AYNA Klinik Psikoloji Dergisi AYNA Clinical Psychology Journal
Transkript
AYNA Klinik Psikoloji Dergisi AYNA Clinical Psychology Journal
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ PSİKOLOJİ BÖLÜMÜ 14 20 1 T: CİL 2 YI: SA AYNA Klinik Psikoloji Dergisi ISS N: 2 14 8-4 37 6 DERGİ AYNA Clinical Psychology Journal KÜNYE DERGİNİN SAHİBİ AYNA Klinik Psikoloji Destek Ünitesi Adına Prof. Dr. Faruk Gençöz EDİTÖR Prof. Dr. Tülin Gençöz YAYIN KURULU (Soyadı alfabetik sıra ile) Yağmur Ar Pınar Özbağrıaçık-Çağlayan Gaye Zeynep Çenesiz İncila Gürol Ayşen Maraş Filiz Özekin-Üncüer DİZGİ-TASARIM N. Gizem Akgülgil HAKEMLER (Alfabetik Sırayla) Psk. Dr. B. Türküler Aka Psk. Dr. Miray Akyunus Öğr. Gör. Dr. İlkiz Altınoğlu-Dikmeer Uzm. Psk. Suzi Amado Yrd. Doç. Dr. Meltem Anafarta-Şendağ Uzm. Psk. Gizem Ateş Uzm. Psk. Yağmur Ar Doç. Dr. Gülbahar Baştuğ Psk. Dr. Ali Bayramoğlu Doç. Dr. Özlem Bozo Uzm. Psk. Canan Büyükaşık-Çolak Doç. Dr. Deniz Canel-Çınarbaş Uzm. Psk. Gaye Z. Çenesiz Yrd. Doç. Dr. Okan Cem Çırakoğlu Uzm. Psk. Talat Demirsöz Öğr. Gör. Dr. Dilek Demirtepe-Saygılı Prof. Dr. Çiğdem Günseli Dereboy Doç. Dr. Gülay Dirik Doç. Dr. Mithat Durak Prof. Dr. Ayşegül Durak-Batıgün Yrd. Doç. Dr. Sine Egeci Prof. Dr. H. Gülsen Erden Yrd. Doç. Dr. Ekin Eremsoy Prof. Dr. Neşe Erol Psk. Dr. Ş. Gülin Evinç Prof. Dr. Faruk Gençöz Prof. Dr. Tülin Gençöz Psk. Dr. Sevinç Göral-Alkan Uzm. Psk. Derya Gürcan Uzm. Psk. İncila Gürol Yrd. Doç. Dr. Bikem Hacıömeroğlu Yrd. Doç. Dr. Olga Selin Hünler Doç. Dr. Sedat Işıklı Uzm. Psk. Gözde İkizer Uzm. Psk. Emine İnan Doç. Dr. Müjgan İnözü Prof. Dr. A. Nuray Karancı Uzm. Psk. Pınar Kaya Doç. Dr. Aylin Koçkar Uzm. Psk. Çiğdem Koşe Uzm. Psk. Bahar Köse Uzm. Psk. Ayşen Maraş Psk. Dr. Özge Mergen Psk. Dr. İrem Motan-Bayraktar Prof. Dr. Ferhunde Öktem Psk. Dr. Öznur Öncül Uzm. Psk. Pınar Özbağrıaçık-Çağlayan Uzm. Psk. Filiz Özekin-Üncüer Psk. Dr. Serkan Özgün Psk. Dr. Nurten Özüorçun Uzm. Psk. İpek Güzide Pur Psk. Dr. Neslihan Rugancı Uzm. Psk. Başak Safrancı Uzm. Psk. Elçin Sakmar Uzm. Psk. Sevda Sarı-Demir Psk. Dr. Dilek Sarıtaş Psk. Dr. Burcu Sevim Prof. Dr. Atilla Soykan Doç. Dr. Çiğdem Soykan Yrd. Doç. Dr. Mehmet Şakiroğlu Doç. Dr. Emre Şenol-Durak Uzm. Psk. Ece Tathan Uzm. Psk. Merve Topçu Yrd. Doç. Dr. Ece Tuncay-Şenlet Doç. Dr. Sait Uluç Uzm. Psk. Duygu Yakın Yrd. Doç. Dr. Özden Yalçınkaya-Alkar Uzm. Psk. Seval Yarış-Bakır Doç. Dr. B. Banu Yılmaz Yrd. Doç. Dr. Adviye Esin Yılmaz Doç. Dr. Orçun Yorulmaz Uzm. Psk. Sema Yurduşen Psk. Dr. Muazzez Merve Yüksell İÇİNDEKİLER Bağımlı Kişilik Örüntüsü ve Terapötik İşbirliği: Şema Odaklı Bilişsel Davranışçı Terapi Uygulaması D. Yakın 1 Kontrol Kaybı Kaygısı ve Kontrol Edilemeyen Panik Bozukluk: Bir Vaka Örneği Ö. Öncül 14 Psikopatoloji, Hasta ve Terapist Bağlamında Altı Temel Duygudan Korkunun İncelenmesi S. Akça, B. Z. Şengül, T. Uyar 23 Mutluluğu Ararken: Teorik Yaklaşımlar ve Psikoterapiye Yönelik Çıkarımlar İ. Demirok, Y. Şimşek, Y. Süsen 40 Haset ve Psikopatoloji İlişkisinin Film Örnekleriyle Ele Alınması F. Canbolat 55 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 1-13 Duygu Yakın Bağımlı Kişilik Örüntüsü ve Terapötik İşbirliği: Şema Odaklı Bilişsel Davranışçı Terapi Uygulaması Uzm. Psk. Duygu Yakın Orta Doğu Teknik Üniversitesi, Psikoloji Bölümü Özet Bağımlı kişilik örüntüsü (BKÖ) klinikte tedavi gören danışan örnekleminde oldukça yaygındır. BKÖ gösteren kişilerde diğerlerine aşırı güvenme, yetersizlik hisleri, zedelenmiş özerklik ve yapışkan davranışlar görülebilir. Hali hazırda sağlanan bakımı sürdürebilmek için duygusal açıdan bakım veren kişilere yönelik itaat davranışları görülebilir. Öte yandan, bu kişiler temel ilişkilerini tehlikede hissettiklerinde oldukça girişken ve iddialı davranışlarda da bulunabilirler. Kişilik bozuklukları perspektifinden bakıldığında da, C grubu bozukluklar genellikle psikoterapiye daha iyi cevap verirler. Bu grubun içerisinde de bağımlı kişilik bozukluğuyla yürütülen çalışmalar daha iyi tedavi sonuçlarına işaret etmektedirler. Ancak, farklı tedavi yaklaşımlarının bağımlı kişilik bozukluğunu tedavi etmedeki etkililiklerine yönelik araştırmalar kısıtlıdır. Bu çerçevede, bağımlı kişilik bozukluğu veya örüntüsüne sahip kişilerin tedavisinde hangi spesifik tekniklerin etkili olduğunun araştırılması önem kazanmaktadır. BKÖ’ne yönelik şema terapi modelleri, şemalarla ilişkili bilişler ve şema modları çerçevesinde,terapötik ilişkiyi ele almanın terapi sürecinde temel amaç oluğunu vurgulamaktadır. Bu yüzden mevcut vaka analizinde, bağımlılığın spesifik yönlerinin ve terapötik ilişkide bu yönlerin nasıl kendisini gösterdiğinin klinik deneyim ve mevcut yazın çerçevesinde incelenmesi amaçlanmıştır. Yazından elde edilen bilgiler, daha kapsamlı bir içerik sunabilmek için bağımlı kişilik bozukluğu tanısı alan 43 yaşındaki bir kadın danışan üzerinden tartışılmıştır. Anahtar kelimeler: Bağımlı kişilik örüntüsü, terapötik ittifak, şema odaklı bilişsel terapi ISSN: 2148-4376 1 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 1-13 Duygu Yakın Bağımlı Kişilik Örüntüsü ve Terapötik İşbirliği: Şema Odaklı Bilişsel Davranışçı Terapi Uygulaması Bağımlılık; cinsiyet, kültür ve etnik kökenden bağımsız olarak her insan tarafından paylaşılan evrensel bir deneyimdir ve çocukluk yaşantılarının yanı sıra, yetişkinlik döneminde de insan ilişkilerinde önemli bir rol oynamaya devam etmektedir (Bornstein, 1992). Ancak, bağımlılık aşırı düzeye ulaştığında, patolojik hale gelir ve işlevsellikte bozulma ve kişilerarası ilişkilerde sorunlara sebep olabilir. Bu açıdan, aşırı bağımlılık ve itaatkar davranışlar BKÖ ile ilişkilendirilmektedir (Beck, Freeman, ve Davis, 2003; Sperry, 2003). Tanısal açıdan bakıldığında, DSM-IV- TR’ ye göre bağımlı kişilik bozukluğu (BKB), kişinin hayatına yoğun stres getiren ve işlevselliğini bozan, itaatkar ve yapışkan davranış örüntüsüyle sonuçlanan yoğun bakım ihtiyacı ve ayrılma kaygısına karşılık gelmektedir (American Psychiatric Association, 2000). BKB kaçıngan ve obsesif-kompulsif kişilik bozukluğu ile birlikte kaygılı ve korkulu grup olarak belirlenen C grubu kişilik bozuklukları dahilindedir. Seligman ve Reichenberg’e göre (2007) BKB’ nin sıklığı kişilik bozukluğu örnekleminde %14, normal örneklemde ise % 2, 5 civarındadır (aktaran, Faith, 2009). Borstein (2004) ilgili araştırmaları gözden geçirmiş ve bu çerçevede aşırı bağımlılığı eksen birde depresyon, kaygı, yeme bozukluğu ve somatizasyonla, eksen ikide ise sınır kişilik bozukluğu, histriyonik ve kaçıngan kişilik bozukluluklarına yönelik riskle ilişkilendirilmiştir. BKB’ nin kadınlarda daha sıklıkla görüldüğü düşünülse de, bu bulgu sadece öz-bildirim ölçeği kullanan araştırmalarda geçerlidir. Projektif ölçek araştırmalarında cinsiyet farklılığı gözlenmemektedir. Buradan hareketle, öz-bildirim ölçeği araştırmalarında gözlenen farklılık kültürün desteklediği toplumsal beklentilere atfedilmektedir (Bornstein, 1992; Sperry, 2003). Bağımlı kişiler doğru karar verme yetisinden yoksun olduklarına inanırlar. Bu yüzden, yetişkin hayatının gereklerini yerine getirebilmek için güçlü birine güvenme ihtiyacı içerisindedirler ve bu kişinin yanlış davrandığını düşünseler dahi, reddedilme veya terk edilmenin yaratacağı yoğun kaygıdan kaçınmak için tam bir itaat içerisinde bulunurlar. Genellikle özgüven problemleri vardır ve kendilerini başarı ve becerileri için takdir etme yetisinden yoksundurlar (Arntz, 2012; Beck, Freeman, ve Davis, 2003). Öte yandan, BKB’ nin DSM-IV TR’de belirtilen tanısal ölçütleri büyük ölçüde eleştirilmektedir. Arntz’a (2012) göre bu ölçütler, hem duygusal hem de işlevsel bağımlılığa yönelik belirtileri içermektedir. Oysaki, bu iki tür bağımlılığın kökenleri arasında belirgin farklılıklar bulunmaktadır. BKB’ye sahip kişiler daha az işlevsel bozulma gösterdiklerinden, sayıları normal örneklemde oldukça fazladır (Faith, 2009; Sperry, 2003). Bu yüzden, Skodol ve arkadaşlarına göre (2011), DSM-V’ in kişilik ve kişilik bozuklukları çalışma grubu, BKB’ nin gelecek basımlarda tanısal kategori olmaktan çıkarılmasını ve kaygı, itaatkarlık ve ayrılma kaygısı ekseninde yeniden tanımlanmasını uygun görmüştür (aktaran, Bornstein, 2012). Bu yüzden bireyin kişiliğini bağımlı olarak tanımlamak yerine bağımlı davranışları belirleyip etiketlemek daha uygun görülmektedir (Mitchell, 2008). Mevcut vaka analizinde de, çalışılacak sorunlar kaygı, itaatkar davranışlar ve ayrılma kaygısı ekseninde kavramsallaştırılmış ve tedavi planı bu özelliklere ilişkin mod çalışması ve imajinasyon gibi tekniklerin kullanımını içerecek şekilde oluşturulmuştur. Bu yüzden, BKB’nin tanısal ölçütlerine ISSN: 2148-4376 2 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 1-13 Duygu Yakın yönelik eleştiriler göz önünde bulundurularak, mevcut vakanın da BKB’den ziyade BKÖ profili kapsamında değerlendirilmesi uygun görülmüştür. Borstein (1992, 1993, 2011), bağımlılığın gelişimini farklı teorik modeller açısından incelemiş ve ebeveyn-çocuk ilişkisinin bağımlılığın gelişiminde en önemli belirleyici olduğunu belirtmiştir. Buna göre otoriter ve katı bir şekilde aşırı koruyucu ebeveynlik, bağımlılık düzeyindeki artışla ilişkili bulunmuştur. Bu durumun çocuğun öz-yeterlik hissini etkileyeceği, bağımsız davranışın cezalandırılması ve bağımlılığın pekiştirilmesi sonucu çocuğun özerklik kazanmasının engelleneceği ve çocukların kendilerini işe yaramaz ve yetersiz olarak değerlendirmeyi öğrenecekleri vurgulanmıştır (Arntz, 2012; Bornstein, 2011). Yanı sıra, çocukluktaki duygusal istismar da yetişkinlikteki bağımlılıkla ilişkilendirilmektedir. Ebeveynlerinin en iyisini bildiğini düşünen çocuklar, yetişkin hayatlarında da kendilerine neyin doğru olduğunu söyleyecek güçlü birisine ihtiyaç duyma riski altındadır (Arntz, 2012). BKB’ nin tedavisine yönelik nitelikli araştırmalar kısıtlı olsa da, olumlu sonuçlar belirten farklı tedavi yaklaşımları bulunmaktadır. Diğer kişilik bozukluklarına göre BKB tedavisinin daha kısa sürdüğü ve daha sorunsuz geçtiği belirtilmektedir (Sperry, 2003). Kişilik bozukluklarının tedavisinde pratik ve etkili bir yöntem olarak bilinen bilişsel davranışçı tedavi yaklaşımı, bağımlı kişilik özelliklerinin tedavisinde makul ölçüde ilerleme sağlamakta ve farklı belirti gruplarına yönelik bütünleşik tedavi paketleri sunmaktadır (Beck, Freeman,ve Davis, 2003; Bornstein, 2004; Matusiewicz, Hopwood, Banducci veLejuez, 2010). Bunların arasında şema terapi, kişilik bozukluklarında görülen katı özelliklerden kaynaklı uzun süreli sorunların tedavisine yönelik alternatif sunmaktadır ve uzun süreli sorunlar için daha kapsamlı bir kavramsallaştırma ve tedavi planı oluşturabilmek amacıyla erken dönem olumsuz şemalarla çalışmayı önermektedir (Sperry, 2003; Young, Klosko ve Weishaar, 2003; Rafaeli, Bernstein ve Young, 2011). Son dönemde, kişilik problemleriyle çalışan terapistler şemalar yerine şema modlarıyla çalışmanın daha etkili olduğunu belirtmektedirler. Kişinin hayatı boyunca görece daha istikrarlı olan şemaların aksine, modlar belirli bir zaman içerisinde ağır basan duygusal durum, şema ve başa çıkma tepkilerinin bütününü ifade etmektedir (Rafaeli, Bernstein ve Young, 2011). Bağımlı kişilik ekseninde şema terapi süreci, çoğunlukla söz dinleyen teslimci mod üzerine yoğunlaşmaktadır. Bu mod kişinin çaresizlik hislerinden kaynaklı olarak kendisinden güçlü algıladığı bireylere karşı itaatkar davranışlarını içermektedir. Bu modda, mevcut ilişkiyi korumak ve terk edilmekten kaçınmak amacıyla, birey otorite figürlerinin talep ettiği her şeye uyum göstermekte ve tam bir teslim sergilemektedir(Arntz, 2012; Young, Klosko ve Weishaar, 2003). Çocuk modlarından, bağımlı çocuk modu aktif olduğunda, kişi kendisine hayatın getirdiği sorularla ilişkili pratik çözümler sunacak güçlü bir yardımcının yokluğunda paniklemektedir. Benzer şekilde, terk edilmiş/ istismar edilmiş çocuk modu da genellikle duygusal istismar yaşantılarından kaynaklı reddedilme ve terk edilme korkularıyla ilişkilendirilmektedir. Son olarak, hataları için kişileri sürekli rahatsız eden içselleştirilmiş cezalandırıcı ve eleştirel ebeveyn modlarının varlığı gözlenmiştir. Sağlıklı yetişkin modunun ise zayıf olması beklenmektedir (Artnz, 2012; Bamelis ve ark., 2011). Şema terapi uygulanırken şemaların varlığı ve modların isimlendirilmesi kişinin şema ölçeklerinden aldığı puanlamalara göre yapılmaktadır. Bağımlı kişilik danışanlarının diğer kişilik bozukluğu danışanlarına göre psikoterapi için daha uygun olduğu belirtilse de, bu alandaki çalışmalar oldukça kısıtlıdır (Faith, 2009). Bu yüzden, mevcut çalışmanın amacı bağımlı kişilikte şema terapinin kullanılmasına yönelik klinik veri sağlamak ve vaka örneği olarak Bayan B.’nin çocuk modlarına giden yolda buzdağının görünen yüzü olan ilişkisel problemleri tanımlamaktır. Bayan B., 43 yaşındadır ve bir şirkette çalışmaktadır. İyi bir kariyeri vardır ve pek çok iş teklifi almaktadır. Kliniğimize, ilişki problemleri yüzünden yaşadığı depresif belirtilerin ISSN: 2148-4376 3 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 1-13 Duygu Yakın endişelendirdiği eşi tarafından yönlendirilmiştir. Beş yıldır evli olduğu eşiyle uzun süredir iletişim problemleri yaşadığını ve görüşmeye gelmeden 2 yıl önce başlayan bir evlilik dışı ilişkisinin olduğunu ifade etmiştir. İlk görüşmeler süresince oldukça gergin gözüken Bayan B.’nin kolaylıkla duygusallaştığı ve sık sık ağladığı gözlenmiştir. Bayan B.’nin kendisini hiçbir işi beceremeyen biri olarak gördüğü ve eşi tarafından yalnız bırakılmaktan korktuğu öğrenilmiştir. Eşi hakkındaki düşüncelerini “Onsuz ben ne yaparım? Bana kim bakar? O olmadan terapiye bile gelemem!” şeklinde özetlemiştir. Öte yandan, eşiyle cinsel problemlerinin olduğunu, eşinin politik görüşlerinden hoşlanmadığını ve artık eşini sevmediğini de eklemiştir. Evliliği ailesinin yoğun ısrarları yüzünden gerçekleştiğinden, aslında eşini daha önce sevip sevmediğini de değerlendiremediğini ifade etmiştir. Çocukluktan beri sık sık böyle depresif hissettiği dönemler olduğunu da eklemiştir. Bayan B.’nin annesi neyin nasıl yapılması gerektiğine yönelik katı kuralları olan duygusal açıdan donuk, kuralcı bir kadındır. Bayan B.’nin işleri tek başına yürütebilecek kadar yeterli olmadığını düşündüğünden, genellikle deneme yanılma yoluyla öğrenmesine fırsat tanımamış, her şeyi onun için hazır etmiş ve en ufak hatada da onu cezalandırmıştır. Bayan B.’nin babası çocuklarının başarılarıyla yakından ilgilenen hırslı ve çalışkan bir adamdır. O da duygularını göstermekten hoşlanmadığı için stresle ilişkili somatik rahatsızlıklardan yakınmaktadır. Bayan B.’nin ebeveynlerinin mesajların dolaylı olarak iletilmesini içeren psikolojik kontrol mekanizması kullandığı izlenimi edinilmiştir. Bu, depresyon ve kaygı belirtilerinde artışla ilişkilendirilmektedir (Soenens, 2007). Böylelikle, cezalandırıcı ve eleştirel ebeveyn modlarının içselleştirilmiş ebeveyn figürlerinin varlığıyla açıklanabileceği düşünülmüştür. Özetle, ailede duyguların ifadesi katı bir şekilde cezalandırılırken Bayan B.’nin kendisine yönelik negatif düşünceleri desteklenmiştir. Bayan B., kendisini hep bakıma muhtaç, yetersiz biri olarak gördüğünü belirtmiştir. Ergenliğinden beri her zaman ona göz kulak olacak birilerinin olduğunu ve ne zaman reddedilmeye yönelik bir işaret algılasa, başka bir ilişkiye yöneldiğini ve önceki ilişkisinin de bu aldatma sonucu bittiğini ifade etmiştir. Ayrılık tehlike arz ettiğinden, ilişkisi bittiğinde güvenecek yeni insanlar arama eğilimindedir. Bayan B.’nin gerçek ya da hayali bir terk edilmeden kaçınmak için istismar edici ilişkilerinde dahi itaatkar davrandığı gözlenmiştir. Kendisini ifade edemediğinde kusma, baş ağrısı, burun kanaması gibi bedensel belirtiler gösterdiğini belirtmiştir. Terapötik İlişki ve Şema Terapi Son yıllarda yapılan çalışmalar terapötik ittifakın özellikle terapinin erken dönemlerinde ilerleme kaydedebilmek için önemli kavramlardan biri olduğu konusunda hemfikirdir (Diener ve Monroe, 2011; Lingiardi, Filippucci ve Baiocco, 2005; Martin, Garske ve Davis, 2000; Rector, Zuroffve Segal, 1999; Strauss ve ark., 2006). Terapötik ittifak kavramı, psikoanalizin erken dönem kavramlarından biri olsa da, pek çok araştırmacı farklı teorik çerçevelerden ittifakın önemine değinmiştir. Bunlar arasında, Bordin (1979) terapötik ittifak kavramını ilk kez bütün psikoterapi yaklaşımlarına genellenebilecek şekilde yeniden kavramsallaştırmıştır. Buna göre terapist ve danışan terapideki görevler, terapinin amaçları, ve terapist ile danışan arasındaki karşılıklı güveni yansıtan duygulanımsal bağ konusunda hemfikir olmalıdırlar. Bu özelliklerin bilişsel terapiyi de içeren pek çok terapi yaklaşımına genellenebileceği öngörülmüştür. Bilişsel terapi yazınını gözden geçiren çalışmalar, değişim sürecinde terapötik ittifakın herhangi bir teknik bileşen kullanımından çok daha etkili olduğu konusunda uzlaşmaktadır. Lambert ve arkadaşları (1986) terapötik ilerlemedeki varyansın %45’inin ilişkisel faktörler tarafından açıklandığını öne sürmektedir. (aktaran, Rector, Zuroff ve Segal, 1999). Yanı sıra, iyi bir terapötik ilişkinin uygulanan teknik ISSN: 2148-4376 4 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 1-13 Duygu Yakın bileşenin etkisini de arttıracağı belirtilmiştir. Bu çerçevede, terapötik ittifakın güçlü kurulduğu bir ilişkinin bilişsel yeniden yapılandırma üzerinde olumlu etkileri olacağı ve çocukluktan kalan cezalandırıcı içselleştirilmiş figürlerin etkisinin terapistle kurulan sağlıklı bağlanma sonucunda azalacağı ifade edilmektedir (Rector, Zuroff ve Segal, 1999; Strauss ve ark., 2006). Öte yandan, bu kadar kapsayıcı bir kavram fikri ampirik çalışmalarla ilişkili olmayan yaklaşımların dahi dikkatini çekmiştir (Safran ve Muran, 2006). Böylelikle, bu alandaki araştırmalarda yoğun bir artış meydana gelmiş ve kavram farmakolojik yaklaşımda dahi “farmakoterapik ittifak” olarak yerini almıştır (Bender, 2005). Bu çerçevede, Safran ve Muran (2006), bu kavramın çağdaş araştırmacılar tarafından aşırı kullanımına dikkat çekmekte ve aşırı büyütülmesi konusunda uyarmaktadır. Buna göre, ampirik çalışmalarla yeni ölçüm araçları geliştirmek yerine, terapötik ilişkinin değişim sürecindeki yerini belirlemenin asıl amaç olması gerektiğini savunmaktadırlar ki, bu da mevcut vaka analizinin ana hedeflerindendir. Öte yandan eğer terapötik süreçte kaçınılmaz bir şekilde meydana gelen bozulmalar görüşme içerisinde etkili bir şekilde ele alınmazsa, bu durum erken sonlanmalara neden olabilir. Bu yüzden terapötik ittifakta meydana gelen bozulmayı ele almak önem kazanmaktadır (Bender, 2005; Soygüt, 2004; Strauss ve ark., 2006). Bu durum Shafran ve Muran (2006) tarafından ittifakta bozulma olarak adlandırılmış ve küçükten büyüğe uzanan bir boyut üzerinde tanımlanmıştır. Baillargeon ve arkadaşları (2012) bu konudaki yazını gözden geçirmiş ve bozulmanın uygun şekilde ele alındığında mevcut ilişkiyi güçlendirebileceği sonucuna varmışlardır. Bozulmanın varlığı doğası gereği bozulabilecek bir ittifakın var olduğuna işaret ettiğinden, ittifakta bozulma yaşanan terapilerin daha olumlu sonuçlanması beklenmektedir. Danışanlarla açık ve empatik bir ilişki kurabilmek hem bilişsel terapinin hem de şema terapisinin temel amaçlarından biridir (Vreesewijk, Broersen ve Spinhoven, 2012). Şema terapide, terapi ilişkisi değişim sürecinde önemli bir unsur olarak kabul edilmektedir ve terapötik ilişkinin kendisi bir terapi tekniği olarak kullanılmaktadır. Shafran ve Muran (2006)’nın görüşleriyle paralel olarak, şema terapide de terapistlerin şema tetikleyici olayların ipuçlarına dair hassasiyet göstermesi ve danışanlarla ilişkilerini ele alabilmeleri desteklenmektedir. Yanı sıra, şemanın tetiklenmesi kaçınılması gereken bir durum olarak belirtilmemekte, hatta şemalar tetiklendiğinde bu durumun terapist tarafından da körüklenmesi ve terapötik ilişkide bu durumun ele alınması önerilmektedir. Bu şekilde şema bağlantılı döngülerin belirlenmesi için terapi ilişkisinin güvenli yer olarak kullanılması ve terapistin“şimdi ve burada”ya odaklanarak ittifakta bozulmayı ele alması desteklenmektedir. Böylelikle, terapist mevcut ilişki deneyimleriyle, bunlara etki eden çocukluk yaşantıları arasında köprü kurmayı amaçlar (Rafaeli, Bernstein veYoung, 2011; Young, 1994). Şema terapide terapötik ilişki kavramı iki önemli teknik üzerine kuruludur. Bunlar empatik yüzleştirme ve sınırlı yeniden ebeveynliktir. Şema terapinin ana odağı insanlara çocuklukta karşılanmamış ihtiyaçlarıyla baş etme konusunda yardımcı olmaktır. Bu yüzden, uygun sınırlar içerisinde danışana bu ihtiyaçları sağlamayı hedefleyen sınırlı yeniden ebeveynlik kavramı en önemli tekniklerden biridir. Terapötik ilişki danışan için güvenli yer olmasının yanında, değişimin öneminin de vurgulandığı ve danışanın gerçekliği objektif bir şekilde değerlendirdiği bir ortam olmalıdır. Bu yüzden empatik yüzleştirme şema davranışlarını devam ettiren örüntülerin, bunların sebeplerine yönelik empatik bir anlayışla danışana gösterilmesini hedefler. Buradaki temel amaç hem şefkatli, hem de objektif olabilen, samimi ancak oldukça açık bir üsluba sahip olmaktır (Young, Klosko ve Weishaar, 2003). BKÖ’nün Şema Odaklı Bilişsel Terapi Uygulamasında Terapötik İlişki Diğer kişilik bozukluğu gruplarına göre, C grubu hastaları, daha az problemli, daha kolay ISSN: 2148-4376 5 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 1-13 Duygu Yakın tedavi edilebilir ve ilişki kurması daha kolay danışanlar olarak kabul edilirler. Ancak, ilişki kurmak bu danışanlarla da oldukça zorlayıcı olabilmektedir (Arntz, 2012; Lingiardi, Filippucci ve Baiocco, 2005; Vreeswijk, Broersen ve Spinhove, 2012). Kişilik örüntüsüyle ilişkili problemler söz konusu olduğunda, ittifakta bozulma çok daha güçlü hissedildiğinden, bu bozulmanın ele alınması önem kazanmaktadır (Mitchell, 2008). Süregelen klinik görüşün aksine, Borstein (2012) bağımlılığın pek çok terapistin algıladığından çok daha karmaşık bir kavram olduğunu ve bu danışanlarla daha etkili çalışabilmek için terapistlerin bağımlılığın bütün yönlerini kapsayan hatasız ve incelikli bir bakış açısının olması gerektiğini savunmaktadır. Bağımlı danışanların teslimiyetçi özellikleri terapinin başlangıcında ittifakı kurmayı kolaylaştırmaktadır. Teslimiyetçi özellikler danışanların içsel deneyimleriyle ilişkili olarak kendilerini tanımlamalarını zorlaştırsa da, bu kişiler teslimiyetçiliği bakım görmenin bir yolu olarak değerlendirmektedirler (Bender, 2005). Terapi ilişkisinde de bu tarz davranışlar terapist hasta etkileşiminin görece daha az olduğu klasik psikanalizdense, ilişkiselliğin ve iletişimin yoğun olduğu içgörü odaklı terapilerde görülmektedir (Bornstein ve Bowen, 1995). Hatırı sayılır bir çoğunluk, kişilik bozukluklarıyla çalışırken yaşanan güçlüklere işaret etmektedir. Bu anlamda, bilişsel terapinin aşil topuğu, ittifakta bozulmaları ele almaya yeteri kadar önem göstermeyişi olarak kabul edilmektedir. Bu yüzden, bilişsel terapinin içerisinden görüşme sırasında terapötik ilişkinin ele alınmasını kapsayan yeni teoriler gelişmiştir (Soygüt, 1999). Bağımlı kişiliğin karmaşık yapısı göz önünde bulundurulduğunda, bütünleşik yaklaşımların klinik uygulamada daha etkili olacağı belirtilmektedir (Bornstein ve Bowen, 1995; Bornstein, 2004). Buradan hareketle, şema terapi terapötik ittifakın da bir teknik olarak kullanıldığı bütünleşik bir yaklaşım olarak değerlendirilmiştir. Daha spesifik olarak, şema terapininin bakış açısından bakıldığında bağımlı kişilik örüntüsüne yönelik modelinde, daha önce bahsedildiği gibi, söz dinleyen teslimci mod, bağımlı çocuk mod, terk edilmiş/ istismar edilmiş çocuk mod, cezalandırıcı ve eleştirel ebeveyn modunun gözlenmesi ve çalışılması gereken olası modlar olduğu bilinmektedir. Buna paralel olarak Bayan B.’ye uygulanan değerlendirme yöntemleri sonucunda Bayan B.’nin yüksek puan aldığı şemalar sırasıyla iç içe geçme/bağımlılık, cezalandırılma ve onay arayıcılık şemalarıdır. Bununla birlikte terk edilme ve duyguları bastırma şemalarında da yüksek puan verilen maddeler bulunmaktadır. Buradan hareketle, Bayan B.’nin, terk edilmiş/ istismar edilmiş ve bağımlı çocuk modları ve bunlarla baş etmek için geliştirdiği bir söz dinleyen teslimci modu olduğu düşünülmüştür. Bayan B.’nin kendisini oldukça bağımlı ve muhtaç algıladığı, otorite figürlerince istenir davranışları uyguluyor oluşu, bu gereklilikleri yerine getirme konusunda başarısız olduğunda kendisine yönelik ağır eleştiriler yapıyor olmasıyla birlikte düşünüldüğünde, değerlendirme sonuçlarının klinik gözlemle ve mevcut yazınla tutarlı olduğu izlenimi edinilmiştir. Tedavi sürecinde de, sınırlı yeniden ebeveynlik şema terapide yapılan pek çok müdahaleye temel oluşturan bir ilişkisel teknik olarak kabul edilmektedir (Rafaeli, Bernstein, Young, 2011). Bu yüzden terapinin başından itibaren terapötik ittifaka yönelik ipuçlarına dikkat edilmesinin önemine değinilmektedir. Daha önce de belirtildiği gibi, genellikle bağımlı danışanlarla ittifaka yönelik ilk izlenim olumludur. Bayan B.’nin de ilk birkaç seans süresince oldukça özenli davrandığı ve tedavi sürecine oldukça yatırım yaptığı izlenimi edinilmiştir. Seans için programlarını iptal ettiğini ya da tatilini erken kestiğini belirten Bayan B.’nin, terapistinin hemen her yorumunu onayladığı ve sıklıkla terapistin becerilerini övdüğü gözlenmiştir. Terapötik ittifak terapi sürecinin yordanması açısından kritik bir öneme sahip olsa da, erken dönemde kurulan terapötik ittifak, terapistin hastayı daha girişken bir rol alması için cesaretlendirmeye çalışmasıyla hızlıca zayıflayabilir. Danışanlar, değişmek için bağımsız olarak bir şeyler yapmaları gerektiğini farkına vardıklarında, tek başına bırakıldıklarını düşünebilir ve bununla ilişkili kaygı ve depresyon belirtileri sergileyebilirler (Beck, Freeman ve Davis, 2003). ISSN: 2148-4376 6 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 1-13 Duygu Yakın Bağımlı kişilik özelliklerine sahip danışanlar, sınırlı yeniden ebeveynlikte de değinilen yeterince iyi ebeveynden ziyade, kendileriyle ilgilenecek tüm güçlü birini ararlar. Bu yüzden karar verirken genellikle terapistlerin fikrini öğrenme konusunda ısrarcıdırlar ve verdikleri kararlara yönelik de geribildirim beklerler. Bu verilerle tutarlı olarak, Bayan B. davranışlarına yönelik terapistinden sürekli geribildirim beklediği, ne yapması gerektiği konusunda kendisini yönlendirmesini istediği ve terapistin yönlendirici olmayan davranışlarını zorlayıcı bulduğu gözlenmiştir. Bayan B. “Terapistlere artık danışanlarına ne yapacaklarını söyleme hakkı verilmeli” diyerek bu tavrı şakayla karışık eleştirmiş ve durumdan duyduğu rahatsızlığı dile getirmiştir. Terapistin yönlendirici davranmayıp tarafsız kalması bekleneceği üzere, danışanlarda engellenmişlik yaratabilir (Bornstein, 1993). Yanı sıra, bu kişiler görünürde terapistle işbirliği içerisindeyken, terapistin onaylamayacağından ve kendilerine yabancılaşabileceğinden korktuklarından pek çok kişisel bilgiyi saklayabilirler (Bender, 2005). Bayan B.’de, terapi sırasında ağlamak gibi hata olarak gördüğü ufak davranışlarda dahi kendisini cezalandırmaktadır ve sonradan anlaşıldığı üzere, evlilik dışı ilişkisiyle ilgili yargılanacağını düşündüğü ayrıntıları terapistinden uzun süre gizlemiştir. Bağımlı danışanların olumsuz duyguların ifadesi söz dinleyen teslimci mod tarafından ketlendiğinden, bağımlı kişiler ebeveynlerinin davranışlarını