indir - Öğretmenler Odası Dergisi
Transkript
indir - Öğretmenler Odası Dergisi
Ö Ğ R E T M E N V E E Ğ İ T İ M D E R G İ S İ • YIL: 3 • SAYI: 9 • EYLÜL-EKİM-KASIM 2013 Hür Düşünce Mektebinin Kapısı Milli Eğitimimiz VE Toplumsal Barış: Gezi Parkı ve Eleştirel Pedagoji Doğru Bir Eğitimle Toplumsal Barış İman Tazelemek Yerine Yeniden İman mı Etsek? Y Kuşağı Üzerinden Bir Örgün Eğitim Sorgulaması Ücretli Öğretmenlik Neden Zor? Sarı Saltuk’un İzinde Prof. Dr. Aytaç Açıkalın: Mesleki Gelişim Ortamı Olarak “Öğretmenler Odası” Selamun Aleykum ya da Yurtta Sulh Cihanda Sulh editörden Yüzünüzdeki gülümseme devam ettikçe sınıfımız huzurlu olacak. Toplumsal barışımızın teminatı da bu sınıflarda hayata gülümseyerek bakan huzurlu ve mutlu çocuklar olacak. Biri mensubu olduğumuz dinin Yüce Peygamberi’nden biri yeni devletimizi kuran Lider’in dilinden iki cihanşumül barış mesajı: “Barış ve esenlik üzerinize olsun.”, “Bütün dünya kardeş olsun!” Bir barış ve huzur ortamında yaşayabilme kabiliyeti, tecrübesi ve irfanı, diyebilirim ki, hiçbir medeniyette bizdeki kadar mümkün değildir. Peki ne oluyor bize de sürekli bir barış arayışı içindeyiz? Bizi bize düşüren, aramıza kara kedi sokan nedir? Son kertede Türkiye kimseyle değil kendiyle mücadele ediyor. Ve bu mücadeleyle de yine en çok kendine ve geleceğine ediyor. … Yeni öğretim yılıyla birlikte dergimiz de ruhunu ve sayfalarını yenileyerek eğitimciler olarak en mahsus mekanımız öğretmenler odasına ulaştı. Bu sayımızda memleketimizin her ferdinin ama belki de en çok biz eğitimcilerin hasretle sona ermesini beklediği gerginliğimizi kapak konusu yaptık. Öğretmen, gazeteci, akademisyen, öğrenci ve velilerimiz toplumsal barışa ilişkin görüşlerini paylaştı dergimizde. Muhammet Yılmaz ve Murat Karasoy Gezi Parkı olaylarını bir eğitimci ufkuyla ve eleştirel bir yaklaşımla yeniden irdeledi. Çiçeği burnunda derneğimiz Öncü Eğitimciler, 7 yıllık heyecanı aynen taşıdı yeni mekanına. Bu heyecanı, bu ay gerçekleştirdiğimiz Genel Kurul, yeni dönemine başlayan akademimiz, hazırlıkları tamamlanan 5. Öğretmenim Sempozyumu ve daha birçok etkinliği ile sizlere taşımaya çalıştık. Bahar ve yaz aylarında yaptığımız temalı Balkan ve Karadeniz gezilerimize ilişkin keyifli notlara da yer verdik sayfalarımızda. Emektar ama halen sınıfta olan kıpır kıpır ruhuyla gezi boyunca da bize enerji veren sevgili ve değerli öğretmenimiz Mahire Kiremitçi’nin “Sarı Saltuk’un İzinde” adlı koşması, şüphe yok ki şiirden ve gönülden anlayan her okuyucumuzu coşturacak. Her sayıda yer alan Yazar Öğretmenler, Film Kulübü, Web Sayfaları ve Eğitim Gündemi bölümlerimiz ise her sayıda olduğu gibi uzmanlarınca ve titizlikle hazırlandı. Fakat bu sayımızın en büyük zenginliği, hayatını eğitime adamış değerli bir hocamızın yazar kadromuza katılması oldu. Hemen hepimizin yakından tanıdığı hocamız Prof. Dr. Aytaç Açıkalın Beyefendi, biz öğretmen öğrencileri için Öğretmenler Odası’nı yazdı. Hocamıza bitmeyen heyecanıyla bize yol göstermeye devam ettiği için minnettarız. Bu sayımızı değerli kılan diğer bir husus ise dergimizi sizlere hazırlayan kadronun büyük oranda gençleşmesi. 9. Sayımız olan bu sayıyı neredeyse tamamıyla akademimiz öğrencileri üstlendi. Organizasyonundan grafiğine, sabit bölümlerden kendi yazılarına, fotoğraf seçimine kadar büyük oranda onların emeği ile hazırlandı bu sayı. Ve en büyük kazancımızın da bu olduğunu düşünüyorum. Bu sezon sloganımız: öğretmen=Mutlu öğrenci!” “Gülümseyen Yüzünüzdeki gülümseme devam ettikçe sınıfımız huzurlu olacak. Toplumsal barışımızın teminatı da bu sınıflarda hayata gülümseyerek bakan huzurlu ve mutlu çocuklar olacak. Yeni sayımızda buluşmak dileğiyle… editör içindekiler Hür Düşünce Mektebinin Kapısı; “FARKINDALIK” 9 17 Yaygın süreli yayın. 3 ayda bir yayınlanır. 4 İman Tazelemek Yerine Yeniden İman mı Etsek? dr. İbrahim hakan karataş 6 Mesleki Gelişim Ortamı Olarak ÖĞRETMENLER ODASI Prof. Dr. Aytaç Açıkalın 9 Yeni Eğitim Yılı Başlarken Eğitimi Yeniden Düşünmek sinan aydın 20 Doğru Bir Eğitimle Toplumsal Barış ufuk coşkun 23 Y Kuşağı Üzerinden Bir Türk Milli Eğitim Sistemi Sorgulaması 11 30 Toplumsal Barışı Görünür Kılmak zeki saka 34 Eğitim Fakülteleri ve Öğretmen Yetiştirme Üzerine metin bayrak 38 Milli Eğitimimiz Ve Toplumsal Barış savaş özdemir Pekiştirme Yöntemiyle Öğretim, BALİNA EĞİTİMİ, PEKİŞTİRİCİLER adem gündem 24 40 Doğru Bir Eğitimle Toplumsal Barış 46 Bütün Dünya Buna İnansa Hayat Bayram Olsa şadettin göksu 48 Hep Göz Ardı Edilen Misyon: İnsan Yetiştirmek mustafa yazkan Sevi yusuf mesut kilci Gezi Parkı Ve Eleştirel Pedagoji murad karasoy Eğitim Ortamlarında Öfke Yönetimi Ve Okullarımızı Zorbalıktan Arındırma Programı kerem gözen Yenilmesinler Hayata MERVE AKYOL KILIÇ 11 28 42 56 13 Eğitim Devletin Görevi Değildir adil gülmez Toplumsal Barışa Giden Yol Hacer yalçıntaş Üretli Öğretmenlik Neden Zor? erkan özkan 29 44 Toplumsal Barış Eğitimi vural gündüz İşsizliğin Çözümü Mesleki Eğitimden Geçiyor vural gündüz DİKKAT! Öğretmenler Odası Dergisi Türkiye’nin en geniş yazar kadrosu olan bir eğitim-öğretim dergisidir. Tüm öğretmenler dergimizin yazarıdır. Dergimize yazı gönderenlerden daha önce başka bir yerde yayımlamış yazıları göndermemelerini önemle rica ederiz. 58 Wc’siz Okullar ŞEMSETTİN KOÇAK 60 Masal Ablası / Abisi, Dil ve Anlatım AHMET USLU 50 Hür Düşünce Mektebinin Kapısı; “FARKINDALIK” mehmet cüneyt ancın Y Kuşağı Üzerinden Bir Türk Milli Eğitim Sistemi Sorgulaması Muhammet yılmaz 20 54 Bir Başka Öğretmenler Odası ABDULLAH YILDIRIM Gezi Parkı ve Eleştirel Pedegoji 62 Sarı Saltuk’un İzinde MAHİRE KİREMİTÇİ 24 68 Üsküdar Çocuk Üniversitesi 70 Eğitimin Öncüleri Genel Kurulunu Gerçekleşti 72 Öncü Eğitim Akademisi 76 Dr. İbrahim Hakan KARATAŞ Yayın Koordinatörü Adil GÜLMEZ Yayın Kurulu İsmail CİHANGİR Gökhan ERENOĞLU Aysen ERAYDIN Zehra ŞAŞMAZ Didem BAYINDIR Mahmut AYTEKİN M. Cüneyt ANCIN Necdet BAYINDIR Mesut KAYMAKÇI Danışma Kurulu Prof. Dr. Selahattin TURAN Dr. Melike GÜNYÜZ - Dr. Faruk KANGER Dr. Özlem GÜNEŞ - Ali CAN Ahmet AKBAL - Hüseyin AKAR Dergi Hazırlama Kurulu Yasir İHTİYAR - Seyfullah KÖKSAL Zeynep KANBAY - Dilara ÇIKIKÇI Betül BİLGİN - Merve ÖZDEMİR Düzelti ve Edisyon Mesut KAYMAKÇI 78 Dizgi-Tasarım-Uygulama Ayşe ÖZLÜ 63 Yazar Öğretmenler ABDULLAH YILDIRIM 66 Film Kulübü zeynep kanbay 79 Üsküdar Sanat Derneği ile Röportaj 80 Web Siteleri ismail toNbuloğlu Yazı göndermek ve her türlü öneri ve değerlendirmelerinizi bize ulaştırmak için:ogretmenlerodasidergisi@gmail.com İletişim : Mimar Sinan Mh. Bosna Cd. No: 12/6 Gün Plaza, Çekmeköy - İSTANBUL Telefon ve Fax: 0 216 640 10 55 Genel Yayın Yönetmeni Öncü Eğitimciler Uluslararası Öğretmen ve Eğitim Öncüleri Derneği Sahibi ve Sorumlu Yayın Yönetmeni Eğitimden Haberler Seyfullah Köksal Balkanlar’dan Notlar Yayımlanan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Yazılarda yayın kurulu ve editör değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılar, kaynak gösterilerek yayınlanabilir. yıl: 3 sayı:9 eylül - ekim - kasım 2013 yıl:3 sayı:9 eylül-ekim-kasım 2013 Baskı: NanoDigitalPrint Yüzyıl Mah. Mas-Sit. Matbaacılar Sitesi 5 Cd. No:22 Bağcılar / İstanbul Tel: 0212 429 29 03 www.nanodigitalprint.com www.ogretmenlerodasi.org.tr ogretmenlerodasidergisi@gmail.com www.facebook.com/ogretmenlerodasidergisi www.twitter.com/OgrtmnlrOdasi Reklam ve Tanıtım Gökhan ERENOĞLU Sekreterya ve İletişim Seyfullah KÖKSAL Abone ve Satış Yasir İHTİYAR Eğitimden Haberler Seyfullah KÖKSAL Film Kulübü Zeynep KANBAY Yazar Öğretmenler Abdullah YILDIRIM Web Siteleri İsmail TONBULOĞLU İman Tazelemek yerine Yeniden İman mı Etsek? DR. İBRAHİM HAKAN KARATAŞ Fatih Üniversitesi / İSTANBUL 6 Geçenlerde sosyal medyada rastladığım bir paylaşımda şöyle bir ifade vardı: “Karmaşık ve zor soru(n)ların aslında ilk bakışta görülen ve çok basit çözümleri vardır ama maalesef o çözüm değildir.” Galiba toplum olarak sürekli boğuştuğumuz ama bir türlü çözüme yaklaşamadığımız sorunlarla ilgili böyle bir çıkmaz içindeyiz. Kökü eskilere giden bir geleneğimiz, daha doğru bir ifadeyle dini bir ritüelimiz vardır: İman tazelemek ya da özgün haliyle tecdid-i iman. Eskiden köylerde perşembeyi cumaya bağlayan gece imamlar, yatsı namazı cemaatine tecdid-i iman yaptırırlardı. Yine imamlar nikahını kıydıkları gençlere önce tecdid-i iman yaptırıp sonra nikah merasimine geçerlerdi. Halen yaygın olarak Cuma günleri vaizler Cuma vaazlarını “buyurun aşk ile bir dahi…” kalıbıyla başlayan ifadeyle bütün cemaate hep birlikte kelime-i şahadeti okutmak suretiyle tecdid-i iman yaptırarak bitirmeyi pek sever. Cemaat de tam bu esnada birden uyanır, yüksek sesle ve büyük bir iştiyakla iman tazeleme heyecanıyla buna katılırlar. … Elbette bizim konumuz tecdid-i iman geleneği ve bunun nerede nasıl uygulandığı değil. Zaten bu konuyu tartışmak da benim haddim değil. Amacım, genel olarak ülkemizde bir türlü çözüme dair fikirlerimizin işe yaramadığı kronik sorunlarımızın, özel olarak da eğitim ve toplumsal barış ile ilgili tartışmalarımız konusunda bu gelenekten ilham alarak birkaç cümle etmek. Geçenlerde sosyal medyada rastladığım bir paylaşımda şöyle bir ifade vardı: “Karmaşık ve zor soru(n)ların aslında ilk bakışta görülen ve çok basit çözümleri vardır ama maalesef o çözüm değildir.” Galiba toplum olarak sürekli boğuştuğumuz ama bir türlü çözüme yaklaşamadığımız sorunlarla ilgili böyle bir çıkmaz içindeyiz. Karşılaştığımız sorunlara esasen her birimizin oldukça basit ve pratik çözümlerimiz olmasına rağmen hala bir arada kardeşçe yaşamaktan, okul ve sınıf yönetimine kadar pek çok irili ufaklı, genel özel sorunumuzu çözemediğimizi kabul etmeliyiz. Nasıl kabul etmeyelim ki eğitime baktığımızda PISA sonuçlarına göre 60 küsür ülke içinde 40’lı sıralardayız. Kalkınmaya ve insani gelişmişliğe baktığımızda BM İnsani Gelişmişlik Raporuna göre bilmem kaçıncı sıradayız, rüşvet ve yolsuzluk, şehirleşme, demokratikleşme, özgür medya, trafik kazaları, bilimsel çalışmaların niteliği vb birçok konuda kronik sorunlarımız olduğu apaçık ortada. İşin en etkileyici tarafı hemen çözüm bulmak için kolları da sıvarız aslında. Ne var ki maalesef o çok kolay bulduğumuz çözümler nedense çalışmaz. Bir süre sonra yılarız. İşin daha kötü tarafı aynı sorunları çözmeye yeltenen diğerlerine de başarısız girişimlerimizi örnek vererek heyecanlarını söndürürüz. Nafile kendilerini yormamaları gerektiğini salık veririz. Belki bundan daha kötüsü artık inanmadığımız halde, sırf bu görevi hasbelkader kamu adına üstlendiğimiz için sorunu çözmek üzere çabalıyormuş görüntüsü verir ama aslında hiçbir şey yapmadan yıllarca o makamları işgal ederiz. Nedense uzun zamandır bu durumun tecdid-i iman geleneğimizle ilişkili olduğunu düşünmeye başladım. Nasıl ki imanımızı sağlam tutmanın yolunu en az haftada bir tecdid-i imana bağlamış ve bir mümin olarak kendimizi imanî açıdan mutmain hissediyoruz, sanki bunun gibi dünyaya ilişkin sorunlarımızı da sonuçsuz teşebbüsleri tekrar ederek çözmeye gayret etme içinde oluşumuzla iç huzura eriyoruz. Cumadan çıkarken nasıl ki çok daha kavi bir iman ile gündelik hayata dönmüyorsak bu kadük çözüm gayretlerinin sonucunda da sorunlarımızı daha da azaltmadığımızı biliyoruz. Ama her ikisine de yılmadan devam ediyoruz. Hatta mensubu olduğumuz dinin Peygamber’inin müminin bir delikten iki kere ısırılmayacağı sözünü hiç duymamış gibi. O zaman bir yerde hata yaptığımız kesin. Bütün kronik sorunlarımız için olduğu kadar toplumsal barış ve eğitimle ilgili sorunlarımız için de bunu söyleyebiliriz. Ezberciliği seviyoruz. Başkalarının ardından aşk ile aynı cümleler tekrar ederek ve hatta bunu yüksek sesle yaparak tüm hücrelerimizle bir itminan hali yaşıyoruz. Terör sorunu ya da birlikte yaşamaya ilişkin bir sorun söz konusu olduğunda savunduğumuz partinin görüşlerini, eğitime ilişkin bir sorun gündeme geldiğinde mensubu olduğumuz sendikanın görüşlerini, daha küçük ve bireysel sorunlara dair ise kısa vadeli ve genel geçer çözümleri medreselerde bina okuyan talebeler gibi tekrarlayıp duruyoruz. Sözün özü, galiba tecdid-i imanı bırakıp bir kez yeniden, bütün şuurumuzla, bilincimizle, kendi adımıza ve tüm analizleri etraflıca yaptıktan sonra bir yeniden imana ihtiyacımız var. Hadi yine gelenekten bir örnekle pekiştireyim: Hz. İbrahim gibi. Aslında tek ihtiyacımız da bu kanımca: Bu teşebbüse kalkıştığımızda öncelikle aklımızı, muhakeme yeteneğimizi; eşleştirme, karşılaştırma, sınıflandırma, ilişkilendirme, çözümleme, değerlendirme gibi birçok ileri düzey becerisiyle kullanmaya başlayacağız ki bu gerçekten büyük bir cesaret ister. Fakat ikinci aşama daha da büyük bir başkaldırmayı gerektiriyor: Bunu başaran birey artık yeni zihinsel durumuna uygun bir pozisyon almak, gereklerini yerine getirmek için harekete geçmek, kısacası daha fazla çaba göstermek, daha açık bir ifadeyle daha çok çalışmak zorunda kalacak. Sözün özü, galiba tecdid-i imanı bırakıp bir kez yeniden, bütün şuurumuzla, bilincimizle, kendi adımıza ve tüm analizleri etraflıca yaptıktan sonra bir yeniden imana ihtiyacımız var. Eğitimin, örgün ya da yaygın fark etmez, toplumsal barışa bir katkısının olup olmayacağı da bu yeniden iman etme cesaret, yöntem, sabır ve heyecanını topluma mal etmesiyle söz konusu olabilir ancak. 7 çevrelere taşınırlar. Mesleki Gelişim Ortamı Olarak ÖĞRETMENLER ODASI Prof. Dr. aytaç açıkalın ÇANAKKALE 8 Öğretmenler odası, müdavimleri, boyutları ve donanımı, düzenlemesi ile “okulda etkili iletişimin” başlangıç noktası kabul edilebilir. Öğrenim mekânı/çevresi olarak tasarlanan bir okulun mimari projesinde müdür odası ve öğretmenler odası, “olmazsa olmaz”larıdır. Ancak en sınırlı durumlarda, örnekse bir veya iki derslikli bir köy ilkokulu yapılırken bu iki öncelikten birinden vazgeçileceği zaman öğretmen odası müdür odası ile birleştirilir fakat adı, “müdür odası” olur. Bin dokuz yüz doksan sekiz (1998) yılındaki Marmara Depreminde yıkılan okulun bahçesinde iki çadır kurulmuştu ve üzerlerinde iki levha: Müdür, Müdür Yardımcısı. Öğretmenler için bir çadır yoktu. Öğretmenler odası okulların “çalışanlarının” yaşamlarında mesleki varoluşun farklı bir boyutunu tamamlar. Meslek yaşamlarını yıllarla tanımlayan öğretmenlerin, çalışma hayatlarında önemli bir dilimini öğretmenler odasında geçirdiğini söylemek yanlış değildir. Mesleğe ilk kez başlayanlar sınıfına derse gitmeden önce, orada, perde açılıp ilk kez seyirci önüne çıkacak sahne sanatçısının heyecanını yaşarlar. O gün öğretmenler odasının kapısından bir masal şehrinin büyülü kapısından girer gibi girmişizdir; çok defa okulun kıdemli bir öğ- retmeninin, daha geliştirici olanı bir müdür yardımcısının refakatinde ve hem içeridekilere takdim edilmişiz hem de oda bize tanıtılmıştır. Burası mesleğe yeni girenlerin veya okula yeni gelenlerin bir tür çekingenlik/yabancılık/acemilik/ çektikleri tereddütlerin ve kaygıların yaşandığı saadet kapısıdır. Öğretmenler odasının kapısı, meslekte okul veya eğitim yöneticiliğine yükselen merdiven öncesindeki sahanlıktır. Çünkü bizim örgütsel ve eğitsel geleneğimiz, yönetici yetiştirme felsefemizde, öğretmen olmadan yönetici olunmaz. Öğretmenler odası, müdavimleri, boyutları ve donanımı, düzenlemesi ile “okulda etkili iletişimin” başlangıç noktası kabul edilebilir. En uzak kaynaklardan çok değişik, yoğun araçlar ve kanallarla sağlanan “bilintiler” (enformasyonlar) bu odada sesli (fısıltı, sohbet, yüksek sesle yapılan duyurular vb.), iki boyutlu (yazılı, grafik tarzı) materyallerle veya üç boyutlu nesnelerle paylaşılır, takas edilir ve çok defa kişilik özellikleri, kültür süzgeçlerinden geçirilerek geçerlik güvenirlikleri sınanır. Sonrasında, bilintilere farklı yorum ve anlamlar, içerikler eklenerek işlenir ve geldiklerinden daha uzak Öğretmenler odasında her öğretmenin bir mülkiyet payı vardır: Dolabı. Aslında bir okulun öğretmenler odasını ziyaret etmek kurumu değerlendirmek açısından önemli ipuçları verir. Dolapların üzerindeki isimler, hep aynı boy, aynı renk kâğıtlara, bilgisayarda yazılmış, hepsi dolap kapaklarının aynı yerine yapıştırılmış. Ne düşünürsünüz? Düzen/nizam-intizam arayışının yoğun olduğu bir okulda mıyız? Olabilir. Dolap kapaklarının birçoğu açık, hatta sarkık olabilir. Anahtarlarını bir önce kullanan meslektaşımız almış götürmüş veya vermemiştir; ya da kaybolmuştur. Dolapların içi öğretmenin mahremiyetidir. Bir çay içme bardağı, genellikle porselen kulplu ve mesleki kitaplar ile öğrenim araç gereçlerini göz ucu ile fark edersiniz. Bardağı (kupanın) şekli, rengi, deseni, dolabın yerleştirilişi, örneğin dolap kapağının içinde yapıştırılmış olan bir şeyler öğretmenin “estetik” kaygıları hakkında sizi düşündürüyor mu? Odaya girdiğinizde sizi karşılayan, hoş geldiniz diyen dolabının başındaki öğretmenin müsaadesi ile içeriye bir bakın bakalım, meslek/ders kitaplarının dışında başka kitaplar var mı; özellikle bir şiir kitabı? Öğretmenler odasında duyuruların asıldığı bir alan çoğu kez vardır. Burası, zaman zaman evlenme, nişan, sünnet gibi sosyal, taksitli satış duyuruları ve sendikal duyuruların da yer aldığı fakat aslında yönetsel bir iletişim alanıdır. Bazen burada düğün davetiyeleri görülür, panonun bir yerlerinde adı geçenlerin çocuklarının doğduğu hediye alınacağı, “katılmak isteyenlerin” duyurusu da ilişmiş kalmıştır. Bu iki boyutlu duyuru alanlarının güncelliği ve estetik kaygısı, okul yönetiminin öğretmenlere sunumdaki özenini, öğretmenlerin geliştirilmesi için taşınan kaygıların görüntüleri olarak algılanabilir. Bir okulda tek bir öğretmen odası mı olma- lıdır? Öğretmenler odaları okulun neresine yerleştirilmelidir? Bu sorulara daha doğru cevaplar verebilmek için mimarlar, projelerini hazırlarken okul yöneticileriyle, eğitimcilerle istişare edebilmelidirler. Türkiye’de okul mimarlığı yeni yeni bir alan olarak kendini kabul ettirmektedir. Öğretmen odalarının büyüklüğü nasıl hesaplanmalıdır? Buralardaki uzun büyük masaların ne kadar işlevsel olduğunu öğretmenlere sormak gerekir. Farklı büyüklükte çalışmaya elverişli masalar daha rahat çalışmak için uygun olabilir mi? Ancak öğretmenler odası aynı anda iki ayrı boyutta hizmet vermelidir: Çalışmak ve dinlenmek. Okul yöneticileri okul içi girişimlerinde önceliği yöneticilerin odasından evvel öğretmen odalarının seçimi, hazırlanması, donatılmasına vermeli ve bu konuda hem duyarlı hem özverili olmalıdırlar. Öğretmen odaları donatım bakımından zengin (konforlu) olmalıdır. Sadece saat ve takvim değil, halı, radyo, televizyon, çay/kahve makineleri, lavabo, internet ulaşımı, ağır/ estetik pencere perdeleri ve zengin bir kütüphane. Bu mekân temizlik yönünden öğretmenleri sınıflarında temizlik konusunda titiz davranmayı anımsatacak düzeyde olmalıdır. Duvarların uygun yerlerine Ülkemizin, çevrenin kültüründen sanat değeri olan eserler/nesneler yanında, soyut, şiirsel görsel öğeler, mizahi çalışmalar yerleştirilebilir. Bütün bu çalışmalarda okul öğretmenlerinin görüş ve katkılarıyla birlikte yöneticilerinin, iç süsleme alanında deneyimli profesyonellerden yardım/destek alması okulun çevreye açılmasını ve estetik gelişmesine katkı sağlayacaktır. Binaları uygun okullarda genellikle okul yöneticilerinin (müdür/müdür yardımcısı) odaları ayrı, müstakil ve kapılıdır. Benzer yerleşim biçimini Türkiye’de devlet dairelerinde, kamu kuruluşlarında yoğun olarak görmek mümkündür. Yanılmıyorsam Okul yöneticileri okul içi girişimlerinde önceliği yöneticilerin odasından evvel öğretmen odalarının seçimi, hazırlanması, donatılmasına vermeli ve bu konuda hem duyarlı hem özverili olmalıdırlar. 9 Akçadağ ilköğretmen Okulu’nda, öğretmenler odasından yararlanmam sınırlı kaldı; üç aylık öğretmen iken müdür yardımcısı oldum; kapılı odaya taşındım. Ama okul yöneticiliğinde “öğretmenler odası” benim “suyolum” oldu. Okulu oradan görmek, dinlemek, teneffüs etmek, orada öğretmenlerin iletişim çemberine girerek yönetmek becerisini kazandım. 10 1980’li yıllarda, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın yeni binası tamamlanmış; hemen hemen tüm birimlerin Ulus’daki tarihi binadan buraya taşınmaları başlamak üzereydi. Bankanın ilk binası yapıldığı dönemin yönetim ve mimari anlayışına göre projelendirilmişti; müşterilerle doğrudan teması olanlar dışında tüm amirler ve memurlar, çoğunlukla tek başlarına veya iki üç kişi birlikte müstakil odalarda çalışmaktaydı. Yeni bina ise, yeni yönetim ve işletme / çalışma anlayışına göre çalışanların (yöneticilerde çalışanlardır) camlı bölmelerle ayrılan geniş alanlarda, amir ve memurların birlikte yerleştirilmesini esas almaktaydı. Bu uygulama Bankanın özellikle ilk ve orta kademe yöneticilerinin uygulamaya karşı çok sert direnişine neden olmuştu. Benim de içinde olduğum bir grup öğretim üyesi, Bankanın üst kademe yöneticilerine “Çatışmanın/Sürtüşmenin Yönetimi” ilk ve orta kademe yöneticilerine “Ast Üst Akran İlişkileri”, İnsan İlişkileri/İletişim” konularında yoğun çalışmalar yaptığımızı hatırlıyorum. Düşünüyorum. Yeterince büyük bir salonda cam bölmelerle ayrılmış bir düzenleme ile öğretmen, müdür, müdür yardımcılarının birlikte oturması düşünülemez mi? Burada rehber öğretmenden söz etmedim. Ancak okulun uygun bir yerinde düzenlenecek, dışarıdan gelenler için açık “EYVAN“ (özel oda) ihtiyacı olan herkes tarafından bir zaman çizelgesine bağlı olarak kullanılabilir mi diye düşünüyorum. Ancak okul dışından gelenlerle ve öğrencilerle yapılacak kısa görüşmelerin hiçbirinin öğretmen odasına alınması bence amaç ve biçim bakımından uygun düşmemektedir. Öğrencilerin kısa öğretmen ziyareti ve görüşmeleri için giriş kapısına yakın bir yere yerleştirilecek iki koltuk bu amaca hizmet için yeterlidir. Bu önerim okul mekânlarının daha etkili kullanılması açısından olduğu kadar, okul havasının birlikte teneffüs edilmesi bakımından da etkili olabilir diye düşünüyorum. Doğal olarak okul müdürlerinin üst düzey ziyaretçilerimizi nerede ağırlayacağız? Okulun temsil edilmesi nasıl olacak? Soruları gelecektir. Haklı olabilirler. Bence konunun müzakere edilmesi okulun değişimi, öğretmenlerin mesleki gelişimleri, sağlık, estetik, ekonomik boyutlarda çözüme giden yollara ulaşabilmek, yönetime yol gösterici olacaktır. Yukarıda sözünü ettiğim Türkiye Merkez Bankası yöneticilerine, astları ile aynı mekânda birlikte oturmalarının sakıncaları sorulduğunda “Benim bir sürü gizli, özel görüşmelerim var.” demişlerdi. Ben okul yöneticilerinin “çok gizli” ve “özel” durumları olduğunu düşünmek istemiyorum. Kaldı ki öğretmenler odasında öğretmenlerin dolaplarının kitli olduğu gibi yöneticilerin de hem masalarının gözleri, hem “çelik dolapları” kitli olacaktır. Bilgisayar gerçekten sayıyor. Bu satırın başına kadar tam 999 sözcük yazmışım. Kim okur? Öğretmenler Odası’ndan birileri belki. Benim öğretmenler odasında öğretmen olarak yaşantım çok kısa oldu. İlk atandığım köy okulunda tek öğretmendim, okul müdür vekilliğini ve aday öğretmenliğini tek başıma yaşadım. Akçadağ ilköğretmen Okulu’nda, öğretmenler odasından yararlanmam sınırlı kaldı; üç aylık öğretmen iken müdür yardımcısı oldum; kapılı odaya taşındım. Ama okul yöneticiliğinde “öğretmenler odası” benim “suyolum” oldu. Okulu oradan görmek, dinlemek, teneffüs etmek, orada öğretmenlerin iletişim çemberine girerek yönetmek becerisini kazandım. Eğitim yöneticisi olduğumda her okul ziyaretimde, öğretmenler odasını ziyaret etmeden okuldan ayrılmak istemezdim. En çok ÖĞRETMENLER ODASI’ndaki meslektaşlarıma saygı duyarım; çünkü onlar benim meslekte “öğrenme çevremin” canlı ışıklarıdır. HÜR DÜŞÜNCE MEKTEBİNİN KAPISI; “FARKINDALIK” “Çeşm-i insaf gibi kâmile mizan olmaz Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz.” Bursavi Tabip Muhammet Bey M.CÜNEYT ANCIN Tarih Öğretmeni Eğitim Yöneticisi / İSTANBUL Noksan ve tam olanı birbirinden ayırt etme yeteneği gibi nesnel biçimde ve bilinenden yola çıkarak ulaşacağı her bilgiyi, kendi noksanlığının farkında olarak değerlendirecek bir insaf ve merhamet mekanizması geliştirebilmektir farkındalık… İnsan diğer tüm canlılardan önemli ölçüde ayırt edilebilen özellikleri ile farklı bir varlıktır. Akıl ve irade yetenekleri ile donatılarak alet yapabilen, dolayısıyla medeniyet sahibi olması itibariyle diğer varlıklardan ayrılır. Bu doğal fark onda çoğu zaman içselleştirilmiş halde bulunduğundan, göz ardı edilebilmekte, dolayısıyla insanın, sahip olduğu değerini göz ardı etmesine yol açabilmektedir. Şüphesiz her varlık ve her oluşum birbirinden belli ölçülerde farklılıklar göstererek meydana gelmektedir. Tüm bu farklılıkları ayırt edebilecek yetenek de yalnızca insanda mevcuttur. Eğitim ve öğretim süreçleri ile özünde insanın ‘ne’lik ve ‘kim’liğin bilincinde olması öncelenmiştir. Bu bakımdan kendisinden yalın olarak insan oluşunun, aynı zamanda ait olduğu kültür ve medeniyetin temsilcisi olduğunun farkında olması ve gerekli sorumlulukları üstlenmesi beklenmektedir. Sonuçta görevi kendiyle ve içinde bulunduğu toplumla barışık fertler var etmek olan mektebin ilk ve en temel işlevi, insanın her yönü ile farkındalığını arttırmaktır. Bu yüzden tüm bilimlerin temel eğitiminde işe önce tanımlamalarla başlanır; daha sonra işlevselliğine geçilir. Hayat, ontolojik ve epistemolojik olarak erken yaşlardan itibaren elde edilen tahayyül ile ömür boyu elde edilen bir farkındalık ve buna bağlı sorumluluklar içerisinde geçer. Özgürlük arayışındaki insan, onun nasıl olduğunu ve ne ile elde edileceğini bulmaya çalışırken, çevre ile ilişkisi bağlamında kendinin farkına varmaya çalışmaktadır aslında. İster istemez mevcut durumunu sorgulama ihtiyacı içerisinde farkındalığını arttırma ya da tazeleme talebini devamlı olarak duymaktadır. Bu da eğitimin yaşam boyu devam ettiğini göstermektedir. Eskinin mektebi, bugünün okulu, farkındalıkları geliştirme konusunda nerede durmaktadır? Halk arasında ‘Diplomalı cahil’ tabiri neşvünema bulduğuna ve henüz ‘hayat mektebinin rahle-i tedrisinden geçmediği’ için davranışları oturmamış talebelerden bahsedildiğine göre okulumuz, öğretmenlerimiz ve müfredatımız farkındalığı olan insan yetiştirme konusunda 11 Farkındalık, mektebin kapısından eğilerek girmek, hakikatine ermek için kendini bulmaya adanmak, çileye hazır olmak demektir. Hazırda bulunmaz, reçete ile satılmaz, hamken yanılarak pişmekle, sabır ve azim ile arayışla elde edilir. 