorunluluğu bulunmaktadır. Sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi alanlarda değişim, gelişim ve dönüşüm toplumu oluşturan bireylerin niteliği ve etkinliğinin artmasını zorunlu kılmaktadır. Bu açıdan kadın ve erkeğin her düzeyde aldığı eğitim önemlidir. Ancak eğitim süreçlerine katılım ve eğitim imkanlarından yararlanma konusunda kız çocukları ve kadınlar aleyhine bir durum söz konusudur. Toplumsal cinsiyet eşitliği demokrasinin ve adaletin temel bir ilkesi, sürdürülebilir kalkınmanın da koşullarından biridir. Toplumu güçlendirmenin temelinde de kadınların güçlendirilmesinin önemli olduğu gerçeği bulunmaktadır. Bu noktadan hareketle kadınların toplumsal konumlarına dayalı mevcut engellerin aşılması ve buna yönelik tüm önlemlerin alınması zorunluluğu bulunmaktadır (TCE Ulusal Eylem Planı, 2009, 3). Kadınlar ve erkekler arasında hak, özgürlük ve sorumluluk açısından eşitliğin sağlanması toplumsal cinsiyete dayalı politikaların oluşturulmasının da temelidir. Eğitimin her aşamasında cinsiyete dayalı 40 eşitsizliğin ortadan kaldırılması için politikalar üretilmesi yanında bu sürece dahil bireylerin toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda farkındalık, duyarlılık ve bilinç kazanmasında da eğitim en önemli araçtır. “Eğitim” toplumsal cinsiyet eşitliği konusuda hem sorunun hem de çözümün ana alanıdır. Eylül / 2010 Türkiye’de, son yıllarda kadının toplumdaki statüsünün geliştirilmesi, kadın haklarının korunması, kadın-erkek eşitliğinin tam anlamıyla sağlanması için Anayasa ve yasalarda gerekli düzenlemeler gerçekleştirilmiştir. Ayrıca toplumsal cinsiyet eşitliğinin ana plan ve politikalara yansımasını sağlamak amacıyla ilgili tüm tarafların işbirliğiyle “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem Planı: (2008-2013)” hazırlanmıştır. Yol haritası niteliği taşıyan bu Eylem Planı’nın Eğitim bölümünde yer alan hedefler şunlardır: • Eğitimin her kademesinde kız çocuklarının okullulaşma oranlarının artırılması, • Fiziki ve teknik kapasitenin artırılması, • Yetişkinler arasında “kadın okur yazarlığı”nın artırılması, • Eğitimciler, eğitim programları ve materyallerinin “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği”ne duyarlı hale getirilmesi. Eylem Planı çerçevesinde eğitim süreçlerine katılım, eğitim imkanlarından yararlanma, eğitim ortamlarının düzen- İsta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i lenmesi, öğretim programları ve eğitim materyallerinin cinsiyetçi dilden arındırılması, eğitimcilerin toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda eğitim alması gibi eğitimin tüm boyutlarıyla ele alındığı çalışmalar yapılmaktadır. Eğitim süreçlerine katılım (okul öncesi eğitim, ilköğretim, ortaöğretim ve yükseköğrenim düzeyi) açısından kız çocuklarının karşılaştığı sorunların başında okullaşma oranının düşüklüğü gelmektedir. Kız çocuklarının okullaşma oranları 2009–2010 eğitim-öğretim yılında okul öncesinde % 47,9, ilköğretimde %97,8 ve ortaöğretimde ise % 45,7’dir(Kadının Durumu, 2010, 11). Okullaşma oranlarının artırılması, öğretmen ihtiyacının karşılanması, fiziki altyapının tamamlanması, eğitim hizmetlerinin çeşitlendirilmesi, toplumsal farkındalık düzeyinin yükseltilmesi vb. amaçlarla kamu kurumları, özel sektör, sivil toplum kuruluşları, uluslar arası kuruluşlar iş birliği ile proje ve kampanyalar düzenlenmektedir. Bunlar arasında; “Benim Ailem”, “7 Çok Geç Kampanyası”, “Anne ve Çocuk Eğitim Programı”, “Baba Destek Eğitimi Programı”, “Okul Öncesi Eğitim Kampanyası”, “Anne Baba Çocuk Eğitimi Projesi”, “Gezici (Mobil) Anaokulu”, “Haydi Kızlar Okula”, “Eğitime %100 Destek Projesi”, “Temel Eğitime Destek Projesi (TEDP)”, “Çocuk Dostu Okul Projesi”, “Özellikle Kız Çocuklarının Okullaşmasının Artırılması Projesi”, “Ana Kız Okuldayız Okuma Yazma Kampanyası”(http://www.anakizokuldayiz.com) bulunmaktadır. 2007-2013 yıllarını kapsayan ve uygulamasına başlanan 9. Kalkınma Planı Stratejisi’nde (Kalkınma Planı, 2009, 94; CEDAW, 25), “İlköğretimde okul terklerinin azaltılması için başta kırsal kesime ve kız çocuklarına yönelik olmak üzere gerekli tedbirler alınacak ve ortaöğretime geçiş oranları yükseltilecektir” ifadesi ile kız çocuklarının okullulaşması devlet tarafından öncelikli sorunlar arasında ele alınmıştıt. Millî Eğitim Bakanlığınca 2010-2014 Stratejik Planlamasında her ilde en az bir YİBO’nun “Kız YİBO’ya dönüştürülmesi hedefi yer almaktadır (Stratejik Plan, 2009, 90). Okulu bulunmayan, nüfusu az ve dağınık yerleşim birimlerinde ilköğretim çağındaki kız ve erkek çocuklarını eğitim imkânına kavuşturmak üzere “Taşımalı İlköğretim Uygulaması” yürütülmektedir (2010 Bütçe Raporu, 2009, 5). Bir Millî Eğitim Bakanlığı Hizmetiçi Eğitim Dairesi Başkanlığı, Kız Teknik Öğretim Genel Müdürlüğünce öğretmenlere toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda farkındalık kazandırmak amacıyla “Toplumsal Cinsiyet Eşitliğini Geliştirme Seminerleri” düzenlemektedir. Ayrıca 2007 yılından bu yana Sabancı Üniversitesi tarafından "Kadınların ve Kız Çocuklarının İnsan Haklarının Korunması ve Geliştirilmesi Ortak Programı (BMOP)” kapsamında ortaöğre- “Cinsiyet eşitliği” kavramı tüm dersleri ilgilendirmektedir. Bu nedenle içerik açısından uygun örnekler üretilirken duyarlı olunmalı ve eşitlikçi bir dil kullanılmalıdır. diğer uygulama ise Sosyal Riski Azaltma Projesi (SRAP) kapsamında yürütülen Şartlı Nakit Transferi uygulaması ile, ilköğretime devam eden erkek öğrenciye 20 TL, kız öğrenciye 25 TL, ortaöğretime devam eden erkek öğrenciye 35 TL, kız öğrenciye 45 TL eğitim desteğinin sağ-lanmaktadır (2010 Bütçe Raporu, 2009, 5). Bu desteklerin ödemeleri “Kadının aile ve toplum içindeki konumunun güçlendirilmesi” amacıyla doğrudan annelere yapılmaktadır. Eylül / 2010 timde görev yapan öğretmenlere yönelik toplumsal cinsiyet konusunda farkındalık ve bilinç kazandırabilmek amacıyla, “Mor Sertifika Programı” düzenlemektedir(http://www.sabanciuniv.edu/ssbf/bm op/tr/index.html). Milli Eğitim Bakanlığınca 2004-2006 yılları arasında eğitim materyallerinin kadınlar ve erkeklerle ilgili kalıp yargıları yansıtan cinsiyet eşitliğine uygun olmayan ifadeler, bilgi, resim ve fotoğ41 Ma kal e raflardan arındırılması yönünde çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmaların daha kalıcı ve sistematik hale gelmesi ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem Planı belirtilen hedef, stratejileri gerçekleştirmek amacıyla Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı bünyesinde Nisan 2009’da “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Komisyonu” kurulmuştur. Milli Eğitim Bakanlığınca 2004-2006 yılları arasında eğitim materyallerinin kadınlar ve erkeklerle ilgili kalıp yargıları yansıtan cinsiyet eşitliğine uygun olmayan ifadeler, bilgi, resim ve fotoğraflardan arındırılması yönünde çalışmalar yapılmıştır. Komisyonca Başkanlık bünyesinde bulunan Kitap İnceleme ve Değerlendirme Komisyonları ile Program Geliştirme Özel İhtisas Komisyonlarında görevli öğretmen ve uzmanlara toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda farkındalık kazandırmak amacıyla 16 Temmuz 2009 tarihinde Sayın Bakanımız Nimet ÇUBUKÇU’nun katılımı ile “Ders Kitaplarında Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Çalıştayı” düzenlemiştir. Çalıştayda 42 konu ile ilgili araştırma yapan akademisyenler, sivil toplum kuruluşları, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü gibi tüm tarafların katılımı ile bugüne kadar yapılan çalışmalar, katedilen mesafe, olumlu-olumsuz gelişmeler, bundan sonra yapılacaklar ve öneriler ele alınmıştır. Çalıştayın ardından çalışmanın somuta dönüştürülmesi amacıyla “Ders Kitaplarında Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” kitabı hazırlanmıştır. Kitapta Toplumsal Cinsiyet Eşitliği (Kavramsal çerçeve ve tanım), Türkiye’de KadınErkek Eşitliğini Sağlamaya Yönelik Ulusal Mevzuat (Anayasa, Medeni Kanun, İş Kanunu, Ceza Kanununda vb. “eşitlik” kapsamında yapılan değişiklikler), Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem Planı, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve Eğitim (Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi kapsamında eğitim alanında yapılan çalışmalar, Millî Eğitim Bakanlığınca cinsiyet eşitliğinin sağlanması amacıyla yapılan çalışmalar, ders kitaplarında inceleme sırasında dikkat edilecek somut öneriler) bölümleri yer almaktadır. Kitapta yer alan önerilerden bazıları şunlardır (Bağlı, Esen, 2003, 127-153): • Türkçe’nin isim ve fiil düzeyinde cinsiyete bağlı değişkenlik gösteren bir dil olmadığı dikkate alınmalıdır. • “Cinsiyet eşitliği” kavramı tüm dersleri ilgilendirmektedir. Bu nedenle içerik açısından uygun örnekler üretilirken duyarlı olunmalı ve eşitlikçi bir dil kullanılmalıdır. • İsim, resim, sayılabilir diğer unsurlar ve birimlerde kadınlarla erkekler, kız çocuklar ile erkek çocuklar arasında niceliksel ve niteliksel bir eşitleme sağlanmalıdır. • Kadınları ve kız çocuklarını özne olarak seçerek olumlu ayrımcılık oluşturulmalıdır. • “Bilim adamı” ifadesi yerine “bilim insanı” kullanılmalıdır. • Öykülerde ve yeniden oluşturulan metinlerde kadın ve erkek için belirlenmiş Eylül / 2010 kalıplaşmış rollerin tersine çevrilerek yazılması sağlanmalıdır. • Kadın kahramanların da içinde olduğu metinler yazılmalıdır. • Meslek sahibi başarılı kadın vurgusu yapılmalıdır. Kadınlar için “uygun meslek” kalıp yargısından kurtulmuş bir dil kullanılmalıdır. • Cinsiyetler arası iş bölümünde kalıp rollerden kurtulmuş metin oluşturulmalı, resim ve fotoğraflar kullanılmalıdır. • Oyunlar her iki cinsin bir arada oynayabileceği oyunlardan seçilmeli, oyun ve oyuncakların cinsiyetten bağımsız düşünülmesi sağlanmalıdır. • Annelik ve babalık rolleri “fedakârlık” ve “itaatkârlık” tanımlamasından uzak yazılmalıdır. • Kadın hakları kavramının belli bir döneme ait olmadığı, devam eden bir süreç olduğu vurgusu yapılmalıdır. Kızlar ve erkekler için benimsenen farklı sosyalleşme biçimlerinin her iki cinsin tercihlerini etkilediği bilinmektedir. Bu tespitten hareket eden Millî Eğitim Bakanlığı, ders kitapları ve eğitim materyallerinde cinsiyet eşitliğinin sağlanması ve kadına karşı ayrımcılığın engellenmesi amacıyla, ilgili kaynaklarda kadın-erkek ile kız ve erkek çocuklara ait bilgi, fotoğraf ve resimlerde sayısal ve niceliksel açıdan eşitlik sağlamaya çalışmaktadır. Geleneksel olarak kadın için uygun görülen rollerde/işlerde (öğretmenlik, annelik, hemşirelik, ev kadınlığı gibi) ya da önemsiz rollerde gösterilen kadınlar yerine, toplumda aktif olarak rol alan “başarılı kadın” vurgusuna yer verilmekte, erkeğin güçlü, başarılı, zeki, aktif ve bağımsız, kadının ise uysal, düzenli, duygusal gibi özelliklerle tanımlanmasından kaçınılmaktadır. İlköğretim ders kitaplarında; sporcu, mühendis, araştırmacı kadın ve kız çocuğu öğelerine yer verilmekte, metinlerde yer alan kahramanların kız ve erkek çocuklardan oluşmasına dikkat edilmek- İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i tedir. Yine ilköğretim ders kitaplarında “oy kullanan kadın” fotoğraflarına yer vermenin yanı sıra, kadın muhtar ve belediye başkanı figürlerine de yer verilmektedir (Sosyal Bilgiler 5, 2006, 45; Sosyal Bilgiler 6, 2006, 161). Değişen siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik şartlara bağlı olarak toplumda bireylere atfedilen rollerin yeniden ta- nımlamasına ihtiyaç duyulmuştur. Biyolojik anlamda bireylere yüklenen rollerin yanında toplumda öğrenilen rollerin de yeniden tanımlaması ve aktarılmasında eğitim sisteminin tüm alanlarının önemi büyüktür. Yenilenen ve geliştirilen öğretim programlarına göre yazılan ders kitaplarında geleneksel olarak uygun görülen işlerde ya da önemsiz rollerde gösterilen kadınlar yerine, toplumda aktif olarak yer alan başarılı kadına ve cinsiyetler arasındaki işbölümünde kadın-erkek, anne ve baba tarafından aile içinde işlerin paylaşıldığına vurgu yapılmaya çalışılmıştır. İnsan hakları kavramının tüm insanların hak ve özgürlüklerden yararlanması ve sorumluluklarını yerine getirmesinde yeterli olmadığı ortadadır. Toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının belirlenmesi, uygulanması ve bu politikaların kalıcı ve köklü olabilmesi için “zihniyet değişimine ve zihinsel dönüşümüne” ihtiyaç duyulmaktadır. Hayata “toplumsal cinsiyet gözlüğü” ile bakmak bakış açımızı da değiştirecek, bugüne kadar alışılmış ve kalıplaşmış pek çok söz ve davranışın sorgulanmasına da fırsat sağlayacaktır. Cinsiyet eşitliğinin her alanda sağlanmasının temel amacı, toplumu oluşturan bireylerin kendine güvenen, üretken, mutlu, huzurlu ve sağlıklı bir hayat sürerek toplumun gelişmesine katkı sağlamasıdır. Bu açıdan toplumda birbirine bağımlılık ile bağlılık dengesini kurmuş kendine güvenen ve üretken bireylerin yetişmesi eğitimin temel amaçları arasındadır. Bu tür çalışmaların gerçekleşmesinde bireysel gayretlerden ziyade kurum kültürünün oluşmasına ihtiyaç vardır. Farklı birimlerce yürütülen çalışmaların koordinasyonu ve takibinin sağlanması ile 2013-2014 yılına kadar belirlenen hedeflerin gerçekleşmesi ve sürecin takibi amacıyla Millî Eğitim Bakanlığı bünyesinde toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda eğitim almış kişilerden “Toplumsal Cinsiyet İzleme Birimi” oluşturulmalıdır. İnsan hakları kavramının tüm insanların hak ve özgürlüklerden yararlanması ve sorumluluklarını yerine getirmesinde yeterli olmadığı ortadadır. Toplumsal cinsiyet eşitliği politikalarının belirlenmesi, uygulanması ve bu politikaların kalıcı ve köklü olabilmesi için “zihniyet değişimine ve zihinsel dönüşümüne” ihtiyaç duyulmaktadır. Kaynakça: BAĞLI, Melike Türkân -Yasemin ESEN, “Ders Kitabı Yazarları İçin İnsan Hakları Işığında Yol Gösterici Bazı Somut Öneriler” Ders Kitaplarında İnsan Hakları: İnsan Haklarına Duyarlı Ders Kitapları İçin, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 2003, s.131-139. CAN, Sevim, “Millî Eğitim Bakanlığı Faaliyet ve Uygulamalarının Eğitimde Cinsiyet Eşitli-ğinin Sağlanması Açısından Değerlendirilmesi”, Uluslararası-Disiplinlerarası Kadın Ça-lışmaları Kongresi (05-07 Mart 2009), Sakarya Üniversitesi, Sakarya (2009). S. 269-280. CEDAW Ülke Raporları, 6. Ülke Raporu, Ankara 2008. Dokuzuncu Kalkınma Planı (2007-2013), DPT Yayınları, Ankara 2007. Kadına Yönelik Uluslararası Sözleşme ve Kararlar, Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Mü-dürlüğü Yayınları, Ankara 1993. Millî Eğitim Bakanlığı 2010 Yılı Bütçe Raporu, Devlet Kitapları Müdürlüğü, Ankara 2009. Millî Eğitim Bakanlığı 2010-2014 Stratejik Planı, MEB, Ankara 2009 Türkiye’de Kadının Durumu, KSGM, Ankara 2010. Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği: Sorunlar, Öncelikler ve Çözüm Önerileri, TÜSİAD, KAGİDER Yayınları, İstanbul Temmuz 2008. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Ulusal Eylem Planı (2008-2013), KSGM, Ankara 2008. http://www.ksgm.gov.tr/uluslararasi_Belgeler_cedaw.php (erişim 1 mart 2009) http://www.ksgm.gov.tr/Projeler_tamam_eslestirme.php# (erişim 3 Mart 2009) İlköğretim Sosyal Bilgiler Ders Kitabı 5, Milli Eğitim Yayınları, İstanbul 2006. İlköğretim Sosyal Bilgiler Ders Kitabı 6, Milli Eğitim Yayınları, İstanbul 2006. Kadın ve Eğitim (Politika Dokümanı), KSGM, Ankara 2008. Eylül / 2010 43 Ma kal e EŞİTSİZLİK ÇAĞININ SINAVLARI Prof. Dr. Yankı YAZGAN Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi İnsan beyninin gelişim sürecinde gerçekleşen iki ana işlemden birincisi, nöronların yeni dallar geliştirerek diğer nöronlarla bağlar kurması ile başlıyor. Bu süreci bütünleyen “karşıt” süreç ise, nöronların kullanılmayan bağlantılarının budanması (yok edilmesi). Gri maddeyi oluşturan nöronlar, yaşanan olaylar ya da kaydedilen bilgiler ölçüsünde birbirleriyle bağlar kurarak beraber “hareket” etmeye başlarlar. Beyin gelişim hızındaki eşitsizlikler ergen sınav adaylarını nasıl etkiler? İyi sayılan okulların az, o okullarda okumak isteyenlerin çok sayıda olduğu durumlara çözüm olarak getirilmiş SBS ya da OKS gibi topluca girilen, sık sık kaldırılıp konulan sınavlara değişik zeminlerde itiraz edilegeldi. Bu yazının en son kaleme alındığı 2010 yazında, SBS uygulaması 6 .ve 7. sınıflardan kaldırılmıştı. Nasıl bir sistemin uygulanacağı, uygulamaların tutarlılık ve saydamlığı bir yana, binlerce birincisi olan sınavlarla ne yapılabileceği belirsiz kalmaya devam edecek gibi gözüküyor. Bu yazıda, sınav sisteminin eleştirisi gibi uzmanlık alanım dışındaki bir konuya girmeyeceğim. Ancak sınavlara giren çocuklara ilişkin, nörobiyolojik ve psikolojik gelişimlerine ilişkin bir eşitsizlik üzerinden bazı görüşlerimi ifade edeceğim. Sınava ilişkin eşitsizlik eleştirileri arasında en çok üzerinde durulanlardan birisi, bu sınavlara hazırlanma sürecinin ciddi eşitsizlikler içerdiği oldu. Kurslar, 44 Gelişimleri doğal dağılım gereği eşit olmayan çocukların, beyinsel ve zihinsel gelişimlerinin en eşitsiz olduğu dönemde, sadece sorularda eşitliği sağlayan bir sınavlar dizisine girmelerini adaletli görmüyorum. Gelişimlerinin eşitsizliğinde, sosyal ya da ekonomik farklılıkları da aşan, beyin gelişimine ilişkin bir düzensizlik önemli bir rol oynuyor. Nasıl bir düzensizlik? Önce, gelişimin düzenini hatırlatmaya çalışayım: özel öğretmenler gibi mali kaynak gerektiren durumlardaki eşitsizlikler ise, ya tarikat dersanelerine fırsat sağladığı, ya da sınıfsal ayrıcalıkları keskinleştirdiği için yoğun eleştiriler aldı. Kimsenin pek kulak asmadığı bu önemli itirazlara ben de bir perspektif eklemeyi deneyeceğim. Eylül / 2010 İnsan beyninin gelişim sürecinde gerçekleşen iki ana işlemden birincisi, nöronların yeni dallar geliştirerek diğer nöronlarla bağlar kurması ile başlıyor. Bu süreci bütünleyen “karşıt” süreç ise, nöronların kullanılmayan bağlantılarının budanması (yok edilmesi). Gri maddeyi oluşturan nöronlar, yaşanan olaylar ya da kaydedilen bilgiler ölçüsünde birbirleriyle bağlar kurarak, beraber “hareket” etmeye başlarlar. Bu yaşantılar ya da bilgiler tekrar tekrar kullanılmadıkları takdirde, nöronlar arasındaki uzantıların İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i oluşturduğu bağ kaybolur; anı da, bilgi de silinir. Bu yolla “gereksiz” doku azalır. Gri maddenin toplam kalınlığında (beynin dış kabuğu) önce bir artış (silinenden çok kaydedilenin olduğu bir dönem), sonrasında da azalma, bir incelme (gereksizliklerden arınılan bir dönem) olur. İkinci işlem, gri