eleştirmeyi oldukça zor bulurlar. Bunun yerine kendilerini mağdur konumuna koyup güçsüzleştirir ve düzeltici deneyimler yaşamak için çabalamaktansa, bu konuma hapsolurlar (Arntz, 2012). Buna paralel olarak Bayan B. özellikle terapinin başlarında, ebeveynleri hakkında konuşmak için isteksiz gözükmekte ve kusurlu olduğuna inandığı için “kendi başarısızlıklarından başkalarını sorumlu tutmanın” yersiz olduğunu belirtmekte, bu yüzden enerjisini daha üretici alanlara kullanmak yerine genellikle kendine acımaktadır. Overholser’ın (1997) benzer bir vakasında, bu durumda terapistin danışana mevcut başa çıkma şeklinin (şema terapi dahilinde şema devamının) altta yatan bağımlı ve zarar görebilir yapının değişiminde etkili olmadığını göstermesi desteklenmektedir. Böylelikle, güçlü bir figür olarak terapiste güveniyor olmanın da daha önce başarısız olduğunu deneyimlediği şemayı devam ettiren başa çıkma tarzıyla benzeştiğinin altı çizilmelidir (Young, Klosko ve Weishaar, 2003). Overholser’a (1997) göre terapistler, danışanlarının kendilerine acımayla ilişkili olumsuz hislerini azaltmak için sosyal destek sağlamaktansa, bu hislerin sağlıklı bir şekilde tolere edilmesi, mutlu ve güvende hissetmek için başkalarına değil, kendilerine güvenmenin öneminin anlaşılması üzerine çalışmalıdırlar.Bu yaklaşım, şema mod çalışmasındaki sağlıklı yetişkin modunun güçlendirilmesiyle paralellik göstermektedir. Bu anlamda, tedavi sürecinde Bayan B.’nin kaçınma ve telafi gibi işlevsel olmayan başa çıkma mekanizmaları, uyumlu çocuk, kırılgan çocuk ve eleştirel ebeveyn gibi farklı modlar çerçevesinde ele alınmış ve sağlıklı yetişkin modunun güçlenmesine yönelik rol oynama çalışmaları yapılmıştır. Beck ve arkadaşlarına (2003) göre, siyah-beyaz düşünme bağımlı kişilik örüntüsüne sahip danışanlarının en önemli bilişsel çarpıtmalarından biridir. Bu kişiler, diğerlerini idealize etme ve kendi becerilerini küçümseme eğilimindedirler. Bu yüzden, ilişkileri kaybetmek tamamen felaketleştirilir. Bağımlı kişiler genellikle daha uyumlu stratejiler kullansalar da kendileri için önemli ilişkileri tehdit altında hissettiklerinde bu stratejileri çok daha girişken ve yıkıcı davranışlarla değiştirme riskleri vardır (Bornstein, 2012). Tahmin edilebileceği gibi, bu dinamik, terapi ilişkisi açısından oldukça önemlidir. Bağımlı danışanlar, kendilerini çoğunlukla tam bir başarısızlık abidesi olarak algıladıklarından, terapistin hastayı kurtarma dürtüsü altında ezilmemesi önemlidir. Bayan B.’nin terapi ve terapistin süpervizyon sürecinde de, bahsi geçen temalar oldukça belirgin şekilde gözlenmiştir. Seanslar ilerledikçe, terapist süpervizyon yardımıyla Bayan B.’ye diğer danışanlarına göre daha hassas ve özverili davrandığını ve Bayan B.’nin “böylesi yetersiz bir danışan” olmanın ikincil kazançlarını yaşadığını fark etmiştir. Terapist bu süreçte kendini feda şemasının oldukça aktif hale geldiğini ve kendi karşı bağımlılık süreçleriyle ISSN: 2148-4376 7 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 1-13 Duygu Yakın desteklendiğini, danışanın sıklık ve süreyle ilişkili taleplerini karşılamak için yoğun bir çaba içerisinde olduğunu, bu çerçevede de kendi dinamiklerinin danışanı olduğundan daha kırılgan olarak değerlendirmesine sebep olduğunu süpervizörünün geribildirimleriyle fark etmiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere, terapistlerin danışanlara karşı duygu ve davranışlarını kontrol edebilmesi için kendi şemalarının farkında olmaları gerekir. Dahası, danışanın özerklik kazanması zaman alacağından, terapist bu durumun yaratacağı engellenmişlik hissinden de kendisini korumalıdır (Beck, Freeman ve Davis, 2003).Bu anlamda terapistin şemaları da terapötik ittifakta bozulmaya yol açabilen önemli belirleyicilerdendir. Nord, Högert ve Eckert’in (2000) görüşlerine göre terapistlerin sadece %20’sinin güvenli bağlanma stiline sahip olduğu düşünüldüğünde, terapistin şemalarının bağımlılıkla ilgili konularda sıkıntı yaratması olası gözükmektedir (aktaran,Soygüt, 2004). Örneğin danışanın bağımlılığının aşırı olarak değerlendirilmesi terapistin yakınlıkla ilişkili sıkıntılarından kaynaklanabilir (Borstein veBowen, 1995). Benzer şekilde, Vane (2002) bağımlılıkla çalışırken terapistin örüntüleriyle ilişkili olabilecek konuları şema teorisi çerçevesinde ele almış ve terapistin kendi şemalarına yönelik iç görü kazanmasının duygusal materyali konuşmaktan kaçınmak ya da bağımlılıkla ilişkili materyalleri hatırlamakta zorlanmak gibi terapötik ittifakta kırılma yaratabilecek durumları önlediği sonucuna varmıştır. Önemli bir diğer bulgu da, terapistin kendi şemalarının ancak stres düzeyinin arttığı durumlarda hastanın şemalarıyla etkileşime girmesidir. Bu yüzden şema terapide süpervizyon desteklenmektedir (Young, Klosko ve Weishaar, 2003). Böylelikle terapistin tedavi sürecinde deneyimleyebileceği olası korku ve kaygının terapötik ilişki üzerindeki olumsuz etkilerinin safdışı bırakılabileceği düşünülmektedir. Bayan B. vakasında, süpervizyon yardımıyla terapist hem danışan (örn. bağımlılık/iç içe geçme çerçevesindeki talepler) hem de kendisi (örn. kendini feda şemasının etkisinde yapılan yeni düzenlemeler) için şema devamını sağlayan etkileşiminin farkına varmıştır. Böylelikle danışanın ikincil kazanç getiren davranışları da bağımlılık/iç içe geçme şemasıyla teslim olma şeklinde beş etme olarak kavramsallaştırılmış ve otonomiyi destekleyen sınırlar terapide belirginleşmeye başladıkça, terapist kaçınılmaz olarak Bayan B.’nin daha girişken tarafıyla tanışmak durumunda kalmıştır. Bağımlı danışanlar immatür davranışlar gösterebilirler, engellenmeye karşı toleransları düşüktür ve bu davranışlar terapiyi erken sonlandırmalarına neden olabilir (Bornstein, 2012). Eleştiriye yönelik değerlendirmeleri kolaylıkla red olarak algılayabileceklerinden, terapistlerine karşı da oldukça şüpheci tutumlar sergileyebilirler (Bamelis ve ark., 2011). Alexander ve Abeles (1968) bağımlı kişilerin yetersizlik duyguları yüzünden aşırı talepkar olabileceğini ve terapist kaçınılmaz bir şekilde bu talepleri yerine getirmekte yetersiz kaldığında, terapötik ittifakta bozulmaların görülebileceğini belirtmişlerdir. Bu yüzden terapistlerin aşırı bağımlılığın işaretlerine yönelik tetikte olmaları desteklenmektedir. Bayan B.’nin terapistine kendisini daha yakın hissettiğini ifade ettiği ve daha önce gizlediği bir takım bilgileri paylaştığı bir görüşmeden sonra, terapistin yaptıklarını onaylamadığına işaret olabilecek fiziksel ve sözel ipuçlarına yönelik çok daha hassas duruma geldiği gözlenmiştir. Terapistin beden duruşundaki ufak değişiklikleri hızlıca yakalamakta ve terapistin hoşnutsuzluğu olarak yorumlayabilmektedir (Örn. dediğim şeyden hiç hoşlanmadınız, değil mi?). Bu süreçte Bayan B.’nin bir taraftan terapistin onayı için yoğun olarak çabaladığı, bir taraftan da bağımlılıktan ileri gelen gereksinimlerinin terapinin doğası gereği tam olarak karşılanmıyor oluşundan duyduğu engellenmeyi kontrol etmeye çalıştığı izlenimi edinilmiştir. Mitchell (2008) bağımlı kişilik danışanlarının terapi sürecindeki davranışlarını gözden geçirdiği bir çalışmasında, bu kişilerin tedavi sürecinde gelgitler yaşayabileceği ve bağımsız davranışlar sergilemelerinin zaman alabileceğini belirtmiştir. Bu süreçte terapistler tatile çıkma ya da seanslara gecikme gibi “masum” geri çekilme davranışları sergilediklerinde, ittifakta çok daha şiddetli bozulmalar yaşanabileceğinin altı çizilmiştir. Çünkü bu tarz davranışlar danışan tarafından reddedilme ve terk edilme olarak algılanma riski yüksek davranışlardır ve erken sonlanmaya yol ISSN: 2148-4376 8 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 1-13 Duygu Yakın açabilirler (Bender, 2005). Bayan B.’nin durumunda, yakınlık hislerinin ifadesinden kısa bir süre sonra terapist sağlık durumu nedeniyle iki seansı üst üste iptal etmek durumunda kalmıştır. Sonraki ilk görüşmede Bayan B. görüşmelerden kopmuş gözükmektedir ve terapisti geçen hafta dışarıda gördüğünü belirtir. Buna yönelik olası kırgınlığının ifadesi terk edilme ve reddedilme hisleri tarafından engellenmiş gözükmektedir. Ancak Bayan B. bu duruma yönelik hislerini sağlıklı yetişkin modundan ifade etmektense, tepkisini soğuk bir ses tonuyla, sarkastik bir şekilde “Bu soğukta dışarı çıkarsanız hastalanırsınız tabi!”şeklinde belirtmiştir. Şema terapide terapistin ittifakı sürdürebilmek için danışanlara ilişkiye yönelik olumsuz davranışların kısıtlanmasını, yıkıcı davranışların empatik bir şekilde yüzleştirilmesini ve danışana ilişki içerisinde terapistin düşüncelerine de karşı çıkmanın desteklenmesini içeren geribildirimler vermesi desteklenir (Vreeswijk ve ark., 2012). Görüşme sırasında tetiklenen şemaların ele alınması, şemaların günlük hayattaki etkililiğini azaltmanın bir yolu olarak görülmektedir. Böylelikle, terapist şemalarla ilşikili temel problemleri ele alır ve daha iyi başa çıkma yolları önerir. Bu anlamda, terapistin yokluğunda hastanın okuyabilmesi için başa çıkma kartlarının hazırlanması da önerilmektedir (Young, Klosko ve Weishaar, 2003). Bayan B.’nin terapisinde meydana gelen ittifaktaki kırılma, bağımlılık/iç içe geçme ve terk edilme şemaları çerçevesinde ele alınmış ve bu davranışın altında yatabilecek olası kırılgan duyguları ifade etmiyor olmanın olası avantaj ve dezavantajları başa çıkma kartı üzerinde tartışılmıştır. Sonrasında, yıkıcı davranış etiketlenmiş ve bağımlı çocuk moduna yönelik duyguların telafi yoluyla eleştirel/cezalandırıcı ebeveyn modu üzerinden ifade edilmesi şeklinde kavramsallaştırılmıştır. Bu süreçte, bir seans sırasında Bayan B. terapist tarafından terk edilmiş hissetmenin kendisini ne kadar üzdüğünü oldukça zorlanarak ifade etmiştir. Sonrasında, eğer bu davranışı yüzünden terapist kendisini görmek istemezse bunu anlayışla karşılayacağını, hatta eğer terapisti süpervizörlerinin sıkıntı çıkaracağını düşünüyorsa, terapiyi kendi isteğiyle bıraktığını ifade edebileceğini ağlayarak belirtmiştir. Danışanın bu tepkisi söz dinleyen teslimci mod ve terk edilmiş çocuk modu şeklinde kavramsallaştırılmış ve tüm bu örüntüdeki olumsuz davranışlara yönelik modlar (danışanın tüm kendiliği değil, modlarla kavramsallaştırılan parçaları) etiketlenmiş ve bu tarz yıkıcı davranışlar seans içerisinde kaçınılmaz bir şekilde yeniden meydana geldiğinde tartışılmak üzere etiketlenmiştir. Bu bozulma aynı zamanda, danışanın çocukluk anılarıyla ilişkilendirilmiş ve annesi gibi herkesin kendisini eleştireceği beklentisi içerisinde olmasıyla sürekli tedbir ve telafi davranışları içerisine girmesi çerçevesinde ele alınmıştır. Sonuç olarak, danışanın, görünen davranışının altında yatan ve şema başa çıkma tepkileri tarafından bastırılan temel ihtiyaçların ele alınması hedeflenmiştir. Şema terapinin bütünleşik yaklaşımıyla, Bayan B. telafi ve teslim mekanizmasının yıkıcı yönlerini terapötik ilişki içerisinde terapistin aktif rehberliğinde deneyimlemiştir. Kırılgan düşünce ve duyguların şema telafisi ekseninde bastırılması süreç içerisinde azalmış ve Bayan B’nin duygularını şema teslimine girmeden daha açık ifade edebildiği ve işleri kendi başına yürütebildiği deneyimler oluşmaya başlamıştır. Boşanmaya karar vermiş ve ailesine bu süreçte sınır çizebilmiştir. Bu başarılı girişimler Bayan B.’nin özgüvenini arttırmış gözükmektedir ve onu özerklik kazanması için cesaretlendirmektedir. Bağımlı danışanlarla çalışırken, sonlandırma aşaması da çoğunlukla engel teşkil etmektedir. Bu danışanlar terapiyi güvenli yer olarak algıladıklarından, terapist ile aralarındaki ilişkiyi kaybetme korkusuna kolayca kapılabilirler. Bu yüzden sonlandırma aşaması seansların sıklığı yavaş yavaş azaltılarak düzenlenmelidir (Beck, Freeman ve Davis, 2003; Overholser, 1997). Buna ek olarak Şema terapinin C grubu kişilik bozukluklarıyla etkililiği henüz çalışılmamıştır ve bir araştırma konusu olarak geçerliliğini sürdürmektedir (Vreeswijk, Broersen ve Spinhoven, 2012). Öte yandan, Hoffard ve arkadaşlarının (2005) bir çalışmasında C grubu kişilik bozukluğu olan hastalarla terapist arasındaki ilişki şema terapi kapsamında incelenmiştir. ISSN: 2148-4376 9 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 1-13 Duygu Yakın Buna göre, hasta ve terapist arasındaki güçlü ittifak, şema devamının ve bir sonraki seansa kadar belirtilerin azalmasıyla sonuçlanmış, ancak bu azalma uzun erimde sürdürülememiştir. Bütün bu unsurlar göz önünde bulundurularak, Bayan B.’nin terapisinde bir yandan yavaş yavaş sonlandırma konusundaki düşünceleri ele alınırken, bir yandan da terapi süreci şema terapinin kendini düzenleme, hedef belirleme, korkulan durumlara yönelik yüzleştirme ve yeni davranışların pekiştirilmesi gibi davranışsal örüntü kırma tekniklerinin uygulandığı uzun erimli bir sonlanma sürecine girilmiştir. Bu çerçevede edinilen kazanımların devamının sağlanması ile ayrılma kaygısı ve bireyselleşmeyle ilişkili ortaya çıkabilecek olası pürüzlerin ele alınması hedeflenmiştir. Sonuç Mevcut vaka analizi BKÖ’nün şema odaklı bilişsel terapi ile tedavisinde terapötik ilişkide karşılaşılabilecek olası sıkıntılara yönelik bilgi vermektedir. Yanı sıra, şemaların gelişimine ve devamına neden olabilecek bağımlılığın farklı yönleri, ebeveynlik stilleri, aile söylemleri ve mevcut ilişkiler bağlamında tartışılmıştır. Araştırmalara göre, bağımlılığın gelişimi duyguların bastırıldığı ve özerk davranışın cezalandırıldığı duygusal açıdan soğuk, eleştirel aile ortamında desteklenmektedir. Bu anlamda, bağımlı kişiler ilişkilerinde teslimiyetçi davranmayı öğrenmektedirler. Öte yandan bu kişiler teslimci olarak bilinse de, terk edilme korkularıyla karşı karşıya kaldıklarında daha girişken, hatta istismara kadar varabilecek davranışlar sergileyebilmektedirler. Böylelikle, bağımlılığın farklı yönlerinin terapötik süreçteki iniş çıkışlarla tanımlanabileceği düşünülmektedir. Bağımlı danışanlarla terapötik ilişki kurmanın kolay olduğu yönündeki genel inancın aksine, BKÖ ile çalışırken de olası engellenmişlik ve çaresizlik duygularının deneyimlenebileceği vurgulanmıştır. Bu yüzden terapistlerin yüzeyde var olan güçlü ittifaka güvenerek altta yatan bağımlı özellikleri atlamamalarının altı çizilmektedir. Yoksa, bastırılmış öfke ve engellenme duyguları terapötik ilişkide pek çok şekilde kendisini gösterebilir. Terapötik ilişki üzerine konuşmak şema terapinin ana araçlarından biri olduğundan, terapist sınırlı yeniden ebeveynliği kullanarak danışanın gereksinimlerini uygun sınırlar içerisinde doyurmalı ve aynı zamanda empatik yüzleştirmeyi de kullanarak danışanın dünyası ve gerçeklik arasında köprü kurabilmelidir. Bu yolla terapist hali hazırda var olan terapi deneyimi üzerine danışanla konuşmaya hazır olmalı, hatta şemalar üzerine konuşabilmek için danışanın mevcut şemalarının seans içinde tetiklenmesini desteklemelidir. Aynı zamanda, danışan tarafından tetiklendiğinde, terapistin kendi şemalarıyla da baş etmeye hazır olması gereklidir. Sonuç olarak, mevcut vaka analizi BKÖ’nün şema odaklı bilişsel terapi ile tedavisinde ilişkinin rolüne yönelik örnek teşkil etmektedir. Bağımlı kişilik ve terapötik ilişkiye yönelik çalışmaların oldukça nadir olması göz önünde bulundurulduğunda, mevcut çalışmanın bağımlılığa ilişkin farklı varsayım ve fikirlere yönelik klinik veri sağladığı düşünülmektedir. Öte yandan, daha sağlıklı sonuçlara varmak için farklı bütünleşik tekniklerin farklı kültürlerde yürütülen daha geniş ölçekli çalışmalarla test edilmesine ihtiyaç duyulmaktadır. ISSN: 2148-4376 10 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 1-13 Duygu Yakın Kaynaklar Alexander, J. F. ve Abeles, N. (1968). Dependency changes in psychotherapy as related to interpersonal relationships. Journal of consulting and clinical psychology, 32(6), 685. Arntz, A.(2012). Schema therapy for cluster C personality disorders. The Wiley-Blackwell Handbook of Schema Therapy: Theory, Research, and Practice, 397-414. Association, A. P. (2000). Diagnostic and statistical manual of mental disorders: DSM-IV-TR®: American Psychiatric Pub. Baillargeon, P., Coté, R. ve Douville, L. (2012). Resolution Process of Therapeutic Alliance Ruptures: A Review of the Literature. Psychology, 3(12), 1049-1058. Beck, A. T., Freeman, A., ve Davis, D. D. (2007). Cognitive therapy of personality disorders: Guilford Press. Bender, D. S. (2005). The therapeutic alliance in the treatment of personality disorders. Journal of Psychiatric Practice®, 11(2), 73-87. Bordin, E. S. (1979). The generalizability of the psychoanalytic concept of the working alliance. Psychotherapy: Theory, Research & Practice, 16(3), 252. Bornstein, R. F. (1992). The dependent personality: Developmental, social, and clinical perspectives. Psychological Bulletin, 112(1), 3. Bornstein, R. F. (1993). The dependent personality: Guilford Press. Bornstein, R. F. (2004). Integrating cognitive and existential treatment strategies in psychotherapy with dependent patients. Journal of Contemporary Psychotherapy, 34(4), 293-309. Bornstein, R. F. (2011). An interactionist perspective on interpersonal dependency. Current Directions in Psychological Science, 20(2), 124-128. Bornstein, R. F. (2012). Illuminating a Neglected Clinical Issue: Societal Costs of Interpersonal Dependency and Dependent Personality Disorder. Journal of clinical psychology, 68(7), 766-781. Bornstein, R. F. ve Bowen, R. F. (1995). Dependency in psychotherapy: Toward an integrated treatment approach. Psychotherapy: Theory, Research, Practice, Training, 32(4), 520. Diener, M. J. ve Monroe, J. M. (2011). The relationship between adult attachment style and therapeutic alliance in individual psychotherapy: A meta-analytic review. Psychotherapy, 48(3), 237. Faith, C. (2009). Dependent Personality Disorder: A Review of Etiology and Treatment. Graduate Journal of Counseling Psychology, 1(2), 7. Hoffart , A. , Sexton , H. , Nordahl , H.M. and Stiles , T.C. ( 2005 ) Connection between patient and therapist and therapist ’ s competence in schema - focused therapy of personality problems. Clinical Psychology and Psychotherapy, 3 , 249 – 258 Lingiardi, V., Filippucci, L., ve Baiocco, R. (2005). Therapeutic alliance evaluation in personality disorders psychotherapy. Psychotherapy research, 15(1-2), 45-53. Mitchell, J. L. (2008). The Relationship Between Interpersonal Dependency and Therapeutic Alliance: Perspectives of Clients and Therapists: ProQuest. Martin, D. J., Garske, J. P. ve Davis, M. K. (2000). Relation of the therapeutic alliance with outcome and other variables: a meta-analytic review. Journal of consulting and clinical psychology, 68(3), 438. Matusiewicz, A. K., Hopwood, C. J., Banducci, A. N. ve Lejuez, C. (2010). The effectiveness of cognitive behavioral therapy for personality disorders. The Psychiatric clinics of North America, 33(3), 657. Overholser, J. C. (1997). Treatment of excessive interpersonal dependency: A cognitive-behavioral model. Journal of Contemporary Psychotherapy, 27(4), 283-301. ISSN: 2148-4376 11 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 1-13 Duygu Yakın Rafaeli , E. , Bernstein , D. and Young , J. ( 2011 ) Schema Therapy: Distinctive Features . London :Routledge . Rector, N. A., Zuroff, D. C. ve Segal, Z. V. (1999). Cognitive change and the therapeutic alliance: The role of technical and nontechnical factors in cognitive therapy. Psychotherapy: Theory, Research, Practice, Training, 36(4), 320. Safran, J. D. ve Muran, J. C. (2006). Has the concept of the therapeutic alliance outlived its usefulness? Psychotherapy: Theory, Research, Practice, Training, 43(3), 286-291. Soenens, B. (2007) “I will love you if you do as I say”: How psychologically controlling parenting undermines parent-child acceptance. ISIPAR Newsletter, 1(3), 1-3. Soygüt, G. (1999). Bilişsel psikoterapide kişlilerarası süreçler: Terapötik ittifak ve terapötik ittifakta bozulma olguları. Türk Psikoloji Yazıları, 2(4), 1-14. Soygüt, G. (2004). Bir düzeltici bağlanma ilişkisi olarak psikoterapi: Psikoterapi süreçlerinde Bağlanma ve terapötik ittifak. Türk Psikoloji Yazıları, 7(13), 63-77. Sperry, L. (2003). Handbook of diagnosis and treatment of the DSM-IV-TR personality disorders: Routledge. Strauss, J. L., Hayes, A. M., Johnson, S. L., Newman, C. F., Brown, G. K., Barber, J. P., . . . Beck, A. T. (2006). Early alliance, alliance ruptures, and symptom change in a nonrandomized trial of cognitive therapy for avoidant and obsessive-compulsive personality disorders. Journal of consulting and clinical psychology, 74(2), 337- 345. Vane, J. D. (2002). Countertransferential reactions of therapists as a function of dependency and self-criticism: a schema-theory perspective. University of Texas at Austin. Vreeswijk, van M., Broersen J., Bloo J., ve Haeyen, S (2012). Techniques within schema therapy. The Wiley-Blackwell Handbook of Schema Therapy: Theory, Research, and Practice, 283-299 Vreeswijk, van M., Broersen J. ve Spinhove, P. (2012). The impact of measuring: Therapy results and therapeutic alliance. The Wiley-Blackwell Handbook of Schema Therapy: Theory, Research, and Practice, 283-299. Young, J. E. (1994). Cognitive therapy for personality disorders: A schema-focused approach (revised): Professional Resource Press/Professional Resource Exchange. Young, J. E., Klosko, J. S. ve Weishaar, M. E. (2003). Schema therapy: A practitioner's guide: Guilford Press. ISSN: 2148-4376 12 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 1-13 Duygu Yakın Summary Dependent Personality Pattern and Therapeutic Alliance: An Illustration of Schema-Based Cognitive Therapy Dependent personality pattern (DPP) is common when compared to other personality disorders among outpatient population. Dependent people are characterized with strong reliance on others, feelings of defectiveness, impaired autonomy and clingy behaviors. They may involve compliant behaviors in order to maintain emotional nurturance. As can be expected, these features plays crucial role in therapeutic relationship. Since dependent patient’s view of self is based on their faulty assumptions of inadequacy, they tend to catastrophize even ordinary withdrawal behaviors of therapists such as vacations or lateness. Therefore, dependent people can display more assertive and destructive behaviors when they perceive their major relationships in danger. From the perspective of personality disorders, cluster C group responds better to psychotherapy. Similarly, among cluster C disorders, patients with dependent personality disorder reveal better treatment outcomes. However, research regarding the effectiveness of different treatment approaches is limited. In this regard, exploring specific techniques that are especially important for the treatment of the patients with DPP becomes more of an issue. DPP has complicated features and recent research that constantly emphasize the importance of therapeutic relationship in change process. Considering these notions, in the present study, schema therapy was employed as an integrated treatment approach that utilizes the negotiation of therapeutic alliance as a technique. Hence, as a major aim of the therapeutic process, Schema model of dependent personality is utilized with respect to the importance of negotiating therapeutic alliance in terms of schema related cognitions and schema modes. The current paper aims to investigate specific aspects of dependency and their demonstration in the therapeutic relationship by referring clinical experience and the current literature findings. The literature findings are discussed based on the case of a patient with DPP for a more comprehensive understanding of the issue. Accordingly, the integrative approach of schema therapy combined with the help of the therapeutic experience and the active guidance of the therapist, the patient’s destructive ways of overcompensation and surrender coping styles are elicited and repression of the fragile thoughts and emotions in terms of schema overcompensation reduces. These successful attempts seem to increase the patient’s self-efficiency and motivation to take more autonomous behaviors. Hence, present study presents a demonstration of how to handle deteriorations in the therapeutic relationship and provides important insights regarding the role of therapeutic relationship in the therapy process of people with DPP. Keywords: Dependent personality pattern, therapeutic alliance, schema based cognitive therapy ISSN: 2148-4376 13 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 14-22 Öznür Öncül Kontrol Kaybı Kaygısı ve Kontrol Edilemeyen Panik Bozukluk: Bir Vaka Örneği Öznur Öncül Bülent Ecevit Üniversitesi Özet Panik bozukluğun, “kontrol kaybından duyulan endişe”, “mükemmelliyetçilik” ve “kaçınmacı başetme stratejileri” gibi faktörlerle ilişki içerisinde olduğu literatürde sıklıkla vurgulanmaktadır. Bu özelliklerin panik bozukluğun ortaya çıkmasında nasıl etkili olduklarının ve nasıl bir mekanizma içerisinde bir araya geldiklerinin anlaşılması, rahatsızlığın yeniden ortaya çıkmasını önlemeye yönelik terapötik müdahalelerin etkililiğini arttıracaktır. Kimi çalışmalar, panik bozukluk etiyolojisinde kaçınmacı ya da obsesif-kompülsif kişilik özelliklerinin yer alabileceğinden söz etse de bu özelliklerle panik bozukluk arasında nedensel bir bağlantı kurmaya yönelik açıklamalara nadiren rastlanılmaktadır. Genellikle psikodinamik kuram çerçevesinde yapılan bu açıklamalar ise, kişinin, karşılanamayan bağımlı olma ihtiyaçları ve etkili bir biçimde baş edemediği öfke duygusu sebebiyle yaşantıları üzerinde aşırı bir kontrol sağlama çabası içerisine girmiş olabileceklerini vurgulamaktadır. Bu makalede, bir panik bozukluk vakasının formüle edilmesi üzerinden, kontrol kaybı kaygısının ve diğer ilişkili faktörlerin, ebeveyne yönelik öfkenin bastırılması ve tepki oluşumu stratejisi çerçevesinde nasıl örgütlendikleri ele alınacak ve bu faktörlerin danışanın hayatında ve panik bozuk semptomlarının ortaya çıkmasında nasıl bir role sahip oldukları tartışılacaktır. Anahtar Sözcükler: Panik bozukluk, kontrol kaybı kaygısı, mükemmelliyetçilik, bağımlı olma ihtiyacı, öfke. ISSN: 2148-4376 14 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 14-22 Öznür Öncül Kontrol Kaybı Kaygısı ve Kontrol Edilemeyen Panik Bozukluk: Bir Vaka Örneği Doktor, göğsümdeki ağrıların ve kalp çarpıntılarının sebebinin fiziksel değil, psikolojik olduğunu söylediğinde çok sinirlendim. Aslında bir kalp rahatsızlığımın olmadığını öğrenmenin beni sevindirmesi gerekirdi. Ama psikolojik bir durum… Hem de hiçbir sıkıntım olmamasına rağmen ortaya çıkmış… Nasıl diyeyim… Yani kontrolü bende değil! Öyle ilaç almakla ya da kendimi telkinle geçecek bir şey değil! B., 2. görüşme 23 yaşında bir kadın olan B., kliniğimize bir psikiyatrist tarafından panik bozukluk şikâyetiyle yönlendirilmiştir. B.’nin rahatsızlığını tanımlarken kullandığı bu ifadelerde, kontrolün kendinde olmamasından dolayı duyduğu sıkıntı dikkati çekmektedir. Kontrol kaybına ilişkin duyulan bu kaygı, terapi sürecinin ilerleyen aşamalarında daha sık gündeme gelmeye başlamış ve B.’nin yaşam öyküsünde yaygın bir yere sahip olduğu görülmüştür. Bu makalede, B. vaka örneği üzerinden, kontrol kaybı kaygısının panik bozukluk etiyolojisinde nasıl bir role sahip olduğu ele alınacaktır. Bir kez atlatılan panik atağın tekrar yaşanıp yaşanmayacağı bilinmemektedir. Hatta, bir sonraki atağın nerede ve ne zaman, kişi neyi yaparsa ya da yapmazsa yaşanacağı