112 2 başarısız mıdır? İhtiyaçlar hiyerarşisinde en tepedeki asıl hedefin ‘kendini gerçekleştirme’ şeklinde tarif edildiği ve diğer temel beşeri ihtiyaçların yalnızca bu ana hedefin gerçekleştirilmesinde araç olduğu, okulumuz ve eğitim sistemimizin bileşenleri tarafından yeterince idrak edilememiş midir? Makineleşme çağının robotları, yerini dijital ve daha hızlı dönüştürülebilen paketçiklere bırakırken, insan-ı kamil arayışı hala hep hüsranla sonuçlanan beyhude bir bekleyiş olarak mı sürecek? Her dem yeniden tanımlanan çağın ‘yeni insan’ı neyin ne kadar farkında? Engellilerle ilgili farkındalık oluşturulmasından bahsedilirken hissettiğimiz duyarlılık bir tür acıma duygusunun ötesine geçememişken, yanı başımızda doğranan insan nesillerine göstermekten imtina edilen duyarlılık ve “bana dokunmayan yılan, bin yıl yaşasın” aymazlığı derekesine indirgenmiş his kaybını nasıl telafi edebiliriz? Giderek daha bireyci, hatta daha narsist kuşaklar yetiştirildiğinin farkına varılmasında geç kalınmış değil midir? İnsanoğlu yedi milyarı aşkın ayrı parmak ucu ve retina karakteri olduğunun farkında ve bunları tasnif edebiliyor gerektiğinde, ama bilgi, birikim ve becerisini yalnızca savaşmak uğruna kullanıyorsa, henüz savaşın ve barışın farkındalığından elbette söz edemeyiz. Zira mektep, hakikaten “Hür Düşünce Mektebi” olmaya evrilmek yerine, savaş adlı oyunun çocuklarının mektebi olmayı sürdürmektedir bugün. Kökü fark olan farkındalık, eşyayı tanımlarken onun zıtlıklarından yola çıkarak ‘zıtlıkların birliği’ bilgisine ulaştığımız ve tüm kozmoloji teorilerinin yolunun uğradığı bir odak terimdir aslında. Noksan ve tam olanı birbirinden ayırt etme yeteneği gibi nesnel biçimde ve bilinenden yola çıkarak ulaşacağı her bilgiyi, kendi noksanlığının farkında olarak değerlendirecek bir insaf ve merhamet mekanizması geliştirebilmektir farkındalık… Geleneğimizde ‘Faruk’ adı, aynı ünvanla maruf Hz. Ömer’in en belirgin sıfatı olan adaletli olmayı açıklar. Kur’an ise aynı zamanda diğer bir ismi olan Furkan suresinde evreni fark edilesi nitelikleriyle gözlerimizin önüne serer; hak ve adaletin şaşmaz terazisine vurgu yaparken insana hakikatini hatırlatır. O’nu kendiyle ve tüm donanımını oluşturan değerleriyle yüzleştirir; vicdanına hitap ederek beden kafesinden eşref-i mahlukat olma mertebesine yücelmenin yolunu gösterir. Kendiyle barışık ve kendinin farkında olarak yaşaması için gereken rehberliği yapar. İletici araçların tekelinden, sömürüsünden kurtararak yeni bir yol haritası eşliğinde ve farkındalığına erdiği tüm engellerini aşması için alıcılarını açar; adeta yeniden diriltir. Farkındalık, mektebin kapısından eğilerek girmek, hakikatine ermek için kendini bulmaya adanmak, çileye hazır olmak demektir. Hazırda bulunmaz, reçete ile satılmaz, hamken yanılarak pişmekle, sabır ve azim ile arayışla elde edilir. Farkındalık yolculuktur, yolda olmayı, dengeli olmayı, karşılık beklemeksizin üretmeyi ve özde hür olmayı gerektirir. Gerçek hürriyet ise Sokrates’in işaret ettiği ve Delphoi tapınağının kapısında yazıldığı gibi “gnoth seauton” yani “kendini tanı” uyarısını dikkate almakla başlar; çünkü kendini bilen Rabb’ini de bilir, haddini de bilir… Y KUŞAĞI ÜZERİNDEN BİR TÜRK MİLLİ EĞİTİM SİSTEMİ SORGULAMASI MUHAMMET YILMAZ DKAB / İSTANBUL Yaklaşık çeyrek asırdır liselerde ders ve ders dışı etkinliklerde öğrencilerle oldukça yakın ilişkiler kurarak öğretmenlik yapan bir kişi olarak birçoğuna bizzat şahit olduğum bu tespitlerin önemli bir kısmına katılıyorum. Web: www.muhammetyilmaz.com E-mail: muallimmy@gmail.com 2013 yılı Mayıs ayında, Taksim Gezi Parkı’nın yeniden düzenlenmesine karşı çıkan bir grup insan seslerini duyurmak için parkta çadır kurdu ve eylem yapmaya başladı. Kendi ifadelerine göre Taksim Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesi/başka yere taşınmasına, parka alış veriş merkezi (AVM), rezidans (restoran, otopark, havuz, alışveriş merkezi gibi birimleri içinde bulunduran ve otel gibi hizmet veren gökdelenlerdeki daireler/konut) ve tarihi Topçu Kışlası yapılmasına karşı çıkıyorlardı. Kurdukları çadırların polis tarafından bir gece sabaha karşı şiddet ve gaz bombaları kullanılarak sökülmesi ile başlayıp daha sonra büyük toplumsal eylemlere dönüşen olaylarla birlikte toplumda yaşayan kuşakların X, Y, Z şeklinde ifade edildiği daha sık duyulmaya başlandı. Konu ile ilgili uzmanlar Türkiye’deki kuşakları sessiz, kentleşen, X, Y ve Z kuşakları gibi isimlerle adlandırmaktadırlar. Uzmanlara göre 1927-1945 arasında doğanlar sessiz kuşağı oluşturuyor ve bu kuşak “uyumlu” özelliği ile göze çarpıyor. 1946-1964 yılları arasında doğan kuşağın insanları “kuralcı” kimlikleriyle ön plandalar ve şu anda Türkiye’yi bu kuşak yönetmekte. X kuşağını oluşturanlar 1965-1979 arasında doğmuşlar ve bunlar da “rekabetçi” özellikleri ile bilinmekteler. 1980-1999 yılları arasında doğan Y kuşağı insanları “yaratıcı” özelliği, 2000’den sonra doğan Z kuşağı ise “duygusallıkları” ile diğerlerinden ayrılmaktalar. Gezi olaylarındaki eylemlerde Y kuşağı ön plana çıkmıştır. Uzmanlar bu kuşağın özelliklerini şöyle sıralamaktadır: Onlar için anne babaları çok önemli. Birer yetişkin olmalarına rağmen çoğunlukla anne babalarıyla oturuyorlar. Kira ve faturaları ödemekle uğraşmak istemiyorlar. Bu sebeple “ileri ergen” olarak nitelendiriliyorlar. Kendilerini dünyanın merkezi olarak algılıyorlar. Özgüvenleri var ama bu özgüvenlerini ailelerinden aldıkları destekten devşiriyorlar. Kendi kafalarına uymayanlara dayanamıyorlar. Kendi çıkarlarına ve keyiflerine dokunmadıkça çoğulculuktan yanalar. Kendi farklılıklarına ne olursa olsun saygı gösterilmesini istiyorlar ama kendileri sevmedikçe ve beğenmedikçe başkalarına saygı duymuyorlar. Onları dar kalıplara hapsedecek ve tek tipleştirecek gruplaşmalara ve örgütlenmelere karşılar. Kendi yeteneklerinin ve kişisel özelliklerinin çevresindekiler tarafından bilinmesinden ve kendilerine değer verilmesinden son derece hoşlanıyorlar. Facebook ve Twitter üzerinden çok hızlı bir şekilde organize olabiliyorlar. Ortak amaçlar ve çıkarlar etrafında bir araya gelebiliyorlar. En önemli özelliklerinin her şeyi sorgulamak olduğu söyleniyor ama sanal âlemdeki 13 13 Uzmanlara göre 1927-1945 arasında doğanlar sessiz kuşağı oluşturuyor ve bu kuşak “uyumlu” özelliği ile göze çarpıyor. 19461964 yılları arasında doğan kuşağın insanları “kuralcı” kimlikleriyle ön plandalar ve şu anda Türkiye’yi bu kuşak yönetmekte. X kuşağını oluşturanlar 19651979 arasında doğmuşlar ve bunlar da “rekabetçi” özellikleri ile bilinmekteler. 1980-1999 yılları arasında doğan Y kuşağı insanları “yaratıcı” özelliği, 2000’den sonra doğan Z kuşağı ise “duygusallıkları” ile diğerlerinden ayrılmaktalar. KAYNAKÇA 1.http://www.isteinsan.com.tr/isteinsan_ gazete/y_kusaginin_fendi_patronlari_ yendi.html 2.http://www.hurriyet.com.tr/ yazarlar/23465715.asp 3.http://www.bugun.com.tr/y-kusagiyazisi-704123 4.http://www.kigem.com/adan-zye-ykusagi.html 5.http://www.acarbaltas.com/makaleler. php?id=97#.Uek2ZNJM8Z4 14 14 bilgilerin doğruluğunu sorgulamakta bu kadar başarılı değiller. Bilgisayar ve cep telefonu ile büyüdüklerinden dikkatlerini toplamakta zorlanıyorlar bu nedenle çabuk dağılıyorlar ve zamanlarını da iyi kullanamıyorlar. Y kuşağı çalışanları öğrenmek, gelişmek, hızlı yükselmek ve kırklı yaşlarda emekli olmayı isterler. Çevresindekilerden beklentileri yüksektir. Başarısızlıklarının kendilerine eleştirel değil yapıcı bir şekilde söylenmesini arzularlar. Emir almaktan hoşlanmazlar ama birilerinin kendilerine rehberlik yapmasını beklerler. Genellikle sabırsızdırlar; birçok şeyin “hemen şimdi” olmasını isterler, isteklerini ertelemeleri gerektiğini düşünmezler. Uzun süreli sadakat göstermeyen bir yapıya sahipler. Kolay kolay tatmin olmazlar. Rahatlarına düşkünler. Çalışmayı ve sosyalleşmeyi pek sevmezler. Kendine ait bir dünyaları vardır. Kendi fikirlerine çok önem verirler ve fikirlerinin mutlaka sorulmasını isterler. Kolay öğrenmeleri, teknolojiye yatkın olmaları, gelişmeye açık olmaları Y kuşağının en önemli özelliklerinden olduğu için potansiyellerinden yararlanma konusunda değerlendirilmeye açıktırlar. Bu konuda şahsen bir araştırma yapmadım ama yaklaşık çeyrek asırdır liselerde ders ve ders dışı etkinliklerde öğrencilerle oldukça yakın ilişkiler kurarak öğretmenlik yapan bir kişi olarak birçoğuna bizzat şahit olduğum bu tespitlerin önemli bir kısmına katılıyorum. Y kuşağının Türkiye’de, Türk Eğitim Sistemi içinde örgün eğitim aldıkları ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından belirlenen ders programlarını uygulayan okullara devam ettikleri göz önünde bulundurarak temel bir soru ile konunun irdelenmesi gerektiğini düşünüyorum: Y kuşağı Türk Milli Eğitim Sistemi’nin bir ürünü müdür? Bu sorunun analizini yapmak için Türk Eğitim Sistemi’nin genel amaçları ile Y kuşağının özelliklerinin karşılaştırılması gerekmektedir. Milli Eğitim Temel Kanununun ikinci maddesinde Türk Milli Eğitiminin genel amacı ifade edilmiştir. Kanaatimize göre Y kuşağının bahsedilen özelliklerini göz önüne aldığımızda Türk Milli Eğitiminin genel amaçları ile örtüştüklerini söylemek oldukça zordur. Türk Milli Eğitiminin genel amaçları üç ana bölümde ifade edilmiştir. Bunlardan birincisi milli ve manevi değerler ile devlete bağlılığı hedefler. Yukarıda ifade edilen özellikleri göz önünde bulundurup kendi gözlemlerime dayanarak söyleyecek olursam Y kuşağının kanunda ifade edilen değerlere bağlılık amacına ulaşamadığı kanaatindeyim. İkinci bölümde ifade edilen amaçlar beden, zihin ve ahlak bakımından hedefler ortaya koyar. Y kuşağının Gezi Parkı eylemlerindeki uygulamaları özellikle ahlaki açıdan bu amaca ulaşmada pek de başarılı olamadıklarını göstermiştir. Üçüncü bölümdeki hedefler de bireylerin kendi ayakları üzerinde duracak şekilde yetiştirilmeleri gerektiğini anlatmaktadır. Otuzlu yaşlarına gelmelerine rağmen ebeveynlerine bağımlı olmaktan kurtulamamaları ve sorumluluk almaktan kaçınmaları bile bu konuda aldıkları eğitimin başarılı olmadığını göstermeye yeterlidir kanaatindeyim. Bu şartlarda yeni bazı soruların sorulması zorunlu hale gelir. Acaba Türk Milli Eğitimi işlevini yitirmiş midir? Bu durum bir başarısızlık olduğuna göre ülkeyi yönetenlerin, eğitim teorisyenlerinin ve uygulayıcı öğretmenlerin bu sonuçtaki payı nedir? Eğitimle ilgili herkesin üzerinde düşünmesi gereken bu sorulara verilecek cevapların eğitim açısından geleceğimizi şekillendireceği için üzerinde önemle durulması gerektiği kanaatindeyim. Eğitim Devletin Görevi Değildir adil gülmez DKAB / İSTANBUL Milletler, değişik zaman dilimlerinde insanlarını çağın gerekleri olan bilgilerle ne ölçüde donatmışlarsa o ölçüde başarılı olmuşlar ve bilgi çağının içinde yer Ayakta kalabilmek, rahat ve huzurlu bir hayatı yakalayabilmek, uluslararası yarıştan kopmamak, üstelik ön plana çıkabilmek ve geleceğe uzanabilmek için bir milletin en öncelikli meselesi eğitim olmalıdır. Bugünün her yönüyle önde gelen ülkelerinin bu seviyelerini iyi bir eğitimle yakaladıkları tartışma götürmez bir gerçektir. Bir başka ifadeyle milletler, değişik zaman dilimlerinde insanlarını çağın gerekleri olan bilgilerle ne ölçüde donatmışlarsa o ölçüde başarılı olmuşlar ve bilgi çağının içinde yer alabilme şansını yakalayabilmişlerdir. Buna karşılık, insanını çağın gerektirdiği bilgiler yerine, belli bir ideolojinin dar kalıpları içindeki bilgilerle donatan ülkeler, onayladıkları bilgiler ve amaçladıkları hedefler yönünden kendilerine göre oldukça iyi bir eğitim vermelerine rağmen; hem bilgi çağının dışında kalmışlar hem de özledikleri ve önemsedikleri ideolojilerinin yıkılmasına engel olamamışlardır. Sovyetler Birliği bunun en son, en açık ve en acı örneğidir. alabilme şansını Bu gibi acılara düşmemek için, öncelikle çağın gerektirdiği bilgilerin tarafsız bir gözle ve doğru bir şekilde belirlenmesi gerekir. yakalayabilmişlerdir. Böyle bir tespitin dayatmacı bir zihniyetle; ideolojinin daracık kalıplarına sıkıştırılmış bir kafa yapısıyla; ben yaparsam olur ya da ben yaptım oldu vurdumduymazlığıyla; ben her şeyi bilirim ya da her şeyi sadece ben bilirim ahmaklığıyla; devlet olarak ben ne dersem o olur anlayışıyla sağlıklı bir şekilde yapılabilmesi mümkün değildir. O halde, çağın gerektirdiği bilgileri kim/ kimler nasıl, hangi ölçülere dayanarak tespit edeceklerdir? İlk bakışta cevaplandırması zor bir soru gibi gözükmesine rağmen; bu hiç de cevaplaması zor bir soru değildir. Öyleyse, nedir bu sorunun cevabı ve bu cevabı kim/kimler verecektir mi diyorsunuz? Dikkatli bir gözle bakıldığında, bu tespitte hak ve yetki sahibi olan iki ana faktörün, belirleyici gücün varlığı derhal görülecektir. Birinci faktör, hayatın bizzat kendisidir ve asıl belirleyici güç odur. Gerçekten de, hayat neyi gerektiriyorsa, zaman neyi gerektiriyorsa, gün neyi gerektiriyorsa çocuğa bilgi olarak o verilecektir. Hayatın, zamanın, günün ne gerektirdiğini ya da gerektireceğini bilmek ise hiç de zor değildir. 15 Çevreye şöyle bir bakmamız ve çağın nereye doğru gittiğini görmemiz, bu sorunun cevabını bulmamız için yetecektir. kendileri için yararlı şeylerle dolduramazlarsa; o boşluklar, başkaları tarafından kötü, çirkin, zararlı şeylerle doldurulacaktır. Fakat çağa gözlerimizi kapar ya da görmek amacıyla bakmazsak… Üstelik kimi ön kabuller doğrultusunda çocuğun beynini yıkayıp, onu ideolojimizin bekçisi yapmak amacıyla ne işe yaradığını kimselerin bilmediği arkaik bilgileri çocuğa enjekte etmeye kalkışacak olursak… Hayatın, zamanın, günün, kısacası çağın gerektirdiği bilgilerin ne olduğunu bulmamız ve bilmemiz hiçbir şekilde mümkün olmayacaktır. Bu nedenle insan zamanla yarışmak ve hayatın boşluklarını, zamanında ve istediği biçimde, iyi, güzel, yararlı şeylerle doldurmak zorundadır. Çağın neler gerektirdiğinin en çarpıcı ve en açık örneklerini üretim alanlarında görüyoruz. Çağın neler gerektirdiğinin en çarpıcı ve en açık örneklerini üretim alanlarında görüyoruz. 16 Dün gündemimizde olmayan, üstelik hayalini bile edemeyeceğimiz, yüzlerce ve hatta binlerce ürünün bugün üretimi yapılıyor; bu ürünleri daha da geliştirmenin, daha da kaliteli yapmanın ve ucuza mal etmenin yolları aranıyorsa; bütün bu arayışların nedeni bugünün yani çağın gerektirdiği içindir. Günümüz dünyasında, ayakta kalmak isteyen her millet, günün ve çağın gerektirdiği bu ürünleri üretebilmek için gerekli olan teknolojik bilgileri edinmek, bu bilgileri sürekli geliştirmek ve yenileştirmek zorundadır. Aksi halde kılık kıyafetiyle, oturup kalkmasıyla, yiyip içmesiyle, afrası tafrasıyla, kısacası her çeşit monşerce davranışlarıyla, kendisini çağdaş sansa bile çağın tamamen dışında kalmıştır da haberi bile olmamıştır. Hayat gerçekten son derece dinamiktir; yeter ki bizler hayatın bu dinamizminin önünü kesmek için çaba göstermeyelim. Hayat durağanlığı sevmediği gibi, hayat boşluk da kabul etmez. Eğer insanlar hayatın dinamizmine ayak uyduramaz ve onun boşluklarını iyi, güzel ve İşte bu noktada insana bir gözleyici, bir yol ve yön gösterici, bir elinden tutucu ve yardımcı olucu gerekir. Bir başka ifadeyle, insanı birinci derecede yönlendiren, herhangi bir konuda motive eden ilk faktör günün ve çağın gerektirdikleriyse… İkinci faktör, insanın en yakınları olan anne babası, yakın akrabaları ve aile çevresidir. Bunlar çocuğun hangi bilgilerle donanması ve bezenmesi gerektiğine karar verecekler olanlardır. Aslında demokrasinin ve insan haklarına saygının gereği budur. Çünkü demokrasilerde çocuğun sahibi yani velisi anne-babasıdır; hiçbir şekilde devlet değildir. Devletin velayeti komünist ülkelerde söz konusu olabilir. Bir başka ifadeyle, komünist ülkeler dışında, millet adına devlet yönetimini ellerinde tutanların milletin iradesine ve doğal haklarına ambargo koyma hakları yoktur. Üstelik eğitim hiçbir şekilde devletin görevi değildir. Eğer bir ülkede herkes, herkesim kendi üzerine düşen görevi yaparsa, o ülkede hem gelişme ve kalkınma olur hem de huzur ve kardeşlik gerçekleşir. Bunun doğal sonucu olarak, o ülke güçlenir ve diğer ülkeler arasında saygın bir yere sahip olabilir. * Eğitim sistemi üzerinde söz ederken, konuya iki ayrı açıdan bakmak gerekmektedir… İlki sistem açısından… İkincisi uygulama açısından… Eğitimimizin asıl sorunu bugünkü sistemdir. Gerçekten de, mevcut eğitim sistemimizle insanımızı yetiştirmemiz, bilgi çağını yakalamamız, uluslararası yarıştan kopmamamız, büyük başarılara imza atmamız mümkün değildir. Bunun nedenlerini şöyle sıralayabiliriz: İlkokuldan başlayarak lise sona kadar devam eden on iki yıllık eğitim sürecinde curcuna hâkimdir. Bu süreç, çocuğun kafasını karıştırmaya, zihnini tahrip etmeye, gönlünü incitmeye yönelik öyle bir eğitim sürecidir ki; çocuk akla gelebilen her konuda ders almak, aldığı bu derslerden başarılı olmakla yükümlüdür. Yakından bakınca daha kolay görülebileceği gibi, bu eğitim sürecinde, tıpkı aşure çorbasına benzer şekilde, her şeyden biraz bir şeyler vardır. Ve her şeyden biraz bir şeylerin öğretildiği, fakat herhangi bir şeyin çok iyi öğretilmediği bu eğitim süreci, ülkemiz ortalamasına göre, insan ömrünün yaklaşık %16-17’lik bir kısmına karşı gelmektedir. Bir eğitim sürecinde bu kadar farklı ders okutulmasının anlamı, çocuğun nereye gideceğinin ve ne olacağının belli olmaması olarak özetlenebilir. Gerçekten de, on iki yıllık bu eğitim döneminin, yolu ve yönü belli olmayan, tamamen genel kültüre dayalı bir eğitim süreci olduğunu görüyoruz. Üstelik genel kültür adı altında verilen bu bilgilerin büyük çoğunluğunun, güncellikten uzak, eski, dolayısıyla yanlış olduğunu söylemek pek de abartılı bir değerlendirme olmayacaktır. İletişim teknolojisinin çok geliştiği ve her türlü sınırı kaldırdığı günümüz dünyasında, genel kültür edinmek isteyen bir genç, bu bilgilerin çok daha fazlasını ve doğrusunu, çok daha kısa sürede, daha kolay, daha masrafsız öğrenme imkânına sahiptir. Çocuğun ilgi alanını hiç dikkate almadan, her şeyden biraz bilsin, belki ilerde lazım olur mantığıyla, kimi bilgilerin, temcit pilavı gibi ısıtılıp tekrar çocuğun önüne konmasını, bilginin şimşek hızıyla değiştiği bu çağda, bilimsellikle bağdaştırmak mümkün değildir. Ülkemiz eğitim sistemi bu açmazdan kurtarılamayacak olursa… Ülkemiz eğitim seviyesinin bir yerlere gelmesi, bu eğitim sistemimizde yetişen insanlarla bilgi çağında kendimize yer bulmamız imkânsızdır. Bugünkü eğitim sisteminin, gençlerimizi eğitmesi, çağı yakalaması, bilgi çağının içinde yer alacak bir gençlik oluşturması mümkün değildir. İlkokuldan başlayarak, üniversite sona kadar eğitim sistemimiz açmazlarla doludur. Bu açmazları şu şekilde sıralayabiliriz: 1. Eğitim sürecinin tamamı, gerek ders çeşidi, gerekse derslerin içeriği bakımından, özden ve esastan uzak olup; eğitimin belli bir yönü ve hedefi yoktur. Bir başka ifadeyle, hangi derslerin niçin okutulduğunu ve hangi konuların niçin o dersin içinde yer aldığını, hiç kimse net bir biçimde söyleyemez. İşte bu haliyle eğitim, bir tereddütler yumağıdır ve her şeyden biraz muhtaç bir aşure çorbası görünümündedir. 2. Sistem, bir bütün olarak daimi bir On iki yıllık eğitim sürecinde curcuna hâkimdir. Bu süreç, çocuğun kafasını karıştırmaya, zihnini tahrip etmeye, gönlünü incitmeye yönelik öyle bir eğitim sürecidir ki; çocuk akla gelebilen her konuda ders almak, aldığı bu derslerden başarılı olmakla yükümlüdür. 17 Çocuğun ilgi alanını hiç dikkate almadan, her şeyden biraz bilsin, belki ilerde lazım olur mantığıyla, kimi bilgilerin, temcit pilavı gibi ısıtılıp tekrar çocuğun önüne konmasını, bilginin şimşek hızıyla değiştiği bu çağda, bilimsellikle bağdaştırmak mümkün değildir. 18 korku içindedir ve bu korku aynıyla eğitime de yansımaktadır. Buna göre, ülkede birileri bir şeyler yapacak ve sistemin kaymağını yiyenleri iş başından uzaklaştıracaktır. Dolayısıyla, bu birilerine imkân tanımamak ve fırsat vermemek için, gerekliliğine, ilmi olup olmadığına bakılmaksızın, eğitimin belli kabulleri, belli tabuları olmalı ve eğitim bu kabullerin ve tabuların oluşturduğu bir kalıba oturtulmalıdır. 3. Ülkemiz eğitim sisteminin esası, diplomalara ve bu diplomaları kazanmak için harcanması gereken sürelere endekslidir. Yani eğitim tamamen şeklîdir, muhteva hiçbir şekilde ön planda değildir. Bu nedenle, insanımız, genel olarak bilgisiyle öne çıkmayı değil, etiketiyle öne çıkmayı sever duruma getirilmiştir. 4. Ülkemiz eğitim sisteminin belki en büyük çelişkisi iyi olsun kötü olsun, yararlı olsun zararlı olsun, hiçbir şeyi tam olarak öğretmemesidir. Öğrenmeyi sürekli olarak bir sonraki eğitim dönemine, daha açık bir ifadeyle bir başka bahara bırakması sistemin en önemli çıkmazıdır. Bu nedenle, üniversite eğitiminin adı, anahtar eğitimidir ve bir meslek sahibi olunduğu bu eğitim döneminde bile Türk gencinin herhangi bir konuda derinliği sağlanmaz ve yine her şeyden biraz bir şeyler öğretilmeye devam edilir. 5. Sistemi ellerinde tutanlar, dolayısıyla, devlet adına milletten alınanların başına çöreklenme imkânına kavuşanlar, iyi yetişmiş, yani bilen insandan hoşlanmamaktadırlar. Bu bakımdan yarım adam yetiştiren sistem, sistemin ağalarının işine gelmektedir. 6. Sistemin bir başka açmazı ise sistemin bütününde olduğu gibi, eğitim sisteminde de sistemin ağalarının, yanlış da olsa kendilerine ait orijinal hiçbir fikirlerinin ve görüşlerinin olmayışıdır. Bu nedenle, beğenmeseler de sisteme dokunmaya, şurasında burasında tadilat yapmaya cesaret edememektedirler. Gerçekten de düzeltelim derken daha da bozarsak korkuları yabana atılacak cinsten değildir. Sistemin ağaları açısından konuya baktığımızda sivil anayasa yapımına direnenlerin gerekçelerini anlayabilirsiniz. * Yeni Eğitim Yılı Başlarken Bu sistem içinde yapılacak kimi düzenlemelerle gençlerimizi biraz daha bilgili hale getirmek mümkünse de evrensel yarıştaki kayıplarımızın telafisi için “biraz daha bilgili olmak” yeterli olmaz. Eğitimi Yeniden Düşünmek Yeni bilgiler ve yeni teknolojiler üreterek, bilgi çağının içinde yer alabilecek yepyeni bir gençlik yetiştirebilmek için yeni bir eğitim sistemini aramak ve bulmak zorundayız. Bu yeni eğitim sisteminin ana unsurları şunlar olabilir: 1. Sistem, bilgi çağının gereklerine uygun bilgileri içermeli; eğitim, hayatın ihtiyaçları göz önüne alınarak düzenlenmelidir. 2. Sistem, anne-babanın ve çocuğun tercihlerine cevap verecek biçimde olmalıdır. Çocuk geleceğin büyüğüdür, hür olarak yaratılmıştır, hür olarak yaşama hakkına sahiptir. Sistem tarafından kobay gibi görülen ve gençlik yıllarını dayatmalarla geçiren bir insanın hayatının ilerleyen yıllarında gerçek anlamda hür olması mümkün değildir. 3. Sistem, “ağacı yaşken eğecek”, “demiri tavında dövecek”, “su akarken testiyi dolduracak” biçimde sürekli ve yoğun olmalıdır. 4. Sistem, malumat sahibi olanı değil de eğitim sürecinde öğrenen ve bilen insanlar yetiştirmelidir. 5. Sistem, mevcut kaynakları ve her türden atıl kapasiteyi en iyi şekilde değerlendirecek biçimde olmalıdır. Sinan AYDIN DKAB / İSTANBUL Bir araştırmaya göre bundan 50 sene kadar önce okulda öğrenilenlerin %75’i gerçek hayatta uygulanıyorken, bugün sadece %2’si uygulanabiliyor. İnsanlar günümüzde, geçmişe kıyasla çok daha fazla bilgiye maruz kalmaktadırlar. Milat referans alınınca, tarihte bilginin ilk kez kendini katlaması 1750 yıl almış, sonra bilgi kendini 50 yılda katlamış, günümüz dünyasındaki bilgi kendini her 4 yılda bir katlıyor. 2020’ye gelindiğinde ise bilginin kendini her 73 günde bir katlaması bekleniyor. Biz, bu yeni bilginin ancak küçük bir parçasına vakıf olabiliyoruz. Acaba vakıf olduğumuz bu küçük bilgi parçasının boyutları nedir? 2008 yılında, San Diego’da bulunan Kaliforniya Üniversitesinden iki araştırmacı, Roger Bohn ve James Short, insan beyninin bir günde maruz kaldığı bilginin miktarını belirlemek üzere bir araştırma yapmaya karar verdiler. Ancak insan beynine gelen bilgi faklı biçimlerde gelebildiğinden, ayrıca televizyon ve videolardan gelen bilgiyi, dergi ve gazetelerden gelen bilgi ile mukayese etmek zor olduğundan, bütün bilgiyi standart bir ölçüm birimine, yani kelimelere dönüştürmeye karar verdiler. 2009 yılında açıkladıkları nihai raporlarına göre ABD’de yaşayan ortalama bir insanın beyni, her gün 100500 kelimeye maruz kalıyor. Ve bu rakam her yıl % 2,6 oranında artıyor. (Bu sayı 2012 yılı için ortalama 108500 kelimeye tekabül ediyor.) Araştırmacılar bütün bu kelimelerin nereden geldiğini de tespit etmeye çalışmışlar: Kaba bir hesapla, bu kelimelerin, % 45’i televizyondan, % 27’si bilgisayardan, % 11’i radyodan, % 9 basılı medyadan, % 5 telefon konuşmalarından ve geri kalanı da küçük miktarlar halinde oyunlardan ve diğer bilgi kaynaklarından geldiğini tespit ettiler. 