2009 Ocak-Şubat - Mülkiyeliler Birliği
Transkript
2009 Ocak-Şubat - Mülkiyeliler Birliği
OCAK-ŞUBAT SAYI 2009 1-2 kriz ve savaş: işsizlik, açlık, ölüm kapımızı çalıyor panel: Gözleriyle Filistin şubelerden: izmir Şubesi Etkinlikleri konuk yazarlar: Meksika izlenimleri 1 İÇİNDEKİLER mülkiye’den yeni bir sayıyla merhaba..................................................................................................................... 3 danışma kurulu toplantısı.................................................................................................................... 4 Mülkiyeliler Birliği’nin Bir Başka Çınarı: Hikmet ÖZÇINAR / Bahri ÖKTEM................................. 5 Ayhan Açıkalın, Fazıl Kafadar ve Kamil Erdeha’yı Anma Toplantısı................................................. 7 Yeryüzü Nazım’a Şarkılar Söylüyor.................................................................................................... 8 mülkiye’de öğrenci olmak Ajan S.A. Ağabey . .............................................................................................................................. 9 Münir Raif Güney................................................................................................................................ 10 dosya: Filistin filistin’de neler oldu? / A. Raif FALCIOĞLU..................................................................................... 13 filistin la ville martyre / Emirhan OĞUZ............................................................................................ 18 gazza’nin ufacık bayrakları / Remzi DERVİŞ..................................................................................... 19 kudüs’ün gönüllü sürgünleri / Ayşe KARABAT................................................................................... 20 panel: gözleriyle filistin…................................................................................................................... 21 şubelerden izmir şubesi Söyleşi “ağlayan dağ, susan nehir”................................................................................................... 24 anadolu düşüncesi ebrudur?............................................................................................................... 25 bir konserin ardından.......................................................................................................................... 27 konuk yazarlar kapitalist yıkım kıskacındaki dünyanın “hâl-i pür melali” / Temel DEMİRER.................................. 28 ezln’in “birinci dünya saygın öfke festivali”nden notlar / Sibel ÖZBUDUN…................................. 49 şöfor mahallinden ulaşım politikası tek seçenek mi? / Eser ATAK..................................................... 54 türkiye’de ve dünyada küresel bungunluğun nedenleri / Yüksel ÇETİNER........................................ 58 kentlerin tarihinden: ankara galatlar döneminde ankara / Mehmet ÖZER...................................................................................... 60 şiir seçkisi memleketimden insan manzaları / Nazım HİKMET............................................................................ 61 fotoğrafın diliyle: mülkiye E-Bülten Mülkiyeliler Birliği’nin Yayınıdır. Mehmet ÖZER tarafından hazırlanmaktadır. mülkiye’den Yeni bir sayıyla merhaba, 1.300’den fazla Filistinli öldürüldü. Bu saldırılarda Hamas vb örgütlerin rolü, Hamas vb örgütlerin niteliği ve üzerlerindeki çeşitli şaibeler, İsrail’in kendini savunma refleksi ya da problemin tarihsel arka planı gibi konular elbette tartışılmalıdır ve ciddiyetle ele alınmalıdır. Fakat her savaşın en ağır bedeli ödettiği ve yaşamlarını daha güvensiz hale getirdiği çocuklar, kadınlar, yaşlılar ve bedensel engellilerin yaşadığı insani dram bana göre her şeyden önce geliyor. İnsanlık tarihi, maalesef, insanın insana ve doğaya uyguladığı vahşetin de tarihidir ve bu vahşet insanın kendi sonunu da hazırlıyor. 150. Yılımıza girmiş ve de ilk birbuçuk ayını geride bırakmış bulunuyoruz. Program ve planlama çalışmaları geçtiğimiz yıldan beri heyecan ve coşku içinde devam eden 150. Yıl kutlama etkinlikleri, yıl boyunca devam edecek. Okulumuzda, Birliğimiz Genel Merkezinde ve şubelerimizde çok çeşitli ve camiamıza yakışır etkinlikler düzenlenecek. Bu etkinliklerle ilgili internet ana sayfalarımızda ya da şubelerimize ait internet sayfalarında bilgiler bulabilirsiniz. Biz de, gerek bu etkinliklerden programı belli olanları mümkün olduğunca önceden duyurmak, gerekse de yapılan güzel işleri camiamızla paylaşmak için bültenimize taşımaya gayret edeceğiz. Bu nedenle de yine sizlerin desteğine ihtiyacımız olacak. Tüm şubelerimizden, gerek yapılacak etkinliklerin duyurusu, gerekse de yapılan etkinliklerle ilgili kısa bilgilendirme yazılarını bekliyoruz. Ülkemizde krizin etkileri günlük yaşamda artık iyiden iyiye hissedilmeye başladıysa da, konuyla ilgili uzmanların söylediği henüz daha krizin başlarında olduğumuz. İstatistikler 2008’in son çeyreğinde yaklaşık 550.000 (beşyüzellibin) kayıtlı çalışanın işsizler ordusuna katıldığını gösteriyor. Bu durumun çalışanlar üzerinde yarattığı baskıyı vs. dile getirmeye bile gerek yok. Herkes biliyor ki, ülkede çalışanların büyük çoğunluğu kayıt dışıdır ve krizde ilk gözden çıkarılacaklar da bunlardır. Demek ki sadece işsizlikle ilgili veriler bile gerçeği tam yansıtmıyor. Bu krizin aslında kapitalizmin krizi olduğunu ve sürekli olarak yineleneceğini bilsek de, en azından şu aşamada güçlü bir “alternatif” in eksikliğinin herkes farkında. Ülkemizde yapılacak yerel seçimlere çok az bir süre kaldı. Asıl yapılması gereken insana ve topluma saygılı, her durumdaki insanın rahatça kent yaşamına nasıl katılabileceği, yaratılan rantın birilerinin cebine değil de sosyal projelere ve kentlerin insani standartlara uygun olarak geliştirilmesine gideceğini vs. içeren, akademik yanı da olan bir program ortaya koymak ve seçimden hiç değilse 1 yıl önce belirlenecek adaylarla bu program ve projeleri insanlara anlatmak olmalıydı. Oysa görüyoruz ki kendisine sosyal demokrat diyen partiler bile böyle zahmetli bir çabaya girmediler. Bütün partiler daha yararlı olacak değil seçilme ihtimali olduğunu düşündükleri adayları son dakikada açıklayıp, bu insanları da çoğunu hazırlıksız biçimde kamuoyunun önüne gönderdiler. Bu adaylardan bir kısmı son derece değerli kişiler olsa da yerel yönetim anlayışı böyle olmamalı. Bu sayımızda yerel seçimlerle ilgili de yazılar bulacaksınız. Gelecek sayıda yayınlanmak üzere yeni yazılar da bekliyoruz. Bültenimizle ilgili oldukça iyi eleştiriler alıyoruz. Arkadaşlarımızdan gelen katkılardan da memnunuz. Bunlar, bize, doğru ve iyi şeyler yaptığımızı düşündürüyor. Elbette önemli olan güzel şeyleri ortaya koymak kadar bunun sürekliliğini de sağlayabilmektir. Bunun için sizlerin katkılarının da sürekliliğini bekliyoruz. Yeni sayıda buluşmak dileğiyle. A.Raif FALCIOĞLU Geçen ayın en önemli gündemi İsrail’in Gazze’ye düzenlediği yeni saldırı idi. Bu sayımızda Filistin konusuna da yer ayırdık. Çeşitli saldırıların sorumlusu Hamas gibi dinci örgütleri hedef aldığını iddia eden İsrail, 27 Aralık 2008’de, Gazze’ye büyük bir operasyon başlattı ve kelimenin tam anlamıyla “yerlebir” etti. Bu saldırılarda, çoğu da sivil ve çocuklardan oluşmak üzere, açıklanan rakamlarla 3 DANIŞMA KURULU TOPLANTISI Kasım ayında yapılan toplantıda, Mülkiye Sitesi Merkez Binası ile ilgili gelişmeler ve hazırlanan avan (ön) proje ile şartnameye ilişkin taslaklar değerlendirmiş ve üyelerce önerilen uzman kişilerden bir komisyon oluşturularak bu komisyona ihale süreciyle ilgili metinlerin hazırlanması görevi verilmişti. ayrı değerlendirildi. Söz alan kurul üyeleri, metinlerin içeriği ya da şekli ile ilgili görüşlerini belirterek, eksik bırakılmış ya da düzeltilmesi gereken, yeterince net ifade edilmemiş ya da yanlış anlaşılmaya neden olacak noktaları ifade ettiler. Bir üye de, Türkiye de yaşanan bazı olumsuz örnekleri aktararak yap – işlet – devret modelinin sakıncalarından bahsetti. O toplantı sonunda alınan karara uygun olarak ve komisyonca hazırlanan ilgili metinleri değerlendirmek üzere Danışma Kurulu (Ortak Kurullar) Toplantısı, Komisyon üyeleri ya da Genel Başkan Ali Çolak Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi’nde 08 Şubat konuşmalar sırasında ihtiyaç doğdukça gerekli 2009 pazar günü yapılmıştır. açıklamaları yaparak konuya açıklık getirdiler ya da Toplantıda Genel Başkan Ali ÇOLAK ve danışma metinlerin son hale getirilmesinde dikkate almak kuruluna davetli, ilgili kurullarda görevli üyelerin üzere gelen önerileri not aldılar. büyük çoğunluğu hazır bulunmuştur. Yapılan oturumda, oldukça ayrıntılı bir şekilde Toplantının başlangıcında Genel Başkan Ali ÇOLAK çalışma sürecine ilişkin kısa bir bilgilendirme konuşması yaparak, sözü, metinleri hazırlayan komisyona verdi. Komisyon üyeleri adına yapılan konuşmalarda metinler hazırlanırken nasıl bir çalışma yapıldığı, metinlerin ruhu ve mantığı ile ilgili bilgiler verildi. incelenen metinler, birlik, vakıf ve camianın çıkarlarını koruma adına daha eksiksiz bir hale getirilmeye çalışıldı. Komisyon, toplantıda yapılan önerilere uygun olarak metinlerde gerekli değişiklikleri yapmak üzere çalışmalarına devam edecek. Gerekli görülürse yeniden ortak kurulları toplama Daha sonra üyelerin konuşmalarına geçildi ve kararı alınarak toplantı sona erdirildi. komisyonca hazırlanan ilgili metinler sırasıyla ve ayrı Mülkiyeliler Birliği’nin Bir Başka Çınarı: Hikmet ÖZÇINAR Bahri ÖKTEM Yanda fotoğrafı var. Tanıdınız değil mi? Ben, mülkiyeli oldum olalı kendisini tanıdığım, çalışkan, sevecen insan… Mülkiyeli kadar Mülkiyeli; Mülkiyeli kadar Arapkir’li bir insan Hikmet Özçınar. Onu ya Mülkiyeliler Birliğinin katlarında, bahçesinde görürsününüz, ya da ne bileyim, nerede mülkiyeli varsa küçücük bir katkı sağlamak için elinde çantası ile gezer durur bakanlıkların koridorlarında. Buna özveri, bu ne fedakarlık… Hikmet Özçınar, hala görevinde Mülkiyeliler Birliğinde ve ilerlemiş yaşına rağmen aynı gayret ve azimle çalışıyor, Mülkiye için, Mülkiyeliler için. “… 1965 yılında askerlik görevimi tamamladığım sıralarda, o zaman Siyasal Bilgiler Fakültesi Yurt Daire Amiri olan Mehmet Çavuş aracılığıyla Mülkiyeliler Birliği Yönetim kurulu Üyesi Çalışma Bakanlığı Mütercimi Ertuğrul Baydar ile tanıştım. Kendileri bana Birliğin büro işlerinin düzenlenmesi, üye aidatlarının toplanması işini teklif ettiler. Ben de kabul ederek 18.03. 1965 tarihinde Adakale Sokak 20 numaradaki eski kiralık binada göreve başladım. Burada benden iki yıl önce başlamış olan emekli binbaşı Halis Aytekin ile tanıştım. Ve sekiz yıl birlikte çalıştım. Bu eski binadan onbeş gün sonra bugün bulunduğumuz, Konur Sokak 1 numaradaki binaya taşındık. Bina onarımdan geçirilerek giriş katı lokanta, iki katı oturma ve yönetim odası, ikinci katı oyun salonu ve üçüncü katı oniki yataklı misafirhane olarak yeniden düzenlendi. O günlerde Birlik Başkanı Sırrı Kırçalı idi. Ayhan Açıkalın ikinci başkan, Yılmaz Ergenekon Genel Sekredter, Beycan Tavus ise Sayman olarak görev almışlardı. Üyeler ise Ertuğrul Baydar, Fikret Alkış ve Neylan Teker’den oluşuyordu. Bu ekip yeni alınan bu binanın finansmanı için bir kampanya başlattılar. Bu kampanya her biri 2.5 TL olan Eşya Piyangosu Bilet satışı şeklindeydi. Bu biletler Vali ve Kaymakamlar eliyle tüm yurt çapında yaygınlaştırıldı. Böylece bu binanın borcu iki yıl gibi bir sürede ödenmiş oldu. Daha sonra yönetim değişikliği oldu. Genel Başkanlığa Ayhan Açıkalın getirildi. Açıklalın yeni bir “Mülkiye sitesi Projesi” başlattı. Bu proje ile bugün otel olan Yüksel Caddesindeki 12 numaralı bina ile ilk taşındığımız binanın bitişiğindeki Konur Sokak 3 numaralı binanın satın alınması çalışmaları başlatılmış oldu. Bu yeni binaların finansmanı da aidat ve bağışlar dışında yeni bir eşya piyangosu ile sağlandı ile sağlandı. Yeni binaların katılımıyla tekrar bir iç düzenlemeye gidildi. İlk çalışmaya başladığım yıllarda, binalarla ilgili çalışmaların yanında, tüm kamu ve özel sektörde çalışan mezunları saptama ve üye kaydetme işlerini üstlendim. O günlerde üye sayısı 700, 800 civarında, üye aidatı ise 1,-TL idi. Bu çalışmalarla üye sayısını artırarak ayda 1400.TL aidat ve bağış topladım. Bunun üzerine o zamanki başkan Sırrı Kırcalı “tam istediğiz adam “ diyerek beni kutladı. Ayhan ağabeyin evlatlarından biri, o da Mülkiyeliler Birliğinin diğer çalışanları gibi. Ayhan ağabeye son görevini yaparken, gözlerinde akan yaşlarda gizliydi O’na olan sevgisi ve saygısı. Bilenlere anlatmaya gerek yok sevgili Hikmet ağabeyi ama bilmeyenler için Mülkiye Bülteninin 1992 yılı Haziran ayı sayısından aldım aşağıdaki Proje kapsamındaki piyango çalışmaları sürerken satırları. Okuyalım hep beraber bakalım kimmiş bir yandan da gelir elde etmek, üyeler arasındaki Hikmet Özçınar. 5 dayanışmayı sağlamak için her yıl tekrarlanan geleneksel 4 Aralık balolarının organizasyonu ve bilet satış ile ilgilendim. İlk balo şu anda THY binası olan o zamanki Gar Gazinosunda yapıldı. O baloda eski yeni öğrenciler arasındaki sıcak ve samimi ilişkiler, yakınlık ve yardımseverlik beni çok etkiledi ve duygulandırdı. Kendimi bu camiaya daha yakın hissederek ailem gibi görmeye başladım. Öyle ki bundan sonraki çalışmalarımda hiçbir zaman saate bağlı kalmayıp, gece gündüz demeden çalıştım. Aynı ilgi ve sevgiyi ülke yönetiminde en büyük makamdan en küçük makama kadar yer almış Mülkiyelilerden gördüm. Bu sayede 700, 800 olan üye sayısı bugün 7000’i aşmış bulunuyor. 22 yılık çalışma yaşamında hiç unutmadığım bir anımı sizinle paylaşmak isterim. 1977-1978 yıllarında üç ayda bir yayınlanan Mülkiyeliler Birliği Dergisinde çeşitli makale ve haberlerin yanında vefatlara da yer veriliyordu. O sıralarda İş Bankası’nda Teftiş Kurulu Başkanlığı yapmış ve emekli olan Yaşar Hayri Aktan’ın vefatını öğrendik. Ben İller Bankasına giderek dergide yayınlanmak üzere bir fotoğrafını buldum. Vefatını dergide yayınladık. Dergimizin dağıtımı tüm üyelere yapıldı( o zaman dergi üyelerimize ücretsiz olarak dağıtılırdı). Derginin yayınlanmasından üç ay gibi bir süre sonra bir gün Yaşar Hayri Bey elinde dergiyle Birliğe geldi. Hepimiz şok olduk. “ Oğlum Kuş Ayhan ne yaptınız yahu? Beni öldürdün ama mezardan çıktım, işte karşındayım” diyerek Başkan Açıkalın’a çattı, sonrada sarılıp kucaklaştılar. Üzüntümüz o anada utanca ve sevince dönüştü. Çok sevdiğimiz bir üyemiz üç ay sonraki dergide yeniden hayata döndürdük. röportajı yapan Mülkiye Bülteni editörü ne demiş bakın: “… Sevgili Hikmet ağabey, bizler Mülkiyeliler Birliğine ilk adım attığımızda seni gördük ve tanıdık. Biz seni çok sevdik ve saydık. Daha çok uzun yıllar birlikte olmak ve Mülkiyelilik ruhunu paylaşmak dileği ile çok teşekkür ediyoruz.” Görev yaptığımız süre içinde Sırrı Kırcalı, Ayhan Açıkalın, Güngör Aydın, Cevat Geray, Alper Aktan, Alpaslan Işıklı başkanlığında çeşitli yönetimlerle çalıştım. Mülkiyeli camiasının en eski mezunlarından en yeni mezunlarına kadar tanıştım, görüştüm. Onların duygularını paylaştım. Onlara özgü deyimleri, espirileri öğrendim, kendime düstur edindim. En mutlu günlerinde düğünlerine, derneklerine katıldım. Vefatlarında son yolculuklarına uğurladım. Bu camiayı çok sevdim ve saydım. Çok nezih bir camia olduğunu yaşayarak gördüm, öğrendim. Mülkiyelilik ruhu bana da geçti. Mülkiyeye her giren öğrenci dört senede mezun olurken ben 27 yıldır öğrenci olup hala mezun olamadım. SINIFTA KALDIM.” İşte böyle arkadaşlar; Mülkiyelileştirdiklerimizden Hikmet Özçınar ve onun yaşadığı döneme ilişkin Mülkiyeliler Birliğinin tarihinden bir kesit. Bu 6 Hikmet Özçınar hala görevde sevgili Bilay’lılar, bu satırların yazıldığı tarihte meslek hayatının 42. Yılını yaşıyor. Alpaslan ağabeyin başkanlık döneminden sonra Arslan Kaya, Alper Aktan, Fisun Çiçekoğlu Oralp, Mehmet Kesimoğlu ve Ali Çolak başkanlarla görev yaptı ve daha da yapacak. Sağ olasın Hikmet Ağabey biz Bilay’lılar gerçekten seni çok seviyoruz. Ankara, 25.05.2007 Bu yazı bilayvakfı.org.tr adresinden alınmıştır. Mülkiyeliler Birliği ve Mülkiye Spor Vakfı’nın birlikte düzenlediği “Ayhan Açıkalın, Fazıl Kafadar ve Kamil Erdeha’yı anma toplantısı 11 Şubat 2009 çarşamba günü birliğin konferans salonunda gerçekleştirildi. Prof. Dr. Gencay Şaylan, Prof. Dr. Metin Kazancı ve Savaş Sönmezin konuşmacı olarak katıldığı anma toplantısına çok sayıda Mülkiyeli katıldı. Mülkiyeliler Birliği ve Mülkiye Sporun kurumsallaşmasında değerli emekleri olan Ayhan Açıkalın, Fazıl Kafadar ve Kamil Ederha’nın Mülkiye camiasınca unutulmadıklarını, gelecek kuşaklara da aktarılması gerektiğini söylediler. 7 Yeryüzü Nazım’a Şarkılar Söylüyor Mülkiyeliler Birliği, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Komisyonunun 18 Şubat tarihinde saat19.00’da düzenleyeceği “Yeryüzü Nazım’a Şarkılar Söylüyor” etkinliğine şair Ahmet Telli ve Nazım Hikmet araştırmalarıyla tanıdığımız Emin karaca katlıyor. Etkinlik kapsamında yapılacak olan sinevizyon gösterisini AFSAD Mehmet özer Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesi Hazırlıyor. Nazım Hikmet fotoğraflarının yer aldığı bir sergi ve şiir dinletisini fotoğrafçı-şair Mehmet Özer gerçekleştirecek. Etkinlik genel merkez binamızın konferans salonunda yapılacak. Üyelerimizin katılımını dileriz. 8 mülkiye’de öğrenci olmak Ajan S.A. Ağabey 1958 yılında, Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi’ni solcu okul sayılırdı. bitirip, Siyasal Bilgiler Fakültesine girdiğimde, O günlerde, solcu sayılanlar, mutlaka izlendiklerini onyedi yaşındaydım ve daha önce Ankara’yı hiç düşünürlerdi. görmemiştim. Gerçekten, ders yıllarının daha ilk günlerinde , üst Lise arkadaşlarımdan, bu sınavı kazanan kimse sınıflardaki ağabeylerimiz beni de üçüncü sınıftaki olmadığından, ilk günler çok yalnızlık çektim. başka ağabeyimize karşı uyardılar. Adı S.A. olan İçlerinden birisi Karşıkaya ağabeyimi, bizleri izlemekle Orta Okulu’ndan sınıf görevliymiş. Görevi hemen arkadaşım çıkmaz mı? bitmesin diye, sınıf geçmesine, Demek ki onunla, sonradan kolay izin verilmezmiş. Yedi yıllık hiç kesintiye uğramayan öğrenciliği sonunda , ancak üçüncü arkadaşlığımız şimdi kırkaltı sınıfa gelebilmiş. yılını dolduruyor. Diğerleri S.A. ağabey yaşı otuza yakın, ise kırk yıl oldu. orta boylu, seyrek kumral saçlı, ince İzmir’den gelenlerin çerçeveli gözlük kullanan, soğuk ve çoğunluğunu oluşturan, titiz görünüşlü birisiydi. Kuşkusuz, Atatürk Lisesi mezunları, hakkında söylenenleri bilir ama kendilerini herkesten üstün aldırmazdı. görürlerdi ve doğallıkla Önceleri, epey korkmama karşın, kanıtlamayı amaçlayan, dost olmakta gecikmedik, Çünkü okumaya öğrenmeye ikimiz de geceleri geç yatmayı yönlendirici, oluımlu bir ve satranç oynamayı seviyorduk. yarış. S.A.’nın ajanlığına aldırmayan, Bu yarış sanırım, hepimizin birkaç satranç severle birlikte bilgi-kültür düzeyini, okul ve ortalamasının bile satranç başında sabahlar olduk. En iyimiz S.A. üzerine çıkarttı. Başlangıçta, orkestra çalgılarının ağabeydi ve ben onu arada bir de olsa yenebilmiş akort seslerini, “uvertür” sananlarımız bile, özellikle olmayı hala övünç sayarım. Dil Tarih Coğrafya Fakültesi salonundaki, klasik Sanırım gerçekten de ajandı. Ama S.A. ağabeyin müzik konserlerini kaçırmaz oldu. izlemekte görevli olduğu bizler, sonradan ya kaymakam Adı, “Siyasal” kelimesi ile başlayan bir okulda, olduk ya müfettiş. Genel müdür, vali, müsteşar, hatta mümkün müdür politika dışı kalmak? Hayır bakan olduk. mümkün değildir. Daha ilk günlerden kendimizi Yoksa, S.A. ağabeyim, görevini yapmadı mı doğal Cumhurbaşkanı adayı gibi görenlerimiz pek çoktu. Okul arkadaşlarımızın nerdeyse tamamı, dersiniz? sonradan başka siyasi çizgilere geçmiş bile olsalar, Erdinç GÖNENÇ Mülkiye’nin^geleneksel çizgisi olan, Atatürkçü ve Gazete Ege, 9 Mart 1998 devletçi düşünceyi veya onun biraz daha solunda *İZMİR’İM II kitabından alınmıştır. sayılabilecek görüşleri benimsemişlerdi ve Mülkiye, 9 Münir Raif Güney Sınavlar için aday kaydımı yaptırırken, pencerelerini Mülkiyeli Oluyorum: kenarlarını ateş çiçeklerinin süslediği mermer sütunlu büyük salonun, kitaplığın, dersliklerin kısacası tüm okulun 1946 yılı Haziran ayında Erzurum Lisesi edebiyat görkemli havası altında büyülendim. Çok sayıda aday kaydını şubesinden mezun oldum. Daha önceleri askeri okula yaptırmaktaydı. Bir bölümü benim gibi taşradan mezun gitmeyi düşünürken, lisenin ikinci sınıfından itibaren olan mütevazi adaylar… Bir bölümü de koltukların altında SBO “Mülkiye” ye girmeyi ideal edindim. Babamın devlet kalın kitaplar taşıyan kolej veya büyükşehir liselerinden memuriyeti nedeniyle, bucak, ilçe yönetimi ve kamu mezunlar… Güzel giysililer, şapkalılar hatta pipo içenler. hizmetleri hakkında izlenimlerim vardı. Birkaç yıl bucak Bunlar arasında sınav nasıl kazanacaktık? Azmimiz, müdürlüğü ve kısa sürelerle kaymakam vekilliği yaptığını ideallerimiz vardı. Erzurum lisesinde öğretmenlerimiz da anlatırdı. O tarihlerde bucaklarda okul olmadığından Eruh ilçesine Nüfus Memuru olarak tayinini yaptırmıştı. Eruh’tan sonra Beytüşşebap’a geldik. İlçe kaymakamı, sonradan vali olan rahmetli Kazım Atakul idi. O küçük Ankara ve İstanbul’da açılan Mülkiye giriş sınavlarına hayran hayran izlerdik…(Mülkiye’de o devirlerde son sınıf yüzlerce aday katıldı. Sınav sonuçlarını Ankara Atatürk öğrencilerine frak verildiğini, ata binmenin öğretildiğini Lisesi’nde bir heyet değerlendiriyordu. O yıl okula 100 sonraki yıllar öğrendim.) yatılı olmak üzere 150 öğrenci alınacaktı. Sonuçlar ilan Liseden mezun olduğumuz yıllarda, Fakülte ve yüksek edildiğinde yatılı kazanan 100 öğrenci arasında olduğumu okullara giriş sınavı yapılmazdı. Lise bitirme sınavlarında öğrenince büyük bir sevinç duydum. “Mülkiyeli olmak” başarılı olmak, lise mezunlarına tanınan haklar için yeterli elbette çok gurur verici ve imrendirici bir mazhariyetti. idi. Yüksek öğrenim yapabilmek için, yine liselerde yapılan Hatırlıyorum, sevincimizi paylaşması için Harbiye’de “olgunluk sınav”ında da başarılı olmak ve diplomayı da almak zorunluydu. Genel durum böyle olmakla beraber, bunun iki istisnası vardı. İstanbul Teknik üniversitesi, Her iki diplomam, bu iki kırım dışında tüm fakülte ve yüksek okullara girmeye hak veriyordu. Ankara Hukuk profesör, doçent ve öğretim üyesi, 27 yüksek mühendis, 16 meslek sahibi oldular. bastonuyla irticalen nutuklar söylerdi. Biz öğrencilerde sınavlarda başarılı olan adayları alıyorlardı. 96 mezun arasından TBMM Başkanı, 4 bakan, 3 vali, 12 tıp doktoru, 19 hukukçu ve diğer arkadaşların tümü çeşitli yerde, bayramlarda frak ve silindir şapka giyer, elinde gümüş Ankara Siyasal Bilgiler okulu. Her iki kurumda açtıkları tarafından çok iyi yetiştirilmiştik. Örneğin 1946 yılında okuyan ağabeyime müjdeyi vermek için sınavı kazanan ve orta okuldan sınıf arkadaşım olan Fuat Bilgin’le yola çıktık. Otobüs ya da dolmuş bulamadık. Sıhhiye’ye kadar yürüdük. Sıhhiye’de ara ç bulamayınca Kızılay’a oradan da Harb okuluna kadar yürüdük. İşte Mülkiye sınavlarını kazanmanın sevinci!! Fakültesi bursunu kazanmıştım. Askeri Hukuk da kayıt Okulumuz –“Ocağımız”: işlemine başlamıştı. Ama büyük idealim Mülkiye’ye girmek ve idareci olmaktı. Okul şanlı tarihiyle ünlü ve o günkü durumuyla da çok mümtaz ve cazipti. Bu nedenle yüzlerce aday sınavlara başvuruyordu. Ne var ki, sınavlar oldukça çetindi. Aile içinde eğitimle ilgili dayım, “ Münir o okula milletvekilleri ve ileri gelenlerin çocukları alınıyor, iyisimi sen tıbbiye veya hukuka yazıl…” Dayı bey dedim, bizim milletvekilimiz yok ama Allah büyüktür. Hemen okul kaydını yaptırdım, birinci sınıf öğrencisi oldum. Artık Mülkiyeliydim. İlk iş bir okul rozeti alıp parlatarak yakama takmak oldu. Yatılı okulumuzda her sınıfın yatakhanesi ayrıydı. Dershaneden ayrı etüd --“ çalışma”- odaları vardı. Keza, yemekhanede de her sınıfın yeri ayrıydı. Yemek masaları dört kişilik ve örtüleri beyazdı. 10 Okulumuza yeni başladığımız günlerdi. Bir gün akşama Yemekhaneye, yemekler mutfaktan küçük asansörle taşınırdı. Her öğünde üç çeşit yemek olur, turfanda doğru Talebe Cemiyeti Başkanının, birinci sınıfa “hoş olurdu. Mesela Perşembe günleri mercimek unu çorbası, Başkan rahmetli İsmet Vardal’dı. Candan bir ağabey tavrı ile sebzelere de yer verilirdi. Bazı günlerin özel menüleri kinci yemek garnili uskumru balığı ve sonra tahin helvası. İkinci Dünya Savaşı sırasında yatılı okuduğumuz lisede geldin” ziyaretine geleceği söylendi. Sınıfımızda toplandık. çok samimi bir şekilde bizleri kutladıktan sonra, Mülkiyeyi, Mülkiye geleneklerini anlatmaya başladı. Mülkiyelilikte karşılıklı sevgi ve saygının, devamlı yardımlaşma ve çay verilmez onun yerine sabahları yalnız siyah mercimek dayanışmanın, taşıdığımız onurlu rozetimizin itibarını çorbası, diğer öğünlerde de çoğu kez kapuska veya patates gözetmenin esas olduğunu söyledi. Mesela yolda bir yemeği olurdu. Ekmek karneyleydi. Tabii, Allah devlete Mülkiyeli büyüğümüzle karşılaştığımızda onu selamlama, zeval vermesin, böylece lisede okuyabildik. Bundan sonra düzgün ve kravatlı kıyafetle sokağa çıkma ve mutlaka Mülkiyede yatılı olmak, “beş yıldızlı otelde yaşamak” gibi rozetimizi takma gibi geleneklerimizden bahsetti. Bir geldi. Demek istediğim o ki, rahat öğrenim yapmak için arkadaşımız “ama ağabey, dedi, sizin yakanızda rozetiniz her türlü ortamımız fazlası1yla vardı. Sınıflarımız ferah, etüd odalarımız rahattı. Dershanelerde, etüd odalarında ve yemek hanelerde, sene başında kim nerede oturmuşsa, ders yılı sonuna kadar aynı yerde oturdu. O zamana göre oldukça zengin bir kitaplığımız vardı. Ayrıca yok?” Başkan” benim bugün acele işim vardı. Kravatsız çıktığımdan takmadım bak rozetim var..” diyerek ceketinin yakasının arkasına iliştirdiği rozetini gösterdi. Gösteri hoşumuza gitmişti. Başkanımız güçlü ve etkileyici bir konuşmacıydı. Mülkiyemizin sıcak havası bizi sarmaya belli başlı yayınların bulunduğu “gazete odamız” ve salonda tarihi büyük bir radyo mevcuttu. Yorgun radyo bazen susar, arkadaşlar birkaç kez sallayarak tekrar seslendirirdi. Okulda revir, berber, terzi, çamaşırhane ve ütü odası vardı. Her öğrencinin yılda bir elbiselik kumaş hakkı vardı. İlk başlamıştı ve ilk günden bize gösterilen samimi ilgi çok moral vericiydi. Okula başladığımızın birinci ayında, son sınıfların, birinci sınıflar için gelenek haline getirdikleri “tanışma çayında” hazırlanan uzun masanın bir tarafında son sınıflar, diğer yıllarımızda gözlük alımına, ayakkabı pençesi yaptırmaya tarafında biz birinci sınıflar karşılıklı olarak yer aldık. Pasta, yardım edilirdi. Son sınıf öğrencilerden bir heyetin yönettiği çay ikramları esnasında genel bir iki konuşma yapıldı. tüketim kooperatifinden bazı ihtiyaçlarımızı kolayca Birimizde sınıfımız adına teşekkürlerimizi sundu. Bundan sağlardık. Okulda jimnastik dersi olmadığı halde çok güzel sonra karşılıklı sohbet başladı. Her son sınıf öğrencisi, bir kapalı salon vardı. O tarihlerde Ankara’da yalnız üç yer karşısındaki birinci sınıf öğrencisine okulu, hocalarımızı, böyle salona sahipti. Mülkiye’de basketbolun geleneksel sınav sistemini, gelecekteki beklentileri anlatıyordu. Ve bir spor dalı olmasında, şampiyonluklar kazanmasında bu karşımızda bulunan son sınıf öğrencisi, sene sonuna salonun rolü büyüktü. Her öğrencinin bir ölçüde eli topla kadar “ağabeyimiz” olur, okul ile ilgili tereddütlerimizde buluşur, sınıflar arası müsabakalar yapılırdı. Okul takımımız ve sorunlarımızda bizi aydınlatır, yardımcı olurdu. Benim oldukça ünlüydü. Büyük kulüplerin takımlarıyla rahatlıkla başa çıkardı. Ama en büyük rakip Harbiye Spor’du. Harbiyeliler disiplinli çalışır, okuldan mezun olan başarı basketbolcuları takım komutanı olarak okulda bırakırlardı. Mülkiye Sporun böyle şansı yoktu, mezun olan okuldan ayrılırdı. Mülkiye-Harbiye maçlarının heyecanını unutmak mümkün değil. Okulumuzun Sıcak Havası Bizi Sarıyor. “Mülkiyeliliğe İntibak Etmeye Çalışıyoruz: 11 karşımdaki ağabey rahmetli Abdurahman Lami Gözen’di. 4 Aralık 1948 Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün okulumuza teşriflerinde öğrencilerle. 4 Haziran 1950 Veda yemeğimize katılan Ulaştırma Bakanı Tevfik İleri ve hocalarımızla birlikte sınıfta. 