maddedeki incelmeye paralel olarak gelişen, beyaz madde olarak da bilinen destekleyici dokudaki artıştır. Beynin “beyaz” bölümü, nöronların ve oluşturdukları dokuların arasındaki iletişimi sağlayan bir tür “kablo” sistemi olarak görülebilir. Bu kablolamanın verimi arttıkça, daha az sayıda nöron ile bilginin ve yaşantının işlemlenmesi mümkün olur. Beyaz maddenin artışına paralel olarak, birinci işlemdeki incelme döneminin sonucunda (öncekine göre) daha az gri madde ile en az önceki kadar zihinsel etkinlik sağlanır. Bu zihinsel etkinlik artışı, daha hızlı işlem yapma, “bir bakışta anlama”, “cevabın hızla akla gelmesi” gibi sınavlara ilişkin becerilere yansıyacak cinsten bir değişikliktir. Yaşlıların kendilerinden daha zeki çocuk ve gençlere göre daha etkin problem çözücüler olmalarının, konuları pek iyi bilmeseler bile akıl yürütme ile sorunları aşabilmelerinin, deneyimlerini kullanabilmelerinin sırrı bir parça da bu gri/beyaz oranının düşmesindedir. Özetle, beyindeki gri maddenin zaman içinde azalması, beyaz maddenin çoğalması beyin gelişiminin önemli bir göstergesidir. Özellikle “problem çözümü”ne dönük akıl yürütme becerilerinin, birikmiş deneyim ve bilginin kullanımın bu gelişimsel gösterge ile ilişkisi vardır. peki, bu gelişimin en belirgin olduğu dönem ne zamandır? Bu gelişim hamlesinin ilk basamağı 18-48 ay arasında gerçekleşir. İkincisi ise, 11-14 yaşlar arasında... Hemen her çocuk bu döneme 11 ile 14 yaş arasında bir dönemde girer. Bazıları 11, bazıları 12, ba- zıları 13, bazıları 14 yaşındayken. Yaklaşık 11 yaşına kadar iyi kötü eşit ivmeyle ilerleyen beyin gelişim hızı, bu gelişim hamlesi döneminde, kişiden kişiye büyük farklar göstermeye başlar. eşitsiz olduğu 11-14 yaş dönemi, sınav bu dönemin son yılında da olsa, 3 yıla yayılacak bir bilgi birikimini ölçecek bir sınava hazırlanma sürecini de kapsamaktadır. İlkokul yıllarında (çok eski yıllardaki tipte) benzer sınav uygulamaları yapıldığında, henüz gelişim ivmeleri arasındaki makas çok açılmamıştır. O dönemde, gelişim düzeylerindeki farklılık, ivme On dört yaşındaki ergenlerin en az % 25’lik bir kesiminin beyin gelişimleri, doğalarına özgü ve herhangi bir patoloji içermeyen yapısal sebeplerle grubun kalanından daha yavaş ilerlemektedir. Özellikle “problem çözümü”ne dönük akıl yürütme becerilerinin, birikmiş deneyim ve bilginin kullanımın bu gelişimsel gösterge ile ilişkisi vardır. peki, bu gelişimin en belirgin olduğu dönem ne zamandır? Bu gelişim hamlesinin ilk basamağı 18-48 ay arasında gerçekleşir. İkincisi ise, 11-14 yaşlar arasında. farklılığından ziyade o anda gelebildikleri noktanın bir yansımasıdır. Sınava hayatın o döneminde “yakalanmış” olmanın etkisi, beyin gelişim sürati eşitsizliğini pek yansıtmaz. Lise çağının son iki yılı içindeki üniversite adaylarında ise, gelişim hızları tekrar birbirine yakın düzeye erişmiş, gelişimin temel basamakları olabildiğince tamamlanmıştır. Aradaki farklar iyi kötü kesinleşmiştir. Üç sınıfa yayılmış sınav uygulamasının (şu an için) kaldırılması bu eşitsizliği, sınanma noktası açısından, azaltmış görünebilir. Diğer yandan gelişim süratinin Eylül / 2010 Doğal sebeplerle oluşan ve zaman içerisinde değişme olasılığı olan bir eşitsizliğin, çocukların kaderini tayin edici nitelik kazandırılmış bir sınavın belirleyici olmasına içimiz nasıl razı olacak? Çocuklar arasındaki kapasite ve eğilim farklılıklarının henüz kesinleşmediği, ama farklılık oluşma süratlerinin de birbirinden alabildiğine farklı olduğu 1114 yaş dönemindeki bir hazırlığa dayalı olarak kıyaslamalı ve sıralamalı ölçümler yapmak, bırakın toplumsal ve eşitlikçi eğitim perspektifini, yarışmacı perspektif açısından bile adil değildir. 45 Ma kal e Hem yaş grupları, hem de cinsiyetler arasında beyin gelişim hızı açısından eşitsizliğin en yüksek olduğu 11-14 yaş dönemini çocukların geleceklerinin belirlendiği sınavlara hazırlanmakla doldurmak büyük bir eşitsizlik ve zarar doğurmaktadır. etkileyici mi, değil mi? Özellikle, dikkatin çelinebilirliği yüksek çocuklarda yarar görme beklentimiz daha fazla. İki yönde de örneklere rastlıyorum. Verilerin daha fazla birikmesi gerekiyor. Ancak, bu hakkın tanınması ve kullanılır olması ilkesel olarak iyi bir gelişme. Özellikle “problem çözümü”ne dönük akıl yürütme becerilerinin, birikmiş deneyim ve bilginin kullanımın bu gelişimsel gösterge ile ilişkisi vardır. peki, bu gelişimin en belirgin olduğu dönem ne zamandır? Bu gelişim hamlesinin ilk basamağı 18-48 ay arasında gerçekleşir. İkincisi ise, 11-14 yaşlar arasında. ÖSS/SBS’de DEHB’ye Ayrıcalık Tanınması Yarışmacı sınavlarda Dikkat Eksikliği Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) tanılı çocuklara değişik ayrıcalıklar tanınmasını farklı gelişen çocukların temel haklarını ilerletme anlamındaki iyi gelişmelerden birisi olarak görüyorum. DEHB sebebiyle diğer çocuklarda olmayan bir dezavantajlı duruma düşen, kolayca dağılan ve dış etkilere açık oldukları için zorlanan çocuklara ayrı salonda girme ve okutman denetimi uygulamalarının, bir rahatlık getirmesini beklerim. Bu rahatlık sınav başarısını 46 Benzer ayrıcalıklarda olduğu gibi, fırsatçı ruhlu vatandaşlarımız, “acaba bizim çocuğumuzun da dikkati dağınık mıdır?” (ki “sınavda ayrı salonda ve başımızda bir okutman ile girebilelim”) diyerek harekete geçebiliyorlar. Hakkın kötüye kullanımı olasılığının, resmi çevrelerde bu ayrıcalığın kaldırılması “refleksi”ni doğurmasından çekiniyorum. Çözüm olarak, başvuru tarihinden bir hafta önce “hastalanma”ya (raporlandırma anlamına) kısıtlama getirmek ya da tanının bir süredir mevcut olduğunu ve çocuğun bir tedavi gördüğünü/görmeye devamının gerektiğini önkoşul olaEylül / 2010 rak koymak, gerçek ihtiyaç sahiplerini ayırdedici olabilir. Lise bitirme çağındaki çocukların girdiği benzer sınavlardan birisi olan Amerikan SAT’de, fazladan zaman tanıma gibi uygulamaların da yapıldığını not düşeyim. Bu haklardan yararlananların hem geçmiş durumunun iyi dökümante edilmesi, hem de önerilen uygulamadan yararlanacağının bazı denemelerle kanıtlanması beklenmekte, bir sağlık kurulu raporu ile yetinilmemekte. Fazladan zaman tanımanın yararına inanan uzmanlar olduğu gibi, fazladan zaman tanınsa da DEHB tanılı çocukların bu sefer de uzatılmış süreye yetişmekte zorlandıkları görülebiliyor. Aktif bir tedavi almakta olan DEHB’li çocuklar, ayrıcalıkların sağladığı diğerleriyle “eşitlenme” olanağını daha iyi yakalayabiliyorlar. Bu ayrıcalıklardan yararlanarak “iyi bir okul” kazansa da kazandığı okulda başaramaz diyerek karşı çıkan uzmanlar da var. Diğer yandan, DEHB’nin gelişimsel bir bozukluk olması, zaman içinde ortaya çıkan fırsatların problemin gidişini değiştirmesine olanak tanıyan bir klinik yapı sunar. Ayrıcalıkların sağlanmasını bir “durum eşitleme” olarak görürsek, bu ayrıcalıkları sunup, yararlanıp yararlanmama kararını bireylere bırakmayı uygun görürüm. Bu tartışmanın son sözünü söyleyecek kişinin ben olduğunu düşünmüyorum. Ama, yararlanabilecek bir kişi olsa bile bu hakkın sürdürülmesinin doğru yaklaşım olduğuna inancımla bu makaleyi noktalayayım. (“Hiperaktif Çocuk ve Ergen Okulda”, Doğan Kitap, 2010’) İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i HATALARIMIZDAN DEĞİL BAŞARILARIMIZDAN ÖĞRENİYORUZ Prof. Dr. Ziya SELÇUK Gazi Üniversitesi Gerçekten hata yaptığımızda neler oluyor? Yaptığımız yanlışları tekrar yapıyor muyuz? Hata yapanlara karşı toplum ve kültürümüzün tutumu ne şekilde ortaya çıkıyor? Çocuk yetiştirme ve eğitiminde hata nasıl karşılanıyor? Anne-babalar ve öğretmenler neden hata odaklı bir bakış açısı geliştiriyor? Bütün bu soruların cevabı elbette karmaşık psikolojik, antropolojik, sosyolojik, nörolojik açıklamalar gerektiriyor. Günlük hayatta hatalar ve öğrenmeye ilişkin çeşitli yargılar ve genellemelerle sık sık karşılaşıyoruz. “Bu bana ders olsun.” “Tecrübe hayatta yapılan hatalardan oluşur.” “Hata yapacak ki öğrensin.” türünde ifadeler bunlara örnek olarak gösterilebilir. Mehmet Âkif Ersoy’un bir şiirinde ifade ettiği; Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? Tarihi tekerrür, diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? dörtlüğü yine bu konuda örnek olarak gösterilebilir. Gerçekten hata yaptığımızda neler oluyor? Yaptığımız yanlışları tekrar yapıyor muyuz? Hata yapanlara karşı toplum ve kültürümüzün tutumu ne şekilde ortaya çıkıyor? Çocuk yetiştirme ve eğitiminde hata nasıl karşılanıyor? Anne-babalar ve öğretmenler neden hata odaklı bir bakış açısı geliştiriyor? Bütün bu soruların cevabı elbette karmaşık psikolojik, antropolojik, sosyolojik, nörolojik açıklamalar gerektiriyor. Neuron adlı derginin 30 Temmuz 2009 tarihli sayısında, MIT Picower Enstitüsü’nden Nöroloji Profesörü Earl K. Miller ve çalışma arkadaşları hata ve öğrenme süreci açısından son derece ilginç bir araştırmaya imza atmışlar. (Why We Learn More From Our Successes an Our Failures). Eylül / 2010 Bu çalışmada beyin hücrelerinin yapılan en son davranışların başarılı olup olmadığını takip ettiği ortaya konulmuş. Maymunlar üzerinde yapılan bu araştırmada, bir davranış başarılı olduğunda beyin hücrelerinin hayvanın öğrendiği şeylere göre ince ayar yaptığı gözlenmiş. Yapılan bir hata sonrası ise beyinde 47 Ma kal e herhangi bir gelişme olmamakta veya çok az bir değişim görülmektedir. Yani maymun herhangi bir öğrenme deneyiminde hata yaptığında ilgili hücrelerde dikkate değer oranda olumlu bir değişim ve gelişim olmazken başarılı bir deneyim geçirildiğinde beyin hücrelerinde ciddi gelişmeler kaydedilmektedir. geniş ölçüde birbirleriyle bağlantılıdır. Bununla beraber, beynin geri kalan kısmının, bir tepkinin doğru ve yanlış olduğunda ürettiği kısa, sinirsel sinyaller ile soyut çağrışımları öğrenmemizde yardımcı olduğu düşünülmektedir. Fakat araştırmacılar, bir saniyeden bile kısa süren bu geçici aktivitenin daha sonra gerçekleşen aksiyonları nasıl etkilediğini bir türlü anlayamamışlardır. Bu araştırma, beynin deneyime yönelik tepkileri değiştirme yetisine ışık tutuyor. Ayrıca, nasıl öğrendiğimizi anlamak, öğrenme bozukluklarını tanımak ve tedavi etmek konusunda da yardımcı oluyor. Araştırmacılara göre, “ödüllendirilen bir denemeden sonra yapılan yeni bir denemede tepki seçiciliği daha güçlü iken hata yapılan bir denemede ise daha zayıftı. Bu durum, hayvanın çağrışım yapmayı öğrendiği mi yoksa bu işte zaten iyi mi olduğu sorusunu ortaya çıkardı. Deneyin aşamaları kısaca şöyle özetlenebilir: Maymunlardan bilgisayar ekranında değişen iki resme bakmaları isteniyor. Resimlerden birinde, maymun, bakışını sağa doğru kaydırdığında ödüllendiriliyor. Diğer resimde ise sola baktığında ödüllendiriliyor. Maymunlar deneme yanılma yoluyla hangi hareketlerin hangi resimler için gerekli olduğunu buluyor. Araştırmacılara göre, “Doğru bir tepkiden sonra, beynin bu iki bölgesindeki sinirlerden gelen elektriksel tepkimeler daha sağlamdı ve daha çok bilgi naklediyordu. Başarılı tepkiler, maymunların bir sonraki denemede doğru cevaba daha yakın olmasına Öğretmenler, yöneticiler, anne-babalar için ne tür fikirler yardımcı oldu. Bu durum, Doğru bir cevaptan ve buna geliştirilebilir? Hatalarımızdan değil başarılarımızdan öğreni- neden hatalarımızdan değil gelen ödülden sonra oluşan yoruz. de başarılarımızdan öğrendisinirsel aktivite, maymunlağimizin sinirsel anlamda lişme görülmüyor. Başka bir deyişle, sarın birkaç saniye sonra gelen diğer testaçıklamaktadır.” dece başarılardan sonra beyin işlem yaplerde daha başarılı olmalarına yardımcı maya devam ediyor ve maymunun oluyor. Maymun doğru cevabı bulduAslında daha kapsamlı olan bu araştırdavranışı gelişme gösteriyor. ğunda beyninde doğru olanı yaptığını manın kısa özetinden nasıl bir değerlenbelirten bir sinyal meydana geliyor. dirmeye ulaşılabilir? Öğretmenler, İlginç olan bir diğer bulguya göre ise, yöneticiler, anne-babalar için ne tür fimaymun herhangi bir öğrenme yaşantıDoğru bir cevaptan hemen sonra, sinirkirler geliştirilebilir? HATALARIMIZsına gireceği zaman ilgili hücreler koler bilgileri daha keskin ve etkili bir biDAN DEĞİL BAŞARILARIMIZDAN nuyla ilgili önceki yaşantılarının başarılı çimde işliyor. Maymun bir sonraki ÖĞRENİYORUZ. olup olmadığını sorguluyor. Miller’e seferde doğru cevabı daha kolay buluyor. göre, ön lob korteksi ve bazal ganglion Fakat bir hatadan sonra herhangi bir geİşte bu cümle tüm eğitim ve öğrenme 48 Eylül / 2010 İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i süreçleri için anahtar bir anlam taşıyor. Eğer başarılarımızdan öğreniyorsak neden öğrencilerin hatalarını bulmaya ve kaç hatası olduklarına göre onları sıralamaya dayanan bir ölçme-değerlendirme sistemimiz var. Neden okul yöneticileri genel olarak çalışanlarının başarılarından çok hatalarını bulmaya kodlanmışlar? Niçin başarısızlara ve başarısızlığa ayrılan vakit çoğunlukla daha fazla olur? Eğer beyin bir başarısızlık yaşantısından sonra öğrenme ve gelişmeye yönelik etkinlik göstermiyorsa öğrencilerin geçirdiği başarısızlık deneyimleri onlar üzerinde nasıl bir etki yaratıyor olabilir? Örneğin bir öğrencinin hatasını bulduğumuzda bu davranışımız onun başarısızlığının bir gerekçesi oluyorsa başarısızlığın kaynağı kimdir? Ya da bir öğrencinin sınav kağıdındaki yanlışları ortaya çıkarmak ona nasıl bir katkı sağlıyor olabilir? Teftiş sistemi öğretmenin eksikliklerine rehberlik ettiğinde öğretmenlere başarısız oldukları alanları mı hatırlatıyor acaba? Okul müdürleri daha çok bir problem olduğunda öğretmenlerle etkileşime girerse bu yaklaşımın öğretmen gelişimine ne katkısı olabilir? Anne-babalar çocuklarını hataları konusunda uyardıklarında bunun işlevsel bir sonucu doğuyor mu acaba? Neden “Kırk kere söyledim hala aynı şeyi yapıyorsun?” sorusu evlerde ve okullarda çok sık kullanılıyor? Yukarıda yer alan tüm sorular biz eğitimcilerin çocuk yetiştirme, öğretmen eğitimi, yönetici yetiştirme, ölçme-değerlendirme, müfredat, teftiş sistemi gibi konuları yeni baştan sorgulamasını gerektiriyor kanımca. Günümüzde eğitim araştırmalarının tıbbi teknolojilerle desteklenmesi, gelenek görenek, tecrübe ve sınırlı kuramsal bilgiye dayalı eğitim anlayışımızı farklı pencerelerden sorgulamamızı zorunlu kılıyor. Artık MR cihazlarıyla her yıl ya- Günümüzde eğitim araştırmalarının tıbbi teknolojilerle desteklenmesi, gelenek görenek, tecrübe ve sınırlı kuramsal bilgiye dayalı eğitim anlayışımızı farklı pencerelerden sorgulamamızı zorunlu kılıyor. pılan öğrenme araştırmalarının sayısı binleri buluyor. Bu durum, eğitim araştırmaları konusunda disiplinler arası perspektifi daha fazla önemsememiz gerektiğinin de bir işareti. Eğitim araştırmalarında beyin odaklı ve yüksek Eylül / 2010 teknoloji destekli bakış açısının önümüzdeki yıllarda eğitim sistemini daha fazla etkileyeceğini söyleyebiliriz. 49 Ma kal e OKULU LİDER GİBİ YÖNETMEK Yrd. Doç. Dr. Nadir ÇOMAK Muş Alparslan Üniversitesi Öğretmenlik sevgi kahramanlarının mesleğidir. Öğretmenler en az ana ve babalar kadar sevgi kahramanı olmayı hak ederler. Bir öğretmen öğrencilerini karşılıksız sever ve sevmelidir. Bir okul yöneticisi öğrencilerine sevginin gizemli atmosferini teneffüs ettirebilirse inanın karşılaştığı disiplin sorunlarının da önüne geçebilir. Sevginin verdiği otokontrol çelik halatlardan daha güçlüdür. Bilgi çağı olarak ifade edilen 21. yüzyılda bilgiyi üretmek ve kullanmak insanlara kurumlara ve toplumlara büyük avantaj sağlamaktadır. Çağımızın okul yöneticisi her şeyden önce çağın getirdiği yenilik ve değişimlere karşı bir farkındalık oluşturmalıdır. Özellikle bilgi ve iletişim teknolojilerini etkili bir şekilde kullanma becerisine sahip olmalıdır. Bir okul yöneticisinde bulunması gereken becerilerin en önemlilerinden birisi iletişim becerisidir. İletişim becerisi toplumdan soyutlanmış ortamlarda, örneğin bir dağ başında yapılabilecek işlerde çok sık kullanılan bir beceri olmayabilir. Fakat eğitim yönetimi için iletişim becerisi en gerekli becerilerdir. Bir eğitim yöneticisi, sahip olacağı beceriler ile okulu gerçek bir öğrenme ortamı haline dönüştürebilir. Okulda şiddetin ve zararlı alışkanlıkların önlenmesinin yolu da öğrenci ile iyi bir iletişim kurmaktan geçer. Okul ikliminin hoşgörü ve güler yüzden oluştuğu bir ortamda şiddetin ve diğer zararlı alışkanlıkların yer bulması mümkün değildir. 