Dünya sosyal ve siyasal anlamda hızlı bir süreç yaşıyor. Terörün
Transkript
Dünya sosyal ve siyasal anlamda hızlı bir süreç yaşıyor. Terörün
Yıl: 6, Sayı: 27, Ekim - Aralık 2015 Yayın türü: Yerel süreli ( 3 ayda bir yayınlanır ) Editörden Değerli okuyucularımız merhaba, D ünya sosyal ve siyasal anlamda hızlı bir süreç yaşıyor. Terörün, kamplaşmaların hız kazandığı bir dönemden geçiyoruz. Elbette bunun ülkemizde de bir takım yansımaları oluyor. İletişim imkânlarının çeşitliliği olan biteni anında ‘öğrenmemiz’ açısından sevindirici gibi görünse de, aslında ‘gerçeğin ne olduğu’ konusuda kuşkularımız tam olarak giderilemiyor. Bir anlamda bizler ‘görmemiz’ istenilen kadarını ‘görüyoruz’ diyebiliriz. Yukarıdaki paragrafta kabaca özetlediğimiz ‘durum’un adına günümüzde ‘toplum mühendisliği’ ya da ‘algı yönetimi’ deniliyor. Popüler bir kavram olan ‘algı yönetimi’ konusunu Yrd. Doç. Dr. Zekeriya Kökrek sizler için ele aldı. 19. yüzyılın başlarından itibaren dünyanın şekillenmesinde inkâr edilemez bir yeri olan ‘algı yönetimi’nin ilginizi çekeceğini umuyoruz. Kabul etmek gerekiyor ki dünyadaki güç savaşları, hâkim olma, yönetmen/yönlendirme hırsı etkin görünse de, son noktayı bilim ve kültür sanat söylüyor. Başka bir ifadeyle ‘bilim’de önde olan, yeryüzünün şekillenmeside de etkisini hissettiriyor. Bu çerçevede 2015 Yılı Nobel Kimya Ödülü’nün Prof. Dr. Aziz Sancar’a verilmesi hepimiz için gurur kaynağı oldu. Prof. Dr. İbrahim Ortaş ile Recep Şükrü Apuhan’ın yazılarında, bilim ve kültür alanında yüzümüzü ağartan insanlarımızın hayatlarına ilişkin ipuçları bulacaksınız. Binlerce yıllık tarihe sahip Türk milletinin değerleri gariptir ki hak ettiği yeri bugün bile alamamıştır. Bilim insanlarımızın titiz ve olağanüstü çabaları Türk kültürüne yönelik önyargıları kırmada en önemli etken. Derneğimiz Genel Başkanı Prof. Dr. Mustafa Argunşah’ın hazırladığı ‘Codex Cumanicus’ da bu bağlamda önemli bir başucu kaynağı. Türkçenin Latin alfasebiyel yazılmış bu ilk eseriyle bağlantılı olarak, yine Prof. Dr. Mustafa Argunşah’ın kaleme aldığı bir başka kültür yazısını da sizlere sunyoruz: Latin Alfabesine Niçin ve Nasıl Geçtik? Doç. Dr. Mustafa Aksoy’un ‘damgalar’ üzerinden Türk kültürünün izlerine yaptığı yolculuk bu kez 3500 yıllık bir pantolon konu edilerek sürüyor. Aksoy yine ilginç benzerlikler ve şaşırtıcı kodlarla dolu saha araştırmasında bizleri düşünmeye çağırıyor. 27. sayımızda da kültür, sanat, eğitim, strateji, edebiyat ve diğer alanlarda renkli yazılarıyla çok kıymetli yazaralarımız sizlere merhaba diyor. Bu sayımızda konuk ettiğimiz Çağdaş Odaklı Fotoğraf Sanatçıları Topluluğu (ÇOFSAT) yöneticilerinin fotoğrafları ile Anadolu’nun geleneksel tatlarından ‘pekmez’in öyküsünü izliyoruz. Bu çerçevede kapak fotoğrafımız için Sayın Selahattin Kalaycı’ya, fotoğraflarıyla sayfalarımızı süsleyen Mustafa Celal Kılıçman ile Enver Aydın’a teşekkür ediyoruz. Yeni bir sayıda yine ülkemizin değerlerini sizlerle buluşturma; Türk kültür hayatına karınca kararınca katkı sunma dileğiyle hepinize saygı ve sevgilerimizi sunuyoruz. Sağlıkla kalınız... YENİ UFUKLAR DERNEĞİ adına imtiyaz sahibi: Prof. Dr. Mustafa Argunşah Genel Yayın Müdürü: Prof. Dr. Yakup Çelik Yayın Koordinatörü: Doç. Dr. Mustafa Aksoy Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Zekeriya Muhiddin Arık Yayın Kurulu Prof. Dr. Mustafa Argunşah, Prof. Dr. Yakup Çelik, Prof. Dr. Gökhan Antalya, Doç. Dr. Mustafa Aksoy, Dr. Zekeriya Kökrek Tasarım A.Kadir Karataş Reklam Türkiye Yeni Ufuklar Reklam Rezervasyon 0212 230 86 59 Baskı Yek Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti. Matbaa Sertifika No: 32287 100. Yıl Mah. Mat.Sit. Matbaacılar Sitesi. 4. Cad. No: 122 34204 Bağcılar/İST. Tel: 0212 430 50 00 Yönetim Yeri Merkez Mah. Abide-i Hürriyet Cad. Yonca Apt. 148 Kat: 3 Daire: 8 Şişli - İstanbul 0212 230 86 59 - 230 94 43 bilgi@yeniufuklaristanbul.org Kayseri İletişim Cumhuriyet Mah. Tennuri Sok. (Tennuri Geçidi) Hüsrevoğlu Kardeşler İşhanı No: 20/3 Melikgazi - Kayseri Tel: 0352 221 30 60 (3 hat) kayseriyeniufuklardernegi@gmail.com Türkiye Yeni Ufuklar, T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Dergide yayınlanan yazı, fotoğraf ve haberlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz kullanılamaz. İmzalı yazılardaki ifadeler yazarlarına aittir. Prof. Dr. Yakup Çelik sayfa Eğitim 64 sayfa Sanat 40 içi n dekiler MAKALE SÖYLEŞİ 26 Codex Cumanicus üzerine Prof. Dr. Mustafa Arğunşah ile söyleşi Melike Uçar 40 Poyralı’da pekmez zamanı 04 Türkiye Üniversiteleri Nobel Bilim Ödülü Alınacak Ortama Sahip Midir? Prof. Dr. İbrahim Ortaş 08 Doğru yerde durmak Recep Şükrü Apuhan 10 Algı Yönetimi ya da Sosyal Mühendislik Yrd. Doç. Dr. Zekeriya Kökrek 22 Latin Alfabesine Niçin ve Nasıl Geçtik Prof. Dr. Mustafa Arğunşah 28 Prof. Dr. Mehmet Eröz, Türkiye’de Alevilik Bektaşilik Doç. Dr. Mustafa Aksoy 30 Türkistan’da Bulunan, Dünyanın Bilinen İlk Pantolonundan Türkiye’ye Gelen Damga Doç. Dr. Mustafa Aksoy 36 Edirne’de Kadınlara Ait Bazı Şâhideler-I Mehmet Kökrek SANAT KİTAP 44 Irmak Boyunca Yürümek H. Neşe Koçak edebiyat 47 Suyu yakuta döndüren hazan Ahmet Özdemir 50 Düzeltilmesi gereken bir işaret: Düzeltme işareti Ekrem Sakar sayfa 10 Gündem sayfa 30 Tarih EKİ M -KASI M -ARALI K 2 01 5 folklor 67 YGS Sonuçları Kötüydü, Şimdi Daha Kötü: Öğrencilerin %5’i Üniversite Düzeyinde Sayılır Prof. Dr. İbrahim Ortaş 48 Toprak Kokan Türküler Halil Atılgan STRATEJİ ŞİİR 54 Dış Güçlerin Özbekistan’a İlgisi Dr. Aslan Yaman 58 Siyasî Oryantalizm, Türkiyat Genelinde Azerbaycan Şinaslık Yaşar Kalafat 69 Al Bayrağım Dr. Osman Yılmaz DÜŞÜNCE 62 Enerjide Ruslarla Dans! Dursun Yıldız 70 Türkiye’nin İçine Sürüklendiği Gerilim Ortamı ve Çıkış Yolları Üzerine Prof. Dr. Hasan Onat EĞİTİM ARAŞTIRMA 64 Proje Çocuklar (!) Hilal İlknur Tunçeli 74 II. Meşrutiyet Dönemi’nde İslamcıların Kadın Hakkındaki Görüşleri Mehtap Koldaş MAKALE Türkiye Üniversiteleri İbrahim ORTAŞ* Nobel Bilim Ödülü Alınacak Ortama Sahip Midir? Ancak ülkemizde bugün özgürce bilim yapma ortamı ve koşulları çok da yoktur. Hatta bir soru daha soralım. Acaba Sayın Aziz Sancar Türkiye’ye geleceğim dese kaç üniversitemiz kendilerini üniversitelerine kabul eder? Prof. Dr., Çukurova Üniversitesi, öğretim üyesi * 4 Prof. Dr. Aziz Sancar’ın Aldığı Nobel Ödülü, Türkiye Bilim Çevrelerine Cesaret ve Öz Güven Kazandırmıştır 2015 yılı Nobel Kimya Ödülü’ne Prof. Dr. Aziz Sancar layık görülmesi sevinçle karşılandı. Oxford’u olmayan Mardin’in Savur ilçesinde, okuma yazma bilmeyen bir anne-babanın oğlu olarak eğitim hayatının ilk dönemini bu ilçede tamamlayıp daha sonra İstanbul Tıp Fakültesinde iyi bir eğitim alması, kendi deyişi ile Nobele giden yolun kilometre taşlarını oluşturuyor. Nobel Kimya ödülünün Prof. Sancar’a verilmesi Türkiye ve Türkiye’nin bilimsel geleceği ve ülkemiz bilimine de bir istek ve çalışma dinamiği kazandırır. Doğduğun Yer Değil, Kendini Geliştirdiğin Ortam Önemlidir Sayın Sancar’ın aldığı eşitlikçi eğitim imkânı ve ortamı ve kendi gayretleri ile Nobel ödülü alacak bir düzeye çıkabilmesi birçok yoksul ve yetenekli insanın bilimsel kariyeri için çok önemli bir örnek. Ve eminim Türkiye’de birçok insan ve özellikle de genç araştırıcılara ilham verecektir. Ancak asıl sorun şu, acaba Sayın Sancar Türkiye’nin herhangi bir üniversitesinde bilimsel çalışma yapıyor olsaydı Nobel ödülü alabilir miydi? Bu sorunun cevabı doğal olarak Sayın Sancar’ın içinde bulunduğu üniversite çalışma ortamı ve üniversite iklimi ile ülkemiz üniversite ikliminin karşılatıl- ması ile anlaşılabilir. Kuzey Carolina Üniversitesinde bulunmadım ancak Amerika’daki iki önemli üniversitede iki kez uzun süreli araştırma yapmam nedeniyle üniversitelerin çalışma ortamı ve bilim insanlarının sahip olduğu olanakları kestirebiliyorum. Her şeyden önce ABD üniversitelerinde Sayın Sancar gibi seçkin bilim insanları her zaman üniversitesi tarafından maddi ve manevi bakımdan desteklenir. Dünyanın bütün ileri üniversiteleri seçkin insanlarını üniversitelerinde tutmak için onlara daha çok olanak sunarlar. Bilim insanları onore edilir, muhtemelen maaşları ve diğer destekleri biraz daha farklıdır. Gelişmiş üniversitelerde bilim insanı bir üniversiteye kabul edilirken üniversite ile olanaklar, maaş ve teknik eleman-öğrenci konusunda anlaşmalar yaparlar. Aziz hocanın üniversitesi ile anlaşması nedir bilmem ancak mutlaka yıllık birkaç teknik elemanı, yüksek lisans ve doktora bursu ve ayrıca doktora sonrası bursları vardır. Ayrıca yüksek bütçeli (10-20 milyon dolarlık) projeleri doğal olarak vardır. The Universitey of North Calolina Tıp Fakültesi Dekanlığı yaptığı açıklamada “The National Institutes of Health” 1982 yılından bu yana Dr. Sancar 24, 353, 827 bin dolar destek sunduğunu açıkladı. Ayrıca mutlaka geniş bir çalışma ekibi ile (30-40 lisansüstü, doktora ve post doktora) çalışmalarını sürdürmektedir. Geniş çaplı ve sorun çözmeye yönelik uzun erimli bilimsel çalışmalar için aynı konu üzerinden çok sayıda kişinin araştırma yapması gerekir. Yoksa teori geliştirmek ve genelleştirme yapmak mümkün olmayacaktır. Hocanın üniversite ile anlaşması nedeniyle yö- Yeni Ufuklar, sayı 27 MAKALE 2015 yılı Nobel Kimya Ödülü’ne Prof. Dr. Aziz Sancar layık görülmesi sevinçle karşılandı. neticisi olduğu laboratuvar alt yapıları en üst düzeyde donatılır ve gereksinim duyulan ekipman ya üniversite ya da projelerden satın alınır. Proje işlemleri yazışmalar ve diğer lojistik işlerin yürümesi için bir veya iki sekretarya ve birkaç tane sorumlu iyi yetişmiş doktora düzeyinde teknik elamanı vardır. Bütün bu geniş çaplı çalışma ekibi ve ortamı olmadan bilgi üretilemez ve ödüller de alınamaz. Ülkemiz üniversitelerinin en ciddi sorunu geniş çaplı çalışan grup kurma anlayışının sağlanamaması, bütçe olanaklarının kısıtlı olması, teknik eleman sorunu ve hepsinden önemlisi yetişmiş insan gücü sorunu nedeniyle Türkiye’de bilimsel çalışmalar çok sorunlu yürütülmektedir. Gelişmiş Üniversitelerde Bilim Kültürü Esas Olandır ABD’de Ohio State Üniversitesinde Nobel ödüllü Prof. Dr. Rattan Lal hoca ile çalışırken anladım ki gerçek- ten ısrarlı çalıma istekleri, disiplinleri ve zamanlarını etkin kullanmaları, mütevazilikleriyle kendilerinin farklılıklarını ortaya koymaktadırlar. Düzenli grup seminerleri, haftalık grup toplantıları ve verilerin değerlendirilmesi bilim kültürünün önemli özellikleridir. Bu bağlamda yurtdışına giden arkadaşlarımızın bu kültürü öğrenmeleri ve ülkemizde uygulaması önemli. Önerim üniversite yöneticilerimiz ve bilim insanlarının bu kültüre sahip olması ve çıkmaları ve hatta üniversitelerinde uygulamalarıdır. 5 MAKALE Gelişmiş üniversitelerde üniversiteler, birimler ve bilim insanları aralıklarla değerlendirmeden geçtiği için herkes bir şeyler yapmak zorundadır. Üniversiyın Sancar’ın tecrü- te yönetimi değerlendirmeden yeterli geçerliliği sağlayamadığı zaman istediği besinden yararlanır. bütçeyi alamaz. Bütçesi olmayan üniversite daha fazla akademik kadro, öğrenci bursu ve teknik personel alamaz. Onun için her bilim insanı her yıl hesap verEn üst düzeyde da- mek zorundadır. Bölüm başkanları ve Enstitü başkanları değerlendirmede zayıf nışman olarak onur- not almamak için zorunlu olarak nitelikli kişileri akademik kadroya almak ve zamanla elimine yolu ile iyileri korumak zorundadır. Ülkemizde üniversiteler landırılır. Beklenen, aralıklarla değerlendirmeden geçmediği için kimseden hesap sorulmadığından ülkemiz ve devleti- böyle bir ortamda kişisel çabalar bir yere kadar zorlar, ondan sonra genel duruma uyulur. mizin yöneticilerinin Ancak ülkemizde bugün özgürce bilim yapma ortamı ve koşulları çok da hocamıza “tecrübele- yoktur. Hatta bir soru daha soralım. Acaba Sayın Aziz Sancar Türkiye’ye gelecerinizden yararlanmak ğim dese kaç üniversitemiz kendilerini üniversitelerine kabul eder? 1970’li yıllarda Diyarbakır Dicle Üniversitesi’nde çalışan Prof. Dr. Taistiyoruz ve bize ne hir Hatipoğlu tarafıma ilettiği mail’de, “Aziz Sancar 1972’de Diyarbakır Tıp tür katkıda bulunur- Fakültesi’ne biyokimya asistanı olmak istedi alınmadı. İyi ki alınmadı” diyor. Yoksa Nobel’i alamazdı diye yazmış. sunuz” demesidir. Ayrıca Sayın Sancar şu anda 69 yaşında ve ülkemizde olsaydı yaş haddinden iki yıl önce emekli edilirdi. Hatta üniversiteye gelmesi bile yadırganabilirdi. Ancak gelişmiş üniversitelerde bilim insanı ürettikçe ve yararlı oldukça desteklenmekte ve üniversitede el sütünde tutulmaktadır. Ülkemiz üniversiteleri bünyelerine nitelikli bilim insanı kazandırma rekabeti yaşanmadığı için sorunun cevabı açık. Bu bağlamda coğrafyamızda doğmuş, buralarda üniversiteye kadar okumuş çok sayıda Sayın Sancar gibi zeki yetenekli Umarım ülkemiz Sa- 6 Yeni Ufuklar, sayı 27 MAKALE insanımız var ancak hiçbiri ülkemizde dünya çapında olamıyor. Bilim Özgür Ortamda Gelişir Her şeyden önce bilim insanının bilimsel özgürlüğü vardır. Bilimsel çalışmaları konusunda üzerlerinde herhangi bir baskı görmezler. Bilim insanı olarak kendi çalışma grubunu oluşturma, kendi bütçelerini yönetme ve organize etme özgürlüğüne sahiptirler. Her yerde olduğu gibi Amerikan üniversitelerinde ve diğer gelişmiş üniversitelerde genelde çoğunlukla bilim insanları çalıştıkları için kendi aralarında bir rekabet var. Bu rekabet bir tür isteklendirme gibidir. Ancak çalışan insan her zaman desteklenir, en azından kötü muamele görmezler. Hangi görüş ve kökenden olursa olsun kişinin işini yapması en önemli ölçü ve değerdir. Küçük ayak oyunları, kıskançlık, çekememezlik gibi küçük insani zaaflar olsa da esası etkilemez. Sayın Sancar’ın Aldığı Nobel Ödülü, Eğitim Sistemimizi Gözden Geçirmemize Yol Açtı Sayın Aziz Sancar hocamızın basına yansıyan bilgilerinden ödülünü Türkiye’deki eğitim sistemine borçlu olduğunu ve o dönemde iyi eğitim aldığını belirtmesi önemli. Ancak bu arada hepimize eğitim sistemimizin içinde olduğu durumu çok sade bir dil ile “Savur’da aldığı eğitim ve İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde aldığı derslerin kendisini Nobel’e hazırladığını” anlattı. Sayın Sancar’ın “En çok ülkem için sevindim. Türkiye›ye bilim lazım, güç durumdan çıkıp Avrupa düzeyine varılması için bilim gerekli. O yönden katkı sunduğum için de çok sevinçliyim» ifadesi önemli. Sayın Sancar’ın Nobel alması bir anlamda ülkemizde geçmişte verilen ilk-orta ve üniversite eğitimi ile son yıllarda uygulanan eğitim arasındaki uçurumun Yard. Doç. Dr. * ne olduğunu hatırlatması bakımından çok yaralı oldu. Geçmişte Türkiye’nin eğitim kalitesinin yüksekliği ve bugünkü durumumuz düşünüldüğünde doğal olarak neden cumhuriyetin o eşitlikçi eğitim sistemimizden koptuk sorusu akla geliyor. Cumhuriyetin o dönemlerde sağladığı en büyük kazanım, Savur ilçesinin bir köyünde okuyan bir öğrenci ile Şişli’nin en iyi okulunda okuyan öğrenci aynı bilgi ve eğitime sahip oluyordu. Bugün bu eşitlikçi eğitim kaybolduğu için eğim kalitesi çok düşük. Üniversitelerimizin eğitim düzeyi ve araştırma kalitesi aynı şekilde geçmişte daha dengeliyi. Ancak şimdi çoğu üniversitemizi dünya ölçeğinde birçok yönü ile üniversite kategorisinde göremeyiz. Sayın Sancar En Yüksek Bilim Danışmanlığına Getirilmeli Umarım ülkemiz Sayın Sancar’ın tecrübesinden yararlanır. En üst düzeyde danışman olarak onurlandırılır. Beklenen, ülkemiz ve devletimizin yöneticilerinin hocamıza “tecrübelerinizden yararlanmak istiyoruz ve bize ne tür katkıda bulunursunuz” demesidir. Türkiye eğitim sisteminin geçmişini ve bugününü bilen ve yaşayan, objektif bir bilim insanı olarak Sayın Sancar’ın çok önemli katkı ve önerileri olacaktır. En azından üniversitelerin bilim yapacak temel araştırma ortamı oluşturma, üniversite kültürü yaratma, grup çalışması ve araştırmaların nasıl koordine dileceği gibi konularda yol gösterici olacaktır. Bilimin Bir Anlayış, Gayret ve Çalışma Ortamı ile Sağlandığını Bir Kez Daha İspatladı Türkiye açısından bu Nobel ödülü önemli bir sinerji yaratmıştır. Türkiye, Sayın Sancar gibi topraklarından bü- yümüş birisinin Nobel alabileceğini göstermiş olmanın avantajını doğru okuyup bilimine katkı sunabilir. Artık hepimiz gördük ki annesi babası okuma bilmeyen bir yoksul ailenin çocuğu da kendi gayreti ile en üst düzeyde bilim yapıp Nobel ödülü alabiliyormuş. Ayrıca 50-60’lı yıllarda ülkemizde uygulanan eğitim modeli kişiyi Nobel almaya hazırlayabiliyormuş. Bu işin para ve makamdan öteye bir aşk, uzun erimli çalışma ve çaba olduğunu gördük. Evrensel ölçekte, eşitlikçi ve kaliteli eğitim sistemi ve uygun eğitim ortamı da bunun kurumsal şartı. Anladık ki insan faktörü ve isteği ile uygun kurumsallaşma paradan daha önemliymiş. Bir kez daha anlaşıldı ki eğer insanımıza olanak sunulursa Türkiye’den nitelikli insan çıkar ve ülkemize katkıda bulunur. Yeter ki başarıyı, emeği ve yeteneği destekleyelim. Türkiye üniversiteleri ve bilimi için önerileri doğrultusunda yeniden bir bilim ve üniversite politikası oluşturmalı. Ülkemizin en ciddi sorunu “bilim kültürü” anlayışının yerleşmemiş olmasıdır. Her şeyden önce bilimsel çalışma disiplinimiz yok. Değerlendirme sistemimiz yok. Ayrıca üniversitelerin her 3-5 yılda bir değerlendirmeye alınması ve hesap sorulabilirliği sağlanmalıdır. Denetleme, demokratik iç denetim ve alanda en yüksek çalışmayı yapmış kişilerden oluşan resmî bilimsel denetleme organlarınca yapılmalıdır. Bilim politikamız yok. Hiçbir üniversitemizin misyonu, vizyonu ve bu konuda bir değerlendirme ve izleme durumu yok. Üniversiteler özerk değil ve üst yönetimlerin nihai olarak siyasi erkin atamasına bağlı gerçekleşmesi bugün üniversiteleri çalıştıramaz duruma getirmiştir. Üniversitelerin artık özerk olması ve yönetimlerini belli ölçütler (bilimsel çalışmaları ile öne çıkmış) dâhilinde kendileri belirlemesi, TÜBİTAK, TÜBA, YÖK üyelerinin, rektör ve dekanların bilimsel ölçütlere göre mutlaka siyasetin dışında liyakate dayalı belirlenmesi gerekir. Kaliteli eğitim ve araştırma yapmak için yeniden evrensel üniversite hedeflerini düzenlemeleri kaçınılmaz. Yeniden hocamızı kutluyorum, darısı diğer başarılı bilim insanlarımıza diyelim. Umarım ülkemizdeki üniversiteler de bir gün Nobel ödülü alacak bilim insanlarının yetiştiği çalışma ortamına kavuşur. 7 MAKALE Doğru yerde durmak Recep Şükrü APUHAN* Büyük tarihçimiz Halil İnalcık, geçtiğimiz günlerde, kendisi ile konuşan gazeteci Güliz Arslan’a diyordu ki: “15 yaşımda kendime bir hedef koydum. Bir dağa çıkmak gibiydi bu. Zirveye ulaştım. Şimdi oradan bağırıyorum, herkes beni dinliyor.” Eğitimci, yazar * 8 Bir toplumun, türü ne olursa olsun, kendisine yönelen tehlikeleri sezerek bertaraf edebilmesi, kendisini geliştirebilmesi, zenginliklerini koruyabilmesi, o toplumdaki insanların doğru yerlerde bulunmalarına bağlıdır. Yanlış insanın doğru yerde, doğru insanın yanlış yerde bulunması her düşmanlığı tahrik edecek, her tehlikeyi azdıracak muazzam bir karışıklığa sebep olur. Doğru insanların doğru yerlerde bulunmak için mücadele etmemesi, o toplumun adına cinayet ya da ihanettir. Bu mücadeleyi engelleyen toplumlar intihar ediyor demektir. Yanlışı, yangını, gafleti görürsünüz. Size gün gibi aşikâr olur zarar-ziyan. Ama öyle bir yerde duruyorsunuzdur ki sesinizi kimse duyamaz. Doğru yerde bulunmak için çaba göstermemiş olanlar, artık o yanlışın, yangının, gafletin sorumluluğuna ortaktır. Bugün hepimizin, her toplumun “İyi ki o var” dediği insanlar aramızda yaşıyor. Onların doğru yerde bulunmaları sebebi ile milyonlarca insanın hayatı değişiyor. Öyleyse herkesin doğru yerde bulunma sorumluluğu vardır. Bu sorumluluğun gereklerini yerine getirmeyen herkes, doğru yeri yanlış adama terk etmiş demektir. Dünya, yanlış yerlerde duran doğru adamların sızlanmalarından, inlemelerinden etkilenmez. Doğru yerde durmayanların savunmaları içler acısı, taarruzları ağlatacak kadar komiktir. Doğru yerde duran bir adamın bazen yalnızca bakışları yeter, bir iç geçirmesi yeter; bir düzen için, bir ferahlama için, etrafı çekip çevirme için... Doğru yerde bulunabilme amacı ile göstereceğiniz çabanın, yapacağınız fedakârlığın bedeline paha biçilemez. Binlerce insanın doğru yerde bulunabilmesi, çoğu zaman tek bir insanın doğru yerde durmasına bağlıdır. Hiç kimse o tek adam olmadığını iddia edemez, hiç kimse bu sorumluluğu bir anda reddedemez, başkasına devredemez. Devrilmelerin temelinde, devredilen sorumluluklar vardır. Herkesin “Gerekli adam benim” demediği bir toplumdan o tek adam çıkmaz. Yarınlarımız, yarın toplumda doğru bir yer tutmak için, bugün var güçleriyle çalışacak olan gençlerimizin elindedir. Gençlerimizin bugün boşa harcayacakları birkaç Yeni Ufuklar, sayı 26 27 MAKALE Türkiye’nin ve Türk Milleti’nin yüzünü ağartan yaşayan üç ünlü bilim insanı, Prof. Aziz Sancar, Prof. Dr. İlber Ortaylı ve Prof. Dr. Halil İnalcık... Gençler onların uluslararası başarıyla taçlandırdıkları başarı dolu hayat öykülerinden çok şey çıkarabilir... gün, yarın hepimizin kaybedeceği yıllara dönüşecektir. Bugün, vakitlerini kendilerini geliştirmek, vasıflarını arttırmak için çalışıp çabalayan gençlerimiz yarın bize büyük savaşlar kazandıracaktır. Kendine emek sarf eden her genç bilsin ki o emek hepimiz için sarf edilen bir emektir. Büyük tarihçimiz Halil İnalcık, geçtiğimiz günlerde, kendisi ile konuşan gazeteci Güliz Arslan’a diyordu ki: “15 yaşımda kendime bir hedef koydum. Bir dağa çıkmak gibiydi bu. Zirveye ulaştım. Şimdi oradan bağırıyorum, herkes beni dinliyor.” İnalcık’ın “Herkes” dediği, bütün dünyadır. Onun ömrünü verdiği araştırmalarla Osmanlı Tarihi konusundaki pek çok yanlış düzeltilmiştir. Halil İnalcık, bugün varlığı ile Türkiye’yi koruduğumuz, varlığı ile Türkiye’yi savunduğumuz insanlardan biridir. Yine büyük tarihçimiz İlber Ortaylı da öyle değil midir? Onun da gençliğinde ve sonrasında kendisine sessiz sedasız verdiği büyük emek, bugün Türkiye’nin gür sesi olmamış mıdır? Ortaylı’nın dün kendisine verdiği emek de bugün bütün Türkiye’yi savunuyor. Ayhan Sicimoğlu, son bayram namazını Rodos’ta onunla birlikte kılmış. Şöyle yazdı Sicimoğlu: “Tarihî eserlerin önünde, Eski Türkçe, Eski Yunanca ve Latince yazıları bir bilgisayar programı çabukluğunda tercüme ediyordu.” Nobel Ödülü alan Aziz Sancar, Tolga Tanış’a verdiği mülakatta, Amerika’daki hayatının ilk kısmında laboratuvarda yaşadığını, orada yangın hortumuyla yıkandığını anlattı. Aziz Sancar’ın kendisine verdiği emek, şimdi Türkiye’nin yeni bir gücüdür. Zorlu bir çalışmanın gereklerine teslim olduğunuz anda bilin ki tarih değişiyor, hayat değişiyor, yalnız siz değil, hepimiz değişiyoruz. Burada özellikle gençlerimize seslenmemiz, zannederim yadırganmaz. Gençlerimize yana yakıla, yalvara yalvara diyoruz ki siz de Türkiye’nin gücü olun. Evet, gündemden kopmuş, olan bitenlerle hiç ilgilenmeyen, başımıza gelen felaketlere, ülkemize yönelmiş tehlikelere duygusuz, duyarsız gözlerle bakan bir gençlik istemiyoruz. Ama gençlerimizin gündemle ilgilenirken gündemin içinde kaybolmalarını da arzu etmiyoruz. Gelecekte bir gündem oluşturmak isteyenler, bugün gündemin içinde kaybolmamalıdırlar. Gündemin içinde kaybolanları bulmak asla mümkün olmaz. “Memleket işlerine kendimi öyle vermiştim ki şu İngilizce işini bir türlü halledemedim.” benzeri, can yakıcı sözleri çok duymuş biri olarak gençlerimize her ikisinin de bir arada mümkün olabileceğini hatırlatmalıyız. Sevgili gençler, yarın, hepimizin işine yarayacak en doğru yerde bulunmanız, bugün kendinize vereceğiniz emeğe bağlıdır. Lütfen bu emeği bizden esirgemeyiniz. “Memleket işlerinde” faal olmak istiyorsanız işte size faaliyet alanı. Doğru yerleri yanlış adamlara bırakmamak için, aşk ile yürüyün. Haydi! 