23 Mayıs 1949 Rahmetli hocamız Mesut Aslan’la 14 Şubat 1950 Sömestr tatilinde İstanbul’a düzenlenen geziye katılan son sınıf öğrencilerinden bir grup, ceza hukuku hocamız Prof. Dr. Burhan Köni’nin başkanlığındaTaksim’deki Atatürk anıtına çelenk koyduk 13 Nisan 1949 Nisan 1947’den Nisan 1948 kadar görev alan talebe cemiyeti başkan ve üyeleri. Soldan Sağa, Hayrettin Demetoğlu, Ayhan Açıkalın (muhasip üye), Mustafa Güngör (sekreter üye), Kemal Şenol (başkan vekili), Adnan Bulak (başkan), Fikret Nazillioğlu (üye), Oral Karaosmanoğlu (üye), Aslan Başarır (üye), Münir Raif Güney(üye ve kültür kolu başkanı), Şevket Doğan (üye) 4 Haziran 1950 14 Mayıs 1950 de iktidara gelen ve “geleneksel veda” yemeğimize katılan DP erkanı. TBMM Başkanı Refik Koraltan, Bakanlar İçişleri Bakanı Rüknettin Nasuhioğlu, Ticaret Zühtü Velibeşe, Milli Eğitim Bakanı Avni Başman (arka sırada kır saçlı) ile değerli idare hukuku hocamız Prof. Dr. İsmail Hakkı Göreli 12 dosya: Filistin FİLİSTİN’DE NELER OLDU? Bu yazıda niyet, Filistin sorununa bir yaklaşım sunmak, çözüm üretmek ya da tarihsel/sosyal yanlarıyla çözümleme yapmak değil; yalnızca Filistin’de yaşananlara dair ve bilinenler ışığında çok kısa bir tarih özeti yapmak ve bazı insani temel noktaların altını kabaca çizmektir. Cetvelle çizilen sınırlar bırakmıştır. Bu şekilde ülkeleri bölünmüş ve birbirine düşman edilmiş birçok ulus, emperyal bir dış gücün müdahalesine sürekli açık bir şekilde yaşamaya devam etmektedir. Yunanlıların eski İbranicedeki kıyı bölgesini belirtmek için kullandıkları Ken’an ülkesinin yeni adı olan Filistin, İslam’ın doğuşuna kadar İran, Mezopotamya, Grek, Mısır, Roma ve Makedonya devletleri arasında el değiştirdi. Halife Ebubekir zamanında Araplara geçen ülke yönetimi, Yavuz Sultan Selim zamanında Mercidabık zaferi sonrasında ise Osmanlıların eline geçti (1516). Osmanlı devletinin gerilemeye başladığı dönemde bu bölgeler Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa komutasındaki bir ordu tarafından alındı ve Filistin 1840 yılına kadar Mısır’ın yönetimi altında kaldı. Fakat daha sonra tekrar Osmanlı yönetimine bağlanan Filistin, 1. Paylaşım savaşına kadar Osmanlı yönetiminde kaldı. Bugün Ortadoğu ve Afrika haritasına bakan çoğu kişi, cetvelle çizilmiş gibi sınırlarla birbirinden ayrılmış birçok devletin varlığını görünce mutlaka şaşırmıştır. Gerçekte de sömürgeciler arası anlaşmalara göre çoğu cetvelle çizilmiş olan bu sınırlar, bölge halklarına atılmış kesiklerin yaralarını da temsil etmektedirler. Bu düzgün çizgiler, birçok ulus gibi, aslında bölgede nüfusu 200 milyonu geçen bir ulusu oluşturan Arap halkını da çok sayıda devlete bölmüştür. Bu manzara, sömürgeci sistemin, özellikle de İngiltere’nin, geride bıraktığı böl-yönet taktiğinin bir mirasıdır. Bu taktikle sömürgeciler birçok yerde bölge halklarını da Filistin topraklarının bulunduğu coğrafyanın bütün birbirine düşürmüş ve birbirine düşman ederek güçsüz dinlerde özel bir önemi ve yeri bulunmaktadır. Bu 13 da birçok peygamberin orada yaşamış veya hayatının bir bölümünü orada geçirmiş olmasından ve kutsal kitaplarda bu toprakların kutsal kılınmış olmasından kaynaklanmaktadır. ve bütün Yahudileri oraya toplama kararı alındı. 1917’ye gelindiğinde Yahudi sayısı 20 binlerden 50 binlere çıktı. Aynı dönemde Arapların sayısı 650 bin civarındaydı. Herzl, zamanın Osmanlı padişahı II. Abdülhamid’e seslenerek “Yüce Sultan bize Filistin’i verdiği takdirde biz de buna karşılık Türkiye’nin mali işlerini yoluna koyma görevini üstlenebiliriz. Orada barbarlara karşı ileri karakol rolü oynayacak bir uygarlık kurmalıyız” diyordu. Fakat bu talep II. Abdülhamid’den yakınlık ve ilgi göremedi. Teodor Hertzl’in anılarında ifade edildiğine göre, II. Abdülhamid, konuyla ilgili aracılık yapan kişiye şu cevabı vermiştir: “Ben bir karış dahi olsa toprak satamam. Türk imparatorluğu bana ait değildir. Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım yahudiler milyarlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin’i hiç karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde otopsi yapılmasına müsaade edemem.” İngiliz yönetiminin baskılarına ve devam eden toprak kayıplarına karşı Filistinliler, 1936 yılında başlayan ve üç yıl süren bir ayaklanma başlattılar. Talepleri “Filistinlilerin yönetiminde demokratik bir hükümet, Siyonist yerleşimlerin durdurulması ve Siyonistlerin toprak alımlarının yasaklanması” ydı. Köylülerin ayaklanıp dağa çıktığı, komşu Arap ülkelerinden Arap milliyetçilerinin mücadeleye katılmak üzere Filistin’e geldiği bu ilk İntifada, aynı zamanda genel grev silahının kullanıldığı ve vergi ödememe kararının alındığı bir eylemdi. İntifada’ya İngiliz hükümetinin tepkisi çok sert oldu; çok sayıda Arap katledildi, evleri yakılıp yıkıldı, silahlı bir Yahudi polis gücü oluşturarak bunu İntifada’yı bastırmak için kullandı. Böylece Yahudilerle Araplar iyice birbirine düşürülmüş oluyordu. Filistin sorununun önemli bir nedeni, bu toprakların İngiltere, 1. Paylaşım Savaşı’nda Osmanlıya karşı tarihteki bu rolü ve statüsünden ileri gelmektedir. kendisini desteklemeleri karşılığında, Filistin de Siyonizm Düşüncesi ve Filistin’de İsrail devletinin dahil Arap topraklarına bağımsızlık sözü verdi. Fakat 1916’da Fransa ile İngiltere arasında imzalanan kuruluşu Sykes – Picot anlaşmaları, Arap topraklarının bu Çeşitli dönemlerde yaşadıkları yerlerde baskıya iki emperyalist ülke arasında nasıl paylaştırılacağını uğrayan ve göç etmek zorunda bırakılan Yahudiler, 19. hükme bağladığı halde, Filistin, barındırdığı kutsal yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde Fransa, İngiltere, yerler nedeniyle özel bir statüye tâbi tutularak Amerika gibi ülkelerde topluma entegre olmuşlar bağımsızlık tanınmadı. Anlaşmanın Filistin’le ilgili fakat Doğu Avrupa ve Rusya gibi ülkelerde baskılara maddesinde şöyle deniyordu: “Diğer ortakların ve uğruyorlardı. Siyonizmin ortaya çıkışı da bu döneme Mekke şerifinin muvafakati alındıktan sonra Rusya denk düşmektedir. Yaşadıkları toplumlarda özellikle ile de istişare yapılarak bu bölgede uluslararası bir ticareti ve parayı kontrol eden rolleriyle öne çıkan yönetim kurulsun.” Yahudi burjuvazisi, Siyonizm ile bağımsız bir burjuva Bu anlaşmalarda herhangi bir Yahudi devletinin devlet ideolojisine kavuşuyordu. Yahudilerin binlerce kurulması ise öngörülmüyordu. Ne var ki 1917 tarihli yıl önce sürülmüş oldukları “vaat edilmiş topraklar”a geri dönmeleri ve tüm dünya Yahudilerinin tek Balfour Deklerasyonuyla, İngiltere’nin Filistin’de bir bir devlet altında birleşmeleri fikri olan Siyonizm, Yahudi devletinin kurulması için çaba göstereceği soykırımların ve sürgünlerin artmasının ardından açıklanıyor, böylece İngiltere, hem Araplara hem de giderek daha güçlü bir ideoloji haline geldi. Siyonizm, Yahudilere mavi boncuk dağıtıyordu. ilk etapta diasporadaki Yahudilerin durumunun Savaşın ardından Filistin, İngiltere’nin egemenliğine iyileştirilmesi ve geri dönüş fikrinden ibaretken girdi. 1922’de Milletler Cemiyeti Filistin için “manda” “Halkı olmayan bir ülkeyi, ülkesi olmayan bir halka statüsünü benimseyen bir karar çıkardı. Gerçekte bu devredin…” diyen Israel Zangwill Siyonist hareketin karar, Filistin’in Yahudi vatanı olması lehineydi. Fakat gerçek tavrını açıkça ortaya koymaktadır. Osmanlı egemenliğindeyken Filistin’de Yahudi devleti Avusturyalı bir Yahudi gazeteci olan Theodor Herzl, kurulmasına sıcak bakan İngiltere, bu topraklar kendi “Yahudi Devleti” fikrinin babası olarak bilinir. Herzl, egemenliğine geçtiğinde tam tersi bir tutum takındı. 1896’da yayınladığı Yahudi Devleti adlı kitabında, 1921’de ve 1929’da Filistin’de kışkırtılan Yahudi karşıtı Yahudilerin kurtuluşunun ancak bir Yahudi devleti ayaklanmalarda hem Yahudi hem de çok sayıda Arap kurmalarıyla mümkün olduğu fikrini ortaya atmıştır. öldürüldü. 1897’de İsviçre’de toplanan ilk Siyonist kongrede, İngiliz hükümeti ayaklanmayı kontrol etmekte Filistin toprakları üzerinde bir Yahudi devleti kurma zorlanınca, 1939’da Yahudi göçünü sınırlayan ve 14 on yıl içinde Filistin’e bağımsızlık öneren bir rapor yayınladı. Böylece İngiltere’ye bağlı bir Arap kukla devletinin yolunu açılacak, bu tampon devlet sayesinde, Ortadoğu’nun kontrolü garanti altına alınacaktı. Rapor Milletler Cemiyeti tarafından reddedilmesine rağmen, 2. Paylaşım Savaşı’nın yarattığı boşluk nedeniyle İngiltere 1947’ye dek bildiğini okudu. Bu dönemde Avrupa’da Yahudilere karşı izlenen ve anti-Semitizmde somutlaşan tutumlar, tek kurtuluşun Siyonizme sarılmak olduğu yolundaki inancı Yahudiler arasında güçlendirdi. 1945’te radikal Siyonist gruplar Filistin’de İngilizlere karşı da silahlı mücadele başlatınca İngilizler sorunun çözümü için Birleşmiş Milletlere başvurmak zorunda kaldılar. Bu tarihte Filistin’de Yahudi nüfus 600 bine ulaşmıştı ve bu sayı toplam nüfusun üçte birini oluşturuyordu. BM Genel Kurulu 1947’de Filistin topraklarının Araplar ve Yahudiler arasında bölünerek, Kudüs’e uluslararası statü tanınmasını onaylandı. Buna göre nüfusun % 70’ini oluşturan ve toprakların % 92’sine sahip olan Araplara ülkenin yaklaşık % 45’i verilecekti. Birleşmiş Milletler’in bu kararı 33 lehte, 13 aleyhte ve 10 çekimser oyla kabul edildi. Bu karar doğrultusunda da 14 Mayıs 1948’de bağımsız İsrail Devleti ilan edildi. Kararı kabul etmeyen Araplar, İngiltere’nin de teşvik etmesiyle silahlanarak Yahudilere savaş açtılar. İngiltere’nin planı, çıkacak Arap-Yahudi savaşı sonucunda İngiltere’nin arabuluculuğunun kabul edilmek zorunda kalacağıydı. İngiltere Filistin’deki güçlerini çekmeden önce kara sınırlarını açtı ve böylece çevredeki Arap ülkelerinden Filistin’e insan ve silah gelmesini de kolaylaştırdı. Ne var ki aralarında Suriye, Irak, Ürdün, Lübnan ve Mısır ordularının bulunduğu Arap kuvvetleri yenilgiye uğradılar ve İsrail devletinin daha geniş topraklar üzerinde, daha güçlü bir şekilde kurulmasının yolu açıldı. Yahudilerin bölgede toprak sahibi olmaya başlamaları konusundaki yaygın bir yanlış kanaate de değinmek lazım. O da Filistinlilerin kendi yurtlarını kendi elleriyle Yahudilere sattıkları iddiasıdır. Oysa bu iddia, tarihi gerçeklere birebir uygun değildir. Öncelikle Yahudi göçmenleri sahip oldukları toprakların çok az bir kısmını ilk sahiplerinden satın almışlardır. Yahudilerin toprak sahibi olmalarına birinci derecede İngiliz işgalciler sebep olmuşlardır. İngiliz işgalciler Filistinlilerin mülklerine oldukça ağır vergiler koyuyor, bu vergileri ödeyemeyenlerin de mülklerine el koyuyor, sonra buraları ya Yahudilere bağışlıyor ya da sembolik fiyatlarla satıyorlardı. Bunun dışında Siyonistler kendilerine aracılık etmeleri için bazı emlakçilerle işbirliği yapıyor, onlar da arazi sahipleri çoğu zaman herhangi bir yahudiye satılmaması şartıyla verdikleri halde, bazen bu anlaşmayı bozarak, bazen de ikinci bir aracı devreye sokup sonra da asıl talip olan yahudiye satarak işi yürütüyorlardı. Fakat bütün bunlara rağmen, 1948’de Siyonist işgal devleti kurulduğunda Yahudi göçmenlerin sahip oldukları arazi iki milyon dönümdü ve tüm Filistin’in % 7’sine karşılık geliyordu. Bunun 650 bin dönümünü yani üçte birini Osmanlı devleti döneminde mülk edinmişlerdir. 60 yılın kısa hikâyesi İngiliz bakan Arthur Balfour, 1917’de Siyonistlerin lideri Lord Rotshild’e resmi bir mektup yazdı. Bu mektupta Balfour kendisinin ve İngiltere’nin Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması için Siyonistleri sonuna kadar destekleyeceğini yazıyordu. Bu mektup ‘Balfour Deklarasyonu’ olarak tarihe geçti ve bölgedeki olayların başlangıcını oluşturdu. Bu deklarasyon uyarınca başlayan planlı Yahudi göçü ve bunun sonucunda Filistin’de çoğalan Yahudi nüfusuna karşı bir tepki olarak Nisan 1920’de iki büyük Filistin ayaklanması yaşandı. Savaş sonrasında 700 bin Arap Filistin topraklarından kaçtı ya da sürüldü. Kalanlar topraklarından mahrum bırakıldı. Arap devletleri İsrail’i tanımayı reddettiler. İzleyen yıllarda, benzer şekilde, Fas, Cezayir, Tunus gibi Müslüman Arap ülkelerinden de 600 bin civarında Yahudi İsrail’e sürüldü ya da gitmek zorunda bırakıldı. 1947de İngiltere, Filistin sorununun çözümünü Birleşmiş Milletler’e devretti. Birleşmiş Milletler Filistin’i iki parçaya bölüp çoğunluk kısmını Yahudilere vermeyi teklif etti. Filistin bu fikre sıcak bakmamasına rağmen, 33 ülkenin oyuyla bu plan kabul edildi. Yahudi militanlar Filistin’in Arap köylerinde etnik temizlik başlattılar ve binlerce Filistinli ABD ve İngiltere, bölgedeki çıkarları gereğince Lübnan, Mısır ve Batı Şeria’ya kaçtı. Ardından İsrail’e tam destek vermeye başladılar. ABD’nin İsrail bağımsızlığını 14 Mayıs 1948’de ilan etti. amacı bölgedeki üstünlüğü zayıflayan İngiliz İsrail’i ilk tanıyan ülkelerden birisi de Türkiye oldu. emperyalizminin yerini doldurmaktı. İngiltere ise, her biri diğerinden istikrarsız olan Arap devletleri İsrail bağımsızlığını ilan ettikten bir gün sonra Ürdün, yerine İsrail’i desteklemenin daha garantili olacağını Mısır, Lübnan, Irak ve Suriye, İsrail’e saldırdı, ama İsrail orduları onları geri püskürttü. Bu savaşlardan düşünmüştü. 15 uçağını yerde imha ettiler. İsrail uçaklarının bu saldırı esnasında Akdeniz’deki Amerikan filosundan ikmal yaptıkları ve Mısır hava kuvvetlerine sızmış ve üst düzey görevlere kadar yükselebilmiş İsrail ajanlarının varlığı dile getirilmiştir. İsrail uçaklarının 5 Haziran sabahı erken saatlerde başlattıkları saldırıda hiç bir direnişle karşılaşmamaları ve Mısır radarlarının dinlenmeye çekilmiş olmaları bu yöndeki iddiaları doğrulamaktadır. Mısır’ın bütün askeri uçaklarını üç saatlik bir süre içinde daha yerdeyken imha eden İsrail, hemen ardından Gazze bölgesine ve Sina yarımadasına doğru sonra Mısır Gazze’yi, Ürdün Kudüs etrafında küçük karadan ve havadan saldırıya geçti. Mısır askerleri bir bölgeyi ve Batı Şeria’yı aldı. Bunlar Filistin’in bu saldırı karşısında ciddi bir direniş göstermeden yaklaşık % 25’iydi. Gazze’yi ve Sina’yı İsrail’e teslim ettiler. Bu olayda zamanın Mısır devlet başkanı Cemal Abdünnasır’ın Ürdün, Suriye, Lübnan, Mısır, Katar, Kuveyt ve bir ihanetinin de söz konusu olduğu ileri sürenler Irak’tan oluşan Arap devletleri, 1964’te toplanan Arap olmuştur. Konferansında “Filistin halkını ayrı bir kimlik içinde İsrail, Mısır’ı etkisiz duruma getirdikten ve Süveyş örgütleme” kararı aldılar ve bu doğrultuda FKÖ’yü kanalına kadar olan bütün toprakları ele geçirdikten kurdular. FKÖ’nün başkanlığına ise, Birleşmiş sonra Ürdün ve Suriye tarafına yöneldi. Bu ülkeler Milletler’de Arap birliği genel sekreter yardımcısı olan tarafından da ciddi bir direnişle karşılaşmayan İsrail Ahmet Şukayri’yi getirdiler. kuvvetleri Ürdün’den Batı Yaka’yı Suriye’den de Golan FKÖ’nün asıl kurulma amacı, İsrail’in saldırgan tepelerini işgal ettiler. O zaman Suriye hava kuvvetleri politikalarına karşı yükselmeye başlayan halk hareketini komutanı ve Genelkurmay başkanı olan Hafız Esed’in denetim altına almaktı. FKÖ’nün askeri kanadı devlet başkanı olma emelini gerçekleştirmek için ABD olan Filistin Kurtuluş Ordusu, Arap devletlerinin ile anlaşarak Golan tepelerini bile bile teslim ettiği de ordularında görevli Filistinli askerlerden oluşuyordu ileri sürülmüştür. ve Filistin halkına hareket serbestisi tanınmıyordu. Diğer taraftan Filistin’in kurtuluşunun ancak silahlı mücadeleyle mümkün olabileceği görüşü temelinde ve Yaser Arafat önderliğinde, 1958’de, Kuveyt’te, El Fetih örgütü kurulmuştu. Bu örgüt 1965 yılında ilk silahlı eylemini gerçekleştirmiş ve bu tarihten sonra otoritesi artmıştı. 1967 Arap-İsrail savaşında Arapların yenilmesi üzerine, kuruluşundan beri FKÖ’nün başkanlığını yürüten Şukayri istifa etti. 1968 Kasımında aralarında El Fetih’in de bulunduğu pek çok gerilla grubu FKÖ’nün Meclisi niteliğinde olan Filistin Ulusal Konseyine girdiler ve Yaser Arafat FKÖ’nün başkanlığına seçildi. Bu tarihten sonra FKÖ’nün politikası değişmeye başladı ve daha mücadeleci bir örgüte dönüştü. 1974’te Birleşmiş Millet Güvenlik Konseyi’ndeki ilk konuşmasını yapan Yaser Arafat, barışçıl isteklerini vurguladı. Arap - İsrail savaşlarının en geniş çaplısı Altı Gün Savaşı diye de anılan 1967 Haziran savaşıdır. Bu savaş İsrail’in 5 Haziran 1967 sabahı Mısır’a saldırmasıyla başladı. İsrail uçakları önce Akdeniz üzerinden Mısır’ın batı tarafındaki hava alanlarını bombalayarak üç saate yakın bir süre içinde 300 kadar Mısır askeri Orta Doğunun haritasını da değiştiren 6 gün savaşından sonra, 22 Kasım 1967 tarihinde BM Güvenlik Konseyi Filistin meselesiyle ve İsrail’in son işgalleriyle ilgili 242 sayılı bir karar çıkardı. Kararın metni İsrail’e dost olarak bilinen İngiltere ve Fransa tarafından hazırlanmıştı. Karar İsrail’in bu savaşta kazandığı toprakları işgal edilmiş olarak kabul ederek bir an önce çekilmelerini istiyor ve İsrail’e 1948’de işgal ettiği sınırlar içinde yaşama hakkı tanıyordu. Yani BM, siyonist İsrail yönetiminin 1948’de işgal ettiği toprakların tamamı üzerinde bu ülkenin hâkimiyetini meşrulaştırmak için bir kılıf bulmuş oluyordu. Üstelik bunu barış yanlılığı ve bölge ülkelerinin tümünün meşru haklarının savunulması gibi göstererek yapıyordu. Mısır, Lübnan, Ürdün ve İsrail bu kararı kabul etti, FKÖ ve Suriye reddetti. Ancak İsrail, 500.000 Filistinli’nin mülteci durumuna düştüğü bu savaş sonucunda işgal ettiği topraklardan çekilmedi. 1977’de Irgun ve Lehi örgütlerinin mirasçısı Likud, İsrail seçimlerini kazanıp iktidar partisi oldu. Likud, Israil’in bütün vaadedilmiş topraklara (Ürdün, Filistin, Irak, Suriye, Lübnan ve Mısır ile Türkiye ve İran’ın bir bölümü) yayılması gerektiğini savunuyordu. O zamanki 16 tarım bakanı olan Ariel Şaron da Likud partisindendi. 2006 – 2007 yılları arasında Bu kez El Fetih ve Hamas arasındaki çatışmalar gündeme demgasını vurdu. 1979’da Mısırlı başkan Enver Sedat İsrail’le Bağımsız Filistin için mücadele eden bu iki gücün barış anlaşması imzaladı ve böylece Mısır, birbiriyle çatışması elbette İsrail’in de çok işine yaradı. İsrail’i tanıyan ilk Arap ülkesi oldu. Bu anlaşma çerçevesinde Gazze Filistinliler’e verildi. 2007 yılında Arafatın ölümünden sonra Mısır’la gerçekleştirilen barış anlaşması sonucunda yerine geçen Mahmud Abbas ile Şimon İsrail 1982’de Sina’dan çekildi. Fakat hemen ardından Peres, Annapolis’te bir araya geldi. Haziranda Lübnan’a saldırarak Beyrut’u işgal etti. 3 Eylülde Lübnanlı Hıristiyan faşist Falanjistler, Gazzeye Yapılan Son Saldırı İsrail’le işbirliği yaparak, Beyrut’taki Sabra ve Şatilla 27 Aralık 2008’de İsrail, Yahudilerde birçok şeyi kamplarını bastılar ve çocuk, kadın, yaşlı demeden yapmanın yasak olduğu cumartesi günü Gazze’ye büyük 3.000’den fazla Filistinliyi katlettiler. Bu sırada bir operasyon başlattı. “Dünyanın en büyük toplama İsrail birlikleri de kampın etrafını kuşatarak çıkışları kampı”olarak nitelendirilen Gazze’ye, havadan başlayan engelliyor. Çok uzun ve kanlı geçen Lübnan – İsrail bombardımana bir hafta sonra kara birlikleri de katıldı. savaşı sonucunda, FKÖ’nün Sabra ve Şatilla kamplarını boşaltıp Lübnan’ın kuzeyine ve Tunus’a çekilmeyi Özellikle gerçekleştirilen intihar saldırılarının kabul etmesiyle İsrail Beyrut’tan çıktı, fakat güney sorumlusu Hamas gibi dinci örgütleri hedef aldığını Lübnan’ı işgal altında tutmaya devam etti. Sabra ve iddia eden İsrail’in tonlarca ve son derece etkili Şatilla kamplarında öldürülen sivillerin görüntüleri, bombalar attığı Gazze’de ölü sayısı 1.300’ü geçti, insanlık tarihine kara bir leke olarak geçti. neredeyse sağlam yapı kalmadı ve altyapı sistemleri 1987de Gazze’de Intifada başladı. Kısa bir süre sonra intifada Batı Şeria’ya da yayıldı. Aynı yıl, Filistin’de İslâmi Direniş Hareketi (HAMAS), Şeyh Ahmed Yasin’in önderliğinde kuruldu. HAMAS, Müslüman Kardeşler cemaatinin Filistin kanadının oluşturduğu bir harekettir. Daha mücadeleci bir tutum takınmış gibi görünen Hamas ve İslami Cihad gibi örgütlerin ilk ortaya çıkışları, FKÖ’nün askeri eylemlerini arttırdığı 70’li yılların ortalarına denk düşmektedir. FKÖ’nün gücünü kırmak için bu örgütlerin de aralarında bulunduğu FKÖ karşıtı güçleri finanse eden İsrail, ABD’nin Afganistan’da SSCB’ye karşı Usame bin Ladin’i besleyip güçlendirme politikasını, bu tür örgütler aracılığıyla Filistin’de uygulamıştır. 1988’de Filistin Özgürlük Topluluğu Arafat’ın liderliğinde Birleşmiş Milletlerin 242. kararını ve Filistin’de iki devlet fikrini kabul etti. 1992’de Israil’de İşçi partisi iktidara gelince bir barış süreci de başladı. 1993’te İsrail ve Arafat Oslo Barış Anlaşmasını imzaladılar. Bu anlaşmanın sonucunda Arafat sürgünden Filistin’e geri döndü. 1994’te Filistin Özgürlük Hareketi ve İsrail Kahire’de görüştü. Bu görüşmelerde yapılan anlaşmanın sonucunda İsrail’in Gazze’nin çoğunu ve Batı Şeria’daki Erila şehrini Filistin’e bırakmasına karar verildi. tamamen çökertildi. İsrail’in iddialarının aksine ölenlerin çoğu da sivil ve çocuklardan oluşuyor. İsrail’in uyguladığı sınırsız terörün zemin hazırladığı bu intihar saldırıları, büyük bir umutsuzluk ve çıkışsızlık içinde bulunan, yakınlarını İsrail saldırılarında gözleri önünde kaybetmiş olan gençlere intikam yolu olarak görülmekte ya da sunulmakta, sorunun çözümü bireysel eylemlerde aranmaktadır. Savaş, her ne kadar erişkinler arası bir politika yöntemi ise de her zaman en ağır bedeli, kadınlar, yaşlılar ve bedensel engellilerle birlikte özellikle çocuklar ödüyor. Kadınlarla çocukların gelecekleri daha güvensiz hale geliyor, evleri başlarına yıkılıyor, suları kesiliyor, yaşam alanları kalmıyor, evdekilerin karnını doyurmak çok daha güç bir hal alıyor ve çoğunlukla o bombalar gelip savaş dışındaki kesimi buluyor. Ortadoğu gibi günümüzün enerji kaynaklarının merkezi durumundaki ve bu nedenle emperyalist güçlerin sürekli cirit attığı bir bölgede ne savaşlar sona erecektir ne de problemler. Filistin halkı bu koşullarda bağımsız bir devlete kavuşsa bile, yıllardır tutsak halde yaşayan bu halkın sorunu bugün için ancak kısmen ve geçici olarak çözülebilir. Ama gerçek bir çözüm ortaya konulamadığı sürece Filistin her an yeni işgallere, katliamlara ve saldırılara gebe bir ulus olarak varlığını 2000’de Ariel Şaron’un Mescidi Aksayı ziyaret etmesi, sürdürecektir. Filistinliler arasında büyük bir öfkeye ve protesto Yazı içerisinde kullanılan bilgiler için değişik gösterilerine yol açtı. Filistin halkındaki tepkilerin aktif kaynaklardan yararlanılmıştır. bir direnişe dönüşmesi 2. İntifadanın başlangıcı oldu. A.Raif FALCIOĞLU 17 FİLİSTİN LA VILLE MARTYRE 1- la vılla martyre dağıtılır müfrezelerin silahlarına el konulur sen/bir mülteci karanfil çatkınının kıyısında ilk göçten bu yana bozgun ilk göçten bu yana utkun bir şibil/kara gözleriyle omuzlar artakalmış silahlarını incecik bir kum tanesidir/kayar ayaklarının altında göç yolu kardeş topraklara yürürsün saçlarında esen sahra rüzgarıdır gözlerine yıkılır dumanlar içinde sureti kentin göçersin limana inen caddeler boyunca bir hınçla savrulur veda türküsü-hoşça kal! Arından gebe karın ağlar Nişanlın, toprak tenli anan, sevgilin Nereyi bıraksan Orada bir barikatlar öreni Sen gidersin türkülerin söylenir Ağlar ardından tarakalarla la ville martyre Ölüm bataryaları sarmış ufkunu barınakların çökertilmiş bütün sokakların namlu ağzı duvarlardan alazı geçiyor ateşkes sonrası yangınların kaplarının kapısında/kuşatılmışsın silah çatmış pusuya durmuş düşman üçayaklılar yeşil beli gölgeni tarıyor ayağını sürüyerek uzaklaşıyor gecenin içinden bir partizan göğsünde al gelinciklerle/ağılı bir kurşun değiyor vuruluyor, ondokuzunda ana kızkardeşin gül ağzına bebesinin kan boşalıyor süt damarlarından 2- deir yasin… tel zaatar.. sabra şatilla Yüreğin/mülteci barikatlarından almış rengini Konduğun her yer sınır boyudur artık Sürgün mevsimidir yurt tuttuğun her iklim Sularına ölümcül ağılar akıtılır Salgınlar basar sığınaklarını yüreğin/mülteci barikatlarından almış rengini iki bahar göremezsin aynı ırmağın aynı kıyıda çağıldadığını aynı tarlada ikinci kez yeşermez su verdiğin başak göçmen kartalım kanatların yaralı aşağılanır, horlanır, vurulursun da sen yurdun bu kibya tal zaatar karantina bir uçtan bir uca yurdun bu/alnında eksilmeyen kanla serince şafak mı olur kuş uçmaz kuşluk vakti ya da mor bir ışıkla sahraya inerken akşam silahlarına el konulur kovulursun ana toprağından 18 3- gecenin bir yeri metris Yüreğin/mülteci barikatlarından almış rengini kıyımlarla erimeyen çelik Filistinli kardeşim Öfke böylesine ayaklanırken içimde nasıl bağdaştırayım, gözlerinin ışıltısıyla bir bozgunu daha seninle kışlık sarayın merdivenlerinden çıkacağız uzun yürüyüş’lere çıkacağız daha seninle kardeşçe üleşip acıları bir korugan akdeniz’den şeria’ya omuzbaşınad sürgün halkların yüreğim/göçmen kartalım kıyımlardan dönüyorsun yine ağır yaralarınla diretmişliğinle utkun Ekim 82 Emirhan Oğuz GAZZA’NIN UFACIK BAYRAKLARI Geliyorlar duvarlardan sıyrılıp. Okullardan, yetim evlerinden, aş ocaklarından kaçarak, yükseliyorlar ölülerin bağrından, dulların kucağından yerdeki çatlakların ölüm ve hüzün türkülerinden sıçrayarak kalkıyorlar şaha. Tarih kitabından ve Kuranı Kerimden sıyrılıp ve dolapların aralığından kaçarak dikiliyorlar ayağa Yükseliyor incir ve hurma ağaçlarından yaraların tarlasında doğmuş bebekler gibi Benzerken yaraların bahçesine kentin alanı tepinip bağırıyordu dikiş iğneleri: DAYANIYOR, DAYANIYORUZ! Tarih ve coğrafya kitaplarında, bir ışık ipliğinin kurbanlarında, ve dikiş iğnelerinde DAYANIYOR, DAYANIYORUZ! ...Ve ant içerim ki, Bir mendil işleyeceğim yarına kadar, Gözlerine sunduğum şiirlerle süslü, Ve bir tümceyle, baldan ve öpücüklerden tatlı: “Bir Filistin vardı, Bir Filistin gene var!” Gözleriyle Filistin, kollardaki, göğüslerdeki dövmelerde Filistin, adıyla sanıyla Filistin, Düşlerin Filistin’i ve acıların, ayakların, bedenlerin ve mendillerin Filistin’i, sözcüklerin ve sessizliğin Filistin’i ve çığlıkların, Ölümün ve doğumun Filistin’i, taşıdım seni eski defterlerimde şiirlerimin ateşi gibi. Kumanya bibi taşıdım seni gezilerimde. Koyaklarda çağırdım seni bağıra bağıra, inlettim senin adına koyakları: Nişan yüzüklerinde ve kurşun kaleminde ve çarıklarda ve bavullarda ve her şeyimizde, kurtarıcı bir anın kurbanlarında, DAYANIYOR, DAYANIYORUZ! Mahmut DERVİŞ Süzülüp gelen ölümde, öğleye doğru, ve her iğnede ve her dikişte ve putların tahtasında DAYANIYOR, DAYANIYORUZ! (çev. A. Kadir – Süleyman Salom) Remzi DERVİŞ 19 KUDÜS’ÜN GÖNÜLLÜ SÜRGÜNLERİ Ayşe KARABAT …Vefa yer yatağında uyuyor. Annesi horluyor. Ağabeyi yatağın içinde bir o yana bir bu yana dönüyor. Kapı kırılıyor birden. Fırlıyor Vefa. Gördüğü ilk şey, burnuna inen bir asker postalı… Çocuk Vefa’nın dili tutuluyor korkudan. Annesine sarılmak istiyor ama çok geç. Annesinin etrafı sarılmış bile. Başını örmeye çalışıyor, beyaz uzun geceliğinin düğmelerine yapışıyor. İsrail askerleri bağırıyor : “Oğlun nerde kadın?” Orada işte abisi. Direnmiyor, ama dipçik darbeleri yağıyor üstüne. Daha on altı yaşında oysa ki. Şaşkın ve uykulu gözlerine, üzerinde bir atlet ve pijama olmasına aldırmıyor askerler. Annesinin şaşkınlığı geçiyor. Bağırıyor, ağıt yakıyor. Ama kimse yardımına gelmiyor. Vefa, o anda bir İsrail askerinin önünde asla ağlamamaya yemin ediyor. Nefret ediyor bütün Yahudilerden artık. Askerler, abisinin ellerine arkadan kelepçe vuruyorlar. Gözlerini de bağlayıp götürüyorlar. Nereye ..? Kimse bilmiyor… Aylarca haber alamıyorlar abisinden. Bu sahne intifada boyunca dört kez tekrarlanıyor. Abisi en sonunda sekiz yıla mahkum oluyor. Ama Oslo Anlaşmasıyla birlikte serbest bırakılıyor. Fakat Vefa hiç unutmuyor yaşadıklarını. İlk seferinde ve daha sonraki seferlerde de, abisi götürülüp götürülmez, bir kovaya su doldurup, ortalığa dökülen kanı temizliyor annesi ağlarken… Babası çoktan ölmüş Vefa’nın. Evin erkeği de götürülünce iş Vefa’nın başına düşüyor… Günlerce abisinden bir haber alabilmek için çırpınıyor. Yalnız olmadığını anlıyor kısa sürede, cezaevleri önünde… İlk intifada Filistin kadınlarını işte böyle acıyla terbiye ediyor. Onları zorla olgunlaştırıyor. Her geçen gün daha dirençli, daha güçlü bir kadın oluyor Vefa. Ve daha öfkeli… Çocukluktan çıkıp, okuma yazma bilmeyen annesiyle oluşturdukları küçük ailenin reisi, abisi yokken o artık. Abisini ararken iyice bileniyor Vefa, El Fetih’in (1958’de Arafat’ın önderliğinde kurulan Hareketi Tahriri Filistin “Filistin kurtuluş Hareketi” adlı örgüt) gençlik ve kadın kollarında çalışmaya başlıyor. Abisi, uzun süren gözaltına alınmalardan sonra eve dönünce engellemeye çalışıyor Vefa’yı. Abisi geri dönünce eski çocuk haline döner gibi oluyor ama yeni bir gözaltıyla yine o yırtıcı kadın haline dönüşüyor. Kocasıyla da, siyasete bulaştığı günlerde tanışıyor . Abisinin bir arkadaşı… Ailelerden onay alıp evleniyorlar. Ne düğün ne b aşka bir şey. Zaten Vefa, mutlu olabileceği her şeyden kaçıyor. Mutlu olmak öfkeyi dindiriyor çünkü… Vefa Filistinli bir mülteci … İkinci kuşak olmasına , Ramallah’ta doğup büyümesine rağmen, hiç görmediği, büyük annelerinden ve delerinden dinlediği, Tel Aviv yakınlarındaki köylerine dönmeyi umut ediyor. O topraklar Filistinlilerin ve Vefa’nın doğuracağı çocukların çünkü. Filistinli kadınların görevlerinden biri de, direnecek çocuklar doğurmak vefa’ya göre. İki kez hamile kalıyor. Ama İkisinde de düşük yapıyor. Bu düşükler evliliğini de gölgelemeye başlıyor… Zaten zorunluluk yıllarında edindiği davranışlar, kocasına biraz fazla özgür geliyor… Kadınlarını mücadele sırasında yanlarında görmeye alışık Filistinli erkekler, iş, ev içi yaşama gelince, kadınların erkeklere sormadan ekmek bile almasına karışıyor çünkü… İsrail askerlerinin hapishane önlerinde aşağıladığı kadınlarının ne giyeceğine, kimle arkadaşlık edeceğine bile onlar karar vermek istiyorlar. Vefa çocuk sahibi olabilmek için uzun bir tedavi sürecinden geçiyor. Ama en sonunda doktorlar ona anne olamayacağını söylüyorlar. Yıkılıyor Vefa. Nefreti büyüyor… Kocası da Vefa’yı aşağılamaya başlıyor: “Kısır kadın!” Dayanamıyor Vefa. Bir gün abisi, o canından çok sevdiği abisi karşısına geçiyor ve kocasının çocuk sahibi olabilmek için ikinci bir kadınla evlenmeye karar verdiğini , bunun için kendisinden izin istediğini anlatıyor. Garip, abisi bu ikinci evliliğe izin verdiğini söylüyor sakin sakin. Deli oluyor Vefa. Boşanıyor. Sonra da abisinin iki çocuğu, yengesi ve yaşlı anneleriyle yaşadığı, o eve geri dönüyor. Abisinin bütün itirazlarına rağmen, intifada başladıktan hemen sonra açılan hemşirelik kurslarına yazılıyor. Ağabey, kısır olduğu artık bilindiği için bir daha evlenme şansı kalmayan kız kardeşini sıktıkça sıyor. Koca baskısı bitiyor, ağabey baskısı başlıyor. Ama Vefa, en gözü kara hemşirelerden biri olup çıkıyor. Çatışmalar devam ederken ve İsrail askerleri ambulansları bile hedef alırken, yaralılara yardım etmek için kendi canını sık sık tehlikeye atıyor. Ölse de umursamayacak çünkü. Hatta ölse daha iyi… (Vefa binlerce Filistinli kadından yalnızca bir tanesi. Filistinli kadınlar, her gün yaşamı yeniden üretiyorlar, anne, eş, kız kardeş ve direnişçi kadın olarak. İşgalci israil’e karşı direnirken, erkek egemen yaşam biçimleriyle de mücadele ediyorlar. Vefa ikinci intifada da feda savaşçısı olarak yaşamına son veriyor. M.