50 gini ve kokusunu belirler. “Bir eğitim yöneticisinde geliştirilmesi gereken en önemli beceri iletişim becerisidir.” demek bir abartı değildir. Çünkü diğer bütün iş ve işlemlerin insanlara ulaştırmanın iletişimden başka bir yolu ve yöntemi yoktur. İnsanlar ancak iletişim becerilerinin gelişmesi nispetinde yeteneklerini daha iyi ifade edebilir. Bunu mahir bir yemek ustasının yaptığı nefis bir yemeği berbat bir şekilde servis yapmasına benzetebiliriz. Sizin de servis yapılmayı bekleyen çok güzel yemekler gibi yeteneklerininiz olabilir. Önemli olan bu yeteneklerinizi nasıl sunduğunuzdur. İletişim ustası bir eğitim yöneticisi Bir okulda öğrenme kültürünün gelişebilmesinin öncüsü lider konumunda bulunan eğitim yöneticisidir. Takım çalışmasının gerekli olduğu bir okul ortamında atılacak her adımın çalışanların motivasyonu üzerinde olumlu veya olumsuz bir sonuç doğuracağı akıldan uzak tutulmamalıdır. İletişim, bir öğrenme ortamının iklimini oluşturan en temel etkendir. İletişim biçimleri birlikte yaşama kültürünün renEylül / 2010 Liderlik yapan yönetici “Okul müdürü” dediğimizde aklımıza iki farklı model gelir. Bunlardan en klasik olanı patron tavırları ile etrafına emirler yağdıran model, diğeri ise lider karakterli bir müdür modelidir. Özel bir öğretim okulunda 5. sınıf öğrencisi Merve eski okul müdürü hakkında şu düşüncelerini dile getirmişti; “Anneciğim, eski müdürümüz koridorlarda bağırdığında bizler korkumuzdan İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i kaçacak delik arardık. Fakat yeni müdürümüz o kadar güler yüzlü ki, onun bu davranışları bizi okulumuza daha çok bağlıyor.” Kalite gözlerden saklanamaz. Minik yürekler anlamaz, bilmez demeyiniz. Okul müdürünün konuşurken seçtiği kelimeler, sesinin tonu ve konuşma şekli iletişim kalitesini belirler. Birileri sizi takip ediyor. Takip edenler dünyanın en zeki ve akıllı varlıkları olan çocuklarımızdır. Beden dilinin sırrını çözelim Birlikte yaşadığınız insanların beden dilini okumak iletişim şifrelerini çözmemizi sağlar. Unutmayın ki başkalarının beden dilini okumak kendi beden dilimizi yönetmekle başlar. Bu nedenle duruşumuzu, yürüyüşümüzü, jest ve mimiklerimizi yönetmemiz vermek istediğimiz mesajı daha sağlıklı bir şekilde ulaştırmamızı sağlar. Kendi beden duruşunu yöneten bir yönetici, işi gereği iletişim kurduğu insanların beden dillerindeki mesajları da anlayabilir. Böylece personelin tedirginliğini ve endişelerini önceden hissederek çözüm üretebilir. Etkili konuşup, etkili olalım Bir okul yöneticisi işi gereği insanlara sözlü olarak hitap etmek zorundadır. Kendi eğitim hayatınızı bir düşünün; okul törenlerinde beklemenin bazen dayanılmaz olduğunu hissetmiş olmalısınız. Bir işkenceye dönüşen konuşmaları dinlemenin nesi bu konuşmaları dayanılmaz hale getirmektedir? Bu sorunun üzerinde önemle durulmalıdır. Çünkü öğrencilere çok önemli bilgilerin kolaylıkla verilebileceği bir fırsat cömertçe harcanmaktadır. Bizi dinleyen öğrencilere hitap ederken öncelikle onların farklı yaş gruplarından oluştuklarını hiç unutmayıp onların sabırlarını zorlamamalıyız. Şunu rahatlıkla ifade edebiliriz ki etkili konuşma becerilerini kullanabilen bir okul yöneticisi öğrencilere yaptığı her bir konuşmayı bir eğitim fırsatına dönüştürebilir. Okul müdürü olarak görev yaptığım bir özel öğretim kurumunda çok güzel bir uygulama yapmaya başladık. Öğrencilere sabah törenlerinde bir soru soruyordum “Çocuklar okulumuzda güne nasıl başlanır? Cevap: “Güler yüzle.” Soru sormaya devam ediyordum: “Okulumuzda gün nasıl sona erer?” Öğrenciler hep birlikte “Güler yüzle!” cevabını veriyordu. Özellikle “Parolamız?” dediğimde “Başarı!”, başarmak için “Mazeret?” dediğimde “Yok” cevabını hep birlikte ve gür bir sesle söylemeleri kendilerini ve dinleyen herkesi motive ediyordu. Öğretmenlik, sevgi kahramanlarının mesleğidir. Anneler karşılıksız seven en büyük sevgi kahramanlarıdır. Öğretmenler en az anne ve babalar kadar sevgi kahramanı olmayı hak ederler. Bir öğretmen öğrencilerini karşılıksız sever ve sevmelidir. Bir okul yöneticisi öğrencilerine sevginin gizemli atmosferini teneffüs ettirebilirse inanın karşılaştığı disiplin sorunlarının da önüne geçebilir. Sevginin verdiği otokontrol çelik halatlardan daha güçlüdür. Proje merkezli düşünelim Bir okul yöneticisi akademik anlamda proje üretimini bizzat teşvik etmelidir. Böylece düşünmeye ve üretmeye verdiği önemi bizzat davranışlarıyla gösterebilir. Proje hazırlamak öğretmen ve öğrencinin motive edilmesi ile yakından ilişkilidir. Sanatı sevip etkili yazalım Bir okul yöneticisinin yazı yazma becerisi ile resmi yazılara cevap vermekten daha fazlasını kastediyoruz. Bir okul yöneticisi aynı zamanda bir yazar hassasiyetinde olmalıdır. Bir okul yöneticisi yalnızca günlük tutmayı başarabilse bile her dönem bir kitap yayınlayabilir. Böylece yazma becerisini geliştiren bir eğitim yöneticisi öğrencileri arasından da minik yazarların ve sanatçıların yetişmesini teşvik etmiş olur. Sanat sevgisi taşıyan bir okul yöneticisi güzel sanatların her dalında faaliyette bulunabilir ve sanatın okul ortamında gelişmesine katkı sağlayabilir. Yönetim gücümüzü sevgiden alalım Bir eğitim yöneticisi arkadaşımdan “Eğitim ilgi, sevgi ve bilgi işidir” sözünü işitmiştim. Gerçekten eğitimin sevgisiz, sevginin bilgisiz ve bilginin de ilgisiz bir şekilde öğrenciye verilemeyeceğini duyarak ve hissederek öğrendim. Bilgiyi, insanı ve özellikle öğrenciyi sevmeyen bir kişinin öğretmenlik mesleğini yapması çok zordur. Eylül / 2010 Okullarımızda görev yapan idarecilerimizin proje merkezli düşünmeyi benimsemesi demek öğretmenlerimize proje hazırlama konusunda rehberlik yapmaları imkânının ortaya çıkmasını sağlar. Öğretmenlerin proje hazırlama konusunda teşvik edilmesi öncelikle proje konusunun öğretmenlerin gündemine alınmasını sağlar. Proje hazırlamak için önce okul idarecileri ve öğretmenlerin bakış açılarının değişmesi gerekir. Statükonun olduğu yerde gelişim durur. Bugün için şunu net bir şekilde ifade edebiliriz ki, 2003 yılından itibaren içerisinde İstanbul Milli Eğitim Müdürümüz sayın Dr. Muammer Yıldız’ın da bulunduğu bir ekip tarafından başlatılan yeni öğretim programları hazırlama çalışmaları ile devlet, çoğu özel öğretim kurumları ve üniversitelerin önüne geçmiştir. İstanbul’un donanımlı ve vizyoner bir lider vasıflarına sahip olan bir İl Milli Eğitim Müdürü tarafından yönetilmesi gelişim ve değişim için önemli bir fırsattır. 51 Ma kal e TÜRKİYE’DE YABANCI DİL EĞİTİMİ Yrd. Doç. Dr. Sueda ÖZBENT Marmara Üniversitesi Her dilin yapısal özelliklerinin yanı sıra mantıksal özellikleri de farklıdır. Bu tip farklılıklar kendilerini özellikle sayıların, tarihlerin ve saatlerin okunmasında gösterir. Bu gibi özellikler kültürel öğelerle birleşerek o dili konuşan insanların o dildeki düşünce tarzlarını belirler ve düşündüklerini nasıl ifade edebileceklerinin sınırını çizer. Dil nedir, nasıl öğrenilir ve nasıl öğretilir? İnsanların düşündüklerini ve duyduklarını bildirmek için kelimelerle veya işaretlerle yaptıkları anlaşmaya “dil” denir (TDK, 1983). Dil bir iletişim aracıdır ve kökleriyle belli bir kültüre bağlıdır. “Dil edinimi, insanların dili (dilleri) nasıl anladıklarına ve konuştuklarına dair bir süreçtir. Dil edinimi gramer kurallarını ve kelimeleri ezberlemekten ibaret değildir” (Özbent, 2008: 27). Bir dile hakim olmak öncelikle ve özellikle o dili doğru yerde ve doğru biçimde kullanmak demektir. Bir dili konuşamadığımız sürece o dili etkin bir biçimde kullanamayız ve iletişim kuramayız. “Dil, toplumsal yönü olan bir anlaşma aracıdır” (Polat, 2001:35). “İletişimsel yetiyi” edinmenin yolu ise öncelikle “kültürel yetiyi” edinmekten geçer. Öyle ise dil öğrenen bir kişinin sadece iki dil hakkında bilgilerle değil aynı zamanda iki kültür hakkındaki bilgilerle donatılması gerekir. Kültür hakkında yeterli bilgiye sahip olmayan kişiler bazı şeyleri yanlış anlayabilirler veya kendilerini doğru biçimde ifade edemeyebilirler. Aktaş’a göre 52 tıksal özellikleri de farklıdır. Bu tip farklılıklar kendilerini özellikle sayıların, tarihlerin ve saatlerin okunmasında gösterir. Bu gibi özellikler kültürel öğelerle birleşerek o dili konuşan insanların, o dildeki düşünce tarzlarını belirler ve düşündüklerini nasıl ifade edebileceklerinin sınırını çizer. Mevcut kelime hazinesi her dilde farklı anlam yelpazeleri içerisinde değerlendirilir. Türkçe ve yaygın olarak öğretilen Almanca, İngilizce, Fransızca gibi diller farklı dil ailelerine aittirler ve bu sebeple yapıları ve işleyişleri farklıdır. Bu durum öğrenme ve öğretme güçlüklerine yol açmaktadır. yabancı dil eğitimindeki asıl sorun gerek ders kitaplarında gerekse bir ders sürecinde temel dil becerilerini de kapsayan iletişimsel yetinin kazandırılmasına ve geliştirilmesine yönelik uygulamalara, değişik stratejilere ve etkinliklere toplu olarak yeterince yer verilmemesinden kaynaklanmaktadır” (Aktaş, 2004: 45). Kültürel bilgilerin aktarılabilmesi için beden dilinin yanı sıra görsel ve işitsel ders araç ve gereçleri de gereklidir. Her dilin yapısal özelliklerinin yanı sıra manEylül / 2010 Öğrenilmesi gereken dil becerileri dinleme, konuşma, okuma ve yazmadır. Tam da konuşma ile ilgili ciddi sıkıntılar vardır. Yabancı dil dersi için ideal sınıf mevcudu 20 kişidir. Oysaki devlet okullarının sınıf mevcudu çok kalabalıktır. Elbette bunun çeşitli sebepleri vardır. Fakat yabancı dil derslerinde 20-25 kişilik şubeler oluşturulabilse çok iyi olur. Yetersiz olan yabancı dil ders saatinin dışında öğrencinin pratik yapabilme im- İsta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i kanı yoktur. Bu nedenle yabancı dil derslerinin ağırlıklı olarak yabancı dilde yapılmasında büyük fayda vardır. Yücel’in de belirttiği gibi ölçme ve değerlendirme açısından kolaylık sağladığı için dersler ağırlıklı olarak yazma ve gramer eksenli yürütüldüğünden konuşma becerisini desteklemiyor ve “hedef dilin kültürüne ait bilgiler aktarılamıyor” (Yücel, 2008: 855). Ancak burada unutulmaması gereken çok önemli bir nokta; öğretmenin yabancı dili öğretebilmesi için yabancı dili iyi bilmesi ve bunun eğitimini almış olması gereğidir. Oysa ki yabancı dilin 4. sınıftan itibaren öğretilmeye başlanmasıyla ortaya çıkan yabancı dil öğretmeni sıkıntısı sınıf öğretmenlerinin görevlendirilmesiyle aşılmaya çalışılmaktadır. Ancak sınıf öğretmenleri bu konuda eğitim almamışlardır. Bu nedenle son derece doğru bir düşünce ile yola çıkılmış olmasına rağmen istenilen sonuç bu uygulama nedeniyle mümkün olamayacaktır. Yabancı dil eğitimi daha erken yaşlarda başlarsa bu konuda daha başarılı olmak mümkündür. Yapılan araştırmalar çocuk yaşlarda yabancı dilin çok daha iyi ve çabuk öğrenilebildiği yönündedir (Chomsky 1980; Wode 1988). Bu konuda çok sayıda psikolengüistik araştırmalar mevcuttur. Penfield/Roberts (1951) ve daha sonra Lenneberg’in (1967) yaptığı klinik araştırmalar ergenlik öncesi çocukların öğrenme için her iki beyin lobunu kullandığı, fakat ergenlik (Lenneberg’e göre 12 yaş) çağında “kritik dönem” diye adlandırılan evre ile beyin lobları arasında görev paylaşımının meydana geldiğini ve bu yaştan sonra dil ediniminin yavaşladığını göstermiştir. Bunun kanıtı olarak ergenlik öncesi herhangi bir beyin lopunda meydana gelen hasarlarda bu bölgenin görevini başka beyin bölgelerinin üstlendiği gösterilmektedir. Yine aynı çalışmada ergenlik sonrasında böyle bir telâfinin mümkün olmadığı söylenmektedir. Yapılan araştırmalar küçük yaşta yabancı dil öğrenenlerin telaffuzlarının o dili anadili olarak konuşanlardan farksız olabileceğini göstermiştir. “Kritik dönemin” tam olarak hangi yaşa tekabül ettiği konusu tartışılsa da (Krashen 1973; Penfiel/Roberts 1959; Kinsbourne 1975; Brown/Jaffe 1975) Lenneberg’in temel görüşü hâlâ geçerlidir. Ergenlik sonrası dil edinimi ne kadar mükemmel olursa olsun az da olsa aksan kalacaktır. bancı dile olan ilginin ve desteğin arttığı bilinmektedir (Taşkaya, 2007: 770). “Gardner (1973) de öğrencilerin ailelerinin o dil grubuna olan tutumunun öğrenciyi etkilediğini belirtmiştir (Akt.: Taşkaya, 2007: 770). Bu durumda öğrenciye niçin yabancı dil öğrenmesi gerektiği öğretmen tarafından açıklanarak öğrenciyi motive etmek gerekir. Motivasyon eksikliği yabancı dil edinimini ve öğretimini olumsuz yönde etkileyen bir faktördür. İlkhan (2007) motivasyon düşüklüğünün sebepleri arasında “yabancı dil bilgisinin üniversite sınavının ilk basamağında giriş puanlarına katkısının olmamasını ve iletişim aracı olarak kullanılmamasını” göstermektedir. Üniversite sınavına odaklanan öğrenci yabancı dili ihmal ederek, yabancı dilde gerekli olan süreklilik bozulmakta ve az da olsa öğrenilen yabancı dil unutulmaktadır. Sınıfta oluşan monoton ders ortamı güncel ve özgün iletişim materyalleriyle ve çağdaş öğretim ve eğitim araç gereçleriyle desteklenmelidir. Üniversite sınavına odaklanan öğrenci yabancı dili ihmal ederek yabancı dilde gerekli olan süreklilik bozulmakta ve az da olsa öğrenilen yabancı dil unutulmaktadır. Sınıfta oluşan monoton ders ortamı güncel ve özgün iletişim materyalleriyle ve çağdaş öğretim ve eğitim araç gereçleriyle desteklenmelidir. Günlük hayatta kullanmadığı veya ihtiyaç duymadığı bir dili öğrenmek için öğrenci çaba sarf etmemektedir. Öğrencilerin büyük çoğunluğunun aileleri tarafından desteklenemediği de bir gerçektir. Yabancı dil bilmeyen anne ve baba çocuğuna yardım edememektedir. Ailenin eğitim düzeyi yükseldikçe yaEylül / 2010 Fakat maalesef görsel öğeler olmadan kaset çalardan dinleme yetersizken, çoğu okulda bu bile mümkün değil. Taşkaya’nın (2007) yaptığı araştırmaya göre öğretmenlerden bazıları “okullarda hiç yabancı dil ders araç-gereci olmadığını belirtmiştir”(Taşkaya, 2008: 770; Karaca, 2008: 546). Ancak okulda teknoloji destekli öğrenim materyali olduğu bazı durumlarda ise öğretmenin bunları nasıl kullanabileceği hakkında yeterli bilgisinin olmaması nedeniyle bunlardan gerektiği gibi faydalanamaması söz konusu olabilmektedir (Karaca, 2008: 545). Bu durumda materyal kullanımı hakkında hizmet içi eğitim seminerleri faydalı olabilir. Aktaş (2004) görsel ve işitsel araç gereçlerin derse olan motivasyonu artırıp dersi renklendireceğini söylemektedir. Öğretmenler araç gereçlerin derste gerektiği gibi kullanılabilmesi için ders saatinin artırılmasının gerekli olduğu görüşündedirler (Karaca, 2008: 546). 53 Ma kal e Küçük yaştaki öğrencilere eğlenceli, sıcak ve kendilerini rahat hissedebilecekleri bir ortamda bağlama dayalı bilgi sunulmalıdır. Bütünsel öğrenme esas alınıp kelimeler öğretildikten sonra alfabe, yazım kuralları ve ilerleyen süreçte de gramer kuralları öğretilebilir. Küçük yaştaki öğrencilerin konsantrasyonunun 15-20 dakika ile sınırlı olduğunu göz önünde bulundurarak onları motive edecek ve dersten zevk almalarını sağlayacak oyunlar, şarkılar, grup çalışmaları, drama aktiviteleri vb. yöntemler kullanılabilir. Öğrenci ne kadar çok duyu organı ile derse katılırsa öğrenme başarısı da o derece yüksek olacaktır. Öğrencinin yaşına ve dil seviyesine göre görme ve işitmeye, dersin içeriği ile uyumlu uygulama ve oyunlar eşlik ederse yabancı dildeki içerikler daha iyi öğrenilecek ve kalıcı olacaktır. Küçük yaştaki öğrencilere eğlenceli, sıcak ve kendilerini rahat hissedebilecekleri bir ortamda bağlama dayalı bilgi sunulmalıdır. Bütünsel öğrenme esas alınıp kelimeler öğretildikten sonra alfabe, yazım kuralları ve ilerleyen süreçte de gramer kuralları öğretilebilir. Öğrenci belli bir melodi eşliğinde çağrışım yöntemiyle öğrendiği İngilizce bir kelimeyi seneler sonra bile hatırlayacaktır. Çünkü müzik sayesinde dil merkezlerinin ağırlıklı olarak bulunduğu sol lopa sağ lop da eşlik eder. Öğretmenler 54 kitaplarla birlikte kaset, CD, DVD gibi gereçlerin MEB tarafından verilmesinin iyi olacağı görüşünde birleşmektedir (Karaca, 2008: 546). Bu sürecin sonunda öğrenciler üniversiteye başladıklarında yetersiz yabancı dil bilgisi ile gelmektedirler. Ancak mezun olduklarında onları çetin bir iş hayatı beklemektedir. Çoğu sektör küreselleşen dünyada rekabet edebilmek için iyi dercede en az bir, mümkünse iki yabancı dil bilen eleman aramaktadır. Bu nedenle hedef, öğrencilerin ikinci bir yabancı dil öğrenerek üniversiteden mezun olmalarıdır. Bunu başarabilmek için MEB’in ve YÖK’ün işbirliği ve uyum içinde çalışmalarını sürdürmeleri faydalı olacaktır (İlkhan, 2007: 3; Ozil, 2008: 689). Ozil’in (2008) de belirttiği gibi genel bir sınav bunun sağlam temelinin atılması yönünde gereklidir. “Öte yandan bu genel sınav ortaöğretim ve üniversite arasında yabancı dil açısından bir bağ kurulmasına da yardımcı olacaktır.” (Ozil, 2008: 689). “Bunca emek ve yatırım ve yabancı dil öğretiminin boşa gitmemesi Eylül / 2010 için, bir an önce öğretim ve denetim sistemlerinin ve koşullarının oluşturulması gerekir” (Ozil, 2008: 690). YÖK’ün Haziran 2006’da hazırladığı ve 2007’de kitap olarak yayımladığı taslak rapora (*) göre “AB ülkelerinde öğrencilerin en az iki yabancı dil bilmelerinin beklendiği, öğrencilerin en az bir yabancı dil bilerek liseyi bitirmelerinin gerekli olduğu, ancak Türkiye’de üniversiteye gelen öğrencilerin önemli bir bölümünün yabancı dil bilmediği ve bu eksikliğin giderilmesinin yükseköğretime kaldığı vurgulanıyor” (Akt.: Ozil, 2008: 689). Yücel, çalışmasını uyguladığı bölgedeki öğretmenlerin “tamamına yakınının (3 öğretmen hariç) öğrendikleri dilin anavatanına gitme imkânı bulamadıklarını” vurgulamaktadır (Yücel, 2008: 857). Tapan’ın da vurguladığı gibi Avrupa Birliği’nin yabancı dil eğitim politikası her Avrupa yurttaşının en az iki yabancı dil bilmesi esasına dayanır. Yabancı dil öğretimi uzun bir süreçtir. Liseyi yabancı dil öğrenemeden bitiren bir öğrencinin, seneler öncesine dayanan bu eksiğini üniversite eğitimi ile birlikte gidermesi çok zordur. Bu sürecin sonunda iyi bir yabancı dil bilmeyen bir öğrenci istediği işte çalışamayacak veya gelecek nesillere yabancı dil öğretmekle yükümlü olursa; kendisinin de iyi bilmediği bir dili öğretemeyecektir. Dolayısıyla bu kısır döngünün böyle sürüp gitmemesi için yukarıda da belirtildiği gibi MEB’in ve YÖK’ün birlikte yabancı dil eğitim programları oluşturmaları elzemdir. Öneriler: - Yabancı dil derslerinin ilkokul 1. sınıfta başlatılması ve ders saatlerinin mümkün olan ölçüde artırılması yararlı olacaktır. Küçük çocukların aklının karışmaması için 1. sınıftaki uygulamanın dinleme esaslı olmasında fayda vardır. Alfabe, okuma ve yazma öncelikle anadilde edinilirse öğrenci bu temel üzerine yabancı dili daha güvenli bir şekilde kurabilecektir. - 4. ve 5. sınıflar için yeni başlatılmış İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i olan bu olumlu kararın uygulama aşamasının düzenli aralıklarla takip edilmesi ve gözden geçirilmesi maksimum verimin alınmasını sağlayabilir. - Kitaplar öğrencilerin ilgisini çekecek resimlerle ve yeni teknoloji ile birlikte kullanılacak şekilde düzenlenebilir. - Ders değişik aktiviteler ve çocuğa hitap eden kitaplarla sevdirilmelidir. - Okulların ders için gerekli olan araç gereçlerle mümkün olduğunca donatılması ve öğretmenlerin gerek bu araçların kullanımı ve gerekse yabancı dil öğretimindeki gelişmeler ile ilgili hizmet içi eğitimlere düzenli olarak katılması yerinde olacaktır. Kalabalık sınıfların yabancı dil dersinde şubelere ayrılması iyi olacaktır. - İlköğretim ile başlayan yabancı dil eğitiminin gelişimi genel olarak denetlenebilirse; üniversite mezunlarının iyi bildikleri bir yabancı dile ve belki de ikinci bir yabancı dile sahip olmaları gerçekleşebilir. - İngilizce her ne kadar lingua franca olsa bile, sadece İngilizce ile yetinmeyip imkânlar dahilinde Almanca, Fransızca …. gibi dillerin de seçenek olarak okullarda sunulması yerinde olacaktır. (*) T.C. Yükseköğretim Kurulu: Türkiye’nin yükseköğretim Stratejisi (Taslak Rapor). Haziran 2006 Ankara Kaynakça: Aktaş, Tahsin (2004): Yabancı Dil Öğretiminde İletişimsel Yeti. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı: 12, 45-58 Aktaş, Tahsin (2008): Yabancı dil öğretiminde kültürlerarası yaklaşım. Türkiye’de Yabancı Dil Eğitimi Ulusal Kongresi, Bildiriler, Ankara: Bizim Büro Basımevi, 61-66. Brown, J. & Jaffe,J. (1975): Hypothesis on cerebral dominance. Neoropsychologia 13, 107-110. İlkhan, İbrahim (2007): Yabancı Dil Öğretiminin Sorun-Çözüm Bağlamında Değerlendirilmesi Üzerine. www.yadem.comu.edu.tr/1stELTKonf/TR_Ibrahim_Ilkhan_Sorun_Cozum.htm. (10.2.2010) Karaca, A. Feride (2008): İngilizce öğretmenleri derslerinde ne tür teknoloji destekli öğretim materyalleri kullanmaktadırlar? Türkiye’de Yabancı Dil Eğitimi Ulusal Kongresi, Bildiriler, Ankara: Bizim Büro Basımevi, 544-547 Kinsbourne, M. (1975): e ontogeny of cerebral dominance. Aaronson & Rieber, 244-250. Krashen, S. D. (1973 ): Lateralisation, language learning, and the critical period: Some new evidence. LL 23, 63-74. Lenneberg, Eric H. (1967): Biological Foundations of Language, New York/London/Sydney: Wiley. Ozil, Ş. (2008): Türkiye’nin yükseköğretim stratejisi ve üniversitelerde yabancı dil öğretimi. Türkiye’de Yabancı Dil Eğitimi Ulusal Kongresi, Bildiriler, Ankara: Bizim Büro Basımevi, 686-690. Özbent, Sueda (2008): Entegrasyon Sürecinde Dilin Önemi: Türkiye’deki Entegrasyon Kursları.Marmara Üniversitesi Avrupa Birliği Enstitüsü Yayını, İstanbul, cilt 16, sayı/No: 1-2, 25-36 Özbent, Sueda (2007): Sınıfta Beden Dili. Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt: 27, Sayı: 2, 259-289 Penfiel, W. & Roberts, L. (1959): Speech and brain mechanismus. Princeton, NY: Princeton University Press. Polat, Tülin (2001): Avrupalılık bağlamında kültür boyutuyla yabancı dil. Alman Dili ve Edebiyatı Dergisi. Studien zur deutschen Sprache und Literatur XIII, İstanbul, 29-40. Türkçe Sözlük, TDK, Ankara, 1983 Tapan, Nilüfer (2001): Eğitimde yeniden yapılanma çerçevesinde Almanca öğretmenlerinin yetiştirim sürecine eleştirel bir bakış. Studien zur deutschen Sprache und Literatur XIII, İstanbul, 41-56. Taşkaya, Serdarhan M. (2007): İlköğretim I. Kademede Yabancı Dil Dersine Giren Sınıf Öğretmenlerinin Karşılaştıkları Sorunlar ve Çözüm Önerileri, Türkiye’de Yabancı Dil Eğitimi Ulusal Kongresi, Bildiriler, Ankara: Bizim Büro Basımevi, 767-772 Wode, H. (1988): Einführung in die Psycholinguistik. eorien, Methoden, Ergebnisse. Hueber, Ismaning. Yücel, Erdinç (2008): Devlet okullarında yürütülen yabancı dil eğitimine eleştirel bir bakış. Türkiye’de Yabancı Dil Eğitimi Ulusal Kongresi, Bildiriler, Ankara: Bizim Büro Basımevi, 854-858. Eylül / 2010 55 Ma kal e GÜVENLİ İNTERNET KULLANIMI Yrd. Doç. Dr. Ahmet AĞIR İstanbul Üniversitesi İnternet kullanımı çocukların ders çalışmasına, sosyal ilişkilerine, ebevynleri ile olan iletişimine engel olacak ölçüde artmadan ve internet etkinlikleri bir kaçınma aracı halini almadan, internet kullanımını makul ölçülerde sınırlandırılmalıdır. Var olan alışkanlığı yasakla sonlandırmaya çalışmak, internet kullanımını hem daha çekici hale getirir, hem de ergenlikte çocuğun özel yaşamına müdahale olarak algılanır. Günümüzün en önemli ve etkili aracı olan Internet, kısaca “dünya üzerindeki bilgisayar ağı” olarak tanımlanmaktadır. İngilizce'de "uluslararası ağ" anlamına gelen “international network” sözcüklerinin birleştirilmesinden oluşmuştur. Bu iletişim ağında bilgisayarlar birbirlerine fiziksel olarak (kablolar, uydu bağlantıları, vb.) bağlıdır. Bu bağlantılar sayesinde herhangi bir yerden bilgisayar, cep telefonu veya özel bir araç ile Internet’e ulaşılabilinir. Bugün iki milyara yakın insan bilgilenme, haberleşme, eğitim, alış-veriş ve eğlence amacıyla Internet’i kullanmaktadır. Artık Internet, tüm insanların günlük yaşamlarının vazgeçilmez öğelerinden biri haline gelmiştir. Internet’te sunulan hizmetler sürekli gelişmiş ve özellikle son beş yıl içindeki gelişmeler ile sadece sayfaları değil insanları da birbirine bağlamaya başlamıştır. Bu şekilde kullanıcılar sadece izleyen, tüketen değil, aynı zamanda bilgi üreten, yayınlayan, paylaşan bireyler haline gel56 mektedir. Günümüzde çocuklar ve gençler nerede olurlarsa olsunlar, buldukları her olanak ve zamanda (okulda, evde, Internet kafede, oyun konsollarından, dizüstü bilgisayarlardan ve/veya cep telefonlarından) Internet’e erişmektedirler. Bu kadar yaygın şekilde kullanılan Internet, doğal olarak kötü niyetli insanlar için de önemli bir ortam haline gelmiştir. Bu yüzden Internet’in güvenli bir şekilde kullanması gerekliliği ortaya çıkmıştır. Özellikle Internet’e daha kolay ve sürekli erişim için mobil teknolojilerinin kullanımının yaygınlaştırılmaya çalışılması, güvenliğin önemini bir kat daha arttırmaktadır. Eylül / 2010 Bu yeni aracı kullanan yetişkinler sahip oldukları bilgi, tecrübe ve sezgileri ile zaman zaman sorunlar yaşasalar da yollarını bulabilmektedirler. Fakat çocuklar bu yeni ortamında ortaya çıkan tuzaklara çok açıktırlar ve mutlaka bilgilendirilmeleri ve bilinçlendirilmeleri gerekmektedir. Ancak burada temel sorun, ebeveynlerin de bu yeni aracın olası tehlikeleri ve nasıl korunulacağı ve nasıl bilinçli bir kullanıcı olunacağı konusunda bilgisiz olmaları veya gerekli bilgilere ulaşamamalarıdır. Çocuklar ve Internet Kullanımı Çocuklar ve gençler Internet’i mesajlaşmak, gezinmek, oyun oynamak, bilgi edinmek, anında sohbet etmek, resim, müzik veya metin belgeleri bulmak, indirmek veya değiş tokuş etmek için kullanmaktadır. Bunlar arasında Internet’te gezinme, okul arkadaşları ile anında veya elektronik posta ile mesajlaşma gibi kullanımlar ilk sırada yer almaktadır. Arkadaşlıklarını sürdürmek, arkadaşlar veya arkadaşlık hakkında konuşmak, sosyal yaşantıları paylaşmak, gündelik olaylar İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i hakkında sohbet etmek sosyal ilişkilerini sürdürmelerini sağlamaktadır. Mesajlaşma, ergenlik çağındaki çocuklar tarafından can sıkıntısından kurtulmanın bir yolu olarak da görülmektedir. Kızlarla erkeklerin Internet kullanımları arasında da bazı farklar vardır. Genellikle kızlar mesajlaşmayı tercih etmekteyken, erkekler çoğunlukla Internet’te gezinmekten hoşlanırlar. Bazı çocuklar, yalnızlık duygusundan kurtulmak için Internet’te tanımadıkları kişilerle de tanışıp iletişime geçerler. Dolayısıyla, söz edilen Internet kullanımları, çocuğun sosyalleşme süreci içinde, kendini tanıması, kendi doğru ve yanlışlarını, kurallarını, değerlerini ve normlarını sınaması için başka sosyal etkileşimlere ek olarak kullandığı birer araçtır. Çocukların İnternet Kullanırken Karşılaşabilecekleri Olumsuzluklar Bilgisayar oyunları da doğal olarak çocuklara çok çekici ve eğlenceli gelmektedir. Gelişen teknolojiler ve ortamlar sayesinde görselliği artan oyunlar, hem yetişkinlerin hem de çocukların ilgisini çekmektedir. Birçok gencin ve çocuğun boş zamanlarını değerlendirmek için seçtiği video oyunlarının yaklaşık %80’ini şiddet içermektedir. Şiddet içerikli bilgisayar oyunları çocuklarda şiddet eğilimlerinin ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Bu durum, ebeveynleri, video oyunlarının çocukların davranışlarını olumsuz etkileyebileceği ihtimali üzerinde düşünmeye sevk etmektedir. Oyunlar, çocuklar tarafından her geçen gün daha çok oynanmakta ve tüketilmektedir. Oynanan bir oyun nerede ise bir daha oynanmamakta ve yeni oyunlar aranmaya başlanmaktadır. Bu şekilde çocuklar da tüketim toplumunun bir parçası haline gelmektedir. Çocuk İstismarcıları Çocuk pornografisi, kız ve erkek çocuklarının cinsel istismarını içeren filmler ve resimlerden oluşan, uluslararası olarak da yasaklanmış olan zararlı pornografi Bugün artık tüm dünyada milyonlarca üyeye sahip olan Facebook, FriendFeed, Twitter, Myspace gibi sosyal ağlara Türkiye’den de yüz binlerce kişi üye olmaktadır. Bunun yanında, forumlar da bir tür sosyal ağ olarak tanımlanabilmektedir. Forumlar, içerisinde yüzlerce kişinin belirlenen herhangi bir başlık altında e-postalarla tartışma yapabildiği, kişilerin görüşlerini ve bilgilerini kolaylıkla paylaşabildiği sanal ortamlardır. türüdür. Bu tür filmlerin çekilmesi, üretilmesi, indirilmesi, dağıtılması, paylaşılması ağır bir suçtur. Çocuk pornografisi yayınları birçok ülkede yasadışı olmasına rağmen bu sektör büyük bir hızla genişlemektedir. Yılda 2 milyon çocuğun bu amaçla kullanıldığı ve pazarın 20 milyar dolara ulaştığı tahmin edilmektedir. Bu durumda sadece polisiye önlemler yetersiz kalmaktadır. Her ne kadar ülkemizde çocuk pornosu ile ilgili durum tam olarak araştırılamamış olsa da internette Google arama motorunda bu isimle yapılan aramalarda Türkiye'den dört şehrin dünya sıralamasında ilk 10’a girmiş olması ülkemizde korku yaratmaktadır. Bu sektör için çalışanlar çocuklara tuzak kurup kendilerini çocuk gibi tanıtıp önce güvenlerini kazanmaktadır. Zaman Eylül / 2010 içinde çocukları cinsel ve uygunsuz hareketler yapmaya teşvik etmekte kimi zaman da tehdit ederek amaçlarına ulaşmaktadırlar. Çocuklar en çok akşam ve gece saatlerinde tehdit altındadırlar. Kötü niyetli kişiler gündüz çoğunlukla işte olduklarından, eve döndüklerinde akşamlarını, istismar edebilecekleri bir çocuk aramakla geçirirler. Pornografik resimler, tacizciler tarafından baştan çıkarmanın bir aracı olarak kullanılır. Bu resimler çocuk pornosu içerikli de olabilir. Bunun amacı, yetişkinler ile çocukların cinsel ilişkide bulunmalarının normal olduğunu gösterme isteğidir. Aileler, çocuklarının bu resimleri sadece bilgisayarda değil, CD veya hafıza kartlarında da saklayabileceklerini unutmamalıdırlar. Çocuk tacizcileri amaçlarına erişmek için ilk başta interneti kullansalar da bir süre sonra telefonla da arayabilirler. 57 Ma kal e Bunun amacı, çocuğu telefonda da istismar etmek veya dışarıda bir görüşme ayarlayabilmektir. Çocuklar telefon numarası vermeye isteksiz de olsa cinsel tacizciler kolaylıkla kendi numaralarını verirler. Çocuk bu numarayı aradığında, telefonların arayan numarayı gösterme özelliği sayesinde çocuğun telefon numarasını kolaylıkla öğrenebilirler. İnternet Bağımlılığı Psikolojik sorunların görünen yüzü olarak da değerlendirilebilecek internet ve sohbet bağımlılığı, aslında bağımlı kişilik hakkında ipuçları sunabilmektedir. O nedenle sohbet başından ayrılmayan çocuğun kişilik özelliklerinin incelenmesi önemlidir. İnternette çok fazla vakit geçiren bireylerin çok daha hassas, yalnız, çabuk sıkılan, içedönük, kendine güveni az olan, bağımlılık geçmişi ya da yatkınlığı olan bireyler olduğu üzerinde durulmaktadır. Sosyal Ağlar Sanal ortamda sosyal iletişim kurmaya yarayan ağlara “sosyal ağlar” (Social Networks) denilmektedir. Genellikle ortak özelliklerden (bölge, meslek, okul, hobi, vb.) hareketle yola çıkan, çok sayıda üyesi bulunan ve üyelerin birbirleri ile ilgili daha fazla bilgi edinebildikleri ortamlar olan sosyal ağlar günümüzde çok popüler olmuştur. Bugün artık tüm dünyada milyonlarca üyeye sahip olan Facebook, FriendFeed, Twitter, 58 Myspace gibi sosyal ağlara Türkiye’den de yüz binlerce kişi üye olmaktadır. Bunun yanında, forumlar da bir tür sosyal ağ olarak tanımlanabilmektedir. Forumlar, içerisinde yüzlerce kişinin belirlenen herhangi bir başlık altında epostalarla tartışma yapabildiği, kişilerin görüşlerini ve bilgilerini kolaylıkla paylaşabildiği sanal ortamlardır. Dolayısıyla, forumların da yukarıda bahsedilen sosyal ağlar ile bu yönüyle ortak özelliklere sahip olduğu söylenebilir. Bu tür ağlarda çocukları ve gençleri bekleyen en büyük tehlike, kimliklerini açığa çıkaracak kişisel bilgileri vermeleri ve fotoğraflarını ekleyerek tamamen tanınır, ulaşılabilir bir hale gelmeleridir. Sohbet Odaları İnternette “sohbet” (chat) ve “anında karşılıklı mesajlaşma” (Instant Messaging-IM ) internet üzerinden olarak karşılıklı iki veya daha fazla kişi arasında yazışarak kurulan iletişimdir. Windows Live Messenger, Yahoo, Messenger, Skype vb. kullanıcıları bu hizmetlerinden ücretsiz yararlandırmaktadır. Günümüz teknolojileri, çevrimiçi olarak sohbet etmeyi, birbirini görerek (bilgisayar kameraları aracılığı ile) ve üstelik bedava olması nedeni ile daha da çekici hale getirmektedir. Bu hizmetlerden yararlanan kullanıcılar arkadaş listelerine ekledikleri kullanıcıların çevrimiçi (online) olup olmadıklarını, çevrimiçi iseler meşgul olup olmadıklarını görebilmekte, sohbet etmek veya karşılıklı mesajlaşmak istemedikleri kişileri engelleyebilmektedirler. Çocuklar ve gençler anında karşılıklı mesajlaşma sırasında birbirlerinin arkadaşları ile de mesajlaşırlar. Bu yüzden arkadaşlarının arkadaşının da güvenecekleri kişiler olduğunu düşünürler. Eylül / 2010 Oysa anında karşılıklı mesajlaşma çok özel bir iletişim şeklidir ve özen gösterilmelidir. Sohbet odalarında, istenmeyen davranışlarda bulunanlar, bazı sitelerde gönüllü kişiler tarafından gözlemlenir ve uygunsuz yazı ve davranışlarda bulunanların o ortama tekrar girişleri engellenir. Böyle bir denetimin olmadığı ortamlarda ise yine çocuklar açısından tehlikeler doğabilmektedir. Güvenli bir İnternet İçin Ebeveynlere Öneriler • Öncelikle, çocukla karşılıklı güvene dayalı ve iletişime açık bir ilişki kurulmalıdır. Böylece, çocuklar internet ortamlarında rahatsız edici kişi veya durumlarla karşılaştığında ebeveynden yardım alabileceği güvenine sahip olur. • Çocukların internette şiddete, pornografiye veya benzer olumsuz uyaranlara maruz kalmaması için öncelikle, internet erişimi için gerekli filtreleme programlarının bilgisayarda olması sağlanmalıdır. • Aileler bilgisayar ve video oyunlarının çocuklar üzerinde zararlı etkileri olabileceğini göz önüne alarak onları ekran başında çok uzun süre kalmalarına izin vermemelidirler. Oynadıkları oyunların içeriğine de mutlaka sınırlandırmalar getirmeli ve denetlemelidirler. • Ebeveynlerden en az biri, çocuklar kadar interneti tanımalı ve kullanabiliyor olmalıdır. Böylece, çocuğun Internet’te neler yaptığı hakkında bilgi sahibi olunabilir ve onun neyle uğraştığı takip edilebilir. • Çocukla birlikte internette zaman geçirmeli ve ona interneti kullanma biçimleri konusunda model olunmalıdır. Birlikte bilgi aramak, kişisel internet sayfası hazırlamak veya resim ve müzik dosyaları bulup indirmek, çocukla kaliteli zaman geçirilmesini sağlar. • Evdeki kişisel bilgisayar herkesin gözü önünde ortak bir yaşam alanında bulundurulmalıdır. Böylece, bazı istenmedik durumların daha ortaya çıkmadan önüne geçilebilinir. İsta n b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i • İnternetin olumsuzlukları ve internette çocukların karşılaşabileceği istenmedik durumlarda neler yapabileceği hakkında çocuklar bilgilendirilmelidir. Örneğin, çocuğun rahatsız eden iletişimleri sonlandırabileceğini hatta gerekirse internetten çıkabileceğinin söylenmesi bile çocuğun kendine güvenmesini ve kontrolün kendisinde olduğu inancının gelişmesini sağlar. • İnternet kullanımı çocukların ders çalışmasına, sosyal ilişkilerine, ebevynleri ile olan iletişimine engel olacak ölçüde artmadan ve internet etkinlikleri bir kaçınma aracı halini almadan, internet kullanımını makul ölçülerde sınırlandırılmalıdır. Var olan alışkanlığı yasakla sonlandırmaya çalışmak, İnternet kullanımını hem daha çekici hale getirir, hem de ergenlikte çocuğun özel yaşamına müdahale olarak algılanacağı için işe yaramayabilir. Her zaman belli zaman dilimlerinde ve belli bir süre için internet kullanımı alışkanlığı getirilmelidir. • İnternet kullanımı çocuğun gündelik yaşamını sekteye uğratacak bir düzeye geldiyse, okuldaki rehber öğretmene veya bir uzmana başvurarak durumla başa çıkabilmek için profesyonel yardım alınmalıdır. Sonuç Fiyatları ucuzlayan özellikleri artan internet erişimi için geliştirilen ADSL teknolojisi ile evlerde, okullarda internet rahatlıkla kullanılabilir olmuştur. Tüm bu gelişmeler sonucunda doğal olarak çocukların internet kullanımı artmıştır. Bu artış ile olumlu gelişmeler yaşandığı gibi yavaş yavaş bazı olumsuzluklar da ortaya çıkmaya başlamıştır. Ortaya çıkan sorunlara bakıldığında “internet” sorunların nedeni gibi görünmektedir. Oysa sadece bir araç olan internet, kullanıcısına istediği şekilde hizmet etmektedir. Dolayısı ile sorununun gerçek kaynağı internet değil “kullanıcı” dır. Kullanıcının yanlışları, yetersizliği, bilinçsizliği onun olumsuzluklar yaşamasına, zarar görmesine neden olmaktadır. Benzer sorunlar aslında uzunca bir süre önce ortaya çıkan ve halen devam eden televizyon kullanımında da görülmüştür. Çocuklar gereğinden uzun süre ve yaşlarına uygun olmayan programları izleyerek olumsuzluklar yaşamışlardır ve halen de yaşamaktadırlar. Bu sorunun yanına ek olarak artık internet de gelmiştir. Ortaya çıkan internet kaynaklı sorunlar bazı farklılıklar gösterse de hem TV kullanımında hem de internet kullanımında çözüm, “bilinçlenme”dir. Bu bilinçlenme hem ebevynlerde hem de çocuklarda olmalıdır. Yeni iletişim teknolojileri çok hızlı geliştiği, değiştiği ve yaygınlaştığı için kullanıcı kitlesi ortaya çıkan olumsuzlukların farkına geç varmaktadır. Yeni teknolojiler her ne kadar basitçe ve kolaylıkla kullanılması için tasarlanmış olsalar da ebevynlerin, bu yeni araçların kullanımı, özellikleri ve olası zararları hakkında bilgi edinmeleri gerekmektedir. Son olarak, televizyonda olduğu gibi, internet araçlarında da reklamlardan gelir elde etme işlemi yaygınlaşmıştır. Ücretsiz olarak kullanılan birçok internet uygulaması, gelirlerini reklamlardan sağlamaktadır. İnternet reklamları genelde kullanıcılardan elde edilen bilgilere göre, kullanıcıya özel reklamlar olarak hazırlanıp yay ı n l a n m a k t a d ı r. Günümüzde artık reklamların internette ve cep telefonlarında yayınlanması için projeler ve teknolojiler geliştirilmektedir. Çok yakında cep telefonlarında reklamlar ile karşılaşılacak ve çocuklar bu reklamların muhtemel olumsuzluklarına maruz kalacaktır. Bu tür olumsuzluklar için en önemli önlem “bilinçlenme”, “bilinçli kullanıcı” olmaktır. Kaynakça: Ağır, A. Bilgisayar Oyunları ve İlköğretim Öğrencilerinin Bilgisayar Oyunu Oynama Alışkanlıkları, Oyun Tercihleri. "Yeni İletişim Ortamları ve Etkileşim Uluslararası Konferansı", İstanbul. , (2006) Canbek , Gürol – Sağıroğlu, Şeref. Çocukların ve Gençlerin Bilgisayar ve Internet Güvenliği, Politeknik Dergisi, Cilt:10 Sayı: 1, 2007, s. 33-39, Sharples, Mike ve diğerleri, E-safety and Web 2.0 for children aged 11–16, Journal of Computer Assisted Learning, 25, 2009, s.70–84 Tönel, Adnan. Uzaktan Kumandalı Çocuklar, Hayykitap, İstanbul, 2007. Turam, Emir. Televizyon ile Yetişen Nesil Ekranaltı Çocukları, İrfan Yayınevi, İstanbul, 1996. Vessey, Judith A.; Lee, Joanne E. Violent Video Games Affecting our Children. Pediatric Nursing, Vol.26, No:6, November December 2000, s.607. Ek kaynaklar: http://www.guvenliweb.org.tr / http://www.guvenlicocuk.org.tr / http://www.ihbarweb.org.tr Eylül / 2010 59 Ma kal e TOPLUMSAL ÇEVRE BİLİNCİNİN KAZANILMASI Yrd. Doç. Dr. Ülkü Alver ŞAHİN İstanbul Üniversitesi Çevre ile ilgili konularda aktif katılım sağlayacak, olumsuzluklara karşı tepki oluşturacak, bireysel çıkarların toplumsal çıkarlardan ayrı düşünülemeyeceği gerçeğini