bile belirsizdir. İşte bu belirsizlik, kişiyi, “panik bozukluk” olarak tanımlanan yoğun bir kaygı durumuyla başbaşa bırakır (DSM-IV-TR, 2000; Wilson ve diğerleri, 1992). İlk panik atak semptomları karşısında hissedilen korku, aslında zararsız olan semptomların felaketleştirilerek yorumlanılmasına yol açmakta, bu durum da kişinin atak sonrasında yaşadığı kaygı düzeyini arttırmaktadır. Kişi, bu kaygı durumuyla başa çıkabilmek için, atağa neden olabilecek durum ve davranışları olabildiğince kontrol etmeye çalışır. Bunun için fiziksel belirtilere ve bu belirtilerin muhtemel kaynaklarına dikkat kesilir ve böylelikle bazı ortamlardan (örn., kalabalık, kapalı alanlar) uzak durmaya çalışır. Literatürde “güvenlik davranışları” olarak adlandırılan bu davranışlar, ne yazık ki kişiyi bir daha asla panik atak yaşamayacağına ikna etmeye yetmez. Aksine, paradoksal biçimde, güvenlik davranışlarını sürdüren kişinin, atak yaşamasa bile, kaygı düzeyinde bir artış gözlemlenir. Bu nedenle, panik bozukluğa yönelik bilişsel-davranışçı müdahaleler, öncelikli olarak güvenlik davranışlarının terk edilmesini hedeflemektedir (Wells, 1997). Bir başka deyişle, kişinin, bu belirsizliği kontrol etmeye çalışmayı bırakması sağlanır. Bir sonraki aşama ise, kişiye, fiziksel semptomlar da dâhil olmak üzere tüm bu sürece tahammül edebildiği ölçüde, aslında korkulacak bir şey olmadığını göstermek ve bu sayede, atak yaşama kaygısından tümüyle kurtulmasını sağlamaktır (Wells, 1997). Yani kişi, bir bakıma, bu belirsizliğe tahammül edebilmeyi öğrenir. “Belirsizlik” ve “kontrol etme çabası” ifadelerine yapılan vurgunun sebebi, bu durumların, panik atak vakalarının yaşantılarında oldukça büyük bir öneme sahip olmasıdır. Panik atak şikâyetiyle gelen kişilerin yaşam öykülerine bakıldığında, bir çok alanda kontrol sağlama çabası içerisinde oldukları dikkati çekmektedir (Stoeri, 1987; Wilson ve diğerleri, 1992). Bu, bazen duygular ya da duygu ifadesi üzerinde sağlanan aşırı bir kontrol (De Ruiter ve Cohen, 1992; Stoeri, 1987), bazen de gündelik işler üzerinde kontrol sağlama çabası, mükemmelliyetçilik (Iketani ve diğerleri, 2002) ve hatta obsesif-kompulsif kişilik örüntüsü olarak karşımıza çıkmaktadır (Fredric, 2013; Iketani ve diğerleri., 2002; Powers ve Westen, 2009). Psikanalitik açıklamalar, bu özelliklerin daha temel başka bir sıkıntıya işaret ettiğini vurgulamakta ve “ikincil” ISSN: 2148-4376 15 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 14-22 Öznür Öncül olarak tanımladıkları bu şikâyetlerin nasıl bir başetme örüntüsü içerisinde örgütlenmiş olabileceklerini anlamaya çalışmaktadır (De Ruiter ve Cohen, 1992; Stoeri, 1987). Dolayısıyla, danışanın neyi kontrol edememekten kaygılandığını ortaya çıkartmakta ve bunu, erken çocukluk dönemi verileriyle ilişkilendirmektedirler. Bu çalışmada da, “kontrol kaybı kaygısı” ve “mükemmelliyetçi kişilik özellikleri”, literatürün ışığında, “bastırılmış öfke” ve “tepki oluşumu stratejileri” çerçevesinde formülüze edilmeye çalışılacaktır. Böylelikle, belirtilen faktörlerin birbirleri arasındaki ilişkinin bir vaka örneği üzerinden açıklanması hedeflenmektedir. Vakanın Tanıtılması ve Genel Gözlemler B., 23 yaşında bir kadındır. Ailesinden ayrı, başka bir şehirde arkadaşlarıyla birlikte yaşamakta, yüksek lisans eğitimine ve araştırma görevliliğine devam etmektedir. B. ile, panik bozukluk şikâyeti üzerine, haftada bir kez olmak üzere 32 görüşme gerçekleştirilmiştir. İlk 18 seansta şikâyetler bilişsel-davranışçı model çerçevesinde ele alınmış ve kaygı durumunun azalması amaçlanmıştır. Güvenlik davranışlarının terk edilmesi ve kaygı durumunda gözlenen belirgin azalmanın ardından, ilerleyen seanslarda, şikâyetlere kaynak teşkil edebilecek yaşantılar araştırılmış, farkındalık kazandırılması ve etkili baş etme yöntemlerinin geliştirilmesi hedeflenmiştir. B., psikoterapi sürecine hızlıca uyum sağlamış, ödevleri ve egzersizleri hiç aksatmamıştır. Öte yandan, psikoterapiye gelmeyi bir “görev” olarak adlandırması, sağlık sorunu yaşasa bile seansları aksatmaması dikkat çekici bulunmuştur. Görüşmeler ilerledikçe, görev, sorumluluk ve kuralların, B.’nin hayatında önemli bir yer teşkil ettiği anlaşılmıştır. Örneğin, her ayın başında, yapacaklarını gün gün planladığını ve buna olabildiğince sadık kaldığını ifade etmiştir. Düzenli olarak yaptığı hobi aktiviteleri ve bir yardım derneğindeki çalışmaları dışında, bu planlamaya herhangi bir sosyal faaliyet dâhil değildir. Bu durum, B.’nin sosyal ilişkilerine de yansımaktadır. B., planlarının aksamasından endişe duyduğu için geniş bir sosyal çevreye sahip olmadığını ya da bir romantik ilişki içerisine giremediğini belirtmiştir. Öte yandan B., ailesinin yanına gittiğinde titiz ve kurallı olmaya verdiği önemi tümden terk ettiğini, kendi başınayken hiç olmadığı kadar dağınık ve düzensiz davranabildiğini ve bundan bir rahatsızlık duymadığını ifade etmiştir. Başarılı olmak da B. için son derece önemlidir. Bu anlamda B.’nin mükemmelliyetçi bir yapıya sahip olduğu, kendinden büyük beklentiler içerisinde olduğu, öte yandan kendini “başarılı” ve “zeki” bulmadığı, bunu telafi etmek içinse oldukça yoğun ve titiz bir çalışma temposu içerisine girdiği öğrenilmiştir. B.’nin ilk görüşmelerden itibaren dikkati çeken bir diğer özelliği, nadiren duygusal katılım sergilemesidir. İlk görüşmeden itibaren nazik ve güleryüzlü olan B.’nin ilerleyen görüşmelerde de bu tavrını koruduğu, içgörü kazanmakta ve duygularını sergilemekte zorlandığı, içsel yaşantısından ziyade davranış ve olay odaklı paylaşımlarda bulunduğu dikkati çekmiştir. B., kendisini, “dışa dönük bir izlenim vermeme rağmen iç dünyamı pek paylaşmam” ifadeleriyle tanımlamıştır. Arkadaşlık ilişkilerinde de genelde duygusal paylaşımdan uzak durduğunu belirtmiştir. Bu gözlemler, B.’nin duygularını da kontrol etme çabası içerisine girmiş olabileceğini düşündürmüştür. Öte yandan, yakın arkadaşlarıyla olan ilişkisini “bana anne şefkati gösteriyorlar” diyerek tanımlamasının, B.’nin duygusal ihtiyaçlarına işaret ettiği düşünülmüştür. Bu durum, makalenin ilerleyen bölümlerinde daha detaylı olarak ele alınacaktır. ISSN: 2148-4376 16 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 14-22 Öznür Öncül Kontrol Kaybı Kaygısı Daha önce de belirtildiği üzere, “kontrol sağlamanın” B.’nin yaşantısında büyük bir önemi vardır. Hatta, panik bozukluk şikâyeti de “kontrolü kaybetmekten duyulan kaygı” etrafında şekillenmiştir. Bunun üzerine, B.’nin aslında neyin kontrolünü kaybetmekten endişe duyduğunun incelenmesi amaçlanmıştır. Bu soruya yanıt aranırken, öncelikle, B.’nin hangi durumlarda kontrol sağladığını düşündüğü, bu durumlarda bir rahatlama yaşayıp yaşamadığı, hangi durumlarda ise kontrolünü kaybetmekten endişe duyduğu ve bu durumlar karşısında nasıl bir strateji izlediği araştırılmıştır. Kontrol ve Rahatlama Alanı: Mükemmelliyetçi Kişilik Özellikleri ve Başarı Odaklı Yaşam Tarzı B.’nin “kontrolü tam olarak sağladığım alan” olarak tanımladığı ve kendisini en rahat ve güvende hissettiği alan, başarı ve düzen odaklı yaşam tarzıdır. Bu alanda herhangi bir sıkıntı yaşama yönünde endişesi de vardır. Hatta, ilk panik atak şikâyeti, mezuniyet sonrasında “ne yapacağını bilmemenin yarattığı belirsiz durum” içerisinde gerçekleşmiştir. B., bu endişeleriyle başa çıkabilmek için planlama yapmaya ve yoğun, titiz ve detaycı bir ders çalışma temposuna daha çok ağırlık vermektedir. Böylelikle, “daha fazla kontrol sağlayabilmiş olduğunu” hissetmektedir. Stoeri (1987), kaygıyı, asıl anlamlı olan sıkıntıları gölgeleyen bir “parazit ses” olarak tanımlamaktadır. Dolayısıyla, kişinin kaygı yaratan durumlarla başa çıkabilmek için geliştirdiği uyumsuz mekanizmalar, problemin kaynağına dair bilgi verebilmektedir. Stoeri (1987), bu yaklaşımdan yola çıkarak, bir panik bozukluk vakasındaki yetersizlik duygusunu, otonomi ve sorumluluk almaya dair duyulan korku ile ilişkilendirmiştir. De Ruiter ve Cohen (1992) ise, panik bozukluk yaşayan kişilerin kontrol sağlamaya yönelik çabalarını, “bağımlı olma ihtiyaçlarının” karşılanmamasına yönelik geliştirilen bir tepki oluşumu stratejisi olarak açıklamaktadır. Dolayısıyla, panik bozukluk yaşantısı olan kişilerin otonomi kazanmaya, bağımsız olmaya ve kontrol sağlamaya verdikleri aşırı önem, daha temeldeki “bağımlı olma ihtiyacına” temas etmektedir. B.’nin, titiz ve kurallı olmayı ancak ailesinin yanına gittiğinde terkedebilmesi ve yakın arkadaşlarıyla olan ilişkisini “bana anne şefkati gösteriyorlar” olarak tanımlaması; öte yandan bağımlı olma ihtiyacının gündeme gelebileceği duygusal katılım ve yakın ilişkilerden kaçınması, bu görüşü destekler niteliktedir. Kontrol Sağlanamadığı için Kaçınılan Alan: Sosyal İlişkiler ve Duygusal Yaşantılar B.’nin başarı ve düzen odaklı yaşam tarzı, kendisine keyifli zaman geçirebileceği hiçbir boş vakit bırakmamaktadır. B., böylelikle, kontrol sağlayamamaktan endişe duyduğu sosyal ilişkilerden de kaçınmış olmaktadır. Kendisine oldukça kaygı uyandıran bir sosyal ortam sorulduğunda, annesi ile arkadaşlarının ya da birbirini tanımayan arkadaşlarının bir araya geldiği zamanları örnek göstermiştir. Bu tarz karşılaşmaları olabildiğince engellemeye çalıştığını ya da böyle bir durumda kendisinin kesinlikle o ortamda bulunmak istemediğini ifade etmiştir. B.’nin, hem ailesine hem de arkadaşlık ilişkilerine dair daha önce vermiş olduğu bilgiler göz önünde bulundurulduğunda, B.’nin yukarıda belirtilen ortamlardan kaçınma isteği dikkat çekicidir. Kendisini tam olarak neyin kaygılandırdığı sorulduğunda ise, eleştirilmekten ve ailesinin onaylamayacağı bir durumla karşılaşmaktan endişe duyduğunu belirtmiştir. Bu noktada B.’yi özellikle kaygılandıran annesinin tutumu ve görüşleridir. Annesiyle başbaşayken annesinin kurallarını ve beklentilerini gerçekleştirmeye yönelik bir direnç sergileyen B. (kendisi bu durumu ISSN: 2148-4376 17 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 14-22 Öznür Öncül “rahatladığım zaman” olarak tanımlasa da bu davranışı sebebiyle annesiyle tartışma içerisine girdiklerini de ifade etmiştir), annesiyle dış ortamlarda (diğer arkadaşlarının yanında) çatışmaktan kaçınmaktadır. B.’nin yaşadığı bu durum, anneye duyulan öfkenin ortaya çıkartılması ihtiyacı, ancak bu öfkenin sosyal ortamlarda bastırılması isteği olarak yorumlanmıştır. Yine B.’nin farklı arkadaşlarını bir araya getirmeme isteği de herhangi bir olası anlaşmazlık durumunu kontrol etme isteğinden kaynaklanmaktadır. B.’nin annesine yönelik geliştirmiş olduğu düşünülen “öfke duygusunun” vaka formülasyonundaki önemi, bir sonraki bölümde daha detaylı olarak açıklanmaktadır. B.’nin yakın ilişkilerden kaçınmasına dair verilebilecek en tipik örnek, romantik ilişkilerden uzak durmasıdır. Bu durumun kendisinde sıkıntı yaratmasına rağmen “planlarımı, düzenimi aksatacağı için böyle bir ilişki içerisine girmek istemiyorum” demesi, başarı odaklı yaşantının B. için bir kaçınma alanı olduğu görüşünü destekler niteliktedir. Ayrıca, “hayatıma girecek insanın bana direktif vermemesini, kararlarıma müdahale etmemesini istiyorum” demesi, otonomisini bir romantik ilişki içerisinde de devam ettirme isteğine işaret etmektedir. Bu durum, B.’nin, bağımlı olma ihtiyacını yakın bir ilişkiden karşılayamayacağına dair bir inanca sahip olabileceğini, bu nedenle “bağımlı olma ihtiyacına” yönelik geliştirdiği tepki oluşumu stratejisini romantik ilişkiler alanında da devam ettirdiğini düşündürmüştür. Nitekim, çevresindeki romantik ilişkilerin genelde olumsuz özelliklerine odaklanması, yaşanılan sorunların ve ayrılıkların dikkatini çekmesi, B.’nin yakın ilişkilere dair bir umutsuzluk içerisinde olabileceğini düşündürmüştür. B.’ye, kontrolünü bıraktığı ya da kaybettiği bir yakın ilişkisinin olup olmadığı sorulmuştur. B., erkek kardeşi ile olan ilişkisini örnek göstermiştir. Aynı şehirde yaşadığı, üniversite öğrencisi olan erkek kardeşine, tıpkı annesinin geçmişte kendisine davrandığı gibi otoriter davrandığını belirtmiştir. Bu konuda zaman zaman kardeşiyle çatıştıklarını, kardeşine öfkelendiğini ve bundan dolayı sonrasında çok suçluluk hissettiğini ifade etmiştir. B.’nin ilk kez duygu ifadesinde bulunduğu bu görüşmede, öfke kontrolünü yitirmekten duyulan kaygı gündeme gelmiştir. Panik bozukluk şikâyeti olan kişilerdeki duygusal sınırlılık ve duyguları deneyimleme ile ifade etmedeki güçlük, başka çalışmacıların da dikkatini çekmiştir (De Ruiter ve Cohen, 1992; Stoeri, 1987). Bu durum, olumsuz duyguların (özellikle öfke duygusunun) bastırılması ve bu duygulardan kaçınılması olarak yorumlanmıştır. Olumsuz duyguların düzenlenmesiyle ilgili bu problemler ise, bağımlı olma ihtiyaçlarının ebeveyn tarafından karşılanamaması, dolayısıyla ebeveyne duyulan öfke ve suçluluk temelinde formülüze edilmiştir (Busch, Cooper, Klerman, Shapiro ve Shear, 1991; Milrod, Busch, Cooper ve Shapiro, 1997; Shear, Cooper, Klerman, Busch ve Shapiro, 1993., Aktaran, Fredric, Busch, Barbara ve Milrod, 2013). Vaka Formülasyonu: Çocukluk Dönemi Verileri ve Öfkenin Bastırılması Panik bozukluğun psikodinamik açıklamalarına bakıldığında, çocuğun bağımlı olma ihtiyacının otoriter ve kuralcı ebeveyn tarafından yeterince karşılanamamasının, bu rahatsızlığın etiyolojisinde önemli bir etkiye sahip olduğu görülmektedir (De Ruiter ve Cohen, 1992; Fredric ve diğerleri, 2013). Buna göre, büyük beklentiler ve sorumluluklar karşısında “ben yapamam” diyemeyen çocuk, beklentiler ve kendi otonomisini gerçekleştirebileceği durumlar karşısında yoğun kaygı ve ebeveyne yönelik öfke hissedebilmektedir. Ancak bu öfke, ebeveyni incitmeme isteği sebebiyle peşinden suçluluk duygusunu getirebilmektedir. Bu duygu durumlarıyla baş etmekte zorlanan ve öfkeyi kontrol edemeyecek olmaktan korkan çocuk, duygularını ebeveynden ayırabilmek için inkar, tepki oluşumu ve olmamış kılma gibi stratejilere bilinç dışı düzeyde başvurabilir (Busch ve diğerleri, 1991; Milrod ve diğerleri, 1997; Shear ve diğerleri, 1993., Aktaran, Fredric ve diğerleri, 2013; Stoeri, 1987). Ayrıca, bağımlı olma ihtiyaçlarını ISSN: 2148-4376 18 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 14-22 Öznür Öncül karşılayamamış olan çocuk, tepki oluşumu stratejisi olarak obsesif-kompulsif kişilik özellikleri geliştirebilmekte ve hayatının bir çok alanında kontrol sağlama çabası içerisine girebilmektedir. Bu noktadan bakıldığında, panik atak gibi belirsiz ve kontrol edilemez bir durumun kişide yoğun kaygı uyandıracağı, çocukluk döneminden itibaren sürdürmekte olduğu savunma mekanizmalarını sekteye uğratacağı oldukça açıktır (De Ruiter ve Cohen, 1992). B., annesini “herşeyin kendi kuralları içerisinde yürümesi konusunda son derece titiz” birisi olarak tanımlamıştır. Annesinin özellikle ev işleri, temizlik konularında hassas olduğunu, dışarıdan kesinlikle birşeyin yenilip içilmesini istemediğini ve bu kurallarının esnemediğini belirtmiştir. Geçmişte annesini çok eleştirdiğini, kuralları ve beklentileri sebebiyle sıklıkla çatıştıklarını, ancak zaman geçtikçe annesinin bu davranışlarını anlamaya ve doğru bulmaya başladığını ifade etmiştir. Öte yandan, annesinin beklentilerini karşılayamamak, halen kendisinde kaygı uyandırmaktadır. B., babasını ise, “daha güvenli ve esnek” olarak tanımlamıştır. Ancak, annenin otoriter davranışları karşısında baba da uyum sağlamıştır. B., babasının çok eleştirel olmadığını, ancak kontrollü olmaya ve insanın elinden geleni yapması gerektiğine onun da oldukça önem verdiğini belirtmiştir. B., geçmişte annesiyle yaşadığı çatışmaları çok önemsemediğini, ancak babasını üzmekten ve onun beklentilerini karşılayamamaktan yana yoğun endişe duyduğunu ifade etmiştir. Babasının beklentilerini tanımlamakta güçlük çektiği gözlenen B.’nin endişesinde, bu belirsizliğin de etkili olmuş olabileceği düşünülmektedir. Bu bilgiler bir arada değerlendirildiğinde B’nin, öfke duygusunu bastırdığı ve ebeveynleri ile olan ilişkisini, kaygı ve suçluluk duyguları üzerinden şekillendirdiği izlenimi edinilmiştir. B., akademik başarının ebeveynleri açısından çok önemli olmadığını dile getirmiştir. Çocuklarının başarıları karşısında gurur duyduklarını, ancak bu konuda büyük beklentiler içerisine girmediklerini, hatta B. yoğun ders çalıştığı zaman ya da sınavları için kaygılandığında ebeveynlerinin bu durumu desteklemediklerini ifade etmiştir. Öte yandan B’nin kardeşine dair söylediği “çok başarılı, zeki, benim gibi yoğun bir tempoda çalışmadan da istediği notları alabiliyor” ve “kardeşim çok rahat bir insandır… annemin kuralcılığı karşısında ikimiz bambaşka tepkiler vermişiz” ifadeleri dikkat çekicidir. Bu bilgiler doğrultusunda, B’nin, tepki oluşum stratejisi olarak başarı odaklı olmayı kardeşinden öğrenmiş olabileceği düşünülmüştür. Ancak, bu stratejiyi halen uyguluyor olması ve hayatının bir çok alanında başarılı bir insan olmasına rağmen kendisini kardeşiyle karşılaştırmaya devam ediyor olması, kardeşinin rahat davranışlarına karşı kıskançlık duygusu geliştirmiş olabileceği izlenimi vermiştir. B.’nin sadece kardeşine karşı açık bir öfke yöneltebiliyor olması, peşinden yoğun bir suçluluk hissediyor olması ve annesinin davranışlarını kardeşine yansıtıyor olması, bu görüşü destekler niteliktedir. Sonuç B. ile yapılan görüşmeler, belirtilen formülasyon çerçevesinde devam etmiştir. Bu anlamda terapi stratejisi, çocukluk dönemi verilerinin B.’nin kişiliği ve yaşantısı üzerindeki etkileri konusunda farkındalık kazandırılması, öfke ile kaygı arasındaki bağlantıya dikkat çekilmesi, olumsuz duyguların aşırı kontrolünün etkili bir baş etme stratejisi olmadığı yönünde farkındalık kazandırılması, öfke ile baş etmede daha yapıcı yöntemlerin belirlenmesi ve bağımlı olma ihtiyaçları ile otonomi ihtiyaçları arasındaki dengenin yeniden düzenlenmesi olarak belirlenmiştir. Belirtilen stratejiler doğrultusunda, özellikle “öfkenin yapıcı ifadesi” ve “bağımlı olma/otonomi ihtiyaçlarının dengelenmesi” alanlarında yol katedilmiştir. Bu durum B.’nin kaygı düzeyinin azalmasında, özellikle annesi ve kardeşiyle olan ilişkilerinin yeniden düzenlenmesinde ve mükemmelliyetçi/başarı odaklı yaşam tarzında gerçekleşen esnekliğe katkıda bulunmuştur. Rahatsızlığın nüksetmesini önlemeye yönelik müdahaleler, psikoterapinin son derece önemli bir parçasıdır. Bu müdahalelerin sağlıklı olabilmesi için, şikâyetlerin kaynağına dair ISSN: 2148-4376 19 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 14-22 Öznür Öncül verilerin elde edilmesi gerekmektedir. Bu verilerin bir kısmı kişilere göre farklılaşabilmektedir. Ancak, bir rahatsızlığın ortaya çıkışında etkili olan temel mekanizmanın, o rahatsızlığı yaşayan kişilerde ortaklaşabilecek bilgiler içereceği düşünülmektedir. Bu anlamda, benzer şikâyetlere sahip farklı vaka örneklerinin incelenmesi, rahatsızlığın temel mekanizmasını anlamlandırmada önemli bir yöntem teşkil edecektir. Bu vaka örneklerinden yola çıkarak elde edilen ortak bilgilerin, sistematik bir model çerçevesinde çalışılması ve niteliksel bulgularla desteklenmesi ise, uygulamaların güvenilirliğini ve etkililiğini arttıracaktır. ISSN: 2148-4376 20 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 14-22 Öznür Öncül Kaynaklar Amerikan Psikiyatri Birliği (2007). Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal Elkitabı (DSM-IV-TR). (Köroğlu, çeviri ed.). Ankara: Hekimler Yayın Birliği. (Orijinal Eser 2000 yılında yayınlanmıştır). De Ruiter, C. & Cohen, L. (1992). Personality in panic disorder with agoraphobia: A rorschach study. Journal of Personality Assessment, 59(2), 304-316. Fredric, N., Busch, M. D., & Barbara, L., & Milrod, M. D. (2013) Panic-Focused Psychodynamic Psychotherapy–Extended Range. Psychoanalytic Inquiry: A Topical Journal for Mental Health Professionals, 33(6), 584-594. Iketani, T., Kiriike, N., Stein, M. B., Nagao, K., Nagata, T., Minamikawa, N., Shidao, A., & Fukuhara, H. (2002). Relationship between perfectionism, personality disorders, and agoraphobia in patients with panic disorder. Acta Psychiatrica Scandinavica, 106, 171–178. Powers, A., & Westen, D. (2009). Personality subtypes in patients with panic disorder. Comprehensive Psychiatry, 50, 164–172. Stoeri, J. H. (1987). Psychoanalytic psychotherapy with panic states: A case presentation. Psychoanalytic Psychology, 4(2), 101-113. Wells, A. (1997). Cognitive Therapy of Anxiety Disorders: A Practice Manual and Conceptual Guide. UK: John Wiley & Sons Wilson, K. G., Sandler, L. S., Asmundson, G. J. G., Ediger, J. M., Larsen, D. K., & Walker, J. R. (1992). Panic attacks in the nonclinical population: An empirical approach to case identification. Journal of Abnormal Psychology, 101(3), 460-468. ISSN: 2148-4376 21 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 14-22 Öznür Öncül Summary Anxiety of Losing Control and the Uncontrollable Panic Disorder: A Case Example Panic disorder patients’ reports of their anxiety of losing control has been frequently noticed. In fact, the disorder itself is characterized by an inability to tolerate a series of physiological symptoms which are uncontrollable. Several authors reported that patients with panic disorder strive to control a variety of events in their daily lives; such as excessive control over emotional reactions, perfectionism, and obsessive-compulsive patterns. Psychoanalytical explanations define “striving for control” as a secondary reaction formation strategy for panic disorder patients, who try to deal with their dependency needs that were unmet during childhood. In line with these suggestions, a case example is presented in order to draw a link between the dependency needs, anger towards the parents, the development of reaction formation strategies, and the panic disorder. Ms.B. was a 23 years old female client. Since the first sessions, it was obivous in B’s life how the tasks, responsibilities, and rules were given importance and priority. Being quite restricted in affect, B. frequently reported that she rarely engaged in social interactions and avoided from romantic attempts. In the following sessions, B.’s perfectionism over tasks and her avoidance from social interactions were examined in terms of “strival for control”. Accordingly, the tasks and responsibilities were observed to be the space where B felt having relatively more control; thus she developed an unflexible life pattern in which she dedicated most of her time for her studies and daily organizations. On the other hand, the uncontrollable nature of personal interactions boosted her anxiety. When her anxious state was questioned in more detail, it was observed that what she was most anxious about was being unable to control her emotions, particularly anger. A general anxiety of being unable to control anger was evident in the relationship with her parents and her brother. Accordingly, it was revealed that she repressed her feelings of anger towards her parents for their inability of meeting her dependency needs. It was further observed that she directed her anger towards her brother, with whom she compared herself in terms of coping with the unmet needs. Through these observations, the sessions with B. were conducted aiming at increasing her awareness and developing more adaptive strategies to deal with the dependency needs rather than relying on excessive control mechanisms. It has been reached a consensus that symptomatic improvement per se is not enough for psychotherapeutic interventions and that strategies aiming at relapse prevention are needed. In order to enhance these strategies, it is crucial to understand the mechanisms underlying the disorders. However, regarding the panic disorder, very few is known about the underlying mechanisms. Although the personal histories vary, the case examples are believed to provide important data for the common problems. Hence, it is recommended in further studies to merge these data into a systematic model of underlying mechanisms of panic disorder. ISSN: 2148-4376 22 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 23-39 Seray Akça, Begüm Zübeyde Şengül, Tuğba Uyar Psikopatoloji, Hasta ve Terapist Bağlamında Altı Temel Duygudan Korkunun İncelenmesi Seray Akça Begüm Zübeyde Şengül Tuğba Uyar Orta Doğu Teknik Üniversitesi Özet Altı temel duygudan biri olarak korkunun psikopatoloji, hasta ve terapist bakımından incelenmesi amacıyla kaleme alınan bu makalede ilk olarak korkunun tanımı ve diğer duygulardan ayrımı açıklanıp psikopatoloji literatüründe yer alan bilişsel ve psikodinamik teorilerle korkunun altında yatan mekanizmaların nasıl açıklandığı paylaşılmıştır. İkinci olarak Freud’un “Küçük Hans” vakası ve Oğuz Atay’ın “Korkuyu Beklerken” hikâyesi korkunun bireyde nasıl ortaya çıktığı ve onun hayatını nasıl etkilediği sorularına cevap bulmak amacıyla katmanlı duygu modeline göre irdelenmiştir. Son olarak, yine aynı model çerçevesinde korku duygusunun terapist açısından incelenmesini sağlamak üzere duyguların devam eden terapideki önemi, aktarım ve karşı aktarım ile bunların psikoterapideki yeri, karşı aktarımın engelleyici yanları ve karşı aktarımın yönetim yolları “Küçük Hans” ve “Tedavi (In Treatment)” dizisinde yer alan “Laura” vakası üzerinden ele alınmıştır. Yapılan bu incelemelerin hem bilişsel hem de psikodinamik teorik açıklamalara ve katmanlı duygu modeline açıklama getirip örnek teşkil etmeleri, bu makalenin akademik ve pratik alanlarda çalışan ruh sağlığı uzmanları için faydalı olacağına işaret etmektedir. Anahtar sözcükler: psikopatolojide korku, hastadaki korku, terapistteki korku, bilişsel teoriler, psikodinamik teoriler ISSN: 2148-4376 23 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 23-39 Seray Akça, Begüm Zübeyde Şengül, Tuğba Uyar Psikopatoloji, Hasta ve Terapist Bağlamında Altı Temel Duygudan Korkunun İncelenmesi Psikopatolojide Korku Duyguların sınıflandırıldığı farklı modellerde temel duygu olarak ele alınan korkunun, Parrot’ın (2001) yaptığı sınıflandırmada birincil duygu olduğu; dehşet (horror) ve gerginliğin (nervousness) ise korkunun yanında deneyimlenen ikincil duygular oldukları öne sürülmüştür. Plutchik’in (1980) modelinde de yine temel duygu olarak ele alınan korku, öfke ile zıt bir duygu olarak ele alınmıştır. Davranışsal açıdan ele alındığında öfkenin “savaş”, korkunun ise “kaç” tepkisine neden olması bu ilişkiyi destekleyen bir örnek olarak görülebilir. Korku, genellikle bir tehlike karşısında, orta düzeyde, gerçekle bağlantılı olarak ortaya çıkar ve hemen herkes tarafından zamanla yaşanabilir. Örneğin; hızla yaklaşan bir araba ya da ormanda yürüyüşe çıkan birinin bir ayıyla karşılaşması korkuya neden olabilir. Bu tip korkular işlevseldir ve hayati önem taşırlar. Buradaki ortak nokta incelendiğinde ise tehdit algısı ya da hissinin korkuya sebep olduğu görülebilir. Goleman (1996), bu anlamda korkunun, kişinin ya da organizmanın tehlikeye karşı kişiyi fonksiyonel olarak harekete geçiren bir “alarm sistemi” olduğunu öne sürer. Buna bağlı olarak bilişsel olarak tehditi algılayan kişinin fizyolojisinde bazı değişimler olur; karın ağrısı, kaslarda gerilme gibi. Bunun yanında vücuttaki kan; kol, bacak gibi büyük kas gruplarına hücum ederek kişinin, korkunun diğer davranışsal tepkilerinden olan kaçma davranışını gerçekleştirmesine yardım eder. Tehlike geçtikten sonra da devam eden ve aşırı tepki içeren korku, kişinin hayatındaki diğer alanları da etkiler. Kişi, diğerlerinin zararsız olarak gördüğü durumlara karşı korku hissediyorsa ya da bir alandaki korkusunu diğer alanlara da genelliyorsa, korku rahatsızlık