ö.) (122-125 sayfalardan) Ayşe KARABAT Kudüs’ün Gönüllü Sürgünleri carpe diem kitap İstanbul 2007 PANEL: GÖZLERİYLE FİLİSTİN… 31 Ocak 2009 tarihinde birliğimizin konferans salonunda, Faik Bulut Ortadoğu uzmanı, Gazeteci Ayşe Karabat ve Filistin Halkıyla Dayanışma Derneği Başkanı Füsun Bandır’ın katıldığı “Gözleriyle Filistin” etkinliği AFSAD Mehmet Özer Toplumcu Gerçekçi Belgesel Fotoğraf Atölyesinin hazırladığı “Kalbimizin Doğusu Filistin” gösterisinden sonra konuşan Mülkiyeliler Birliği Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Komisyonu üyesi Çağla Ünlütürk “Filistinli kadınların çığlıklarına kulaklarımızı tıkayıp başka bir şey konuşmak mümkün değildi. Ve her gün haberlerde izlediğimiz bütün bu görüntüler üzerine mutlaka onların sesine ses vermek ihtiyacı hissettik ve bu nedenle de önce Filistin sorununu sonra da Filistinli kadınlar üzerine konuşacağımız bu etkinliği düzenledik. Hepiniz hoş geldiniz.” Konuşmasıyla konukları dinleyicilere tanıtarak etkinliğin ikinci bölümüne, panele geçildi. getirmiş oldu. Bu savaş Hamas ile İsrail arasındaki bir savaş değildir. Keza bu savaş, 17 Aralık’ta ateşkesin uzatılmaması nedeniyle başlamış bir savaş değildir. Biliyoruz; en azından ben elde ettiğim bilgiler doğrultusunda, şu kadarını söyleyebilirim: İsrail, altı ay önceden bir savaş kabinesi kurdu. Aynı zamanda psikolojik bir savaşı nasıl başlatırım konusunda ilgili komisyonları hazırladı. O halde, altı ay öncesinden başlamıştı bu savaş. İsrail’in zaten niyeti vardı. Hani, kurt ile koyunun, suyumu bulandırıyor musun bulandırmıyor musun meselesine dönmüştü iş. Yani İsrail başından beri Gazze’yi, Hamas’ı burayı yok etmek istiyordu.” dedi ve devamla ”peki burada ki amaç nedir? İsrail’e bakarsanız, gerçek amaç Hamas’ı yok etmektir! Belki taktiksel açıdan böyle bir şeyden söz edilebilir ama stratejik açıdan esas amaç bu değildir. Amaç, Gazze’deki alt yapıyı, ister Hamas’ın elinde olsun, ister Marksistlerin yönetiminde veya İlk konuşmacı Faik ulusalcıların denetiminde bulunsun, Gazze’deki Bulut, dünyayı fethetme ekonomik ve siyasal altyapıyı yok etmek; halkın direniş tutkusuyla Filistin’e giden 68 ruhunu ortadan kaldırmaktır. Gazze’yi yönetimsiz ve kuşağından biri olduğunu ve sahipsiz bıraktıktan sonra, orayı Mısır’ın himayesine devretmek” olduğunu söyledi. İsrail zindanlarında yedi yıl tutsak kaldığını belirttikten İkinci konuşmacı Filistin sonra;” Filistinlilere İsrail’in Derneği ile dayanışma saldırganlığı, aslında Derneği Başkanı Füsun sömürgecilerin saldırısıdır. Bandır; “ Filistin direnişini Emperyalistlerin saldırganlığı selamlayan konuşmasından Filistinlileri bu hale soktu sonra, “Arkadaşlar bugün İsrail ama aynı zamanda Filistin ve Amerika’ya göre Filistin’de direngenliğini de gündeme direnen herkes teröristir. Bugün Ahmet Sa’adat’ı da hapishaneye attılar, otuz yıl hapse çarptırdılar. Söyledikleri şuydu. Zeerili’ye karşı suikast düzenledi. Peki neden Zeerili’ye karşı suikast düzenlenmişti o dönemde? Çünkü İsrail’in sürekli Filistin içerisindeki yaptığı suikastların bir karşılığı olması gerekiyordu. Orda Zeerili suikastını Ahmet Sa’adat ile bağdaştırdılar. Ahmet Sa’adat’ı otuz yıl hapse mahkum ettiler. Bunun yanında Filistin’in ne kadar direniş liderleri varsa hepsini toplayıp ya cezaevlerine attılar ya da suikastlarla onları yok ettiler. Amaç oradaki direnişi tamamen bitirmek ve önünü kesmekti. Bugün sadece suçu taş atmak olan bir çocuğun kollarını taşla kıran mı teröristtir? Bugün evini terk etmediği için tanklarla evi başına yıkılan mı teröristtir? Bugün bütün dünyanın gözü önünde televizyonlarda seyrettire seyrettire direnişçilere işkence yapanlar mı teröristtir? Bunları sormak gerekiyor. Direniş hiçbir zaman terörist değildir. İşgale karşı direniş her boyutuyla meşrudur diye düşünüyorum. Ve İsrail’in yaptığı katliamdır, ben buna savaş demiyorum. Çünkü orada koşullar eşit değil. Karşılıklı bir güç gösterisi yoktu. Kesinlikle bu bir savaş değildi. Buradaki yaşanan bir katliamdı. Bir soykırımdı. Hala kaldırılmayan molozlar var. Altından neler çıkacağını hiç kimse bilmiyor. Eğer siz bir halkın elektrik kullanma hakkını elinden alırsanız, günde üç saat, sadece elektrik kullanmasına izin verirseniz, bu bir işgaldir, bu bir katliamdır. Siz bir halkın su içme kuyularına kimyasal madde atarsanız, o halklı ölüme mahkum ederseniz, o halkı tedavi edilemeyecek hastalıklara mahkum ederseniz, bu bir işgaldir, bu bir katliamdır. Siz bir halkın tedavisini engellerseniz, Mısır sınır kapılarını kapatarak ki en ağır hastaların bile o kapılardan geçip tedavi olmasını engellerseniz, Gazze’nin içerisine ilaç girmesini engellerseniz bu bir işgaldir, bu bir katliamdır. Siz bir halkı gıdadan yoksun bırakırsanız, o halkın elinde ekmek yapacak unu yoksa, bu bir işgaldir, bu bir katliamdır, bu bir soykırımdır. Gazze’de yaşananlar bunlar arkadaşlar” sözlerini tamamlayan Füsun Bandır, Filistin taş generallerinin direnişine sahip çıkmaya çağırdı. Gazeteci Ayşe Karabat; “Ben bir gazeteci olarak elimden geldiği kadarıyla da kadın sorununda daha duyarlı olmaya çalışan birisiyim. Örneğin bir haber hazırlıyorsam, o haberde uzman görüşüne ihtiyacım varsa ve bir erkekten uzman görüşü aldıysam mutlaka bir kadından da uzman görüşü almaya çalışırım. Kadınların kendilerine ait bir kültürleri olduğunu düşünüyorum, bunun bu çok tartışmalı bir konu. Bunu yalnızca kadının biyolojisine dayandırmıyorum, yaşam pratiğine de dayandırıyorum. Filistin’de yaşarken birbirinden çok farklı kadınlarla birbirlerinden çok farklı geçmişleri olan geleceğe bakışları olan kadınlarla ve bu arada İsrailli kadınlarla da tanışma ve bazılarıyla dost olma bazılarıyla hayatı paylaşma şansım oldu. 2002 yılında Ramallah’taydım, orada Filistinlilerle, kadınlarla o ağır işgalin ve o ağır savaşın nasıl bir şey olduğunu paylaşmak zorunda kaldım çünkü bir anlamda onlardan biriydim . Ben de evimde esirdim, ben de komşularımın ellerinin, kollarının bağlanarak götürülmesine tanıklık ettim. Ama bununla birlikte şunu da söylemem lazım. Yine Kudüs’te yaşarken benim kızım sekiz yaşındaydı, oradaki uluslar arası bir okula giderken bir intihar saldırganının saldırısına da maruz kaldım.Daha doğrusu kızım maruz kaldı. İşgalin birebir kendisinin Filistinli kadınların, bütün Filistinlilerin hayatını cehenneme çevirdiği bir gerçek ama Filistinli kadınların hayatını çok daha fazla cehenneme çeviriyor. Örneğin İsrail’in kullandığı toplu cezalandırmaların bir en önemli tezahürlerinden birisi olan ev yıkmalar e çok Filistinli kadınları etkiliyor. Çünkü Filistinli kadınlar tabi ki dünyanın her yerinde olduğu gibi evin idaresinden, yiyeceğinden, içeceğinden, düzeninden sorumlu ve İntifadanın başlangıcından beri yıkılan ev sayısı yaklaşık beş bin. Bu kadınlar için ev yaşamının ne kadar önemli olduğunu söylememe gerek yok. Kadınların özel alanlarına doğrudan, birebir müdahaleye bir örnek vereyim. İsrail askerleri tarafından bütün Filistin’e kurulmuş olan kontrol noktaları var. Kontrol noktaları bütün Filistinlilerin hayatlarını son derce zorlayan, onları okullarından, hastanelerinden, işyerlerinden ayıran kontrol noktaları ama bu kontrol noktalarından bir kadın olarak geçmek, çok daha zor” olduğunu söyledi. Panel dinleyicilerin soruları ve panelistlerin yanıtlarıyla sona erdi. şubelerden İSTANBUL ŞUBEMİZ 31 OCAK 2009 TARİHİ İTİBARİYLE YENİ YERİNE TAŞINDI Adres ve telefon bilgileri aşağıdadır. Mülkiyeliler Birliği – İstanbul Şubesi Çarşı Caddesi No:10 Kuzguncuk 34674 İstanbul Tel.: 216 / 342 30 15 – 31 – 42 Faks: 216 / 310 49 99 İZMİR ŞUBEMİZDE “150 YILLIK TARİHSEL SÜREÇTE TÜRKİYE” SÖYLEŞİSİ İzmir şubemizde, Mülkiyeliler Birliği 150. Yıl etkinlikleri çerçevesinde bir söyleşi düzenleniyor. Prof. Dr. Mete TUNÇAY’ın katılacağı “150 Yıllık Tarihsel Süreçte Türkiye” isimli söyleşi, 13 Şubat 2009 Cuma günü saat 18.30’da Konak Belediyesi Alsancak Kültür Merkezi Kat:7’de yapılacaktır. ESKİŞEHİR ŞUBEMİZDE GENEL KURUL Mülkiyeliler Birliği Eskişehir Şubesi olağan genel kurul toplantısı 25/01/2009 tarihinde yapılmıştır. Eskişehir Şubemizin olağan genel kurulunda seçilen yöneticilerimize başarılar dileriz. YÖNETİM KURULU Necdet BİLGİN Başkan Abdulkadir ADAR Başkan Yrd. Mefkure ATAK Sekreter Cebrail ÖZDEMİR Sayman Mehmet ZERMAN Üye YÖN.KUR.YEDEK Mehmet BAŞAR Mehmet AKKAŞ Nihal Yıldırım MIZRAK Oğuz TURAN Murat ÖZGÜL DENETLEME KURULU Turan ÖZCAN Mustafa UÇKAÇ Fikriye YÜKSEL DEN. KUR. YEDEK A.Banu BAŞAR Berna KAYA Sedef OLUKLULU 23 öteki kültürler karşısında korunması ve diğerleriyle birlikte yaşamasının önemine değinirken bir kültürü aşağılamak kadar, ötekilerden ayrıştırarak övmenin de ayrımcı ırkçı bir anlayışı içinde barındırabileceğini belirterek kültürlerin ve alt kimliklerin var olmasının önemli olmakla birlikte asıl dönüştürücü olanın üstü evrensel kimlikler olduğunun altını çizdi. Alt kimliklerin yok sayılması ve aşağılanmasının önemli bir sorun olduğunu vurgulayan yazar ancak alt kimlikle sınırlı bir hayat görüşünün de bir yere gelip tıkanacağını söyledi. Kendisinin evrensel bir üst kimlik olarak sosyalizmi benimsediğini ve sosyalist politikalar eşliğinde kimliklerin bir arada yaşamasının önemine değinerek balkanlarda Uzak bir geçmişten gelen ve derin bir kültürü koruyarak bugüne gelen Çingenelerin tarihte en fazla haksızlığa uğramış halklardan biri olduğu halde herkesin bu hakikati göz ardı ettiği Nazi toplama kamplarında soykırıma uğradıkları halde kimsenin Çingenelerin adını anmadığını hatta bu kayıtlarda Çingenelere ötekiler dendiğini söyleyene Devecioğlu, Türkiye’de de diğer ülkelerde olduğu gibi ayrımcılığa uğradıklarını anlattı. Seyircilerin de aktif olarak katıldığı söyleşide, Roman Esnaflar Derneği Başkanı İrfan Çıtırgı ile Roman Dernekleri Federasyonu yönetiminde görev alan Kamuran Dinçpehlivan eskiden kimliklerini 15 Ocak günü Mülkiyeliler Birliği İzmir Şube sakladıklarını ama artık roman olduklarını söylemekten olarak 2008 Orhan Kemal Roman Ödülü sahibi çekinmediklerini belirterek toplumda romanlara karşı Ayşegül Devecioğlu’nu ağırladık.Tamamen dolu bir keskin önyargıların bulunduğunu hırsız uğursuz salonda söyleşi dinlemenin keyfi başka oluyor.Roman pis gibi sıfatlarla anıldıklarını ama kendilerini ifade Türkiye Çingenelerini anlatıyordu. Bu nedenle ettikçe bu önyargıların kırılacağına inandıklarını dile söyleşiye çok sayıda Çingene yurttaş da katıldı. Sadece getirdiler. Dinçpehlivan romanlar olarak Çingene dinlemediler meselelerini çektiklerini ve hissettiklerini adını kullanmadıklarını çünkü bu adın bütün dünyada de dillendirdiler. Aşağıda Dönemeç gazetesinde kendi kimliklerine hakaret olarak kullanıldıklarını söyledi. Yazar Devecioğlu ise bu konuda tartışmaların söyleşiyle ilgili çıkan haberi paylaşıyorum. sürdüğünü kendisinin Çingene adını tercih etmekle Saygılar Utkucu birlikte konu hakkında net bir tutum içinde Mülkiyeliler Birliği İzmir Şubesi’nce düzenlenen olmadığını beyan ettiler.Öteki katılımcıların edebiyat etkinlikte yazar Ayşegül Devecioğlu kimlikler, kimlik ve Çingeneler üzerine soruları ile devam eden ötekileştirme ve Çingeneler üzerine konuştu. toplantı,Mülkiyeliler Birliği İzmir Şube Başkanı Mülkiye’nin kuruluşunun 150. Yılı çerçevesinde Hüsnü Erkan’ın yazara plaket vermesi ve teşekkür Alsancak Kültür Merkezi Benal Nevzat salonunda konuşması ile sona erdi. gerçekleştirilen etkinliğe ilgi büyüktü. Toplantıda kalabalık bir dinleyici topluluğun yanı sıra Roman Dernekleri Federasyonu Başkanı Özcan Çayırlı ve yönetim kurulu üyeleri ile çok sayıda Roman da katıldı. Söyleşiye geçilmeden önce Ege Roman Dernekleri bünyesinde yer alan ve roman gençlerden oluşan İmbat Ritim Saz Grubu bir darbuka gösterisi sergiledi. Yazar Devecioğlu konuşmasında,kimlik ve kültürlerin 24 Mülkiyeliler Birliği İzmir Şubesi 2. Felsefe Söyleşilerini 23 Ocak tarihinde Dernek Lokalinde gerçekleştirdi. Yoğun bir dinleyici topluluğunun katılımının olduğu söyleşinin konuğu Nabi YAĞCI oldu. Nabi Yağcı söyleşisinde “Anadolu Düşüncesi Neden Ebru’dur?” diye sordu ve yanıtladı. Bu zevkli söyleşinin bir bölümünü aşağıda bulacaksınız. ANADOLU DÜŞÜNCESİ EBRUDUR? Nabi Yağcı Anadolu felsefesi de diyebilirdim, fakat birkaç nedenle alanı daha geniş bir kavram olarak “Anadolu düşüncesi” dedim. Felsefe ve özellikle Anadolu felsefesi deseydim, tartışmalı kimi konulara girmek zorundaydım. Örneğin Batılı felsefeciler içinde oryantalistler ve bizde de onlar gibi düşünen kimi felsefeciler Anadolu felsefesi olmadığını dahi söylemekteler. Bu görüşe katılmıyorum. İkincisi, Anadolu felsefesini konu edince, merkezinde tasavvuf düşüncesi olan, Alevi-Bektaşi geleneğinin düşüncelerine dalmak gerekir ki, bu derin bir konudur, üzerinde konuşmak için süremiz yetemez. Üçüncüsü, bir felsefeyi anlayabilmek için onu doğuran tarihsel ve kültürel koşulları önce bilmek gerekir. Düşünceler doğrudan bir yansıma olmasa bile maddi koşulların bir ürünüdür. Anadolu felsefesi üstüne konuşacak olsaydık dahi bu topraklara özgü düşünce tarzını yaratan tarihsel ve kültürel koşulları incelemeyi zaten öne almak zorundaydık. Başka deyişle ilkin, “Tarih boyu bu topraklarda insanların yaşam tarzları nasıldı?” sorusuna yanıt vermek zorundaydık. İşte bende bu sorunun yanıtından konuya gireceğim. Ancak konumuz yine de “felsefe üst başlığı” içinde ele alınacağı için, tarihsel gelişme süreçlerine uzun boylu giremeyeceğim, daha çok düşünce iklimi ile konumu sınırlayacağım. “Anadolu” kavramıyla siyasi coğrafya değil kültürel coğrafyayı kastettiğimi en başta belirtmeliyim. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırlarından söz etmiyorum. Bir ucu İran ve Mezopotamya’ya dayanan, Kuzeyde Kafkasları içine alan, Trakya’yı, Ege’yi kapsayan bir kültür coğrafyasını anlatıyorum. Tarih olarak ise cumhuriyet öncesi tarihinden, Osmanlı ve öncesinden söz açıyorum. Günümüzde resmi tarih dışı tarih anlatımları daha yeni yeni gelişiyor, Anadolu’nun gerçek tarihini daha yeni öğreniyoruz, öğreneceğiz diyebilirim. Örneğin resmi tarih okumalarına bakarsak, Türkler Anadolu’ya gelmezden önce Anadolu sanki boş ve bakir bir alandı, kimsecikler yoktu. Oysa daha geçenlerde Urfa’da yapılan bir kazıda Bizans mozaikleri bulundu. Kimler vardı Anadolu’da Türkler gelmezden önce? Bu sorunun peşine düşülmelidir. Kestirmeden söylersek, Bizans yani Romalılar, Ermeniler, Kürtler ve bir çok farklı kavim. Osmanlı kimlik tanımlamalarına baksak bile bu sorunun yanıtlarını kısmen de olsa bulabiliriz. Keskin uçlu soru şu Osmanlı kimlik anlamında Türk müydü? Değerli tarihçimiz Halil İnalcık ne diyor bakalım: “Osmanlı İmparatorluğu bir Türk İmparatorluğu değildi. O çok dilli, çok dinli ve çok kültürlü bir politik sistemdi.” Yine değerli bir tarihçimiz İlber Ortaylı Osmanlı için, “Müslüman Roma” demişti ve büyük bir tartışma başlatmıştı. Bir yabancı tarihçi P. Wittek ise “Rûm Türkleri “ diyor. Rum sözcüğünü bugünkü Rumlar anlamında değildir. Grek değil Romalı anlamınadır “Rûm” 25 sözcüğü. Osmanlı Anadolu’ya “Memamilki Rum” derdi. Selçuklu zamanında Ahi teşkilatının bir kadın örgütü vardı ve adı Anadolu kadınları anlamında “Baciyan-ı Rum” idi yani Rum bacıları. Mevlana’ın adı Mevlana Celalettin Rumi’dir. Şeyh Bedrettin de Şeyh Bedrettin Rumi’dir. Annesi Hıristiyan idi. Orhan Gazi’nin üç eşi de Hıristiyan’dı. Holofiro Hatun , Yargihas Tekfurunun kızı, Asparça Hatun Bizans İmparatorunun kızı. Theodora Hatun var. I.Murat, II. Murat, II. Melmet’in eşleri de öyle. Kanuni Sultan Süleyman kendi kimliğini bakın nasıl çoğul biçimde ifade ediyor “ Ben Bağdat’ın, Irak’ın şahı, Roma topraklarının Kayzeri ve Mısır’ın sultanı”. Anadolu Selçuklu beylikleri de ilginçtir bu açıdan. Türk boyu olduğu halde Hıristiyan olanlar vardır. Şimdi artık “Ebru” konusuna girebiliriz. Osmanlı için, mozaik sanatı metaforu ile “mozaik toplum” denir, bununla çok etnisiteli, çok dinli, çok kültürlü sosyal yapı anlatılmak istenir. Yakın zamana dek ben de bu tanımlamayı doğru bulur ve kullanırdım. Ancak Anadolu tarihi konusunda bilgim arttıkça, Anadolu kültürü ve felsefesi üstüne çalışmalarımı yoğunlaştırdıkça “mozaik” kavramının, doğru ama Anadolu’yu anlatmada yetersiz olduğunu düşünmeye başlamıştım, fakat yerine daha iyi bir tanım da koyamamıştım. Daha geçenlerde, bu yıl içinde bir kitap daha doğrusu bir fotoğraf albümüyle tanıştım. Atilla Durak isimli bir fotoğraf sanatçımız Anadolu’yu karış karış dolaşarak Anadolu’nun etnik, dinsel ve kültürel yapısını fotoğraflamış. Enfes bir çalışma. Kitabın adını da Ebru koymuş. İşte o zaman aradığımı bulmuştum, Anadolu mozaik değil ebru idi. Kitapta da zaten bu anlatılıyordu. Bir sanat dalı olarak Ebru nedir, nasıl yapılır, mozaik sanatından farkı nedir? Mozaikte parçaların biçimi, rengi ayrı olsa da, her bir paçanın ayrı anlamı yani kimliği yoktur. Parçalar kimliklerini bütünden alırlar. Hangi resmin parçaları olduğundan. Ayrıca bir parça, diğerinden keskin kenarlarla ayrılır. Ebru’ya gelince: Bu resim dalı konumuzu olağanüstü biçimde anlatır ve açıklar. Bu resimde ögeler hem birbirlerine karışırlar hem ayrıdırlar. Bunu materyallerin yoğunluğu sağlar. Ebru yoğunlaştırılmış su üstüne, katkı maddeleriyle (öd) yoğunlaştırılmış boyalarla yapılmış resimdir. Suyun yoğunlaştırılmış olması boyaların suya büsbütün karışıp yok olmasını önler. Boyaların yoğunluğu birbirlerine büsbütün karışmalarını önler. Böylece renkler ve biçimler birbirlerine değdikleri noktalarda kendiliklerinden ana renklerin nüanslarını taşıyan yeni renkler oluştururlar. Böylece renk ve biçimler arasında bulutumsu bir geçiş olur. Zaten Ebru sözcük olarak bulut anlamındadır. Ressamla resim arasındaki ilişkide de fark vardır. Resim, renk ve biçim olarak mozaikte olduğu gibi önceden hazırlanmış değildir. Müdahale edenle edilen arasında karşılıklı etkileşim, karşılıklı bağımlılık vardır. Böylece üç özellikten söz etmiş oldum: Yoğunluk, geçişkenlik ve etkileşim. Anadolu düşünce tarzına, dünyayı algılayışına, felsefesine Batı ve hatta uzak doğu felsefesinden farklılık kazandıran da bu üç özelliktir. Ebru resmindeki yoğunlaştırılmış su, Anadolu’nun yoğun tarihidir. Anadolu, büyük dinlerin, doğuş noktaları farklı da olsa etkilerini gösterdikleri, başka dinlerle karşı karşıya geldikleri yerdir. Aynı şekilde büyük uygarlıkların kurulduğu ve etki altına aldığı topraklar yine bu coğrafyadadır. Batı’dan Uzak Doğuya giden İpek Yolu da, Haçlı Seferleri de buradan geçmiştir. Yalnız ipek, yalnız baharat, yalnız silah taşınmamıştır, birlikte farklı uygarlıkların kültürleri, düşünceleri, algılama biçimleri, kavramları da taşınmıştır. Mutfaklara farklı damak tatları, mimariye farklı biçimler, müziğe yeni tınılar olarak katılmışlardır. Bu yoğunluğa sonradan gelip katılan her bir inanç, kültür, uygarlık aynı zamanda Ebru’nun boyaları olmuştur. Kısacası büyük diller, üç büyük din ve diğer inançlar, milletler, kavimler, kadim kültürler, uygarlıklar Anadolu’ya göçmüş, Anadolu’dan geçmiştir. Her bir unsurun büyüklüğü, derinliği, tarihten geliyor olmaları kendi ayrı kimliklerini koruyabilmelerini getirmiş, daha baskın olanlar olsa bile hiç biri diğerini asimile edememiş, etkilemiş, etkilenmiş, eklemlenmiştir. Aynı zamanda birbirlerine değdikleri noktalarda ortak renkler, nüanslar yaratmışlardır. Başka deyişle, kavgalar, savaşlar olsa da Anadolu’da çok önemli bir özellik doğmuştur: Birlikte yaşama kültürü. Ortak yaşam kültürü. Bunun adı Anadolu hümanizmasıdır. Bu hoşgörü ortamı aynı zamanda “Heretizm”denilen, her bir dinin resmi yorumu dışında özgürlükçü yorumlarını yaptıkları için ülkelerinde dışlanan ve hatta öldürülen özgürlükçü düşünceler de Anadolu’ya çekmiştir. Bu düşünceler Anadolu düşünce ve felsefesini çok derinden etkilemiştir. Örneğin, Nazım Hikmet’in destanından tanıdığımız Şeyh Bedrettin de böyle bir felsefenin taşıyıcısı bir filozoftu. Anadolu düşüncesi Batı ve Uzak Doğu düşünce biçimlerinden farklı olarak sentezci değil “senkristikçi” dir. Yani çok şeyi tek bir şeye indirgeyerek açıklamaz, eritmez, ama kendi düşünce tarzına ötekini ekler. Başka deyişle bağdaştırmacıdır. Şu çok sevdiğim deyişle bitireyim: Anadolu felsefesinde Mutezile denilen akılcı bir felsefe/inanç akımı vardı, ana düşüncelerini şu sözle formüle ederler: “Tanrıyı aramak için yola çıktık insanı bulduk.” 26 “Şarkılar aslında hep sizi söyler …” BİR KONSERİN ARDINDAN Bazen güne henüz başlamışken bulurlar sizi. Uyanır uyanmaz bir tanesi takılıverir dilinize. İllaki sevmeniz de gerekmez hani. Karşılıksız bir aşkın pervasızlığıyla size yazılırlar ve isteseniz de istemeseniz de kayıtsız kalamazsınız onlara. Çünkü çağırmıştır bir kere ve siz yanıtsız bırakamazsınız bu daveti. Aslında kırmızı mumlu davetiyesi olanları da farklı değildir ki! Onlara da sarılıveririz eski bir dost gibi. Onlar hayatın her yerindedir. Doğumda da onlar vardır, ölümde de. Aşkın orta yerinde de yaşarlar, terk edilmişliğin tüm ıssızlığında da. İnsan kendinden olandan vazgeçebilir mi ki? O yüzdendir yüzyıllardır süren bu birliktelik. Çünkü şarkılar aslında hep bizi söyler. Ne büyük yanılsamadır ki biz onları söylediğimizi sanırız sadece. Ama o bizi söyleyen şarkıları da birilerinin söylemesi gerekir ki bu sarmal döngü sürüp gitsin. “Şarkı söylemek isteyen Mülkiyeliler aranıyor” diye yola çıkışımız henüz dün gibi gelirken Mülkiyeliler Birliği İzmir Şubesi Türk Sanat Müziği Korosu 9. konserini verdi 9 Ocak 2009 günü Konak Belediyesi Dr. Selahattin Akçiçek Kültür Merkezi’nde. Sonsuzluğa bıraktığımız 27 güzel şarkımız vardı o gece içinden biz geçen. Hülya Koçyiğit ve Kartal Tibet geldi gözümüzün önüne “Senede Bir Gün” derken, Avni Anıl’ın o müthiş bestesinde geçen “Bahtiyar Martılar”ı hayal ettik ve merak ettik o küçük gagalarıyla nasıl gülümserler acaba diye. Kimi konuklarımız bir yandan düşüncelere daldılar “Göz göze gelmek istemem” dedikleri eski sevdalarını anımsarken ve fark ettiler ki aslında her seferinde “Unutamam Seni” diye fısıldadığını içlerinde saklambaç oynayan bir gizin. Aslında pek çok açıdan farklı ve bir o kadar da güzel bir akşamdı yaşanan. Çünkü koromuzun bu konserinin de daha öncekiler gibi özel bir amacı da vardı. O gece şarkılar, kimsenin ne kendisinde ne de yakınlarında karşılaşmak istediği bir rahatsızlık olan şizofreniye dikkat çekmek ve şizofreni hastalarının hayatla bağlantılarını koparmamaları için olmazsa olmazları konumundaki ilaç tedavilerine katkı sağlamayı amaçlayan Şizofreni Dayanışma Derneği’nin yararına söylendi. İzmir Şizofreni Dayanışma Derneği Başkanı Nilgün Durna tarafından da Şube Başkanımız Prof. Dr. Hüsnü Erkan’a plaket sunularak sağlanan katkı için teşekkür edildi. Koromuz açısından ise konseri özel ve önemli kılan, rahatsızlığı nedeniyle koronun şefliğinden ayrılmak durumunda kalan Nursal Ünsal Birtek’in ardından yeni şefimiz Udî Gürkan Öztürk yönetiminde verilen ilk konser oluşuydu. Hocamız o gece müthiş bir enerjiyle, olağanüstü bir coşkuyla yönetti hem sazları hem de bizleri. Müthiş sabrı, yeteneği ve müzik bilgisiyle bizler için bir kazanç olduğunu bildiğimiz hocamıza ne kadar teşekkür etsek az. Kendi penceremden bakacak olursam eğer benim için gerçekten çok daha farklı ve önemliydi aslında 9 Ocak gecesi. Çünkü benim bu koro içerisinde yer almamda da, o gece o sahnede “Canımın Ta İçisin” sen diye söylemeye çalıştığım o şarkının ruhunda da aynı şey vardı. Benim için de kocaman bir ilkti aslında. Bana şarkıların ruhunu görmeyi öğreten ve günlerimi müzikle dolduran bir ehl-i dil için söylemek amacıyla oradaydım ben. Benim mavi kalpli prensesim, dostum, kardeşim Şair Avukat Ela Kurt beni bırakıp sonsuzluğa gittiğinden ve müziğini oralarda Selahattin İçli ve Avni Anıl Beyefendilerle paylaştığından beri, içine düştüğüm eksikliği gidermenin bildiğim ilk yolu şarkı söylemekti. Söylemezsem olmayacaktı. Duyduğum her güzel sözü onun için de kabul ettim o gece. Beğenildiyse ne mutlu bana ! Sahneden baktığımızdaysa güzel ve keyifli yüzler vardı karşımızda. Heyecanlı ve amatör seslerin peşine düştükleri şarkılarla açıldıkları denizleri keşfetmek isteyen ve aynı duyguların izini süren yüreklerdi onlar, sahneden yolladığımız alkışları hak eden. Bütün zarafetleriyle bizi destekleyen, dinleyen ve yanımızda olan herkese binlerce teşekkür gönderiyoruz tüm kalbimizle. Bir teşekkür de emeklerinden dolayı koro sorumlumuz Sami Susurluk’a. Aslında bu satırları aynı duygularda buluşup aynı şarkıları paylaştığım ve birlikte olmaktan onur duyduğum koro arkadaşlarım adına da yazıyorum sizlere. Açık yüreklilikle ifade etmek isterim ki onlarla çalışmak, bir şeyler üretmek gerçekten çok güzel. Şeyda ARIKAN ÇINARLI 27 konuk yazarlar KAPİTALİST YIKIM KISKACINDAKİ DÜNYANIN “HÂL-İ PÜR MELALİ” VEYA “BIRAKMAYIN GEÇMESİNLER, BIRAKMAYIN YAPMASINLAR!”[*] Temel DEMİRER “Büyük hakikât, karşıtı da bir büyük olan hakikât olan bir hakikâttir.”