9 GÜNDEM Algı Yönetimi ya da Sosyal Mühendislik İnsanlar, körlüğünü keşfettiği varlıkların, nasıl hareket ettiğini çözünce, onları kendi istediği şekilde sevk ve idare imkânı buluyor. Zekeriya KÖKREK* Birisinin başkalarını etkilemesi anlamına gelen sosyal mühendislik, doğal halde yaşayan varlıkların, canlıların ve toplulukların istenilen bir şeye göre biçimlendirilmesini, hareket ettirilmesini ifade etmektedir. *Yrd. Doç. Dr., Psikiyatrist 10 Üzerinde çok kolay konuşulan bir konu hakkında konuşmanın çeşitli zorlukları bulunmaktadır. Mimarlığın ve mühendisliğin tanımlarının tam olarak bilinmediği vasatta ve şartlarda, doğrusu, algı yönetiminden ve toplum mühendisliğinden bahsetmek biraz cesaret ister. Bu nedenle, daha çok algı ve toplum mimarisi üzerine konuşmayı isterdim. Günlük konuşmalarda, algı yönetimi veya sosyal mühendislik dendiğinde, idrakimizin, intibalarımızın ve kanaatlerimizin nasıl yönlendirildiği, kararlarımızın ve davranışlarımızın nasıl yönetildiği ifade edilmektedir. Bu konu üzerinde konuşmak oldukça kolaydır; bir o kadar da zordur. Öncelikle, algı gibi bir soyut durumun somut şekilde ifade edilmesinin güçlükleri var. Bilimsel açıdan önemli olan, zihinlerde ifade edilen kavramların, olgular dünyasında karşılığının olup olmadığıdır. Bir başka açıdan, toplumun istenilen yöne doğru sevk ve idare edilmesinden kast edilenin ne olduğu ve nasıl gerçekleştiğinin dile getirilmesindeki zorluktur. Sohbetimizde genel olarak genel olarak etkisi altında kaldığımız tesirleri, itaat etme ve ikna olma durumlarını konuşacağız. Bu yönüyle, yani hayatın her alanında ve her anında karşılaştığımız şekliyle, insanların ikna edilmesi, razı edilmesi veya itaat ettirilmesi çabalarını, algı yönetimi yani sosyal mühendislik konusunu konuşacağız. Kısaca algı yönetimi veya sosyal mühendislik işi, belli maksatla ve belli hedefe varmak için yapılan iştir. Başka tabirle algı yönetimi, insanların istenilen yönde ve doğrultuda davranmasını sağlayan faaliyetleridir. Bunu sağlamak için yapılanlar, istenilen yönde hareket edenlerin davranışlarının pekiştirilmesini, istenilen şekilde davranmayanların idrak, intiba ve kanaatlerinin değiştirilerek, istenilen hale getirilmesi sonucunu ortaya çıkarır. Özellikle siyasi alanda yapılanlar, konuyu popüler ve aktüel hale getirmektedir. Bu konuda, mevcut bilimsel bilgi birikiminin, uygulayıcılar tarafından hayatın her alanında kullanılması, günümüzde daha dikkat çekici hale gelmiştir. Modern hayat, kişilerin serbestçe karar vermesi; hiçbir tesir altında kalmadan, özgür iradesiyle kendi kararlarına varması ve uyması esasına dayanır. Bu açıdan, ikna ve itaat konuları merkezi rol oynar. Haberleşme araçlarının artması, demokrasinin yaygınlaşması, geleneksel bağların ve ilişkilerin gevşemesi, en önemlisi, insanların kendi kendine yeter varlıklar olarak görülmesi, konuyu önemli hale getirmiştir. Normalde herkesin kendisince algıladıklarına ve yaşadıklarına karşı bilinen bir tutumu vardır. Bu tutum, eğer istenilmeyen bir tutum biçimiyse bunun değiştirilmesi, istenilen bir tutumsa, bunun kalıcı hale getirilmesi istenir. Bu bağlamda insanların istenmeyen davranışları yapmasını önlemek, istenileni yapmasını sağlamak; bunları kalıcı hale getirmek esastır. Hayatın her alanında kullanılıyor Benim bu konuyla ilgim iki hususta toplanıyor: Birincisi sinir sistemiyle olan ilgim, ikincisi sibernetik konularına olan aşinalığım. Sibernetik, yönetim konularına getirdiği yaklaşımla hayatımızın her alanındaki faaliyeti anlamamıza ve açıklamamıza yardım etmektedir. Sinir sistemi ise, insan organizmasının, yani en karmaşık yönetim ve yönlendirme biçimin olduğu bir yapının incelenmesidir. Geniş anlamıyla sibernetik, insanların kategorilere ayırdığı fizik, organik ve psişik varlıkların aynı prensipler çerçevesinde incelenebileceğini gösteren bir yakla- Yeni Ufuklar, sayı 27 GÜNDEM yapması gerekiyorsa onu yapıyor… Sistem, kendi içinde algılıyor, kararlaştırıyor ve uyguluyor. Lamba, kendiliğinden yanıyor ve sönüyor; bunu boşu boşuna yapmıyor… Arabalarının koltuklarına oturduğunuz zaman, eğer emniyet kemerini takmamışsanız, sürekli sizi uyarıyor. Yani koltuğa birisinin oturduğunu, emniyet kemerini bağlamadığını “söylüyor”. Burada dikkat çekici olan “insan gibi” bu işleri yapabilmesidir. Bir davetiye aldığınızda, “lütfen cevap veriniz” diye notlar görüyorsunuz; bu “kapının yaptığı iş” gibi, işimi düzgün yapabilmek için “ne yapacağınızı bilmek isterim” deniliyor. Bir işin yapılmasında, davet sahibi, davetliler ve davetin kendisi bir bütün oluşturuyor; bunlardan oluşan bütüne sistem diyoruz. Sistem yönetimi, sistemi oluşturan parçalar arasında haberleşme, haberlerin işlenerek ne olduğuna ve ne yapıldığına karar verilmesi, alınan kararın uygulanması, nihayetinde, tasarrufla işin gerçekleştirildiğinin denetlenmesidir. Birisinin başkalarını etkilemesi anlamına gelen sosyal mühendislik, doğal halde yaşayan varlıkların, canlıların ve toplulukların istenilen bir şeye göre biçimlendirilmesini, hareket ettirilmesini ifade etmektedir. Aslında sosyal mühendislik günlük hayatımızda anne-baba olarak yaptıklarımızı veya sosyal grupların içerisinde yaşadığımız etkileşimleri gösteren bir durumdur. Yani aslında hep başkasına ‘sosyal mühendislik yapma’ diye söylediğimiz şeyler, kendimizin de yaptığı bir durumu ifade ediyor. Sosyal mühendislik, hayatta karşılaştığımız şekliyle, insanların ikna edilmesi, razı edilmesi veya itaat ettirilmesi çabaları olarak tanımlandığında, onu ticarette, siyasette, eğitimde, reklamda, halkla ilişkilerde, propagandada kullanıyoruz. Kısaca hayatın her alanında kullanıyoruz. İvan Pavlov şımdır. Bu yaklaşım, artık evlerin “akıllı” ve makinelerin “beyinli” hale gelmesini sağladı. Artık, binalar ve makinalar “insan gibi” zekice ve akıllıca hareket ediyor. Bankamatiklerde bu sistemin daha karmaşık hallerini görüyoruz. Sibernetik açısından, makineler ile binalar veya hayvanlarla insanların arasında bir fark yoktur. Bunlar, istenirse, kendi kendilerini denetleyebilir ve düzenleyebilir, aksaklıkları ve eksiklik- leri kendi kendilerine giderebilir hale getirilebilir. Kısaca bunlar, sistem olarak, kendi kendilerine yeter hale getirilebilir. Bir binanın kapısına yaklaştığınızda, sistem sizin geldiğinizi görüyor, geçmeniz için kapıyı açıyor, siz geçtikten sonra da kapıyı kapatıyor. Ortalık karanlıksa, lambalar “kendiliğinden” yanıyor, siz gittikten sonra “kendiliğinden” sönüyor. Burada bir “düzen” kurulmuş, bu düzen sizin geldiğinizi ve gittiğinizi anlıyor, ne Doğal hâlden, kültürel hâle Bir çocuk doğduğu zaman, onun yaratılışında bulunan özellikleriyle tepki verdiğini, ağladığını, güldüğünü, uyuduğunu görüyoruz. Çocuk, doğal olarak, yapısında bulunan özelliklerle, nasıl hareket edeceğini, belli bir şeyi nasıl algılayacağını, nasıl tepki vereceğini veya vermeyeceğini biliyor. Çocuk ana-baba tarafından yetiştiriliyor; bir anlamda çocuk biçimlendiriliyor… Çocuk bir süre sonra yetişkin hale gelince, ne yapıp ne 11 GÜNDEM yapmayacağını öğreniyor, kendi kendine hayatını sürdürüyor. Bir sistem içerisinde, kültürün verdiği kalıplarla hareket ediyor. Böylece insan, doğal halden kültürel hale ilerlemiş oluyor. Bu durum, sibernetik açısından, binaların akıllı hale, makinelerin beyinli hale gelmesi arasında benzerliği içeriyor. Yani çocuğun yetiştirilmesi neyse, makinelerin kendi kendisine hareket edecek hale gelmesi benzer bir yapıyı sergiliyor. Başka varlık türlerine kültürleyen insan, zamanla doğal halden çıkıp, madenler ve hayvanlar gibi, kültür varlığı haline geldi. Bununla da yetinmeyen insan, kendi türünü, hatta kendi zihnine kültürlemeye başladı. Madenleri, bitkileri ve hayvanları “doğal halden kültür haline” dönüştüren insanoğlu, kendi türünü, insanı da dönüştürmektedir. İnsan madenleri, bitkileri, hayvanları, insanları etkiliyor; onları istediği yönde hareket ettiriyor. İnsanlar bitkileri aşılıyor veya serada yetiştiriyor. Burada, aslında, “algılama” etkileniyor, davranış kendiliğinden bir sonuç olarak ortaya çıkıyor. Düşünsenize, bir ağaçta, beş ayrı meyve alabiliyorsunuz. Burada, ortamını sağladığınızda, dış dünyanın gerçeklerinden koparıyorsunuz. Yani “dışarıda hava nasıl olursa olsun, sizin havanız yerinde olsun” anlayışı hâkim kılınıyor. İnsanlar, körlüğünü keşfettiği varlıkların, nasıl hareket ettiğini keşfedince, onları kendi istediği gibi şekilde sevk ve idare imkânı buluyor. Mesela, hayvanat bahçesinde yetiştirilen hayvanların durumu ortada, onlar başka ortamda, başka türlü hareket ediyor; hayvanat bahçesinde başka türlü… Keşiflerin etkisi Bizler de çocuklarımızı bu şekilde yetiştiriyoruz, bu ilkelere uyarak yetiştiriyoruz. Çocuk aile ortamında ve başka sosyal ortamlarda, ne yapacağını ve ne yapmayacağını öğreniyor. İnsanlar var oldukları sosyal grubun ve kültürün etkisi atında yaşıyor. Her kültür, mensuplarına dünyaya bakış açısı veriyor ve doğal halinden çıkarıp kültürel forma sokuyor… Konunun anlaşılması için bilim tarihinde önemli birkaç alana dikkat çekmek gerekiyor. İnsanlar tarih içinde hareket yasalarını, siyaset yasalarını ve idare yasalarını keşfetmeye çalıştı. İnsan, iktisadın ve istihsalin yasalarını keşfetmeye çalıştı… Bu alanlarda kazandıklarını hayatta 12 tatbik etti. İnsan kaynak olmadan üretimin olmayacağını, üretimin bir faaliyet sonunda oluştuğu, bu faaliyetin hangi siyaset ve iktisat prensiplerine göre olduğunu keşfetti. Bu birikimlerin, insan zekâsıyla işlenmesi sonucunda, matematiğin diline ve teknolojinin ürününe dönüştürüldüğü görülmektedir. Modern hayatın tesisinde bilim alanında yapılan keşiflerin büyük tesiri oldu. Bugün yaşadıklarımız, tarihte büyük dönüşümlere neden olan büyük buluşların sonucudur. a- Birincisi hareket yasalarıdır. Bu yasalar bize, hareket olması için kuvvet olması gerektiğini gösterdi. Her şey, kendisine uygulan kuvvete direniyor, ancak uygulanan kuvvet fazla ise, kuvvet yönünde hareket ediyordu. İkincisi, kuvveti sağlayan enerjinin, aslında kullanımı önemlidir. Bir kuvvetin iş yapması, enerjinin kuvvete dönüşmesi ve bir iş yapması gerekiyordu. Termodinamiğin yasalarıdır… Bir iş yapan kuvvetin ortaya çıkarılması, enerjinin kullanımıyla ilgilidir. Enerji israf edilmeden kullanılmalıdır. Siyaset, bu iktisat kuralının üzerinde yükselmektedir. b- Diğer büyük keşif, Pavlov’un şartlı refleksidir. Burada hatırlatma yapmak isterim. İnsanın ruhsal özellikleri dışında bir enerjisi yoktur. Bu enerjinin iktisatlı kullanılması, israf edilmemesi gerekir. İnsan zekâsı, enerjiyi kuvvete ve kuvveti işe dönüştürebiliyor; bunun politikasını ve ekonomisini ortaya koyuyor. İnsan zekâsı, enerjiyi kuvvete ve kuvveti işe dönüştürebiliyor. Nasıl iktisatlı kullanabilir, enerjiyi kuvvete ve kuvveti işe dönüştürebilir? Burada önemli olan soru, nasıl bir siyaset takip etmesi gerekir ki, enerjisini kuvvete ve kuvveti işe dönüştürsün? İnsanlar, sarf ettikleri kuvvet ve ortaya çıkan iş arasındaki ilişkiyi araştırdı. İnsanlar, iş yaparken israf edilen enerjiyi hesapladılar, sonunda, israfı en aza indirecek yöntemi bulmayı başardılar. Sonuçlardan haberdar olursak, yapacağımız iş için gerekmeyen şeyleri hayatımızdan çıkarabiliriz. Enerjiyi tasarruflu kullanır, hedefe uygun işler yaparız. İnsanlar sürtünmeleri en aza indirdiler. Bunun yanında, gerekmeyen durumda enerji tasarrufuna gittiler ve israfı önlediler. Şimdi bir düşünelim, insanlar, eğer kapıya bir kişi koysa maliyet çok yüksek olacak veya lambayı her zaman açık bıraksa benzer sonuç elde edilecek. Bir düzen kursak, birisi gelince lamba yansa ve gidince sönse, enerji tasarrufu yapsak! Bir düzen kursak, gelince kapıyı açsa, gidince kapasa… İşte, bütün bunlar, insan organizmasının idaresinin benzerdir. Yalancı meme rolü İnsan doğal halinde belli tür uyarana belli türde tepki verir. Işığı görür, sesi işitir, kokuyu duyar… Bunlar tamam, ama gördüğünün anlamı nasıl oluşmaktadır? Ağaçların aşılanması gibi… Bir ağaç, başka bir ağaç gibi hareket edebiliyor. İnsanlar doğal hallerinin dışında davrandırılabilir. Karnı acıkan çocuk ağlıyor. Ağlayan çocuğa annesi meme veriyor. Anne, çocuğun ağlamasından sıkılınca, çocuğa yalancı meme veriyor… Bugün arabasında oturan insanın emniyet kemerini takmadığında öten alarm seslerini susturmak için “yalancı meme” rolünü oyuyor… Burada, dikkat edilmesi gereken, koltuğa oturduğunu bilmesi ve koltuğa oturunca kemeri takmasının gerektiğinin bilmesidir. Koltuğa oturulduğunu ve kemerin bağlanmadığı bilinince, bu iş tamamlanıncaya kadar “alarm” devam ediyor. Bizi bir şekilde davranmaya zorluyor, bizi kemer bağlama işini yapmaya yönlendiriyor. Sanki insan gibi… Aslında, burada dikkat etmemiz gereken, insan olduğunu değil, Pavlov ve asistanlarır bir deney esnasında. Yeni Ufuklar, sayı 27 GÜNDEM hareket eden varlığı tespit ediyor sensörler… Algılanan hareket, insan değil… Burada, tersten düşünerek şöyle söylenebilir, insan da bir çok işi otomatik olarak yapıyor, makine gibi yapıyor… Ses duyuyor, ancak söz olarak anlıyor… Bir şey nasıl hareket ediyor? Bir etki yapıyorsunuz, hareket ediyor. O etkinin nesneler üzerindeki etkisi… Daha sonra canlılarla ilgili, canlılar nasıl hareket ediyor. Kendi kendine… Daha sonra insana geldik. İnsan nasıl hareket ediyor, kendi kendine… Enerjisi kendinde, beyni kendinde, haberleşme sistemi kendinde… İşte bu işi benzer şekilde yapan maddi istemler hayatın içinde kuruluyor. Bizim algıladığımızla, gerçekte olan arasındaki farka dikkat edelim… İnsan biyolojik olarak bir etkiyi nasıl algılıyor ve nasıl tepki veriyor. Bu konuda meşhurdur Pavlov’un insandaki etkilenmeyle ilgili anlattıkları önemlidir. Genel olarak bilindiği gibi hepimiz doğuştan getirdiğimiz reflekslerle dünyaya geliriz, ona göre de hareket ederiz. Mesela acıkınca bir bebeğin ağlaması böyle bir şeydir. Ama zaman içerisinde çocuk ağladığı zaman ne olacağını veya ne olmayacağını bilir. Pavlov’un bize anlattığı meşhur bir şey, ilgisiz iki şey arasında kurulan bağlantıdır. Et verilince, köpeğin salyası akar. Zil çalınca, dönüp bakar. İkisi birbirinden bağımsız ve ilgisiz uyaranlardır; bu uyaranlara verilen tepkilerde birbirinden bağımsızdır. Ancak ikisi arasında ortak olan noktanın beyin olduğunu akıldan çıkarmayalım. İki bağımsız uyaran ve bu uyaranlara verilen tepkiler arasında, belli şartlar altında ve belli tekrarlardan sonra bağlantı kuruluyor. Zil sesine, ete verilen tepki veriliyor. Bu keşif, 20. yüzyılın başlarında keşfedilen, bana göre en büyük keşiflerin başında gelmektedir. Şu an eğitim dediğimiz şey, insanların duyduğu bir şeyi zihninde anlamlandırma sürecine etki etmektir. Nasıl ki köpekte zil sesi ile ete verilen reaksiyon birbirine bağlanıyorsa, insanda da benzer reaksiyonlar meydana geliyor. Mesela duyduğumuz bir çok kelime bizde reaksiyon doğuruyor. Çünkü duyduğumuz ses değil normalde, sesin zihnimizde bir anlam oluşturmasıdır. Bugün algı yönetimi dediğimiz, işte bu zihinsel anlamın nasıl etkilendiğiyle ile ilgili bir kavramdır. Biyolojik olarak bu safha Pavlov’un yaptığından daha ötesi bir şeydir. İnsan genel olarak deneyerek, yanılarak öğrenir, zevk aldığı şeyler varsa ona göre davranır. Acı duyduğunu şeyler varsa buna göre davranır… Yaşarken şunu öğreniyoruz, acı veren şeylerden kaçıyoruz, zevk veren şeylere yakınlaşmaya çalışıyoruz. Bunu da bazen kendi denememizle öğreniyoruz. İnsanoğlunun acıdan kaçtığını bildikten sonra biz bazı insanları cezalandıracak şekilde davrandığımız zaman onun davranışları etkilemiş oluyoruz. Düşünce biçimlerini de etkiliyoruz. Veya zevk verecek şeylerle etkileyerek… Ödül veya ceza ile… Bireysel psikolojinin dışına çıkınca, sosyo-kültürel boyuta gelince, sosyokültürel düzeyde şu sorular sorulabilir: Toplumlar nasıl hareket ediyor? Toplum veya kurumlar nasıl iş yapıyor? İnsanlar başkalarının varlığından etkileniyor mu? Sosyo-kültürel sistemden etkileniyor mu? Belli kelimeleri, sesleri duyuyoruz; tepkilerimiz farklı oluyor. Burada ses derken ki kastım şu: Mesela ben İspanyolca, Çince, Japonca anne kelimesini duyduğum zaman benim için bir anlam ifade etmez. Benim için sadece sestir; ancak Türkçe dendiği zaman, anne kelimesi bende bir şeyleri çağrıştırıyor, bir reaksiyon doğuruyor. Önemli olan, uyaranla anlam arasındaki ilişkidir. Bunu anlattıktan sonra bir başka konuyla irtibat kurmak istiyorum, sibernetikle ilişkilendirerek anlatayım. Aslında genel olarak canlıların, nesnelerin, insanların, toplumların ve kurumların bir şeylerden etkilenip tepki vermesi arasında fark bulunmamaktadır. Bunların sevk ve idaresi benzer prensiplere göre olmaktadır. Bir sistemde, sitemi etkileyen uyaranların algılanması, ne yapılması gerektiğine karar verilmesi, kararın uygulanması; nihayetinde neticenin kontrol edilmesi… Haberleşme ve kontrol sistemi; beynin yaptığını yapıyor… Bu saydığım alanlarda, sevk ve idare, yönetme ve işletme benzer ilkelere göre gerçekleşiyor. Haberleşme.. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle doktorlar, matematikçiler, nöropsikiyatristler ve mühendisler bir araya geldiler. Savaş sırasında da şunu söylediler: Bu bizim radarlarımız var. Radarların başında da adamlar var. Uçaksavarlar görüyor ateş ediyor. Bizim bunu otomatik olarak yapmamız mümkün müdür? Dediler. Uyanık biri de dedi ki, görmüyor ki yerini nereden bilecek? Hâlbuki ki radarlar var, radarlar görüyor. Uçaksavarlar da çalışıyor. Dediler ki biz karanlıktayken, gözümüzü kapattığımızda elimiz burnumuzu buluyor. Bu nasıl oluyor? Sinir sistemimizin çalışmasından oluyor. Biz öyle bir sistem kurarız ki uçaksavar da hedefini vurur dediler. Hakikaten de 13 GÜNDEM onu yaptılar. Radarla uçaksavar arasında bağlantı kuruldu, bunlar birbirine bağlandı, etkilere tepki verecek hale getirildi. Bunlar bir “beyin” aracılığıyla birbirine bağlandı; yönetilmeye başlandı… O zaman da şunu söylediler: Aslında var olan her şey bir haberleşmedir. Eğer biz haberleşme sistemini iyi kurabilirsek, bu ister insan olsun, ister makine olsun, hayvan olsun… Bir şeyi görür, ona göre yönlendirebiliriz dediler. Öncelikle ilgili parçalar arasında irtibatın ve münasebetin düzenlenmesi gerekir. Bir işi yapmak için, ilgili kısımlar arasında irtibat kurulması ve haberleşmenin sağlanması gerekir. Diğeri, haberlerin işlenmesi ve gereğinin yapılması… Şu anda anlattığım konu, Harvard’da bilgi teorileri üzerine yapılan çalışmalarda ortaya çıktı. Bugün bilgisayar ve internet dediğimiz şeylerin altyapısı… İnsanların sinir sisteminin modellenmesiyle bugünlere geldik. Şimdi bu boyuttan daha başka bir kısma b geçerek konuyu birleştireceğim. Mesela insanlar neden etkilenir? Başka insanlar üzerinde nasıl etkili olunur, toplumlar nasıl yaşar? Sosyal düzen nasıl sağlanır, sosyal kurallar nasıl oluşur? İnsanlar nasıl etkilenir, nasıl denetlenir? Bu tartışmaları eskiden felsefeciler yapardı, tarihçiler yapardı. İlk defa deneysel bilimle bu sorulara cevap arandı. Matematikçiler, fizikçiler, biyologlar, nörologlar, psikiyatristler, felsefeciler birlikte çalıştı… Bu alanda çalışanların, saydığım alanlardan ikisinde üçünde doktorası olan seçkin kafalar…. Bir şeyi görmek ve algılamak nasıl olmaktadır? İlk defa gördüğümüz şeyleri daha önceden gördüğümüz ve bildiğimiz şeylerle tanımaya çalışıyoruz. Hiç bilmediğimiz hususlarda ne yapıyoruz; belirsiz, karanlık ve bilinmeyen durumlarda… İnsanlar sosyal hayatta böyle belirsiz, karanlık, bilinmeyen durumlarda kalır insan… Gördüğünden emin olamaz; şüphe ve tereddüt içinde kalır. Toplum içinde bilgiye ihtiyacımız var, aynı şeklide kendimize güvenmeye de ihtiyacımız var. Toplumsal hayatta hem işbirliği hem rekabet var; hem çatışma var, hem uzlaşma var. Bazen çatışmalar yaşıyoruz, bazen ortaklıklarımız ve işbirliklerimiz oluyor. İnsanlar hem grup halinde olacak, hem çatışmaları ortadan kaldıracaksınız. Farklılıklara rağmen ortak bir davranış, düşünüş, algılayış ortaya koyacaksınız. Bu mümkün mü? Çatışma 14 dediğimiz şey ne? Birileri “Ben gerçeği söylüyorum, haklı olan benim” diyor. Burada, insanlar kendi inandığı gerçeklere başkalarını inandırmaya çalışıyor, bazen gerçek sandığı şeyleri ve bazen de kasten yanlışları “doğru” gibi sunuyor… İnsanlar kurallara nasıl ulaşıyor, kendi standartlarını nasıl oluşturuyor? Bu işin en can alıcı sorusu budur! İnsanlar ortak standartları nasıl oluşturuyor, bunları nasıl kullanıyor? Bu sorular, birey ile toplum ilişkisini anlamak açısından önemlidir. Bireylerin kendi standartları ile sosyal standartlar arasındaki ilişki nedir? Bu sorular toplumsal düzenin anlaşılması ve bireyin toplumsal kurallara uyması açısından önemlidir. Muzaffer Sheriff Sosyal psikolojide bu çalışmaları yapan bir Türk. 1935’te çalışmalar yapıyor Amerika’da ve sosyal psikolojinin de kurucusu sayılabilecek etkili bir isim neredeyse… Bir anlamda Pavlov’un çalışmalarını sosyal alanda yaptı denilebilir. Muzaffer Sheriff çok büyük bir kafa… Onun yaptığı bazı deneyler var. O dönemlerde, uçakların gece uçuşu çok büyük problemler çıkarıyor. Uçaklar piste inerken ışıklar dalgalanıyor. Pilotlar nasıl karar verecek? Karanlıkta, yukarıdan bakınca nereye ineceğinizi bilemiyorsunuz. Havanın durumuna göre, gece ışıklar hareket ediyormuş gibi geliyor. Bu belirsizlik ortamı oluşturuyor. Bilginize güvenemiyorsunuz. Işıklar hareket ediyor gibi geliyor; aldatıcı; kafa karıştırıcı. Aslında düşünsenize kapkaranlık bir ortam, şu anki hiçbir teknolojiniz yok, pistin üzerindeki ışıklar yanıp sönüyor, dalgalanıyor… Uçaktasınız, yere inmek istiyorsunuz. Nereye ineceğinizi bilmiyorsunuz. Gördüğünüz ışıkların hepsi doğru gibi geliyor ama hangisi doğru? Bu büyük bir deneyin tasarımında kullanılıyor. Belirsiz durumlarda, insanlar dayanak noktalarını kaybettiklerinde, yalnızken ve başkalarıyla birlikteyken kendi kanaatlerine mi, yoksa grubun kararına mı uyar? İnsanlar niye birlikte yaşıyor, nasıl yaşıyor, kendilerine göre bir olaya ortak nasıl anlam veriyor veya bunu nasıl değiştiriyor? Otokinetik etki veya sosyal etki deneyi: 40 tane öğrenciyi zifiri bir karanlık bir odaya tek tek alıyor. Onlara ışık gösteriyor; ışık normalde sabit ama hareket ediyormuş gibi algılanıyor. Bunun için “otokinetik” deniyor bu ışığa, yani kendi kendine hareket ediyor. Pilotların gece Yeni Ufuklar, sayı 27 GÜNDEM Irak”taki Ebu Gureyb hapishanesindeki olaylar üzerine İtalyan Zimbardo çeşitli deneyler yaptı. Cezaevinde yaşananlar filmlere de konu olurken, deneyde, belirsizliğin olduğu durumlarda şiddet ve dehşetin ortaya çıktığı kanıtlanmıştı. pistteki ışıkları gördüğü gibi görünüyor bu ışık; belirsiz, değişken, hareket eden bir ışık. Sağa sola hareket ediyormuş gibi gözüküyor. Uzunluğu değişiyormuş gibi görünüyor. Aslında sabit, sadece algılanması böyle. Birinci öğrenciye soruyor, kaç santim, “yedi”. Not ediyor, ikinci öğrenci... Devam ediyor. İki, üç… ama her öğrenci tekrar tekrar görüş bildiriyor. Deneyi tekrarlıyor. Birinde 1 santim, görüyor, birinde 7 santim görüyor, birinde 15 santim görüyor. Adamlar böyle 7, 8, 9 en sonunda kendi kendine diyelim ki 8 santimde karar kılıyor. Yine hareket ediyor ışık, ama 8 santim diyor; bir ölçümde standart oluşturuyor, bir ölçüde karar kılıyor. Her bir öğrenci, kendi için standardını oluşturuyor; kimisi 6, kimisi 7, kimisi 8 … Her bir deneğin kafasında, zihninde bir kanaat oluşuyor, bir standart oluşuyor... Sonra deneyin ikinci faslı var. Bu öğrencileri alıyor dörderli gruplar halinde, “yüksek sesle söyleyeceksiniz” diyor. Bir bakıyorlar ki birden bire hepsi 6 diyor, 6 tutuyor. Diğer grubu alıyor, 7 diyorlar 7 tutuyor. Yani birey tek başınayken farklı, toplu biçimdeyken farklı söylüyor. Bütün gruplarda bunu görüyor. Bunlar hiç felsefe yapmaya müsait şeyler değil. Pozitif bilimin verileri. Sonuçlar çok açık, çok net. Şimdi diyor ki insanlar tamam, ama belli bir süre sonra aynı deney tekrarlandığında ne diyecek bu kişiler? Deney tekrarlanıyor, tek tek alınıyor denekler yine karanlık odaya ve ışık gösteriliyor; ikinci fasılda söylenen ölçüyü tekrarlıyorlar, grup halinde iken söylenen boyutu söylüyorlar. Dikkat çekici olan tek başlarına, yalnızken ulaştıkları kendi standartlarını kullanmıyorlar, grup halinde iken oluşan ölçüyü kullanıyorlar. Kendi kanaatleri, kendi standartları, kendi ölçüleri gidiyor, grup olarak oluşan ölçü kullanılıyor, grubun kanaatine uyuluyor, ortak hareket etmeye başlıyorlar denekler. Bu, eskiden grup ruhu, grup gibi kavramlarla açıklanan sosyal etkiyi, pozitif bilim yöntemi kullanılarak ispat ediliyor. Vicdanın ölçümü! Şimdi burada ikinci bir deney daha ilginç… Soloman Asch adındaki araştırmacının yaptığı bir deney… Diyor ki, “Muzaffer Şerif bir deney yaptı ama belirsiz bir etki vardı; fiziki boyut, ışık, hareket ediyor gibi göründüğünden, kesin olan bir ölçü değil, muğlak, değişken bir şey bu…Hareket ediyor gibi, herkes için bu intibayı oluşturuyor. Bu deneyde, kart çiftleri gösteriliyor. Bunlardan birisinde çizgiler var, üç çizgi, farklı uzunlukta. Bu kartlardan birisinde 4, 6, 8 cm gibi birbirine paralel üç çizgi var. Sırasıyla a, b, c diye isimlendiriliyor. Diğer kartta üç tek çizgi var, 6 cm uzunluğunda olan bir çizgi var… Deneklere soruluyor, üç farklı büyüklükten, hangisine benziyor, ilk karttaki çizgilerden hangisine benziyor, a mı, b mi, c mi diye soruluyor? Burada apaçık bir fiziki gerçek var. Kişilere yalnızken ve grup içinde iken aynı sorular soruluyor. İnsanlar, diğer insanların varlığından etkileniyor mu? İnsanlar, kendi algılarını başkalarıyla birlikteyken değiştiriyor mu? Bir kişiye iki tane kart gösteriyor. Birinci kartta olan ikinci karttakilerden hangisine benziyor, diye soruluyor. Buna benzer bir sürü kat var. Her gören önce tek başınayken işaretliyor. Sonra iki, üç ve dört kişinin arasındayken kanaatlerini söylüyor. Özellikle dört kişinin içerisinde bir kişinin kendi kanaatini söylemesi var. Şimdi bakıyorsunuz normalde 5 santimetre, 15 santimetre, 1 santimetrelik üç boyutu var. Bir tanesi diğeriyle eşleşiyor. Herkes de kendi kanaatini söylüyor. Normal, tek başınayken yüzde 100 doğru bütün bilgiler. Topluluk içindeyse dört kişinin arasında bir bakıyorsunuz her üç kişiden birisi uzuna kısa, siyaha beyaz diyor. Bu da objektif olarak hemen hemen dünyanın her tarafında gösterilmiş bir durum. Üç kişiden birisi! İnsanla deneyden çıktıkları zaman diyorlar ki içeride öyle ama grubun içerisinde ben öyle söyledim. Normalde benim ilk gördüğüm doğruydu diyor. Bu ikinci deneyin özelliği şu: Burada 4 kişi alıyorsunuz ya, 3’ü zaten araştırmacının ayarladığı insanlar. Diğerlerinin inadına yanlış şey söylüyor. Diğerleri söylediği için deneye maruz kalanda da onlar uyuyor. Çünkü en son sırada denek bulunuyor. Dördüncü sıradaki, kendinden öncekilere bakıyor. Diğer kişiler, önceleri doğru cevaplar veriyor, deneğin güvenini kazanıyor. Böyle durumda kalan kişilerin üçte biri, apaçık gördüğü ve bildiği gerçeğin aksine davranıyor. Kendi kendine kaldığında, aslında gerçeğin ne olduğunu biliyor. Bu oran 3 kişiden birisi. Çok büyük bir oran. Bir üçüncü deney var, onu da anlatayım: Stanley Milgram diye bir adam var, enteresan bir adam. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra şu soruya cevap arıyor: Almanlar neden Yahudilere bu zulümleri yaptılar? İnsanlar başkalarına zarar verme ihtimali nedir? İnsanlar başkalarına zarar veren emirlere ve telkinlere hangi oranda uyarlar? Nasıl oldu da Naziler Yahudilere kötülük yapabil- 15 GÜNDEM Normalde biz kültürümüzün aydınlattığı yerde bir şeyleri arıyoruz... Kısaca kültür bize önyargı dediğimiz şeyi kazandırır. Kültürünüz, dininiz size bir dünyaya bakış veriyor. Ancak onu aştığınız, ötesine geçtiğiniz zaman siz gerçeği görürsünüz. Kendi kültürümüzün hatalarını, yanlışlarını gördüğümüz zaman düzeltebiliriz. 16 diler? İnsanlar bir lidere nasıl itaat eder? İnsanlar bir emre nasıl itaat eder? Burada yapılan deneye şöyle: Diyorlar ki, “Cezalandırmanın öğrenci üzerine etkisi nedir, olumlu etkisi var mıdır, yok mudur?” bir araştırma yapacağız… İlan veriliyor 40 tane insan geliyor, deneye katılıyor… Laboratuvarda deney yapıyorlar. Deney şöyle: Bir araştırmacı var, beyaz önlüklü… Beyaz önlüklü adam bilim adamı. Onun yanında 40-45 yaşlarında orta kilolu bir var; kalp hastası olduğundan bahsediyor… Biraz önce gelen başka bir denek, konuşmayı dinliyor… İkisi deneye girecek. Birisi öğrenci rolünde olacak, birisi öğretmen. Tamamen tesadüfi olarak yapılıyor diye planlanmış. Kura çekiliyor. 45 yaşındaki, kalbi olan kişi öğrenci rolünde, yeni gelen birisi de öğretmen rolünde deneye katılıyor. Burada da kelime çiftleri var; bunlara doğru veya yanlış diye cevap veriyor öğrenci… Öğretmen rolünde olan elektro şok veriyor, öğrenci her yanlış yapıldığında. Öğrenci yanlış cevap verdikçe veriyorsunuz 15 volt. Sonra 30, 45, 60, 75… 450’ye kadar. İnsanoğlu 150’den sonra rahatsız oluyor. 300’de artık çıldırıyor. Bunu da elektroşok makinasının levhasında görüyorsunuz. “450 voltta çıkarın, ölümcül” diye üzerinde yazıyor. Deneye başlamadan önce öğretmen rolünde olan kişiye elektroşok veriliyor, 60 volt deniliyor, ama kendisine 90 volt akım veriliyor. Bu deneyde iki şey araştırılıyor -o zamana kadar insanın vicdan gelişimiyle ilgili teoriler var-. Diyorlar ki, biz vicdanı ölçebilecek ölçek geliştirdik. Bununla 450 volta çıkabilecekleri ölçebilir miyiz? Önceden tahmin edebilir miyiz? İkincisi psikologlara ve psikiyatrlara soruyorlar, -insanları en iyi bunlar biliyorlar-, diyorlar ki kaç kişi 450 volta kadar çıkabilir? İnsanlar için ölümcül olabilecek şiddette elektroşok vermeyi kaç kişi yapabilir? Normal bir deney istediğiniz zaman da bırakabilirsiniz denmiştir. Eğitimde şiddetin, cezasını ölçmek üzere tasarlanan bir deney… Psikiyatrlara sordukları zaman, onların tahminleri, 450 volta kadar çıkacak insanların oranı % 1 olarak bildiriliyor. Deney yapılıyor. Kırk kişi tek tek bu çalışmaya alınıyor. Öğretmen rolündeki kişi akım verirken, beyaz önlüklü adam yanında duruyor… Kişilere verilen akım arttıkça içeriden sesler geliyor, canının yandığını söylüyor. Akım arttıkça inleme ve feryat sesleri artıyor… 300 volta gelince, öğrenci rolündeki kişi basbas bağırıyor… Çıkarın beni buradan, katılmak istemiyorum, bu işe son vermek istiyorum, diyor. Bunu duyan, öğretmen rolündeki kişi etkileniyor, beyaz önlüklü adama, “efendim” diyor, akım verdiğimiz adamın durumu kötü diyecek oluyor, “devam edin lütfen” diyor beyaz önlüklü adam… o bilim adamlarının soğuk tavrı var ya!.. Bu kadar işte! Başkaca yapılan bir telkin yok, “devam edelim lütfen”. Bu çalışmanın sonucu 100 kişiden 65’i, hiçbir çıkarı olmadığı halde, en üst düzey akım olan 450 volta kadar çıkıyor, ölümcül doza kadar çıkıyor. Burada, bariz bir çıkarı yok kişilerin. Deney ücreti 50 dolar. 50 dolara kimse yapmaz bunu… Her 100 kişiden 65’i başkasını öldürücü düzeyde elektrik şoku verebiliyor. Şimdi bu acayip bir rakam. Tek yapılan şey, beyaz önlüklü bir adam, onun “devam edelim” telkini… Bu adamlar tek başınayken bu akımı vermiyor. Burada, sadece elektrik akımını veren gerçek kişi, yani denek; onun dışında her şey kurgu. Cihaz, öğrencinin kalp hastalığı, inlemeler ve feryatlar… Zaten öğrenci rolündeki kişi, araştırmacının asistanı… Bu deneyde, öğrenci ile öğretmen ayrı odadalar; öğretmen ile araştırmacı aynı odada. Şimdi dördüncü bir deney var. En temel deney. Algılarımızın nasıl yönlendirildiği ile ilgili.. Belirsizliğin olduğu durumlarda şiddet ve dehşet ortaya çıkıyor. Bu deney de çok daha meşhur. Özellikle Irak”taki Ebu Gureyb hapishanesindeki olayları en iyi açıklayan bir araştırmacının, İtalyan Zimbardo’un, Stanford hapishane deneyidir. Bir çok açıdan çok meşhur bir deney. Deneye katılanlar kendi öğrencileri. Çok iyi kurgulanmış bir deney. 24 öğrencinin On ikisini suçlu, on ikisini de polis yapıyor. Üniversitenin bodrumunda hapishane yapılıyor. Polis rolündekiler, gerçek polis gibi giyiniyor, polis üniformaları ve arabaları var, gidip suçluları evlerinden alıp getiriyorlar. Okulun altındaki yere, cezaevi şartlarına uygun olarak hazırlanan bölüme koyuyorlar. Öğrencilere söylenen tek bir şey var, polis olanlar polis gibi, suçlu olanlar da suçlu gibi davranacak... Bu deneyin 15 gün sürmesi planlanmış, yaşananlar gözlenmektedir. Çok enteresan, deney 15 gün sürdürülememiş, 6 günde sonlandırmıştır. Çünkü işler çığırından çıkmış, öğrenciler kendilerini kaybetmiş, rollerine öyle kaptırmışlar ki, artık ağır şiddet uygulamaya başlamışlardır. Polis olanlar, bir polis ne yapıyorsa arkadaşlarına aynısını yapıyorlar. Mahkûmlar ne Yeni Ufuklar, sayı 27 GÜNDEM yapıyorsa, onlar da aynısını yapıyorlar. Tek söylenen, öğrencilerin rollere uygun davranması. Bu deneylerin mantığı şu, aslında deneyde olduklarını bilmelerine rağmen, aslında mahkum rolünde olan kişilerin kendileri gibi aslında öğrenci olduklarını bilmelerine rağmen, aslında tesadüfen polis rolü olanların mahkum rolü, mahkum rolünde olanların polis rolünde olabileceği bilinmesine rağmen, insanlar sosyal rollere kendilerini kaptırması, kendilerini kaybetmeleridir. Normalde biz kültürümüzün aydınlattığı yerde bir şeyleri arıyoruz. Kültürler insanların zihnini kirletir. Onları size çarpık gösterir. Kısaca kültür bize önyargı dediğimiz şeyi kazandırır. Kültürünüz, dininiz size bir dünyaya bakış veriyor. Ancak onu aştığınız, ötesine geçtiğiniz zaman siz gerçeği görürsünüz. Kendi kültürünüzün hatalarını, yanlışlarını gördüğünüz zaman onu düzeltebilirsiniz. Şimdi, birinci deneyde dikkat çeken, kapkaranlık bir yer, her şeyin belirsiz olduğu ve görülenin ne olduğu kesin olarak bilinmediği bir yer… Bunu sosyal hayata uyguladığınız zaman, şalteri kapattığınız zaman, haber kaynaklarını kestiğiniz zaman, karanlıkta bıraktığınız zaman insanlar ne yapacaklarını bilemezler. İnsanların bilgiye ihtiyaçları var, bilgi kaynakları kapatılırsa ve başka bir kaynak devreye girerse, o zaman, kaynağa göre bilgi edinir. İnsanlar artık oradan aldıkları haberlerle dünyayı tasavvur eder. Karanlıkta kalmış ne yapacak..!? 3 kişiyle kafakol İkincisinden çıkartacağımız şey şudur: Bir kişi, kendi gördüğünün aksini savunan üç kişinin arasında kalırsa, her üç kişiden birisi kendi gördüğünü değil, diğer üç kişinin gördüğünü kabul ettiğidir. Ticarette de bunu yapıyoruz, filan marka yerine falan markayı kullanmak gibi... Siz bir filme gittiniz üç arkadaşınız beğenmiyor. Siz de çok beğeniyorsunuz. Söyleyemezsiniz. Bir süre sonra tereddütte düşersiniz. Bir süre sonra hakikaten ben yanlış düşündüm diye filmi beğenmediğinizi söylersiniz... İnsan psikolojisi... Bu durumda kalan 100 kişiden 35’i kendi görüşünü değil, diğer üç kişinin savunduğu görüşü dile getirir. İnsanoğlu serbest düşünceye erişince doğruyu ifade edebilir. Ancak insanlar serbest şartlarda olmadığı gibi, sürekli farkında olmadığımız etkiler altındayız. Şimdi insanların ilişkilerini yeniden ayarlayıp, tutumlarını ve davranışlarını değiştirirsiniz. Bu siyasette de, ticarette de, çocuk yetiştirmede de öyledir. Çocuğunuzu yetiştirip istediğiniz formu vermek için ona göre müdahale edersiniz. İtaatle ilgili... Biz iyi insan olabiliriz... Ama şartlar hazırlandığı zaman, istemediğimiz halde ve iyi bir şey yapıyoruz diye başkasına zulmedebiliriz. Bunu bilenler buna göre sosyal durumları manipüle ediyor. Diğeri de rol... Sosyal roller bize etki ediyor. Aslında başka bir rolde olabilecekken diğer bir roldeyiz. İnsanlar olarak, rollerimize kendimizi kaptırıyoruz, hazır şekilde sosyal elbiseleri giyiyoruz. İnsanların otoritelerle, kurallarla ve rollerle ilişkisi böyle… Bunlar tarih içinde şekillenmiş… Otoritenin telkinleri ve emirleri, asla yapmayacağı işleri yaptırıyor insana… İnsanın umutları ve korkuları, onların davranışlarını etkiliyor. İnsanlara örnek olarak gösterilecek, cezalandırılmış veya ödüllendirilmiş insanlar göstermek davranışları etkiliyor. Bir belirsiz durumda, insanlar bildiklerini sandıkları insanlara uyuyor, onların etkisi altında kalıyor. Belirsizlik durumları, güvensizlik durumları, insanların bildiklerini sandıkları insanların peşinden gitmelerini sağlıyor. Belirsizlik durumları oluşturur, insanlara bilen birileri olarak sunduğunuz kişilerle tutum ve davranışları etkileyebilirsiniz. İnsanlar yaşadıkları ortamlarda kullandıkları kuralların ve işaretlerin nasıl oluştuğunu bilmez. Bunların anlamları sabitmiş gibi gelir… Kelimelerin manaları gibi… Aslında değişmekte ve değiştirilmektedir bunlar… İnsanlar hazır bulunan sosyokültürel kalıplar içerisinde olgunlaşır ve yaşar, ancak bazen hiç bilmediğimiz kelimelerin ve kavramların tesirinde hayatımızı sürdürürüz. Bunları kullanabilenler ve yeni anlam yükleyenler, başkalarının algısını ve davranışını değiştirir. Bir de şuurda bir şey var, filan büyüğümüz var o biliyor diyoruz değil mi... Bir süre sonra bakıyoruz ki, hepimizin bir büyüğü olmuş. O kişi ne derse, o doğruymuş gibi geliyor bize. Şimdi burada anlatacağım bir şey, kimse yokken de onu da büyük biliyor diyor. Bununla ilgili maymun deneyleri var. Mesela siz bir grubun içerisine aldınız, isteyeceğiniz çok sevdiğiniz bir şey var ona ulaşmaya çalışıyorsunuz. Cezalandırdığınız zaman bir süre sonra, maymunlar yiyecek var, maymun içerden atlamaya çalışacağı zaman gruptaki diğerleri onu engelliyor ceza yemesin diye. Bu bir süre sonra gidiyor, ceza da gelmeyecek. Muzu koyuyorsunuz, maymun gitmiyor. Bir süre sonra hiç ceza almamış maymun bakıyorsunuz ki bu ritüeli değiştiriyor, alışkanlığı sürdürüyor. Muz orada ama almaya gitmiyor. Çünkü daha önceden böyle bir kural konulmuş. Düşünce-davranış İnsanların yaşadığı ortamın, doğal ortamlardan kültür ortamların dönüşümü tarihi açısından önemlidir. Bugün artık herkes kültür ortamı içerisinde yaşıyor. Burada, asıl vurgulanması gereken, insanların kültür ortamlarında olağanlaşan ve sıradanlaşan, alışkanlık üzerine otomatik olarak yaptıkları durumlardır. İnsanların alışkanlıkları, yeterlilikleri ve beklentileri davranışlarını belirliyor. İnsanlar, çoğunlukla, otomatik olarak etkilendiği nesnelere, olgulara, olaylara tepki veriyor. İçinde yaşanılan sosyokültürel ortam, insanlara, tanıdık ve bildik bir dünya sağlıyor. Bu ortam, içindeki insanlar tarafından sabit veya istikrarlı bir ortam olarak algılanıyor. Bir anlamda, insanlar, doğal iklimlerinde değil, seralarda yaşamaktadır. İnsanların eski tutumlarını pekiştirmek veya yeni tutum kazanmaları sağlamak, onlara etki etmekle mümkündür. İnsanların içinde yaşadığı ortamının şartlarını ve imkânlarını değiştirmekle, onların davranışlarını değiştirmek mümkündür. İnsanların beklentilerini değiştirmekle davranışlarını değiştirmek mümkündür. İnsanların alışkanlıklarını değiştirmekle davranışlarını değiştirmek mümkündür. İnsanların davranışlarını değiştirmede ödüllendirme veya cezalandırma kullanarak, onların idraklerini, kanaatlerini ve hükümlerini, dolayısıyla davranışlarını etkilemek mümkündür. İnsanların davranışları teşvik veya tahdit edilerek, düşünceleri ve davranışları etkilenebilir. İnsanların ortamları ve ortamın şartları değiştirilerek, düşünce ve davranışları etkilenir. İnsanların taklit ve takip edeceği itibarlı kişilerin ortama sokulması, yine düşünce ve davranışlar üzerinde tahmin edilenin ötesinde etki eder. İnsanlarda davranışa neden olan etki değiştirilerek, onları engelleyerek veya tekrarlayarak davranışın ortaya çıkmasını veya çıkmamasını sağlanabilir. İkinci olarak, insanların davranışlara verdiği anlam değiştirerek bun sağlanır. Burada dikkat çekici olan, davranış aynı 17 GÜNDEM olduğu halde, davranışın anlamı değişmiş, kişi için zor olan kolay hale gelmiş, kötü olan iyi hale gelmiş, acı veren zevk veren hale gelmiştir. İnsanlar, genelde kelimelerin anlamının sabit olduğuna inanırlar, hâlbuki aynı kelime farklı anlamlara gelmektedir. İnsanların bir kelimeden anladığını değiştirdiğimizde, onun davranışını etkilersiniz. Bir ürünü güzel görüyorsanız, onu alırsınız; kötü görürseniz almazsınız. Önemli olan, bu uyarandan ne anladığınızdır; size ne anlam ifade ettiğidir. Konunun anlaşılması için bir örnek vermek istiyorum. Büyük çiftliklere gelen hayvanların belli sınırlar içerisine hareket etmesini istiyorsunuz. İlk geldiklerinde, tel örgülerle çevrili çiftlik arazilerine konuyor, tellerden elektrik akımı geçiriliyor, hayvan tellere dokunduğunda şok oluyor, canı yanıyor. Birkaç defa tekrarlıyor, her seferinde canı yanıyor. Bu durum karşısından hayvan, bir daha tele yaklaşmıyor, değmek istemiyor, tellin çerçevelediği alanda yaşıyor. Artık elektrik akımına gerek yok; hayvan elektrik akımıyla değil, telle ilişki kuruyor. İnsan zihnide böyle şekilleniyor. Yeni hayvanlar atlayıp gitmek istiyorlar, biraz akımı açıyorsunuz, hayvanlar çarptıkça geri geliyor. İki üç defa çarptıktan sonra onun belli bir sayısı var. Elektrik akımı falan artık vermiyorsunuz. Zamanla hayvan artık hiçbir zaman tele yaklaşmıyor. Bizim zihnimiz de böyle şekillendiriliyor. Gerçek nedir? Dil dediğimiz şey bize bir dünya örüyor ve o dilin sınırlarına hapsoluyoruz. Bir dilin kelimeleri, aslında sesler ve anlamların belli şartlarda bir araya gelmesidir. İki farklı algı türünün bir araya gelmesidir. Birisi ses, diğeri anlam. Sesler zihnimizde anlamları ortaya çıkarıyor. Bu algı, sanki istikrarlı ve sabit bir durum gibi anlıyoruz. İneklerin, teli görünce elektrik şokunu hatırlaması gibi, bizler de benzer şekilde, kelimeleri duyunca zihnimizde anlamlar beliriyor. Bir dilin ses düzeni ile anlam düzeni arasında, belli şartlar içerisinde kurulan bağlantı değişmez ve kalıcı olduğuna inanılıyor. Aslında doğal olarak böyle bir ilişki yok, olduğu zannedilen ilişki insan zihninde kurulan bir ilişkidir. Burada, istikrarlı ve sabit sanılan durum kültürel durumdur ve doğal durumda birbirinden bağımsız iki değişkendir. Pavlov, iki bağımsız değişkenin, özel şartlarda bir araya gelmesi ve tekrar- 18 Stanley Milgram ünlü deneyleriyle “Cezalandırmanın öğrenci üzerine etkisi nedir, olumlu etkisi var mıdır, yok mudur?” sorusuna cevap aradı. Muzaffer Sheriff Soloman Asch lanmasıyla, sanki tek bir şey gibi, tek bir bilgi gibi görüldüğünü ortaya koymuştur. Eğer uygun şartlar sağlanır ve tekrarlar yapılırsa, hem yeni bağlantılar kurulabilir hem eski bağlantılar kırılabilir. Bunun dışında, sadece anlam düzeyinde bile ilişkiler değiştirilebilir. Dil, bir sosyokültürel ürün olarak, bizim zihnimizde kurulan anlamlarla diğer uyaranlar arasındaki ilişkilerdir. İnsanlar, sosyokültürel etkilerle dil öğrenir, dilin zihninde oluşturduğu anlam örgüsüyle yaşar. Burada şartların ve tekrarların değişimi, anlamların değişimiyle ilişkilidir. Bunlar, otomatik olarak gelişen olaylardır. Bunlar, ancak şuurlu ve iradeli çabalarla bu sınırları aşmak mümkündür. Sözümü Gazali’nin kendi hayatından aktardığı, El Munkız’dan bir anekdotla toparlamak istiyorum. Gazali XI. asırda yaşayan alim. El Stanley Milgram Soloman Asch Munkız, insanın kendi hayatını, kendi hayat macerasını, kendi krizlerini anlatan ilk metinlerden biri. Gazali, bunca ilim tahsil ettim, kelam, fıkıh, hadis gibi ilimler okudum; onu okudum, bunu okudum; alanımda çok iyi seviyeye geldim, ama hiçbirisi bana yetmedi, aradıklarımı bulamadım, rahat edemedim, gönlüm huzur bulamadı, diyor. Bildiklerimin “gerçek” olduğundan nasıl “emin” olabilirim? Ben Hindistan’da doğmuş olsaydım, bir Mecusi bir anadan doğmuş olsaydım, Hristiyan bir ailede büyümüş olsaydım, o kültür içerisinde yaşamış olsaydım, şu an savunduklarımı değil, onların savunduklarını savunacaktım. O zaman gerçek nedir? Toplum halinde yaşamak için, herkesin kendi doğruları değil, insanların üzerinde anlaştığı ve uzlaştığı doğruları gerektirmektedir. İnsanların Yeni Ufuklar, sayı 27 GÜNDEM kendi alıştığı veya inandığı doğruların, başkaları için de geçerli ve güvenilir olduğunu iddia ettiğinde ne yapacağız? Modern insan, eski dönemlere göre daha fazla bu soruya cevap aramak zorunda kalmıştır. Hangi bilgi türüne inanacağız ve güveneceğiz? Bizi yanıltmayacak ve bize yanlış yaptırmayacak bilgilere nasıl ulaşacağız? Bunu kimlerden ve nasıl öğreneceğiz? Bu konuda, bilim, insanların üzerinde ittifak ettikleri bir emin bilgi bulma yoludur, ancak bilim hayatımızın her alanını ve her sorusunu kuşatmamaktadır. Yukarıda Gazali’nin sorusu hayati öneme sahiptir. Günümüz dünyasındaki kavga Gazali’nin sorduğu soruya verilen veya verilmeye çalışılan cevaplar üstüne. Gerçeği kimler görüyor, gerçek adına konuşanların bilgisi ne kadar açık ve kesin, bu bilgilere ne kadar güvenebiliriz, doğruluğundan ve kesinliğinden ne kadar emin olabiliriz? Diğer taraftan, bizi ikna veya razı etmek için ya da itaat ettirmek için, bize hakiki ve sahici bilgi verdiğini sandığımız kaynakların, bizi aldatmadığından ve kandırmadığından nasıl emin olabiliriz? Bunun için modern hayat serbest düşünce üzerine inşa edilmeye çalışılmakta, ancak bunu yapabilecek kudretten henüz mahrumuz. Tarih çöplüğünde... İnsanlar sosyal etki altında yaşarlar ve sosyal etkiler davranışlarını değiştirir. İnsanlar, kendilerinin anlayamadıkları ve bilemedikleri durumlarda, belirsizlik durumlarında, kendi kanaatlerine göre değil topluma göre hareket etmekte ve kendi kanaatlerini dikkate almamaktadır. İnsanların yaklaşık üçte biri, kendilerinin apaçık gördükleri ve kesin olarak bildikleri gerçeğe göre değil, başkalarının söylediği gerçeğe göre hareket ediyor. İnsanların yaklaşık üçte ikisi, toplumda güç sahiplerinin telkinlerine uymaktadır. İnsanlar, sosyal rollere uymak konusunda otomatik davranışlar göstermektedir. Bu verilere rağmen, insanlar nasıl kendi kendilerini yönetebilir? Sosyal düzen, nasıl, bireylerin serbestçe, hiçbir tesir altında kalmadan, kendi görüşlerine ve bilişlerine göre yaşamaları sağlanabilir? Demokrasilerde bu durum oldukça dikkat çekici bir durumdur. Bilim, doğa hadiselerinde kullandığı yöntemle insanı ve insanları in- Modern düşüncenin temel hedefi, insanın, kendisini etkileyen her türlü istenmeyen tesirlere rağmen, serbestçe davranabilmesinin sağlanmasıdır. İnsanın, kendisini yanılgıya ve yanlışa düşüren hiçbir tesir altında kalmadan, sadece kendi gördüğü, anladığı ve bildiğiyle hareket etmesinin sağlanmasıdır. celemeye başladığında, şimdiye kadar farkında olamadığımız yanılgılarımızı ve yanlışlarımızı, çarpıtmalarımızı ve inkârlarımızı ortaya çıkardı. Dinin ve geleneğin boş bıraktığı alanı bilim tarafından dolduramamaktadır. Bu alan maalesef bir şekilde dolduruluyor. İnsanlar bu yanılgılarından nasıl arındırabilir, bu yanlışlardan nasıl kurtarılabilir? Pavlov”un şartlı refleksinde gösterdiği gibi, kelimelerle anlamları arasındaki ilişki şartlanma yoluyla öğrenilmektedir. Şartları hazırlayabilme ve gerekli tekrarları yapabilme kudretindeyseniz, kelimelerin seslerini aynı tutup manalarını değiştirebilirsiniz. Kelimler bir işaretten ibarettir. İnsanların kapasitesi ve meşguliyeti dikkate alındığında, boş bulunduğu vakitlerde ve konularda, kabaca ve sathi mesajlarla etki altına alınması, belli alanda ve sınırlarda davranışlarının yönlendirilmesi mümkündür. Tarih diyorsunuz, herkes eşeliyor tarih çöplüğünü kendi işine yarayan bir şeyler buluyor. Kendi kafasındaki şablona göre arıyor insan ve aradığını buluyor nihayetinde. Mesela, Osmanlı padişahlarını şu an öyle bir anlatıyorlar ki, olandan bambaşka bir portreler çıkıyor. İslam tarihi öyle anlatılıyor ki, sanki Kerbela başka yerde yaşandı. İnsan zihni, kendi mevcut bulunan şablonlara göre geçmişe bakıyor, kendi aradıklarını buluyor ve bulduklarını kendi aradıklarına dönüştürüyor. Her insan bu tür bilgileri inceden inceye araştırması, yöntemli olarak kritik etmesi mümkün olmadığına göre, duyduklarına ve okuduklarına inanmak zorunda kalıyor. Şayet, kişi, kafasındaki şablonlara sıkı sıkıya bağlıysa, kendisine uygun anlatılanlara daha fazla inanıyor. İnsan bilgilerinin hakiki ve sahici olmasını; bilgilerinin yanlış ve yanılgı içermediğini bilmek ister. İnsan, sahip olduğu bilgilerinin kesin ve net olmasını, hatasız ve kusursuz olmasını ister. İnsan kendi bilgisinin gerçek ve kesin doğru olduğuna inanmak ve güvenmek ister. İnsan, ancak apaçık kesin ve kusursuz doğru olan bilgilerden emin olabilir. İnsanlar, emin bilgi peşinde koşmakta, tereddüt ve şüphelerini gidermeye çalışmaktadır. Böyle kendilerinden ve bilgilerinden emin olan insanlar, kendi doğru bildiği yönde ve yolda iler, diğer insanlar bu tip insanları takip ederler. Modern düşüncenin temel hedefi, insanın, kendisini etkileyen her türlü istenmeyen tesirlere rağmen, serbestçe davranabilmesinin sağlanmasıdır. İnsanın, kendisini yanılgıya ve yanlışa düşüren hiçbir tesir altında kalmadan, sadece kendi gördüğü, anladığı ve bildiğiyle hareket etmesinin sağlanmasıdır. Kabaca sosyal mühendisliğin zeminini ve çerçevesini konunun bütün zorluklara rağmen dilimin döndüğünce anlatmaya çalıştım. Sağduyunun diliyle teknik bir konunun ifade etmenin zorluğu bu alanda kendisini iyice hissettirmektedir. Bu durum, insanlık tarihi boyunca değişik mecralarda gelişen bilimsel bilgi birikimlerinin, yeniden ve farklı şekilde bir araya getirilmesi ve ifade edilmesindeki zorluktan kaynaklan bir sorundur. Canlı ve cansız nesnelerin, hayvanların ve makinelerin, bireylerin ve toplumların ortak prensiplere göre incelenmesinden kaynaklanan bir zorluktur. Aslında, eski köye yeni adet gelmiş, farkında olmadan yaşadığımız ve yaptığımız durumları, eskisinden daha anlaşılır ve daha açıklanabilir kılmıştır. İşin farklı yönlerini bir kenara bırakıyorum, işin biyolojik temeli, tarihsel ve sosyo-kültürel yönleri, matematik ve teknolojiyle ilişkisi ayrıca konuşulmayı gerektiren bir konudur. Sabrınızı daha fazla zorlamamak için konuyu burada keseyim… 19 MAKALE 20 Yeni Ufuklar, sayı 27 MAKALE 21 MAKALE Latin Alfabesine Niçin ve Nasıl Geçtik? T Mustafa ARGUNŞAH* ürkler tarih boyunca çeşitli alfabeler kullanmışlar; Orhun, Uygur, Arap, Latin ve Kril alfabeleri başta olmak üzere Soğd, Manihey, Brahmi, Tibet, Süryani, İbrani, Ermeni, Grek alfabeleriyle eserler meydana getirmişlerdir. Türklerin en uzun süre kullandığı alfabe Arap alfabesidir. 