19 duğu tartışmaya açıktır. Çünkü yapılan başka bir araştırmaya göre bundan 50 sene kadar önce okulda öğrenilenlerin %75’i gerçek hayatta uygulanıyorken, bugün sadece %2’si uygulanabiliyor. Yapılan bir başka araştırma da konumuzla bağlantılı. O araştırmaya göre ise Türkiye’de 180 iş günü okul var. İlköğretim okullarında eski haftalık ders çizelgesine göre günde 6 saat ders işleniyor. Yılda 180X6=1080 ders saati eder. Bu 1080 saatlik dersin ortalama sadece 300 saatinin etkin kullanılabildiği tespit edilmiştir. Okulda öğrenilenlerin sadece %2’si gerçek hayatta uygulanıyorken, 1080 saatlik dersin sadece ortalama 300 saati etkin kullanılabiliyorken siz öğrencileri nasıl ve ne kadar 20 etkileyebilirsiniz? Bu araştırmanın bizi daha çok ilgilendiren tarafı, örgün öğretimin “diğer bilgi kaynakları” kategorisinin derinliklerinde bir yerde, % 1’den düşük oranla yer alıyor olmasıdır. Sınıfta yapılan çalışmalar, yüksek öğretim gören öğrencilerde bile, gün içinde maruz kaldıkları bilginin görece olarak küçük bir kısmını oluşturuyor. Tabi bu bilgiler okul ya da yüksek öğrenim kurumu gibi güvenilir bir kaynaktan geldikleri için gündelik olarak maruz kaldığımız diğer bilgilerden çok daha değerli kabul edilirler. Okul, okuma-yazma ve matematik gibi gerekli becerilerin geliştirilmesine odaklanır. Ancak öğrenci gelişme kaydettikçe, gerekli becerilerin yerini giderek öğrenilmesi istenen beceriler alır ki hızla gelişen ve değişen dünyada bunların bazılarının ne kadar işe yarar ol- Öte yandan okullar haricinde pek çok farklı kurum da bilgiyi anlaşılabilir formatlarda sunabiliyor ve bunu çok daha ucuza mal edebiliyorlar. Okul öncesi eğitimden yüksek lisansa kadar bütün öğretim sistemleri, yüksek maliyetli ve yoğun emek içeren bir süreç etrafında konumlandırılmıştır. Öğretmen sınıfın karşısında durur ve öğrencinin öğrenmesi gereken bilgiyi açıklar. Öğretmene bağımlı eğitim sistemleri aynı zamanda, zamana bağımlı, mekâna bağımlı ve duruma bağımlı olurlar. Öğretmen bilgi akışını açıp kapatan bir kumanda vanası işlevi görür. Bütün bu bağımlılıklar, öğrencilerle aradıkları bilgiyi bir araya getirmenin maliyetini yükseltir. Maliyetin yükselmesinin ötesinde bu durum öğrencinin özgüvenini de olumsuz etkiler. Oysa eğitimde özgüven çok önemlidir. Özgüvenden kasıt çocuğun öğretmene bağlı kalmamasıdır. Öğretmen ile öğrenci arasındaki göbek bağı kopmalı. Çocuk özgüven kazanmalı. Okullardaki haftalık ders saati sayısının fazla olması ve öğrencinin adeta dersten derse koşturulması da istenenin tersine “öğrenci kendi kendine öğrenemez; o yüzden biz ona her şeyi öğretelim” mesajını vermektedir. Oysa öğretmenler öğrencilerine okuyarak kendi kendine öğrenmesini ve dolayısıyla kendi kendine öğrenme özgüvenini kazanmasını, öğretmeyi hedeflemelidir. İnsanların kafasını bilgiyle doldurmak, onları bir anda topluma katkıda bulunan bireyler haline getirmediği gibi, pahalı eğitimlerinin öğrencilere iyi bir yatırım rantı sağlayacağının da garantisi yoktur. ( Bu araştırmanın yapıldığı dönemde, ABD’de doktora diploması olup, kapıcılık yapan 5.000 ‘den fazla kişi tespit edilmiştir.) Buna karşın insanlar; televizyon, çevrim içi çalışma grupları, e-kitaplar, radyo ve gazetelerden hemen anında ve çok daha düşük bir maliyetle bilgi alabiliyor. Bugün bilgisayar sahibi olan herhangi biri, dünyanın önde gelen üniversitelerinde okutulan 200 binden fazla derse erişebiliyor. Hem de tamamen ücretsiz olarak… Görüldüğü gibi eğitim, devrime yatkın bir sistemdir. Öngörülen o ki, pek yakında, genç bir yazılımcı iyi planlanmış bir çevrim içi ders oluşturma programı yazacak ve şablon haline getirilmiş bu programı kullanan herhangi bir uzman da kendi ders paketlerini oluşturarak dünyanın herhangi bir yerinde bulunan herhangi birinin, istediği zaman bu dersleri almasını mümkün hale getirecektir. Bu bilgiler ışığında, okullarımızın yeniden açılacağı bu dönemde, “eğitimi yeniden düşünmeye” sizleri davet ediyorum ve kendi kendimize şu soruyu sormamız gerektiğine inanıyorum: Şu halde çocuk kimin ve biz okullarda ne yapmaya çalışıyoruz? Yani bir gün içerisinde işitilen kelimeler örgün öğretimde, “diğer bilgi kaynakları” kategorisinin derinliklerinde bir yerde, yüzde birden düşük oranla yer alıyorken, okulda öğrenilenlerin sadece %2’si gerçek hayatta uygulanıyorken, 1080 saatlik dersin sadece ortalama 300 saati etkin kullanılabiliyorken siz öğrencileri nasıl ve ne kadar etkileyebilirsiniz? Mademki çocuğu etkilemek bu kadar zor, o zaman çocuğu başarısız diye etiketlemekte kolay olmamalı değil mi? Çünkü çocuğun başarılı olabilmesi o kadar çok değişkene bağlı ki!.. Peki, o zaman gücümüz sadece çocuklara mı yetiyor acaba? 1. Kaynak: 2. 1. Eğitimi Yeniden Düşünmek, Thomas Frey (Çeviri: Sedat Girgin), SkyLife Dergisi, Mart 2011, 3. 2. Bilgi Toplumuna Geçişte Üniversitelerin Rolü, Yunus Çengel, Adnan Menderes Üniversitesi, 26 Eylül 2011 Tarihindeki Sunumu, Eğitimde özgüven çok önemlidir. Özgüvenden kasıt çocuğun öğretmene bağlı kalmamasıdır. Öğretmen ile öğrenci arasındaki göbek bağı kopmalı. Çocuk özgüven kazanmalı. Okullardaki haftalık ders saati sayısının fazla olması ve öğrencinin adeta dersten derse koşturulması da istenenin tersine “Öğrenci kendi kendine öğrenemez; o yüzden biz ona her şeyi öğretelim.” mesajını vermektedir. 21 Doğru bir eğitimle toplumsal barış UFUK COŞKUN Eğitimci Yazar / İSTANBUL Russel: “Eğer bir çocuğa düşünmeyi öğretmek istiyorsanız ona küçüklükten itibaren saygı duymalı, onunla samimiyetle konuşmalı ve mahremiyetine kabul etmelidir.” der. 22 Son zamanlarda haber bültenlerinden geçen haberler hiç açıcı değil. Savaş neredeyse günlük hayatımızın bir parçası haline geldi. Savaşların, nefretle çatışmaların en önemli nedenlerinden birinin de bir sınıfın, ırkın ya da inancın bir başkasına üstün olduğu inancından kaynaklandığını söylersek sanırım yanlış bir şey söylemiş olmayız. Aslında tüm mesele çocuklarımızın ileride nasıl insanlar olmasını istediğimizle alakalı bir durum. Amacımız onları disipline sokmak, zihinlerini tasnif etmek ve onları milliyetçi yapmak ise kısacası ölüm ve yıkımdan hoşlanıyorsak eğer devlet tekelinde varlığını sürdüren militarist bir eğitimle bunu fevkalade başarabiliriz. Eğitimci Krishnamurti’ye göre çocuklar başlangıçta sınıf ve ırk bilincine sahip değillerdir. Kendi içinde oyun arkadaşlarının söz gelimi bir zenci, Alevi, Şii, Sünni, Kürt, Türk, Arap, Mihellemi vs. olup olmamasının bir anlamı yoktur. Ve bu durum onların umurunda bile değildir. Çocukları diğerlerinden ayrı, özel ve önemli olduğunu hissettiren eğitim sistemleridir. Çünkü ülkelerin eğitim sistemleri çocuklarda önce kasten katı bir milliyetçi ideolojinin içselleştirilmesine aracılık ediyor. Dolayısıyla milliyetçiliğin de tesiriyle benim ırkım fikri insan hayatından daha değerli bir hale getiriliyor. Krishnamurti’nin de ifadesiyle bu yüzden kendimizle başkaları arasında sürekli kin ve şiddet var. Bir bakıma çocuklarımızı kendi hazlarımıza kurban ediyoruz. Bu bakımdan savaşların asıl nedeni katı ideolojik tutumlar, milliyetçilik ve benim dünyamın dışındakilerin işe yaramaz oldukları bilinci ve duygusudur. Savaşlar açıkça insanlığa zarar vermesine rağmen ülkeler çocukların içinde militan bir ruh geliştirmekten imtina etmezler. Tam da bu noktada Russel: “Eğer bir çocuğa düşünmeyi öğretmek istiyorsanız ona küçüklükten itibaren saygı duymalı, onunla samimiyetle konuşmalı ve mahremiyetine kabul etmelidir. Zorunlu eğitimin uygulamaya geçirildiği günden bu yana devletin bu yönde niyeti olduğuna dair hiçbir bulguya rastlanılmamıştır.” der. Savaşların bir nedeni de militarist eğitim anlayışı Prusya’da 1819 yılında başta orduya itaatkâr askerler yetiştirmek amacıyla zorunlu eğitimin yürürlüğe sokulmasının ardından Erich Maria Remarque “Batı Cephesinde Deği- şen Bir Şey Yok” adlı kitabında I.Dünya Savaşı’nın biraz da okul ve öğretmenlerin marifeti olduğunu ifade etmiştir. Ünlü Teolog Dietrich Bonhoffer ise; II. Dünya Savaşı’nın mükemmel(!) eğitim sistemimizin bir sonucu olduğunu vurgulamıştır. Çünkü Prusya akımının da etkisiyle eğitim zihnin kendi kendine düşünebilme yetisini ortadan kaldırmıştı. John Holt yaşama hakkının yanında en temel insan haklarından birisinin de aklımızı ve düşüncelerimizi kontrol etme hakkımız olduğunu ifade eder. Bunun anlamı şudur; çevremizde olup bitenleri, dünyayı nasıl keşfedeceğimizi, kendi tecrübelerimiz üzerinde düşünmek ve hayatı anlamlandırabilmek, insanlığımızı bulmak ve gerçekleştirebilmektir. Ne var ki eğitim sistemleri, okul ve öğretmenler bu hakkı elimizden alıyor. Aslında birileri bize, kendi düşüncemize ve anlam dünyamıza dahi güvenemeyeceğimizi bunun için ömrümüzün sonuna kadar diğerlerine bağlı ve bağımlı kalmamız gerektiğini söylemeye çalışıyor. Grace Llewellyn ülkelerin eğitim anlayışlarını eleştirdiği bir makalede bütün gün okuldaysanız aslında bir diktatörlük altında nasıl yaşanacağını iyi öğrenirsiniz der. Şöyle ki; örneğin okulda izin almadan konuşamaz, ne söyleyeceğiniz ve düşüneceğiz dikte edilir, günün altı saati boyunca ne yapacağınız, nasıl davranış sergileyeceğiniz hep diğerleri tarafından belirlenir. Bizde olduğu gibi rahat hazırol komutları eşliğinde onlara antlar da ezberlettirilir vs. Kısacası özgürlüklerle bağdaşmayan birtakım uygulamalar ve önceden tayin edilmiş programlarla çocuklar kendileri olmaktan gittikçe uzaklaştırılır. Tolstoy’un ifade ettiği gibi eğitim aslında bir diğerini kendi gibi kılma eğilimidir. Bu bir bakıma tuhaf bir kıskançlığın da tezahürüdür. Çocukların saflığını ve masumluğunu kıskanma ve onları kendimiz gibi kılma arzusudur bu da çocuğu heba eden bir tutumdur. Peki, bu durum aşılabilir mi? Tek-tipçi eğitim toplumsal barışı zedeler; Düşünün her gün milyonlarca öğrencinin devrim kanunlarından sayılan birtakım eğitim kanunlarıyla da dizayn edilmiş kısacası CHP zihniyetiyle kurgulanmış bir eğitim sisteminin tezgâhından geçmektedirler bunun zamanla yol açtığı tahribat ortada değil midir? Eğitim sisteminin “tek” bir anlayışa mahkûm edilmesinin sonuçlarını başta Gezi, Mısır ve Suriye’de olmak üzere yakın tarihte yaşanılan birbirinden vahim hassas toplumsal hadiselerde gösterilen tutum ve tavırlarda gördük. Bilindiği gibi ulus devletçi sistemler toplumsal hayatı yeniden dizayn etmek ve yeni bir ulus yaratmak adına bir takım mekanizmalar geliştirdiler.Toplumu bir kesimin emrine vererek merkeziyetçi bir planlamayla yeniden şekillendirmek için eğitim kurumlarını bir araç olarak kullandılar. Ne var ki toplumsal hayat üzerinde planlanan bu tür girişimler -başka bir yazımda da alıntıladığım- aşk ve irfan insanlarımızdan biri olan Şems-i Tebriz’in de ifade ettiği gibi Hakk’ın mukaddes nizamına bir saygısızlık değil midir? Ünlü filozof Hayek: “İnsanları belli bir tarzda davranmaya zorlamak bize bir çok faydalar sağlayan kompleks mekanizmayı Eğitim bireyde insan ve değerlerini anlama, hakikati hissedilme, diğerine karşı nazik olmayı öğrenme, ahlak, vicdan, erdem ve özgürlük değerlerini içselleştirebilme ve evrensel bir dünya görüşüne sahip olma yetilerini kazandırmada öncü rol üstlenmelidir. 23 tahrip eder. Kişi özgürlüğünü ortadan kaldırır ve neticede tüm bu planlamaların ve zorlamaların bir felaket getirmesi kaçınılmazdır.” der. Ve ilaveten özgürlüğün insanların bizzat kendi deneyimlerini ortaya koymalarına neyin kendileri için değerli veya işe yarar olacağı konusunda tahmin yapmalarına ve yeni düşünceler bulup çıkarmalarına izin verilmesi gerektiğinin altını çizer ve herkesin kendi tecrübelerini yürütmesi ve kendi risklerini üstlenmelerine müsaade edilmesi gerektiğinin daha yararlı olacağını ifade eder. Neticede yararlı olduğu ortaya çıkan fikirler kabul edilecektir. Stalin döneminde bir Sovyet eğitim dergisinde öğretmenlere hitaben şunlar yazılıdır, Herkes karşı konulamaz biçimde şu düşünceleri paylaşır: “Stalin mantıklı düşünür, kristal berraklığında bir zihne sahiptir, partisine bağlıdır, halkına inanır ve halkını sever, onun demir gibi bir iradesi vardır.”. Benzer bir şekilde Hitler Gençlik örgütünün gazetesinde ise şu cümleler dikkat çekicidir: “Başımızdaki lidere bağlıyız ona inanıyoruz, kendimizi ona gönüllü olarak adıyoruz çünkü o tüm halkın yararlarını düşünür halkı suiistimal etmez.”. Bu tür toplum üzerinde yeniden dizayn edici ifadeler ve uygulamalar total üzerinde kurulan kontrolü net bir biçimde ifade etmektedir. Oluşturulan mitleriyle, medyayla, eğitim araçlarıyla vs. resmi ideoloji çerçevesinde belirli bir davranış biçimini alışkanlık haline getirmeleri beklenir insanlardan. Bu tür toplumu tek merkezden kontrol edilebilir bir 24 biçimde dizayn edilen sistemlerde ne yazık ki insanın başlı başına bir değer olduğu ihmal edilmektedir. Bu bakımdan yapılan her müdahale bu minvalde çıkartılan her tür yasa aynı zamanda insan tabiatına karşı yapılmış büyük bir hakaret teşkil etmektedir. Eğitim; göğüsten emzirmek anlamına gelir; Patrick Farenga bizleri sürekli atladığımız ve aslından kopartılan bir eğitim tanımını hatırlatıyor. Farenga bizdeki “educate” kelimesinin beslemek, büyütmek, yetiştirmek anlamındaki Latince “educare” kelimesinden geldiğini hatırlattıktan sonra bu kelimenin etimolojik kökeninin “göğüsten emzirmek” anlamına geldiğini ifade ediyor. Bilindiği gibi emzirme süreci bizzat annenin çocuğuyla birebir etkileşim halinde olduğu bir beslenme sürecidir. Örneğin Ilıch erken dönem Avrupa Katolik manastırlarında memeleri olan ve keşişlere bilgi sütünden dağıtan başrahipleri tasvir eden heykellerin rahatlıkla bulunabileceğini ifade ediyordu. Kısacası eğitim, kurumsallaşmadan ve bir kamu hizmeti olarak tek elden sunulmadan evvel çocuk ve anne sütü ilişkisi bağlamında söz konusu edilen en önemlisi de şefkat, merhamet, hoşgörü temelinde ilerleyen bir yetiştirme süreciydi. Yani direkt olarak aile ortamı kastediliyordu. Zaman içerisinde bu tanımlama yerini daha bürokratik ve resmi bir tanıma bırakmıştır. Bu bakımdan öncelikle eğitimin kurumsallaşma sürecini iyi okumamız ve ona göre yeni Milli eğitimimiz ve toplumsal barış eğitim anlayışları önermemiz gerekmektedir. Nasıl bir eğitim? Çocukları önyargılardan, milliyetçilikten ve savaştan kısacası nefret dolu bir dünyadan uzak tutmak istiyorsak eğer önce biz yetişkinlerin kendi önyargılarını yıkması gerekmektedir. Devletlerin eğitimi ellerinde tutması ve denetlemesi üzgünüm uzun süre dünya barışını zedeleyecektir. Çocuklarımızı gerçekten seviyorsak onları tepeden dizayn edilen bir takım katı yöntemlerle zihinlerini ele geçirmeye çalışmaz onların özgür olmalarını isterdik. Bugün Ortadoğu’da bir savaş var. Zalim yöneticiler halklarına karşı çok acımasızlar gerçekten vahim bir durum. Türkiye’de bir kesim bu savaşı görmek ve zalim yöneticilere karşı bir tavır ortaya koymak niyetinde değil. Bunu aldıkları eğitime bağlamak mümkün. Çünkü kendisi gibi olmayanı hakir gören bu dışlayıcı zihin dünyası ancak militarist eğitimle mümkün olabilir. Ülkeler klasik zorunlu eğitim anlayışlarını gözden geçirmek mecburiyetindeler. Eğitim bireyde insan ve değerlerini anlama, hakikati hissedilme, diğerine karşı nazik olmayı öğrenme, ahlak, vicdan, erdem ve özgürlük değerlerini içselleştirebilme ve evrensel bir dünya görüşüne sahip olma yetilerini kazandırmada öncü rol üstlenmelidir. Belki bu sayede hem savaş ve nefretleri en aza indirme şansımız olabilir hem de içinde yaşadığımız ülkelerde toplumsal barışın tesis edilmesine bir katkı sunabilir... SAVAŞ ÖZDEMİR Tarih Öğretmeni / İSTANBUL “Milli” kavramının etimolojik açılımını dil bilimcilere bırakacak olursak bu kelime uygulamada Türkiye Cumhuriyeti devletinde yaşamakta olan tüm etnik ve dinî grupları kapsadığını söylemek yanlış olmayacaktır. 1 Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, op. cit., s.52. http://www.anayasa.gen.tr/ ataturkmilliyetciligi.htm#_ftn65). Milli Eğitim Bakanlığımızın da niteleyeni ve birçok farklı ortam ve makamda karşımıza çıkan “milli” sıfatı çok zamandır tartışma konusu olmayı sürdüre gelmiştir. Varlığı ayrı yokluğu ise apayrı bir dert olan bu “milli” ifadesi mevcut koşullarda gündeme alınması dokunanın elini yakacak türden bir kavrama benziyor desek yeridir. Bugünden geriye dönüp baktığımızda adında “milli” ifadesi olan kaç bakanlığımız var? “Milli” ibaresi kaç devlet kurumunun veya genel müdürlüğünün ön adı? Bir zamanlar orta öğretim müfredatımızda ve derslerimizin tanımında kitaplarımızda bugüne nazaran daha fazla olduğunu hatırlamaktayım. Bilinçli bir şekilde önce ders isimlerinden ve kitaplarımızdan sonra hayatımızdan daha sonra da zihinlerimizden mi çıkarmalıyız? “Milli” kelimesi ile millete ait olan kastediliyor olsa gerek. Cumhuriyetin kuruluş aşamasında üzerinde titizlikle durulduğu anlaşılan “milli” kavramının etimolojik açılımını dil bilimcilere bırakacak olursak bu kelime uygulamada Türkiye Cumhuriyeti devletinde yaşamakta olan tüm etnik ve dinî grupları kapsadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Herhalde bu kapsayıcı ifadeyi Osmanlı Devletindeki “millet–ümmet sistemi” anlamıyla kullanılmadığının farkındayızdır. Zira Osmanlı Devletinin teşkilat yapısı temellerinde dini referans “şeriat” önemli bir yer hatta temel teşkil etmekteydi. Oysaki Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda ana unsur olarak laiklik ilkesinin merkeze alındığını bilmeyen yoktur. Atatürk ilkeleri arasında da kendine yer bulan “milliyetçilik” ilkesi ile “milli” ifadesi arasında bir bağ kurmak düşünen bireyler için yol gösterici olacaktır. Şöyle devam edersek konuyu toparlamış oluruz kanımca: Atatürk İlkelerinde yer alan milliyetçilik ilkesinin tanımını yani “milli” olanın tanımını, anayasamızda oldukça açık ve net görebiliriz: 1982 Anayasasının 2’nci maddesine göre, “Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk milliyetçiliğine bağlı bir devlettir. “Milliyetçilik” ilkesi, ilk defa 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanununun 2’nci maddesine 10 Kânunuevvel 1937 tarih ve 3115 sayılı Kanunla girmiştir. 1961 Anayasa koyucusu, 1924 Teşkilât-ı Esasîye Kanunundaki “milliyetçilik” terimini benimsememiş; onun yerine “millî devlet” terimini kullanmıştır. Kurucu Meclis görüşmelerinde, “milliyetçilik” teriminin “ırkçılık” anlamına çekilebileceğinden endişe duyulmuş ve onun yerine daha nötr olduğu düşünülen “millî devlet ” deyimi kullanılmıştır. 1982 Anayasası da “milliyetçilik” ilkesinin yanlış yorumlara yol açmaması için “Atatürk milliyetçiliği” ifadesini kullanmıştır.1 Hülâsa “milli” ve “milliyetçi” kavramları devletimizin kuruluşundan itibaren -kuruluş felsefesini, ideolojisini de hatırdan çıkarmadan- bu ülkenin sınırları içinde yaşayan bütün etnik, dini ve kültürel toplulukları yani hepimizi, herkesi kapsayan birleştiren bir harç olduğunu art niyeti olmayanlar anlayacaklardır. Amaç üzüm yemek değil bağ bozmak olunca, öküzün altında tilkiyi de buluruz. Toplumsal barış bu milletin yabancısı olduğu, tanımadığı ithal edilmiş nevzuhur bir şey değildir. Lakin biraz özümüze, kendimize, geçmişimize hakkınca hürmet edelim. 25 GEZİ PARKI VE ELEŞTİREL PEDAGOJİ MURAD KARASOY Marmara Üniversitesi / İSTANBUL Şahsiyeti zayıf olanlar, kendine güveni olmayan, kültürel ve tarihi değerlerinden de beslenemeyen kimselerdir. 1 Karakoç, Sezai, Fizikötesi Açısından Ufuklar ve Daha Ötesi II, Diriliş, İstanbul, 1995, s.133. 2 Dewey, John, Tecrübe ve Eğitim. 3 Tozlu, Necmettin, Eğitim Felsefesi Üzerine Makaleler, Elis Yayınları, 2. Baskı, 2003, Ankara, s. 225. 26 II. Dünya Savaşında Rusya’nın yanında yer alan ABD, Faşizm’in ve Nazizm’in yıkılışını sağlayarak, Komünizm karşısında Demokrasi kavramı ile yeni bir kutup oluşturmuştur.1 Böylece Demokrasi kapitalist dünyanın tek ideolojisi olmuştur. Bir ideoloji olarak demokrasi ve modern devlet, devamlılığını sağlamak için eğitime dolayısıyla da okullara el atar. Çünkü ihtiyacı olan insanı oradan yetiştirecektir. Demokrasilerde eğitim zorunlu ve devlet denetimindedir. Çünkü demokraside eğitim, sadece araçsal bir olgudur. 18. yüzyıldan bu yana eğitimimizin düşünsel/felsefi sağlam bir zemine oturmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Aslında böyle bir sorunun/ihtiyacın hissedilip hissedilmediği de belli değildir. Özellikle eğitim politikaları bağlamında meselenin felsefi bir yanının olduğu gerçeğinin artık dikkate alınması ve irdelenmesi gerekmektedir. Tarihsel süreç göstermiştir ki popülist yaklaşımlar, eğitim gibi “en geç biçilen ürünü”2 olgunlaşmadan tarlada çürütüvermiştir. Bu sebeple eğitimimizi tüm içeriği ile beraber bütüncül bir yaklaşımla yeniden gözden geçirmeli ve kendi insanımızı kendi köklerimizden aldığımız kuvvet ve temelle, diğer güzelliklerin etkileşimine açık bir şekilde yeniden inşa etmeliyiz. Tozlu (2003) eğitime düşen görevin, çelik iradeleri besleyecek dinamizm olması ve ibdacı insanın içini donatması olarak betimler. Bunun için insanı geçmişi ile örerek geliştirmek esastır. Geçmişini silen, değerlerini reddeden şüphecilerin, varlık âleminde ses getirmeleri imkânsızdır.3 Türkiye’nin eğitim kuramları ile tanışıklığı Cumhuriyet tarihimizin başlarına dayanır. J. Dewey’in Türkiye’ye davet edilmesi çağdaş eğitim kuramlarının uygulamasının başlangıcı sayılabilir. 1950’li yıllarda ortaya çıkan Davranış- çı model, 60’lı yıllarda ülkemizde de “iyi vatandaş yetiştirme” paradigması sebebi ile uygulamaya konulmuştur. Bu uygulamaya, 2005 yılında yapılandırmacı eğitim kuramı çerçevesinde yapılan yeni müfredatla son verilmiştir. Eğitim sistemimize yazılan yeni reçete Türkiye’nin geldiği nokta açısından tedavi edici bir reçeteydi. Ama uyarlama, uygulama ve hizmet içi eğitim faaliyetlerinde yaşanan yetişmiş insan sıkıntısı nedeni ile diğer unsurlar gibi eleştirel pedagojik unsurların da bu müfredatla beraber eğitim sistemimizin merkezine kadar girmesine neden olmuştur. Bunlardan bazıları; eleştirel düşünme, düşünme eğitimi, sorun tanımlama ve öğretmene biçilen yeni konum (öğrenen öğretmen) şeklinde sayılabilir. Eleştirel pedagojinin özellikle epistemolojisi ve ontolojisinin kültürel ve aksiyolojik karakterimize uymadığı gün gibi aşikârdır. Günümüzde Marksizm, Komünizm, Faşizm, Sosyalizm artık siyasal/yönetimsel bir veçheden değil, eğitim, ekonomi, hukuk gibi sonu Roma’ya çıkan tali yollardan ilerlemektedir. Zaman zaman birbirinden bağımsız ve bir birine zıt eğitim kuramlarının aynı anda uygulandığını görmekteyiz. Bunun da temelinde başta da belirttiğimiz gibi oturmuş bir eğitim felsefemizin olmayışı veya bunu yeterince önemsemeyişimiz yatmaktadır. Okullarımızda milyonlarca öğrenci eleştirel becerilerle yetiştiriliyor artık. Eğer bu öğrenciler, kazandıkları bu becerileri yerli yerinde kullanmazlarsa veya öğrencilere eleştirel güçlerini kul- Öğrenciler, kazandıkları bu becerileri yerli yerinde kullanmazlarsa veya öğrencilere eleştirel güçlerini kullanabilecekleri alanlar açılmazsa bundan en büyük zararı demokrasinin göreceği muhakkaktır. lanabilecekleri alanlar açılmazsa bundan en büyük zararı demokrasinin göreceği muhakkaktır. Gezi Parkı bunun cılız bir göstergesidir. Eleştirel ve sorgulayıcı bir kafaya sahip olmanın karşısında olduğumuz zannedilmemelidir. Bu durum çeşitli ideolojilerce fırsat olarak görüldüğünden, tepkimiz eleştirel becerilerin ideolojilere kurban edilmesinedir. Yoksa 10 yıl sonra büyük öğrenci olayları bizi bekliyor olabilir. Eleştirel Pedagoji veya Eleştirel Eğitim Felsefesi, her ne kadar geçen yüzyılda ortaya çıkmış ve dal budak salmış olsa da aslını 19.yüzyıl Aydınlanması içerisinde aramak daha doğru olsa gerektir. Aydınlanma Çağı sonrası Batı Felsefesi iki ayrı ekolle temsil edilmiştir. Bunlar Analitik Felsefe ve Kıta Felsefesi’dir. Kıta Felsefesi daha çok Fransa ve Almanya’da güçlenmiştir. Avrupa Marksizmi de denilebilecek olan bu felsefede hermeneutik, fenomonoloji, postmodernizm, postyapısalcılık ve feminizm akımları yer bulmuştur. İşte Eleştirel Eğitim Felsefesi/Eleştirel Pedagoji, bu akımların ortak görüşlerinden oluşmuş bir eğitim felsefesidir. Neo Marksistler, eleştirel pedagojinin en önemli temsilcileridirler. Eleştirel pedagoji, tüm savunularında hümanist bir karakter taşır. Hümanizm, insana yüksek bir değer atfeden, her türlü dini, ideolojik ve milli değer ve düşüncelerden bağımsız olarak insanın gelişmesini, yüceliğini, refah ve mutluluğunu düşünce ve eylemin ni- 4 Cevizci, Ahmet, 2010. Eğitim Sözlüğü. Say Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, s.254-255. 27 Eğitimimizi tüm içeriği ile beraber bütüncül bir yaklaşımla yeniden gözden geçirmeli ve kendi insanımızı kendi köklerimizden aldığımız kuvvet ve temelle, diğer güzelliklerin etkileşimine açık bir şekilde yeniden inşa etmeliyiz. 5 Freire, Paulo, Ezilenlerin Pedagojisi, çev. Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yayınları, 8. Baskı, İstanbul, 2011, s.46. 6 Kant, Immanuel, Eğitim Üzerine, çev: Ahmet Aydoğan, Say Yayınları, İstanbul, 2009, s.101. 7 Kant, Immanuel, Eğitim Üzerine, çev: Ahmet Aydoğan, Say Yayınları, İstanbul, 2009, s. 36. 28 hai hedefi yapan anlayışın eğitim teorisi ile pratiği anlamına gelmektedir. 4 Gezi Parkı olaylarının aktörlerinin oldukça genç bir nüfustan oluştuğu gerçeği ile olaylara destek veren gerek bazı üniversitelerin gerekse bazı sivil toplum kuruluşlarının öteden beri sürdürdükleri eleştirel pedagoji faaliyetleri/projeleri, dikkatleri Neo Marksist bir teori olan eleştirel pedagojiye çekmiştir. Eleştirel pedagojinin en önemli temsilcisi olan Paulo Freire (ö.1997), ezen-ezilen mücadelesinin düşünce-eylem birlikteliğini (Praksis) doğurduğunu ama bu mücadelenin asla sloganla ve şiddetle olamayacağını vurgular. Freire’ye göre, kimse tek başına özgürleşemeyeceği gibi, başkaları tarafından da özgürleştirilemez. Özgürleşme yarı insanlar tarafından başarılamaz. İnsanlara yarı insani varlıklar olarak davranmak onları insandışılaştırır. O, baskı yüzünden zaten insandışılaşan insanların (ezilenlerin), özgürleşme sürecinde insandışılaştırıcı yöntemlere (propaganda, slogan, şiddet) başvurmalarına izin vermez.5 Freire’nin, Marx ve Hegel’den etkilendiği ortadadır. Ama onun dine, eğitime ve siyasete bakış açıları birlikte değerlendirildiğinde, Neo Marksist olarak tanımlanması oldukça anlamlıdır. Gezi Parkı süreci; atılan sloganlar, yapılan propagandalar, küfürler, kavgalar çerçevesinde değerlendirildiğinde eleştirel pedagojinin temsilcisi ve savunucusu olarak görülen çevrelerin bu alanda da Türk Usulü bir yaklaşım geliştirdikleri ve sergiledikleri sonucuna ulaşılabilir. Bu buluşun adı da Türk Usulü Neo Marksizm’dir. Ama Freire’yi kim ne yapsın? Önlerinde Machiavelli duruyorken: “Amaca ulaşmak için her yol mubahtır.”. Bu süreçte gençler ve öğrenciler kural-kaide tanımadılar. Uyarı ve ihtarları dinlemediler. Polisle çatıştılar ve üzdüler, üzüldüler. Bunlar bizim insanımızdı ve şahsiyet/kişilik bakımından kendilerini nasıl hissediyorlardı acaba? Kant (ö.1804), ahlak eğitimi disiplin üzerine değil, maksimler (temel kurallar) üzerine oturtulmalı; biri kötü alışkanlıktan alıkoyar, diğeri zihni eğitir ve düşünmeye hazırlar6 der. Çocuk öncelikle okul maksimlerine, sonra da insanlığın maksimlerine itaat eder. Böylece Kant, çocukta şahsiyet teşekkülünü amaçlar. İkbal (ö.1938)’e göre de eğitimin amacı şahsiyeti güçlendirmek olmalıdır. Şahsiyeti zayıf olanlar, kendine güveni olmayan, kültürel ve tarihi değerlerinden de beslenemeyen kimselerdir. Gezi Parkındaki öğrenciler, ne okul maksimlerine ne de insanlığın maksimlerine uymuştur. Müthiş bir hırs ve kinle inadına direnmiştir. Böylece de ne kendileri rahat etmiş ne de etrafa huzur vermişlerdir. Kant, eğitimden geçmemiş insan kaba, talim terbiye görmemiş insan serkeştir der. Talim terbiyenin ihmali, eğitim öğretimin ihmalinden daha büyük bir kötülüktür. Çünkü bu sonuncusu hayat içerisinde telafi edilebilir. Fakat serkeşlik (kanun kural tanımazlık) giderilemez ve talim terbiyede yapılan yanlışlık hiçbir zaman tamir edilemez.7 Anlaşılan o ki, toplum olarak bu öğrencilerin talim ve terbiyelerinde yanlışlıklar yaptık ve yapmaya devam ediyoruz. Rousseau, yetenekli bir adamı yoğurup biçimlendirmek istiyorsanız, önce ondaki sokak çocuğunu bulmalısınız, der. Çoğu lise ve üniversite öğrencisi olan bu gençler, günlerce sokakta kaldılar. Aradığımız sokak çocukları bunlar olabilir mi acaba? Aslında yetenekli olan bu gençler şimdi okullarında derslere girecekler. Elbette öğretmenlere, öğretim görevlilerine ve öğretim üyelerine bu konuda birçok görevler düşmektedir: Bu görevlerden biri de bu öğrencilerin yeteneklerini kendilerinin ve toplumun yararına kullanabilecekleri bir yöne rehberlik etmeleridir. Sonuç demokrasilerde başta karar vericilere düştüğünü belirtmek gerekir. Elbette ki gençlerimiz daha özgür olmalıdır ama bu özgürlük kendisinden başlayıp sonsuza doğru giden lineer bir çizgiyi değil, Varlık’tan kendisine yatay bir düzlemden gelip tekrar Varlık’a doğru yansıyan yatay bir çizgiyi betimlemelidir. Elbette ki gençlerimiz İkinci Yol: Taksim’de Emniyet güçle- sonsuza doğru giden ri, “Gezi Parkı’ndaki eyleme son verin!” anonsunun ardından dağılmayan gruplara müdahale etti. Eylemcilerin çadırları tek tek söküldü. Bazı eylemciler gözaltına alındı. Saat 21.00 itibariyle Taksim Gezi Parkı tamamen boşaltıldı.9 Tristram Shandy Beyefendinin Hayatı ve Görüşleri’10ndeki Toby Amca, kendisini bir süre rahatsız eden sineği yakalar ve pencereden dışarı atar. Sonra da arkasından ona şöyle seslenir: “Defol muzır yaratık, dünya ikimiz için de yeteri kadar geniş.”