Sayı 9 - TüvTürk
Transkript
Sayı 9 - TüvTürk
KARİYER Herkes için sağlıklı ve güvenli iş 01 02 03 2014 Osmanlı Saray Mücevherler‹ Cihan devletinin pırıltısı Otomobil Hayat Saffet Üçüncü, otomobilin geleceğini anlattı 10 bin yıllık geçmiş: Anadolu’da cerrahi English Summary of Contents SOSYAL MEDYA BİLGİSAYAR OYUNLARI SİNEMA-TV MAGAZİN Kalbimiz trafik güvenliği için atıyor… TÜVTÜRK ailesinin değerli üyeleri, saygıdeğer TÜVTÜRK dostları; Bir yılı daha geride bıraktık ve yeni yılın ilk günlerini yaşadığımız şu günlerde bir kez daha sizlerle birlikte olmanın mutluluğunu taşıyoruz. Yılsonları, hem kurumsal hem de bireysel muhasebelerin yapıldığı dönemlerdir aynı zamanda. TÜVTÜRK olarak bizler, altıncı yaşımızı doldurduk. Geriye dönüp baktığımızda, kurulduğumuz günden bu yana 50 milyona yakın aracın muayenesini gerçekleştirdiğimizi, güvensiz bulunan 10 milyon aracın tekrar emniyetli bir hale gelene kadar trafiğe çıkmasının önüne geçtiğimizi görüyoruz. Rakamlar büyük ama yeterli değil, özellikle de yılı Kasım ayında Manisa’da, Aralık ayının son günlerinde de Kayseri’de meydana gelen ve çok sayıda evladımızı kaybettiğimiz kazalarla kapattığımızı düşündüğümüzde… Manisa’daki kazada muayeneden ağır kusurlu olarak kalmış, ancak muayene tekrarına gelmemiş bir araç, Kayseri’de ise 2,5 yıldır muayenesiz olarak yollarda gezen başka bir araç muayenede tespit edilebilecek kusurlar nedeniyle üzücü bir şekilde ölümlere neden oldular.... Kayseri’deki aracın kazadan bir, iki gün önce ikinci el satışının yapılmış olmasıysa üzüntümüzü daha da artırıyor. Evet, maalesef bu satırların yazıldığı anlarda hâlâ muayenesizlik araç satışı için bir engel değil; ancak bu durumun çok yakında değişeceğini umut ediyoruz. Muayenesiz araçların nasıl birer tehdit olduğu düşünüldüğünde, bu durumdaki araçların 2. el satışının önlenmesinin ülkemiz için son derece önemli bir değişim olacağına inanıyoruz. Araç muayenesinin can güvenliği için önemi bu kadar somut bir şekilde ortadayken muayene kalitemizi yukarıya çıkartmak için kendi işimize daha da büyük özen göstermemiz gerekiyor... Bu nedenle hizmet kalitemizi yukarılara taşımak için hayata geçirilen TÜVTÜRK Akademi’nin muayene kalitesi, hizmet standardı, müşteri memnuniyeti, etkin müşteri deneyimi, kusursuz operasyon gibi alanlarda büyük destek sağlayacağına inanıyoruz. Sadece personelimiz için değil, sektör paydaşlarımıza yönelik eğitimleriyle de TÜVTÜRK Akademi’nin güvenilir bir referans olması amacıyla gereken her türlü çalışmayı gerçekleştireceğiz. 2013, hem bizim hem de içinde bulunduğumuz sektörün gündeminin yoğun olduğu bir yıldı. 2014 ise mevcut projelerimizin kapsamının genişlediği, yeni yeni projelerimizin hayata geçtiği bir yıl olacak. 2013, hem bizim hem de içinde bulunduğumuz sektörün gündeminin yoğun olduğu bir yıldı. 2014 ise mevcut projelerimizin kapsamının genişlediği, yeni yeni projelerimizin hayata geçtiği bir yıl olacak. Geçen altı yıllık süreçte olduğu gibi yeni yılda da kalbimiz trafik güvenliği için atacak. Trafikte kaza, yaralanma ve can kaybı oranlarının düştüğü her yılı, “en güzel yıl” addedeceğiz. Bu vesileyle 2014’ün hem sizin hem de sevdiklerinizin geçirdiği en güzel yıl olmasını diler, bu yılın her gününü sağlıklı, huzurlu ve mutlu geçirmenizi temenni ederim. Saygılarımla… KEMAL ÖREN TÜVTÜRK Genel Müdürü İSTASYON 3 44 Sağlık 16 Söyleşi 34 Spor İçindekiler OCAK-ŞUBAT-MART 2014 06 Haberler Dünyada ve Türkiye’de öne çıkan haberler. 10 Hayat Aşıklı Höyük’te büyücü-doktor, Bergama’da filozof cerrah, tıbbın babası Koslu Hipokrat ve şifahanelerden yetişen binlerce hekim... Cerrahi, bu topraklarda 10 bin yıldır hüküm sürüyor. 16 Söyleşİ Sinema ve dizi oyuncusu Esra Akkaya ile hayata, özel yaşamına, sinemaya ve dizilere dair görüştük. 4 İSTASYON 20 Karİyer İş Sağlığı ve Güvenliği Uzmanı Özkan Pamukçu, yasanın kapsamını ve getirdiği yükümlülükleri anlattı. 24 Tarİhten Sayfalar Topkapı Sarayı hazinelerinde, cevherle donatılmış sonsuz çeşitlilikte eşya ve takılar var. Gül İrepoğlu bu hazineyi inceleyerek Osmanlı Saray Mücevheri adlı kitabı yazdı. 30 OTOMOBİL Otomobil dünyasının önemli isimlerinden Saffet Üçüncü, dergimiz için hem yılsonu değerlendirmesi yaptı hem de Ar-Ge çalışmalarının geleceği nasıl şekillendireceğini anlattı. 34 Spor Adı insanın zihninde özgürlüğü çağrıştıran bisikletin tarihçesi, gelişim serüveni, günümüz yaşamındaki yeri. 38 TEKNO HAYAT Teknolojiyi artık üzerimizde taşımak mümkün... Giyilebilir teknoloji sayesinde çok daha farklı bir gelecek bizleri bekliyor. 24 Tarihten 40 YEMEK Lezzeti, Güneydoğu’dan tüm Türkiye’ye yayılan ve günümüzde hemen her köşebaşında bir dükkânına rastladığımız çiğköftenin tadı kadar, yaratılış hikâyesi de meşhur. 44 Sağlık Acıbadem Fulya Hastanesi Gastroenteroloji Uzmanı Dr. Özdal Ersoy, şişkinlik, doygunluk, hazımsızlık gibi faktörlerle kendini gösteren ve çalışanların verimini düşürüp çalışamamasına neden olan dispepsiyi anlattı. 40 Yemek 46 Uzman Gözüyle Araçlarda kullanılan LPG-CNG yakıt sistemleri… 50 OYUN Konsol ve mobil oyunlar. 52 Popüler Kültür Sinema, televizyon, sergi… 56 TÜVTÜRK Şirket haberleri, organizasyonlar, projeler… 60 English Summary İmtiyaz Sahibi TÜVTÜRK Kuzey Taşıt Muayene İstasyonları Yapım ve İşletim A.Ş. Adına Kemal Ören Yönetim Yeri Büyükdere Caddesi, No: 255 Kat: 17-18 MaslakŞişli-İSTANBUL Yayın Yönetmeni Sema Uludağ Yayın Koordinatörü M. Koray Özcan (Sorumlu Müdür) Görsel Yönetmen Erhan Teksöz Yapım Yeri Doğuş Grubu İletişim Yayıncılık ve Ticaret A.Ş. Doğuş Power Center Ahi Evran Polaris Caddesi No: 4 Maslak 34398 İstanbul Tel: 0212 304 00 00 (Santral) Baskı yeri Ömür Matbaacılık A.Ş. Beysan Sanayi Sitesi Birlik Cad. No: 20 Haramidere-Beylikdüzüİstanbul Tel: 0212 422 76 00 Yayın Türü Üç aylık yaygın süreli yayın, TÜVTÜRK Araç Muayene İstasyonları kurumsal yayınıdır, parayla satılmaz. info@tuvturk.com.tr İSTASYON 5 HABERLER Bizi anlıyorlar galiba… Bölünmüş uyku iyidir Espri yeteneği bebeklikten başlıyor n Hayvanlar dünyasının, başta biliminsanları olmak üzere birçok kişinin ilgi alanına girdiğine şüphe yok. Hacimsel olarak en küçüğünden en büyüğüne kadar hepsi, anlaşılmaya değer kuşkusuz. Heybetli cüssesine karşın insanların ilgisine mazhar olmayı başaran hayvanlardan biri de filler. Araştırmacılar bu türe yönelik sorulara yanıt ararken İskoçya’daki St. Andrews Üniversitesi’nden Ann Smet’in yürüttüğü çalışmalar, özellikle Afrika fillerinin, içgüdüsel olarak insanları anlayabildiğini ortaya çıkardı. Sonuçları Current Biology dergisinde yayınlanan habere göre filler, ellerimizle yaptığımız işaretleri kavrama yetisine sahipler. Hem de özel bir eğitime gerek kalmaksızın. Fillerin kavrama açısından insana çok yakın olduğunu söyleyen Smet, araştırmanın devamında, fillerin hortumlarını yukarı ve dışarı doğru kaldırdıklarında ne anlatmaya çalıştıklarını gözlemlemeye çalışacaklarını belirtti. n Bir süre önce BBC’de Stephanie Hegarty imzasıyla yayınlanan bir haber, dikkatleri bir kez daha ideal uykunun kaç saat olması gerektiğine çevirdi. Habere göre, geceleri bir türlü uyuyamayanların kaygılanmasına gerek yoktu; hem zaten bu alanda çalışan biliminsanları, sekiz saatlik kesintisiz uykunun doğal olmadığına, bloklar halinde uyumanın insan için daha iyi olabileceğine dair görüş bildiriyordu. Bu savın geniş kitleler nezdinde kabul gördüğü söylenemez. Ancak Virginia Tech Üniversitesi’nden tarihçi Roger Ekirch’in, 20 yıllık araştırmanın ürünü olan kitabı “At Day’s Close: Night in Times Past / Gün Batarken: Geçmiş Zamanlarda n Yüzlerindeki tek bir gülücük, anne ve babaları için dünyalara bedel. Ebeveynler, daha konuşmaya bile başlamayan bebeklerindeki gülücükleri, sevgi gösterisi olarak algılıyor. Bu doğru, ama dahası var. Londra Üniversitesi’nde görev yapan Doktor Caspar Addyman’ın yaptığı araştırma, bebeklerdeki gülümsemelerin bir iletişim biçimi olduğunu; onların beyni ve gelişimleriyle ilgili ipuçları sunduğunu ortaya çıkardı. İnternet üzerinden başlattığı araştırma anketinde çeşitli ülkelerde yaşayan birçok aileye bebeklerini en çok neyin güldürdüğünü soran Dr. Addyman, 600’den fazla kişiden yanıt aldı. Gelen yanıtları, bebekleri güldüren unsurların aslında ebeveynlerini anlayıp anlamadığına dair ipuçları olarak yorumlayan Dr. Addyman, söz konusu yanıtlardan espri anlayışının küçük yaşlarda ortaya çıktığı ve bebeklerin gelişiminde önemli rol oynadığı sonucuna vardı. Bu yolculuk İnsan beynİne “İnsan Beyni Projesi”yle bilgisayarların da insan beyni gibi karmaşık ve hızlı çalışabilmesi hedefliyor. n Teknoloji hızla ilerliyor. Ancak ne kadar gelişirse gelişsin, teknolojinin de ulaşamadığı noktalar var kuşkusuz. İnsan beyni bunlardan biri ve biliminsanları gizemini koruyan bu alanla ilgili çalışmalarına henüz noktayı koymadı. Son olarak çoğu Avrupa Birliği üyesi ülkelerde bilimsel faaliyet gösteren 135 kurum, 10 yıl sürecek uzun soluklu bir çalışmayı, “The Human Brain Project (HBP) / İnsan Beyni Projesi”ni hayata geçirmek için kolları sıvadı. Bir kısmı Avrupa Birliği tarafından finanse edilen ve 1,5 milyar Dolar’a mal olması beklenen projeyle insan beyninin işleyişini bilgisayar ortamına taşıyacak teknolojilerin geliştirilmesi amaçlanıyor. Beyinle ilgili araştırmaları içeren yayınları bir araya getirerek önemli bir veri tabanı oluşturmak da bu projenin hedefleri arasında. 100 milyar sinir hücresi ve 100 trilyon sinaptik bağlantı içeren insan beyni, karmaşık yapısıyla biliminsanlarının her zaman ilgisini çeken bir alan. Hâlihazırda beynin işlevlerini taklit edebilecek düzeyde olmayan bilgisayar teknolojilerinin, on yıl boyunca yürütülecek çalışmalar sayesinde insan beyni kadar karmaşık ve hızlı çalışma yetisine ulaşabilmesini yönelik bu projenin sonuçlarını bekleyip göreceğiz. Norveç enerjisini çöpten çıkarıyor n Kömür, petrol, gaz ya da nükleer… Bunlar günümüzün en önemli enerji kaynakları. Peki, alternatifi yok mu? Enerjisinin bir bölümünü çöp bidonlarında arayan Norveç göz önünde bulundurulsa, bu soruya “hayır” diyerek yanıt vermek pek mümkün değil. Evlerden toplanan çöpü enerjiye dönüştüren santrallerden en büyüğünü Klemetsrud’ta konumlandıran Norveç, sadece kendi sınırları içindekileri değil, İngiltere başta olmak üzere birçok ülkeden toplanan on binlerce ton çöpü bir araya getiriyor. Taşıyıcı bantlarda birbirinden ayrıştırılan çöplerin geri dönüşüme müsait olanları çıkartıldıktan sonra, kalan yığınlar yakılarak başkent Oslo’nun ısınma ve elektrik ihtiyacını karşılıyor. Enerjiye aktarılan çöp miktarı, yılda 300 bin ton. Dört ton çöpten elde edilen enerjinin bir ton akaryakıta eşit olması ve bir ton akaryakıtın Oslo’da ortalama bir evin altı aylık ısınma ihtiyacını karşılayabilmesi, potansiyelin büyüklüğünü kanıtlıyor. Bununla birlikte Norveç modelinin çevre dostu olup olmadığı konusundaki görüşler muhtelif. Kimi çevreci kuruluşlar, aslonanın az çöp çıkarmak olduğunu, bu sisteminse insanları daha çok çöp üretilmesini teşvik ettiğini savunuyor. 6 İSTASYON Çirkinler de sevilir! n Güzellik göreceli bir kavram… Biri için çok güzel olan bir eşya, bir hayvan ya da bir insan, diğerinin gözüne çok çirkin görünebilir. Ama güzellik gibi çirkinlik de tescillenebilir. Tıpkı bizim literatürümüzde “Damla Balığı” olarak adlandırılan Blobfish gibi. Hayvan sevgisi konusunda en sınır tanımazı bile birkaç dakikalığına düşünmeye sevk eden bu balık, dünyanın en çirkin hayvanı oylamasında birinciliği hiçbir türe kaptırmadı ve Çirkin Hayvanları Koruma Derneği’nin maskotu seçildi. Nesli tükenmekte olan, ancak pandalar gibi sevimli olmadıkları için korunmaya alınmayan hayvanlara dikkat çekmeyi amaçlayan Dernek, bir oylama düzenledi. Oylamanın sonuçları Newcastle’daki İngiliz Bilim Festivali’nde açıklandı. Avustralya’nın güney doğusundaki adalarda ve Tazmanya civarında, okyanusun 200 ila 600 metre derininde yaşayan; yengeç ve ıstakozla beslenen Damla Balığı, 10 bin oy alarak listenin ilk sırasına yerleşti. Acİl durumda, güç dİreksİyonda Gece”, sekiz saatlik uygunun önemli olduğunu cengâverce savunanları bile düşünmeye yöneltecek nitelikte. Zira incelemesini Homeros’un Odysseia’sından Nijerya’daki modern kabileler üzerinde gerçekleştirilen antropolojik incelemelere kadar, birçok edebi ve bilimsel esere, günceye dayandıran Ekirch, 500’ü aşkın yerde “bölünmüş uyku” düzenine ait ibare olduğunu söylüyor. 1500’lü yılların sonlarına kadar, insanların gün batımında ilk uykuya yattıklarını, dört saat uyuduktan sonra iki saat kadar uyanık kaldıklarını ve tekrar uyuduklarını belirten Ekirch, uyku molasında insanların yiyip içtiklerini, komşu ziyaretlerinde bile bulunduklarını belirtiyor. n Yollarda meydana gelen kazaların önüne geçebilmek amacıyla sektörün tüm oyuncuları var güçleriyle çalışıyor. Kazaların önemli bölümü sürücü hatası nedeniyle oluşsa bile, otomobil üreticileri, bir yandan araçları daha güvenli kılacak yöntemleri araştırırken ihmal ve dikkatsizliğin önüne geçebilecek yöntemleri bulmak için de mesai harcıyorlar. Örneğin Ford… Dünyaca ünlü marka, Almanya’daki tesislerinden birinde çarpışma riskini saptayınca kontrolü sürücüden devralma yeteneğine sahip bir direksiyonu geliştirmek üzere kolları sıvadı. “Obstacle Avoidance / Engelden Kaçınma” adı verilen sistem, 200 metrelik bir mesafeyi tarayan üç radar, bir dizi ultrasonik sensör ve bir kameradan oluşuyor. Çarpışma riskinin belirdiği anlarda aktif hale gelen sistemde sürücü, araca monte edilen ekran vasıtasıyla hem görsel hem de sesli olarak uyarılıyor. Sürücü bu uyarıları dikkate almaz; frene basarak ya da direksiyonu kırarak tepki vermezse, sistem tamamen devreye girerek direksiyonu sürücüden alıyor. Deneme aşamasındaki bu proje, piyasa gözlemcileri tarafından geleceğin sürücüsüz arabaları için atılmış adım olarak görülse bile daha güvenli bir sürüşe sevk eden sistemler üzerine yapılan tek çalışma bu değil. BMW, Volkswagen, Volvo gibi otomobil devleri, kazaları önlemeye yönelik birtakım projeler yapmıştı. z8_GND_5296 Ford tarafından geliştirilen “Engelden Kaçma” sistemi, sürücünün duyarsız kaldığı durumlarda çarpışmanın önüne geçmek amacıyla direksiyon kontrolünü devralıyor. n Gökbilimciler, bugüne kadar tespit edilen en uzak galaksiyi de keşfetmeyi başardılar. Dünyaya 30 milyar ışık yılı uzakta olan ve Büyük Patlama’yı izleyen dönemle ilgili önemli bilgiler sunması beklenen galaksiye verileni isim de hayli ilginç: z8_GND_5296. Bulguları Nature dergisinde yayınlanan araştırma, Amerika’daki Texas Üniversitesi tarafından yürütülüyor. Dünyanın da içinde bulunduğu Samanyolu’nun yüzde 1 veya 2’si kadar bir kütleye sahip yeni galaksinin ağır metaller bakımından zengin olduğu düşünülüyor. Bu galaksinin ilginç bir özelliği de gaz ve toz bulutlarını Samanyolu’ndan yüzlerce kat daha hızlı döndürerek hızla yeni yıldızlar oluşturması. İSTASYON 7 HABERLER Nissan geleceğİn otomobİlİnİ arıyor n 22 Kasım ila 1 Aralık tarihlerinde düzenlenen Tokyo Otomobil Fuarı’nda, Nissan yine dikkatleri üzerine çekmeyi başardı. Qashqai ve Juke gibi ilginç modelleriyle otomobil tasarımında yeni bir çizgi yaratan şirket, şimdi de teknolojinin son olanaklarını otomobillerine entegre etmeyi hedefliyor. Eylül ayındaki Frankfurt Otomobil Fuarı’nda sürücüler için geliştirdiği Nismo Watch adındaki akıllı kol saatini tanıtan Nissan, Tokyo’da ise Google Glass gözlüklerine benzeyen, E3 adını verdikleri özel gözlük bilgisayarını teknoloji meraklılarıyla buluşturdu. Şirket böylece giyilebilir sürüş sistemleri konusunda NİSSAN E3 Kulağa renk geldi AKG K619 n Yılın son ayında atağa geçen şirketler, birbirinden ilginç ürünlerini tüketiciye sundular. AKG de rengârenk yeni kulaklıklarını raflara yerleştirdi. Şirketin AKG DJ serisine, hem profesyonellerin hem de müzikseverlerin rahatlıkla kullanabileceği K619 kulaklıklar eklendi. Renk ve tasarımlarıyla göz alıcı niteliğe sahip bu kulaklıkların, kablo üzeri kontrol ve mikrofon özelliği bulunuyor. Siyah, mavi, yeşil, turuncu, pembe ve kırmızı renk seçeneklerinden herhangi birini almanız için sadece 100 Dolar ödemeniz yeterli. www.us.akg.com iddialı olduğunu ortaya koydu. Henüz detaylı olarak bilgi verilmeyen E3 için 30 saniyelik bir tanıtım videosu yayınlandı. Juke gibi bir tasarımdan sonra BladeGlider ile artık sınırları iyice zorlayan Nissan, otomobille sürücüyü entegre etmeye kararlı. Yeni amiral gemisi HTC ONE MAX Mac’lere göre WD MY PASSPORT AIR n Apple bilgisayar kullananlar için özel olarak tasarlanmış bir harici disk ister misiniz? WD My Passport Air, tam size göre. Mac’lere uygun, tüm gövdesi alüminyumdan tasarlanmış bu belleğin kapasitesi 1 TB ve üç yıl garanti sunuyor. Yılın son aylarında satışa sunulan My Passport Air’ın fiyatı 199,99 Dolar 8 İSTASYON n HTC, ses getiren ürünü HTC One’ın ödüllü tasarımını, işlevselliğini ve performansını daha büyük ekrana taşıyor. HTC One Max adı verilen akıllı telefon, 217 gram ağırlığında ve 5,9 inç (15 cm) Full HD 1080p ekranıyla ismini hak ediyor. Artık üst seviye telefonlarda rastlamaya başladığımız Parmak İzi Tarama özelliğiyle kullanım rahatlığı ve güvenlik artırılmış. Yeni HTC Sense 5.5 arayüzü, BlinkFeed, Zoe ve BoomSound gibi özellikleri de cihazın yeteneklerini artıyor. Hem fotoğraf ve video çekimi hem de görüntü kalitesi açısından bir hayli iddialı telefon, dört çekirdekli 1,7 GHz hızında Qualcomm Snapdragon 600 işlemci sayesinde yüksek performans vaat ediyor. Nokia tablete Windows’tan gİrdİ n Son ürün serisi Lumia ile akıllı telefon pazarındaki çetin rekabetten kopmayacağını gösteren Nokia’nın, Microsoft tarafından satın alınmasıyla yeni bir kulvara girdiği kesin. Akıllı telefonlarında Microsoft’a ağırlık veren tek marka durumundaki Nokia, uzun süredir sessiz olduğu tablet pazarına sonunda giriş yaptı. Şirket kendisinin ilk tabletini Lumia 2520 adıyla yine Windows platformunda çıkardı. 10,1 inç boyutundaki HD ekranı ve 650 nit ekran parlaklığıyla gün ışığında dahi rahatlıkla ekranı kullanmayı sağlıyor. 6.7MP kamerasıyla da iddialı olan bu tablet, Windows RT 8.1 sistemi üzerinde çalışıyor. Lumia 2520 ile gelen yeni bir özellikse hızlı şarj olabilmesi. Bu sayede tablet bir saat içinde yüzde 80’e kadar şarj edilebiliyor. Bununla birlikte Nokia, Lumia’larda geliştirdiği özel yazılımları, tablete de taşıdı. DreamWorks Animation ile birlikte geliştirdiği interaktif oyun “Dragon’s Adventure”, hem görüntülerin hem de videoların harita üzerinde öykü gibi canlandırılabilmesine sağlayan Nokia Storyteller, Nokia Video Director ve HERE Haritalar Akıllı saatler olsun tablete taşınan yazılımlar arasında bulunuyor. Lumia 2520’nin şık aksesuarıyla klavyesi Nokia Power Keyboard ise beş saatlik ek pil ömrüne ve iki adet dâhili USB girişine sahip. Koruyucu kılıftaki tam işlevli tuş takımı aynı zamanda harekete duyarlı trackpad’e de sahip. Böylelikle Lumia 2520’de yazı yazma deneyimi dizüstü bilgisayara yaklaşıyor. Parlak kırmızı ve beyaz renk seçeneklerinin yanı sıra mat yüzeyde gök mavisi ve siyah renk seçenekleri de bulunan ürünün 499 Dolar’dan satışa sunulması bekleniyor. n Samsung geçtiğimiz IFA etkinliğinde tanıttığı akıllı saati Galaxy Gear’ı Türkiye’de satışa sundu. 799 TL fiyatla satılacak saatler; Jet Siyah, Kahve Grisi, Vahşi Turuncu, Yulaf Beji, Gül Sarısı ve Limon Yeşili gibi ilginç renklerle üretildi. Galaxy Gear, 1.63 inçlik Super AMOLED ekrana ve 1.9 megapiksellik bir kameraya sahip. Samsung Galaxy Gear, bluetooh ile telefona bağlı kalarak çağrılar, metin mesajları, e-postaları saate iletiyor. iPhone’a konsol gücü LOGITECH POWERSHELL n iPone mobil oyun alanında, tam bir çığır açtı. Güçlü donanımı ve dokunmatik ekranıyla oyunseverlerin kalbini kazanmayı başardı ve devasa bir endüstri yarattı. Ama iPhone bile olsa elimizdeki mobil bir cihaz ve pil ömrü gibi önemli kısıtları var. Oyun tutkunlarının yakından bildiği Logitech, yeni oyun kontrolörü Logitech PowerShell Controller + Battery ile pil ve oyun zevkini katlıyor. Konsol oyunları için tasarlanan Logitech PowerShell Controller + Battery, iOS 7’yi destekleyen iPhone 5s, iPhone5 ve 5’inci Nesil iPod touch’lardaki oyun oynama süresini artırıyor. Oyun konsolunu kullanmak için sadece uyumlu iPhone ya da iPod touch’ı kontrolörün içine yerleştirmek yeterli. Aksesuar sayesinde tüm ekranı, oyunu görmek için kullanabiliyorsunuz. Özel tasarımıyla uzun saatler boyu oyun keyfi sunan kontrolör, cebinize ya da çantanıza kolayca sığan küçük ebatlarıyla en zor ve karmaşık oyunları dilediğiniz her yere götürme fırsatı sunuyor. iPhone ve ya iPod touch ile beraber kullanılan Logitech Powershell Controller + Battery, açma-kapama, ses, kamera, hoparlör tuşlarına, kulaklık ve şarj girişine doğrudan erişim sağlıyor. Aksesuarın analog offscreen tuşları konsol oyuncularına tanıdık ve eşsiz oyun deneyimi yaşatırken, dPad (yön tuşları), arka tuşlar ve aksiyon tuşlarıysa oyunu rahatça kontrol etmelerini sağlıyor. iOS 7 desteğiyle çalışan oyunların çoğuna uyumluluk gösteriyor ve Bastion, Fast & Furious 6: The Game, MetalStorm Aces, Galaxy On Fire 2™ HD, Nitro™ gibi oyunlarla çalışıyor. 1500 mAh baterisiyle iPhone 5s, iPhone 5 ya da 5’inci Nesil iPod touch cihazlarını şarj edilebiliyorsunuz. Ürün Aralık ayında, Avrupa’daki Apple Store ve diğer mağazalarda 99,99 Dolar’dan satışa sunuldu. Daha çok bas HTC BOOMBASS n HTC’nin tek yeniliği One Max değil, ses sistemlerine de bir hayli önem veren şirket, bir süre önce Beatstudio ile geliştirdiği, telefonlarda kullanılan, BoomBass özelliğiyle birlikte sunulan BoomSound harici kablosuz hoparlörünü tanıttı. HTC bu aksesuar aracılığıyla, Bluetooth üzerinden daha net ve daha güçlü bir bas sunan amplifikatöre sahip, 6 santimlik mini bir subwoofer yarattı. İSTASYON 9 HAYAT Aşıklı Höyük’te yapılan arkeolojik kazıda bulunan, günümüzden yaklaşık 10 bin yıl önce yaşamış, 20–25 yaşlarında bir kadının trepanasyon uygulanmış kafatası, Aksaray Müzesi’nde sergileniyor. 10 bin yıllık geçmiş… ANADOLU’DA CERRAHİ 10 İSTASYON Aşıklı Höyük’te bir büyücü–doktor, Bergama’da bir filozof cerrah, tıbbın babası Koslu Hipokrat ve şifahanelerden yetişen binlerce hekim... Kötü ruhlar, topraktan çıkan kötü hava ya da mevsimlerin etkisi; nedeni ne olursa olsun cerrahlar binlerce yıldır neşterle iyileştirmeye çalışıyor. B irazdan ameliyata gireceğim! İnsan kendini nasıl hisseder, tahmin edebilirsiniz. Hasta ben olsaydım, korkardım. İlk kez bir ameliyatı görüntüleyeceğim ve bunun beni nasıl etkileyeceğini tahmin edemiyorum. Sadece çok heyecanlıyım. Ameliyathanede hazırlıklar sürüyor. Orta yaşın üzerinde bir hastaya, baş ağrılarına neden olan tümörden kurtulması için mikrocerrahi yöntemiyle açık beyin ameliyatı yapılacak. Çıplak gözle zor görülebilen çok küçük yapıların özel ameliyat mikroskobunun büyütücü etkisinden faydalanılarak ve çok ince aletlerle, ameliyat edilmesine mikrocerrahi deniyor. Çok zor görülebilen iğne ve iplikler kullanılarak, çapı 1 milimetreden daha küçük damar ve sinirler ameliyat edilebiliyor. Cerrahlar operasyon sırasında mikroskop özelliği olan gözlüklerle çalışıyor. Başkent Üniversitesi Hastanesi nöroşirurji uzmanlarından Prof. Dr. Hakan Caner, ameliyathanenin kapısında beni uyarıyor: “Cerrahi aletlerinin bulunduğu masaya yaklaşmayın. Aksi halde tüm aletlerin yeniden sterilize edilmesi gerekir.” Ameliyatın yaklaşık 6 saat süreceği tahmin ediliyor. Uzmanlardan oluşan ekiple birlikte maske ve bonelerimizi takıyoruz, dezenfektanlarla dirseğe kadar ellerimizi yıkıyoruz, steril ameliyat gömleğini giyip, eldivenlerimizi takıyoruz. Hakan Bey’in yüzüne bakıyorum. Herhangi bir gerilim belirtisi yok. İşinin gereği olan tüm ön hazırlıklardan emin ve olası sürprizlere hazır. Ameliyathane bölümü cerrahların tam sorumluluk ve yetki sahibi oldukları bir alan, dolayısıyla, bir aslanı ininde izler gibiyim. Ameliyat bir strateji gerektiriyor ve hastanın durumundaki değişimler bu stratejinin değiştirilmesine neden olabiliyor. Cerrah, ameliyattan önce birlikte çalışacağı ekibe, uygulayacakları stratejiyi adım adım anlatıyor. Ameliyata başlayıp, ulaşılmak istenen organa vardıklarında karşılaştıkları tablo tüm stratejiyi değiştirebilir; buna hazırlıklı olmaları gerek. Hastanın saçları kesilip, tıraş ediliyor ve üzeri dezenfekte işlemi için povidon iyot ile siliniyor. Anestezi uzmanı cihazların yardımıyla yaşamsal işlevleri sürekli kontrol ediyor. Saçlı deri kesiliyor, kafatası kemiğinden oval bir parça kesilerek yerinden çıkarılıyor ve hastanın beyni objektifimin önünde! Doktorlar beyindeki tümörü temizlemek için çalışırken, tanık olduklarım beni yaklaşık 10 bin yıl öncesine götürüyor. Anadolu’nun orta yerinde bir Neolitik Çağ yerleşimi olan Aşıklı’dayım... Tarihler İÖ 8 binleri gösteriyor. Bu kez karşımda kafatası cerrahi operasyonla delinen bir kadın var. Operasyonun neden yapıldığı belli değil. 