olarak görülebilir. Bunun sonucunda ise kaygı bozuklukları altında çeşitli psikopatolojiler ortaya çıkabilir (Nolen-Hoeksama, 2008). Korku ve kaygı arasındaki ilişkiye bakıldığında, bu duyguların literatürde değişimli olarak kullanılmakta oldukları görülür. Dolayısıyla, ikisi arasındaki kesin bir ayrımdan söz etmek zorlaşmaktadır. Buna rağmen ayrım yapan bazı görüşler de mevcuttur. Barlow (1988), bu iki kavram arasındaki ayrımı korkunun daha çok şu anda algılanan tehdit sonucu ortaya çıktığını, kaygının ise gelecekte tehdit oluşturma olasılığı olan bir duruma karşı oluştuğunu ileri sürer. Ohman (1993) ise kaygıyı çözümlenmemiş korku olarak ele alır. Başka bir deyişle, kişi geçmişte karşılaştığı tehdite karşı oluşan korku sonucu gelecekte benzer durumlarla karşılaşması ihtimalinde kaygı duyabilir. Diğer bir görüş ise kaygının kişinin tehdit olarak gördüğü olay ve durumu değiştiremediği durumlarda ortaya çıktığını ileri sürer (akt. Power ve Dalgleish, 2008, s. 177). Bilişsel anlamda ise Beck ve arkadaşları (1979) korkunun, kişinin tehdit olarak algıladığı bir durum karşısında ortaya çıktığını öne sürer. Birey bir durumu tehdit olarak değerlendirirken, kendi amacıyla olan ilişkisine, uyumluluğuna ve bu anlamda amacına ulaşmasına engel olup olmayacağına bakar. Bu son basamakta, olay kişinin hedefine ulaşmasına engel olarak görülürse, bu durum tehdit olarak algılanacaktır. Tehdit algısı oluştuğunda başa çıkma kaynakları değerlendirilecektir. Kaynaklar sorunla başa çıkamayacak durumda olarak değerlendirildiğinde tehdit hissi devam edecek ve korku oluşacaktır. “Schematic, Propositional, Analogical, and Associative Representational Systems ISSN: 2148-4376 24 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 23-39 Seray Akça, Begüm Zübeyde Şengül, Tuğba Uyar (SPAARS)” model ise duygunun oluşması için iki yol olduğunu ileri sürer (Power ve Dalgleish, 2008). Birinci yol şematik model düzeyidir. Kişi olayla karşılaşır ve analojik seviyede olay, bireyin bilincinde yer alır. Bu aşamadan sonra kişi bu durumla ilgili önerme düzeyinde yorum yapar. Bu yorum kişinin amacının yapısını ve bir sonraki basamak olan şematik model düzeyinde olayı nasıl değerlendirdiğini etkiler. Eğer değerlendirme bilişsel teorideki gibi amaca ulaşılamadığı yönündeyse, kişi olayı tehdit olarak algılayacaktır. Bu da korkuya sebep olacaktır. Buna örnek olarak, bir adamın ormanda dolaşırken ayı ile karşılaşması incelenebilir. Analojik seviyede ayının ağaçların arasındaki görüntüsü kişinin bilincinde yer alacaktır. Kişi önerme düzeyinde ayının onu yiyeceği yorumunda bulunur. Sonrasında ise kişinin hayatta kalma amacı engellendiği için şematik model düzeyinde kişinin hedefe ulaşması tehdit edilmiş olacaktır. Bunun sonucunda da duygusal tepki olarak korku ortaya çıkarak kişinin kaçmasına ve saklanmaya çalışmasına sebep olacaktır. İkinci yol ise çağrışımsal düzeydir. Burada anlamsal bir ilişkiden söz edilemez. Kişi daha önce şematik düzeyde değerlendirip tekrar tekrar yaşadığı bir olayı artık anlamsal olarak değerlendirmeden, bağlantısal olarak değerlendirecektir. Örneğin, bir adamın çocukluğunda babasının sık sık sesini yükselterek kızması ve aşağılaması gibi tekrar eden yaşantılar, ses ile korkuyu eşleştirmesine neden olarak şematik düzeyde tehdit algılayıp korku duymasına sebep olmuştur. Yetişkin bir birey olduğunda ise, babasının normal zamanlarda sesini yükseltmesi durumunda dahi korkması çağrışımsal düzeyde duygu oluşmasına örnek olarak gösterilebilir. Psikodinamik açıdan Freud (1926), korkuyu ele alırken çocukluk dönemi üzerinde durmuştur (Druck, 2011, s. 73). Burada korkunun temelinde üç olgudan bahseder. İlki, bebeklik döneminde önemli kişinin yokluğu ve böyle bir kişinin yardımının eksikliğinin korkuya yol açtığı yönündedir. Sevginin kaybı ya da çocuğun önemli olan kişi tarafından onaylanmaması da diğer bir sebep olarak görülebilir. Son olarak ise, Freud Oedipus kompleksi üzerinden giderek kastrasyon anksiyetesi, yoğun utanç, mutsuzluk ve suçluluğun çocukta korkuya sebep olduğunu ileri sürer. Buna bağlı olarak daha yeni psikodinamik teoriler, patolojileri ele alırken kişinin erken dönem ilişkileri sonucunda oluşan benlik kavramı üzerinde dururlar (Nolen-Hoeksema, 2008). Özellikle genel kaygı bozukluklarında görülen bir durum olarak yoksun yetiştirme sürecine sahip kişilerin daha kırılgan bir benlik kavramı geliştirdikleri öne sürülmektedir. Yeterince sıcak ve ilgili olmayan, aksine katı ve eleştirel ebeveyne sahip bu çocuklar kırılgan bir benlik kavramı geliştirirken, diğerleri bireyleri saldırgan ya da düşmanca olarak tanımlarlar. Yetişkinlik döneminde bu yapılarını saklamaya çalışan ve öfke gibi çeşitli yollara başvuran bu kişilerin stresli ISSN: 2148-4376 25 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 23-39 Seray Akça, Begüm Zübeyde Şengül, Tuğba Uyar durumlarla başa çıkma stratejileri yetersiz kalır ve kişide kaygı yaratabilir. Kaygı bozukluklarından biri olan panik bozukluğu semptomları çoğu zaman herhangi bir uyaran olmaksızın, umulmadık bir anda ortaya çıkabilirler. Panik bozukluğu korkudan korkmak olarak da tanımlanmıştır (Nolen-Hoeksema, 2008). Diğer bir deyişle, kişinin tehdit algısının oluşmasına sebep olabilecek durumları da tehdit olarak algılaması panik yaşamasına sebep olmaktadır. Bu aşırı korku halinin altında yatan tehdit algısının temelinde ise çeşitli bilgi işleme süreçlerinin yatmakta olduğu öne sürülmüştür. Beck ve Clark (1997), kişinin olayı değerlendirmeden önce dikkatin tehlikeye odaklanması sonucu oluşan bilişsel yanlılıklarının olayı tehdit olarak algılamasına sebep olduğunu söyler. Sürecin bu katı yapısı sebebiyle kişi olayın olumlu taraflarına odaklanamaz. Abartılı olarak algılanan tehdit, panik bozukluğun özelliği olan ve aşırı korkuyla sonuçlanan felaketleştirilmiş düşüncelere sebep olur. Panik bozukluğu olan kişiler, bedensel duyumlara karşı da aşırı duyarlıdır. Zararsız bedensel duyumları bile felaketleştirerek tehdit olarak değerlendirirler. Sonuç olarak yine aşırı korku ortaya çıkar ve panik atak yaşarlar. Merdiven çıkarken kalp atışlarının arttığını fark eden kişi, bunu kalp krizi belirtisi olarak yorumlayabilir ve bu kişide tehdit algısı yaratabilir. Bu değerlendirme kişide kaygının başlamasına sebep olabilir. Sonuçta bu kişiler, kalp atışlarında bir artışa sebep olduğu için merdiven çıkmaktan dahi kaçınır hale gelebilirler. Clark (1986), Beck’e ek olarak bu bedensel duyumların felaketleştirilmesinin devamı hakkında ise karşılaşılan olay tehdit olarak algılandığı takdirde, kişinin kaygı duymaya başladığını ileri sürer. Bu duruma çeşitli bedensel duyumlar da eşlik eder. Bu duyumlar felaketleştirilerek tehdit olarak yorumlanırsa kaygı düzeyi artar ve panik atakla sonuçlanarak bir kısır döngü oluşturur. SPAARS model, Clark’a (1986) benzer olarak, panik oluşumunu çağrışımsal düzeyde açıklar. Bedensel duyum, kalp krizi riski olarak yorumlanıp tehlikenin şematik düzeyde değerlendirilip korkunun ortaya çıkmasının ardından durum tekrar yaşanır. Bunun sonucunda bu ilişki çağrışımsal düzeyde korkunun ortaya çıkmasına neden olur. Kısaca, kişi her kalbi hızlandığında direk olarak korku duyacaktır. Panik bozukluğunda ve fobide kişi belli bir konu hakkında korku yaşarken genel kaygı bozukluğunda kişi iş, ilişkiler, sağlık gibi konular hakkında kaygı duyabilir. Bazen bu kaygılar; mutfağın temizliği, arkadaşlarla zamanında buluşma gibi küçük, önemsiz görünen konularda da olabilir. Freud’un (1917) genel kaygı bozukluğu teorisine bakınca, kaygıyı üçe ayırdığı görülür (akt. Nolen-Hoeksama, 2008). Bunlardan ilki olan gerçekçi kaygı (realistic anxiety), kişi gerçek bir tehlike ile karşılaştığında oluşur. Yaklaşan bir kasırga karşısında duyulan kaygı bu bağlamda ele alınabilir. Bu açıdan korkuya daha yakındır. Bir diğeri nevrotik kaygı (neurotic anxiety) ise, id dürtülerinin (id impulse) iade edilemeyecek olduğu anlaşıldığında ortaya çıkar. Aslında burada id dürtülerinin egoyu tehdit etmesi sonucu kaygı oluşur. Örneğin; Freud’un vakalarından biri olan Dora’nın babasına karşı olan aşkın hiçbir zaman gerçekleştiremeyeceğini anlaması sonucu kaygı yaşadığı söylenebilir. Son kaygı tipi olan ahlaki kaygı (moral anxiety) ise bireyin id dürtülerini ifade ettikten sonra cezalandırılması sonucu ortaya çıkar. Tüm bu dürtüler de ceza ile ilişkilendirilerek ahlaki kaygıya sebep olur. Genital organıyla oynayan küçük bir çocuğun ağır şekilde cezalandırılması, bu çocukta cinsel dürtülerin ceza ile ilişkilendirilmesine sebep olarak kaygı oluşumuna yol açar. Kişi bu kaygılarının sonucunda, id dürtülerini nasıl ifade edeceğini bilemediği için savunma mekanizması geliştirir; fakat kişinin savunma mekanizmaları fonksiyonlarını yerine getiremez. Kişi dürtülerini nasıl ifade edeceğini bilemediği için de ego yine tehdit ile karşılaşır. Bunun sonucunda kişi daha kronik ve genel bir kaygı duymaya başlar. Travma sonrası stres bozukluğunda, diğer kaygı bozukluklarından farklı olarak travmatik bir olay, geçmişte yaşanmış korku ve kaygıdan sonra ortaya çıkar. Bu yaşanan korku, kişide ISSN: 2148-4376 26 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 23-39 Seray Akça, Begüm Zübeyde Şengül, Tuğba Uyar travma sonrasında oluşan stres bozukluklarına sebep olur. Ehlers ve Clark’a (2000) göre burada yaşanan travmatik olayın yapısının yanı sıra nasıl değerlendirildiği de oldukça önemlidir. Birey olayı tehlikeli olarak değerlendirirse duygusu korku, kayıp olarak değerlendirirse duygusu üzüntü olur. Burada korku birincil duygu iken kişinin üzüntü, kızgınlık gibi duyguları da ikincil duygu olarak adlandırılabilir. Yapılan bir araştırmada korkunun ve diğerlerine karşı duyulan öfkenin, travma sonrası stres bozukluğunun güçlü yordayıcısı olduğu görülmüştür (Brewin, Andrews ve Valentine, 2000). Kişide tehdit hissi yaratan olaylara bakıldığında, bunların kişinin şemasının dışındaki olaylar olduğu görülür. Janouf-Buman’a (1992) göre bir olayın travmatik olarak değerlendirilmesi; kişinin kendisi, dünya, diğerleriyle ilgili olan varsayımlarının yıkılması ile olabilir (akt. Power ve Dalgleish, 2008). Burada hem benlik kavramı hem de gerçeklik algısı tehdit edildiği için bu kişide aşırı korkuya sebep olabilir. Ehlers ve Clark’a (2000) göre ise korkunun olay bittikten sonra hala devam etmesinin sebebi tehdit hissinin de hala devam ediyor olmasıdır. SPAARS modele göre, diğer kaygı bozukluklarında olduğu gibi olay şematik düzeyde tehdit olarak algılanır ve korkuya sebep olur. Olayla ilgili ses, görüntü gibi parçalar da çağrışımsal model seviyesinde kaydedilir. Bu yeni bilgiler entegre edilmemiş bir şekilde iki aşamalı bir model oluşturur. Travmayla alakalı herhangi bir bağ çağrışımsal seviyede aktif hale gelerek korku modelinin aktif hale gelmesine neden olur. Bu da daha önceki gibi yine zorlayıcı hafızalara sebep olur (Power ve Dalgleish, 2008). Fobiler ise davranışsal açıdan çeşitli öğrenmeler yoluyla (klasik öğrenme, model alma, temsili öğrenme) ve nesne hakkında edinilen bilgilerden oluşur. SPAARS modelde diğer kaygı bozukluklarında olduğu gibi kişinin durumu şematik düzeyde tehdit olarak algılaması korkuya sebep olur. Fakat bu durumun çağrışımsal düzey için tekrar tekrar yaşanması gerekmez. Özellikle kişinin biyolojik yatkınlığı ile ilişkili olan bir fobi hemen öğrenilirken bu durum diğerleri için geçerli değildir. Buna rağmen zamanla bu durum şematik model düzeyinden ayrılarak tamamen çağrışımsal düzeyde var olacaktır (Power ve Dalgleish, 2008). Genel olarak literatüre bakıldığında psikodinamik yaklaşımın yanında, korkunun daha çok bilişsel açıdan ele alındığı görülür. Yapılan çalışmalar korku, korkunun bilişsel süreçlerle ilişkisi ve bu korkunun altında yatan mekanizmalar hakkında önemli bilgiler vermektedir. Fakat bu çalışmalar genellikle sağlıklı insanlar ile yapılmıştır. Tanı alan kişilerle yapılan çalışmalar ise kişinin günlük yaşamını göz ardı ederek sadece bilişsel süreçlerine odaklanmıştır. Bunun yanında yapılan bu çalışmalarda çalışma ortamının gerçek yaşamı birebir yansıtmadığı genel bir eleştiri olarak görülebilir. Bu yüzden korkunun, klinik psikoloji bağlamında, kişide nasıl ortaya çıktığı ve hayatını nasıl etkilediği sorularına cevap bulmak bu noktadan bakıldığında yetersiz kalabilir. Bunun için hastada korku nasıl ortaya çıkar sorusunu direkt sormak ve bu doğrultuda konuyu psikodinamik açıdan ele almak daha aydınlatıcı olacaktır. Korku ve Hasta Korku duygusunu hasta bağlamında ele alabilmek amacıyla iki örnek seçilmiştir. Bunlardan ilki psikanalitik literatürden seçilmiş olan “Küçük Hans” vakası, diğeri ise Türk Edebiyatından “Korkuyu Beklerken” hikâyesidir. İyi bilinen bir vaka olarak “Küçük Hans”, bu vakayı 1909’da “Çocukta Fobinin Analizi”nde paylaşan Sigmund Freud’a aittir. Bu vakada, beş yaşındaki Hans için konulan tanı özgül fobi –daha spesifik olarak da at korkusu– olarak adlandırılabilir. Bu bozukluk etiyolojik (nedensel) olarak ise “Oedipus Kompleksi”nin başarısız/sağlıksız çözülmesi ve kardeş rekabeti ile açıklanmaktadır. Freud, Hans’ın at korkusunun yeni doğan kız kardeşini kıskanması ve annesinin partneri olarak babasının yerine geçme arzusuyla ilgili olduğunu iddia eder. Bu noktada, tanısal ve ISSN: 2148-4376 27 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 23-39 Seray Akça, Begüm Zübeyde Şengül, Tuğba Uyar etiyolojik mevzuları açıklamak ve tartışmak için öncelikle bu küçük oğlan çocuğunun hastalığının seyrine odaklanılmalıdır. Hastalığın gidişatını ele almak üzere, “Küçük Hans”ın erken dönem yaşantısındaki bazı dönüm noktalarına sırasıyla ve kısaca değinilecektir. Bunlardan öncelikle bahsedilmesi gereken, Hans’ın çocukluk cinselliğinin bir parçası olarak nitelendirilebilecek bir özellik olarak, daha üç yaşını doldurmadan pipisine (Almanca wiwi) alışılmışın dışında bir ilgi göstermesidir. Onun o yaşta hayatındaki bir diğer önemli şey ise Berta, Olga ve Fritzl adındaki arkadaşlarıyla oyun oynamasıdır. Hans üç buçuk yaşına geldiğinde, bir gün annesi onu eli pipisindeyken bulur ve onu bir daha ellediği takdirde pipisini kesmekle tehdit eder. Bu olayda dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır ki, annesinin bu tehdidin den sonra henüz Hans’ta oluşan bir suçluluk duygusu ve kastrasyon kaygısı yoktur çünkü o kesildiği takdirde bu hasarın “tabii ki tamir edileceğini, düzeltileceğini” düşünür. Daha, hatta en önemlisi, Hans bu yaştayken ve bunları yaşarken, kız kardeşi Hanna dünyaya gelir ve Hans annesinin doğum sırasında ve sonrasındaki inlemelerini duyar, etraftaki kan lekelerini görür ve ilk kez şaşırır. Sonra kendisine daha önce anlatılmış olan leylek hikâyesi hakkında kuşkulanmaya başlar. Yeni doğan bebek onu şaşırtır ve kıskandırır. Bunun hemen ardından boğaz ağrısı çekmeye başlar ve ateşlenir. Ayrıca bu aralar küçük kızların pipisi hakkında yanlış bir algıya da sahiptir. Dördüncü yaşına yaklaştığı sıralarda ise, pipiler hakkındaki sorgu ve soruşturmaları, canlı ve cansız varlıkları pipilerinin var olup olmamasına göre ayrıştırma çabaları ve özellikle anne ve babasına dönük cinsel merakı, onun erken dönem deneyimleri arasında önemli bir yer tutar. Ayrıca, ev sahiplerinin 13 yaşındaki Mariedl adlı kızı ve Gmunden kasabasıyla ilgili rüyasıyla, Gmunden’e dönme arzusunu açığa çıkarır. Yine bu yaşta, Hans’ın diğer çocuklarla olan aşk ilişkileri, bu ilişkilerdeki şaşırtıcı ölçüdeki değişkenliği ve çokeşliliğe olan eğilimi gözlemlenebilir. Dört yaşına geldiğinde ise, üstünlüğünü fark etmesi sayesinde, Hanna’ya karşı duyduğu kıskançlığın üstesinden gelir. Bu dönemde, beş yaşındaki bir erkek kuzenine karşı eşcinselliğin ilk izlerini ve kendinden büyük bir kıza uzaktan uzağa duyduğu aşkı gösterir. Ayrıca yine dört yaşındayken, kendi odasında uyuması sağlanır. Dört yaşını biraz geçtiğinde bir gün banyodan sonra annesine, pipisini kastederek şöyle sorar: “Parmağını niye oraya koymuyorsun?” Ardından annesine karşı gösterdiği cüretkârlığa zıt bir şekilde çarpıtılmış, tam tanımlanamayan bir rüya görür. Ayrıca bir başka rüyasıyla Berta veya Olga’nın kendisine işemesine yardım ettiğini anlatır. Bu yaş onun kızlar tarafından izlenmekten zevk aldığı son yaştır. Teşhirciliği o vakitten sonra çeşitli oyunlar altında bastırılmaya boyun eğer. Dört buçuk yaşındayken, küçük Hans kızlara karşı saldırgan, maskülen ve kibirli davranmaya başlar. Ayrıca Mariedl’in kendisiyle uyumasını istediğini dile getirir. Küçük kız kardeşinin yıkanışını izlerken, aralarındaki farkı reddetme yerine, erkek ve dişi genitalleri arasındaki ayırımı fark eder. Beş yaşına yaklaştığı sıralarda, uyandığında annesine “Ben uyuyorken, senin gittiğini sandım ve ‘hoşça vakit geçirebileceğim’ başka bir anne yoktu.” diyeceği kaygılı bir rüya görür. Bundan sonra, annesinin onu kendi yatağına almasını sağlayacak hüzün dolu bir ruh hali geliştirir. Sokaktayken ağlamaya başlar ve eve götürülmeyi, annesiyle hoşça vakit geçirmeyi ister. Sokaktayken asla uzağında kalmak istemediği annesini özler. Böylece sokaklardan hoşlanmayışının temel anlamını doğrudan itiraf eder. Bu noktada ISSN: 2148-4376 28 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 23-39 Seray Akça, Begüm Zübeyde Şengül, Tuğba Uyar Hans’taki at fobisinin seyrinde hala kaygının ağır bastığı, henüz ortada korku duygusunun olmadığına dikkat edilmelidir. Sonra bu kaygıyı yatıştırma niyetiyle Hans’ın annesi, onunla beraber sokağa çıkmaya karar verir ama Hans yine sokakta korkar ve bir atın onu ısıracağından korktuğunu söyler. Akşam olduğunda da, ağlayarak, atın odaya geleceğini söyler. Bunu takip eden gecelerde ise, mastürbasyon alışkanlığına devam eder. Hans beş yaşına geldiğinde, babasının kararıyla psikanaliz, diğer bir deyişle aydınlanma başlar. Freud Hans’ın babasından ona bütün bu at meselesinin bir saçmalık olduğunu, gerçeğin annesini çok sevmesi ve onun yatağına alınmak istenmesinden ibaret olduğunu söylemesini ister. Ayrıca bu dönemde, Hans’a annesi ve diğer tüm dişi varlıkların pipisi olmadığı söylenerek kendisi cinsiyet konusuyla ile ilgili bilgilendirilmiş olunur. Ancak bundan sonra onun at korkusu atlara daha da çok bakma, onları daha çok inceleme kompulsiyonuna (zorlantısına) dönüşür ve fobisi daha da artar. Bundan sonra “Gmunden’de ısıran beyaz bir at var. Parmağını ona tutarsan, ısırır.” der. Fantezisini gerçekleştirme isteği ile ilgili ise “Ama istemek yapmak değil ve yapmak istemek değil.” şeklinde ifadeler kullanmaya başlar. Babasına, annesinin geceliğinin altında tamamen çıplak olduğu ve Hans’a annesinin kendi “pipi”sini görmeye izin verdiği bir başka fantezisini anlatır. Bu fantezi açıkça Hans tarafından kadınların pipisinin olmayışının başta kabul edilmediğini göstermektedir. Öyle olmasını diler ve bu fantezisinde ilk algısına takılı kalır. Bu durum da onun kendine güveninde yıkıcı bir etki yaratır ve kastrasyon kaygısının açığa çıkmasına sebep olur. Daha sonra, diğer fantezilerinde de yasak bir şeyler yapmayla ilgili yakarışları olur ve tüm bu fanteziler onun ensest bariyerine karşı sarf ettiği çabaları işaret eder. Bunun dışında, babası ona “Ben seni hiç azarladım mı, sana hiç vurdum mu?” diye sorduğunda Hans “Ah evet, bana vurdun!” diye yanıtlar. Burada Hans’ın kastettiği durum, bir keresinde Hans’ın babasının karnına beklenmedik bir şekilde kafasını tosladığında babasının elini refleksif bir şekilde vurmasıdır. Bu durum, bu durumun yorumlanışı ve Hans’ın davranışları psikanalitik literatürdeki “yansıtmalı özdeşim” kavramı ile ele alınmalıdır. Ayrıca, babasının eline vurması ve aynı eli sevgi dolu öpüşü şöyle yorumlanabilir: Babasına olan sevgisi, annesi konusunda kendisine rakip olması sebebiyle ona duyduğu düşmanlıkla savaş halindedir. Bu yüzden kaygısının iki bileşeni olduğu iddia edilir: ‘Babasından korkma’ ve ‘babası için korkma’. Hans’ın (H) at fobisi için tetikleyici sebep, babası (B) ile olan aşağıdaki diyaloğu ile açıklanabilir: H: “Bir otobüs yaklaştığında da çok korkuyorum.” B: “Neden? Çok büyük olduğu için mi?” H: “Hayır. Çünkü bir keresinde otobüsteki bir at düştü” B: “Bu seni niye bu kadar korkuttu?” H: “Çünkü at şöyle düştü, ayağı şu şekilde. Bu beni korkuttu çünkü ayağıyla çok büyük bir gürültü kopardı.” Yine bu yaşta, Hans atçılık oynamaya bayılır. Bu oyunlarda kendisi at olur ve babasını ısırır, ki bu olay psikanalitik literatürdeki savunma mekanizmalarından “özdeşim kurma” mekanizmasına işaret eder niteliktedir. Bilinmelidir ki, bu mekanizma yardımıyla Hans’ın korkusu azalmaya başlar. Ancak bu sefer de, annesinin külot giyip çıkarması esnasında gündeme bir “dışkı” içeriği gelir. Siyah külotları dışkı, sarı külotları ise çiş olarak nitelendirir ve büyük gürültülerin ona dışkıyı, küçük olanların ise çişi çağrıştırdığını söyler. Bir erkek ve kadının çiş yapma seslerini de ayırt etmeye başlar. Yine bu dönemde, kendisi çiş yaparken küçük kızların onu izlemek istemesinden şikayetçi olur, ki bu da “yansıtma” mekanizmasını gözler önüne sermektedir. Sonra yine Hans tarafından oldukça önemli bir fantezi anlatılmaya başlanır: Musluk tamircisi fantezisi. Bu fantezide kendisi küvetteyken musluk tamircisi gelir ve ‘onun’ vidalarını söker. Sonra daha büyük bir delici alet alıp onu karnına takar. Şöyle iddia edilir ki, Hans arkasını (poposunu), bu büyük küvete oranla çok küçük bulduğu için sevmez. Bu arada, bu fantezideki ‘küvet’ ve ‘delici alet’ gibi semboller gözden kaçırılmamalıdır. Ayrıca, Hans’ın kaka yapma, ağır yüklü araba ve ağır yüklü mide/karın korkusunun bu dönemde açığa çıktığına dikkat edilmelidir. ISSN: 2148-4376 29 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 23-39 Seray Akça, Begüm Zübeyde Şengül, Tuğba Uyar Yine beş yaşındayken Hans, “Hanna’nın balkonda olduğu ve oradan düştüğü geldi aklıma.” diyerek bastırılmış bir isteğini ifade eder. Bu hiç ortadan kaybolmayan istek, kardeşine karşı gösterdiği abartılı bir sevgi gösterisiyle sadece kısmen telafi edilir. Sonra diğer bebeklerle beraber kız kardeşi de ‘kaka’ olarak nitelendirmeye başlar. Kutu ve küvet kelimelerini bebekleri içeren alanlar olarak tanımlayarak bunlar ile ilgili analojiler/benzeşimler üretir. Yine bu dönemde, annesiyle ilgili sadistçe düşünceleri ortaya çıkar. Otobüs, mobilya kamyonları ve kömür arabalarının leylek yuvası taşıyan arabalar olduğunu iddia etmesiyle Hans’ın bir sonraki korkusu; yani “hamile kadın korkusu” açıklanabilir hale gelmiştir. Ancak, bir bebeğin doğuşuyla ilgili aydınlanmaya kavuştuğunda, Hans’ın durumunda gözlemlenir bir gelişme olmuştur. Bunun yanı sıra, babası Hans’a annesiyle evlenmek isteyip istemediğini sorduğunda Hans buna tamamen olumlu bir yanıt verir. Çocuklarının olmasını istediğini ve bu çocukların annesinin kendisi olacağını söyler. Bu durum ‘oto-erotik bakış açısı’nı gözler önüne sermektedir. Fantezisindeki çocuklar büyük ihtimalle mastürbasyonunun ürünü çocuklar olacaktır. Bu fanteziden sonra Hans’ın kaygısı tamamen ortadan kalkar. Onun tatmin edici sonuna göre, kendisi ‘baba’, annesi ‘anne’, babası ‘büyükbaba’, büyükannesi ise ‘nine’ olacaktır. Babasını saf dışı bırakmak yerine, ona da kendisi için arzuladığı mutluluğu bahşetmektedir. Onu büyükbaba yapmıştır ve onu da kendi annesiyle evlendirmiştir; yani bizim küçük Oedipus mutlu bir çözüm bulmuştur. Bu vaka analizi için aktarılabilecek sonuçlar şöyledir: Taşradayken (Gmunden’deyken) Hans’ın libidosu her iki cinsiyetten pek çok arkadaşı arasında bölüştürülmüş iken, Viyana’da hiç arkadaşı olmadığı için libidosu bölünmemiş bir halde annesine dönüktür ve bu bastırılmış istek/libido, kaygısına sebep olmuştur. Bu kaygı ”patolojik kaygı” olarak adlandırılır çünkü artık arzu nesnesine kavuşulmasıyla yatıştırılamayan bir kaygıdır kendisi. Bu yüzden, bu aşamadan sonra yapılacak ilk şey bir obje (örn; ısıran, düşen bir at) bulmaktır. Bu noktada bu fobinin malzemesinin Hans’ın komplekslerinden geldiğine dikkat edilmesi gerekir. Bunun yanında Adler’e göre ise, kaygı Hans’ın saldırgan eğilimlerinin bastırılmasından kaynaklanmaktadır. Düşmanca olanlar babasına, sadistçe olanlar annesine yöneliktir. Daha önce de değinildiği gibi, Hans’ın son fantezisiyle, kastrasyon kompleksinden kaynaklanan kaygı alt edilir ve ona acı veren beklentileri mutlu bir devre geçişi sağlamaktadır (Freud, 2010). Green’e (1999) göre “Fiziksel cinsel bir gerilim/heyecan birikimi belli bir sınırın ötesine geçtiğinde, bu birikim ruhsal bir elaborasyonla duygulanım haline dönüştürülebilir.” (s. 60). “Küçük Hans” vakasında, cinsel gerilimin (bastırılmış libidonun) kaygıya (kastrasyon tehlikesine) dönüşümünün fark edilmesiyle bu teori doğrulanmış olmaktadır. Ayrıca Green’in belirttiği gibi bu kaygı eksik olan bir temsilin yerine geçer ve bu bedensel olarak ifade edilir. Kaygı nevrozunun semptomları spesifik bir eylemin (örn; cinsel birleşme) yerine geçer ve fobi bu kaygıyı engellemek için üretilir. Bir başka deyişle, “Kaygıyı yaratan bastırma değildir, kaygı bastırmayı yaratır.” (s. 65). Küçük Hans’ın Oedipus kompleksinde, düşmancıl duygulanım bir başka nesne üzerine aktarılırken şefkat duygulanımı korunur. Ancak bu durumda da intikam tehlikesi açığa çıkar; yani saldırganlık isteğinin yöneltildiği nesne tarafından saldırıya uğrama korkusu ortaya çıkar. “Küçük Hans” vakasında bu saldırganlığın oral olduğu gözlemlenebilir. Korku bir at (ya da aslında babası) tarafından ısırılma ile ilgilidir. Duyguların katmanlı bir şekilde ele alınması konusuna gelinecek olursa, “Küçük Hans” vakasından iki tane spesifik ve isabetli örnek verilebilir. İlk hipotetik duygu katmanlaşması, Hans’ın babasının, annesinin ve diğer tüm dişi varlıkların pipilerinin olmayışını söylemesiyle yaşadığı ‘aydınlanma’ sonrasındaki muhtemel duygularıyla ilgilidir. Bu bilgiyi öğrendiğinde Hans’ın önce şaşkınlık yaşadığını, sonra epeyce üzülüp hayal kırıklığına uğramış olduğu varsayılabilir. Sonrasında ise, annesindeki pipi eksikliği onda iğrenme duygusu yarattığı ve onun pipisinin de ortadan kaldırabileceği ihtimaliyle korkuya kapılmış olduğu düşünülebilir. Bir başka deyişle, baba korkusu ve kastrasyon kaygısı, bir at tarafından ısırılma korkusuna dönüştürülmüş ISSN: 2148-4376 30 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 23-39 Seray Akça, Begüm Zübeyde Şengül, Tuğba Uyar olabilir. Ayrıca, bu korku ve babanın ya da atların üstünlüğü Hans’ta utanç duygusuna yol açmış olabilir. Sonra da bu üstünlüğü kıskanmış, ardından babasına yönelik bir öfke ve bu öfke/düşmanlıktan ötürü duyduğu bir suçluluk duygusu yaşamış olduğu düşünülebilir. Sonuç olarak da bu sefer, kendisini bir atın düşüşünden korkma şeklinde gösteren babası için bir korku oluşmuş olabilir. İkinci katmanlı duygu örneği Hans’ın kız kardeşi Hanna’nın doğumuyla ilgilidir. Bu durumda korku duygusu (düşen bir at korkusu, ağır yüklü araç korkusu) Hans tarafından sırasıyla şaşkınlık, üzüntü, kıskançlık, öfke ve suçluluk duygularının deneyimlenmesinden sonra açığa çıkmış olabilir. Bu örnekte düşen atın sadece Hans’ın ölümünü istediği babası olmadığı, aynı zamanda doğum yapan annesi olduğu gözden kaçırılmamalıdır. Bütün olarak bakıldığında “Küçük Hans” vakasından tüm duygulanımların kaygı boyutuna dönüşmeye meyilli olduğu sonucu çıkarılabilir ve çocukluk cinselliğinin resmini ruhsal oluşumları katman katman açığa çıkararak oluşturmak gerektiğine vurgu yapılabilir. Hasta bağlamında korku duygusunu ele alırken incelenebilecek ikinci örnek olarak Oğuz Atay’ın 1973’te yayınlanmış olan “Korkuyu Beklerken” hikâyesi incelenecektir (Atay, 2003). Kitaba adını veren bu hikâyenin kahramanı lise mezunu, şehirden uzakta, müstakil evinde