10. asrın ortalarında Karahanlı Devletinin Müslümanlığı seçmesiyle kullanılmaya başlanan bu alfabe 20. yüzyıla kadar Çin’den Avrupa ortalarına, Müslüman Türklerin tamamı tarafından kullanılmıştır. Arap alfabesi bugün Çin Türkistanı, Afganistan, İran, Irak ve Suriye’de yaşayan 60 milyona yakın Türk soylu halk tarafından kullanılmaya devam etmektedir. 19. yüzyılın ortalarından itibaren bazı Osmanlı aydınları Arap alfabesinin ıslah edilmesini gündeme getirmişler; özellikle o, ö, u, ü ünlülerinin birbirinden ayırt edilmesi için vav harfinin üzerine ve altına yeni işaretlerin konulmasını teklif etmişlerdir. 1913 yılında Harbiye Nazırı (bugünkü Milli Savunma Bakanı) Enver Paşa, Arap harflerini hiç bitiştirmeden ve ünlülerini de yazarak bu sorunun çözüleceğini düşünmüştür. Ordu Elifbası, Hatt-ı Cedit ve Enver Paşa Yazısı adı verilen bu öneri de ilgi görmemiştir. Islahat tekliflerinin hiçbirisi gerçekleşmeden Türkiye Cumhuriyeti 1928 yılında Latin alfabesine geçmiştir. Arap harfleriyle yazılmış bir metni okumak için bu alfabeyi bilmek yeterli değildir. Biraz Arapça kelime hazinesine sahip olmak, dil bilgisi kurallarını iyi bilmek ve eski kültüre hâkim olmak gerekir. Arap harfleriyle Türkçe metinleri okuyanların bu Arap alfabesi Türkçeye işi hakkıyla yapabilmeleri uygun bir alfabe için epey emek vermeleri değildir... Arap alfabesi, Türkçenin bütün gerekir. seslerini yansıtmak için yetersiz kal*Prof. Dr. , Erciyes Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü öğretim üyesi. 22 mıştır. Aynı zamanda öğrenilmesi son derece zordur. Henüz altı yaşındaki ilköğretim birinci sınıf öğrencileri bir yarıyıl sonunda Latin alfabesiyle Türkçe okuyup yazmayı öğrenirler. Okudukları metinlerde hata yapma ihtimalleri düşüktür. Bu metinleri de anlarlar. Buna karşılık, üniversite sınavını kazanarak gelmiş, belirli bir zekâ seviyesine sahip, 18-19 yaşındaki öğrencilerin Arap harfleriyle yazılan bir metni hatasız okumaları, okudukları metinleri anlayabilmeleri için çok daha uzun süre eğitim almaları gerekmektedir. Osmanlılar alfabe ıslahını gerçekleştirmiş olsalardı bu zorlukların bir kısmıyla karşılaşmayacaktık. Mesela son yıllarda Çin›de yaşayan Uygurlar Arap harflerini ıslah etmişler; bazı ünlüler ve ünsüzleri birbirinden ayırmış, ayrıca ünlülerin hepsini yazma yoluna gitmişlerdir. Şimdiki Arap harfli Uygur alfabesini okumak Osmanlı alfabesine göre çok daha kolaydır. Arap alfabesinde zengin bir ünsüz sistemi vardır. Türkçenin 21 ünsüzüne karşılık Arap alfabesinde 30 dolayında ünsüz bulunmaktadır. Fakat ünlülerinin sayısı çok azdır. Bu alfabede /v/ sesini gösteren vav harfi aynı zamanda Türkçenin o, ö, u, ü seslerini de karşılamaktadır. Yani bir işaret beş ayrı sesi karşılamaktadır. /y/ ve /h/ harfleri de buna benzemektedir. /y/ harfi ı ve i, /h/ harfi a ve e seslerini de vermektedir. Ünlü olarak yalnız elif ve ayın harfi kalmaktadır. Buna karşılık Türkçe Arapçaya göre ünlüleri zengin bir dildir. Bugün Türkiye Türkçesinde 9 ünlü bulunmaktadır ve bunlardan 8›i işaretle gösterilmektedir. Yalnız halk ağzında yaşayan kapalı e sesinin karşılığında harf yoktur. Bilindiği gibi, bu ses Türk dillerinin birçoğunda hâlâ kullanılmaktadır. Arap alfabesi kitap yazısında birkaç harf dışında birbirine bitişik olarak yazılmaktadır. Bu da okumayı zorlaştırır. Arap alfabesinde harfler başta, ortada ve sonda birbirinden farklı olarak yazılmaktadır. Yani her harfi üç kere öğrenmek gerekir. Bu durum öğrenmeyi zorlaştırmaktadır. Osmanlı dönemi Türkçesinde Arapçadan alınan kelimeler orijinal imlalarıyla yazılır. Arapçada yalnız uzun ünlüler harfle gösterilir, kısa ünlüler yazılmazlar. Hareke sisteminin Osmanlı döneminde metinlerinde pek kullanılmadığı göz önünde bulundurulunca, yazılmayan ünlüler dolayısıyla Arapça kökenli kelimelerin okunuşu zorlaşmaktadır. Arap harfleriyle yazılmış bir metni Yeni Ufuklar, sayı 27 MAKALE mini Türkiye’ye getirmiştir. Daha sonra Mühendislik ve Tıp Fakültesi gibi sivil okulların açılması da iki medeniyet arasında gittikçe açılan gelişmişlik makasını kapatmayı hedeflemiştir. 1839 yılında okunan Tanzimat Fermanı, arkasından 1876 yılında ilan edilen I. Meşrutiyet ile Osmanlı aydınları birçok şeyi sorgulamaya başlamışlardır. Bilim ve teknolojide Avrupa’nın gerisinde kalınmasının sebeplerinden birisi olarak Arap alfabesinin öğrenilmesinin zorluğu gösterilmiştir. Osmanlı ülkesinde 1850’lerde başlayan alfabe tartışmaları Cumhuriyet dönemine kadar sürmüştür. Tek tük Latin alfabesine geçilmesini teklif edenler olmuşsa da ciddiye alınmamış, görüşler daha çok alfabenin ıslahı üzerinde yoğunlaşmıştır. 22 Temmuz 1922 tarihinde Azerbaycan Hükümeti’nin Latin kökenli yazıyı kabul etmesi üzerine Türkiye’de de alfabe konusu canlanmıştır. Azerbaycan Hükümeti’nin bu konudaki kararı ile ilgili yazı, 31 Temmuz 1922’de Ankara’ya ulaştığında Latin alfabesini savunan Türk aydınları arasında heyecan yaratmış, hatta Türkiye’nin bu husustaki hazırlıklarını hızlandırmasına sebep olmuştur. 4 Ocak 1929 tarihli Cumhuriyet gazetesi Çok güçlü olmasa da harf değişikliğiyle bin yıllık kültürel birikimin, tarihî ve edebî mirasın yok olacağı, İslam dünyasından kopulacağı yönünde endişelerini dile getirerek bu değişikliğe karşı çıkanlar da olmuştur. Hem Atatürk'ün kararlı duruşu hem de halkın kısa sürede ikna olmasıyla itirazlar sonuç getirmemiştir. okumak için bu alfabeyi bilmek yeterli değildir. Biraz Arapça kelime hazinesine sahip olmak, dil bilgisi kurallarını iyi bilmek ve eski kültüre hâkim olmak gerekir. Arap harfleriyle Türkçe metinleri okuyanların bu işi hakkıyla yapabilmeleri için epey emek vermeleri gerekir. Bugün de Osmanlı dönemi metinlerini okumaya yıllarını veren araştırmacıların yayımladıkları kitaplarda okuma hatalarının olması tabii karşılanmaktadır. Gerçekten de bu alfabeyle yazılmış metinleri okumak zordur. Türkiye’nin Latin alfabesine geçiş süreci 18. yüzyılın sonlarından itibaren Türkiye, Avrupa karşısında geri kalmışlığını kabul etmiş, onların eriştiği seviyeye ulaşmak için öncelikle askerî alanda yenilikler yapmıştır. Bunun için önce Avrupa’nın askerî okullarının siste- Atatürk ileri görüşlü ve kararlı bir devlet adamı idi. Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan 3 gün sonra, 12 Eylül 1922’de bazı aydınlarla bir araya gelmişti. Kendisine “Niçin Latin alfabesini almıyoruz?” sorusu sorulduğunda “Zamanı daha gelmemiştir” cevabını vermiştir. 1923 yılında İzmir’de toplanan İktisat Kongresi’nde bazı delegeler Latin alfabesine geçilmesini önermişler, fakat konunun kongre ile ilgisi olmadığı gerekçesiyle reddedilmiştir. 1926 Bakü Dil Kurultayı Türkiye’de 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet ilan edilmiş, sonrasında peş peşe devrimler gerçekleştirilmiştir. Cumhuriyete kadar batılılaşmak isteyen, fakat doğulu bir millet olan Türkler, kısa zamanda kılık kıyafetten mekteplere kadar birçok alanda devrim yapmış, sıra henüz alfabe ve dile gelmemiştir. 1926 yılında Birinci Türkoloji Kurultayı Bakü’de toplanmadan önce Türkiye’de epey yankıları olmuştur. 23 MAKALE Türkçü liderlerden Ayaz İshaki Türk Yurdu dergisinde yazdığı “Arap ve Latin Harfleri” başlıklı yazısında şunları söyler: “Birkaç ay sonra Bakü’de toplanacak olan kongrede Latin harfleri kabul edilir ve Rusya Türkleri arasında uygulanırsa, bizim Anadolu Türklerinin önüne de gayet önemli bir hars (kültür) meselesi çıkacaktır. Bu, büyük Türk milletinin ikiye bölünmesi, istikbalde birbirini anlamama meselesidir.” Ayaz İshaki bu sözleriyle Latin alfabesini kabul etmesi yönünde Türkiye’yi teşvik etmiştir. 26 Şubat-6 Mart 1926 tarihleri arasında Azerbaycan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin başkenti Bakü’de Birinci Türkoloji Kurultayı toplanmıştır. Türk dünyası Türkologlarını bir araya getiren bu toplantıya 131 delege katılmış, 17 oturum düzenlenmiştir. Kurultayda, alfabe, imla, terim, öğretim metotları, akraba ve komşu dillerin karşılıklı etkileşim meseleleri, Türk lehçelerinin ortak yazı dili meselesi ile Türk lehçelerinin tarihî meseleleri ele alınmıştır. Toplantının en önemli gündemi, şüphesiz alfabe meselesidir. Kurultay delegeleri arasında alfabe konusunda iki görüş vardır. Birinci grup Arap alfabesinin ıslah edilmesini, ikinci grup ise Latin alfabesine geçilmesini savunmaktadır. Uzun tartışmalar yapılır. İki teklif üzerinde yapılan oylamada, Celaleddin Korkmazov’un hazırladığı Latin alfabesine geçme teklifi lehine 101 oy, Galimcan Şeref’in hazırladığı Arap harflerinin ıslahı yönündeki teklifi lehine 7 oy çıkmış, 9 kişi ise tarafsız kalmıştır. Bilindiği gibi, 1926 sonrası Sovyetler Birliği içerisindeki Türk halkları birer birer Latin alfabesine geçmişler ve bu alfabeyi 1939-40 yılına kadar kullanmışlardır. Burada Bakü Kurultayı ile ilgili tartışmalara girmek istemiyorum. Bazı Türkçü-milliyetçi aydınlar bunu bir Sovyet projesi olarak yorumlamışlardır. Onlara göre amaç, Arap alfabesini kullanan Türkiye ile Sovyetler Birliği’ndeki Türklerin anlaşmasını önlemektir. Türkiye’de bu kurultayın etkisi ne olmuştur? Hiç şüphesiz Atatürk gibi Türkçü bir devlet adamı hem Azerbaycan’ı hem de Bakü Kurultayı sonrasında Türk halklarındaki Latin alfabesine geçiş sürecini yakından takip etmiştir. Türkiye’nin geleceğini batılılaşmakta gören Atatürk Latin kökenli Türk alfabesine geçmeyi daha Cumhuriyet ilan edilmeden önce kafasında planlamıştı. Ama Türk birliği- 24 ni en azından alfabe konusunda sağlama fikri de muhakkak ki onu heyecanlandırıyordu. Ünlü Türkoloğumuz rahmetli Prof. Dr. Hasan Eren de bu kanaattedir. Eren Türkiye’nin 1928’de Latin alfabesini kabul etmesini Bakü’deki çalışmalarla ilişkilendirmiş ve “Bakü Kongresi, bu reformun bir an önce ele alınmasını çabuklaştırmıştır.” demiştir. Türkiye üzerine önemli araştırmalarıyla tanınan Bernard Lewis ise, Sovyetler Birliği’nin Türkler için Latin yazısını kabul etme sebeplerinin, Türkiye ile teması kesmek olduğunu, ama bunun Türkiye’de ters bir etki yaratıp Latin harflerinin kabulünü desteklediğini, Türkiye’deki Azerbaycanlı sürgünlerin Latin harfleri propagandası yaptığını, bunun da Atatürk’ün politikasına uyduğunu, ancak onun asıl amacının, yeni yazı ile birlikte eski düzen ve fikirlerin geçmişe gömülüp, yalnız Latin harfli Türkçede ifade edilen fikirlere açık yeni bir nesil yetiştirmek olduğunu ifade etmektedir. Akşam gazetesinin 28 Mart 1926 tarihli “Latin Harflerini Kabul Etmeli mi, Etmemeli mi?” başlıklı anketi ülkede geniş yankı uyandırmıştır. Dönemin ünlü yazar ve bilim adamlarının birçoğu Arap alfabesinin devamını istemiştir. Fakat Atatürk, Latin alfabesinin bilim adamlarının tartışacağı akademik bir mesele değil, siyasi bir mesele olduğunu bilerek tavrını açıkça ortaya koymuştur. Dil Encümeni kuruluyor... 23 Mayıs 1928 tarihli Bakanlar Kurulu toplantısında “Lisanımızda Latin harflerinin suret ve imkân-ı tatbikini düşünmek üzere” bir Dil Encümeni (komisyon) kurulmasına karar verildi. 26 Haziranda çalışmalara başlayan bu komisyon Latin alfabesi konusunu inceleyecek, Türkçeye en uygun alfabeyi hazırlayacak ve bunu bir teklif olarak sunacaktı. Encümenin teklifi başta Atatürk olmak üzere üst makamlar tarafından incelendikten sonra Meclise gönderilecekti. Komisyonun hazırladığı alfabenin özellikleri şunlardır: - Yeni Türk alfabesi çok sade ve az harflerden oluşmuştur. Çünkü Arap alfabesinin öğrenilmesini zorlaştıran 1935 yılında devlet mekteplerinin sayısının artmasıyla Millet Mektepleri kapatılmıştır. 1 Kasım 1928 tarihinde kabul edilen Latin esaslı Türk alfabesi günümüze kadar değişmeden gelmiştir. sebeplerden birisi harf sayısının çokluğuydu. - Yeni alfabede her ses bir harfle gösterilmiş, yazının fonetik olması ve harflerin uluslararası ses değerlerini koruması göz önünde tutulmuştur. Arap alfabesinin zorluklarından birisi de buydu. Türkçede yalnız bir /z/ sesi varken Arap alfabesinde bu sesten 4 adet ( )ﺰ ﺬ ﻆ ﺾvardı. Yeni alfabede Batı dillerindeki gibi çift veya üç harften oluşan seslere de yer verilmemiştir. - Seslerin tespitinde ve yazım kurallarında İstanbul Türkçesi esas alınmıştır. - Uygulama planı kademeli olarak düşünülmüştür. İlkokula başlayan çocuklar yalnız Latin alfabesiyle eğitim görmeli, öteki okullarda Latin alfabesine geçiş adım adım olmalıydı. İlkokula başlayan çocuklar üniversiteyi bitirdikleri zaman yeni alfabeye geçiş tamamlanmalıydı. Böylece devlet yönetiminde sarsıntı yaratılmadan eski yazıdan yeni yazıya geçilecekti. Fakat aşağıda görüleceği gibi, uygulama yıllara yayılmamış, Latin alfabesine geçiş süreci altı ay içerisinde sonuçlandırılmıştır. Dil Komisyonunun hazırladığı alfabe taslağı 31 Temmuz 1928’te Vakit gazetesinde yayımlandı. Yeni alfabede /i/, /ö/ ve /ü/ harflerindeki noktalar dışında fonetik işaretler kullanılmamıştı. Bu alfabe Batı dillerinden hiçbirisinin kopyası değildi. Tamamen Türkçeye uygun bir alfabe idi. Çünkü o dillerdeki dj, tsh, sh gibi ikili ve üçlü harflerin yerini, c, ç ve ş harfleri almıştır. Batı dillerinden ayrışan yönlerden birisi de g, j ve z harfleriydi. Ayrıca x, w, q harfleri ile ince ve uzun a (â), ince ve uzun u (û) ve uzun i (î) harflerine alfa- Yeni Ufuklar, sayı 27 MAKALE bede yer verilmemiştir. Bu boşluk İmla Lügati ile giderilmiştir. Arapçanın ayın ve hemze harflerine de yer verilmemiş, bu işaretler kesme (‘) biçiminde son yıllara kadar imla kılavuzlarında devam etmiştir. Bu alfabede Orhun Yazıtlarından itibaren kullanılan ŋ / ng (geniz n’si) harfine de yer verilmemiştir. Bunun sebebi, İstanbul Türkçesinde /ŋ/ seslerinin artık /n/ sesine dönüşmüş olmasıdır. Ayrıca kef / kaf ayrımına da gidilmemiştir. Türkçe kelimelerde büyük ünlü uyumunun varlığı /k/ sesi için iki harfin kullanımına ihtiyaç bırakmamıştır. Atatürk, 9 Ağustos 1928 gecesi Sarayburnu’nda yaptığı tarihî konuşmasıyla, Latin alfabesine geçişe kesin karar verildiğini, “Güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk alfabesini kabul ediyoruz” diyerek duyurur. Konuşmasında Latin alfabesine geçişin sebeplerini şöyle anlatır: “Arkadaşlar, bizim güzel, ahenktar, zengin lisanımız yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlayamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak mecburiyetindeyiz. Lisanımızı muhakkak anlamak istiyoruz. Bu yeni harflerle pek çabuk bir zamanda mükemmel bir surette anlayacağız. Ben buna eminim.” Atatürk’ün 9 Ağustos nutkundan sonra 11 Ağustostan itibaren Dolmabahçe Sarayı’nda ilk uygulama dersi başlar. Atatürk’ün de katıldığı bu derslerde devletin ileri gelenlerine yeni alfabe öğretilir. Başta Milliyet gazetesi olmak üzere basında yeni harflere büyük ilgi gösterilir. Atatürk’ün bu dönemdeki gündemini alfabe konusu oluşturur. Yeni alfabeyi halka anlatmak için çeşitli yurt gezileri yapar. Her gittiği yerde konulan bir kara tahta üzerine kendi eliyle yeni harfleri yazarak halka anlatır. Yeni alfabeyi yaymak, geniş kitlelere kısa sürede öğretmek ve halkın okuma yazma oranını hızla yükseltmek için çeşitli programlar hazırlanır. İstanbul›da işyerlerinde Arap harfli tabelalar indirilerek yeni harflerle yazılan tabelalar asılır. Devlet Matbaası Dil Encümeni’nin hazırladığı Yeni Türk Alfabesi adlı kitaptan 50 bin adet basıp dağıtır. Çok güçlü olmasa da harf değişikliğiyle bin yıllık kültürel birikimin, tarihî ve edebî mirasın yok olacağı, İslam dünyasından kopulacağı yönünde endişelerini dile getirerek bu değişikliğe karşı çıkanlar da olmuştur. Hem Atatürk’ün kararlı duruşu hem de halkın kısa sürede ikna olmasıyla itirazlar sonuç getirmemiştir. Türkiye’de topyekûn bir okuma yazma seferberliği başlatılmış, önce öğretmenler kurslara alınarak Yeni Türk Alfabesi öğretilmiştir. Bunlar kurs öğretmeni olarak diğer bakanlıklara ve resmî kurumlara gönderilir. Devlet memurları için 20 Ekimde yeni alfabe sınavı açılacak, başarılı olmayanlar bir süre sonra tekrar sınava alınacaklar, yine başarılı olamazlarsa geçici olarak işten çıkarılacaklardır. Diyanet İşleri Başkanlığı da 31 Ekim 1928 günü müftülüklere yaptığı duyuruda yeni alfabenin kullanılmasını istemiştir. Bu dönemde bütün devlet kurumları hızla yeni Türk alfabesine geçme çabası içine girmiştir. En büyük sıkıntı yeterli öğretmenin olmayışıdır. Devlet dairelerinin çoğu 1 Ekim 1928’den itibaren yeni yazıya geçmiş, mekteplerde yeni öğretim yılı yeni yazıyla başlamıştır. Yeni Türk alfabesinin kabulü Milli Eğitim Bakanlığı 1353 sayılı “Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun”u hazırlayarak Meclise sunmuş, bu kanun 1 Kasım 1928’de TBMM’de görüşülerek kabul edilmiş, 3 Kasım 1928 tarihinde Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu kanunun çeşitli maddeleriyle 1929 yılı Ocak ayından itibaren ders kitaplarının yeni alfabeyle basılması mecbur edilmiş, devlet kurumlarına müracaatlarda 1 Haziran 1929 tarihine kadar Arap harflerine müsaade edilmiştir. Altı aylık geçiş süreci sonunda bütün resmî ve özel işlemler yeni alfabeyle yapılmaya başlanmıştır. 1 Haziran 1929’dan sonra Arap harflerinin kullanılması yasaklanmıştır. Millet Mektepleri Harf değişikliği yapıldıktan hemen sonra “Millet Mektepleri”nin açılmasına karar verildi. 24 Kasım 1928’de yürürlüğe giren “Millet Mektepleri Ta- limatnamesi” 15 bin adet basılarak ülkenin her yanına gönderilmiş ve yönetmelik maddeleri valiler, kaymakamlar, eğitim müdürleri tarafından okunup hemen uygulamaya geçilmiştir. Millet Mektepleri’nin Genel Başkanı Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’dır. 16-45 yaş arasındaki tüm vatandaşlar, bu okullara devam etmeye veya dışarıdan sınava girerek belge almaya mecbur tutulmuşlardır. Öğretmeni veya okulu olmayan köylerde, gidip onlara yeni yazıyı öğretecek “Seyyar Talim Heyetleri” kurulmuştur. Yeni Türk harfleriyle yapılacak öğretime uygun olarak hazırlanan ilk ders kitabı “Alfabe”dir. Millet Mekteplerinde şu dersler de okutulmuştur: Kıraat, Yurt Bilgisi, Okuma, Yazma, Sağlık Bilgisi, Yurt Bilgisi, Hesap ve Ölçüler. 1927 nüfus sayımına göre Türkiye nüfusu 13.600.000 olup, bu sayının 10.300.000’i köylerde, 3.300.000’i ise şehirlerde yaşamaktadır. Nüfusun büyük bölümünün köylerde yaşıyor olması sebebiyle önceliği köylere veren Türkiye Cumhuriyeti, Millet Mektepleri’nin % 65.60’ını köylerde, % 34.40’ını ise şehirlerde açmıştır. Arap harflerinin kullanıldığı dönemde Türkiye’de 1.100.000 kişi okuma-yazma bilmekte iken, Millet Mektepleri sayesinde 1.349.405 kişi yeni harflerle okuma-yazma öğrenmiştir. Bu çalışmalar sonucunda, 1927 yılında Türkiye’de okur-yazarlık oranı % 10.5 iken, bu oranın 1935 yılında % 20.4’e yükselmiştir. 1927 yılında erkeklerde okur-yazarlık oranı % 13, kadınlarda % 4 iken, bu oranlar 1935 yılında erkeklerde % 29.3’e, kadınlarda ise % 10.5’e çıkmıştır. 1935 yılında devlet mekteplerinin sayısının artmasıyla Millet Mektepleri kapatılmıştır. 1 Kasım 1928 tarihinde kabul edilen Latin esaslı Türk alfabesi günümüze kadar değişmeden gelmiştir. Bugün Türkiye’de 18 milyon talebe bu alfabeyle ve 1932’de başlayan dil devrimiyle sadeleşen Türkçemizle okuyup yazmaktadır. Günlük birkaç milyon gazete ve yıllık 500 milyon kitap bu alfabeyle basılmaktadır. 1 Kasım 1928’de yapılan harf devriminin 87. yılı kutlu olsun. 25 PROF. DR. MUSTAFA ARGUNŞAH İLE CODEX CUMANİCUS ÜZERİNE SÖYLEŞİ MAKALE Argunşah: Codex Cumanicus Türk kültürünün en temel eserlerinden birisidir... Söyleşi: Melike UÇAR Sayın hocam, öncelikle yeni kitabınız hayırlı olsun. Nedir Codex Cumanicus? Teşekkür ederim. Öğrencim Doç. Dr. Galip Güner ile Türk dilinin ve kültürün en temel eserlerinden birisini yayımlamanın mutluluğunu yaşıyoruz. Bu mutluluğumuza ortak olduğunuz için teşekkür ederiz. Codex Cumanicus'a gelince... Bu, Türkçenin Latin alfabesiyle yazılan ilk eseri. 13. yüzyılın sonlarıyla 14. yüzyılın başlarında Karadeniz'in kuzeyinde, büyük ihtimalle Kırım'da Kıpçak Türkçesiyle yazılmış muhteşem bir eser. Kitabın adı Kodeks Kumanikus olarak okunuyor. Latince olan bu adı "Kuman kitabı" yahut "Kumanların el kitabı" diye çevirebiliriz Türkçeye. Biliyorsunuz, Kuman kelimesi daha çok batılılar tarafından Kıpçaklara verilen addır. Bu adı Türkler pek kul- 26 lanmadılar ama batılılar uzun yıllar Kıpçaklara Kuman dediler. - Bu kitap kim tarafından ve niçin yazılmış? Neden bahsediyor? Kitap, 13-14. yüzyıl Kıpçak Türkçesiyle yazılmış... Yazarı meselesi biraz tartışmalı. Önce kitabın muhtevasından bahsetmek gerekir. O yüzyıla dönelim. Biliyorsunuz, Türkler 10. yüzyılda Karadeniz'in kuzeyinden Balkanlara doğru büyük göç dalgalarıyla geldiler. Bunların içinde Oğuzlar, Kıpçaklar, Peçenekler bulunuyordu. Bu göçler Orta Asya'dan oldu. Bu büyük bir göç dalgasıydı. Balkanlarda Türk yerleşimi arttı. Daha sonra Cengiz'in oğullarıyla birlikte Karadeniz'in kuzeyine doğru büyük göçler yaşandı. Cengiz'in oğlu Cuci Han'ın büyük oğlu Batu Han tarafından 1242 yılında kurulan Altın Ordu İmparatorluğunun nüfusunun büyük bölümünü Kıpçaklar oluşturuyordu. Kısa süre sonra Batu'nun ordusuyla gelen Moğollar da Müslümanlaştı, hatta Türkleştiler. Bu imparatorluğun sınırları kısa sürede Orta Asya'dan Doğu Avrupa'ya doğru genişledi. Başkent Saray şehri büyük bir kültür ve medeniyet merkezi haline geldi. Cenevizli ve Venedikli tüccarların ticaret yaptığı zengin bir coğrafyaydı. Şimdi Codex Cumanicus'a dönelim. Eser iki parçadan oluşuyor. Birinci parçası, Kıpçaklar ve Farsça konuşan İlhanlılarla ticareti kolaylaştırmak için İtalyan tüccarlar tarafından yazılmış bir gramer ve sözlük kitabıdır. 