20–25 yaşlarındaki kadının başında herhangi bir travma izi yok, ama omurlarındaki eğrilme, düş me sonucu bir yaralanmanın söz konusu olabileceğini gösteriyor. Başka ihtimaller de var; bu trepanasyonun (kafatası delgi ameliyatı) bir epilepsi vakasına müdahale, baş ağrısını tedavi ya da dini bir ritüel için gerçekleştirilmiş olması da mümkün. Binlerce yıl sonra, 1992 yılında Aksaray yakınlarındaki Aşıklı Höyük’te Prof. Dr. Ufuk Esin tarafından yürütülen kazılarda bulunan kafatasında yapılan kemik ölçümleri, bebeğiyle birlikte gömülen kadının operasyon sonrası yaşadığını ortaya koyuyor. Anadolu’da trepanas- İSTASYON 11 HAYAT Anadolu’da 23 farklı yerleşimde yapılan kazılarda bulunmuş 40’tan fazla trepanasyon örneği var. Bu örnekler cerrahinin ne denli eski bir geçmişi olduğunun da göstergesi. yon örnekleri konusunda araştırmalar yapan antropolog Prof. Dr. Metin Özbek’e göre, beyin ameliyatı geçirmiş kadının kafatasındaki trepanasyon deliği ameliyat sonrasında en az bir hafta yaşamış olabileceğini gösteriyor. Antropolog Prof. Dr. Yılmaz Selim Erdal, bugün Anadolu’da, 23 farklı yerleşimde yapılan kazılarda bulunmuş 40’tan fazla trepanasyon örneği olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Aşıklı’daki örnek Anadolu’da, bir canlıda yapıldığı ortaya konan en eski cerrahi olgulardan birisi olması açısından önemli.” Bu örnek aynı zamanda cerrahinin ne denli eski bir geçmişi olduğunun da göstergesi. Prof. Dr. Özbek, “Nöroşirurjinin tarihi Neolitik Çağa kadar uzanıyor” diyor. Beyin cerrahı Bekir Tuğcu ise “Anadolu’da Canlıda Yapılan İlk Trepanasyon Örneği: Aşıklı Höyük İnsanı” başlıklı çalışmasında, cerrahi tarihine ışık tutuyor. İnsanların 10 bin yıldan beri kafatasının belli yerlerinde delikler açarak baş ağrılarını gidermeye, epilepsiye çare bulmaya, kafatası içindeki basıncı hafifletmeye, travma sonrası kan ya da cerahat birikmesini önlemeye, kafatası kırıklarında kemik parçalarını temizlemeye, hatta kafatasında yuva yapmış kötü ruhları defetmeye çalışıp durduklarını anlatıyor. Tuğcu’ya göre, operasyonlar o konuda uzmanlaşmış tecrübeli “büyücü–hekim”ler tarafından gerçekleştirilmiş olmalı: “Neolitik Çağ ve hatta Mezolitik Çağda saptanan kafataslarındaki deliklerin büyük kısmının ölümden sonra açıldığı düşünülürse, uygulamanın genelde tıp dışı nedenlerle yapıldığı sonucuna varılabilir. Ölü insanın kafasının içinde var olduğu farz edilen kötü ruhun, açılan delikten dışarı çıkacağı inancı muhtemelen en önemli nedendi.” Tarih boyunca insanlar farklı nedenlerle kafatasında delikler açmışlar. İngiltere’de genç kız ve erkeklerin güzelliğini, ölmüş birinin kafatasından alınan parçayı taşıyarak koruyabilecekleri inancıyla yapılan operasyonlardan, hastalığa neden olduğu düşünülen kötü ruhların çıkması için yapılan operasyonlara kadar, çok farklı gerekçeler sıralanabilir. 10 bin yıl önce Aşıklı Höyük’teki operasyonu gerçekleştiren “cerrah”ın nasıl hazırlandığını tam olarak bilemesek de, trepanasyon bugün de Peru, Kenya, Malezya’daki ilkel kabilelerde görülen bir uygulama olduğundan, geçmişe yönelik tahmin yürütebilecek kadar bilgiye sahip olabiliyoruz. Bu kabilelerde operasyon öncesi acı duyumunun giderilmesi veya azaltılması için çok çeşitli yollar deneniyor. En yaygın olanı uyuşturucu etkisi bilinen bitkilerin kullanılması... Açık yara olan bölgede iltihaplanmanın önlenmesi için de bitkilerden yararlanılıyor. Malezya’da operasyon sonrasında, kafatası kemiği yerine konmadan önce ısıtılmış muz yaprağı ve bal uygulandığı biliniyor. 12 İSTASYON Kenya’nın Kisii kabilesinde ise operasyonu doktor–rahipler yapıyor; bu işlem bir meslek olarak kabul görüyor ve babadan oğula aktarılıyor. Prof. Özbek, Kisii kabilesinde yapılan bu ameliyatlarda başarı oranının yüzde 90’ın altına düşmediğini söylüyor. Girdiğim her ameliyatta üzerine basa basa yaptıkları “Alet masasına yaklaşmayın” uyarısı, kullanılan aletlere olan ilgimi daha da artırıyor. Masanın üzerinde onlarca alet var. Makaslar, pensler, spatüller, farklı boylarda neşterler, iğneler... Beyin cerrahisi ya da diğer cerrahi dallarında kullanılan aletlerin şekli çok fazla değişim göstermese de bu aletlerin hangi malzemeden yapıldığı, yaşanan dönem ve topluluğun kültürüne göre değişkenlik gösteriyor. En eski aletler bazalt ve çakmaktaşından yapılanlar. Volkanik püskürmeler sonucu etrafa saçılan küllerin sıkışmasıyla oluşan bazalt taşı, yüksek ısıda sıkışmış olması nedeniyle hijyenik, parlak ve keskin olma özelliğine sahip. Operasyon sırasında, müdahale edilen damardan akacak kanı durdurmak için kullanılan damar sıkma (kan dindirme) pensinin bir örneği de Zeugma’daki garnizon mahallesinde ortaya çıkarılmış. Geçmişte kullanılan sonda, spatül, penset, forseps gibi aletler, bugün de ameliyatlarda kullanılanlara benziyor Yaklaşık 5 saat süren by–pass ameliyatı tamamlandıktan sonra ameliyat ekibi, hastayı odasına götürmeden önce, bacak ve göğüs kafesinde açılan bölümlere son müdahaleleri yapıyorlar. SEYAHATNAME’DE DE VAR Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde aktardığı, Viyana’da seyrettiği bir beyin ameliyatı geçmişte kullanılan yöntemler hakkında bilgi veriyor: “Kefereyi dört ayaklı ipekli bir sedir üzerine yatırdılar. Başı Adana kabağı, gözleri Mardin encası, burnu Mora patlıcanı gibi şişmişti. Hekimbaşı cümle kefereleri dışarı koğup mecruha (yaralıya) hemen safran gibi bir su içirip onu kendinden geçirdi. (...) Hizmetkârı mecruhu kucağına alınca, hekim adamın başının takke kenarı yerin etrafına tasma–kayış bağladı. Bir keskin ustura alıp, herifin alnının derisini iki kulaklarına kadar çizip sağ kulağı yanından deriyi biraz yüzünce kafa kemiği bembeyaz göründü. Cerrah hemen şakaktaki ek yerinden kafayı delip bir demir mengene sokup burmaya başladı. O burdukça herifin kellesinin kapağı takke gibi kalkmaya başladı… İçinde beyninin enseden tarafı göründü. Kellenin içi kulaklara kadar solkan ve sümük gibi bazı salgılarla dolu olup beynin yanında tüfek kurşumu (kurşun) kâğıdıyla durur… Cerrahbaşı ağzıma mendil koyup kafa içine baktığımdan dolayı bana, ‘Niçin ağzını ve burnunu kapayıp bakarsın’ dedikte, hakir (ben), ‘Belki bakarken aksırırım, öksürürüm. Herifin kellesinin içine rüzgâr girmesin diye kapadım’ dedim. Cerrah, ‘Aferin. Sen bu ilimle meşgul olsan kâmil üstat cerrah olurdun’ deyip aceleyle mecruh herifin beyni yanındaki kurşunu bir çift ile (cımbız) alıp sarı sünger gibi bir şeyle kurşu- nun durduğu yerdeki uyuşuk kanları (pıhtı), cerahatleri sildi, şarapla temizledi. Aceleyle kafayı yerine koydu, tepesinden ve çenesi altından kayışlarla bağladı. O dakika hizmetkârı meydana bir kutu getirdi. Kutunun içinde iri karıncalar vardı... Bunlardan birini demir çift ile alıp herifin kafa derisinin kesilen yerine yaklaştırınca aç karınca bir yerden iki deriyi birden ısırdı. O an cerrah karıncayı belinden makasla kesti ve karıncanın başı iki deri kenarını ısıra kaldı... Öyle öyle ekleyip bir kulaktan bir kulağa seksen karıncayı ısırtıp kesti. Sonra kurşun deliğine bir fitil sokup yarayı merhemledi. (...) Bu hakir, yedi gün gelip gidip adamı seyreyledim. Sekizinci günde herif iyileşip biraz hareket etmeye başladı. On beşinci gün kralın huzuruna götürdüler.” Hekimlere yasal sorumluluk koyan Hammurabi yasalarında, “Bir doktor operatör bıçağıyla derin bir yarık açarsa ve hastayı öldürürse ya da bıçakla bir tümörü açıp gözü keserse doktorun elleri kesilir. Eğer bir doktor kırık bir kemiği ya da insanların hastalıklı kısımlarını iyileştirirse hastalar ona nakit olarak beş şikel verirler” gibi tıp hukukuyla ilgili maddeler yer alıyordu. Anadolu’nun en eski uygarlıklarından Hititler’de ise sağlık söz konusu edilirken cerrahiden pek bahsedilmese de kırık, çıkık, yaralanma gibi durumlarda ortopedik ve cerrahi yöntemlerle hastanın iyileştirilmesi yoluna gidiliyordu. Bu durum, erkeklerin savaşlardan başlarını kaldıramamasından kaynaklanabilir. Bugünün aksine eski çağlarda kadın doktorların sayısı erkeklerden çok daha fazla. Muhtemelen, günümüze kadar ulaşan “kocakarı ilacı” deyimi de kadınların şifacı olduğu bu kültürlerden geliyor. Peki, kadın bu köklü kültürlerde şifacıyken, cerrahi nasıl oluyor da ağırlıklı olarak erkeklerin elinde olabiliyor. Günümüzde halen kadın cerrahların sayısı erkeklerinkinden az. Tarihteki en eski tıp okullarından biri olarak kabul edilen, Kahire’deki Heliopolis’e kadınların kabulü kısıtlanmıştı. Daha sonraları şifacı kadınlar ortaçağda cadılıkla suçlandılar. Ve cerrahi sahnesindeki erkekler, eskinin şifacı kadınlarından daha fazla öne çıkmaya başladı. Kos (İstanköy) Adası’nda doğan ve hekim babası tarafından yetiştirildikten sonra Anadolu’da ve doğduğu adada hekimlik yapan Hipokrat’ın, İÖ 4. yüzyılda ortaya attığı tıbbın ilk kuralı bugünün hekimleri için de geçerliliğini koruyor. Bugünün hekim adayları tıp fakültelerinde yüzlerce yıl önce “Primum nil nocere” (önce zarar vermeyiniz) diyen Hipokrat’ın yeminini tekrarlıyor. Günümüz hekimlik anlayışının babası Hipokrat olsa da tıpla cerrahinin kesin olarak ayrılması, “antikçağın ikinci Hipokratı” olarak anılan Bergamalı Galen (Doğudaki adı Calinus İSTASYON 13 HAYAT “... kutunun içinde iri karıncalar vardı. Bunlardan birini demir bir çifteyle alıp herifin kafa derisinin kesilen yerine yaklaştırınca aç karınca iki deriyi birden ısırdı. O an cerrah karıncayı belinden makasla kesti...” Hekim) sayesinde oluyor. Kaynaklar, Galen’den, şifalı bitkileri çok iyi tanıması ve önemli buluşlarıyla “eczacılığın babası” olarak da söz ediyor. Bir süre gladyatörlerin, ardından da Roma İmparatoru Marcus Aurelius’un özel doktoru olan Galen, vücuttaki damar sistemini keşfetmiş, kanın bedende devinimi hakkında akıl yürütmüş, fakat nasıl devridaim yaptığını anlayamamış. Omurilik boyunca dizilen sinirlere verilen zararın felce yol açtığı keşfi de Galen’e ait. Selçuklu döneminde kurulan Darüşşifalar, Anadolu’da neşterin tarihinde ayrı bir sayfa açıyordu. Burada bir yandan tıp eğitimi verilirken diğer yandan da hastalar tedavi ediliyordu. 1308–1309 yılında İlhanlı Hükümdarı Sultan Muhammed Olcaytu ve hanımı İlduz Hatun adına yaptırılan Amasya Darüşşifası, cerrahi müdahalelerle öğrencilere ameliyatların gösterildiği, uygulamalı bir öğretim yeriydi. Daha sonra ruh hastalarının da tedavi merkezi haline gelen Darüşşifa, bugün belediye konservatuvarı olarak kullanılıyor. Müslüman dünyasında ünlü hekimlerin yetişmesiyle birlikte Anadolu’da da cerrahi uygulamaları yaygınlık kazandı. 9’uncu yüzyılda, Sabit bin Kur- Cerrahideki Aletler Y üzlerce yıl önce kullanılmış cerrahi aletleri form olarak bugünkülerden pek farklı değildi. Ancak yapımlarında kullanılan malzemeler farklıydı. Farklı dönemlerde ortaya çıkarılan aletlerin çoğu bazalt, bronz ya da demirden yapılmıştı. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde ortaya çıkarılan cerrahi aletler arasında en çok forseps ve sondalara rastlanıyor. Urartu, Mezopotamya, Roma, Helen, Yunan, Bizans ya da Osmanlı döneminden kalmış sonda, penset, strigilis gibi cerrahi alet ve malzemeler ameliyatta, yaranın temizlenmesinde, ur çıkarma ya da katarakt tedavisinde kullanılıyordu (solda). Mezopotamya bölgesinde ilaçların ambalajlanması ve mühürlenmesine dair uygulama örneklerine rastlanıyor. Mezopotamyalı hekimler reçetelerde Tanrı Marduk’un sembolü olan RX işaretini kullanıyordu. Hekimler çeşitli ot karışımlarından ilaç hazırlamak için taştan yapılmış havanlar kullanıyorlardı. Roma döneminden kalma taş havan ve cam tokmak Gaziantep Müzesi’nde sergileniyor (altta). Penset 14 İSTASYON Cerrahi Alet Kutusu Polip Forsepsi ra tarafından anestezi kullanımı, katarakt ameliyatları ve insan anatomisinin daha derinlemesine araştırılmasıyla tıp güçlendi. Batı dünyası için Galen’in yaptığını Doğu’da İbni Sina yapıyordu; tıp ve cerrahiyi ayrı ele aldı. Enfeksiyon hastalıkları konusunda keşifler yapan İbni Sina, bulaşıcı hastalıkların yayılmasının azalması için karantina uygulamasının önerilmesi ve deneysel tıp konularında ortaya koyduğu yeniliklerle biliniyor. Sabuncuoğlu Şerefeddin’in Fatih Sultan Mehmet’e hediyesi olan Cerrahnâme–i İlhaniye adlı kitap Anadolu’nun cerrahiyle ilgili geçmişinden günümüze ulaşan ender yayınlardan biri. 18’inci yüzyıl Osmanlı hekimlerinden Bursalı Ali Münşi, Cerrahnâme adlı kitabında hekimin yaptığı gözlemlerin önemine dikkat çekiyor: “Hekim gözlerini ve kulaklarını kullanmak zorundadır; soru sormaktan utanmamalıdır. Her şeyi Galen ve Hipokrat’ın kitaplarında bulamazsınız.” Anadolu’daki her bir sağlık yurdunun ayrı bir hikâyesi olsa da Gevher Nesibe Mâristanı’nın (hastane) öyküsü, hüzünlü olması nedeniyle biraz daha öne çıkar. Selçuklu Beyi’nin kız kardeşi Gevher Nesibe’nin, önemli komutanlardan birine âşık olduğu, ancak kendisini mutlu edecek bu birleşmeye izin verilmediği için üzüntüden ince hastalık denen tüberküloza yakalandığı anlatılır. Ölmeden önce ağabeyine vasiyeti, kendi gibi hastaların tedavisinin yapılacağı bir hastane kurması olur. Vasiyeti yerine getirilerek Kayseri’de adına bir mâristan kurulur. Hem Gevher Nesibe hem de Turan Melek şifahanelerinin kadrolarında dâhiliyeciler, cerrahlar, eczacı ve asistanlar bulunduğu, gezgin hekim ve cerrahlar tarafından ameliyatlar da yapıldığı tahmin ediliyor. Özellikle bakır tel metoduyla katarakt ameliyatlarının yapıldığı ve buradaki loş ışıklı odaların, göz hastaları için uygun olduğu belirtiliyor. Tüm dünyada, cerrahide asıl büyük atılımlar, modern çağı yaratan buluş ve icatlar döneminin ardından yapılabiliyor. Osmanlı’da Askeri Tıp Akademisi’nin kurulması da bu döneme rastlıyor. 19’uncu yüzyılın ikinci yarısından sonra birçok hekim ileri eğitim için Fransa ve Almanya gibi Batı ülkelerine gönderiliyor. Cemil Paşa’nın Fransa’dan dönmesini izleyen süreçte ve antisepsi ve asepsi ile birlikte modern cerrahinin temelleri atılıyor. Bu ve sonraki dönemlerde birçok cerrahi işlemin yanı sıra nöroşirurji operasyonlarına tanık olunuyor ve 1909’da, daha sonra İstanbul Üniversitesi’ne dönüşen İstanbul Darülfünun Tıp Fakültesi kuruluyor. Geçmişin savaşlarında yapılan cerrahi müdahalelerde olduğu gibi Birinci ve İkinci Dünya savaşları sırasında da cerrahi deneyimlerde önemli artışlar yaşanıyor. Ancak ne yazık ki; Türkiye bu gelişmeyi Cumhuriyet’in ilk yıllarında olduğu kadar Yunan mitolojisinde tıbbın ve sağlığın tanrısı Asklepios’un asasına dolanmış yılan, günümüzde de hekimliğin ve tıbbın simgesi. Asklepios’tan sonra hekimlik sanatını kızı Hygea ve oğulları, Asklepiades adında bir lonca düzeni içinde sürdürmüş; Atina, Bergama ve İzmir’de babaları adına tapınaklar kurmuşlar. Asklepios ve kızı Hygea’yı yılanla birlikte tasvir eden kabartma İÖ 5. yüzyıla tarihleniyor. Selanik’te bulunan kabartma İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde sergileniyor. rahat izleyemiyor. Hatta, Osmanlı döneminde kullanılan anesteziye rağmen, Kurtuluş Savaşı sonrası yeni bir ülke kurmanın zorlukları ve II. Dünya Savaşı’nın olumsuz etkilerinin yaşandığı süreç sağlık hizmetlerine de yansıyor. 1956’da kurulan anestezi bölümü uzmanlık dalı olarak Türkiye’de yerleşene kadar hastayı ameliyat öncesi bayıltma işlemi, bu konuda eğitim almış hastane personeli tarafından yapılıyordu. Günümüzde Türkiye, kişi başına düşen cerrah sayısı açısından dünya standartlarıyla karşılaştırıldığında oldukça şanslı görünüyor. Dünya standartlarında 25 bin kişiye bir cerrah düşmesi yeterli görülürken, Türkiye’de 25 bin kişiye 1,27 cerrah düşüyor. Kuşkusuz bugünün hekimleri, hastası ölürse eli kesilecek Babilli hekimden ya da kafa derisini karıncaların ısırığıyla diken Viyanalı doktordan daha şanslı olsalar da taşıdıkları sorumluluk aynı. Bir cerrahın sezaryende, kalp ya da beyin ameliyatında müdahale ettiği her noktayı ve keseceği her bir damarı kendi eliyle koymuş gibi bulabilmesi için genel tıp eğitiminin üzerine 5–6 yıl daha uzmanlık eğitimi ve deneyimi olması gerekiyor. Peki, anatomi bilgisinin yetersiz olduğu eski zamanlarda hekimler doğru organı ve damarı nasıl biliyordu? Eski çağlarda ölüler üzerinde anatomik çalışmalar yapmak dinler ve din adamlarının baskısıyla yasaklanmış olduğundan bugünkü gibi kadavra üzerinde çalışma yapmak mümkün değildi. Hayvanlar üzerinde yapılan deneyler ve okulda öğrenilenler yetersiz kaldığında muhtemelen deneme yanılma yöntemiyle hareket etmek zorundalardı. Peki, cerrahlar ameliyatın her anında, göründükleri kadar net mi? Hiç korkmazlar mı? İnsan hayatının sorumluluğunu almanın ağırlığını hissediyorlar mı? Risk altındaki bir hayatı kurtarma sorumluluğunun verdiği ağırlığı umutla hafifleten cerrahlar, kimseye anlatmaları mümkün olmayan korku ve sorumluluklarıyla yaşamayı öğrenmişler. Prof. Dr. Bingür Sönmez, “Bir hastamın sağlığına kavuştuğunu görmek kaygılı, sıkıntılı anların yorgunluğunu alıp götürüyor” diyor. Nobel’e aday gösterilen Cenevre Üniversitesi Hastanesi Kardiyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Afksendiyos Kalangos, “Bir hayat söz konusu; heyecanlanmamak, tedirginlik duymamak mümkün değil. Ancak, o hayatı kurtaracağınızı düşünmek, önceki ameliyatlardan sonra iyileşmiş hastalarınızın gözlerinde gördüğünüz mutluluk her defasında güç bulmanızı sağlıyor” diyor. Bizler için “masada kalmak” deyimi ne kadar ürkütücü olsa da bir cerrah ancak korkularını hiçe saydığı noktada hayat kurtarma şansını yakalıyor. Ancak taşıdıkları ağır sorumluluk nedeniyle olsa gerek, iç dünyaları bize ameliyathanede yaklaşamadığımız alet masaları kadar mesafeli... Tarihin en önemli doktor ve cerrahları kabul edilen Koslu Hipokrat’ı, felsefede olduğu gibi hekimlik ve cerrahide de ilmini tüm dünyaya kabul ettirmiş Bergamalı Galen’i, Bursalı Ali Münşi’yi ve Anadolu’daki şifahaneleri düşündüğümüzde, 10 bin yıl öncesindeki trepanasyon işlemlerinden günümüzün suni kalp ve suni akciğer uygulamalarına uzanan cerrahi tarihine Anadolu’nun etkisinin güçlü ve büyük ölçekli olduğunu söyleyebilmek mümkün. “Primum nil nocere.” Oyuncu ve fotoğrafçı Deniz Kurtuluş, bir buçuk yıldır cerrahi operasyonları görüntülüyor ve bu konuda bir kitap hazırlıyor. Bu konu National Geographic Türkiye dergisinden özetlenerek alınmıştır, NG Türkiye abone hattı: 444 18 59 veya 0 850 222 18 59 İSTASYON 15 SÖYLEŞİ BİR TATLI HUZUR İSTİYOR 20 Dakika’daki rolüyle sekiz yıl sonra ekrana dönen Esra Akkaya ile eğrisiyle doğrusuyla oyunculuğu, dizi setlerindeki ağır çalışma şartlarını ve hayatına sığdırmayı başardıklarını konuştuk. SÖYLEŞİ: SELİN GÜREL FOTOĞRAFLAR: BEGÜM ÖZPINAR Y ıllar önce Mahallenin Muhtarları ile hayatımıza giren Esra Akkaya’nın, dizinin müdavimlerine kendini nasıl da çabucak sevdirdiğini hatırlıyor musunuz? Bu işi nasıl başardığını, onunla karşı karşıya gelince anlıyorsunuz. Pozitif enerjisi sayesinde, eğer isterse her işin altından kalkabileceğini hemen fark ettiriyor. Üstelik oyunculuk, hayatındaki tek sevda değil. Bir koltukta kaç karpuz taşıyor, biz sayamadık doğrusu. Ekrandan uzak kaldığı dönemde, önce kendine yatırım yapan, sonra bu yatırımı oyuncu adaylarının kazancına dönüştüren Akkaya, ekranı özlemiş olmasına rağmen tedbiri elden bırakmıyor. İçine sinen projelerde ve en önemlisi daha iyi şartlarda mesleğini icra etmek istiyor. Bu da en doğal hakkı değil mi? Bu, sıradan bir kafe değil. Bir işletmeden çok bir proje gibi. Ziyaretçilerin buradan ne şekilde faydalanabileceklerini sizin ağzınızdan dinleyebilir miyiz? Burayı, bir eğitim-kafe, aynı zamanda da eğlenebileceğimiz bir yer olarak hayal ettik. Eğitimlerin bir kısmı süreli, bir kısmı günlük. Hande Kazanova’nın verdiği bir astroloji eğitimi var. Ben de koçluk eğitimi veriyorum. Sağlıklı beslenme ve diyet programları konuşuyor, imza günleri yapıyoruz, sinema gecelerimiz oluyor. Yok yok… Aslında burası insanların kendi evleri gibi gördükleri ve kendi organizasyonla- 16 İSTASYON rını yaptıkları bir yere dönüştü. Evinizin salonu gibi. Bir yandan da burayı ilginç kılan dekorasyonu ve bu dekorasyonun satın alınabilir, ulaşılabilir olması. Eskileri dönüştürmeyi seviyorum. Sağdan soldan topladığım objeler, aynı zevke sahip olduğum insanlar tarafından beğeniliyor. Yani buranın konsepti, dekorasyonu bana ait, ama işin en eziyetli kısmını eşim yapıyor. Ben daha çok keyfini sürüyorum. Oyunculuk dışında birçok işle uğraşıyorsunuz. Fakat küçük yaşlardan beri oyunculuk hevesini içinde taşıyan biri olarak o ilk kıvılcımı büyüten ne oldu? Tevfik Gelenbe… 1982’de, Gelenbe’nin çocuk oyununda en yakın arkadaşım Çağla Kalafat oynuyordu. Onu izlerken, bir gün ünlü bir oyuncu olacağını ve çiçeklerle kulisine gideceğimi filan düşünürdüm. Ertesi sene, Çağla beni de oyuna soktu. Böylece 1983’te başladım, âşık oldum ve bir daha hiç kopmadım. Sonra Çağla gazeteci oldu, ben oyuncu. O dönemde mesleğe dair sizi heveslendiren, dikkatle takip ettiğiniz oyuncular var mıydı? Olmaz mı? Korhan Abay ile Altuğ Yücel’i Hayvanat Bahçesi’nde ilk izlediğimde çok etkilenmiştim. Hisseli Harikalar Kumpanyası’na defaten gitmiştim ve Nevra Serezli hep en büyük aşkımdı. Sonra hayalim gerçek oldu, Nevra Abla ile aynı oyunda oynadık. İSTASYON 17 SÖYLEŞİ Oyunculuk eğitimi çileli olarak bilinir. Küçük yaşlarda bu ideali gerçekleştirmeye çalışırken, seçiminizden pişmanlık duyduğunuz anlar oldu mu? Bir an bile pişman olmadım. Mesleki olarak asla. Ama pişman olduğum projeler olmuştur. Mesela 90 dakikalık dizilerde oynadığım için pişmanım. 20 Dakika’da çok mutluydum, çünkü belli bir rolüm vardı, fazla vaktimi almıyordu, ama oynadığıma değiyordu. En son Böyle Bitmesin diye bir dizide oynadım, attığım taş vurduğum kuşa değmedi. Canım çıktı. Hastaydım, doktora gitmek istiyordum, ona dahi göndermediler. Birden neden uzun süredir oyunculuk yapmadığımı hatırladım. Oysa 45 dakikayla başlamıştı her şey… Evet, sonra Mahallenin Muhtarları döneminde 80’lere çıktı. 100 sayfayı, bir kamerayla bir yönetmenle çekersen olmuyor tabii. O şekilde sürüneceğime başka bir iş yaparım, daha iyi. Biliyorum ki, tiyatro ile televizyonun çilesi çok farklı. Tiyatroda kendi geleneğinden gelen bir çile var. Bazen zor şartlarda çalışırsın, ama herkes eşittir, kendini iyi hissedersin. Onda bir sorun yok, zaten göze aldığın bir şey. Birine âşıksan dikenine katlanırsın ya, aynen öyle. Ama dizilerde birileri para kazansın diye, seni dibine kadar sömürüyorlar. Onu da bir noktada durdurmak gerekiyor. “Yerli dizi, yersiz uzun” çok güzel bir söz. Bunun bir an önce yerini bulması lazım. ney gibi diziler vardı. Bu sene sadece Muhteşem Yüzyıl ve Çalıkuşu’nu takip ediyorum. Dönem dizilerine özel bir ilginiz var galiba… İyiyse, evet. Nostalji hissini seviyorum. Yaratılan dünyayı seviyorum. Muhteşem Yüzyıl’da yaratılan dünya çok inandırıcı. Bakmaya doyamıyorsun. Ama Fatih’i sevmedim mesela. Bir hikâyesi yoktu. Ne izleyeceğimizi bilemedik. Üstelik çok sevdiğim bir oyuncum oradaydı. Reha Özcan. O dizide, her şeye rağmen inci gibi parlıyordu. Sizden sonra kardeşleriniz de oyuncu olmaya karar verdi. Ailenin öncüsü olmanın dezavantajını yaşadınız mı? Başlangıçta yaşadım. Konservatuvara girmek istediğimde annem bir cinnet geçirmişti. Ama babam destek çıktı. Veterinerlik Fakültesi’nde okuyordum. Başarılı bir öğrenciydim. Yine de ikna olacak gibi değildim. Mutlaka oyuncu olacaktım. Bu yüzden başta aileye kabul ettirmek kolay olmadı. Sarp ile Kaya o yoldan geçmedi. Nasıl olsa ailenin delisi oradan geçmişti. Ailem daha sonra mesleğimi, okulumu, okulumla birlikte getirdiğim arkadaşları çok sevdi. Sarp ile Kaya da biraz hazıra konmuş oldu. Sinemayla aranız nasıl? Sinemayı çok seviyorum, ama o beni görmüyor. Platoniğim. Çok sevdiğim yönetmenler var, üstelik hepsiyle aram da iyi. Ama öyle bakışıp duruyoruz. İnşallah bir gün oynarım. Öğrenci yetiştiren biri olarak, oyuncu adaylarına ne gibi tavsiyelerde bulunuyorsunuz? Şimdi eğitim alınabilecek çok çeşitli yer var. Konservatuvara girmek şart değil. İyi hocaları bulmak gerek. Craft’ta o kadar iyi eğitimler oluyor ki... Anthony Vincent Bova, Eric Morris’in metodunu öğretmek üzere her sene buraya geliyor. Bu bir nimet. Ben Bova’nın öğrencisiyim. Hayatımı değiştirdi. Son beş yılımı Bova’nın eğitimleriyle geçirdim. Konservatuvarda öğrendiklerim temelimi oluşturmuştu. Bova ile temelimi yıktım ve bir daha inşa ettim. İkizlerin ablası olmak nasıl bir hayat deneyimi sizce? Aralarındaki ilişkiyi kıskandığınız oluyor mu? Enteresan bir soru. Bana “Hiç kardeşinizi kıskandınız mı?” diye sorduklarında, “Asla” diye cevap veriyorum. Çünkü kardeşim olsun istemiştim. Ama aralarındaki ilişkiyi kıskandığım oldu. Hâlâ oluyor. İçim bazen cız ediyor. Birbirlerine olan sevgilerinin türü bir başka. İnsan kendini bazen yalnız hissediyor. Ama ablalık da çok tatmin edici, güzel bir his. TV’deki çıkışınız Mahallenin Muhtarları ile gerçekleşti. Orada çok zor bir işin altından kalktınız. Çok sevilen bir karakterin yerini yeni bir karakterle doldurmaya teşebbüs ettiniz ve başarılı oldunuz. O dönemde sizi ne cesaretlendirdi? Kandemir Konduk. Onun sevgisine inanıyordum. “O bana inanıyorsa, demek ki olacak” diye düşündüm. Cihat Tamer beni sahnede izlemiş. Yeni Baştan adlı oyunda, Cihan Ünal, Berna Laçin ve Cem Davran ile birlikte oynuyorduk. Cihat Tamer o oyunu izledikten sonra, Kandemir Ağabey’e gidip “Bir kız var, bence Şirin karakterini o oynamalı” demiş. Bizi tanıştırdıkları gün anlaştık. Sekiz yıl ekrandan uzak kaldıktan sonra, 20 Dakika ile TV’ye döndünüz. Neden bu kadar uzun bir ara verdiniz? 90 dakikalık diziler yüzünden. Mahallenin Muhtarları’ndan sonra Berna Laçin ile birlikte Bir Dilim Aşk diye bir dizide rol aldık. Orada da çok mutluydum. Yakın arkadaşımız Ümmü Burhan çekiyordu. Kendimi ailede hissettiğim bir işti. Yorgunluğumuzu pek anlamadık. Ama o sırada gidişat belliydi artık. İnsani şartlar ortadan kalkmıştı. Bir yandan da arkadaşlarımın teşvikiyle ajansı açtım. Sonra da oyuncu yetiştirdiğimiz ajansa odaklanmayı tercih ettim. Ama 20 Dakika çok iyi geldi. Özlemiştim. Ara verdiğiniz dönemde ajans dışında neler yaptınız? Kendimi eğitimlere verdim. Oyunculukla ilgili eğitim aldım, sonra hocalığa geçiş yaptım. Aldığım eğitimleri vermeye başladım. Altı-yedi yıldır oyuncu koçluğu yapıyorum. Şimdi dışarıdan danışmanlık hizmeti de veriyorum. 