… daha özgür olmalıdır ama bu özgürlük kendisinden başlayıp lineer bir çizgiyi değil, Varlık’tan kendisine yatay bir düzlemden gelip tekrar Varlık’a doğru yansıyan Sonuçta iki yol karşımıza çıkmaktadır: yatay bir çizgiyi Birinci Yol: Açık bir alanda kendi betimlemelidir. başına duran bir ağaç eğilip bükülür ve özgürce dallanır budaklanır. Bodur kalır ve istenen seviyeye gelemez. Hâlbuki bir ormanın ortasındaki ağaç, etrafındaki diğer ağaçların tazyiki ile eğilip bükülmeden atabildiği kadar boy atar, yukarıdaki havayı ve günışığını arayarak uzadıkça uzar.8 Gençlerimize ve öğrencilerimize iyi bir çevre oluşturmak, onların nüvelerindeki iyi’nin ortaya çıkmasına zemin hazırlamak gerekmektedir. Bu görevin de 8 Kant, Immanuel, Eğitim Üzerine, çev: Ahmet Aydoğan, Say Yayınları, İstanbul, 2009, s. 42. 9 15 Haziran2013 tarihli gazeteler ve haberler. 10 Laurence Sterne’nin eseri. 29 TOPLUMSAL BARIŞ EĞİTİMİ TOPLUMSAL BARIŞA GİDEN YOL vural gündüz HACER YALÇINTAŞ PDR / BALIKESİR Toplumun en temel birimi birey olduğuna göre toplumsal barışın sağlanması için ilk adım, bireyin kendi ile barışık olması diyebilir miyiz? Bireyin kendini olduğu gibi kabulünün gün geçtikçe azaldığı bir dünyada yaşıyoruz. Dışarıdan bakıldığında özgüven sahibi, kendinden emin tavırlarıyla dikkat çeken kişiler, gerçekte kendi yalnızlığında kayboluyor olabilir. Öyleyse diyebiliriz ki; toplumsal barış bireylerin kendini tanıması, kendini olduğu gibi kabul etmesi, kendine değer vermesi ve dolayısıyla çevresine değer vermesi süreciyle sağlanır. Kendine küs olan çevresine nasıl barış getirebilir ki!? Kişinin kendini model aldığı en yakın çevre ailesi olduğuna göre barışcıl bir ortama giden yolda ikinci adımın, aile içi barışın sağlanması olduğunu söyleyebiliriz. Çocuklarımızın teknoloji furyasında kaybolduğu bir dünyada ailelerin buna duyarsız olması, ortaya çıkan çatışmalarda uzlaşmacı tavırdan uzak duruşları evlatlarımızı toplumsal değerlerimizden koparıyor. 30 Son zamanlarda elde ettiğim bir izlenim ailelerin toplumsal ve kültürel değerlerini çocuklarına layıkıyla aktaramadığı yönünde. Gençlerimiz birey olayım derken bireysel yaşam tarzında kültürel değerlerden gün geçtikçe uzaklaşmakta. Bu konuda bir öğrencimin yanlış bir davranışı nedeniyle uyarı aldığı babasına“ Bu benim hayatım sen kim oluyorsun da bana karışabiliyorsun?” cümlesini şuursuzca sarf etmesini örnek verebilirim. Acaba çocuklarımıza özgüven kazandıralım, onları özgür bireyler yapalım derken adeta ‘kaş yaparken göz çıkarma’ derecesinde onları değerlerimizden koparıyor muyuz? Ataya saygı milli değerlerin başında gelen ve barışın sağlanmasında temel alan bir koşul değil mi? Kendiyle barışık olmayan, günlük hayatta ideal ‘ben’ine ulaşamayıp sanal dünyada kendisini olduğundan farklı tanıtan ve o dünyada kendini var etmeye çalışan neslin eğitimcileriyiz. barış eğitim programı kapsamında iletişim becerileri, öfke kontrolü, çatışma-çözme, empati, demokrasi eğitimi, değerler eğitimi gibi eğitimler verilmeli ve bu sürece aile de dahil edilmelidir ki verilen eğitimler sadece okul duvarları arasında sıkışıp kalmasın. Öğrenciye okulda verilen teorik eğitim aile içerisinde desteklenmeli ve pratiğe dönüştürülmelidir. Okul sadece öğrencinin değil ailenin de eğitim yuvası olmalı. Böylece üçüncü adımımızı da atarak; hem öğrencide görmek istediğimiz kazanımlara hızlı bir şekilde ulaşırız hem de ailelere verdiğimiz eğitimler sayesinde toplum içi barışa doğru yol alabiliriz. Ailesini eğitemediğiniz bir öğrenciyi ne kadar eğitip geliştirebilirsiniz, en temel biriminde barış görmediğimiz topluma nasıl barış getirebilirsiniz ki? Eğitimciler olarak ne yapabiliriz? Toplumsal barışa doğru giden yolda aile içi barışı sağlamalı önce, sonra da okul ortamındaki barış ile desteklenmeli ve böylece global barışa doğru yol almalı. Eğitimin okul, aile, öğrenci üçgeninden oluşan bir süreç olduğu düşüncesiyle ailenin okul ile olan bağını güçlendirmek gerekmektedir. Okullarda öğrencilerimize Unutmayalım barış çiçeklerini toplamak için önce barış tohumlarını ekmek gerek. Çocuklarımıza barış eğitimi verelim ki gelecekte barış dolu günler bizimle olsun. Coğrafya Öğretmeni / İSTANBUL Milletlerin ve fertlerin huzur ve mutluluk içinde yaşayabilmesi için hoşgörü, diyalog ve barış anlayışının önemi günümüzde daha da artmıştır. Çünkü fertlerin hoşgörü ve barış ile ilgili düşüncelerinin, olumlu yönde eyleme dönüşmemesi çağımızın önemli bir sorunu haline gelmiştir. Hiç kimse inancı, etnik kökeni, kültürü ve yaşam tarzından dolayı yaşadığı toplumdan dışlanmamalıdır. Toplumda bulunan farklı ırk, inanç, dil ve kültürlerin, o toplumun zenginliği olarak kabul edilmesini sağlamak ise eğitimden beklenmektedir. Birlikte yaşama kültürünü ortak paydada buluşturarak, uzlaşmayı bir yaşam biçimi haline getirmek, eğitimin birinci derecede önceliği haline gelmiştir. Bunun için barışı engelleyen sorunların çok iyi saptanması gerekir. Bu sorunların tümünde ise, yerel ve ulusal düzeyde toplumun tüm katmanlarının katkı sağlaması, bilinçli bir eğitim sürecinden geçer. Türk eğitim sistemi, milli birlik ve beraberliği tesis ederken; hoşgörü, sevgi, sosyal barış, yardımlaşma, paylaşım, dayanışma, güven vb. değer ve kavramların toplumun ortak paydaşları olduğunu ve bir arada yaşamanın ön koşulu olduğunu vurgulamalıdır. Bunları anlamlandırıp, içselleştirerek yaşam biçimi haline getiremezsek gerginlik, öfke, güvensizlik, çatışma kaçınılmaz olacaktır. Bu ortamda ise barış ve huzuru sağlamak zor olacaktır. Okullarda barış kültürünü yaymak amacıyla kendine özgü eğitim altyapısı oluşturulması artık kaçınılmaz bir durumdur. Aynı zamanda barışsever, hoşgörülü bireyler yetiştirmek, uzun bir eğitim sürecini de beraberinde getirir. Bu yüzden aileden itibaren bütün yaygın ve örgün eğitim kurumlarında barış eğitimine önem verilmelidir. Her vatandaşın toplumsal barış için bilinçlendirilmesi eğitim müfredatının ayrılmaz bir parçası haline getirilmelidir. Bu çerçevede Türk milli eğitiminin yaptığı müfredatta, özel olarak da her dersin öğretim programında hoşgörü, barış, farklılıkları kabullenme, empati, duyarlılık, karşılıklı saygı ve benzeri kavramlar yer almalıdır. Tüm bunları uygulama alanına koyma, iyi planlanmış eğitim ve öğretimle mümkündür. Yani barış ve hoşgörü kavramları kâğıt üzerinde kalmamalıdır. Toplumsal barışın temelleri eğitimin bilim- sel ve dinamik yapısıyla örtüşmelidir. Fertleri çocukluktan itibaren hoşgörü, diyalog ve barış eğitiminden geçirerek sorunları kalıcı ve insani yollarla çözme alışkanlığı kazandırılmalıdır. Bunu sağlamak için yazılı ve görüntülü eğitim materyallerinin hazırlanması, özellikle çocuklar için çizgi filmlerin yapılması, hoşgörü ve toplumsal barışın temellerini çok erken yaşlardan itibaren atacaktır. Bu çerçevede eğitimin, toplumsal barışın ve demokratikleşmenin sağlanmasına katkı sunan bir anlayışla uygulanabilir bir şekilde mevcut durumun geliştirilmesi gerekiyor. Ders kitaplarında yapılacak olan düzenlemeler ve yenilikler, toplumsal barışı sağlamada ülkemize önemli katkı sağlayacaktır. Ayrıca kitapların ve müfredatın uygulayıcıları öğretmenler olduğuna göre, öğretmen eğitiminin de barış eğitiminin ayrılmaz bir parçası olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu da kuşkusuz, öğretmenlere verilecek hizmet içi eğitimden geçiyor. Toplumsal barış sürecinde önemli etkiye sahip olan öğretmenlerin ders içerisinde kullandıkları dil ve öğrencilere karşı takındıkları tavır çok önemli olacaktır. Barış ve hoşgörünün yolu okullardan, derslerden geçer. 31 ( Caminin İkinci Katı) TOPLUMSAL BARIŞI GÖRÜNÜR KILMAK Çaybaşı Kargalı Camii ve Mektebi Bağlamında Sembolik Bir Aktarım ( Mezarlık İçindeki Caminin Genel Görünümü )4 zeki saka PDR / KONYA 1 İlçenin tarihi, kültürel, sosyal vb. özelliklerinin araştırıldığı her hangi bir “müstakil çalışma” bulunamamıştır. İlçenin bu gün bile tanıtımı yeterince yapılamamaktadır. İlçeye ait tek çalışma kaymakamlık tarafından 1998 yılında yapılmış olan bir tanıtım kitabıdır (Bkz. Siyambaş,1998). 2 Camii ve mektebin bulunduğu yer resmiyette Kargalı Mahallesi olarak geçse de, insanların gündelik dilinde bulunduğu mevkiden ötürü “Aşağı Köy” olarak bilinir. Dolayısıyla caminin de adı “Aşağı Köy Camii”dir. 32 Dosya konusu olarak kendisine “toplumsal barış”ı, kendini bir zaruret olarak da iyiden iyiye hissettiren bir kavramı seçmiş bir dergide, durduk yere metruk bir köy camisinden ve mektepten bahsetmenin ne anlamı olabilir? Cami ve mektebin kişisel yaşamımda hususi bir manası elbette var. Bu cami benim çocuk halimle cemaat, babamın ise aldığı eğitimin gereği, vazife bilip de vaazlar verdiği, cuma ve bayram namazları kıldırdığı bir camidir. Mektepse, babamın çocukluğunda gittiği gibi benim bir sene de olsa gittiğim mekteptir. Fakat bir metni tamamen hususi mana üzerine kurmak, onu ziyadesiyle şahsileştirecektir. İnsanın anıları, dinledikleri ya da ferdi yaşamının neticeleri yani en rafine haliyle tecrübe, bir ülkenin toplumsal ve siyasal zaruretleri bağlamında değil fazla bir şey, hiçbir şey ifade etmeyebilir. Ama kişisel yaşamın doğallığı gereği diğer insanlara eklemlendiği yerde oluşan genel hava, sulh ve selametle geçen bir ortak yaşam algısına dahası öyle bir yaşamın bizzat kendisine vesile olabiliyor. Bu vesile çoluk çocuk demeden, ırk ve cinsiyet ayrımı gözetmeden, yediden yetmişe herkese hitap edebiliyor. Yine kendi doğallığı gereği herhangi bir düşünce pratiğine gerek duymadan içkin hale de gelebiliyor. Zannımca bu noktada durup, biraz düşünmekte fayda var. Zira cami ve mektepten mahalleye, mahalleden köye, köyden tüm ilçeye yayılan ortak yaşamın bizzat kendisini değilse bile, o yaşamı var eden koşullar ve kurumlar üzerinde düşünmenin kazanımları muhakkak olacaktır. Metne konu olduğu şekliyle, bütün farklılıklarına rağmen onlarca insanı kendi çevresinde toplayan ve onlara, birlikte olmayı, beraber yaşamayı öğreten cami ve mektep, Ordu’nun küçük ilçesi Çaybaşı’ndadır. Yıllarca, Ordu Ünye’ye bağlı bir belediye olan Çaybaşı, 1991 yılında ilçe olmuştur. Merkez nüfusu 6000 civarında olan ilçe, Karadeniz’in bütün coğrafi, beşeri ve iklim özelliklerini sergiler.1 Bekleneceği üzere yeşillikler içindeki ilçede, dağlık bir arazide, dağınık bir yerleşim görülür. Dağınık yerleşim zamanın her döneminde ilçe insanının sağlık, eğitim ve ibadethane kullanımlarını olumsuz etkilemiştir. Bugün hala yaygın bir şekilde var olan dağınık yerleşimde, ekonomik iyileşmeyle, teknik imkânların artmasıyla kısmen aşılma eğilimi gösteren olumsuzluklar, maalesef devam etmektedir. Metni anlam itibari ile reel, anlatım itibari ile göreli de olsa sembolik kılan Kargalı2 Camii ve Mektebi de, zikredilen dağınık yerleşimin gereklerine göre inşa edilmiştir. Dış Kapı Dağınık yerleşimin gereği mesafe kavramının iyice izafi olduğu bir coğrafyada camii ve mektep, ırmak kenarında, bir mezarlığın ortasına, genel muhite göre düz bir yere inşa edilmiştir. Camii ve mektebin mezarlığa yapılmış olmasının, yazıya konu etmeye çalışıldığı şekilde sembolik okumaya müsait yanları söz konusudur. Zira mezarlık, gerek camiye gelen yetişkinlere gerek de mektebe gelen çocuklara, hatırlattığı ölüm duygusuyla, her şeyin fani olduğunu ima eder gibidir. Camiinin yapılış tarihi kayıtlarda 1700 yılı olarak belirtilse de (Uzun, 2012) belirtilen tarihi teyit edecek her hangi bir bilgi söz konusu değildir. Aynı şekilde mektebin3 yapılış tarihi de net olarak bilinmemekle birlikte, cami ile birlikte inşa edilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Zira sadece dışarıdan bakmak bile iki yapının birbirini ne kadar tamamladığını gösterecek niteliktedir. Fakat burada metnin gayesi bağlamında önemli olan, ne caminin ne de mektebin yapılış tarihi değildir. Metnin gayesi bağlamında önemli olan cami ve mektebin birlikteliğidir. İnsanların zihninde gereklilik olarak var olan iki kurum, biri diğerine tercih edilmeden yan yana inşa edilmiştir. Böylece zihniyette zaten bir olan kurumlar toplumsal hayatta da mücessem hale gelmiştir. İç Kapı Dağınık yerleşim, maddi ve teknik imkânlar belki her mahalle ya da köye bir cami yapımını zor kılmış olabilir ama var olan imkânsızlık ve belki de en çok coğrafya kendi jestini yapmıştır. Zira sadece camii ve mektebin inşası bile insanlarda, bir birliktelik, beraber iş görme duygusu oluşturmuştur. Vakıa insanlar önce düşünce bağlamında bir araya gelirler. Ve düşünce bir eyleme matuf olduğu sürece insanları bir arada tutar. Caminin yapı ustalığı ve iç ahşap süslemeleri5 anne tarafından büyük dedemiz ve arkadaşı tarafından yapılmıştır.6 Dedem Yanıklı Namlı Hacı Osman Gümüş, camiinin iç süslemelerinin Osmanlı Rus Harbinden7 sonra Batum’dan göç etmek durumunda kalan büyük dedesi tarafından yapıldığını bana bizzat anlatmıştır. Belki de büyük dedem, muhacir olmanın yükünü camiye yaptığı bu katkıyla atmıştır üzerinden. Birçok muhacir aile, böylece emin addedilmiş ve toplumsal bir kabul görmüşlerdir. Harbin ağır şartlarının devam ettiği bir dönemde, bölgedeki Rum ve Ermenilerle, uzakta olsa birlikte yaşamanın henüz adı konulmamış gerilimi tahayyül edildiğinde, Gürcü bir muhacirin, cami yapmasının önemi daha iyi anlaşılacaktır. Bütün bir muhite, toplumsal ilişkiler bağlamında nefes aldıran bu yapı, Gürcü muhaciri bir ustayla, 3 Bazı kaynaklarda Kargalı Mektebi için “medrese” ifadesi kullanılmaktadır (Demir, 2006:316). Fakat medrese ifadesi, sadece köyde yaşayan insanlar için değil, ilçedeki insanların kullanımları ile de uyumlu değildir. İlçe ve köylerinde medrese yerine “sübyan mektebi” ifadesi kullanılmaktadır. Mektepte verilen eğitimin içeriği de bu kullanımı doğrulamaktadır. 4 Fotoğrafların tamamı Muhammed Emin SAKA tarafından çekilmiştir. 5 Mesleki bir eğitimim olmadığı için caminin yapısal özelliklerini ve sanatsal değerini teknik bir dille ifade etmem mümkün görünmüyor. Bu nedenle fotoğraflardan yararlanmayı tercih ettim. Yine de caminin ahşap, minaresiz ve iki katlı olduğunu belirtmeliyim. Sunulan fotoğraflar, caminin genel itibari ile özelliklerini gösterecek şekilde düzenlenmişlerdir. Caminin yapı özellikleri için (Bkz. Bayhan, 2009:65-66). 6 Caminin ve mektebin yapılış tarihi araştırmalarda tahmini olarak verilmektedir. Aynı şekilde kimler tarafından yapıldığının da bilinilmediği ifade edilmektedir (Bayhan, 2009: 65). Dedemin babasından, benim de dedemden bizzat dinlediklerim bu konudaki belirsizliği giderecek niteliktedir. Fakat bu konudaki bilgilendirme daha sonra müstakil bir başka çalışmayla gerçekleştirilecektir. 7 Burada göçe neden olan savaşın Osmanlı Rus Harbi (93 Harbi) mi, yoksa Kırım Harbi’ mi olduğu araştırmayı gerektiren konudur. Her iki savaştaki Rus varlığı bir bilgi karmaşasına sebep olmuş gibi görünüyor. Bu konuyla ilgili müstakil bir çalışma daha sonra gerçekleştirilecektir. 33 Bütün bir muhite, toplumsal ilişkiler bağlamında nefes aldıran bu yapı, Gürcü muhaciri bir ustayla, muhitin yerlisi bir Türk ustanın işbirliğinde gerçekleşmiştir. Dedem Yanıklı Namlı Hacı Osman Gümüş, camiinin iç süslemelerinin Osmanlı Rus Harbinden sonra Batum’dan göç etmek durumunda kalan büyük dedesi tarafından yapıldığını bana bizzat anlatmıştır 34 muhitin yerlisi bir Türk ustanın işbirliğinde gerçekleşmiştir. Irkı dolayısıyla dili ve kültürü birbirinden ziyadesi ile farklı olan iki dünyayı birbirine yakın kılanın, kelimenin tam manasıyla “İslam” olduğunu söylemeye bilmem gerek var mı? Camiinin ameliyesinin, baba tarafından dedem Sakun Halilin Ahmet Saka (Sakaoğullarından Halil oğlu Ahmet Saka)’nın anlatımlarından yola çıkılarak “her evden dönüşümlü bir erkek göndermek” suretiyle gerçekleştiğini tahmin etmek güç değildir. Bu usul bugün de geçerlidir. Kim bilir, birbirine yabancı kaç aile bu inşaatta tanış hatta akraba oldu! Selamı sabahı kesmiş nice kırgın ve küskün insanlar da barışık oldu. Bir çift gözün görüş alanına sığmayan muhitteki tek caminin, her şeye rağmen bütün cuma ve bayram namazlarında dolup taştığı, benim hatırladığım bir anı olduğu kadar, yeri geldikçe herkesçe anlatılan ve konuşulan bir şeydir. Akraba ya da değil, camiye uzaktan yürüyerek gelmenin, yol boyunca sohbet etmenin, yarenliğin ya da sadece camiide buluşmanın verdiği tanışıklığın izleri, bugün hala devam etmektedir. Yaşça dedemin emsali amcalar, torunu yaşındaki gençlerle konuşmak durumunda kaldıklarında, tanışıklığı öncelikle onların dedeleriyle beraber kıldıkları cuma ve bayram namazlarında ararlar. Aradıklarında hiç zorlanmaz, hemen bulurlar. Zira insanlar, ortak bir mana etrafında yapıp ettikleri şeyleri kolay hatırlarlar (Connerton, 1999). ( İkinci Katın İşlemeli Çubukları) ( Yan Odayı Gören Pencere) (İkinci Katın İşlemeli Çubukları) (Yan Odanın Duvarına İşlenmiş) 34 Cuma ve bayram namazlarında camiye gitmek, yetişkinler için dini bir vecibe olduğu kadar bir de sosyal sorumluluktur. “Cumasız” olmak deyimi, o günlerin bugünlere hediyesidir. Yatalak hasta olmak dışında hiçbir mazerete kapı aralamayan bu deyim, birçok insan için gündelik yaşamın ve ilişkilerin seyrinin anahtarı olmuştur. Mektebe gelmek ve devam etmek söz konusu olduğunda benzer yaklaşım çocuklar için de geçerlidir. Bir yetişkin için cumaya gitmek sosyal beklentiler bağlamında neye denk geliyorsa, ergenliğin arifesindeki genç adayların ve cumadan münezzeh olan çocukların mektebe gelmeleri de ona denk gelmektedir. Mektebe yolu düşmeyen çocuğun yarın cumaya, camiye, cemaate de yolu düşmez çünkü. Zaten cumanın şimdiki cemaati, çoğunlukla zamanının da mektep talebesidir. Dolayısıyla mektep ve cami birbirini sosyal dünyada bir kere daha tamamlar. Mektebe gelen çocuğun, geliş gidişleri babasının ve dedesininkinden farklı değildir. Aynı mesafeyi, yürüme yolunu o da kat eder. Yalnız gelip gitmediği mektep yolunda bir sürü arkadaşı, ağabeyi, ablası hatta sevdiği kız bile olur. Mektep onu, sadece geldiği köyün ya da mahallenin çocukları ile değil civardan gelen bütün emsalleriyle, Gürcü ya da Türklerle, hiç görmediği ağabeyi, ablalarıyla tanıştırır. Yıllarca sürecek, her fırsatta dile gelecek, hak hukuk doğuracak mektep arkadaşlığı böyle kurulur. Ufak tefek didişmeler, diş bilemeler belki kavgalar iki insanın olduğu her yerde olur. Ama cami gölgesinin düştüğü, penceresinden mezarlığın göründüğü bir mektepte kin tutamaz, meseleyi uzatamazlar. Yarın yine geleceği, aynı ritimle, hep bir ağızdan okuyarak zammı sureleri ezberleyeceği mektepte, cemaat olacağı dibindeki camide, kırgınlığın sürmeyeceğini daha o yaşta öğrenir. En fazla, mektep bahçesindeki ıhlamur ağacının o gün bile diri olan gövdesinde oynanan uzuneşek oyununda, üstte daha fazla kalmanın yolları aranır. …………………. Netice babında bir muamma; Kim bilir, belki bu gün için bile toplumsal barış, bütün sembolik çağrışımlarıyla söylemek gerekirse, üzerine cami gölgesi düşen ve penceresinden mezarlık görünen okullardan geçiyordur! REFERANSLAR BAYHAN, A.A.(2009), “Ordu’dan Bazı Tarihi Ahşap (Çantı) Camiler, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 2 / 7 CONNERTON, P.(1999), “Toplumlar Nasıl Anımsar?”,(Çev. A. Şenel), İstanbul: Ayrıntı Yayınları DEMİR N.(2006), “Ordu Yöresi Tarihinin Kaynakları IX, Efsaneler, Masallar, Maniler ve Etnografik Malzemeler”, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları SİYAMBAŞ B.(1998), “Dünü ve Bugünü İle Çaybaşı”, Çaybaşı Kaymakamlığı Köylere Hizmet Götürme Birliği Yayını:1 UZUN K. (Haz.), (2012), Ordu/Çaybaşı İlçesi Tanıtım Filmi, Çaybaşı: Nazar Dijital KAYNAK KİŞİLER (Atıf Sırasına Göre) Osman GÜMÜŞ, Yanıklı / Yanıklının Osman olarak tanınır. Unvanını köyünün isminden almıştır. Köyün ismi babasının yadigârıdır. İlçenin eşrafındandır, uzun yıllar ticaretle uğraşmıştır. Bu gün itibari ile 81 yaşındadır. İlçe ve yöresinde gayet iyi bilinen, tanınan ve saygı duyulan bir merkez şahsiyettir. Ahmet SAKA, Sakun Halilin Ahmet Saka (Sakalardan/Sakaoğullarından Halil Oğlu Ahmet SAKA) olarak tanınır. Unvanını soyadından almıştır. Uzun yıllar fındık çiftçiliği ile geçimini sağlamıştır. Bu gün itibari ile 79 yaşındadır. Muhitte sözüne, kanaatlerine itimat ve itibar edilen bir kişidir. 35 Eğitim Fakülteleri ve Öğretmen Yetiştirme Üzerine Giriş Tezi “Türkiye, yarımlıklar ülkesidir.” METİN BAYRAK Felsefe Öğretmeni / İSTANBUL Örgün eğitimin kutsandığı günümüzde, “Eğitim süresi ne kadar uzun olursa gelişmişlik yükselir.” yargısı neredeyse dogmaya dönüşmüştür. 36 “Türkiye, yarımlıklar ülkesidir.” tezi, çok sert bir yargı, farkındayım. Bununla ne demek istediğimi açıklayıp konu yargımı ya da tezimi temellendirmeye çalışacağım. Eğitim fakülteleri ve öğretmen yetiştirme üzerine adlı bu felsefeleştiride konuya dair çeşitli tezler ileri süreceğim. Eğitim, geç Osmanlı erken Cumhuriyet döneminde seküler hale getirilmeye çalışıldı. Siyasi irade tarafından konjunkturel olarak siyasi iktidarın oynadığı eğitimin, önündeki patolojik ‘milli’ nitelemesi ile manipülasyona ne denli açık tutulageldiği hepimizin malumudur. İnsan, dil bilinci olan ahlaksal varlığa dönüşme sürecinde toplumsal bir özne olarak karşımıza çıkıverir. Profesyonel anlamda bir iş üretmesi beklenir belli bir yaşın ardından. Bu süreçte zorunlu olarak örgün eğitim içinde yer alır. Ülkeden ülkeye değişen zorunlu eğitim yasalarına rastlamak olanaklıdır. Örgün eğitimin kutsandığı günümüzde, “Eğitim süresi ne kadar uzun olursa gelişmişlik yükselir.” yargısı neredeyse dogmaya dönüşmüştür. Zorunlu eğitim, belli bir kademeden sonra öğrencilerin eğilimlerine, toplumun ihtiyaçlarına göre dizayn edilir. Profesyonel olarak kimi öğrenciler eğitim ‘sektör’ünü tercih eder. Bunlar arasında fen, edebiyat, fen-edebiyat ve yazının konusu olan eğitim fakülteleri yer alır. Birinci Tez “Öğretmenler, öğretmenlik sertifikası olan fen, edebiyat, fenedebiyat fakülteleri mezunlarından öğretmenlik sertifikası alanlar arasından seçilir.” Eğitim fakültelerinde yetişen öğretmenler, öğrenciler tarafından her branşla ilgili muhatap kalınan “İyi ama ne işime yarayacak?” sorusunu ne yazık ki doyurucu biçimde yanıtlayamamaktadırlar; çünkü geniş genelinin alanın(ın) hayatla, diğer disiplinlerle olan bağını kendi zihninde yeterince kuramadığı görülür. Bunun temel nedeni, eğitim fakültelerinde yetişmeleridir. Eğitim fakültelerinden ne ‘kuş’ ne de ‘deve’ olarak çıkarlar. Yeterince alanın içine girme imkânı -içinde bulundukları fon nedeniyle- bulamazlar; kuramsal olarak alınan öğretmenlik derslerinin “saha”da ne işe yaradığı ise tartışmalıdır. Bu konuda öğretmenler arasında yapılacak bir araştırmanın, verilen derslerin anlamının ifşasını sağlayacağı kanaatindeyim. Fen Edebiyat fakültelerinde öğrenim gören öğrenciler, arzu ettikleri durumda öğretmenlik için gerekli olan sertifika programı kapsamında yer alan ve eğitim fakülteleri tarafından verilen dersleri alarak öğretmenlik hakkı kazanabilirler. Öğretmenlik sertifikası almadan fakülteden mezun olanlar, göreli bir iş deneyiminin ardından öğretmenlik yapmak isteyebilirler; bu durumda bulunduğu yerdeki üniversitenin eğitim fakültesince verilen sertifika programını tamamlayarak öğretmenlik hakkı kazanabilirler. Bunun sonucu öğrenciler, saha deneyimi olan öğretmenlerle de karşılaşma, tanışma olanağı bulmuş olurlar. İkinci Tez “Eğitim fakülteleri, sınıf öğretmeni yetiştirmek ve diğer fakültelere pedagojik formasyon vermekten sorumludur.” Eğitim fakülteleri, disipliner olmayan sınıf öğretmenliği gibi alanlar dışında öğretmen yetiştirme görevini edebiyat, fen, fen-edebiyat fakültelerine devreder. Görev tanımı, sorumlu olduğu alanlarda öğretmenler yetiştirmek ile diğer disiplinlerde öğrenim gören ve öğretmenlik yapmak isteyenlere sertifika dersleri vermekle sınırlandırılır. Türkiye’de işveren Milli Eğitim Bakanlığı olduğu için YÖK ile öğretmen yetiştirme konusunu istişare eder ve sürekli ‘yeni’ politikalar, düzenlemeler geliştirir. Her alanda olduğu gibi -ne yazık ki- burada da yap-bozlarla hareket edilir. Sürekli değişen mevzuatlarla fen, edebiyat, fen-edebiyat fakültesi öğrencilerinin öğretmenlik sertifikası alarak öğretmen olup olamayacağı belirsizliğini korur. Eğitim fakültelerinden ne ‘kuş’ ne de ‘deve’ olarak çıkarlar. Yeterince alanın içine girme imkânı -içinde bulundukları fon nedeniyle- bulamazlar; kuramsal olarak alınan Üçüncü Tez öğretmenlik derslerinin “Üniversitelerin varlık nedenleri arasında alanında uzman yetiştirmek kadar araştırma yapmak da vardır.” “saha”da ne işe yaradığı Üniversiteler, hükumetin güdümünde olan YÖK tarafından sürekli kontenjanları artırılan ve bu nedenle ise tartışmalıdır. İ Tam metine http://vmetinbayrak.blogspot. com/2013/02/egitim-fakulteleri-ve-ogretmen. html adresinden ulaşabilirsiniz. 37 Mesleki anlamda donanımlı hale gelen öğretmen, çağın çok sevdiği deyimle “rekabet edebilirlik” açısından nitelikli hale geleceğinden ülkenin endekslerdeki sıralarının iyileşmesine de katkıda bulunacaktır. de facto yüksek liselere dönüşen kurumlardır. Üniversiteler politikası, akademisyenlere de ikinci öğretim ile ‘rüşvet’ vererek, “bir yanlışı bir başka yanlışla düzeltmek” yanlışına düşmekte; şöyle ki, akademisyenlerin ücretleri göreli olarak düşük; bu sorun, ikinci öğretim vb. araçlarla çözülmeye çalışılmakta. Sonuç: Akademisyenler, ders yükü nedeniyle kendini tekrar eden, alanını dahi yeterince takip edemeyen “tiltli yüksek lise öğretmenleri”ne dönüşürler. Eğitim fakülteleri, diğer alanlarda okuyan öğrencilere sertifika programı kapsamında servis dersleri verdiklerinde iş yükleri azalacağı için eğitim alanına dair, varlık nedenlerine uygun olarak daha fazla araştırma yapma imkânı bulabilirler. Dördüncü Tez “Öğretmen adayları, stajyerlik, yardımcı öğretmenlik, öğretmenlik statülerine bağlı olarak sınıfa kademeli olarak alınır.” Her mesleğin çıraklığı, kalfalığı ve ustalığı varken belli bir alanda kuramsal bir eğitimin ardından sınıfa girmeye izin veren eğitim politikasının handikaplarına dair sürekli yazılıp çizilmekte. Mazide yeterli öğretmen olmaması nedeniyle ‘pratik’ çözümler uygulanmıştır; ama konu ‘çözüm’lerin faturasını bütün toplum hala ödemektedir. Oysa şimdi, öğretmen arz fazlalığı var. O nedenle uzun erimli politikalar rahatça hayata geçirilebilir. Öğretmen adayları, liyakate dayalı birtakım aşamaların ardından “öğretmenlik” statüsüne kavuştuğunda hem kendilik algısı gelişecek hem de öğretmenlik mesleğinin saygınlığı yükselecektir; bu süreçte hiç kuşku yok ki ücretler de iyileşecektir. Mesleki anlamda donanımlı hale gelen öğretmen, çağın çok sevdiği deyimle “rekabet edebilirlik” açısından nitelikli hale geleceğinden ülkenin endekslerdeki sıralarının iyileşmesine de katkıda bulunacaktır. Sonuç “Toplumsal sorunlar, istişareyle üretilecek ortak akıl ile kalıcı biçimde çözümlenebilir.” “Türkiye, yarımlıklar ülkesidir.” tezine dönersek, devlet politikası ile gündelik politikaları birbirine karıştıran siyaset anlayışı ile politika üretmenin kısır döngüsü içinde yap-bozlarla, deneme-yanılma, yeniden yap-boz, deneme-yanıl/ ma ile sorunlar, çözülmekten ziyade daha da derinleşmekte, içinden çıkılmaz hale gelmekte; oysa istişare yöntemiyle üretilecek ortak akıl ile çözümlenebilir. . 