[1] Hemen, hemen tüm konuları kapsayan şişkinlik. ABD’nin başka ülkelerin tasarruflarını sorularınıza ilişkin, kısa olması mümkün olmayan emmeyi hayat tarzı hâline getirmesinin sonucu.” yanıtlarım şunlar… Görünen köy -körler dışında- kılavuz istemiyor! İflaslar birbirini izliyor, Amerikan mali “OLMAZ OLAMAZ!” DEDİLERLERSE DE, OLAN(LAR) OLDU … sisteminin krizi derinleşiyor; kamuoyuna bankaların aşırı yüksek kârları, hileli işlemleri, spekülatörlerin ve 1-) ABD merkezli kriz ve olanlar nedir? banka çalışanlarının yüksek kazançları saçılıyor... Ama reel ekonominin bir gerçeği de aynı Serbest piyasa “ruhbanları”, “olmaz olmaz” anda muazzam ölçüde işliyor. İşte iflaslarla bezenen dedilerlerse de, olan oldu! kapitalist ekonomi tablosunun gri renkli fırça izlerinden Emir Sader’in ifadesiyle, “Kapitalizmin yeni biri: Gıda fiyatları yükselirken Avrupa Komisyonu, krizi, 1929 tarzında geldi. Kumarhane kapitalizmi 2009 yılı için gıda yardımı yıllık bütçesinin 300 teorileri doğrulandı… Kapitalizmin anti-sosyal ve belki milyon Avro’dan 500 milyona yükseltilmesini önerdi. de ölümcül niteliğiyle ilgili teoriler de doğrulandı…” 2006’da bu düzenlemeden 13 milyon Avrupalı yurttaş Ya da Prof. Dr. Korkut Boratav’ın deyişiyle, “Bu yararlanmıştı. Hâlbuki şimdi, 43 milyon kişinin gıda kriz, kapitalist sistemin tamamen çöküşü sonucunu yoksulluğu tehlikesi içinde olduğu tahmin ediliyor. getirmese de sarsacak. Krizin temel nedeni, ölçüsüz Bir yanda reel ekonomiyle bağı kopmuş gibi 28 gözüken, sınırsız, muazzam kazanç ve kârlar (ABD ve Avrupa basını bunu açgözlülük olarak tanımlıyor). Öte yanda İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en yüksek düzeye çıkmış işsizlik ve aşırı büyümüş mutlak açlık sorunudur. Lehman Brothers arkasında 613 milyar dolar zarar bırakarak iflas ederken, AIG’ye ayakta kalabilmesi için 85 milyar dolarlık kaynak sağlandı. Sadece bu iki şirketin zararları ekonomisi 660 milyar dolar olan Türkiye’yi aştı… Kriz, 53 borsadaki 50 bine yakın şirketin değerini sildi süpürdü; 18 trilyon dolar uçtu… Bu işin bir yanıysa, öteki artı(lar) da şu(nlar): Hazine Bakanı Paulson ve Fed Başkanı Bernanke’nin finansal sistemi kurtarmak için 700 milyar dolar talep eden planı, Amerikalı vergi mükelleflerinin üzerine daha da yük bindirecek. Plan bu hâliyle kabul edilemezken; krizin göbeğinde duran ülkenin adı ABD’dir. Tarifi zor bir ülkedir. Sürekli olarak pompalanan dış kaynak sayesinde tüketim düzeyini koruyup yükseltebilmiş, harcamalarını rahatça yapabilmiş tuhaf bir süper güçtür. Her zaman savaşlar peşinde koşan, her fırsatta bu sektörü canlı tutmak için çabalayan ABD, Uzakdoğu’nun, petrol zengini ülkelerin kaynaklarını çarçur etti ve artık yolun sonuna geldi. Para bitti. Sermaye akımları durdu. ABD artık cari işlem açıklarını taşıyamıyor, dışarıdan destek bulamıyor. Peki bu krizin nedeni sistemin kendisiyse, tetikleyicisi kimdir? Tetikçiyi bulmak için finans sistemine bakacaksınız. İşte başta ABD olmak üzere tüm kapitalist dünyayı betimleyen görüntü bu! Yani Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’ndaki konuşmasında İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın, “ABD İmparatorluğu çöküyor,” demesi anlamlıdır; yerli yerine oturan bir saptamadır! Tam da bu koordinatlarda Prof. Nouriel Roubini’ye göre, kredi zararları büyüyecek, bu da bankacılık sisteminde “sistemik kriz” yaratacaktır Yani ABD ve küresel boyutta hâlâ temel sorun, finansal boyuta sıçrayan bu krizin nasıl çözüleceğindedir. Diğer bir deyişle verili soru(n), daha da dallanıp budaklanarak büyüyecekken; öncelikle “Ne oluyor?” sorusuna yanıt arayalım. Bu soruya, bir zamanlar ABD’nin önemli yönetim konumlarındaki Nicholas F. Brady-Eugene A. Ludwig-Paul A. Volcker, bakın ne yanıt veriyor: “Büyük Buhran’dan bu yana en vahim mali kargaşanın ortasındayız. Cesur adımlar atılmazsa işler daha da kötüye gidebilir. Ne piyasalar ne de düzenleyici talimatlardan, banka tetkiklerinden, düşürülen faiz oranlarından ve soruşturmalardan menkul sıradan önlemler bu işin üstesinden gelebilir. Merkez Bankası ve Hazine’nin bugüne kadar aldığı acil önlemler gerekli olmakla birlikte, krizi çözmek konusunda yetersiz. Mortgage piyasasının devleri Fannie Mae ve Freddie Mac aşırı şişti ve şu an hükümet koruması altındalar. Bütün piyasa gereklerini karşılamaya yetecek kadar güçlü bir durumda değiller. Gerçek şu: Finans sisteminin temel, uzun vadeli reforma ihtiyacı var, fakat şu an sistem, öngörülen şartlarda geri ödenmeyecek muazzam miktarda zehirli emlak kâğıdıyla tıka basa dolu. Bu kâğıt, idare altındaki devasa miktarlarda mali enstrümanı destekleyecek güçte değil. Bu çürüyen katmanı sistemden defedecek yeni bir mekanizma oluşturulmadıkça hastalık yayılacak, güven daha da aşınacak ve bütün kredi krizlerinin en büyüğü karşısında ölüm kalım mücadelesi vermek zorunda kalacağız. Bu kriz finans sistemini ve onunla birlikte, bugüne kadar gayet iyi dayanan genel ekonomiyi de vuracak…”[2] Genelde piyasa ekonomisine toz kondurmayan ‘The Economist’ de “kötümserlere” katıldı; diyor ki “ABD Kongresi’nde ne olursa olsun kriz şimdi artık küreseldir”. Haklı, ABD’de “kurtarma paketi” meclisten geçti, borsanın kılı kıpırdamadı. ABD’nin en etkili dış politika “Think-Thank”ı, Council on Foreign Relations’un bünyesindeki Centre for Geoeconomic Studies’den Brad Setser de 2 Ekim 2008 tarihli blogunda “Sistemik bir mali kriz, yalnızca bir kurumu değil ‘sistemi’ etkileyen krizdir. Bana göre ABD, belki de AB böyle bir krizle karşı karşıya” diyordu. The Economist daha kesin konuşuyor: “Kriz iki yönde yayılıyor, Atlantik’i geçerek Avrupa’ya, mali piyasalardan reel ekonomiye.” Diğer bir deyişle kriz iki anlamda “sistemik”, hem tüm mali sistemi etkiliyor, hem de tüm ekonomik sistemi. Ancak bir ekleme daha yapmak gerekiyor: Kriz, ‘yükselen piyasaları’ da etkisi altına almaya başladı. YP’lere yönelik 5.2 milyar dolarlık bir fonu yöneten Claudio Brocado’ya göre “ruh hâli çok kötüleşti, riskten kaçış çok belirgin biçimde arttı”. Şimdi dünya ekonomisinde en önemli sorunlardan bir diğeri de resesyonun küreselleşmesi… Evet, evet tüm bunlarla birlikte... ABD’de resesyonla tanıştı! ABD’nin bir resesyona girip girmeyeceği, Neo-liberal Ayetullahlar açısından artık adeta bir itikat sorunu hâline gelmişti. ABD ekonomisinin içinde (çeşitli sektörlerinde) olanları görmezden gelip, “Bak resesyona girmiyor” diyerek, serbest piyasa ekonomisine sarsılan inancı, umutsuzca canlı tutmaya 29 çabalıyorlardı. “Lale Devri Zamanları”nın nihayetindeyiz… Global ekonominin ibresi yavaşlama yönünde. Bu da başta ABD ve AB’dekiler olmak üzere gelişmiş ekonomilerin durgunluk tehlikesini atlatamadığını göstermekte. Financial Times’ın yazarlarından Wolfgang Münchau, “Resesyon olası en kötü sonuç değil” başlıklı yazısında, “Bu salt bir mali kriz olsaydı çoktan bitmişti. Dördüncü dalganın sıkıntılarını yaşadığımıza göre, salt mali aşırılıklardan, kötü düzenlemelerden daha öte bir şeyler rol oynuyor olmalı” diyordu. Sorun içsel ve yapısaldı. Yaşanan(lar) “Başlangıcın sonu bile değil”! ‘The Times’tan Martin Wolf ’un deyimiyle, krizin “Büyük olasılıkla henüz başlangıcının sonunu bile geçmemiştik.”[3] İçinde bulunduğumuz konjonktürün en önemli özelliği “belirsizlik”. Kriz yayılıyor: Önce ABD ekonomisi mali krizin etkisiyle durgunluğa girdi. Salt ev piyasası, finans sektörü değil, inşaat, otomotiv, havacılık, beyaz eşya, demir çelik, otel-lokantacılık gibi çok önemli sektörler resesyona (daralma) girdiler. İrlanda, İngiltere, İspanya başta olmak üzere, Avrupa ev piyasalarında ABD ev piyasasındakine benzer bir senaryo gelişiyor. Danimarka resmen resesyonda, İngiltere resesyona giriyor. Alman “iş çevreleri güven endeksinde” büyük düşüşler gözleniyor. Financial Times’in bildirdiğine göre, dünyanın ikinci büyük ekonomisi Japonya’da stagflasyon içine düşmeye başlıyorlar, riskler hızla artıyor. Bir şey daha: Newsweek’ten Rana Forooher, küresel enflasyon dalgası bağlamında, şimdi havanın nasıl değiştiğini şöyle anlatıyor: “Dünya 35 yıl sonra ilk kez ve eşzamanlı olarak (senkronize) bir enflasyon dalgası yaşıyor”! Bu bağlamda Tarihçi Niall Ferguson’un 7 Ağustos 2008 tarihli Financial Times’daki yorumunun başlığı şöyleydi: “Yerel bir kasırga, nasıl küresel bir fırtınaya dönüşebilir.” Ferguson, ABD’de başlayarak, bir yıl içinde hızla küresel bir krize dönüşmeye başlayan mali krize ilişkin olarak, “Hayır bu büyük depresyon değil... Ama 1930’larda olduğu gibi kritik aşama, ABD aşaması değil... Kriz küreselleştiği zaman da ‘kredi kıtlığı’ kavramı artık yeterli olmayacak” diyordu. Kriz artık yalnızca bir finansal krizden ibaret değil çünkü. Reel ekonomiye şimdiden sirayet etti bile... Fransa resmen resesyonda. Ekonomik göstergelere göre, Fransa’nın büyüme hızı bu yıl negatif olacak. İtalya’nın durumu da parlak değil. Büyüme hızı sıfır ve 2009 beklentileri daha iyi bir gelecek vaat etmiyor. İş o hâle geldi ki, İngiltere’de Gordon Brown kriz karşısında bir “war cabinet/ savaş kabinesi” kurmak için kolları sıvadı. Durum bu denli vahimleşirken, dünyadaki krize ilişkin olarak Türkiye İş Bankası Genel Müdürü Ersin Özince de, “Artık paranın kuralı yok,” diye ekliyor. Bloomberg’ün şu haberi de tüm bunları doğruluyor: UBS’nin 12 Ağustos 2008’de açıkladığı ikinci çeyrek sonuçları sonrasında dünyanın en büyük 100 banka ve aracı kurumunun, ABD subprime (yüksek riksli konut kredisi) krizi ve bunu izleyen kredi krizi nedeniyle aktiflerindeki değer kayıpları, krizin daha fazla varlık tipine yayılmasının etkisi ile 500 milyar doları aştı. Listenin ilk sırasında ise Akbank’ta yüzde 20’lik payı olan Citigroup var. Finans devlerinin küresel ölçekteki zararlarına bakıldığında Türkiye’de Dışbank’ı alarak faaliyetlerine başlayan HollandaBelçika ortaklı Fortis 7.4 milyar dolar, Oyakbank’ı satın alan Hollandalı ING Group 5.8 milyar dolar, TEB’in Fransız ortağı BNP Paribas 4 milyar dolar, Yapı Kredi’nin İtalyan ortağı Unicredit ise 2.6 milyar dolar, Denizbank’ın Belçika-Fransız sermayeli ortağı Dexia 1.2 milyar dolar aktif kaybına uğradı. Ve nihayet M. Nuri Durmaz’ın, Kapitalizmin büyük bir krize girip çökeceği yönündeki sol öngörünün, yerli yersiz dile getirilmesinin sosyalistleri çoğu kez ‘yalancı çoban’ durumuna düşürdüğü söyleniyordu. Ancak, bu kez çoban haklı ve gerçekten kurt geliyor,” dediği kesitte dünya ekonomisi, 1930’lardan bu yana tarihinin en derin ve genelleşmiş ekonomik krizini yaşıyor... Ya da FED eski Başkanı Alan Greenspan’in deyimiyle ABD, ancak “yüzyılda bir yaşanacak derinlikte bir krizin içinde”… Bu da “emperyalizm ve paylaşım savaşları” riskini yeniden tarihin gündem maddesi kılıyor! KAPİTALİZM = KRİZ + YIKIM 2-) Bu kriz, kapitalizm için bir son mu? Yoksa, eskiden olduğu gibi kapitalizmi dönüştüren krizlerden birisi mi? Bu sorunun yanıtı için kapitalist krizin “Neden” ve “Nasıl”ından söz etmemiz gerekiyor! Ve bundan “Kriz kapitalizmin krizi değil, bizatihi devletçilik ve müdahaleciliğin krizidir,”[4] diyen Alper Akalın’ın; ya da yine “Aslında krizde olan serbest piyasa modeli değil (…) özgürlüğümüzdür,”[5] diyen Bilal Sambur’un -hayatın tekzip etmesine karşın- telaffuz ettikleri zırvalarını ciddiye almadan söz etmemiz gerekiyor! İnkar edilemez “Gerçek şudur ki, kapitalizmin 30 kendisi zaten bir ekonomik krizdir. Kapitalizm geçerli olduğu sürece ekonomik kriz de onunla birlikte varlığını sürdürecektir.”[6] Bu bir! İkincisi de bu temel üzerinde yükselen “mali küreselleşme” vahşeti: Konuya ilişkin olarak bir ekonomistin deyişiyle, Bush yönetimi Wall Street’in bir “casino market”e, yani “kumar piyasası”na dönüşmesine izin vermiştir. Üçüncüsü de olup-bitmeyenin “serbest piyasa” retoriğinin iflasına denk düştüğüdür! Ancak kapitalizmin iflas ettiğini anlamak için böyle bir gelişmeyi beklemeye gerek yoktu… Evet bu kriz biz(ler)e bir kez daha şunu gösterdi: “Minimum zaman dilimi içinde maksimum kâr elde etme üzerine kurulu sistemin çarkları birkaç yerden birden kırıldı. Şimdi ise herkes ağız birliği etmişçesine “Küresel finansal sistem hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak diyor. 2008’in son çeyreği... Dünya piyasalarını allak bullak etmeyi sürdüren ABD kaynaklı krizin yansımaları dalga dalga yayılıyor... XXI. yüzyılda küreselleşmenin barış, refah ve özgürlük getirdiğine ilişkin en ufak bir belirti bile yok ufukta. Tersine küresel bütünleşmenin sosyal, ekonomik ve çevresel bütün dinamikleri adım adım kaotik bir ortama doğru sürükleniyor. BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) hâlen 862 milyon insanın açlıkla boğuştuğunu söylüyor. Yoksulluk ve açlıkla mücadele için her yıl 30 milyar dolarlık kaynak gerekiyor. Sosyal cephede, tüm dünyada eşitsizliklerin her geçen gün büyüdüğü, ırkçılık, aşırı milliyetçilik ve dincilik gibi akımların giderek güçlendiği bir ortam süregeliyor. Varolan değerlerin yozlaştığı, toplumlarda radikal bölünmelerin arttığı bir dönem... İklim değişikliği, küresel ısınma ve buna bağlı olarak ekolojik dengenin değişmesi, kontrolsüz sanayileşme sonucu doğada yapılan tahribatın etkileri çevresel cephede de işlerin iyi gitmediğini gösteriyor. Son kriz ise yalnız Amerikan ekonomisinin çürük yapısını gözler önüne sermekle kalmadı, neoliberal politikaların egemen olduğu kapitalist sistemin de küresel ölçekte sorgulanmasının gereğini ortaya koydu. ABD ekonomisinde finans ve gayrimenkul piyasalarında yaşananlar, ekonomide karşılığı olmayan sanal bir “yapay köpüğün hızla sönmeye başlamasıdır. Çark bir yerinden kırıldı. Kriz ise bunun ifadesi. Hâlihazırdaki tüm önlemler bu kırığı yamamaya yönelik... Ancak şurası da bir gerçek ki bugün herkes ağız birliği etmişçesine “Küresel finansal sistem hiçbir zaman eskisi gibi olmayacak,” diyor. Küresel kriz artık 2007 yılındaki “çalkantı”, “türbülans” ve benzer ifadeleri çoktan geride bırakarak, “kapitalizmin 1930 büyük buhranından bu yana yaşanan en şiddetli krizi” sıfatıyla anılır oldu. 2007 krizinin yapısal nedenlerini kapitalizmin küresel finansallaşması açısından nasıl değerlendirmeliyiz? Kapitalist dünya 1950 sonrasında sanayileşme ve ticaret politikalarının devlet müdahaleleri tarafından yönlendirildiği ve finansal sistemin ulusal politikalar tarafından düzenlenerek sıkı bir şekilde denetim altına alındığı bir uluslararası sistemin inşasını gerçekleştirdi. Bretton Woods adıyla anılan bu sistemin ayırt edici özelliği Amerikan Doları’nın küresel pazarlarda temel alışveriş parası olarak kullanıldığı ve döviz kurlarının da ABD Doları’na görece sabitlendiği bir parasal sistemin kurgulanmış olmasıydı. Bir yandan da emek ile sermaye arasında göreceli bir barış ortamı, devletin sosyal işlevlerinin devreye sokulmasıyla sağlanmaya çalışılmaktaydı. Kapitalist dünya 1950-1974 arasını baş döndürücü büyüme hızlarıyla geçti. Söz konusu dönemde dünya ekonomisinin büyüme hızı yüzde 2.9’a ulaşmış; Asya, Afrika ve Latin Amerika’nın yoksul emekçileri tarihte ilk defa reel gelirlerinde bir artış olanağı yaşamışlardı. Bu niteliklerinden ötürü 1950-74 arası iktisadi büyüme yazınında “altın” çağ diye nitelendirilir oldu. Ancak, bir yandan da artan küresel rekabet ile birlikte kapitalizmin değişmez yasaları işlemekteydi. Üretim kitleselleşip sermaye birikimi yoğunlaştıkça kâr oranlarında da kaçınılmaz bir düşüş boy gösteriyordu. 1960’ların ortalarından başlayarak hemen hemen tüm kapitalist dünyada sanayi kârları gerilerken, Marx’ın “son tahlilde kapitalist üretim tarzının önündeki en önemli engel gene sermayedir yönündeki öngörüsü altın çağın sonuna yaklaşılmakta olduğunu vurgulamaktaydı. Sermayenin ulusal sınırlar içindeki birikim temposu yeni yatırımları gerçekleştirmek için çok daha yüksek kârları gerekli kılmaktaydı. Ancak sermayenin kârlılığı, içinde bulunduğu ulusal pazarın büyüklüğü ile sınırlı durumdaydı. Kapitalizmin 1970’lerde içine girmiş olduğu bunalımın ve tıkanmanın doğrudan bir göstergesini Şikago Roosevelt Üniversitesi öğretim üyesi, Dr. Özgür Orhangazi’nin verileri, ortaya koyuyor.[7] Dr Orhangazi ABD’de 1960’ların ortalarından başlayarak kâr oranlarındaki çarpıcı gerilemeyi net bir biçimde ortaya koymaktadır. Finansal serbestleştirilmeyle birlikte finansal sermayenin kısa dönemli, spekülatif nitelikli 31 kararları sanayileşme hedeflerinin önüne geçiyordu. Örneğin, James Petras ve Henry Weltmeyer, reel sektörde kullanılan her 1 dolara karşılık, dünya finans piyasalarında 25-30 dolarlık bir işlem hacmi gerçekleştirildiğini hesaplıyor; 1970’lerde günde yaklaşık sadece 190 milyar dolar hacmi olan dünya döviz piyasası işlemlerinin, 1990’ların başında günde 1.2 trilyon dolara, günümüzde de 1.8 trilyon dolara ulaşmış durumda olduğunu belgeliyordu. Bu rakamın, dünya ticaret hacminin 70 misline ulaştığı gözlenmekteydi. Ancak bir yandan da spekülatif kazançların özendirdiği finansal şişkinlik giderek başlı başına bir istikrarsızlık unsuru hâline geliyor ve kapitalizmin başıboş ve anarşik niteliklerini de gözler önüne seriyordu. Dolayısıyla, küresel ekonominin 2007 krizi kapitalizmin finansallaşma sürecinin doğrudan bir ürünüdür. Kapitalizmin merkez ülkelerinde sermaye, artık kâr oranlarını sürdürebilmek için finansal spekülasyonun sanal rantlarına bağımlı durumdadır. Mevcut krizin aşılması için öne sürülen yeni-düzenlemeler veya denetleyici kurumların oluşturulması gibi girişimler, finans dünyasının bu tatlı kârlılığını engelleyeceğinden, küresel kapitalizmin mantığına aykırıdır. Sermaye yanlısı muhafazakâr ideologların “şeffaflık” veya “yönetişim” gibi muğlak söz oyunlarıyla finansal serbestleştirmenin sınırlamasına karşı durması boşuna değildir. Kısaca özetlemek gerekirse, mevcut kriz dalgası gelip geçici konjonktürel bir olay değil, kapitalizmin ta kendisidir.[8] Burada bir parantez açarak ekleyelim: Ekonomik krizlerin bir gerçek nedeni bir de tetikleyicisi ya da tetikleyicileri vardır. Ekonomik krizin gerçek nedeni kapitalist düzendir. Kapitalist düzende beklentiler, özellikle büyük sermayenin beklentileri, tüketim özellikle yatırım harcamaları üzerinde etkili olduğundan, harcamalarda dalgalanma, ekonomide genişleme, daralma evrelerine yol açmaktadır. Kapitalist düzende genişleme ve daralma dönemlerinin birbirini izlemesi doğaldır. Dünya ekonomisi, 2000’li yılların başlarında özellikle 2002 yılından sonra hızla büyüme sürecine girmiş, dış ticaret hacmi genişlemiş, fiyat artışları sınırlı düzeyde kalmış, işsizlik oranları düşmüştür. Kapitalist düzende hızlı büyüme sürekli olamayacağından, yavaşlamanın, krizin belirtileri, işaretleri görülmüştür. Finansal pazarlarda, taşınmaz mal piyasalarında fiyatlar balon yapmıştır. Borsalarda, taşınmaz mal piyasalarında fiyatların balon yapması, ekonomik başarının göstergesi olarak kamuoyuna sunulmuş, övünme konusu yapılmıştır. Gerçekte, fiyatların balon yapması, öncü bir kriz göstergesidir. Balonun sönmesi, hava yitirmesi söz konusudur. Nitekim tüm menkul kıymet borsaları, özellikle hisse senetleri, önemli boyutta değer yitirmiş, özellikle ABD’de taşınmaz mal piyasasında durgunluk fiyatlarda gerilemeye yol açmış, ipotekli taşınmaz mal kredilerinin geri ödenmesini zorlaştırmış; donuk ve batık kredileri kabartmış, yasal takiplerin, icra yolu ile satışların artması, piyasalardaki durgunluğu yaygınlaştırmıştır. İpotekli taşınmaz kredisi veren finans kurumlarının ödeme güçlüğü içine düşmeleri, ipotekli krediler teminat gösterilerek çıkarılmış varlığa dayalı menkul kıymetlerin geri ödenememesi, krizin nedeni gibi görülmüş ya da gösterilmiştir. Bu olgu, krizin ana nedeni değil tetikleyicisidir. O hâlde bir kez daha belirtelim: Krizin nedeni bizatihi kapitalist sistemin kendisi olurken, “tetikleyicisi” de mali küreselleşme ve uzantıları olmuştur! “Bu kriz son mu, dönüştüren” mi? Vurgunuza gelince, kapitalizmin sonunu ekmek ve özgürlük için “Başka bir dünya mümkün” şiarıyla mücadele eden insanların devrimci mücadelesi yaratabilir… Hiçbir kriz, ne denli büyük ve yıkıcı olursa olsun, kapitalizmin “sonu”nu getirmez; sadece bu iğrenç sistemin aşılabileceği tarihsel imkân ve zeminleri sunar insanlara… Yani insanlığın tarihini, krizler değil; krizlerin sunduğu imkânlar (ve elbette tehlikeler) zemininde, kendi tarihini yaratma cüreti ile varedilen yükselen toplumsal mücadele ve isyanlar yaratır… Bu vurgunun altını özenle çizerek bir kez daha anımsatalım: Ekonomi bunalımı derinleşmekte ve dünya ekonomilerinin tümüne yayılmaktayken krizin atlatılması konusunda herkes iyimser değil! Kötümserlerin başını spekülatif hareketler ustası Soros çekiyor. Soros’a göre “krizin henüz ortasındayız”. IMF Genel Direktörü Dominique Strauss-Kahn da krizin sona ermesi konusunda iyimser görünmüyor. IMF başkanına göre krizden bazı finans kuruluşları yakın gelecekte ağır yara alacak. Açıkça söylediği ise şu: “Kriz yakın gelecekte daha beter duruma gelecek!” Ve de bunalımla boğuşmak kolay olmayacak! KRİZ: İMKÂN (VE TEHLİKE)! 3-) Krizin siyasal ve sosyal sonuçları neler olabilir? Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu’nun deyişiyle, “Yaşanan kriz, kapitalist küreselleşmenin ilk ciddi krizidir. 1929’dakiyle kıyaslanabilir ancak. Çünkü daha önce görülen gerek Asya krizi gerek 2001’deki krizlerin 32 hepsi yerel boyutlarda kaldı. Tek bir müdahale ile giderilebildi. Yıllardan sonra ilk kez ABD’de başlamak üzere Avrupa, Rusya, hatta Çin’e kadar tüm aktörlere uzanan bir kriz söz konusu”dur. Bu nedenle krizle gelen(ler)in birçok ekonomipolitik sonucunun olması kaçınılmaz. Örneğin bunların ilki, ekonomiye ilişkin olarak öne çıka(rtıla)n devlet merkezli müdahaledir. Şu ana dek görüldüğü üzere Kriz Batı’ya doğru kayarken batan şirketler ancak hükümet eliyle kurtarılabiliyor! ABD kaynaklı kredi sıkışıklığı, Avrupa’ya da sıçradı. Belçika-Hollanda merkezli Fortis, Benelüks ülkelerinin müdahalesiyle kurtarıldı. İngiltere’de B&B devletleştirildi. Almanya ve İskandinavya’daki bazı bankalar da zor durumda. Söz konusu tabloda bazı banka ve şirketler devletleştirildi, krizin etkisini azaltmak için piyasalar fonlandı. Şimdiye kadar serbest bırakılan ve tu kaka ilan edilen piyasaya müdahale adına ne varsa yapıldı. Ya da Prof. Dr. Hurşit Güneş’in ifadesiyle, “Bu kriz dünyada… önemli sonuçlar doğuracak. Kapitalizm, müdahale edilmediği takdirde varlıkların değer artışı ve sermayeyle orantılı olmayan risklerin sürdürülemeyeceğini ortaya koydu.” Mesela “serbest piyasa”nın anavatanı ABD’de 1930’larda devlet desteğiyle kurulan, sonra özelleştirilen KİT’ler, şimdi 2008 de yine devlet eliyle kurtarılıyor. Mali sistemini ayakta tutmak için 700 milyar dolarlık ‘Kurtarma Planı’ açıklayan ABD, Almanya, Japonya ve İngiltere gibi gelişmiş ülkelerin de benzer planlar uygulamasını istiyor. Hazine Bakanı Paulson “Bu ülkelerdeki arkadaşlarımdan de gerektiğinde aynı önlemleri almalarını istiyorum,” dedi. Fortis’i, Hollanda ve Lüksemburg’la birlikte 11.2 milyar avroya kısmen kamulaştırarak kurtaran Belçika, Dexia’ya da el attı. Sermaye sıkıntısı çeken bankaya Belçika ve Fransa 3’er milyar, Lüksemburg da 376 milyon avro aktardı. ‘Financial Times’ın da belirttiği gibi, “ABD’de bazı şirketlerin devletleştirilmesiyle birlikte finans kuralları değişti.”[9] Bununla ilgili olarak belirtelim: Yakın günlere kadar, insan hakları, emperyal işgaller, savaşlar, piyasalar... üzerinden gidişi anlatmaya yönelik vurgulamalarında, “vahşi kapitalizm, emperyal çıkarlar, kirli piyasalar düzeni, kanlı petrolün önlenemez yükselişi... türünden ideolojik kavramları kullananlara “dinozorlar damgasını vurmakla yetinmez, uzaylılarmış gibi müstehzi gülümserlerdi… Fransa’nın sağcı lideri Sarkozy “vahşi kapitalizm suçlamasını yapmakla yetinmiyor, piyasaların böyle serbest, başıbozuk bırakılamayacağının altını çizerek, AB büyüklerinin siyasi liderlerini denetleyici, kamusal önlemler için acil toplantıya çağırıyor. ABD Başkanı Bush, meclisten dönen 700 milyon dolarlık kamu destekli kurtarma operasyonunun ardından piyasaların kaybı bir gecede 1.1 trilyon doları bulunca, ufak rötuşlarla aynı paketin geçirilebilmesinin anahtarı olarak bu yıkımı kullanıyor... “Battık, kapitalizmin en kara günü... vurgulamalarının bini bir para... ABD’de mortgage piyasasında ortaya çıkan ve küreselleşen kriz, beraberinde bitmeyen bir tartışmayı da tekrar gündeme getirdi. “Serbest piyasa” efsanesi çöküyor mu?.. Bu tartışmayı merkez bankalarının likidite yönetimi ile başlayan müdahalelerinin, sonunda şirket ve batık kurtarmaya dönüşmesi yarattı. Amerikan Hazinesi ve FED, 2008 Mart’ında Bear Stearns ve JP Morgan’ın birleşmesine 29 milyar dolarlık destekte bulundu. Ardından mortgage devleri Fannie Mae ve Freddie Mac kurtardı. Merrill Lynch’in Bank of America tarafından yaklaşık 50 milyar dolara satın alınmasında “yönlendirici” oldu. Zor durumdaki AIG’nin FED’den 40 milyar dolarlık kredi istediği henüz karşılanmış değil ancak New York Eyaleti AIG’nin iştiraklerinden 20 milyar dolar kullanmasına izin verdi. Avrupa’da da iflaslara izin verilmedi. İngiltere’de Northern Rock devlet tarafından kurtarıldı. Şimdi finans kuruluşlarının oluşturduğu fonların yanı sıra Amerikan Tasarruf ve Sigorta Mevduatı Fonu FDIC devreye giriyor. Ancak ABD’de 10 büyük bankanın, Lehman iflasının etkilerinin azaltılmak için kurduğu 70-100 milyar dolarlık acil fon havuzu için kredi musluklarını açan FED ve ABD Hazinesi, FDIC’in kredi fon talebini de karşılamak durumunda. Dolayısıyla kamu otoritesi, krizin göbeğinde “düzenleyici” olmaktan çıkmış, “kurtarıcı” olmuş durumda. Ancak, teorinin vaazına göre(?!), “serbest piyasa”da “çürüklerin ayıklanmasına” izin verilmesi gerekiyordu... Bu konuda Hürriyet yazarı Ege Cansen’in, “Serbest piyasa ekonomisi ‘her koyun kendi bacağından asılır’ gibi tanımlanıyorsa, bunun içinde devletçi müdahaleler de vardır”… Milliyet yazarı Güngör Uras’ın, “Güzel bir deyimimiz vardır. Zor, oyunu bozar. Kapitalizm zorlandığında, serbest piyasanın olmazsa olmaz sayılan ilkelerine ters uygulamalar başladı. Serbest piyasada devlet oyunun kaidelerini belirleyecek, sonra hiç müdahale etmeyecekti”… Eski Hazine Müsteşarı Faik Öztrak’ın, “Kriz bugüne kadar Amerika’nın takip etmiş olduğunu paradigmaların nasıl çöktüğünü gösteriyor”… Milliyet yazarı Prof. Dr. Hurşit Güneş’in, 33 “Serbest piyasa zaten bir efsaneydi, hiç olmadı”… Prof. Dr. Erinç Yeldan’ın, “Şu andaki kriz aslında konjoktürel bir dalgalanma, bir iktisadi kaos olmakla beraber, aynı zamanda hâkim ideolojinin, hâkim iktisat teorisinin de birçok noktada ne kadar yanlış çözümlemelere dayalı olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla Bu yalnızca bir iktisat krizi değil, aynı zamanda iktisat teorisinin kuramsal bir revizyona ihtiyacı olduğunu gösteren topyekûn bir dönüşüm. Mevcut serbest piyasa öğretisine dayalı iktisat öğretisi de büyük bir olasılıkla revizyona uğrayacak. Ders kitaplarında okutulan iktisat teorileri gözden geçirilecek”… Eski Merkez Bankası Başkanı Gazi Erçel’in, “Sistem eskisi gibi olmayacak”… İktisatçı yazar Uğur Civelek’in, “Kapitalizm devletleştirmeyi savunur mu? Eğer çıkarı söz konusuyla savunur. Ama serbest piyasaya aykırıdır”… Columbia Üniversitesi’nden Nobelli ekonomist Joseph Stiglitz’in, “Finansal liberalizm düzmecedir”… [10] MIT Üniversitesi’nden siyaset bilimci Noam Chomsky’nin, “FED’in piyasalara yaptığı daha önce hiç görülmemiş büyüklükteki müdahale devletin kapitalist kurumlarının demokratik olmayan karakterini bir kez daha ortaya koydu. Bu karakteristik özelliğe göre devlet riski ve maliyeti dağıtır, kamulaştırır, kârı ise özelleştirir, birkaç elde toplar,”[11] dedikleri koşullarda “ABD’den başlayarak dünyaya yayılan krizden çıkarılacak bir diğer ders de, neo-liberalizm ve ‘serbest piyasa’ ideolojisinin iflas etmiş olduğu ve kârın özel çıkarlara, zararın ise halka ait olduğu bir sistemin rezilliğinden başka bir şey değildir. 50 milyon insanın en ufak bir sağlık güvencesinin olmadığı bir ülkede, iş finans kapitali kurtarmaya gelince devlet elini cebine atmaktadır. Bu ise, bizzat sermayedarların isteği üzerine gerçekleşmektedir. Mesela AIG’ye devlet daha baştan 85 milyar dolar yatırmıştır. Ne var ki mali çöküş, ‘maalesef ’ kapitalizmin nihai çöküşü anlamına da gelmez. Son olarak belirtmek gerekir ki, ABD saldırganlığı, bizzat kapitalist sistemin huzuru ve refahı için girişilen bir harekâttır. Zira emperyalizm boş yere ortaya çıkmış değildir. Kaldı ki neredeyse bütün Avrupa ülkeleri bu saldırgan Amerika’ya kendi askerleriyle destek vermiştir. Kapitalizmin sağa sola saldırmadığı bir politikası çok nadiren olmuştur, bunu bilmeyen, biraz olsun tarih okursa yeterli olacaktır. Liberallerin hoşuna ister gitsin ister gitmesin Marx haklıydı, ama burada Marx’ın haklı çıktığı tek nokta, ekonomik krizlerin yapısal, yani ister devlet isterse liberal kapitalizm olsun kapitalist sistemin işleyişine içkin olduğunu söylemesinden başka bir şey değildir. Ve Akalın’ın yazısını okuyunca, yani eğer devletleştirme sosyalizmin tek ölçütü olarak görülürse, Celal Bayar’ın ‘bu kış komünizm gelecek’ sözünün ABD için geçerli olacağını düşünmek işten bile değildir. Umarız ki ABD’ye ve giderek tüm dünyaya sosyalizm elbet bir gün gelecektir, ama maalesef bu krizle değil.”[12] “Serbest piyasa” üzerine çekilen neo-liberal söylevlerin nihayete erdiği; yani iflas edip, karaya oturduğu bir güzergâhta yol alan kriz gerçeğinin ortaya koyduğu çok önemli bir şeyi de Ergin Yıldızoğlu şöyle dillendiriyor: “Bilmem farkında mısınız? Kapitalizm, piyasa serbest de olsa (1920’ler 30’lar), düzenleniyor da olsa (1950’ler ve 60’lar) eninde sonunda krize giriyor. Ve hep aynı şarkı: Düzenlenmişse, serbestlik isteyen çığlıklar atıyorsunuz, serbest ise düzenleme, devlet müdahalesi istiyorsunuz. Beyler, dediğim gibi sorun piyasada değil, hatta sermayede de değil. Sorun bunların gereksinimlerine uymayan insanda. İnsanlar olmasa serbest piyasa da kapitalizm de gerçekten mükemmel sistemler... Ancak insanlardan vazgeçmek söz konusu değil, en iyisi insanların özelliklerine uyumlu, onlara öncelik veren yeni bir sistem düşünmek...”