18 İSTASYON “Umarım yapılmamış bir şeyin parçası olurum, ‘İlk ben yaptım’ diyeceğim bir şeyle karşılaşırım.” Muhteşem Yüzyıl’a konuk olmanızın hikâyesi nedir? Timur Savcı çok sevdiğim bir dostum. Projeyi de çok seviyorum. Yağmur ve Durul Taylan ile bir gün de olsa çalışma fırsatı elde ettim. Gittiğime de değdi. İkinci bir mutlu set de odur. Timur’un setinde mutsuz olamazsın. Bir sahne oynadım, el üstünde tutuldum. Arkamdan hediyeler gönderildi. Çok hoştu. Sonra kardeşlerimi aldılar. Ben bir bölüm oynadım, onların ikisi birden diziye dâhil oldu. Hem bir oyuncu hem de bir izleyici olarak, TV’de bir diziyi izlerken kıstasınız nedir? Her şeyden önce hikâyesi. Sonra da oyunculuklar. Tabii ki reji de çok önemli. Ama kendi kriterlerim içinde, üçüncü sıraya koyabilirim. Şu aralar bu kıstasa uyduğunu düşündüğünüz dizi var mı? Bu, kötü bir sezon. Daha önce Ezel, Suskunlar, Kuzey Gü- Hayatınızın akışını değiştiren, bugünlere gelmenizde rol oynayan biri oldu mu? Müşfik Kenter. Oyuncu olan Esra’nın büyük bir kısmı Müşfik Kenter’in eseri. Elbette diğer hocalarımın, ailemin, herkesin emeği var. Çok yakın dostlarımın beni dönüştürdüğünü düşünüyorum. Çağla olmasaydı, muhtemelen oyuncu olmayacaktım. Sadece oyunculuk konusunda değil, Çağla ömrüm boyunca beni dönüştürmüştür. O yüzden hayatımın dönüm noktalarında Müşfik Kenter ve Çağla vardır. Hayatta aldığınız darbeleri savuşturmak, pozitif kalmak için ne yaparsınız? Aşkla tutunurum. Bu her şey olabilir. Bir tatil programı, almayı planladığım bir kıyafet, taşınma planı veya dönüştürmek istediğim bir obje olabilir. Her ne olursa olsun o şeye aşkla tutunurum. Önümüzdeki hafta bir battaniye örmeyi planlamak, benim için çok büyük bir neşe kaynağı olabilir. Küçük bir şeye büyük tutkuyla bağlanmak... Kolay kolay öfkelenmeyen birine benziyorsunuz. Sizi neler öfkelendirir? Aslında çok kolay öfkelenirim. Mesela bana yalan söyle ve nasıl delirdiğimi seyret. Yalana karşı hiç toleransım yok. Üzüldüğüm zaman da öfkelenirim. Birçok insan öyledir. İlk reaksiyonum üzüntü olarak çıkmaz. Kalbim kırılırsa öfkelenirim. Çabuk söner ama. “Affedersin” dersen biter. Oynamak istediğiniz, gönlünüzden geçen bir rol var mı? Yazılmış ve oynanmış bir şey için bu kadar kuvvetli bir hayalim yok. Umarım yapılmamış bir şeyin parçası olurum, “İlk ben yaptım” diyeceğim bir şeyle karşılaşırım. İSTASYON 19 KARİYER Herkes için sağlıklı ve güvenli iş YAZI: Özkan Pamukçu / İş Sağlığı ve Güvenliği Uzmanı İ ş ve işveren kesimlerinde son iki yılın en önemli mevzu İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu olsa gerek. 30 Haziran 2012 tarih ve 28339 sayılı resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu, 1 Ocak 2013’ten itibaren uygulamaya alındı, 2014’ün Ocak ayındaysa kapsamı daha da genişledi. Kanun, kamu ve özel sektöre ait bütün işlere ve işyerlerine, bu işyerlerinin işverenleriyle işveren vekillerine, çırak ve stajyerler de dâhil olmak üzere tüm çalışanlarına faaliyet alanlarına bakılmaksızın iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanmasını; mevcut sağlık ve güvenlik şartlarının iyileştirilmesi için görev, yetki, sorumluluk, hak ve yükümlülüklerinin belirlenmesini zorunlu kılıyor. Hayli uzun ve anlaşılması da biraz meşakkatli olan bu tanımı özetlemek gerekirse, 6331 sayılı bu kanun, iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması; bunun için de gerek işveren, gerekse çalışanların yapması gerekenleri belirleyen yasal yükümlülükler getiriyor. 30 Haziran 2012’de yayınlanan, 1 Ocak 2013’ten itibaren resmen işlemeye başlayan 6331 Sayılı Kanun’un uygulanmaya alınmasından bu yana tam bir yıl geçti. Büyük, orta ve küçük ölçekli işletmelerin aynı anda ve benzer şekilde uygulama gerçekleştirmeleri gerçekçi bir yaklaşım olmadığı için kademeli olarak hayata geçmesi öngörüldü. Buna göre kamu kurumlarıyla çalışan sayısı 50’yi bulmayan, iş riski “az tehlikeli sınıfta” yer alan iş yerleri için uygulama tarihi, kanunun yayımlandı- 20 İSTASYON ğı tarihten iki yıl sonrası olarak belirlendi. Çalışan sayısı 50 ve üzerinde olan, tehlikeli ya da çok tehlikeli olarak nitelendirilen işyerleri için bu süre bir yıl olarak tespit edilirken, diğer işyerleri için yayın tarihinden altı ay sonrası uygun görüldü. LÜKS DEĞİL, İHTİYAÇ Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın sorumluluğunda olan bu kanun çıkmadan önce, iş güvenliği ve sağlığı konusu işverenlerin inisiyatifinde yürütülüyordu. Diğer bir ifadeyle her işveren, dolayısıyla da her işyeri güvenliği sağlayan önlemleri kendisi alıyordu. Ancak gerek Dünya Çalışma Örgütü (ILO), gerekse Avrupa Birliği Konsey’inin 89/391/EEC sayılı direktifi tüm dünya ülkelerini olduğu gibi Türkiye’yi de harekete geçirdi. Türkiye’deki rakamlara bakıldığında, atılan adımın ne derece önem taşıdığı, dahası bunun bir lüks değil, ihtiyaçtan kaynaklandığı net şekilde anlaşılıyor aslında. Zira 2010 yılı istatistiklerine göre Türkiye’de 1 milyon 325 bin 749 işyeri var ve buralarda istihdam edilen kişi sayısı 10 milyon 30 bin 810’u buluyor. Yine aynı istatistiklere göre bu işyerlerinde meydana gelen 62 bin 903 iş kazasının 1454’ü ölümle sonuçlanmış. İş kazası ve meslek hastalıklarından kaybedilen iş günü sayısıysa 1 milyon 516 bin 24’e erişmiş durumda… Kazaların yüzde 80’inin çalışan sayısı 250’nin altında olan firmalarda meydana geldiği göz önünde bulundurulduğunda, kamu ya da özel sektör, büyük veya Bugüne kadar işyeri sahiplerinin inisiyatifinde olan iş sağlığı ve güvenliği, artık devletin kontrolünde. 2014’ün Ocak ayından itibaren kapsamı genişleyen İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu, her iş yerinde konuyla ilgili bir uzmanın bulunmasını; hem çalışan hem de işveren için sağlıklı ve güvenli bir ortam oluşmasını öngörüyor. İSTASYON 21 KARİYER Cezai yaptırımları da var İ ş Sağlığı ve Güvenliği Yasası, can ve mal kaybının önüne geçebilmek amacıyla özellikle işyeri sahiplerine yükümlülükler getiriyor. “Bu yükümlülüklere duyarsız kalan, söz konusu kanunu tam anlamıyla uygulamayan işverenleri neler bekliyor,” sorusunun yanıtına gelince. Kanun, böylesi durumlar için birtakım cezai yaptırımların olduğunu belirtiyor. Örneğin kanunun önceliklerinden olan risk değerlendirmesini yapmayan, yaptırmayan işverenlere 3 bin TL para cezası veriliyor, aykırılık devam ettiği takdirde bu miktar her ay için 4 bin 500 TL’ye yükseliyor. Acil durumla ilgili gereklilikleri yerine getirmeyenlere 1000 TL, -yasa uygulanmadığı takdirde, bu miktar her ay talep ediliyor-, konuyla ilgili çalışanlarını eğitmeyen işverenlereyse her bir çalışan için 1000 Lira ceza kesiliyor. küçük işletme ayrımı yapmaksızın tüm işyerlerini ve çalışanları kapsayacak yasal düzenlemeye duyulan ihtiyaç da ortaya çıkıyor. Büyük, orta ve küçük işletmeleri içine alsa da İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun muaf tuttuğu kurum ve kuruluşlar da yok değil. Fabrika, bakım merkezi, dikimevi gibi yerler hariç Türk Silahlı Kuvvetleri, genel kolluk kuvvetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarlığı’nın faaliyetleri bu yasaya dâhil değil. Ev hizmetleri; afet ve acil durum birimlerinin müdahale faaliyetleri; çalışanı olmadığı halde kendi adına mal ve hizmet üretimi yapanlar ile hükümlü ve tutuklulara yönelik infaz hizmetleri sırasında, iyileştirme amacıyla yapılan iş yurdu, eğitim, güvenlik ve meslek edindirme etkinlikleri de yasa çerçevesinde değerlendirilmiyor. HER İŞYERİNE BİR UZMAN Yukarıdaki satırlardan da anlaşılacağı üzere 6331 Sayılı Kanun, hayli geniş bir alanı içine alıyor. Yasadaki hükümlerin tam anlamıyla yerine getirilebilmesi, daha da önemlisi uygulanıp uygulanmadığının denetlenebilmesi için her işyerinde bu alanda uzman bir kişinin bulunması gerekiyor. Bu, yeni bir iş kolunun, “iş sağlığı ve güvenliği uzmanı”nın doğmasına vesile olan bir durum… Yasa bu alanda görev yapacakları, işyerinde iş güvenliğiyle ilgili mevzuat yükümlülüklerinin yerine getirilmesi için önerilerde bulunan, işverene bilgi veren ve rehberlik eden uzman kişi olarak tanım- 22 İSTASYON lıyor ve iş sağlığı ve güvenliği uzmanlarının çalışma koşullarını net biçimde açıklıyor. Buna göre kamu kurumlarıyla çalışan sayısı 50’den fazla olan ve az tehlikeli sınıfta bulunan işyerlerinde, yasa yayınlandığı tarihten iki yıl içinde; 50’den az çalışanı olmasına rağmen tehlikeli ya da çok tehlikeli sınıfta yer alan işyerlerinde bir yıl içinde diğer işyerlerindeyse altı ay içinde bir uzmanın bulundurulması gerekiyor. Uzmanların çalışma saatleri de belli bir düzenlemeye tabi tutuluyor. Uzmanların az tehlikeli olarak nitelendirilen yerlerde çalışan başına ayda en az 6 dakika, tehlikeli sınıfta yer alanlarda çalışan başına 8 dakika, çok tehlikeli yerlerde ise 12 dakika görev yapması gerekiyor. Konuyu tehlikeli meslekler ve çalışan sayısıyla ele aldığımızda ise ortaya şu sonuçlar çıkıyor: İş sağlığı ve güvenliği uzmanı, az tehlikeli olarak tanımlanan ve 2 binden fazla elemanı olan bir kurumda tam gün görev alması gerekiyor. Çalışan sayısı 2 binin katlarıysa eğer (4 bin, 6 bin vb.), uzmanların sayısında da artış oluyor. Tehlikeli sınıfta yer alan işyerlerinde tam gün bir uzman bulundurulması için çalışan sayısı 1500 olarak belirleniyor. Tıpkı az tehlikeli yerlerde olduğu gibi çalışan sayısı arttıkça (1500’ün katları) uzman sayısı da yükseliyor. Kaza riski çok yüksek olan yerlerde tam gün uzman bulundurmak için gereken çalışan sayısı ise 1000. Tıpkı az tehlikeli ve tehlikeli işlerde olduğu gibi çok tehlikeli yerlerde de çalışan sayısı ile birlikte uzman sayısı da artıyor. Önceki satırlarda da belirttiğimiz gibi Türkiye’de 1 milyon 325 bin 749 işyerinin bulunması ve bu işyerlerinde uzmanların görev alacak olması, belli bir istihdamı da beraberinde getiriyor. Dikkatlerin bu alan çevrilmesinin temel nedeni de bu durum zaten. Özellikle gençlerin tercihlerini bu meslekten doğru kullanmaları, akıllara “bu işin eğitimi nasıl ve nerelerde yapılıyor, dahası her isteyen uzman unvanını alabiliyor mu” sorusunu da getiriyor. Öncelikle bu eğitim, üniversitelerin ilgili fakültelerinde değil, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile bu alanda yetkilendirilmiş kurumlar tarafından veriliyor. Belli tarihlerde yapılan sınavlarda başarı sağlayanlar, sertifika almaya hak kazanıyor. Ancak iş Sağlığı ve güvenliği uzmanlığı, arzu eden herkesin eğitim alarak yapabileceği bir meslekler sınıfında yer almıyor. Bu mesleği icra edebilmek için ya Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile ilgili kuruluşlarda çalışma hayatını denetleyen müfettişlerden biri olmak ya mühendislik ve mimarlık fakültelerinin mezunları arasında bulunmak ya da kimyager, fizikçi, biyolog gibi teknik eleman kimliği taşımak gerekiyor. Eğitimlerinin ardından sertifika almaya hak kazanan iş güvenliği uzmanları, yönetmeliğe uygun olarak bir iş yerinde göreve başladıklarında bir nevi rehberlik hizmeti vermeye başlıyorlar. Diğer bir ifadeyle işyerinde tehlike oluşturabilecek tüm unsurlarla ilgili işverene öneri sunmak; kazaların tekrarlanmaması için yapılması gerekeni üst yönetime aktarmak; iş sağlığı ve güvenliğiyle ilgili risk değerlendirmesi yapmak ve uygulamak; sağlık ve güvenlik önlemleri konusunda fikir beyan etmek; çalışma ortamını gözetimi altında tutmak uzmanların görev tanımından birkaçı… İş sağlığı ve güvenliği mevzuatı gereği yapılması gereken periyodik bakım, kontrol ve ölçümleri planlayıp uygulanmasını sağlamak; acil durum ya da afet anında yapılması gerekenlerle ilgili eğitimleri ve tatbikatları düzenlemek; çalışanlar için eğitim planlarını oluşturup uygulanmasını sağlamak; gerekli bilgilendirme ve çalışma talimatlarını oluşturmak ve yıl içinde gerçekleştirdiği tüm faaliyetleri raporlayarak üst yönetime sunmak da iş sağlığı ve güvenliği uzmanının görevi kapsamında. Yasanın en iyi şekilde uygulanabilmesi için atılması gereken adımlar var. bunun için de işin içinde bulunan tüm birimlerin ortak hareket edebilmesi şart. ilgili çıkan haberlerin çoğunun gerçeği yansıttığı söylenemez. Hal böyleyken meslekle ilgili bir başka sorunun altını çizmek gerekiyor. Ücret politikasıyla ilgili spekülasyonları doğru kabul edip uzun süredir herhangi bir kurumda çalışacak fırsat bulamadığı için bu alana yönelenlerin bir kısmı, iş sağlığı ve güvenliği uzmanı olarak göreve başladıklarında ne yapacağını bilemiyor, dolayısıyla mesleğin saygınlığı zarar görüyor. Tek sıkıntı bu da değil üstelik. Yasanın sağlıklı şekilde hayata geçirilebilmesi için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, işyeri sahipleri ve iş sağlığı ve güvenliği uzmanlarının birlikte hareket etmesi gerekiyor ki, doğrusu da bu. Ancak şu aşamada, sorumluluğun önemli bölümünün uzmanların omuzlarına yüklendiği de bir gerçek. Uzmanın işini hakkıyla yerine getirebilmesinde Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimi (OSGB) veya İş Sağlığı ve Güvenliği Birimi’ne (İSGB) de hayli önemli sorumluluklar düşüyor. Bununla birlikte, işyerlerinde kadrolu bir eleman gibi çalışan ve maaşlarını iş yaptıkları şirketten alan uzmanların, mesleklerini özgürce, kısıtlamalarla karşılaşmadan icra edebilmeleri için Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın çatısı altında bulunmaları da sürecin sağlıklı işlemesinde etkin yollardan biri olabilir. Zira iş sağlığı ve güvenliği uzmanları kimi zaman işverenlerin farklı yaklaşımları, kimi zamansa işsizlik korkusu gibi nedenlerle görevlerini icra etmekte zorlanabiliyorlar. ATILMASI GEREKEN ADIM ÇOK Görev tanımı içinde çok fazla unsurun bulunduğu iş sağlığı ve güvenliği uzmanlarının, mesleklerinde ilerlemesi, kariyer yapması da mümkün. Fakat yeni bir meslek dalı olması ve örnek gösterilebilecek meslek erbabının bulunmaması, kariyer yapmanın önündeki en önemli engel. İşte tam da bu nedenle, eğitimlerini tamamlayıp sertifikalarını alan ve bir işyerinde göreve başlayan uzmanların çoğu, kariyer planı oluşturmaktansa uzmanlık sınıflarını yükselterek daha fazla ücret almayı hedefliyor. Söz ücretten açılmışken, kamuoyunda sıklıkla gündeme gelen bu konuya da açıklık getirmekte fayda var. Zira özellikle basında çıkan haberler takip edildiğinde, bu alanda görev yapanların Türkiye ortalamasının çok üzerinde rakamlar kazandığına dair spekülasyonlar üretiliyor. Konuyla İSTASYON 23 TARİHTEN Arife Tahtı’nın sedefkâri arkalığı. OSMANLI SARAY MÜCEVHERLER‹ Cihan devletinin 500 yıllık parıltısı Mücevher, saray ve hükümdarla anılınca daha değerlidir.Topkapı Sarayı hazinelerinde, cevherle donatılmış sonsuz çeşitlilikte eşya ve takılar var. Gül İrepoğlu bu hazineyi inceleyerek Osmanlı Saray Mücevheri adlı kitabı yazdı. B eyliğin imparatorluğa dönüşümü altının, gümüşün renkli taşların pırıltısını da beraberinde getirdi. Artık ihtişam zamanıydı. Murassa tören eşyaları sarayda yerini aldı, takılar, padişahın, haremini ve devlet adamlarının giyiminde vazgeçilmez unsurlar, kuyumculuk ise parlak bir sanat dalı oldu. Topkapı Sarayı’ndaki Hazine-i hümayuna ganimet ya da armağan olarak giren, satın alınan mücevherler, İstanbullu kuyumcuların yapıtları günümüzde saray müzesinde sergileniyor. Bu eserlerin çoğu, elmas, zümrüt, yakut, lâl, firuze; safir, topaz, zebercet, necef, yeşim, mercan, lapis, akik gibi değerli taşlar, irili ufaklı inciler bezelidir. Kuyum işlerinde fildişi, sedef ve abanoz, boynuz, balık dişi hatta papağan gagası da kullanılmış. Mücevher ve değerli taşlar salt ziynet değildi. Cevhernamelerde bunlarla ilgili inanışlar da vardır. Örneğin; Zümrüt takı sara hastalığını önler, taşıyana veba bulaşmaz, zehirli hayvan yanaşmaz, yakut taşıyanı ateş yakmazmış. Osmanlı kuyumcuları mücevherleri, kakma, kazıma, oyma (ajur), savadkârî, telkârî, taneleme, kalıp işi, hasır, kaplama, yaldızlama, minekârî ve firuzekârî gibi tekniklerle işlerler; Osmanlı üslubu motifleri, en özenli biçimde kabartma, oyma ve kakma teknikleriyle hatayîler, 24 İSTASYON rumîler, kıvrımlı dallar, hançer yaprakları ve Çin bulutlarıyla bezeli yüzeylere dağıtırlardı. İlk göz alan da taşlar değil, özenle işlenmiş eşya ya da takının bütünüydü. Topkapı Sarayı Hazinesi’ndeki eşyaların bazıları törenlerde, bazıları gündelik yaşamda kullanıldı. Taht ve askı gibi hükümdarlık alametleri; Kur’an ve kitap ciltleri, Kur’an mahfazaları, yazı takımları, divit, hokka, kalemdan, rıhdan, makta, makas, kalemtıraş, kağıt keskisi, kubur, levha, rahle, tesbih gibi dinsel yaşama ve yazıya ait eşyalar; matara, maşrapa, sürahi, ibrik, tabak, kaşık, kâse, tuzluk, fincan, fincan zarfı, buhurdan, gülâbdan, amberdan, şerbetlik, sakızlık gibi yeme içmeye mahsus eşya; beşik, örtü, yastık, makad, bohça, şamdan, kandil, avize, nahıl, ayna, tarak, kese, saat gibi özel eşyalar; kılıç, hançer, gaddâre, pala, kama, gürz, topuz, şeşper, meç, kargı, kalkan, ok ve yay kesesi (tirkeş-sadak), silahlık, barutluk, tabanca, tüfek gibi savaş gereçleri; at koşumu, at göğüslüğü, üzengi, kamçı gibi binicilik eşyaları; cerrah takımı, kıskaç, ustura gibi tıbbî gereçler, nargile, çubuk, ney, satranç takımı, âsâ, yelpaze, sineklik, şemsiye, baston, dürbün; geç dönemlerde gözlük gibi çağa ayak uyduran eşyalar… Hepsi Osmanlı saray mücevheri kültürünün parçaları olarak çıkar karşımıza. Bütün bunlar, saray yaşantısını, geleneklerini, törenlerini canlandırır; yüzyılların ayrıntılarına ayna tutar. Mevlevihane’nin atölyesinden çıkma dört ayaklı taht 1 Arife Tahtı’nın askısı. Sultan I. Ahmed (1603-1617), denilebilir ki padişahların en dindarıydı. Ayasofya’nın karşısında Atmeydanı’nda Sedefkâr Mehmed Ağa’ya yaptırdığı Ahmediye (Sultanahmet) Camii’nin ibadete açıldığı 9 Haziran 1617’den beş ay sonra 27 yaşında öldü. Osmanlı uygarlığına büyük mirası camii, saray hazinesindeki hatırası da olasılıkla yine bir Sedefkâr Mehmed Ağa eseri olan saray tahtlarının en narini ve zarifi Arife Tahtı’dır. Türk sedef sanatının en nefis örneği olan bu cıhar-tak (dört ayaklı) tahtın kubbeciğinden sarkan beyzî altın askısı zümrüt, yakut, zebercet taşlarla bezeli, halkasına da armudî zümrüt top ve kuyumcuişi püskül bağlanmış. Arkalığı, oturma alınlığı, basamakları bağa üzerine sedeften bitkisel bezemeler yansıtan bu eşsiz tahta Sultan Ahmed ve ardılları bayram arifelerinde Hasoda’daki tebriklerde otururlarmış. Bundan dolayı saray ortamında “Arife Tahtı” denilegelmiş. Kubbesinin içindeki yazıtta Sultan Ahmed için İstanbul’da yapıldığı öğreniliyorsa da sanatkarın adı yazılı değildir. I. Ahmed’i bu tahtta gösteren bir minyatür de yoktur. II. Mahmud Arife Tahtı’nda. İSTASYON 25 TARİHTEN Işıltısıyla padişahı gölgede bırakan at 3 Türkler için önemli olan at, Osmanlı sarayında mücevherli takımlarla donatılırdı. Hatta atların da padişahlar gibi sorguçları olur, değerli koşumlar, Raht Hazinesi’nde saklanırdı. Padişah atlarının koşumları göz alır, bazen padişahın giyim kuşamını gölgede bırakırdı. III. Murad’ın cuma selamlığını izleyen Stephan Gerlach, anılarında: “Padişah, evimizin önünden geçerek camiye gitti. Gayet sade kırmızı ve beyaz ipekten yapılma bir elbise giymişti. Oysa atı çok süslüydü ve eyerinin arkası firuzelerle bezenmişti…” diyor. II. Osman’ı çok II. Osman ve murassa koşumlu atı. Murassa tören matarası. Üç ayaklı zümrüt küpeler 2 Sultan I. Ahmed, bir şiirinde kandilleri caminin üç ayaklı küpelerine benzetir: “Köşe köşe üç ayaklı küpe gibi sarkar/ Cami’in hak bu ki mengûşına benzer kandil…” Buradaki ayak kelimesi, sallantılı küpelerin bugün avize denilen parçalarını gösterir. Hazine kayıtlarında 10 ayaklı küpe bile vardır. Levnî’nin (18. yüzyıl) giyinen kadın figüründe, üç ayaklı bir zümrüt küpe görürüz. Hazine’de bulunan, elmas ve zümrütlerin yarım çiçek biçiminde dizilerek oluşturduğu küpeler, bugün olduğu 26 İSTASYON gibi eski çağlarda da en sevilen takılar arasındaydı. Küpeler, bir harem kadınının vazgeçilmez süsüydü. Bunların değeri, kadının saygınlığını işaret ediyordu. Kösem Valide Sultan sarayda vahşi biçimde öldürüldüğünde, katiller kulaklarını yırtarak küpelerini de almışlardı; Claes Ralamb Seyahatnamesi’nde anlatıldığına göre sözde bu küpeleri Kösem’e eşi I. Ahmed yıllar önce “Kahire’nin bir yıllık geliriyle” almıştı. Elmaslı-zümrütlü saray küpesi. sevdiği Süslü (veya sisli) Kır adlı, murassa koşumlu atında gösteren ünlü minyatürü yakından incelendiğinde de atın padişahtan daha süslü olduğu görülür. Oysa bu genç padişah tahttan indirilip ölüme götürülürken bir yük beygirine bindirilecekti. O trajik sahneyi gösteren gravürle bu minyatür arasındaki tezat çarpıcıdır. Osmanlıların mücevherli at koşumları o kadar ünlüydü ki, yabancı saraylara yollanan hediyelerin başında gelirdi. 17. yüzyılda Çar Aleksey Mihayloviç’e hediye olarak gönderilen, içi sırmalı kadife kaplı, zümrüt yeşili mineyle hareketlendirilmiş lale motifli altından üzengiler, bugün Moskova’da Kremlin Sarayı Müzesi’nde bulunuyor. Kaşıkçı Elması’nın efsanesi Zümrütlü Lâle motifli üzengi. Hünkârın suyu altın matarada 4 Zümrüt küpeli harem kadını. At sırtında uzun süre gitmek, her an savaşmaya hazır olmak, Asya Türklerinin özelliğiydi. Bu yaşantıda su matarasının önemini söylemeye gerek yok. O zamanlar at terkisine bağlanan mataralar deriden yapılırmış. Yüzyıllar geçer, yaşantılar değişir, ama gelenek ölmez. Hünkârın suyunun konduğu, artık bir dünya imparatorunun altın matarasıdır ve değerli taşlarla bezelidir. Ama yassı gövde biçimini korur. 16. yüzyıldan itibaren padişahların altın mataraları vardır. Nakkaş Osman’ın Hünernâme’sinde törende taşınan böyle bir matara var. Padişahın suyunu arkasındaki Çuhadar Ağa taşırdı. Hazine’deki mataralardan özellikle biri, 16. yüzyılın bütün haşmetini yansıtır. Altın üzerine zümrüt ve yakut işlenmiş bu eşsiz matarada, kabartma, gömme-kakma işlemeler, kalemkâr tekniğinde hatayi çiçekler ve yapraklar, motif içinde motifler, göz kamaştırır. Yassı mataranın Kaşıkçı elmasından sorgucuyla I. Abdülhamid. iki yanında, ağzında inci tutan küçük ejderha başlarından birine mataranın ağırlığı (640 dirhem); Diğer tarafa “tecdid” sözcüğü yazılmış. Bu, eserin bir yenilemeden geçtiğini gösterir. Matara taşıyan çuhadar ağa (solda arkada). 5 Saray hazinesinin bu ünlü parçası 86 karatlık elmasın, IV. Mehmed zamanında saraya girdiği sanılıyor. I. Abdülhamid’in (1774-1789) sorgucunda görülen ünlü elmasın saraya 1770’ten önce geldiği kesindir. Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Zubde-i Vekaiyat’ta anlattığına göre bir yaymacı, Eğrikapı’da bulduğu bu elması üç kaşık karşılığı kaşıkçıya, o da 10 akçeye bir kuyumcuya satar. Elmas olduğu anlaşılır. Olay Veziriazam Mustafa Paşa’ya kadar gider. Bir başka hikayeye göre Madras Mihracesi’nden alınan elması, Napoléon’un annesi satmıştır ancak bu, I. Abdülhamid’in portresinde, elmas padişahın sorgucunda görüldüğünden asılsızdır. Armudî elması çevreleyen 49 iri pırlanta, sonradan eklenmiştir. İSTASYON 27 TARİHTEN III. Selim’in meşhur tesbihi Zümrütlü inci tespih. 7 Serçe parmaklarında yüzükleriyle III. Mustafa. Osmanlı padişah resimlerinin en ilginçlerinden biri olan III. Selim’in Konstantin Kapudağlı tarafından 1803’de yapılmış portresinde, padişah, gündelik yaşamında görülür. Ressam, hünkârın elindeki tespihi de bütün ayrıntılarıyla yansıtmıştır. Bu tespih halen Topkapı Sarayı Hazinesi’ndedir ve Konstantin Kapıdağlı’nın ünlü resminin ne kadar gerçekçi olduğunu kanıtlar. 40 santim uzunluğundaki tespihin imamesi üç parça zümrüt ve iki iri inciden oluşur. Tesbihin nişaneleri de zümrüttendir, püsküllerin ucu da damla biçimli tuşlarla sonlanır. İnci tespih, her dönemde makbul bir armağan olagelmiştir. Ceşmizâde Tarihi’nde anlatıldığına göre, Ramazan’da padişahın huzurunda yapıldığı için Huzur Dersleri denen Kuran tefsiri meclislerinde “gevher sübha” denilen değerli taşlardan yapılma tespihler çekilirmiş. Kimi padişahlar, gündelik yaşamlarında şahane tespihlerini yanlarında bulundururlarmış. Örneğin II. Abdülhamid, yeşim taşından tespihini her zaman cebinde taşırmış. Hazine-i hümayunda pekçok değerli tespih bulunuyor. 1878 tarihli sayım defterlerine baktığımızda, zümrüt, inci, mercan, yeşim, kehribar, akik ve sandal ağacından 74 tespihin kayıtlı olduğunu görüyoruz. Cezayir dayılarının, eyalet valilerinin saraya gönderdikleri hediyeler arasında değerli tesbihler de bulunurmuş. III. Selim’in ünlü inci tespihi. Zenginlik emaresi olağanüstü kemerler 8 Osmanlıların 500 yıllık mührü 6 Her hükümdar için kendisinin ve babasının ismini içeren dört mühür hazırlanır; bunlardan biri padişahta (mühr-ü hümayûn) diğer üç vekalet yüzüğü sadrazamda, hasodabaşında ve Haremin Şefi Kethûda kadında bulunurdu. Padişahlar, genellikle dört köşe zümrüt mühür yüzüğü tercih ederlerdi. III. Mustafa örneğinde olduğu gibi, serçe parmaklarına takılan bu yüzükler minyatür ve resimlere de yansır. Yavuz Sultan Selim’in siyah taşlı altın mühür yüzüğünün ise Osmanlı Hazinesi için özel bir önemi vardı. Hazine kethüdası, Enderun Hazinesi’nin dış kapısını bununla mühürlerdi. I. Selim Tebriz ve Mısır seferlerinden dönüşünde hazineyi ganimetle doldurduktan sonra bu mührün kullanılmasını şöyle vasiyet 28 İSTASYON etmişti: “Benim altunla doldurduğum hazineyi bundan sonra gelenlerden her kim mangır ile doldurursa hazine anın mührüyle mühürlensin ve illa benim mührümle mühürlenmeye devam olunsun.” Sonraki padişahlar, hazine varlığını daha yüksek düzeye ulaştıramadıklarından bu vasiyet imparatorluğun sonuna kadar tutuldu. Levnî’nin çizimiyle kemerli, sorguçlu rakkase. Lâle motifli tokalı saraylı kemeri. Kemer, hem kadın hem erkek giysisinin vazgeçilmez bir parçasıydı. Nakkaş Levnî’nin 18. yüzyıla ait ünlü rakseden kadın figüründeki kemer ve kemer tokası, başlıbaşına birer takıdır. Kemer kadının belini daha ince, yahut minyatürdeki gibi göbeğini daha dolgun gösterirmiş. Padişah ve vezirlerin kıyafetlerini de zengin kemerler tamamlıyordu. Takanın vücuduna uyması için, kemerler paftalar halinde tasarlanırdı. Hazinedeki sedef üzerine yakut ve firuze kakmalı ve fildişi kemer paftaları, kemerlerin gerektiğinde bozularak değiştirildiğini, paftaların yeni kumaşlara tutturulmak üzere saklandığını gösterir. Kemer tokası ise başlı başına bir takıydı. Örnekte gördüğümüz kemerin tokasındaki lale motifi, gümüş tellerle işlenmiş, inciler ve renkli taşlarla bezenmiş. Kemerler, aynı zamanda zenginliğin de emaresiydi. Wratislaw, 16. yüzyılda bir paşanın evinden çalınan elmas, yakut, firuze ve mercanlı murassa kemerlerin yüksek değerini masal gibi anlatır. Padişah türbelerinde de sorguçların yanı sıra sandukaların üzerine murassa kemerler sarılırdı. Padişahın ödüllendirdiği kişilere hil’at giydirilir, mücevher kemer bağlanırdı. Kanunî, bir beytinde Tanrı’ya şöyle seslenmiş: “Kimine verdin bihişt (cennet) ü hil’at ü tâc ü kemer/ Kiminin yerin(i) cehennem menzilin(i) nâr eyledin.” Gezgin Thevenot, 17. yüzyıl kadınlarını tanımlarken: “Dolamalarını giyer, bellerine yaldızlı gümüş veya paftalarının üzerine mücevherler kakılmış bir kuşak sarar; arasına küçük bir hançer sokarlar…” diyor. Mühür yüzük. İSTASYON 29 OTOMOBİL Röportaj: Sema Uludağ Fotoğraflar: Mustafa Kızıl G YAZI: PINAR DENİZER Bugün artık gelecektir Otomobil sektörünün önemli isimlerinden ve NTV’deki Saffet’in Garajı programının yapımcılarından Saffet Üçüncü, otomotiv sektörünün bugününü ve geleceğini dergimiz okurları için değerlendirdi. 