38 39 www.oncuegitimciler.org.tr PEKİŞTİRME YÖNTEMİYLE ÖĞRETİM, BALİNA EĞİTİMİ, PEKİŞTİRİCİLER BALİNA ÖYKÜSÜ ADEM GÜNDEM Matematik Öğretmeni / İSTANBUL Eğitimde insanların eğitilmesinden daha zor olanı hayvanları eğitmek olduğuna ve bu metot bu tür eğitimlerde işe yaradığına göre, neden insanlar benzer metotla eğitilemesinler? Sadece denemek lazım. 40 Balina ve yunus balığı eğitimcilerinin tonlarca ağırlığındaki balinaları ve yunusları nasıl suyun yedi metre üzerine sıçratıp orada akrobatik hareketler yaptırdıklarını hiç merak ettiniz mi? Ayrıca yine bu eğitimcilerin, balinayı ve yunus balıklarını suyun çok üzerindeki bir ipin üzerinden nasıl atlatabildiklerini biliyor musunuz? İpten atlatmak ve suyun çok üstünde akrobasi hareketleri yaptırmak, aslında çok zor bir iştir. Belki de insanın eğitilmesinden de zordur. Eğitimin her kademesinde eğitmenlerin karşılaştıkları eğitim sorunları bu öyküyle ya da metotla mutlaka çözüme kavuşturulabilir. Eğitimde insanların eğitilmesinden daha zor olanı hayvanları eğitmek olduğuna ve bu metot bu tür eğitimlerde işe yaradığına göre, neden insanlar benzer metotla eğitilemesinler? Sadece denemek lazım. Temel sorun, anne ve babalarımızın, öğretmen, eğitmen, çalıştırıcı veya yöneticilerimizin karşılaştıkları eğitim sorununu sabırla çözmek yerine, öfkeyle yok etmeği seçmelerinde yatıyor. Peki, bu eğitimciler bu işi nasıl başarıyorlar? Bu eğitimcilerin en önemli ve birinci özellikleri, öğrenilmesi ve tekrarlanılması istedikleri bilgileri ve davranışları kızmadan, bağırıp-çağırmadan, ısrarla ve sabırla pekiştirme çalışmaları yaptırmalarıdır. Burada her eğitimciye düşen birinci ve en önemli görev, pekiştirme yöntemiyle öğretme (PYÖ) metodunu sabırla öğrenip sonra da sabırla bu metodu öğrenciler üzerinde denemektir. Zamanla da bu becerilerini geliştirmesidir. PYÖ Metodunun Temel Nitelikleri ve Yöntemleri Bu metot genel olarak beş basamaktan oluşmaktadır. Her basamak ısrarla ve sabırla takip edilmelidir. Sonuç almadan vazgeçilmemelidir. Şimdi basamakları beraberce takip edelim. Birinci basamak: Eğitimciler balina öykü- sünde, hayvanı eğitmeden önce, balinanın çevresini, onun başarısız olmasına sebebiyet verecek engellerden arındırmakla işe başlarlar. Böylece balinanın başarılı olması garanti altına alacak ortamın oluşturulması sağlanır. İkinci basamak: Öğretilecek konuyu belirlemek, aynı anda tek işle meşgul etmek. Eğer öğretilecek konu su üzerindeki ipten atlatmaksa, başlangıçta ip suyun hemen üzerinde tutularak suya temas etmesi sağlanır. Bu öyle bir durumdur ki balinanın kendisinden bekleneni yapmaması mümkün değildir. Balina ipin üstünden her atlayışında “olumlu pekiştirici” alır. Balıkla beslenir, okşanarak sevildiği hissettirilir, eğiticisiyle oyun oynama fırsatı bulur, böylece davranışı pekiştirilir. Üçüncü basamak: Başarısızlık durumu ile karşılaşılırsa yapılacak iş olumsuz eleştirmemektir. Buna göre balina ipin altından geçerse ne yapılır? O zaman hiçbir şey olmaz ya da yapılmaz. Ne balinaya zarar verecek elektrik şok verilir, ne onu sinirlendirecek yıkıcı eleştiride bulunulur. Ne de gelişme sürecinde olumsuz değerlendirmeler yapılır. Sessiz kalmakla olumsuz davranışının onaylanmadığı öğretilir. Dördüncü basamak: Bu ilkenin temelinde “olumlu olanı pekiştirme ilkesi” vardır. Balina ipin altından çok ipin üstünden geçmeye başladığında, eğitimciler ipi giderek daha yükseğe çıkartıp orada gererler. Balinanın fiziksel veya duygusal rahatsızlık duymaması için ip yavaş yavaş yükseltilmelidir. Beşinci basamak: Balina eğiticilerinin kullandığı motive yöntemi “kutlamak”tır. Onlardan alınacak en önemli ders çok kutlamaktır. Çok kutlamanın yanı sıra daha önemli olan, az eleştirmektir. Evet, çok kutlama yerine az eleştirmeliyiz. Eğitimciler eğitilen bireylere başaramama olanağı sunmalı. Bunu sunarken de, kendilerine sabırlı olma eğitimini vermeliler. İnsanlar işleri mahvettiklerinde bunu anlarlar. Bu anda ihtiyaç duydukları şey sadece yardımdır. Onları burada yalnız bırakmamak yardım etmek gerekir. Peki, nasıl? Nasıl mı? Onları beklediklerinden daha az eleştirmekle. Onları daha az eleştirir ve cezalandırarak disipline edersek, o olayı unutmaz ve tekrarlamazlar. Eğitimcilerin temel görevi öğretecekleri konuyu öğretmeden önce insanların başarısız olmayacakları şartları oluşturmak zorunda olduklarını bilmeleridir. “Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız, sevdiriniz nefret ettirmeyiniz.“ hadisi şerifi ne kadar da doğru söylüyor ve hedef veriyor değil mi?! Öğretilecek konuları zorlaştırmayıp kolaylaştırabilirsek başarının arttığını, öğretilmek istenilen konuların ve davranışların öğretilebildiğini göstermiş olacağız. Çok kutlayıp, az eleştirip, ipi ne kadar yükselteceğimizi yani hedefleri ne zaman nerede ve ne kadar arttırmamız gerektiğini iyi bilmek lazım. Tecrübe etmeden de bu ve benzeri hassas ayarları yapmak zordur. Her birey bir âlem olduğuna göre herkes için farklı metotlar geliştirmek gerekir. Bilmek, tecrübe etmeden yeterli bir çözüm yöntemi değildir. Eğitimcilerin temel görevi öğretecekleri konuyu öğretmeden önce insanların başarısız olmayacakları şartları oluşturmak zorunda olduklarını bilmeleridir. “Kolaylaştırınız zorlaştırmayınız, sevdiriniz nefret ettirmeyiniz.” hadisi şerifi ne kadar da doğru söylüyor ve hedef veriyor değil mi?! 41 EĞİTİM ORTAMLARINDA KEREM GÖZEN ÖFKE YÖNETİMİ VE an u zam lğ u d l o lo in kra ncinin kral n e m t . e Öğre iydik, öğr olduk n e m c öğren aman öğret z duğu Herhangi bir kim se öfkelenebilir. Bu kolaydır. Ne var ki; Doğru in cede Doğru zaman sana Doğru derela Doğru biçimde da Doğru maksatöfkelenmek İşte bu zordur. PDR / İSTANBUL • Saldırganlık, kasıtlı olarak zarar verme amacıyla gerçekleştirilen davranışların ortaya çıkardığı durum olarak tanımlanmıştır. • Öfke, istenmeyen sonuçlara ve karşılanmayan beklentilere verilen son derece doğal ve insani bir tepkidir. Ama öfke, başkalarını kontrol etme yolu değildir. “Allah’ım bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için ‘cesaret’, değiştiremeyeceğim şeyleri kabullenmem için ‘sabır’ ve ikisi arasındaki farkı görebilmem iç in de ‘akıl’ ver!” HİTİT DUASI MÖ 2000 42 ARİSTO • Zorbalık, taraflar arasında güçlerde dengesizliğin olduğu, güçlü olan çocuğun ondan daha az güçlü olana baskı yaptığı, tekrarlı olarak yapılan fiziksel, sözel ve psikolojik saldırıları içerir. empati kurmakta zorluk çekmesidir. Zorbanın en tipik duygusal davranışı gücün yanlış kullanımıdır. Zorbalığın en önemli etkisi, şiddet ve ilerİlköğretimdeki zorbalık davranışı ile arauluk suçl n çıka ya orta rda yılla n leye ı Ayn ıştır. anm sında yüksek bir ilişki sapt şkin yeti rının anla kurb zamanda zorbalık ası likte kendine güvenlerinin düşük olm r. rlidi geçe mi eğili ak Gerek zorba ve gerek de kurban olar diği edil r rapo sık a erkek çocukların dah görülmüştür. nlık, Erkeklerin daha çok fiziksel saldırga ankull kızların ise duygusal saldırganlık dığı görülmüştür. Kızlar erkeklere kıyasla öy– lesine incelikli ve karmaşık kötülük yapma biçimleri kullanırlar ki, bu nedenle kızların zorbalığını fark etmek çok güç olabilir. yaZorbalar genellikle kurbanlarını kendi da grup iki şıtları arasından seçerler. Her . olur ta sınıf ı ayn ve genellikle aynı yaşta kiarı dıkl tanı iyi alar zorb Büyük olasılıkla rler. şileri kendilerine kurban olarak seçe a yaZorbaların anne babaları hakkınd sert alar zorb pılan kimi çalışmalara göre l ense bed ve la ılığıy arac disiplin teknikleri le ellik gen ve r erdi mişl ştiril yeti ceza alarak popüler kişilerdir. OKULLARIMIZI ZORBALIKTAN ARINDIRMA tür kurbandan söz edilir. Zorbalık terminolojisinde iki PROGRAMI Bir insan a duyabiliy cı duyabiliyorsa orsa insa canlıdır. ndır. Bir insan ba iz ve şkasının Bunlar utangaç, duyarlı, güvens acısını • Birincisi pasif kurbandır. ına- • Öğrencile kaç da ya ak yar ağla ığa bal Zor r ır. e ard ukl z çoc o r b a aşırı korunmuş b lı ir k la başa önem çok etkilenirler. de kurba taşımaktadır. Ç çıkma becerile rak tepki verirler ve durumdan ünkü rinin n d ır. Fakat dir. Bun dikkate a öğrencilerin % öğretilmesi ayr tanınırlar. Bunlar aynı zaaz a dah ise la lar r ban ı kur z lı 85 tıcı o n rbaların • Kışkır için kayg davranış ması gereken as ’i ne zorba ne gösterirler. Daha güçlü olanıl a n ır ıl la la manda saldırgan özellikler de bu ö rını r. E sadece s ırken, kendinden daha güçsüz eyirci ka ğer bu çoğunlu izlerken, kendi ğrencilerlar tarafından zorbalığa uğratıl arın onl ğ güvenlik lm c bile u ü er n enl a n retm z ü g Öğ la r. üc zayıflatırl arla r, kurban olanlara karşı da zorbalık yap ar. a destek ü harekete geçir leri kurçek ger arı onl ve r ünü düş i il verirler, • Kur zorbalığa uğramayı hak ettiğin zorbanın irse bana yö gün elik zorbalığ ban olarak görmezler. a karşı k davranışlarının en sık cilerde k oruyucu dini savunma ta lığında azalma , k davranış ların artm tiklerinde gelişm kurbanın e ası bekle nmekted ve seyirir. nlar zorba- iler olarak adlandırılır. Bu ylaşırlar. % 70 –80’lik bölüm seyirc çaresizlik duygusunu pa nın rba ku ve er ed ık ıkl lığa tan koro olarşı kayıtsız kalıp zorbaya ka a lığ rba zo da an zam Kimi rak hizmet ederler. Öğrencilere bu soru sor ulduğunda % 41’i öğret menlerin asla bir şey yapmadığını, % 33’ü ara sıra bir şeyler yaptığ ını ve sadece % 18’i ise daima zorbalığı durdurmaya çalıştıkların ı belirtmişlerdir. Buna karşılık öğretmenle r da rına ilişkin seçeneği öğren ima zorbalığı durdurmaya çalıştıklacilerden üç kat daha faz la işaretlemişlerdir. • Bu çalışmaya göre, öğretmenlerin çoğu zorba lığın vurm meleme ve alay etmeden ibaret olduğunu düşünme a, tekktedir. tarafından yapıldığı, amacı, ne1. Oturum: Zorbalığın tanımı, kim rın özellikleri, kurbanda ortaanla denleri, türleri, zorba ve kurb ya çıkan duygusal sorunlar li kartonlara yazılması, kuralları 2. Oturum: Sınıf kurallarının renk olan etkisinin açıklanması uygulamanın zorbalığın azalmasına ilişkin bir öykü okunması/izlet3. Oturum: Zorba-kurban ilişkisine neler yapabileceklerine yöneda arın tirilmesi, zorbalığa uğradıkl lik sloganlar yazılması kağıda yazmalarının istenmesi, 4. Oturum: Bir zorbalık olayını bir ak canlandırması bu senaryoyu gönüllülerin rol oynayar dığında kullanabileceği tak5. Oturum: Kurbanın zorbalığa uğra ım edenlere taktik öğreyard n nda tiklerin hatırlatılmasının ardı tilmesi. BUNU ASLA BİR YALNIZ OLMADIĞINI DET YA DA ZORBALIĞA ŞİD SIR OLARAK SAKLAMA! ZORBAYA KANITLA! MI MARUZ KALIYORSUN? ÇÜNKÜ ZORBALAR ÇÜNKÜ GİZLİLİK ZORBALARIN TANIKLARDAN HOŞLANMAZ! EN GÜÇLÜ SİLAHIDIR! 43 ÜCRETLİ ÖĞRETMENLİK NEDEN ZOR? ERKAN ÖZKAN Matematik Öğretmeni / İSTANBUL 44 Konuların aynı, fakat her öğretmenin birbirinden farklı anlattığını fark ettiğinde ise öğrenci, artık bu değişimin sebebini öğrenmek istemiş, okulun ilk günü daha önceden birkaç konuda fikrini aldığı öğretmenlerinin birine sormuştu. Çalan zilin ardından dersi olduğu sınıfa doğru yürüyen bir öğretmen. Merdivenleri çıkarkenki sakinliği, elinde çantası, aklında neler konuşacağı. Aslında çok heyecanlı. Nasıl olmasın ki? Birazdan gireceği sınıfta meraklı 34 çift göz kapıyı açar açmaz ona bakacak, ilk kelimeyi o söyleyecek. Masasına doğru yürürken ayakkabısı, gömleği, pantolonu çoktan incelenmiş olacak, nerede duracağını bilemeyecek önceleri. Neler konuşacağını dün geceden hazırlamıştı. Yolda ve öğretmenler odasında son bir kez bakmıştı aldığı notlara. Bu ilk ders onun için çok önemliydi. Geçen sene dershanede çalışmıştı fakat ilk defa bir devlet okulunda ders anlatacaktı. Yüksek ve kararlı bir ses tonuyla “Günaydın” dedi ve “Günaydın” sesi geldi sınıftan. “Oturabilirsiniz” dedi sonra. Her şey dün gece planladığı gibi gidiyordu. İlk ders kendi öğrencilik yıllarında olduğu gibi tanışma ile geçecekti. Öğrenciyken kendini tanıtmaya alışamamıştı bir türlü. Tanışma sırasının kendisine her zaman en son gelmesini istediğini düşündüğü an anladı, öğretmen olduğu için ilk sıradan başka seçeneğinin olmadığını. “Merhabalar” diyerek başladığı konuşmasını ismini, soy ismini, branşını, memleketini, mezun olduğu okulu, hangi şehirden geldiğini söyleyerek sürdürdü. Konuşurken heyecanı azalmıştı. Sınıf sessizce onu dinliyordu. Öğrencilerin bir daha bu kadar sessiz kalmayacağını birkaç ders sonra anlayacaktı. Kendini tanıtma sırası öğrencilere gelmişti şimdi de. Pencere kenarından başlayarak öğrenciler birer birer kendilerini tanıtmaya başladı. Hemşerisi, aynı okuldan mezun yakınları olanlar ve adaşı dikkatini çekmişti. Ara ara kısa sorular sorarak heyecanlı öğrencilere yardımcı oluyordu. Kapı kenarındaki son öğrenci de kendisini tanıttıktan sonra ders işleyiş, sınavlar ve notlar hakkında bilgi vermeye başlayacaktı ki, arka sıralardan sadece sarı saçlarını ve havaya kaldırdığı sağ kolunu görebildiği bir öğrenci ısrarla söz hakkı istiyordu. Acil bir durum olduğunu düşünerek ve biraz da telaşlanarak, “Evet” dedi hemen. Öğrenci, “Bir soru sorabilir miyim hocam?” dedi. Birazdan bir öğretmene sorulabilecek en zor sorulardan birine cevap vermek durumunda kalacağını bilse söz hakkı vermezdi belki de. Öğrenci kısık bir sesle sordu: “Kadrolu mu yoksa ücretli öğretmen misiniz?” Şaşırmıştı. Dün akşamki hazırlıklarında, şehir dışında üç yıldır öğretmenlik yapan en samimi arkadaşının öğrenciler tarafından sorulabilecek sorular tahmini arasında bu soru yoktu. Sorunun cevabı gerçekten de zordu. Boş bırakma hakkı da yoktu. Soruyu soran öğrencinin önceki yıllarda defalarca aynı dersten birkaç öğretmeni ders işleyişine, düzenine ve tarzına tam da alışacakken değişmişti. Konuların aynı, fakat her öğretmenin birbirinden farklı anlattığını fark ettiğinde ise öğrenci, artık bu değişimin sebebini öğrenmek istemiş, okulun ilk günü daha önceden birkaç konuda fikrini aldığı öğretmenlerinin birine sormuştu. Öğretmeni, ülkemizde kadrolu ve sözleşmeli öğretmenlerin atanmadığı okullarda geçici bir süre ücretli öğretmenlerin görev yaptığını söylemişti. Öğrenci, artık sınıfa yeni bir öğretmen geldiğinde ilk olarak bu soruyu sormaya karar vermişti. Aldığı cevaba göre ya derse konsantre olacak, öğretmenine alışacak ya da alışmayacaktı kendince. Sınıf daha da sessizleşmişti. Koridordan, alt ve yan sınıftan, ara sokakta bir bahçeye bakan pencereden gelen sesler de kesilmişti. Zilin bir an önce çalmasını öğrencilik yılları dâhil hiç bu kadar çok istememişti. Zil çalsa teneffüste cevabı düşünmek için vakti olurdu ne güzel. Sol kolundaki saatine bakmayı düşündü bir an. Derse giriş saatini bilse üstüne 40 dakika ekleyecekti ama okula geldiğinden beri saatine bakmamıştı. Saniyeler geçiyordu hızla. Bir cevap bulmalıydı ve vermeliydi hemen. Aklına geçen hafta okul müdürü ile okulda yaptıkları görüşme geldi. Aynı günün sabahında kaldığı eve yakın bir KPSS dershanesine kayıt yaptırırken tanıştığı bir öğretmen vesile olmuştu okul müdürüyle görüşmesine. İki hafta önce İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü web sitesinden ücretli öğretmenlik için başvurmuş fakat haber gelmemişti. Okul müdürü, öğretmen kadrolarında kadrolu öğretmenlerin yanında ücretli öğretmenlerin de bulunduğunu söylemişti. Aylık ortalama 104 saat derse girebileceğini belirtti bilgisayar ekranına bakarak. Okuldan, öğretmenlerden, öğrencilerden, ilçeden, projelerden, problemlerinden bahsetti kısaca. Sonra da ücretli öğretmenlerin çalışılan gün sayısı üzerinden sigortalarının yatırıldığını, yeni atanacak öğretmen gelmesi durumunda ders saatinin azaltılacağını veya tamamen kesileceğini ekledi sözlerine. Dershane, kira, mutfak ve diğer giderleri için maaşı merak etmişti. Bir ders ücreti olarak ortalama 8,04 TL cevabını aldığında ise 104 ile çarpmak aklına gelmediğinden normal karşılamıştı. Ama eve gittiğinde bir aylık masraflarına yetmiyordu bu maaş. Nasıl yettirecekti peki? Bir cevap bulmalıydı bu iki soruya da: Bu maaş bu masraflara nasıl yetecek ve öğrencinin “Kadrolu mu yoksa ücretli öğretmen misiniz?” sorusuna cevap ne olmalıydı? İki sorunun da cevabı pencereden dışarıya baktığında aklına geldi. Bahçeye çıkan öğrencilerdi bu zor iki soruya da cevap. Zil çalmıştı. “Zil çaldı öğretmenim.” dedi onunla bahçedeki aynı kalabalığı gören bir öğrenci. “İkinci ders devam ederiz.” diyerek öğretmen masası üzerindeki çantasını alarak öğretmenler odasına doğru yürümeye başladı. Çantasında dershaneden aldığı bir kitap vardı belki teneffüslerde boş vakti olur da çalışır diye. Öğrencinin “Kadrolu mu yoksa ücretli öğretmen misiniz?” sorusuna cevap ne olmalıydı? İki sorunun da cevabı pencereden dışarıya baktığında aklına geldi. 45 İŞSİZLİĞİN ÇÖZÜMÜ MESLEKİ EĞİTİMDEN GEÇİYOR Vural GÜNDÜZ Coğrafya Öğretmeni / ANKARA Kişinin ilgi duymadığı, sevip benimsemediği ve kabiliyetine uygun düşmeyen bir işte başarı göstermesi mümkün değildir. Onun için her ülke eğitim sistemi içinde kişinin ilgi, yetenek ve kabiliyetine göre bir mesleğe hazırlama imkânı 46 sağlamaya çalışır. Mesleki eğitim, toplum hayatında kişiye kendi hayatını kazanması için belirli bir meslek alanına ait bilgi, beceri ve davranışlar kazandıran ve kişinin kabiliyetini çeşitli yönleriyle geliştiren bir faaliyet şekli olarak tanımlanmaktadır. Toplum hayatı, insanların ihtiyaç ve eğilimlerine göre iş bölümüne dayalı olarak gelişir. Bunun tabii bir sonucu olarak da medeniyetler gelişir ve insanların refah payı yükselir. Bu bakımdan kişinin kabiliyet ve becerisine uygun bir çalışma zemini hazırlamak, işin verimliliği ve insan gücünün iyi değerlendirilmesi önem taşır. Çünkü eğitimin de amacı, sistematik bir çerçeve dâhilinde kişinin ilgi, kabiliyet ve becerilerini keşfederek, bu özelliklerine uygun bir meslek kazanmak suretiyle iş hayatına hazırlamaktadır. Nitekim eğitim sistemimizin de buna göre düzenlenmesi kaçınılmazdır. Kişinin ilgi duymadığı, sevip benimsemediği ve kabiliyetine uygun düşmeyen bir işte başarı göstermesi mümkün değildir. Onun için her ülke eğitim sistemi içinde kişinin ilgi, yetenek ve kabiliyetine göre bir mesleğe hazırlama imkânı sağlamaya çalışır. iş gücüne sahip olmaktır. Eğitilen insanlarla daha ucuz mal ve hizmet üretimi mümkün olabilmektedir. Mesleki teknik eğitimin gelişimi toplumun iktisadi ve teknolojik gelişimiyle yakından ilgilidir. Mesleki teknik eğitim, hızla gelişen teknolojik dünyada, keşfedilen teknolojilerin kullanımının yaygınlaştırılması ve günlük hayata uygulanması bakımından sosyal bir öneme sahiptir. İnsanın kullanımına ve faydasına sunulamayan teknolojik gelişmenin pratik bir anlamı olmadığı herkesçe bilinmektedir. Batı standartlarında mal ve hizmet üretimi ve nitelikli ara-insan gücü ihtiyacının doğması mesleki eğitimin yeniden düzenlenmesi gereğini zorunlu kılmıştır. Öğretim sistemindeki genişleme, insan yetiştirmeye her zamankinden daha fazla verilen bu önem; şüphesiz modern teknolojik ilerlemelerin eseridir. Mesleki eğitim, ekonomik ve sosyal ihtiyaçlardan doğan, karşılanması zorunlu olan bir faaliyet sahasıdır. Her şeyden önce mesleki teknik eğitimin üretime yönelik olması, ekonomik değer taşıması ve toplum hayatına katılması gerektiği görülmektedir. Ülkemizde mesleki eğitim, Milli Eğitim Bakanlığına bağlı kurum ve kuruluşlar ile diğer bakanlıklara bağlı kurum ve kuruluşlar, üniversiteler, meslek yüksek okulları, özel kuruluşlar, meslek odaları ve gönüllü kurum ve kuruluşlar gibi taraflarca yapılmaktadır. Bu kurum ve kuruluşlar birbiriyle sıkı bağlantı kurmalı, ortak hareket noktaları geliştirmelidir. Mesleki teknik eğitim, eğitilenler açısından incelendiğinde de beşeri kaynakların harekete geçirilmesi konusunda karşımıza çıkmaktadır. Beşeri kaynakların harekete geçirilmesinde en önemli husus nitelikli Meslek liselerini toplumda saygın bir yere getirmek, toplumda başta aile olmak üzere okullar, basın-yayın gibi bütün kurumlara düşmektedir. Mesleki eğitim son yıllarda kan kaybetmektedir. Öğrenci olmadığı için bazı bölümleri de kapanmaktadır. Meslek liselerinin yeniden aktif hale getirilebilmesi gerekir. Bunu için öncelikle mesleki eğitimde yakın çevrenin ihtiyaçları dikkate alınmalı, sanayin ihtiyacı olan program uygulamalarına önem verilmelidir. En önemli sorunlardan biri olan, meslek lisesi mezunlarının üniversitelere girmesindeki eşitsizliği ortandan kaldıracak tedbirler alınmalıdır. Meslek Lisesi mezunlarının çoğunluğunun gidebildiği okullar, meslek yüksek okullarıdır. Burada da karşımıza dikey geçiş yetersizliği ile meslek yüksek okullarını bitirenlerin ilgili fakültelere geçişi çok sınırlı kalmaktadır. Bu durum düzeltilmelidir. İşsizlikle mücadelenin çözümü mesleki eğitimden geçiyor. Ekonomi dışa açıldıkça yeni teknolojilerin kullanımı yaygınlaştıkça daha fazla eğitilmiş ve uzmanlaşmış ara-insan gücüne talep artacaktır. Dolayısıyla ülkemizde mesleki eğitimi bir kere daha gözden geçirip, bilgi toplumuna hazırlamak zorundayız. Mesleki teknik eğitim, hızla gelişen teknolojik dünyada, keşfedilen teknolojilerin kullanımının yaygınlaştırılması ve günlük hayata uygulanması bakımından sosyal bir öneme sahiptir. İnsanın kullanımına ve faydasına sunulamayan teknolojik gelişmenin pratik bir anlamı olmadığı herkesçe bilinmektedir. 47 BÜTÜN DÜNYA BUNA İNANSA HAYAT BAYRAM OLSA Bir bedenin hücrelerden meydana gelmesi gibi toplumun hücreleri de bireylerdir. Toplumu meydana getiren, ona hayat veren, ona var olma özelliğini kazandıran unsurlar da bireylerdir. ŞAdettin GÖKSU DKAB / İSTANBL Bir ülke içerisinde yaşamakta olan insanların durumu, yolculuğunun sonunun ne zaman olduğu bilinmeyen bir gemide yolculuk eden insanlara benzer. Yolcuların gemide taşkınca hareketleri ya da kavga etmeleri, belki de bazılarının doğrudan gemiye zarar vermeleri geminin gidişatına zarar verecek, belki de gemiyi batıracaktır. 48 Bir toplum içerisinde yaşayan bireylerin arzu edilen özelliklere sahip olması demek, aslında toplumun hayat bulması, kalite kazanması demektir. Sosyal bir varlık olan toplumun oluşumunda olduğu gibi, hayatını idamesinde ve kendisini meydana getiren bireylerin mutlu olabilmesinde bireylerin duruşu, yaşam biçimi, niyeti, eylemleri çok önemlidir. İnsan topluluklarını yani toplumları idare eden yöneticilerin öncelikli görevi, yönettikleri kitlenin hayatının devamını sağlama konusunu çözmektir. Bir ülke içerisinde yaşamakta olan insanların durumu, yolculuğunun sonunun ne zaman olduğu bilinmeyen bir gemide yolculuk eden insanlara benzer. Yolcuların gemide taşkınca hareketleri ya da kavga etmeleri, belki de bazılarının doğrudan gemiye zarar vermeleri geminin gidişatına zarar verecek, belki de gemiyi batıracaktır. Bunun olmamasını temin etmek, gemide barış ve huzuru sağlamak, kaptan olmak üzere gemi idarecilerinin görevidir. Örneğin yolcuları uygun bir dille bilgilendirmek, aralarında doğabilecek olumsuzlukları önceden sezip önlemler almak, onları kaynaştırmak, değerli olduklarını onlara fark ettirmek, birbirlerini seven, sayan kimseler olmalarını sağlamak, yolculuğun geleceği hakkında umut vermek… İşte bir ülkenin durumu da bunun gibidir. Halk dediğimiz yönetilen sınıfın kaliteli olmasının; yani hem zihni, hem de ruhi donanımlara sahip kimseler olması, kuralları benimsemesi, doğruyu, hakkı, adaleti, vicdan duygusunu, ahlakı, inancı ön planda tutan bireylerden oluşmasının doğal sonucu, yönetenlerin de aynı özelliklere sahip kimseler olmasıdır. Zira yönetenler de yönetilenlerin içinden çıkarak o makamlara ulaşacaklardır. Bu döngü içerisinde yapılması gereken, hem halkın, hem de devletin bireylerin eğitimini ön plana çıkartan bir anlayışa sahip olunmasıdır. Çünkü bilgiden, görgüden, güzel ahlaktan, vicdandan mahrum güruhların en zaruri ihtiyaçları olan yeme-içmenin temininde bile zorlanacakları aşikârdır. O halde eğitimin en önemli yararı zorunlu ihtiyaçların karşılanmasını öğretmesidir. Bunu da şüphesiz eğitimcilerin eli ve derin bakış açılarıyla yapılacaktır. Eğitimin en az bunun kadar önemli başka bir rolü de vardır ki o da, sahip olunanların paylaşılmasından doğan sorunları çözmeyi insanlara öğretmesidir. Çünkü insanoğlu bencil bir nitelikte yaratılmıştır. Onun, bu özelliğinden vazgeçmesi, paylaşımcı olmayı benimsemesi gereklidir. Bencillik, kıskançlık, tamahkârlık, menfaatçilik, gösteriş tutkunluğu, bazen de yoldan çıkmışlık, gözü dönmüşlük, hak ve adalet düşmanlığı vb. duygu ve düşünceler kavgaların asıl nedeni, barışın düşmanıdır. Bugün dünyada ve özellikle de Müslümanların yaşadığı ülkelerdeki kavganın, cinayetlerin temel nedenleri bunlardır. Zulmün tek nedeni ve geçerli bir mantığı olmamakla birlikte, zulüm gören toplumların ortak noktası şudur: Eğitimsizlik, maddi ve manevi yönden geri kalmışlık, yetersizlik, güçsüzlük… Bunların doğal sonucu da kavga. Bugün savaş bölgelerinde yaşayan halklara baktığımız zaman bu durumu açıkça görebiliyoruz. Eğitim ya da doğru eğitim verilememiş bireylerden oluşan toplumlarda meydana gelen bağnazlıklar, kıskançlıklar, nefsani hareketler, saldırganlıklar, objektiflik ve akıldan uzak fiiller neticesinde musibetler meydana gelmekte ve insanlık dışı sonuçlar doğmaktadır. Bölünüp parçalanmaya meyilli toplulukların yenilmesi kaçınılmazdır. Burada her zaman suçlu şüphesiz ki zulüm yapanlardır, çünkü bir evin kapısının açık olması, içeriye giren hırsızı haklı çıkarmaz. Fakat özellikle Müslüman dünyasının bu duruma gelmesinde Müslümanlar olarak bizim de payımızın olduğu bir gerçektir. Bu durumu değerlendirirken, inananlar olarak mutlaka müracaat edilmesi gerekli olan ayet ve hadislerden naslar da bize çok değerli mesajlar vermektedir: “Başınıza gelenler kendi ellerinizle yaptıklarınız yüzündendir.” (Şûra Sûresi,30); “Halkı ıslah edici kimseler olsalardı, Rabbin o şehirleri haksız yere helak edecek değildi.” (Hud Sûresi, 117). O halde eğitim zorunludur ve hayatın her alanını kuşatıcı olmalıdır. Eğitim, bireylerin ve böylece toplumun huzur ve refahında, hayatını idamesinde en önemli ihtiyaçtır. Eğitimli bireyler kendileriyle barışık olduklarından, bu bireylerin oluşturduğu toplumda da barış ve huzur hâkimdir. Elbette eğitimin niteliği, içeriği, verdiği mesajları da müspet olmalıdır. Eğitimcilerin ufuklarını genişletmeleri, mutlu bir dünyaya uzanmak için çaba harcamaları, bu yolda fedakârlıkta bulunmaları, bıkıp usanmadan çalışmaları, doğru yol ve yöntemleri kullanmaları gerekmektedir. Fakat öncelikle buna inanmak, iyi niyetle çalışmak zorunluluğu vardır. Eğitimcilerin ufuklarını genişletmeleri, mutlu bir dünyaya uzanmak için çaba harcamaları, bu yolda fedakârlıkta bulunmaları, bıkıp usanmadan çalışmaları, doğru yol ve yöntemleri kullanmaları gerekmektedir. Fakat öncelikle buna inanmak, iyi niyetle çalışmak zorunluluğu vardır. 