[13] Evet, yeni, yani kapitalizme alternatif bir sistem üzerine düşünmek ve bu imkânı değerlendirmek zorundayız; yoksa bir tehdit, tehlike eşikte.. Bu tehdit, tehlike faşizm… Almanya İçişleri Bakanı Wolfgang Schaeuble, tüm dünyayı sarsan ABD’deki mali krizle ilgili, 1929 ekonomik buhranının Almanya’da Adolf Hitler’i iktidara getirdiği ve İkinci Dünya Savaşı’nı çıkardığı uyarısı yaptı. Der Spiegel’e konuşan Schaeuble, “1920’lerdeki küresel ekonomik krizden, inanılmaz sonuçları olabileceğini öğrendik. O buhranın sonucunda Adolf Hitler, dolayısıyla İkinci Dünya Savaşı ve Auschwitz doğdu” dedi. Faşizm tehlikesi, güncel ırkçılık/ ayrımcılıkla somutlanırken bu konuda şu örnekleri sıralayalım: İtalya… 1945 sonrasının en sağcı hükümetini kuran Silvio Berlusconi, “diktatör Benito Mussolini’nin ayak sesleri” dedirten yeni bir icraata imza atıyor: Suçla mücadele adına kamplarda yaşayan Romanların çocuklar dahil parmak izini alacak olması, “faşist döneme dönüş” tepkisi yaratıyor. Örneğin ‘Financial Times’, “İtalyan hükümetinin yasadışı göçle mücadele adına Romanları fişlemesi kabul edilemez,”[14] dese de; “İtalyan yargıçları yeni yargı reformu ülkede faşist yönetim modeline yol açar,” diye uyarsa da, “Berlusconi hükümeti, göçmenlik ve iltica yasasını sertleştirme, küçük suçları sert cezalarla bastıracak ve büyük kentlere asker konuşlandırılmasını sağlayacak bir dizi yasal düzenlemeyi meclisten geçirdi.”[15] 34 Böylece İtalya’da yeni güvenlik yasası senatoda kabul edilirken, Özgürlükler Evi partisi üyesi ve Senato Başkanı Maurizio Gasparri, “Sol hükümetin iktidarsızlığı sonrasında nihayet vatandaşların haklarının korunması yönünde tarihi bir atılım gerçekleştirdik” yorumunda bulundu. Yeni güvenlik yasası, yasadışı yolla İtalya’ya giriş yapan ya da oturma izni olmayan göçmenlere suçlu muamelesi yapılmasını öngörülüyor. Yani İtalya’da üçüncü kez başbakan seçilen Silvio Berlusconi’nin 1945 sonrasının en sağcı hükümetini kurmasının ardından, “suçlu” ilan edilen göçmenlerle mücadele için silahlı askerler sokaklara indi. Göçmen karşıtlığını ırkçılığa vardıran hükümet ortağı Kuzey Birliği ise, yönettiği kentlerdeki icraatlarıyla dikkat çekiyor. İtalya’da 4 Ağustos 2008 tarihinden itibaren şehirlerin güvenliğinde 3 bin asker görev başı yaptı. İçişleri Bakanı Roberto Maroni Brescia’da yaptığı açıklamada kentlerde konumlandırılacak askerlerin yargı polisi kimliği ile değil kentlerde hassas noktaları gözetmek ve halkın güvenliğini sağlamak amacıyla görev yapacağını söyledi. Kentlerde güvenliği sağlamakla görevlendirilen askerler konsolosluk, ticari ataşelik, dini binalar, istasyonlar, otobüs duraklarında görev yapıyor. Verona parklarında 3 kişiden fazla kişinin bir araya gelmesinin cezası 500 Avro... Ya da Milano’da 23 yaşındaki Afrikalı Abdül Guiebre bisküvi çaldığı iddiasıyla demir çubukla dövülerek öldürülürken Napoli’de 6 Afrikalı mafya içi hesaplaşmanın kurbanı oldu. Polisin ırkçılık şüphesi görmemesi ve hükümetin olayları hafife alması tepkilere yol açtı… Veya Parma’da Ganalı bir öğrenci, polis tarafından dövüldüğü ve hakarete uğradığı iddiası ile Parma Savcılığı’na suç duyurusunda bulundu… Özetle Famiglia Cristiana dergisi, Berlusconi hükümetinin uygulamalarına ad koydu: “Faşizm yeniden doğuyor”! Avusturya… Erken seçim sandığından aşırı sağ çıktı. Özgürlük Partisi yedi puan artışla yüzde 18 oranında oy alırken, Haider’in partisi de oylarını üçe katlayıp yüzde 11’e ulaştı! İsviçre…Milliyetçiler, minare inşaatının yasaklanmasının halkoyuna sunulması için gerekli imzayı topladı. Oluşturulan girişim komitesinin eşbaşkanı Ulrich Schlueer, referandum için gereken 100 bin imzayı geçtiklerini ve 103 bin imza topladıklarını açıkladı! İspanya… José Luis Rodriguez Zapatero hükümeti, 2.2 milyon yasal göçmeni ülkelerine yollamak için teşvik paketi hazırladı! Almanya… Medya haberlerine göre aşırı sağcılar askeri derneklerde aktif olarak çalışıyor… Aralarında 31 general ile 100 albayın da olduğu bu subaylar, şimdiki Alman ordusunun temelini oluşturmuştu. Federal Almanya Cumhuriyeti’nin Batılı müttefikleri ve dönemin Başbakanı Konrad Adenauer ise Alman ordusunun kısa sürede 500 bin askere başka türlü ulaşamayacağını düşünerek bazı Nazi subaylarını aklama yoluna gitmişlerdi! Alman vatandaşı olmak isteyen yabancılar 1 Eylül 2008’den itibaren yeni vatandaşlık sınavına tabi tutulmaya başlandı. Sınavda rasgele sorulacak 33 soru arasından en az 17’sini doğru bilenler sınavı kazanmış olacak. Ancak… Almanların çoğu, vatandaş olmak isteyen yabancılar için 1 Eylül 2008’den itibaren uygulanacak sınavdan “çaktı”. Medyanın sokak anketlerinde halkın çoğu, sorulara doğru yanıt veremedi! İngiltere… Londra Belediye Başkanı Boris Johnson, Metropolitan Polis Teşkilâtı içindeki azınlık mensubu polislerin ırkçılığa maruz kaldığını açıkladı! İsveç… Stockholm’ün 250 kilometre kuzeyindeki Strömsund’da bir apartmanın alt katında bulunan mescit yakıldı! Amerika… Halkın yarısına yakın bir bölümü, ırklar arası ilişkilerin kötü olduğunu düşünüyor. Yeni yayımlanan bir araştırma, her 10 Amerikalıdan 3’ünün, ırkçı önyargılarını kabul ettiğini gösteriyor! ABD’de Kansas Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmaya göre, çocukların siyasetteki ırk ve cinsiyet ayrımcılığı konusundaki önyargıların farkında olduğu ortaya çıktı! Evet, somut örneklerdeki ırkçı/ayrımcılığın, krizle faşizme tahvil olması gündemdeki soru(n)lardan birisidir… KRİZ VE TETİKLEYİCİLERİ 4-) Bu Krizin patlamasına yol açan en esaslı faktörün, “Irak ve Afganistan işgalleri” olduğuna dair görüşlere katılıyor musunuz? Krizin nedeni kapitalist üretimin anarşik yapısına mündemiçken, Afganistan ve Irak işgalleriyle bu ülkelerdeki işgal karşıtı militan direnişler krizi tetikleyen, ağırlaştıran faktörlerden birisi olmuştur. Örneğin Kanada’da muhalifleri tarafından ABD Başkanı George Bush’un “kopyası” olmakla suçlanan Başbakan Stephen Harper’in, muhalefette olduğu sırada, ülkesinin Irak’a asker göndererek ABD’nin Irak Savaşı’na destek vermesini istemesinin “hata” olduğunu dillendirdiği; ya da Burak Çınar’ın “ABD’nin Irak’ı işgalinin ardından bu ülkedeki 35 hedefleri tutmadı,” diye betimlediği güncel açmazla yüz yüze olan ABD hegemonyası ekonomik alanla sınırlı değildir. Saddam’ın devrilerek Irak’ın işgal edilmesi, dünyaya nizam vermeyi kafasına koyan ABD’nin ve ortaklarının en çarpıcı müdahalesiydi… Bu bağlamda da Irak’ın işgali, hem bir başlangıç hem bir sondu. Vietnam’da 40 yıl önce olduğu gibi ABD küçük ve yoksul bir ülkedeki direnişle başa çıkamadı. Siyasi olarak, ekonomik olarak, askeri olarak büyük sorunlarla yüz yüze geldi. Bu noktaya ulaşılmasında elbette Afganistan’daki işgal karşıtı direnişin rolü “es” geçilmemeli! “Yorumsuz” olarak gazete sayfalarına yansıyan haberleri aktartıyorum: * Financial Times: “NATO Afganistan’da kazanmıyor; ülke bir kez daha, neredeyse sınırsız uyuşturucu geliriyle varlığını sürdüren çökmüş bir devlet ve küresel cihatçılar için bir sığınak hâline gelme tehlikesiyle karşı karşıya”![16] * Ceyda Karan: “ABD liderliğindeki uluslararası güçler Afganistan’da Taliban’a karşı yedi yıldır savaş veriyor ama bu savaşı hiç bir zaman kazanamayacaklar”![17] * The New York Times: “NATO’nun Afganistan’da uğradığı saldırılar bu hızla artarsa savaş kaybedilecek. Batı yanlısı Afgan hükümetinin merkezi giderek kuşatılıyor”![18] * Kuds ül Arabi: “Taliban Afganistan’da giderek daha fazla güçleniyor. Terörle savaşın Müslümanlara karşı olduğu algısı değişmezse Batı Kâbil’i kaybedecek”![19] * The Guardian: “Afganistan’daki savaş hiç de kazanılmaya yakın durmuyor. Taliban’la konuşmayı da içeren sarih bir karşı-isyan stratejisi ve merkezine yardımı koyan bir operasyon olmazsa, Afganistan pekâla Irak’ın yolundan gidebilir”![20] * Afganistan’da 2001 sonundaki ABD işgaline rağmen dirilen Taliban karşısında, Britanya’nın en üst düzey askeri yetkilisi Tuğgeneral Mark CarletonSmith pes etti… Carleton-Smith, kesin askeri zaferin mümkün olmadığı vurgusuyla,“Bu savaşı kazanamayacağız” dedi![21] * Ve nihayet Afganistan’da Taliban’ın dirilerek ülkenin yarısını ele geçirmesinin ardından hükmü sadece Kâbil’de geçen Devlet Başkanı Hamid Karzai, barış için Suudi kralından ricacı oldu![22] Yani Afganistan’da da işler Irak’taki üzere, ABD emperyalizminin öngörmediği direniş gerçeğinin sarsıcılığıyla yüz yüzedir… ABD emperyalizminin (NATO’suyla) Afganistan’da yaşadığı açmaz, işgalin Pakistan’a taşınmasını devreye sokmuştur! Örneğin, Simon Tisdall’ın, “Bush’un ABD özel kuvvetlerine Pakistan içinde saldırı düzenleme emri üzerine Afganistan’daki savaşın bu ülkeye de sıçraması, parçalayıcı bir iç savaş tehlikesi yaratır,”[23] ya da ‘The Boston Globe’un, “Taliban’ı Pakistan’da vurmak da bumerang etkisi yaratır,”[24] uyarılarına karşın; ‘The Washington Post’un, “ABD ve NATO’nun Taliban saldırılarının arttığı Afganistan’da asker artırmasının anlamı yok. Zira, militanların üslendiği yer Pakistan’dır,”[25] vurgusuyla hedef gösterdiği koşullarda, Saad Muhyu tabloyu şöyle resmediyor: “Bush yönetiminin Afganistan’ı kurtarmak için Pakistan topraklarında operasyon düzenlemeye kalkışması, bu ülkedeki köktenciler için bir hediye. ABD tavuk kızartırken bütün evi yakan bir adam gibi davranıyor”![26] Yani Bush yönetimi 11 Eylül’ün yedinci yıldönümünde Afganistan’daki savaşı Pakistan’a taşıyor. ‘New York Times’, Bush’un özel kuvvetlere Pakistan içinde kara operasyonu düzenleme emri verdiğini duyurdu. Mullen, Pakistan’ı kapsayan yeni strateji uyguladıklarını söyledi! Bush ve Oramiral Mullen, Afganistan’ın komşusunu yeni cephe olarak gösterirken; Afganistan’daki “terörle savaşı” kazanamadıklarını itiraf eden ABD Genelkurmay Başkanı, Pakistan sınırında yeni bir strateji geliştirdiklerini kaydetti. Bush’un Pakistan’da kara operasyonları yapılması için emir verdiği belirtildi. Bunlar da böyle olunca: ABD’nin Afganistan’daki savaşını Pakistan’a taşıma çabalarıyla İslâmabad-Washington hattı gerilmişken sonunda Amerikan güçlerinin sınırötesi operasyonları çatışmaya dönüştü. Bush’un Afganistan’daki savaşı komşu Pakistan’a yayacak şekilde Amerikan ordusuna bu ülke hükümetinden habersiz operasyon yapma talimatının ardından, iki taraf karşı karşıya gelirken; Afganistan’dan Pakistan’a girmeye çalışan Amerikan helikopterleri, ateş açılınca geri çekildi… Tam da bu noktada Müşerref ’in yerine Asıf Ali Zerdari oturtuldu. “Hiçbir siyasi başarısına tanık olunmayan ve yolsuzlukla anılan Pakistan devlet başkanı Zerdari’nin misyonu demokrasiyi güçlendirmek değil, ABD’ye yardım etmek...” Yani ABD’nin Afganistan’daki savaşı aşiret bölgeleri nedeniyle Pakistan’a yayma kararıyla İslâmabad’daki tablo değişiyor. Devlet Başkanlığı’na ABD yanlısı Zerdari’nin seçilmesiyle Bush yönetiminin strateji değişikliği önündeki en büyük engeli teşkil eden Pakistan ordusu ve ‘devlet içinde devlet’ diye anılan ünlü istihbarat servesi ISI’de değişikliğe gidiliyor! 36 oluyor! Yani Pakistan, ABD’nin “yeni” müdahale alanı “Lübnan, Irak ve Afganistan olmak üzere bölgenin pek çok yerinde denenen ve henüz tatmin edici bir sonuç vermeyen yapılandırma çalışmaları şimdilik Pakistan’a kaymış görünüyor. Pakistan’ın istikrara kavuşması, Amerikan seçimleri bağlamında yeni bir yönetimin işbaşına gelmesi ve farklı bir süreç başlatmasıyla yakından ilgili… Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Saud el Faysal’ın ‘ABD’nin dünyanın herhangi bir yerinde yaşamış olduğu sorunu çözmeye çalışırken iki sorun birden yaratıyor’ sözü Amerikan yönetiminin başta Pakistan olmak üzere tüm kriz bölgelerinde içinde bulunduğu çıkmazı açık bir şekilde özetlemektedir.”[27] Mevcut krizle bu eğilim, ya da çıkmaz/ açmaz daha da güçlenecek! Ayrıca şurası da unutulmamalıdır ki uluslararası kriz, ABD’nin Irak’ı işgali ile başlayan Amerikan hegemonyasına tepki sürecini de bir anda hızlandırdı. Zaten XXI. yüzyılın başından beri, Batılı ülkelerin kendi insan hakları algılayışlarını diğer ülkelere de empoze etme çabaları ve demokrasiyi güvenliğin ve refahın en iyi garantisi olarak gösterme çabaları tartışılmaya başlanmıştı. Gelişmekte olan ülkeler özellikle de Asya ülkeleri farklı bir modernleşme stili uygulamaya başlamışlardı. Başta Afrika ülkeleri olmak üzere üçüncü dünya ülkeleri küreselleşmenin kendilerine uğramadığını, kalkınma için verilen sözlerin yerine getirilmediğini sıklıkla dile getiriyorlardı. Küreselleşmenin nimetlerinden en fazla yararlanan Çin, Rusya ile ittifak yaparak oyunun kurallarının yalnız Batı tarafından oluşturulmasına itiraz etmeye başlamıştı. Finans krizinin en çok etkilediği Wall Street’e birkaç kilometre uzaktaki BM Genel Merkezi’nde düzenlenen 63. genel kurul açılış oturumunda seslendirilen düşünceler ise çok kutuplu bir dünyanın yeniden doğmaya başladığının işareti oldu. Almanya Başbakanı Angela Merkel, ABD yönetimini, “kredilendirme ve kredi ticareti ile ilgili uluslararası kuralları yasalaştırmayı uzun süre ihmal etmekle suçladı. Brezilya Devlet Başkanı Luiz Inacio Lula da Silva ise üstüne basa basa uluslararası finans kurumlarını yeniden inşa etme zamanı geldiğini söyledi, “Bu kurumların artık spekülasyon anarşisini önleyecek ne otoriteleri var, ne de araçları,” dedi, “Madem bu kriz küresel nitelik taşıyor, çözümü de küresel olmalı, önlemler dayatma olmadan çok taraflı ve meşru çerçevede belirlenmeli,” diye ekledi. AB Dönem Başkanı sıfatıyla Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ise “Gelin, bu çılgın sistemin yerine düzgün ve düzene sokulmuş bir kapitalizm yaratalım. Gelin, daha yüksek ücretler, daha yüklü primler için halkın tasarruflarını tehlikeye atan mali şirketlerin yöneticilerini cezalandıralım. Gelin, finansal kapitalizme ahlâk kazandıralım,” diye konuştu. Peki dünya nasıl bir çok kutuplu düzene doğru gidiyor? Bakın bu konuda ‘Le Monde’ gazetesinin 25 Eylül 2008 tarihli başyazısı ne diyor: “Çok kutuplu bu dünya ne yazık ki henüz düzen vaat etmiyor, aksine anarşik bir yapısı var. Hemen hemen hiçbir uluslararası kurum görevini layıkıyla yapamıyor. Dünya Bankası, İMF ve DTÖ gibi kurumların işlevselliği sorgulanıyor. Buna karşılık ikili ittifaklar gündeme geliyor. Rusya Latin Amerika ülkeleri ile, Çin ise Afrika ülkeleri ile yeni ortaklıklar yeni işbirlikleri oluşturmaya çalışıyor. Hemen hemen herkes kendi yeni kurallarını oluşturmaya çalışıyor. Şurası kesin ki, var olan düzensizlik ortamından yeni dengeler ortaya çıkıyor...” Çıkacak da… “NASIL”I MEÇHUL “ÇOK KUTUPLU” BİR DÜNYAYA DOĞRU! 5-) Kriz, AB ile ABD arasında ne gibi siyaset değişikliğine yol açabilir? Samir Amin’in, “Kapitalist yayılmanın ortaya çıkardığı yıkıcılık, onun yapıcı-yaratıcı sonuçlarının önüne geçmiş durumda,” diye formüle ettiği koordinatlarda, uluslararası ilişkiler de dahil olmak üzere kriz her şeyi ayrıştırarak, yeniden saflaştırıyor… Örneği birleşemeyen AB, iç çelişkilerle çatırdıyor… Bu konuda ‘Le Monde’, “Dünyanın en büyük ekonomik gücü olan Avrupa krizde dağınık hareket ederek kötü bir tablo çiziyor,”[28] derken ‘The Guardian’ da ekliyor: “Finans krizi hükümetleri eski kuralları bırakıp müdahaleye zorlarken, AB’nin Hindistan ve Çin’i de kapsayan yeni sistem çağrısı mantıklı”![29] AB’nin söz konusu yönelişi, ABD’yi “öteleyerek”, tartışmaya açan bir tutum olması bağlamında önemlidir… Bu arada, “Rusya ve Çin yükselirken Latin Amerika’nın da giderek ‘bağımsızlaşması’nın tek kutuplu Amerikan dünyasının değişmekte olduğunun göstergesi”[30] olduğuna dikkat çeken Ahmed Amrabi de haksız sayılmaz… Kriz ABD merkezli “YDD”yi geride bırakırken, çok kutuplu bir çelişki(ler) dünyasına yöneliyor… 37 Zaten bir süredir de, somut verilerin anlattığı buydu, böyleydi, şöyle ki: Dünya ihraç pazarlarının yüzde 56’sına sahip olan Kuzey Amerika ve Avrupa, üretimlerinin yüzde 70’ini kendi “iç pazarlarında” satıyor. Gelişmiş Kuzey Amerika ve Avrupa’nın ihtiyaç duydukları enerji ve hammadde Ortadoğu, Kafkasya ve Afrika’da... Asya ise yükselen üretici güç ve onun da hammaddeye ihtiyacı var. Dünya Ticaret Örgütü 2006 verilerine göre, 12 trilyon dolara yaklaşan dünya ticaretinin coğrafi dağılımında, gelişmiş Avrupa’nın yüzde 42, Kuzey Amerika’nın da yüzde 14 dolayında olmak üzere toplam yüzde 56 payı olduğu görülüyor. Kalan pazarın yüzde 28’e yakını Asya’ya ait, G. Amerika ve BDT toplamda yüzde 3.6’lık pay alıyorlar ve Ortadoğu yüzde 5.5, Afrika yüzde 3.1 paya sahip… Özellikle 1990 sonrası dünya ihraç pazarlarındaki genişleme olağanüstü boyutlara ulaştı. Kısa adı WTO (DTÖ) olan Dünya Ticaret Örgütü’nün verilerine göre, küreselleşme rüzgârının hızlanması öncesinde, örneğin 1983’te henüz 2 trilyon doları bulmayan dünya mal ticareti, 1993’e gelindiğinde yüzde 100 artışla 3.7 trilyon dolara yaklaştı. Sonraki 10 yılda yani 1993’ten 2003’e kadar ise yine yüzde 100 artarak 73 trilyon doları aştı. 2003-2006 döneminin artışı ise olağanüstüydü ve yüzde 60 artışla dünya pazarı 11.8 trilyon dolara ulaştı. 1990 sonrasının dünya kapitalizminin bu enine ve boyuna, derinliğine büyümesinde birçok etken rol oynadı. “Duvarın yıkılması” ve içe dönük Varşova Paktı bloğunun (Eski SSCB ve Doğu Avrupa) dünya pazarlarına entegre olması bu etkenlerin en önemlilerinden biriyken, Asya’da Çin’in dünya kapitalizmine kendine özgü entegrasyonu, bunu diğer Asya ülkeleri ve Hindistan’ın izlemesi, her yıl yüzde 10’ları bulan büyüme oranlarına ulaşması, mal ticaretine de olağanüstü bir ivme kazandırdı… Tüm bunların yanı başında bölgeler arasında eksen kayması ya da güç dağılımının değişimi, çokuluslu şirketlerin (ÇUŞ) ülkesel dağılımında da gözleniyordu. Özellikle ABD’de başgösteren ve tüm dünyada farklı ağırlıklarda hissedilen global kriz, dağılımın ülkesel boyutunu etkilemeye yetti ve sadece 2007 yılında ‘Financial Times’ın belirlediği 500 devin ait oldukları ülke dağılımı ciddi bir değişim gösterdi. Türkiye’den, potansiyeli olmasına karşın Koç Grubu’nun bile giremediği dünyanın ilk 500 firması sıralamasında, global krizi en derinden yaşayan ABD önemli performans kaybına uğradı. 2007 Mart döneminde 500 firmanın 210’u Kuzey Amerika menşeli iken 2008 Mart’ında bu sayının 196’ya düştüğü görüldü. Bu bölgede ABD’li ÇUŞ’ların (çokuluslu şirketler) sayısı 183’ten 168’e indi ve ABD şirketleri ilk 5’teki yerlerini koruyamadılar. FT-500 içinde AB üyesi 8 ülkenin firma sayısı 2007’nin ilk çeyreğinde 134 iken 2008’in ilk çeyreğinde 130’a düştü. Bir yılda İngiltere, ilk 500’e 4 firma daha az sokabildi. Amerika ve Avrupa’daki performans düşüşüne karşılık Asyalı ÇUŞ sayısı 55’ten 95’e çıkarak patlama yaptı. Asya’da, Japonya 10 firma kayba uğrarken Çin, ÇUŞ sayısını 12’den 38’e çıkararak tüm dikkatleri üzerine topladı. Rusya da firma sayısını 8’den 13’e çıkardı. Hindistan’ın ilk 500 içindeki firma sayısı 8’den 13’e çıktı. Dünyanın en büyük 500 firma sıralamasında ilk 5, bir yılda değişti. ABD orijinli Exxon Mobil şirket değer olarak kayba uğramasına rağmen ilk sırayı korudu, ancak ABD şirketleri yerlerini Çin, Rusya ve Brezilya gibi yeni emperyal güçlerin firmalarına terk etti. 2007’de sıralamada ilk 5’e giren GE, Microsoft, Shell ve AT&T’nin yerini Asya’dan Petro China, Gazprom, Petrobas Brazil ve China Mobile aldı… Bu eşitsiz gelişim tablosundaki ana figürü Seumas Milne, “ABD’nin tek kutuplu günleri bitti,”[31] diye ifade ederken; yeni emperyal güç denkleminde AB’cilik, ABD’cilik, Rusya’cılık “senaryoları” şimdiden tedavüle girmiş görünüyor.. Kishore Mahbubani’nin, “AB’nin dünyadaki konumuna dair paradoks, birliğin hem bir dev hem de bir cüce olması,”[32] saptamasının göz ardı edilmemesi gerekirken; tek kutupluluktan çok kutupluluğa doğru seyreden dünya siyaseti, her tür ekonomik ve politik kurumu da etkileyecek. IMF’den Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü’ne, NATO’sundan AB’sine kadar tüm kurumlarda yeni emperyal güç denkleminin ağırlığı hissedilecek. Rusya-Gürcistan savaşı dünya açısından önemli bir kilometretaşı. Yaygın görüş; dünya, bir yanında ABD ve AB’nin diğer yanında ise Rusya, Çin ve İran’ın yer aldığı yeni bir “iki kutuplu dünya düzeni” ile karşı karşıya... Ne kadar doğru? Önümüzdeki fotoğrafı “iki kutupluluk” açıklamıyor. Rusya-Gürcistan gerilimi, ABD’ye dünyaya hükmetme kapasitesinin sınırlı ve zayıflamakta olduğunu ve dünyanın tek ve mutlak belirleyici gücü olmadığını hatırlattı. Yeni olan şu: Rusya sahneye çıktı ve küresel müdahaleci bir güç olduğunu ilan etti. Diyebiliriz ki, bugün AB-Rusya çelişkisinin ve AB-ABD işbirliğinin karakteri değişmiştir. AB, ABD ve Rusya, artık çeşitli düzeylerde “hem hasım, hem hısım” ilişkisi olan emperyal güçler... Ahmed Amrabi’nin, “ABD’nin teröre yönelik evrensel savaşı ne zaman sona erecek? Bu soru yanıtlanamıyor. Çünkü belirli bir mekân ve zamanla 38 sınırlanmış değil,”[33] uyarısına; Richard Haass’ın, “Amerikan hâkimiyetinin yerini ne alacak?” [34] sorusunun eşlik ettiği verili tablo nasıl okunmalı” mı? “Sonuç olarak, bugün, ‘iki kutuplu’, ‘soğuk savaş’ gibi, kampları belli, ittifakları sağlam bir dünya şekillenmiyor. Büyük güçler arasında giderek kızışan rekabette etnik ayrılıkçılıkları kışkırtarak rakibini zayıflatma stratejilerinin kolaylıkla demokratikleştirme fantezilerine sarılarak devreye sokulabildiği, küçük devletlerin büyüklerini hedef alan provokasyonlarda kolaylıkla harcanabildiği bir dünya söz konusu”dur[35] artık karşımızda olan… Bu tabloda da ABD her şeye karşın terörist kovboyluktan kolay kolay vazgeçmeyecektir! Nasıl mı? ABD Savunma Bakanı Robert Gates, yeni strateji belgesini açıklarken, Irak ve Afganistan’dan öğrendikleri dersler ışığında, konvansiyonel savaş donanımı yerine “sıradışı ve asimetrik” savaşa yönelik hazırlıklarını arttırmaları gerektiğini söyledi! Gelecek “belirsizlikleri”yle büyük çatışmalara gebedir! MANİFESTO’NUN YENİDEN! SOSYALİZMİ: 6-) Krizin kaynaklandığı sistemse, bu sisteme karşı bir alternatifiniz var mı? Ona ne şüphe… Elbette, Manifesto’nun sosyalizmi… Metin Cengiz’in ifadesiyle, “Dün olduğu gibi bugün de Marksizm, her türlü düşüncenin, felsefenin, ideolojinin kendisine çekidüzen verdiği bir mihenk taşıdır… Şurası gerçek ki, düşmanlarına göre de, dünya durdukça Marksizm’in söyleyeceği çok şey vardır… ”[36] Kolay mı? ‘Komünist Partisi Manifestosu’ sadece karnı açlara değil, aynı zamanda mutsuzluk içinde çırpınan gözü açlara da yaşanılacak bir dünya sunmaktadır… Manifesto’nun “Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur. Oysa kazanacakları koskoca bir dünya vardır” cümlesi, tam da bu enerjiye işarete etmektedir. Bu, basit bir “kölelikten kurtulma” değil, fakat insanlığın uçsuz bucaksız özgürlüğünün ve yaratıcılığının harekete geçirilmesi olayıdır. Marx’ı ve Komünist Partisi Manifesto’sunu bugün hâlâ gündemde tutan tılısım nedir? Var mıdır insanlık tarihinin bu kadar kısa süre içinde bu derece etkili olmuş bir başka düşün adamı ve manifestosu? Marx’ın esas başarısının sadece sömürünün ifadesi olan artı-değeri keşfetmesi olarak düşünülür. Hâlbuki Marx’ın asıl keşfi, çıplak emeğinden başka hiçbir şeyi olmayan proletaryanın, kapitalist düzeni önünde sonunda yıkmak zorunda kalacağı ve kendisini özgürleştirirken aynı zamanda bütün insanlığı da kurtuluşa götüreceği fikridir. Bu buluş, sosyolojinin bütün tarihini de altüst eder. Bilim insanları Marx’tan önce de sınıfların varlığını keşfetmişlerdi; emek, kâr ve sömürü de biliniyordu; bilinmeyen, işçi sınıfının kendisini kurtarırken bütün insanlığı da kurtaracak olgunluğa ve misyona sahip olduğuydu. İşte bu buluş, düşünsel anlamda olağanüstü bir devrimdi ve bu açıdan sosyal bilimlerin de doruğuydu. Çünkü bu saptama, aynı zamanda yeni bir dünyanın kuruluşuna da işaret ediyordu. Devrimler sadece yıkmak değildir, aynı zamanda topluma, insanlığa ve içinde yaşadığımız çevreye yeni bir dünya sunmasıdır. Bu açıdan Manifesto, sadece bugünü eleştirmekle kalmaz aynı zamandan geleceğe de işaret eder. Hem bugünü tarif ederek uyarır, hem de insanlığa geleceğin ‘özgürlükler dünyası’nı sunar. Manifesto’nun her cümlesi, insanlık tarihinin köklerinden gelen bir gelenekten filizlenir. Sınıfsız toplum ideali,toplumların sınıflara bölünmesiyle birlikte düşlerde boy veren bir ütopyaydı. Kökleri ta Sümer’e, Orta Asya komüncülüğüne, Mazdek[37] öğretisine, antikçağ komünizmine, ortaçağ ütopyacılığına ve ütopik sosyalizme kadar uzanır. Bugün yaşadığımız çağda sömürüye, baskıya, zulme, aşağılamaya ve eşitsizliğe karşı çıkan her insanın ilk başvuru kaynağı Marx ve onun Komünist Manifesto’sunda dile gelen öğretisidir. Bugün devrimci ve ilericilik adına ne yapılıyorsa; insanlık, doğa ve gelişmeden yana ne varsa, istisnasız hepsinin kökeninde gene Marx’ın engin öğretisinin izleri vardır. Ezilenlerin pratiği, ancak Komünist Partisi Manifestosu’nda dile gelen öğreti sayesinde yolunu bulabilmektedir; bu arada öğreti de ezilenlerin sınırsız enerjisinde maddi bir güce dönüşmektedir. Marx kapitalizmin gelişimini, diyalektiğe başvurarak, kendi içindeki zıtlıklarıyla açıklar. “Burjuvazi, üretim araçlarını, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve bunlarla birlikte toplumun bütün ilişkilerini sürekli devrimcileştirmeksizin var olamaz... Üretimin durmadan altüst olması, bütün toplumsal koşulların aralıksız sarsılması ve sonu gelmez bir belirsizlik ve hareketlilik, burjuva çağını daha önceki bütün çağlardan ayırır. Bütün kemikleşmiş, donmuş ilişkiler, arkaları sıra gelen eski ve saygıdeğer düşünce ve görüşlerle birlikte silinip gidiyor, yeni oluşanlarsa daha kemikleşmeye fırsat bulmadan eskiyor. Yerleşmiş, kurumlaşmış ne varsa buharlaşıyor, kutsal olan her 39 şey ayaklar altına alınıyor ve sonunda insanlar, sosyal durumlarına ve karşılıklı ilişkilerine, soğukkanlılıkla ve mantıkla bakmak zorunda kalıyorlar.” Marx sanki içinde bulunduğumuz bugünü tarif etmektedir. Bugün de her şey olağanüstü akışkan hâle gelmemiş midir? Kapitalizm her şeyi henüz tükenmeden eskitmemek midir? Araba, ev eşyası, giysi, kültür ve sanat ürünleri ve hatta aşk bile! İnsanlık tüketim hastalığıyla sadece eşyayı değil, aynı zamanda insan ilişkilerini de hoyratça tüketmektedir. Henüz eskimeden tahtını yeni olana ve sadece yeni olduğu için, kaptırmayan hiçbir şey yok gibidir. Her şey, biz de dahil, eşyaya dönüşmüyor muyuz? Çevremiz sürekli ‘şeyleşmiyor’ mu? Kapitalizmin tüketim budalalığı doğayı tüketmiştir! Kapitalist vahşetin yarattığı yıkımı en net çizgileriyle resmeden Karl Marx ile Friedrich Engels, insan(lar)a onun nasıl aşılacağının yolunu da ‘Komünist Partisi Manifestosu’yla işaret eder… 1848 tarihli ‘Komünist Partisi Manifestosu’, bütün insanlık tarihine, üretim ilişkileri ve sınıf mücadeleleri gözüyle bakarak tarihten toplumbilime, felsefeden ekonomiye bütün bilimlere yeni bir bakış açısı getirdi. Manifesto, yalnızca bilimsel bir yenilik değildir, insanlığın sonraki gelişim yönü üstüne de öngörülerde bulunuyordu. Buna göre kapitalizm çağının temel çelişkisi emek-sermaye karşıtlığıydı. Bunun sonucu olarak da çalışanlar yükselen sınıf olarak üretim araçlarını ele geçirdiklerinde yeryüzünde sınıf çatışmalarının bitip “herkesin yeteneği ölçüsünde çalışıp, ihtiyacı kadarını alacağı” bir sonsuz barış ve adalet dönemi başlayacaktı. Günümüze dönersek, kapitalizm yüz altmış yıl önce yalnızca çalışanları sömürüyordu. Temel çelişki de çalışanlarla sermaye arasındaydı. Bugün kapitalizm yalnız insanları değil, üzerinde yaşadığımız doğayı, bütün yerküreyi sömürüyor. Gelişen teknoloji olanaklarını da sonuna kadar kullanarak yeraltında ve yerüstünde ne varsa, her şeyi sömürüyor. Dünyanın geleceği, insanlığın geleceği umurunda değil. Tek derdi dünya egemenliğini, dünyayı yok edene kadar sürdürebilmek. Kendi ülkesindeki çalışanlarını, sunduğu orta sınıf hayatı ile sustururken dünyanın uzak köşelerinde sadaka düzeyindeki ücretlerle yoksul halkları acımasızca sömürüyor. Bilgisayar tuşlarıyla milyarlarca doları bir anda bir ülkeden ötekine taşıyıp, bir ülkeyi batırıp binlerce kişiyi işsiz bırakırken bir başka ülkeyi ihya edebiliyor. Bu olanakları bütün dünya uluslarının tepesinde bir tehdit unsuru olarak kullanıyor. Böyle bir dünya ne kadar kalıcı olabilir? Manifesto, bunun cevabını verebildiği için bugün de güncel. Üstelik iletişim olanaklarıyla daha da bilgili olması gerekirken sersemlemiş, bilinci bulanmış insanlığın geleceği için hâlâ yolgösterici olduğu için günceldir. Kaldı ki Yıldırım Türker’in de işaret ettiği üzere, “Kapitalizmin, Marx’ın 160 yıl önce yazmış olduğu kaderinden kurtulamayıp tökezledikçe hâlâ bir hortlaktan korkar gibi Marx’dan korkması, Manifesto’nun hâlâ güçlü, hâlâ okunaklı olduğunun açık kanıtı değil mi?.. Aradan geçen birbuçuk yüzyıl sonra Marx’ın hayaletinin -ya da birden fazla olduğunu iddia eden Derrida’ya selamla hayaletlerinin- karşısına geçip onlara kulak vermemiz gerekiyor. Tam da şu sırada. Kapitalizmin hoyratça vites değiştirdiği şu uğursuz dönemde. Bunun için Marksist olmak gerekmiyor. Hem de hiç şart değil. Ama sürekli bir değişimi, dönüşümü öngören ve kendisi de farklı okumalara sonsuza dek açık bir metin olarak okumak gerekiyor Marx’ı. Değil mi ki Derrida’nın sözleriyle, ‘yeni bir dünya düzensizliğinin yeni-kapitalizmini ve yeni-liberalizmini yerleştirmeye yeltendiği şu anda, hiçbir yadsıma Marx’ın hayaletlerini başımızdan atmayı başaramıyor’...”