30 İSTASYON “Saffet’in Garajı”, bundan neredeyse 20 yıl önce açıldı. Son birkaç yıldır ise NTV’de yayınlanan ve mekânla aynı adı taşıyan programların bir kısmı burada çekiliyor. eniş kitleler onu NTV’de yayınlanan “Saffet’in Garajı” adlı programla tanısa bile uzun yıllardır otomobil sektörünün içinde Saffet Üçüncü. Merakı otomobillerle sınırlı da değil üstelik. Binek araçlardan motosikletlere kadar tüm motorlu araçlara yönelik özel bir ilgisi ve bu ilgiyi besleyen bilgisi var. Bu da kendisini, özellikle gazeteciler nezdinde, sektörle ilgili gelişmelere yönelik bilgisinden yararlanılacak kişilerin başına yerleştiriyor. Malum 2013 geride kaldı. Yeni yılın son günlerinde, hem 2013’ü değerlendirmesi hem de yeni yılda ve gelecekte sektörde bizleri bekleyen yenilikleri paylaşması için Saffet’in Garajı’na gittik. Sağ olsun Üçüncü, bizim talebimizi geri çevirmedi. Biz kendisinin yoğun programının bir parçası olduk, o bize dev bir sektörün bugünü ve geleceğine yönelik kocaman bir dünyanın kapılarını araladı. 2013 otomobil sektörü için nasıl geçti ve 2014 öngörüleriniz nelerdir? 2013’te Türkiye otomobil sektöründeki gelişmeler, tam da beklediğim gibi oldu. Ufak tefek sapmaları dikkate almazsak imalatçılar ve ithalatçılar dâhil herkes hedeflediği noktaya ulaştı. Fakat 2014 için aynı durum söz konusu değil. Avrupa’da yaşanan krizi, Amerika’daki durumu göz önünde bulundurduğumuzda, ben imalat ve ithalatçıların yerinde olsam çok daha tedbirli olurdum. Türkiye’deki ekonomik durum çok farklı elbette, ama dış parametreler bir şekilde bizi de etkiyor. 2013 iyi geçmiş olabilir, ama bu kimseyi yanıltmasın. Otomobillerin çoğu ithal… Piyasadaki dalgalanmalar ve Euro’daki yükseliş, sektöre de yansıyacak, otomobil fiyatları istenilen düzeyde olmayacak, dolayısıyla ciddi problemler oluşturacaktır. Vergilerin düşürülmesi, küçük motorlu araçların gelmesi rahatlatıcı olabilir. Katıldığımız uluslararası fuarlarda satışlardaki daralmayı görüyoruz. Bu sadece binek değil, tüm motorlu araçlar için geçerli olan bir durum. Avrupa ve Amerika’da satışlarda yaşanan daralmanın ArGe’ye yapılan yatırımları etkilemediğini, Ar-Ge çalışmalarının tüm hızıyla devam ettiğini görüyoruz… Tabii ki devam edecekler. Son derece akıllıca yürütülen bir İSTASYON 31 OTOMOBİL strateji bu, çünkü bu alana yatırım yapanların hemen hepsi global ve iç pazarı olduğu kadar dış pazarı da önemseyen firmalar. Asya ülkelerinde, özellikle Çin ve Hindistan’da hareketlenmeler var. Keza Güney Amerika’da da... Global firmalar, bu ülkelere çok yüksek adette ürün satıyorlar. Avrupa ve Amerika’da kriz var diye yeni model yapmamaları söz konusu olamaz. Global anlamda çizgiyi bir seviyede tutabilmek için yeni tasarımlar yapmak zorundalar. Yenilikler sadece tasarım konusunda gerçekleşmiyor… Haklısınız, sektörde büyük bir değişim yaşanıyor. Turbo motorlarla birlikte motorlar küçülüyor; yakıt tüketiminde ve karbon emisyon değerlerinde ciddi azalmalar sağlanıyor. Yasal düzlemde öyle değerler talep ediliyor ki, tek başına içten yanmalı motorların bu değerleri karşılaması mümkün değil. İşin içine elektrikli, yani hibrid otomobiller giriyor. Fuarlarda yeni modellerden ziyade, hibrid otomobilin yükselişi ilgimi çekiyor. Hemen her markanın hibrid çözümleri var ve bu otomobillerin bir önceki modellerine göre yakıt tüketimi yüzde 40, karbon emisyon değerleri ise yüzde 4050 daha aşağıda. Elektrik motorunun otomobile girmesiyle beraber, radikal değişimler yaşanıyor. Elektrikli motorun kullanılması otomobilin ekipmanında; klimasında, direksiyonunda önemli aşama kaydedilmesini sağlıyor. Bunlardan biri güvenlik... Elektrik motorlar, software’i kontrol ederek otomobilin bazı şartlara uyum göstermesine aracılık ediyor. Hidrolik direksiyon eskiden motordan pompayla beslenirdi, şimdiyse elektrik motoruyla besleniyor. Elektrik motorda sürücü gazdan ayağını çektiğinde enerji kazanlığı için motora hiç yük olmuyor, bu da yakıt tüketimini ve emisyonları ciddi şekilde azaltıyor. Bu gelişmeleri, alternatif yakıt kaynakları geliştirmek için atılmış önemli bir adım olarak nitelendirebilir miyiz? Tabii… Alternatif yakıt, fuarlarda benim en çok dikkat ettiğim unsur. Alternatif yakıt konusunda elektrikli otomobiller önlenemez bir yükselişte. Bir iki yıl içinde değilse bile, 15-20 yıl sonra, elektrikli otomobiller hayatımızda ciddi biçimde yer alacak. Çünkü içten yanmalı bir motorun verimliliği yüzde 30-35 civarında, o da yeniyse. Elektrikli bir motorun verimliliğiyse yüzde 95’in üzerinde... Arada büyük bir verimlilik farkı var. İçten yanmalı bir motorda verdiğimiz enerjinin yüzde 60’ından fazlasını kullanamazken elektrikli bir motorda verdiğimiz enerjinin neredeyse tamamını harekete çevirebiliyoruz. Bunun bazı handikapları var; örneğin elektrikli motoru beslemek için pil gerekiyor. 200 kilometrelik bir menzil için 300 kilogramlık lityum bazlı pillerin olması lazım. Buralardaki sıkıntılar aşıldığında, elektrikli otomobillerin gelecekte çok önemli olacağı kesin. Zaten 2015-2016’da gelecek regülasyonlarla, birçok firma sadece içten yanmalı motorlarla yasal talimatları yerine getiremeyecek. Dolayısıyla 32 İSTASYON hibrid önümüzdeki dönemde bu regülasyonları karşılayacak bir sistem olarak karşımıza çıkacak. Otomobillerdeki ağırlığın azaltılması için yoğun çalışmalar yürütülürken elektrikli motorlar için gerekli pillerin 300 kilogram olması sorun yaratmayacak mı? Bu güzel ve çok önemli bir soru. Aslında firmalar dengeyi sağlamış durumdalar. Bazı otomobillere baktığınızda karbon fiberden yapıldığını görürsünüz. Karbon fibere, eskiden yarış otomobillerinde rastlardık; standart otomobillerde karbon fiber ya hiç olmaz ya da estetik görünüm sağlayan parçalarda kullanılırdı. Şimdiyse günlük hayat için tasarlanan otomobillerde de karbon fiber tercih ediliyor. Bunun tek amacı, pilin yarattığı ağırlığı, otomobilin ağırlığını azaltarak telafi etmek. Pilin ağırlığının dezavantajını gidermeye yönelik diğer bir çalışma da playing hibrid otomobiller. Küçük bir pil grubu olan ve 50 kilometrelim menzile sahip playing hibridleri de şarj edebiliyorsunuz. Daha küçük, daha hafif, yaklaşık 60-70 kiloluk playing hibrid ile 50 kilometre yol alabiliyorsunuz, ardından devreye içten yanmalı motorlar giriyor. Sözünü ettiğimiz otomobillerin hemen hepsi sıfırdan imal ediliyor, dolayısıyla ağırlık, daha tasarım aşamasında ön planda tutuluyor. Ağırlığın azaltılması, yakıt tüketimini ve karbon salımını etkiliyor. Elektrikli motorlar akla şarj dolum istasyonlarını getiriyor. Türkiye’de bu alanda yapılan çalışmalar var mı? İthalat yapan firmaların çoğunun elektrikli motora sahip modeli var. Ayrıca Türkiye’de de elektrikli otomobiller, örneğin Renault’un Clio modeli bu şekilde üretiliyor. Dolayısıyla devletin şarj istasyonları yapması gerekiyor. İspanya’da, İtalya’da otoparklarda bile aracınızı şarj edebileceğiniz noktalar var. Hatta hibrid araç kullanımını teşvik etmek için birtakım uygulamalar bile başlatıldı. Örneğin bazı yerlerde otomobili ücret ödemeksizin şarj edebiliyorsunuz. Vergi teşvikleri de söz konusu ki, bu Türkiye için de geçerli bir durum. Elektrikli otomobil için vergi avantajı varken belediyenin veya ilgili kurumların şarj istasyonları yaparak halkı teşvik etmesi gerek. Ancak insanların elektrikli otomobillere yönelik bazı korkuları var; menzil konusunda hâlâ endişe duyuyorlar. İnsanlar korkularında haklı değil mi, zira menzil ciddi bir sorun? Hibrid’teki konsepti iyi anlamak da, 700 kilometreye yakın menzil çıkarıyor. Bu da hibrid’in menzil sıkıntısını ortadan kaldırabilecek bir çözüm. Kore’de ve Japonya’da deneme mahiyetinde de olsa sistem kullanılıyor. Tüm bunların yanında elektrikli otomobilleri destekleyecek kompresör sistemleri var. Gazdan ayağınızı çektiğinizde bir kompresörü gazla doldurup sonra gaza bastığınızda otomobilin hareketinde onu kullanacak şekilde tasarlanmış. İçten yanmalı motora destek olarak yüzde 40-50’ye yakın yakıt tasarrufu mümkün. Onun dışında yoğunluğu çok yüksek solar paneller üzerinde çalışılıyor. Otomobilin dış gövdesini bu panellerden yaparak, enerji kazanımı sağlayıp elektrikli motorda bunun değerlendirilmesi söz konusu. Söylediklerimin ütopik değil, elektrik ağırlıklı ulaşımın ön plana çıkacağı bir gelecek bizi bekliyor. tüvtürk’ün desteklediği ve üç araçla içinde yer aldığı; 20 ülkeden 111 takım, 666 yarışçı ve 333 aracın mücadele ettiği allgaeu-orient rally’e bizzat katılan saffet üçüncü, programında dostluk ve barış rallisi olarak da bilinen bu organizasyona geniş yer ayırmıştı. gerekiyor. Şehirlerde müthiş bir emisyon salımı var. Bir gün içinde binlerce araç trafiğe çıkıyor, kilometrede 150-200 gram karbondioksit salımı oluşuyor. Dolayısıyla soluduğumuz havada ciddi sıkıntılar var. Elektrikli otomobiller, şehir içinde kullanılsın diye yapılıyor. Bir araştırma yapsak, İstanbul’daki araçların yüzde 80’inin, günde 50 kilometrenin altında yol yaptığını görürüz. Geleceğe yönelik atılan adımların diğerleri neler? Alternatif enerji konusunda ciddi arayışlar var. Hidrojen de bunlardan biri. Elektrikli olmasına rağmen elektriği aküden değil, fuel cell dediğimiz yakıt hücresinden alan otomobiller var. Bu otomobiller bazı ülkelerde kullanılmaya başlandı bile. Oradaki prensip şu: Yakıt hücresine sahip otomobillerde tanklar var, hidrojen bu tanklara menzilin uzun olabilmesi için yüksek basınçta, 700 barda basılıyor. Bu da yaklaşık 5, 6 kilograma tekabül ediyor. Hidrojen havadaki oksijenle buluşup su oluştururken belli bir enerji ortaya çıkıyor ve bu da otomobilin elektrik motorunda kullanılıyor. Sistemin en büyük avantajı pilden daha hafif olması… Bir diğer avantajı ise şarja ihtiyaç duymaması, hidrojen verdiğiniz sürece elektrik üretebilmesi. Bir otomobilin iki tankına, yaklaşık 700 barda yaklaşık 6 kilogram hidrojen bastığınız- Gelecekle ilgili sık telaffuz edilen konulardan biri de sürücüsüz otomobiller… Evet, o da hayata geçmiş durumda. Aslında şaşırmamak gerek, çünkü otomobil içindeki ayrı ayrı bölümler, bizim bilgimiz dâhilinde olmasa bile birbiriyle iletişim halindeler. Otomobilin üzerindeki sensörlerle sürücünün ne istediği algılanarak mükemmel bir çekiş sağlanabiliyor ya da çizgileri kontrol eden line assist sistemi söz konusu. Bunun gibi birçok özellik var. Geriye sadece dışarıdaki olayları otomobile anlatabilmek kalıyor. İnsan gözüyle görüp kulağıyla duyarak bir tepki veriyor. Aslında bunu bir kamera ya da kızılötesi kamera, radar gibi algılayıcı sistemlerle gerçekleştirmek mümkün ve bunu gerçekleştirdiler zaten. Ama yolun belli bir standartta olması lazım. Otomobiller yol, diğer araçlar, yayalar gibi dışarıdaki parametreleri algılayıp iç sistemlerle haberleştirmeyi başardığında iş bitmiş, otomatik sürüş gerçekleşmiş demektir. Şu anda bu da var. Hem Japonya’da hem Avrupa’da, biz bunu kullandık. Böylesi bir durumda kullandık kelimesi de anlam ifade etmiyor tabii, refakat ettik. Sistemi geliştiren mühendislerle konuştuğumda, bunun şu an bile devreye girebileceğini söylüyorlar. Fakat çevre şartlarının uygun olması gerekiyor. Peki, o zaman sürüş keyfini ve iyi sürücüyü nasıl anlayacağız? Bu tanımlarının tekrar yapılması mı gerekecek? Hayır, gerekmeyecek. Çünkü her insanda sürüş keyfi diye bir duygu yok. Otomobilleri ulaşım aracı olarak görüyor, hatta yoğun trafikte bulunmak bile istemiyor. Hâlbuki otomatik sürüş olsa, sürücü kendine ayırması gereken vakti trafikte değerlendirebilir. Otomobil kendi kendine gidiyorsa trafiğe dikkat kesilmesine de gerek kalmayabilir. Gelecekteki sistemler üzerine konuşuyoruz, ama sürücüsüz araçlar günümüzde bile var. Deneme aşamasında ve henüz uygulanmaya alınmıyor. Uygulanmaya alınmamasının politik nedenleri olabilir mi? Olabilir elbette. Sürücüsüz otomobil birçok sektörü çok derinden etkileyecektir. Aslında elektrikli sistemlerle ilgili de politik birtakım kaygılar var. Lityum iyon piller mesela. Dünyada lityum üreticisi üç ülke bulunuyor ve buna sahip olmayan ülkeler lityum iyon pillerin gelişmesini istemez, hidrojeni desteklerler. Ama şu an için temel neden çevre koşullarının oluşmaması. Çünkü bu çok güvenli bir sistem... İSTASYON 33 SPOR İ kinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrası… 1940’lı yılların sonu... Yer, ekonomik buhran nedeniyle zor günler geçiren insanların yaşadığı Roma… O insanlardan biri olan Antonio Ricci, uzun süre sonra bir iş bulur. Bu işle evine, çocuğuna ekmek götürecek, geçimlerini sağlayacaktır. İşin olmazsa olamazı da üzerine atlayıp her yere özgürce seyahat ettiği bisikletidir. Ancak terslikler yakasını bırakmaz, daha işe başladığı ilk hafta bisikleti çalınır. Polise başvurur, ama gerekli ilgiyi göremez; hatta bisikleti kendilerinin bulmaları gerektiği cevabını alır. Sonra da 10 yaşındaki oğluyla birlikte Roma sokaklarını arşınlamaya, bisikletini aramaya başlar... Umut, inanç ve yitiriliş üçgeninde insana dair en güzel filmlerden biri olan “Bisiklet Hırsızları”nın konusu kısaca böyle… Filmin sinema tarihinde özel bir yere sahip olduğu da aşikâr. Toplumsal ve farklı insan hallerine ışık tutan yanı bir yana, bisiklete addettiği önem de azımsanacak gibi değil. İnsan-bisiklet ilişkisi üzerine kurulan filmlere verilecek tek örnek “Bisiklet Hırsızları” değil elbette. Gerek Türk, gerekse dünya sinemasından birçok yapımda karşılaşılabilir bu araçla. Zira bisiklet, var olduğu günden bu yana insan zihninde özgürlükle, bağımsız hareket edebilmekle eşdeğer tutulmuştur. Belki de bu nedenle yaşı iki ya da üçe erişen veya karnesini iyi notlarla dolu çocuklar, bisikletle ödüllendirilir. Bugün dünyada milyonlarca tutkunu olan, adına dernekler ve federasyonlar kurulan, yarışlar düzenlenen bisikletin tarihçesi hakkındaki bilgiler muhtelif. Kimi kaynaklar motorsuz, iki tekerlekli, pedallı bu araçların ilkel 1800’lü yılların başlarında insanlar, pedallardan yoksun bisikleti daha ziyade yürüme bandı olarak kullanıyorlardı. atalarının Çin’de, 12’nci yüzyılda ortaya çıktığını belirtirken, kimileri bisiklete dair gerçek çizimlerin ilk kez Leonardo da Vinci tarafından 1492’de yapıldığını belirtir. Bunlar, doğruluğu üzerinde tartışmalar yürütülebilecek savlar. Ama 1791 yılında, Fransa’da, iki tekerlekli bir oyuncak hayal eden Kont Sivrac’ın, bu hayali gerçekleştirmek üzere attığı adımların bisiklet tarihçesinde özel bir yeri var. Bisikletin de tıpkı diğer birçok ürün gibi tek bir mucidin eseri olmadığı, zaman içinde farklı kişi ve kurumların yaptığı eklemelerle bugüne kadar geldiği düşünülürse, Sivrac’ın bu girişiminin bir nevi “ilk adım” olduğunu söylemek mümkün. Pedalı olmayan, dolayısıyla üzerine oturan kişinin adımlarıyla ilerleyen, bugünden bakıldığında biraz acayip görünen bu alete “celerifere” adı verildi. Bir sonraki adımsa yine bir Fransızın, Baron von Drais’in öncülüğünde atıldı. Sivrac’ın iki tekerlekli aracı üzerine gidon ve sele yerleştiren Baron, geliştirdiği aracı “Laufmaschine / Koşu Makinası” olarak adlandırdı. Fakat bu isim yerine icadın Baron’a ait olduğunu belirten “Draisienne / Drais’in” adı daha popüler hale geldi. Drais 1817 yılında icadını 14 kilometre boyunca kullandı ve bir yıl sonra da Paris’te sergiledi. Önceleri halk arasında büyük tedirginlik yaratan Draisienne’ler, bir süre sonra o kadar moda oldu ki, bir anda başka ülkelerde de benzerleri yapılmaya başlandı. BABA OĞUL KUTSAL MICHAUX’LAR Bisikletin tek bir kişinin buluşu olmadığını, günümüze gelene kadar birçok kişi tarafından geliştirildiğini belirtmiştik. Tarihçesine bakıldığında Fransızların bu konudaki çabaları, saygıyı hak ede- YAZI: Yosun Akverdi İlk olarak 1700’lü yılların sonlarında varlığını gösteren bisikletler, tarihçesi boyunca birçok evreden geçerek, değişime uğrayarak günümüze kadar ulaştı. Değişmeyen tek şey ise insana hissettirdiği özgürlük duygusu oldu. 34 İSTASYON İSTASYON 35 SPOR cek nitelikte zira Draisienne’lerden sonra bisikletin bisiklet olabilmesi için çalışmalar yapan baba oğul da bir Fransız. Pierre ve Ernest Michaux’dan söz ediyoruz. Baba oğul Michaux’lar, 1861’de, Baron von Drais’lerin icadı Draisienne’in ön tekerlek göbeğine pedal takma düşüncesini ürettiklerinde, bunun kendi isimlerini tarihe geçirecek bir fikir olduğunu bilemezlerdi kuşkusuz. Tekerlek göbeğine pedal takma fikri, gerçek bisikletin ortaya çıkmasını sağladı, çünkü artık, aracı sürerken insan enerjisinden düzgün biçimde yararlanma imkânı da elde edilmişti. İşte bu gelişme, Avrupa’nın her yerinde ‘bisiklet hastalığının’ ortaya çıkmasına neden oldu. Kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre Michaux’ların “Velo” adını verdikleri bu araç İskoçya’ya Velocipede ismiyle girdi ve büyük ilgi gördü. Öyle ki, kimi politikacılar, düzenledikleri kampanyalara dahi bu ismi verdiler. Aradan sadece iki üç yıl geçmişti ki, baba oğul Michaux’lar geliştirdikleri ürünün bu derece beğenilmesinden ticari gelir elde etmek amacıyla Velo fabrikası kurdular. O yıl 142, bir sonraki yılsa 400 Velo’nun yapıldığı Michaux Company, 200 işçinin ekmek kapısı oldu. Velo’lara yönelik ilgiye kayıtsız kalamayan Fransız hükümeti bir süre sonra Savunma Bakanlığı aracılığıyla üretime destek verdi. Günümüzde yeni çıkan bir ürün, eğer büyük firmaların markası altındaysa, aynı anda tüm dünyaya yayılabiliyor. İletişim ve bilgi teknolojilerinin süratle geliştiği global dünyada, ilgi gören bir ürünü, gelişmişlik düzeyi ne olursa olsun tüm ülkelerde bulmak mümkün. Ama konumuz bisiklet ve sözünü ettiğimiz 1800’lü yılların ortası... Bisikletin kaderi Fransa’da çizilmiş ve özellikle Avrupa ülkelerinde bisiklet hastalığı vukuu bulmuş olsa bile, üretimin kıtaya yayılması için zaman gerekiyordu. Örneğin İngiltere’de Velocipede üretimine 1865 yılında başlandı. Coventry Dikiş Makineleri Şirketi, bir süre sonra Bisiklet hayatın jokeridir İSTASYON ile bir çalışma yaptık. Pilot sekiz hatta, otobüslerin neklerin kurulmasına da vesile oldu. Bunlardan biri önüne bisiklet taşıyıcı monte edildi. Taşıyıcılarla olan Bisikletliler Derneği, 2008’den bu yana faaliyet bisiklet sürücüleri kendilerini güvende hissedecekler, gösteriyor. Bisiklet kullanımının teşvik edilmemesine dik yokuşları, riskli uzun mesafeleri otobüsle kolayca ve yolların bu aracı kullanmaya uygun olmamasına geçebilecekler ve en önemlisi bisikletim arıza yapar- karşı birtakım çalışmalar yapmak gerektiğini dü- sa eve nasıl dönerim kaygıları olmayacak. için. Tabii bu arada Birleşmiş Milletler ile iklim de- şünen bir grup bisiklet tutkunu tarafından kurulan Derneği’in çalışmalarıyla ilgili bilgi almak üzere Baş- Türkiye’deki bisiklet kullanımını nasıl değerlen- ğişikliğiyle ilgili projemiz oldu, pilot bir toplu konut kan Murat Suyabatmaz’a yöneltiyoruz sorularımızı. diriyorsunuz? alanında trafik eğitim pisti inşa ettik, 6 bin çocuğa Ülkemizde bisiklet kullanıcı sayısı oldukça iyi. Ancak trafik eğitimi verdik. Okula bisikletle gidilmesini Derneğinizin kurulduğundan bu yana bisiklet kul- trafikte güvenli ayrı yollar olmadığından için pek çok teşvik eden proje yaptık. lanımını sevdirmek ve yayınlaştırmak konusunda kişi endişeye kapılarak bisiklet kullanamıyor. Kamu ve özel kuruluşlarla yürüttüğünüz projeler- kaydettiği mesafeyi öğrenebilir miyiz? Pek çok konuda başarılar sağladık. Çevre ve Şe- Bisiklet severlerin rahatça hareket etmesi için le ilgili bilgi alabilir miyiz? hircilik Bakanlığı’yla yaptığımız işbirliği sonucunda atılması gereken temel adımlar neler? Avrupa Birliği ve Birleşmiş Milletler ile çeşitli projeler Bisiklet Çevre kanunun 8. Maddesi teşvik kapsamına Üç önemli adım var. Öncelikle bisiklet kültürünü gerçekleştirdik. Türkiye’deki hemen hemen tüm ba- alındı. Bakanlık artık “Devlet çevreyi koruyan yatı- arttırıcı halkla ilişkiler çalışması yapılmalı ve motorlu kanlıklarla çeşitli projeleri hayata geçirdik. Sağlık Ba- rımları destekler” maddesi kapsamında ulaşım odak- taşıtlar sürücülerinin trafikteki bisikletlilere saygılı kanlığı ile obeziteyle mücadele, Ulaştırma, Denizcilik lı bisiklet yolu projelerinin yüzde 45’ini karşılıyor. davranması sağlanmalı. Bu durum daha çok kişiyi bi- ve Haberleşme Bakanlığı’yla alternatif ulaşım, Çevre Bu kapsamda 64 belediye, 5 ila 10 milyon TL teşvik siklete yönelteceği için trafik rahatlayacaktır. İkincisi Bakanlığı’yla karbon salımını azaltmak, Enerji Bakan- alıyor. Bakanlık son olarak özel ve rezerv toplu konut güvenli bisiklet yolları ve park sistemleri yapılmalı. lığı ile petrol tasarrufu sağlamak, Turizm Bakanlığı alanlarında bisiklet yolu zorunluluğu getirdi. Diğer Üçüncü adım ise bu altyapının toplu taşıma ve sosyal ile sürdürülebilir turizm konularında çalışmalar bir önemli gelişmeyse Milli Eğitim Bakanlığı ile yap- donatılarla entegre edilmesidir. yaptık. Bununla birlikte sivil toplum kuruluşlarıyla da işbirliği içindeyiz. Başta Kardiyoloji Derneği, GEA tığımız çalışma sonunda ortaya çıktı ve bisiklet orta Bisiklet, mevsim gözetmeksizin kullanabileceğiniz bir araç. Biraz dikkat ve kontrol sayesinde kar üzerinde bisiklet kullanmanın keyfine diyecek yok. 36 Türkiye’de hayli tutkunu bulunan bisiklet, çeşitli der- halk arasında “sarsak” adıyla anılacak demir telli tahta tekerleklerden oluşan aracı üretmeye başladı. Bundan sonraki on yıl boyunca üretilen Velocipede’lerde sistem çok basit şekilde işliyordu. Pedalın bir döngüsü tekerleri ancak bir kez döndürebiliyor, dolayısıyla çok fazla efor sarf edilmesine rağmen çok az yol alınabiliyordu. Velocipede’nin geliştirilmesi için çalışmalar yapanlar, ön tekerleğin çapının büyümesi halinde hızın da artacağı fikrini ortaya attılar. Ve ön tekerin çapını 75 santimden 162 santime çıkarıp arka tekerin çapını 30 santimetreye kadar düşürdüler. Bugün çoğumuzun fotoğraflarda benzerine rastladığı, bir örneği bu sayfalarda da yayınlanan önü kocaman, arkası ise kısa orantısız bisikletler, işte böyle bir kararın ardından yollarda boy göstermeye başladı. Bu modeldeki tek sorun görüntüsünün son derece komik olması değildi, kullanımı da hayli zordu. Bu Velocipede’ye binmek için bisiklet kullanmayı bilmek yetmiyor, aynı zamanda da çok uzun boylu olmak gerekiyordu. Kısa boylular bu durumda ne mi yaptı? Kadro üzerindeki pedallara yerleştirilen ayna dişlisiyle arka tekerleğin göbeğine takılan rublenin icadına kadar, onlar üç tekerlekli Velocipede’ye binmek zorunda kaldılar. Her iki diş- öğretimde müfredata alındı. Bisiklet 5, 6, 7 ve 8’inci Avrupa Bisiklet Federasyonu ile işbirliği içindesi- Arama Kurtarma, Diyabet Vakfı olmak üzere birçok sınıflarda seçmeli ders olarak okutulacak ve gençler niz. Bu işbirliğiyle gerçekleşen çalışmalar neler? kurumla işbirliği içindeyiz. Kısacası bizler, toplumda trafikte ilk taşıtları olacak olan bisikletle daha güvenli Şu anda AB tam üyesi olmadığımız için maddi destek farkındalık yaratarak bisikletin hayatın jokeri olduğu- sürüş yapabilecekler. Son olarak İstanbul’da, İETT alamıyoruz, ancak bilgi akışı çok daha değerli bizler nu göstermeyi hedefleyen çalışmalar yapıyoruz. bisiklet öyle bir tutku ki, adına dernekler ve federasyonlar kuruluyor. hangi ülkede olursa olsun kurumların ortak amacı, daha fazla kişiyi bisiklete teşvik etmek... linin zincir aracılığıyla birbirine bağlanması bisiklet tarihinde bir devrim olarak nitelendirildi, çünkü öndeki büyük dişliyi pedal vasıtasıyla bir kez döndürmek, arkadaki dişlinin birkaç defa dönmesini, dolayısıyla bisikletin daha hızlı hareket etmesini sağlıyordu. Velocipede’deki değişim ve gelişim hızıyla, bu aracın kendini gösterdiği yolların iyileştirilmesi birbirine paralel bir süreç izlemedi ne yazık ki. Çukurların, hendeklerin bolca bulunduğu yollarda tahta tekerlekli bir araçla dolaşmak, sürücülere çoğu zaman zevkten ziyade eziyet gibi geliyordu. 19’uncu yüzyılın tarih sahnesinden yavaş yavaş çekilmeye başladığı dönemde, J. B. Dunlop adındaki bir İskoç, önemli bir buluşa imza attı. Asıl mesleği veteriner- lik olan Dunlop, oğlunun üç tekerlekli bisikletinde bir deney yaptı ve havalı lastiği bulan ilk insan olarak tarihteki yerini aldı. Fakat sorunlar sona ermiş değildi, zira arka tekerlek ayna dişlisiyle birlikte dönerken pedalları da hareket ettiriyor, yokuş aşağı inerken bile pedal çevirmek gerekiyordu. 1900’de arka göbeğe kurulan bir düzenek sayesinde bu sorunun da üstesinden gelindi, ve böylece Velocipede’ler aşağı yukarı bugünkü görünümüne kavuştu. Değişen sadece teknik yapı değildi, o tarihten sonra neredeyse 40 yıl boyunca Velocipede ismiyle anılan bu araca bisiklet denilmeye başlandı. Latince çift anlamına gelen “bi” kelimesi ile Yunanca tekerlek ya da daire anlamına gelen “kukos” kelimelerinin birleşmesiyle oluşan bisiklet, doğduğu andan bugüne birçok evreden geçti. Adı dâhil hemen her şeyi değişti. Değişmeyen şey ise teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, otomobiller ne vadederse etsin bu araca duyulan tutku oldu. Bu öyle bir tutku ki, bugün bile kapısının önünden çalınan bisikletini bulabilmek için sokakları arşınlayan insanlara rastlayabilirsiniz. Tıpkı Vittorio De Sica’nın “Bisiklet Hırsızları” filminde Lamberto Maggiorani’nin canlandırdığı Antonio Ricci gibi. İSTASYON 37 TEKNO HAYAT Akıllı ve Giyilebilir: Başka Bir Arzunuz? Bundan 20 yıl önce Wi-Fi bağlantı noktalarını gösteren t-shirt’ün olabileceğine kim ihtimal verirdi? Ama oldu. Artık spor yaparken nabzı ölçen ceketten USB’li güneş gözlüğüne, sensörlü çoraplara kadar birçok ürünü giyebilmemiz mümkün. YAZI: Bahar Kader D ouglas Adams, 1977 yılında yazdığı Otostopçunun Galaksi Rehberi romanında, Babil balığından bahseder. Bu fantastik sarıbalık o kadar maharetlidir ki, kitabın kahramanlarından Arthur Dent’in fantastik uzay yolculuğundaki kurtarıcılarından biri olur. Dent’in kulağının içine yerleştirdiği Babil balığı, kâinatta konuşulan tüm dilleri kullanıcının anlayacağı dile çevirip bu bilgiyi beyin dalgalarıyla iletmek gibi bir meziyete sahiptir. Adams’ın olağanüstü hayal gücünden doğan Babil balığı, herkesin sahip olmak isteyebileceği bir tasarım ve kurgulandığı dönem için hayli fütüristik. Ancak Babil balığı günümüz için imkânsız değil. 