tek başına yaşayan bir adamdır. Kendi halinde yaşayan bu kişinin gece yarısı bilinmeyen bir örgüt tarafından evine gelen mektupla hayatı değişir. “Korkuyu Beklerken”, bu kişinin o mektuptan sonra yaşadıklarının hikâyesidir. O günden sonra sürekli bir korkuyla yaşayan hikâye kahramanı, bu korku neticesi toplumdan uzaklaşır, bireysel heyecanlar yaşamaya başlar. Kafasında çeşitli senaryolar kurar. Bu davranış biçimleri kahramanın iç dünyasında yaşadığı karmaşanın bir neticesidir. “Yazar, toplumdan uzak bir köşede, yalnız yaşayan, dünyadan, tabiattan insanlardan kopmuş; sürekli tedirgin, huzursuz, ömrünü ayrıntı ayıklamakla geçiren, gizli güçlerin kendisini tehdit ettiğini sanan ve korkuyla kıvranan bir kişinin iç dünyasını, onun bunalımlarını – iç monolog halinde – başarılı bir şekilde yansıtır.” (Karaca, 1990, s. 63-64). Korku, hayatla mücadele içindeki insanın duygu hâlidir ve bu hikâyede yaşama biçimine dönüşmüştür. Kendisiyle ve toplumla barışık olmayan bu insan, uyumsuzluk göstergesi olan bu korkuyla her zaman yaşamaya mahkûm gözükmektedir. Hikâyenin sonunda rahatlayan kahramanın öncelikle kendisiyle barışması daha sonra topluma yönelik yaklaşımları ile duygu ve düşüncelerinin, hezeyanların olmadığı normal bir hayata dönüşün işareti olarak algılanabilir (Sakallı, 2011). Hikâyenin özümsenmesinden sonra fark edilecektir ki, bu hikâyenin açıkça işaret ettiği birtakım psikanalitik kavramlar vardır. Bunlar Melanie Klein’ın “Nesne İlişkileri” teorisinde ele aldığı ‘paranoid-şizoid konum’ ve ‘depresif konum’ ile ‘yansıtmalı özdeşim’ kavramlarıdır. Bunun dışında, hikâyedeki kahramanın duygu ifadeleri de oldukça dikkate değerdir. Bu noktada, farklı teorik yaklaşım ve bunların kavramlarına örnek teşkil etmesi amacıyla “Korkuyu Beklerken” hikâyesindeki monologlardan bazı alıntı cümleler ve gerekli olduğunda parantez içindeki açıklamalar, anahtar kelimeler aşağıda paylaşılmıştır: “Daha önce onların böyle bir davranışıyla karşılaşmamıştım; korktum.” (şaşkınlık arkasından gelen korku duygusu) “Köpekler yüzünden kendime karşı küçüldüm.” (korkunun arkasından gelen utanç duygusu) “Yalnız kaldıkça, yalnız kalmaktan korktukça... Aynadan uzaklaştım.” (paranoid-şizoid konum) “Yalnız kalmaktan korktukça yalnızlığım artıyor. Bu sefer gerçekten gülümsedim.” “Çünkü kimse bana mektup yazmazdı. Korktum.” “Şimdi onun arabası var, katı var; bir insanın daha başka neyi olabilir? Ben, otobüse ISSN: 2148-4376 31 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 23-39 Seray Akça, Begüm Zübeyde Şengül, Tuğba Uyar biniyorum; yüksek düşüncelerimi anlayamayacak kimselerle birlikte yolculuk ediyorum.” (kıskançlık) “Onun ayrıca tezleri var, yazıları ve kimsenin bilmediği ölü dilleri var; istesem de ona yetişemem.” (kıskançlık) “Yabancı dil bilmezliğimden utanmıştım.” “Biri sana şaka yapmış olmasın, dedi. Birden tatlı bir ürperme hissettim; sonra da üzüldüm.” “Güldü. "Korktun mu yoksa?" "Ha-ha. Yok canım. Korksam, bu dağ başında oturur muydum?” “Birden öfkelendim, korkum geçti.” (öfke ve korkunun birbirine karşıt süreçleri) “Evet. Bugün yeter bana bu kadar ölmek, diye düşündüm gizli bir sevinçle. Ben size gösteririm.” “Bütün hafızamı, hayal gücümü zorluyordum; geçmişe ait bir şeyler hatırlamak, bir şeyler görmek istiyordum.” (bastırma) “Ülkeme ve insanlarına kızmaya başladım: Kimsenin doğru dürüst okuduğu yoktu.” (yansıtma) “Herkese güleryüz göstereceğim, evleneceğim, çocuk yetiştireceğim, onların altını değiştireceğim, gece uyutmak için sabırla masal anlatacağım, dedikoduları dinleyeceğim, ilgi göstereceğim, ilgi!” (depresif konum) “İçtikçe kendime acımaya başladım. […] Bütün düzenleri yıkacaktım, onlara gösterecektim.” (paranoid-şizoid konum) Tüm bu alıntılar göz önünde bulundurulduğunda şunu belirtmek gerekir ki, hikâye kahramanının paranoid-şizoid ile depresif konumlar arasındaki geçişi, kullandığı savunma mekanizmaları ve ilişkileri bu hikâyeyi edebî yetkinliğine ek olarak psikanalitik bakımdan da değerli bir noktaya getirmektedir. Daha da önemlisi, korkunun ön planda olduğu duygu ifadelerinin yukarıda bahsi geçen teorik açıklamalara ve katmanlı modele uygunluğu, bu hikâyenin akademik ve pratik alanlarda çalışan ruh sağlığı uzmanları tarafından derinlemesine incelenmesinin faydalı olacağına işaret etmektedir. Korku ve Terapist Bu makalede, korku duygusunun terapist açısından incelenmesini sağlamak için duyguların devam eden terapideki önemi, aktarım ve karşı aktarım ile bunların psikoterapideki yeri, karşı aktarımın engelleyici yanları ve karşı aktarımın yönetim yolları tartışmak için seçilen iki örnek üzerinden açıklanacaktır. Bu iki örnekten biri Freud’un çalışmalarından en bilinenlerinden biri olan “Küçük Hans”, diğeri ise “Tedavi” (In Treatment) adındaki bir diziden alınan “Laura” vakasıdır. Her bir ürün ya da duygu, sergilendikten sonra onu izleyenlerin yansıttıkları kadardır. Eğer terapistin bir insan olduğu gerçeği dikkate alındığında, onun doğası gereği duygularının da terapi sürecinde önemli bir yer tuttuğu gözden kaçırılmamalıdır. Pek çok araştırmacı, yazılarında duyguların mantıksızlık ve tutarsızlık getirdiğini önermekte ve bunu sağlıksız bulmaktadır. Eğer bu söylemleri kabul ederek ilerlersek, yeni soruların belireceği muhtemeldir. Peki, tutarlılık diyerek belirtilen durum sabitlik ve rijidite ile sonuçlanırsa, uyum sağlayan insan da tutarsızlık ile değerlendirilirse, bu sağlıksızlığa mı işaret edecektir? Şüphesiz ki bu soru ardında tartışmalı bir konuyu getirir. Daha tarafsız bir analiz yapabilmek için duygular, yapı ve süreç olarak iki kısma ayrılarak incelenebilir. Terapistin bakış açısından ve devam eden psikoterapi süreci açısından, duyguları kabullenmek ve onları terapinin ilerleyişine katkıda bulunabilecek şekilde kullanabilmek duyguların terapideki yeri açısından anahtar öneme sahiptir. Bir terapist ISSN: 2148-4376 32 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 23-39 Seray Akça, Begüm Zübeyde Şengül, Tuğba Uyar gerektiğinde, ortaya çıkan duygulara göre kendisinin ve terapi sisteminin önceliklerini düzenlemelidir. Ancak, terapi süreci için çok önemli bir nokta da şudur: Terapist, terapi sürecinde terapist ve hastada ortaya çıkan duyguların farkında olmalıdır. Terapide, terapistin istemeden ve birden sergilediği duygular aslında etkinleşen daha büyük bir duygu düğüm noktasının uzantılarıdır. Etkin ve başarılı bir terapi sürdürmek isteyen terapist, bu duyguları ve duygu düğümleri arasındaki yolu bilmeli, ve terapide bu farkındalık ve kabul ile ilerlemelidir. Çünkü kabullenmeyiş kişide benlikten iğrenme ve sonucunda mutsuzluk ile sonuçlanabilir. Bir terapide, eğer terapist açısından iğrenilen bir benlik var ise, bu terapi sürecine zarar verir ve ilerleme sağlanamaz. Benliği korumak için zihin genellikle iğrenmenin altında yatan olayları unutmayı tercih eder. Yaşantının istenmeyen etkilerinden kendiliği korumak için, kendiliğin iğrenmeyi deneyimleyen kısmı kendilikten uzaklaştırılarak ayrılan kısım unutulmaya yatkınlaşır (Power ve Dalgleish, 2008, s. 362). Unutma işlemi, düşünme tarzı ve öğrenme yolu değiştiğinde gerçekleşebilir. Örneğin, çocukluk döneminde bilgiler dokunarak kodlanır, büyüdükçe bilgileri bilişsel olarak kodlamaya başlarız. Yani aslında anılar çok erken yaşlarda oluşmaya başlamış olmasına karşın, biz şuan kullandığımızdan farklı kodladığımız hafıza kısımlarını hatırlayamıyor olabiliriz. Duygular üzerine çalışıldığında, duygu ve ruh hali arasındaki ayrımın yapılması gereklidir. Duygular duruma bağlı olarak aniden ortaya çıkar ve kısa süreli iken, ruh hali zaman içinde birikerek gelir ve uzun sürelidir. Bu ayrıma dair bir diğer kavram da ‘duygudurum’dur. Duygudurum kapsamında duygular organik fonksiyonlar üzerinde daha az yankı; karar verme ve davranışlar üzerinde daha az müdahale ile birlikte daha az yoğun deneyimlere sebep olarak uzun bir süreçle beraber görülür (Blechman, 1990). Duyguların farkında olmak ve kabullenmek sürecinde, benlik ve kişilik birbirleriyle oldukça ilişkilidirler. Bu sürecin başarılıp başarılamadığına karar verebilmek için, literatürde iki kavram bulunmaktadır. İlki olan ‘ego uyumlu’ kişinin kabul edebildiği ve tüm kişiliğiyle de tutarlı olan davranışlarını, düşüncelerini, dürtülerini, itkilerini ve tutumlarını tanımlamaktadır. Diğer kavram olan ‘ego uyumsuz’ ise kişinin kabul edemediği, tüm kişiliğiyle de tutarlı olmayan ve kişide stres ile kaygı yaratan davranışlarını, düşüncelerini, dürtülerini ve tutumlarını tanımlamaktadır (http://www.mentalhealth.com/whgdata/whlstg0.htm). Ego üzerine konuşmalar yaparken, ‘gözlemleyen benlik’ pek çok terapi yaklaşımı açısından da temel kabul edilen ve terapide hem terapist hem de hasta açısından önem teşkil eden anahtar elementtir. Freudyen kaynaklara göre, gözlemleyen benlik, benliğin ayrılmış bir kısmıdır, o kısım benliğin tekrar kendisini gözlemlemesini sağlar. Diğer bir açıdan, “Stayhill Enstitüsü” gözlemleyen benliğin aslında zihnin uyanabilen ve bilinçli olarak düşünce, inanç, duygu ve davranışlara dikkatini veren ve çevresindeki dünyadaki gerçekliği anbean takip eden bir parçası olduğunu belirtmiştir. Bu süreç öncelikle hissettiklerini gözlemlemesiyle başlayabilir, ardından kişinin içinde neler olduğuna dair kendisini sorgulaması sonrasında olanları bilmesi ve etiketleyebilmesi ile son olarak da akışı izlemesi ve nefes alması ile neticelenebilir. McWilliams’a (2013) göre her kim düzenli olarak farkındalık egzersizleri yaparsa, kendinde farkındalığını derinleştirebilir ve benliğini gözlemleyebilme yeteneğini geliştirebilir. Ayrıca gözlemleyen benliği neredeyse hiç gelişmemiş olan kişiler terapistle ilişki kurabilmek için daha fazla tedavi edici çabaya ihtiyaç duyabilirler. Gözlemleyen benlik; duygulanım, davranış ya da hastalığın kökenini ve sebeplerini bulduğunda, ardından kökenleri açıklamak için homeopatik düşünceler ve izopatik prensipleri kullanacaktır. İlki olan homeopatik düşüncelerde, homeopati doğal terapötik yaklaşımdır. Buna göre, sağlıklı insanlardaki bir hastalığın semptomlarına sebep olan bir maddenin hasta insanlardaki o hastalığı iyileştireceği belirtilir. Bu fikir etkinliğinin kanıtlanmamış geçerliliği sebebiyle çoğu zaman kabul edilemez. İkinci olarak izopatik prensibe göre, bir bireyin probleminin sebebinin o ISSN: 2148-4376 33 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 23-39 Seray Akça, Begüm Zübeyde Şengül, Tuğba Uyar problemi tedavi ettiği bir olgudur. Örneğin; erkek kardeşine duyduğu nefret yüzünden suçluluk duyan bir hasta, nefretinden kurtularak suçluluğunu yener. Daha açık bir şekilde açıklamak gerekirse; nefret hissedildiğinde suçluluk açığa çıkabilir ve bu suçluluk öfkeye giden yola set çekebilir; fakat nefret arttığında suçluluk bunun üstesinden gelemez. Sonuç olarak nefretin düzeyi arttıkça suçluluk artık yörüngenin bir parçası olmaktan çıkar. Böylece öfke daha güçlü bir şekilde ortaya çıkar ve kişide tatmin duygusu oluşur. Bu yörüngeyle ilişkili olarak, terapistin süpervizyona başvurduğu noktaların, hastanın üstesinden gelmesi gereken nokta olduğu görülür. Aslında bu noktalar, terapistin kör olduğu noktalardır. Terapist ilişki içerisinde güçlü bir konumda kalmak için çaba sarf eder; ki bu terapötik ilişkide beklenen normal durumdur. Süpervizyon sebebinin çarpıtılmasıyla ilgili olarak, gerçekliğin çarpıtılması duyguları anlamadaki başka bir anahtar noktadır. Savunma mekanizmaları sürekli gerçekliği çarpıtır ve bu durum esnekliği azaltıp hastanın gerçeklikten kopmasına sebep olur. En sonunda kişi daha çok savunma mekanizması kullanmaya ihtiyaç duyar. Hasta bu mekanizmaları kullanır ve terapistin terapideki rolü, gerçeklikleri ve (farkında olunan duyguların ikincil duygular olduğunu belirterek) gerçek duyguları saklamaya gerek olmadığını göstermektir. Freud’un tanınmış “Dora” vakasında, Dora’nın cinsel yönden uyarılması birincil duygusuyken o bunu bilinç düzeyinde ikincil bir duygu olarak iğrenme ile dile getirmiştir. Birincil duyguları ifade edebilmek için, benlik kendi içindeki olumlu ve olumsuz yanları kabul edebilmelidir. Melanie Klein’ın paranoid-şizoid ve depresif konumları bunu net bir şekilde açıklar. Benliğini başarılı bir şekilde entegre edemeyen insanlar başa çıkamadıkları, başkalarına ve bilinçlerine göstermek istemedikleri duygu ve düşüncelerini bilinç düzeylerinden uzaklaştırmayı seçerler. Bu duygu ve düşünceleri bilinçdışında tutmak için devamlılık gereklidir. Bu da diğer bilinçdışıyla iletişim halinde olarak ve bunların bilinçdışında kalmalarına izin verilerek sağlanır. Bunları yakıp yok etmek yerine bir diğer imkan ise, gerçeklikle yüzleşmeye cesaret bulmaktır; fakat bu öfke ve üzüntüyle sonuçlanabilir. Bu yüzleşmeler sırasında ortaya çıkan anılar yoğun duyguların yaşanmasına sebep olabilir. Bu noktada bir anının yoğun bir şekilde hatırlanması diğer bir anıyı gölgelemeye yarayabilir. Bilinçdışı iletişimden bahsederken, yansıtmalı özdeşim önemli bir kavramdır ve terapi bu bilgiye dayandırılmalıdır. Bu noktadan başlayarak karşı aktarım konusu, terapistin bakış açısından irdelenmek amacıyla derin bir şekilde ele alınmaya çalışılacaktır. Rogers (1989; akt. Gelso ve Hayes, 2007) bu konuda terapistin kendi duygularının hastası tarafından bilinmesi hususunda açık olması gerektiğini vurgular. Eğer bir ilişkide terapist mantıklı derecede uyumlu olursa ve ilişkiye dair hiçbir duygu ne kendisi tarafından ne de bir başkası tarafından saklanmazsa, ancak o zaman terapideki ilişkinin yardım edici olabileceğini belirtmiştir. Bu söylemlerini de "Eğer terapist kendisine yardım etmeyi başarabileceği bir ilişkiyi kendisiyle kurarsa, eğer kendi duygularının farkında olup, bu duyguları kabullenebilirse, ancak o zaman bir başkasına karşı da yardım edici bir ilişki kurma ihtimalini artırabilir." sözleriyle desteklemiştir. Bunların yanında Rogers, aktarım ve karşı aktarımı karmaşık hale getiren şeyin terapistin hastada karşılaştığı durumların kendisindekilerle çok benzer olabilmesi olduğunu belirtmiştir. Çünkü kendindeki konuları halletmemiş olan bir terapist, benzer konularla karşılaştığında korku gibi, daha olumsuz duygular hissedecektir. Bu korku terapistin yardım edebilme ihtimalini yok eder, çünkü terapist henüz kendisine nasıl yardım edebileceğini dahi bilmemektedir. Şüphesiz ki, terapist bir dereceye kadar doğallıkla ve tüm insanlığıyla tepki verirken, kendi iç meselelerine dikkatini iyi vermelidir. Greenberg (1991; akt. Gelso ve Hayes, 2007) terapistin böyle bir süreç içinde hastanın bilinçli ve bilinçdışı aktarımlarına maruz kaldığında kendi benliğini bu şekilde koruduğunu ve böyle bir etkiye maruz kalmaktan duyduğu korkuya karşı bir savunma geliştirdiğini belirtmiştir. Bunun sebebi ise karşı aktarımın genelde hastanın açıkça belirtmediği ihtiyaç, dilek ve korkularına tepki olmasıdır. Yani terapistin, terapi ilişkisinde kendi karşı ISSN: 2148-4376 34 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 23-39 Seray Akça, Begüm Zübeyde Şengül, Tuğba Uyar aktarımını anlaması, terapistin aynı zamanda hastanın ihtiyaç, dilek ve korkularını anlamasını da sağlayacaktır. Bunun yanında, Gabbard (akt. Gelso ve Hayes, 2007), sözlü olarak son derece kötü davranışlara sahip bir hastasıyla ilgili kişisel deneyimini paylaşırken, hastaların bazen bilinçli olarak terapistlerin hassas olduğu alanlara (örn; terapistin yardım edemeyen bir benlik olduğu vurgusu) vurarak terapistin saldırganlığını etkinleştirmeye çalışabileceklerini belirtmiştir. Gabbard’ın bu söylemi bir karşı aktarım olarak değerlendirilebilir (akt. Gelso ve Hayes, 2007). Terapistteki bu hassas noktalar genelde terapistin idealleştirdiği özelliklerden kaynaklanır. Örneğin; terapistin terapideki ilişkide çok sınırsal ve katı olması, terapistin aşk duygularını açığa vurmaktan korkması kaynaklı olabilir. Ayrıca aşkın sekse bağlantısı, aşkın cinselliği çağrıştırması sebebiyle terapistlerde bir korku yaratabilir. Literatürde, ‘agape’ diye genellikle herhangi iyi bir ilişkinin sağlıklı bir parçası olarak tanımlanan ve karşı aktarım başlığı altında ele alınmayan bir kavram vardır. Bunun sebebi, aşk/sevgi duygularının kaçınılması gereken şeyler olduğu anlamına gelebilmesidir. Bu bağlamda, duygusal nötrlük ya da duygusal aldırmazlık, karşı aktarımı hastayı sevme ya da onu ödüllendirmekten daha iyi temsil eder. Daha önce belirtildiği gibi, terapistlerin hassas noktaları olabilir ve bunlar hasta tarafından suiistimal edilebilir. Terapist bu kör noktaları temizleyemezse, kronik bir karşı aktarım deneyimlemeye mecbur hale gelir. Kronik karşı aktarım, terapistin alışkanlık haline getirdiği ve onun benliğinin veya kişilik yapısının bir parçası olmuş bir ihtiyacı yansıtır. Örneğin; bir terapist, gelişimi süresince ona yeterince sağlanamamış bir desteği bilinçli olmayarak kazanmak için kronik olarak aşırı destekleyici olabilir ya da başka bir terapist tüm hastalarında saldırganlık görebilir ve bu onun kendi çözümlenememiş saldırganlık ihtiyacının bir yansımasını temsil edebilir. Üçüncü bir terapist ise oldukça aktif olup kendi pasif yanından korkması nedeniyle bütün hastalarında hareketliliği destekliyor olabilir. Gelso ve Hayes (2007) tarafından, Denise adındaki bir öğrenci üzerinden, terapistin kendi kronik karşı aktarımı şöyle tarif edilmiştir: Terapistin kendi kronik karşı aktarımının tek bir kelime ya da kalıpla özetlenebileceği düşünülemez. Bu pek çok farklı şeyin bütünü olarak görülmelidir. Reddedilme, başarısızlık, yetersizlik, yeterince iyi olamama, yanlış yapma ve eleştirilme korkularının rol aldığı bir bütün. Ek olarak, Coen’in (2000; akt. Gelso ve Hayes, 2007) algısı şudur: Terapistin kendisine rahatsızlık veren duygulanımı hastaların duygularını işlemesini engeller. Bu yüzden terapistler rahatsızlık hislerinden arınmak için rahatsızlık veren duygularının aralığını genişletmek ve duygularının yoğunluğu üzerinde sürekli çalışmaya ihtiyaç duyarlar. Ayrıca Greenson’a (1974; akt. Gelso ve Hayes, 2007) göre aldırmazlık, karşı aktarımın açık bir işaretidir. Böyle bir aldırmazlık ve düşük yoğunluk genel olarak, terapistin acı ve korku dolu duygularına karşı yürüttüğü savunmanın açık bir sinyalidir. Maslow (1968; akt. Gelso ve Hayes, 2007), Freud’un “Kendimizi bilmekten korkuyoruz” fikrini onun literatüre yaptığı en iyi katkılarından biri olarak görmüştür. Bu doğrultuda bilinmeyenden korkan birey daha gerçekçi olan benlik algısı yerine diğerleri ya da kendisinin oluşturduğu, kendisine daha aşina olan yapıları tercih eder. Donner ve Schonfield'in yaptığı araştırma bu görüşü destekler niteliktedir. Bu çalışmada kullanılan “Kişilerarası Davranış Envanteri” nde (Interpersonal Behavior Inventory) kendi gerçek ve ideal benlikleri arasında daha yüksek farlılıklara sahip öğrencilerin kendilerinden daha az emin oldukları görülmüştür (Donner ve Schonfield, 1975). Buna ek olarak, bu öğrenciler hastalarının ifadelerine daha çok tepki vermekte; yani bu ifadelere daha duyarlı olmaktadırlar. Bu sebeple terapi başlangıcında hastanın şikayetlerinin kendilerinde de görülmesi (contagion effect) durumu oluşmaktadır. Bu bağlamda, “iyi görünme” gereği duyan ve kendisi ile hastası arasında duygusal anlamda mesafe koymaya çalışarak profesyonelce davranma çabası içinde olan terapistlerin hastalarında gelişme görülmemektedir (Donner ve Schonfield, 1975). Şu güvenle söylenebilir ki, terapistin kendi içinde çözemediği herhangi bir çatışma karşı aktarıma sebep olacaktır. Terapistin karşı aktarımının altında yatan sebeplerin çok katmanlı olabilecekleri ve terapistin benliği ile bilincinin dışında yer ISSN: 2148-4376 35 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 23-39 Seray Akça, Begüm Zübeyde Şengül, Tuğba Uyar alabilecekleri şu ana kadar önemsenmeyen bir noktadır. Karşı aktarımı yönetebilecek durumda olmak için duygu düzenlemesi bir seçenek olarak önerilebilir. Böylece kişi pozitif duygularını ve iyilik halini artırabilir ya da devam ettirebilir. Stres içeren duygularını ve savunmacı durumunu azaltabilir. Eğer terapist karşı aktarımı başarılı bir şekilde yönetebilirse, duygu düzenleme bu başarının bir sonucu olarak gelecektir. Karşı aktarımın yönetiminde beş faktörden bahsedilir. Bunlar; öz düzenleme, öz bütünlük, kaygı yönetimi, empati ve kavramsallaştırma yeteneğidir (Hayes, Gelso ve Hummel, 2011). Karşı aktarım, terapist tarafından anlaşılamadığı ya da kontrol edilemediği takdirde, terapi sürecine zarar verir. Anlaşıldığı ve kontrol edildiği zaman ise tedavinin etkili olmasını sağlar. Buradaki anahtar nokta, bu reaksiyonun terapistin içsel durumunu belirtip belirtmediği ya da terapistin gerçek sözel ve sözel olmayan davranışını yansıtıp yansıtmadığıdır. Karşı aktarımın içsel bir reaksiyon olarak ortaya çıktığı durumlarda oldukça yardımcı olacağı düşünülür. Burada karşı aktarımımın yararlılığı terapistin içsel durumuna bağlıdır. Eğer bu deneyim etkili bir şekilde anlaşılırsa ve hastayı anlamak için kullanılırsa oldukça faydalıdır. Fakat, terapistin içsel deneyimi terapi çerçevesinin dışında anlaşılırsa bu durum oldukça zararlıdır (Gelso ve Hayes, 2007). Makalenin bu kısmında, terapist açısından korku duygusu örnekler üzerinden incelecektir. İlk örnek Freud’un en bilinen vakalarından biri olan “Küçük Hans”, öncesinde bu makale içerisinde açıklanmıştır. Bu vaka literatürde pek çok kez analiz edilmiştir, ancak bu makaledeki analiz terapist açısından kurgulanan farklı senaryolar üzerinden yapılarak bu konuda farklı bakış açıları kazanılması amaçlanacaktır. İlk olarak eğer Hans vakasında terapist de, hastanınkine benzer bir deneyim yaşamış olsaydı, terapist süreçte hata yapabilir ve hastayı sadece anlamak yerine ona hak da verebilirdi. Terapist, kendisindeki bu durumu fark ettiğinde şaşırabilir ve bu farkındalık performans kaygısıyla sonuçlanabilirdi. Bu kaygı da terapistin çalışabilmesini engellediği için, terapistte mutsuzluğun oluşmasına sebep olabilirdi. Mutsuzluk hisseden ve çalışamayan terapist, süreç içerisinde yetersizlik hissedebilir ve benliğinden iğrenme ile birlikte kendisine bir öfke yönlendirebilirdi. Verilen bu örnek senaryo, performans kaygısının eşlik ettiği bir karşı aktarımı anlatmaktadır. Karşı aktarımı yönetebilmek için terapist öncelikle kendindeki duyguların ve onların sebeplerinin (örn; hasta ile sorunlarının benzerliği) farkında olmalıdır. Sonrasında, bu sebepleri ve bu durumdan edindiği tecrübeyi terapideki ilişki ve terapi süreci için kaynak olarak kullanmalıdır. Diğer bir örnek ise “Tedavi” dizisinin bir bölümündeki “Laura” vakasıdır. Bu vaka kısaca şöyle açıklanabilir: Laura 26 yaşında hemşire olarak çalışan bir kadındır. İki yıllık bir nişanlısı vardır ve terapiye bir senedir gelmektedir. Bir gün terapiye üç saat erken gelir ve terapistine nişanlısıyla evlenmek istemediğini söyler. Ayrıca terapiye gelmeden önceki gece yaşadıklarını da özetler. Bir tartışma sonrası evi terk etmiş, bir barda saatler geçirmiş ve tanımadığı bir adamla cinsel ilişki yaşamaya çalışmıştır. Bu seans içinde Laura, bir senedir terapistine âşık olduğunu belirtir. Senaryoya göre, hasta cinsel bir içerikle gelir. Bunun sonucunda terapist karşı aktarım yapıp yapmadığına dair bir korku hisseder. Hasta bu korku işaretlerine karşılık terapiste olan cinsel aktarımını itiraf eder. Söz konusu korku terapisti hastaya karşı çok katı davranmaya itebilir ve kendi hayatının diğer alan larında gergin davranışlar sergilemesine sebep olabilir. Ancak bu şekilde davranması ona kendisini suçlu hissettirecek ve sonuç olarak onu üzecektir. Terapist bu noktada süpervizyona başvurabilir ve süpervizyon sırasında başkalarını suçlamayı seçebilir, öfkesini ifade edebilir. Süpervizyon sırasında, kör kaldığı ISSN: 2148-4376 36 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 23-39 Seray Akça, Begüm Zübeyde Şengül, Tuğba Uyar noktaları fark ettikçe kendi cinsel karşı aktarımını kabul edebilir. Sonra bu etik olmayan durumu çözme adına, hastasını başka bir terapiste yönlendirebilir. Son olarak da, bu karşı aktarımın kökenini bulmaya çalışabilir ve bu deneyimlerini çözüm kaynakları olarak kullanabilir. Psikopatoloji, hasta ve terapist bağlamında korku duygusunu yapısal, işlevsel, davranışsal ve psikodinamik açıdan ele alan bu makale, bu üç farklı bakış açısının ne derece birbirini tamamlayıcı özellikte olduğunu göstermektedir. Bu makalenin temel aldığı katmanlı duygu modelinin getirdiği vizyon ile korku duygusunun farklı duygularla ilintili şekilde birincil ya da ikincil duygu olarak ortaya çıkışı açıklanır niteliktedir. Söz konusu makalenin akademik ve klinik alanda çalışan uzmanlar için korku duygusunu hem hastada hem de kendilerinde temellendirip aktarım ve karşı aktarım açısından ele almada farkındalık kazandırıp yol gösterebileceği düşünülmektedir. ISSN: 2148-4376 37 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 23-39 Seray Akça, Begüm Zübeyde Şengül, Tuğba Uyar Kaynaklar Atay, O. (2003). Korkuyu beklerken. İstanbul: İletişim Yayınları. Beck, A. T., Rush, J. A., Shaw, B. F., & Emery, G. (1979). Cognitive therapy of depression. New York: Guilford Press. Beck, A.T., & Clark, D.A. (1997). An information processing model of anxiety: Automatic and strategic processes. Behavior Research Therapy, 35(1), 49-58. Blechman, E. A. (1990). Emotions and the family: For better or for worse. New Jersey: Lawrance Erlbaum Associates. Brewin, C. R., Andrews, B., Valentine, J. D. (2000). Metaanalysis of risk factors for posttraumatic stress disorder in trauma exposed adults. Journal of Consulting and Clinical Psychology, 68(5), 748-786. Clark, D. M. (1986). A cognitive approach to panic. Behaviour Research and Therapy, 24, 461-470. Donner, L., & Schonfield, J. (1975). Affect contagion in beginnig psychotherapies. The Journal of Clinical Psychology. 31(2), 332-339. Druck, A. B. (2011). A new Freudian synthesis: Clinical process in the next generation. Great Britain: Karnack Books. Ehlers, A., & Clark, D. M. (2000). A cognitive model of posttraumatic stress disorder. Behavior Research and Therapy, 38, 319-345. Freud, S. (2010). Analysis of a phobia in a five-year-old boy. Smith, I (Ed.) içinde, Freud Complete works, (ss. 1999-2124). http://www.valas.fr/IMG/pdf/Freud_Complete_Works.pdf adresinden alınmıştır. (Orijinal çalışma 1909’da yayınlanmıştır). Gelso, C. J., & Hayes, J. A. (2007). Countertransference and the therapist’s inner experience; Perils and possibilities. London: Lawrance Erlbaum Associates. Goleman, D. (1996). Duygusal zeka. İstanbul: Varlık Yayınları. Green, A. (1999). The fabric of affect in the psychoanalytical discourse. London: Routledge. Hayes, J. A., Gelso, C. J., & Hummel, A. M. (2011). Managing countransference. Psychotherapy, 48(1), 88-97. Karaca, A. (1990). Çağdaş insanın bunalımı ve Oğuz Atay’ın hikâyeleri. Milli Eğitim Dergisi, 95. McWilliams, N. (2013). Psikanalitik tanı: Klinik süreç içinde kişilik yapısını anlamak. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. Nolen-Hoeksema, S. (2008). Abnormal psychology. New York: McGraw-Hill. Parrott, W. (2001). Emotions in social psychology. Psychology Press: Philadelphia. Plutchik, R. (1980). Emotion: Theory, research, and experience. Theories of Emotion, 1. New York: Academic Press. Power, M., & Dalgleish T. (2008). Cognition and emotion from order to disorder. New York: Psychology Press. Sakallı, F. (2011). Tutunamayanların hikâyeleri ‘Korkuyu Beklerken’. International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 6(1), 1658-1669. ISSN: 2148-4376 38 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 23-39 Seray Akça, Begüm Zübeyde Şengül, Tuğba Uyar Summary Fear as One of the Six Basic Emotions in Respect to Psychopathology, the Patient, and the Therapist In the current paper –with respect to psychopathology, the patient, and the therapist– to begin with, the definition of fear and the differentiation of it from other related emotions and underlying mechanisms of this emotion in accordance with cognitive and psychodynamic theories has been covered. Secondly, in order to analyze the emotion of fear in regard to the patient, two examples have been selected to be discussed. The first one of them is the case of “Little Hans” from the psychoanalytic literature, and the other one is one of the stories of Oğuz Atay, titled “Korkuyu Beklerken” (“Waiting for the Fear”) from the Turkish literature. These two examples have been analyzed thoroughly according to the layering of emotions in order to answer the questions of how fear emerges in the patient and affects his/her functioning. Specifically, from the analysis of the case of “Little Hans”, it may be concluded that all affects are capable of being changed into anxiety, and it is crucial to notice the picture of a child’s sexual life (i.e., infantile sexuality) by uncovering the psychical formations, layer by layer. In the story “Waiting for the Fear”, it should be noted that the protagonist’s moving between paranoid-schizoid and depressive positions, his defense mechanisms, and his relations put that story at an invaluable point in terms of psychoanalytic literature in addition to its importance in Turkish Literature. Last but not least, again considering the layering of emotions; the importance of examining emotions throughout an ongoing therapeutic process, transference, and counter-transference together with the roles of them in therapy, the adverse effects of countertransference, and the management of countertransference have been covered with the case of “Little Hans” and the case of “Laura” from the series named “In Treatment”. In therapy, it is explained by the reflections of client’s sayings which come from the therapist. The client uses those mechanisms, and the role therapist in therapy is to show out that in therapy, there is no need to hide the realities and real emotions, and the fact that the self-conscious emotions are the secondary emotions. Moreover, it is crucial to notice that the therapist must pay close attention to his or her inner workings, while at the same time responding with a reasonable degree of spontaneity and a full degree of humanness. How this kind and degree of responsiveness in the therapist serves to expose him or her to the patient’s conscious and unconscious scrutiny and how self protectiveness is a defense against fear of such exposure have also been discussed in the current article. It is also well-known that countertransference is often a reaction to the patient’s underlying needs, wishes, and fears; thus, understanding therapist’s countertransference facilitates the understanding the patient’s needs, wishes, and fears within the therapeutic relationship as well as other significant relationships of him/her. When all these research and analyses are taken into consideration, appropriateness to both theoretical explanations in cognitive and psychodynamic literature and the layering model mentioned in the paper may signalize that this article might be worthwhile and useful for the mental health professionals of both academic and practical settings. Keywords: fear in psychopathology, fear in patient, fear in therapist, cognitive theories, psychodynamic theories ISSN: 2148-4376 39 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 40-54 İpek Demirok, Yeliz Şimşek Alphan, Yankı Süsen Mutluluğu Ararken: Teorik Yaklaşımlar ve Psikoterapiye Yönelik Çıkarımlar İpek Demirok Yeliz Şimşek Alphan Yankı Süsen Orta Doğu Teknik Üniversitesi Özet Altı temel duygudan biri olan mutluluk; öfke, korku, üzüntü, iğrenme ve kıskançlıktan farklı olarak bir pozitif duygu biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Ulaşmak için çabaladığımız, bulduğumuzda kaybetmekten korktuğumuz ve kimilerine göre hayatımızı arayışında geçirdiğimiz bu duygu nedir? Tek bir tanımı ya da bir duruma atfedebileceğimiz açık bir anlamı var mıdır? Mutluluğa ulaşamamak mı bir patoloji göstergesidir yoksa daimi olarak mutluluk peşinde koşmak mı? Terapi odasında mutluluk nasıl karşımıza çıkar? Bu sorulara cevap bulmayı amaçladığımız makalemizde öncelikli olarak mutluluğu pozitif duygular temelinde ele alacak, sonrasında mutluluk kavramına daha yakından bakarak olası anlamları üzerinde duracağız. Bunun yanı sıra, mutluluk duygusu ile ilintili patolojilere kısaca değinerek terapi ortamında terapist ve danışan açısından bu duygunun nasıl yaşandığına ve ele alındığına yönelik çıkarımlarda bulunacağız. Anahtar Sözcükler: mutluluk, mutluluk teorileri, terapi süreci ISSN: 2148-4376 40 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 40-54 İpek Demirok, Yeliz Şimşek Alphan, Yankı Süsen Mutluluğu Ararken: Teorik Yaklaşımlar ve Psikoterapiye Yönelik Çıkarımlar Mutluluğa Yönelik Teorik Yaklaşımlar Pozitif duygular “Mutluluk” duygusunu anlamaya yönelik teorik yaklaşımları gözden geçirirken ilk uğranılan durak genellikle pozitif duygulara yönelik çalışmalardır; çünkü mutluluk temel duygular kategorisindeki beş negatif duyguya karşı tek pozitif duygudur (Ekman, Friesen ve Ellsworth, 1972; akt. Power ve Dalgleish, 2008). Pozitif duyguların psikoloji literatüründeki yerine bakıldığında ise negatif duygulara yapılan vurgudan dolayı kısır kalmış bir alanla karşılaşılır. Negatif duyguların literatürdeki baskınlığına yönelik açıklamalardan biri, psikolojinin geleneksel olarak psikolojik sıkıntılarla ilgilendiği ve dolayısıyla temel olarak negatif duyguları çalışma konusu olarak seçtiği yönündedir (Fredrickson ve Branigan, 2001). Bu açıklamaya göre negatif duygular, bireysel ve toplumsal olarak pozitif duygulara göre daha fazla problem ve tehlike yaratmakta, dolayısıyla da bireyi ve toplumu korumak adına bu alandaki çalışmalara ağırlık verilmesine neden olmaktadır. Bir diğer açıklama ise pozitif duyguların sayıca daha az olması ve birbirinden ayırt edilmesinin daha zor olmasıdır; negatif duyguların her birinin kendine özgü ayırt edilebilen otomatik sinyalleri varken pozitif duyguların tek bir ifade şekli vardır. Bu durum pozitif duyguların üzerine yapılan çalışmaları zorlaştırmaktadır. Nesse (1990), duygular arasındaki bu niceliksel tutarsızlığı evrimsel bir bakış açısıyla değerlendirirken dünyadaki tehdit ve tehlikenin, fırsatlardan çok daha fazla olduğuna vurgu yapar. Hayatı tehdit eden tehlikelerin işaretlerine karşı tepki verememek ölümcülken, herhangi bir fırsata veya olumlu bir duruma karşılık verememenin sonucunun hiçbir zaman bu kadar sert olmaması negatif duyguların sayıca fazla olmasının ve net bir şekilde ayırt edilmemesinin bir nedeni olarak karşımıza çıkmaktadır (Prato ve John, 1991). Duyguların özgün hareket potansiyelleriyle ilişkili olduğunu söyleyen duygu teorileri, bir durumun duygu olarak tanımlanması için, o durumun kendine özgün bir hareket eğilimi yaratarak organizmayı harekete hazırlaması ve yeri geldiğinde fiziksel hareketi ortaya çıkarması üzerine kuruludur (Levenson, 1994). Fredrickson (1998) bu yaklaşımın tersine duyguların özgün hareket potansiyeli yaratması gerekmediği; sadece bilişsel aktivitede değişikliğe neden olabileceği görüşünü ortaya koymuştur. Bu görüşe göre, negatif duygular kişinin anlık düşünce-hareket repertuarını daraltırken, pozitif duygular anlık düşünce-hareket repertuarını genişletirler. Duyguları düşünce-hareket potansiyeli yaratması yönünden ayıran bu görüşe göre, kişinin hayatı tehdit edici bir durumla karşılaştığında bilişsel kapasitesinin daralarak duruma uygun davranışa yönelik özgün hareket potansiyelini arttırması evrimsel olarak hayati değer taşımaktadır. Pozitif duyguların evrimsel değeri, tehdit edici durumdan sonra azalan bilişsel aktiviteyi arttırarak, uyarılmış olan kardiyovasküler sistemi normal seviyeye getirmek ve dolayısıyla negatif duyguları düzenlemektir (Fredrickson ve Branigan, 2001). Bununla birlikte bilişsel aktiviteyi arttıran ve bilişsel bağlamı genişleten pozitif duygular kişiye esneklik kazandırmakta, yaratıcı düşünceyi ve kişisel gelişimi destekleyerek kişinin olumsuz durumlara ve duygulanımlara karşı direncini arttırmaktadır. ISSN: 2148-4376 41 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 40-54 İpek Demirok, Yeliz Şimşek Alphan, Yankı Süsen Kapsayıcı bir terim olarak mutluluk Korku, öfke veya üzüntü gibi negatif duyguların pozitif duygulara göre sınırları ve süresi belirli olarak tanımlanabilirken, birbirinden de kolayca ayırt edilebildiğini bir önceki bölümde belirtmiştik. Mutluluğun tanımına yönelik yaklaşımlar incelendiğinde, bu yaklaşımların iki ana başlık altında toplandığı görülmektedir (Power ve Dangleish, 2008). İlki mutluluğu kısa, anlık ve geçici bir duygu olarak tanımlayan; neşe, eğlence ve zevk gibi birçok pozitif duyguyla ilişkilendiren hedonik yaklaşımdır. Diğeri ise mutluluğu uzun süreli hayat memnuniyeti ya da hayat boyu devam eden bir ferahlık hissi olarak tanımlayan ödömonik yaklaşımdır. Hedonik yaklaşım doğrultusundaki çalışmalar aşağıda ele alınmaktadır, farklı felsefi yaklaşımları ve psikolojik teorileri içeren ödömonik yaklaşıma ise ayrı bir bölüm ayrılmıştır. Ekman (2003) hedonik ve ödömonik yaklaşımlardan bahsederken, bir yerde mutluluğu tanımlamanın nasıl bir mutluluk yaşandığını göstermeyeceğini ifade eder. Çalışmaları, hedonik yaklaşımın önermesinde olduğu gibi kısa süreli, geçici ve anlık olan pozitif duyguları ve bunların birbirinden farkının incelenmesini içermektedir. Ekman, araştırmaları sonucu tanımladığı on altı duyguya eğlenceli duygular adını vermiştir. Bu duygulardan bazıları eğlence, ferahlık, heyecan, rahatlama, merak, zevk, gurur, şükran, “fiero”, “naches” ve “shadenfreude”dir. Son üç duygunun karşılığını İngilizce’de bulamayan Ekman, bu kelimeleri farklı dillerden alarak kullanmıştır ve anlamları sırasıyla çok zor bir durumu başarmak, kendi çocuklarının başarısından gurur duymak ve başkasının başarısızlığından mutlu olmaktır. Gülmek pozitif ve eğlenceli duyguların işaretidir (Ekman 2003; Fredrickson ve Branigan, 2001). Gülmenin her zaman pozitif bir duygu ifadesi olup olmadığı sorusu ilk olarak Duchenne tarafından cevaplanmak üzere çalışılmıştır (1862, akt. Ekman 2003). Duchenne yaptığı çalışmalar doğrultusunda, gerçek gülüş ve sahte gülüş arasındaki fark gözü çevreleyen kasların hareketine göre ayırt edilebilir önermesiyle, gerçek gülmenin her zaman gözü çevreleyen kasların hareketini içerdiğini söylemiştir. Ekman (2003) Duchenne’nin bahsettiği kasın tamamının değil sadece bir kısmının gerçek gülmede aktive olduğunu belirterek, Duchenne’nin yüzyıldan fazla zaman önce bulduğu bu sonucu az bir farkla doğrulamıştır. Bulduğu sonuçları Duchenne’e ithaf eden Ekman gerçek gülmeye “Duchenne Gülüşü” ismini vermiştir. Ödömonik yaklaşım Mutluluğa dair ödömonik yaklaşımın temelleri bundan yaklaşık iki bin beş yüzyıl önce Aristoteles’in “Nikomakhos’a Etik” kitabında karşımıza çıkmaktadır (Franklin, 2010). Aristoteles’e göre bütün organizmalar kendi var olma potansiyellerini içinde taşırlar. Bu tıpkı meşe palamudunun meşe olma potansiyelini kendinden getirmesi gibidir. Palamut toprak, hava ve suyla beslenerek zaman içinde kendi potansiyelini gerçekleştirir ve büyük bir meşe ağacına dönüşür. Benzer bir şekilde, her insan potansiyelini doğuştan itibaren kendinde taşımakta ve çevresinden beslenerek bu potansiyeli zaman içinde gerçekleştirmektedir. Kişinin mutluluk arayışı kendi potansiyelini gerçekleştirmesiyle iç içe geçer. Mutluluk zengin olmak, varlıklı olmak veya iyi hissetmek değildir; memnuniyet ve keyif gelip geçicidir oysa asıl mutluluk incindiğimizde ya da hayat bize kötü davrandığında da orada olan mutluluktur. İnsan ilerlediği, geliştiği ve kendi potansiyelini gerçekleştirdiği ölçüde iyi bir hayata sahip olacaktır. Aristoteles, ancak erdemli bir hayatın bunu sağlayacağını belirtmekte ve erdemi kişinin iyi bir hayata sahip olmak için aklını doğru kullanması olarak tanımlar. Erdemli yaşam “altın oran” a bağlı kalan yaşamdır; bu da her türlü ihtiyacın ortalama seviyede karşılanması ve ortalama derecede gerçek ya da görünen ISSN: 2148-4376 42 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 40-54 İpek Demirok, Yeliz Şimşek Alphan, Yankı Süsen ihtiyaçlara cevap verilmesi anlamına gelir. Bu yaklaşıma göre iyi bir şeyin fazlası yoktur ve her kişi kendisi için doğru oranda seçmekten sorumludur. Aristoteles’le başlayan mutluluğun ödömonik tanımı hümanistik yaklaşımdan psikanalize kadar birçok psikoloji yaklaşımında kendini göstermektedir. Hümanistik yaklaşımda mutlu bir hayat sürmenin yolunun kendini gerçekleştirmekten geçtiğinin göstergesi Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde en üstte yer almasından ve Rogers’ın kendi yazılarında potansiyelini gerçekleştirmeye sıklıkla değinmesinden anlaşılabilir (Rogers, 1961; Maslow, 1982). Mutluluk ve kendini gerçekleştirme potansiyeli arasındaki ilişkiye vurgu yapmak amacıyla Maslow, 1982 tarihli bir yazısında “Eğer olma kapasitenizden aşağısını olmayı hedefliyorsanız, hayatınız boyunca mutsuz olacağınız yönünde sizi uyarırım” demiştir. Rogers’a (1961) göre insanın kendi potansiyelini gerçekleştirmesi, sadece kendi olmaktan geçer ve bunun tek yolu da insanın kendini bilmesidir. Bunun yanında, insanın karşılanması gereken iki temel ihtiyacı kendine koşulsuz takdir sunması ve kendi ihtiyaçlarını, hayallerini ve rüyalarını dinlemesidir. Ryff (1989) birçok psikoloji teorisini inceleyerek ödömonik bir hayatı tanımlayacak değişkenleri altı başlık altında toplamıştır. Bunlar kendini-kabullenme, pozitif ilişkiler, kişisel gelişim, hayat amacı, çevresel hüküm ve otonomidir. Ryff yaptığı ampirik çalışmalar sonunda da bu değişenlerden ikisinin, kendini kabullenme ve çevresel hükmün hayat memnuniyetiyle doğrudan bağlantılı olduğunu bulmuştur (1989). Bilişsel yaklaşım Veehoven (1984) mutluluğu memnuniyet duygularının toplamı olarak değil kişinin geçmiş deneyimlerini göz önüne alarak yaşam kalitesini değerlendirdiği bilişsel bir yapı olarak tanımlamaktadır. Bu tanım çerçevesinde yapılan çalışmalar genellikle mutluluğun hangi değişkenlerle ilişkili olduğuna odaklanırlar. Birçok çalışma kişisel değişkenlerin (yaş, gelir, eğitim, din vb.) kişinin hayat kalitesine yönelik öznel değerlendirmesinin çok küçük bir kısmını açıkladığını göstermiştir (örn. Kamman, 1982). Nesnel değerlendirmelerin öznel hayat tatminini tanımlamadaki yetersizliği bütünleyici teorik açıklamalara ihtiyaç duyulduğunu göstermektedir. Duygular üzerine temel bir model olarak ortaya konulan SPAARS model, kişinin bilgi işlemleme alanlarını kendilikle ilgili alan, başkalarıyla ilgili alan ve dünyayla ilgili alan olarak üç ana başlık altında toplar. Her insanın mutluluğa ulaşmak için düşük ve yüksek seviyeli amaçlar koyduğunu söyler (Power ve Dangleish, 2008). Bu yaklaşıma göre bilgi işlemleme alanlarından birine diğer alanları ihmal edecek derecede fazla yatırım yapmak ve sadece düşük seviyeli amaçlara odaklanarak yaşamak kişiye mutsuzluk getirmektedir. Ayrıca, kişinin amaçlarını tanımlayarak kendine hedef belirlemesi amaçları gerçekleştirme yolunda, yani mutluluğa giden yolda atılan önemli adımlardan biridir. Bilişsel yaklaşıma göre mutluluk görecelidir. Mutluluğa dair yapılan çalışmalarda kişinin kendine koyduğu düşük ve yüksek seviyeli amaçların ve yatırım yapılacak alanların zamana ve kişinin deneyimine göre değişkenlik göstereceği göz önüne alınmalıdır. Psikanalitik yaklaşım Psikanalitik yaklaşım, hümanistik ve bilişsel yaklaşımdan farklı olarak, kişinin mutlu olma kapasitesini hayatın insana doğumdan ölüme kadar dayattığı zorluklarla baş edebilme kapasitesine bağlar. Doğduğu andan itibaren acı ve hayal kırıklıklarıyla yüzleşmeye başlayan insan, hayatta baş edilmesi zor görevlerle mücadele ederken silinmesi güç yaralar alır (Thomson, 2001). Freud (1930) “Uygarlığın Huzursuzluğu”nda yaşamın mutsuzluklarla dolu olduğuna ve insanın daimi acısına işaret ederek acının ve mutluluğun sürekli etkileşiminden bahseder. Freud’a göre insanın daimi acısı onu mutluluk arayışına iter, mutluluğu bulan insan onu korumaya ve saklamaya çalışır ISSN: 2148-4376 43 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 40-54 İpek Demirok, Yeliz Şimşek Alphan, Yankı Süsen ancak tüm bu çabaları onu daimi mutsuzluğuna geri döndürmekten başka bir işe yaramaz zira mutluluk anında yaşanan ve zaman içinde kaybolan bir duygudur. Freud (1930) insan mutsuzluğunun üç ana kaynağı olduğunun altını çizer. Bunlar; insan bedeni, dış dünya ve diğer insanlarla olan ilişkilerdir. Bu tanımlamaya göre, en acı deneyimlerin ve en büyük mutsuzluğun kaynağı insan ilişkileri olmakla birlikte en büyük mutluluk kaynağı yine odur. Freud bu durumu insan olmanın temel prensibi olarak nitelemekle birlikte, insan ilişkilerinden doğan acıdan kaçmanın ancak daha büyük acılar getireceğini vurgular. Dünyada mutluluğun insan ilişkilerinden daha büyük bir kaynağı da yoktur. Freud’a göre acılarla dolu hayatın içindeki yalnızlığıyla baş etmeye çalışan insan her zaman dünyayla ilk temas ettiği zamanlarda anneyle birlikteyken hissettiği sonsuz bağdan kaynaklı ‘coşkun duygu’yu (oceanic feeling) aramaktadır. Büyüdükçe anneyle kurduğu o ‘birlik’ bağının hakikat olmadığını anlayan çocuk bu bağı diğer insanlarla olan ilişkilerinde aramaya devam eder ve bu duygunun arayışı hayatı boyunca hem mutluluğun hem de mutsuzluğunun kaynağı olmaktadır. Mutlulukla ilişkili bozukluklar Mutlulukla ilişkili bozukluklar altında değerlendirilen anhedoni kişinin hiçbir durumda hazzı deneyimleyememesi olarak tanımlanmaktadır (Meehl, 2001). Çoğunlukla motivasyonun düşmesi ve olumlu hayat deneyimlerinden keyif alamama olarak tanımlanmakla birlikte genellikle distimi ve şizofrenide kendini göstermektedir. Mutluluğun deneyimlenmesindeki çelişkiyle tanımlanan bir diğer durum ise nostaljidir. Nostaljinin bilişsel modele göre açıklaması şematik seviyede eş zamanlı mutluluk ve üzüntünün birlikte aktive olmasıdır (Power ve Dalgleish, 2008). Böylelikle kişi aynı zamanda hem üzüntüyü ve hem de mutluluğu yaşamaktadır. Sıla hasretinde de (homesickness) benzer şekilde mutluluğun ve üzüntünün birlikte var olması söz konusudur. Tanı kategorileri göz önüne alındığında mutlulukla doğrudan ilişkili olduğu düşünülen bozukluklar ise hipomani ve manidir. Hipomani ve mani durumunda kişi mutluluk duygusunu yoğun olarak deneyimlemekte, öfori, hiperaktivite, konuşmada hızlanma, uyumada zorluk, cinsel aktivitede artış ve kendilikle ilgili büyüklenmeci düşünceler gösterebilmektedir (Power ve Dangleish, 2008). Mani durumundaki kişi sadece kendine yönelik alana yatırım yapmakta ve düşük seviyeli kısa vadeli amaçlar doğrultusunda yaşamaktadır. Green (1999) psikanalitik yaklaşımla maniyi melankolinin tersi olarak ele almaktadır ve maniyi açıklamak için öncelikli olarak melankoli süreçlerini tanımlamıştır. Melankoli içselleştirilmiş nesnenin kaybı ve kişinin kayıp nesneyle özdeşim kurmasıyla başlamaktadır. İdealize edilen kayıp nesne egoda narsistik bir yara açmakta ve kişiyi kayıp nesneyi sevmek ve ondan nefret etmek arasında çatışmaya sürüklemektedir. Egonun nesneye olan bağımlılığı onu erotik ve yıkıcı duygular arasında bırakmaktadır. Bu ‘arada kalmışlık’ egoyu kendine, id nesneye nasıl muamele edecekse öyle muamele etmeye yönlendirir ki bu da melankolideki baskın duygu olan acının kaynağı olarak tanımlanmıştır. Mani ise kayıp nesnenin ardından deneyimlenen zafer duygusu gibidir; melankoli tamamen bastırılmış içselleştirilmiş nesne ego tarafından yutulmuştur. Böylelikle manik egonun tüm ihtiyaçları bastırılmış, dolayısıyla nesne kaybını geri alma yönünde çabalamaya gerek kalmamıştır. Geriye kalan sadece çaresiz bir tüketimdir. Melankolideki nesnenin idealizasyonunun manideki karşılığı değersizleştirmedir. Bu değersizleştirme sayesinde nesnenin tümgüçlülüğü egoya ithaf edilmektedir. Green’in yaklaşımına paralel olarak McWilliams (2011) manik ve hipomanik kişiliklerin çocukluk çağındaki travmatik kayıplarla ilgili olduğunu öne sürmektedir. Bastırmaya ek olarak manik kişiliklerdeki temel savunma mekanizmalarını inkâr ve eyleme koyma olarak tanımlamıştır. Manide inkâr öncelikli olarak negatif deneyim ve duyguların inkârı olarak karşımıza çıkar. Zaman içinde yemek ve uyumak gibi temel ihtiyaçlar bile inkâr edilirken, insan bedeninin sınırlarının inkâr edildiği durumlar da söz konusudur. ISSN: 2148-4376 44 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 40-54 İpek Demirok, Yeliz Şimşek Alphan, Yankı Süsen Psikoterapide Danışan Açısından Mutluluğun Rolü Mutluluk psikoterapinin temel kavramlarından bir tanesidir. Terapiye gelen danışanların büyük çoğunluğu mutluluk ya da mutsuzluk ile ilgili problemlerle gelmektedirler. Başka bir deyişle, danışanların terapiye mutsuz oldukları için geldiklerini ifade etmek mümkündür. Terapi arayışı aslında mutlu olmak ya da en azından daha az mutsuz olmak arayışıdır. Mutluluk terapi sürecinde bu kadar merkezde duruyorken psikoterapi literatürü mutluluk çalışmalarından yoksundur. Bu yoksunluğun nedenlerini anlayabilmek için mutluluk kavramını nasıl açıkladığımıza ve mutluluk duygusunu terapide nasıl bir yere konumlandırdığımıza bakmak gerekir. Bu nedenle, yazının bu ikinci kısmında mutluluk duygusunun danışan açısından ele alınması amaçlanmaktadır. Freud bir terapi sürecini, eğer danışan terapiyi tamamladıktan sonra çalışabilir ve sevebilir duruma gelirse başarılı bulduğunu söyler. Diğer taraftan Freud’un mutlak mutluluğa inancı yoktur. Freud’u takip eden psikanalitik gelenek de benzer bir görüşü benimsemiştir; terapiyle mutsuzluk azaltılabilir ya da acılar hafifletilebilir belki ama bu, danışanın, mutluluğa kavuşacağı anlamına gelmez. Terapide yapılan, basit bir deyişle; derin acıların yerine günlük problemleri koymaktır (Jacobsen, 2007). Mutluluğun anlaşılmaz, tarifi zor ve gizemli bir duygu olduğu söylenegelir. Onu yakalamak için ne kadar çabalanırsa çabalansın, o hep ulaşılmazdır. Ernst Bloch İzler kitabında mutluluğun bireyin yaklaşmasıyla uzaklaşıveren bir duygu olduğunu şöyle anlatmıştır (2010): Şimdi ve burada sahip olduklarımızın herhalde en az farkındayız. İnsan istenen şeyi elde edip sokağa çıktığında, sevinçli birinin içinden nasıl göründüğüne şahit olması az buz şey değildir ama, aynı zamanda insanın içinde de bir şey yerle bir edilmiştir. Çünkü mutluluğu oldukça renkli bir şekilde, yani aslında olduğu gibi, gözünün önünden geçerken gören deminki rüya, dibe çökmüştür. Artık ödül tam da oradadır ve bu yüzden yeterince de yoktur, az önce yaşananın buharında gizlidir, çok geçmeden de insanın içinde yüzdüğü bildik sulara karışır. Keder daha derinlemesine delip geçer, zira bize, henüz olduğumuz hale daha yakındır; tam da bu yüzden asla saf ve yalın haliyle -keşke daha çok olabilseydik- sevinçli olunmaz. Deriz ya, aklımıza fokur fokur kaynayarak bir şey geldiğinde, bu çoğunlukla pek de hayırlı bir şey değildir. Mutluluk 'şimdi'de, 'şimdi'nin içine düştüğünde daha kolay soğur. Çoğunlukla da öncesi ve sonrasında, çıkageldiği andan daha mutludur. Terapiye başvuran bireylerin mutsuz olmaktan yakındıklarına sık rastlamak mümkündür. Danışanların kendi hayatlarında elde etmeyi başaramadıkları mutluluğa ulaşma arzuları/beklentileriyle terapiye geldiklerinin farkında olmak terapistler açısından oldukça önemlidir. Oysa Freud, psikanalizde amacın histerik acıyı sıradan mutsuzluğa dönüştürmek olduğunu söyler. Mutsuzluk ve patoloji arasındaki ayrımı insanın dışından ve içinden kaynaklı mutsuzluk temelinde ele alan Freud, patolojik çaresizliğin insanın kendi iç çatışmalarından kaynaklı olduğunu ancak mutsuzluğun dış çevre kaynaklı olduğunu ve patolojik olmayan bir bakışın bu mutsuzluğu kabullenerek onunla başa çıkabileceğini vurgulamaktadır. Bu bağlamda, psikanaliz bireyin bu sıradan mutsuzlukla mücadele etme konusunda daha donanımlı hale geleceğini savunmaktadır. Amacı mutlu olmak olan danışana sıradan mutsuzluk vaat etmek ilk anda pek akıllıca görünmemektedir. Histeri Üzerine İncelemeler (1895) kitabında Freud bu konudan şöyle bahseder: Ben hastalarıma onlara yardım edeceğime dair söz verdiğimde... Çoğu zaman şu itirazla karşılaşıyorum: " Siz bana, sahip olduğum problemlerin büyük olasılıkla yaşadığım olaylar ISSN: 2148-4376 45 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 40-54 İpek Demirok, Yeliz Şimşek Alphan, Yankı Süsen ya da geçmiş tecrübelerle bağlantılı olduğunu söylüyorsunuz, ve yaşananları değiştirmek de elinizde olmadığına göre... Bana yardım edebileceğinizi nasıl düşünebiliyorsunuz? " Ve ben de onlara şu cevabı veriyorum: "Şüphesiz kader benim yöntemlerimden çok daha kolay bir şekilde rahatsızlıklarınızdan kurtulmanıza yardımcı olurdu. Fakat derin acılarınızı sıradan mutsuzluklara dönüştürebilirsek, rahatsızlıklarınızdan kurtulmaktan daha fazlasını kazanmış olacaksınız. Sağlıklı bir ruhsallık sayesinde ileride yaşayacağınız mutsuzluklarla mücadele edebileceğiniz bir zırhınız olacak (p. 269). Terapide ortaya çıkan mutluluk duygusu terapiste danışanı ile ilgili pek çok şey anlatabilir. Bazı danışanlar için mutluluk bir reddetme, delüzyon ya da manik fazın bir parçası olarak kendini gösterebilmektedir. Manik fazdaki danışan hiperaktif ve keyifli bir ruh hali içerisindedir, kendiyle ilgili grandiyoz düşüncelere sahiptir. Bu danışanların, keyifli oldukları zamanlar oldukça neşeli ve güler yüzlü olduğu gözlemlenebilmektedir. Fakat bu neşe; çok çabuk öfkeye dönüşebilen bir neşedir (Power ve Dalgleish, 2008). İkinci olarak mutluluk danışanlar tarafından bastırma yoluyla acıyla başa çıkma mekanizması olarak kendini gösterebilir. Başka bir deyişle, mutlu olmak ya da görünmek isteyen insanın hayatındaki olumsuz materyali bastırarak mutluluğu bunun için bir araç olarak kullandığına rastlamak mümkündür. Kötü yaşantılarını gülerek anlatan danışanlar bu duruma örnek gösterilebilir. Mutluluk onları dağılmaktan kurtaran bir kalkan görevi görmektedir. Bu kalkanı farkında olarak ya da olmayarak kullanabilirler. ABD’de Türkçe’ye ‘Bana Yalan Söyle’ (Lie To Me) diye çevrilebilecek, başrolünde Tim Roth’un, Dr. Cal Lightman rolüyle karşımıza çıktığı bir dizi yayınlanmaktadır. Dizi, Ekman’ın Friesen, Haggard and Isascs ile birlikte keşfettiği mikromimik çalışmalarına dayanır. Bana Yalan Söyle dizisinin bir bölümünde Dr. Lightman’ın mikromimik uzmanı olmaya karar verişinin öyküsü anlatılır. Lightman’ın annesi bir akıl hastanesinde yatmaktadır. Bölümde, terapistiyle yaptığı bir seansın video kaydı seyirciye sunulur. Terapist hastasına kendini nasıl hissettiğini sorar: Kadın gülümseyerek kendini çok iyi hissettiğini ve o hafta sonu ailesinin yanına gitmek istediğini söyler. Bunu söylerken yüzünden geçen acıyı okumak için aslında bir mikromimik uzmanı olmak gerekmese de terapisti hastasına hafta sonunu hastane dışında geçirmesi için onay verir. Anne hastaneden çıktığı hafta sonu intihar eder. Burada, kişiyi intihara sürükleyebilecek kadar yoğun bir acının ve o acının altında katmanlanan diğer duyguların (örneğin suçluluk) dahi mutlulukla maskelenebileceği anlatılmaktadır. Olan şey olmayan şeyi temsil eder prensibiyle, görünen mutluluğun, örtük hüznün, acının ve başka duyguların temsili olabileceğini bilmek terapistler açısından hayati önem