49 Birine yardım yapılacaksa birlikte davranıyorlar. hep …. Hep Göz Ardı Edilen Misyon: İnsan Yetiştirmek MUSTAFA YAZKAN Sınıf Öğretmeni / İSTANBUL Bir turist ilk kez ülkemizi ziyarete gelir. Gezmeleri sırasında gördüklerine inanamaz. Notlar alır: Toplum hiçbir şeyi israf etmiyor. Toplum temizliğe çok dikkat ediyor. Başkalarını rahatsız edecek davranışlarda bulunmuyorlar. Birbirlerine çok saygılılar. Komşuluk ilişkileri çok iyi. Birine yardım yapılacaksa hep birlikte davranıyorlar. 50 …. Eğitimci-Yazar Ali Erkan Kavaklı, “Öğretmeni Başarıya Götüren Yol” isimli kitabında 80’li yıllarda Almanya’da görev yaparken başından geçen bir olayı şöyle anlatır: Birlikte görev yaptığım öğretmen arkadaşım bayram arifesinde Türkiye’ye gelmek için tüm hazırlıklarını yapar. Öğlene kadar okulunda derse girip sonra Türkiye’ye uçacaktır. Ancak birden, tüm özel eşyalarının bulunduğu çantasını metroda unuttuğu aklına gelir. Telaşla idareye gider, durumu bildirir. Alman olan okul müdürü eğer çantasını bir Alman bulursa mutlaka kayıp bürosuna vereceğini ve bunun böyle olması için Tanrı’ya dua etmesini söyler. Çanta, kayıp bürosunda bulunur ve öğretmen derin bir nefes alır. Öğretmen idareye bunu nasıl sağladıklarını sorduğunda ise aldığı cevap şudur: “Biz çocuklarımıza ilkokul hayatları boyunca buldukları eşyaları kayıp bürosuna teslim etmeleri gerektiğini öğretiyoruz.”. Benzer örnekleri hep duymuşuzdur. Japonya’da da ilkokulda çocuklara buldukları paraları kayıp bürosuna teslim etmeleri öğretiliyor. Peki, bizde ne öğretiliyor? Şimdi hep beraber bir hayal kuralım. Bir turist ilk kez ülkemizi ziyarete gelir. Gezmeleri sırasında gördüklerine inanamaz. Notlar alır: Toplum hiçbir şeyi israf etmiyor. Toplum temizliğe çok dikkat ediyor. Başkalarını rahatsız edecek davranışlarda bulunmuyorlar. Birbirlerine çok saygılılar. Komşuluk ilişkileri çok iyi. Turist bütün bu güzelliklerin sebebini öğrenmek için çevresine sorular yöneltir. Hep aynı cevabı alır: “Bunları bize ilkokulda öğretiyorlar.”. Son 5-6 yılı saymazsak, maalesef ülkemizde eğitim sistemimizin böyle bir misyonu olmadı. Okula, müdüre, öğretmene böyle bir misyon yüklenmedi. Okul böyle öğrenciler yetiştiremeyince zamanla sıkıntılar ortaya çıktı. Okulun misyonunu ve öğrenciye biçilen rolü bir eğitimci geçenlerde TV’de güzel izah etti: “Test ile tost arasına sıkıştırılmış insan.” Oysaki ilkokulda öğrencileri hayata hazırlayacak 20 tane davranış kazandırabilsek kalitede değişim hemen gözlenecektir. Büyüklere saygı, tutumlu olma… yardımlaşma, Geçen sene TV’de sokak röportajları yapıyorlardı. Herkese: “İlkokulda öğrendiklerinizden aklınızda ne kaldı?” sorusunu yöneltiyorlardı. Bir vatandaşımız çok güzel bir cevap verdi: “Öğretmenimin anlattığı hiçbir şey aklımda değil. Ancak öğretmenim bana başkasının eşyasını izinsiz almamam gerektiğini öğretmişti.” dedi. Bu aklımdan hiç çıkmaz. Bu görev kimin? Biz öğretmenlerin… Öğretmenler sınıf içi etkinliklerinde, değer eğitimine gerekli önemi verdikleri takdirde değişim kaçınılmaz olacaktır. Kendi sınıfımda uyguladığım “1 Puan” çalışması bana çok şeyler öğretti. 50 Puanı tamamlayanlara hediyeler veriyorduk. Verilen süre sonunda puanı az olanlar puan ihtiyacı olanlara puan vermiş, başkalarının da hediye almasını sağlamışlardı. Hiç birisi “Benim puanlarım yetmiyorsa başkasına neden vereyim? Onun da yetmiyor. O bana versin.” demedi. Puanını yardımla tamamlayanlara ve yardım edenlere de hediyesi verildi. Ancak o gün çocukların fıtratında “yardımlaşma” duygusunun en saf halinin var olduğunu, okulun ve öğretmenin bunu işlemek için muhteşem görevi, sorumluluğu olduğunu anladım. Herkese: “İlkokulda öğrendiklerinizden aklınızda ne kaldı?” sorusunu yöneltiyorlardı. Bir vatandaşımız çok güzel bir cevap verdi: “Öğretmenimin anlattığı hiçbir şey aklımda değil. Ancak öğretmenim bana başkasının eşyasını izinsiz almamam gerektiğini öğretmişti.” dedi. 51 SEVİ YUSUF MESUT KİLCİ Eğitimci Yazar / ESKİŞEHİR Nehrin ortasında susuzluk çeken kayıkçı gibi kalabalık içinde dostlara, arkadaşlara özlem duyduğumu fark ettim. Evet yalnızdım. Tanıdık bir arkadaşım, dostum yoktu. 52 Mevsim sonbahar, yaprakların renk cümbüşü, elvan elvan dökülmeye başladığı günler. Hazan, hüzün ortaklık kurmuş nöbet tutuyor köşe başlarında. Körpe dimağımda, karamsarlık ufkumda, gecenin zifiri karanlığında kapkara bulutlarla ayla sobe oynuyor. Gergef işliyor cadılar isteklerimin zirvesinde. Baykuşlar tünemiş beklentilerimin çatısında. Her nefes alış verişimde şimşekler çakıyor kaygılarımın yamaçlarında. Umutsuzluk denizinin karanlık derinliklerinde umutlarım kulaç atıyor. Düşüncelerim; karanlıklar prensinin kapkara atıyla, simsiyah gecelerde meçhule dörtnal koşturuyor. Ruhum dar geliyor beden kafesine. Beş duyum savaş açmış birbirine, belli değil galip mağlup. Zihnim ellerime, ellerim zihnime rakip. Aklım, dümeni kırık kayık Uğultular, gürültüler misali kürek çekiyor hayat ırmağında belirsiz menzile. Dışarıdan baktığınızda diğer çocuklardan sizce fiziki bir farkım yoktu. Aynı tip elbise, ayakkabılar kravat ve saç modelim karşınızda tipik yatılı bir lise öğrencisi. Nehrin ortasında susuzluk çeken kayıkçı gibi kalabalık içinde dostlara, arkadaşlara özlem duyduğumu fark ettim. Evet yalnızdım. Tanıdık bir arkadaşım, dostum yoktu. Tören… Eğitim yılının ilk günü… Eğitim, öğretim, konuşmalar, şiirler, özdeyişler, alkışlar... Hepsi kavrama alanımın dışındaydı. Hiçbirisi ilgimi çekmiyor. Etkilenmiyordum. Yetkili birisinin, “Yeni kayıt yaptıran öğrenciler bahçenin sağ tarafında toplansınlar!” sözüyle törenin bittiğini anladım. Tek tek yeni gelen öğrencilerin ismi okunuyor, üçerli sıra olduktan sonra bir öğretmenle birlikte belirlenen sınıfa gidiyorlardı. Karanlıklar ülkesindeyken bir zil sesiyle yatılı bir okulun bahçesinde buldum kendimi. Yeni, eski, akran, büyük, küçük benim gibi çocukların arasındaydım. İsmim okundu. İlk defa kendimi hatırladım. İsmimin İsa olduğunu sanki yeni öğreniyordum. Yetişkin bir insan ağzından İsa ismimin bu kadar güzel söylendiğini ilk defa duydum. Sıra olduk bir anda sınıfı doldurduk. Herkes biriyle eş oldu uygun bir sıraya oturdu. Ben yine yalnızları oynuyordum. Kimsenin tenezzül etmediği en ön sırayı kendime mekân seçtim. Yalnızlık elbisesi benim için biçilmiş, bana da yakışıyordu. Her öğrenci yeni okula başlamanın heyecanını, sevincini doya doya tadıyorken ben yalnızlığı kendime dost edindim. Sınıf kapısı açıldı. Benim ruh kapım kapandı. Sizdiniz o anda ruh kapımı kapatan. Senenin ilk günü ilk dersinde karanlık ülkenin kara pelerinli, simsiyah atlı elinde ölüm mızrağı ile düşmanına saldıran karanlık prensi gibi sınıfa daldınız. Sizi görür görmez babamı hatırladım. Yürüyüşünüz, kaşlarınızı çatışınız, alnınızdaki kalın çizgiler, bakışlarınız konuşma ses tonunuz her davranışınız babamla geçen günleri hatırlattı. Annem benim doğumum esnasında hayatını kaybetmiş. Babam annemin ölümünden beni sorumlu tutmaya başlamış. Artık gülen yüzü gülmez, konuşan dili, konuşmaz olmuş. Önce içine kapanmış, kendini ıssız kimsesiz yerlere atmış. Kimseyle konuşmaz, kendini bilmez hale gelmiş. Günler haftaları, haftalar ayları kovalamış babamın hastalığı ilerlemiş, kendisine ve çevresine zarar vermeğe başlamış. Biz evde iken evi ateşe verecek kadar ileriye gitmiş. Önce Eskişehir sonra İstanbul’da tedavi görmüş. Çocukluğumda babam, ablama ve özellikle bana aşırı derece sözle, kaba kuvvetle şiddet uygulardı. Ablamı çok severdi. Bana karşı nefret duyardı. Dedemin yanında bana bir şey demese dahi kin ve nefret ile bakardı. Küçük olduğumdan kendimi savunamazdım. Ablam babama karşı beni savunurdu. Benim yüzümden şiddete maruz kalırdı. Dedem de bizi himaye etmeseydi, o olmasaydı, ne olurdu halimiz?.. Sınıfa girer girmez, sizi gördüğümde ellerimin titremesi, nereye bakacağımı bilememem. Ne yapacağımı şaşırmam; gözlüklerimi takıp çıkarmam, gözlük saplarını vidalarından söküp takmam, babamı ve bize uyguladığı şiddeti hatırlamam ve kendimi kaybettiğimdendi. Okul hayatımız zaman tünelinde yol almaya başladı. Yol arkadaşlığımız sırasında sizi tanımaya başladım. Dış görünüşünüz babama benziyordu. Fakat o sert bakışın gerisinde yüreğinizin sevecenliğini, sıcaklığını keşfetmeye başladım. Sevgi sözcüğü sizin dilinizde anlam kazanıyor, hayatı anlamaya, yaşamın manasını derslerinizde kavramayı öğreniyordum. Derslerinizde güldüğünüz olmazdı. Bazen kısa süreli tebessüm eder, hemen o ciddiyet yüzünüzde belirirdi. Dersinizde anlattıklarınızı yaşar, bizlere de Sınıfa girer girmez, sizi gördüğümde ellerimin titremesi, nereye bakacağımı bilememem. Ne yapacağımı şaşırmam; gözlüklerimi takıp çıkarmam, gözlük saplarını vidalarından söküp takmam, babamı ve bize uyguladığı şiddeti hatırlamam ve kendimi kaybettiğimdendi. 53 Eğer himaye etmez, bu yaşlarda eğitmez, topluma faydalı bir fert olarak yetiştirmezsek, kendisine ve topluma zararlı olur. Son sözünüz: “Eğer şimdi eline kalem vermezsek, gelecekte o eline silah alır. Kalem tutan parmaklar, yarın tetik çeker.”… 54 yaşatırdınız. Bazen dilinizden bir kelam çıkmaz, gözlerinizle bin kelam ederdiniz. Hepimiz bu iletişimden payımızı alırdık. İlk derslerinizdeki size karşı olan ürkekliğim, çekingenliğim yerini ilgi, sevgi ve saygıya terk etmişti. Sizin dersinizde başka bir dünyada, başka bir iklimde olurduk. Sınıfta her birimize ayrı ayrı değer verir, adaletli, sevecen davranırdınız. Bizleri anlamaya, bizlerin ruh dünyasına girmeye çalışırdınız. Bizlere bizden biri gibi davranırdınız. Sert görünüşlü idiniz, kırıcı yıkıcı değildiniz. Öğüt verirdiniz, yargılamaz zorlamazdınız. Hatalarımızı söyler, uyarır, kırıcı eleştirmezdiniz. Emir kipini kullanmaz, istek ve dilek kipiyle konuşurdunuz. Sadece branş dersinizi sevmekle kalmadık. Sizin sayenizde Türkçe dersimizi de sevdik. Çünkü kötü sözcük duymadık dilinizden. Türkçenin akıcılığını, güzelliğini kavrattınız bizlere. Dersinizin bitmesini istemez, ders çıkış zilini duymaz, sizin sözlerinizin bitmesini arzulamazdık. İşte ders yılının yarısı bitmek üzere, yedi gün sonra karneler verilecek. Yarıyıl tatili yaklaştı. Benim karnem iç açıcı değil! Pişman ve üzgünüm. On üç dersten on dersim kırık not görünecek yarıyıl karnemde. Ben başarısızlığımın pişmanlığı ve üzüntüsünü yaşarken ablamı okulda görüyorum. Benim başarı durumumu görüşmek için okula siz davet etmişsiniz. Döne döne koridor ve sınıflarda sizi arıyor. Sizi bulduğunda onu güler yüzle karşıladınız. Siz söze başlamadan ablam sırlarımı sıralamaya başladı. - İsa başka okulda başarılı olamaz! Zekâ seviyesi buna uygun değil. Ayrıca yatılı olduğu için İsa’yı buraya vermeyi tercih ettik. Siz öfkelenmiştiniz. Sizi hiç böyle öfkeli görmemiştim. Ablamın benim hakkımdaki sözleri sizi çok etkilemişti. Beni savunuyordunuz, beni yeniden tanıtıyordunuz ablama. - Siz kardeşinizi tanımıyor, tanımak istemiyorsunuz. İsa sınıfın en zeki öğrencilerinden birisidir. Şu anda ki başarı durumunu ölçü almayın. Eğer ilgi görürse, destek verilirse değil bu okulda hiçbir okulda başaramayacağı ders olamaz. Eğer himaye etmez, bu yaşlarda eğitmez, topluma faydalı bir fert olarak yetiştirmezsek, kendisine ve topluma zararlı olur. Son sözünüz: “Eğer şimdi eline kalem vermezsek, gelecekte o eline silah alır. Kalem tutan parmaklar, yarın tetik çeker.”… Bu konuşmalardan anladım ki ben, beni tanımıyorum. Can ciğer ablam beni tanımıyor. Öğretmenim beni, bana ve yakınlarıma tanıttınız. Benim dünyamda yeni kapılar açtınız. Bana özgüven kazandırdınız. O günden sonra problem dağının zirvesindeki bulutlar dağılmaya başladı. Ruh iklimime artık cemre düştü. Dört ay sonra körpe dimağımda, karamsarlık ufkumda gecenin zifiri karanlığındaki kapkara bulutlarla ay sobe oynamıyor. Umut ufkumda dolunay doğdu. Ümitsizliği, karamsarlığı sonsuza kadar sürgüne gönderdi. Düşüncelerimin gerçek prensi yağız atıyla nurlu gecelerde hedefine dörtnala koşuyor. Bedenim artık ruhuma dar değil, beş duyum akıl sayesinde barış anlaşması imzaladı, sonsuza kadar kardeş, dost oldu. Kendimi Ağrı Dağı zirvesinde salınan bembeyaz, salkım salkım buluta benzettim. Çünkü benim gibi yalnızdı. Fakat halinden hiç şikâyet etmiyordu. Zirvelere çıkmış yaratılış sırrını yükseklerden seyrediyordu. Kimi zaman şiirlerde şaire ilham oluyor, kimi zaman seyredene yoldaş, sırdaş oluyor. Kimi zaman dağ başında boynu bükük, rengini değiştiriyor, paramparça oluyor su damlacıklarına dönüşüyor. Rahmet, bereket oluyor. Yanık yürekleri serinletiyor, susuz toprakları suluyor. Buğday oluyor, açları doyuruyor, çiçeğe, çimene renk katıyor. Evet, zirvedeki bulut orada boş boş durmuyordu. Zirveye çıkmak için ne kadar yol kat etti. Yollarda ne zorluklar, çileler çekti. Beynimde fırtınalar koptu. Niçin ben bir bulut kadar olamıyorum! Bu düşüncelerle yarıyıl tatili bitti, dersler başladı. Davranışlarımdaki değişikliği gözlemleyen yine siz oldunuz. Günlerimi değerlendirdim. Öğretmen ve arkadaşlarımı, derslerimi okulumu seviyorum. Artık sınıfta sıramda tek başına oturmuyorum. Benim de sıra arkadaşım var. Ben de arkadaşlarımdan silgi kalem istiyor, isteyene veriyorum. Bilgimi, becerimi, imkânlarımı onlarla paylaşıyorum. Başarısız olduğum dersleri kavramaya, anlamaya başladım. Onlardan yedi tanesini kurtardım. Yaz tatili geldi. Karne günü. Sınıfta karne heyecanı zirvede. Sınıf öğretmenim karnemin yanına teşekkür belgesi iliştirmiş. Karneme hızla baktım, başarısız dersim kalmamış. Gözlerim buğulandı, dizlerimin bağı çözüldü. Oturduğum sıraya zorla ulaştım. Sonbaharda, eylül ayında olduğu gibi gözlüklerimi çıkardım. Başımı koydum, kollarımın üzerine kapandım. Hıçkıra hıçkıra, doya doya ağlamaya başladım. Bu gözyaşları başarmanın sevinç gözyaşlarıydı. Öğretmenim, beni ve zekâmı bu okula layık görmeyen yakınlarım kaydımı başka okula aldılar. Zamanımı, imkânlarımı değerlendirdim. Bir meslek sahibi oldum. Belki zirvedeki bulut olamadım. Ancak sizden, okulumdan sevgiyi, saygıyı öğrendim. Okulumun adını, sizin isminizi sizi tanıyanlardan işittiğimde; yüreğim burkulur, boğazımda bir şey düğümlenir, gözlerim bulutlanır, buğulanır… Sizden, okulumdan sevgiyi, saygıyı öğrendim. Okulumun adını, sizin isminizi sizi tanıyanlardan işittiğimde; yüreğim burkulur, boğazımda bir şey düğümlenir, gözlerim bulutlanır, buğulanır… 55 öğrenemiyor. Yenilmesinler Hayata MERVE AKYOL KILIÇ Okul Öncesi Öğretmeni / İSTANBUL 56 Hep bir elimiz arkasında oluyor. Yürüdüğü yerleri yastıklarla çevreliyoruz. Düşmenin ne demek olduğunu ve her düştüğünde kendi başına kalkması gerektiğini öğrenemiyor. “Eğer bir çocuk, çocukluğunda kurbağa, yengeç gördüyse, bir kaplumbağa yavrusunu eline alıp onun kabuğuna çekilişini izlediyse, bir su yılanının suyun üzerinde tuttuğu küçücük başını gördüyse ve hepsinden önemlisi tabiatın sadece bize ait olmadığı fikri zihninin bir köşesine yerleştiyse, ilerideki hayatında daha cesur ve kendinden emin olacağı muhakkaktır.” Jean Jack Rouessau, ‘Emile’ adlı kitabından. Çocuklarımızın cesur olup zorluklara göğüs germesini öğrenmelerini mi istiyoruz yoksa hayatta karşılaştıkları her güçlükte bizlerin yanına koşmalarını mı bekliyoruz? Sanıyorum ilk seçenek. Neden mi? Daha doğduğu andan itibaren onu el bebek gül bebek büyütüyoruz. Her ağladığında yanı başında oluveriyoruz. Her istediğini anında gerçekleştiriyoruz. Sabretmesini öğrenemiyor. Hayattaki ilk adımlarını atmaya çalışırken hemen arkasında biz oluyoruz. “Aman düşmesin, aman bir şey olmasın.” diye hep bir elimiz arkasında oluyor. Yürüdüğü yerleri yastıklarla çevreliyoruz. Düşmenin ne demek olduğunu ve her düştüğünde kendi başına kalkması gerektiğini öğrenemiyor. Okula başladığında bir türlü ayrılamıyoruz yanından. Her şeyini kontrol ediyoruz. Arkadaşlarıyla kavga ediyor belki, ertesi gün okula gidip sorunu biz hallediyoruz. Sorunlarını tek başına halletmesi gerektiğini Üniversite yılları geliyor. Hangi mesleği seçeceğine biz karar veriyoruz. Tek başına karar almasına fırsat vermiyoruz. Karar almanın ve bunun sorumluluğunu taşımanın ne demek olduğunu öğrenemiyor. Bunların hiçbirini öğrenememişken biz ondan hep güçlü olmasını bekliyoruz ve ona sürekli telkinler veriyoruz. Peki ama çocuk öğrenemediği bir şeyi nasıl yapabilir? Hayatının hiçbir anında tek başına bir karar almasına fırsat vermediğimiz bir çocuktan, hayatı için çok önemli bir seçimi yapmasını nasıl bekleyebiliriz? Ya da ona sabrı öğretmediğimiz halde ondan bir olay karşısında sabırlı olmasını nasıl isteyebiliriz? Her düştüğünde elinden biz tutup kaldırdıysak, belli bir zamandan sonra ona “Artık biz yokuz, sen tek başına devam etmelisin.” nasıl diyebiliriz? Hayatta her söylediğimiz, her yaptığımız davranış bir makine gibi kaydediliyor çocuklarımızın beyinlerine. Ve günü geldiğinde söylediklerimizle yaptıklarımız çelişiyorsa şayet, zihinlerinde yanlış bir anne-baba profili çiziliyor işte o zaman. İster misiniz bunu değerli anne-babalar? İstemezsiniz biliyorum. O halde vakti zamanında söylediklerimizle bugün yaptıklarımız çelişmemeli. Eğer çocuğumuza sabrın ne demek olduğunu öğretmemişsek ondan sabır bekleyemeyiz. Ya da onun tek başına mücadele etmesine hiç fırsat vermemişsek ondan güçlü olmasını isteyemeyiz. O halde bırakın çocuklarınız düşsün. Tek başına kalkabilir merak etmeyin. Bırakın çocuklarınız sorunlarını tek başına çözsün. Siz ona güven verin yeter. Bırakın çocuklarınız kararlarını tek başına versin. Getirdiği sonuç kötü olsa da üzülmeyin. Hayatta her şey her zaman iyi sonuçlanmayabilir. Demek istiyorum ki çocuklarınızın üstündeki koruyucu kalkanı çıkarın artık. Onları hayatın gerçekleri ile yüzleştirin. Acının, mutsuzluğun ve daha başka olumsuzlukların ne demek olduğunu bilsinler. Bilsinler ki bazı şeyleri öğrenmeleri için geç olmasın. Bilsinler ki, yenilmesinler hayata. Çocuklarımızın cesur olup zorluklara göğüs germesini öğrenmelerini mi istiyoruz yoksa hayatta karşılaştıkları her güçlükte bizlerin yanına koşmalarını mı bekliyoruz? Sanıyorum ilk seçenek. Neden mi? 57 BİR BAŞKA ÖĞRETMENLER ODASI Abdullah YILDIRIM DKAB / MARDİN 58 Bak buradan bir kerede ve bangır bangır söylüyorum işitin ey yarenler: Bizim öğretmenler odası burcu burcu kebap, lahmacun; kavun, karpuz üzüm ve bilumum erzak kokar. Bizim öğretmenler odası öyle buram buram ilim, irfan kokmaz Osman Abi. Bizim öğretmenler odasının bilim, sanat, fenden dem vurduğu da yok üstelik. Kusura bakmasın kübera. Bak buradan bir kerede ve bangır bangır söylüyorum işitin ey yarenler: Bizim öğretmenler odası burcu burcu kebap, lahmacun; kavun, karpuz üzüm ve bilumum erzak kokar. İlçenin kuşunun da kervanının da geçmediği noktasında arzı endam edince okulumuz, haliyle akşama kadar aç ve biilaç duracak değil ya muallimun Osman Abi! İleriki restoran beriki lokanta köşedeki manav derken işte hali pür melalimiz Abicim. Anladın sen onu! Melahat Abla bizi her Allah’ın günü (öyle dediğime bakmayın on iki yıllık matematik öğretmenimiz) pastalara, böreklere keklere, turtalara –Allah’ım hamur işi adına aklına ne gelirse artık- tuzlulara, şekerlilere boğunca, haliyle ben de tam sekiz kilo alıp göbekli Anadolu Erkekleri Derneğine kaydımı yaptırdım geçenlerde. Geçenlerde dediğime bakma sen, üç ay falan oldu. Mutlu musun Ablacım? Hem evde hanım iyice işkillenmeye başladı, sen benim yemekleri eskisi kadar iştihayla yemiyorsun diye söyleyeyim valla! Üstelik ilçede adımız paskülbozanlar lisesi diye çıkmasın mı, Allah’ım Allah’ım kel başa şimşir tarak. Nihat Abi (e tabi öyle dediğime bakmayın yirmi iki yıllık edebiyat öğretmenimiz) başlayınca falan ilçede şu kadar zaman kaldık, filan beldede bu kadar ikamet ettik, biz mesleğe başladığımızda maaşları elden alırdık be heeeyy demelere, bizi bir kahkaha alır; gülmekten karnımıza ağrılar girerdi. Gerçi Osman Abi memleketin bir ucundan diğerine savrulan ve bizim bir masal dinliyormuşçasına kahkaha attığımız bu hayat serüvenlerinin gerçekliği, bir acı tokat gibi gerçekliğini de hissettirmiyor değil anlayacağın. Karın diz boyu olduğu ilçeye gitmenin imkânsızlaştığı; doğanın, ölenin o kasaba standartlarında doğup ölebildiği o masalsı hayatlar... Bu kadar cefa, bu kadar eza ve her şeyinizden ama her şeyinizden bir parçayı feda edebilme güdüsü: Öğretmenlik. Neyse bizim öğretmenler odası öyle buram buram ilim, irfan kokmaz Osman Abi! 59 WC’SİZ OKULLAR Köy okulu, W.C., müfettis anıları. ŞEMSETTİN KOÇAK Çukurova Üniversitesi / ADANA İlk köyden sonraki okula, ilk köyün öğretmeni ile gitmek, ondan sonraki köye o köyün öğretmeni ile gitmek ve bu işi son okula kadar sürdürmek. Teftişe, ilk kez yalnız çıkmanın verdiği tedirginlik içindeyim. 60 Grup başkanı arkadaşım, “Fakülte dolmuşlarına binip, Et Balık Kurumu kavşağında ineceksin ve sola doğru giden yola döneceksin.”, diyor. Arkasından da, “Köy çok yakın, tepeye çıkınca hemen okulu görürsün, en fazla beş yüz metre yürürsün.”, diye ekliyor. Ondan sonrası belli. İlk köyden sonraki okula, ilk köyün öğretmeni ile gitmek, ondan sonraki köye o köyün öğretmeni ile gitmek ve bu işi son okula kadar sürdürmek. Teftişe, ilk kez yalnız çıkmanın verdiği tedirginlik içindeyim. Et Balık durağına gelince, dolmuşçu indiriyor beni ve gideceğiniz köy çok yakın hocam, diyor. Yol şose. Yerler ıslak olmasına rağmen, yol kuru. Yer yer su birikintileri varsa da önemli değil. Yürümemi engellemiyor. Beni en çok köye varırken karşılaşabileceğim köpekler meşgul ediyor. Sonra okuldaki durumlar. Yarım saat kadar bu duygular içinde gittikten sonra, okulun tam karşısına gelince, okula doğru yöneliyorum ve çamurlar içinde yürümeye başlıyorum. Yüz metre kadar ilerledikten sonra okula ulaşıyorum. Her ne kadar çamurlara batmamaya çalışıyorsam da, ayakkabılarımın dışında bir ayakkabı oluşmasını önleyemiyorum. Bu kadar çamurlu ayaklarla okula girilmez ki, deyip merdivenin yanında ayakkabılarımı temizlemeye çalışırken, okulun öğretmenlerinden biri geliyor ve “Hoş geldiniz.” diyor. İçeri girmeden biraz sohbet edip köy, köylü ve okul hakkında bilgi toplamaya çalışıyorum. “Görüyorsunuz ya, şoseden buraya kadar çamurlara bata çıka geldim. Şu yolu, hemen şu dereden çocuklara taş toplatarak döşetseniz de, çamurlara batıp çıkmasak olmaz mı?”, diyorum öğretmene. Öğretmen, “Ben bu yolu ağadan alana kadar ne çektim bir bilseniz hocam?” diyor. Okulda iki öğretim yapılmasına rağmen fazla bir ev göremeyince öğretmene, “Kaç öğrenciniz var ki ikili öğretim yapıyorsunuz?” diye soruyorum, aldığım cevap yeterli oluyor. Oluyor da ben yine birkaç evden bu kadar çocuğun nasıl çıktığını anlayamıyorum. Öğretmen bu kez: “Hocam ağanın dört karısı, yirmi kadar çocuğu var.” diyor. Ve arkasından, “Bu topraklar ve okulun bulunduğu yer de ağanın malı. Yolu, rica minnet alabildik.” diyor. Okula girip öğrencilere bakınca, öğrencilerin yarıdan fazlasının ağanın olduğunu anlıyorum. Teneffüste okulun çevresinde gezerken, okul binasından başka binanın olmadığını görünce, “Odunluk ve tuvalet binası yok mu?” soruma Öğretmen: “Öğrencilerin tuvaleti yok hocam.” diyor. Çocukların tuvalet ihtiyaçlarını nasıl karşıladıkları konusunda ise herhangi bir soru sormaya gerek duymuyorum. Aynı hafta içinde ziyaret ettiğim bazı okullarda da tuvalet olmadığını görünce, “Bu okullara niye tuvalet yapılmamış?” sorusu takılıyor aklıma. Bir süre sonra, gezdiğim okulların tuvaletlerini hatırladıkça, okullara tuvalet yapılmamasını pek o kadar da anormal bir durum olarak görmez oluyorum. Çünkü köy okullarının tuvaletlerinin birçoğu, akarsudan yoksun olmaları nedeniyle kullanılamaz duruma gelmişti. Bir kısmının çatısı uçmuş, kapısı parçalanmıştı. Bir kısmının yanına bile yaklaşılamıyordu kokudan. Bu konuda öğretmenlere bir şey söylemek de boşunaydı. Çünkü onlar da çaresizdi. Dairede toplantı yaptığımız bir gün, bina işlerine bakan müdür yardımcısına, köy okullarının bazılarında tuvalet olmadığını söyleyince, bana durumu açıklıyor: “O yıllarda yapılan okulların hemen hiçbirinde tuvalet yok, yapılmamış. O zamanki Milli Eğitim Müdürü, iki köye yapacağımız tuvalet parasıyla, okulu olmayan bir köye, bir derslik yaparız. Böylece okul sorunumuzun çoğunu çözeriz. Tuvalet binalarını da köylü kendi imkânları ile yapsın diye bir karar alıyor. Ve o yıllarda, gerçekten birçok köye okul yapılmış diyor. Her ne kadar sözü edilen köylere, okul binasından sonra, köylü tarafından tuvalet yapılmamış ise de, yapılan uygulama düşünsel açıdan yerindeydi. Çünkü 60’lı yılların başında birçok köye sadece tuvalet değil, birçok okul binası da devletin desteği, köylünün emeği ile yapılmıştı. Yine ziyaret ettiğim bazı köylerde, az da olsa, öğretmenlerin, köylülere tuvalet binası yaptırdıklarını görüyorum. Aradan yıllar geçiyor. Bu olaydan tam on sekiz yıl sonra, “Tuvaletsiz Okullar!” diye bir gazete haberini, öğrencilerim eğitim haberi diye sınıfa getirince, bu olayı tekrar hatırlıyorum ve öğrencilerime, haberi tekrar okutarak, “Okullara tuvalet yapılmama gerekçesi, haberde yazılmış mı?”, diye sorunca, “Hayır!” cevabını alıyorum. “Bu haberi yazan kişi, okulların yapıldığı dönemdeki yöneticilerin savunmasını almış mı?” diye bir soruyu bu kez tekrar soruyorum ve cevap alamıyorum. Bu kez öğrencilerime, “Eldeki imkânlarımız bu kadar. Siz olsaydınız iki köye tuvaletli okul mu, yoksa üç köye tuvaletsiz okul mu, yapmayı tercih ederdiniz?” diyorum. Tuvaletsiz okul yapmanın gerekçesini öğrenmeden önceki sert çıkışları birden yumuşuyor ve tuvaletli iki okul, diyemiyorlar. Siz ne dersiniz? Bu olaydan tam on sekiz yıl sonra, “Tuvaletsiz Okullar!” diye bir gazete haberini, öğrencilerim eğitim haberi diye sınıfa getirince, bu olayı tekrar hatırlıyorum ve öğrencilerime, haberi tekrar okutarak, “Okullara tuvalet yapılmama gerekçesi, haberde yazılmış mı?”, diye sorunca, “Hayır!” cevabını alıyorum. 