90’lı yıllarda bizlere milenyum çağını müjdeleyen biliminsanları da hayallerimizi zorlayan ve merak uyandıran benzer teknolojilerden bahsediyorlardı. Hazırlandıkları yeni teknoloji çağında akıllı tasarımlar hayatımızı kolaylaştırmakla kalmayacak, hızlanan dünyanın parçası olmamızı sağlayacak oyuncaklar, yeni kurdukları evrenin başrol oyuncuları olacaktı. Doğrusu sözlerini tuttu biliminsanları; bilim kurgu filmlerinde karşımıza çıkan onlarca teknolojik oyuncak gündelik hayatımıza ardı ardına katılmaya başladı. Günümüz dünyasında artık teknolojinin taşınabilir olması değil, giyilebilir ve vücudumuzun bir parçası gibi duranı makbul. Bilim kurgu 38 İSTASYON aracılığıyla yıllardır hazırlandığımız teknolojik devrimi kabullenmekte zorlanmadık. Hantal, işlevinin gerisinde kalmış ve hayatımızı hızlandırmayan teknolojiye artık elimiz gitmiyor. Bisiklet yarışlarına tutkun sporseverler, bisikletçilerin göğüs kafesine taktığı nabız ölçer olmadan yarışa başlamadığını iyi bilirler. Bu akıllı alet GPS ile sporcunun bilgilerini takım aracında bulunan bilgisayara ilettir ve takım antrenörü de bisikletçinin kondisyonuna göre performansını yönlendirir. Nabız ölçen, sporcuyu uyaran bu tip giyilebilir teknolojik araçlar kullanıma girdiği ilk günden itibaren bize göz kırptı. Elit sporcular üzerinden dünyamıza girip normalleşen bu teknoloji artık deyim yerindeyse eskidi. Çünkü talep ettik ve hızla kullanımı daha pratik olanı üretildi. Kısa süre önce Amerikalı bir şirket, bu alanda devrim niteliği taşıyan yeni bir ürün geliştirip tanıttı. Akıllı çorap adını verdikleri ürün, sporcunun adımlarını sayıp hızını ölçmekle kalmıyor yaktığı kaloriyi de hesaplayıp bilgisayara veri olarak aktarıyor. Üstelik kirlenince makinada yıkanabiliyor. Giyilebilir teknolojinin ayaklarımızın altında ufalanmadan işlevini yerine getirdiğini görmek manidar olduğu gibi, her birimizi işini bilen birer antrenör seviyesine getirmesi de şaşırtıcı. Vücudumuzu gerçek anlamıyla tanıdığımız gibi ihtiyaçlarımızı, hatalarımızı ve eksiklerimizi kendimiz ölçüyoruz. Farkındalığımızın artmasının biliminsanlarının işlerini kolaylaştırdığı aşikâr. Akıllı telefonları, sosyal ağlara bağlanmanın en kestirme aracı olarak görme tembelliğinden vazgeçip gerçekten akıllıca kullanmaya başladığımızda, yine giyilebilir teknolojinin nimetleri ufkumuzu aydınlatıyor. Hepimizin karşılaştığı sorunlardan biri olan uykusuzluk akıllı bir bileklikle artık sorun olmaktan çıkmak üzere. Dışı silikonla kaplı bu bilekliğin içinde vücut saatinin nasıl işlediğini veri olarak depolayan bir sistem mevcut… Alet uykuya dalış anından başlayarak, rüyaya dalma ve uyanma aşamalarını tek tek kaydediyor. Uykunun hafiflemeye başladığı sabah saatlerinde vücudumuza titreşim vererek günün en verimli olacağımız saatinde bizi tedirgin etmeden uyandırıyor. Uyandığınızda yaptığımız işlemse çok basit; aleti akıllı telefonumuza takarak verileri aktarıyoruz ve bir gece önceki tüm uyku düzenimizi ekranda görüyoruz. Uyku sorunları olanlar bu aşamadan sonra kendilerini rahatsız eden bulgularla da yüzleşiyor. Bilekliğin tek numarası bu değil üstelik. Gün içerisinde kaç adım attığınızdan tutun nabız ve performans dengenizi kadar birçok şeyi hesaplıyor. Anlayacağınız hayatını yoluna sokmak isteyenler için artık bahaneler tükendi, giyilebilir teknoloji gerçekleri önünüze seriyor. Yürüyen hafıza hayatı kaydediyor Bazılarımız, her anımızı kaydetmeyi seviyoruz. Giyilebilir teknoloji sosyal ağlarla beraber gündelik yaşam evrenimizi değiştiren bu alışkanlık için de bir çözüm üretti. Kibrit kutusu büyüklüğündeki yürüyen hafızayı kıyafetinizin üzerine takıyorsunuz ve 5 megapiksellik fotoğraf kareleri olarak kaydettiğiniz görüntüler GPS ile çekildikleri yerlere göre belli bir düzende bilgisayarınızda depolanıyor. Alın size hatıralar denizi, üstelik zahmetsiz ve akıllıca. Giyilebilir teknoloji emekleme aşamasındayken biliminsanları öncelikle işlevine kafa yordular. Teknolojinin amacına uygun hizmet etmesi ve fayda sağlaması önemliydi. Temel atıldıktan sonra estetik ve tasarım kaygıları vücut buldu. ArGe için harcanan dev bütçelerin şık ve satın almayı teşvik edecek ambalajlara ihtiyacı doğdu. Günümüzde akıllı ve giyilebilir teknolojiler kişinin tasarım zevkini gıdıklamıyorsa yaşama şansının olduğunu söylemek güç. Geçmişte sadece biliminsanlarına yatırım yapan çok uluslu dev teknoloji şirketleri, nicedir tasarımcılar, modacılar, trend ölçerler ve focus gruplarla olan işbirliğini sürekli daha üst seviyelere taşıma gayretinde. Hava durumuna göre kendini güncelleyen kumaşlar, tabanı kendiliğinden zemine göre uyumlanan ayakkabıların hayal olduğunu düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Yeni dünyada hız tek güç ve kimsenin zaman kaybetmek gibi bir lüksü yok. Gün içinde nabzınızı, kan basıncınızı ölçüp, vücudunuzda meydana gelen ani değişimleri tespit eden Intimacy isimli kadın elbiseleri, sadece sağlığınızı düşünmüyor. Vücutta meydana gelen ani değişimlere göre karşınızdaki kişiden hoşlandığınızı tespit ederse kostüm şeffaflaşıyor. Bu kadar hıza kimin ihtiyacı olduğu bilinmez ama, üretildiğine göre mutlaka bir taliplisi çıkacaktır. Şov dünyası da bu parıltıdan payını almayı iyi bildi. Sahneye adımını attığında üzerine yıldız tozu serpilmiş gibi bir büyü bırakan LED elbiseler, mahir tasarımcıların elinden çıktığından beri moda dünyası farklı ivme kazandı. Vücut ısısına göre farklı renkler yayan bu elbiseler gösteri dünyasını cilalamakla kalmadı, giyilebilir teknolojinin tasarımla kişiselleşen dünyasına yeni bir pencere açtı. İster tüm vücudunuzda LED’le ışıldayın isterse pantolonunuz sadece bir paçasında, o artık sizin imzanız. Giyilebilir teknolojinin sağlıkla yolunun kesişmesi belki de tüm bu sürecin en sevindirici kısmı. Geçtiğimiz günlerde yürümeye yardımcı olan bir aletin tanıtımı felçli hastalar için yeni bir umut kaynağı oldu. Kalça hareketinin yönünü sensörlerle tespit eden robotik alet harekete geçiyor ve yürümeye yardımcı oluyor. Üstelik daha öncesinde önerilen diğer çözümlere göre daha küçük, hafif, pratik ve giyilebilir. Babil balığının düşünü kuran Douglas Adams’ı bu veriler ışığında anmamak mümkün değil. Bizleri çok eğlenceli bir uzay yolculuğuna çıkarmakla kalmadı, hayallerimizin gerçek olabileceğine de inandırdı. Güzel olan şu ki; bilim insanları da bu hayalle ortak oldu. Saat olarak da kullanılabilen cep telefonları, spor yaparken nabzımızı ölçerek GPS ile bilgisayarımıza aktaran vital ceketler, USB güneş gözlüğü, Hüseyin Çağlayan gibi büyük bir modacının koleksiyonuna girmiş LED elbiseler. Bunlar teknolojinin vardığı en son noktanın göstergeleri. Buradan yola çıkarak gelecekte teknolojinin hayatımızı nasıl şekillendireceği sorusuna verilecek yanıtlar, fazla hayalgücü gerektirmeyecektir. İSTASYON 39 YEME-İÇME Kullanılan malzemenin taze, doğal ve kaliteli olması; yoğuranın bileğinde güç, yüreğinde sabır bulunması, lezzetli bir çiğköfte için yeterli… ra da söz, diğer bir ifadeyle sohbet gelir. Yazıdan ziyade sözlü anlatımın hâkim olduğu bizim gibi Doğu kültürlerinde, sözle yemeğin kimi zaman birini beslediği de görülür ki, buna verilebilecek en iyi örnek kısaca “sıra” adı verilen sıra geceleridir. Kapıları kadınlara kapalı olan; yemek, içmek, sohbet etmek ve eğlenmek üzere tertiplenen bu gecelerin vazgeçilmezi çiğköftedir. Her ne kadar eğlence amacıyla düzenlense ve hiçbir yazılı kuralı bulunmasa bile, yüzyıllardır var olan ritüelin muhafaza edildiği, başka bir ifadeyle belli bir disiplin ve hiyerarşinin varlığını son derece yoğun hissettirdiği sıra gecelerinde çiğköfte yoğurmak, herkesin harcı değildir. Bileğin kuvvetli, yüreğin ve bedenin temiz olması ön koşuldur; bir de o tepsinin başına oturacak kişinin lezzetten çok iyi anlaması gerekir. Aksi takdirde, sıra gecesine katılanların “yuvarlak köftesine benzemiş” eleştirisine muhatap Rivayet o ki, Nemrut’un Hz. İbrahim’i yakmak için civardaki tüm odunları toplaması, yörede yaşayan halkı yemek pişiremez hale getirir. Bunun üzerine bir avcı, ceylan etinden bir parça alır ve bir taşın üzerinde tokmakla eti dövmeye başlar. Ardından da dövülmüş eti bulgur, biber ve tuzla karıştırarak yoğurur... İşte bu, çiğköftenin doğmasına vesile olur. YAZI: Biray Anıl Birer G eçmiş kültürlerden kalan en büyük değerin, tarihi eserler olduğunu düşünürüz çoğu zaman. Doğrudur, zira çeşitli medeniyetlerin geride bıraktıkları, yaşadıkları döneme ilişkin birçok ipucu sunar. Dahası insanlık tarihinin geçirdiği evrelerin anlaşılmasında önemli rol oynar. Sadece arkeologlar değil, toplumbilimciler için de önemli bir kaynaktır tarihi eserler. Peki ya yemekler; onların da bir tarihçesi yok mu? Onlar da birer tarihi esermişçesine korunup kollanmamalı mı? Her gün masamıza gelen bir yemek, salt içindeki malzemesinden ve kendisini yapan ellerin maharetinden mi ibaret? Üzerinde hiç düşünmeksizin damağımızı şenlendirmesi ve tabii yaşamsal ihtiyacımızı giderebilmesi için ağzımıza atıverdiğimiz yemekler, birkaç saat önce pişmiş olsa bile, binlerce yıllık bir serüvenin ardından gelmemiş midir o masaya? Ağıza atılan lokmaların, farklı farklı medeniyetlerin ve dahi adı anılmayan mucitlerin eserleri olmadığı söylenebilir mi? Misal çiğköfte… Bu topraklarıda yaşayan herkes için bir kültürün simgesi haline gelen, tarihçesi milattan önceki yıllara kadar dayanan çiğköftenin dönemin koşullarıyla ve kuşkusuz pratik zekânın eseri olarak ortaya çıkmadığını kim iddia edebilir ki… Bugün sadece Güney ve Doğu Anadolu bölgelerinde değil, Batı’da ikamet eden binlerce kişinin, adından tabiri caizse “hürmetle” söz ettiği çiğköftenin yaradılışıyla ilgili rivayetler bir hayli fazla… Ancak bunlardan biri daha çok ilgi görüyor ve söz ne zaman çiğköfteden açılsa, bu hikâye dudaklardan dökülüveriyor. Hikâye, Kommagene Krallığı’nın hüküm sürdüğü yıllar- 40 İSTASYON Kimilerine göre limon, çiğköftenin ‘tadını kaçıran’ bir unsur. Ama çiğköftenin limonla yan yana durmasının bile damağa değilse de göz zevkine iyi geldiği bir gerçek. da geçiyor. Rivayet bu ya, Urfa ve Adıyaman yöresinde eski bir medeniyetin hükümdarı Kral Nemrut, büyük bir sorunla karşı karşıyadır. Zira bütün putlarını kıran Hz. İbrahim, onu tek tanrıya, Allah’a inanmaya davet etmiştir. Nemrut için bu, davetten öte kendisine, inandığı tüm değerlere açılan bir savaştır ve bu savaşa karşılık vermek gerekir. Ona göre Hz. İbrahim derhal cezalandırılmalı, büyük bir ateşte yakılarak ortadan kaldırılmalıdır. Nemrut’un bu kararıyla birlikte krallıktaki tüm odunlar toplanır. Yemek pişirmek için dahi olsa evlerde ateş yakılması kesinlikle yasaklanır. Durumdan habersiz bir avcı, avladığı geyik ve yanında bir misafirle birlikte evine döner; eşinden, geyiğin etini bir güzel pişirmesini, konuğu için mükellef bir sofra hazırlamasını ister. Ancak ülkedeki genel yasak, bu isteğin gerçekleşmesini engeller. Duruma çare bulmak isteyen avcı, geyiğin sağ arka budundan yağsız bir parça koparır. Kopardığı parçayı bir taşın üzerine yerleştirir ve eline aldığı taşla eti ince ince döver. Dövülen et, bulgur, tuz ve biberle iyice yoğurur. İşte günümüzde deneyenin bir kez daha yemek istediği çiğköfte, bu hikâyeyle birlikte doğar. Rivayet doğruysa eğer, bugün adı sanı bilinmeyen bu avcının en büyük avının geyikler değil, çiğköfte olduğu söylenebilir. Kulağınıza çalınmıştır; eskiler, “önce taam, sonra kelam” der. Günümüz Türkçesiyle ifade edersek önce yemek, son- bu yiyeceği satan ve neredeyse her köşe başında rastlayabileceğiniz dükkânlar derdinize deva olamayacaktır. Zira onlar her ne kadar “içinde çok az acı var” dese de, acıya alışık olmayan damaklar için bu bile fazla. Doğduğu topraklarda küçük bir çocuğun bile ağızına attığı balmış gibi keyifle yediği çiğköfte, birçok insan için dakikalar süren bir işkenceye dönüşebilir. O nedenle de önce küçük bir ısırıkla başlamak, yarattığı etkiye göre yenip yenmeyeceğine karar vermek çok önemli. Karar verilmesi gereken başka unsurlar da var. Çiğköftenin Doğu’da olduğu gibi Batı’da ilgi görmesi, ardı ardına küçük dükkânların açılmasına vesile olurken, “merdiven altı” adı verilen ve sağlık koşullarına riayet edilmeksizin yapılan üretimin artmasına da yol açtı. Merdiven altı üretim, kendini daha ziyade bu lezzete adını veren çiğ etin insan sağlığı için uygun olmadığını düşünenlere özel olarak hazırlanan etsiz çiğköftede gösterdi. Türk Standartları Enstitüsü (TSE) de söz konusu durumun önüne geçebilmek amacıyla çiğköfte üretiminde bazı kriterler belirledi. Buna göre, çiğköftenin ana malzemesi olan bulgurun şişmesini, böylece maliyetin azalmasını sağlayan suyun ya hiç kullanılmaması ya da çok az miktarda kullanılması koşulu getirildi. Üreticilerin maliyetleri düşürmek için uyguladığı bir diğer yöntem de çiğköftenin malzemesine patates ve katkı maddesi katmaktı ki, bu tamamen yasaklandı. Gelelim iyi bir çiğköftenin nasıl olması gerektiğine. Kullanılan malzemenin taze, doğal ve kaliteli olması; yoğuran elin bileğindeki güç, yüreğinde ise sabır olması lezzetli bir çiğköfte için yeterli aslında. Bir de hemen her mutfakta bulunan robotların bu işe dâhil edilmemesi gerekiyor ki, lezzet katmerleşsin. Yiyenler, iyi bir çiğköfteyi, ağızlarına attıkları lokmanın damaklarına yapışıp yapışmamasıyla ayırt edebilirler. Eğer yapışmıyorsa, gönül rahatlığıyla yemeğe yiyebilirler. Çiğköftenin tarihçesi ve günümüz mutfağındaki yeri böyle. Satırlarımızın başında müzelerde sergilenmese, yurtiçinden ve dışından gelenlere cam fanuslar içinde takdim edilmese de yemeklerin aslında tarihi birer eser olduğuna dem vurmuş, bir ülkenin mutfağı ne kadar gelişmişse, kültürü de o kadar renkli, o kadar zengindir demiştik. Şimdi, bu topraklar üzerinde doğan ve ülkenin dört bir tarafında aynı ilgiyi gören çiğköftenin tarihi değerler arasında olmadığını kim söyleyebilir ki… Bunları biliyor muydunuz? olur ki, bu çiğköfte yapan kişi için hakaret demektir. İşte bu nedenle her sıranın bir köfte yoğurucusu ve bir de onun yardımcısı vardır. Sohbetin sonuna yaklaşıldığında çiğköfte yoğuran kişiyle yardımcısı, başka bir odaya geçerek malzemeyi yoğurmaya başlar. Ve sohbet tükenip dağılma zamanına ramak kala dağıtılan çiğköftenin lezzeti, o gece yaşanan tüm diğer şeylerle birlikte akıllara kazınır. Güneydoğu ve Doğu Anadolu’nun bütün yemekleri gibi, çiğköfte de acısıyla meşhur. Bu özelliğini, Urfa’nın dillere destan isotundan ve acı biber salçasından alıyor. Eğer, acıyla aranızda mesafeli bir ilişki varsa, ama yine de çiğköfte yemek istiyorsanız, • Çiğköftenin yapımı aşamasında su kullanılmaz. Sadece el terlemesin diye buz ile yoğurulur. • İyi bir çiğköfte damağa yapışmaz. • Yapımında kullanılan bulgur mideye zarar vermez. • Harcındaki cevizin kolesterolü düşürdüğüne inanılır. • Şişmanlatmaz. Makul ölçülerde yenildiği takdirde tabii… • Kimilerine göre çiğköfte, kardeşi kısırla karıştırılmamalı ve üzerine kesinlikle limon sıkılmamalı ya da nar ekşisi dökülmemeli. Kendi adına Türkiye çapında birçok çiğköfte ve lahmacun salonu bulunan İbrahim Tatlıses’in bu görüşe katılmadığını, aksine çiğköftenin içine konan nar ekşisinin kanseri engelleyen özellikler taşıdığını belirten açıklamalar yaptığını da hatırlatalım. İSTASYON 41 SAĞLIK Su hakkında bİldİğİnİz her şey yanlış (mı?) Yararlı mı, zararlı mı? n Auckland Üniversite araştırmacıları tarafından 4 binden fazla kişinin katılımıyla gerçekleştirilen ve sonuçları Lancet tıp dergisinde yayınlanan bir makale, özellikle sağlık sektörünün mensuplarının dikkatini bir kez daha vitaminlere, özellikle de D vitaminine çevirmesine vesile oldu. Makalede, sağlıklı kişilerin takviye D vitamini almasının kemik erimesinin önüne geçen bir unsur olmadığı yazıyordu. Yeni Zelandalı araştırma ekibinin 2012 Temmuz’una kadar İngiltere, ABD, Avustralya, Hollanda, Finlandiya ve Norveç’te yürüttüğü çalışmalarda, deneklerden iki yıl boyunca takviye D vitamini almaları istendi. D vitamini alan sağlıklı kişilerin bundan herhangi bir yarar sağlamadığı görülse bile, kalça eklemleri yakınındaki femur boynu kemik yoğunluğunda küçük, fakat istatistiksel olarak anlamlı bir artış bulundu. Bazı ülkelerde sağlık bakanlıkları tarafından özellikle çocuklar ve yaşlılar için önerilen D vitamini, daha ziyade güneş yoluyla temin edilebiliyor. Yağlı balık, yumurta ve kahvaltılık tahıllarda da bulunabilen bu vitaminin aşırı tüketiminin kalsiyum birikimine yol açabileceği, dolayısıyla böbreklere zarar vereceği de iddialar arasında yer alıyor. 42 İSTASYON n Bir an düşünün; çocukluğunuzdan itibaren vücudunuzun suya duyduğu ihtiyaçla ilgili kaç yazı okudunuz. Veya bir kimyager değilseniz, içinde adını daha önce hiç duymadığınız minerallerin bulunduğunu iddia eden kaç su reklamını izlediniz? Günde en az sekiz bardak su içmenin böbrek taşı oluşumunu engellenmesinden tutun da cilde iyi gelmesine kadar sayısız faydası olduğuna dair kaç uzman dinlediniz? Ancak Avustralyalı spor bilimcileri tarafından yapılan ve sonuçları Britsh Journal of Sports Medicine dergisinde yayınlanan bir araştırma, suyla ilgili bugüne kadar anlatılan her şeyin üzerine sünger çekmemizi gerektiriyor. Araştırmalarının temelini vücudun susuz kalmasının sporcu performansını nasıl etkilediği üzerine inşa eden spor bilimciler, deneylerini bir grup bisikletçiyle yaptılar ve onları terleyerek vücut ağırlıklarının yüzde 3’ünü kaybedene kadar çalıştırdılar. Ardından egzersizi üç ayrı bölüme ayırdılar. İlk bölümde bisikletçiler, egzersizlerini su içmeden gerçekleştirdiler. İkinci bölümde sporcular, kaybettiklerinden daha düşük bir seviyede, yüzde 2 oranında; son bölümdeyse kaybettikleri oranda su içtiler. Sporcuların psikolojik olarak etkilenmesi için araştırmacılar, suyu damardan zerk ettiler ve her üç bölümde de performansta bir değişiklik olmadı. İşte bu araştırma günde sekiz bardak yerine “susayınca iç” hareketinin de parçası oldu. Hareketin amacı fazla su içerek ölümle neticelenebilecek hiponatremiyi, yani kandaki sodyumun aşırı düşmesinin önüne geçmek. Görünen o ki, vücut su kaybına görece dayanıklı, ama azıcık su fazlası bile tehlikeli sonuçlar yaratabiliyor. Sağlıklı uçuşlar dİlerİz Hassasiyet hasta ediyor Avustralyalı spor bilimcilerinin yaptığı araştırma, bizleri suyla ilgili ezberimizi bozmaya değilse de bildiklerimizi sorgulamaya yöneltiyor. Zira bu araştırma su tüketiminin sporcu performansını etkileyen bir unsur olmadığını ortaya çıkardı. İkinci dil bunamayı geciktiriyor n “Bir lisan, bir insan” sözü boşa değil. Anadili dışında ikinci bir dili konuşabilmek, insana birçok imkân tanıyor. Bu satırların oluşmasını sağlayansa dil bilmenin kazandırdığı kültürel zenginlik değil, sağlığa faydaları. Zira biliminsanlarının yaptığı bir araştırma, dil bilmenin bunamayı geciktirdiğini ortaya çıkardı. İskoçya’daki Edinburgh Üniversitesi ile Hindistan’daki Nizam Tıp Bilimleri Enstitüsü tarafından gerçekleştirilen araştırma kapsamında 650 hastayla görüşüldü. Dil bilmeyle ilgili bugüne kadar yapılan en geniş çalışma olma özelliğine sahip bu araştırma sonucunda, dil bilenlerin vasküler, Alzheimen ve beynin ön kısmının alt kısımla birleştiği frontotemporal bölgede meydana gelen bunamalara daha geç yakalandığı ortaya çıktı. Buna neden olarak da farklı dilleri oluşturan farklı seslerin, sözcüklerin, kavramların, dilbilgisi yapılarının doğal bir beyin eğitimi sağlaması gösterildi. n İşini mükemmel yapmak için çaba sarf etmek, başta kurulan ilişkiler olmak üzere birçok konuya hassasiyet göstermek aslında hiç de olumsuz bir özellik değil. Ancak bu iki özellik kişiyi fena halde hasta etmeye yetiyor. Mükemmeliyetçilerin, işkoliklerin, çevresindeki gelişmelerden çok çabuk etkilenenlerin yakalandığı bu hastalığın adı, fibromiyalji. Belirtileri ise daha ziyade enseden başlayıp başa doğru yayılan ağrılar, boyun, bel ve kalça ağrısı, ağrıyla birlikte ortaya çıkan yanma ve sızlama hissi, melankolik ruh hali, bitkinlik ve uyku bozukluğu, uyandıktan sonra vücutta tutukluk ve genel yorgunluk. Hastalık daha ziyade orta yaşlı ve üzerindeki kadınlarda kendini gösteriyor. Uzmanlar, fibromiyaljinin belirtilerinin, birçok hastalığın habercisi olabileceğini, ayrımın laboratuvar testleri ve doktor muayenesinin ardından ortaya çıktığını belirtiyorlar. Tam tanıya varılabilmesi içinse doktorun hastayı çok iyi dinlemesi, tedavi içinse kişiye özel bir program hazırlanması gerekiyor. Uçuşa başlamadan önce ve uçuş esnasında alınacak birkaç küçük önlem, bu yolculuğu kabusa döndüren kulak tıkanıklığını engelleyebilir. n Gelişen ulaşım olanakları sayesinde seyahat etmek artık çok kolaylaştı. Varılacak yere en kolay ve en çabuk şekilde gitmekse hızın hüküm sürdüğü bu yüzyılda kaçınılmaz hale geldi. Çabuk ve konforlu ulaşımın en pratik yolu, uçakla seyahat etmek… Ancak uçakla seyahatin de birtakım dezavantajları var. Bunlardan biri ve belki de en önemlisi, birçok kişide görülen kulak tıkanıklığı. Uçağın inişi sırasında kulak boşluğundaki basıncın hızla düşmesi, bu soruna neden oluyor. Beraberinde de işitme kaybı, baş dönmesi ve kulak ağrısı gibi sorunlar baş gösteriyor. Uzmanlar, uçuş öncesinde ve uçuş sırasında alınacak birkaç basit önlemin, sorunun önüne geçmesinde rol oynayabileceği görüşünü savunuyorlar. Üst solunum yolu enfeksiyonu varken ya da kulaktaki kirlilik oranı yüksekken uçuş yapmamak; doktora danışarak uçağa binmeden ve inişe geçmeden 30-45 dakika önce burun açıcı sprey ya da hap kullanmak; sakız çiğnemek, şeker emmek ve esneme hareketi yaparak östaki borusunu açmaya çalışmak; alkol ve aşırı kafein kullanımından kaçınıp bol su tüketmek; uçak inerken kulaklıkları çıkarmak; iniş sırasında uyanık olmak bu önlemler arasında. Kulak iç ve dış basıncının dengelenmesini sağlayan, östaki borusunu açan Valsalva hareketi de uygulanabilecek yöntemlerden biri. Bunun için burun deliklerinizi parmaklarınızla kapatıp ağızdan hafif bir nefes alabilir, ardından ağızınızı da kapalı tutup aldığınız nefesin genzinizden kulağınıza doğru gitmesini sağlayabilirsiniz. Tereyağı, margarine karşı n Uçsuz bucaksız bir derya beslenme alanı... Sağlıklı yaşamı önemsediği için hangi besinleri tüketmesi gerekenleri merak edenleri şaşkına çevirecek kadar zor bir alan üstelik. Zira yumurta örneğinde olduğu gibi, bir gün vücuda büyük zararlar verebileceği belirtilen bir besin, kısa süre sonra aslında çok yararlı addedilebiliyor. Benzer bir durum tereyağı için de geçerli. Hekimler neredeyse yarım yüzyıldır, tereyağının zararlı olduğunu söylediler. Ancak İngiltere’nin önde gelen kardiyologlarından Aseem Malhotra, British Medical Journal’de yayınlanan makalesinde, bu savda gerçeklik payı olmadığını iddia ediyor. Düşük kalorili olduğu belirtilen margarinler yerine, tereyağını tercih etmesi gerektiğinin belirten Malhotra, kalp ve damar sağlığını korumanın yolunun zeytinyağı, balık, et, sebze ve meyveden oluşan Akdeniz diyetinden geçtiğinin altını çiziyor. Down sendromu tarihe karışabilir n Anne ve babadan gelen 23 çift kromozomdan 21’inci kromozomun kendini eşlemesi; diğer bir ifadeyle 46 yerine 47 kromozomun oluşması Down sendromu adı verilen rahatsızlığa neden oluyor. Bu yıllardır bilinen bir durum. Yeni olansa uzmanların çabaları sonucunda ek kromozomun devre dışı bırakılması. Amerikalı biliminsanlarının yaptıkları çalışmalar, çözümü neredeyse imkânsız görünen bir sorunu daha ortadan kaldıracak gibi görünüyor. Zira Massachusetts Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde görev yapan araştırmacıların yaptığı ve sonuçları Nature adlı tıp dergisinde yayınlanan çalışma fazla genin devre dışı bırakılmasına yönelik çalışmada başarı sağlandı. Bu da başta Down sendromu olmak üzere birçok genetik hastalığın önüne geçilebileceği anlamına geliyor. Ancak araştırmacılar henüz yolun başında olduğu için bir süre daha beklemek gerekiyor. İSTASYON 43 SAĞLIK sının da eşlik ettiği dispepsi vakalarında, bazen öncelikle proton-pompa inhibitörü (PPI-Asid baskılayıcı ilaçlar) reçete ediliyor ve takipte hastanın yakınmalarında gerileme olabiliyor. Göğüs yanmasının belirgin olmadığı dispepsi vakalarındaysa yakınmalar PPI ile gerilemiyor. Helicobacter pylori enfeksiyonu varlığı, invaziv veya non invaziv yöntemlerle araştırılıyor ve varlığı kanıtlandığında uygun tedaviler veriliyor. Dispeptik yakınmalara sebep olan mide ülseri, Hpylori tedavisiyle iyileşirken fonksiyonel dispepi yakınmaları tam olarak gerilemiyor. Kısacası araştırma yapılmamış dispepsilerin hepsi fonksiyonel dispepsi değil. Daha önce araştırmaları yapılmış ve dispepsi yakınmaları devam eden hastalardaysa safra kesesi patolojileri de akla getiriliyor. Mide motilitesine bağlı problemler düşünülerek (gastroparezi) hastaların mide boşaltım zamanları da inceleniyor. Çalışanı, çalıştırmayan hastalık: Dispepsi SÖYLEŞİ: SEMA ULUDAĞ Dispepsi, hastalıktan ziyade semptom olarak görülüyor. Siz dispepsiyi nasıl tanımlarsınız? Gerçekten, dispepsi ile ortak anlamda olduğu düşünülerek onun yerine kullanılan birçok semptom grubu ve hastalık ismi var. Hastalar arasında daha ziyade hazımsızlık ya da sindirim güçlüğü olarak tanımlanıyor. Bu sebeple birçok hasta, dispepsi tanısını anlamakta güçlük çekiyor. Gastroduodenal’den, yani üst gastrointestinal bölgeden kaynaklandığı düşünülen dispepsi, farklı sebeplere bağlı gelişmesiyle bir sendrom olarak da tanımlanabiliyor. Bu semptomlara sebep olabilecek organik sistemik ve metabolik bir sebep bulunursa buna organik dispepsi, hiçbir şey saptanmazsa fonksiyonel dispepsi deniyor. Tetkiklerle organik bir sebep bulunmamışsa ve en az son altı aydır, yemek sonrası hissedilen, rahatsızlık veren şişkinlik, dolgunluk, bulantı ve erken doyma (yemek sonrası huzursuzluk / rahatsızlık sendromu) veya mide ağrısı ve mide yanması