kavratacak bir eğitim yöntemi ve halkın katılımını amaçlayan eğitim sistemi, kitlelerin düşünme ve karar verme gücünü de geliştirecektir. Çevre eğitimi, yalnız bilgi vermekle kalmamalı, insan davranışına da etki etmelidir. Giriş Anayasamızın 56. maddesinde "Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir, çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir." ifadesi yer almaktadır. Hem anayasamızda hem de 2872 Sayılı Çevre Kanunumuzda, devlete görevler verilmesinin yanında çağdaş bir yaklaşımla bireylere de çevrenin korunması için sorumluluk vermektedir. Bireysel olarak çevrenin korunmasında temel olan ise kişilerin çevre duyarlılığı ve bilincine sahip olmasıdır. Bu bilincin kazanılmasının ise en önemli ve kalıcı yolu beşikten – mezara eğitimdir. Çevre eğitiminde bireylere çevrenin önemi konusunda farkındalık yaratmak en temel hedef olmalıdır. Bireyler çevre konusunda bilgilendirilmeli, bilinçlendirilmeli ve bu bilgileri günlük yaşamlarında kalıcı davranış değişikliklerine dönüştürebilmeli ve sorunların çözümünde katkı sağlamalıdırlar. Böylelikle, tüketim bilinci olan, ihtiyacı kadar tüketen, gelecek nesillere karşı sorumlu ve 60 oluşturduğu ortamlardır. Hava, su ve toprak çevrenin fiziki bileşenleridir. Bitkiler, hayvanlar ve mikroorganizmalar ise biyolojik çevre unsurlarıdır. (Çınar, 2008) Çevredeki doğal denge ancak bu fiziki ve biyolojik bileşenler arasındaki uyuma bağlıdır. Çevre kirliliği; insanlara ve onların tüm aktivitelerine olumsuz yönde etki yapan çevre değişikliği veya kaynakların yanlış yerde, hatalı kullanımı, başka bir anlatımla modern insanın ekosistemi, ekolojik yönden kabul edilemeyecek şekilde zorlaması olarak tanımlanabilir. (Keleş, 1997) duyarlı çağdaş çevre bilincine sahip yeni insan modelleri geliştirilmiş olacaktır. Çevre Kirliliğinin Tanımı Çevre kavramı canlı yaşamının sürdüğü “biyosfer”’deki tüm bileşenleri içerir. Yaşadığımız çevre doğal çevre ve yapay çevre olarak sınıflandırılabilir. Doğal çevre canlı yaşamının sürdüğü fiziki ve biyolojik ortamdır. Yapay çevre ise, insanların doğal kaynakları kullanarak Eylül / 2010 İnsanoğlunun varlığından itibaren çevre kirlenmesi mevcuttu. Ancak doğal denge bu kirlenmeyi tolere edebilmekteydi. Dünya nüfusundaki hızlı artış ve beraberinde insanoğlunun rahat ve konforlu yaşam arzusu sonucu oluşan 19. yüzyılda sanayi devrimi ile birlikte çevre kirliliği maksimum boyuta ulaşmıştır. Doğal çevredeki su, toprak ve hava kirlenmekte ve asit yağmurları, ozon tabakasında incelme ve iklim değişimi gibi global kirli- İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i lik problemleri meydana gelmektedir. Bunun yanında çarpık, betonlaşmış ve sağlıksız kentler oluşmaktadır. Fosil yakıt kullanımı, sanayileşme, hızlı nüfus artışı, enerji üretimi, ormansızlaşma gibi etkiler sonucunda atmosfere salınan gazlar sera etkisinde artış yaratmaktadır. Bu durum, dünya yüzeyinde sıcaklığın artmasına ve küresel ısınmaya yol açmaktadır. Ağaçlandırma, ormancılık faaliyetleri ve orman yangınları ile mücadele etmek iklim değişikliğini önlemede en önemli unsurdur. Toplumsal kalkınma süreci hızla devam ederken, teknolojik gelişmelerin ve ulusal politikaların çevreye duyarlı sistemler ile bütünleştirilmesi doğal dengenin korunmasında en etkin yöntem olacaktır. Çevre kirlenmesinin oluşumundan insanlar sorumlu olduğu gibi önlenmesi de insanların elindedir. Bunun için toplumların çevre bilincine sahip bireylerden oluşması sağlanmalıdır. Çevre Bilinci Günümüzde insanoğlu doğayı sınırsızca kullanmaktadır. Doğanın verdiklerinden yararlanmak yetersiz kalmış ve bilim ve teknoloji gelişmesi ile doğaya üstünlük kurma eğilimi başlamıştır. İnsanlığın varlığı doğal kaynakların varlığı ile sürdürülebilecektir ve bu kaynakları kirleten insanlık korumak ve temizlemekle de yükümlü olmalıdır. Ancak doğal kaynakların ve çevrenin korunmasının, bireyler üzerinde kanuni yaptırımlar uygulayarak yapılması kalıcı ve sürdürülebilir değildir. Çevre kirliliğinin önlenmesi için en temel çıkış noktası çevre bilincini kazanmış bireylerin toplumları oluşturmasıdır. Çevre bilinci; temelde çevre duygusuna sahip olunmasıdır. Çevre konularında bilgisi olan, yorum yapabilen, ilişki kurabilen ve duyarlı olan bireyler çevre duygusuna sahiptir. Çevre ile ilgili edinilen bilgilerin yaşamsal davranış biçimine dönüştürülmesi gerekir. Aşırı tüketimin kontrol altına alınması, kay- nakların daha iyi kullanma imkânlarının geliştirilmesi, atıkların geri dönüşümünün ve tekrar kullanımının sağlanması ve yeni, temiz enerji kaynaklarının kullanımının tercih edilmesi gibi çevre konuları bu davranış biçimine sahip bireylerin oluşturduğu toplumlarda mümkün olacaktır. Çöpleri toplatarak çocuklara da yetişkinlere de çevre bilinci kazandırılamaz ve onlara çevre eğitimi verilemez. Bu yaklaşım, ancak ve ancak popüler ve anlamsız bir yaklaşımdır. Önemli olan, çöpün ne olduğunu kavratmak ve çevreye atıl- ması ile oluşacak sorunların ve bu sorunların bireylerin yaşamını nasıl olumsuz etkileyeceğini öğretmektir. Bu yaklaşımla ancak bilinçli toplumlar oluşturulabilir, bu da ancak etkin bir toplumsal eğitim ile başarılabilir. Çevre Eğitimi Çevre eğitimi, tüm dünyanın gündeminde olan çevre sorunlarının ortaya çıkardığı bireysel ve toplumsal bir ihtiyaç haline gelmiştir. Çevre eğitimi; örgün eğitim, yaygın eğitim ve hizmet içi eğitim olmak üzere üç ana başlık altında toplanabilir. (TÇA, 2004) Eylül / 2010 Eğitimlerde bireylerin yaşadıkları çevreyi fark etmeleri, anlamlandırmaları ve koruma tedbirlerini planlamaları sağlanmalıdır. Örgün, yaygın ve hizmetiçi eğitimler birbirine paralel yürümesi gereken ve birindeki kitlenin diğerini etkileyeceği iç içe geçen bir mekanizmadır. (Şekil 1) Bireysel karakterin oluşumu 5 yaşına kadar olmaktadır. Çocuklar, kendisine model seçtiği kişileri (aile fertlerini) taklit ederek oluşturduğu davranışlarını öğrendiği bilgiler ile birleştirirler. Model olan kişilerin davranışları ile öğrettikleri arasında uyum olmalıdır, çocuk çelişkiye düşmemelidir. “Yeşili Koru” ifadesi çocukta etki yaratmaz, aile bireylerinin bunu uygulamalı olarak anlatması kalıcı ve işlevsel bir etki yaratacaktır. Bireylerin çocuklukta oluşan bu karakter ve davranış yapısı ilköğretim ve ortaöğretim sürecinde yeni öğrenimlerle gelişir. Dolayısı ile bireysel eğitimde en temel nokta ailedir. Bilinçli ve duyarlı bir ailede yetişen çocukların alacağı çevre eğitimi daha etkin sonuçlar verecektir ve kalıcı ve bilinçli davranış değişiklikleri yaratacaktır. Yaygın eğitimde iletişim araçları ile (televizyon, gazete, intenet vb.) çevre konuları sürekli işlenmelidir. 61 Ma kal e İnsanların ihtiyaçlarını karşılamak için kullandıkları, çevrelerinde bulunan doğal kay-nakları gelişigüzel değil, rasyonel kullanmaları için gerekli ve sürdürülebilir bir bilincin kazanılması öğretilmelidir. Ailede çevre bilincinin temelini atan çocuklar eğitimleri süresince (anaokul, ilköğretim, ortaöğretim ve yüksek öğretim) sürekli çevre konusunda doğru ve aktif bilgi almalıdırlar. Çevre eğitimi disiplinler arası bir eğitim yöntemi ile yapılmalı ve çocuklarımızın bilgiyi sentezleyebilmesi sağlanmalıdır. Eğiticilerin hangi disiplinde eğitim verirlerse versinler mutlaka öğrenciler üzerinde çevre duyarlılığı yaratacak bir program çerçevesinde hareket etmeleri sağlanmalıdır. Çevre tek bir derste mevcut durum anlatılarak geçilmemelidir. Çevre eğitimi, eğitim sistemi içinde aktif olarak irdelenen ve kirliliğin tanımı uygulamalı ve görsel olarak mevcut müfredat içerisindeki ilgili ünitelere monte edilerek yapılmalıdır. Çevre eğitimi güncel konulara vurgu yapan dinamik bir sistemle yapılmalıdır. Bunun için tüm eğiticilerin çevre konusunda eğitimler alarak bilinçli toplumlar yetiştirmeyi hedeflemesi gerekir. Kamu kuruluşlarında çalışan özellikle yöneticiler olmak üzere tüm çalışanlara Çevre eğitimi güncel konulara vurgu yapan dinamik bir sistemle yapılmalıdır. Bunun için tüm eğiticilerin çevre konusunda eğitimler alarak bilinçli toplumlar yetiştirmeyi hedeflemesi gerekir. çevre eğitimi verilmelidir. Kamuda yapılacak tüm projeler ve planlamalar gelecek nesilleri doğrudan etkileyen işlevlerdir ve bu nedenle kamuda çevreyi düşünen duyarlı ve bilinçli bireylerin görev alması sağlanmalıdır. Özel sektör yöneticileri ve çalışanları da çevreye duyarlı kişiler olmalı ve faaliyetlerinde çevre korunması öncelikli hedef haline gelmelidir. Türkiye’de özel sektör çevre korun- masını mevcut sistemde kanunu zorunluluklar nedeni ile yerine getirmektedir ve günü kurtaran çözümler üretmektedir. Ancak çevrenin korunması günlük planlama ile değil uzun vadeli sürdürülebilir politikalar geliştirerek kalıcı olacaktır. Bu bilincin tüm çalışanlara kazandırılması eğitimler ile sağlanmalıdır. Çevre ile ilgili konularda aktif katılım sağlayacak, olumsuzluklara karşı tepki oluşturacak, bireysel çıkarların toplumsal çıkarlardan ayrı düşünülemeyeceği gerçeğini kavratacak bir eğitim yöntemi ve halkın katılımını amaçlayan eğitim sistemi, kitlelerin düşünme ve karar verme gücünü de geliştirecektir. Çevre eğitimi, yalnız bilgi vermek ve sorumluluk hissi oluşturmakla kalmamalı, insan davranışına da etki yapmalıdır. Unutulmamalıdır ki; geleceğimiz yapacağımız tercihlerle şekillenecektir! Kaynaklar: 1) Keleş, R. 1997, İnsan Çevre Toplum, İmge Kitabevi yayınları ISBN 975-533-025-9. 2) Çınar, Ö. 2008, Çevre Kirliliği ve Kontrolü, Nobel Yayın Dağıtım ISBN 978-605-395-128-5. 3) TÇA (Türkiye Çevre Atlası); XVIII. Çevre Eğitimi, 2004, Çevre ve Orman Bakanlığı, ÇED ve Planlama Genel Müdürlüğü Çevre Envanteri Daire Başkanlığı. 62 Eylül / 2010 İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i ÜÇ ÖYKÜ, ALTI DERS, BİR ÖZÜR Hediye Ayanoğlu KESKİN Bağcılar Lisesi Belki bu şehre haksızlık ettiğimi önce kendime itiraf etmem gerekiyordu. Belki de yıllarca unutamadığım bu üç hikâyede hep kötü adam diye İstanbul’u suçladığıma pişmanım. Yaslı, nazlı, boyalı, şımarık, sevinçli, süslü gelin… Nice kavmin almak istediği taze… ‘’Taşım, toprağım altın.” diyerek bizi birbirimize düşüren fettan… Oydu belki… Aklımızı çelen, iştahımızı kabartan… 1. Ders: “Rüyalarımızı gerçekleştirmenin en iyi yolu uyanmaktır!” (1) Bundan yaklaşık yirmi yıl evvel elleri öpülesi öğretmenim bu sözü düşünerek mi duruyordu tezgâhın başında bilmiyorum. Ancak 1989 yılının sömestr tatilinde anımsayabildiğim en berrak resim küçük bir maydanoz tezgâhının önünde şubat soğuğuna teslim olmuş öğretmenimin bir yandan da yeşillikleri satmak için bağırmasıydı. Kendimi sarsılmış hissettim. Sadece kürsüde veya tahtada görmeye alıştığım, çoğu zaman insan mı, melek mi olduğunu anlayamadığım öğretmenimi meyvelerin, sebzelerin arasında görmek tek bir his uyandırdı içimde: “Utanç!”. Babamın ellerini daha çok sıkmış, koca gövdesinin arkasına saklanıp öğretmenimden maydanoz almasın diye dua etmiştim… Akşam babam öğretmenimi bana fark ettirmemek(!) için başımı çevirdiğini, beni arkasına sakladığını anlatınca annemin: “İstanbul büyük bir alacaklı, ona hep borçlu kalacağız” cevabını yıllarca unutamadım. mara Üniversitesi, İstanbul gelininin sağ koluna Abdülhamit tarafından takılan bir altın bilezik… Sıradan ve bir o kadar hem gözü hem bedeni yoran bir İstanbul manzarası. Duraktayım… Panayırın ortasındayım. Cebelleştiğim dersler kadar yoruyor beni, gelen otobüse binmek için o kalabalıkla savaşmak… Boş yer kapmak ve genellikle kapalı olan köprü yolunda bir nebze dinlenebilmek uğruna ilk akbili basan olmak… 2. Ders: “Başarıyı neden insanlığa hizmetimizin ve onlarla ilişkimizin niteliği yerine, otomobilimizin fiyatı ve maaşımızın çokluğuyla ölçeriz!”(2) 1998 yılının yağmurlu bir kasım günü Göztepe’den Beşiktaş’a gidiyorum. MarEylül / 2010 Bu rahatlığı bozan şeyse fakülte hocamı bazen bindiğim otobüste görmek olurdu. Manzara beni yıllar önce bir pazara götürürdü… Duyduğum tek şey yine utanç olurdu. Tek fark bu sefer hocamı görmezden gelemeyişimden ibaretti. Oturduğum yeri kendisine bırakmam için başka bir yol olsa denerdim… Acaba suçlu İstanbul trafiği mi? Yoksa ben Martin Luther’in cümleleriyle başlamamalı mıydım bu hikayeye?.. 3. Ders: “Kaç yaşında olduğunu bilmesen, kaç yaşında olurdun?”(3) Coelho der ki: “Çocuklardan öğrenebi63 Ö ykü leceğimiz üç şey, nedensiz yere mutlu olabilmeleri, her zaman meşgul olacak bir şey bulmaları, elde etmek istedikleri şey için tüm güçleriyle savaşmalarıdır.” Milenyum yılını unutamam. Ben çocukken 2000’li yıllarda uzaylılarla konuşacağımıza, Mars’a seyahat edip ışınlanacağımıza o kadar inanmıştım ki; “Yıl 2001… Kaptanın seyir defteri uzay mekiğinin dünyadan yüz bin ışık yılı uzakta olduğunu yazıyor…” diye başlayan 80’li yılların bilim-kurgu filmlerinin abartısına mı, kendi saflığımıza mı kızacağımı bilemiyordum. Evet, milenyum yılını unutamam… Öğretmen olmuş ve okul çıkışı sinema önünde öğrencim Vasıf’ı dev gibi adamların dev gibi ayakkabılarını boyarken görmüştüm. Coelho’nun sözlerini o zaman anımsamıştım işte… Çünkü Vasıf hep gülümsüyordu… Boya sandığı boyundan büyüktü ama meşgul olacak bir şey bulmuştu… Savaşıyordu… Masallardaki küçük orman cinlerine benziyordu. Yanına yanaşıp kirli yüzünü okşamıştım… Sormuştum… Şaşırmıştım… Ve yine utanmıştım: “Burası İstanbul hocam! Boğazı olan çalışır. Boyacıııı!..” diye bağırıp yanımdan uzaklaşırken duygu kardeşliğine gurur da eklenmişti. Kaç yaşında olduğunu bilmesem Vasıf 64 kaç yaşında olurdu? Yakıcı sıcağına rağmen yüzünü güneşe dönmüş bu çocuğun gölgesi yolunu kapatmıyordu. Ah unutmadan! Vasıf için önemli bir ayrıntı değil gerçi ama onun kollarının doğuştan hiç olmadığını, ayaklarıyla boya yapıp, kalemi ağzıyla tutarak bana şiirler yazdığını söylemiş miydim? 4. Ders: “Gerçek her zaman görünen değildir.” (4) Bunları neden anlattığımı bilmiyorum. Belki bu şehre haksızlık ettiğimi önce kendime itiraf etmem gerekiyordu. Belki de yıllarca unutamadığım bu üç hikâyede hep kötü adam diye İstanbul’u suçladığıma pişmanım. Yaslı, nazlı, boyalı, şımarık, sevinçli, süslü gelin… Nice kavmin almak istediği taze… ‘’Taşım, toprağım altın.” diyerek bizi birbirimize düşüren fettan… Oydu belki… Aklımızı çelen, iştahımızı kabartan… Ancak o gelini ağlatan, o taşı toprağı talan eden, denizini karartıp ormanını sarartan, ha bire şişmanlatıp bizi kustuğunda kızan, adına; trafik çilesi, gurbetin eli, geçim derdi, dertler şehri diyerek kapının önüne koyan bizler değil miyiz?! Evet… Burada memur olmak meşakkat… Burada öğrenci olmak sabır… BuEylül / 2010 rada zengin olmak ayrıcalık… Burada öğretmen olmak fedakarlık… Burayı yaşamak ise tarifsiz… Zira gerçek her zaman görünen değildir. 5. Ders: “İnsanlar kırmızı bir güle doğru koşarken ayaklarının altında ezilen kır çiçeklerinden habersizdirler.” Madem günah çıkarıyorum, neden pişman olduğumu sormayacak mısınız? İstanbul’u affetmemi anlatacağım, İstanbul beni affedene kadar. Nedim’in İstanbul’un lale kokulu havasını soluyup, şarkılar yazdığını anlatırken beni dinlemek yerine şehre gelen bir rap grubunun konserine bilet arayan öğrencilerim... Aslında her şey sizinle başladı. Verdiğim ödevi inatla internetten indirmek istediğinizi söyleyince size Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ni gezmenizi şart koşmuştum. Hayali bir kırmızı gül uğruna koşup dururken ayaklarınızın altında ezilen kır çiçeklerini ilk kez o zaman fark edip onları toplatmaya karar vermiştim… Son Ders “Damın karla kaplı olması evin içinde ateş olmadığını göstermez.” (5) İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i Bu size vereceğim dersin temasıydı. Otobüse doluşurken en azından “bir gün” nasıl bir şehirde yaşadığınızı bilmenizi istemiştim. Bakırköy’den E-5’e çıkıp Mecidiyeköy’den Maslak’a uzanmıştık. Gökdelenleri görünce sadece New York’ta olmadıklarına kanaat getirmiştiniz. Şaşkınlığınız geçmeden İstanbul kartpostallarının vazgeçilmez resmi “Boğaz Köprüsü” uzaktan görününce birbirinizi dürtüp manzarayı seyre dalmıştınız. Kızkulesi’nin hikâyesini soran arkadaşınıza öykünün “kaderden asla kaçılamayacağı” temasını işlediğini söyleyip yine öğretmencilik oynamıştım. Yalıları içiniz geçerek izlemiş, bazı korulukların içlerindeki yalılarla beraber sultan hanımlarına yüz görümlüğü olarak verildiğini anlatınca inanmamış, yanlış zamanda yaşadığınızı söyleyip gülüşmüştünüz. Köprünün tam ortasında Asya Kıtası’ndan Avrupa Kıtası’na, Batı’dan Doğu’ya geçtiğimizi söyleyince alkışlamıştınız. Çamlıca tepesine varınca simit yiyip çay içmiştik… Artık sazlar çalınmıyordu Çamlıca’nın bahçelerinde belki ama Nedim’in şarkılarını hatırlamıştınız. Uzaktan dünyanın ilk ve tek altı minareli camii Sultanahmet ile kardeşi Ayasofya’yı selamlamıştınız. Topkapı Sara- yı’nın ihtişamı gözünüzü kamaştırmıştı. Boğazdan geçen gemilerin iznimiz olmadan dümen bile kıramayacağını öğrenince kibirlenmiştiniz... Dünyada iki kıtayı birbirine deniz altından bağlayan ilk tüp geçidi anlatınca adını sormuş, “Marmaray’ı” beğenmiştiniz. Kanlıca’dan, Kandilli’den ilerleyip Anadolu Hisarı’nın yarım bıraktığı işi karşıda yavuklusu Rumeli’nin tamamladığını öğrenip surlara el sallamıştınız… Hisarı diken Fatih’in adına yapılan köprüden dönüş yolculuğuna başlamıştık… Sağımız Karadeniz, solumuz Marmara, önümüz Avrupa, arkamız Asya… Altımızdan geçen mavi atlasın, üstümüze örtülen yeşil yorganın sarhoşluğu içinizi ısıtmış olmalı ki başınızı cama dayamıştınız… İrkildiğinizde otobüsün sizi tarihimizin en köklü eserlerinden olan İstanbul Üniversitesi’ne eski adıyla Darü’l-Fünun’a getirdiğini görünce, inip test kitaplarınızın kapaklarını süsleyen o dev kapısını seyre dalmış, bir gün o kapıdan geçeceğinizin hayallerini kurmuştunuz… mış gezimizin son durağının kütüphane kapısı olduğunun farkına o zaman varmıştınız. Artık kucağınız kır çiçekleriyle doluydu. Soğuk olduğu hissedilen bu kent yaşattığı acıların, içinde yaşayan insanlardan kaynaklandığını söyleyemezdi. Çünkü dili yoktu. O gün konuşamadıklarını size göstermişti. Soğuk olan bu kent aslında damı karla kaplı olan ama içi sıcacık bir yürek eviydi. İşte çocuklar! Ben kapıyı açıp içeri girdim, ateşin yanına oturdum. Ellerimle beraber yüreğimin de buzları eriyince af dilediğim İstanbul’un bağışladığını anladım beni… Ders bitmiştir… 1. Sm Power 2. M.L. Kıng 3. Satchel Paige 4. Arısto 5. Berth Lahr Ve… Semtin adını size sorduğumda “Beyazıt” demiştiniz.. Adımlarınız sizi ilerideki devlet kütüphanesine götürmüştü de ecdadınızın her şeyi buradan “ilimden, okumaktan” başlattığını