61 Masal Ablası / Abisi, Dil ve Anlatım AHMET USLU Edebiyat Öğretmeni / KÜTAHYA Anlatılacak çok hikaye var belki ama şu kadarını söylemekle iktifa edeyim: Öğrenciye masal anlattırma, hem dersin amaçları, hem de öğrencinin kendini keşfi adına 62 iyi bir araç olabilir. Bu yazıda, öğrencilerin yeteneklerini keşfetmede yardımcı olduğunu düşündüğüm, Dil ve Anlatım dersinin kazanımlarıyla da örtüşen ve uyguladığım bir yöntemden bahsedeceğim. Hepimiz biliyoruz ki, öğrencinin yapıp getirdiği ödev-proje kontrol edilmediğinde, bunun bir kıymeti yoktur. Aynı şekilde öğrencinin çalışmasına verdiğiniz değer, aslında sizin öğrenci nazarındaki değerinizle eşdeğerdir. Öğrenciyi yormadan estetik, doğru, planlı, basit ödevler vermek mümkündür. Öğrencinin on sanatçıyı fotoğraflayıp arkadaşlarına sunması, beş soruyu beş farklı kişiye sorup cevapların değerlendirmesini arkadaşlarının önünde yapması, bir romanın zaman çizelgesini çıkarması, Dede Korkut’taki karakterleri çizmesi bence yeterlidir. Öğrencilerin kendilerini tanıma, topluluk karşısında konuşma heyecanını yenme, estetik zevklerini geliştirme ve konuşma becerilerinin gelişmesinde önemli bir görev üstlendiğini gördüğüm ve öğrencilere sözlü notu, dönem ödevi notu vermede kullandığım bir yöntemi paylaşmak istiyorum. Önce, konunun belirlenmesinden imkanlara, öğrenciden beklenenden değerlendirmeye kadar her aşama öğrenciyle müzakere ederek yürüttüğümü söylemeliyim. “Sen şunu yap gel.” değil de, “Fotoğraf makinen var mı veya bulabilir misin?”, “Bu çalışmanı bilgisayara aktarabilir misin?” gibi sorularla öğrencinin neyi yapıp yapamayacağını anlamaya çalışıyorum. Razı olduğu halde sonradan yapamadığını hissettiğim bir şey olursa, hemen görevi güncelliyorum. Diğer bir husus da öğrencileri beraber çalışmaya teşvik ediyorum. Çalışma neyse, öğrencinin kabiliyeti ve bilgisi ne durumdaysa, ona göre görev paylaşımı yapmaya gayret ediyorum. Masal Ablası ya da Masal Abisi projesinde de önce öğrencilerden arkadaşlarını belirlemelerini istiyorum. Sınıfın durumuna göre, eğer talep çok olursa birden fazla grup da oluşturuyorum. Gruplar belirlendikten sonra öğrencilerden en beğendikleri üç masalı getirmelerini istiyorum. Bu sayı öğrenci grubunun durumuna göre artabiliyor. Getirilen masalları inceliyorum. Uygun olanları kabul ediyorum, olmayanlar için yeni masal talep ediyorum. Masallar belirlendikten sonra öğrencilerin masallara çalışmasını istiyorum. Karakterleri canlandırma, vurgu-tonlama-telaffuz çalışması, nefes kontrolü gibi konularda onlara yardımcı oluyorum. Hazır olduklarında, öğrencilerin masalları sınıf huzurunda arkadaşlarına anlatmasını istiyorum. Arkadaşlarından geçerli not olan öğrencileri farklı okullara gönderiyorum. Bu okulları seçerken öğrencinin geldiği okulu, tanıdığı öğretmenin sınıfını, uygulamayı beğenen ve öğrencilerine öğrencilerin masal anlatmasını isteyen sınıf öğretmenlerini tercih ediyorum. Bu şekilde olduğunda öğrenci ilk anda hissettiği yabancılık duygusunu daha az hissediyor. Öğrenciler masal anlatılacak sınıfa gitmeden önce, gidilecek okuldaki idareci ve öğretmenleri uygulamayla ilgili bilgilendiriyorum. Bu kısmı bazen öğrenciler kendileri de halledebiliyor. Hangi saat, hangi ders olduğunu netleştirdikten sonra, okul idaresine durumu bildiriyorum ve öğrenci o saatte izinli sayılıyor. Masal Ablası / Abisi öğrenciler masal anlatmaya başlamadan fotoğraf makinelerini ve şekerlerini hazırlamak zorunda. Hangi öğrenci masal anlatıyorsa diğer/ler/i onu fotoğraflamalı ve masal anlattığını belgelemeli. Aslında bu çok gerekli değil belki ama öğrenci fotoğraf makinesi olduğunda işe daha ciddi sarılıyor. Masal sonunda masalla ilgili sorular sorulmalı ve bilen öğrencilere şeker dağıtılmalı. Her öğrenci sınıfta masal/lar/ını anlatıyor. Aynı sınıfa, aynı masalları göndermemek önemli. Bu durumda dinleyen öğrenciler “Biz bu masalı dinlemiştik.” deyip masal anlatan öğrencinin moralini bozabiliyor. Masal Ablası / Abisi projesinin son aşamasında, sınıfında masal anlatılan öğretmenin öğrencilerle ilgili değerlendirmesi var. Masalı dinleyen öğretmen, sınıfa hakimiyet, sesin kullanımı, masalın hissedilmesi ve canlandırılması, öğrencinin heyecanı gibi konuları içeren bir değerlendirme yazıyor ve öğrenciye veriyor. Öğrenci bu değerlendirmeyi almak zorunda. Değerlendirmeyi getiren öğrenciyle öğretmenin görüşlerini beraber değerlendiriyoruz. Masal anlatırken yaşadıklarını, öğrencilerin davranışlarını, heyecanlarını konuşuyoruz. Öğrencinin süreç içindeki performansına bakarak, öğrencinin durumuna göre, sözlü ya da dönem ödevi notunu veriyorum. Yalnız burada notları yüksek tuttuğumu belirtmeliyim. Bunun iki nedeni var. Birincisi öğrenci bu süreci yaşadığında zaten yeterince fedakarlık yapmış oluyor ve üretiyor. İkincisi, kolay gibi görünen ama özellikle kendini ifade etmekte zorlanan öğrenciler için zor bir sürece diğer öğrencileri çekebilmenin yolu, tatmin edici bir nottan geçiyor. Bugüne kadar birçok öğrenciye masal anlatma görevi verdim. Anlatılacak çok hikaye var belki ama şu kadarını söylemekle iktifa edeyim: Öğrenciye masal anlattırma, hem dersin amaçları, hem de öğrencinin kendini keşfi adına iyi bir araç olabilir. Öğrencilerin kendilerini tanıma, topluluk karşısında konuşma heyecanını yenme, estetik zevklerini geliştirme ve konuşma becerilerinin gelişmesinde önemli bir görev üstlendiğini gördüğüm ve öğrencilere sözlü notu, dönem ödevi notu vermede kullandığım bir yöntemi paylaşmak istiyorum. 63 MAHİRE KİREMİTÇİ DKAB / İSTANBUL 14/07/2013 Sarı Saltuk’un İzinde 64 İstanbul’dan çıktık yola, Sarı Saltuk’un izinde. Her makamda verdik mola, Sarı Saltuk’un izinde. Kosova’da nal sesleri, Tuttu Haçlı nefesleri. Son şehîd Âdem Yaşârî, Sarı Saltuk’un izinde. Ya bismillah diye diye, Kusur bulduk cevâbiye. Kavala’da kurâbiye, Sarı Saltuk’un izinde. Bulgaristan ilk duraktı, Romanya’da yaşlar aktı. Alperenler iz bıraktı, Sarı Saltuk’un izinde. Âkif’in köyünü gördük, Bir dirildik bin kez öldük. Ezan sesi idi Türklük, Sarı Saltuk’un izinde. Sofya’dan bir magnet aldım, On dakikacık geç kaldım. Bu yüzden de azarlandım Sarı Saltuk’un izinde. Nazlı Tuna akadurdu, Etrafını yıkadurdu. Osman Paşa çıkadurdu, Sarı Saltuk’un izinde. Berat’ını vermiş Sultan, Farkı yok Safranbolu’dan. Evlâd-ı Fâtihân bir vatan, Sarı Saltuk’un izinde. Gökhan kardeş bir Alperen, Atalar izini süren. Hak’tan alan halka veren, Sarı Saltuk’un izinde. Baştanbaşa Balkanları, Sulamıştı al kanları. Gördük Hüdâvendigâr’ı, Sarı Saltuk’un izinde. İnci gibi bir şehirdi, Masmavi gölüyle Ohri. Halvetîler, sabah zikri, Sarı Saltuk’un izinde. Eğitimin öncüleri, Kadın erkek niceleri. Akşam sabah geceleri, Sarı Saltuk’un izinde. Demir perde yıkılmıştı, Çeteciler öç almıştı. Müslümanlar yakılmıştı, Sarı Saltuk’un izinde. Balkan bozgunu ertesi, Yıkılmıştı minâresi. Selânik’te selâ sesi, Sarı Saltuk’un izinde. Her yolun bir sonu vardı, Vatan her yerden kutsaldı. Yol aldıran yoldaşlardı. Sarı Saltuk’un izinde. Saraybosna Aliya’ydı, Üç Kulhü bir Fâtiha’ydı. Ne Rahmâni bir rüyaydı, Sarı Saltuk’un izinde. “Selânik içinde selâm okunur, Okunur da yüreğime dokunur.” Safiye der ey erenler, Ah vatanım der bülbüller. Doldu da taştı gönüller, Sarı Saltuk’un izinde. Balkanlar ’dan Notlar Osmanlı devletinde yeni fethedilen yerleri yerleşime açan, bu bölgelerin Türkleşmesini ve Müslümanlaşmasını sağlayan, Fuat Köprülü’nün “Kolonizatör Türk Dervişleri” adını verdiği erenlerden birisi olan Ahmet Yesevi erenlerinden Sarı Saltuk’un izinden Bulgaristan, Romanya, Sırbistan, Bosna Hersek, Karadağ, Makedonya ve Yunanistan’ı dolaştık. Günümüzde bu bölgelerde yaşanan sorunlara baktığımızda; Osmanlı Devleti’nin burada uyguladığı ırk esasına değil, inanç esasına göre insanları bir arada tutmayı hedefleyen “Millet Sisteminin” ne kadar isabetli bir politika olduğunu gördük. Bu doğrultuda Osmanlı kültürünün kendine özgülüğüne ve insani yönüne şahit olduk. Mostar, Poçitelli, Drina ve birçok yerde Osmanlı kültürünün coğrafya ile uyum içerisinde ortaya koyduğu mimariyi gördük. Kilisenin yanına Camiiyi yanyana inşa eden Osmanlı hoşgörüsüne şahit olduk. Bunları gördükçe insan sormadan edemiyor; Bu estetik anlayışa, höşgörüye, kendine güvene, farklılıklara ve saygı anlayışımıza ne oldu? Tarih derslerimizde anlattığımız 93 Harbi, Balkan Savaşları, Osmanlı-Haçlı savaşları, Kosova Savaşları gibi birçok olayların geçtiği coğrafyaları tanıdık. Olaylara bakış açımız değişti. Olaylar zihnimizde canlılık kazandı. Bu açıdan bu geziye katılmakta geç kaldığımı anladım. Gezi süresince bu bölgelerde yaşadıkları tecrübeleri ve bu konudaki bilgilerini bizlerle paylaşan , Sayın Gökhan Erenoğlu, Mehmet Salih Köse ve İbrahim Hakan Karataş hocalarımıza ve gezinin düzenlenmesinde emeği geçen Öncü Eğitimciler Derneği üyelerine teşekkür ederim. BİLGE KRALIN KABRİSTANI insanlar büyük Günümüzde arak esinden koparıl genellikle çevr üz üm üğ remizde görd r ifade edilir. Çev bi n arlar bu anlayışı büyük anıt mez r, le abide şahsiyet ifadesidir.Oysa le iy es vr çe hal olan çevresiyle hem n da m dır. Bu bakı gelişen insanlar nı nı n oviç’in kabrista eg B t ze İz a liy A nmış esinden soyutla tek başına çevr osna B pılmak yerine bir anıt gibi ya bir rinin kucağında Savaşı’nın şehitle dar kselmesi ne ka yü ak ar ol e id ab anlamlı. CANAN GÜLPINAR Tarih Öğretmeni / İstanbul 65 Elif ORMENGÜL Yok etme çabalarına rağmen TİKA tarafından restore edilip ortaya çıkartılan bir çok Osmanlı eserini gururla izlemeyi, Gezi; son dakikada hızlı bir kararla başlayan üç arkadaşın macerası… Gezi; maceranın devamında belki de yıllarca yalnız okumakla elde edilemeyecek bir farkındalık… Gezi; soluduğum havada, bastığım topraklarda; gördüğüm gözlerdeki acıları, beklentileri yüreğime kazıyan olay… Ve gezi; üç kişinin anısıyla başlayan, yüzlerce kişinin ruhuyla dönülen öğrencilerime anlatılacak pek çok anı… Arnavutluk-Ohrid’de ve RomanyaKaliyakra’da Hıristiyanlar tarafından aziz haline getirilen Alperen Sarı Saltuk makamını, Srebrenitsa’da başındaki Ayyıldızlı fesiyle dolaşan Osmanlı hayranı Bosna gazisini, Şehitlerin hikayesini ve katliam alanını, Sırbistan’da rejim tarafından yıkılmış 270 camiden geriye kalan ve binalar arasında sıkışıp kalmış Bayraklı Camii imamının Türkçenin Sırp diline etkileri üzerine doktora tezi olarak yaptığı çalışmaya göre Sırpçaya geçen 10.000 Türkçe kelimeden 2.000 tanesinin karşılığının olmadan günlük dilde kullanıldığı ve bu kelimeler olmadan Sırp dilinin çökeceğini belirtmesini, Saray Bosna’da savaştan geriye kalan izleri, savaşın kaderini değiştiren 800 metrelik tünelin hikayesini savaş gazisinin ağzından dinlemenin buruk tadını, Vezirler Şehri Travnik’in muhteşem görüntüsünü, Mehmet Akif Ersoy’un köyünde tanıştığımız, Londra’da İktisat alanında doktora yaparken Türkiye’dekinden çok daha bilgiye ulaşarak bu durumu ilginç bulan ve bu yüzden Mehmet Akif Ersoy hakkındaki araştırmalara kendini adayan Akif’in akrabası Adem’in paylaştıklarını, Şehidimiz Selami Yurdan’ın mezarını, Kosova-Novi Pazar’da tanıştığımız Selma isimli üniversite öğrencisi genç bayana hangi dinden olduğu sorulduğunda hafif kızgın bir ifade ile “Selma dedik ya!” diyerek cevap vermesini, Kosova-Prizren’de tanıştığımız ve tatlı sohbetiyle bizleri büyüleyen, Kosova’da Türkçenin seçkinlerin dili olduğunu gururla belirten, Türkiye hayranı Kosova Meclis Üyesi Daşuriye teyzemiz ve kardeşini, Bulgaristan-Plevne’de Gazi Osman Paşa’nın kahramanca mücadelesini yerinde izlemenin tarihsel tadını, Arnavutluk-Ohrid’de cebinde Recep Tayip Erdoğan posteriyle dolaşan ve “100 yıldır sizleri bekliyoruz.” diyen Türkiye hayranı amcamızı, unutmak elbette mümkün olmayacaktır. Bosna’da Mostar Köprüsü’nü, 66 Bolagay Tekkesini ve tarihi dokuyu, Bu resimle Shakespeare’in meşhur eserindeki sözünü kendime söylüyorum o kadar geç kaldık ki, artık erken sayabiliriz. (Srebrenitsa Şehitliği) Bu resimle Shakespeare’in meşhur eserindeki sözünü kendime söylüyorum o kadar geç kaldık ki, artık erken sayabiliriz. (Srebrenitsa Şehitliği) Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in sadeliğin ihtişamıyla bezenmiş şehitliğini, Kosova’da ailesi ile birlikte şehit edilen komutan Adem Yaşari’nin mücadelesini, Tayfur Teksar Meslek Dersleri Öğretmeni / AKSARAY Saraybosna’da yapılacak 10 şeyden biri “kahve içmek” Bakır tepsi üzerinde tek kişilik bakır cezve yanında lokumu ve suyu ile kulpsuz kahve fincanından köpüklü kahve içmek, kırk yıl hatırı kalacak bir yolculuğun bir yudumluk molasıydı adeta… Şerife ALCAN 67 www.uskudarsanatdernegi.org.tr--uskudarsanatdernegi@gmail.com Üsküdar Sanat Derneği ile Röportaj Kendinizi tanıtır mısınız? İsmim Halil Küçük. Üsküdar Sanat Derneği’nin kurucu başkanıyım. Derneğinizden kısaca bahseder misiniz? Derneğimizi Üsküdar’ımızın merkezinde küçücük bir ofiste kurduk. Adresimiz, Mimar Sinan Mahallesi Selman-ı Pak Caddesi Molla Eşref Sokak No: 15/22. Derneğimiz çoğunlukla sanatsal faaliyetler ve projeler gerçekleştirmek için kuruldu. Dernek olarak ne gibi faaliyetler yapıyorsunuz? Faaliyetlerinizden kimler yararlanıyor? Bizler bu derneğimizi sanat gönüllüsü, fedakâr birkaç arkadaşla kurduk. Şu an için en öncelikli çalışmamız fotoğraf etkinlikleri, gezileri ve yorumlamaları. Diğer yandan güzel sanatlara hazırlık, resim ve yağlı boya kurslarımız olacak. Geleneksel el sanatlarımızdan ebru, hat, tezhip kurslarımız olacak. Sanatsal kursların yanında şairlik ve yazarlık kursumuz da yer alacak. Sanatsal, sosyal ve kültürel projelerimiz olacak. Şiir ve müzik dinletisi, fotoğraf sergisi gibi çalışmalarımız var. Sergi, seminer, konferans, imza günleri, film gösterileri, film yorumları, fotoğraf gezileri, fotoğraf değerlendirmeleri gibi programlarımız olacak. Kurslarımız, 7’den 70’e herkese açıktır. Bazı kurslarımızda 18 yaş üstü olma şartı arıyoruz tabi. Bazı kurslarımızda da 18 yaş altı da 68 katılabilecek ancak kayıt olabilmeleri için veli izni şartımız olacak. Diğer kurslarımız da yıl içinde talepler doğrultusunda planlanacak ve hafta içi gündüz-akşam ya da hafta sonu gündüzakşam olacak şekilde kurs gruplarımız oluşturulacak ve derslerimiz yapılacak. Böylece derneğimiz 7-24 aktif olarak kurslarına devam edecek. Kurslarınıza katılabilmek için herhangi bir ücret ödemesi yapılıyor mu? Eğer kursiyerimiz derneğimizin birden çok kursuna katılmak istiyorsa derneğimize üye olmasını tavsiye ederiz -tabi bunun için bazı farklı şartlar da var- ve böylece derneğimiz üyelerine sağladığımız imkânlardan yararlanır ki derneğimizin istediği kursuna ve istediği kadarına katılabilme imkânına sahip olur. Üye olmadan kurslarımızdan yararlanmak isteyen kursiyerlerimiz ise derneğimizin belirlediği kurs ücretini ödeyerek kurslarımızdan diledikleri gibi yararlanabilirler. Derneğiniz olarak bahseder misiniz? hedeflerinizden -Derneğimizi ilkin dar kapsamlı çalışmalar için kurmayı düşünmüştük. Fotoğraf derneği olarak düşünülmüştü mesela. Ama daha sonra derneğimizin kapsamını biraz daha genişleterek uluslararası projelerde yer alabilecek konuma getirmeyi hedefledik. Ve böylece derneğimizin isminin “Üsküdar Sanat Derneği” olmasında karar kıldık. Derneğimizin amaçlarını; birçok sanatsal alanda faaliyet yapmak, projeler üretmek, halka sanatsal eğitim açısından katkı sağlamak, ilgi duyanları da projelerimize kurslarımıza davet etmek, katılımlarını sağlamak olarak söyleyebiliriz. Avrupa Birliği fon destekli projelerimiz de olacak derneğimizde. Ve her yıl en az bir tane bir projemiz olacak. Sanat Derneğimizi ilerleyen zamanlarda Sanat Akademisine dönüştürme hedefimiz de var. Ve belki çevre ilçelerde de şubeler açabiliriz. Son olarak söylemek istediğiniz bir şeyler var mı? Derneğimiz çok kısa bir süre önce 15 Nisan 2013’te kuruldu. Ve kurulduktan 20 gün kadar sonra Bağlarbaşı Kültür Merkezinde “Mavi Düşler” başlıklı bir sergi ve müzik dinletisi gerçekleştirdi. Bu vesile ile kurs hocalarımızın alanlarında uzman kişiler olduğunu belirtmek isterim. Sanatsal herhangi bir kursa katılmak isteyen arkadaşımız eğitimini gerçekten de iyi tamamlayabileceğinden emin olabilir. Tabi bu biraz da arkadaşımızın kurslara aktif katılımı ile mümkün olacaktır. Sizlere de çok teşekkür ediyorum derginizde derneğimize yer verdiğiniz için. Daha güzel projelerde hep birlikte olmak dileğiyle. ÜSKÜDAR SANAT DERNEĞİ facebook.com/uskudar_sanat--twitter.com/@uskudar_sanat 2013 FOTOGRAF KURSU *Temel Fotoğraf *Çekim Teknikler *Ürün fotoğrafı *Reklam fotoğrafı *İleri Düzey Fotoğraf *Gezi Fotoğrafı *Doğa Fotoğrafı *Fotoğraf Sunumları *Fotoğraf Okumaları ve yorumları ENSTRUMAN KURSU KLASİK EL SANATLARI RESİM KURSU *Hat *Keman *Gitar *Ebru *Teship *Ney *Flüt *Güzel Sanatlara *Saz Hazırlık Kursları *Bale ve Dans *Resim *Latin Dansları YAZARLIK KURSU *Yazarlık ve Şiir Okulu *Senaryo Yazımı BİLGİSAYAR KURSU *Grafik Tasarım *Photoshop *Dijital Fotoğraf *Kısa Film Çekimi ETKİNLİKLER *Sergi *Seminer *Konferans *Söyleşi *İmza Günleri *Film Gösterimi *Filmin Sanatsal Yorumlanması Değerlendirilmesi *Kültür, Sanat ve Turizm Gezileri *Fotoğraf Gezileri *Çekilen Fotoğrafların Değerlendirilmesi PROJE ÇALIŞMALARI *Sanatsal Proje Çalışmaları *Kültürel Proje Çalışmaları *Sosyal Sorumluluk Proje Çalışmaları *Turizm Proje Çalışmaları İstanbul’da sanatın yeni adresi “Üsküdar Sanat Derneği” Değerli vaktinizi bizlere ayırdığınız için biz teşekkür ederiz. İletişim:Başkan:0(532) 746 90 44 - Başkan Yard.0(506) 594 04 65 Mimar Sinan Mah. Selman-i Pak Cad. Molla Eşref Sok. No:15 / 22 Üsküdar / İSTANBUL 69 ÜSKÜDAR ÇOCUK ÜNİVERSİTESİ Üsküdar Çocuk Üniversitesinin Tarihçesi: Üsküdar Çocuk Üniversitesi; İstanbul Medeniyet Üniversitesi ile Üsküdar Belediyesi’nin ortaklaşa gerçekleştirdiği bir sosyal sorumluluk projesidir. Bu proje ile Üsküdar’da ikamet eden veya Üsküdar’da eğitim gören 8-12 yaş grubundaki üstün potansiyelli çocuklara, üniversite ile etkileşim içerisinde; yaparak, yaşayarak ve eğlenerek, bilimsel ve eleştirel düşünme, sorgulama, sorun çözme gibi temel yaşam becerilerini kazandırma; onları zekâ seviyeleri, yetenek ve ilgileri doğrultusunda geliştirme amaçlanmaktadır. “Ataerkil” bir aile yapısının “Çocukerkil” bir aile yapısına dönüştüğü günümüzde, üstün potansiyelli çocuk sahibi olmak bir avantaj gibi görünse de uygun eğitim imkânı verilmediğinde bu durum tersine döner ve sorunlu bir hal alır. Ülkemizde ilköğretim çağında 15 milyon öğrenci olduğunu 70 kabul edersek yaklaşık 300.000 üstün potansiyelli çocuğumuz, keşfedilmeyi ve yeteneklerine uygun eğitim almayı beklemektedir. Mevcut eğitim sistemimizde, yüzde 95’lik kesimi oluşturan, normal zekâya sahip öğrenci kitlesinin eğitimi amaçlandığından, yüzde 2’lik dilimi oluşturan yüksek potansiyelli öğrenciler bu sistem içinde “normalleştirilmeye” çalışılmaktadır ve adeta yetenekleri yok edilmektedir. Okuldaki çalışmalar bu öğrencilerin seviyelerine uygun olmadığı için, dersler onlara sıkıcı gelmekte, bazen pasif direniş göstererek kendilerini dış dünyaya kapatmaktadırlar. Çocuklarımıza, yeteneklerine uygun eğitim verebildiğimiz takdirde, ülkemizde önemli gelişmelere ve ilerlemelere imza atacaklardır. Bu nedenle üstün yetenekli çocuklarımızın belirlenmesi, eğitilmesi ve istihdamı ülkemizin kalkınması ve ilerlemesi açısından çok büyük bir önem arz etmektedir. Üstün potansiyelli çocuklarımıza yıllar süren, uzun soluklu ve ücretsiz eğitim desteği vermek amacıyla hayata geçirdiğimiz Üsküdar çocuk üniversitesi projesi, bu yönüyle ülkemiz için ilk ve örnek bir model olmaktadır. Üsküdar çocuk üniversitesi, milli eğitim bünyesindeki eğitim kurumlarının bir alternatifi değildir. Yüksek potansiyelli öğrenciler, kendi okullarındaki zorunlu eğitimlerine devam edecek, okul dışı serbest zamanlarında bu üniversiteden eğitim desteği alacaktır. Öğrencilerin Tespit Süreci: Üsküdar Çocuk Üniversitesinden eğitim desteği alacak üstün potansiyelli öğrencileri tespit için; proje iştirakçimiz olan Üsküdar Milli Eğitim Müdürlüğü ve Üsküdar Rehberlik ve Araştırma Merkezi (RAM) ile ortak çalışmalarımız 2012 yılı mayıs ayından itibaren başladı. Öncelikle Üsküdar’daki tüm ilköğretim okullarına gönderilen yazıyla Üsküdar çocuk üniversitesinden eğitim desteği alabilecek nitelikteki üstün potansiyelli öğrencilerin sınıf ve rehber öğretmenleri tarafından belirlenip RAM’a bildirilmesi sağlandı. Hafize Özal İlköğretim Okulunda TKT 7-11 adı verilen toplu teste tabi tutuldu. Bu programın amacı bilimde önemli çalışmalara imza atabilecek “geleceğin bilim insanlarını” yetiştirmektir. Test sonunda 90 ve üzeri puan alan 430 öğrenci, 20 ocak pazar günü 20 rehber öğretmen gözetiminde Üsküdar Gençlik Merkezinde bireysel performans testine tabi tutuldu. Test sonuçları değerlendirilip “WİSC-R” testi gereken öğrencilerimizden bu testi de yaptırmaları istendi. 30 Ocak-03 Şubat tarihleri arasında; İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Üsküdar Rehberlik ve Araştırma Merkezi ve Üsküdar Bilgi Evleri rehber öğretmenlerinden oluşan Üsküdar Çocuk Üniversitesi sınav değerlendirme komisyonu, her üç test sonucunu değerlendirerek Üsküdar Çocuk Üniversitesinden eğitim desteği almaya uygun görülen 260 üstün zekâlı ve 100 üstün yetenekli öğrenciyi belirledi. Ayrıca; 2013 Şubat ayının 2.haftasından itibaren 8 ay süreli 1. kademe eğitimlerimiz fiilen başladı. - Öğrencilerin talepleri ve danışma kurulunun önerileri doğrultusunda yeni programlar açılabilecektir. - Tüm öğrencilere -bir program dâhilinde- tarihi, doğayı, bilim ve teknolojiyi sanatsal ve sportif faaliyetleri tanıtmaya yönelik geziler ve etkinlikler düzenlenmektedir. - Üsküdar Çocuk Üniversitesi Rehberlik Birimi’nde görevli rehberlik uzmanları tarafından; eğitim süresince, her öğrencinin kişisel bilgilerinin, sınav başarı durumlarının, ilgi ve yeteneklerinin kaydedildiği “öğrenci bilgi bankası” oluşturulmakta; öğrencilerin aileleriyle ve okullarındaki rehber öğretmenleriyle de işbirliği ve bilgi paylaşımı yapılmaktadır. - Eğitimler süresince öğrencilerin gelişimleri ölçülecek, başarılı öğrencilere her kademe eğitimi sonunda “katılım belgesi”, 3 kademe eğitimine katılıp başarılı olan öğrencilere ise “mezuniyet belgesi” verilecektir. Üsküdar Çocuk Üniversitesi’nin yönetim şekli ve eğitim programı hakkında detaylı bilgiler alabilmek için web adresine bakabilirsiniz. http://www.uskudarcocukuniversitesi.com RAM tarafından tespit edilen 1047 öğrencinin velisine Üsküdar’da mevcut 14 bilgi evinden birine gelip ön kayıt yaptırmaları için davet mesajı gönderildi. Ön kayıt yaptıran 890 öğrenci, 12 Ocak 2013 tarihinde 70 rehber öğretmenin gözetiminde 71 EĞİTİMİN ÖNCÜLERİ GENEL KURULUNU GERÇEKLEŞTİRDİ paylaşımlarını gerçekleştirmek amacıyla kurulan zümre platformlarıdır. “İyi İnsan” için bir adım daha atıldı. 