şikâyetlerinden biri veya daha fazlası yaşanıyorsa dispepsiden şüpheleniliyor. Dispepsi, sindirim sistemiyle ilgili diğer hastalıklardan nasıl ayrılır? Dispepsi şikâyetiyle ilk kez hekime başvuran 44 İSTASYON Yemek sonrası hissedilen şişkinlik, dolgunluk, bulantı, mide ağrısı ya da mide yanması gibi şikâyetlerin dispepsiye işaret edebileceğini belirten Acıbadem Fulya Hastanesi Gastroenteroloji Uzmanı Dr. Özdal Ersoy, düzenli ve sağlıklı beslenmenin, stresten uzak durmanın ve spor yapmanın tedavi sürecinde etkili olduğunu belirtiyor. hastaya yaklaşımla daha önceden dispepsi sebepleri araştırılmış hastaya yaklaşım farklı. Eğer bir hasta ilk kez dispepsi yakınmasıyla hekime başvurduysa, öncelikle bunun sade- Acıbadem Fulya Hastanesi Gastroenteroloji Uzmanı Dr. Özdal Ersoy, dispepsinin erişkin hastalığı olduğunu ancak değişen beslenme alışkanlıkları nedeniyle gençlerde de görüldüğünü belirtiyor. ce üst sindirim sistemiyle ilgili olup olmadığı araştırılıyor. Kabızlık, ishal, karın ağrısı gibi alt sindirim sistemine ait yakınmaların varlığı, dispepsi tanısından uzaklaştırıyor. Açıklanmamış kilo kaybı ve iştahsızlık, tekrarlayan kusmalar, ilerleyici tarzda disfaji-yutma güçlüğü, gastrointestinal kanama gibi herhangi bir organik hastalığın habercisi olabilecek alarm yakınmalar sorgulanıyor. Alarm yakınmalar varsa ve hastanın yaşı ilerlemişse vakit kaybetmeden gastroduodenoskopi yapılıyor ve H.Pylori enfeksiyonu araştırılıyor. Hastaya ağrı kesici tarzda ilaçlar ve aspirin kullanıp kullanmadığı soruluyor. Bu ilaçların kullanımı, ülser ya da gastrit gibi mide kaynaklı tanıları daha çok düşündürüyor. Reflü semptomlarının olup olmadığı araştırılıyor. Göğüs yanma- Dispepsi genetik bir hastalık mıdır? Hastalığa neden olan etkenleri nasıl öğreniyorsunuz? Dispepsiye yol açan organik sebepler muhtelif. Bu sebepler; gastroduodenoskopi, batın ultrasonografisi, çeşitli kan tetkikleri gibi sık kullanılan tanı yöntemleriyle öğrenilebileceği gibi, bazı vakalarda daha az sıklıkla kullanılan mide-boşaltım sintigrafisi, batın tomografileri, detaylı ve özellikli kan tetkiklerine de ihtiyaç duyulabilir. Ailesel fonksiyonel dispepsi vakaları ve dispepsi ile ilişkilendirilmiş gen polimorfizmleri saptanmış olsa da genetik rol henüz netlik kazanmadı. Dispepsinin diğer sindirim sistemi hastalıklarıyla bağlantısı var mı? Dispepsinin diğer sindirim sistemi hastalıklarıyla yakın ilişkisi var. Gastroözofageal reflü hastalığı, peptik ülser, safra kesesi taşları veya safra kesesi fonksiyon bozuklukları, H.pylori enfeksiyonunun sebep olduğu gastrit gibi hastalıklar, sıklıkla dispepsiye sebep oluyor. Bunlar dışında sindirim sitemine ait malign hastalıklar (mide kanseri, pankreas kanseri gibi), kabızlık, safra yolları hastalıkları ve pankreas hastalıkları dispepsiye neden olabiliyor. Midenin hareketlerini bozan bazı hastalıklarda da dispepsi sıklıkla görülüyor. Bu sorunla gelen hastalardan yola çıkarak, daha ziyade hangi yaş aralığında görüldüğünü söyleyebilir misiniz? Dispepsi erişkin yaş grubunda çok yaygın. Gastroenteroloji polikliniğine başvuran hastaların yüzde 20-25’inde dispepsi yakınmaları var. Ancak stres faktörünün yoğun olduğu veya yeme alışkanlıklarının değiştiği üniversite öğrenci grubunda ya da yeni iş hayatına başlamış Yağlı ve baharatlı yemekler, hazır meyve suları ve gazlı içecekler, pastörize süt ve süt ürünleri, kahve ve alkol tüketimi dispepsi şikâyetlerini yoğunlaştıran nedenler. genç erişkinlerde de dispepsi vakalarının arttığı gözleniyor. İnsanları eskiye oranla hareketsiz kılan modern çalışma ortamlarının oranın yükselmesine etkisi nedir? Beslenme alışkanlıklarında ve diyette görülen değişimin dispepsi yakınmalarını ortaya çıkarmakta tetikleyici rol aldığı kesin. Günümüzde, daha ziyade büyük şehirlerde, ev dışındaki mekânlarda yemek yeme alışkanlığı fazlalaştı. Özellikle yağlı ve baharatlı yemeklerin, hazır meyve suları ve gazlı içeceklerin, pastörize süt ve süt ürünlerinin, kahve ve alkol tüketimin artmasının, dispepsi şikâyetlerinin de yoğunlaştırdığı düşünülüyor. Bu hastalığa yakalanan ve yakalanmayan kişiler arasında belirgin diyetsel veya yaşam tarzı farklılıkları bulunuyor. Ancak fonksiyonel dispepsisi olan kişilerin, sindirim sistemlerinde belirgin hassasiyet olduğu; midelerinin, mide içindeki gıdaya karşı uyumunun bozulduğu veya aşırı hassaslaştığı gözlemleniyor. Yağlı gıdaların bu hassasiyeti daha da artırdığı ve özellikle tokluktaki şikâyetleri tetiklediği biliniyor. Hareketsizliğin ve sonucunda oluşan kilo alımının da sindirim sistemi üzerinde negatif etkisi var, ancak yine de günümüzde, yaşam tarzının ve diyet faktörlerinin dispepsi sıklığını artırdığına dair net kanıtlar içeren geniş çaplı çalışmalar bulunmuyor. Dispepsi semptomlarına yakalanan kişilerin, çalışma hayatları nasıl etkileniyor? Dispepsi olan kişilerin günlük yaşam kaliteleri, olmayanlara göre oldukça düşük. Yakınmalar genellikle yemekle ilgili olduğu için bu kişiler ya yemek yemekten çekiniyor ya da daha seçici olmaya başlıyorlar. Sosyal çevrelerinde de bazen bu sebeple dışlanabiliyorlar. Yakınmaları çok sık veya şiddetli olan kişilerse sıklıkla hekime gitmek zorunda kalıyorlar. Sık sık hekime ya da hastaneye başvurma, ileri tetkikleri yaptırmak amacıyla zaman ayırma, kişiyi hem iş hayatında ve hem de maddi olarak da sıkıntıya sokabiliyor. Ayrıca yoğun iş temposu ve yemek düzeni sağlıksız olan dispepsili hastalar, verilen ilaçları düzenli kullanıp diyetlerine gereken önemi gösterme şansına sahip olamıyorlar. Hastalığa yakalananların, hayatlarını kolaylaştırmak için iş yerlerinde bireysel olarak almaları gereken tedbirler nelerdir? Bu kişilere mümkünse yanlarında kendi yemeklerini götürmelerini, belli tür gıdaları tüketmelerini, belli gıdalardan uzak durmalarını öneriyoruz. Çay, kahve tüketimlerini azaltmalarını istiyoruz. İş ortamındaki yoğunluk ve stresle de baş etmek için gereken tıbbi veya sosyal destekleri almalarını salık veriyoruz. İşyerinde aralıklı egzersiz yapmalarını ve mümkün olduğu kadar yemek saatlerine özen göstermelerini söylüyoruz. Hangi durumlarda ilaç tedavisi uygulanır? İlaç, tedavinin olmazsa olmazı mıdır? Helicobacter pylori varlığında veya şüphesinde bakteriyi yok etme amaçlı antibiyotikli tedavi rejimleri öneriyoruz. Peptik ülser ya da gastriti varlığında veya mide asidinin arttığı durumlardaysa, hastalara mide asidi baskılayıcı ilaçları veriyoruz. Mide hareketlerinde yavaşlama söz konusu olduğunda, sindirim sisteminin hareketlerini artıran ilaçları reçete ediyoruz. Kısacası, ilaç önermediğimiz dispepsi hasta sayısı çok az. Bu semptoma yakalanmamak veya yakalandıktan sonra tedavi sürecini hızlandırmak için kişi neler yapmalı? Dispepsi tanısı alan hastanın kendisine rahatsızlık veren özellikli gıdalardan uzak durması, hekimi tarafından verilen tedavileri aksatmaması gerekiyor. Verilen tedaviden fayda görmemesi durumunda, hasta tekrar hekimine başvurmalı. Düzenli ve sağlıklı beslenme, spor yapmak, stres faktörlerini en aza indirgemeye çalışmak da dispepsi tedavisi için oldukça önemli faktörler. İSTASYON 45 UZMAN GÖZÜYLE Araçlarda kullanılan LPG - CNG yakıt sistemleri LPG ya da CNG’nin, araçlarda alternatif yakıt olarak kullanılanılması gün geçtikçe yaygınlaşıyor. Araç yakıt sisteminin alternatif yakıttan yararlanabilecek şekilde düzenlenmesini ve yeni tesisatın kullanılmasında dikkat edilmesi gereken hususları Teknik Eğitmenimiz Hakan Burçin Uluçay anlattı. L PG ile CNG, “Liquid Petroleum Gas / Likit Petrol Gazı” ve “Compressed Natural Gas / Sıkıştırılmış Doğal Gaz” kelimelerinin kısaltılmalarıdır. Kısa süre öncesine kadar LPG sadece birtakım sanayi işletmelerinde kullanılıyordu. Doğalgazın sanayide değerlendirilmeye başlanması sürece farklı bir bakış açısı kazandırdı. Katı ve sıvı yakıtlara alternatif; taşınması, depolanması, kullanımı kolay bu ürün kül ve cüruf gibi atıklar çıkarmıyordu. Daha da önemlisi emisyon değerleri açısından doğa dostuydu. Bu nedenle de hastanelerin, konutların, enerji üretim tesislerinin yanı sıra araçlarda da kullanılmaya başladı. LPG, propan, bütan ve izobütan gibi yanıcı gazların karışımından oluşan bir gaz. Türkiye’de yüzde 30 propan, yüzde 70 bütan gazlarının karışımıyla oluşturulsa bile, soğuk ülkelerde DOLUM AĞZI bu oran yarı yarıya seviyelerinde gerçekleştiriliyor. LPG’yi kapalı bir kapta sıvı halde saklayabilmek için atmosfer basıncının beş katı civarında (yaklaşık 5 bar) basınca ihtiyaç var. Doğalgazın depolama kapasitesini artırmak içinse CNG’nin 200-300 bara kadar sıkıştırılması gerekiyor. Bir litre sıvı LPG, gaza dönüştüğünde, normal şartlarda yaklaşık 250 litre hacme ulaşıyor. LPG doğalgazın aksine havadan yaklaşık iki kat ağır olduğu için sızıntı durumunda birikerek çöküyor. Gaz kaçağının hemen anlaşılması amacıyla, LPG rafinerilerde kokarcalarda da (üstte) bulunan etil merkaptanla kokulandırılıyor. LPG kolay alev alan bir gaz, daha da önemlisi çevre sıcaklığında havayla patlayıcı karışım oluşturuyor. Kısa süreli de olsa aşırı dozda solumak ölümle sonuçlanan boğulmalara yol açabiliyor. LPG veya CNG sitemlerinde kulanılan bazı parçalar şunlar. -Regülatör, -LPG Enjektörü, -LPG Valfi, -Benzin Valfi, -LPG Tankı, -Multi Valf, -LPG Dolum Ağzı, -LPG Tank Şamandırası, -Mikser, -Gaz Filtresi, -LPG Boruları, -LPG Anahtarı ve kabloları, -LPG tankı. Enjeksiyonlu sistemlerde kullanılan Electronic Control Unit (ECU), enjeksiyon hatları (rail) ve enjektörler karbüratörlü sistemlerde kullanılmıyor. Bu iki sistem arasındaki en önemli farklardan biri de LPG’yi sıvı halden gaz hale dönüştüren regülatörlerin yapısında ortaya çıkıyor. Karbüratörlü sistemlerde mekanik / vakumlu regülatörler bulunurken enjeksiyonlu sistemlerde elektronik kontrollü regülatörler kullanılmaktadır. LPG veya CNG kullanımı için araçlara monte edilen donanımın aracın mevcut yakıt sistemiyle uyumlu olması gerekiyor. Bu nedenle araçlara karbüratörlü ya da enjeksiyonlu yakıt sistemlerine uygun LPG veya CNG donanımları montajı yapılıyor. LPG / CNG SİSTEMİ EKİPMANLARINDAN BAZILARI VE ÖZELLİKLERİ LPG / CNG SİSTEMİNİN BAZI PARÇALARI SİLİNDİRİK TANK LPG / CNG sistemi türleri ENJEKTÖR VE BAĞLANTI HORTUMLARI ENJEKTÖR LPG veya CNG’nin depolanması için yüksek basınca ve darbeye karşı dayanıklı malzemeden üretilmiş tanklar kullanılır. Tank üzerinde e veya E onayı (ECER 67) olması gerekir. Silindirik, simit, eliptik, ikiz ve ikili olmak üzere beş çeşit LPG tankı var ve yaygın olarak silindirik LPG tankı kullanılır. Silindirik LPG tankı, bir sehpa ve en az iki bağlama kuşağıyla birlikte araç gövdesine emniyetli bir şekilde sabitlenir. Burada önemli olan kuşaklarla tank arasında izalasyonun olmasıdır. Tank üzerindeki etikette cinsi (LPG veya CNG), markası, tipi, seri numarası, imal ay ve yılı bilgileri bulunur. Bu bilgiler tank üzerinden okunarak muayene sistemine kayıt edilir, bilgilerden herhangi birinin tespit edilememesi kusur olarak değerlendirilir. LPG ve CNG tanklarının kullanım süresi 10 yıldır. Tankların kullanım sürelerinin aşılmış olması da kusur olarak nitelendirilir. Multivalf ve bağlantılarının içinde bulunduğu koruma kutusu, olası gaz kaçaklarının havalandırma boruları aracılığıyla bagaj içerisinden araç dışına tahliye edilmesini sağlar. Bu nedenle multivalf koruma kutusunun, havalandırma hortumlarının, hortum kelepçelerinin LPG TESİSATI PARÇA ÖRNEKLERİ sağlamlığının sürekli kontrol edilmesi gerekir. LPG dolum ağzı sabit ve tamamen sızdırmaz olmalı, kendi ekseni etrafında dönmemeli ve kesinlikle aracın dışında, atmosfere açık bir yere montajı yapılmalıdır. Dolum ağzı bagaj içerisine veya doğrudan atmosfere açık olmayan bir alana kesinlikle yerleştirilemez. Aracın kabini dışında olması şartıyla tampon altına veya gizli bir alana yerleştirilebilir. İSTASYON 2A her şey sisteme kayıtlı Elektronik regülatörler (2 A) selenoid valf ile kumanda edilirken mekanik regülatörler (2 B) vakumla kumanda edilir. Regülatörler üzerinde bulunan markası, cinsi (LPG veya CNG regülatörü), tipi ve seri numarası bilgileri. araç muayenesi sırasında sisteme kaydediliyor. Bu bilgilerden herhangi birinin tespit edilememesi kusur olarak değerlendiriliyor. 2B MULTİ VALF KORUMA KUTUSU gaz sızdırmazlık unsuru LPG valflerinin, hortumlarıyla bağlantı noktalarının birleşim yerlerinin sızdırmazlığı, muayene sırasında gaz kaçak kontrol cihazıyla kontrol edilir. Donanımın sağlamlığı ve uygun serilip serilmediği, yakıt hortumlarının egzoz tesisatına yakın olup olmadığı, gaz sızdırmazlık raporunun mevcudiyeti ve uygunluğu gibi hususlar da muayene kapsamında değerlendirilir. SEHPA KUŞAK 46 CNG sisteminin monte edilmesi ETİKET İSTASYON 47 SOSYAL MEDYA Küçük İşletmeler ve sosyal medya n Facebook’un ilkokul arkadaşlarımızı bulduğumuz alan olduğu günler, artık geride kaldı. Global markaların hemen hepsi, çeşitli sosyal medya platformlarında yer edinmekle kalmayıp bu dünyanın tam da kalbine girmiş durumdalar. Bununla birlikte, her gün daha fazla sayıda işletme, sosyal medyaya uyum sağlamak için kapsamlı bir dönüşüm süreci için adım atıyor. Geçtiğimiz günlerde Techcrunch’a açıklama yapan Facebook, 25 milyon küçük işletmeden 1 milyonunun, sosyal ağ üzerinde aktif olduğunu belirtti. Sosyal medyada etkili bir şekilde yer alan küçük işletmeler, gelişmelerini, ürün lansmanlarını, araştırmalarını ve anket faaliyetlerini bu sayede gerçekleştiriyorlar. Müşterilerle iletişim ve etkileşimin yanı sıra promosyon ve satış şansının geleneksel pazarlama araçlarına göre daha ucuz ve hızlı olması gibi etkenler de bu mecranın cazibesini artıran unsurlar. Söz konusu durumdan yola çıkarak küçük işletmelerin faydalanabileceği platformlara kısaca göz atalım. Facebook sayfasında yapılacak gönderiler sayesinde, müşterilerinizin neleri beğenip, neleri beğenmediklerini görebilir, hatta onların görüşlerini alabilirsiniz. Twitter, 140 karakterle sınırlı, dolayısıyla bu mecrada kısa ve net paylaşımlar yapılmalı. Etkileşimi artırmak ve bağ kurmak amacıyla küçük yarışmalar da düzenlenebilir, zira Twitter yarışmaları markayla hayranlar arasında etkin bir bağ oluştu- 48 İSTASYON ruyor. Bloglar, ürün veya hizmeti anlatma aracı olarak iyi bir mecra. Ülkemizde her ne kadar yaygın olmasa bile blog kültürü, yurtdışında çoğu markanın sosyal medya stratejisinin tam merkezinde bulunuyor. Blogda, işletmenizin hizmetlerini, faaliyetlerini ya da ürünlerini, 140 karakter sınırı olmaksızın detaylı bir şekilde yayınlayabilirsiniz. Foursquare, özellikle sosyal medyayı etkin kullanan işletmeler için faydalı bir konum tabanlı sosyal ağ olarak karşımıza çıkıyor. “Facebook’un profesyonel hali” diye de tabir edilen LinkedIn’deyse şirketinizin haberlerini, etkinliklerini profesyonel çevrenizle buluşturabilirsiniz. Adobe’nin geçtiğimiz günlerde yayınladığı araştırmaya göre, sosyal medya pazarlaması, önümüzdeki üç senenin en önemli pazarlama alanı olacak. Tıpkı büyük markalar gibi küçük işletmeler de gelir ve müşteri tabanını artırmak için sosyal medya trendlerini kullanarak varlıklarını hissettirebilirler. Küçük işletmeler, profesyonel destekle yapılacak sosyal medya ölçümleri sonucunda belirleyecekleri net ve samimi stratejileriyle geleceğin pazarlama aracından etkili bir şekilde yararlanabilirler. Tuna Kabadayı, Sosyal Medya Uzmanı, Likeable Istanbul Mesajlaşmanın yeni adı: Snapchat 2014’te sosyal medyada ne olacak? n Son günlerin çok konuşulan konularından Snapchat, mobil mesajlaşma uygulamaları arasında en farklı olanı belki de. Program sayesinde mesajınızı gönderirken bir fotoğraf çekiyorsunuz, sonra dilerseniz bu fotoğrafı süsleyebiliyor, üzerinde çizim yapabiliyor veya yazı yazabiliyorsunuz. Hatta video bile çekebiliyorsunuz. Programın kilit noktası, karşı tarafın fotoğrafı maksimum 10 saniye görebilmesi veya videoyu sadece bir kere seyredebilmesi. Görünen fotoğrafları kaydederseniz, karşı taraf bundan haberdar oluyor. Facebook’un Snapchat’i 3 milyar Dolar’a satın alma girişimi, genç kitleyi farklı yollardan elde tutma amacından kaynaklanıyor olabilir. Snapchat’te günde 400 milyondan fazla fotoğraf paylaşılıyor. Gelen son verilere göre dev sosyal ağ Facebook’a günde ortalama 350 milyon, Instagram’a ise 50 milyon fotoğraf yükleniyor. Bu da kısa sürede Snapchat’in Facebook ve Instagram’ı solladığı anlamına geliyor. 23 yaşındaki CEO Evan Spiegel’in, henüz hiç gelir elde etmemiş üç yıllık şirketi için yapılan 3 milyar Dolar’lık teklifi reddetmesi çılgınlık olarak algılansa bile, önümüzdeki günlerde “Snapchat” ve “Pazarlama” kelimelerini aynı cümle içinde daha çok göreceğiz. n 2013 yılıyla birlikte küçük ve büyük birçok organi- Devir, #selfie devri n Bugüne kadar sosyal medyayla hayatımıza yeni yeni kelimeler, terimler, kullanımlar girdi ve tüm bu sözcükler günlük hayatımızda kendilerine bir yer edindi. Dünyada yaşayan herkes, belki de bu sayede daha fazla ortak sözcük kullanmaya başladı. Sosyal medyanın globalleşmeye en belirgin katkılarından biri de bu sözcükler olsa gerek. Yakın zamanda, bu sözcüklerden biri yeni bir anlam kazandı. Oxford Sözlüğü’nün “2013 Yılın Sözcüğü” seçimi, sosyal medyanın hayatımızdaki önemini bir kez daha kanıtladı: Selfie. Selfie, kişinin cep telefonuyla kendi fotoğrafını çekmesi anlamına geliyor. İlk kez 2002 yılında Avustralya’daki bir forumda telaffuz edilen kelimenin, sadece 2013 yılındaki kullanımı yüzde 17 bin artmış. Özellikle Twitter ve Instagram’daki Selfie kullanımını gözden kaçırmayan Oxford da bu fırsatı değerlendirerek selfie’yi yılın sözcüğü olarak belirlemiş. Ünlüler, oyuncular, şarkıcılar hatta Amerikan Başkanı’nın eşi bile selfie’ler paylaşırken, siz hâlâ bu sosyal medya trendinden uzak mı kaldınız? Hemen şimdi akıllı telefonunuzun ön kamerasını açın ve gülümseyin! Güzel bir Instagram efektiyle ilk selfie’niz hazır. Hashtag eklemeyi de unutmayın: #selfie. Süzet Halki, Sosyal Medya Uzmanı, Likeable Istanbul PInterest’le artık pIn’lere yer ekleyebiliyoruz n Bir geliri olmamasına rağmen değeri 3,8 milyar Dolar’ı bulan Pinterest, yeni bir özellikle karşımızda. Kendi blogunda üyelerinin her gün yaklaşık 1,5 milyon yeri pin’lediğinden bahseden şirket, Pinterest üzerinde 750 milyon konum “pin”i olduğunu belirtti. Bu da böyle bir özelliğe hâlihazırda talep olduğunu gösteriyor. Web, iOS ve Android için aynı anda piyasaya sürülen bu özellik için, Foursquare, Stamen ve MapBox’tan harita desteği alan Pinterest, aynı zamanda Airbnb, Yelp ve TripAdvisor’dan da yapılandırılmış veri desteği alıyor. Yeni eklenen bu yer özelliğiyle kullanıcılar, panolarına interaktif bir harita ekleyebilecek, akıllı telefonlarından bu haritaya bakabilecek, hareket halindeyken, harita üzerinde yollarını bulmak için bile kullanabilecekler. Yer “pin”leri aynı zamanda adres ve telefon numarası gibi detayları da içeriyor. Kendi yer panosunu hazırlamak isteyenler, yeni oluşturdukları ya da önceden var olan panolarını değiştirmek istediklerinde, harita ekle seçeneğini tıklıyorlar. Bu işlemden sonra, yeni ve daha önceden var olan yer “pin”lerinin haritalarını çıkarmış oluyorlar. Oldukça basit ve kullanım kolaylığı olan bir işlem… Büyük turizm şirketleri ve oteller özelliği çoktan kullanmaya başladı ve olumlu geri dönüş aldıklarını belirtti. Peki, bu yeni özellik sadece turizm sektöründeki işletmeler için mi işe yarayacak? Hayır. Yerel ve küçük işletmelerin de kolaylıkla faydalanabileceği bu özellik, mağaza içi trafiğini de artırabilir. Burada önemli olan kullanıcıların sizi bu “yer pini” özelliğiyle bulabilmelerini sağlamak. Müşterilerinizin sizin mağazanızı kendi panolarındaki haritalarda “pin”lemiş olmaları gerekiyor. Bunun için müşterileri buna yönlendirecek alternatif çözümler bulmak faydalı olacaktır. Spotify’da marka olmak n Uzun zamandır beklenen Spotify, artık Türkiye’de. Gençler arasında oldukça popüler olan Spotify, kesintisiz müzik hizmeti veriyor. Tüm şarkıları online olarak dinleyebiliyor, kendi listelerinizi oluşturabiliyor ve diğer üyeleri takip edebiliyorsunuz. Bu sayede arkadaşlarınızın ne dinlediğini de öğrenebiliyorsunuz. Ayrıca premium üyelik seçeneğiyle offline olarak ve mobil cihazlardan da şarkılara ulaşmak mümkün. Uygulamanın müzik tarzlarına göre radyolarının bulunması, istediğiniz tarzda müzikleri sürekli olarak dinlemenizi sağlıyor. Kısacası Spotify için odak noktası müzik olan bir sosyal ağ diyebiliriz. Böyle olunca markalar da bu fırsatı kaçırmıyor ve çeşitli Spotify reklam uygulamaları gerçekleştiriyor. Yurtdışında Spotify ile entegre pek çok kampanyaya rastlamak mümkün. Önümüzdeki dönemde, özellikle otomobil markalarının öne çıktığı alanda birçok yaratıcı uygulama gerçekleştirmek olası görünüyor. Müzik tarzlarına göre hedeflemeler veya interaktif uygulamalar Spotify’ı ön plana taşıyacak. Önümüzdeki günlerde ülkemizde de ne gibi çalışmalar gerçekleşecek, hep birlikte göreceğiz. Sosyal medya sayfaları ve zasyon, sosyal medyanın markalar üzerindeki önem ve etkisini anladı; birçoğu hâlâ sosyal medyayla gelen bu sorumluluğu taşımaya çalışıyor. Yediden yetmişe herkesin rahatlıkla söz sahibi olabildiği, hatta belki de kendi küçük toplumunu yarattığı bu pazarlama kolunda işletmeler, doğru strateji, hedefleme ve iletişimle geleceklerini belirliyorlar. Bu nedenledir ki, önümüzdeki yıllarda organizasyonlar, sosyal medya için büyük bütçeler ayıracaklar. Sürekli yenilenen; farkındalığın artmasıyla rekabet ortamının da oluştuğu bu dijital dünyada, arzu edilen geri dönüşe erişebilmek, marka imajına katkı sağlamak, rekabet üstünlüğü yarışını kazanabilmek için hangi yeni trendlerin takip edilmesi gerektiği akıllara takılan sorulardan biri. Dünyada internet kullanıcı sayısı 2,7 milyar, bu da dünya nüfusunun yüzde 39’una tekabül ediyor. Her gün çeşitli platformlarda varolan bu nüfus, paylaşılan bilgiyi, son derece hızlı tüketiyor. Bu nedenle paylaşılan içerik ilk etapta büyük önem taşıyor. Araştırmalara göre görsel içeren paylaşımlar, metinlere göre bin kat daha etkili. Görseller akıla kalıp, uzun süre etki sağlayacağından, sadece “etkili” değil, kesinlikle “gerekli” bir yöntem. Jeffbullas.com’dan edinilen bilgilere göre 2013 yılında Facebook, Twitter ve Google+ üzerinde görsel paylaşımı birinci sırada geliyor. Aynı zamanda tamamen görsel ortamı olan Pinterest’te yüzde 88 gibi bir büyüme söz konusu. Ancak doğru zamanda, doğru kitleye ulaşmayan içerikler etkisini elbette yitirecek. Diğer yandan, Google+, önceleri istediği hedefe ulaşamasa da, 343 milyon kullanıcısıyla sosyal ağlar arasındaki yerini koruyor. Kullanıcı verilerine ulaşmaya yönelik yaptıkları son optimizasyonlarla, bu platform da olanlara önemli avantajlar sağlayarak hedef kitleye erişebilmede birçok platformun önüne geçebilir. Video paylaşılan platformlara baktığımızda, her bir saatte toplam 100 saatlik video yüklenen YouTube, elbette ki başı çekiyor. Sonradan eklenen Vine ve Instagram da bu yarıştaki yerini aldı. Görünen o ki, 100 milyonun üzerinde olan Vine ve Instagram tekil kullanıcı sayısı, YouTube’un aylık 1 milyar tekil kullanıcı sayısına ulaşacak. Bu sonuç da, markaların video paylaşım sitelerine vermesi gerektiği önemin altını çizmeye yeter. Facebook ve Twitter, 2014 yılında da platform olarak yine başı çekecek, ancak alternatif içerik stratejileri ve yeni platformlara uyum, markaların rakiplerinden sıyrılıp zirveye daha çabuk ulaşmasında etkin rol oynayacak. Şebnem Kavcin, Sosyal Medya Uzmanı, Likeable Istanbul tarafından hazırlanmıştır. İSTASYON 49 OYUN HAZIRLAYAN: RESUL BUKSUR Mobİl oyunda mücadele sürüyor Konsol oyunlarda firmalar rakiplerini geride bırakabilmek için bir yandan mevcut ürünlerine yeni özellikler eklerken bir yandan da yeni oyunlar üzerine çalışıyorlar. Konsolda hal böyleyken mobil oyun üreticileri de boş durmuyor elbette. İşte mobil oyun dünyasındaki son gelişmeler… Konsol savaşlarında yenİ dönem başladı n İki dev konsol üreticisi Sony ve Microsoft, tanıtımlarını çok önce yaptıkları ürünlerini tüketicilerle buluşturdular. Yılbaşı öncesi alışveriş sezonunu yakalayan firmalardan Sony, PlayStation 4’ü, 13 Aralık’ta Türkiye’de de satışa sundu. Xbox One’ın Türkiye tarihi ise 2014’e kalmış görünüyor. Türkiye pazarını ciddiye aldığını gösteren Sony’nin, konsolun yanı sıra dört özel oyunu da PS4 ile birlikte oyun tutkunlarının ilgisine mazhar olmayı bekliyor. First-person shooter (FPS) türü aksiyon oyunu “Killzone: Shadow Fall” ve aksiyon platform oyunu Knack, PS4’ün lansmanıyla aynı anda satışa sunulacak. “Killzone: Shadow Fall”, serinin altıncı oyunu ve 3’üncü oyundan 30 sene sonrasında geçen olayları kurguluyor: Vektan ve Helghast ırkları, çok büyük bir duvarla ayrılmış bir şehirde birlikte yaşarlar. Aralarında devam eden soğuk savaş, bir süre sonra şiddetli bir çatışmaya dönüşür. Hikâye, bir ISA ajanı olan (The Interplanetary Strategic Alliance) Lucas Kellan’ın etrafında şekillenir. Savaş, fütürist gezegen Vekta’yı içine çektiğinde, çok geçmeden doğruyla yanlış arasındaki çizgi silinmeye başlar. Barbie, Monster High, Fisher Price gibi çocukların vazgeçilmez oyuncaklarını üreten Mattel Grubu’na ait Scrabble, artık bilgisayar, cep telefonu ve tabletlerde yerine aldı. Daha önce Facebook’ta sosyal oyun olarak karşımıza çıkan Scrabble’ı, bundan böyle Android ve iOS kullanıcıları da her an oynayabilecek. Bu keyifli oyunda en az yedi harften oluşan kelimeyi bularak hediye kazanma şansı yakalıyorsunuz. Örneğin kelimeniz Rizotto ise şık bir restoranda bedava yemek yeme şansı yakalayabiliyorsunuz. Ücretsiz uygulamayla bunun gibi birçok hediye kazanmak mümkün. /iOS, Android versiyonların ücretsiz olduğunu da hatırlatalım. n İçinizdeki menajeri çıkarın Knack heyecanı Aral, Warner Bros ile anlaştı n Türkiye’nin en büyük oyun dağıtıcısı Aral, dünyanın en iyi oyun yapımcıları arasında gösterilen ve oyun pazarına büyük katkıda bulunan Warner Bros. ile anlaşmaya vardığını duyurdu. Anlaşmanın ardından Aral, oyun dünyasının büyük sabırsızlıkla beklediği Batman™: Arkham Origins, Lego Marvel Super Heroes gibi ünlü oyunları dünyayla aynı anda Türkiye pazarına sunacağını belirtti. Warner Bros.’un vazgeçilmez oyunları Kasım ayından itibaren tüm mağazalarda yer almaya başladı. 