55 yapraklık bu bölüm, o zamanki İtalya başta olmak üzere Avrupalıların kullandığı Latince kelimelerin Farsça ve Kıpçakça karşılıklarını veriyor. Burada hem gramer bilgileri, özellikle fiil çekimleri hem de ticareti yapılan malların adları üç dilli olarak listelenmiş. Sadece ticareti yapılan malların adı değil tabii... Dinî terimler, yiyecek içecek adları, hayvan adları, değerli taşlar, meslek adları, giyecekler gibi kırk konuda kelime listeleri verilmiş. Buradan anlıyoruz ki, bu listeler Latince konuşan halklar için hazırlanmış. Kaynaklar da o zaman Kırım-Trabzon-Tebriz hattında büyük bir ticari hareketliliğin olduğunu söylüyor. Eserin ikinci bölümüne "misyonerler kitabı" denilebilir. Altın Ordu Devletinin halkı Berke Han'dan itibaren Müslüman olmuştu. Avrupalı misyonerler bunları Hristiyanlaştırmak istiyorlar, bunun için de çeşitli yollara başvuruyorlardı. Özellikle Alman Fransiskan tarikatına bağlı rahipler Kıpçak-Kumanlara Hristiyanlığın öğretilerini benimsetmek için çok çaba sarf ediyorlardı. İşte bu kitapta birkaç misyonere ait kalem tarafından yazılmış Hristiyanlığa ait dinî hikâyeler, İncil'den parçalar, ilahiler, vaazlar var. Bunlar 13-14. yüzyıllarda Kıpçakların kullandığı dil ile yazılmış. Ama yazanlar Türkçeye yabancı olduğu için metinleri okuyup anlamak biraz zor. Bir de kitapta Latin alfabesinin kullanıldığını hatırlatalım. Batılılar o yüzyılda bu alfabenin Gotik harflerini kullanıyordu. - Eserin Türk kültür tarihi bakımından önemi nedir? Yeni Ufuklar, sayı 27 SÖYLEŞİ Eserde o devirde Kıpçak Türklerin yaşayışlarıyla ilgili birçok malzeme var. Özellikle birinci kitaptaki kelime listeleri çok önemli... Bu listelerde yediğimiz yemeklerden at takımlarına kadar, ürettiğimiz sebzelerden döşeme adlarına kadar, kullandığımız kumaşlardan ayakkabıcılık terimlerine kadar yüzlerce kelime mevcut. Bir de ikinci ciltte 47 bilmece var. Türk kültürünün hem yayıldığı alanları hem de eskiliğini göstermesi bakımından harika bilmeceler. Bunlardan bazıları bugün Anadolu'da hâlâ yaşıyor. Türk dünyasını taradığımızda büyük bölümünün capcanlı devam ettiğini görüyoruz. Kitapta bir ilkten daha bahsedeyim. Bir Hristiyan ilahisi notalarıyla birlikte verilmiş. Yani Türkçe bir metin, Türkçe bir ilahi notaya alınmış... Bu bizim müzik tarihimiz bakımından da önemli. Çünkü bunlar Türkçe metne yazılmış ilk notalar. Daha birçok ilkten bahsedebiliriz. Ama sanırım bu kadar yeterli olur. - Eserin dil tarihimiz bakımından öneminden de bahsedebilir misiniz? Tabii ki... Türkçenin bir şaheseri bu eser. Latince ve Farsça kelimelere karşılık vermesi ayrıca değerlendirilmeli... Doğu Avrupa'dan başlayıp Sibirya'ya, Çin içlerine kadar o devirde yaygın biçimde kullanılan Kıpçak Türkçesi için muhteşem bir hazine... Bugün yaşayan lehçelerden Tatar, Kazak, Kırgız, Nogay, Karaçay, Kumuk, Karayim gibi lehçelerin atası bu dil. Codex Cumanicus'taki kelimelerin büyük bölümü bu saydığım çağdaş Kıpçak lehçelerinde bugün de canlı olarak hayatiyetini sürdürüyor. Dikkat çekici bir tespitimizi paylaşayım. Günümüzden yedi yüz yıl önce yazılmış bu eşsiz eserin kelime dağarcığının büyük bölümü bugün Karaçay-Balkar Türkçesinde yaşıyor. Eserin çeşitli kelime listelerinden oluşması bize bir zenginlik sağlıyor. O yüzyıllara ait elimizdeki eserler belirli bir konu üzerine yazılmış. Halbuki bu kitapta birçok konu var. Yukarıda söyledim, birbirinden farklı kırk konuda kelime listeleri var. Bir de gramer bilgilerini unutmamak gerekir. Birinci kitapta uzun uzun fiil çekimlerinden bahsediliyor. İkinci kitapta anlamak fiilinin bütün çekimlerini buluyoruz. Âdeta bugünkü gramerlerimizin atası sayılabilir. Modern gramerciliğimizin önemli izlerini buluyoruz orada. Codex Cumanicus, Türkçenin Latin alfabesiyle yazılan ilk eseri. 13. yüzyılın sonlarıyla 14. yüzyılın başlarında Karadeniz'in kuzeyinde, büyük ihtimalle Kırım'da Kıpçak Türkçesiyle yazılmış muhteşem bir eser. Eserin Latin alfabesiyle yazılması da önemli. Biliyorsunuz bizim bu yüzyıllardaki eserlerimiz hep Arap alfabesiyle yazılmıştı. Bu alfabe dilimizin ses özelliklerini tam olarak aksettirmiyor. Özellikle Arap alfabesinde ünlülerin sayısı az olduğu için metinleri tam doğru olarak okuyabildiğimiz söylenemez. Fakat Codex Cumanicus bu konuda birçok sorunu da çözüyor. Bize doğru yolu gösteriyor. Bu eser sayesinde kelimelerin o yüzyıldaki söylenişlerini doğru olarak tespit edebiliyoruz. - Eserin nüshası hakkında da bilgi verebilir misiniz? Eserin dünyada sadece bir nüshası var. O da İtalya'da Venedik şehrinde Saint Marcus Kütüphanesinde... 1362 yılında bu kütüphaneye geçmiş, o günden bu güne orada saklanıyor. Türkiye'de ilk defa bizim çalışmamızla bu kitap bir bütün olarak ortaya konuldu. Oysa Avrupalılar daha 1880 yılında bu muhteşem eseri yayımlamışlardı. Kuun'un yayınının bilim âleminde duyulması üzerine birçok yeni yayınlar yapıldı. 1936 yılında tıpkı basımı yani fotoğrafları yayımlandı. 1942'de sözlüğü yapıldı, 1992 yılında bu sözlük Türkçeye çevrildi ama akademik bir yayın olmaktan çok uzak. Bilim insanlarının yaklaşık 150 yıldır üzerinde çalıştığı, Avrupa'da ilk defa 135 yıl önce yayımlanmış bu önemli eser Türkiye'de ilk defa yayımlanıyor. Allah bunu bize nasip etti. Bizim yayınımızdan sonra sanırım başka yayınlar da olacak. Çünkü artık esere ulaşmak çok daha kolay. Kitabımızın arkasında yazma nüshanın fotoğrafları da var. İsteyenler bizim kitabımızı kullanır, isteyenler tıpkı basımdan bakarak yeniden okuyup değerlendirebilir. - Kitabınız sadece akademik çevrelere mi hitap ediyor? Yoksa herkes istifade edebilir mi? Eserimiz akademik bir kitap tabii. Ama Türk kültürüne, diline, edebiyatına, folkloruna meraklı herkesin faydalanabileceği bir çalışma ortaya koymaya çalıştık. Eserde geçen bütün kelimelerin bir sözlüğü var. Ayrıca bilmecelerin, dinî metinlerin tamamının Türkiye Türkçesine çevirileri de var. Yani eserden faydalanmak için 13-14. yüzyıl Kıpçak Türkçesini bilmek gerekmiyor. Herkesin faydalanması için özgün metinlerle birlikte günümüz diline çevirisini de verdik. Böylece akademik bir yayın olmasının yanı sıra bir kültür eseri haline getirmiş olduk. Artık sadece dilcilerin malı değil, tarihçilerimizin, kültür tarihçilerimizin hatta dil sevdalılarının da rahatlıkla faydalanacağı bir eser var elimizde. - Kitabınıza ilgi nasıl hocam? Kitabımız 29 Ekim 2015 günü piyasaya çıktı. Eserin yayımlanacağını bilim âlemine duyurduktan sonra meslektaşlarımız arasında büyük bir heyecan yaratmıştı. Yurt içinden ve dışından birçok kişi ne zaman yayımlanacağını sorup durdular... Çok şükür kutlu bir günde kitap piyasaya çıktı. Onu özenle ve kaliteli bir şekilde yayımlayan Kesit Yayınlarının sahibi Sadettin Bayrak beye ve yayınevi çalışanlarına çok teşekkür ediyorum. Şimdi internet sitelerinde ve kitapçı raflarında yerini aldı. Olumlu yansımalarını görüyoruz. Gerçekten büyük bir emek, 1080 sayfalık dev bir çalışma oldu. Türkoloji camiasında hak ettiği ilgiyi göreceğini düşünüyorum. Şimdilik gösterilen ilgiden memnunuz. Türk kültürü ve dili kazandı. Türkiye Türkolojisi kazandı. - Tekrar tebrik ediyoruz, kitabınızın Türkoloji camiasına hayırlı olmasını diliyoruz. Ben de size teşekkür ediyorum. 27 KİTAP Bilindiği gibi sayıları az da olsa bazı çevrelerce hocanın bu eserinin ilmî kaygılardan ziyade siyasi kaygılarla yazıldığı anlamında sözlü eleştiriler (keşke eleştireler yazılı yapılsa) yapılmaktadır. Bu eleştirilere M. Naci Dede’nin yazdıklarının en güzel cevap olacağı düşüncesiyle el yazısıyla yazdığı metni kitaba koymayı uygun bulduk. Türkiye’de Alevilik Bektaşilik Prof. Dr. Mehmet Eröz, Söz Başı1 Rahmetli Eröz hocanın Türkiye’de Alevîlik, Bektaşîlik adlı eseri 1977 yılında profesörlük takdim tezi (konu hakkında Türkiye’de ilk ve son takdim tezi) olarak sunulsa da, konu hocanın gençliğinde dikkatini çekmiştir. Bu nedenle de yüksek lisans yapmaya başladığı yıldan itibaren özelde Söke, genelde Aydın ve Ege Alevîliği-Bektaşîliği konusunda araştırmalar yapmaya başlıyor ve ilk yazısını Haziran 1964’de yazıyor. O tarihlerde bu konularda yazı yazmak veya araştırma yapmak günümüzdeki şartlardan hayli zordur. Hatta en yakınınızdakiler dahi size farklı bakabilmektedir. Mesela bu konuda hocaya doğrudan gelen ilk tepki babasından olmuştur. O bu konuyu kendi “Önsöz”ünde şöyle ifade eder: “Rahmetli babam Serçinli Ali Efendi memlekete gittiğimizde bizi ziyarete gelen Tahtacıları görerek, acı ve mânâlı bir gülüşle: ‘Alevîler bizim Mehmed’i Dede yapmışlar’ demişti” diye yazmıştır. Mustafa AKSOY* Günümüzde böyle sıkıntılar ortadan kalkmış olmakla beraber konunun sağlıklı değerlendirildiğini söylemek hayli zor. Çünkü bazı olumlu çalışmaların yanında bir hayli de farklı bir Alevîlik-Bektaşîlik icat etme peşinde olanlar ortaya çıkmıştır. Mesela bazı eserlerde “Alevîlik-Bektaşilik Kürt halkının icat ettiği bir inanç”, “Alisiz Alevilik”, “Alevîlik-Bektaşîlik Anadolu’da yaşayan eski inançların bir sentezi” ve buna benzer ifadelerle mesele başka yönlere çekilmeye çalışılmaktadır. Yani bazıları AlevîlikBektaşilik inanç sitemini anlamak yerine başka bir “Alevîlik-Bektaşîlik” icat etmeye çalışmaktadırlar. Hocanın yazdığı önsözün tarihi 23 Aralık 1976 olduğuna göre eserinin 1977’in ilk aylarında yayınlanmış olduğunu düşünüyoruz. Kitabın basılmasından sonra, hocanın konuyla ilgili bazı insanlara eserinden Doç. Dr. Mustafa Aksoy, Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi * 28 1 Kitabın künyesi: Prof. Dr. Mehmet Eröz, Türkiye’de Alevilik Bektaşilik, 3. Basım, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2014. Yeni Ufuklar, sayı 27 KİTAP gönderdiğini de rahmetli Muharrem Naci Orhan Dede’den geri gelen kitaba düştüğü şu nottan öğreniyoruz. “Tashih için kullanılacak -1 Temmuz 1977Dede tashih yapmış.” Eröz hocanın erken ölümü nedeniyle söz konusu kitabın ikinci baskısının yapıldığı (Prof. Dr. Mehmet Eröz, Türkiye’de Alevîlik ve Bektaşilik, Kültür Bakanlığı, Ankara, 1990) nüshada M. Naci Orhan Dede’nin notları ilave edilmediği gibi hocanın bizzat yaptığı tashihler de dikkate alınmamıştır. Elinizdeki eserde ise Dede’nin notları ile hocanın yaptığı düzeltiler ilave edilmiş ve bir de dizin eklenmiştir. Dede’nin bazı notları, konuyla ilgili olan bazılarının hoşuna gitmeyebilir. Ancak her iki rahmetlinin hatıralarına saygıdan dolayı Dede’nin notlarına müdahale edilmemiştir. okuyabildik ve yapılması gereken saha araştırmasının ancak dörtte birini yapabildik. Fakat meselenin beklemeğe tahammülü yoktur.” Takdir edersiniz ki saha çalışması hem maliyet hem de zaman açısından en zahmetli araştırmadır. Bu nedenle saha araştırması yapanlar, genel olarak tatillerini veya konferansları iyi değerlendirmek zorundadır. Eröz hoca da Egeli olduğu için doğal olarak bölgesi hakkında daha çok araştırma yapmıştır. Ancak Doğu ve İç Anadolu Alevîliği-Bektaşîliği hakkında da çalışmalar yaptığını biliyorduk. Ancak erken vefatı o çalışmaların yarım kalmasına neden oldu. Av. Muharrem Naci Orhan, Dede’nin Prof.Dr. Eröz’ün kitabına için yazdığı yazı... Bilindiği gibi sayıları az da olsa bazı çevrelerce hocanın bu eserinin ilmî kaygılardan ziyade siyasi kaygılarla yazıldığı anlamında sözlü eleştiriler (keşke eleştireler yazılı yapılsa) yapılmaktadır. Bu eleştirilere M. Naci Dede’nin yazdıklarının en güzel cevap olacağı düşüncesiyle el yazısıyla yazdığı metni kitaba koymayı uygun bulduk. Dede “Eser Hakkındaki Kanaatim” diye başlayan yazısında şöyle demektedir: “Yazar eserini daha çok Tahtacı ve Çepnilerdeki görgü ve müşahedesi üzerine yazmıştır. Anadolu Aleviliğini yerinde ve bileninden tetkik ederek yazmış olsa idi daha çok iyi olurdu. Bu eser bu güne kadar yazılmış eserlerin en ilmî ve gerçek olanıdır. Yazarını saygıyla anarım” (Av. Muharrem Naci Orhan, Dede). Dede’nin işaret ettiği hususun genel olarak Çepniler ve Tahtacılarla sınırlı olduğunun hoca da farkındadır. Çünkü şu ifadeler hocanındır: “On beş yıldır, esas meslekî çalışmalarımız arasında ilerletmeğe, tamamlamağa çalıştığımız bu eser, mükemmellikten çok uzaktır. Okunması gerekenin yarısını ancak 29 ETKİNLİK MAKALE 02-Wagner’in başkanlığında yapılan kazıda bulunan pantolon.. Wagner’in başkanlığında yapılan kazıda bulunan deri-kürk palto. Wagner’in başkanlığında yapılan kazıda bulunan çizme. Türkistan’da Bulunan, Yazı ve fotoğraflar: Doç. Dr. Mustafa Aksoy Bu makalede Pazırık kurganından çok daha eskilere tarihlenen ve Doğu Türkistan’da bulunan, -bugüne kadar yapılan çalışmalara göredünyanın bilinen ilk pantolonundan hareketle Türkler ile Avrupalıların tarihinde pantolonun yeri ve bu pantolondaki damganın Türk kültür coğrafyasındaki bazı örnekleri -sunularak- tartışılacaktır. 30 Dünyanın Bilinen İlk Pantolonundan Türkiye’ye Gelen Damga Sanat, insanların ve sosyal grupların fiziki-sosyal dünyayı algılama ve yorumlama tarzıdır. Başka tabirle sanat, duygu ve aklın ürünü olan gelenektir. Gelenekler ise mitolojik ve tarihte kökleri olan yaşama sürecini ifade eder. Sosyal bilimler yapıları gereği siyasal düşüncelerle yakından ilgilidir. Mesela bir araştırmacı ne kadar bilim için bilim yapsa da onun bulgularını birileri istediği takdirde çok rahatlıkla siyasallaştırabilir. Çünkü tek tip eser okuyanlar sadece okuduklarını gerçeklik sanıp, sahip oldukları bilgilerin dışındaki farklı görüşlerden haberdar olmadıkları için ilmî bilgilerin siyasallaşmasına katkı yapabilirler. Yeni Ufuklar, sayı 27 MAKALE Mesela Bender, bir bilginin siyasallaşması konusunda önemli iddialarda bulunarak şöyle der: “Tanınmış halı bilginleri de halı ve kilim dokumacılığının Kürtler tarafından icat edildiğini, İranlılarla Türklerin bu sanatı sonradan Kürtlerden öğrendiklerini öne sürmektedirler… Halı ve kilimin vatanı Zağros yöresidir… Kürt halıları geometrik desenli halılar ve çiçek-bitki desenli halılar olarak iki büyük grupta toplanır…”1. Bender’in bu görüşü, konu hakkında ilmî çalışmalar yapanlarca doğrulanmamaktadır. Çünkü halı, kilim ve benzeri dokumalarda kullanılan geometrik, yani simetrik örneklerin Türklere, asimetrik örneklerin ise Farslara ait olduğu konunun uzmanlarınca kabul edilmektedir. Diğer yandan Kürt dokumaları hakkında, 1953’te saha çalışmalarına dayalı doktora tezi yapan ve özellikle Kafkasya Kürtleri hakkında yaptığı çalışmalarla tanınan Aristova, “Irak, Türkiye, Suriye ve Kafkasya’da dokunan Kürt halılarında motif olarak sembolik hayvan figürleri (koç boynuzları, kare şekiller vb.) vardır; geometrik şekiller, battaniyelere özgüdür.”2 diyerek, Farslara özgü olan asimetrik şekilleri yani çiçek ve bitki şekillerinin Kürtler tarafından hiçbir zaman kullanılmadığını ifade eder. Halı dokumacılığıyla ilgili Rus etnograflarından Miller de 1924 yılında yayımlanan eserinde aynen şunları yazmaktadır: “Fars dokumalarında hâkim olan ‘çiçek ve bitki’ motifidir. Kafkasya’da arkeolojik kazılarda ortaya çıkarılan höyüklerdeki halı motifleri tamamıyla 14–15. yy.daki göçebe Türklerin nakışlarıyla aynilik gösterir. Kafkas dokumacılığına Türklerin bu katkısını görmezden gelemeyiz.”3 Dokumalar, deri ve at koşumları gibi insanların günlük hayatta kullandığı eşyalar ve üzerlerindeki işaretler özellikle Rus arkeolog Rudenko’nun bulgularıyla daha çok önem kazanmıştır. Rudenko, 1947-1949 yılları arasında Yukarı Altay bölgesindeki “Pazırık Kurganları”nda yapmış olduğu arkeolojik kazılarda deri giysi, kürk, at koşum takımları, keçe, halı gibi çok çeşitli eşyalar bulmuştur. Çok ilginçtir, Rudenko bu eserlerin Türkler tarafından yapılabileceğini kabul etmediği için bunları yapanları Hint-Avrupalı halk olarak ifade ettiği İskitler olduğunu yazmıştır. Onun bu ifadesi ise önceleri Batlı araştırmacıların çoğunlu tarafından kabul edilmiştir. Fakat yapılan son çalışmalar ile “Esik Kurganı”nda (Issyk Kurgan) bulunan4∗ “altın elbiseli adam veya asker” heykelinden sonra, İskitlerin Hint-Avrupalı bir halk olmadığı, onların kullandıkları eserler ve üzerlerindeki damgalar vasıtasıyla anlaşılmıştır. Ayrıca İskitlerin HintAvrupa halklarına ait bir dil kullandıkları da bugüne kadar yapılan çalışmalarla desteklenmemiştir. Çünkü onlardan kalan bir tek yazılı belge bulunmamıştır5. Ancak İskitlere ait olduğu söylenen arkeoloji ve etnografya eserleri üzerindeki damga ve süslemeler Türklerin otantik damga ve süslemeleriyle örtüşmektedir. Pazırık Kurganı’ndaki buluntularda at üzerindeki askerin pantolon giydiği, (Hint-Avrupalılar pantolonu M. S. 4. asırdan itibaren giymeye başlamışlardır) halıdaki geometrik damgalar ile atın koşum şeklinin Hint-Avrupalı hakların kullandıklarıyla ilgisiz olduğu yapılan basit bir araştırma ve karşılaştırmayla dahi anlaşılır. Bu makalede Pazırık kurganından çok daha eskilere tarihlenen ve Doğu Türkistan’da bulunan, -bugüne kadar yapılan çalışmalara göre- dünyanın bilinen ilk pantolonundan hareketle Türkler ile Avrupalıların tarihinde pantolonun yeri ve bu pantolondaki damganın Türk kültür coğrafyasındaki bazı örnekleri -sunularak- tartışılacaktır. 03-Pantolondan detay. 07-Wagner’in başkanlığında yapılan kazıda bulunan dokumadan detay. 06-Wagner’in başkanlığında yapılan kazıda bulunan dokumadan detay. Avrupa’da ve Türklerde Pantolon Pantolon sözcüğünün Avrupa’da hiç hoş olmayan bir anlamı vardır. Çünkü konu hakkında araştırma yapan Fransız Bard’a göre 1786’da yayımlanan Fransız akademi sözlüğünde kelime şöyle anlatılır: “Mecazi anlamda pantolon ‘amacına ulaşmak için birçok kılığa giren ve her rolü oynayan birine denir. İtalyan komedisinin bu tipi ‘pantolonnade’ (soytarılık, güldürü) denen dans figürleriyle tanınır; çeşitli soytarılıklara, maskaralıklara, şakalara ‘pantolonnade’ denir”6. Pantolonun kökeni ise IV. yüzyılda Roma’da öldürülen Aziz Pantaleone anısına Venediklilerin “duydukları sevgi ve saygının bir ifadesi olarak giydikleri dar ve uzun külotlara pantoloni adı vermelerine dayanır. Fransa krallığında pantolon XVI. yüzyılda bir commedia dell’arte tipi aracılığıyla tanınmıştır”7. Böyle olmakla beraber “19. yüzyıl başlarına kadar Avrupa’da giyilen, genel olarak belden ve dizden büzgülü, bugünkü golf pantolonuna benzeyen, bir çeşit kısa pantolon olan giysi ‘külot’ olarak adlandırılır”8. Günümüzdeki pantolona benzer pantolonun Batı’da kullanılması çok yeni denecek kadar bir tarihî geçmişe sahiptir. Mesela Bard, bu konuda şunları yazar: “Pantolon başlangıçta bir erkek simgesidir ve kadınların giymesi yasaktır… Galyalılar poturu büyük olasılıkla İÖ II. Yüzyıldan başlayarak Kelt ve Cermen etkisiyle giymişlerdir. Ama Doğu’da Persler ve Medler çok eskiden beri bol pantolon giyerlerdi.9∗ Kuzey Avrupa’nın savaşçı ve avcı halkları da 08-Wagner’in başkanlığında yapılan kazıda bulunan dokumadan detay. 31 MAKALE soğuktan korunmak ve ata binmek için bol pantolonları tercih ederlerdi. Yunanistan’da köleler, barbarların yoğun olduğu birçok bölgede zorunlu olarak dar pantolon giyerlerdi. Ama Akdenizli erkekler, Yunanlılar ve Romalılar iki parçalı, kapalı bu giysiden nefret ederlerdi. Poturla tanışan Romalılar onu ilk başta ‘barbarlığın bir simgesi’ gibi gördüler”10. Potur (braies) denilen giysi dikişsiz olup insanın bacak arasını örtmek için kullanılmıştır (Bakınız: fotoğraf 19, bu fotoğraftaki giysi 1250 yılındaki “potur”u temsil etmektedir.) Yazarın ifade ettiği gibi potur ve pantolon bir bakıma o tarihte Avrupa’da kölelerin ve aristokrat olmayanların giydiği bir giysidir. Avrupa sanatına bakıldığında insanların nasıl giyindiği bazı resimlerden ve kiliselerdeki mozaiklerden anlaşılmaktadır. Mesela kiliselerdeki mozaikler ile Romalı askerlerin giysilerine bakılırsa onların pantolon giymediği görülür. Dolayısıyla Pazırık kurganında bulunan pantolonlu insanlardan hareketle İskitlerin HintAvrupalı bir halk olmadığını söylemek mümkündür. İskitler, Hin-Avrupalı bir halk olsaydı varisleri olan diğer halklarda da pantolonun devam etmesi, hatta gelişerek devam etmesi gerekmez miydi? Avrupa’da “ortaçağın sonundan başlayarak erkekler bel hizasından dizlere kadar inen külotlar giymişlerdir ve baldırlarda ise jartiyerle tutturulmuş çoraplar vardır”11. Avrupa’da külot, statüsü yüksek insanları, yani aristokratları; sankülot ve pantolon ise statüsü düşük yani onlara göre barbarları, yoksulları, köylüleri ve benzerlerini temsil eder. Fakat önceleri fakirlerin, kölelerin, denizcilerin giydiği pantolon XVIII. ve XIX. yüzyıldan sonra aristokratlar tarafından da giyilmeye başlanmıştır12. Türkiye’de olduğu gibi Avrupa’da da “Pantolon başlangıçta bir erkek simgesidir ve kadınların giymesi yasaktır”13. Dünyada Bilinen İlk Pantolon Bu pantolon hakkındaki bilgilerimizi Wagner’in yukarıda belirttiğimiz yazısından hareketle ifade edeceğiz. 32 01- Doğu Türkistan’ın Turfan şehrindeki kazı bölgesi. 04- Pantolonun ölçüleri. 05-Pantolondaki damganın çizimi. 19-Fotoğraftaki giysi 1250 yılındaki “potur”u temsil etmektedir. 09- Novosibirsk’de bir dokuma. Altaylar (Batı Sibirya). M. Aksoy arşivinden. 10- Bir bayan kemeri, DamalArdahan. M. Aksoy arşivinden. 11-DamalArdahan. M. Aksoy arşivinden. 12-ÇamlıhemşinRize. M. Aksoy arşivinden..JPG 13- Kars’da Kürt çorba olarak bilen çorap. M. Aksoy arşivinden. Yeni Ufuklar, sayı 27 MAKALE Kazıların yapıldığı yer Doğu Türkistan’ın Turfan şehrine yakın Yanghai adıyla bilen eski bir yerleşim yeridir. Burası 1970’lerin başında yerel köylüler tarafından keşfedilmiş ve Wagner başkanlığında yapılan ve 2014 sonuçları açıklanan kazılarda 500’den fazla mezar kazısı yapılmıştır. Bu mezarların ikisinde çok önemli eşyalar bulunmuştur. Bunlardan birinde 40 yaşındaki bir askerin mumyalanmış bedeni ve üzerindeki eşyalar ile bronz, ahşap, altın, taş, kabuk, deri ve yünden imal edilmiş ve iyi korunmuş 41 tarihî eser bulunmuştur. Diğer mezarda ise tarihin bilinen en kadim pantolonu bulunmuştur. Pantolon sahibi askerin öldüğünde 40 yaşlarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu mezarda ayrıca at koşumlarından olan at kırbacı, süslü atkuyruğu, ok kılıfı ve yay bulunmuştur. Kazı yapılan bölgenin iklim şartlarından dolayı, arkeolojik kazılarda ortaya çıkan pantolonlar, etekler, çizmeler ve deri mantolar çok az hasarla günümüze kadar gelmiştir. Yapılan iklim bilimi, antropoloji, dil bilimi ve arkeolojik tetkikler sonucu bu eserlerin M. Ö. 1500 ile 1200 yıllarından kaldığı belirtilmiştir. Wagner’e göre bu buluntular, Turfan ve Hami bölgesinin (Wagner, bu bölgede bir de İskit/Saka şehir devleti’nin 15-Balıkesir’de dokuma bir torba. M. Aksoy arşivinden. varlığından bahseder) az tanınan yerli halkından kalmıştır. Bu giyseler M. Ö. VII. ile III. yüzyılda giyilen yöresel çoban giysileriyle örtüşmektedir. Xiongnu (Hiung-nu yani Hun) göçebelerinin M. Ö. III. ile I. yüzyıllarda giydikleri giyseler de bu buluntularla aynıdır. Wagner’e göre “M.Ö. 1200 den M.S. 300’e kadar, bu süre zarfı içerisinde değişik dönemlerden kalma giysilerin kesimlerinin deşifre edilmesi, kumaş kesimlerinin ne zaman kesilmeye başlandığını gösterir. Bu tarz bir kesim başlarda kesinlikle alışılmış değildi. Çok başarılı bir kalıp dokuması ve dikişlerin iyi düşünülerek yerleştirilmesi sayesinde etekler ve ceketler bedene uygun şekilde hazırlanmıştır.” Wagner, bu pantolonu giyenlerin atalarının da pantolon giydiklerini “herkesin dolabında bir pantolon vardır. Ama aslında pantolonlar ne zamandan beri var… Ve bunları kim bulmuştur? M. Ö. 3. yüzyılın ortalarına kadar hem erkekler, hem kadınlar Asya ve Avrupa´da özellikle etek, manto veya elbise, çorap ve bel örtüleriyle kaplandıkları gözüküyor. 