[38] ZIRH İÇİNDEKİ ÖLÜ: “AVRUPA MERKEZCİ” SÖMÜRGECİLİK 7-) Yaşadığımız günler, “Avrupa Merkezcilik”in kaderini nasıl belirleyecek? Avrupa Merkezcilik nihaî olarak iflâs etti mi? “Avrupa Merkezcilik”, sömürgeciliktir! Sömürgecilik kendiliğinden, nihayete ermez, insanların başkaldırılarıyla dünya değiştirilerek nihayete erdirtilir… Bu da elbette “kolay değil”, ve de zaman alacaktır… Ama bana tarihsel eğilimi soruyorsanız, yanıtım çok açık: “Avrupa Merkezci” sömürgecilik zırh içindeki ölüdür; insan(lık)ın tanık olduğu en zalim düşmandır! Buna rağmen bir Doğan Grubu kalemşörü İsmet Berkan bakın ne diyor: “Bugünlerde Türkiye’de bolca lafazanlığı yapılan başka bir şey, kapitalizmin çöktüğü… Bunu söyleyenlerin kapitalizmden neyi kastettikleri tam olarak anlaşılamıyor ama piyasa ekonomisi… sentetik bir sistem değil ki ortadan ansızın kaybolsun. Piyasa ekonomisi, insan doğasıyla ilgili, kökenini insanın doğasında ve hırslarında, hayatta kalma içgüdüsünde bulan bir ‘doğal’ sistem…”[39] İsmet Berkan’ın, “doğal sistemi”ne ilişkin 40 verileri sıralayıp, altını çize çize ilerleyelim; bakalım “serbest piyasa”nın eseri olan bu “doğallık” onun suratını kızartacak mı?! “Kredi köpüğüne yol açan “aşırı üretim/ talep yetersizliği sorununun ve bunu tetikleyen “kâr oranları düşme eğiliminin yarattığı basınçla, yeni piyasalara, doğal kaynaklara, ucuz emek depolarına ulaşmanın öneminin arttığını, bu bağlamda klasik sömürgeciliğin geri gelmekte olduğu”[40] kesitte “Avrupa Merkezci” sömürgecilik, krizin yarattığı yıkım yanında, büyü(tül) yen açlığın da mimarıdır! Örnek şu “bioyakıtlar” konusu… Avrupa Birliği, yenilenebilir enerji kaynakları arasında gördüğü biyoyakıtların 2020’ye kadar pazarda yüzde 10 paya sahip olmasını hedefliyor. Biyodizel daha çok iş makinelerinde kullanılıyor. 2002’den 2008 yılının şubat ayına kadar geçen sürede gıda fiyatları yüzde 140 yükseldi. Dünya Bankası raporuna göre yüksek enerji ve gübre fiyatları bu artışın yüzde 15’ini oluştururken, biyoyakıtlar yüzde 75’inden sorumlu… Artan fiyatlar bir kısmımızı otomobilimizin deposunu doldurma konusunda kaygılandırırken öteki dünyada (yanlış anlamayın, öbür dünya değil bu, dünyada ikinci sınıf yaşam öngörülen diğer dünya, ötekiler yani) yüzbinlerce insan açlık tehlikesi ile karşı karşıya. Dikkat edin, bunu söyleyen sosyalist ya da komünist biri değil. Dünya Bankası Başkanı Robert Zoellick, 2007 yılında ABD ve Avrupa’da benzin fiyatlarına odaklanıldığını belirterek “Bazıları yakıt depolarını doldurma konusunda kaygılıyken dünya genelinde diğer bazıları da midelerini doldurmaya çalışıyor” dedi. Bizim bir atasözümüz bunu çok iyi özetliyor: “Koyun can derdinde kasap et derdinde!” Konuyla bağıntılı çok önemli bir şey daha: “Dünyanın bir bölümünde gıda sıkıntısı başgöstermişken, insan Reagan döneminde çıkarılan ve ‘savaştaki bir dünyada gıda silahtır’ ifadesini içeren Santa Fe belgesini hatırlıyor. Anımsanacağı üzere ABD, Nikaragua, Küba ve Irak’a uzanan bölgede aç bırakmayı savaş stratejisi olanak kullanmıştı… Dünyanın büyük kısmı gıda sıkıntısından ve gıda fiyatlarındaki küresel artıştan artık haberdar olduğuna göre, ABD Başkanı Ronald Reagan’ın 1980’lerde Orta Amerika’daki reform hareketlerine karşı yürüttüğü gizli savaşlara (Düşük Yoğunluklu Çatışmalara) dair bir belgeyi hatırlatmak istiyorum. ‘Uluslararası ilişkilerde barış değil, savaş normdur’ sözleriyle başlayan ve gizli savaşlara yol gösteren Santa Fe Komitesi’nin ‘1980’li Yıllar için Yeni İnterAmerikan Siyaseti’ belgesini bilenler azdır. Burada ‘Savaştaki bir dünyada gıda silahtır’ denildiğinin ve ABD’nin batı yarımküredeki gıda üretimi ve ticaretini denetleyerek, bunu bir manivela ya da siyasi silah olarak kullandığının bilincinde olanlarsa daha da azdır. Zamanın başlangıcından beri gıda, ya denetlemek ya da insanları boyun eğene kadar aç bırakmak için silah olarak kullanılageldi. Amerika kıtası da bundan muaf değil. İlk Avrupalı sömürgeciler yerlilerin ekinleri yaktılar, soyu tükenene kadar avladıkları yabani hayvanlar gibi diğer besin kaynaklarını yok ettiler. Amerikan Devrimi ve İç Savaşı sırasında çiftlikleri ve kırsalı yağmalamak orduların yaygın uygulamasıydı. Sivil halkın sakladığı gıda, tahıl, pamuk ve diğer malların konulduğu tüm depoların ateşe verildiği Atlanta saldırısı bunun pek çok örneğinden biridir. ABD hükümeti anlaşmalarla (idari emirlerle) madencileri, çiftlik sahiplerini ve çiftçileri Batı’ya gitmeleri konusunda cesaretlendirdi. Bunun sonucunda topraklarının gasbına direnen ova kızılderilileriyle karşı karşıya gelindi. ABD hükümeti, Kızılderili Bürosu ve Amerikan ordusu, büyük buffalo sürülerinin yok edilmesi için sistematik bir siyaseti uygulamaya başladı. Göçebe ova kızılderilileri gıda, barınak, giysi, araç-gereç ve silahları için buffalolara bağımlıydı. Buffalo ayrıca kültürlerinin ve dini törenlerinin önemli bir unsuruydu. 1800’lerin sonlarına kadar yaklaşık 30 milyon buffalo öldürüldü. Ova kızılderilileri hükümetin gıda yardımına bağımlı olarak kendilerine ayrılan bölgede yaşayabilir ya da hiçbir yiyeceğin olmadığı ovalarda yaşamak için kaçarak, açlıktan ölebilirdi. Filipin ayaklanmasını bastırmak için Amerikan birlikleri 1898 İspanya-Amerika Savaşı’nda ekinleri yaktı. Bir gazete sadece bir bölgede ‘300 bin kişiden 100 bininin açlıktan öldüğünü’ yazmıştı. Başkan Howard Taft’ın Dolar Diplomasisi’yse, ABD tekellerinin Latin Amerika’da toprak ve kaynak denetimini sağlayıp, işçileri sömürebilmesi için ABD ordusunu kullandığı bir hileydi. 1920’lerin ortasındaki ve sonundaki bunalım gıdayı özelleştirmenin yanlışlığını gösterdi. Bu dönemde çiftçiler umutsuz bir çabayla fiyatları yükseltmek için ekinlerini yok ederken, ekmek isyanları ve açların yürüyüşü olağan manzara hâline geldi. Etrafta ‘Zengin Çiftçileri Silahsızlandır ama İşçileri Silahlandır’ veya ‘Açları Besle, Zenginleri Vergilendir’ sloganları görünüyordu. 1980’lerde Guatemala’nın El Quiche bölgesine yaptığım ziyareti hâlâ hatırlıyorum. Maya çiftçiler, yardım görevlisi işçiler, rahipler ve rahibelerle birlikte toprak ve eşitlik için savaşan Guatemalalı gerillalara katılmıştı. ABD’den silah sağlayan Guatemala hükümeti yüzlerce Maya köyüne karşı toprakları küle döndürme siyaseti uyguladı. Dağlık bölgelere kaçanlar ordu tarafından sarıldı ve gıda tedarikleri kesildi. ‘Silahlar ve Fasulyeler’ adlı harekât açlık içindeki kalan yerlileri dağlardan indirip, ‘model köylere’ yerleşmeye zorladı. Vietnam’daki ‘stratejik köyleri’ çağrıştıran söz konusu model köylere girdikten sonra Guatemalalılar hükümetin inşaat projelerinde çalıştırıldı. Yetersiz beslenmenin yaygın bir sorun olduğu Guatemala’nın yamaçları da mülteci kamplarıyla doldu. Devasa borcunu ödemek için hükümet yerlilerin toprağını gasp edip, ticari çiftlikler ve hükümet denetimindeki çiftçilik koperatifleri kurdu. ‘Mısır İnsanları’ denilen Mayalar ABD gibi sanayileşmiş ülkelere ihraç edilen bezelye, ahududu, ananas ve çilek yetiştirmeye zorlandı. Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası da Guatemala’nın 20. yüzyılın ‘gelişen’ pazarlarında yer alması için kapitalist reformlar dayattı. Santa Fe Belgesi ayrıca Sovyetler Birliği’ne karşı savaşında Orta Amerika’nın ABD’nin yumuşak karnı olduğunu belirtiyor ve ‘hiçbir şey zaferin yerini tutamaz’ diye iddia ediyordu. Böylelikle ABD, Nikaragua’nun balıkçı filolarının bombalanmasına ve çiftliklerin yanında gıda malzemelerine de saldıran Kontraların finanse edilmesine onay verdi. 1990’daki seçimde bazı Nikaragualılar mideleriyle oy verdiklerini söylüyordu. Küba’ya karşı uygulanan ambargo, 1990’larda Irak’ta onbinlerce çocuğun ölümüne yol açan ağır ekonomik yaptırımlar (ABD’nin Irak’ın bazı bölgelerinde belli grupları teslim olmaya zorlamak için yine gıdayı silah olarak kullandığına dair kanıtlar mevcut) ve Meksika’daki Mayaları isyana sevk eden 1994 tarihli Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması, ABD’nin yardımsever imparatorluk imajını çürütüyor. Gıdayı silah olarak kullananlar sadece Zimbabwe Devlet Başkanı Mugabe’yle Birmanya’daki askeri cunta değil. ‘Düşük Yoğunluklu Savaşlar’, uluslararası ticari engeller ve yaptırımlar, şirket politikaları ve bağlayıcı borçlarla Reagan ve oğul Bush’un yönetimindeki yeni muhafazakârlar da aynısını yapıyor. First Lady Laura Bush çok doğru olarak gıda fiyatlarındaki ani artışa ilişkin daha fazla şey yapılması için dünyaya çağrı yaparken, kendi ülkesinin tarihine ve gıda arzı üzerindeki etkisine dair daha fazla şey öğrenmek isteyebilir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde ‘Herkesin uygun sağlık koşullarındaki bir hayat standardına hakkı vardır... gıda buna dahildir’ deniliyor. Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Anlaşması’ndaysa şu ifadeler kullanılıyor: ‘... herkesin açlık çekmemeye yönelik temel hakkı için dünya gıda arzının ihtiyaca göre adil dağılımının sağlanması amacıyla bireysel ve uluslararası işbirliğiyle önlemler alınmalı ki, gıda üretimi, muhafazası ve dağıtımına dair özel programlar ve geliştirilmiş metodlar buna dahildir’. 1974 tarihli Dünya Gıda Konferansı Genel Oturumu 3180 sayılı kararında da ‘Fiziki ve zihinsel melekelerini tam olarak geliştirip, korumaları için her erkek, kadın ve çocuğun açlık ve yetersiz beslenme çekmeme yönünde yadsınamaz hakkı vardır’ deniliyor. Gıda hakkında kafa yorulacak bazı noktalar şunlar: Gıda, doğal bir hak olarak mı görülmeli? Gıda yokluğunda gerçek bir demokrasi ve özgürlük olabilir mi? Gıdanın siyasi ve askeri bir silah olarak kullanılması terör değil midir? Neticede BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon, dünya gıda krizini tartışırken ‘Açlık, uğruna mücadele ettiğimiz her şeyi boşa çıkartıyor’ dediğinde belki de haklıydı. Özellikle de bu açlık, gıdanın silah olarak kullanılmasından kaynaklanıyorsa…”[41] Bunları hep “Avrupa Merkezci” sömürgecilik yaptı ve hâlâ da yapıyor! BM Gıda Hakkı Raportörü İsviçreli Jean Ziegler’in, “Küreselleşmenin her bir günü terör demektir. Dünyada her 7 saniyede bir çocuk açlıktan ölüyor. Bu bir kader değildir, fakat emperyal bir saldırıdır. Bu saçma ve ölümcül düzenin tek nedeni de küçük bir azınlığın sürekli sınırsız kâr peşinde koşmasıdır ve bütün bunların bir numaralı sorumlusu ise Amerikan imparatorluğudur,” diye isyan ettiği koşullarda birinci örnek; kapitalist sistemin XXI. yüzyılda kendini “aynen” tekrar ediyor olmasına ilişkindir: Köleliğin meşru olduğu dönemlerde güçlü olanlar bir bölge veya ülkeyi işgal edip o bölge insanını tarlalarda, madenlerde, çeşitli yerlerde üretim alanında çalıştırıyorlardı. Bugün kölelik sisteminin meşru olduğu dönemde yapılan baskıcı ve sömürücü çalışma sistemi, aynı yöntemlerle başka bir ad altında kendini tekrar ediyor! İkincisi de küresel(leştirilen) açlığın zenginlerin ziyafet sofrasını oluşturduğudur… Bunun da örneği şu: Açlık ve gıda krizine odaklanan G8 liderleri, sadece akşam birbirinden pahalı ve hazmı zor 19 yemeği mideye indirdi. Zirvenin 566 milyon dolarlık masrafıyla tüm Afrika’da sıtmayla mücadele edilebilirdi… Ekonomisi en gelişmiş sekiz ülkenin (G8) liderlerinin Japonya’da yiyip içtikleri bile, küresel ısınma, artan petrol ve gıda fiyatları, açlık ve yoksullukla mücadele gündemiyle yapılan zirvenin ikiyüzlülüğünü gözler önüne sermeye yetti. Menüdeki birbirinden pahalı ve hazmı zor yemekler, İngiltere basınına “Gıda kıtlığını konuşup sekiz koldan ziyafet çektiler”, “Ölümcül yemek”, “G8 liderleri, havyar ve deniz kestanesi üzerine gıda krizini düşündü” başlıklarını attırdı. Zira İngiltere Başbakanı Gordon Brown zirveden halkına “gıda israfına son” çağrısı yapmıştı. Oysa Japonya’nın zirveye harcadığı toplam 60 milyar yenle (566 milyon dolar) Afrikalıların sıtmaya yakalanmasını önleyebilecek 100 milyon 42 cibinlik alınacağı hesaplanıyor. 7 Temmuz 2008 akşamı liderlerin tabaklarından gelip geçen 19 çeşit yemeğin bazısı şöyle: Meze olarak mısır doldurulmuş hayvar, tütsülenmiş somon, “acı sürpriz” tarzı deniz kestanesi, sıcak soğanlı turta, kış zambağı soğanı... İkinci turda yosun aromalı soğuk Kyoto bifteği şabu-şabu, susam kremalı kuşkonmaz, avokado, jöleli soya sosu ve şiso otu eşliğinde dilimlenmiş yağlı ton balığı, yine böyle karmaşık sosların eşlik ettiği haşlanmış deniztarağı, karides, ızgarada pişip dulavratotu sapına sarılmış yılanbalığı, soya soslu ve şekerli kızartılmış kayabalığı... Üçüncü turda tüylü yengeçten “Kegani” koyu çorbası ile tuzda kavrulup soslanmış Japonya’ya özgü bir kaya balığı türü... Ana yemek olarak aromatik otlar ve hardalla pişirilmiş hâlde sütle beslenmiş “şiranuka” kuzusu, kuzu kebabı, kuzu eti suyuyla pişirilmiş mantar türleri. Ayrıca çok özel peynirlerden bir seçki sunulurken, son olarak “G8 fantazi tatlısı” ile şekerleştirilmiş meyve ve sebzelerle getirilen kahve servis edildi. İçki listesinde de sakinin yanısıra Le Reve grand cru şampanyası ile Corton Charlemagne 2005, Chateau Latour burgundy, Ridge California Monte Bello 1997, Macar kökenli Tokaji Essencia 1999 şarapları vardı. 8 Temmuz 2008’de de liderler dev yengeç, kilosu 100 dolara langusta gibi lezzetleri mideye indirdi. Bir kadının günde ortalama 1940, erkeğin 2550 kaloriye ihtiyaç duyduğunu, zirvede sadece öğle yemeğinin 1622 kalori, akşam yemeğinin ise bunun katları olduğunu, günlük protein ve yağ alımının iki katını içerdiğini aktaran Times, bu kadar tıkınmanın üzerine liderlerin dünya meselelerini konuşacak hâlleri kalamayacağını belirtti. 7 Temmuz 2008 günü emeklilikten geri çağrılan, Michelin yıldızı kazanmış ilk Japon şef Kutsuhiro Nakaruma, 8 Temmuz 200’de Michelin’in üç yıldız verdiği Fransız şef Michel Bras yemekleri pişirdi. Aşçıbaşılara masraflar için açık çek verildi. Sadece zirvenin medya merkezi 48, fibreoptik kabloları 86 milyon dolara mal oldu. Başkanlık suitleri gecesi 14 bin dolar olan Windsor Otel’in yenilenmesi, liderlerin ikamet ve gidiş gelişi, 21 bin polisin teyakkuz hâli, uçak ve sahil korumanın devriye masrafları da cabası... Oysa Brown gıda harcamalarında haftada 16 dolar, yılda 832 dolarlık tasarruftan söz ediyordu. Büyük tıkınmadan, 2007 yılındaki bildirinin bir benzeri çıktı. G8 ülkeleri küresel ısınmaya yol açan sera gazları salımının bugünkü değerleri üzerinden 2050’ye dek yüzde 50 oranında azaltılmasını kabul ederken, ne azaltıma başlayacakları tarihi belirledi, ne de orta vadeli (2020 için) hedef koydu. ABD Başkanı George W. Bush harekete geçmek için Çin ile Hindistan’ın da aynısını yapması şartını tekrarladı. Çevre örgütleri bildiriyi “acıklı” diye niteledi! Bu vahametin ardından bununla bağıntılı üçüncü örnek de şu: Joseph Stiglitz, ‘Frankfurter Allgemeine Zeitung’a yaptığı açıklamada, 1930’lardaki büyük depresyona benzeyen bir süreçten geçildiğini vurgulayıp, Bush hükümetinin yaptığı büyük hataların ceremesini vergi yükümlülerinin sırtlandığına dikkat çekerken, “900 milyar doları aşkın bir yük var. Ama benim beklentim, bu zararın 2 trilyon doların üzerinde olacağı şeklindedir. Hasta çocuklar için birkaç milyar dolar bulamayan ama AIG için 85 milyar dolar bulan, ne biçim bir toplum bu?” diye sormaktadır! Ve nihayet bir dördüncü örnek de şöyle: Brüksel’de dilenciler ve evsizler çoğaldı, Ekonomi Dairesi verilerine göre, Brüksel’de yaşayan en yoksul yüzde 10 nüfusun tüm gelir içindeki payı yarı yarıya azalırken en zengin yüzde 10’un payı yüzde 29’dan yüzde 34 çıktı. Brüksel’de yoksullarla zenginler arasındaki uçurumun gittikçe açıldığını ve bunun Brüksel kenti ve geleceği için gerçek bir tehlike oluşturduğunu söyledi. 2007 yılında Brüksel’de 32 evsizin yaşamını yitirdiğini açıkladı. Evsizlerin çoğunun hastalandıklarında iyi bakılmamaları nedeniyle öldüğü ortaya çıktı. 32 evsizden 13’ünün sokakta yaşamını yitirdiği ifade edildi… Alın size “Avrupa Merkezci Uygarlık”tan kareler! “Avrupa Merkezci” sömürgeciliğe mündemiç örnekler çoğaltılabilirse de, en iyisi burada durup, “küreselleşme” dedikleri yıkıma ilişkin yekpare bir saptama yapmak daha doğru olur… Şu neo-liberallerce göklere çıkartılan “küreselleşme” nasıl bir şeydir? Aynen şöyledir: “Üretim ve tüketim kozmopolit bir karakter alır. Sanayilerin dayandıkları ulusal zemin kayar. Yeni sanayiler ortaya çıkar. Bu sanayiler artık sadece yerli hammaddeleri değil, dünyanın en ücra yerlerinden getirilen hammaddeleri işlerler. Faaliyetleri için sınır tanımadan hareket etme kabiliyetine kavuşurlar. Ortaya çıkan engeller kolayca, kimi zaman da zorbalıkla yıkılır. Üretilenler ise yalnızca üretildikleri yerlerde değil, yerkürenin her yerinde tüketilir. Bütün bu anlatılanlar yalnızca maddi üretimde değil, düşünsel üretimde de böyledir. Tek tek ülkelerin düşünsel üretimleri artık ortak mal hâline gelir. Ulusal tek yanlılık ve dargörüşlülük artık olanaksızlaşır. İletişim araçları öylesine hızla gelişir ki, tüm uluslar, hatta en barbar olanlar bile ‘uygarlığın’ içine çekilirler.” Manifesto’da Karl Marx küreselleşmeyi böyle anlatır. 43 160 yıl önce yapılan bu tanımlama esası bakımından tamdır. Eksiği yoktur. Anlatılan hikâye, bizim bugün artık iliklerimizde hissettiğimiz ve bu nedenle de daha kolay kavrayabileceğimiz, anlayabileceğimiz bir hikâyedir. “De te fabula narratur” dedikleri budur. Hikâyenin hiç kuşku yok yeniden gözden geçirilmesi, yaratılan bu küresel dünyanın, bunalımların üstesinden nasıl geldiğinin ya da gelebileceğinin de anlatılması gerekir. O da yapılmıştır. Manifesto, küresel sistem açısından çare, “üretici güçler kitlesinin bir bölümünün zorla yıkılması, diğer yandan yeni pazarların fethedilmesi, eski pazarların yeni yöntemlerle daha yoğun biçimde sömürülmesidir” diye tanımlar yeni durumu. Bütün bunların olabilmesinin, yapılabilmesinin somut sonucu belirsizliğin, hareketliliğin artması, sabit, donmuş ilişkiler ağının dağılması, eski saygın önyargıların, görüşlerin süpürülüp gitmesi, yeni oluşan yargıların ise daha gün batmadan eskimesidir. Kısaca “katı olan her şey buharlaşıyor” diye yazar Manifesto. Hikâye burada bitmez. Hem hikâye burada bitmez, hem de bütün bu anlatılanlar, yine Manifesto’da çok açık ve net anlatılmış olan sömürü düzenini gözlerden gizleme amacını gütmemektedir. Tam tersi içindir. Hikâyenin tamamlayıcı parçası, çarpıcı sonu şöyledir: Maddi üretim alanında gerçekleştirilen dönüştürücü faaliyet, toplumsal ilişkilerde kendini giderek daha az gösterir. Siyasal kurumlarda, kültürel faaliyetin gerçekleşme biçimlerinde, kısaca pek çok kişinin sanki gerileyen o değilmiş gibi övgüyle söz ettiği “demokraside” açık bir çökme, gerileme görülür. Zorbalığın daha fazla gündeme gelmesi, toplumun ince yöntemlerle güdülmesi, “yönetişim” saçmalıklarının, “sivil toplum” aldatmacalarının basın eliyle pohpohlanması tüm bu gerilemenin aracı olur. Küreyi daha büyük bir hızla sonraki döneme hazır hâle getiren egemen ve denetlenmesi artık imkânsızlaşan küresel güç, aynı hızla kendini korumanın yolunun demokrasiyi toplumsal olmaktan çıkarmak olduğunun, bu yolun hızla kapatılması gerektiğinin de bilincine varmıştır. 1 Mayıs’lara duyulan öfkenin, devrimci olanı pazara çıkarma, satışa sunma becerisinin, çevrilen binbir türlü dümenin nedeni budur. Bütün mesele, gerçeğin karmaşık olduğunu anlamak, ama o karmaşıklığın içindeki açık ve net saflaşmayı görebilmektedir: “Uygarlıkla” “toplumsal insanlık” arasında ortaya çıkan ve genişleyen açı, “uygarlığı” hem toplum hem çevre için giderek daha dayanılmaz bir felakete çevirmektedir. Yapılacak iş “toplumsal insanlığı” tıpkı Feuerbach Üzerine Tezler’in 10.’sunda olduğu gibi bilince çıkartmaktır. Ve sonra 11. Tez’e gelirsiniz: Yorumlamakla yetinmemek gerekir. Asıl olan değiştirmektir… Değiştirmektir! Çünkü mevcut dünya “Avrupa Merkezci” sömürgeciliğin en üst aşamasına denk düşen “küreselleşme”yle topyekûn bir vahşeti yaşamaktadır! İşte bunun yorum bile gerektirmeyen verileri... ABD’de üst düzey şirket yöneticilerinin gelirleri ile bir işçinin aldığı ücret arasındaki fark yaklaşık 500’e 1 oranındadır. Daha “küresel” bir rakam verelim. Dünya nüfusunun en üst yüzde 20’lik dilimi, en alttaki yüzde 20’lik dilimden 150 misli daha fazla gelir elde ediyor! Merrill Lynch’in 2008 raporuna göre, dünyanın en zenginlerinin sayısı 2007 sonunda 10 milyonu aşmış. Artık dünyada 10 milyondan fazla dolar milyoneri var... Bu en zenginlerin toplam serveti de 1986 da 7.200 milyar dolardan 1997 de 17.400 dolara, 2007 de de 40.700 milyar dolara yükselmiş. Ne büyük başarı... Bu arada ortalama servetlerinin değeri de ilk defa 4 milyon doların üstüne çıkmış... Sadece en zenginlerin sayısı artmıyor zenginlikleri de artıyor... Velhasıl küreselleşme kazandırıyor... Türkiye ‘yükselen piyasa’ olarak bu sürecin dışında değil! Yine Merrill Lynch’in verdiği rakamlara göre: “Türkiye’de toplam varlığı 1 milyon doların üstünde bulunan yüksek ve ultra yüksek varlıklı kişi sayısı 2006’da 42 bin iken, 2007 yılında bu rakamın 8 bin kişi artarak 50 bini aştığı belirtildi.” Türkiye milyoner sayısını artırmakla da kalmıyor yüzde 17.5’lik oranla dünya ortalamasından 3 kat daha hızlı artırıyor... Dünyanın en zengin 10 milyonu dünya nüfusunun sadece binde onbeşini [yüzde 0.15] oluşturuyor... Kapitalist üretim aynı anda zenginlik ve yoksulluk üretmeden varolamaz… Dünyadaki açlıkla mücadele ettiğini söyleyen Dünya Bankası’nın açıkladığı son rakamlar söylediklerimizi bir kere daha doğrular nitelikte. Bankanın 9 Eylül 2008 tarihli raporunda 2005 de üç milyar 140 milyon insanın günde 2.5 dolardan az gelirle “yaşadığı”, bu nüfusun yüzde 44’ünün de günde 1.25 doların altında gelire sahip olduğu belirtiliyor. Yüzde 85’i beş yaşın altında çocuk olmak üzere her gün 30 binden fazla insan, açlıktan, yetersiz beslenmeden, sıradan bulaşıcı hastalıklardan, vb. ölüyor! Dünya Tarım Örgütü de 820 milyon insanın 44 yetersiz beslendiğini açıkladı... 1.1 milyar insanın içme suyu sorunu var veya içtiği su sağlığa uygun değil. 2.4 milyar insan da “yeterli” sağlık bakımından yoksun... Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından yapılan bir araştırmada, “sosyal çevrenin insan sağlığı üzerinde genetik özelliklerden çok daha fazla etkide bulunduğu” sonucuna varıldı. Raporda şu örnekler sıralandı: Afrika’daki Lesoto Krallığı’nda doğan bir kız çocuğu, Japonya’daki bir yaşıtından ortalama 42 yıl daha az yaşıyor… İsveç’te kadınların hamilelik ve doğum sırasında ölme oranı 17 bin 400’de birken Afganistan’da her 8 hamileden biri çocuğunu göremeden ölüyor… İskoçya’nın banliyölerinden Calton’da doğan çocuklar, yakınlardaki nezih semt Lenzie’de doğanlara göre ortalama 28 yıl daha az yaşıyor… Bunun yanında dünyada insan sağlığını en çok tehdit eden sorunlar sıralamasında savaş, trafik kazaları, cinayetler ve intiharlar gibi şiddetin yarattığı sağlık sorunları ikinci sıradadır. Günümüzün (uygar!) dünyasında çatışmalar sonucu arındırma sistemlerinin harap olması, savaşa bağlı yerinden olma, toplu yaşam, salgın hastalıklar gibi nedenler sivil kayıpları yüzde 10’lardan yüzde 90’lara tırmandırmıştır. UNICEF’in 1995 yılı raporu 1985-1995 yılları arasında 2 milyon çocuğun çatışmalarda öldüğünü, 4-5 milyon çocuğun sakat kaldığını, 12 milyon çocuğun evsiz, 10 milyon çocuğun psikolojik sarsıntıya uğradığını ortaya koymaktadır. UNICEF’in karşılaştırmaları insanlık için gerçekten büyük bir hayal kırıklığıdır. Örneğin Çin, Rusya’dan aldığı 25 savaş uçağı yerine 140 milyon vatandaşına 1 yıl yetecek sağlıklı su sağlayabilirdi. Hindistan, Rusya’ya sipariş ettiği 20 MİG29 savaş uçağına harcadığı para ile 15 milyon kız çocuğunun temel eğimini sağlayabilirdi. Güney Kore, ABD’ye ısmarladığı 28 füze mermisi yerine 120.000 aşısız çocuğu aşılatabilir ve 3.5 milyon vatandaşına sağlıklı su sağlayabilirdi. Nijerya, İngiltere’den aldığı 80 tankın maliyeti ile 2 milyon aşısız çocuğu aşılayabilir, 17 milyon çifte aile planlaması hizmeti verebilirdi. Pakistan, Fransa’ya ısmarladığı 40 Mirage 2000E avcı uçağı yerine, sağlıklı suya ulaşamayan 55 milyon insanın iki yıllık su ihtiyacını karşılayabilir, 20 milyon çifte aile planlaması hizmeti verebilir, sağlık hizmetine ulaşamayan 13 milyon vatandaşına temel ilaçları sağlayabilir ve ilkokula gidemeyen 12 milyon çocuğun temel eğitimini karşılayabilirdi.[42] Kanser araştırmaları için milyarlarca dolar para harcayan ABD’nin, Vietnam savaşında 14 milyon ton patlayıcı kullanması ne inanılmaz bir çelişkidir. İnsanlığın kendi yarattığı şiddet ve savaşlar ile kendi türünü böylesine acımasızca yok etmesinin anlaşılabilir, insani bir açıklaması yoktur! “Avrupa Merkezcilik” sömürgecilik tarihsel olarak tükenmiştir! Mevcut kriz de bunun somut verilerinden birisidir. Kriz koşullarında durum tam da böyleyken; sıkça telaffuz edilen iki sorudan biri “Kapitalizm Çöküyor mu?”; diğeri de “İyi de “İyi de Krizle Ne Olacak?”dır… Birinci, soruyla başlarsak; liberal Atilla Yayla’nın, “Kapitalizm çöküyor mu?” sorusuna yanıtı, “elbette” negatiftir! Bunda şaşırtıcı bir şey yok; tıpkı Doğan Grubu yazarı “Prof. Dr.” Türker Alkan’ın, “Kapitalizm sona erer mi? Mümkün değil. Kapitalizm (yaşanan bunalıma rağmen) altın çağını yaşıyor ve görünüşe göre bu şimdilik devam edecektir,” demesi gibi… Ancak “ne idüğü belli” bu fantezilerle “uğraşmak” gereksiz bir zaman kaybından başka bir şey değildir! Görüldüğü gibi, kapitalizmin krizlerin insan(lık) ın açlık ve trajedilerine yol açarken, kapitalizmin bu krizleri “aşıp”/ “bastırarak” ertelemesi de, insan(lık)ın açlık ve trajedilerini daha da büyütmekte, yeni emperyalist paylaşım ve tepişmelere kapı açmakta, insan(lık)ın başına faşizm, ırkçılık, ayrımcılık, milliyetçilik, saldırganlık ve savaş illetini bela etmektedir! Bir an anımsayın: Çok değil, bir süre önce tüm dünya gıda kriziyle boğuşuyordu. Pirincinden buğdayına kadar temel tarım ürünleri fiyatları rekor seviyelere ulaşırken, ihracatçı ülkeler, “Stoklarımız tükendi, sadece kendimize yetecek kadar ürünümüz kaldı” feryatları ile çalkalanıyordu. Küresel borsalarda ağzı yanan büyük fonlar da çareyi emtia piyasalarında bulunca, gıda krizi daha da içinden çıkılmaz bir hâl aldı. Birleşmiş Milletler’den Dünya Bankası na, IMF’sinden Uluslararası Gıda Örgütü’ne kadar tüm kesimler, “Acil önlem alınmazsa açlık yüzünden milyonlar ölebilir” uyarısı yapıyordu. Ancak aradan sadece birkaç ay geçti; ortada ne gıda krizi kaldı ne de rekor fiyatlar. Özellikle pirinçteki spekülasyonların odağında yer alan Chicago Emtia Borsası’nda fiyatlar yüzde 20 düştü. “Gıda stokları tükendi” tezlerine karşın son açıklanan verilere göre buğday ve pirinç gibi ürünlerde üretim rekorları yaşanıyor. Örneğin Hindistan’da 9 Temmuz 2008’de açıklanan resmi verilere göre bir yıldaki pirinç üretimi 100 milyon tona dayanarak (96.4 milyon ton) rekor seviyeye çıktı. 2008’in Ocak ile Mayıs ayları arasında pirinç fiyatlarında yüzde 70’e varan artışlar yaşanmasına karşın son iki ayda bu rekor fiyatlardan eser kalmadı. Örnekte de görüldüğü üzere, kapitalist sistem 45 tarihsel olarak ölmüştür, ve pratik olarak da sürdürülemez bir yıkım ve yok oluştur… İkinci, “İyi de Krizle Ne Olacak mı?” sorusuna gelince; David Leonhardt’ın, “Çözüm banka kurtarmakta değil. Sorunun temeli ele alınmadı,”[43] dediği koşullarda, “Bu tedbirler krizi aşmaya yetmez! Hâlâ ortada dünya ekonomisinin 10 katı büyüklüğünde bir kredi, döviz, faiz türevleri köpüğü var. Krizin geride kalması için bunun yüzde kaçının tasfiye edilmesi gerekir, bu tasfiye ne gibi riskler içerir, ben bilmiyorum; aslında bilen de yok.