50 İSTASYON n Sony Computer Entertainment stüdyolarının PS4 ile aynı anda piyasaya süreceği diğer oyun Knack ise bir tür aksiyon/platform oyunu. İlk kez bu yılın başında PS4’ün lansman oyunlarından birisi olacağı duyurulan Knack, geliştirici firma Japan Studios tarafından tanınmış oyun direktörü Mark Cerny ile birlikte tasarlandı. Oyunda türler arasındaki savaş, gitgide yayılır. İnsanlar ve Goblinler hayatta kalma savaşı verirler. Goblin ırkı, Gundahar isimli bir lider tarafından yönlendirilirken, eski medeniyetler üzerine araştırma yapan bir doktor, bir kalıntı bulur ve üstünde yapılan birçok deney sonrasında ortaya gizemli güçleri olan ve Knack adı verilen bir yaratık çıkar. Knack, etkileşimde olduğu nesneleri, kendi vücudunda birleştirme yeteneğine sahiptir ve üç insan boyutlarına ulaşabilir. Doktor, bu Bunlar da var… n Scrabble’a var mısın? gizemli yaratığın, Goblinler’le yapılan savaşta önemli bir rolü üstleneceğine inanmaktadır. Oyuncular, Knack’i kontrol edecek ve keşfedecekleri bölümler boyunca, nesneler veya objelerle etkileşim içerisinde olacakları gibi birbirinden farklı ve zorlu seviyedeki bulmacaları çözecekler. Oyun direktörü Mark Cerny, yapmış olduğu bir açıklamada oynanışının, Crash Bandicoot, Katamari Damacy ve biraz da God of War’a benzediğini söylüyor. Devamı geliyor… Aralık ayındaki lansmandan sonra da heyecan bitmiyor. PS4’ün yine en çok beklenen oyunları arasında gösterilen Drive Club Şubat ayında, Infamous: Second Son ise Mart 2014 tarihinde oyunseverlerle buluşacak. Her dört oyun da, Türkçe dublaj ve altyazı seçenekleri ile 199 TL’den satışa çıkacak. Oyun dünyasında önemli kategorilerden biri de, futbol. Bu kategori içerisinde yer alan menajerlik oyunlarının fanatikleri azımsanamayacak kadar çok. Menajerlik oyunları PC ve konsoldan sonra şimdi de mobil dünyadaki yerini alıyor. Top Eleven adındaki bu futbol menajerlik oyunuyla kendi kadronuzu oluşturarak takımınızı yönetiyorsunuz. Yine diğer menajerlik oyunlarında olduğu gibi, futbolcularınızı hem taktik hem de teknik anlamda geliştirecek aksiyonlar alıyorsunuz. Takımınız başarılı olursa, yerel ve uluslararası kupalarda top koşturmaya hak kazanıyorsunuz. Her erkeğin gönlünde bir teknik direktör yatar! Siz de tekniğinizi ücretsiz olarak konuşturabilirsiniz. Crack Your Screen n Arkadaşlarınıza yapacağınız süper bir şakaya veya her an ilgi çekmeye ne dersiniz? Crack Your Screen adlı ücretsiz oyunla ekranınızda “derin çatlaklar” oluşturmanız mümkün. Birçok hazır çatlak deseninin bulunması ve Android’lerden ücretsiz olarak indirilebilmesi de çabası. n Ava çıkan avlanır… Deer Hunter 2014, adından da kolayca anlaşılabileceği gibi bir avcılık oyunu bu... Önce bir silahlar, ardından avlanma bölgenizi seçiyorsunuz. Geriye kalansa, verilen görevde kaç tane gerekiyorsa o kadar hayvanı avlamak. Görevinizi başarıyla tamamlarsanız, bir sonraki göreve ilerlememiz için hiçbir neden yok. Tek dikkat etmeniz gerekense cephanenizi dikkatli kullanmak. Hayvanseverleri kızdırması kuvvetle muhtemel bu oyun, Android’lerde ücretsiz olarak yer alıyor. n Neyse halin, çıksın falın… Fala inanmayanları bile çelişkiye düşürecek nitelikler barındırır kahve falı. Ancak kahve falının sadece fincandan bakılabileceğini sanıyor ve fala bakmak için birine ihtiyaç olduğunu düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Zira artık her derde deva olan cep telefonları bu alana da el attı. Kahve falına bakacak birinin ne derece güç olduğunu bilen uygulamacılar, cep telefonları için yeni bir sistem geliştirdiler. Bu uygulamanın ilk aşamasında klasik yöntemi uyguluyorsunuz. Yani önce kahvenizi için kapatıyorsunuz. Ardından fincanı açıp içinin fotoğrafını çekiyor ve “neyse halim, çıksın falım” diyerek Kahve Falı sistemine gönderiyorsunuz. Falınıza ait yorumlar bir saat içinde size ulaşıyor. Bu uygulamayı ücretsiz olarak telefonunuza indirebilseniz de fal için belli bir meblağ ödemeniz gerekiyor.. Arabam.com n Popüler otomobil ilan sitelerinden Arabam.com artık aplikasyon oldu. Arabam.com’un Android uygulamasında 150 bini aşkın ikinci el güncel otomobil ilanına ulaşabiliyorsunuz. İlanı veren kişinin adresini harita üzerinden görebildiğiniz bu uygulamayı Android’lerinizden ücretsiz olarak indirebilirsiniz. İSTASYON 51 SİNEMA-TV Doğru tercİh hayat değİştİrİr Umut, İnanç ve özgürlük 1995 yılında başladığı modellik kariyerini 2000’li yıllardan itibaren bitirip oyunculuğa adım atan ve son olarak Show TV’de yayınlanan “Aşk, Ekmek, Hayaller” dizisinde izlediğimiz Burak Hakkı, yapılan tercihlerin hayatı belirlediğine inanıyor. İnsanlık tarihinin en önemli isimlerinden Nelson Mandela’nın yaşamından uyarlanan “Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol” filmi Şubat ayında vizyona girecek. n “Hayat, yaptığınız tercihlerle ölçülür” diyor, verdiği bir röportajda Burak Hakkı. Haksız sayılmaz, zira hayat, yaptığınız tercihler doğrultusunda şekilleniyor. İstanbul’un Anadolu Yakası’nda doğup büyüyen Hakkı, günün birinde eline geçen katalogdaki küçücük bir yazıyı okuyup harekete geçmese, süregiden döngünün dışına çıkmayı tercih etmese, bugünkü kadar ünlü olmazdı. Ve Vatikan’da düzenlenen, Uluslararası Giuseppe Sciacca Ödülleri kapsamındaki Sinema ve Tiyatro Ödülü’nü vermek üzere Roma’ya davet edilmezdi. Kasım ayında düzenlenen ödül törenine organizasyonun başkanı Prof. Don Bruno Lima ve Yunanistanlı genel sekreteri Vasiliki Bafataki tarafından davet edilen Burak Hakkı, “Leningrad Kuşatması” başta olmak üzere birçok yapımda rol alan Rus aktris Olga Sutulova’ya ödülünü takdim etti. Onu Roma’ya, ödül vermeye götüren sürecin tohumlarıysa yıllar önce atıldı… Yukarıdaki satırlarda da belirttiğimiz gibi Burak Hakkı için her şey, bir katalogdaki küçücük bir notla başladı. Lisedeyken, hem okulun hem de Nasaş’ın basketbol takımlarında oynayan, Nasaş’tan ayrıldıktan sonra çeşitli kulüplerden gelen teklifleri reddeden, İstanbul Üniversitesi’nde ekonometri eğitimi alan, borsanın daha yeni yeni gündeme geldiği yıllarda Eminönü’ndeki küçük n O sadece Güney Afrika’nın değil, 20’nci yüzyılın ve belki de insanlık tarihinin en önemli özgürlük savaşçılarından biriydi. 95 yıllık hayatının 27 yılını esaret altında geçirdi. Boyun eğmedi, pişmanlık duymadı. Güney Afrika’daki herkesin rengine, ırkına, diline ve dinine bakılmaksızın eşit haklara sahip olmasını ve demokratik bir ülkede yaşamasını istiyordu. Ne gördüğü işkenceler ne 27 yıllık hapis hayatı onu bu düşüncesinden koparabildi. Kararlı tutumu, hayata bağlılığı, içinde yeşerttiği umut ve özgürlüğün bir gün mutlaka geleceğine dair inancı sadece kendi kıtasında değil, dünyanın dört bir yanında insanları harekete geçiren unsur oldu. İşte bu nedenledir ki, 4 Aralık’ı 5 Aralık’a bağlayan gece hayata gözlerini kapadığında dili, dini, ırkı, milleti ne olursa olsun milyonlarca kişi aynı hüznü yaşadı. Evet, Nelson Mandela’dan söz ediyoruz. Günümüzün en büyük özgürlük savaşçısının gerçek yaşam öyküsünden sinemaya uyarlanan “Mandela: Long Walk Freedom / Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol” filmi, Mandela henüz hayattayken bazı ülkelerde vizyona girdi. Dünya prömiyeri Eylül ayında Toronto Film Festivali’nde gerçekleştirilen film için Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama da Beyaz Saray’da bir resepsiyon düzenledi. Bu özel gösterime ev sahipliği yapan Obama, filmin başrol oyuncuları Idris Elba, Naomie Harris, yönetmen “Küvet”in onarımı tamamlandı n Hollanda’nın başkenti Amsterdam, 17’nci yüzyıldan kalma tarihi yapıları ve her yıl binlerce turisti ağırlayan meydanlarıyla ünlü bir kent. Bir de kültür ve sanata ev sahipliği yapan müzeleriyle 52 AKTİVİTE İSTASYON bir ofiste brokerlik yapan oyuncunun katalogda gördüğü ibare şuydu: “Bu katalog çekimlerinde Başak Gürsoy Manken Ajansı’ndaki modeller kullanılmıştır.” Bir ajansla temasa geçebileceği fikrine kapılan ve bu fikri fiiliyata döken Hakkı, o günlerle ilgili kendisine yöneltilen soruları, “Seçildiğimde 23 yaşındaydım. Babamın verdiği harçlıkla geçiniyordum. Düşünün, biri size iş teklif ediyor. Assos’ta bir hafta çekim yapıyor ve ödenen ücretle kendinize bir otomobil alabiliyorsunuz. En büyük isteğim otomobil sahibi olmaktı, onu da ilk işimle elde ettim,” diyerek yanıtlıyor. Sonrasında teklifler üst üste geliyor; modellik kariyeri boyunca hem ulusal hem uluslararası binin üzerinde projede yer alıyor. Milenyum çağına girdiğimizdeyse bu kez küçük ekranda boy göstermeye başlıyor Hakkı. Önce “Aşk Aynı Adreste” adlı televizyon filmiyle seyirci karşısına çıkıyor. Ardından sırasıyla “Zehirli Çiçek”, “Günah”, “Paşalı”, “Kırık Ayna”, “Gurbet Kadını” geliyor. Televizyon kariyerinde asıl dönüm noktasını başrolünü Aslı Tandoğan ile paylaştığı “Dudaktan Kalbe” dizisiyle yaşayan oyuncu, geride bıraktığımız sezonda “Yer, Gök, Aşk”ta oynamıştı. Peki, ya bundan sonra… Bundan sonraki proje Show TV’de ekranlarında yayınlanıyor. Hem de Müjde Ar, Sinan Tuzcuoğlu, Berna Laçin gibi güçlü oyuncularla. “Aşk, Ekmek, Hayaller” adını taşıyan uyarlama yapımı tercih etmesi, “Hayat, yaptığınız tercihlerle ölçülür” sözünü düstur edinen Burak Hakkı’nın kariyerine neler kazandıracak, onu hangi noktalara taşıyacak izleyip hep beraber göreceğiz. ziyaretçi kabul etmeye başladı. Yetmişli yıllarda hayli ilgi gören, ancak sonraki yıllarda küçük olması nedeniyle popülaritesini yitiren Stedelijik Müzesi’nin restorasyonunu, çalışmalarıyla kendi alanında hayli önemli bir yer edinen Sven Andersson tarafından gerçekleştirdi. Kasimir Malewitsch’in eserleriyle ün yapan müze, Robert Rauschenberg, Jackson Pollock, Marlene Dumas Mondrian ve De Kooning gibi empresyonistlerden modern ve çağdaş sanatçılara kadar, geniş bir sanat koleksiyonuna sahip. Yeni haliyle müzeyi her yıl yarım milyon tabii… Kentin Türkçeye “müze meydanı” olarak sanatseverin gezmesi beklenirken, restorasyon çevirebileceğimiz ve dahası Van Gogh Müzesi başta çalışmalarına Stedelijik ile aynı anda başlanan ve olmak üzere birçok önemli yapının bulunduğu 2014 yılının Nisan ayında açılması planlanan Rijik Museumplein bölgesi, bundan böyle çok daha Müzesi’nin 2 milyondan fazla ziyaretçisinin olacağı hareket kazanacak gibi görünüyor. Zira bembeyaz tahmin ediliyor. Sadece iki müzenin yaklaşık 2,5 ve küvete benzeyen görünümüyle kendisi de bir milyon kişi tarafından gezilmesi, azımsanacak bir sanat eseri olan Stedelijik Müzesi, sekiz yıl süren rakam değil elbette. Kente kazandıraca ekonomik restorasyon çalışmalarının ardından bir kez daha değer de cabası... Nice 125’lere NG Yayıncalık tarihinin en uzun soluklu üretimlerinden National Geographic, 125’inci yılını kutladı. Ülkemizde de hayli ilgi gören dergi, okurların kişisel arşivinde özel bir yer ediniyor. n Yayıncılık dünyasında uzun ömre sahip yayın sayısı, parmakla gösterilecek kadar az ne yazık ki… Kesintisiz olarak beş on yıl okurla buluşan yayınlar şanslı sayılıyor. Ancak bir dergi var ki, tam 125 yıldır her ay dünyanın dört bir yanından doğa, insan ve hayvanlarla ilgili derlediği bilgiyi meraklılarına ulaştırıyor: National Geographic (NG). 1888 yılının Ekim ayında, bilim ve uzay araştırmaları üzerine çalışan National Geographic Society’nin yayını olarak çıkan ve o ay sadece 165 kişiye ulaşan NG’nin, günümüzde tüm dünyada 60 milyondan fazla okuru bulunuyor. Tüm yayıncılık sektörünün en ikonik markası olma unvanını taşıyan; 125 yıllık tarihinde keşiflere, doğanın korunmasına, bilimsel araştırmalara öncülük eden derginin arşivinde 11,5 milyon adet fotoğraf bulunuyor. 2001’den itibaren Türkçe edisyonu yayınlanan ve halen Doğuş Yayın Grubu bünyesindeki çalışmalarla okura ulaşan derginin, bundan sonraki yıllarda da doğaya ve insana değer veren, keşfetmeye meraklı binlerce kişinin arşivinde özel bir yer edineceğine kesin gözüyle bakılıyor. Justin Chadwick ve prodüktör Anant Singh’in yanı sıra Mandela’nın kızları Zindzi ve Zenani Mandela’yı da ağırladı. Türkiye’de 7 Şubat 2014’te gösterime girmesi beklenen film, Mandela’nın çocukluğundan başlayarak Güney Afrika’nın demokratik seçimlerle iş başına gelen ilk başkanı olmasına kadarki süreci beyazperdeye taşıyor. Filmde Mandela’yı canlandıran Idris Elba, Mandela’nın kızı Zindzi ve Naomie Harris prömiyer öncesinde objektiflere poz verdiler. Cinnet kalp atışını yükseltir! n Yıl, 1980, aylardan Mayıs… Stephen King’in romanından sinemaya uyarlanan “The Shining / Cinnet” filmi vizyona giriyor. Yönetmen koltuğunda Amerikan sinemasının en önemli isimlerinden Stanley Kubrick oturuyor. Kamera önünde ise canlandırdığı onlarca karakterde oyunculuktaki ustalığını kanıtlayan Jack Nicholson var. Filmin öyküsü ilk bakışta çok enteresan değil aslında; Jack Torrance ve ailesi Colorado’daki bir otele göz kulak olmayı kabul eder. Kış ayları boyunca kapalı kaldığı için otelde sadece Torrance ailesi vardır. Medyumluk yeteneği ve telepatik güçleri bulunan ailenin küçük oğlu Danny, bir süre sonra otelin perili olduğuna ve oteldeki ruhların babasını yavaş yavaş ele geçirdiğine kanaat getirir. Jack’in, otelin eski bakıcısı olan ve karısıyla birlikte iki kızını da öldüren Grady’nin hayaletiyle karşılaşmasıyla birlikte işler iyice karışır… Birçok sinema eleştirmeninin Stanley Kubrick’in başyapıtı olduğunu düşündüğü film, korku ve gerilim anlayışına farklı bir yorum kazandırıyor. Vizyona girmesinin üzerinden 33 yıl geçmesine rağmen “Cinnet”, izleyenlerin yüreğini ağzına getirmeyi başarıyor. Bu, dayanağı olmayan bir iddia değil; çünkü kısa süre önce Play.com’un düzenlediği anketle de filmin izleyici üzerindeki etkisi kanıtlandı. Ankette en çok korkulan filmi soran Psite, yaklaşık 10 bin kişiden “The Shining”, “The Exorcist” ve “Nightmare on Elm Street” yanıtını aldı. Site daha sonraki aşamada en korkutucu film ve sahneleri belirlemek üzere özel gösterim düzenledi. İzleyicilerin en çok “The Shining”i izlerken kalp atışları artarken, “Here’s Johnny” sahnesinde yüzde 28.21, ikizlerin olduğu sahnedeyse yüzde 23.10 ritim artışı belirlendi. İSTASYON 53 ÇOCUK Dünyanın en büyük futbol topunun çapı Garip AMA , Gercek 15,66 metredir. KANADA’DA BİR İNEK BAZI AĞAÇ YILANLARI HAVADA İKİ OTOBÜS UZUNLUĞU KADAR SÜZÜLEBİLİR. Bir mucit POLONYA’DA BİR BİNA ERİYORMUŞ GİBİ GÖRÜNÜYOR. gazlı içecekle şarj olan cep telefonu icat etti. KÖPEĞİNKİNDEN 100 KAT SUALTI DAĞ BİSİKLETİ YARIŞLARI DÜZENLENİR. BAZI Japonya’da ramen eriştesine ithaf edilmiş bir müze var. DİNOZORLARIN KAFATASI İNSAN BOYUNDAYDI. İSTASYON dönüştü. KOSTÜMÜ Gİ YMİŞ 1,2 DÜNYA NÜFUSU HER 12 YILDA BİR YAKLAŞIK ATLADI. BİR MİLYAR ARTIYOR. PARAŞÜTLE MİLYON DOLARA SATILDI. KUŞLAR YUVALARININ Bir İngiliz şirketi BAZI Geleneksel Çin tıbbında mandalina kabuğu ilaç peynir kokulu parfüm SICAKLIĞINI ÖLÇMEK İÇİN GAGALARINI KULLANIR. üretti. olarak kullanılır. ABD’NİN OREGON ŞEHRİNDE BİR MANTAR 20 BİN EVCİL HAYVANLARI ARASINDA GALLER’DE GELİŞMİŞTİR. 54 BARBIE’NİN SOMON KOKU ALMA DUYUSU kırmızıya NOEL BABA KUZEY KUTBU’NA BİR ADAM AŞAĞIDAKİ BİLGİLER SENİ ŞAŞIRTACAK BALIĞININ Kanada’da bir nehir bir keresinde ASLAN, basketbOL SAHASI KADAR YER KAPLIYOR. PAPAĞAN VeVe ZÜRAFA VARDIR. TYRANNOSAURUS’UN DiŞLERi MUZ KADAR UZUNDU. BEBEKLERİN AĞLAMALARI FARKLI DİLLERDE FARKLI ŞEKİLDE DUYULABİLİR. Bu konu NatIonal GeographIc KIds Türkiye dergisinden alınmıştır, NG KIds abone hattı: 444 18 59 veya 0 850 222 18 59 İSTASYON 55 TÜVTÜRK Yeni fikirler, yeni hedefler Şile’de bulunan TÜVTÜRK Akademi, 11 Kasım Pazartesi günü hayli yoğundu, zira tüm Türkiye’nin dört bir yanında bulunan iş ortakları, “Fikir Paylaşım Toplantısı” nedeniyle bir araya geldi. Bu toplantı, geçtiğimiz yıllarda iki ayrı kentte, iki ayrı zaman diliminde organize edilmişti. Bu yıl tek seferde ve tek bir yerde düzenlenmesi, tüm iş ortaklarının aynı çatı altında buluşmasına ve fikir alışverişinde bulunmasına vesile oldu. Tüm iş ortaklarından yaklaşık 70 kişinin katılımıyla gerçekleşen toplantıda, TÜVTÜRK Genel Müdürü Kemal Ören ve COO Aykut Özgülsün, yaptıkları sunumlarla hem güncel gelişmeleri hem de geleceğe yönelik planları aktardılar. Emniyet ve jandarma bilgilendirildi Risk fazla, muayene şart İstatistikler, 2012 yılında 3 bine yakın traktör ve tarım aracı kazası olduğunu, 291 kişinin hayatını kaybettiğini, 4 bin 284 kişinin yaralandığını ve bu tür kazalarda ölüm riskinin otomobillere oranla dört kat fazla olduğunu gösteriyor. Teknik nedenlerse kazalarda önemli rol oynuyor. Traktörler ve tarım araçları, teknik aksaklıklar nedeniyle diğer araçlara oranla beş kat daha fazla kaza yapıyor. Karayolu Trafik Güvenlik Stratejisi ve Eylem Planı kapsamında yürütülen “Güvenli Traktör Kullanımı” projesi kapsamında oluşturulan istatistikler, durumun ne derece ciddi olduğunu gözler önüne seriyor. Emniyet Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre, traktör kazalarında en önemli sürücü kusuru dönüş kurallarına uymamak, kavşak ve geçitlerde geçiş önceliğine riayet etmemek, aracın hızını hava ve trafik durumuna göre ayarlamamak olarak belirlendi. Kazaların yarısından fazlası (yüzde 66), traktördeki far ve ışık eksikliği, hareket aksamındaki kusurlar, fren ve lastikle ilgili sorunlardan kaynaklanıyor. Bu veriler, TÜVTÜRK’ün traktör muayenelerinde tespit ettiği kusurlarla da paralellik gösteriyor. Türkiye’de 1 milyon 540 bin traktör bulunduğunu, muayeneye gelmesi gereken traktör sayısının 440 bin olduğunu, ancak bunlardan sadece 100 bininin muayeneye geldiğini, dolayısıyla traktörlerin yaklaşık yüzde 80’inin muayenesiz trafiğe çıktığını belirten TÜVTÜRK Genel Müdürü Kemal Ören, “Geçen yıl muayeneye gelip de kalan traktörlerin tamamına yakını, kusurlarını düzelterek muayeneden geçti. Yani on binlerce traktör, trafiğe güvenli şekilde geri döndü. Araç muayenesine zamanında gelen araç sayısı arttıkça, traktör kazalarında ve buna bağlı ölümlerde ciddi bir düşüş olacağına inanıyorum” dedi. İSTASYON Güveni, kaliteyi, müşteri odaklılığını ve öğrenmeyi ön planda tutan bakış açısı ve etkili iletişimle Türkiye’nin dört bir yanında hizmet veren; üstlendiği işlev nedeniyle otomotiv sektöründe önemli bir yere sahip olan TÜVTÜRK Muayene İstasyonları, 4-6 Ekim tarihlerinde tüm amirlerini bir araya getirdi. 81 ilden 200 istasyon amiri ve genel müdürlüğün ilgili birimlerinden gelen temsilciler, Bodrum Rixos Premium Otel’de buluştu. 2013’te gerçekleştirilen faaliyetlerin ve 2014 hedeflerinin ele alındığı buluşmada, açılış konuşmasını TÜVTÜRK Genel Müdürü Kemal Ören yaptı. TÜVTÜRK COO’su Aykut Özgülsün, İşletmeler Müdürü Murat Özden ve Teknik Koordinasyon Yönetmeni Sinan Balkanlı’nın sunum yaptığı amirler buluşmasında, yıl içinde düzenlenen sınavlarda başarılı olan amirlere ve başarılı istasyonlara ödülleri verildi. İzmir Bornova İstasyonu’ndan Taner Mertcan, Denizli Merkez’den Mustafa Alver, Denizli Çivril’de Suat Ornaz, Aydın Merkez’den Akın Toker ve Manisa Akhisar’dan Erdal Şeker sınavlarda başarı sağlayıp ödüle hak kazanan amirler oldu. Amirler buluşmasındaki ödül gecesinde, “kanal sayısına göre en düşük bekleme süresine sahip istasyon”, “muayene adedine oranla hiç kaba davranış şikâyeti almamış istasyon”, “teknik bülten ve direktiflere en çok katkı sağlayan istasyon”, “en çok teşekkür alan istasyon”, “en az bulgu tespit edilen mobil ve istasyon”, “hiç kaba davranış, bekleme süresi, muayene sonucuna itiraz şikâyeti almamış istasyon” ve “sekiz aylık periyot içerisinde hiç şikâyet almamış istasyon” özel Akıllı Şehirler Kongresi kapsamında bulunan Trafik Kazaları Önleme ödüle değer bulundu. Sistemleri paneli, 14 Kasım’da gerçekleşti. Panele katılan TÜVTÜRK İş Geliştirme ve MTY Müdürü Özcan Saka, “Periyodik Araç Muayenesinin Trafik Güvenliğine Katkısı” başlıklı bir sunum yaptı. Sunumunda TÜVTÜRK’ün bugüne kadar 30 milyona yakın araç muayenesini yaptığına, bunlardan üçte birinin kusurlarını ikinci muayenede giderdiklerine dikkat çeken Saka, böylece 10 milyondan fazla aracın trafikte tehlike potansiyeli oluşturmasının önüne geçildiğini söyledi. Akıllı şehirler kongresi TÜVTÜRK, Ekim ve Kasım aylarında, Eskişehir, Afyon, Isparta, Bursa, Adana, İçel ve Hatay’ı kapsayan bir dizi toplantı gerçekleştirdi. TÜVTÜRK adına Emre Büyükkalfa, Alper Demirel, Bora Uzunoğlu, Aykut Özgülsün, Murat Özden, Raşit Bayraktar ve Halim Dural’ın katıldığı, emniyet ve jandarma birimlerini bilgilendirmeyi amaçlayan toplantılara ilgi yoğundu. Bilgilendirme toplantılarında, TÜVTÜRK projesinin nasıl doğduğu, yasal boyutları, ülke için taşıdığı önem, sahte muayene işlemleri, evrak örnekleri, traktör ve motosikletlere yönelik uygulamalar, suça ilişkin yasal mevzuatın işleyişiyle ilgili bilgiler aktarıldı. Toplantılarda emniyet ve jandarma mensupları da konuyla ilgili görüş ve önerilerini aktardı. 56 Bodrum’da tek ses Liselerde trafik eğitimi İki yıl önce (2012) Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı, Millî Eğitim Bakanlığı, Goodyear Lastikleri ve TÜVTÜRK arasında imzalanan protokolle hayata geçirilen Trafik Gençlik Hareketi, 12’nci sınıf öğrencileri, servis sürücüleri ve velilerde, trafik güvenliği ve bireysel sorumluluklara dair farkındalık oluşturmayı amaçlıyor. 2012-2013 eğitim öğretim yılında 10 ildeki 50 okulda 10 bin öğrenci, 20 bin veli ve 500 servis şoförü, bu eğitime dâhil edildi. Aynı yıl düzenlenen ve gördüğü ilgi nedeniyle bu yıl daha geniş bir yapıyla gerçekleştirilmesi planlanan Trafik Olimpiyatları yarışmasında, öğrencilerden trafik güvenliği konusunda iletişim kampanyaları tasarlamaları istendi. 2013-2014 eğitim-öğretim yılının Ekim ayında öğretmenler, Kasım ayındaysa öğrenciler için özel eğitimler düzenlendi. Trafikte Gençlik Hareketi’nde bu yıl ulaşılması hedeflenen kişi sayısı geçen yılkiyle aynı. Ancak bütün liselerin katılımına açık olan Trafik Olimpiyatları sayesinde, rakamın çok daha üst seviyelere çıkması öngörülüyor. ESG politikası yayımlandı Evrensel olarak tanınan ve sürdürülebilir gelişmenin en önemli ölçütlerinden olan Çevresel, Sosyal ve Kurumsal Yönetişim (ESG) kriterleri, TÜVTÜRK’te de bir yönetim politikası olarak uygulamaya alındı. Bu kapsamda, doğaya ve insana verdiği değeri ölçülebilir ve izlenebilir hale getirmeyi vaat eden TÜVTÜRK, bu yöndeki çalışmalarını farklı bir boyuta taşımış oldu. İSTASYON 57 TÜVTÜRK tüvtürk, istanbul’da stk’larla buluştu TÜVTÜRK, periyodik araç muayenesinin önemini paylaşmak, muayene süreci hakkında bilgi vermek, araç kullanıcılarının fikir ve önerilerini almak amacıyla yolcu taşımacılığı sektörü temsilcilerini Tuzla Araç Muayene İstasyonu’nda misafir etti. TÜVTÜRK İletişim ve İş Geliştirme Direktörü Koray Özcan, İş Geliştirme Müdürü Özcan Saka ve TÜVTÜRK İstanbul Direktörü Can Şiram, yolcu taşımacılığı yapan araçlarla ilgili mevcut konuklarıyla durumu paylaştılar. Buna göre 2012 yılında 6 milyon 200 bin araç muayeneden geçirildi. Ağır kusurlu olarak tespit edilen 2,1 milyon araç, ikinci muayede kusurlarını giderdiği için bu araçların trafikte yaratabileceği tehlikenin de önüne geçilmiş oldu. Halen ağır ve hafif ticari araçların yüzde 20’lik bölümünün muayeneye gelmediğine, bunun risk yarattığına dikkat çeken TÜVTÜRK yetkilileri, bir diğer sorunun egzoz emisyon ölçümlerinde yaşandığını belirttiler. Koray Özcan konuyla ilgili konuşmasında, “TÜVTÜRK, araç muayene konusunda tek yetkili kuruluş, egzoz gazı emisyon ölçümü ise TÜVTÜRK dışında da yapılabiliyor. Ancak bazı yerlerde bu ölçüm uzman kişiler ve teknik yeterliliği olan cihazlarla yapılmıyor. Hatta, ölçüm yapılmadan egzoz emisyon pulu satıldığı bile oluyor. Denetimlerde egzoz pulu olsa bile, egzoz emisyon değerlerinin belirlenen limitleri aşması durumunda, 1689 TL para cezası söz konusu. Bunun için de egzoz gazı emisyon ölçümü uzman noktalarda yaptırılmalı, ölçüm yaptırmadan pul satın almaktan kaçınılmalı” dedi. Can Şiram ise buluşmanın önemine dair şunları söyledi: “Yolcu taşımacılığı sektörünün temsilcilerinin, muayene konusunda düşüncelerini ve önerilerini almak bizim için çok önemli. İlgili sivil toplum kuruluşlarıyla bir çalışma yaparak, yolcu ve toplu taşıma araçlarının muayeneye gelmeden önce daha iyi hazırlanabilmelerine yönelik fikir alışverişinde Karayolları Trafik Güvenliği Stratejisi ve Eylem Planı, 2020 yılına bulunduk.” kadar, trafikteki kazalardan kaynaklanan ölümleri yüzde 50 azaltmayı planlıyor. Plan, tarım araçlarının daha güvenli kullanımı konusunda gerekli tedbirlerin alınmasını da hedefliyor. Bu amaç doğrultusunda İçişleri Bakanlığı, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı ve Türkiye Ziraat Odaları Birliği’nin işbirliğiyle hazırlanan “Tarım Araçlarının Güvenli Kullanımı Projesi” oluşturuldu. Proje ilk olarak Konya’nın Altınekin, daha sonra da Manisa’nın Saruhanlı ilçelerindeki toplantılarla tanıtıldı. Ülke genelinde yaygınlaştırılacak projeyle güvenli sürüş tekniklerinin benimsetilmesi, tarım aracı sürücülerinin trafik kuralları konusunda bilgilendirilmesi, doğru kullanımla tarımsal işlerin güvenli yapılması ve kaza oranlarının azaltılması amaçlanıyor. Projede TÜVTÜRK de gezici araç muayene istasyonlarıyla yer alıyor. Tarım araçları tehdit olmasın E-fatura dönemi başladı Türkiye’de 1 Eylül’den itibaren E-Fatura dönemi başladı. TÜVTÜRK, yasal zorunluluğu bulunan uygulamaya ilişkin çalışmalarını çok öncesinden başlattı ve kendi sistemini, yeni döneme aktarabilmek, uygulama yöntemlerini görüşebilmek üzere 6 Haziran’da Gelir İdaresi Başkanlığı yetkilileriyle bir araya geldi. Ankara’da yapılan görüşmenin ardından netleşen planın iş ortaklarıyla paylaşılması için bir dizi toplantı düzenledi. İlk toplantı Temmuz’da, ikinci toplantıysa 15 Kasım’da gerçekleşti. 