2012 ve 2013 yıllarında Batı Çin´deki Turfan´da mezarlardan yün pantolonları inceledik ve şunu bulduk: Üç parçadan oluşuyorlar, iki bacak parçası ve dokuma tezgâhında ayrı üretilmiş kademeli bir ağ parçası” ifade- 33 17-Golf oynayan erkeklerin üzerindeki külot. MAKALE 16- Gorno Nerezi Manastırı, Makedonya, S. Pantaleon (sol tarafta). 18- John Hancock, 1764’de. siyle belirtir. Bu ifadeden de anlaşıldığı gibi Wagner ve ekibinin bulduğu pantolonu giyen Xiongnu’lar (Hiungnu) ve onların atalarından başkası yani Asyalı ve Avrupalı halklar pantolondan habersizdir. Wagner, atın ehlileştirilmesi ve atın binek hayvanı olarak kullanılmaya başlamasıyla pantolon arasındaki ilişkiyi de şöyle izah eder: “Bu pantolonları giyenlere ait at koşumları ve atlı savaşçılara özgü silahlar mezarlara konmuştur. Pantolonlar yaklaşık 3200 sene önce üretilmiştir, bu tarih Avrasya bozkırlarında at üzerinde ilk savaşçıların ortaya çıktığı zamandır. İncelemelerimiz sonucunda şu görüş ortaya çıktı: Bugün bildiğimiz pantolon kesimi ve gelişimi at biniciliğinin başlangıcıyla alakalıdır”. Wagner kazılarda bulunun çizmenin de yaklaşık 34 2600 senelik olduğunu belirtir. Türk lehçelerinin bazılarında pantolon kelimesi: Eski Türkçe: üm; Sahaca: bürüüke; Kumanca: könçek (qwm); Kırgızca: şılım; Azerbaycan Türkçesi: şalvar; Türkmence: balak; Tatarca: çalbar; Kırım Tatarcası: ştan (crh). Doğu Türkistan’dan Anadolu’ya Gelen 3.500 Yıllık Damga “Etnografya eserleri tarih yazımında ve sosyal bilim araştırmalarında bazı hallerde yazılı belgelerden daha önemlidir”. Başka tabirle, etnografya eserleri görülenden farklı özellikleri ifade etmektedir. Ayrıca bu eserleri yapanlar, devletlerin ya da bazı yöneticilerin tarih yazıcıları olmayıp, duygu ve düşünlerini, tarihi zihniyetleri maddi kültür unsurları vasıtasıyla ifade eden halktan insanlar oldukları için, etnografya eserleri “en otantik tarihî belgeler” olarak kabul edilmelidir. Çağımızın önemli tarihçilerinden biri olan Burke, türlü etnografya eserlerinin tarih yazımında nasıl kullanılacağını örnekleriyle anlatır.14 Fakat ülkemizdeki tarihçilerin bu eserlere olan ilgisinin yeterli olduğunu söylemek mümkün değildir. “Sanat eserleri sosyo-kültürel ortamlarda meydana geldiğine göre, sanat eserleri, onları yapanların zihniyet dünyasıyla yakından ilgilidir”. Bu nedenle, özellikle ananevi sanat eserlerini araştırırken sosyo-kültü- Yeni Ufuklar, sayı 27 MAKALE 20- Issık kurganı (İskitSaka kurganı) M. Ö. V. asır altın elbiseli Türk askeri. 22- Romalı askerler, M. S. 972. 21- M. Ö. III. yüz yılda Romalı askerler. rel tarihi göz önüne almadan yapılan değerlendirmeler yetersiz kalmaya mahkûmdur. Diğer yandan “tarihî sosyal hafıza”yı yani “sosyal DNA”yı dikkate almayanlar, bu makalede bir kısmını sunduğumuz, görsel kanyaklar üzerindeki damgaların,15∗ M. Ö. 1500 / 1200’lerde Doğu Türkistan’dan yola çıkarak, Altaylar’da, Damal’da, Kars’ta, Çamlıhemşin’de, Isparta’da, Balıkesir’de ve benzeri Türk kültür coğrafyalarında, nasıl veya niçin görüldüklerini izah etmek zorundadırlar. Sonuç olarak damgalar, özelde ise Doğu Türkistan’da bulunun dünyanın bilinen ilk pantolonundaki damga, Türk tarihin bilinen kadim dönemlerinden günümüze kadar gelmiş ve tarihe şahitlik etmektedir. Çünkü Türklerin kullandığı damgalar, özelde ise bu makaleye konu olan pantolondaki damga, başka halkların geleneksel, yani otantik kültürlerinde yoktur. 1 Bender, C., Kürt Tarihi ve Uygarlığı, İstanbul, 2000, s. 230-231. 2 Aristova, T. F., Kürtlerin Maddi Kültürü/Geleneksel Kültür Birliği Sorunu (Çev. İ. Kale; A. Karabağ), İstanbul, 2002, s. 181. 3 Miller, A., Kovrovıye İzdeliya Vostoka, Leningrad, 1924, s. 22-23. 4 ∗ Esik Kurganı, 1969 yılında K. Akişev başkanlığındaki Kazakistan Tarih, Etnografya ve Arkeoloji Enstitüsü’nün arkeolog ekibi tarafından keşfedilmiştir. Bu kurgan aynı zamanda İskit (Saka) kurganı olarak tanımlanır ve buluntuların M. Ö. V. yüzyıldan kalma olduğu tahmin edilmektedir. Pazırık Kurganı ise M. Ö. IV-III. asır olarak tarihlendirilmiştir. 5 İskitler ve Sarmatların “İran dilleri konuştukları düşünülüyor demek daha doğru olur. Zira bu varsayım, bu konuda araştırma yapmış olan Batılı bilginlerden kaynaklanmaktadır. Yoksa elimizde İskit dili malzemesi metinler yoktur”. İsenbike Toğan’ın Melyuko’nun “İskitler ve Sarmatlar” makalesinin çevirisine yazdığı dipnot. Melyu- ko, İ. A., “İskitler ve Sarmatlar” (Çev. İ. Toğan), Erken İç Asya Tarih (Der. D. Sinor), İstanbul, 2000, s. 141. 6 Bard, C., Pantolonun Politik Tarihi (Çev. İ. Yergiz), İstanbul, 2011, s. 8. 7 Bard, C., a.g,e., s. 8. 8 Bard, C., a.g,e., s. 7. 9 ∗ M. Aksoy’un notu: Dünyada bilinen ilk pantolon, Almaya, Doğu Türkistan ve Çin arkeologlarınca Doğu Türkistan’ın Turfan şehrinde Alman arkeolog Wagner başkanlığından yapılan bir kazıda bulunmuştur. Bakınız: von Mayke Wagner, “Xınjıang, Chına Silk Road Fashion”, Forschungsberıchte Des DAI (Des Deutschen Archäologıschen Instıtuts), 2014, Faszikel 1. 10 Bard, C., a.g,e., s. 7, 9. 11 Bard, C., a.g,e., s. 9. 12 Bard, C., a.g,e., s. 10, 26-27, 7. 13 Bard, C., a.g,e., s. 7. 14 Burke, P., Afişten Heykele Minyatürden Fotoğrafa Tarihin Görgü Tanıkları (Çev. Z. Yelçe), İstanbul, 2009. ∗ 15 “Damgalar” ve “sosyal DNA” hakkında bakınız: M. Aksoy, Tarihin Sessiz Dili Damgalar, İstanbul, 2014. 35 MAKALE Edirne’de Kadınlara Ait Bazı Şâhideler-I Mehmet KÖKREK* Kadınlara ve dahi erkeklere ait şâhidelerin, ayak taşlarının, lahitlerin üzerinde bulunan bitkisel ve geometrik şekillerin işaret ettiği mânâlar hakkında günümüze değin bir çok fikir ortaya atılmış olmakla birlikte bu yazıda mezkûr konuya değinilmeyecektir Sanat Tarihçisi * 36 Osmanlı devrinde Müslüman kadınlar (Mü’minât) için imal edilen şâhideler, kendilerine has birtakım özelliklere sahiptir. Mevzubahis olan hususiyetler arasında en belirleyici olanı; erkeklere ait şâhidelerde görülen serpûşların1, kadınlara ait olan şâhidelerde, birkaç istisna hâricinde, görülmemesidir. Bu hükmün sınırlarını biraz daha daraltacak olursak; evli kadınlara ait şâhidelerde serpûş kullanımı birkaç istisna dışında yoktur. Evli olmayan kadınlara ait şâhideler ise umumiyet itibariyle hotoz2 adı verilen bir serpûş ile nihâyet bulunur ki bu başlık tipine sahip şâhideler, tarihî kabristan ve hazîrelerimizde en fazla görülen mezar taşı nümûnelerindendir. Özellikle İstanbul’daki hotozlu şâhidelerin bir çoğunda; serpûş ile kitabe kısmı arasında kalan ve ilk bakışta boynu andıran birim üzerinde, giyim-kuşam tarihi açısından son derece ehemmiyet arz eden takı tasvirleri bulunur. Kadınlar tarafından günlük hayatta kullanılan takıların birçoğunu, hotozlu şâhidelerin mezkûr kısmı üzerinde görebilmek mümkündür.3 Kadınlara ait serpûşsuz şâhide örnekleri ise çeşitli geometrik, bitkisel v.b. şekillerle dekore edilmiş ve tepelik olarak isimlendirilen bir birim ile nihâyetlenirler. Kadınlara ve dahi erkeklere ait şâhidelerin, ayak taşlarının, lahitlerin üzerinde bulunan bitkisel ve geometrik şekillerin işaret ettiği mânâlar hakkında günümüze değin bir çok fikir ortaya atılmış olmakla birlikte bu yazıda mezkûr konuya değinilmeyecektir.4 Bütün bunların yanı sıra; Müslüman kadınlara ait Osmanlı devri şâhideleri hakkında günümüze değin yapılan çalışmaların bir elin parmağını geçmediği ve dolayısıyla da haklarında pek de fazla bilgiye sahip bulunmadığımızı belirtmek durumundayız. İşte bu yazı dizisi, Edirne’de kadınlara ait tarihî şâhidelerin bir kısmını takdim etmek ve bu suretle de konu hakkında araştırma yapan veya yapacak olan zevâta kolaylık sağlamak gâye-i aslîsi ile kaleme alınmıştır. Edirne’deki tarihî kadın şâhidelerinin en önemlileri, hiç şüphesiz, edirnekârî olarak isimlendirilen ve adından da anlaşılacağı üzere Edirne şehrine mahsus taşlardır.5 Çok köşeli, yuvarlak ve dikdörtgen kesitli olmak üzere üç farklı formu bulunan mezkûr taş tipinin dikdörtgen kesitli olanları, zann-ı galibimize göre, kadınlara mahsustur. Zîrâ biz bugüne değin erkeğe ait dikdörtgen kesitli edirnekârî bir şâhideye rastlamış değildir. Edirnekârî nümûnelerinin üzerinde; kitabe kısmını kuşatan iki adet çerçeve bulunur ki diğerine nispetle daha içeride bulunanı, rûmî şekil veya şekiller ile nihâyetlenir. Mezkûr şekil veya şekillerin her iki yanında da gülbezek, çark-ı felek, top ve benzeri şekiller bulunur. Ayrıca dikdörtgen kesitli edirnekârîlere has olarak, tepelik kısmının tam ortasında, çoğunlukla, gülbezek şekli hakkedilir. Nadirattan sayılabilecek bazı örneklerde ise gülbezek yerine çark-ı Yeni Ufuklar, sayı 27 MAKALE Fatıma adındaki bir kadına ait şâhide (Zehr-i Mâr Mescit hazîresi) Ömer kızı Ayşe’ye ait edirnekârî şâhide (Bademlik Kabristanı) felek veya benzeri şekillerin de bulunduğu veya bu kısmın boş bırakıldığı da görülmektedir. Edirnekârî şâhidelerde ve dahi Edirne’de bulunan diğer forma sahip şâhidelerde de tatbik edilen kitabeye fâtihâ ibâresi ile başlama adeti bu tip edirnekârîler için de cârîdir. Dikdörtgen kesitli edirnekârî nümûnelerinin mümtaz örnekleri Yahya Bey Câmi hazîresi, Gâzi Mihâl Câmi hazîresi ve Bademlik Kabrsitanı’nda bulunmaktadır. Evvelce neşredilen ve tam künyesi beş nolu dipnotta verilen bir yazımızda fotoğraflarını paylaşıp, hususiyetleri hakkında bilgilendirmede bulunduğumuz iki adet şâhideyi, tekrara düşmemek adına, bu yazı hâricinde bıraktığımızı belirtmek isteriz. Gâzi Mihâl Câmi hazîresinde bulunan, hicrî 1083 (m.1672-73) tarihli edirnekârî şâhide üzerinde mahkuk bulunan kitabenin günümüz harfleri ile yazılışı şöyledir: Fâtihâ Ayşe Hân6 bint-i Cafer7 sene 1083 Yine aynı hazîrede bulunan ve hicrî 1109 (1697-98) tarihinde vefât eden Hatice [Hadice] adlı bir kadına ait şâhide üzerinde mahkuk bulunan kitabenin günümüz harfleri ile yazılışı şöyledir: Fâtihâ Merhûme Hatice bint-i Mustafa ruhiçün sene 11098 Bademlik Kabristanı’nda bulunan bir başka edirnekârî örneği ise günümüze tam olarak ulaşamamıştır. Mezkûr taş zaman içerisinde kırılmış ve bu sebepten dolayı da tarih ibâresinin bulunması gereken kısmı okunamamıştır. Diğer örneklerdeki gibi “Fâtihâ” lafzı ile başlayan kitabe kısmının ilk satırında görülen “Ayşe bint-i Ömer” ibâresi sayesinde şâhide sahibi tespit edilebilmiştir. Yine aynı kabristanda bulunan ve üzerinde tek bir harfin dahi mahkuk olmadığı şâhide ise Edirne’de bugüne kadar tespit edebildiğimiz yazısız tek dikdörtgen kesitli edirnekârî örneğidir. Bu taşın, ayak taşı olup olmadığı ise tartışılması gereken bir husustur. Edirne’deki kadınlara ait şâhidelerin hususiyet arz eden diğer bir tipi de vefât eden merhûme hakkında neredeyse hiçbir bilgi vermeyen şâhidelerdir. Bu tip şâhidelerde hiç birinde süs öğesi bulunmamaktadır. Mevzubahis olan şâhidelerde merhûmenin adı, vefât tarihi, “fâtihâ” ve “merhûme” lafızları dışında hiçbir ibâre bulunmaz. Sadece vefât eden kadının adının mahkûk bulunduğu veya meyyitenin ismi ile vefât tarihinin bulunduğu örnekler dahi mevcuttur. Melâmî ve MelâmîHamzavî’lere ait şâhidelerin kitabe kısmında, vefât eden meyyit ve meyyiteler hakkında daha fazla bilgi verildiği göz önünde tutulduğu vakit 37 MAKALE Cafer kızı Ayşe Hân’a ait edirnekârî şâhide (Gâzi Mihâl Câmi hazîresi). Emine adındaki bir kadına ait şâhide (Bademlik Kabristanı).JPG mezkûr şâhideler daha da ilgi çekici olmaktadır. Bu şâhidelerde kullanılan taşların kalitesi tetkik edildiği vakit; bunların ya kimsesiz ya da fakir insanlara ait oldukları düşünülebilir olsa dahi elimizde kesin bir hüküm vermeye yarayacak deliller bulunmamaktadır. Konunun dışına çıkmak pahasına da olsa Edirne’de ve diğer şehirlerde bu tip kitabeye sahip erkeklere ait şâhidelerinin de var olduğunu belirtmek isteriz. Gâzi Mihâl Câmi hazîresinde bulunan ve üzerinde sadece şâhide sahibesi “Emine”nin ismi bulunan şâhide son derece ilgi çekicidir. Merhûmenin adının ve vefât tarihinin mahkuk bulunduğu şâhidelerin en güzide nümûnelerinden birisi yine Gâzi Mihâl Câmi hazîresinde bulunmaktadır. Hicrî 1122 (m.) tarihli şâhide üzerinde mahkuk bulunan kitabenin günümüz harfleri ile yazılışı şöyledir: Ayşe sene 1122 Günümüzde metrûk bir hâlde bulunan Zehr-i Mâr Mescidinin hazîresinde bulunan hicrî 1142 tarihli bir şâhide de ise “sene” lafzı dahi hakkedilmemiştir. Mezkûr şâhide üzerinde mahkuk bulunan kitabenin günümüz harfleri ile yazılışı şöyledir: Fatma 1142 Bademlik kabristanındaki bir başka şâhidede ise sadece vefât eden kadının adı, vefât ettiğini belirten “merhûme” ibâresi ve “Fâtihâ” lafzı bulunmaktadır. Mezkûr şâhide kitabesinin günümüz harfleri ile yazılışı 38 Emine adındaki bir kadına ait şâhide. (Gazi Mihâl Câmi hazîresi) şöyledir: Merhûme Emine el-Fâtihâ Edirne’de bulunan kadınlara ait diğer şâhideler, yazı dizimizin ileriki bölümlerinde arz edilecektir. İlk bölümünü takdim ettiğimiz bu yazı dizisinin, Osmanlı devrinde Müslüman kadınlar için imal edilmiş şâhideler hakkında araştırma yapan veya yapacak olan zevâta kolaylık sağlamasını ümit ederiz. Osmanlı mezar taşı sanatının, hassaten de şâhide sanatının, uzunca bir dönem göz ardı edilen bu bölümü hakkında atılacak her adım, Osmanlı mezar taşı sanatının ve dahi kültürünün daha iyi tanımlanmasına ve anlaşılmasına vesile olacaktır. 3 4 Dipnotlar 1 Osmanlı devrinde erkekler tarafından kullanılan ve şâhidelerde de görülen serpûş türleri hakkında bknz: H. Necdet İşli, Osmanlı Serpuşları, 2010 İstanbul Kültür Başkenti Ajansı, Eylül 2009; Mehmet Kökrek, “Osmanlı Serpûşları”, İSMEK El Sanatları Dergisi, S.20, 2015, s.44-53 2 Süleyman Berk, Zeytinburnu’nun Zamanı Aşan Taşları, Zeytinburnu Belediyesi, İstanbul 2006, s.33’te hotoz adlı serpûşun fotoğrafı altına, sehven, “Uzun boylu hanım mezar taşı başlığı” yazılmıştır. Osmanlı devrinde yaşayan ve evlenmeden vefât eden bir çok kadının şâhidesinde görülen hotoz adlı serpûşun uzun boylu hanımlara has olduğu kabul edilecek olursa; Osmanlı devrinde evlenmeden vefât eden kadınların neredeyse tamamının uzun boylu kabul edilmesi gerekir. Ayrıca mevzubahis olan tanımın ortaya çıkardığı bir 5 6 Mustafa kızı Hatice’ye ait edirnekârî şâhide (Gâzi Mihâl Câmi hazîresi) .JPG başka ilginç sonuç ise Osmanlı devrinde evli iken vefât eden kadınların, neredeyse tamamının, uzun boylu olmadığıdır. Tarihî şâhidelerde görülen takı tasvirleri hakkında bknz: H.Örcün Barışta, “Osmanlı İmparatorluğu Döneminde Bazı Takı Tasvirleri”, III. Türk Tarih Kongresi Kongreye Sunulan Bildiriler, İstanbul, 2002, s. 1309-1313; Muin Memduh Tayanç, “Türk Vefası ve Mezartaşları Gerdanlıkları”, Tarih Konuşuyor, C.3, S.25, 1966, s.2044-2046 Osmanlı mezar taşı ikonografyası, sembolizmi ve benzeri isimlerle neşredilen bir çok çalışma mevcuttur. Bu yazımızın konusu Edirne ile sınırlı olduğu için bu yayınları burada zikretmek yerine Edirne’deki mezar taşlarının ikonografyası hakkında kaleme alınmış bir eseri ve dahi o esere cevaben yazılmış bir reddiyeyi burada paylaşmakla yetineceğiz. Edirne’deki mezar taşları üzerinde mahkuk bulunan şekillerin ikonografik tahlilleri hakkında bknz: Burhan Oğuz, Mezar Taşlarında Simgeleşen İnançlar, Can Matbaası, İstanbul, 1983. Bir çok sağlıksız yorumu ve dahi anolojik tahlili hâvî olan mezkûr eser hakkında kaleme alınmış kısa bir eleştiri yazısı için bknz: Nail Tan, “Mezartaşında Simgeleşen İnançlar Kitabı Üzerine”, Türk Folkloru, S.64, 1984, s.14-16 Edirnekârî şâhideler hakkında daha fazla bilgi içi bknz: Mehmet Kökrek, “Edirnekârî Şâhideler”, Türk Dünyası Tarih-Kültür Dergisi, C. , S. , Ekim 2015, s. Burcu Doğan, Edirne Gâzi Gâzi Mihal Câmi Haziresi’ndeki Mezar Taşları, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Edirne 2009, s. s.697’de “Ayşe Hân” olan bu ibâre, sehven, “Ayşe Hanım” şeklinde okunmuştur. 7 Aslen Arapça olan ve ““ ” ”ﺟﻌﻔﺮşeklinde yazılması gereken Cafer lafzı bu kitabede, hakkak tarafından hatalı olarak, “”عج رف şeklinde hakkedilmiştir. 8 Burcu Doğan, a.g.t., s.537’de bu şâhidenin tarihi, yanlışlıkla, 1105 olarak okunmuştur. Yeni Ufuklar, sayı 27 MAKALE Aytaç Tolga TİMUR* Dünya değişiyor. Artık tüketim ve israf değil, değer bilme ve armağan ekonomisi gibi, aslında bizim kültürümüze has ama çoğu yerde unutulmuş yeni değerler vizyona giriyor. Yeryüzü Derneği Gönüllüsü * Ekonomik küçülme neden gereklidir? Kalkınma, büyüme, büyümemesizlik ve küçülme tartışmaları akademik çevrelerde yoğun bir şekilde tartışılıyor, artık bu mevzuları toplumun da konuşması lazım. Dünyanın gördüğü ilk ve en büyük ekonomik kriz 1929 senesinde patlak vermişti. İnsanlar büyük acılar çektiler; iflaslar, intiharlar ve açlık kol gezdi. Ekonomistler tartıştı, yeni yollar aradılar, kriz atlatıldı. Ama bu kriz son değil, krizlerin anası olarak bir ilkti. Bir daha kriz çıkmasın diye alınan bütün tedbirler, sonraki krizlerin yeni nedeni oldu ve aradan yüz seneye yakın zaman geçmesine rağmen kalıcı, krizsiz bir ekonomi bir türlü tutturulamadı. Yüzyıldır krizlerden çıkış için ana reçete olarak daha fazla büyüme ve hiç durmaksızın kalkınma söylemlerini duyduk durduk. Hem de buna ne alakaysa milliyetçi bir elbise giydirerek yaptık. Şimdi dünya, acaba bu bakış açısı mı yanlış diyerek, büyüme ve kalkınma söylemlerini sorguluyor. Biz her zamanki gibi dünya gündeminin gerisinden nal toplamaya devam edelim, akademik çevrelerde başlayan bu tartışmalar, toplumun kılcallarında konuşulur, yeni öneriler ve bakış açılarıyla zenginleştirilir oldu. Toplumsal meseleler asla değişmez, mutlak ve kutsal değildir. Her zaman sorgulamak, yeni sorular sormak ve korkmamak gerekir. Her önyargımızı ele alıp sorgulamamız gerekmez mi? İlginç bir şekilde, özellikle seksenlerden sonra, yüzde iki ya da üç dolaylarında tutarlı bir büyüme yaşandığı halde işsizlik oranı bir türlü yüzde onun altına düşmüyor. Oysa büyüme savunucularının en başta gelen tezi büyüme varsa işsizlik azalır tezi değil miydi ? Kalkınma ise, toplumu tarihte eşi görülmemiş bir tüketim çılgınlığına götürüyor. Bir yılda değişen cep telefonları, sıfır araba çılgınlığı, arızalanmadan değişen buzdolapları, tamir yerine yenisini al kampanyaları ve hepimizin tanışık olduğu bir israf çılgınlığı. Zenginlik sorunu ise gezegenin başına ayrı bir bela oldu. Yüzde bir gibi çok küçük bir azınlığın elinde çok yüksek oranda maddi güç birikti. Bu sadece ekonomik bir güç olmaktan çıkıp, siyasi güce dönüştü. Bu siyasi güç hiç beklenmeyen olaylarda kendini gösterip, spekülasyonlar üretiyor. Oysa daha düne kadar, Anadolu kültüründe zenginlik saklanan, ayıp bir şeydi. Şimdi sıfır ve lüks arabalar kapı önlerinde, son model pahalı telefonlar masa üstlerinde, utanmak nerede, arabesk bir gösterişle yerlerini alıyorlar Dünya değişiyor. Artık tüketim ve israf değil, değer bilme ve armağan ekonomisi gibi, aslında bizim kültürümüze has ama çoğu yerde unutulmuş yeni değerler vizyona giriyor. İşsizliğin çözümü büyüyen değil aksine küçülen ekonomiler, azalan iş saatleri ve bu tartışmalar çoğalarak devam ediyor. Türkiye de bu tartışmalara katılmak zorunda. Dışa bağımlı ekonomisini, yerel ekonomiye çevirip, kendi kendine yeten vilayetler ya da bölgeler oluşturmalı. Küçülmek ekonomisi, yerel ekonomilerin gücünü, işsizliğe nasıl derman olduklarını, tüketim toplumundan çıkmayı ve daha istikrarlı, kendine yeten ve dolayısıyla krizlere boğulmayan ekonomiler oluşturmayı özendiriyor. Yeşil ekonomi, şirketlerin çevreci imajlarının çok ötesinde bir kavram. Üstelik ezberci ekonomistlerin ve şirketlere su taşımaktan öteye geçemeyen yorumcuların ellerine bırakılamayacak kadar da hayati ve önemli. Artık çağın yeni kavramlarının da ekolojistler ve toplumsal meselelere duyarlı kesimler tarafından tartışılması dileğiyle… 39 FOTOĞRAF ustalarının gözünden Poyralı’da pekmez zamanı Anadolu’nun kendine özgü tatları, sofralarımızdan eksik etmemeye çalıştığımız lezzetleri vardır. Aslında içimiz elvermese de “vardı” diye bitirmek gerekiyor bu cümleyi... Yaşamın ‘festfood’ diretmesi çok şey gibi o lezzetlerin çoğunu da soframızdan uzaklaştırmıyor mu? Hadi soralım kendimize, hangimiz çocuğumuza pekmez yedirebiliyor? Biliyorum dudaklarınıza içli bir tebüssüm konuyor ve içinizden “Pekmez mi?” diyorsunuz. Evet, pekmez… Türkçe bir kelime olan ve Farsça’ya ‘begmaz’ olarak geçen, Rusya ve Balkan ülkelerinde de aynı adla anılan Anadolu insanının en önemli besin kaynaklarından biri. Sözlükler onu, üzüm, dut ve benzeri meyvelerin koyuca bir kıvâma gelinceye kadar kaynatılmasından elde edilen tatlı sıvı diye tarif ediyor. Pek bir yavan tanım değil mi? Üzümden duta, keçiboynuzundan pancara birçok meyveden pekmez yapılabilen pekmez, aslında insanımızın emeği, damak tadı ve hünerini ortaya koyan eşsiz bir besin kaynağıdır. Meyvelerin sıkılarak sularının alınması, kaynatılması, özel bir toprak ilave edilmesi, kaynatılırken köpüğünün ayıklanması, dinlendirilmesi özetle yorucu bir iştir pekmez üretimi. Fakat aşkla yapılan her işte olduğu gibi, sonucu keyif vericidir. Sözü daha fazla uzatmadan bu sayımızda sayfalarımızı süsleyen pekmez üretimine ilişkin birbirinden güzel fotoğraflarla sizleri başbaşa bırakıyoruz. Kırklareli’ne bağlı Poyralı köyünde gerçekleştirilen pekmez üretiminden fotoğraflar ÇOFSAT’ın (Çağdaş Odaklı Fotoğraf Sanatçıları Topluluğu) değerli ustaları Selahattin Kalaycı, Mustafa Celal Kılıçman ve Enver Aydın’a ait. Kendilerine bu güzel anları belgeleyip, Türkiye Yeni Ufuklar Dergisi okurlarıyla paylaşma nezaketini gösterdikleri için çok teşekkür ediyoruz… 40 Selahattin KALAYCI Yeni Ufuklar, sayı 25 26 FOTOĞRAF 41 SANAT Yakılan ocakların üzerine atılan dev kazanlarda kaynatılan meyve suları kıvamını buluncaya kadar karıştırılır. Mustafa Celal KILIÇMAN 42 Yeni Ufuklar, sayı 27 SANAT Enver AYDIN Yenice Köyü’nde kuşburnu marmelatı yapımı. Kuşburnu da hemen hemen pekmez ile aynı yöntem kullanlarak hazırlanıyor. Aradaki tek fark kuşburnunun hemen şişelenmesi, pekmezin ise bir süre dinlendirilmesi... 