[44] Diğer taraftan, ‘küreselleşme’ ya da en azından önceki 5 yılın ‘refahı’ bu köpüğün üzerinde gerçekleşti. Bu köpük sönerken oluşan sorunlar, beş yıl önce olduğu gibi piyasalara para basarak köpük korunarak çözülecek gibi değil. Bu pisliği üreten yozlaşmış bankaları kurtarmak da çözüm değil. Diğer taraftan, bu köpük sönmeye devam ettikçe, sanayinin bu köpük sayesinde çalışan üretim kapasitesine, refahı bu köpüğü oluşturan kredilere dayanmış tüketiciye ne olacak... Ekonomik daralmanın, reel sektörün mali piyasalar üzerindeki etkisi ne olacak? Temizlenmesi gereken pislik çok büyük, tüm mali sistemin içi çürümüş durumda. Bu yüzden, ne yazık ki, daha uzun bir süre, tünelin ucunda bir ışık gördüğümüzde, bu büyük bir olasılıkla, üzerimize gelmekte olan bir trenin ışığı olacak”![45] Bu somut temelinde ilk “ara sonuçlar” ile “yapılması gerekenler”e gelince; dünya için yeni bir dönem açılıyor. İflas eden tek tek bankalar değil, kapitalizmin sinir merkezlerinde finans sistemi çöküyor. Artık, sadece demokrasi sorunlarıyla sınırlamayız, sınıf mücadelesinin bittiği, devrim hedefinin nihayete erdiği masallarına prim veremeyiz… Nihayet, en yetkili ağızlardan itiraf edildiği gibi, 1929 türü bir krizle karşı karşıyayız. Bu dünyanın pozitif (yani emekten yana olduğu kadar), negatif (sermaye ve ezenlerden yana) olarak değiştirilmesi imkânına kapı açan bir zemindir. Soru(n) kapıyı kimin açacağındadır! Krizle bir kez daha iflas eden sürdürülemez kapitalist model dünya üzerinde bugüne kadar görülmemiş boyutta, inanılmaz bir adaletsizlik ve eşitsizliğe yol açtı. Bunlar yetmemiş gibi şimdi de dünyanın kaynaklarını yok ediyor. Artık kapitalizm bütün insanlık ile doğanın baş düşmanıdır. Üretimden oluşan zenginlik kesinlikle topluma dağıtılmadığı ve kapitalist sınıfın sadece kendi çıkarlarına hizmet ettiği için bu duruma gelindi. Kapitalizmin ürettiği zenginliği toplum ve kamu yararına kullanılmasına hizmet ettiği sözünün bir efsane ve tam bir safsata olduğu XXI. yüzyılda çok net bir şekilde ortaya çıktı. Ortadaki tablodan sonra tek bir söz kalıyor: “Kapitalizmin canı cehenneme!” Bu sözü söylemekten korkmayın, korkmayalım, korkulmasın… VAROŞTAN MERKEZE, YERELDEN BÖLGESELE ORADAN DA KÜRESELE 8-) Krize karşı alternatif küresel mi, yerel mi olmalıdır? XXI. yüzyılda ancak “aşırı budalalık”, yani “tüketiyorum öyleyse varım” salaklığı, veya yabancılaşması kapitalizmi insanlığın geleceği için bir seçenek saymaya götürebilirdi; ancak kriz ve başkaldıran insan(lık) buna izin vermedi… Bunu sevgili hocam İzzettin Önder, “Kriz kalbimize su serpti… ABD’de başlayan kriz beni çok rahatlattı, tabii ki binlerce insan işsizliğe ve yoksulluğa itileceğinden değil, ama sistemin makyajının eridiğinden dolayı,”[46] diye betimliyor… Kapitalizmin makyajını silerek, gerçek yüzünü kitlelere deşifre eden kriz koşullarında mücadele varoştan merkeze, yerelden bölgesele oradan da küresele yönelmek zorundadır… Hayır ne “yerel”i “küresel”in ne de “küresel”i “yerel”in karşıtıymış gibi sunmamak/ koymamak gerek… Varoşta olmayan bir şey merkezde olmayacağı gibi, yerelde olmayan da bölgesel ve küresel planda olamaz… Yeri geldi Hasan Bülent Kahraman’dan nakille, “Türkiye’nin kaderini varoşlar tayin ediyor”;[47] E. Ahmet Tonak’ın ifadesiyle de, “Sosyal patlamalar artık dünya varoşlarında yaşanacak”![48] Kriz koşullarında mücadeleyi bu perspektiften ele almak en doğru olandır. LATİN AMERİKA… 9-) Eşiniz, yazar- Sibel Özbudun Hanımla gerçekleştirdiğiniz son Latin Amerika gezisinde, insanların, ABD’nin içinde bulunduğu bu nasıl bir tepki gösterdiklerini anlatabilir misiniz? Latin Amerika coğrafyası, yerelden bölgeseli kucaklayan bir direniş coğrafyası olması hasebiyle küresel direniş için önemli bir mevzidir… Ahmed Amrabi’nin de belirttiği gibi, “Latin Amerika ülkelerinde, Amerikan hegemonyasından kurtulmak ve yerli milyarderlerin ortaya çıkmasıyla birlikte sıkıntıları genişletmekten başka işe yaramayan ‘serbest pazar ekonomisi’ düşüncesini ortadan kaldırmak amacıyla yeni bir bağımsızlık eğilimi yükseliyor. Şu ana dek Venezüella, Nikaragua, Bolivya, 46 Ekvador ve Paraguay kurtulmuş durumda. Kolombiya’da da silahlı devrimci mücadele var. Venezüella Rusya’yla deniz tatbikatlarına katılmaya hazırlanıyor. Bu nedenle gelecekteki 10 yıl ABD’nin kendi arka bahçesiyle uğraşacağı bir dönem olabilir. Bu durum, ABD’nin Irak ve Afganistan’daki kanlı sayfasının dürülmesini hızlandırabilir.”[49] Özellikle Fidel Castro’nun açtığı yoldan Venezüella, Bolivya, Kolombiya ve Ekvador’daki mücadeleler ABD emperyalizmine karşı yeni mevziler kazanmaktadır! Örneğin Angel Guerra Cabrera’nın da işaret ettiği gibi, “Ekvador’da yapılan referandumla yeni anayasanın ezici bir çoğunlukla kabul edilmesi, Latin Amerika ve Karayibler’deki halk gücünü gösteren bir kanıt. Bu güç, emperyal hâkimiyete ve yerel elitlere karşı politik yollarla peş peşe darbeler indirmekte. Kuşkusuz öncelikle bu, Ekvador halkının ve Başkan Correa’nın zaferidir. Halkın büyük çoğunluğu Başkan Correa’ya güvenini yeniden göstermiştir. Emperyal hâkimiyete ve yerel elitlere karşı politik yollarla peş peşe darbe indiren halk gücünü gösterdi. Geçmişteki toplumsal kavgaların yarattığı ortak bilinç ve deneyim olmasaydı Washington destekli oligarşinin, toprak sahiplerinin, sağın ve kilisenin çılgınca yürüttüğü medyatik kampanyaya karşı böyle bir zafer kazanılamazdı. Bu hükümetin aldığı önlemler nedeniyle ayrıcalıklı durumlarını kaybedenler onlardı. Yeni anayasal düzen, onların yönetimine, yağmacı kurumlarına, bağımlılığa, ayrımcılığa ve ırkçılığa son verecektir.”[50] Evet Ekvador’da 28 Eylül 2008 günü yapılan yeni anayasa referandumunda, Devlet Başkanı Rafael Correa hükümetinin yeni anayasa projesi kabul edildi. Sonucu “yurttaş devriminin” teyidi olarak yorumlayan Correa, zaferi “tarihi” olarak niteledi. Bununla birlikte Ekvador’un halkçı lideri Rafael Correa’nın “yurttaş devrimi” olarak sunduğu anayasa reformunun referandumda kabul görmesinden cesaret alan Ekvadorlu topraksız köylüler, boş arazileri işgal etmeye başlarken; Yeni anayasa, ülkedeki bütün yabancı askeri üslerin kapatılmasını da öngörüyor. Bu da ABD’nin, liman kenti Manta’da, uyuşturucuya karşı yürüttüğü operasyonlar için yaklaşık 10 yıldır kullandığı hava üssünü terk etmesi demek oluyor! Ekvador’un yanında; Morales’in kamulaştırma çabalarından rahatsız olan ABD işbirlikçisi zenginler geniş özerklik peşinde olduğu Bolivya da emperyalizme darbe indiren bir değişimi yaşıyor. Martin Suso’nun ifadesiyle de, “Çoğunluk Morales’i desteklerken çıkarları zedelenen sağın zorbalığı artıyor… Bu değişim sürecinde neler olacağını bilmek zor. Görünen o ki yerel sağ çatışma yolunu seçti. Bir kez daha anlaşıldı ki projeleri ülke için değil. Umutsuzluk onları körleştirmiş. Kendilerine ne bölgesel ve ne de uluslararası bir destek bulabildiler. Geriye ülkeyi yakıp yıkmak kaldı…”[51] Ancak bunların hiçbiri Morales’i, emperyalizme karşı mücadeleden vazgeçirmiyor! Bush yönetimi yetkililerinin değme gangsterlerle mafya babalarını “solda sıfır bıraktığı”ndan söz eden Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chávez, “Bu katillerin yanında Don Corleone ve Al Capone kundak bebeği kalır,” derken; BM Genel Kurulu kürsüsünden “şeytan” olarak nitelediği Bush hakkında, “Elinde ustura olan bir maymundan daha tehlikeli” demektedir. Ülkesinin nükleer program geliştirmesi konusunda Rusya’nın yardım teklifine sıcak baktıklarını açıklayan Chávez, Beyaz Saray’ın ‘gizli nükleer tesis’ dediği İran’la ortak kurulan fabrikada üretilen ilk bisiklete binip “İşte atom bombası” diyerek ABD Başkanı George W. Bush’la dalgasını geçecek kadar ciddi bir ABD karşıtıdır… Ve bunların tümü, çeşitli biçimlerde Latin Amerika’nın dört bucağına yansımaktadır… 14 Ekim 2008 07:37:25, Ankara. NOTLAR [*] Baran Dergisi, No:93, 16 Ekim 2008-42… [1] Thomas Mann. [2] Nicholas F. Brady-Eugene A. Ludwig-Paul A. Volcker, “ABD’ye Güven Veren Yeni Mekanizma Gerek”, The Wall Street Journal, 17 Eylül 2008. [3] Financial Times,15 Temmuz 2008. [4] Alper Akalın, “Krizin Çözümü Sosyalizm Soslu Kapitalizmde Değil”, Taraf, 28 Eylül 2008, s.14. [5] Bilal Sambur, “Tehlikede Olan Piyasa Ekonomisi Değil Özgürlüğümüzdür”, Taraf, 10 Ekim 2008, s.15. [6] Örsan K. Öymen, “Kriz Kapitalizmin Kendisidir”, Radikal, 8 Ekim 2008, s.11. [7] Kaynak: Orhangazi, Özgür (2008) Financialization and the US Economy, Edward-Elgar Publications. [8] Erinç Yeldan, “Kapitalizmin Yeniden Finansallaşması ve 2007 Krizi”, Cumhuriyet, 1 Ekim 2008, s.13. [9] “Finans Kuralları Değişti”, Financial Times, 17 Eylül 2008. 47 [10] CNN, 16 Eylül 2008. [11] BBC, 19 Eylül 2008. [12] Mustafa Kemal Coşkun, “Evet, Karl Marx Ne Alacak?”, Financial Times, 15 Nisan 2008. [13] Ergin Yıldızoğlu, “Büyük Bir Haksızlık Yapılıyor...”, Düzeni”, Cumhuriyet, 11 Eylül 2008, s.12. [14] “Romanları Fişleyen İtalya Önyargıları Ateşliyor”, Devrimci Kırımı”, Varlık, No:2008/06-1209, Haziran 2008, [15] Giulia Lagana, “Berlusconi İtalya’yı Kendi Çiftliği [37] “Mazdek, ‘mal insanlar arasında ortaktır’ diyordu. Haklıydı!”, Radikal, 3 Ekim 2008, s.11. Cumhuriyet, 17 Eylül 2008, s.4. Financial Times, 19 Ağustos 2008. [35] Ergin Yıldızoğlu, “En Yeni (Şimdilik) Dünya [36] Metin Cengiz, “Marksist Sanat Anlayışı ve s.51. Gibi Yönetiyor”, The Guardian, 24 Haziran 2008. Çünkü insanlar, Tanrı’nın kulları ve Adem’in çocuklarıdır. Her Financial Times, 3 Şubat 2008. bu haktan yoksun kalmamalıdır. Herkes malca eşit olmalıdır. [16] “NATO Afgan Sınavını Geçmekte Zorlanıyor”, [17] Ceyda Karan, “Afganistan Samimiyetsizliği”, Radikal, 24 Mart 2008, s.10. [18] “Kâbil Kuşatma Altında”, The New York Times, 21 biri ihtiyacına göre ötekinin malını kullanmalı ve hiç kimse Mazdek’in bu sözleri üzerine herkes malını ortaklığa koymuştu.” (Nizamülmülk.) [38] Yıldırım Türker, “Hâlâ En Korkunç Hayalet”, Ağustos 2008. Radikal İki, 7 Eylül 2008, s.3. Ağustos 2008. 12 Ekim 2008, s.3. Guardian, 28 Nisan 2008. Cumhuriyet, 1 Ekim 2008, s.4. Ekim 2008, s.11. Middle East Online internet sitesi, 20 Haziran 2008. Ekim 2008, s.9. Development Report, 1994. Dadandı”, The Guardian, 23 Eylül 2008. Değil”, The New York Times, 17 Eylül 2008. Geliştirmeli”, The Boston Globe, 11 Eylül 2008. 2008. Post, 6 Temmuz 2008. Cumhuriyet, 22 Eylül 2008, s.12. Derken Pakistan’ı Yakacak”, El Haliç, 25 Eylül 2008. Evrensel, 12 Ekim 2008, s.7. Kırıklığı”, Radikal, 29 Eylül 2008, s.11. da ‘Baldırı Çıplak’ Diyorlardı”, Sabah, 29 Eylül 2008, s.11. Yavaşlattı”, Le Monde, 3 Ekim 2008. Varoşlarında Yaşanacak”, Mesele, No:21, Eylül 2008, s.46-50. Ekim 2008. Etmekte Aceleci Davrandı”, Beyan, 24 Eylül 2008. Etmekte Aceleci Davrandı”, Beyan, 24 Eylül 2008. Seçenekler”, La Jornada, 2 Ekim 2008. Çöktü”, The Guardian, 28 Ağustos 2008. amlatina, Latin Amerika Haber Ajansı, 8 Eylül 2008. [19] “Kâbil Kaybedilmek Üzere”, Kuds ül Arabi, 23 [39] İsmet Berkan, “Kapitalizm Çöküyormuş”, Radikal, [20] “Afganistan Her An Irak’a Benzeyebilir”, The [40] Ergin Yıldızoğlu, “İki ‘Paketin’ Hikâyesi”, [21] “Britanyalı Komutandan Afgan İtirafı”, Radikal, 6 [41] Dallas Darling, “Gıda Silah Olarak Kullanılınca...”, [22] “Karzai Taliban’la Barış İçin Ricacı”, Radikal, 1 [42] United Nations Development Program, Human [43] David Leonhardt, “Çözüm Banka Kurtarmakta [23] Simon Tisdall, “Bush Giderayak Pakistan’a [24] “Başkan Adayları Afganistan Stratejilerini [25] “Afganistan’da Yanlış Yoldayız”, The Washington [44] Schwartz, International Herald Tribune, 19 Eylül [45] Ergin Yıldızoğlu, “Piyasalar ‘Köşeyi’ Döndü mü?”, [46] İzzettin Önder, “Kriz Kalbimize Su Serpti!”, [26] Saad Muhyu, “ABD Afganistan’ı Kurtarayım [47] Hasan Bülent Kahraman, “Cumhuriyeti Kuranlara [27] Samir Sahla, “ABD’nin Pakistan’daki Hayal [48] E. Ahmet Tonak, “Sosyal Patlamalar Artık Dünya [28] “Paris-Berlin Anlaşmazlığı Finans Krizinde AB’yi [49] Ahmed Amrabi, “Fukuyama ‘Tarihin Sonu’nu İlan [29] “Yeni Bretton-Woods Lazım”, The Guardian, 6 [50] Angel Guerra Cabrera, “Latin Ülkeleri ve Yeni [30] Ahmed Amrabi, “Fukuyama ‘Tarihin Sonu’nu İlan [51] Martin Suso, “Kaos İçindeki Bolivya”, Alai- [31] Seumas Milne, “Tek Kutuplu Amerikan Düzeni [32] Kishore Mahbubani, “Avrupa Dünyaya Cüce Gibi Görünüyor”, Financial Times, 22 Mayıs 2008. [33] Ahmed Amrabi, “Terörle Savaş Amacından Saptı”, Beyan, 24 Ağustos 2008. [34] Richard Haass, “Amerikan Hâkimiyetinin Yerini 48 EZLN’İN “BİRİNCİ DÜNYA SAYGIN ÖFKE FESTİVALİ”NDEN NOTLAR… Sibel ÖZBUDUN “Denemekten vazgeçene kadar kaybetmiş sayılmazsınız.” [1] “Dünyada bizim için bir yer yoksa, o zaman başka bir dünya yapılmalıdır. Öfkemizden ibaret gereç ve saygınlığımızdan ibaret malzemeyle. Hâlâ birbirimizle buluşmalı, birbirimizi daha iyi tanımalıyız. Eksik olan, gelecektedir….” Meksika Güneydoğusu dağlarından gelen, Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu Yerli Devrimci Gizli Komitesi-Genel Komutası, Komutan Yardımcısı Marcos imzalı Eylül 2008 tarihli çağrıda böyle deniyordu. Bize de sırt çantalarımızı toplayıp bir kez daha yollara revan olmak düştü. “Başka bir Dünya, Başka bir Yol, Aşağıya ve Sola” teması çerçevesinde düzenlenen “Birinci Dünya Saygın Öfke Festivali”nde “kutlanacak” şey çoktu: Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun yirmibeşinci doğum yıldönümü, unutuluşa karşı isyanın başlamasının onbeşinci yıldönümü (demek ki yüzü maskeli Maya yerlilerinin “Ya Basta” çağrısıyla dağlardan inip Meksika’nın Chiapas eyaletinde San Cristobal de las Casas kentini basmasının üzerinden onbeş yıl geçmiş… inanılır gibi değil…); iyi hükümet konseylerinin beşinci yıldönümü; Öteki Kampanya ve Z’inci Enternasyonal’in ise üçüncü yılı… Festival, “taban destek cemaatleri”nden 2000 kadar temsilcinin, Oventic’deki İnsanlık İçin Direniş ve Başkaldırı caracol’unda[2] toplanmasıyla başlayacaktı. 1994’deki San Cristobal de las Casas işgalinin önderlerinden komutanlar David ve Javier’in ev sahipliğindeki kutlamalarda ateşler yakıldı, danslar edildi, komutanların konuşmaları dinlendi… Ama bu kez, altı yıl öncesindeki ziyaretimizde tanığı olduğumuz iklim, bir hayli değişmiş… Havada bir durgunluk, bir burukluk, neredeyse bir düş kırıklığı… Nedenini anlamakta gecikmeyeceğiz. Chiapas’ı son ziyaret ettiğimiz 2004’de, yeni kurulmuş olan beş caracol’un coşkusu, heyecanı hâkimdi ortama. Yüzleri maskeli, gencecik, kadınlı erkekli Tzotzil, Tzetzal… yerlileri ilk defa kendi yazgılarını ele almanın coşkusuyla, tutkusuyla kendilerini yönetmeye soyunmuşlardı. Zapatista ayaklanmasından sonra Meksika hükümeti isyancı yerlilerle once imzaladığı San Andres antlaşmasını hemen ardından askıya almış, bunun üzerine isyancı komünler, de facto bir 49 özerkliği hayata geçirmek üzere kolları sıvamıştı. evler, birbirini dik kesen sokaklar, gotik kiliseler, EZLN sivil alanın önünü açabilmek için silahlı şık restoranlar ile bezeli (ve ne yalan söylemeli, son unsurları köylerden çekmişti; bundan böyle üç-dört gördüğümüzden bu yana bir hayli turistikleşmiş isyancı komün caracol’lar hâlinde birleşerek özyönetim - zorlukla bir otel bulabildik) kolonyal merkezini uygulayacaklardı. 2004’deki ziyaretimizde beş adet arkamızda bırakıp bizi CIDECI/Unitierra’ya caracol oluşturulmuştu bile. “Caracol’lerin sayısı kaça ulaştıracak colectivo’ların (minibus-dolmuş) kalktığı çıktı?” diye soruyorum, Meksika’nın kuzeyinden mercado’ya (pazar yeri) doğru yol alırken yaşamın gelen sendikacıya. “Hiç değişmedi. Beşte kaldı,” diye gerçeklerine, yani yoksulların, koyu tenlilerin, yerlilerin yanıtlıyor. ülkesine daha bir yaklaşıyoruz. Kilise meydanındaki Daha vahim yerli el sanatları pazarını gelişmeleri, toplantıları geçip dosdoğr u izledikçe öğreneceğiz. “Ne devam ediyoruz; bu gibi” mi? Örneğin isyancı şamata, bu kargaşa, cemaatlerde çözülmelerin bu koku bulamacı… yaşandığını…2004 yılında yanılıyor olamayız; La Realidad’da 400, 2008 mercado’dayız. başındaysa Polho’da CIDECI/ 200 kadar ailenin, tıbbî Unitierra,[6] kurucusu, hizmet ve besin gibi temel kurtuluş teologu Don ihtiyaç maddelerinin Raymundo’nun bize karşılanmaması daha önce de söylediği nedeniyle, kendilerine üzere, taşınmış. San federal hükümetin Juan Chamula köyüne Toplumsal Kalkınma giden yol üzerinde Bakanlığı’ndan iki tozlu patikalardan ayda bir 43 dolar geçerek ulaşılan bir ödenmesi ve köylerine varoşun (Colonia Nueva bir okul ile bir hastane Maravilla) kıyısında yapılması karşılığında ormanlık bir alanda Z a p a t i s t a l a r ’d a n satın alınmış geniş bir ayrıldıklarını[3] … PRI arazi üzerine kurulmuş (Kurumsal Devrim yeni kampüs. Ve yine Partisi) ve PAN (Millî her şeyi öğrenciler imal Hareket Partisi) gibi etmişler: barakaları, sağ partilerle bağlantılı mobilyayı, kap-kacağı. cemaatlerin yanısıra, Toplantının düzenini geçen seçimleri Devlet sağlamak, dünyanın Başkanı Lopez Calderon dört bucağından gelmiş karşısında kılpayı farkla konukları ağırlamak yitiren sosyal demokrat için canla başla Zapatista’lardan Filistin’le Dayanışma López Obrador’un PRD’sine koşturuyorlar… Yazılamaları bağlı köylülerin Zapatista “Digna Rabia/ cemaatlerine saldırılar Saygın Öfke” Birinci düzenlemeye başladığını[4] … Dünya Festivali, 2-5 Ocak arası dört gün sürecek. “Gayretle ve zorlukları aşarak adımlar Toplantılar, her biri kampüsün merkezi alanındaki atabildik,” diyor Komutan David; özeleştirel bir tonda. çadır biçimli geniş toplantı salonunda yapılacak dokuz “Ama bunlar halklarımızın sorunlarını ve büyük oturum hâlinde düzenlenmiş. Oturumlardan her biri gereksinimlerini çözümlemede yeterli değil… açlık, “Başka bir dünya, başka bir siyaset” teması altında yoksulluk ve hastalıklar günden güne artıyor.”[5] özgül bir başlığa ayrılmış: İletişim, Kültür, Cinsellik, Daha fazlasını öğrenmek için toplantıları Kent, Tarih vb… beklemeli. Toplantı salonu geniş: yaklaşık 800-900 kişilik. 2 Ocak sabahı kahvemizi içip yola koyuluyoruz. Başlangıç saati 11.00’e doğru, oturacak yer bulmak bir San Cristobal de las Casas’ın, rengarenk, tek katlı yana, ayakta duracak yer kalmadı. Salonda dünyanın 50 dört bucağından (abartı değil; iki dakika arayla bir Japon, bir Kanadalı, bir Malezyalı bir de Surinamlı’yla tanıştık…) bin beşyüz kadar izleyici olmalı. Ayrıca, konuşmaların canlı yayından izlenebildiği bir başka salon daha var; orada kaç kişi bulunuyor, bilmiyorum… Konuşmacılar yerlerini aldılar. İlk oturumda “Öteki Kampanya”ya destek veren örgütlerin temsilcileri söz alacak. İtalyan Ya Basta’sı, İspanyol sendikal örgüt CGT, Fransız Mücadele Eden Chiapas Halklarıyla Dayanışma Komitesi, ABD Barrio İçin Adalet, Arjantin İşsizler Hareketi, Yunanistan’dan Alana Dergisi; Peru’dan Hugo Blanco, Meksika’dan UNOPII ve UNIOS… Her oturumda, bir de aralarında Marcos’un da bulunduğu bir EZLN heyeti yer alıyor; bir komutan moderatörlüğü üstlenirken Marcos da her oturumda bir tebliğ sunuyor. Ama en güzeli, aralarında iki küçük EZLN “gerillası” var: Lupita ile Tonita. Kar maskeleriyle her oturumda önce kemal-i ciddiyetle oturup konuşmaları dinliyorlar; ama bir süre sonra sıkılıp kendi aralarında oynamaya başlıyorlar. Görülecek şey… Tabii en fazla ilgiyi, Marcos’un konuşması görüyor. Devrimci internet sitelerine de düşen, Filistin’le dayanışma konuşmasını ilk gün yaptı Marcos. Yanı sıra, Meksika hükümetinin ABD destekli “uyuşturucuya karşı savaş” programının nasıl muhalefet hareketlerini bastırma/sindirme operasyonuna dönüştüğüne değindi… Ve, Yunanlı gençlere teşekkürlerini gönderdi, “sizlerden öğreniyoruz,” diyerek.[7] Aralarda dışarı çıkıyoruz: tam bir curcuna. Afiş, kitap, yiyecek, içecek, tişört, el sanatları standları; yol boyunca dizilmiş, panço, başlık, Marcos bebeği satmaya çalışan yerliler; olabilecek her duvarı donatan yazı ve afişler (Birini aktarayım: “Merry Crisis and Happy New Fear” /Mutlu Krizler, Mutlu Yeni Korku” yazıyordu boylu boyunca bir panoda, yeni yıl kutlama mesajı olarak…), gitar çalan, danseden gruplar, öpüşen, sevişen genç çiftler… Hava kararmadan dönmeli… İkinci gün, söz, genellikle sol hükümetlerce yönetilen, ve/fakat yönetimlere muhalif, EZLN’ye yakın duran Latin Amerikalı (Uruguay, Bolivya, Nikaragua…) entelektüellerindi. İlk sözü Uruguay’lı gazeteci Raúl Zibechi alarak Latin Amerika’da 1970’li yıllardan itibaren boy veren ve günümüzde kıta soluna damgasını vuran “toplumsal hareketler”in bir dökümünü yaptı: Yerli hareketleri, topraksızlar, işsizler, köylüler, öğrenciler… Zibechi’ye göre kıtadaki siyasal iklimi değiştiren bu hareketlerin beş ortak özelliği vardı: Toprakların geri kazanılmasını hedeflemeleri; Siyasal partilerden, hükümetlerden, kiliseden vb. özerk olmaları; Cemaat temeline dayalı kolektif hareketler oluşları; “Sosyal” olarak nitelenmelerine karşın, aslında siyasal, ya da toplumsal-siyasal bir karakter taşımaları; Kentli olsunlar, kırsal olsunlar, ortak karakteristikleri taşımaları. Zibechi, bu hareketlerin cemaatleri/kolektifleri güçlendirmeyi hedefledikleri, kapitalist-olmayan yolları denedikleri, maddi ve simgesel kullanım değeri üretimine, değişim değeri üretiminden daha fazla önem verdikleri, farklı bir adalet arayışını ön plana çıkardıkları, kolektif karar alma ilkesine dayandıkları ve kadınların bünyelerinde etkin bir rol oynadığına dikkat çekerek “yeni bir dünya mücadelesi”ni temsil ettiklerini vurguladı. Zibechi’ye göre bu mücadele, iktidarların hiyerarşik-merkezî olmadığı bir dizilimin biçimlenişine sahne olmaktaydı: her katılımcının aynı zamanda yönetmeyi de öğreneceği bir yeni dizilim… Zibechi’den sonra söz alan Bolivyalı Oscar Olivera, Cochabamba’daki su mücadelesi ile bu mücadele içerisinde boy veren yeni örgütlenme tiplerini anlatırken, Nikaragualı eski FSLN komutanı -şimdilerde Daniel Ortega’ya muhalif RESCATE hareketi yöneticisi Sandinist milletvekili Mónica Baltodano ise, Nikaragua’da Ortega hükümetindeki çürümeye dikkat çekti. Özerk Meksika Ulusal Üniversitesi (UNAM)’nde hoca Adolfo Gilly’nin, üniversitede Che Guevara sınıfını işgal eden öğrencilerinin protestolarıyla sık sık kesilen konuşmasının (bu protestolar ancak Komutan Tacho’nun müdahalesiyle sona erdi ve -ne ilginçtir ki, öğrencilere kürsüden söz verilmedi…- ardından bir kez daha Marcos aldı sözü. Bilmeceler, fıkralar, anekdotlarla süslü uzun konuşmasından en çok son cümle çarpacaktı bizi: “Şimdi, Lenin’in Devlet ve İhtilali’ni son satırını hatırlamaya her zamankinden çok muhtacız…” Oturumlar birbirini izledi. İletişim, kültür, toplumsal cinsiyet, seks işçileri, tarih… Meksika’dan (Luis Villoro, Jean Robert, Gustavo Esteva, Italia Méndez, Norma Jimenez, Carlos Aguirre Rojas, Sylvia Marcos), Bask ülkesine ( Joxe Iriarte), ABD’den (Michel Hardt) Arjantin’e (Walter Mignolo) pek çok kişi, pek çok örgüt (Meksika Cinsel İşçiler Ağı, Via Campesina Uluslar arası Koordinasyon Komitesi, Guatemala Ulusal Yerli ve Köylü Koordinasyonu, Şili Kırsal ve Yerli Ulusal kadınlar Derneği, ABD Sınırdaki Tarım Emekçileri Sendikası, Meksika Ulusal Yerli Kongresi…) katıldı Festival bünyesindeki toplantılara.[8] Saatler, saatler boyu konuşuldu… Aktarması olanaksız… 51 *** Ama kimi izlenimleri, giderek kaygıları kaydetmek, mümkün ve gerekli. Neo-liberalizme karşı ilk çıkışlarıyla yüzü maskeli Zapatistalar, “Elveda Proleterya, elveda başkaldırı” edebiyatının her yanı sardığı koşullarda hepimizin yüreğine su serpmiş, neo-liberalizmin ezici, hiçleştirici, yok edici koşullarında da ezilenlerin başkaldırısının, “başka bir dünya” talebinin mümkün olduğunu somutlamıştı. Dahası, unutulmuşluğun derinlerinden, Lacandone ormanlarından apansız süzülüp geliveren bir halk, Mayalar, kültürel ve sınıfsal taleplerin pekâla kaynaştırılabileceğini sesleniyordu hepimize, “sınıf bitti, kimlik verelim”ciliğin postmodern açmazında… “Ya Basta!”ları bir anda dört bir yanda neo-liberal küreselleşme karşıtı hareketlerin ana şiarı hâline gelivermişti. Evet, “Yeni Sol”cuydu kar maskeliler, ama dünyayı dönüştürme çağrıları, devrim kararlılıkları son derece sahiciydi. Meksika ordusuyla kısa süren çatışmalar, Meksika içinden ve dışından yoğun destek, Yeryüzü renkleri Yürüyüşü, barış görüşmeleri, San Andres anlaşması, Meksika hükümetinin anlaşmayı tek taraflı askıya alması sonucu isyancı cemaatlerin yürürlüğe soktuğu fiilî özerklik, Lacandone Ormanları’ndan birbiri ardı sıra yayınlanan Deklarasyonlar, caracolles (ya da İyi Yönetim Cuntaları)’nın kuruluşu… Ve derin bir suskunluk. EZLN 2006 Meksika seçimleri öncesinde, “Öteki Kampanya” ile bir kez daha su yüzüne çıktı. Tüm kurumsal partilerle bağını kopartmış bir muhalefeti örmek için. Ancak Meksika’lı muhaliflerin ve emekçilerin büyük umutlar bağladığı, sosyal-demokrat López Obrador’un partisine destek vermemekle kalmayıp, seçimleri boykot çağrısı yapması, özellikle Obrador’un Calderon karşısında şaibeli seçimleri kılpayı farkla kaybettiğinin ortaya çıkmasından sonra, Meksika solu ve emekçiler nezdinde büyük bir itibar yitimine yol açacaktı. Uluslar arası ilgi de -birkaç ısrarlı ve sadık destekçi dışında- yavaş yavaş yitmekteydi. EZLN ve “enigmatik” lideri Subcommandante’nin her türlü iktidara karşı koşulsuz muhalefetleri, Latin Amerika’nın sol rejimlerinin (örneğin Venezüella, Bolivya, Küba) “kayıtsızlığı”nı getirmekteydi beraberinde… Bu tecrit, Meksika toplumunun en yoksulları ve en dışlanmışları olan Maya yerlileri arasında çalışmanın iktisadî-toplumsal baskılarıyla eklemlendiğinde, ortaya aşılması zor güçlükler çıkıyordu. Chiapas ormanlarının derinliklerinde birkaç isyancı köy, kendilerine karşı düşmanca duygular besleyen, ya da en iyi ihtimalle kayıtsız bir kırsal okyanusta, Meksika ordusuyla çevrelenmiş bir vaziyette, özyönetim uygulamaya çalışmaktaydı: kendi tarımlarını yapıp, kendi ürünlerini “adil ticaret” ilkeleri çerçevesinde Batılı STÖ’lere pazarlayarak, kooperatiflerini işletmeye çabalayarak, kendi okullarını, kendi hastanelerini kurup kendi personellerini yetiştirerek… ve bu arada hiç de eksik olmayan tacizlerle, saldırılarla, sabotajlarla baş etmeye çalışarak… Üstüne üstlük, o güne dek bölge insanlarına “ifrazat” gözüyle bakan Meksika hükümeti, kesenin ağzını açmış, bölgesel kalkınmaya yönelik çalışmalara hız vermişti. Yol boyu gördüğümüz altyapı, elektrifikasyon çalışmaları, hastane-okul inşaatları bir yana, cemaatleri rüşvetle kandırarak kendi yanına çekmeye çabalıyordu yetkili merciler… Ve isyancı aileler, açlığa, salgın hastalıklara yenik düşerek saf değiştirmeye başlamışlardı… Ve La Jornada gibi EZLN’ye başından beri destek veren sol yayın organlarında dahi, acı eleştiriler boy gösteriyordu artık…Marcos’un narsistliğinden, sekterliğinden dem vuran, Subcommandante’yi antistalinist geçinip Stalinist yöntemlere prim vermekle, gençlerin, emekçilerin mücadelelerine yabancılaşmakla suçlayan bu yazılara göre “Saygın Öfke Festivali”, “oy ve şöhret peşindeki birkaç Avrupalı siyasinin katıldığı bir gösteri”den ibaretti, ve olsa olsa “uzun edebî yapıtları Chiapas’lı, ya da gezegenin herhangi bir bölgesinde yaşayan yerliler için hiçbir şekilde anlaşılmaz olan Marcos’un narsizm ve lafazanlığının festivali”ydi. EZLN, içine düştüğü tecridi kırmak için mutlaka bir özeleştiri vermeliydi… [9] *** Saygın Öfke Festivali’nin giderek zemin yitirmekte olan EZLN’yi (ve Zapatist cemaatleri) biraz ferahlatacak olan ulusal ve uluslar arası desteği yeniden sağlayıp sağlamayacağını bilmiyorum. 52 Bildiğim bir şey, Festival’in gerçekleştiği kampüsün 300 metre uzağındaki varoşta yaşayan bezgin, umutsuz yerlilerin, ellerini uzatsalar dokunacakları kadar yakınlarına gelmiş kar maskelilerin, efsanevi Subcommandante Marcos’un, Komutan Tacho’nun, Hortensia’nın, David’in, Miriam’ın, Severeo’nun, Hiermo’nun… yakınlığından hiç de etkilenmiş, umutlanmış gözükmemeleriydi. Dört gün boyunca tozlu sokaklarını arşınlayan eksantrik yabancılara boş gözlerle bakıp, işlerine güçlerine devam ettiler yalnızca… Belki umut, şimdiye dek “İktidar” perspektifi ile “sosyal hareketler” arasına sahte bir zıtlık yerleştirerek birincisini lanetleyip ikinciyi fetişleştiren “Yeni Sol” yaklaşımdan vazgeçmektedir… Sahi ne der Lenin, Marcos’un hatırlanmasını salık verdiği, Devlet ve İhtilal’in son satırlarında? “Bundan dolayı II. Enternasyonal’in, resmî temsilcilerinin büyük çoğunluğu bakımından, boydan boya oportünizme battığı sonucunu çıkartmakta haklıyız. Komün deneyi yalnızca unutulmakla kalmamış, ayrıca bozulmuştur da. İşçi yığınlarına, harekete geçmek, eski devlet makinesini parçalayıp onun yerine bir yenisini koymak, ve böylece, kendi siyasal egemenliklerini toplumun sosyalist dönüşümünün temeli yapmak gerekeceği anın yaklaştığı inancını aşılamak yerine, bunun tam tersi telkin ediliyor, ve ‘iktidarın fethi’ oportünizme binlerce gedik açık kalacak biçimde sunulmuş oluyordu…”[10] 18 Ocak 2009 11:59:06 NOTLAR [1] Mike Dikta. [2] Caracol: Birkaç Zapatista kırsal cemaatin birleşerek oluşturduğu ortak yerel yönetime verilen ad. Maya yerlilerinin eski zamanlarda deniz salyangozu (caracol) aracılığıyla birbirleriyle haberleşmelerinden esinlenerek bu adla anılmakta. Ayrıntılı bilgi için bkz. A. Aubry ve Eva, “EZLN’nin Örgütlenişinde Caracoles”, ”, S. Özbudun vd. Latin Amerika Yerlileri, İstanbul: Anahtar Kitaplar, 2006: 357-364; S. Özbudun, T. Demirer, “Kuzeyden Güneye Orta Amerika’dan Yol Boyu Notları”, S. Özbudun, C. Sarı, T. Demirer, Latin Amerika Başkaldırıyor, Ankara: Ütopya Yayınları, 2005: 13-118. [3] Bkz. http://vivirlatino.com/2008/02/13/ezln-losing-groundin-chiapas-stronghold.php [4] Bkz. Hermann Bellinghausen, “Tensión en caracol por arribo de 220 integrantes de la Orcao”, La Jornada, 10 Ocak 2009, s. 12. [5] Komutanların konuşma metinleri için bkz. Hermann Bellinghausen, “El mal gobierno ha dedicado 15 aňos a golpearnos, no a darnos justicia: EZLN”, La Jornada, 2 Ocak 2009, s.9. [6] CIDECI/Unitierra için bkz. S. Özbudun, “ ‘Benim Üniversitelerim’: Chiapas’da Bir Maya Okulu”, S. Özbudun vd. Latin Amerika Yerlileri, İstanbul: Anahtar Kitaplar, 2006: 316320. [7] Bu konuşmanın geniş bir özeti için bkz. Hermann Bellinghausen, “El crimen organizado dirige la fuerza del Estado, seňala el subcommandante Marcos”, La Jornada, 3 Ocak 2009, s. 9. [8] Ayrıntılar için bkz. Hermann Bellinghausen, “Movimientos sociales, único camino que puede savlar a los pueblos: Raúl Zibechi”, La Jornada, 8 Ocak 2009, s. 12. [9] Guillermo Almeyra, “A 15 Aňos de levantamiento zapatista”, La Jornada, 11 Ocak 2009. [10] V. I. Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm yayınları, Ankara, 1978. 53 ŞOFOR MAHALLİNDEN ULAŞIM POLİTİKASI TEK SEÇENEK Mİ? Eser Atak Şehir Plancısı Ankara Ü. Sosyal Çevre Bilimleri Doktora Öğrencisi Ağustos 2008 Üç dönemdir Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapan Melih Gökçek yönetimi tarafından Ankara’nın yolları ve kavşakları 14 yıldır kazılıyor. Kazılma gerekçesi katlı kavşak yapılması ve yolların genişletilmesi… Biri bitiyor, bir diğeri başlıyor. Bu inşaatlar, artık Ankara’nın neredeyse değişmez bir parçası haline geldi. Ankara Büyükşehir Belediyesi yönetimi, her yıl bütçesinin önemli bölümünü bu işlere harcıyor. Kent içi ulaşım sorununun ‘tek çözümü’nün katlı kavşak yapımı ve yol genişletmeleri olduğu, bu kavşakların “ne kadar gerekli olduğu” kentlilere anlatılıyor. Acaba uygulanan bu yaklaşım kent içi ulaşım sorununa gerçekten çözüm getiriyor mu, yoksa sorunu ağırlaştırarak öteliyor mu? Kavşak ve yol yapımı kent yaşamında ne gibi etkilere neden oluyor? Sürdürülebilir ulaşım politikası yaklaşımındaki çözümlerle, yeğlenen bu politikalar örtüşüyor mu? Bu yazıda, Ankara’da uygulanan taşıt odaklı ulaşım politikalarının etkileri ve tek seçenek olup olmadığı yukarıdaki sorular ekseninde tartışılmaya çalışılacak. Resim 1. Sabah Gazetesi- 16.10.2003 Kentin yaşanabilirliğini önemseyen kentlerde otomobil merkezli ulaşım politikalarının terkedilmiş yaklaşımlar olduğu bilinmesine rağmen, Ankara’da ısrarla bu politikalar uygulanmaya devam ediyor. Belediye yönetimince kentsel ulaşım konusu, salt “trafiğin akıtılması” gibi sığ bir düzeyde tartışılıyor. Metropol Başkentin ulaşım politikası, sadece ‘şoför mahali’ içinden bir bakışla belirleniyor. Sınırlı kamu kaynakları, sadece bireysel ulaşım (otomobil ulaşımı) “Trafiği akıtmak” talebi için harcanıp, toplu taşıma sistemlerinin hızı, konforu ve yaygınlığının artırılması için yatırımlar 14 yıldır iktidarda olan Belediye yönetimince kent yapılmıyor. Trafiğin ikinci önemli unsuru olan yaya içi ulaşıma bütünlüklü bir bakış açısıyla yaklaşıldığını ulaşımı ve yaya hakları ise tamamen görmezden söylemek çok güç. Belediye yönetimi, kent içi ulaşım geliniyor. Hatta yayalar, trafiği aksatan unsurlar olarak sorununu ‘trafiğin durdurulmaması’ ya da diğer bir görülüyor. deyişle, ‘trafiğin akıtılması’ olarak görüyor. “Eğer ışıklı kavşaklarda taşıtlar durdurulmazsa trafik akacak Katlı kavşaklar çözüm mü? ve sorun kalmayacak” anlayışı, Belediye’nin tek ulaşım politikası olarak yıllardır uygulanıyor. Trafiği Otomobil öncelikli ulaşım politikasının mekâna rahatlatmanın ‘tek çözümünün’ katlı kavşak yapılması yansıyan unsuru olan köprülü kavşaklar ve yol ve yolların genişletilmesi olduğu iddia ediliyor. İktidara genişletmeleri çok kısa vadede ve noktasal çözüm geldikleri ilk yıllarda, “15-20 köprülü kavşak yapılınca yaratıyor. Hemzemin bir kavşak, katlı kavşağa Ankara’nın trafik sorununun çözüleceğini” savunan dönüştürüldükten sonra o yol kesiminden birim Belediye yönetimince, 50 katlı kavşak yapıldıktan sonra zamanda geçen taşıt sayısı, yani yolun kapasitesi artıyor. bile, “sorunun tamamen çözülmesi için 50 köprülü Ancak bu, sadece belirli bir süre rahatlama yaratıyor. kavşak daha yapılması gerekir” denilebiliyor. Daha serbest akımın sağlandığı bu yola trafik talebi 54 artıyor ve yeni gelen trafikle kısa süre sonra diğer yol kesimleri ve kavşakların daha fazla tıkanmasına neden oluyor. Bu bir kısır döngü yaratıyor ve ulaşım altyapısında sürekli yeni yol ve kavşaklara ihtiyaç duyulmasına yol açıyor. Bu yaklaşımlar orta ve uzun vadede kentte otomobil kullanımını artırdığından tüm bu yatırımlara rağmen trafik sorunu çözülemiyor. Kentte binlerce yol kesişimi var ve bu anlayışla her kesişimi katlı kavşağa dönüştürmek ya da yolları genişletmek gerekli ki, bu hem teorik, hem de pratik olarak mümkün değil... Bu şekilde trafik sorunu çözülmediği gibi, kent mekânı ve yaşamında önemli sorunlar ortaya çıkıyor. yaralanmalı yaya “kaza!”ları (cinayetleri) büyük boyutlara ulaşıyor. Öte yandan, kent içindeki yollar taşıt ulaşımı için genişletilirken yaya kaldırımları daraltılıyor ya da yok ediliyor. Kentte yayaların kullandığı ulaşım ve gezinti mekânı olan yaya kaldırımları ve promenatları taşıtların hareketi için sürekli kırpılıyor. Resim 2. Kuğulu taşıt alt geçitleri nedeniyle Ankara Atatürk Bulvarının kaldırımlarının ortadan kaldırılması (Kişisel belgelik, 2007) Şekil 1. Taşıt trafiğini veri alan ulaşım politikası Taşıt odaklı yaklaşımların acı faturası Otomobil merkezli ulaşım politikaları, trafiğe çözüm olmamasının yanında yaya hareketi ve güvenliği, kentsel mekân dokusuna etkisi, yüksek enerji tüketimi, fosil yakıt kullanımının çevresel sonuçları, trafik güvenliği ve kamu kaynaklarının kullanımı bakımından telafisi çok zor kayıp ve zararlara neden oluyor. • Öncelikle katlı kavşaklar sonucu en yakıcı zararı gören kesim yayalar oluyor. Daha önceki durumda ışıklı hemzemin geçitler yoluyla karşıdan karşıya geçme olanağı olan Resim 3. Ankara’da örneklerinin sıkça görüldüğü üstgeçitlerden yayaların, yapılan katlı kavşakların yol açtığı biri (Kişisel belgelik, 2006) kesintisiz akım nedeniyle hareketleri büyük ölçüde kısıtlanıyor. Hemzemin/ışıklı geçitler “taşıtların akması” için kaldırıldığından, • Taşıt odaklı ulaşım politikalarının gerektirdiği yayaların karşıdan karşıya geçmeleri tehlikeli katlı kavşak, alt-üst geçit, yeni yollar, vb. ulaşım ve çok güç duruma geliyor, can güvenliği altyapıları nedeniyle kentin dokusu bozuluyor, ortadan kalkıyor. Hatta bazı yol kesimlerinde kent mekânı yol ve kavşakların hâkimiyetine trafiğin hızlandırılmasına rağmen, yaya geçişi giriyor. Kent, sadece içinden geçilip gidilen bir için hiçbir tedbir alınmadığından ölüm ve köprü altı ve otoyola dönüşüyor. 55 • Bireysel ulaşımı özendiren bu yaklaşımlar sonucu otomobil kullanımı artıyor, dolayısıyla kentteki benzin tüketimi ve enerji kullanımı yükseliyor. Bireylerin ulaşım maliyeti artarken, Ankara ve ülke daha fazla petrole, yani dışa bağımlı duruma geliyor. • Motorlu araç kullanımının artışı, trafik kaynaklı hava kirliliğinin de ciddi biçimde artmasına yol açıyor. Egzost gazlarında bulunan Karbonmonoksit (CO), Azotoksitler (NOx) ve Sülfüroksitler (SOx) insanlarda yıllar içinde pek çok hastalığa ve bunun yol açtığı kayıpları da beraberinde getiriyor. Ayrıca, taşıtlardan kaynaklı karbon gazları küresel ısınmaya olan etkileri ve asit yağmurları ile tüm dünyayı tehdit ediyor. • Sinyalizasyonlu hız denetimi ortadan kalktığı ve trafik durmadığı için aşırı hızlanan trafik, ölümlü ve yaralanmalı kazaları artırıyor. • Yapılan bu kavşaklar, tüm sosyo-mekansal ve çevresel zararlarının ötesinde, kısıtlı kamu kaynaklarının tam bir israfı anlamını taşıyor. Yurttaşların vergilerle yarattığı trilyonlarca liralık kamu kaynağı, çağdaş ulaşım Resim 4. Yayalar, otomobil öncelikli ulaşım politikaları sonucu planlamasının tüm ilkelerine aykırı biçimde, artan kazalara en fazla maruz kalan kesimi oluşturuyor. Hürriyet Gazetesi (19.11.2005) savurganca ve keyfi biçimde harcanıyor. Ulaşımda Sürdürülebilir ve Çağdaş Çözüm Ne? Bireysel bir ulaşım aracı olan otomobillerin yoğun olarak ulaşım sisteminde kullanılmasının kentlerde trafik sorunu yaratan temel unsur olduğu, sürdürülebilir ulaşımı savunan geniş bir kesim tarafından uzun süredir kabul edilen bir gerçeklik haline geldi. Otomobillerin ve bu ulaşım türüne ilişkin yapılan altyapının giderek kentleri öldürmesi, insan ilişkilerini tahrip ettiğinin fark edilmesi, trafik kaynaklı emisyonların hava kalitesinin düşmesine ve sera gazı miktarının artmasına ciddi katkı yapmasının belirlenmesi; kazalar, enerji tüketimi, zaman kayıpları, yapılan yatırımlar, vb. ile otomobil merkezli ulaşım sisteminin bireysel ve toplumsal açılardan önemli maliyetler yarattığının ortaya konulması, kentlerde taşıt odaklı bir ulaşım sisteminin ne derece doğru olduğunun sorgulanmasına yol açtı. Sonuçta, sürdürülebilir bir kent ve kent yaşamı için otomobillerin kent içi ulaşımda olabildiğince az kullanılması gerekliliği genel kabul gören bir yaklaşım 56 oldu. Bu yaklaşımda farklı ulaşım türlerine dönük özendirme Buradan hareketle, kentlerde otomobil kullanımını ve kaçındırma stratejileri önem taşıyor. Öncelikle kent azaltmaya dönük verilen yanıtları iki aşamalı merkezine doğru olan otomobil yolculuklarını azaltmak ele almak mümkün… Birincisi, kent planlama için taşıt trafiği şeritlerinde yaya ve toplu taşıma lehine ile verilen arazi kullanım kararları, ikincisi ise daraltma, merkezde otopark arzını sınırlandırma ve ulaşım sisteminde benimsenen ulaşım politikası otopark ücretini yükseltme, bazı yolları ücretli hale yaklaşımları… Kent planlama ile verilen arazi kullanım getirme, trafiğe kapalı alanlar oluşturma yönünde kararlarının, sürdürülebilir bir kent ve ulaşım sistemi otomobil ulaşımında kapasite kısıtlayıcı önlemler tasarlanmasında temel çıkış noktasını oluşturması uygulanıyor. gerekliliği artık fark edilmiş durumda… Bu yaklaşımda, kentsel arazi kullanım kararları ile farklı Bunun yanı sıra ve eş zamanlı olarak toplu taşıma işlevsel bölgeler arasındaki uzaklıkların azaltılması sistemlerinin tercih edilir hale getirilmesi için stratejiler (toplu kent/compact city) ve karma arazi kullanımı izleniyor. Ulaşımda çağdaş ve sürdürülebilir sistemler (mixed land use), kent planlamadaki yeni vurgu oluşturulmasında pahalı raylı sistemler tek çözüm haline geldi. Bu yolla; iş, eğitim, eğlence, vb. amaçlı değil… Özel otobüs yolları ve şeritleri oluşturulması, olarak kişilerin hareketlilik talebinin en düşük düzeye trafik ışıklarında otobüslere öncelik, bilet sisteminde çekilmesi, kent içinde motorlu araçlarla bağımlılığın bütünleştirme, park et – devam et sistemi gibi önlemler azaltılması amaçlanıyor. Bu uygulamalarla eş zamanlı özellikle gelişmekte olan ülkeler için daha esnek ve olarak yaya ve bisiklet yol ağı sisteminin iyileştirilmesi ucuz bir seçenek haline gelebiliyor. Örneğin, Curitiba ile yolculukların çevreci ulaşım türlerine kayması (Brezilya), Bogota (Kolombiya) gibi gelişmekte hedefleniyor. Bahsedilen yaklaşım, şimdiye dek olan ve bütçesi sınırlı olan bazı ülkeler, hızlı otobüs otomobilin varlığına güvenerek parçalanan kentsel yolları ve bisiklet yol ağı oluşturarak kent içi ulaşımda dokunun yeniden bütünleştirilmesini ve kentsel önemli başarılara imza atıyor. Konforlu otobüsler, sistemin tekrar dönüşümünü içermesi bakımından özel yol ve platformlarla desteklenerek mevcut trafik daha uzun soluklu ve köklü değişimleri içeriyor. Bu sürtünmesinden kurtarılıyor ve hızları artırılıyor. Trafik politikanın uygulanmasının önündeki en ciddi engel ışıklarında otobüslere öncelik veriliyor. Toplutaşıma ise küresel kapitalizmin etkilerinden kaynaklanıyor. sistemi birbiriyle bütünleştiriliyor ve aktarma kolaylığı Kapitalist sistem ve onun dayattığı tüketim kalıpları sağlanıyor. ve kültürel kodlar, otomobil sahibi olma, kullanma ve kent dışına doğru (‘yeni yaşam tarzlarına yönelik’) yerleşim isteklerine yol açarak otomobil odaklı kentsel yayılmanın hızını pek çok dünya kentinde artırıyor. İkinci politika, ulaşım talebinin otomobilden toplu ulaşım ve motorsuz türlere kayması yönünde uygulanacak ulaşım politikası yaklaşımları… Bu yaklaşım kentlerin mevcut ulaşım sistemi ve talebine yönelik müdahaleleri içerdiğinden daha kısa erimde uygulanma olanağına sahip... Öncelikle ulaşım altyapısında kent merkezine erişim amaçlı olarak yolların genişletilmesi ve katlı kavşak yapılması tamamen terk ediliyor. Çünkü yapılan her kavşağın Resim 5. Hızlı otobüs yolu, Bogota kenti (Kolombiya) ve yolun, trafikteki araç sayısını artırmaktan başka Kaynak: Sustainable Transport: A sourcebook for policy-makers işe yaramadığı, günlük yolculuklarda yoğun otomobil in developing cities, www.itdp.org, 2006 kullanımına yol açarak kentleri giderek yaşanmaz kıldığı görüldü. Kentlerde otomobilleri taşımanın değil, insanları taşımanın yaşanabilir bir yerleşim için gerekli olduğu anlaşıldı. Ayrıca, kent içi trafiğin mutlaka belli aralıklarla durması gerektiği, bunun hem öndeki trafiğin rahatlaması ve yan yollardan katılımın sağlanması, hem hız denetimi, hem de yayaların geçişi için olmazsa olmaz bir gereklilik olduğu fark edildi. 57 Diğer yandan yaya ulaşımının desteklenmesi için kentlerin merkezi bölgeleri yaya mekânı ve meydanları olarak düzenleniyor. Kentte güvenli ve yeterli sıklıkta yaya geçidi yapılıyor. Bu geçitler engelliler de dâhil olmak üzere herkesin kolaylıkla geçebilmesi için düzayak ve ışıklı hemzemin geçitler olarak düzenlenirken, kentin iç kesimlerinde üst-alt geçitler kesinlikle tercih edilmiyor. Bisiklet ulaşımına dönük yatırımlar da sürdürülebilir ulaşımın olmazsa olmazını oluşturuyor. Özellikle kısa ve orta mesafelerde (5-6 km) bisiklet çok etkili bir ulaşım aracı olarak iş görüyor. Çok az yer kaplaması, fosil yakıt tüketmemesi, sağlığa yararlı olması, sessiz ve çevreci olması gibi yararlarının gün yüzüne çıkmasıyla, yüz yıl bir kenara bıraktıktan sonra insanlar bisikletin üstünlüğünü tekrar fark etmeye başlıyor. kaçınılmaz bir gereklilik... Öte yandan, yayaların trafiğin temel bir unsuru olarak kabul edilmesi, yaya ulaşımı ve yaya güvenliği ilkelerinin yaşama geçirilmesi son derece acil bir konu... Katlı kavşak yapımına son verilmesi, hatta yapılmış olan pek çok katlı kavşağın yıkılarak eski haline getirilmesi gerekiyor. Kavşaklar için, trafik planlamasının yöntemleri olan sinyalizasyon, faz ayarlamaları, ada düzenlemeleri gibi basit, ancak bir o kadar etkili ve ucuz yöntemlerin devreye sokulması da diğer bir önemli konu olarak yerini koruyor. Çağdaş ve kentin yaşanabilirliğini önemseyen bu yaklaşımlar aslında Belediye Yönetimi tarafından da biliniyor, Belediyenin hazırlattığı ulaşım raporlarında da bunlar öneriliyor. Ancak siyasal bir tercihin sonucunda bu politikalar uygulanmıyor. Sürdürülebilir kentsel ulaşım politikalarının dışlanmasının siyasal, ideolojik ve ahlaki arka planları ayrı bir tartışma konusu olabilir. Ancak, bu temel ideolojik tercihin bir sonucu olarak, yerel yöneticilerin kente bakışı, kenti algılama biçimi ile kenti değişim değeri odaklı yönetme yaklaşımının, diğer önemli kentsel sorunlarda olduğu gibi bu sorunun da kaynağı olduğu söylenebilir. Bu tercihin değişmesi ve otomobil öncelikli ulaşım politikalarının tek seçenek olmadığının anlaşılması, kente yaşam alanı olarak bakan ve faydacı yaklaşımlardan uzak kent yönetimleriyle ve tabiî ki bunu isteyen bir kentli toplumuyla olanaklı… kaynaklar: Hürriyet Gazetesi, 19.11.2005 Sabah Gazetesi, 16.10.2003 www.chicagobikes.org www.itdp.org, 2006, Sustainable Transport: A sourcebook for policy-makers in developing cities, e-yayın. Resim 6. Bisiklet şeridi (Kaynak: www.chicagobikes.org) Görüldüğü gibi tüm bu politikaların amacı, daha yaşanabilir bir kent için otomobil kullanımını azaltmak… Ankara’da ise günümüzde uygulanan otomobil odaklı ulaşım politikaları, kentin yaşanabilir ve sürdürülebilirliğinin önünde ciddi bir engel oluşturuyor. Ne yapılmalı? Ankara’nın kent içi ulaşımında temel politika, toplu taşıma ve insan önceliği olarak belirlenmeli, toplu taşıma sistemlerinin hızının ve konforunun artırılarak iyileştirilmesi ve yukarıda anılan yenilikçi düzenlemelerin yapılması için adım atılmalı... Bu, Ankara’nın ulaşım altyapısının verimli kullanılması ve sınırlı kamu kaynakları göz önünde bulundurulduğunda 58 TÜRKİYEDE VE DÜNYADA KÜRESEL BUNGUNLIĞUN NEDENLERİ Benim izleyebildiğim kadarıyla, Dünya’da ve ülkemizde yaşanmakta olan iktisadi bungunluğun nedenleri olarak ileri sürülen gerekçeler gerçeği yeterince kapsamamak tadır. Bu nedenle alınmakta olan önlemler beklenen sonucu vermemektedir. Bu olgunun sonucudur ki ; yeni yeni paketler uygulamaya getirilmektedir. İngiltere’deki uygulama ve beklentiler, duruma ilişkin açık bir örnektir. Genel olarak, bungunluğun finansal olduğu kabul edilmekte ve esas itibariyle, finans kurumlarının ve büyük üretici firmaların nakit açıklarını , çeşitli biçimlerde kapatmaya yönelik parasal önlemler düşünülmekte, önerilmekte ve uygulamaya konulmaya çalışılmaktadır. Oysa ki, bana göre, bungunluğun gerçek nedeni: başta 1.3 milyar nüfuslu Çin ile çevresindeki kalabalık fakat gelir ve pek doğal olarak yaşam düzeyi düşük ülkelerin, çoğu kez kaliteyi bile ihmal ettirebilen düşük maliyetli üretimlerinin, başta ABD ve AB olmak üzere, dünya pazarlarını işgal ederek yerel üretimleri boğmasıdır. Uzakdoğu ülkelerinin, çoğu, batılı firmalarının doğrudan veya dolaylı desteği ile gerçekleştirilen çok ucuz ürünlerden oluşan üretimi ve ihracatı karşısında, batılı devletlerin yerel üretimi hızla daralmaya, hatta, tümüyle yok olmaya başlamıştır. Yerli üretim öncesinde, sırasında ve sonrasında yer almakta olan mal ve hizmet üretimleri de, zorunlu olarak, aynı kaderi paylaşmıştır. ip sermaye olduğunu ileri sürer. Üretimlerini, kendi ülkelerindeki işçinin, bir saatlik işçilik bedeli olarak yetersiz gördüğü ücretle, neredeyse bir ay çalışmaya güle oynaya razı ülkelere kaydıran yerel sermaye de kendi ulusal üretim firmalarının dayanılmaz rakibi olmuştur. Ancak, bu uygulamanın yaygınlaşmasıyla, bir süre sonra, yerel üreticilerin bir bölümü, sürecin ilk aşaması olarak: çalışma sürelerini kısmak, çalışma günlerini azaltmak, ücretlerde indirim yapmak gibi önlemlerle direnmeye çalışırken; pek çoğu, doğrudan,eleman azaltmak veya üretimi durdurmak zorunda kalmışlardır. Düşük maliyetli üretim de işlem hacminin genişletilmemesi durumunda, ulusal ekonomi açısından tümüyle sakıncasız bir hal değildir. Bu, para hacminin, ona bağlı ulusal gelirin, sonuç olarak tüketimin azalması demektir. Bir bölümüne yukarıda değindiğimiz: olgular, gelişmeler ve sonuçları, ülkelerinin tüketicisi olan mal ve hizmet üreticilerinin gelirlerinin, pek doğal olarak da harcamalarının düşmesi demektir ve bu, üretimi sınırlayıcı bir diğer, hatta temel baskı unsurudur. Başlangıçta, harcamalardaki marjinal kalemlerin terki ile oluşacak davranış değişikliğinin, öncesinde veya sonrasında, eski birikimlerin kullanımı ile desteklenmesi, sürecin doğal bir aşamasıdır. Finans kurumlarına olan eski veya yeni borçlanmalarda ödemelerin aksaması, bu gelişimin yaratıcısı olarak görülmek gerekir. Çürük finansmanlar, sanal teminatlara dayalı şişirilmiş fon kullanımları da eklenince, en kırılgan iktisadi faaliyet alanı kabul edilen finans sektörü , en erken imdat isteyen kesim olmuştur. Bunun sonucunda , daha şimdiden, bu sektörde ve başta otomotiv sanayi olmak üzere pek çok sayıdaki diğerlerinde, birleşmeler,tasfiyeler, kütleler halinde eleman çıkarmalar hızla gündeme gelmiştir. Türkiye’de ise: yılların artarak gelişen bütçe ve cari açık birikimleri, ucuz mal ithalinin etkilerine eklenmektedir. İthalata bağlı iktisadi faaliyetlerin yarattığı ekonomik gelişme, yerli üretimin tökezlemesinin ve hatta kapaklanmasının etkilerinin vurucu bir şekilde ortaya çıkışını bir ölçüde geciktirmiştir. Uzak doğulu işçinin ücretinin ve yaşam seviyesinin batıya makul bir düzeyde yaklaşmasına kadar, ülkemizdeki ve batı dünyasındaki iktisadi bungunluğun sürmesi, bana göre, gelişmelerin doğal sonucudur. Bu sürecin, kaç “birkaç sene” süreceğini bilebilmek, seçeneklerin çokluğu nedeniyle de hayli güçtür. Nitekim, 2007’in son dönemlerinde, 2008’in, ilk, ikinci çeyreklerinden söz edilirken; “bungunluğun” sona ermesinde, şimdilerde 2010’lu yıllardan söz edilmektedir. Üzerinde yeterince durulmayan, hatta enflasyona etkisi açısından kimilerince memnuniyetle karşılanan bir olgu da ticaret ve üretimdeki daralmanın, zamanla, maliyetleri, dolayısıyla enflasyonu tetiklemesinin kaçınılmazlığıdır. Olasıdır ki, her iktisadi doktrin gibi, liberalizm de küreselleşme ile olumlu etkilerinin doruklarına ulaşmış; ancak, zaman içinde, sağladığı yararlar yanında, bizatihi kendisini kemiren olguları yaratarak, geçerliliğini yitirmeye başlamıştır. Bu durumda, çok uzak olmayan bir gelecekte, insanlığı yönlendiren dönemsel devinimler gereği, ticarette ve üretimde, ulusal sınırlarda yeniden duvarlar oluşturulması şaşırtıcı bir önlem olarak görülmeyecektir. 22 Ocak 2009 Yüksel Çetiner - ycetiner39@gmail.com İstanbul, GALATLAR DÖNEMİNDE ANKARA (ıv) Mehmet ÖZER … Helenistik krallar, “Galat” adının yarattığı korku ve yenilmez Galat savaşçılarının amansız silahları olmadan hiçbir şeyin ne krallıklarını garanti altına alabileceğine, ne de kaybedilen bir şeyin tekrar kazanabileceğine inanıyorlardı. eden Galatlar Roma’yı yenerek aşağı Tuna illerini ele geçirdiler. Üç kola ayrılan Galatların, birinci kolu Makedonya’yı istila etti. İkinci kolu Yunanistan’a doğru yürüyüşünü sürdürdü. Üçüncü kolu (M.Ö. 278-277) boğazlardan Anadolu’ya geçerek, Sakarya ve Kızılırmak nehirleri arasındaki bölgeye üç ayrı kabile olarak yerleştiler. TOLİSTOBOGİ’ler yukarı Sakarya bölgesi olan Gordion (Ankara-Polatlı) Yassı Höyük ve Pessinus’u (Eskişehir-Sivrihisar – Ballıhisar) yurt tuttular. TEKTOSAGLAR Ankara ve Çankırı bölgesine, TROKMİLER Kızılırmak bölgesinde Tavium’a (Yozgat – Büyüknefes Köyü) yerleştiler. Yüzyıllarca bu bölgelerde yaşayan Galatların M.S. 7. yüzyılda varlıklarını tamamen silinmiştir. Galatlar yaşadıkları dönemde üç büyük şehir inşa etmişlerdir. Pessinus bölgesinde oturan Tolistoboglar için Pessinus dinsel bir merkezdi. Kybele rahiplerinin yarısı Frigler’den, diğer yarısı Galatlardan seçiliyordu. Trokmilerin Tavion Şehri önemli bir ticaret merkezi konumundadır. Tektosagların başkenti Ankyra’dır ve Galatlar, Avrupa’nın İspanya, Fransa en önemli merkezdir. Hacı Bayram Camisinin yanında ve Almanya’nın batı bölgelerinde yaşayan halk bulunan tapınak Galatların tanrılaştırıldığı İmparator topluluğudur. Eski yazıtlarda Galatia (Galatlar), Augustus adına Galatlar tarafından yapılmıştır. Galli (Galler), Kelteo (Keltler) olarak anılır. Galatia, Kentin bugünkü adına ilişkin ilk bilgileri Yunanca ve Latincede Galatlar’’ın yaşadığı yer anlamında kullanılmıştır. Pausanias’a göre, Keltler Avrupa’nın kuzeydoğusunda, büyük denizin kıyılarında, topraklarından Eridanos Irmağı geçen, gemiyle gidilmeyecek kadar uzak bir bölgede otururlardı. Platon, Keltleri savaşçı ve haddinden fazla şarap içen halklar olarak tanımlamıştı.Aristoteles, Keltlerin çocuklarına geleneksel olarak verdikleri eğitim ve yasalar uyarınca, bebeklikten itibaren onları çok az giydirerek soğuğa alıştırdıklarını ve her zaman savaş için büyük sayıda askeri kuvvet bulundurdukları, korkusuz ve katı disiplinli olduklarını söylemektedir. (Antik çağ Anadolusu’nun Savaşçı Kavmi GalatlarMurat Arslan) M.Ö. 280 yıllarında Balkan yarımadasını istila 60 Roma döneminde basılan sikkelerde görmekteyiz. Yazar Stephanos, Byzantinos “Coğrafya” adlı kitabında kentin Galatlar tarafından kurulduğunu söylemektedir. Kentin adı Yunanca “ANKYPA” Latince “ANCYPA”dır adına Galat Kralı Pylamenes tarafından yapılmıştır. Augustus Roma İmparatorları içinde tanrılaştırılan ve ve gemi çabası anlamına gelmektedir. Stephanos’un Byzantinos’un aktardığı bilgileri göre, Galatlar Mısır istilasına karşı Pontus Kralı Mithradates (302-265) İttifak kurmuşlardır. İstilaya karşı Pontus’ların yanında savaşan Galat’lar savaşın kazanılmasındaki başarıları nedeniyle ödüllendirilmiş ve Mısır donanması amiral gemisinin çapasını hediye olarak almışlardır. Çapa Ankyra da Men tapınağına sunulmuş, bundan sonra ANKYRA adı daha sıkça anılır olmuş ve sikkelere de ANKYRA adı yazılmıştır. tapınılan tek imparatordur. Tapınağın giriş ve güney duvarlarına Augustus’un yaşadığı dönemdeki askeri ve siyasi zaferleri, olayları, kahramanlıklarını anlatan vasiyetnamesi (Des Gastae Divi Augusti) Latince ve Yunanca olarak Yazar Pausanios’a göre kentin kurucusu yazılmıştır. Augustus Tapınağı, Bizans döneminde Galatlar değil Frig Kralı Gardios’un oğlu Kral eklemelerle kiliseye dönüştürülmüş 15.yy’da Osmanlı Midas’tır. Başka kaynaklarda ise, Ankara isminin İmparatorluğu döneminde ise tapınağın hemen yanına küçük Asya’nın en eski tanrısı olan Men’in adından Hacı Bayram Camisi yapılmıştır. Augustus Tapınağı yıkılmadan yanında cami yapılması hoşgörünün bir geldiğini yazmaktadır. ifadesi olarak değerlendirilmiştir. AUGUSTUS TAPINAĞI Augustus Tapınağı Hacı Bayram Camiinin bitişiğindedir. Tapınak, Friglerin ay tanrısı Men ve Ana tanrıça Kybele’ye adanan bir tapınak üzerine İ.Ö. 25-50 yıllarında yapıldığı bilinmektedir. Ölümünden sonra tanrılaştırılan Roma İmparatoru Augustus 61 şiir seçkisi / Ankara için yazılan şiirler NAZIM HİKMET MEMLEKETİMDEN İNSAN MANZARALARI Tiren yaklaşıyordu ki Etimesut'a birdenbire telsiz istasyonunun antenleri solda çıplak tepelerin arasından (fırlıyormuş gibi yukarı, atlıyormuş gibi ileri) telleri ve potrelleriyle yükseldiler. Onlar bu kibirli, kısır toprağın ortasında İnsan soyunun emeği, aklı ve ümidi gibi güzeldiler. bu toprakta tutunabilmek için Ankara'da bir müteahhit kadar para yemişti herbiri. Mahkum Halil'in böyle düşünmesine rağmen Mahkum Fuat memnundu akasyalardan. Çiftlik kümeslerini geçmişti taksileri çoktan. Etlik bağları gözüküyordu karşıda, solda. Dipte, ilerde Ankara Kalesi. Bu bahar sabahında, asfalt yolda, serin bir su fısıltısı gibiydi lastiklerin sesi. Yumuşak bir şarkı mırıldanıyordu Etimesut'da durdu tiren. Etimesut bir numune köyüdür galiba. motor. Şoförün emrinde makina, Ve bundan dolayı (insanın emrinde hiçbir havyanın numune mekteplerinden kanaviçe olmadığı kadar) örneklerine kadar makina bir cep saati rahatlığıyla bütün numune örnek ve modeller işliyor. gibi yalancı ve ölüydü. Üzerlerine doğru gelip tekerleklerin Muharrir mahkum Halil'in böyle altından kaçan asfalta bakıyor düşünmesine rağmen şoför, yürekte ışıklı halkalar tesviyeci mahkum Fuat beğendi genişliyor, genişliyor. Etimesut'u. Kalktı tiren. Sağda bozkır ağaçlanmıştı. Akasyaydı çoğu. Korkak, kuşkulu ve tereddütlüydüler. Halbuki cesurdur akasyalar ve kanaatkârlıkta geçtikleri halde develeri Ipodrom'a yaklaştılar. ../.. İpodrom'un yanından geçiliyor. Ve yepyeni bir şehir karşıdadır: kibirli ve muzaffer inkâr ederek varoşlarını bozkırın ortasında başıboş bir israfla 62 payda oluveren. Geçiliyor stadyomun yanından: burası hazır elbise gibi bir tuhaf yeni, bir tuhaf ütülü ve şehre değil de camekânda bir mankene giydirilmiş gibi duruyor. (Kitap 2 Bölüm VIII) Haydarpaşa'dan 15:45'de kalkan katar girdi sessizce Ankara Garı'na. Saat sekizi çeyrek geçiyordu (beş dakika rötar). Ankara Gan'na bahar: İstasyon polisinde artan gizli bir telaş, üçüncü mevki bekleme salonunda köylü yapı işçileriyle ve büfesinde göbekli bir marula benzeyen İstanbul hasretiyle gelir. Ankara Garı temizdir, rahattır ve bilhassa yenidir. Fakat mermerlerinin aydınlığına rağmen anlatılması öyle zor (yahut öyle kolay) bir şey vardır ki rüzgârında bağrışılmaz, koşuşulmaz, yüksek sesle gülüşülmez Ankara Gan'nda. O kadar ki kalkacak tirenlerini ses-büyütenlerle haykırdığı zaman boş bulunursa insan şaşırır, başka bir dünyadan sesleniyorlarmış gibi. Mahkumlar indi tirenden bavulları ve jandarmalarıyla. Kelepçeleri vurulmuştu yine. Yürüdüler ilgi uyandırmadan, (yahut uyanan ilgiler belirtilmedi). Yalnız, bir kadın bir kadına: " - Bunlar Alaman casusu," dedi,(sarışındı Süleyman). Mahkumlar yola koyuldular jandarma merkezine doğru (aktarma tirenlerini orda bekleyecekler). Bir köylü hamal taşıyordu bavullarını. Issızdı caddeler: belki erken belki geç belki ölü bir saat, belki duvarların arkasına çekilmiş hayat. Yığın yığın kat kat mermer beton ve asfalt. Ve heykel ve heykel ve heykel, insan yok fakat. Ve sonra bozkır: en beklenmedik yerde ve herşeye rağmen şehrin içine kadar giren, ve sonra derhal toprağın sonsuzluğu... 63 fotoğrafın diliyle: Mülkiye 64 65