2013 Mart ayında dokuz gönüllü öncü eğitimci tarafından kurulan “Öncü Eğitimciler Derneği” 43 kayıtlı üyenin katılımıyla ilk olağan genel kurulunu gerçekleştirdi. “Amacımız, öğretmenlerin birbirleriyle etkileşim kurarak kendi kendilerini motive etmelerini sağlamaya yardımcı olmaktır.” diyerek tamamladı. Öncü Eğitimciler Uluslararası Öğretmen ve Eğitim Öncüleri Derneği ilk olağan genel kurulu Çekmeköy’deki dernek merkezinde 14 Eylül 2013 Cumartesi günü yapıldı. Divan Kurulunun seçilmesinin ardından dernek üyeleri derneğin vizyonuna ilişkin görüşlerini paylaştı. Katılımcılar derneğin kısa, orta ve uzun vadeli hedeflerine ilişkin önerilerini dile getirdi. Kurucu Başkan Gökhan Erenoğlu, Kurul açılış konuşmasında derneğin kuruluş sürecini özetledi. Erenoğlu konuşmasında derneğin Türkiye’de ve hatta dünyada gönüllülük ve eğitimcilik misyonlarını birleştiren 43 heyecanlı üyenin ortak eseri olduğuna vurgu yaptı. Erenoğlu konuşmasını, Genel Kurul’da derneği 3 yıl boyunca yönetecek yönetim, denetim, danışma ve strateji geliştirme kurullarının seçimi gerçekleştirildi. Yönetim kurulu başkanlığına oy çokluğu ile derneğin kurucu başkanı Gökhan Erenoğlu seçildi. Seçimin ardından dernek başkan yardımcısı Mehmet Keskin, danışma kurulu üyesi M. Cüneyt Ancın, İsmail Cihangir ve Dr. İbrahim Hakan Karataş birer konuşma yaptı. Mehmet Keskin yaptığı konuşmada: “Eğitim dini ya da dünyevi diye ayrılmadan insana bir bütün olarak yaklaşmalıdır.” dedi. Ancın, Eğitimle düşen bir toplumun yeniden ancak eğitimle dirilebileceğini söyledi. Dr. Karataş ise konuşmasında Öncü Eğitimcilerin nihai hedefinin öğretmenlerin sınıf içi motivasyonlarını ve etkiliklerini artırmak yoluyla varlığımızı borçlu olduğumuz toplumun ve insanlığın gelişmesine katkıda bulunmak olduğunu belirti. Karataş, “Varoluşsal ilkemiz, insan onuruna saygılı olmak; stratejik ilkemiz ise öğretmenler olarak birbirimizden öğrenmeye istekli olmaktır.” dedi. Karataş, zirvenin daima münhal olduğunu ancak Öncü Eğitimciler için gerçek zirvenin sürekli öğrenmeye açık, küresel bir perspektife sahip ve işini ciddiye alan öğretmenlerin sayısını artırmak olduğunu söyledi. Üyelerin görüş ve önerilerini dile getirmelerinin ardından yönetim kuruluna seçilen üyeler gerçekleştirmeyi planladıkları “iyi insan” hedefli 1 yıllık faaliyet planını Kurul’a sundular. Öncü Eğitimciler ‘in 1 Yıllık Faaliyet 72 ÖNCÜ EĞİTİMCİLER Uluslararası Öğretmen ve Eğitim Öncüleri Derneği Planında öne çıkan etkinlikler şu şekilde yer aldı: V. Öğretmenim Sempozyumu: 1 Aralık 2013 tarihinde ‘Eğitim’le Barış: ‘Milli’ Eğitimimizin Toplumsal Barışa Katkısı ana temasıyla Öncü Eğitimciler tarafından gerçekleştirilecektir. Öğretmen Zirveleri: Belli branştan öğretmenlerin buluştuğu ve sınıf içi etkinlik ve uygulamaların paylaşıldığı 2 zirve gerçekleştirilecektir. bir program olarak planlanmıştır. Öğretmenler Odası Dergisi: Eylül 2013’te 9. sayısı yayımlanacak olan öğretmen ve eğitim dergisini yayımlamaya devam edilecek. Gönüllü Öğretmen Zümreleri: Farklı branşlardan öğretmenlerin, farklı okullardan ve şehirlerden meslektaşlarıyla buluşmalarını ve Genel kurul seçimi sonucu seçilen yönetim kurulu ve alt kurullar için V. Ulusal Öğretmenim Sempozyumu paylaşımcı ve dinleyici başvurusu için “Kurban Kardeşliği II - Sırbistan” Balkan Gezisi için Öğretmenler Odası yeni sayısına yazı göndermek için Eğitim Akademisi başvurusu için İnternet Sitesimiz : www.oncuegitimciler.org.tr adresinden ulaşabilirsiniz E-posta: oncuegitimciler@gmail.com Twitter Adresimiz : twitter.com/oncuegitimciler Facebook Sayfasımız : https://www. facebook.com/oncuegitimcilerdernegi Öğretmen Gezileri: Öğretmenlerin sosyal ve mesleki gelişimlerine katkıda bulunacak yurtiçi ve yurtdışı tematik geziler düzenlenecektir. Eğitim Akademisi: Eğitim fakültelerinde okumakta olan öğretmen adayı öğrencilerin öğretmenliğe hazır olmaları amacıyla deneyimli öğretmenlerin gözetiminde ve uygulamalı olarak uygulamalı öğretmenlik mesleğine hazırlanmalarını hedefleyen 3 yıllık 73 Eğitim bireyi özgürleştirme sürercidir. Eğitim, çocukların, kendine yeten, karar verebilen, problem çözebilen yetişkinliler/insanlar olmasına yardımcı olmayı amaçlar. Bunu başarmak ise bu niteliklere sahip öğretmenler aracılığıyla mümkündür. Eğitim fakültelerinden mezun olup bir eğitim kurumunda göreve başlayan meslektaşlarımızın çoğu, lisans eğitimi boyunca aldıkları eğitimin aslında kendilerine mesleki ihtiyaçlarını karşılayacak bir donanım kazandırmadığından şikayet ederler. Öğretmenlerin çoğu öğretmenliği okulda, sınıfta öğrendiğini itiraf eder. Fakültelerimizde okul yönetimine ilişkin bir lisans bölümü de yoktur. Öğretmenlerin mesleki, kişisel ve sosyal gelişimlerine katkı sağlamayı amaçlayan Öncü Eğitimciler, öğretmenlerin bu tespitlerinden hareketle bir sivil toplum kuruluşu olarak bu ihtiyacın karşılanmasına kendi gücünce destek olmak amacıyla Eğitim Akademisini kurdu. Eğitim Akademisi üç yıllık bir program dâhilinde eğitim fakültelerinde okumakta olan öğretmen adaylarının okula ve sınıfa daha hazır olarak girmelerine katkı sağlayacak programlar geliştirmeyi esas amaç olarak belirlemiştir. Öğretmen adaylarının meslekte derinleşmelerini sağlayacak seminerler ve 74 okumalar yanında öğretmenliği yaparak yaşayarak öğrenebilecekleriuygulama çalışmaları da yapılmaktadır. Ayrıca öğretmen adaylarının yönetim, organizasyon, problem çözme vb. becerilerini geliştirmek amacıylasivil toplum kuruluşlarında gönüllü olmalarını teşvik etmektedir. Adayların uluslar arası görgüsünü artırmak amacıyla proje çalışmalarına katılmalarını, okulu, sınıfı, öğretmenler odasını ve öğrencileri daha yakından ve daha derinlikli tanıması için eğitim kurumlarında öğretmenlik stajı yapmalarını sağlamaktadır. Son olarak öğretmen adaylarının akademik derinlik kazanmaları için çeşitli seminerler yanında araştırma geliştirme kurumlarında staj yapmaları teşvik edilmektedir. Eğitim Akademisi, sınıfa gelen her çocuğun her ders saatinin çok kıymetli olduğu ve etkili bir biçimde değerlendirilmesi gerektiği inancından hareket etmekte, sınıfa giren her öğretmenin tam donanımlı olarak mesleğe başlamasının yollarını aramaktadır. Eğitim Akademisi Gerçekleştirildi Mülâkatları Türkiye’nin geleceğine katkı için altı yıldır çalışmalarına aralıksız devam eden Eğitim Akademisi programı 2013-2014 yılı eğitimci katılımlarını belirlemek için mülâkatlarını gerçekleştirdi. Yapılan mülâkat sonucunda 46 öğrencimiz Eğitim Akademisi seminerlerine katılmaya hak kazandı. Eğitim Fakültelerinde okuyan ve önce kendisine sonra da Türkiye’nin geleceğine katkıda bulunmak isteyen yüze yakın yenilikçi öğretmen adayı dernek merkezimizde mülakata konuk oldular. Katılımcıları yönetim kurulu başkanımız ve yönetim kurulu üyelerimiz karşıladılar. Keyifli bir havada geçen mülakatlar Türkiye’nin göreceği güzel günlere olan inancımızı artırdı. Mülâkata katılan yenilikçi ve gelişime açık öğretmen adaylarının heyecanları bize yaptığımız işin kıymetini fazlasıyla hissettirdi. Mülâkata katılan tüm öğrenci adaylarımıza ve gönüllülerimize teşekkürlerimizi sunarız. Üniversite hayatımın başlangıcında, bölümden bir hocamızın sunumunun da yer alması vesilesiyle haberdar olduğumuz öğretmen zirvesinde tanıdım onları. Verilen eğitim bir yana, ikramından yemeğine, detaylı ulaşım bilgilendirmesinden sertifikasına kadar her şey en ince ayrıntısıyla düşünülerek hazırlanmış fevkaladenin fevkinde derler ya işte öyle bir programdı. Renksiz geçen eğitim hayatımın yoğunluğunda kaybolduğum üçüncü senemde, daha önce katıldığım zirve ile benden tam puan alan eğitimcilerin, yine bana göre en önemli yapıtı olan “Eğitim Akademisi” ile tanıştım. Mülakatta Gökhan Erenoğlu hocam “Bugüne kadar neredeydin?” diye sorduğunda bu sorunun ehemmiyetini o gün pek kavrayamamıştım. Dolu dolu geçen iki senenin ardından Gökhan hocamı anlamış; doyurucu içeriği, çeşitli etkinlikleri ve her türlü imkanlarıyla Eğitim Akademisinin, eğitim fakültesi öğrencileri için bir nimet, bir lütuf olduğunu idrak etmiştim. Akademi sayesinde eğitim hayatıma renk geldi, can geldi. Bunu sağlayan, bütün bu güzelliklere sahip olabilmemiz için emeklerini hiç esirgemeyen kıymetli hocalarıma teşekkürü bir borç bilirim. Mine AŞKAN a Üniversitesi enliği / Marmar m et ğr Ö i es nc Ö Okul Eğitim akademisinin tanıtımı ile ilgili yazıyı ilk önce Genç Dergide görmüştüm. O zamana kadar eğit im fakültesi öğrencisi olarak katılabileceğim bir çalışma veya STK arayışındaydım. Birçok STK değişik meslek grubu adaylarına yön elik çalışmalar yürütüyorlardı ama eğitimciler için bir çalışma göremiyordum. Bu arayıştan mütevellit akademiye katılma konusu nda uzun uzun düşünmeyip başvurdum. Bu yüzden çok fazla bir şey ummadım açıkçası. İlk başta sadece resmi bir ortam, cumartesiden cumartesiye görüşeceğim insanlar hayal ediyord um. Akademinin ortamı ise mülakattan itibaren gayet samimiy di. Akademinin mülakatı, birçok mülakat gibi rahatsız edic i ve bezdirici sorular yerine sohbet havasında geçmişti. Seminer hocalarımız resmiyetten uzak ve seminer dışında rahatça ulaşabil eceğimiz, fikir alışverişinde bulunabileceğimiz alanında uzman kişilerdi. Akademi dışındaki etkinliklerin ben ce en keyifli ve verimlisi kesinlikle gezilerdi. İlk yurtdışı den eyimim eğitim akademisi ile oldu. Yorucu ama keyifli yolculuklar yaptık. Geziler dışında diğer bir deneyimim de AB projeleri oldu . Pek başarılı olamasam da akademinin gayreti ile konunun uzm anlarından AB projeleri ile ilgili hiçbir yerde rahatça ulaşamayaca ğımız uzun soluklu eğitimler aldık. Bunların hepsinin dışında edindiğiniz arkadaşlıklar bile yanınıza kalan çok büyük bir kâr oluy or. Bundan dolayı geçen 2 yıldır buradaydım ve 3. yılım için de tereddüt etmeden başvurdum. Sonuç olarak umduğum pek bir şey yoktu ama birçok şey buldum akademide. Teşekkürler. T Ebrû KARABULU çi Üniversitesi menliği / Boğazi et ğr Ö i es nc Ö l Oku ndimi içinde yken bir anda ke da ın as i am aş u rg ku ı eğitim sistemin Eğitim Akademisi martesi sabahlar cu r le bi ip sa ek kı r bi bi gi ik rt yıl buldum. Beş kişil ız günlerdi.Üç dö emiye katılmak ım ığ pt ya ar al irdeleyip, okum en adayanın akad mle ilgili 400-500 öğretm da ın as nr so lara gelmesi eğiti re at sü ak ül m ı, as rinde aynı bulunm a ki eğitimcile için başvurularda nd ısı rş ka n ke zlerinde ki hseder nu hissedince gö kaygılarından ba ğu du ol ın ar nl iş insa r duygu.. şeyleri dert etm ek muhteşem bi rm gö i eğ ist ve mutluluğu Ahmet ÖZCAN Eğitim Akademisi Koordinatörü EĞİTİMEĞİTİM AKADEMİSİyle ilgili görüşler ÖNCÜ AKADEMİSİ ÖNCÜ EĞİTİM AKADEMİSİ Öncü Eğitimciler Eğitim Akademisi şlarım sayesinde iyi sınıf arkada em ad ak ve dım. Bir buçuk Derneği n yarısında tanı ıfı sın ci in ik e Üniversitede üniversit kınmışımdır hep. ya in iç m ğı dı nı enci ilişkisinin yıl geç ta ayan hoca-öğr nm lu bu ç hi akademisinde. nerdeyse buldum eğitim ı ın en as zl fa ha l de öğretm çok da emisyen deği ad al ak m or rin N le ı. ci antajd Seminer k büyük bir av ço , in an iç lış ça m zi k bi an, ço olması olarak çok okuy lı rk fa an ay en rd km le bı öğretmen rulmayan ve rı umayan, hiç yo andık ve onla gerekirse hiç uy erinden faydal el üb r cr le te er in ın m ız se ğım hocalarım sayesinde katıldı i em de ad sin Ak ye k. sa dı örnek al pozyumlar tmenliği, sem rgiciliği, okuma sayesinde öğre sin yesi saye de de öl at i rg de ri, le Balkanları ve öğretmen geziler sayesinde ri, şii de sin ye sa sevdim. Emeği grupları lisi de gönüllüğü em . ön en ” ği teşekkür ederim “kardeşli kadaşlarıma çok ar ve a rım la ca geçen ho Seyfullah KÖKSAL Öğretmen 75 75 Öğretmenler Toplumsal Barışı Gündeme Taşıyor Öğretmenler Toplumsal Barışı Gündeme Taşıyor. Prof. Dr. Gülfettin ÇELİK’in katılımlarıyla gerçekleştirilecek. 1 Aralık 2013 tarihinde gerçekleştirilecek olan V. Ulusal Öğretmenim Sempozyumu’nda “Toplumsal Barış” tartışılacak. Panelin ardından oturumlara geçilecek. Öğretmenlerin en büyük buluşma platformlarından biri haline gelen Öğretmenim Sempozyumu’nun bu yılki ana teması “Eğitimle Barış: ‘Milli’ Eğitimimizin Toplumsal Barışa Katkısı” olarak belirlendi. Beş yıldır öğretmenler haftasında binlerce öğretmeni buluşturan sempozyum bu seneki konusuyla Türkiye’nin gündemini Eğitim ve Barış’a taşıyacak. Eğitimin dışarıda tutularak hiç bir sorunun çözülemeyeceğine inanan ve hedeflerine “İyi İnsan’ı” yerleştiren bir grup gönüllü eğitimci tarafından kurulan Öncü Eğitimciler Uluslararası Öğretmen ve Eğitim Öncüleri Derneği tarafından gerçekleştirilen sempozyum “Eğitim ve Barış” konulu açılış paneliyle başlayacak. Panel; Osmangazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Selahattin Turan, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü öğretim görevlisi Prof. Dr. Hasan ALACACIOĞLU ve Medeniyet Üniversitesi Rektör Yardımcısı Sempozyum öğretmenler tarafından gerçekleştirilecek olan otuz üç sözlü beş poster sunum devam edecek. Bu sene sempozyumda önceki yıllardan farklı olarak bir ara konferans yapılacak. Dr. Abdulrahman ALMUHRİJ “The Role of Education in Terms of Converting Social Differences Into Diversity” başlıklı konuşmasıyla eğitimin toplumsal barışla ilişkisi konusuna dışardan bir bakışla katkı sunacak. Her zamanki gibi iyi örneklerin bolca paylaşılacağı Öğretmenim Sempozyumu’nun oturum başlıkları şu şekilde gerçekleştirilecek: • Dil ve Eğitim, • Toplumsal Barış, • Değerler Eğitimi, • Eğitimle Barış, • İyi Örnekler 1-2, • Öğretmen Yetiştirme, • Eğitim Araştırmaları ve • Okul Öncesi. http://www.oncuegitimciler.org.tr/basvuru.php Lütfen dinleyici kaydınızı yaptırınız! * Sempozyuma katılım ücretsiz olup tüm katılımcılara sertifika verilecektir. * Sempozyumla ilgili ayrıntılı bilgiye www.oncuegitimciler.org.tr den ulaşabilirsiniz. 76 77 eğitim haberleri Seyfullah Köksal Marmara Üniversitesi / İSTANBUL 21 Haziran 2013 Cuma Okullara ‘Gezi’ yoklaması! MEB’ten Okullara Yazı Milli Eğitim Bakanlığı Gezi parkı eylemlerine katılan öğretmen ve eğitim yöneticilerini tespit etmek için Türkiye genelindeki il milli eğitim müdürlüklerine yazı gönderdi. Gönderilen yazıdan, “Eylemlere katılan eğitim çalışanları ve öğretmenlerin isimlerinin bakanlığa bildirilmesi” istendi. Edinilen bilgiye göre Bakanlık il milli eğitim müdürlüklerinden gelen isimleri tek tek tespit ettikten sonra öğretmenlerin ve eğitim çalışanlarının savunmalarını alıp, haklarında soruşturma başlatabilecek. Eğitim-İş Genel Başkanı Veli Demir, Bakanlığın il milli eğitim müdürlüklerine böyle bir yazı gönderildiğini doğrulayarak, “Bakanlık sindirme ve korkutma politikası uyguluyor” dedi. 03 Temmuz 2013 Çarşamba MEB Personeli Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, SBS’nin 78 kalkacağını ve dersanelerin kapanacağını açıkladı. Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, televizyongazete Ankara temsilcileri ve eğitim muhabirleri ile kahvaltıda yaptığı toplantıda Seviye Belirleme Sınavı’nın önümüzdeki yıldan itibaren kalkacağını söyledi. Avcı, dersanelerin kapanması konusunda da ‘Dersaneler de kapanacak. Ancak kapanan dersanelerin özel okullara dönüştürülmesi için düzenleme yapıyoruz’ dedi. ‘Çocuklarımıza gönlümüzden geçen becerileri kazandıramadık’’ diyen Avcı, değerler eğitimi konusunda da istenilen yerde olamadıklarını söyledi. 05 Temmuz 2013 Cuma Dershaneler Kalkacak Yerine Bakın Ne Gelecek Mevcut yasadan “dershane” tanımının çıkarılmasıyla, bundan böyle “dershane” adıyla herhangi bir eğitim merkezi kurulamayacak. Ancak dershanelerin isim değiştirerek etüt merkezi, kurs ya da eğitim danışmanlığı merkezi adı altında hizmet vermesi de engellenemeyecek. Yüzde 20’si özel okula dönüşecek Tabela değiştirip hizmet verecek kuruluşlar, hizmetlerini MEB’in üzerinde çalıştığı yeni SBS modeline de adapte edebilecek. Bakan Avcı’nın, Bakanlığın yaptığı bir araştırmaya atıfta bulunarak dershanelerin yüzde 55’ininözel okula dönüşme isteği bulunduğunu söylemesine rağmen, mevcut haliyle dönüştürülebilecek dershane sayısının, toplamın yüzde 20’sini bile bulmayacağı ifade ediliyor. Bu durumda mevcut dershanelerin ancak yaklaşık 700’ü özel okul olabilecek. Bu rakamın artırılabilmesi için ise bugünkü özel okul açma kriterleri belli bir süreliğine aşağı çekilecek. 05 Temmuz 2013 Cuma Bakan: Öğretmen Atandığı Kurumda “Çakılı” Çalışsın “MİLLİ EĞİTİM BAKANIMIZ, ‘BİR ÖĞRETMEN BİR İLKÖĞRETİME ATANIYORSA 4 YIL ORADA KALSIN’ GÖRÜŞÜNÜ PAYLAŞTI” Milli Eğitim Bakanı Nabi AVCI, Faruk Çelik’le öğretmenlerin yer değiştirmesiyle ilgili önemli konuları paylaştı. Faruk Çelik, Milli Eğitim Bakanı’nın bu konuda kendisine bildirdiği görüşü de paylaştı, ‘bir öğretmen bir yere atanıyorsa, mesela bir ilköğretime atanıyorsa 4 yıl orada kalması son derece önemlidir’ dediğini, yine ilköğretim 4 yılolduğu için bir öğrenci psikolojisi açısından bakınca, ‘öğretmenin üçüncü yılda ayrıldığını düşünürseniz, hoş bir tablo oluşmaz’ görüşünü bildirdiğini söyledi. Bu sorunlarınhepsinin milletin sorunları olduğunu vurgulayan Çelik, bunların hepsini açık açık konuşarak, önümüzdeki dönemde çözüme kavuşturulması gerektiğini, farklı şekilde yorumlar katarak, toplumsal huzursuzluğa yol açmanın doğru olmayacağını ifade etti. 05 Temmuz 2013 Cuma Zam Sonrası Öğretmen Maaşları Nasıl Oldu? Maliye Bakanlığının Temmuz zammı sonrası öğretmen Maaşları şöyle; EKLİ Kıdem Ocak 2013 Temmuz 2013 Öğretmen 1/4 2.378 2.469 Öğretmen 7/1 2.111 2.191 *Yukarıdaki maaşlara aile çocukyardımı eklenmiştir. ve 2 *Bunları çıkarttığımızda tablo şu şekilde oluyor: EKSİZ Kıdem Ocak Maaş Temmuz Maaş Öğretmen 1/4 2.138 2.229 Öğretmen 7/1 2.871 2.951 Maaşlara etki eden temmuz zamları öğretmenlerin vergi dilimine girmesi ile vergi olarak devlete geri ödeniyor. Bu durumda gerçek anlamda öğretmenlerin temmuz ayı zammı aldığını söylemek zorlaşıyor. 09 Temmuz 2013 Salı Yüzlerce öğretmen MEB’e dava açtı Uzmanları oldukları kadrolardan alınarak, ‘iş yapamadıkları’ alana atanan yüzlerce öğretmen ‘Geri dönmek istiyoruz’ diye MEB’e dava açtı. Milli Eğitim Bakanlığı’nda yıllarca sınav soruları hazırlayan, eğitim içerikli yayınlar üreten, ders kitabıincelemesi yaparak konularında uzmanlaşan yüzlerce öğretmen ya okullarına gönderildi ya da hiçbir işverilmeden boşa çıkarıldı. Radikal gazetesinden Can Güleryüz’ün haberine göre, öğretmenler eski görevlerine dönmek için bakanlığın işleminin iptalini istedi. Ömer Dinçer’in bakanlığı döneminde MEB Teşkilat Kanunu yenilenmiş; 2012’nin başından itibaren de yaklaşık 300 bürokrat, hiçbir görev verilmeden Beşevler’deki MEB Kampüsü’ne gönderilmişti. Bu bürokratlara bir süre sonra şube müdürleri de eklenmiş ve sayı giderek artmıştı. Ancak bu uygulama büyük bir Mali yük getirdi. Uygulamalar nedeniyle neredeyse “bankamatik bürokrat”a dönüşen tecrübeli isimlere aylık toplam 2milyon lira ödendiği belirlendi. 12 Temmuz 2013 Cuma Öğretmenler, ders dışı saatlerini bakın nerede geçiriyor Kahvehanelerin günlük yaşama etkilerini belirlemek amacıyla yapılan araştırmada Türkiye’nin acı bir gerçeği ortaya çıktı. Malatya İnönü Üniversitesi tarafındankahvehane lerin günlük yaşama etkilerini belirlemek amacıyla yapılan araştırma,erkeklerin yüzde 51’nin her gün fırsat buldukça kıraathanelere gittiğini, yüzde 30’unun da bağımlılık derecesinde müdavim olduğunu ortaya koydu. İnönü Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ali Esgin, araştırmayı. ‘geçmişten günümüzesosyalleşme mekanları’ şeklinde tanımlanan bu işyerlerinin, insan hayatı içindeki yerlerini ortaya koymak amacıyla gerçekleştirdiklerini belirtti. 31 Temmuz 2013 Çarşamba Önlisans ve Açıköğretim Mezunu Kaç Öğretmen Var? Milli Eğitim Bakanlığı emrinde kadrolu veya ücretli çalışan öğretmenlerden,açıköğretim fakültesi ve ön lisans mezunu olanların sayısının ne kadar olduğu konusundaki bir soru önergesine verilen cevapta,öğretmenlerin sayı ve eğitim durumuna ilişkin bilgi verildi Milletvekili Zuhal TOPÇU tarafından verilenbir soru önergesinde, Milli Eğitim Bakanı Nabi AVCI tarafından bazı sorulara cevapverilmesi istenmişti. Bu sorular arasında; açıköğretim fakültesi ve ön lisans mezunukadrolu ve ücretli öğretmen sayısının ne kadar olduğu da yer almıştı. Milli Eğitim Bakanı tarafından soruönergesine verilen cevapta, konuya ilişkinyer alan bilgilere göre, Milli EğitimBakanlığına bağlı 55.648 resmi örgün eğitimkurumunda görev yapan 757.981 öğretmen arasında, 05.02.2013 tarihi itibarıyla; • Anadolu Üniversitesinden mezun 205 kadrolu öğretmen, • Anadolu Üniversitesinden mezun 578 ücretli öğretmen, • Değişik ön lisans programlarından mezun 44 kadrolu öğretmen, • İki yıllık eğitim enstitüsü mezunu 12.331 kadrolu öğretmen, • Ön lisans mezunu 8.926 ücretli öğretmen görev yapmaktadır. 79 Bir yobazın günlüğü Ömer Faruk DÖNMEZ Türk Dili Ve Edebiyatı Öğretmeni / ADANA yazar öğretmenler ABDULLAH YILDIRIM DKAB / MARDİN Ömer Faruk Dönmez… Şimdilerde edebiyatımızın daha özelde de hikâyemizin temelden, gür ve güçlü şeyler söyleme yolundaki mümtaz şahsiyeti. Bir kitap bir balta, Hamza, Hep Aynı Hikâye, Bir Yobazın Günlüğü gibi gerek üslup, gerek muhteva bakımından her biri ayrı yazı konusu olabilecek kıymette eserler… Bir Yobazın Günlüğü’nü diğerlerinden ayrı tutmak lazım tabi… Müellifinin hayatının önemli bir bölümünü dile getirdiği bu eser; mizahi ve enfes ironik dili, okunmasındaki akıcılığı, muhatabının neredeyse gözünün içine bakarak ‘ben bu hataları da yaptım’ der gibi dobralığıyla hayli ilgi çekici bir kitap. Edebiyatımızın şimdilerde görmedim, duymadım, bilmiyorum diyerek üç maymunu oynadığı bu müellifin öz yaşamının bir bölümünü dile getirdiği bu eseri okurken, zaman zaman kahkahalar atıp zaman zaman kendinizden bir şey bulup düşüncelere dalabiliyorsunuz. Modernizm, kapitalizim, emperyalizm gibi zamanımızın zehirli akımlarına ironik diliyle enfes tenkitlerde bulunan müellif, zaman zaman bizi Oğuz Atay, Dostoyevski, Kafka gibi edebi şahsiyetlerin düşünce evreninde dolaştırmayı da ihmal etmiyor. “Bizim tufanımız da modernizmmiş.” diyecek kadar , bu ve bunun gibi akımlara karşı yakazayı tavsiye ediyor bize. Adana’da bir edebiyat öğretmeni Ömer Faruk Dönmez hayata ve hayatın getirdiği bütün yeniliklere Müslümanca nasıl bakılması gerektiğine dair güzel bir örnek aslında. Kült eser Tutunamayanlar’daki Olric hayali karakterine atıfta bulunarak, Gregor’u kurgulayan Dönmez, kendi iç konuşmalarını (düşüncelerini) bu hayali karakter üzerinden bize cesurca aktarıyor. Bir insanın kendisiyle kavgalarını, çekişmelerini, mücadelesini ve hatta nadiren de olsa uzlaşısını bu müthiş hayali karakter üzerinden gözler önüne seriyor. Sözgelimi, onun “Gregor lütfen 800 bilet ve kimlik kontrolü yap. Bir insanın parasının olması, gösterimizi izleme hakkına sahip olduğu anlamına gelmez. Biz burada entelektüel bir iş yapıyoruz. Entelektüel bir iş mi efendimiz? Yani zihinsel. Gerçi gönül işi de var ama. Yani ‘ tüccar mıyız ulan biz’ anlamında söyledim ben onu. Ön koltukta zenginlerin oturması çok saçma! Sanattan anlayan yoksul öğrenci, paltosunu satarak aldığı biletle, oyunumuzu neden en arkadan izlemek zorunda kalsın…’’ çıkışı, onun sanat, edebiyat gibi zihinsel argümanları olan alanlara nasıl baktığını, nasıl bakılması gerektiğini bize anlatması bakımından hayli enteresan. Kafka’nın edebi dehasına atıfları, Sartre’ın ’hiçlik’ üzerine söylemlerine karşı çıkışları, Dostoyevski’nin edebiyatına farklı bakışıyla; Cumhuriyet edebiyatımızda özellikle seksenlerden bu tarafa Müslüman kimliğini serdederek, derli toplu ve yüksek sesle somut bir bakış geliştirmiş ender bir müelliftir kendisi. Özellikle modernizm, kapitalizm, emperyalizm gibi zamanımızın zehirli akımlarına temel ve kökten bir itiraz geliştirmiş olması onun alametifarikasıdır denebilir. Peki, bu akımlara böylesine gür bir itirazdan sonra bir alternatif sunmuyor mu bize? Sunmaz mı? Onun; “ Yeryüzünden fitne kalkıp din yalnız Allah’ın Spotlaroluncaya kadar o kafirlerle savaşacağız (Enfal 39). Çünkü biliyoruz ki küfre rıza küfürdür. Zulme rıza zulümdür.’’ tespiti, tam da bu noktada alternatifin ne olduğunu bize hatırlatıyor. İnsanın fıtratına taban tabana zıt bu gibi akımların Kur’ani bir temelde halli kaçınılmaz oluyor müellifçe. İnsana rağmen, insanlarca ayakta kalabilmiş hiçbir fiilin ve düşüncenin olmadığını, olamayacağını Kur’an’ın müthiş itirazıyla dile getiriyor Dönmez. Öğretmen yazarlara yer verdiğimiz bu bölümde size Dönmez’in tüm kitaplarını özelde de Bir Yobazın Günlüğü’nü gönül huzuru içerisinde tavsiye edebilirim. Takdir sizin. Yeni yeni ufuklara yol açan yeni okumalarımızda buluşmak dileğiyle hoşça bakın zatınıza. IMDB Puanı : 8.9/10 Yapım:1989 / İngiltere, İrlanda Tür: Biyografi, Dram Süre: 103 dk. Yönetmen: Jim Sheridan Oyuncular:Alison Whelan, Brenda Fricker, Daniiel Day-Lewis, Declan Croghan, Eanna Macliam Fİlm kulübü zeynep kanbay Marmara Üniversitesi Öğrencisi / İSTANBUL Doğuştan beyin felçli olan Christy Brown, ayağının bu felçten etkilenmediğini fark ettiğinde çocuktur. Ayağıyla hayata tutunan İrlandalı yazarın, yaşamını anlattığı kitabın sinemaya uyarlanmasıyla ortaya çıkar Sol Ayağım filmi. Filmde Christy Brown’u canlandıran Daniel Day-Lewis 1989 yılında, bu film- IMDB Puanı: 7.5/10 Yapım: 2009-ABD Tür: Dram Süre: 86 dakika Yönetmen: Thomas Carter Oyuncular:Cuba Gooding Jr. , Kimberly Elise , Aunjanue Ellis , Alan Wilder , Alecia Mcgill Yetenekli Eller: Ben Carson’ ın Hikayesi filmi, dünyada yapılmaya cesaret edilemeyen ameliyatları dahi başarıyla gerçekleştiren, yetenekli bir doktorun bu başarıya nasıl ulaştığını konu alır. Ben Carson, okul hayatının ilk dönemlerinde öğretmenlerinin gözünde tembel, adeta kafası çalışmayan bir öğrencidir. Kendisi de durumunun böyle deki performansıyla en iyi erkek oyuncu dalında Oscar kazanmıştır. Daha bir çok dalda ödül alan film, tekerlekli sandalyeye mahkum, sol ayağı hariç bütün vücudu felçli bir insanın azim ve yeteneği ile neler başarabileceğini gözler önüne seriyor. Yaptığı resimler, yazdığı kitaplar ve şiirler ile her zaman bir umudun var olduğunu bize gösteren Christy Brown, aynı zamanda İrlanda edebiyatında da saygın bir yer SOL AYAĞIM kazanmıştır. olduğuna inanmış ve başarmak için hiçbir çaba göstermez bir hale gelmiştir. Ancak annesi, onun isterse her şeyi başarabileceğini, tüm bilgilerin aslında kafasının içinde zaten var olduğunu anlatır her fırsatta. Kendisi okuma yazma bilmeyen bir kadındır ve temizlik yaparak ailesini geçindirir. Önce çocuklarının televizyondan uzaklaşmasını sağlar, sonra onları kütüphaneye yollayarak çocukların içindeki öğrenme merakını ortaya çıkarır. Başarısız bir öğrencilik hayatı yerini yetenekli ellerin yardımı ile başarılı bir meslek hayatına bırakır. YETENEKLİ ELLER 81 WEB SİTELERİ Araştırma Görevlisi, Yıldız Teknik Üniversitesi / İSTANBUL http://www.cocukca.com Çocukça’ nın amacı, çocuklara eğlendirici, eğlendirirken eğitici ve yaratıcı faaliyeti destekleyen elektronik bir ortam sağlamak olarak ifade edilmiş. Çocuklar internet sitesinde masallara, oyunlara ve bulmacalara ulaşabiliyor; arkadaşlarının yaptıkları resimleri, yazdıkları öyküleri izleyebiliyorlar. Ayrıca çocuklar velilerin desteği ve izniyle, kendi yaptıkları resimleri, yazdıkları öyküleri bu sayfalarda görebiliyor, başkalarıyla paylaşabiliyorlar. İnternet sitesi okul öncesi ve sınıf öğretmenleri açısından incelemeye değer bir kaynaktır. www.ogretmenlerodasi.org.tr facebook.com/ogretmenlerodasidergisi twitter.com/OgrtmnlrOdasi 82 http://ide.yok.gov.tr/ http://www.biltek.tubitak.gov.tr/cocuk/ Yükseköğretim Kurumları İnternet Destekli Dil Eğitim Portalı çalışması eğitim alanında bir sosyal destek projesi olarak ortaya çıkmış ve eğitimde e-dönüşüm politikası kapsamında geliştirilmiştir. Yükseköğretim Kurumları İnternet Destekli Dil Eğitim Portalı ile web-tabanlı uzaktan eğitim alanında gelişen Bilgi ve İletişim teknolojilerinin sunduğu alternatif eğitim ortamlarından yararlanılarak öğrencilerin yabancı dil eğitimlerine katkıda bulunulması amaçlanılmaktadır. Öğrenciler bu platform içerisinde sunulan yabandı dil kaynaklarından ve hizmetlerinden ücretsiz olarak yararlanmaktadır. TUBİTAK ‘ın destekleri ile yayınlanan internet sitesinde 7-15 yaş aralığına hitap eden eğitici içerikler yer alıyor. İnternet sitesinin amaçları ise şu şekilde ifade edilmiş; • Bilimi küçük yaşlardan başlayarak çocuklara sevdirmek • Çocukların bilim dünyasına katkıda bulunabileceklerini fark ettirmek • Araştırma yapma, soru sorma, merak etme ve okuma isteği uyandırmak • Bilimin yaşamın bir parçası olduğunu göstermek • Bilim alanında yaratıcılığı artırmak • Buluş yapmaya özendirmek Hazırlayan: Maşuk CEYLAN İsmail TONBULOĞLU Bilişim Teknolojileri konusunda her düzeyden kullanıcıya hitap eden zengin bir içerik sunmayı amaçlayan bir internet sitesi. 2007 yılı Kasım ayından bu yana sürekli artan içeriğiyle, bilişim eğitimi konusunda bir başvuru kaynağı olmak yolunda çalışmalarını sürdürüyor. Çoğunlıkla eğitimcilerden oluşan içerik ekibi ile kendi kendine öğrenmenin kalıcılığı üzerine bina edilmiş, öğrenilmesi ve anlaşılması kolay dersler hazırlamaya gayret ediyorlar. Eğitimcilerin Bilişim Teknolojileri alanında karşılaşacakları bir çok soruna ve hazırlamak istedikler eğitim içeriklerine çözüm üretebilecek bir internet sayfası. masukceylan@gmail.com http://www.ogren.tv/ Uluslar arası Öğretmen ve Eğitim Öncüleri Derneği Öğretmen ve eğitimcilerin mesleki, kişisel ve sosyal gelişimini sağlayacak imkân ve ortamları oluşturmak ve desteklemek, yeni eğitimcilerin daha nitelikli olması için çalışmak, bu yolla ülkemizde ve yeryüzünde “iyi insan”ların ortaya çıkmasına katkı sağlamayı amaçlamaktadır. İlkelerimiz •ÖNCÜ •PAYLAŞIM CI •İLKELİ Sivil ve özerk bir yapılanmaya sahiptir, vesayeti reddeder. Türkiye’nin ve çevresinden başlayarak yeryüzünün eğitimle ilgili tüm sorunlarıyla ilgilenir. Çoğulcu yönetim ve karar alma yaklaşımı ile yatay organizasyon yapısıyla yönetilir. Üyeler dünya görüşünü gizleme kaygısı gütmez. Ancak hiçbir kişi ve kuruluşa da dünya görüşünü dayatmaz. Faaliyetlerini birey merkezli geliştirir. Evrensel değerlere bağlı milli nitelikli etkinlikleriyle temayüz eder. Gönüllülerini cinsiyet ve ideolojik farklılıklar gözetmeksizin temsil yeteneği ve kabiliyetlerine göre seçer ve görevlendirir. Hizmet sunan ve hizmet alan kişi ve kurumlara yönelik ırksal, dini, mezhebi, siyasi, cinsi vb. bütün ayrımcılıkları reddeder. Organizasyonlarında ortaklıklara gider. Yurt içinden ve yurt dışından partnerler edinir, onları destekler ve onlardan destek alır. Hedef kitlesi öğretmen, eğitimci, öğretmen adayı ve eğitime muhtaç kimselerdir. Düzenlediği organizasyonlar ve bunların sonuçları kamuya açıktır.