43 KİTAP Irmak Boyunca Yürümek H. Neşe KOÇAK İçindeki susturulamayan sese kulak verir önce Brahman oğlu Siddhartha. Sonra dur durak bilmeyen düşüncelerine. Yıllar sürecek yolculuğuna ve arayışına böyle başlar. “Dünyanın içyüzünü görmek, onu açıklamak, onu aşağılamak büyük düşünürlerin işidir belki. Ama benim için önemli olan şey, dünyayı sevebilmektir; onu aşağılamamak, ona ve kendime hınç ve nefret beslememek, ona, kendime ve bütün varlıklara sevgiyle, hayranlıkla ve huşuyla bakabilmektir. “s.s.143 T eknoloji hayatımızda olmadan yaşayamayacağımızı düşündüğümüz bir zaman diliminde, ben merkezli, insan merkezli yaşam şekillerimizle, doğal hayatı yavaş yavaş yok ediyoruz. Antroposantrizm ya da insan merkezcilik düşüncesine göre, diğer her şeyin bizim için var olduğu yanılgısına düşüp içinde yaşadığımız evreni katlediyoruz. Kanser hücrelerinin insan bedeninde yaptığı tahribat gibi, aslında kendi sonumuzu hazırlıyoruz. Beden kansere yenik düşüp öldüğünde, hastalıklı hücreler de o bedenle birlikte yok olmaya mahkûm. Zaferi kazandığında kaybetmeye mahkûm. Kendi kendini, elleriyle boğan katil. Vahşi uygarlığın ölümü. Tabiatı ve onunla birlikte var olan insan haricindeki diğer canlıları görmeden, hissetmeden, varoluşun sebebini sorgulamadan, yoklarmış gibi davranarak sadece doğal hayatı 44 Yeni Ufuklar, sayı 27 KİTAP Edebiyat ödüllü kitabı. Akıcı, yalın, sarıp sarmalayıcı, etkileyici, hümanist. “Siddhartha, benim, Hint düşüncesinden kurtulup özgürleşmemin dışavurumudur. Tüm dogmalardan kurtulmak için tuttuğum yol Siddhartha’ya götürdü beni; yaşadığım sürece de bu yolda ilerleyeceğim doğaldır...”diyor yazar kitabı için. Bütün insanları kucaklayan, tüm inanış biçimlerinde kuşaktan kuşağa aktarılan insani değerleri şiirsel bir üslupla dile getiren Herman Hesse, bu romanıyla yavaşlamak, durup düşünmek, “nereye gidiyorum?” sorusunu sordurmak için bir kapı aralıyor okuyucuya. Onu, sonunu tahmin edemeyeceği içsel bir yolculuğa çıkarıyor. Brahmanlar arasında... Çıkılan her yolculukta amaç, bir yere varmak, bir menzile ulaşmaktır. Sevene, sevgiliye, huzura, mutluluğa, kendine kavuşmak. Fakat insan gerçekliği karışık ve müphemdir. Bazen yıllarca yürür, bir menzile varamaz. Bazen içindeki derin boşluk hiçbir şeyle teselli bulmaz. Neyi aradığını, niye aradığını bilmeden yürür ağır aksak. Sonu gelmeyen bir arayış, sonu gelmeyen bir bulamayışla beraber. Kendini ararken kendinden kaçmak... İçindeki susturulamayan sese kulak verir önce Brahman oğlu Siddhartha. Sonra dur durak bilmeyen düşüncelerine. Yıllar sürecek yolculuğuna ve arayışına böyle başlar. yok etmiyoruz. Aynı zamanda, hayatın güzelliklerini ıskalıyoruz. Bir kuşun, bir ağacın, bir ırmağın ne söylediğini duyamıyoruz içimizdeki hırsın sesini dinlemekten. Hep bir yerlere yetişmek için koşarken çıkardığımız ayak sesleri bastırıyor tabiatın zayıf çığlıklarını. Oysa biraz yavaşlamak lazım. Hatta zaman zaman durmak. Susmak. Susup dinlemek dikkatle. Kulak vermek söylenenlere. İdrak etmeye çalışmak. Sonra uzun uzun düşünmek üzerinde söylenenlerin. Ve kendi kendimizi sorgulama cesaretini göstermek. Tabiatın aslında ne kadar bilge olduğunu görebilmeyi denemek. Menzile varmak... Tıpkı Siddhartha gibi. Yıllarca aradığı sırrı, hayatın anlamını bilge kişiden değil ancak bir ırmaktan öğrenen, onu kendine hoca bilen, huzuru bir ırmağın öğretisinde bulan Buddha. Siddhartha. Alman yazar Herman Hesse’nin bildiğimiz Buddha kimliğinin dışında bir anlatımla Hint Felsefesinden yola çıktığı, aslında bütün dinlerin ahlak felsefesini tek bir noktada birleştirdiği, 1922 yılında yayımlanan, 1946 Nobel Ne bilge Brahmanlar, ne anne ve babası, susuzluğunu gideremez, sorularını cevaplayamaz. Tanrılara kurbanlar sunmak, Atman’dan başkasına tapınmak mıydı olması gereken. “Ve nerede bulunabilirdi Atman. Yeri yurdu neresi olabilir, ezeli ve ebedi kalbi nerede çarpabilirdi insanın kendi Ben’inden, kendi özünden, herkesin kendi içinde taşıdığı o yok edilmezden başka. Peki neredeydi bu ben, bu öz, bu en son nesne?”s.s.16 Babasının şiddetli karşı çıkışlarına rağmen, birlikte büyüdüğü ve en yakın dostu olan Govinda’yla yurtlarını terk ederler. Ormanda yaşayan Samanalara / çilecilere karışıp dilenirler uzun zaman. “Ben olmayan öz, o büyük giz”i bulma yolunda. Dünya nimetlerini ret.. Romanın en başında anlatılan, Siddhartha’nın, herkesin hayranlık duyduğu, sevdiği, mükemmel bir Brahman olduğudur. Brahmanlar arasında bir prenstir, geleceğin bilge kişisidir. Fakat sahip olduklarının hiçbiri aradığı değildir. Kendi beninde hep, o asıl pınarı arar. Kurbanlardan, kutsal sulardan, kutsal kitaplardan, Brahmanların söyleşilerinden, Vedalardan, meditasyondan. Yine bulamaz. Çileyi bırakır, dünya zevklerinin, geçici küçük hazlarıyla oyalanır bir zaman. Seyirci gibi hayatın yanı başında durup dikilmekte, onu, akıp giden bir nehri seyreder gibi seyretmektedir. Sonunda, kazandığı, zevk aldığı bütün dünya nimetlerini elinin tersiyle iteler, her şeyi geride bırakır, ormanda bulur kendini. Yaşadığı, para hırsı, bencillik, zevk-ü sefa dolu yüz karası hayata son vermek için intiharı bile düşünür vardığı 45 KİTAP vardır. Geçmiş yoktur, gelecek yoktur. Sadece şimdi vardır. Zaman anlamını yitirmiştir. Hayatı boyunca öğrendiği tek şey, hiçbir şey öğrenemediği olmuştur. Çünkü ona göre, bilgelik yaşanılabilir, keşfedilebilir fakat öğretilemezdi. Kimse öğretiyle kurtuluşa kavuşamazdı. Kitaba başlarken, Budizmi, Hint felsefesini anlattığını sandığım bu kitaptan, kendi payıma bu kadar çok ders çıkarabileceğimi hiç düşünmemiştim. Açıkçası, hırslarımdan, arzularımdan, dünya nimetlerine olan düşkünlüğümden utanç duydum. Ben de Siddhartha gibi içimdeki sese kulak vermeyi denedim. Rüzgârın, yağmurun, kuşların sesini dinledim. Kitabın kahramanı gibi, hep aradığım, fakat bir türlü bulamadığım huzuru nasıl bulabileceğim doğrultusunda, ipuçlarını değerlendirmeye çalıştım. Başarılı oldum mu? Kesinlikle hayır. Romanın kahramanı gibi, kendimden geçme noktasında bu yola baş koymak gerekir diye düşünüyorum. Çile çekmek, Ben’den vazgeçmek, zamanı unutmak, yaratılan her şeyi sevmek... Kitabın sonunda, belki de beni en çok etkileyen, içinde geçen şu sözlerdi; “Siddhartha, bu andan sonra, yazgıyla savaşı bıraktı. Çektiği acılar son buldu. ....Acıları ve sevinçleri paylaşmaya hazır, kendini tümüyle ırmağın akışına bırakmış, birlik ve bütünlüğün bir parçası olmuştu Siddhartha...”s.s.134 Yazgıyla savaşı bırakmak... Zafer mi hezimet mi? Ve böylece huzuru bulmak... Bu mümkün mü? Herman Hesse’nin kitapta geçen bir cümlesiyle, sorularımın cevabını düşünmek için susuyorum ve kalemi elimden bırakıyorum; “Yazmak iyidir, fakat düşünmek daha iyi.” SİDDHARTHA ırmak kenarında. Fakat, hayatının bundan sonrasında, kayıkçı dostu Vasudeva ve ekmeğini yiyeceği ırmak yol gösterecektir ona. Tasavvuf felsefesinde bahsi geçen evrensel öğreti, Siddhartha için de geçerlidir. “Hamdım, piştim, yandım” diyen Mevlana gibi, aynı merhalelerden geçer. Yolculuğunun başında, egosunun esiri olan Siddhartha, çocuk insanlar diye küçümsediği sıradan insanların içinde bulur aradığını. Onlardan biri olur, yaratandan ötürü, bütün yaratılmışları sevmeyi öğrenir ırmağın sesini dinleyerek. Gözlerini kör eden kibrini, eski bir elbise gibi çıkarıp atar üstünden. Ben’inden kurtulur, tanrısal olana, Nirvana’ya kavuşur. İçimdeki sese kulak vermek... “Susamalardan arınmış, istemelerden arınmış, düşlerden, sevinçlerden, acılardan arınmış”tır. “Ölerek kendinden kurtulmuş, ben olmaktan çıkmış, boşalmış bir yürekle dinginliğe kavuşmuş, benliksiz düşüncelerle mucizelere kapıları açmıştır.” Korkuları, telaşları, hırsları, kahırları yoktur. Huzur 46 nigrôdhâ koskoca bir ağaç görüyorum ufacık bir tohumda o ne ağaç ne tohum om mani padme hum om mani padme hum om mani padme hum sidharta buddha ben bir meyvayım ağacım âlem ne ağaç ne meyva ben bir denizde eriyorum om mani padme hum om mani padme hum om mani padme hum Asaf Halet Çelebi Yeni Ufuklar, sayı 27 MAKALE Suyu yakuta döndüren hazan Ahmet ÖZDEMİR* Hazan bahçelerinden geçerken kalbinin üzgün olduğunu söylemekle yetinen Yahya Kemal, bu defa daha da karamsar bir tablo çiziyor: “Fani ömür biter, bir uzun sonbahar olur. Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, tarümar olur. Mevsim boyunca kendini hissettirir veda; Artık bu dağdağayla uğuldar deniz ve dağ. Teşrinlerin bu hüznü geçer ta iliklere. Anlar ki yolcu yol görünür selviliklere. ” Bu kadar karamsar olmaya gerek var mı? Sonbahara ulaşmanın kazandırdığı hiç mi güzellik yok? Elbette var. Bakınız sonbaharın yararları neler miş: “Piknik yapma derdinden kurtulursunuz. Tatil günlerinde evde aile sofrasında yemek yemek size zevk verir. Ev toplantılarının sıklığı artar ve özlediğiniz arkadaşlarınızı görürsünüz. Serin sonbahar havası, yüzünüze renk getirir. Aşırı sıcaklardan yakınmazsınız. Ağaçlardan dökülen yaprakların kokusu sizi geçmiş günlerin anılarına götürür. Özlediğiniz kıyafetleri giyebilirsiniz.” Bunlar işin şakası. Sonbahar, edebiyatımızın bir döneminin sembolü olmuştur ki, bu Servet-i Fünun’dur. Servet-i Fünun şairleri, insanla sonbahar arasında benzetmeler kurmuşlar, sonbaharın rengini, musikisini şiirlerinde bir besteci, bir ressam gibi yansıtmışlardır. 12 Ekim 2005’de kaybettiğimiz şairlerinden Atilla İlhan’ın da böyle bir şiiri var: “Kadınlar sonbahar yapraklarını dökmeye başlar Titrek dudaklarında sarışın bir keder Nabız kaybolur kan susar dolaşım yavaşlar Sisli bir nebuloz gökte yazılmamış şiirler Cahit Külebi; “Sonbahar geliyor serçe/ Yuvanı nereye yapacaksın?” diye, hoyrat esecek rüzgârların altında ıslanacak serçeyi düşünedursun, biraz önce sözünü ettiğimiz Atillâ İlhan başka duygular içinde: “Oysa ben akşam olmuşum / yapraklarım dökülüyor / usul usul/ adım sonbahar.” Munis Faik Ozansoy, güllerle hazanın buluşmasını dizelere dökmüş: “Güller ki bütün mevsim, usanmış kanamaktan, Güller ki bakıp yollara beklerdi hazanı, Güller gibi aylarca hayal ettim uzaktan, Yaprakların altın gibi savrulduğu anı. Edebiyatımızın daha sonraki dönemi olan Fecr-i Ati’de * Gazeteci, yazar durum biraz değişiyor: Ahmet Haşim, bu mevsimde düşüncelere dalsa da dünyevi zevklerden vazgeçmiyor : “Bir taraf bahçe, bir taraf dere, / Gel uzan sevgilim benimle yere;/ Suyu yakuta döndüren bu hazan, / Bizi gark eyliyor düşüncelere...” Hayatın her döneminin, yaşanılan her mevsimin kendine özgü güzellikleri var. Ama sonbahar, şiirimizde hüzünle özdeşleşmiş. Mevsimlerin en şairane olmasının nedeni bu olsa gerek. Sonbahara eylül kapısından girip, kasım sonunda çıkıyoruz. Ahmet Haşim, “Son Bahar Şiirleri” adlı yazısında söyle diyor: “Bahçelerde sarıçiçeklerin açtığı; havanın keskin incir yaprağı kokularıyla dolduğu; ufuklarda gümüş ve bakır bulutların anlaşılmaz işler hazırlamakla meşgul olduğu; akşamüstü otları kurumuş tepelerde, yeşil eşarp, kırmızı örtü, beyaz ve lacivert elbiselerle dolaşan genç kızların etekleri rüzgârda uçuştuğu ve saçları çözülüp dağıldığı bu mevsimde, sonbahar şiirlerinden daha munis bir konuşma konusu olabilir mi?” Musikimizden sonbaharı dışlayabilir miyiz. Hüzün ve melankoli duyguları, sonbahar motifleri ile yer almış. Anılarla dolu bir ruh derinliğinin tadını bu şarkılarda bulmaktayız: “Kalbim yine üzgün, seni andım da derinden, Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden! Üzgün ve kırılmış gibi en ince yerinden Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden” Yahya Kemal’in şiirini, Selâhattin Pınar “bayatî” makamında bestelemiş. Yıldırım Gürses’in şarkısı ne kadar güzeldir: Düşen bir yaprak görürsen Beni hatırla demiştin Biliyorsun ben seni Sonbaharda sevmiştim Her sonbahar gelişinde Sarı , sarı yapraklarda Kuru dallar arasında Sen gelirsin aklıma Şüphem yok ki; her mevsim gibi sonbahar da şiirin kendisidir. Duygularınızın pozitif ya da negatif yüküne göre, istediğiniz yöne çekebilirsiniz. Ama ben derim ki, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dizeleri kulağınıza küpe olsun: “Durgun havuzlara işlesin bırak Yaprakların güneş ve ölüm rengi, Sen kalbini dinle, ufuklara bak. Düşünme mevsimi inleten rengi Elemdir mest etsin ruhunu yeter Eser rüzgarların durgun ahengi. Yan yana sessizce mevsimle keder Hicrana aldanmış kalbimde gezin Esen rüzgarlara sen kendini ver.” 47 MAKALE Halil Atılgan1∗ Toprak susuzluktan şakır şakır yarılır. El açar yalvarır Allah’a. Yandım Leyla su... Su... Su toprağın bülbülüdür. Toprakla su kucaklaştığında bülbül dile gelir. Toprak su oldukça varlığını korur, birini beş yapar. Size yalan söylemez. Riyakâr değildir. Bir ekersin beş verir. Tüm yaratılanları yedirir içirir. Kâinatı bünyesinde barındıracak yeteneğe sahiptir. Onun için toprak üstüne methiyeler düzülmüştür. Bunların en ünlüleri de Âşık Veysel’in, ”Benim sadık yârim kara topraktır” dizeleriyle bezenen dörtlükleridir. Şakır şakır yarılan toprak yağmur bekler. Bir gün, beş gün, nihayet toprak ananın dileği kabul olur. Yağmurla kucaklaşır. Yağmurla kucaklaşan toprak sevincinden kokuların en güzelini salgılar. Bu bir birleşme kokusudur. Burcu burcu kokar her taraf. Müthiş bir kokudur. Çok uzaklardan hissedilir. Bu koku anlatılmaz. Tarifi de mümkün değildir. Siz bu kokuyu bilir misiniz? Bu koku toprağın yağmurla buluşmasından sonra ortaya çıkan kokudur. Türkülerimiz de tıpkı böyledir. O da yağmur yemiş toprak gibi kokar. Toprak yağmurla, türkülerimiz halkla kucaklaşır. Onun kucaklaşması halkın yüreğidir. Benim toprağa, türkülere, Çukurova’ya, Toros Dağları’na sevdam da buradan gelir. Benim sevdam; anamın beni tarlada doğurmasından, sekiz yaşına kadar ayakkabıyı tanımayışımdan, yufka ekmeği fırın ekmeğine sarıp katık diye yiyişimden, anamın dokuduğu, nar kabuğuyla da boyadığı çıbıklı ceketle büyümemden, Toros Dağları’nı yorgan, Çukurova’yı döşek, yavşan kokusunu pudra, kekik kokusunu esans kabul etmemden kaynaklanır. Sevdamız türkülerdir. Türkülerde anamın ağıtı, babamın sırları gömülüdür. Ana kucağının sıcaklığı vardır onlarda. Sevdaların dumanı yükselir. Köyümün dağları şekillenir. Çayları çağlar. Kavuşamayanların arzusu siyim siyim gözyaşı olur türkülerde. “Yandı Çukurova yandı / Eli bazlı beyler indi” denildiğinde Toroslar’dan hışımla inen kar suları gelir aklıma. İşte bizim türkülere, Anadolu’ya sevdamız bundandır. Bu sevda onulmaz yaralar açtı gönlümüzde. Yollara düşürdü bizi. Anadolu’yu koyak koyak, köy köy dolaştırdı. Sevdamız karasevdaya dönüştü. Bu sevdayı türkü dostlarıyla, ülkemin insanlarıyla paylaşmaya çalıştık. Türkülere olan aşk günbegün yoğunlaştı. Yazmaya, araştırmaya, folklora–edebiyata yöneltti bizi. Kendi çapımızda toplumu bilgilendirmeye, milletimizin kültürünün kalıcılığını sağlamaya çalıştık. Onun için düştük tozlu yollara. Az gittik uz gittik. Aşılmaz dağları aşarak Anadolu’yu tanıdık. Anladık ki: 1 ∗ 48 Folklorcu “Koşar telden tele dökülür saza Ben beni söylerim türkülerimde Özlem çağıl çağıl aşk yığın yığın Ben beni söylerim türkülerimde Gâh Emrah olurum dert ile dolan Gâh bir Köroğlu’yum dağlarda kalan Seyrani Sümmani Karacaoğlan Ben beni söylerim türkülerimde” ( H. Soyuer) diyen dörtlüklerde olduğu gibi biz hep türkülerle kendimizi söylemişiz. Türkülerle yatmış, kalkmış, onunla yunmuş arınmışız. Hâsılı Anadolu insanının çeşitli duygu ve düşüncelerinin tek dile gelme aracı olmuş türkülerimiz. Büyük usta Âşık Veysel “Sazım ben gidersem sen kal dünyada / Gizli sırlarımı aşikâr etme” diyerek bunu doğrulamış. Bağlamanın dertlerimize yoldaş, türkülerimizin de iyi bir sırdaş olduğunu açıkça ifade etmiş. Halkımızın yaşama mücadelesinin dile ve tele yansımasını sağlayan bir ayna olmuş türkülerimiz. Onun içindir ki Anadolu insanı düğününü, kara gününü, kınasını, yakınmasını, mizahını, taşlamasını, kahramanlığını, aşkını, gurbetini, hatta sevgilisine sitemini dahi turnanın kanadında dile getirmeye çalışmış. Milletimizin gönül bahçesinin gülleri olan türkülerimiz; Aydın’da zeybek, Toroslar’da bozlak, Erzurum’da Tatyan, Karadeniz’de Yol Havası, Urfa’da Hoyrat, Malatya’da ise Arguvan olmuş dökülmüş yüreğimize. Yüreğimize dökülen türküler yâr üstüne, gurbet üstüne, ayrılık üstüne, turna üstüne. İş bununla da kalmamış. Coşkun akan Kızılırmak da, Fırat nehri de türkülerde bulmuş kendisini. Hatta bir mübarek günde âşık: “Kızılırmak can incitme sen bu gün Mübarek günlerde sel bayram eder Kitabın kavlince dağlar al giymiş Karışmış çiçekler çöl bayram eder” diyerek hiç olmazsa bu mübarek günde olsun can incitme Kızılırmak, ne olursun diye yalvarmış. Hâsılı türkülerimizde gün olmuş gönül alınmış, gün olmuş dert dinlenmiş, gün olmuş çaya giden Gelin Ayşe’nin, Gelin Ümmü’nün feryadı dile getirilmiş. “A benim bahtı yârim Gönlümün tahtı yârim Yüzünde göz izi var Sana kim baktı yârim “ Yeni Ufuklar, sayı 27 MAKALE diyerek büyük bir ustalıkla, nezih bir kıskançlık sergilemesinin ifade ettiği duygu, türkülerimizdeki sanatın, estetiğin ne denli yüce olduğu hükmünü çıkarmış karşımıza. Halkımız türkülerinde hem ağlamış, hem de gülmüş, dertlilere deva, çaresizlere çare olmaya çalışmış, oynamış, oynatmış, zılgıt çekmiş. Ama bunun yanında; “Şu dünyanın halı böyle Yalan yahşi geçer şöyle Söyledikçe engin söyle Engin ol gönül engin ol” diyerek engin olmanın faziletini anlatmaya çalışmış. “Gökte uçan Hüma kuşu Ne bilir dalın kıymatın Kargayı kondurman dala Ne bilir gülün kıymatın” dörtlüğünde ise Karacaoğlan’ın “Kadrin bilmeyenler alır eline / Onun için eğri biter menekşe” dizelerindeki kadir kıymet bilmeme örneğini de veciz bir şekilde dile getiren halk türkülerimiz; sosyal fonksiyona sahip halk ruhunun en güzel ifadesi olmuş, özlü sözlerle ders vermenin, nasihat etmenin bütün güzelliklerini bünyesinde yaşatmaya çalışmış. Bilmem hayal gibi bilmem düş gibi Geldi geçti boran gibi kış gibi Şahin cırnağına düşmüş kuş gibi Yoluk yoluk yoldu dert beni dörtlüğünde ise “şahin cırnağına” düşen kuşun yoluk yoluk yolunmasıyla, dertlerin yoluk yoluk yolmasını özdeşleştiren türkülerimiz, gönlümüze taht kurup oturmuş. Halk musikimizin güzelliklerini yıllar önce tespit eden merhum Sarısözen, bu konuda düşüncelerini, “İlk bakışta monoton gibi gözüken Türk Halk Musikisi, araştırıldıkça, çeşitli yönlerden incelikler ihtiva eden, nefis bir sanat hüviyeti taşır. Konu bakımından yeryüzünde ne kadar tabiî ve sosyal olay varsa halk musikisinde hepsinin de yer aldığı görülür. Estetik bakımından bir sevinci, bir elemi ifade eden ve çeşitli olayları canlandıran melodilerin en güzel örneklerini yine halk müziğinde bulabiliriz» diyerek dile getirmiş. Sonuç olarak; halkımızın bağrından kopan türkülerimiz, sevincimizin, kederimizin tek dile gelme aracı olmuş, gönlümüze taht kurup oturmuştur. Bunlardan “Sivas Halayı, Başımda Altın Tacım, Söğüdün Erenleri, Ankara Hüdaydası ve Turnalar Semahı” gibi türkülerimiz; anlatımıyla, akıcılığıyla, taşıdığı sanat hüviyetiyle gönlümüzdeki türkü sarayının sultanları, mihenk taşları olmuş ve de günümüze kadar gelmiştir. Ben türkülerimizle günümüze kadar gelen güzellikleri yıllardır dile getirmeye çalıştım. “Toprak Kokan Türküler” diyerek de, milletimizin gönlündeki türkü bahçesine bir gül ekip, türkü sarayına bir ışık, ummanına ise küçük bir taş attım. Ektiğimiz gül biter, ışığımız aydınlatır, taşımız yerine oturursa ülke kültürüne hizmet etmenin sevincini yaşayacağım her zaman. Eğer olmazsa: “İnsancasına erkekçesine Bana bir bardak su dercesine Bir türkü söylemeden gidersem yanarım” diyen şair gibi, ben de bir türkü söylemeden gidenlere yanacağım. Tekrar dünyaya gelsem inatla, yeniden “türkücü” olacağım. Ve de haykıracağım... “Omuzumda sevda yükü Yollarda seni aradım Beste beste türkü türkü Tellerde seni aradım” ( A. Karakoç ) diyerek “Toprak Kokan Türküler” diyarına uzun bir yolculuğa çıkacağım. Sonra da… Anadolu’muzun ana dilinden Bu türküler bir gün öldürür beni “Ah neyleyim gönül senin elinden” Bu türküler bir gün öldürür beni Kimi yiğit söyler kimi gariban Erzurum dağları kar ile boran “Aşk kâğıda yazılmıyor Mihriban” Bu türküler bir gün öldürür beni. Türkü seven elbet bir türkü söyler Baraklı bozlaklı aman ah eyler “Sürmeli gözlerin sürmeyi neyler” Bu türküler bir gün öldürür beni Karalardan kara aklardan aktır Sararmış ayvadır yeşil yapraktır “Benim sadık yârim kara topraktır” Bu türküler bir gün öldürür beni Sazımı elime aldım alalı Nerde güzel görsem başım belalı “Emir Dağı birbirine ulalı” Bu türküler bir gün öldürür beni Çok ağlattı çok güldürdü kulları Tatlı gelir Dadaloğlu dilleri “Kalktı göç eyledi Afşar elleri” Bu türküler bir gün öldürür beni Türküyle kavruldum türküyle yandım Türkü çığırmayan dilden usandım “Gide gide bir söğüde dayandım” Bu türküler bir gün öldürür beni Türkülere gözüm gönlüm aç benim Söyledikçe kuvvet benim güç benim Hata benim günah benim suç benim Bu türküler bir gün öldürür beni İmami türküsüz geçmiyor günüm Sevdadır mezhebim sevgidir dinim “Alevi de benim Sünni de benim” Bu türküler bir gün öldürür beni (Âşık İmami) diyerek haykıran ozanın dizeleriyle yok olup sonsuzluğa ulaşacağım. 49 DİL / EDEBİYAT Düzeltilmesi gereken bir işaret: Düzeltme işareti Herhangi bir dilde yer alan bir kelimenin farklı telaffuz edilmesi (uzun hecenin kısa okunması, kısa hecenin uzun okunması, ince harfin kalın okunması, kalın harfin ince okunması vs.) gayet olağan bir durumdur ve yöresel ağız çeşitliliğinin mevcudiyeti bakımından hoş olarak dahi kabul edilebilir. Lâkin resmî dilde bir sözcüğün yazımında farklılık söz konusuysa ve bundan ötürü telaffuzda da farklılıklar mevzubahis ise ortada hoş değil, nahoş bir durum vardır ve bu meseleye acilen bir çözüm üretmek icap eder. Serim Ekrem SAKAR* Batı kökenli kelimelere düzeltme işareti koyanlar olduysa da çoğunluk tarafından kabul edilmeyen bir uygulamadır. “Lamba”, “plan”, “lahana” vb batı kökenli sözcüklerde ‘l’yi ince okuma temayülü olsa da ince telaffuz edilmesi şart değildir. Yani kalın okunması bir problem teşkil etmez. * Marmara Üniversitesi, Araştırma Görevlisi 50 Ahali arasında “şapka” olarak maruf, terimsel lugatte düzeltme işareti olarak adlandırdığımız işaretin (^) ne gariptir ki düzgün bir şekilde kullanılmamasından dolayı “Kendisi himmete muhtaç bir dede / Nerde kaldı gayrıya himmet ede” sözü mucibince öncelikle kendisinin düzeltilmesi gerekmektedir. Uzatma ve inceltme olmak üzere iki işlevi olan bu işaretin yeri gelip tamamen kaldırılması yeri gelip daha da yaygınlaştırılması üzerine tartışmalar yapılmıştır. Lâkin onu kaldırmak isteyenler ortaya makul bir sebep koyamadıkları gibi onun yaygınlığını artırmak isteyenler de nerelerde kullanılacağını adam akıllı müzakere ve münazara etmemişlerdir. Binaenaleyh düzeltme işareti herkesin kaleminde keyfî bir kullanımla hayatiyetini devam ettirmektedir. Örnek verecek olursak, “zira” kelimesinin iki hecesi de uzundur. Bu nasıl olsa bilinen bir şeydir diye düşünenler “zira” şeklinde, ikinci hece zaten uzun okunduğu için ilk hecedeki uzunu gösterelim diyenler “zîra” biçiminde – ki imlâ konusunda hassasiyet sahibi Kubbealtı bunu tercih etmektedir -, millet bunun uzun okunacağını nereden bilecek diye düşünenler ise “zîrâ” olarak imlâlayınca bir kelimenin üç değişik versiyonuyla karşı karşıya kalırız. Biz de bu yazımızda evvelâ düzeltme işaretinin niçin gerektiğini ve nerelerde kullanılması / kullanılmaması lâzım geldiğini tartıştıktan sonra meseleyi bir sonuca bağlamak gayesiyle birtakım tekliflerde bulunacağız. Düzeltme işaretinin mevcudiyeti alfabe değişikliğine gitmemizden kaynaklanmaktadır. Kullandığımız Latin alfabesinin büyük oranda Türkçeye uyumlu olmakla birlikte kelimelerimizi sorunsuz karşılamaktan aciz olması hasebiyle, imlâsı yanlış olabilecek veya yanlış telaffuz edilmesi ihtimali olan sözcüklerde düzeltme işareti kullanmak bir mecburiyet halini almıştır. İlk olarak düzeltme işaretinin niçin gerektiğini maddeler halinde sıralayalım: a) Gösterilmeyen uzun ünlüler: Dilimize Arapça ve Farsçadan geçerek Türkçeleşmiş, yani telaffuzunu Türkçeye uygun olarak yaptığımız kelimelerin bazılarında yer alan ünlü harflerin bulunduğu heceler uzundur. Arap harfleri yürürlükteyken uzun ünlüler (ى،و، )اsesleriyle belli olduğu için telaffuzda bir sıkıntı hâsıl olmuyordu. Ancak şimdi meselâ “padişah” kelimesinin ilk hecesi olan ‘pa’nın uzun okunacağını, yazı dilinden çıkarmak mümkün değildir. Bir diğer şey ise, aynı yazılan iki kelimenin birinin uzun okunmaması yüzünden anlamca birbirine karışma sorunudur. Söz gelimi katleden anlamındaki katil ( )قاتلkelimesinin ‘ka’sı uzunken katledilen manasındaki katil ( )قتيلsözcüğünün ‘ka’sı kısadır. Görüldüğü üzere ilk hecenin uzun yahut kısa okunması, kelimenin manasını tamamıyla değiştirmektedir. b) Aynı telaffuz edilen ünsüzler: Arapça ve Farsçadan gelen bazı kelimeler, Yeni Ufuklar, sayı 27 DİL / EDEBİYAT farklı harfler bulundurmalarına rağmen dilimizde aynı telaffuz edildikleri için birbirine karışma ihtimali doğmuştur. Örneğin Türkçede tek bir “d” sesi mevcuttur. Bundan ötürü sapkınlık anlamındaki dalalet ( )ضاللتve gösterme manasındaki delalet ( )ﺪﻻﻟﺖkelimelerindeki ‘d’ ler aynı şekilde telaffuz edileceğinden aradaki fark ‘d’ harfinden sonra gelen ünlünün ‘a’ ve ‘e’ olarak farklı biçimlerde yazılmasıyla telâfi edilebilmiştir. Fakat görenek manasındaki âdet ( )عادتve sayı anlamı ihtiva eden adet( )عددgibi kelimeler böyle bir tatbikata müsaade etmemektedir. Sayı manası içeren adet sözcüğünün ( )عددsonundaki ‘d’nin ‘t’ olarak okunması, diğer kelimeyle karıştırılmasına neden olmakta, görenek manasındaki “adet”in ‘a’sının uzun olduğunun belirtilmesini zorunlu kılmıştır. c) İncelik ve kalınlık: Eski harfleri kullandığımız zamanlar, Arapça