anlaEylül / 2010 65 Gez i Yaz ı s ı TARİHTE EĞİTİME GÖNÜL VERENLER Talha UĞURLUEL Ne büyük insanlarmış, ne de güzel işler başarmışlar. Dünyayı yönetirken çevrelerine ilim irfan saçmış, doğruda ve erdemde hep öncü olmuşlar. Peki ya şimdi bu güzel insanların torunları olan bizler neden böyle olamıyoruz? Nedir bu pejmürdeliğimiz, ilim ve terbiye yoksunluğumuz? Nerede kaldı o büyük medeniyet ve bizim fukaralığımız? Onları bu kadar yüce yapan şey neydi diye düşünüyorum. Ağır ağır kaldırıyorum başımı saatlerdir okuduğum tarih kitabından. Ne büyük insanlarmış, ne de güzel işler başarmışlar. Dünyayı yönetirken çevrelerine ilim irfan saçmış, doğruda ve erdemde hep öncü olmuşlar. Peki ya şimdi bu güzel insanların torunları olan bizler neden böyle olamıyoruz? Nedir bu pejmürdeliğimiz, ilim ve terbiye yoksunluğumuz? Nerede kaldı o büyük medeniyet ve bizim fukaralığımız? Az önce binbir düşünce içinde yükselen başım yeniden omuzlarımın önüne düşüyor. Onları bu kadar yüce yapan şey neydi diye düşünüyorum. Onlarda olan, fakat bizde olmayan, onların sonuna kadar bağlı olduğu fakat bizim ihmal ettiğimiz şey neydi? Daha fazla duramıyorum dört duvar arasında. Kaçarcasına uzaklaşıyorum tarih kitaplarımın yanından ve sokağa atıyorum kendimi. Araba gürültüleri, insan kalabalıkları daha bir sıkıyor içimi. Kafamdaki soruların cevaplarını bulamamanın sıkıntısıyla başımı dinleyecek bir yer arıyorum kendime. Hızlı adımlarla 66 uzaklaşıyorum kalabalıklardan. Başımı kaldırıp etrafıma baktığımda binlerce insanın arasında buluyorum kendimi ama hiçbiri konuşmuyor, aksine sonsuz bir sükut haliyle beni seyrediyor gibiler. Belki de sorumun cevabını asıl sahiplerinden öğrenmeliyim diyor ve önümde uzunan mezarlığın içine dalıyorum. Üzerini adımladığım taş yol beni etrafı duvarlarla çevrili bir hazireye götürüyor. Burada, Osmanlı Devleti’nin başında en Eylül / 2010 uzun süre Şeyhülislamlık yapan Ebu’ssuud Efendi yatıyor. Kabrinin başına gidiyor ve ruhuna fatihalar gönderirken uzun uzun düşünüyorum. Sen hayatta iken herkes gelir sorunlarını sana açar ve çaresini senin fetvalarında arardı. Ne olurdu şöyle bir doğrulsan da bizim bu zavallılığımızın sebeplerini söyleyiversen. Gözyaşamı silerken buradan defalarca geçmeme rağmen şimdiye kadar fark etmediğim bir şey gözüme çarpıyor. Ebu’ssuud Efendi’nin kabrinin hemen dibinde sanki yerden yeni bitmiş gibi duran küçük bir tuğla taş bina görüyorum. Ne olduğunu öğrenmek için yaklaştığımda bunun bir Sıbyan Mektebi, yani İlköğretim Okulu olduğunu anlıyorum. Üzerindeki yazıları incelediğimde hayretim daha da artıyor. Çünkü okulu yaptıran kişi bizzat Ebu Suud Hz. Vefatı öncesinde de burada, kendi yaptırdığı okulun bahçesinde gömülmek istemiş. Bir mânâ veremiyor ve ilerliyorum. Az ileride bulunan büyük Sadrazam Sokullu Mehmet Paşa’nın türbesine doğru yaklaşıyorum. Kesme taştan yapılma bir kapıdan geçerek içeriye girdi- İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i ğimde avlu içinde, başka yapılar da dikkatimi çekiyor. Türbenin iki köşesinde iki ayrı bina. Hele bir tanesi çevresindeki yirmiye yakın kubbeli odası ile ilerilere doğru uzanıyor. Bunlar Sokullu Mehmet Paşa’nın hayatta iken yaptırdığı Medrese ve Darü’l-kurra binaları. Peki Sokullu Mehmet Paşa neden İstanbul’da bulunan ve kendisinin yaptırdığı iki büyük camiden birinin bahçesinde değil de burada yatmayı istemiş ve Mimar Sinan’a türbesini buraya yaptırmıştı. Hemen yanında gül kurusu renginde büyük bir bina gözüme çarpıyor. Burasının da bir okul olduğunu söylememe sanırım gerek yok. Mehmet Reşad Han, sağlığında bu okulu yaptırarak adını Reşadiye Numune Mektebi koydurmuş ve devletin diğer okullarına örnek olsun diye düşünmüş. Okulun tüm masraflarını da kendisi üzerine almış. İyi de neden bu mezarlığa ve türbesinin hemen yanına diye düşünüyorsanız, Mehmet Reşad’ın vasiyetine kulak verin derim. Sanki bana bir şeyler anlatıyor gibiler ama tam kavrayamıyorum. Yürümeye devam ediyorum. Köşeyi döndüğümde 19.yy’ın ünlü Kaptan-ı Deryalarından Hasan Hüsnü Paşa’nın Türbesiyle karşılaşıyorum. Türbenin tam karşısında ilginç çatılı bir bina var. Kapısında “Fî hâ kütübün gayyime ” yazıyor. “İçerideki kitaplar sağlamdır, kıymetlidir.” Evet burası bir kütüphane. Hasan Hüsnü Paşa tarafından yaptırılmış, hem de tam türbesinin karşısına. Buraya kitap okumaya gelenler giderken Kütüphanenin banisinin ruhuna da bir şeyler okusunlar diye. Allah Allah mezarlıklar içinde bir kütüphane diyor ve tüm şaşkınlığımla ilerlemeyi sürdürüyorum. Türbesini bu okulun bahçesine yaptırırken yanındakilere şöyle demiş yaşlı padişah; “Ben çocukları çok seviyorum. Yattığım yerden onların seslerini duymak istiyorum. Bu sebeple benim türbemi bu okulun bahçesine yapınız.” Eğitime bu kadar önem veren atalarım olduğunu görerek gururla bu iftihar tablosunun da karşısından ayrılıyorum. Muhteşem bir türbe binasıyla daha karşılaşıyorum. Burası Osmanlı Devleti’nin 35. Padişahı Mehmet Reşad’ın istirahatgâhı. Kendisi hayatta iken Mimar Kemalettin Bey’e yaptırmış burasını. Yolumun bir sonraki köşesinde bir eğitim kurumuyla daha karşılaşıyorum. Ama artık eskisi kadar şaşkın değilim. Burası Ünlü Kaptan-ı Deryalardan, ayrıca Sadrazamlıkta yapmış olan Büyük Hüsrev Paşa’nın türbesi. Ama türbesinin üç yanını da hayır kurumları ile donatmış. Medfun olduğu yapının hemen duvar bitişiğinde büyük bir mektep var. Diğer yanında ise talebelerin ikametleri için odalar yaptırmış. Türbesinin tam karşısına da ampir tarzda harika bir kütüphane. Eylül / 2010 Eğitime gönül vermiş bu yiğit insanların eserlerinin şahsında artık bir mezarlıkta gezmediğimin farkındayım. Buraya sadece bir Eyüp Mezarlığı deyip geçmenin yanlışlığının idrakinde olarak ilerlemeye devam ediyorum. Peki bu eğitim gönüllüleri sadece erkeklerden mi çıkmış. Bayanlardan okul, kütüphane yaptıran olmamış mı derken, birkaç adım ötemde sorumun cevabı ile karşılaşıyorum. 3. Mustafa’nın hanımı ve 3. Selim’in annesi Mihrişah Valide Sultan’ın İmaret, Sebil ve Sıbyan Mektebi bana Osmanlı’da kadınların da hayır işlerinde erkeklerle nasıl yarıştıklarını anlatır gibi duruyorlar. Eğitime o kadar gönül vermişler ki, ebedi istirahatgâhlarını seçerken de okullarının bahçelerinde yatmayı seçmişler. Peki diyor diğer yanım, böyle hayırsever hanımlardan başka kimler var. Bulmakta gecikmiyorum. Aksaray’ın tam orta yerinde hergün önünden binlerce insanın geçtiği Sultan Abdülaziz’in annesi Pertevniyal Valide Sultan yapılarını hatırlıyorum. O muhteşem cami, bahçesindeki kütüphane ve ünlü Pertevniyal Valide Sultan Lisesi ile yaptırdığı bu eğitim kurumlarının yanında yatan Pertevniyal Sultan’ın türbesi. Peki başka diyor yine şüpheci yanım. Zihnim kanatlanmışcasına Çemberlitaş’a götürüyor beni. 2. Mahmud haziresindeyim. 2. Mahmud’un fesli sandukasının yanında sessizce duran üzeri gümüş tellerle işli 67 Gez i Yaz ı s ı puşideli sandukaya bakıyorum. Sultan Abdülmecid’in annesi hayır eserleriyle ünlü Bezmialem Valide Sultan yatıyor burada. Bu hazire acaba hangi eğitim kurumunun bahçesinde diye düşünüyorum. Başımı kaldırdığımda yuvarlak alınlıklı şirin pencereleri olan pembe bir bina ile karşılaşıyorum. Burası hayırsever annemizin 1849’da yaptırdığı Valide nın Bezmialem Sultan tarafından karşılandığını yazıyor. Ve yaptırdığı okulun bahçesinde yatan bir eğitim neferini daha selamlayarak oradan da ayrılıyorum. Bu küçük zihni seyahat sonrasında yeniden Eyüp yollarını adımlamayı sürdürüyorum. Eyüp Camii’nin yanındayım. enterasan olan şey, bir camiyi çevreleyen tam iki tane medrese olması. Caminin bir kapısı bir okula, diğer kapısı diğer okula açılıyor. Camiye girmek için okullardan birinin içinden geçmek zorundasınız. Allah’a giden yolun ilimden geçtiğini anlatan bu mimarinin muhteşemliğine bakınız. Medreselerin cami ile kucaklaştıkları noktada da Zal Mahmud Paşa ile 2.Selim’in kızı olan hanımı Şah Sultan’ın birlikte yattıkları türbelerini görüyorum. Eyüp Mezarlığı’ndaki bu kısa gezim sırasında sabahtan beri kafamı kurcalayan sorunun cevabını artık biliyorum galiba. Eğitime büyük önem veren, bu uğurda servetlerini ortaya döken ve ölürken de bu kurumların bahçelerine defnedilmek isteyen insanlar başka ne ile açıklanabilir ki. Zihnim eğitim neferi başka paşalar düşünüyor ve bulmakta geçikmiyorum. Çemberlitaş’ta Köprülü Mehmet Paşa Külliyesi. Mektebi adıyla meşhur olan okul binası. Bugün hala Cağaloğlu Anadolu Lisesi olarak eğitim hizmetlerini sürdürüyor. Birden mektebin açılış günü canlanıyor gözlerimin önünde. Mutluluktan gözleri yaşaran Bezmialem Valide Sultan haremde okuttuğu talebeleriyle kapının yanında duruyor. Herkes ellerini açmış dualar ediyor. Halkın önünde duran devrin padişahı Sultan Abdülmecid ise annesinin okulunun açılışını yaparken, halkını eğitime önem vermeye teşvik etmek için kendi çocukları Murat ve Fatma’yı da bu okula kaydettiriyor. Küçük bir kubbenin tam önündeyim. Üzerinde Saçlı Abdülkadir Tekkesi yazıyor. Dikkatli bir tetkikten sonra burasının, devrin büyük Şeyhülislamı Hoca Saadettin Efendi tarafından bir Darü’lHadis olarak yaptırıldığı öğreniyorum. Mimar Sinan’a inşa ettirilen ve içerisinde Peygamber Efendimiz’in mübarek sözlerinin öğretildiği bu sevimli binanın avlusuna giriyorum. Beni, İstanbul’un en büyük mezar taşları karşılıyor. Bunlar Hoca Saadettin Efendi’nin mezarına ait baş ve ayak taşları. Evet yanılmıyorum. Bu büyük alim ve devlet adamı da yaptırdığı okulun duvarının tam dibinde yatıyor. Fransızca yayınlanan Le Journal de Constantinople gazetesinin 24 Nisan tarihli nüshasında okulun tüm masrafları- İleride silüetini gördüğüm büyük külliyeye doğru ilerliyorum. Burası Zal Mahmud Paşa camisi. Fakat burada 68 Eylül / 2010 Tam Divan Yolu kenarında açık türbesi ve türbeyi saran Medrese revakları ile o da bambaşka bir tablo oluşturuyor Divanyolu kıyısında. Bu külliyede bir güzel farklılık da, Medresenin ana dersane binası ile külliyenin mescidinin aynı binada değerlendirilmiş olması. Külliye’de gözlerim bu güzel okul ve bahçesinde yatan Sadrazamımız dışında bir de kütüphane arıyor. Bulmakta zorlanmıyorum. Medresenin hemen arka tarafında Köprülü Mehmet Paşa’nın oğlu Fazıl Ahmet Paşa tarafından yaptırılmış olan şirin Kütüphane binasını görüyorum ve tabi içerisindeki paha biçilmez el yazması eserleri de. Divan yolundan aşağılara doğru ilerledikçe daha nice kütüphane, cami ve medrese görüyorum. Ama gözlerim okullarının bahçelerinde yatan eğitim neferlerini arıyor. Tam Bayezid Külliyesi’nin karşısındayım. Alt katları caddeye bakan dükkanlar şeklinde dizayn edilmiş şirin külliye burası. Alim ve sanatkar vasıfları ile ünlenmiş bir paşamıza Koca İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i Ragıp Paşa’ya ait. Onunda türbesi, kendi yaptırdığı Sıbyan Mektebi ve Kütüphanesi ile çevrili. Dünlerde olduğu gibi bugünlerde de kütüphanesi kitap sevdalıları ile dolup taşıyor. Koca Mustafa Paşa Caddesine doğru ilerlerken başımı nereye çevirsem dev bir külliye ve insanlığın faydası için şekillendirilmiş mimariler görüyorum. Elbette ki banileri de içlerinde yatıyor. Davutpaşa, Bayrampaşa, Cerrahpaşa derken Hekimoğlu Ali Paşa’ya geliyorum. Devasa bir cami ve camiye girmek için muhakkak altından geçmeniz gereken bir kütüphane. Altından geçen herkese sanki, “benim içimdeki kitapları okumadan geçme” der gibi bir hali var. Avluya girer girmez de Ali Paşa’nın türbesi ile karşılaşıyorum. Bir kez daha ellerimi göklere kaldırıp, halkının ilim ve irfanı için tüm gayretini sarfeten bu eğitim gönüllülerine fatihalar gönderiyorum. Paşaların arasında Eyüp’teki Hasan Hüsnü Paşa gibi ömrü gemilerde geçenlerde var. Deniz adamının okul yaptırmakla ne işi olur diye düşünecek oluyorum. Ama zihnim yanıldığım konusunda beni hemen ikaz ediyor. Birçok denizci paşanın adı geçiveriyor aklımdan. Cezayirli Hasan Paşalar, Barbaroslar, hatta Galata’da, Mimar Sinan’a yaptırdığı dev külliyesinin medrese binaları ile çevrili avlusunda yatan Kılıç Ali Paşa’ları hatırlıyorum. Paşaları ve kadınefendileriyle eğitime canla başla sarılmış olan bu güzel teb’anın padişahını düşünüyorum birden. Bunlar yüzyıllarca dünyaya hükmetmişler. Yığın yığın altın ve mücevhere sahip olmuşlar, devasa sarayları, yüksek yüksek, ihtişamlı şatoları olmalı derken, şimdiye kadar gördüklerimin kat kat daha büyüğü devasa yapılar zincirinde buluyorum kendimi. Evet gerçekten de muhteşem binalar, inanılmaz büyüklükte ve sağlamlıktalar. Fakat hiçbiri de padişahların kendi şahısları için yapılmamışlar. Dev camileri merkezine alan bu yapılarda insanlığın faydasına ne ararsanız görebiliyorsunuz. İlim adına en küçük kurum olan Sıbyan Mekteplerinden en yüksek kurum olan Medreselere, kütüphanelerden, kervansaraylara, imaretler, hamam, Darü’lkurra, Darü’l-hadis, tabhane, sebil, çeşme ve daha neler neler. Tabi her külliyenin kalbinde de orayı yaptıranın tür- manlı coğrafyasının en büyük külliyesi duruyor. Cami etrafında insanlık için yapılmış tam 22 binadan oluşan dev bir hayır kurumu var. Evvel, Sani, Salis ve Rabi Medreseleri, Tıp Medresesi, Şifahane ve diğerleri. Gözlerim Kanuni’nin türbesini arıyor. Tam aradığım yerde buluyorum. Bu eğitim kurumlarının ortasında ve Dar’ül Kurra binasının hemen yanında. Yattıkları yerlerin yanlarında devamlı Kur’an okunsun istiyorlar ve besi. Bu hayırsever padişahlardan birkaçını ziyaret etmek istiyorum. İşte İstanbul’un şanlı Fatihi ve O’nun bize armağanı olan büyük Fatih Külliyesi. İşte ilme ve irfana verilen önemin sembolü yapılar dizisi. Ortada muhteşem bir mabed. Etrafında tam sekiz adet devasa Sahn-ı Seman Medreseleri. Onların arkasında da yine sekizer adet Tetimmeler. 1460 yılında atalarımızın ulaştığı bu eğitim anlayışı insanı hayretlere düşürüyor. türbelerini hep Kur’an Okullarının yanlarına yaptırıyorlar. Sultanahmet Cami’nin banisi 1. Ahmet de bu dev külliyesinin hemen yanındaki Dar’ül Kurra ve Dar’ül Hadis’inin yanında yatıyor. İstanbul’un dördüncü tepesine tırmanıyorum. Buradan eski İstanbul’u seyretmek çok güzel. Ama yanımdaki devasa yapıya bakmaktan şehre pek bakamıyorum. Çünkü karşımda bütün bir OsEylül / 2010 Kafamdaki soru işaretlerinin izale olmasının verdiği rahatlıkla derin bir nefes alarak yerimden doğruluyorum. Çünkü artık onları zirveye taşıyan sırrı biliyorum. Hepsi de hayatları boyunca eğitim deyip oturmuş kalkmış, çevrelerini eğitim kurumları ile donatmış ve bir gün bir yerlerde düşüp kalırsak bizi bu kurumların yakınlarına hatta bahçelerine defnedin demişlerdi. 69 E ği ti m Tari h i ADİLE SULTAN SARAYI KANDİLLİ KIZ LİSESİ Şerafettin TURAN İstanbul Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Kandilli Burnu üzerinde İstanbul Boğazı’na nazır en güzel tepelerden birinde Adile Sultan Yokuşu’nda bulunan Kandilli Kız Lisesi, uzun bir dikdörtgen kitle olarak kayalık ve eğimli bir arazi üzerine doğu-batı yönünde yerleştirilmiş; batı cephesi Boğaziçi görünümüne yönlendirilmiştir. Bu konumundan ötürü saray, önde üç, arkada iki katlıdır. Kandilli Burnu üzerinde İstanbul Boğazı’na nazır en güzel tepelerden birinde Adile Sultan Yokuşu’nda bulunan Kandilli Kız Lisesi, uzun bir dikdörtgen kitle olarak kayalık ve eğimli bir arazi üzerine doğu-batı yönünde yerleştirilmiş; batı cephesi Boğaziçi görünümüne yönlendirilmiştir. Bu konumundan ötürü saray, önde (batı) üç, arkada iki katlıdır. Elli beş odası vardır. Saray, yaklaşık 32x93 m ebatında dikdörtgen bir taban üzerindedir. Yeri, tarihi kayıtlara göre Sultan I. Mahmut ile Şeyhülislâm Vani Mehmet Efendi Vakfıdır. Binayı kardeşine hediye etmek için Sultan Abdülmecit 1856 yılında kardeşi için almış fakat Abdülmecit ölünce Sultan Abdülaziz (d.1830- ö. 1876) tarafından kız kardeşi Âdile Sultan için yazlık ikâmetgâh (saray) olarak yaptırılmıştır. Hangi tarihte yapıldığı kesin olarak bilinmemekle birlikte, Ab70 dülaziz’in tahta çıktığı 1861 yılından sonra yapıldığı kabul edilebilir. Saray 1914’te Hazine’ye geçmiş ve tapuda Hazine-i Maliye adına tescili yapılmıştır. Mimarı, Serkis Balyan Efendi’dir. Galatasaray Sultanisi’nin (Lise) kızlara ait tam bir muadili olarak burada açılması düşünülen kız okulu, bazı nedenlerle bir türlü açılamamıştır. Araya I. Dünya Savaşı girmiş, Trablusgarp öksüzlerine yurt yapılması düşüncesiyle Harbiye Nezareti tarafından binaya sahip çıkılmış, fakat Eylül / 2010 1916 yılında Maarif Nezareti konuya el koyarak binayı geri almış ve nihayet aynı yıl, aynı yapıda “Adile Sultan İnas Mekteb-i Sultanisi” adı altında, ilk ve yuva bölümlerini de kapsayacak nitelikte, Türkiye’nin ikinci kız lisesi açılmıştır. (İlki bugünkü adı İstanbul Kız Lisesi olan Bezmi Âlem İnas Sultanisi’dir.) Okul 10 sınıflık bir düzende kurulmuştur. Kuruluşa göre ilk 5 sınıfı Kısm-ı İrtidai (İlkokul) 6, 7, 8, 9 ve 10. sınıfları da Kısm-ı Sultani olacak ve ayrıca yuva bölümü de bulunacaktı. Bu kuruluşa rağmen o tarihte okulda yalnız 6 ve 7. sınıflar bulunuyordu. Okul bu düzen içinde Almanya’dan bu iş için özel olarak getirilen Frau Crommer’in idaresine verilmiştir (1916-1918). 19191920 öğretim yılı sonunda 5 kişiden ibaret ilk mezunlarını veren okulun, sonraki yıllarda mezun sayısının her yıl büyük bir hızla arttığı görülecektir. 10 yıl öğre- İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i nim süreli Kandilli İnas Mekteb-i Sultanisi, 1924- 1925 eğitim- öğretim yılında yapılan bir değişiklikle Kandilli Kız Orta Mektebine dönüştürülmüş ve 7 yıl bu nitelikte çalışmıştır. Daha sonra Boğaziçi halkının ve özellikle Anadolu yakası sakinlerinin kızlarının gidebileceği bir liseye şiddetle ihtiyaç duyulması üzerine, okulun yeniden lise haline getirilmesi için müdürlükçe bir daha girişimde bulunulduğu halde, fen derslerini okutacak öğretmen bulunmadığı gerekçesiyle, teklif Maarif Vekâletince kabul olunmamıştır. 1931-1932 eğitim- öğretim yılı başında Kandilli Rasathanesi Müdürü merhum Fatin Gökmen’in (Gökmen Hoca) matematik ve fizik dersleri için rasathane mensuplarından yararlanılabileceğini bildirmesi üzerine, 1931 yılı Eylülünden başlanmak üzere okul, tekrar lise olarak kullanılmaya başlamıştır. 1969-1970 eğitim- öğretim yılıyla birlikte yeni yapılan binaya taşınılmıştır ve halen okul öğrencileri öğretimini modern bir eğitim tesisi olan bu binada sürdürmektedir. Tepedeki tarihi yapı ise pansiyon olarak kullanılmakta iken 7 Mart 1986 tarihinde çıkan yangında kullanılmaz hale geldi. 