taşıyabilmektedir. ‘Uygarlığın Huzursuzluğu’nda Freud (1930), acıların bizi kaçınılmaz olarak mutluluğu aramaya ittiğini söyler. Dolayısıyla acı ve mutluluğun birbirini tamamlayan bir ilişki içinde olduklarını ve birbirinden ayrı düşünülemeyeceğini ifade etmek mümkündür. Mutluluğu arıyorsak bu çektiğimiz acılardandır. Mutluluğu elimizde tutmak istiyorsak, bu da tekrar acı çekmek istemememizdendir. Diğer taraftan, acılardan arınmak her zaman mutlu olmak anlamına gelmemektedir. Acı ve mutluluk arasında ayrım yapmak oldukça güçtür ki danışanlar bu güçlükle terapi süresince sıkça karşılaşırlar. Dünya insana acı çekmesi için doğal felaketler ve savaşlar gibi sınırsız kaynaklar sunduğu halde, insana en çok acı veren bunların dışında bir kaynaktır: İlişkiler. Paradoksal şekilde insanın en büyük mutluluk kaynağı da yine ‘İlişkiler’ dir. Anne-baba ile ilişki, sevgiliyle ilişki, arkadaş ile öğretmen ile ilişki… Bunlara bir de terapist ile ilişki eklenebilir. Terapist, tedavi sürecinde danışan için acının ya da hazzın kaynağı olabilir. Terapiste aşık olmak (aktarım; terapistin aktarım nesnesi haline gelmesi) ve mutluluğu bu aşk üzerinden tanımlamak terapilerde rastlanan bir durumdur. Freud; danışanın terapistine aşık olmasını bir tür direnç olarak tanımlar. Koshes ve Sari (1989) bu direnci örneklemek için John adında 43 yaşında bir erkek hastadan bahsetmektedir. John, eşiyle ISSN: 2148-4376 46 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 40-54 İpek Demirok, Yeliz Şimşek Alphan, Yankı Süsen birlikte çift terapisine devam ederken, kendini eşinin yanında rahat ifade edemediğini söylerek bireysel terapiye devam etmek istediğini belirtir. Terapiye başladıktan birkaç ay sonra terapistine ve eşine, eşinin çok yakın bir arkadaşıyla bir ilişki yaşadığını ancak bu ilikşkiyi yakın zamanda sonlandırdığını itiraf eder. Eşinin yakın arkadaşıyla ilişkisini bitirmesinin nedeni olarak ise artık terapistinin, kendisinin bir ilişkiden ihtiyacı olan her şeyi karşıladığını öne sürer. Bu itiraftan sonra her terapi seansını terapisti ile ilgili fantazilerle doldurur. Bu örnekte, terapinin nasıl kendini keşfetme sürecinden çıkıp defansif bir uzaklaştırmaya dönüştüğü görülmektedir. Terapiye başladıktan birkaç ay sonra, belki tam da John’un ruhsal süreçlerini anlamlandırmaya başladığı zaman, terapiste aşkın ortaya çıkması bir tür bastırma olarak yorumlanabileceği gibi anlık mutluluğu yakalamanın kolay yolu olarak da algılanabilir. Bu vakada vurgulandığı üzere, gerçek mutluluğa ulaşmak için çabalamak yerine yüzeysel, anlık mutlulukların etrafında dolaşmak bazı danışanların tercih ettiği bir yol olabilmektedir. Psikoterapide Terapist Açısından Mutluluğun Rolü Duygusal uyarılmanın psikoterapide önemli bir ortak faktör olması görüşü, ilk defa Frank tarafından, 1963 yılında, ikna ve iyileştirme üzerindeki seminal düşüncelerinde ifade edilmiştir (akt. Greenberg ve Paivio, 2003). O zamandan beri, duygusal sistemin, insan deneyimi ve davranışlarını anlamada ve değiştirmede büyük önem taşıdığı pek çok terapist ve psikoloji kuramcılarınca net olarak bilinmektedir. Duygusal farkındalık, uyarılma ve duyguların yeniden düzenlenmesinin, psikoterapötik değişim açısından kritik oluşu, pek çok terapi yaklaşımı tarafından fark edilmeye başlanmıştır (Greenberg ve Paivio, 2003). Bu sebeple, bilişsel yaklaşımlarda duyguyu işleme, davranışsal yaklaşımlarda düşsel uyarılmayla gerçekleşen korku, psikodinamik yaklaşımlarda duygusal sezgiler, deneyimsel yaklaşımlarda deneyimin derinliğinin arttırılması ve etkileşimsel yaklaşımlarda duyguların iletişiminin hepsi, her bir yaklaşım içerisinde önemli görülen, duyguyla ilgili çalışma alanlarıdır. Yazının bu son kısmında psikoterapötik değişim açısından farkındalığının önemine vurgu yapılan duygulardan mutluluğun terapist açısından rolü ele alınacaktır. Greenberg ve Paivio’a göre, duygularla çalışırken terapistler, her bir duygunun (üzüntü, kızgınlık, mutluluk vb.) kendi karakteristik özellikleri olduğunun ve her biri üzerinde çalışmanın farklı yolları olduğunun bilincinde olmalılardır (2003). İlgi/heyecan, zevk ve aşk gibi memnuniyet verici duygular, genellikle diğer duygusal durumların çözülme sürecidir. Örneğin; minnettarlık duygusu, bazen sadece kırgınlık ifade edilip, kabullenildikten sonra ortaya çıkan bir duygudur. Ayrıca, memnuniyet verici duyguların, hoş olmayan duygular için panzehir etkisi görmesi durumu da söz konusudur. Terapide danışan açısından mutluluğun rolünü tartışırken de belirttiğimiz gibi, psikoterapi literatürü mutluluk çalışmaları açısından kısırdır. Psikoterapi literatüründeki bu yoksunluğa benzer bir şekilde, genel olarak, mutluluk diğer duygulara kıyasla az sorgulanan bir duygu olarak görülür. Örneğin; biri “mutluyum” ifadesini kullandığında, birçoğumuzun “kişi mutluyum diyorsa öyledir” şeklinde düşünmeye eğilimi olabilir. Ancak psikoterapistler olarak, terapi sürecinde mutluluk duygusunu sorgulamaya ve bu duyguya da diğer duygulara gösterdiğimiz özeni göstermeye dikkat etmemiz gerekmektedir. Bu noktada, terapide mutluluk duygusunu çalışırken, danışanlarımızın mutluluk tanımlarının ve bu tanımın altında yatan anlamların farkında olmak önemlidir. Averill ve More (2000), mutluluğun kişinin yaşamını bir bütün olarak değerlendirdiğinde elde ettiği bir duygu olduğunu ve bu duygunun aslında kişinin en derin amaç ve ideallerine temas ettiğini söyler (akt. Power ve Dalgleish, 2008). Aslında bu sebeple, bu duygudan bahsedebilmek için, kişinin bütün bahanelerini bir kenara bırakmasının ve başarılarını kabul ettiği gibi eksikliklerini de kabul etmesinin önemli olduğunu vurgular. Öfke ya da üzüntü duygusuna ISSN: 2148-4376 47 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 40-54 İpek Demirok, Yeliz Şimşek Alphan, Yankı Süsen baktığımızda, kişinin kendi amaçları ve idealleriyle uyuşmayan bir durum karşısında doğan ve bize sağlıklı uyumsal bilgi sunmasıyla işlevsel olan duygular olduğunu; mutluluğun ise, kişinin yaşamında birçok ve farklı alanlarda var olan amaç ve ideallerinin gerçekleşmesi sonucu hissedilen bir duygu olduğunu görmekteyiz. Bu sebeple, mutluluğu hissetmek diğer duygulara göre biraz daha zor görünmektedir. Ayrıca bu durum mutluluğu, hem danışan hem de terapist açısından ele alınması zor bir konu haline getirmektedir. Eksiklik kuramına göre; kişiler mutluluklarını, içinde bulundukları durumları, performanslarını ya da kendilerini nasıl gördüklerini, bazı standartlarla kıyaslayarak belirlerler (Power ve Dalgleish, 2008). Eğer bu kıyaslamada elde edilen sonuç olumlu ise mutluluk artmakta; fakat sonuç olumsuz ise mutluluğa gölge düşmektedir. Buna ek olarak, Michalos (1985, 1986) mutlu olup olmadığını değerlendirirken, kişinin kıyaslamayı altı farklı alana bakarak yaptığını söyler. Bunlar; (1) kişinin istedikleri ve sahip oldukları, (2) ideal ve gerçek durum, (3) gerçek durumlar ve beklentiler, (4) gerçek durumlar ve en iyi geçmiş durumlar, (5) kendi sahip oldukları ve başkalarının sahip oldukları, (6) kişisel atıflar ve çevresel atıflar şeklindedir (akt. Power ve Dalgleish, 2008). Bu kuramın mutluluk olgusunu açıklamasıyla ilgili aklımıza şöyle özel bir soru gelir: “Neden bir insanın mutluluğu, kendisi ve diğerleri arasında yaptığı kıyaslamanın sonucunun olumlu olması ile artmalıdır?” Bu noktada, elde edilen mutluluk, aslında kişinin kendisine değil de; karşısındakine odaklanmasından kaynaklanır. Eğer bir başkasıyla kendisini karşılaştırarak mutluluğu elde edebiliyorsa kişi, aslında kıyaslama yaptığı kişinin de kendisinde var olan eksikliğe sahip olduğunu düşünür ve böylece kendi eksikliğini karşısındakine yansıtmış olur. Bu noktada hissedilen mutluluk ise; ikincil duygu halini alan mutluluktur ve bunu yaparak, kişi kendi temel duygularını bir kenara bırakmış olur. Bu kısımda, Freud’un savunma mekanizmalarından olan “bastırma”dan da bahsetmek mümkündür. Bu mekanizmaya göre, kişiler olumsuz durumları inkar edip, bastırmaları sonucu mutluluğu hissetmektedir. Weinberg (1990, s. 338), bu mekanizmayı kullanan kişiler için şöyle der: “Bastırma mekanizmasını kullanan kişiler, kendi duygusal tepkilerinin farkına varmada başarısız olanlardır… Bastırma mekanizmasını kullanan insanları, bir grup olarak düşündüğümüzde ise; kendilerini olumsuz duygulara eğilimli olmadıklarını ikna etmekle meşgul eden kişilerdir” (akt. Furnham, Petrides, Sisterson ve Baluch, 2003). Özetle; kişiler kendi temel duygularına inmekten kaçınmaktadır ve mutluluk, bu kişiler için de ikincil bir duygu halini almaktadır. Duygularla çalışan psikoterapistler olarak, bu durumlarla karşılaştığımızda, gereken özeni göstermemiz gerekir. Aslında, danışanlarımızın ikincil duygu olarak getirdiği mutluluğu sorgulamadan kabul ettiğimiz zaman, biz de onların esas meselelerinden kaçmalarına katkıda bulunmuş oluruz. Örneğin; ilişki problemi yaşayan depresif bir danışanımız, bir gün terapiye “Çok mutluyum çünkü; erkek arkadaşım bana evlenme teklif etti” diyerek gelebilir. Belki de onun mutluluk diye tanımladığı duyguyu direk alarak, yani, “Mutluyum diyorsa; öyledir” şeklinde düşünerek, danışanımızın ikincil duygu olarak yansıttığı mutluluğun altında yatan duygulardan kaçınmasına, bunları inkâr edip bastırmasına destek vermiş oluruz. Belki de mutluluk diye yansıttığı duygu; aslında kişinin beklediği özellikte evlenme teklifi alamamış olmasından kaynaklı hissettiği hayal kırıklığı ve üzüntüyü kapatmaya çalıştığı duygu şeklindedir. Bu gibi durumlarda, danışanımızın kurgu şeklinde yaşadığı mutluluğa ve bu mutluluğun bir parçası olmama konusuna dikkat etmemiz gerekmektedir. Danışanın terapi sürecinde getirdiği mutluluğu terapistin nasıl ele alacağı önemli bir konu olmakla birlikte, terapistin hissettiği mutluluk duygusu da bu süreçte önemli bir rol oynamaktadır. Psikoterapistlik mesleği, ödüllendirici bir meslek olmakla birlikte; aynı zamanda kişiyi vergilendiren de bir meslektir. Psikoterapistler olarak bir yandan danışanların problemlerini, mutsuzluklarını, kayıplarını, dertlerini ve başarılarını yakından dinleyip, empati kurarken, bir yandan da terapötik ilişkimizin bütünlüğünü korumaya, devam ettirmeye çabalarız. Tüm bu ISSN: 2148-4376 48 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 40-54 İpek Demirok, Yeliz Şimşek Alphan, Yankı Süsen süreçler yaşanırken; eş zamanlı bir şekilde, kendi düşüncelerimiz, davranışlarımız ve devamında gelen duygularımızın da üstesinden gelme uğraşı içinde oluruz. Danışanlarımızın mutsuzluk problemini ele almaya çalışırken, biz terapistler, bir Türk atasözünün de vurguladığı gibi kendi söküğümüzü ne kadar dikebiliyoruz? Yani kendi mutsuzluğumuzla ne kadar iyi başa çıkabiliyor ya da mutluluğa ulaşma konusunda ne kadar başarılı olabiliyoruz? Bu noktada, terapistlerin duygusal sağlığı sadece kişisel bir önem taşımamakta, onların profesyonel başarılarının da önemli bir parçası olarak görülmektedir. Terapinin başarıya ulaşmasında, terapistin mutluluğunun ve olumlu psikolojik durumunun rolü olması varsayımı araştırıldığında, bu iki değişken arasında olumlu bir ilişki olduğu konusunda tutarlı sonuçlar elde edilmiştir (Beutler, 2004). Duygunun anlaşılmasında; kişinin kendi amaçlarını anlaması, diğer insanların amaçlarını algılayışı ve ortak olarak paylaşılan amaçları anlamasının önem taşıdığı söylenmektedir (Power ve Dalgleish, 2008). Mutluluğun ise; bütün bu farklı alanlarda, kişinin, optimum seviyede amaçlarına ulaşmasıyla elde edilen bir duygu olduğu savunulmaktadır. Bu açıdan mutluluğa baktığımızda; terapist sadece kendi ihtiyaçları ve amaçlarına odaklanırsa, danışanının ihtiyaç ve isteklerini bir kenara bırakmış ve yürütülen terapideki ortak gayeyi göz ardı etmiş olur. Bu durum, terapistin kendi sorunlarının ya da mutsuzluğunun belirlenmemesi ve dolayısıyla çözümlenmemesi ile birlikte, etkin bir terapi sürecini de yıkıma uğratır. Bu yüzden, kendi yaşamımızda problem olarak gördüğümüz alanların, terapi sürecinde kendi duygularımızın ve bunları besleyen kaynakların farkındalığını artırarak, karşı aktarımlarımızın farkına varabilmek önemlidir. Bunu başaramadığını hissettiği anlarda, terapistin de danışan pozisyonuna geçerek terapi ortamına girmesi, terapistin kaynaklarını arttıracağı gibi danışana yönelen aktarımının da anlaşılmasına olanak sağlayacaktır. Terapi sağlayanların kendilerinin de birer danışan olmasının yararı, hatta gerekliliği düşüncesi Freud’a kadar uzanır. Freud’a göre; “her analist periyodik olarak- 5 yılda bir - yaptığı şey için herhangi bir utanma duymadan, bir analize girmelidir.” (akt. Fleischer ve Wissler, 1985). Kısaca; terapist tarafından mutluluğun nasıl yaşandığı ve ele alındığı terapi ortamını etkileyen bir durumdur. Terapistlerin, diğer temel duygulardan farklı olan bu pozitif duygunun, terapi seansları içerisinde sorgulanmasına gereken önemi vermeleri gerektiği düşünülmektedir. Danışanımızın mutluluk diye tanımladığı duygunun, bir kurgudan mı ibaret olduğu ya da altında yatan temel duygularının neler olduğu konusunda şüpheci davranmalı, onların döngüsüne girerek, yaşadıkları kurgunun bir parçası olmamaya özen gösterilmelidir. Bunun için , terapistler olarak, bizim mutluluğu ve mutsuzluğu nasıl tanımladığımızı, ne kadar hissedebildiğimizi ya da hissedilen mutsuzluğun ne kadar farkında olduğumuzu sorgulamamızın önemli olduğu unutulmamalıdır. Sonuç Psikoloji teorileri ve terapi süreci içinde mutluluğu aradığımız bu yazıda, mutluluğun anlık bir duygudan, ömürlük bir huzura kadar farklı tanımlarının birçok farklı yaklaşım tarafından vurgulandığına değindik. Bu yaklaşımların en önemli ortak noktası, mutluluğun bir arayışla özdeşleşmesiydi; bilişsel yaklaşımda, kısa veya uzun vadeli hedeflere ulaşmanın, humanistik yaklaşımda kendini gerçekleştirmenin ve psikanalitik yaklaşımda daimi acıdan kaçışın yollarının arayışı olarak karşımıza çıktı mutluluk. İnsan ilişkileri mutluluk için en çok atıf yapılan alandı ki danışan ve terapist ilişkisini bu alan dahilinde değerlendirdik. Danışanın mutluluğun arayışında terapiye geldiğini bilmemize rağmen terapi içinde karşılaştığımız mutluluk anlarının olumsuz duygulara karşı bir paravan olabileceğini dolayısıyla danışanın mutluluk ifadelerine karşı duyarlı olunması gerektiğini düşünüyoruz. Terapistin danışanla kurduğu ilişkide kendi mutluluk arayışına dair izleri görmek mümkün olduğu gibi, terapistin kendi hayatında güçlük yaşadığı alanların ve mutsuzluğun da bu ilişkiyi yönlendirme ihtimali bulunduğunu; dolayısıyla terapi ortamında mutluluğu bulmak için terapistin de mutsuzluğuyla yüzleşmesinin kaçınılmaz olduğunu savunuyoruz. ISSN: 2148-4376 49 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 40-54 İpek Demirok, Yeliz Şimşek Alphan, Yankı Süsen Kaynaklar Beutler, L. E. (2004). The empirically-validated treatments movement: a scientist practitioners perspective. Clinical Psychology: Science and Practice, 11, 225-229. Bloch, E. (2010). İzler. Çev.: Suzan Geridönmez, İletişim Yay., 272 s. Breuer, J. & Freud, S. (1893-1895) Studies on Hysteria. Standard Edition, 2: 1-305. London: Hogarth Press, 1955. Buss, D.M. (2001). The dangerous passion: Why jealousy is as necessary as love or sex. London: Bloomsbury. Clark, A.E. (2003). Unemployment as a social norm: Psychological evidence from panel data. Journal of Labour Economics, 21, 323–351 Diener, E. (1984). Subjective well-being. Psychological Bulletin, 95, 542–575. Ekman, P. (2003). Emotions revealed. New York: Times Books. Fleischer, J. A., & Wissler, A. (1985). The therapists as patient: Special problems and considerations. Psychotherapy, 22, 587-594. Franklin, S. (2010). The psychology of happiness: A good human life. Cambrige: Cambrige University Press. Fredrickson, B. L. (1998). What good are positive emotions? Review of General Psychology, 2, 300–319. Fredrickson, B. L., & Levenson, R. W. (1998). Positive emotions speed recovery from the cardiovascular sequelae of negative emotions. Cognition and Emotion, 12, 191–220 Fredrickson, B. L. & Branigan, C. (2001). Positive Emotions. In T. J. Mayne & G. A. Bonanno, (Eds.), Emotions: Current issues and future directions (pp. 123-151). New York: Guildford Press. Furnham, A., Petrides, K. V., Sisterson, G., & Baluch, B. (2003). Repressive coping style and positive self-presentation. British Journal of Health Psychology, 8, 223-249. Freud, S. (1915). Observations on transference-love. Standard edition, 12, 159-l71. Freud, S. (1930) Civilization and Its Discontents. Standard Edition, 21, 59-145. London: Hogarth Press, 1961. Greenberg, L. S., & Paivio, S. C. (2003). Working with emotions in psychotherapy. New York: Guilford Press. Hazan, C., & Shaver, P. (1987). Romantic love conceptualized as an attachment process. Journal of Personality and Social Psychology, 52, 511–524. Jacobsen, B. (2007). What is happiness? The concept of happiness in existential psychology and therapy. Existential Analysis 18, 39-50. Levenson, R .W. (1994). Human emotion: A functional view. In P. Ekman & R .J. Davidson (Eds.), The nature of emotion: Fundamental questions (pp. 123-126). New York : Oxford University Press. Maslow, A. (1982). The farther reaches of human nature. New York: Penguin Books. McWilliams, N. (2011). Psychoanalytic diagnosis: Understanding structure in the clinical process. New York: Guildford Press. Meehl, P. A. (2001). Primary and Secondary Hypohedonia . Journal of Abnormal Psychology,110- 1, 188-193. Nesse, R. (1990). Evolutionary explanations of emotions. Human Nature, 1, 261-289 Power, M., & Dalgleish, T. (2008). Cognition and emotion: from order to disorder. New York: Psychology Press. Prato, F., & John, O.(1991). Automatic vigilance: The attention-grabbing power of negative ISSN: 2148-4376 50 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 40-54 İpek Demirok, Yeliz Şimşek Alphan, Yankı Süsen social information. Journal of Personality and Social Psychology, 61, 3, 380–391. Rogers, C. (1961). On becoming a person: A therapist’s view of psychotherapy. Boston: Houghton Mifflin. Ryff, C. D., (1989). Happiness is everything or is it? Explorations on the meaning of psychological well-being. Journal of Personality and Social Psychology, 57, 1069108. Thompson, M.G. (2001). Happiness and culture: A reappraisal of Freud's Civilization and Its Discontents. Twelfth Annual Interdisciplinary Conference of the International Federation for Psychoanalytic Education Lago Mar Resort and Club, Fort Lauderdale, Florida. Thurber, C. A. (1995). The experience and expression of homesickness in preadolescent and adolescent boys. Child Development, 66, 1162-1178. Vitterso, J., Roysamb, E., & Diener, E. (2002). The concept of life satisfaction across cultures: Exploring its diverse meaning and relation to economic wealth. In E. Gullone & R.A. Cummins (Eds.), The universality of subjective wellbeing indicators. Social indicators research series, Vol. 16. Dordrecht: Kluwer. ISSN: 2148-4376 51 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 40-54 İpek Demirok, Yeliz Şimşek Alphan, Yankı Süsen Summary Pursuit of Happiness: Theoretical Perspectives and Psychotherapy Oriented Implications There are lots of arguments why research on positive emotions were dominated by research on negative emotions. Fredrickson and Branigan (2001) reasoned that psychology traditionally focused on psychological problems so negative emotions have always been in the center of psychological research. Negative emotions produce strong, extreme and contextually inappropriate problems for individuals such as anxiety disorders, depression, eating disorders and sexual dysfunction, in extreme cases, suicide and violence. Although positive emotions underlies some psychological problems such as mania and drug abuse/addiction these problems are not captured enough attention by emotion researchers since negative emotions are believed to create more danger and problems for an individual and the society. A second argument behind the predominance of research on negative emotions was that there are more negative emotions than positive emotions. Positive emotions are fewer in number and they are diffuse (Fredrickson & Branigan, 2001). Positive emotions are not distinguishable by the automatic signals they produce. Moreover, in comparison with negative emotions which specific emotions produce specific facial expressions, positive emotions have one unique signal. Evolutionary explanations for positive emotions have intended to explain this imbalance between positive and negative emotions. Because there are more threats than the opportunities in the world, Nesse (1990) has proposed that there are more negative emotions than positive emotions. In addition, cost of failure in responding to a life threatening situation could be fatal whereas cost of failure in responding to a life opportunity would not be so harsh that evolutionarily, the differentiation of the positive emotions are not so significant as the negative emotions (Prato & John, 1991). Unlike the negative emotions such as anxiety, anger or sadness, positive emotions, in this case happiness, is not totally explained as a brief transitory emotion. Happiness would be conceptualized as an umbrella term which includes the two different meanings which are hold by two different traditional approaches (Power & Dangleish, 2008). One of these approaches is hedonic approach which describes happiness as a brief, transitory emotion and includes joy, amusement and ecstasy. Second approach considers happiness as a life satisfaction and mood-like state of continuing contentment, and it is called as a eudemonic approach. There are also disordered states of happiness. For example, anhedonia is recognized as a form of disordered state of happiness in which a person experiences an inability to experience pleasure (Meehl, 2001). It is characterized as reduced motivation and reported non-enjoyment of positive life experiences. Another state known as nostalgia, by conceptualizing with cognitive model; is simultaneous appraisals at the schematic level related to joy and sadness (Power & Dalgleish, 2008). In nostalgic states, an individual would be sad and happy at the same time. Similarly, homesickness is thought to be associated with problematic appraisals at the schematic level related to joy and sadness. Thurber (1995) found that homesickness was related with high attachment problems and separation anxiety. Hypomania and mania are characterized as elevation of mood, hyperactivity and grandiose ideas about the self, euphoric, rapid speech, increase sexual activity, inability to sleep, grandiose delusions (Power & Dangleish, 2008). If the role of happiness is interpreted from client’s point of view, it can be said that the vast majority of clients are deeply concerned with the problems of happiness and unhappiness. After all, a prominent reason for coming to the therapy is precisely that one does not feel happy. The client would like to be happier or at least less unhappy. Freud saw the therapy as successful if the patient after a completed analysis became able to work and to love. Yet, he did not have a faith in absolute happiness. Most of the Freud's colleagues in the psychoanalytic tradition seem to adopt a similar viewpoint that it ISSN: 2148-4376 52 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 40-54 İpek Demirok, Yeliz Şimşek Alphan, Yankı Süsen may be possible to relieve the unhappiness and other kinds of suffering, but that does not mean as bringing about happiness. What we do in psychotherapy is replacing deep suffering with everyday problems (Jacobsen, 2007). However in therapy rooms we face with an expectation of patients to become happier that they have failed to achieve in their lives. However, Freud says ‘the aim of analysis is to transform hysterical suffering into common unhappiness.’ It does not sound very logical to offer common unhappiness to the clients who are seeking for happiness. In his book of Studies on Hysteria (1895), Freud says: When I have promised my patients help or improvement . . . I have often been faced by this objection: "Why, you tell me yourself that my illness is probably connected with my circumstances and the events of my life, [and that] you cannot alter these in any way. How do you propose to help me, then?" And I have been able to make this reply: "No doubt fate would find it easier than I do to relieve you of your illness. But you will be able to convince yourself that much will be gained if we succeed in transforming your hysterical misery into common unhappiness. [Thus] with a mental life that has been restored to health you will be better armed against that unhappiness (p.269). Although we have been trying to understand happiness from client’s point of view, we mostly discuss unhappiness. Unhappiness necessarily shows itself in the therapeutic process. But, happiness, the ultimate goal (!), is also seen among clients and it may tell a lot as we come up with it. For many, the very idea of happiness is viewed as a form of denial or delusion, perhaps a manic episode. The person in the manic episode is hyperactive, has elevated mood and grandiose ideas about the self. They often seem cheerful and optimistic when their mood is elevated and have an infectious joyfulness. Nevertheless, other individuals can be irritable rather than euphoric and their emotions can easily translate into anger (Power & Dalgleish, 2008). Secondly, a patient may use happiness as a repressive coping style which is the one that can be hardly detected. In Observations on Transference Love (1915), Freud emphasizes “There can be no doubt that the outbreak of a passionate demand for love is largely the work of resistance” (p.162) and claims “transference love is a particular expression of resistance” (p.163). Transference can be revealed as an easy way to obtain momentary happiness. Instead of working hard to reach the ‘real’ happiness, some clients may prefer (probably unconsciously) to play around the happiness they have in their hands. The experience of happiness from therapist’s point also becomes more of an issue. According to Greenberg and Paivio (2003), while working with emotions, therapists should pay attention to the fact that there are some specific characteristics of each emotion- sadness, anger, happiness and so forth- and there are different ways of dealing each. Pleasant emotions, such as interest/excitement, joy and love, are often end products of the process of resolving other emotional states. Appreciation, for instance, often can only emerge after resentment has been expressed and acknowledged. That is to say, the pleasant emotions play as antidotes to the unpleasant emotions. When newly acknowledged anger and sadness that are incompatible with our goals often provide healthy adaptive information, happiness has become an end product of the combination of achieved goals and ideals that are multiple and related to different areas in the individual’s life (Power & Dalgleish, 2008). Therefore, feeling happiness seems more difficult than other emotions and this also makes happiness difficult to discuss not just for the client’s but also for the psychotherapist. As psychotherapists, we need to take great attention while working with emotions in therapeutic process. If we directly accept the sense of happiness of our clients without questioning, we may contribute to their avoidance of real subject. For instance, a depressed client with relationship problems could come to therapy saying that “I am so happy with the reason that my ISSN: 2148-4376 53 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 40-54 İpek Demirok, Yeliz Şimşek Alphan, Yankı Süsen boyfriend proposed marriage to me”. In this case, accepting her happiness may lead us to ignore the possible latent sadness about not getting so expected special marriage proposal. By the way, we should be careful about the sense of happiness that experienced by the client as a fiction and not to be a part of it. In therapeutic process, besides handling the client’s happiness, the therapist’s should not skip his/her own happiness. Being a psychotherapist is a highly rewarding, but also personally taxing work. As therapists, we engage in intimate work with our clients. We listen closely and provide empathy to their problems, unhappiness, losses, trials, and triumphs, while maintaining the integrity of therapeutic relationship. Simultaneously, we manage our own thoughts, behaviors and subsequent emotions. While we trying to deal with our clients’ emotion, a popular Turkish proverb comes to the mind: “How well does a tailor sew his/her own clothes?” Specifically, how well does a psychotherapist achieve to be happy? The emotional health of therapists is not just of personal importance, but appears to be a fundamental part of their professional effectiveness. A consistent correlation has been found between successful outcomes of therapy and therapist well-being and positive psychological adjustment (Beutler et al., 2004). ISSN: 2148-4376 54 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 55-63 Fazilet Canbolat Haset ve Psikopatoloji İlişkisinin Film Örnekleriyle Ele Alınması Fazilet Canbolat Orta Doğu Teknik Üniversitesi Özet “Haset” bireyin kendisinde olmayan ve bir başka kişinin sahip olduğu bir özelliği arzulaması ve malum kişinin bu özellikten yoksun olmasını dilemesi olarak tanımlanır (Parrot & Smith, 1993). Melanie Klien (1957), anne göğsünün hasedin asıl ilgi odağı ve başlangıç noktası olduğunu ileri sürer; zira meme bazen paylaşılan ancak çoğu zaman geri çekilen bir nesne olmakla birlikte bebeğin kendine ait veya kontrolü altında değildir. Anne ismindeki sahibin dilerse bu süt ve sevgi kaynağını kendine saklayabileceğini fark eden bebek, kendisini besleyen bu nesneye sadistçe saldırıp, bilinçdışı fantezisinde onu tahrip etme, çürütme ve hatta yok etme arzusu duyabilir. Ağıt (Elegy) filminde Kepesh’in Consuela’ya karşı hissettiği düşünülen hasedin de aynı yolla çözümlenmeye çalışılmış olması Klein’ın teorisinin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Diğer taraftan, Ninivaggi’nin haset teorisine göre, haset zihnin katmanları olan id-ego-süperego üçlüsü arasında ortaya çıkan bir duygudur ve egonun id’e karşı duyduğu ilkel haset, tüm hasetlerin indirgenemez temelidir (2010). Ninivaggi (2010) insanın iç dünyasının haset yüzünden, kaos ve bütünleşememişlik yeri olduğunu ileri sürer ki bu kaos ve bütünleşememişlik hali de psikopatolojinin oluşumunda önemli etmenlerdendir. Amadeus filminde Salieri’nin Mozart’a duyduğu haset ve kendi iç dünyasında yarattığı tahribat Ninivaggi’nin haset teorisine göre yorumlanacaktır. Haset psikoterapi seanslarında terapötik ilişki içerisinde de ortaya çıkabilecek bir duygu olup, bu makalede hastanın terapiste duyduğu hasedin anlamı ve ele alınma stratejileri ile ilgili de bilgi verilmiştir. Anahtar Sözcükler: haset, kıskançlık, psikopatoloji, psikoterapi ISSN: 2148-4376 55 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 55-63 Fazilet Canbolat Haset ve Psikopatoloji İlişkisinin Film Örnekleriyle Ele Alınması Pamuk Prenses masalı yıllarca “mükemmel derecede iyi olan öz anne ölür ve bundan bir yıl sonra Pamuk Prenses’in babası tamamıyla kötü, zalim ve kıskanç bir kadınla evlenir.” şeklinde anlatılmıştır. Mackquisten ve Pickford (1942) ise “kraliçe, kızı doğduğunda ölür ya da büyük bir değişim sürecine girer; bu değişim bir yıl içinde tamamlanır ve öz anne, kıskanç üvey anne formunda hikâyede tekrar yerini alır.” diyerek masala daha derin bir bakış açısı sunmuştur. Bu bağlamda, masaldaki üvey anne, çocuğun fantezisindeki kötü, zalim, kıskanç annenin bir yansıması olabilir, ya da durum öz annenin çocuğuna karşı duyduğu bilinçdışı nefret olarak da yorumlanabilir. Pamuk Prenses masalı, hasedin temel konularından biri olan iyi-kötü anne bölünmesine iyi bir örnek teşkil etmektedir. Melanie Klien, sütün ve sevginin sınırsız kaynağı olan meme, hasedin de asıl ilgi odağı olmalıdır; zira meme bazen paylaşılan ancak çoğu zaman geri çekilen bir nesnedir, der. Memenin sahibi olmak isteyen bebek anlar ki, bu obje kendine ait ya da kendi kontrolü altında olan bir şey değildir. Anne ismindeki sahip, isterse bu süt ve sevgi kaynağını kendine saklayabilir. Bu düşünceyi takiben, bebek acı dolu bir hissiyata bürünür. Ve bu hissiyat bebeğin göğse sadistçe saldırmasını tetikler (Klein, 1957). Bella Habip (2012), Freud ve kadınlık isimli konuşmasında şöyle der: Ruhsal hayatımızın başlangıcındaki ‘benim-gibi-bir-anne’ algılaması bebeğin zihninde belirgindir. Bebekte bir ötekilik kavramı olmadığı gibi kendisini ve bir ötekini ayrılmaz bir bütün olarak algılar. Freud buna çocukluk narsisizmi adını vermişti. Örneğin memenin kendisinin bir uzantısı gibi olduğunu hisseden bebek, meme geri çekildiğinde korkunç bir parçalanmışlık duygusu yaşar; memenin geri çekilmesi neredeyse bebeğe yapılmış bir hakarettir (s.20). Bu aşağılanmışlık (zayıf, çaresiz ve küçük olma) duygularıyla baş edebilmek için, ego her şeye kadir (omnipotent) bir tavır takınmaya mecburdur. Ayrıca, aşağılanmadan kaynaklı kaygı ve stresi azaltabilmek adına kendine narsisistik bir duvar örer (Ninivaggi, 2010, s.86). İnsanların, hayatlarının ilk evrelerindeki zor ya da stresli örüntüleri, sürekli olarak, bir takım davranışlarla devam ettirmeye çalışması şeklinde tanımlanan “tekrarlanma zorlantısı” yoluyla, birey bilinçdışı fantezilerindeki omnipotent kontrol senaryolarını tekrar tekrar yaratır ki bu kimi zaman hırsızlık, saldırı, tecavüz, cinayet ya da savaş olarak kendini gösterir. Haset ve kıskançlık birbirine oldukça benzeyen, ancak belirgin özellikleri bakımından da birbirinden ayrılan iki duygudur. Bu iki duygu da öfke temellidir (Power & Dalgleish, 2008). “Haset” bireyin kendisinde olmayan ve bir başka kişinin sahip olduğu bir özelliği arzulaması ve malum kişinin bu özellikten yoksun olmasını dilemesi olarak tanımlanır (Parrot & Smith, 1993). “Kıskançlık” ise bireyin ilişki içerisinde olduğu bir kişiyi rakip olarak gördüğü başka bir kişiyle paylaşmak ya da kaybetmek zorunda kaldığı durumlarda açığa çıkan duygu olarak betimlenir (Spielman,1971). Freud (1955), ilk cinsel itkimizi annemize, ilk nefretimizi ve yok etme arzumuzu babamıza yönlendirmemiz belki de bizim kaderimizdir, der. Bu anne-baba-çocuk üçgeninden temelini alan ödipal süreç, kıskançlığın ilk belirdiği yerdir. Haset duygusunun ilk ortaya çıktığı ISSN: 2148-4376 56 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 55-63 Fazilet Canbolat alan ise id ve ego ikilemidir. Bebeklik döneminde ortaya çıkan hasedin bu bilinçdışı ve zihnin katmanları arasında gerçekleşen formuna Ninivaggi “çekirdek haset (nükleer haset)” ismini vermiştir. Ninivaggi’ye göre, egonun id’e karşı duyduğu ilkel haset, tüm hasetlerin indirgenemez temelidir (2010, s.175). Ego ve id arasındaki ilişki, insanın kendisi ve diğerleriyle ilgili olan algılarını belirler. Diğer bir deyişle, id’in ego üzerindeki etkisi, egonun diğerleriyle (ötekilerle) ilişkili olarak ortaya çıkan kendilik algısı ile bağlantılıdır. Ego id’e haset edebilir ve insanlara rüyalarını unutturabilir veya onların uyku ve uyanıklık hali arasındaki bağlantılarını deforme edebilir. Bireyde süperego gelişimi başladığında, o da hasedin bu denklemi içinde yerini alır. Çok fazla eleştirel bir süperego, egonun gelişimine haset edebilir (Scott, 1975). Egonun bir yanı küçümsenirken diğer tarafı idealize edilmiştir ve bu da bireyin sağduyusunu ve fonksiyonelliğini tahrip eder. Bu, insanın kendisine olan hasedi olarak tanımlanabilir. Ninivaggi (2010) insanın iç dünyasının haset yüzünden, kaos ve bütünleşememişlik yeri olduğunu ileri sürer ki bu kaos ve bütünleşememişlik hali de psikopatolojinin temelinde yer alan unsurlardan biridir. Terapide hasta ilerleme gösterse bile bir gelişim olmamış gibi davranabilir, zira kendiliğinin bir bölümü gelişim gösteren diğer bölüme haset eder ve bu hasedin üstesinden gelebilmek adına ilerleme gösteren yanın işlevsellik kazanmasına ket vurabilir ve iyilik halini engelleyebilir. 2008 yılında Isabel Coixet tarafından yönetilen “Ağıt (Elegy)” ve 1984 yılında Milos Forman tarafından yönetilen “Amadeus” filmlerinin haset duygusunu daha yakından tanınabilmesi ve anlaşılabilmesi için uygun filmler olduğu düşünülmüştür. Ağıt filminde aşk, nefret, haset ve kıskançlık duyguları Klein’ın teorisindeki “bebek ve anne göğsü arasındaki ilişki” kapsamında metaforik bir biçimde ele alınırken, Amadeus filminde Ninivaggi’nin “id-ego-süperego” üçlüsü arasında yaşanan “çekirdek haset” kavramına odaklanılmıştır. Bu filmlerden hareketle haset duygusunun psikoterapi seanslarıyla ve psikopatolojiyle ilişkisinin daha iyi anlaşılacağı düşünülmüştür. Ağıt (Elegy) Yönetmen: Isabel Coixet Yapım Tarihi: 2008 Oyuncular: Ben Kingsley, Penelope Cruz David Kepesh ve Consuela Castillo adında iki ana karakterin başından geçenlerin anlatıldığı bu film; hem kıskançlık hem hasedi örnekleyen, aynı zamanda da bir takım kavramları görselleştirerek bize sunan iyi bir materyaldir. Filmde kıskançlık ve hasedin yanı sıra, omnipotent kontrol ve narsisizm, yansıtmalı özdeşim, bilinçdışı fantezi gibi kavramlar da gözlemlenebilir. Filmin iki ana karakterinden biri olan Kepesh bir üniversitede profesördür, Consuela ise onun öğrencisidir. Kepesh yaşlıdır; Consuela ise genç güzel ve bakımlı. Bu iki karakter bir araya gelir ve film kaçınılmaz olarak Kepesh’in Consuela’yı kendisinden genç ve çekici erkeklerden obsesif bir biçimde kıskanması temasıyla devam eder. Kepesh durmadan Consuela’nın kendisini ISSN: 2148-4376 57 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 55-63 Fazilet Canbolat bu tip erkeklerle aldattığını düşünür, ya da düşler. Artık sahip olamadığı gençliği ve tazeliği karşısında gören Kepesh, öncelikli olarak bu objeyi idealize eder ve sahiplenmek ister. Bu bağlamda, Consuela’nın kendisine ait bir düşüncesi, duygusu ya da davranışı olmasını engellemeye çalışarak omnipotent bir tutum takınan Kepesh, en sonunda Consuela’ya kendisini terk ettirir; zira Kepesh’in düşleminde Consuela bu gençliğiyle ve güzelliğiyle Kepesh’e ait olamaz (yansıtmalı özdeşim). Ancak, filmin sonunda Consuela Kepesh’e geri döner, hem de saçları kısacık kesilmiş ve hasta olarak. Consuela meme kanseri olmuştur ve o güzel göğüsleri, belki de tüm vücudu bu hastalık yüzünden tahrip olacak ve hatta belki Consuela ölecektir. Yavuz Erten (2010), “Karanlık Odadaki Suretler” isimli kitabında film dili ve düş dilini bütünleştirerek şöyle der: “Consuela gerçekten Kepesh’e tekrar gelmiş midir? Yoksa bu Kepesh’in düşü veya düşlemi midir? Bu düş veya düşlemde Consuela ona dönmektedir. Üstelik hasta olarak dönmektedir. Kepesh’i kahreden o güzelliği kaybedecektir. Düş veya düşleminde Kepesh Consuela’nın güzelliğini tahrip etmekte ve belki de onu öldürmektedir.” Yavuz Erten’in bu yorumundan hareketle, Kepesh’in görünürde aşık olduğu Consuela’yı bilinçdışı fantezisinde tahrip etme, çürütme ve hatta yok etme arzusu olduğunu görüyoruz. Tıpkı bir bebeğin anne göğsünü sahiplenememesi, buna karşılık aşağılanmış, zayıf ve çaresiz hissederek memeye yönelik sadistik bir saldırı içine girmesi gibi, Kepesh de düşleminde Consuela’ya saldırır. Film boyunca “göğüs”e yapılan vurgunun amacı belki de budur; zira Consuela hasta olduktan sonra da Kepesh’e gelip ondan tahrip edilmeden evvel göğüslerinin fotoğrafını çekmesini ister. Bu film aşk, nefret ve haset arasındaki bağıntıyı iyi bir şekilde ele almıştır. Aşk, hem objenin hem de subjenin pozitif bir bağ ile geliştirilmeye çalışıldığı bir duygu iken; nefret saldırgan, tahribata dayalı, düşman olarak algılanan kişinin kontrolünü ve sınırlandırılmasını amaçlayan bir duygudur. Bu iki duygu birbirlerine zıt gibi görünseler de aynı anda var olabilirler. Haset ise, olağanüstü bir idealizasyonu içeren aşk ve çürütmeye odaklı bir nefretin karışımından doğar (Ninivaggi, 2010). Başta obje idealize edilir, ama sonradan bu objenin iyiliği tahammül edilemeyecek kadar acı veren bir form aldığında, kişi bu durumu objeye saldırarak çözümlemeye çalışır (Klein, 1957). Amadeus Yönetmen: Milos Forman Yapım Tarihi: 1984 Oyuncular: F. Murray Abraham, Tom Hulce & Elizabeth Berridge “Gelgör ben söylüyorum şimdi Nasıl kıskanıyorum - nasıl. Tanrım! Nerde adalet? Eğer kutsal yetenek, Ölümsüz deha, bunca didinmeyi, köleliği Mükâfatlandırmıyorsa - tam tersine Uçarı bir serserinin beyninde yeşertiyorsa Sorarım nerde adalet? Ah Mozart. Mozart!” (Salieri) Amadeus, Salieri’nin Mozart’a karşı hissettiği haset duygusunu ele alan bir filmdir. Id-ego-süperego üçlüsü arasındaki hasedi kavramsallaştırabilmek adına iyi bir örnek teşkil eden bu film aynı zamanda Tanrı’yı da işin içine dahil ederek Mozart-Salieri-Tanrı üçlüsüyle kıskaçlığa ISSN: 2148-4376 58 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 55-63 Fazilet Canbolat göndermeler yapmıştır. Filmde, Salieri, kendisine müzik kabiliyeti vermesi şartıyla, Tanrı’ya ömrünün sonuna dek bakir kalma sözü verir. Ancak ne yaparsa yapsın Mozart kadar ünlü ve sevilen bir besteci olmayı başaramaz. Üstelik Mozart, Salieri’nin deyimiyle serserinin tekidir. Mozart hayatı boyunca “an”a odaklanan, yarını düşünmeyen, aklı fikri zevk ve eğlencede olan bir insandır. Buna rağmen müthiş bir bestecidir. Diğer taraftan Salieri, bütün dünyevi zevklerden ve eğlenceden elini eteğini çekmiş dindar bir adam olmasına rağmen, bestelediği müzik insanlar tarafından beğenilmez. Bu meyanda, Mozart’ı id, Salieri’yi süperego temsili olarak kabul edersek, filmdeki haset, nükleer haset kavramı üzerinden açıklanabilir. Diğer bir seçenek olarak yalnızca Salieri açısından düşünürsek, cinsel arzularını bastırıp süperegosunun hegemonyasına giren kişiliği yüzünden yaratıcılığı sekteye uğrayan ve id’in arzularını bir türlü karşılayamadığı için acı çeken bu karakterin filmin ilk sahnesindeki intihar teşebbüsü daha anlamlı olacaktır. Salieri’nin Mozart’ı öldürmesi de aynı sebeptendir; kendi özündeki hayvani yanını (id’i) öldürmeye çalışan Salieri, filmin sonunda Mozart’ı da öldürmüştür. Salieri müzik kabiliyetine sahip olmayı arzularken, id’in yaratıcılığın asıl kaynağı olduğunu görmezden gelmiştir. “Sanat, zarar görmüş benlik idealinin derinden algılanıp yeniden yapılandırıldığı bir itkidir; sanatsal üretim, arzuların dışavurumunu ve “ben”in zarar görmüş taraflarını yeniden yapılandırabilmeyi gerektirir” (Ninivaggi, 2010, s.311). Aynı zamanda, bilinçdışı matematik ya da mantıkla değil müzikle anlatılabilir (Ninivaggi, 2010, s.311). Bu bakış açısıyla, Salieri’nin sadistik süperego yüzünden asla arzusuna erişemeyeceği öngörülebilir; zira o Tanrı’ya verdiği söz ile id’inden ve bilinçdışında olup bitenlerden çoktan vazgeçmiş, “ahengi cebire vurup müziği bir kadavra gibi kesip biçmiştir” (Cündioğlu, 2010). Bu durum Salieri’nin “kendini baltalama davranışı” olarak da yorumlanabilir, zira Salieri arzuladığı “ünlü bir besteci olmak” temasından kendi iç dünyasındaki dinamiklerden ötürü uzaklaşmış olur. Sadist süperego, sürekli olarak egoyu cezalandırarak, onun gelişimine set çeker. Bu bağlamda, takıntı-zorlantı bozukluğunda (Obsesif-kompülsif bozukluk) sadist süperego’dan bahsedilebilir. Ellerini sürekli yıkamak zorunda hisseden insanlar, sayma kompülsiyonu olanlar, hiç istemedikleri halde sürekli aynı şeyi düşünüp duranlar vs süperegonun cezalandırıcı hegemonyasına maruz kalmışlardır, denilebilir (Ninivaggi, 2010). Salieri-Mozart-Tanrı üçlemesine geri dönecek olursak, Salieri, bütün müziksel yeteneği Mozart’a vermesinden ötürü Tanrı’ya kızgındır. “Bu yeteneği neden bana değil de ona verdi?” diye yakınır durur. Bu tip iyi özelliklerin Tanrı tarafından insanlara dağıtılmasını adaletsiz bulan Salieri, önceden dindar olmasına karşın Tanrı’ya da savaş açar, onun böyle bir kontrol gücünün olmasına haset eder. Haset Teorisi, adaletin haset eden kişiye özgü subjektif nitelikleri olduğundan bahseder (Ninivaggi, 2010). Filmde de Salieri adaleti oldukça kişisel bir olgu olarak yansıtır. Filmde haset ve kıskançlığa eşlik eden duygular, kızgınlık, düşmanlık, suçluluk, üzgünlük ve yok olma kaygısıdır. Başta Mozart’a özenip onu idealize eden Salieri kendine güveninin düşmeye başladığını hissettikçe öfke boyutuna doğru kaymaya başlar. Bu öfkeyi Mozart’tan gizler; görünürde ona oldukça yakındır (karşıt tepki oluşturma). Bunun yanı sıra, kendi içinde de var olan ama görmek istemediği serseri, uçarı, zevke düşkün ve hayvani yanı Mozart’a yansıtarak rahatlamaya çalışır (yansıtma). “Haset”in birincil amacı objeye zarar vermek iken, paradoksal olarak kişi en büyük zararı kendisine vermiş olur. Haset eden kişi kendini kötü, aşağılık, zavallı, pürüzlü, güçsüz ve hatta yok olarak nitelendirirken, haset ettiği kişiyi daha yüksekte, avantajlı ve neredeyse mükemmel olarak değerlendirir. Aynı zamanda, haset duygusu yokluk, boşluk, eksiklik, noksanlık, acı veren keyifsizlik gibi duygularla ilintilidir. Bu bağlamda, hasedin içten içe ve sessizce insanı öldüren bir duygu olduğu söylenilebilir (Okholm, 2008). Filmde Salieri’nin hasedinin de yavaş yavaş Salieri’yi öldürdüğü gözlemlenir. ISSN: 2148-4376 59 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 55-63 Fazilet Canbolat Psikoterapi Seanslarında Hasta Açısından Haset Psikoterapi seanslarında hastanın terapiste haset duyması, terapinin temel varsayımlarından olan “hasta terapiye problemleri yüzünden ve anlaşılmak istediği için gelir, terapist ise hastaya yardımcı olmak için oradadır” ilkesiyle örtüşür (Ashwin, 2012). Aynı zamanda, hastanın günlük hayattaki ilişkilerinde haset dolayısıyla sorun yaşıyor olması, terapide bu tip rahatsızlıkları bir başka ilişki olan hasta-terapist ilişkisine yansıtma ihtimalini de arttırır (transferans). Terapist akıl sağlığı yerinde, entegrasyonunu tamamlamış, yardımcı olan kişi konumunda olduğundan, tüm bu bahsedilen özelliklerin eksikliğini hissederek terapiye gelen hastanın, terapistine haset duyması kaçınılmaz hale gelebilir. Bunun yanı sıra, Ashwin’e (2012) göre terapistin bilgiyi kendisine sakladığını düşünen hasta da duyduğu hasedi iki biçimde ifade edebilir: 1) Hasedin terapiste yansıtılması 2) Hasedin, kendiliğin iyi olan taraflarına yansıtılması İlkinde, haset eden kişi haset ettiği kişiyi omnipotent bir tavırla kontrol altına almak istediği için, bu durum terapinin ilerlemesine sekte vurulabilir. Hasta terapinin gidişatını ve terapisti kontrol etmeye çalışabilir. Ayrıca, narsisistik arzusunu psişenin derinliklerindeki savunma mekanizmalarıyla gidermeye çalışan hasta terapiste yönelik bölme davranışı içine girebilir ve terapistine iyi terapist/kötü terapist gibi atıflarda bulunabilir. Bunun yanı sıra, hasta terapistiyle yansıtmalı özdeşim içerisine girerek terapinin gidişatını etkileyebilir. İkinci ifade biçimi olarak ise, hasta hasedini kendiliğine yöneltip kendi ilerlemesine sekte vurabilir; zira narsisistik yapı bağlanmaktan korkar ve dolayısıyla başkalarından yardım kabul etmek onun için bir hayli zordur. Buna ve terapistin sözde üstünlüğüne bağlı olarak, hasta terapisti ödüllendirecek ve onun başarılı olmasını sağlayacak hamlelerden kaçınır; çünkü terapistine karşı zafer kazanmaya ihtiyacı vardır. Dolayısıyla sağlığını geliştirecek ve ilerlemesini sağlayacak her şeye direnç gösterir. “Analistin şapkasına bir tüy de kendi koymamak” için ilerlemekten vazgeçen bu hasta, tıpkı bir bebeğin asla kendine ait olmayan ve olmayacak olan memeyi tahrip etmek istemesi gibi, kelimelerin, düşüncelerin önünü keserek içe yansıtmayı (introjection) bloke eder. Beslenmeyle bağlantılandırılabilecek her şey kötü olarak algılanır (Klein, 1957). Bu da terapötik ilişkiye negatif olarak yansır. Terapistin hasta için yapacağı doğru yorumlar kısa sürelik rahatlama sağlasa da, hasta yorumun uzunluğundan, geç gelmesinden, karmaşıklığından şikayet edebilir. Aynı şekilde, “Neden bunu bana daha önce söylemediniz?”, “Neden bu bilgiyi kendinize sakladınız?” gibi çıkışlarla hasta terapisti başarısız hissettirir (Ashwin, 2012). Psikopatolojik bağlamda haset farklı farklı hastalıklarla ilişkilendirilir. Örneğin, psikotik semptomlar, obsesif-kompülsif bozukluk, bipolar bozukluk, yeme bozuklukları, narsisistik kişilik bozukluğu, antisosyal kişilik bozukluğu bu hastalıklardan bazılarıdır. Ayrıca tedavi dirençli depresyon ve intihar da haset ile bağlantılı olabilir (Ninivaggi, 2010). Haset duygusunun sağlıklı olarak çözümlenebilmesi için ego entegrasyonunun gelişimi önemlidir. Objeyi bütün bir kişi olarak algılaması, ego ve obje arasında bir ayrışma ve de sınırlar olduğunu hissedebilmesi hastanın omnipotent tavrının üstesinden gelebilmek açısından mühimdir. Bu vesileyle hastanın empati yapabilmesi için olanak yaratılacaktır; zira haset duygusu tarafından ele geçirilen hastalar, empati hususunda sıkıntı yaşarlar. Hasedin insanın kendisine ve iyi objeye verdiği zararın miktarının ele alınması da bu duygunun sağlıklı bir şekilde çözümlenebilmesi için bir yoldur. Bunun yanı sıra, haset şükrana dönüştürülebilirse, kişi daha az sorunla karşı karşıya kalır. Diğer bir taraftan parçalanmışlığın ve bölünmenin azaltılması, memenin introjekt edilmesi ve bütünlüklü, iyi, besleyip yetiştirici, sevgi dolu bir anne imgesinin hastanın zihnine yerleştirilebilmesi de tedavi açısından mühimdir. Tüm bunların gerçekleşebilmesi adına terapistin empati yapabilmesi, hastasına şefkatle yaklaşabilmesi, hoşgörülü olması ve müsamaha ISSN: 2148-4376 60 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 55-63 Fazilet Canbolat gösterebilmesi; en önemlisi kendi içgörüsünü geliştirebilmesi oldukça önemlidir (Ninivaggi, 2010). Haset teorisi (Ninivaggi, 2010), hasetle ilgili problemi olan hastanın iyileşebilmesi için terapiste düşen görevleri şu şekilde tanımlar: • Terapist önemli meseleleri seçerken hastanın anlık kaygılarına ve ihtiyaçlarına duyarlı olmalı, bunlara cevap verebilmelidir. • Hastayla, hastanın erken çocukluk döneminde annesiyle kurduğu ilişkinin bir simülasyonu olabilecek ikili ilişkiyi kurabilmelidir. • Hastayla etkili bir iletişim kurabilmelidir. • Yöntem olarak düşüncelere odaklanılabilir, serbest çağrışım ve rüya yorumları kullanılabilir; Sokratik sorgulama metodundan faydalanılabilir. • Yorumlar, hastayla terapötik ilişki kurulduktan sonra yapılmalıdır. • Yansıtmalı özdeşim konusunda terapist dikkatli olmalıdır. Sonuç Haset duygusunun oluşumu Klein’ın teorisindeki gibi bebek ve obje (anne göğsü) arasındaki ilişkinin yanı sıra, Ninivaggi’nin sunduğu gibi id-ego-süperego düzleminde de ele alınabilmektedir. “Ağıt” ve “Amadeus” filmleri haset duygusunu farklı açılardan anlamak ve değerlendirebilmek için uygun görsel materyaller olmakla birlikte, hasedin hem nesne hem de özne açısından yıkıcı sonuçlar doğurduğunu etkileyici bir biçimde vurgulayan filmlerdir. Psikopatolojik açıdan psikotik semptomlar, obsesif-kompülsif bozukluk, bipolar bozukluk, yeme bozuklukları, narsisistik kişilik bozukluğu, antisosyal kişilik bozukluğu, tedavi dirençli depresyon ve intihar gibi pek çok alanla ilintili olduğu ileri sürülen haset, psikoterapi seanslarında da önemli bir etken oluşturup hastanın gelişimine ket vurabilir. Terapistlerin bu duyguyu fark edip belirli biçimlerde ele alabilmeleri önem arz etmektedir. ISSN: 2148-4376 61 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 55-63 Fazilet Canbolat Kaynaklar Ashwin, M. Cronos and his children envy and reparation: Chapter 4: Envy in Psychotherapy Sessions. Retrieved 5 October 2012 from: http://www.psychoanalysis-and-therapy.com/human_nature/ashwin/index.html Bella Habib (2012). Freud ve kadınlık. Libido Psikanaliz Dergisi. 8, 17-20. Cündioğlu, D. (2010). Salieri, bir kifayetsiz muhteris. Retrieved 5 October 2012 from: http://ducanecundioglusimurggrubu.blogspot.com/2012/07/normal-0-false-false-false-en-us-ja-x_2 0.html Erten, Y. (2010). Karanlık Odadaki Suretler. Yayınevi: Goa: İstanbul. Freud, S. (1955). The Interpretation of Dreams. (J. Strachey, Trans.) New York: Basic Books, Inc. (Original work published 1899). Klein M. (1957). Envy and Gratitude. In: Hiles D. (2007) Envy, jealousy, greed: A Kleinian Approach. Paper Presented in Centre for Counselling and Psychotherapy Education, London. Mackquisten A.S. & Pickford R. W. (1942). Psychological aspects of the fantasy of snow white and the seven dwarfs. Psychoanalytic Review, 29, 233-252. Ninivaggi, F. J. (2010). Envy theory. Perspectives on the Psychology of Envy. Lanham, MD: Roman & Littlefield. Okholm, D. (2008). Envy: The silent killer. In The American Benedictine Review. 59(2). Parrot, W. G., & Smith, R. H. (1993). Distinguishing the experiences of envy and jealousy. Journal of Personality and Social Psychology. 64, 906-20. Power, M. J. & Dalgleish, T. (2008). Cognition and Emotion: From Order to Disorder (2nd ed.). Hove: Erlbaum. Scott, W. C. M. (1975). Remembering sleep and dreams. International Review of PsychoAnalysis, 2, 253-354. Spielman, P. M. (1971). Envy and jealousy. Psychoanalytic Quarterly, 40, 59-82. ISSN: 2148-4376 62 AYNA Klinik Psikoloji Dergisi 2014, 1(2), 55-63 Fazilet Canbolat Summary Understanding Envy and Psychopathology Relationship through Film Examples Envy is defined as an emotion that occurs when a person lacks what another has and either desires it or wishes that the other did not have it (Parrot & Smith, 1993). Meanie Klein (1957) asserts that the “mother breast” should be the main interest and the starting point of the envy due to the fact it is an object which is sometimes shared, most of the time withheld from the baby; in addition, it is not his and also not under his own control. When the baby realizes that it has a possessor called mother who may withhold this resource of milk and love and keep it to herself if she wants; he, in his unconscious fantasy, may assault this feeding object sadistically and desire to destroy, spoil and even exterminate it. In the film named as Elegy, Klein’s theory will be better understood because the envy felt by Kepesh toward Consuela is endeavored to be resolved in the same manner. On the other side, according to Ninivaggi’s envy theory, envy is an emotion that occurs between the layers of mind which are known as id-ego-superego; and “the primordial envy of ego toward id is the irreducible bedrock of all primary envy” (2010). Ninivaggi (2010) claims that “inner world is the field on which the chaos and disintegration caused by envy” and this chaos and disintegration are important factors in the generation of psychopathology. In the film named as Amadeus, Salieri’s envy toward Mozart and devastation that he caused in his own inner world will be interpreted according to Ninivaggi’s envy theory. Envy is an emotion which may occur in the therapeutic relationship of psychotherapy sessions; therefore, the current paper will integrate the meaning of patient’s envy toward the therapist and its examination strategies. Keywords: Envy, jealousy, psychopathology, psychotherapy ISSN: 2148-4376 63