58 İSTASYON CITA’nın gündemi kalite International Motor Vehicle Inspection Committee (CITA), birçok kurumu çatısı altında toplayan bir organizasyon. Farklı çalışma grupları oluşturan bu organizasyon, araç muayene konusunu tüm dünyada geliştirmeyi, sorunlara inovatif çözümler üretmeyi hedefliyor. TÜVTÜRK’ün dört yıldır üyesi olduğu CITA’nın oluşturduğu çalışma gruplarından birinde “Muayene Sonuçları Standardizasyonu” ele alınıyor. TÜVTÜRK Kurumsal Gelişim Direktörü Emre Büyükkalfa’nın içinde yer aldığı grup, 19-20 Kasım tarihlerinde Almanya’nın Berlin kentinde toplanarak, TS EN ISO 17020 standardının araç muayene kuruluşlarında uygulanmasını içeren kılavuz dokümanla ilgili çalışma yaptı. Araç muayene kuruluşlarındaki kalite ve eğitim sistemleri üzerine de odaklanılan toplantıda Büyükkalfa, TÜVTÜRK Akademi’den, eğitim süreçlerindeki gelişmelerden ve TÜVTÜRK’ün eğitime verdiği önemden söz etti. Böylece CITA eksenli birçok platformda son yıllarda uluslararası Benchmark ve “en iyi uygulama” olarak betimlenen TÜVTÜRK, eğitim vizyonunu uluslararası takdir gören sistemler listesine ekledi. Can Dostları Hareketi büyüyor Trafikte Sorumluluk Hareketi altında faaliyet gösteren Can Dostları Hareketi, her geçen gün biraz daha yaygınlaşıyor. İlk adımı, 2010’da Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı, Millî Eğitim Bakanlığı ve TÜVTÜRK arasında imzalanan protokolle atılan projeyle bugüne kadar 296 ilkokula ulaşıldı. Bu okullarda 3 bin 200 öğretmene, 100 bin öğrenciye, 200 bin veliye ve 6 bin okul servisi şoförüne eğitim verildi. 2013-2014 eğitim-öğretim yılı için çalışmalar, 2013 yılının Haziran ayında başlatıldı. 89 okuldan 89 sınıf öğretmeninin katıldığı seminerler, son derece başarılı geçti. Projeyle bu eğitimöğretim yılı sonunda 500 öğretmene, 15 bin öğrenciye, 30 bin veliye ve 700 servis şoförüne ulaşılması hedefleniyor. Akaryakıt sektörü bir araya geldi Projeyle 500 öğretmene, 15 bin öğrenciye, 30 bin veliye ve 700 servis şoförüne ulaşılması amaçlanıyor. TSH eğitimi devam ediyor Yaptığı projelerle toplumun farklı kesimlerinde trafik konusunda farkındalık yaratmayı amaçlayan TÜVTÜRK, kendi personelini de unutmuyor. Daha önce şirket çalışanlarına yönelik verilen “Kurumsal Trafik Güvenliği Eğitimi”, Aralık ayında da devam etti. Henüz eğitim almamış ya da işe yeni başlayan personelin TÜVTÜRK Trafikte Güvenlik El Kitabı’na ilişkin daha fazla bilgi edinebilmesi amacıyla ve Trafikte Sorumluluk Hareketi (TSH) kapsamında düzenlenen eğitim Yrd. Doç. Dr. İdil Işık tarafından verildi. TÜVTÜRK’teki eğitimler bununla sınırlı değil; şirket aracı kullanan personel için hazırlanan Defansif Sürüş Teknikleri başlıklı eğitim de bunlardan biri. Auto-Drom tarafından verilen, bir günü kapsayan eğitimde katılımcılara teknik ve uygulamalı ders verildi. Trafik Güvenliği Platformu Akaryakıt Sektörü Komitesi, 29 Kasım’da akaryakıt sektörünün temsilcileriyle Polis Eğitim ve Kongre Merkezi’nde buluştu. Akaryakıt Sektörü Komitesi tarafından düzenlenen toplantı, ülke genelindeki kampanyaları koordine eden Trafik Güvenliği Platformu tarafın yürütülen faaliyetlere ortak bir dil ve vizyon kazandırılmasını, kampanyaların etkinliğinin artırılmasına yönelik yol haritasını oluşturmasını amaçlıyordu. Trafik Güvenliği Platformu’nun temel faaliyetlerinden iç denetim prosedürlerinin oluşturularak, tüm iş dünyasına yaygınlaştırılması ve firmaların bünyesinde trafik kurallarına uyan örnek sürücü kitlesinin oluşturulması anlamında ilk adım olması açısından son derece önemli olan toplantıya Bilim, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı ile Enerji Piyasası Düzenleme Kurumundan yetkilileri; PETDER, ADER, AKADER dernekleri ve sektörde faaliyet gösteren şirketlerin temsilcilerinin yanı sıra TÜVTÜRK de katıldı. Trafik güvenliğinde yeni açılımlar oluşturmak; sürdürülebilir çözümler üretmek üzere sosyal sorumluluk projeleri ve kampanyalar geliştirilmek; tehlikeli madde ve sıvı taşımacılığı yapan sürücüler başta olmak üzere şirket çalışanlarının trafik kurallarına uymasını standart hale getirmek; kurallara uyulmasını teşvik edecek iç denetim prosedürlerini geliştirmek ele alınan konular arasındaydı. İSTASYON 59 ENGLISH SUMMARY 500 year-old sparkle of a world power Jewelry is more precious when it comes with palaces and sultans. There are unlimited kinds of objects and jewelry in the treasury of Topkapı Palace. Gül İrepoğlu studied this treasure and wrote the book “Ottoman Palace Jewelry”. A fter Anatolian beyliks turned into an empire; gold, silver and colorful gemstones with all their glitter came along. It was time for glory now. Bejeweled ceremonial objects took their place in the palace. Jewelry became an essential element of the sultans’, his harem’s and statesmen’s clothing; jewelry-making became a brilliant branch of art. The jewelry that entered into the Imperial Treasury as a war booty or gift, and that was bought is currently displayed in the Topkapı Palace Museum. Most of these objects are covered with precious gemstones such as diamond, emerald, ruby, garnet, chalchuite, sapphire, topaz, chrysotile, crystallized quartz, jade, coral, lapis, onyx, and large and small pearls. Ivory, mother of pearl, ebony, horn, fish teeth, and even parrot beak was also used in jewelry-making. Jewelry and precious gemstones were not only ornaments. There are common beliefs about this in the books of gemstones. For example: Emerald prevents epilepsy and plague; venomous animals don’t come near to those who wear emerald; fire doesn’t burn those who wear ruby. Ottoman jewelry-makers worked on jewelry with methods such as inlaying, scraping, engraving, niello, filigree, granulation, formwork, wickerwork, gilding, glazing, and an aging method called firuzekârî. With embossing, engraving and inlaying methods, they meticulously put Ottoman-style patterns on the surfac- 60 İSTASYON es covered with hatayîs (a special Turkish motif with flowers and leaves), rumi motif, curly branches, daggers and Chinese clouds. What dazzled the most were not the gemstones but the whole processed object or the jewelry. Some of the objects in Topkapi Palace Treasury were used during ceremonies, and some were used in daily life. Royalty symbols such as throne and pendant; religious or writing objects such as Kur’an and book volumes, Kur’an covers, writing sets, inkwell, inkpot, tool holder, rıhdan (a box to keep a special sand that dries ink), end grain, scissors, sharpener, paper cutter, reading desk, and rosary; eating and drinking objects such as water bottle, pitcher, decanter, ewer, plate, spoon, bowl, salt-shaker, cup, metal cup holder, censer, rose water flask, and sherbet cup; personal belongings such as crib, cover, pillow, bundle, chandelier, oil lamp, candle holder, mirror, hair comb, pouch and watch; war objects such as sword, dagger, gaddâre (a special type of sword), machete, mace, poniard, pommel, rapier, spear, shield, quiver, arms rack, powder flask, gun, and rifle; horse-riding objects such as harness, horse chest protector, stirrup, and whip; medical objects such as surgical set, pincer, and razor; hookah, reed flute, chess set, wand, paper fan, mosquito net, umbrella, walking stick; more contemporary objects like glasses… All of them are parts of the Ottoman palace jewelry culture. They all represent the life, traditions, and ceremonies; they all reflect the details of centuries. The four-leg throne that came from Mevlevihane’s atelier 1 It can be said that Sultan Ahmed I (16031617) was the most religious sultan. He died in 1617, at the age of 27, in 9 June 1617, five months after Ahmediye Mosque (Blue Mosque), which was built by Sedefkâr Mehmed Ağa by his command, was opened to worship in Atmeydani (Hippodrome) across Hagia Sophia. His big heritage to Ottoman civilization is the mosque, and his heirloom in the palace treasury is Arife Throne, the most delicate and elegant throne of the palace, probably a work of Sedefkâr Mehmed Ağa again. A splendid example of Turkish art of mother-of-pearl, this fourleg throne has a swinging oval pendant covered with emeralds, rubies and chrysotile gemstones and its ring is tied with a pear-shaped emerald ornament and a fringe. On this unique throne, of which backrest, pediment and steps reflect excellent work of mother-of-pearl on tortoise shell, Sultan Ahmed and his successor sat on holiday eves (arife) during greetings in Privy Chamber (Has Oda). That’s why it was called ‘Arife Throne’ in the palace. It is learned from the scripture on its dome that it was made for Sultan Ahmed in Istanbul, but the name of the artisan was not written. There is also no miniature that depicts Ahmed I sitting on the throne. Mahmud II on Arife Throne. İSTASYON 61 ENGLISH SUMMARY The horse that overshadowed the sultan with his glitter 3 An important figure for Turks, horses were adorned with jeweled sets. They even had crests like sultans’, and precious harnesses were kept in Harness Treasury. Sultans’ horses’ harnesses were glamorous; and they even overshadowed the sultans’ clothing. In his memoirs, Stephan Gerlach, who watched Murad III’s cuma selamlığı (a ritual of sultans’ going to pray on Fridays), he says “The sultan went to the mosque passing by our house. He was II. Osman his horse with bejeweled harness. Bejeweled ritual canteen. Three-leg emerald earrings 2 62 İSTASYON The sultan’s water is in a gold canteen 4 A harem woman with emerald earrings Sultan I. Ahmed, in one his poems, compares oil lamps to a mosque’s three-leg earrings: “Köşe köşe üç ayaklı küpe gibi sarkar / Cami’in hak bu ki mengûşına benzer kandil…” (Hangs like three-leg earrings / The lamp looks like the earrings of the mosque). Here the word ‘leg’ corresponds to the pieces of earrings that are called ‘dangle’ today. In the treasury records, there are earrings with even 10 legs. In Levnî’s (18th century) dressing woman figure, we see three-leg emerald earrings. The stirrup with emeralds and tulip motif. Made with diamonds and emeralds in a row shaped like a half flower, earrings were one of most popular jewelry in old ages like they are today. Earrings were an essential ornament for a woman in harem. What they were worth pointed at the woman’s prestige. When Kösem Valide Sultan was murdered brutally in the palace, the murderers took her earrings by ripping her earlobes. According to the Claes Ralamb Travel Book, her husband Ahmed I bought those earrings for Kösem years ago with ‘one-year income of Cairo’. wearing a simple dress made with red and white silk. However, his horse was very fancy and the back of its saddle was covered with turquoise…” When we take a close look at the famous miniature that depicts Osman II on his favorite horse called Süslü (or sisli) Kır with bejeweled harness, it is obvious that the horse looks more jeweled that the sultan. However, this young sultan was to be sent to death on a pack horse. The difference between the gravure that depicts that tragic scene and this miniature is striking. Bejeweled horse harnesses of the Ottomans were so famous that it was one of the primary gifts that were sent to the foreign palaces. Sent to the Tsar Aleksey Mikhailovich as a gift in the 17th century; the golden stirrups with tulip motifs, of which inside part is covered with brocade velvet fabric, and spiced up with emerald green enamel, is on display in Moscow at Kremlin Palace Museum. Travelling for a long time on a horse and being always ready to battle were characteristics of Asian Turks. It goes without saying that in such a life style a water canteen is crucial. Back then, the canteens that were attached to the horse pillion were made with leather. Centuries pass, lifestyles change, but traditions don’t die. What carried the sultan’s water was now a world emperor’s gold canteen and was covered with precious gemstones. But it kept its flat shape. Since the 16th century, the sultans had gold canteens. We can see such a canteen in Nakkaş Osman’s Hünernâme. The sultan’s water was being carried by his helper Çuhadar Ağa. Especially one of the canteens in the Treasury reflects all the glory of the 16th century. Processed on gold with emerald and ruby, this unique canteen has eye catching handiwork such as embossing, inlaying, hatayi flowers and leaves in kalem- kâr technique and motifs in motifs. On two sides of the flat canteen, there is a dragon that keeps pearls in its mouth, and on the dragon’s one head written the weight of the canteen (640 drachmae); on the other side written ‘tecdid’ (novation). This means that the work had been through a renewal. Çuhadar ağa carrying canteen (left, at the back). The legend of the Spoonmaker’s Diamond 5 It is thought that this famous piece of the palace treasury, the 86-carat diamond, came to the palace during the reign of Mehmed IV. Having been seen on the crest of Abdülhamid I (1774-1789), the famous diamond definitely came to the palace before 1770. According to the Provincial Treasurer Sarı Mehmet Pasha in his book Zubde-i Vekaiyat, a fisherman sold this diamond he found in Eğrikapı to a spoonmaker in return for three spoons, then the spoonmaker sold it to a jewelry-maker in return for 10 coins. It turned out to be a diamond. The incident was heard by the Grand Vizier Mustafa Pasha. According to another story, Napoléon’s mother sold the diamond, which had been bought from Madras Maharajah; however, this story is ungrounded because the diamond is seen on the sultan’s crest in Abdülhamid I’s portrait. The 49 old-mine cut diamonds surrounding the pear-shape diamond were added later. İSTASYON 63 ENGLISH SUMMARY The taste brought into being by cruelty TÜVTÜRK news Rumor has it that after Nimrod picked up all the wood in the surroundings to burn up Prophet Abraham, the local people became unable to cook. That decision lead to the birth of çiğköfte. . Written by: Biray Anıl Birer One voice in Bodrum W ith a history dating back to the BC, çiğköfte is now mentioned respectfully not only in South and East Anatolia but also in the West; and there are many rumors about how it was created… But one of them is more popular. The story is set during the years when the Kingdom of Commagene reigned. Rumor has it that the King Nimrod had a big problem because Prophet Abraham, who smashed all the idols, invited him to believe in the only God, Allah. For Nimrod, it was more than an invitation; it was a war declared against all the principles he believed in. According to him, Abraham was to be punished right away and destroyed by a big fire. On Nimrod’s command, all the wood in the kingdom was collected. Lighting a fire at the houses, even for cooking, was strictly prohibited. Ignorant of the situation, a hunter came home with a deer he hunted and a guest along with him. He asked his wife to prepare a sumptuous dining table. However, the prohibition prevented his wish from coming true. Trying to find a solution, the hunter broke off a fatless price from the deer’s leg. He put the piece on a stone and pounded it finely with a stone. The pounded meat was kneaded properly with bulghur, salt and pepper. That is how the story 64 İSTASYON of çiğköfte, which everyone wants to eat at least a second time today, was born. In Eastern Cultures, oral narrative tradition is dominant rather than written one; and sometimes we can see sayings and food nourish each other. The best example is ‘sıra nights’ called sıra. Organized to drink, eat, chat and have fun, these nights can not be imagined without çiğköfte. Not everyone can knead çiğköfte during sıra nights. Having a strong wrist and clean heart and body is prerequisite; and one more thing: one who will sit by that tray should know about taste. That’s why every sıra has a çiğköfte kneader, and his helper. When the chat is almost over, the kneader and his helper goes into another room and starts to knead the ingredients. Therefore, the taste of çiğköfte, served towards the end of the night, is imprinted on the memory along with everything. Like all the dishes of Southeast and Eastern Anatolia, çiğköfte is famously hot. That’s because it involves legendary isot (preserved red pepper) of Urfa and hot red pepper paste. If you keep hot food at your arms length, but still want to eat çiğköfte, the shops that sell this food on almost every corner won’t do. Eaten like honey by even a small kid on the land where it was born, çiğköfte might turn into a torture for many people. Therefore, to start off with a small bite and then decide to eat or not based on its effect is very important. There are other aspects to decide on. Çiğköfte has become popular in the West and many shops have been opened as a result; but illicit manufacturing that does not follow health regulations also increased. Illicit manufacturing revealed itself rather in the meatless çiğköfte prepared specially for those who think raw meat is not good for human health. Turkish Standards Institution (TSE) determined some criteria in çiğköfte manufacturing to take measure. Accordingly, the water used to make bulghur (main ingredient of meatless çiğköfte) swell to keep down the cost would be either not used at all or just a little. Another method the manufacturers apply to keep down the cost is to add potato and preservatives to çiğköfte; and this was banned altogether. To what extent the criteria of TSE is followed is open to question. Therefore, those who want to protect their health and enjoy the real taste of çiğköfte should prefer certified places. n Having an important position in automotive sector due to its undertaken function, along with a perspective of prioritizing trust, quality, customer orientation and learning; TÜVTÜRK inspection stations, providing services in all over Turkey brought together all the station leaders in Oct, 4-6. 200 station leaders from 81 provinces and representatives from the relevant units of headquarters met in Bodrum Rixos Premium Hotel. At the meeting which the activities carried out in 2013 and targets of 2014 were discussed, CEO Kemal Ören made the opening speech. In leaders meeting where COO of TÜVTÜRK Aykut Özgülsün, Entities Management Manager Murat Özden and Technical Coordination Supervisor Sinan Balkanlı made presentations, awards were given to the leaders who were successful in the examination held during the year and to the thriving stations. Taner Mertcan from İzmir Bornova Station, Mustafa Alver from Denizli Merkez, Suat Ornaz from Denizli Çivril, Akın Toker from Aydın Merkez and Erdal Şeker from Manisa Akhisar who have achieved success were the leaders granted with award. On the award ceremony categories “the sta- tion having the lowest waiting period according to number of lane”, “the station in proportion to inspection number that received no complaints by any means”, “the station contributed the most to technical bulletins and directives”, “the station appreciated most”, “mobile and the station detected findings the least”, “the station got no complain on the result of inspection, no rude behavior and waiting period”, “the station not received any complaints in 8 months-period” were regarded with special award. New ideas, new targets n TÜVTÜRK Academy in Şile was considerably busy on November 11st. The business associates from all around Turkey come together on the occasion of “Idea Sharing Meeting” on that day. This meeting was organized in two different cities and timeframes in recent years. This year, to be held in one place at one time contributed all business associates to meet and exchange ideas under the same roof. In the meeting held with the participation of about 70 people from all business associates, TÜVTÜRK CEO Kemal Ören and COO Aykut Özgülsün conveyed current developments and future plans with their presentations. The risk is higher than expected, periodical inspection is a must n Statistics indicate that about 3000 tractors and agricultural vehicle accidents happened, 291 people were killed and 4284 people were injured in 2012. These kinds of accidents show that the risk of death is 4 times higher than automobile. As for technical reasons, they play a significant role in accidents. Due to the technical breakdowns, tractors and agricultural vehicles have a cidents 5 times more than the other vehicles. The statistics within the scope of “Safe Tractor Driving” which is a part of Highway Traffic Safety Strategy and Action Plan reveal how serious the situation is. According to the General D rectorate of Security data, the most important mistakes made by drivers are not following the takeover rules, not abiding by right of way, not adjusting the vehicle’s speed according to weather and traffic condition. More than half of the accidents (66 percent) stems from the lack o light and beam, defects in power, steering and suspension unit, brake and tire-related problems. The data shows parallelism with problems identified in TÜVTÜRK’s tractor inspections. TÜVTÜRK CEO Kemal Ören indicated that there are 1,540,000 tractors in Turkey, 440,000 of them should be examined but only 100,000 tractors were inspected and that’s why 80% of the tractors were in traffic without inspection. He said: “Almost all the tractors that were inspected last year have corrected their failures. It means ten thousand tractors went back to traffic safely. When the number of tractors increases more and more, I believe there will be a downfall in tractor accidents and in the death rates related to that.” İSTASYON 65 ENGLISH SUMMARY TÜVTÜRK news TÜVTÜRK met NGOs ın Istanbul n TÜVTÜRK has put mass transportation sector represen- tatives up to share the importance of periodical vehicle inspection along with giving information about the process of inspection and getting opinions of them in Tuzla Vehicle Inspection Station. TÜVTÜRK Communication and Business Development Director Koray Özcan, Business Development and CRM Manager Özcan Saka and TÜVTÜRK İstanbul Director Can Şiram shared the current situation about the vehicles that transport passengers with their guests. According to this, in 2012 6 million 200 thousand vehicles were inspected. Since 2.1 million defected vehicles rectified their failures, the danger these vehicles would create has been prevented. Still 20% of heavy and light commercial vehicles have not been inspected. TÜVTÜRK authorized officers drew attention to the risks of this situation and stated that another problem exists in the measurement of exhaust emission. Regarding this matter Koray Özcan: “TÜVTÜRK is the only authorized establishment in vehicle inspection, yet the measurement of exhaust gas emission can be done apart from TÜVTÜRK. However we know Fuel Oıl Companıes Came Together n Traffic Safety Platform Fuel Oil Committee met with rep- resentatives of fuel oil sector at Police Education and Convention Center in November 29. The meeting which was held by Fuel Oil Sector Committee aimed at creating a common language and a vision to the activities conducted by Traffic Safety Platform that coordinates the campaign across the country. The meeting was extremely important. It was the first step of creating internal audit procedures, which is one of the main activities of Traffic Safety Platform, and making them becoming widespread in business world and creating example drivers within firms who observe traffic rules. Ministry of Science, Industry and Technology, Mini try of Transport, Maritime Affairs and Communications, officials from Energy Market Regulatory Authority, PETDER, ADEA, AKADER a sociations and representatives of companies operating in the sector participated in the meeting as well as TÜVTÜRK. To constitute new deve opments in traffic safety; to develop social responsibility projects and campaigns for producing sustainable solutions; to make employees - pa ticularly drivers who transport hazardous substances and liquids - follow the traffic rules; to develop internal audit procedures which promote employees to follow the rules were among the topics discussed in the meeting. Hıgh Qualıty ıs on the CITA’s agenda n International Motor Vehicle Inspection Committee (CITA) that sometimes this measurement is not done by experts and devices that have technical competence. Moreover, exhaust emission stamp could be sold without measuring. Although there is exhaust stamp, if the exhaust emission measure exceeds the determined limits, there will be a fine worth 1689 TL. Therefore the exhaust gas measurement should be done in professional facilities and without doing measurement exhaust stamp should not be bought.” Can Şiram talked about the importance of the meeting: “It’s important for us to obtain ideas and opinions of representatives of passenger transportation about vehicle inspection. By conducting a study with nongovernmental organizations, we exchanged ideas about preparing the passenger and public transportation vehicles better before coming to inspection.” 66 İSTASYON is an organization gathering many establishments under the same roof. By creating different study groups, this organization aims at developing vehicle inspection all around the world and producing innovative solutions. TÜVTÜRK has been a member of this committee for four years. In one of the study groups, “Examination Results Standardization” was discussed. The group which TÜVTÜRK Corporate Development Director Emre Büyükkalfa took part gathered in Berlin, Germany on November 19 and 20 and worked on guidance documents containing the implementation of TS EN ISO 17020 standard in the vehicle inspection. In the meeting that also focused on quality and education system in vehicle inspection organizations, Mr. Büyükkalfa mentioned TÜVTÜRK Academy, the developments in their education processes and how TÜVTÜRK gives importance to education. Thus, TÜVTÜRK described as an international benchmark and “the best practice” by many CITA-oriented platforms, added its education vision to the list of systems which is internationally acclaimed. C M Y CM MY CY CMY K