364 yatılı öğrenci diğer kız okullarına dağıtılarak öğretim yılı tamamlandı. Kandilli Kız Lisesi yangından üç yıl sonra yeni pansiyon binasına kavuştu. likle uygulama esnasında çok hassas davranıldı. Uygulamada alanında uzman kalemkarlar, varakçılar, ressamlar, hattatlar özveriyle önemli restorasyonlar yapmışlardır. Aslına uygun Restorasyonu yapılan saray 2005 yılı içinde Sakıp Sabancı Kandilli Kültür ve Kongre Merkezi olarak hayat bulmuştur. Okul iki eğitim binası ve bir pansiyon binası olmak üzere 3 ayrı binada eğitim hizmeti vermektedir. Saraydan elde edilen kira geliriyle okul binaları depreme karşı güçlendirilmiş ve yenilenmiştir. Onarım için KANKEV, İstanbul Valiliği ve Özel İdare’nin katkılarıyla gerekli projeler hazırlanarak ilk maddi kaynak devlet tarafından sağlandı ve binanın kaba yapısının yeniden inşası 1999 depreminden evvel bitirilerek yok olma tehlikesinden kurtuldu. Saray planı şematik olarak üç bölümden oluşmaktadır: Batı bölümü: Âdile Sultan'a ait olan bu bölüm, yüksek bir subasman üzerindedir. Sarayın birinci kattaki cümle kapısına iki kollu bir merdivenle çıkılır. Dört kolonla taşınan bir şahnişin, girişin üstünü örter ve revaklı bir sahanlık oluşturur. İstanbul Valiliği’nin katkılarına ilâveten merhum Sakıp Sabancı’dan gelen büyük destekle iki etapta hayata geçirilen projenin ihale çalışmaları sonlandırıldı. Proje sarayın orijinaline uygun olması için İTÜ Restorasyon bölümündeki değerli hocalarla birlikte hazırlandı. Orijinaline uygun hazırlanan projede özel- Girişte mermer döşeli büyük bir taşlık ve iki yanında büyük odalar vardır. Merdiven kirişini taşıyan bir çift kolonun iki yanında yükselen iki kollu bir merdivenle üst kata çıkılır. Sultanın özel dairesinin bulunduğu üst katın, zemin ile benzer bir şeması vardır. Yalnız buradaki salonun veya Eylül / 2010 sofanın denize bakan cephesine, girişin üzerini örten şahniş eklenmiştir. Beş pencere ile manzaraya açılan sofanın iki yanında büyük salonlar bulunmaktadır. Sofa, merdivenin iki yanından birer koridorla orta bölüme bağlanır. Doğu bölümü: Bu bölümün girişinde uzun ve büyük bir taşlık vardır. Geniş ve rahat bir merdivenle üst kata ulaşılır. Bu katın da odaları büyük bir sofa konumunda olan salonun kuzey ve güney tarafında yer almaktadır. Salonun doğu ucunda servis hacimleri, batı kenarında ise orta bölüme açılan kapılar bulun maktadır. 71 H atı ra BİR ÖĞRETMENİN DARÜ’L MUALLİMİN MEKTEBİ HATIRALARI Seyfettin ÜNLÜ Kadıköy’ünden Cihangir’ine, Çamlıca’sından Beyoğlu’suna, Eyüp’ünden Bebek’ine böyle bu. Günün hangi saatinde hangi semtine giderseniz gidin mutlaka şiirle karşılaşırsınız. Bir yerde tarih size şiir olarak gülümserken bir başka yerde günlük hayatın karmaşası, telaşı, tazeliği sizi şiirin içinde yaşatır. 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı ile açılan ve bugünkü eğitim-öğretim sistemimizin ilk modelini oluşturan Rüştiye Mektepleri’nde başarılı öğretim yapılabilmesi için ortaya çıkan öğretmen ihtiyacının karşılanması yönünde atılan adımların başında Dar’ül Muallimin Mektepleri gelmektedir. Rüştiye Mekteplerinin öğretmen ihtiyacının giderilmesi, o yılların eğitim kurumları olan medreselerden karşılanamayacağını düşünen Tanzimatçıların çabaları sonucunda Sultan Abdülmecit’in fermanı ile öğretmen yetiştirmek amacı ile 16 Mart 1848’de İstanbul’da Darul-Muallimin adı ile ilk öğretmen okulu açılmıştır. Bu okula sadece erkek öğrenci alınıyordu. Programında yapılan değişikliklerle zamanla ilkokullar, liseler içinde öğretmen yetiştirilen üç bölümlü bir okula dönüştürüldü. 1870 yılında ilk ve orta öğretim kız mekteplerine kadın öğretmen yetiştirmek amacı ile Darul-Muallimat adı ile kız öğretmen okulu da açıldı. Öğrencilerine maaş bağlanan bu okullarda program tamamen fen bilimlerini ön plana alan bir eğitim modeline dayanmaktaydı. Bu okullar 1924 yılında Maarif Vekaletine bağlanmış ve kız öğretmen okulu ve erkek öğretmen okulu olarak adları değiştirilmiş 72 vecumhuriyetin en önemli eğitim kurumlarından olmuşlardır. 1948 yılında kuruluşlarının 100. yılı kutlamaları çerçevesinde dönemin İlköğretim dergisinin 1 Temmuz 1948 yılı 249-251 sayılarında çeşitli hatıralar yayımlanmıştı. Bunlardan biri de o yıllara içerden bir yaklaşım getiren II. Maarif Kongresi (1943) heyetinde yer alan dönemin Talim Terbiye Dairesi Muamelat Müdürü Behiç Enver Koryak’ın hatıralarıdır. Bu hatıralarda akıcı bir dille bir dönemin panoraması çizilmektedir: DARÜ’L MUALLİMİN-İ ÂLİYE YILLARIM Biz girdiğimiz vakit öğretmen okulunun adı böyle idi ve yaşı henüz altmışla sayıEylül / 2010 lırdı. Üstad Hakkı Altunbezer’in kaleminden çıkma “Dar’ül Muallimin-i Aliye” yazısı Moda sırtındaki binanın demir parmaklıklı kapısında önce gözlerimizi aldı, sonra gitgide gönlümüzü sardı. Onun siyah cama pırıl pırıl altın işleyen istifinde hayalimiz nur ordusunun yolunu görürdü. İkiz “ayın”lar çoğalarak oradan fırlar, ellere “meşale-i irfan”ı tutuşturur, kalplere “azizm ve ümit”i doldurur ve ordu cehaleti, geceyi yıka yıka hep ilerlerdi. Merhum Altunbezer, ruhumuzun dokusunda bir altın nakıştır. Tek ve Çift kanatlı bölüklere ayrılmış büyük kapı... Kırmızı cepken ve poturlu kapıcı... Kenarlarına şimşirler, duvar çekmiş, tepesine ağaçlar kemer örmüş, beton köşeli orta yol… Siyah pelerinler bu dekorun içinde meydana çıkar veya gözden kaybolurdu. O zamanlar “Fikir Ordusu”nun üniforması pelerindi. Mayıs ayları Fener stadında ilk defa gençlik bayramı yapanlar, “Dağ başını duman almış” şarkısını ilk söyleyenler siyah pelerinlilerdir. Birini yakasından eteğine kadar daima ilikliyerek “Muallim Mim Cevdet” giyerdi. Öğretmen okulunu onsuz düşünmek mümkün İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i değildir. Mim Cevdet, İstanbul’u İstanbul eden her yeri öğretmen adaylarına tanıttı; ince sesini, derslerinkinden başka, kâh okullarının tarihini anlatırken “Cevdet efendi- Cevdet Paşa”yı yaşanan güne bağlayarak. Kâh yabancı dil müzekereleri yaparak, kâh bir meslek konusunu ele alarak yorulmadan ve bıkmadan öğretmen adaylariyle konuşmakta tüketti; nihayet gırtlağından hastalanıp göçtü. Öğretmen okulunun yetmişinci yılını Kadıköy’ünde kutlamıştık. Binanın deniz tarafına doğru inişli müsamere salonu tıklım tıklım misafir, öğretmen, öğrenci dolu idi. Işıklar hep sahneye birikip de koro ve orkestra okul marşına başlar başlamaz toptan ayağa kalkma ile kabaran heyecanımızı hiç unutabilir miyiz? Sanki ayağa değil, havaya kalkıyorduk. Ayat-ı hakikat okunur rayetimizde. Bu bayrak bulutların üzerinde dalgalanmıyor, uçlarıyle alnımızı okşamıyor muydu? Ye’sin ebedi hasmıyız, ümmidi muazzez Rehberlik eder mişyet-i zi-fikretimizde. Ölümüne henüz alışamadığımız Tevfik Fikret’in ruhu öğretmen okuluna armağanı olan marşın temposunda, şimdi bizimle beraber değil miydi? Cehlin, gecenin hadimiyiz… Kara cehli, karanlığı, geceyi yıkacaktık. “Ferda” bu idi. Her yıldırımda bir gece, bir gölge devrilir; Bir ufk-u iytila açılır… Ve arkasından başka bir marş: Yüksel ve yükselt! Ülkü sıtması marşlarla sona eriyor. Müsamerenin gerisinde ne var ki? Bize meslek ülküsünü aşılayan örnek öğretmenleri ilkin Kadıköy’ünde tanıdık. Faik Sabri, pencereleri Kalamış’a bakan coğrafya dersanesinde harita ve levhaları askılara geçirmiş, şemaları ve grafikleri renkli tebeşirlerle tahtalara çizmiş, vereceği dersin özetini çıkarmış, talebelerini beklerdi. Yeşil hasır perdeli resim dersanesinde Şevket Dağ’ı hazır, gün ışığını ayarlı, çifte modelleri sehbalarında, cilbentleri tek ki- şilik özel masalara dağıtılıyor bulurduk. Onun karşısında müzik dersanesini Musa Süreyya’nın sanatı, kibarlığı ve çok sesli okul şarkılarının ahengi doldururdu. Seracettin ya cebinde harvağ tohumları, ya elinde bir tutam bitki, hakim ve mürebbi, “nebatat” dersine gelirdi. gören asker arkadaşlarımız sınıflara dönmüş, hepimizde hüzün ve darlık duygusu. Bazan da bizi bitkilere, Uzunçayır’a götürür, bu bilginin insana ekmek, peynir kadar lazım olduğunu söylerdi. Bedros sevimli titizliğiyle matematik dersinde biçimsiz ve hizasız rakam yazdırmaz, zihin hesabında gecikmeye tahammül etmezdi. Sonra 1919 Mayıs’ı. İzmir’in işgali, siyah bayraklar, Fatih ve Sultanahmet mitingleri, Halide Edip’in meydanlarda uzayan mazlûm sesi: ‘Türkler… Müslümanlar!... Karanlık günler içinde yaşıyoruz...’ Mahi Bey, geometri teoremlerini açmak ve tekrarlamakta sabır misalleri verir, Mesut Efendi kürsüsüne pürüzsüz bir “ilmiye” vekarıyle geçerdi. Fizyoloji dersine gelen Ebul Muhsin Kemal’i idare ağır alışının timsali gibi görürdük. Okulun başında ölen Servet, ne başarıcı bir insandı! Ya İhsan Şerif ’le İhsan Sungur hangi öğretmen onlardan fazla sevilebilmiştir. Sınıfta sesi keser, çıt çıkarmaz, “Baba”nın yolunu gözlerdik. O dersini tavanda uzak bir noktaya bakarak anlatırdı, biz onun ağzının içine bakardık ev isterdik ki, ders hiç bitmesin, tarih hep böyle tatlı akıp geçsin. Tatbikatçı İhsan Bey elimizden tutup bizi öğrenci sırasından öğretim kürsüsüne çıkaran adamdı. Meslek “besmele”sini onun önünde çektik, ondan “destur” aldık. İlk dersimizin heyecanını o gördü, bize ilk cesareti o verdi. Onun ufuk açan derslerini daha küçük sınıflardan özlerdik. Bizi, o sınıflardan tanımağa çalışır, mütalaalarımıza gelir, teneffüslerimize katılır, rehberlik edecek yüz vesile bulurdu. Gelişmesinde başlıca âmil olduğu Talim ve Terbiye mesleğini okuldan sonra yıllarca Bakanlık Talim ve Terbiye Kurulu’nda da Müsteşarlıkta da irfanıyle destekledi. Aziz ölüler! Hepinizin kalbimizde yeri, kafamızda izi var. 1918 Sonbaharı, bozgun... Okulumuz Cağaloğlu’ndaki küçük binada. Mütareke, memleketi bir mengene gibi sıkıyor. Çözülüşü yakından Eylül / 2010 Şimdi İstanbul solgun bir güldü. Öksüz kalbime bir parça dökül, Solgun gül, solgun gül! Gece, okulun arka tarafındaki anfili salonda geç vakitlere kadar toplu duruyor, gazete idarehanelerinden haber bekliyoruz. Bu haberler acı, ezici, kahredicidir. Ama: Ye’sin ebedî hasmıyız… Çalışıyoruz. Dersler, el yazması Hayat dergisi… Küçük bir mukavemet havadisi gözlerimizi yaşartıyor, göğüslerimizi kabartıyor. Akşam yine heyecanla konuşuyoruz. Türk şairi Mehmet Emin’in bastırıp yaydığı “Türk’ün Hukuku”nu okuyoruz. 1919-20’de milli hareket büyümüştür. Bir gün Ruşen Eşref Ünaydı, kürsüsüne Anadolu’dan bir kalpakla dönüyor. Azm-ü Ümit... Sonra İstanbul’un işgali… Letafet apartımanı. Tekrar: Ufukta günün boynu büküldü… Arkasından Süleyman Nazif ’in ateşten alevden hitabesi. Ve yaz sonlarında küçük vapurlar genç öğretmen gruplarını birer birer “vatan semti”ne götürüyor. Artık kimimiz dersanede, kimimiz kurtuluş cephesindeyiz. Daha sonra zafer, İstiklal ve Cumhuriyet. O zamandan beri kaç yaz geçti ve her yaz, eğitim ordumuza okullardan “meşale-i irfan”la donanmış ne kadar genç katıldı. Bir vakit ki gençler şimdi yaşlıdır, fakat yine yolda, hakikat bayrağının altındadır. Behiç Enver KORYAK (İlköğretim 1948, sayı 249- 251) 73 Ara ştı rma AHMET HAMDİ TANPINAR’IN ÖĞRETMENLİK YILLARI Haluk ÖNER Tiryaki Hasanpaşa İlköğretim Okulu “Güzel Sanatlar Akademisi öğrencileri ve biraz da bu branşlardaki seçkin güzellikler dolayısıyla öbür fakültelerden gelen gençler, Tanpınar’ın yumuşak-kısık sesini dinliyorlardı. Bu derslerde katı çizgileri yumuşatan birleştirici ve ruhları bir potada eritip sonra yeniden şekillendiren bir konuşmanın sırrını gördüm. Sevilenlerin rıhtım taşına düşen gölgelerini onunla seyrettik. O bize güzel olanı görmesini öğretti.” “Ben bütün bir masalı olan adamdım.” Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat ve kültür dünyamızın son 40 yılında kendisinden en çok bahsettiren isimlerdendir, Ahmet Hamdi Tanpınar. Yaşadığı dönemde hak ettiği ilgi ve övgüyü göremeyen Tanpınar pek çok entelektüel gibi ölümünden sonra keşfedilmiştir. Yalnızca şiir, roman ve hikâyeleriyle değil edebiyat tarihi ve düşünce alanında yazdıklarıyla da devrini aşmış bir sanatçıdır. Eserlerinde geçmiş, yaşanan zaman, edebiyat, plastik sanatlar, şiir, psikoloji, estetik, musiki ve felsefe iç içe geçmiş haldedir. Edebiyat ve kültür tarihimizi bir bütün halinde ve devam düşüncesiyle görmek isteyenlerin başvuracağı ilk kaynak, bu alanlardaki boşlukları dolduran, kopuklukları geçmiş ile gelecek arasında kurduğu köprülerle sağlamlaştıran eserleriyle Ahmet Hamdi Tanpınar olmalıdır. Şiirleri; Mahur Beste, Sahnenin Dışındakiler, Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanları; XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi ve sonradan kitaplaştırılan pek çok makale ve denemesi ile Tanpınar, şiiri, musikiye; düzyazıyı, şiirselliğe dökmüş bir sanatçı- 74 1923 yılında mezun olur. Tanpınar 1923’te üniversiteyi bitirdiği yıl Erzurum Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atanır. Erzurum’da bir buçuk yıl kalan Tanpınar, Erzurum’u yıkan 1924 depreminde oradadır. Erzurum’da kaldığı süre içinde, şehri ziyaret eden Atatürk’le tanışma fırsatını da bulmuştur. Erzurum’da “bir savaş artığı, bilge/meczup” olan Tahsin’den ilham aldığı “Erzurumlu Tahsin” hikâyesini yazmıştır. dır. Örneğin onun XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ni okuyanlar edebiyat tarihinin yanında bu tarihe estet bir bakış açısının da en güzel örneğini okumuş olurlar. 23 Haziran 1901 tarihinde İstanbul'da doğan Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul'da Ravza-i Maarif İptidaisi’nde, Sinop ve Siirt rüştiyelerinde, Vefa, Kerkük ve Antalya sultanilerinde öğrenim görür. Baytar mektebini bırakarak girdiği İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nden Eylül / 2010 Tanpınar, “Hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır.”diye tanımladığı Beş Şehir denemelerinin de ilk adımlarını da Erzurum’da atmıştır. Erzurum, Konya Ankara, Bursa ve İstanbul’dan oluşan şehir denemeleri ile ilgili izlenimlerini öğretmenlik yaptığı sıralarda edinmiştir. 1925’te iki yıl boyunca çalışacağı Konya Edebiyat Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atanır. Güzellik anlayışını besleyen temel şiirlerinden biri olan “Eşik” manzumesini Konya’da yazar: “Eşik manzumemi Claude Farrere’in Çin’e dair bir konferansında (Les Annales) gördüğüm bekleyiş manasında bir Çin havuzu; kapı ile eşik arasında bir göz bana ilham etti. O zaman İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i Konya’da idim.” Beş Şehir’in bir bölümünü de yine Konya’daki görevi sırasında yazmıştır. 1927’den sonra beş yıl boyunca kalacağı Ankara’ya atanır. Ankara’da çalıştığı ilk okul Ankara Lisesi’dir. Sonrasında yine edebiyat öğretmeni olarak Gazi Terbiye Enstitüsü’nde çalışır. Ankara’da günlerini mesai ve oda arkadaşı Suut Kemal Yetkin’le geçirir. Bu yıllarda öğretmenlikten arta kalan zamanının çoğunu yeni çıkan yayınları takip ederek ve ‘aydınların tek buluşma yeri’ olan İstanbul Pastanesi’nde sohbetler yaparak geçirir. Ankara yıllarına dair izlenimlerini Beş Şehir’in Ankara bölümünde bulmak mümkündür. Suut Kemal Yetkin’in bir şantiyeye benzettiği Ankara, Tanpınar’ın gözünde “yeni insan ve yeni devlet” çalışmalarının merkezi olmaktadır. Merkez olma gücünü de bütün bir kültür tarihimizden almaktadır. 1930 yılında ‘Türkçe ve Edebiyat Muallimleri Kongresi’ne de Ankara’da bulunduğu yıllarda katılır. Çocukluk ve gençlik yıllarını anlatırken“daima iki memuriyet arasında” oradaydık dediği İstanbul’a 1932 yılında bir daha ayrılmamak üzere gelir. İstanbul’da geçirdiği dönemler, Tanpınar’ın yıllar boyu yaptığı okumalar ve edindiği yaşam tecrübelerinin edebi eserlere yansıdığı en verimli dönemleridir. Önce Kadıköy Lisesi’nde çalışır.1933 yılında da Ahmet Haşim’in vefatı nedeniyle boşalan ‘Güzel Sanatlar Akademisi sanat tarihi öğretmenliği’ kadrosuna atanır. Aynı dönem Amerikan Koleji'nde Türk Edebiyatı derslerini de verir. Ertesi yıl estetik ve mitoloji dersleri de vermeye başlar. Ahmet Hamdi Tanpınar, öğretmenliğe 15 Kasım 1939’a kadar devam eder. O tarihte İstanbul Üniversitesi’nde açılan XIX. Asır Türk Edebiyatı Kürsüsü’nün başına getirilir. 1942–1946 yılları arasında Maraş Milletvekilliği ve sonrasında 1949’a kadar Milli Eğitim Müfettişliği görevlerini de yapan Tanpınar, vefatına kadar (1962) bu görevde kalır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Anadolu’da yaptığı öğretmenlik dönemine ve öğretmenliğine dair bilgilere rastlamak oldukça zordur. Ancak üniversitedeki hocalık yıllarına dair bilgileri ve öğrencilerinin onun hakkındaki düşüncelerini pek çok anı kitabı ve müstakil yazıda görmek mümkündür. Tanpınar’ın derslerinde aldığı notları yıllarca bir hazine gibi saklayan ve sonrasında yayınlanmasına izin veren Gözde Halazoğlu onun hocalığı ve dersleri için şu anlamlı sözleri söyler: “1958 öncesi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın öğrencisi olma şansına eriştim. Derslerinde ve seminerlerinde anlattıklarını, en ufak bir değişiklik ve ilave yapmadan, yazıya geçirmeye çalıştım. Bunu yaparken hiçbir zaman onları mezuniyet imtihanlarında sorulabilecek bilgiler olarak düşünmedim. Hocamızın kelimeleri birer mücevherdi ve ben bunları yıllar boyunca defterimizin sahifeleri arasından çıkarıp ilk günkü ışıltıları ile seyredebilecektim. Tanpınar Hocamıza çok şey borçluyuz. Bir gülün gülden başka bir şey de olduğunu bize o öğretti... Sevilenlerin rıhtım taşına düşen gölgelerini onunla seyrettik. O bize güzel olanı görmesini öğretti.” Tanpınar’ın öğrencilerinden ve asistanlığını da yapmış olan Turan Alptekin onun ilk dersini ve hocalığını şu sözlerle dile getirmiştir: “Ahmet Hamdi Tanpınar’ı ilk olarak bu şiir yıllarında dinledim. O zaman Fındıklı’da bulunan Edebiyat Fakültesi’nin giriş katındaki soldaki anfide, edebiyat fakültesi ve Güzel Sanatlar Akademisi öğrencileri ve biraz da bu branşlardaki seçkin güzellikler dolayısıyla Teknik Üniversite ile öbür fakültelerden gelen gençler, çoğu ayakta, Tanpınar’ın yumuşak, kısık sesini dinliyorlardı. Hoca da kürsüde ayakta konuşuyordu. Bu derslerde katı çizgileri yumuşatan birleştirici ve ruhları bir potada eritip sonra yeniden şekillendiren bir konuşmanın sırrını gördüm.” Birol Emil, onu anlamanın yalnızca derslerini dinlemekle mümkün olmadığını, bunun yanında eserlerini de dikkatle incelemek gerektiğini anlatır: “Ahmet Hamdi Tanpınar bir buçuk aydan beri hocamdı. Kendim için çok yüklü bulduğum derslerine alışmaya çalışıyor, her yeni ve güzele duyulan o hayranlıkla cümlelerinden, konuşmalarından parıltılar kapmak istiyordum. Fakat anlıyordum ki o sadece derslerinden ibaret değildi. Kendisini derslerinin dışında bir yerde aramak lazımdı. Bir gün, çok sevdiğim bir arkadaşımın tesadüfen mırıldandığı ‘Bursa’da Zaman’ın mısraları o vakte kadar farkında olmadığım bir güzellik duygusuyla içime yerleşti ve o andan itibaren ben, gittikçe derinleşen bir hayranlığın ve sevginin bir çeşit talihim olduğuna karar verdim.” Bir toplumun yakalayabileceği en büyük talihlerden biri, tek başına bir dünya kurmayı başarabilen, zamanın sınırlarını aşmış, çok yönlü sanatçılara sahip olabilmektir. Ahmet Hamdi Tanpınar Türk kültür ve edebiyat tarihinin yakaladığı en büyük talihlerden biridir. Kaynakça: Haz. Uçman Abdullah- İnci Handan, Bir Gül Bu Karanlılarda Tanpınar Üzerine Yazılar, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 2002 Enginin, İnci- Kerman Zeynep, Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa Dergâh Yayınları, İstanbul 2008 Tanpınar Ahmet Hamdi, Edebiyat Dersleri, (haz. Abdullah Uçman) Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2002 Tanpınar Ahmet Hamdi, Yaşadığım Gibi, (haz. Birol Emil) Dergâh Yayınları, İstanbul 2002 Eylül / 2010 75 Mü zel eri mi z İSTANBUL TÜRK VE İSLAM ESERLERİ MÜZESİ Tahsin YILDIRIM Kısıklı İlköğretim Okulu İstanbul öyle etkileyici ve büyüleyici bir şehir ki, görüp de onun hakkında övgü dolu sözler sarf etmeyen neredeyse yok gibidir. Şairler, edipler, sanatçılar ve ünlü kişiler İstanbul'un farklı boyutlarını veciz ifadelerle dile getirmişler. Bu durum, tarih boyunca sürmüş ve görünen o ki gelecekte de böyle sürecek. İstanbul’un fethi dünya tarihinin önemli olaylarından biri olarak tarihteki yerini almıştır. İnsanların önceleri meraktan topladıkları eşyalarının, savaş ganimetlerinin, zenginliklerinin sergilendiği mekânlar, zamanla toplumların gurur duydukları, geçmişleri ile övündükleri ve inşa edecekleri kimliklerine bir meşruiyet kaynağı olması için ziyarete açtıkları sergilere dönüşmüştür. Bu dönüşüm ilgi, merak ve köken arayışından müzecilik doğmuştur. Türk tarihinde ilk müze denemesi 1845–46 yıllarında Tophane-i Amire müşiri Ahmet Fethi Paşa tarafından İstanbul’da yapılmıştır. Paşa, ordudaki eski silahları ve çeşitli tarihî eşyaları sergilemek için Aya İrini Kilisesi’nin alanına bu eserleri yerleştirir. O dönemde ancak özel izinle gezilebilen bu mekân, ilk kez 1869’da müze olarak nitelendirilip resmen bir müdürlük hâline getirilmiştir. Ardından eski eserlerin korunmasına yönelik önlemler için ilk yasal düzenleme 13 Şubat 1869 tarihinde yürürlüğe konan Asar-ı Atika Nizamnamesi ile olmuştur. 1877 yılında müze komisyonu kurulmuş, 1881 yılında da Osman 76 1983 yılında, bugün içinde bulunduğu İbrahim Paşa Sarayı'na taşınmıştır. Yapılış tarihi kesin bilinmeyen bu saray 16. Yüzyıl Osmanlı sivil mimarî örneklerinin en önemlilerindendir. Hamdi Bey müze müdürlüğüne atanmasından sonra bizde müzecilik modern bir kimliğe bürünmeye başlamıştır. Bahsimize konu olan Türk ve İslâm Eserleri Müzesi ise adından da anlaşılacağı üzere Türk ve İslâm sanatı eserlerini bir çatı altında toplayan ilk Türk müzesidir. 19. Yüzyılın sonunda başlayan kuruluş çalışmaları, 1913 yılında tamamlanmış ve müze, Süleymaniye Camisi külliyesi içinde yer alan imaret binasında 1914'de "Evkaf-ı İslâmiye Müzesi" (İslâm Vakıfları Müzesi) adı ile ziyarete açılmıştır. Cumhuriyet'in ilanından sonra ise "Türk ve İslâm Eserleri Müzesi" adını almıştır. Müze 1983 yılına kadar burada hizmet vermiştir. Eylül / 2010 İbrahim Paşa sarayı Roma kalıntıları üzerine inşa edilmiştir. Saraya ismini veren kişi Kanuni Sultan Süleyman'ın damadı ve veziri olup ona 13 yıl sadrazamlık yapmıştır. At Meydanı Sarayı olarak da bilinen yapı İbrahim Paşa'nın Kanuni'ye damat olmasından sonra İbrahim Paşa Sarayı olarak anılmaya başlanmıştır. Sarayın Kanuni Sultan Süleyman tarafından Sadrazam İbrahim Paşaya hediye edildiği de kaynakların naklidir. İbrahim Paşa Sarayı birçok düğün, şenlik ve kutlamanın yanı sıra isyanlara da sahne olmuş, İbrahim Paşa'nın 1536'da öldürülmesinden sonrada başka sadrazamlarca da kullanılmış, ayrıca kışla, elçilik sarayı, defterhane, mehterhane, dikimevi ve cezaevi olarak da kullanılmıştır. Dört büyük iç avlu çevresinde yer İstan b u l E ği ti m ve Kü l tü r D ergi s i alan saray, çoğu ahşap olan Osmanlı sivil yapılarının aksine, taştan yapılmış olması nedeniyle, günümüze kadar ulaşabilmiştir. Yapı 1966–1983 yılları arasında onarım görmüştür. Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, 1984 yılında Avrupa Konseyi Yılın Müzesi Yarışması Jüri Özel Ödülü'nü, 1985 yılında da Avrupa Konseyi-Unesco tarafından çocuklara kültür mirasını sevdirme konusundaki çalışmalarından ötürü verilen ödülü almıştır. Teması itibariyle dünyanın sayılı müzeleri arasında yer alan Türk ve İslâm Eserleri Müzesi, kırk bin eseri aşan koleksiyonu ile İslâm sanatının hemen her döneminden ve her türünden seçkin eserlere sahiptir. Müze yedi bölümden oluşmaktadır. Etnografya Bölümü: Müzede sonradan oluşturulan bölümdür. Burada Anadolu'dan toplanmış halı-kilim tezgâhları, dokumalar, yün boyama teknikleri, halk dokuma ve işleme sanatı örnekleri, yöresel zenginlikleri içinde kostümler, ev eşyaları, el sanatları, el sanatı aletleri, çadırları kendilerine özgü mekânlar içinde sergilenmektedir. Halı Bölümü: Dünyanın en zengin halı koleksiyonunu oluşturan halı bölümü, yurtdışında Müzenin tanıtımına büyük katkı sağlamıştır. Bu özelliğinden dolayı Müze, uzun yıllar "Halı Müzesi" olarak anılmıştır. Ender bulunan Selçuklu halıları, 15. yüzyıla ait seccade ve hayvan figürlü halılar, 15.-17. yüzyıllar arasında Anadolu'da üretilen ve Batı'da "Holbein Halısı" olarak anılan geometrik desenli ya da kûfî yazıdan esinlenen halılar bu bölümün önemini ve değerini bizlere göstermektedir. geniş bir yer tutmaktadır. Çeşitli milletlere ait hat sanatının ender ürünleri bu müzededir. Elyazmaları arasında, Kur'an-ı Kerim’ler dışında çeşitli konularda yazılmış kitaplar ve bunların ciltleri ilgi çekicidir. Osmanlı sultanlarının tuğralarını taşıyan fermanlar, beratlar, her biri bir sanat eseri niteliğindeki tuğralar, İslam dünyasının minyatürlü yazmaları ve divanlar müzenin önemli parçalarındandır. Ahşap Eserler Bölümü: 9.-10. yüzyıl Anadolu ahşap sanatının örneklerinden oluşmaktadır. Anadolu Selçukluları ve Beylikler döneminden kalan ender parçaların yanı sıra, Osmanlı döneminin eşsiz ahşap eserleri, Kur'an cüzü muhafazaları, rahleler, çekmeceler müzenin ilgi çekici parçalarıdır. Taş Sanatı Bölümü: Gerek İslam gerekse Türk tarihinin kimi motifli kimi figürlü, ama hemen hepsi yazılı taş eserleri burada bir araya getirilmiştir. Selçuklu Dönemi taş sanatının ender ve seçkin örnekleri, erken dönem taş eserleri, çeşitli dönemlerde farklı üslupla yazılmış kitabeleri gerek nitelik, gerek nicelik açısından önemlidir. Seramik ve Cam Sanatı Bölümü: 1908– 1914 yılları arasında yapılan kazılarda elde edilen parçalar bu bölümün ana kaynağını teşkil etmektedir. Erken-İslâm Dönem seramik sanatının aşamalarını bu eserler vasıtasıyla görmek mümkündür. Buradaki seramik ve cam eşyalar Müslüman milletlerin çeşitli coğrafyalardaki 9. yüzyıldan günümüze ortaya koyduğu eserleri ihtiva etmektedir. Maden Sanatı Bölümü: Büyük Selçuklu İmparatorluğu dönemine ait, tarihli ender örneklerden havan, buhurdan, ibrik, ayna, cami kapı tokmakları ve İslâm maden sanatı alanında önemli bir yeri olan burç ve gezegen sembolleriyle bezeli figürlü 14. yüzyıl şamdanları koleksiyonun önemini ortaya koymaktadır. Müzede ayrıca Osmanlı maden sanatı önemli ürünlerinden olan gümüş, pirinç, tombak, değerli taşlarla süslü sorguç, kandil, gülabdan, buhurdan, leğen/ibrikler de yer almaktadır. Not: Kültür ve Turizm Bakanlığı, Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’ne bağlı olan İstanbul Türk ve İslam Eserleri Müzesi Sultanahmet Meydanı İbrahim Paşa Sarayındadır. Müze pazartesi hariç her gün 09.30-16.30 saatlerinde ziyarete açıktır. El Yazmaları ve Hat Sanatı Bölümü: İslamiyet’in ilk zamanlarından günümüze kadar uzanan zaman diliminde meydana getirilmiş yazmalar ve hat sanatı örnekleri İslamiyet’in yayıldığı coğrafyalardan gelmiştir. Bu bölüm müzede önemli ve Eylül / 2010 77 Seçtiğimiz Kitaplar Orhan Okay / Bir Hülya Adamının Romanı: AHMET HAMDİ TANPINAR / Dergâh Yayınları Orhan Okay, hem Tanpınar’ın hem de Mehmet Kaplan’ın öğrencisidir ve o da bir mihverdir. Uzun yıllar boyunca Tanpınar hakkında çeşitli yazılar yazmış, eserlerini yorumlamıştır. Okay’ın bu eserinde, okuyucular Tanpınar’ın bugüne kadar ulaşılmamış kaynaklardan derlenen bin bir ayrıntı ile zenginleştirilmiş bir biyografisini bulacakları gibi, birçok da resimle karşılacaklardır. Yıllardan beri oluşturduğumuz Tanpınar resimleri arşivini bu kitapta kullandık. Eser, Tanpınar’ın daha da derinlikli olarak bilinmesine kaynaklık edecektir. Bütün eserlerini yayımladığımız Prof. Dr. Orhan Okay’ın bu çalışması da geniş yankı uyandıracaktır. MEHMET AKİF DÜZYAZILAR / A.VAHAP AKBAŞ / Beyan Yayınları Hem İstiklal Marşı’nı yazdığı hem de Safahat gibi önemli bir şiir şaheseri bıraktığı için daha çok şair yönü ön plana çıkmış olan Mehmet Akif’in az bilinen başka bir yönünü ortaya çıkaran yeni bir eser yayımlandı. Mehmet Akif’e ait tüm metinleri yayınlamaya devam eden Beyan Yayınları tarafından fikir dünyamıza sunulan bu eser Düzyazılar ismini taşıyor ve Mehmet Akif’in Safahat dışında kalmış yazılarını; makalelerini, sohbetlerini, vaazlarını ve Kuran tercüme ve tefsirlerini içeriyor. Akif’in Düzyazıları, kişiliği, fikri, zevki, besleyici kaynakları, donanımı, dil ve edebiyat anlayışı, çevresi ile ilgili çıkarımlara müsait olması bakımından da önemlidir. Kitabı oluşturan yazılar, Safahat’la ve dostlarının hatıratıyla hafızalarımıza çizilen Âkif portresini tamamlamaktadır. İmparatorluk Başkentinden Kültür Başkentine İstanbul / Prof. Dr. Feridun Emecen / Kitabevi İstanbul tarih boyunca gerek Doğu ve gerekse Batı dünyasında dini ve siyasi açıdan çok önemli bir yere sahip olmuştur.İki kıtanın geçiş yerinde ne tam Doğu’ya ne de tam Batı’ya ait bulunan bu şehir, her iki medeniyetin adeta bir temsilcisi olarak asırlarca süren farklı bir misyonu ruhunda taşımış ; her iki medeniyetin mensuplarınca değişik amaçlarla fakat sonuçta benzeri algılayışlarla ilginç bir tarihi geçmişten süzülüp gelmiştir. Eserde, İstanbul tarihinin kadim asırlardan zamanımıza kadar ulaşan süreçteki serüveni, her biri ciddi araştırma mahsulü olan makaleler bağlamında ortaya konmaktadır. Tezkireden Biyografiye / Mustafa İsen / Kapı Yayınları Divan Edebiyatının gizli kahramanları bu kitapta... Tezkire yazarları. Yüzyılların zevki onlarla bugüne taşındı.Mustafa İsen, onlara yeniden bilimin ve sanatın gözüyle baktı. Dünü bugüne, bugünü düne taşıdı. “Doğu ve Batı Türkçesi arasında kültür elçiliği görevi üstlenerek hem bu iki edebî lehçeyi birbirine yaklaştıran hem de arada kopukluklar olmasına engel olan bu kahramanların rolünü takdir etmek lazım. Bir kısmı zorunlu olarak doğdukları toprakları terk ederek başka yerlerde yaşamak zorunda kalsalar bile onlar, kültür tarihimiz için son derece hayırlı hizmetler ifa etmişler, medeniyet mozayiğimizi zenginleştirmişlerdir.” 78 Eylül / 2010 İstanbul Eğitim ve Kültür Dergisi Leonardo da Vinci / Yazılar / YKY Dünya tarihinin büyük dehalarından, çok yönlü Rönesans adamı Leonardo da Vinci yalnızca sanat alanında değil, bilindiği üzere bilimsel konularda, mimarlık ve askerî mühendislik alanlarında da çalışmıştır. Yazılar – Masallar, Kehanetler, Nükteler ve diğerleri, Leonardo da Vinci’nin doğrudan bilimsel araştırmaları ya da görsel sanatlarla ilgili yazıları dışındaki bütün metinlerini bir araya getiriyor. İtalya’da ilk baskısı 1952’de yapılan Yazılar, Da Vinci’nin bizzat kaleme aldığı, yaklaşık yedi yüz sayfalık iki elyazması 1967 yılında Madrid Ulusal Kütüphanesi’nde bulununca, genişletilmiş yeni baskısıyla okurla buluşur. Madrid elyazmalarında Da Vinci resim ve mekanik ilgisini bir yana bırakır ve farklı alanlarda düşüncelerini kaleme alır. Çocuklara Söz Geçirme Sanatı / Ali Çankırılı / Zafer Yayınları Doğru ve kabul edilebilir davranışları öğrenmeye çalışan çocuklar için de durum aynıdır. Koyduğunuz sınırlar yol gösteren levhalar gibidir. Sınırlar, sanıldığı gibi, çocukların haklarını kısıtlamak, onlara baskı uygulamak değildir. Sınırlar, çocuklara korundukları, güvende oldukları ve değer verildikleri duygusu kazandırır. Aile içi kurallara uymalarını, işbirliği yapmalarını, otoriteye saygı duymalarını sağlar. Sorumluluk kazandırır. Sınırlar, onaylanan davranışları tanımlayan, çocuğa hatalı davranışlarını düzeltme fırsatı veren eğitici ve öğretici bir etkiye sahiptir. Bu kitap çocuklara nasıl doğru sınırlar koyacağınızı, bağırmadan, sinirlenmeden, ceza vermeden nasıl söz geçireceğinizi anlatmaya çalışacaktır. Dünya Nimeti / Knut Hamsun / Timaş Nobel ödüllü ünlü yazar Knut Hamsun’un eseri Behçet Necatigil’in büyülü çevirisi ve kapsamlı önsözüyle okurlarla buluştu. “Dünya Nimeti 1917’de çıktı. Issız toprakları canlandırmak için insan gücünün verdiği imtihanları, tabiat kuvvetleri ile çetin savaşları hikâye eden bu roman, katı ve boş topraklara düşen alın terlerinin önce kıt kanaat, giderek cömert hasadını, bu başarıdaki büyük hazzı dile getirir. Roman, cahil bir göçmen olan Isak’ın basit, cahil karısı Inger’le birlikte çorak ve haşin toprakları sabırla nasıl bereketli, yeşil bir yurt parçası haline getirdiğini anlatır. Eser, usta edebiyatçı Behçet Necatigil’in başarılı çevirisiyle edebiyat severleri Hamsun’un kaleminin bereketli sofrasına, “Dünya Nimeti”ne davet ediyor! Kapı Yayınları Hiperaktif Çocuk ve Ergen Okulda / Prof. Dr. Yankı Yazgan / Doğan Kitap Bu kitapta; her çocuğa ve ergene ihtiyacı ölçüsünde bilgi ve beceri kazandırmayı amaçlayan, çocuklara yapıştırılan etiketlerden ziyade onların kim olduklarıyla ilgilenen öğretmenler, okul psikologları, danışmanlar ve rehberlik servisi uzmanları, sınıftaki işlerini kolaylaştırıcı bilgi ve yöntemleri bulacaklar. Anne ve babalar ise öğretmenlerin çocuklarıyla ilişkilerini kuvvetlendirmeye yarayabilecek bilgileri, ev ortamında çocuklarının gelişimini desteklemek için kullanılabilecek öğrenme ve davranış ilkelerini öğrenecekler. Kitapta, dikkati dağınık, dalgın, sabırsız, hiperaktif çocuklar okul hayatında ne tür zorluklar yaşarlar? Öğretmen ile anne-baba arasındaki işbirliği nasıl geliştirilebilir? gibi pek çok konuda çözüm önerileri sunulmaktadır. Eylül / 2010 79 S i n ema Charlie Banks / Umudu Öldürmek En Büyük Cinayettir Sibel ATAGÜN Ve Charlie'nin yatağının altında korkuyla büyüttüğü çocukluk kabusu, kenar mahallelerin fakir çocuğu Mick Leary. Charlie Banks...1970'lerin New York'unda, kültürlü bir ailenin şanslı çocuğu olarak büyüyen on yaşında bir çocuk Charlie. Charlie (Jesse Eisenberg) üniversite okumuş ve saygın bir işi olan ebeveynlerinin şefkat dolu gözetiminde büyürken bir yanda maddi zorluklar içerisinde zengin insanlara kin güderek büyüyen gençlerle arkadaşlık kurmaktadır. Bu arkadaşları arasında, çevresinde asi ve cesur tavırlarıyla sivrilen, her türlü serseriliğine kendisinin hışmına uğrama korkusundan ses çıkaramayan gençleri toplayan Mick Leary (Jason Ritter) de vardır. Mick'in agresif tavırlarına kimsenin ses çıkaramamasını hayret ve dehşetle izleyen Charlie, nihayet kimsenin cesaret edemediğini yapacak ve Mick'in sebepsiz yere döverek arkadaşlarını öldürmesini ihbar edecektir. Doğru bildiğinden vazgeçmeme, adaletten yana olma ile çevresini ve arkadaşlarını kaybetme korkusu arasında kalan Charlie, şikayetini geri alarak üniversite yollarını tutsa da anne ve babası onun yarım bıraktığı işi tamamlayacak ve Mick'in hapse girmesini sağlayacaklardır. Bundan sonra Mick'i ve ispiyonculuğunu unutmayı seçerek üniversite hayatına atılan Charlie, yıllar sonra karşısında Mick'i bulunca çocukluğundan gelen korkular geri dönecektir. Mick bir yandan Charlie'nin arkadaşları arasında popülerliği elde etmeye başlar. Bir yandan da hayatında ilk kez okumaya, düşünmeye çaba sarfetmektedir. Her ne kadar değişmeye başlasa, bir şeyler okusa, bilmediği kültürel ortamlara girmeye, değişik bir çevre ile başbaşa olmaya başlasa da, Mick, anne-baba ilgisinden uzak yurtlarda ve sokaklarda sevgisiz geçen hayatının verdiği hırsa yenilerek 80 yeni edindiği arkadaşlarına da şiddet eylemleri göstermeye başlamıştır. Böylece onu kısa sürede hayranlıkla bağrına basan yeni zengin çevresi, bir o kadar hızlı bir şekilde hayatlarından atmaya çalışacaklar ve Mick'in değişme ihtimali yarım bırakılarak, Mick, geldiği yerlere, sokaklara geri gönderilecektir. Bir çocuğun yetişmesinde aile ya da başka bir kurumdan gördüğü sevginin ne kadar önemli olduğu, sevgisiz ve şiddet dolu sokaklarda büyüyen bir gencin belli bir yaştan sonra cennetin içerisine dahil edilse de değişmesinin ne kadar zor olduğu vurgulanırken, değişme taraftarı olan birine gösterilmesi gereken sabrın önemi de ortaya dökülüyor. Mick Leary'nin final sahnesinde Charlie'ye söylediği sözler bu anlamda dikkat çekici. "Sen benim bağışlamak istediğim ilk ve tek ispiyoncusun. Çünkü bana ümit etmeyi öğrettin". Mick, engellemeler ve şiddet içerisinde, ayakta kalabilmek için zor kullanmayı, gerektiğinde öldürmeyi öğrenmiş bir "suçlu". Hayatında ilk kez kitap okumaya başlamış, düşündüklerini ifade Eylül / 2010 edebildiğini, dünya, insan, varlık hakkında düşünüp sorgulayabildiğini farketmiş ve bunun heyecanını yaşamaya başlamış. Ama hala, kendisini hor gördükleri için küçüklüğünden beri nefret ettiği "zenginler" arasında kendini savunma ve ispat etme gereği hissetmekte. Ve kendisine yöneltilen en küçük suçlamada hırsı, nefreti ve öfkesi zengin insanlara karşı ayaklanmış ve eski şiddet eylemlerine geri dönmüştür. Normal şartlarda asla bağışlamayacağı ve hatta öldüreceği Charlie'yi sadece hırpalamakla yetinerek kaçmış, Charlie'nin deyimiyle mezuniyetinin ilk adımını atmış, çünkü hayatında ilk ve son kez merhamet göstermiştir. Mick'e karşı biraz daha sabır ve hoşgörü gösterilse, demir haline gelen insanlığının erimesine biraz daha zaman verilse bir şeyler daha değişecek miydi? Yoksa nefret içerisinde büyümüş bir gencin değişmesi imkansız mıdır? Belki de Durst'un bize düşündürmek ya da kendisine sormak istediği soru budur. Ne kadar meşakkatli olsa, uzun sürse dahi neticede kainatı içinde barındıran "bir insan"ın değişmesi, kalbedilmesi ise söz konusu olan, asırlarca beklemeye değmez mi? İnsan, sevgi ile büyür, sevgi ile yaşar. Sevgiye karşı duyarsız olacak hiçbir canlı yoktur. Sadece bu cevherin parlaması için biraz sabır, biraz zaman, biraz emek gerekmektedir. Her bir cevher başka hayatlara değecekse, o cevheri ortaya çıkarmak herkesin borcudur.