ve Farsçadan gelen kelimeler geldikleri dilin imlâsına mutabık kalınarak yazılır, ancak Türk hançeresine göre okunurdu. Misal, eski alfabedeki kalın()ص, ince ( )سve peltek ( )ثolmak üzere üç versiyonu olan ‘s’, Türkçede tek ve standart bir ‘s’ ile telaffuz edilir. Keza çeşitleri olan ‘h’ (ه،خ،)ح, ‘d’( ض،) د, ‘z’( ظ،ض،ز،) ذ, ‘t’(ط،) ت ve ‘a’(ع، ) اsesleri de böyledir. Buna mukabil iki çeşidi olan ‘k’( ق، ) كve g( غ، ) گile tek olan ama yerine göre farklı telaffuzu olan l ( ) لsesleri ince ve kalın olmak üzere iki türlü telaffuz edilirler. Alfabemizde ‘k’, ‘l’ ve ‘g’ seslerinin ince ve kalın olmak üzere ayrı harfler olarak gösterilmemesinden doğan problem, mezkûr harflerin yanlarına getirilen ‘a’ ve ‘u’ seslerine düzeltme işareti koyularak giderilmeye çalışılmıştır. Bu ameliyede de maalesef bir standarttan söz edemiyoruz. d) Nisbet ‘i’leri: Memleket, şehir, meslek, mahsusluk, lâyıklık, alâka vs. pek çok münasebetlerle nisbet sıfatı yapan bu ek Türkçede hayatî bir ehemmiyeti haizdir. Arapça menşeli diye yerine getirilen “sal” ve “sel” ekleri nisbet ekini ancak nisbeten karşılayabilmiştir. Şunu da belirtmek gerekir ki, muhafazakârlık saikiyle bugün “sal” ve “sel”e karşı çıkmak bizi sadece çıkmaza sürükler. Nitekim kullanımı oturmuş “bitkisel”, “finansal” gibi kelimeleri nisbet ekiyle “bitkivî”, “finansî” yapmamız muhaldir. İşte bu nisbet i’lerinin belirtme ekiyle karışmaması için ‘i’ seslerinin üzerinde düzeltme işareti kullanımı zorunludur. Örneğin “ilmi mi?” diye bir cümle kurduğumuzda anlamı “bilimsel mi?” ve “[onun] ilmi mi?” şeklinde iki kapıya çıkar. Cümlenin gidişatından ne olduğunu tesbit etmek pekalâ mümkündür; mamafih anlamın sarahati açısından ayrımın ibraz edilmesi şarttır. Aksi takdirde cümlenin gidişatına sığınma bahanesi, sadece düzeltme işaretinin değil, birçok noktalama işaretinin ortadan kaldırılmasını meşrulaştıracaktır. Düzeltme işareti kullanmanın bir zorunluluk olduğu anlaşıldığına göre şimdi nerelerde kullanılması / kullanılmaması gerektiğini tayin edebilmek amacıyla mevcut uygulamalara kısaca göz atalım. Düğüm Türkçedeki uzun ünlülere düzeltme işareti koymamak, aynı şekilde yazılan kelimeler arasında anlam karışıklığına sebebiyet verebilir. Aynı şekilde yazılan kelimeler derken, sesteş sözcükleri kastetmediğimizin altını çizelim. Birinci teklik şahıs zamiri olan “ben” ile vücuttaki koyu renkli lekeler olan “ben” sesteştir. “Ben” in ne manaya geldiği, cümlenin gidişatından çıkartılır. Yeri gelmişken söylemeliyiz ki, aynı kelimenin temel ve mecaz anlamları, onu sesteş yapmaz. Örneğin hem iki kara parçası arasından akan suyun bulunduğu yeri anlatan “boğaz” sözcüğü ile baş ile gövdeyi bağlayan vücudun kısmı olan “boğaz” kelimesi sesteş olmadığı gibi, aynen sesteş kelimeler gibi mana farkının belirtilmesine ihtiyaç yoktur. Yalnızca Türkçede değil, her dilde mevcut olan bu tip kullanımlarda kelime cümledeki yerine göre manalandırılır. Ancak alem (sancak) – âlem (evren), hala (babanın kız kardeşi) – hâlâ (şimdi bile), hal (pazar yeri) – hâl (durum), nar (bir meyve) – nâr (ateş), ama (fakat anlamında bağlaç) – âmâ (kör) vs. sözcüklerinin ayırt edilmesi için uzun ünlülerin gösterilmesi iktiza etmektedir. O halde uzun ünlülere düzeltme işareti konulmalı mıdır? Bu suale cevabımız menfi olacaktır. Zira bütün uzun ünlülere şapka koymak, imlâyı çok külfetli bir hâle getirir. Ayrıca Türkçedeki uzun ünlülerin hepsini bilerek ve doğru kullanacak ilimle mücehhez insan sayısı çok çok azdır. Uzun ünlülerin hangisi olduğunu bilmek için tüm sözcüklerin eski imlâyla yazılışlarını bilmek elzemdir. Uzun ünlülerin bilinmediğini, düzeltme işaretinin uzun zannedilerek yanlış yerlerde kullanılmasından anlamaktayız. Meselâ “mâşuk”, “mâruf”, “mâlum”, “Cumâ”, “târikat”, “nüshâ”, “lîsan”, “mâna” “gazâb” “mutlâkiyet” kelimelerinde şapka koyarak gösterdiğimiz, uzun olarak okunan ünlülerin hiçbirisi uzun değil, kısadır. Şapkayı, sözcüğün yaygın olarak telaffuz edildiği gibi koyacak birçok kişi bu kelimeleri bu şekilde imlâlayacaktır. Uzun ünlüler gösterilecekse o kelimeler şöyle yazılmalı ve telaffuz edilmelidir: “maşûk”, “marûf”, malûm”, “tarîkat”, “lisân”, manâ”. “Cuma”, “nüsha”, “mutlakiyet” ve “gazab” kelimelerinde ise düzeltme işareti bulunmaz, zira uzun ünlü bulunmaz. Bütün uzun ünlülere şapka koymamızın yanlış olacağı argümanımızı destekleyen başka bir sebep, Arapça ve Farsçadan gelmiş bütün uzun ünlülerin Türkçede telaffuz edilmemesidir. Örneğin biz “hatun” kelimesinin sadece ilk hecesini uzatırız fakat orijinaline sadık kalındığı takdirde ikinci ünlünün de uzatılıp “hâtûn” diye okunması gerekir. Hatta bir kelimedeki ünlünün bazen kısa, bazense uzun okunduğu durumlar söz konusudur. Mesela normalde Arapça kökenli olan “zaman” kelimesinin iki hecesi de kısa okunurken (zamanda yolculuk yapmış) sözcük belirtme ve yöneltme eki aldığında, ikinci hecede yer alan ve orijinalinde var olan uzun ‘a’ kendisini gösterir (zamânını iyi kullan / zamâna bırak). Bu hadiseye Türkçe kökenli sözcüklerde de rastlanır. Örneğin “baş” kelimesi kısadır (başım ağrıyor / başında şapka yok) ama “baş üstüne” derken ‘a’ uzayıverir. Dolayısıyla sadece telaffuzu kıstas alarak aynı kelimeye kimi zaman şapka koyup kimi zaman koymamak, insicamsızlığa sebebiyet verecektir. Uzun ünlülere düzeltme işareti koyulmasına dair 51 DİLMAKALE / EDEBİYAT yaygın bir uygulama, ‘k’, ‘g’ ve ‘l’ den sonra gelen uzun ünlülere koyulmasıdır (kâfiye / gâfil / üslûp). Kimileri ‘l’ den sonra sadece ‘a’ya koyup (lâzım) ‘u’ ya koymamaktadır (mağlup). Kanaatimizce bu tatbikatta da tutarsızlık vardır. Çünkü salt uzun ünlü noktainazarından bakıldığında ‘k’, ‘g’ ve ‘l’ harflerinin diğer harflerden hiçbir farkı yoktur. Düzeltme işaretini inceltme işleviyle kullanmak aynen uzun ünlüler mevzusunda olduğu gibi bilgiyle donanımlı olmayı gerektirir. Zira ‘k’nin eski yazıda kef mi ( )كyoksa kaf mı ()ق, ‘g’nin kef mi ( )گyoksa gayın mı ( )غolduğunun bilinmesi şarttır. Söz gelimi “zülfikar” kelimesinin son hecesi olan “kar” sık sık ince olarak okunmaktadır. Hâlbuki oradaki ‘k’ kalındır ve dolayısıyla –uzun ünlü göz ardı edildiğinde – ‘a’ya inceltme maksadıyla düzeltme işareti konması yanlıştır. Keza sıradan bir vatandaşa “şikayet” kelimesindeki ‘k’nin ince mi yoksa kalın mı Aynı harflerle ya- olduğu sorulduğunda, zılan fakat ma- muhtelif cevaplar alma naları farklı olan ihtimali yüksektir, buna binaen ‘a’ ya şapka kelimelerde, sözkoyulup koyulmayacağı cüklerin anlamca meselesi zuhur edecektir. birbirine karış- Aynı sorun, ince ve kalın maması için ayırt okunan ‘l’ harfinde de edici bir işaret mevzubahistir. Çünkü olarak kullanılma- kendisinden sonra kısa ünlü olan ‘l’lerin ince lıdır: adem-âdem; veya uzun okunması adet-âdet; ama- hususunda bir telaffuz âmâ; batın-bâtın; birliği yoktur. Örneğin nazım-nâzım; “lafız, “bilakis”, vakıf-vâkıf gibi. “telakki” ve “telaffuz” sözcüklerindeki ‘l’leri bazıları ince, bazıları ise uzun telaffuz etmektedir. O halde ‘a’lara düzeltme işareti konulmalı mı yoksa konulmamalı mı problemi baş gösterecektir. Düzeltme işaretinin inceltme fonksiyonundan arındırılması ise, ince olan ve kendisinden sonra uzun ünlü olan, bundan ötürü kesinlikle ince okunan ‘k’, ‘g’ ve ‘l’lerin yanlışlıkla kalın telaffuz edilmesine neden olacaktır. Batı kökenli kelimelere düzeltme işareti koyanlar olduysa da çoğunluk tarafından kabul edilmeyen bir uygulamadır. “Lamba”, “plan”, “lahana” vb batı kökenli sözcüklerde ‘l’yi ince okuma temayülü olsa da ince telaffuz edilmesi şart değildir. Yani kalın okunması bir problem teşkil etmez. Bundan dolayı düzeltme işareti konulmasına ittifakla hacet yoktur. Vezin gereği uzun okunan ünlüler de böyledir. “Vezin gereği” olduğu için uzun okunmaları her zaman lâzım gelmez. Bunlarda da şapka kullanılması lüzumsuzdur. Transkripsiyon harfleri kullanılan bilimsel metinlerin konumuz dışında olduğunu söylememize zannederiz ki ihtiyaç yoktur. Şunu da ilâve edelim ki Türkçe 52 sözlüklerde uzun okunan heceleri göstermek için düzeltme işareti değil de çift nokta gibi başka bir işaretten istifade etmek, karışıklığı azaltmak adına daha isabetli olacaktır. Çözüm Düzeltme işaretini sadece gerektiği yerlerde ve belli bir mantığa istinaden tutarlı bir biçimde kullanmak adına tekliflerimizi şöyle sıralayabiliriz: a) Aynı harflerle yazılan fakat manaları farklı olan kelimelerde, sözcüklerin anlamca birbirine karışmaması için ayırt edici bir işaret olarak kullanılmalıdır: adem-âdem; adet-âdet; ama-âmâ; batın-bâtın; nazım-nâzım; vakıf-vâkıf gibi. b) Bütün uzun ünlülere ve bütün incelere kullanımın imkânsız derecede zor olmasından dolayı, uzatma ve inceltmenin bir arada bulunduğu durumlarda, ‘k’, ‘g’ ve ‘l’ harflerinden sonra gelen uzun ‘a’ ve ‘u’nun üzerinde, uzatma ve inceltme gösteren ortak bir işaret olarak kullanılmalıdır. Bu mezkûr harfler kapalı hecelerde kısalmış olsa bile, birleşme ve çekim sırasında tekrar açılacağından, bu tip kelimelerde de geçerlidir : alâmet, belâ, kâgir, lâzım, sülâle, ulûfe, vekâlet, vilâyet, zekâ, kâhya, ahkâm, iflâs, tezgâh gibi. c) Kelimelerin çekim eki almış şekilleri ile nispet i’sinin karışma olasılığı bulunduğundan ve nispet i’lerinin daima uzun okunmasından dolayı nispet i’leri üzerinde her zaman gösterilmelidir: adlî, askerî, insanî, resmî, siyasî gibi. Sunduğumuz teklifler, Mertol Tulum’un Yeni İmlâ Kılavuzu’nda (İstanbul 1986) belirttiği ve uyguladığı yöntemle aynı doğrultudadır. Yukarıda saydıklarımızın dışındaki durumlarda düzeltme işareti kullanmanın, tutarsızlık ve külfet meydana getireceğini iddia etmekle beraber bu konuda her türlü tenkide ve tashihe açık olduğumuzun altını çizerek yazımızı bitirelim. VEFAT VE BAŞSAĞLIĞI Kayseri Şube Başkanımız Orhan Köksal beyin ağabeyi ÖMER KÖKSAL 17. 11. 2015 tarihinde vefat etmiştir. Kayseri’de defnedilen merhuma Allah’tan rahmet, ailesi, yakınları ve sevenlerine başsağlığı dileriz. YENİ UFUKLAR DERNEĞİ Yeni Ufuklar, sayı 26 27 DİLMAKALE / EDEBİYAT 53 STRATEJİ ÖZBEKLERİN HİKÂYESİ: Özbekistan’ın Bugünü: Dr. Aslan YAMAN -3Stratfor, Ocak 1, 2014 Dış güçlerin Özbekistan’a ilgisi Özet Analiz Rusya gibi, Çin de kendi stratejik zorunlulukları nedeniyle Orta Asya’daki etkisini artırma yollarını aramakta ve Orta Asya’dan çeşitli şeyler ummaktadır: Kendi batısını güven altına almak, bölgeden elde ettiği kaynaklardaki tedarik devamlılığını sağlamak ve bölgeyi karadan geçiş koridoru olarak kullanmak... Özbekistan’da sürüp giden kabile mücadeleleri, gücü ele geçirme üzerine oyun kuran oyuncuları ve sektörleri belirlemeye ve ülkeyi istikrarsızlaştırmaya devam ederken, yakın çevresinde yer alan süper güçler, geçmişte olduğu gibi, kuşkusuz, bugün de bu bölünmüşlükten istifade etmeye çalışmaktadır. Özbekistan; komşularının çoğundan farklı olarak, diğer ülkelerle işbirliği ve bağımlılık ilişkisi oluşturmaya mesafeli durmasına rağmen, etrafında yer alan güçler ülkeyi istikrarsızlaştırıp, Kerimov’un Başkanlığının sona ermesi ile bu önemli Orta Asya ülkesinde kendi etkilerini artırabilirler. İki ana oyuncu; Rusya ve Çin, Özbekistan’da politik hareketleri be- lirlemeyi ve bu yoldan ülkenin tümünü şekillendirmeyi istemekte ve Orta Asya’nın tamamına nüfuz etmek için Özbekistan’dan geçmek zorunda olduklarını düşünmektedirler. Bilindiği üzere; Özbekistan Orta Asya’nın tamamında yaşayan nüfusun yarısını kendi topraklarında barındırdığı gibi, Orta Asya’nın kalbi Fergana Vadisi’nin nerede ise tümünü elinde tutarak diğer Orta Asya ülkelerinin tamamına da sınırdaştır. Diğer Orta Asya devletleri de kendi gelecekleri açısından daha fazla düşmanlık oluşmasının önüne geçerek Özbekistan üzerinde etkili olmak istemektedirler. Bu istek oldukça gerilimli olan bölgesel ilişkileri kontrol altına almak bakımından önem taşımaktadır. Rusya M oskova, Çarlık Rusya’sı zamanından günümüze, Özbekistan’da her zaman etkili olmayı istemiştir. Özbekistan ise; Moskova’yı kendisinden uzak tutabilmek için Rusya’nın önderlik ettiği ittifaklara katılmak istememesine rağmen, ticari olarak, işçi dövizlerinin ülkeye gelmeye devam etmesi ve savunma silahlarının temini bakımından Rusya’ya yaslanmak zorundadır. İçinde ülkeden çıkarılan doğal gazın da olduğu Özbekistan’ın toplam ihracatının aşağı yukarı % 26’sı Rusya’ya yapılmaktadır. Rusya açısından bakıldığında ise; Sovyetler Birliği’nin bir parçası haline getirilememiş Asya ile İslam dünyasına karşı, ülkenin güney kanadında güvenliği sağlamak Orta Asya’nın etki altına alınmasıyla mümkün görünmektedir. Özbekistan dışındaki Orta Asya ülkeleri Kazakistan ve Türkmenistan enerji bağları yoluyla, Kırgızistan ve Tacikistan askerî üsler yolu ile etki altında tutulmakta, Rusya’nın bu ülkelerdeki etkisi 2010 yılında gerçekleştirilen Kırgız devriminde de görüldüğü üzere Özbekistan üzerinde büyük bir baskı yaratmaktadır Rusya’nın Orta Asya’daki varlığı geçtiğimiz yıllarda artmaya devam ederken, Özbekistan’ın askerî bir ittifak olan Moskova Ortak Güvenlik Anlaşması Örgütünden 2012 yılında çekilmesi örneğinde görüldüğü üzere 54 Yeni Ufuklar, sayı 27 STRATEJİ ittifaklara girmesi için yapılan baskılar Özbekistan tarafından reddedilmektedir. Özbekistan’ın direnmesine rağmen, Moskova Özbekistan’da birçok kaldıraça sahiptir ki bunların en önemlisi Rusya’da çalışarak ülkeye para gönderen göçmen Özbek işçilerdir. Rusya Federal Göç Hizmetleri Bürosu’nun verilerine göre Özbekistan nüfusunun % 8’ini oluşturan 2,5 milyon göçmen Özbek Rusya’da çalışmaktadır. Göçmen işçiler tarafından 2012 yılında 5,7 milyar dolar veya bir başka ifade ile Özbekistan millî gelirinin % 11’inden daha fazlası tutarında bir kaynak Özbekistan’a transfer edilmiştir. Taşkent, ülke içinde artan nüfusa yeteri kadar iş yaratamadığını göz önünde bulundurarak, çalışanların Rusya’ya erişebilmesinin devam etmesi gerektiği sonucuna varmaktadır. Diğer yandan, Moskova’nın Özbekistan’ın askerîistihbarî kuruluşları ve Rusya vatandaşı zengin iş adamı Alişar Osmanov üzerinden de, özellikle Fergana Kabilesiyle yakın bağları bulunmaktadır. Osmanov 20 milyar doları aşan serveti ile Rusya’nın en zengin adamlarından biri olarak içinde Putin’in de olduğu Kremlin ile çok yakın ilişkiler içindedir. Osmanov’un esas memleketinin Namangan olması nedeniyle lidersiz Fergana Kabilesi ile yakın temas halindedir. Kerimov’un yönetimindeki Kabileler ile olası bir çatışma durumunda, Rusya’nın kendini Osmanov üzerinden Fergana Kabilesinin yanında konumlandıracağına kuşku yoktur. Görülmektedir ki; Taşkent Kabilesi tarafından liderlerinin yok edilerek Fergana Kabilesinin ezilmesinden önce, Kremlin ve Osmanov beraberce Fergana Kabilesini güçlendirmekteydiler. Yine de, Moskova’nın gelecekte kimi destekleyeceği belli değildir. Çin Rusya gibi, Çin de kendi stratejik zorunlulukları nedeniyle Orta Asya’daki etkisini artırma yollarını aramakta ve Orta Asya’dan çeşitli şeyler ummaktadır: Kendi batısını güven altına almak, bölgeden elde ettiği kaynaklardaki tedarik devamlılığını sağlamak ve bölgeyi karadan geçiş koridoru olarak kullanmak. Çin tarihte de sınırlarını batı ve kuzeye doğru genişletme ve bunun için de Orta Asya’yı tampon bölge olarak kullanma eğiliminde olmuştur. Eskiden olduğu gibi, şimdi de ülkenin batı sınırları ile kendi sınırları içinde yer alan Sincan’da (Doğu Türkistan) güvenliği sağlayabilmek üzere, Orta Asya’daki etkisini artırmayı istemektedir. Orta Asya’nın tamamı Doğu Türkistan’da yaşayan Uy- 55 STRATEJİ gurlarla soydaş veya Uygurlarla bağları bulunan geniş bir nüfusa sahiptir. Diğer yandan Çin, Orta Asya’dan elde ettiği hammaddelerin akmaya devam etmesini ve gittikçe büyüyen enerji ihtiyacını karşılamayı garanti etmek zorundadır. Özbekistan; doğal gaz, altın, uranyum, bakır gibi Çin’in doğrudan ilgisini çeken pek çok doğal kaynağa sahiptir. Bölgenin merkezi olması itibarıyla Özbekistan, eski ipek yolunda olduğu gibi Çin’den Güney Asya’ya, Orta Doğu ve Orta Asya’ya uzanan ticaret yollarının ana kavşağı ve en önemli geçiş bölgesidir. Çin, ihtiyaç duyduğu malların tedarik yollarını çeşitlendirerek halen ağırlıkla dayandığı deniz yolu taşımacılığına ilaveten yeni ve gelişmiş kara taşımacılığı ağları oluşturmayı ve eski ipek yolunu kendi ticari ağının bir parçası haline getirmeyi hedeflemekteÇin, Özbekistan dir. Bu doğrultuda Kazakistan, Kırgızistan ve Taciiçindeki Kabile kistan ile demir yolu inşa mücadelelerinedilmesi ve sınır geçen de hangi Kabilehatların geçiş haklarının yi desteklediğini neler olacağını tartışmaya göstermemiş ve başlamıştır. Muhtemeldir gerek Özbekistan ki; bu tartışmaların bir ile gerekse ülkesonraki adımını Özbekisdeki Kabilelerle tan ile yapılacak müzakekuvvetli bağlar reler oluşturacaktır. Tüm kuramamıştır. Dibu olguların da ötesinde ğer pek çok Orta bölgedeki etkisini dikkate Asya devletinde alan Çin, diğer ülkelere erişebilmek için Özbekisolduğu üzere, tan ile ilişkilerini güçlenÖzbekistan’da dirmek istemektedir. Sovyet propagan- dasının doğasından kaynaklanan bir Çin karşıtlığı vardır. Şimdilerde, Çin’in Özbekistan üzerindeki etkisi göreli olarak düşük ise de, Pekin Özbekistan’a ilave şeyler teklif edebilmek üzere başka bazı imkânlara sahiptir. Orta Asya’da yatırım yapmak konusundaki niyetini belli etmiş ve Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’da yatırımlar yapmıştır. Özbekistan halen geniş ölçüde yabancı sermaye çekmekten uzakta durmakta olmasına rağmen bu durum Özbekistan’ın komşularından geri kalmaya başladığını görmesi ile değişebilecektir. Koyduğu üretim hedeflerine erişememiş Özbekistan’da, Çin, özellikle enerji sektörüne yatırım yapmayı düşünecektir. Kazakistan ve Türkmenistan’a yaptığı yatırımlarla buralardan gaz ve petrol sevk etmektedir. Pekin ve Taşkent geçtiğimiz yıllarda doğal gaz konusunda ciddi müzakereler yapmışlarsa da Özbekistan’dan sözleşmeye bağlanmış miktarda gaz sevkiyatı başlatılmasının halen çok uzağında durmaktadırlar. 2012’de Özbekistan 57 milyar metreküp gaz üretmiş olmasına ve hali hazırda Çin ile 10 milyar metreküplük doğlagaz satış kontratı imzalamasına rağmen 56 yalnızca 200 milyon metreküp gaz sevk edebilmiştir. Çin, Özbekistan’a güvenlikte işbirliği yapmayı da teklif edebilir. Özbekistan’ın Rusya’nın liderliğindeki Ortak Güvenlik Anlaşması Teşkilatından çekilmesinden sonra, diğer ülkelerle güvenlik işbirliği arayışlarına ve bu doğrultuda çekilmesini takip eden ay içinde Çin ile savunma işbirliği görüşmelerine başladığını hatırlayalım. Özbekistan, Rusya’nın Orta Asya’da etkisini artırdığı bir dönemde özellikle Rus olmayan satıcılardan silah temin etmek istemektedir. Tüm bu gelişmelerin yanında Çin, Özbekistan içindeki Kabile mücadelelerinde hangi Kabileyi desteklediğini göstermemiş ve gerek Özbekistan ile gerekse ülkedeki Kabilelerle kuvvetli bağlar kuramamıştır. Diğer pek çok Orta Asya devletinde olduğu üzere, Özbekistan’da Sovyet propagandasının doğasından kaynaklanan bir Çin karşıtlığı vardır. Özbekistan, halen, Kazakistan’ın büyük ölçüde başardığı gibi Taşkent ile Pekin arasında güçlü bağlar oluşturulabilmesi için yerleşmiş önyargılarla başa çıkmaya çalışıyor ve görünen o ki bu bağların oluşturulması uzun zamanlar alacaktır. Buna ilaveten Çin, Rusya’nın çok yakından bildiği ve üzerinden politikalarını uyguladığı Kabileleri yakından tanıma ve onlarla işbirliği yapma kaabiliyetini henüz gösterememiştir. Diğer Orta Asya Devletleri Diğer Orta Asya devletleri de Kerimov’dan sonra gerçekleşecek değişiklikler sırasında Özbekistan’da kendi etkilerinin artmasını istiyorlar. Bu istekleri Çin ve Rusya’nın ülke üzerinde oynadıkları büyük oyunun bir parçası olmaktan çok kendi güvenlikleri açısından önem taşımaktadır. Özbekistan ile sınırları olan diğer Orta Asya ülkeleri daha önceden de görüldüğü üzere Özbekistan’da bir istikrarsızlık oluşması durumunda, bu istikrarsızlığın kendi ülkelerine sıçrama ihtimalini öncelikle göz önünde bulundurmaktadırlar. Andican’da kriz çıktığı zaman, binlerce (eğer yüz binlerce değilse) Özbek, Güney Kazakistan ve Kırgızistan’a kaçmaya çalışmıştı. Sınırlarda Kırgızistan, Kazakistan ve Tacikistan ile var olan gerilimler, etnik şiddetten adi suçlara kadar daha büyük bir şiddet içerecek gerilimlere dönüşme potansiyeline sahiptir. Özbekistan’ın içinde çıkacak bir ayaklanma ile mücadeleye başlanması durumunda sınır boyları bundan kesin olarak olumsuz bir şekilde etkilenecektir. Diğer Orta Asya devletleri Özbekistan’da çıkacak bir istikrarsızlığın bölgeye elektrik, gıda, madenler ve diğer pek çok ürün ihracatının da etkilenecek olması nedeniyle olumsuz iktisadi sonuçlarına dikkat etmektedirler. Kırgızistan ve Tacikistan –geleneksel olarak Özbekistan ile herhangi bir şekilde birlikte bulunamazlar- zaten birçok ticari konuda Özbekistan ile ağız dalaşı halindeler. Özbekistan’ın içinde oluşacak bir istikrarsızlık sonucunda daha milliyetçi bir algı gelişirse bu durumda bölgede çok daha karmaşık Yeni Ufuklar, sayı 27 STRATEJİ ABD Dışişleri Bakanı Kerry, Özbekistan Dışişleri Bakanı Kamilov ile... sonuçlar doğacaktır. Diğer 4 Orta Asya devletinde büyük bir Özbek soylu insan topluluğu olduğunu göz önünde bulunduralım. Her bir diyaspora’nın seçkinleri kesin olarak kendi Kabileleri ile temas halinde olup onlarla birlikte hareket ederlerken, daha alt seviyedeki Özbek soylu insanlar da bir Kabileye tarihî bağlar ve aile bağları ile bağlıdırlar. Bu şekli ile Kabile içi mücadeleler Özbek soylu insanlar üzerinden diğer Orta Asya ülkelerine de bulaştırılmış olur. Son olarak; enerji zengini Orta Asya ülkeleri arasındaki rekabet dış piyasa (özellikle Çin) üzerinden yoğunlaşmaktadır. Özbekistan istikrarlı kalarak kendi enerji sektörünü güçlendirirken Türkmenistan’ın Çin’e satmış olduğu enerjideki üstün konumuna zarar verebilir ve Kazakistan’ın gelecekte gerçekleştirmesi mümkün olan enerji ticaretine rakip olabilir. İlaveten, Çin’in yeniden tesis etmeye çalıştığı İpek yolu güzergâhında Kazakistan-Tacikistan veya Kazakistan-Kırgızistan güzergâhına rakip olabilir. Çin’in tek bir Orta Asya ülkesi ile çalışmak yolunda bir tercihi olmamasına rağmen, Tacik-Kırgız güzergâhı yerine, bölgeden yapılacak enerji ihracatını tümüyle değiştirecek Kırgız-Özbek güzergâhını tercih edebilir. Kuşkusuz bu durum Özbekistan ile Çin’in ilişkilerini gelecekte ne derece derinleştireceklerine doğrudan bağlıdır. Özbekistan’ın geleceği; yalnızca ülke içindeki Kabileler için önemli değil, aynı zamanda, hatta, Avrasya’daki güç dengeleri ve diğer Orta Asya ülkeleri için çok daha önemlidir. Böylelikle, bölgedeki pek çok oyuncu ülkede devam eden Kabileler arasındaki rekabetle ve bu rekabetin nasıl sonuçlanacağı ile ilgilenmektedir. 57 MAKALE Siyasî Oryantalizm, Türkiyat Genelinde Azerbaycan Şinaslık * Giriş Yaşar KALAFAT** Bu makale, Azerbaycanşinaslık: Geçmişi, Bugünü ve Geleceği Uluslararası Sempozyumu’na (21-23 Ekim 2015, Kafkas Üniversitesi, Kars), bildiri olarak sunulmuş. ∗∗ Halkbilimci, * 58 Oryantalizm ilim âlemine şark bilim, şarkiyat olarak doğmuş birçok şark bilimci alanlarında büyük eserler vererek önemli hizmetler görmüşlerdir. Zamanla bu bilim alanına batıda, farklı ilgi alanları da eklenilerek, şarkı ilim adına araştırmak, tanımak, değerleri ile değerlenmek amacı, yerini şarkı öğrenerek onu sömürmek, istila etmek, ihtilafa ve kargaşa sürüklemeğe bırakmıştır. Emperyalizm, oryantalizmin ilmî iştigal alanını genişleterek sosyal bilimler içerikli ilimlerle yetinmekle kalmayıp, şark bilimi askerî, iktisadî, siyasî, dinî amaçlı hedefleri ile örtüşür bir yapıya dönüştürmüştür. Emperyalizm muhakkak ki hep entelijansı ile var olmuştur. Entelijansın ulus boyutunu aşıp blok boyutu ile emperyalizmin kaçınılmaz güçlerinden biri oluşu varlığını giderek artırmıştır. Bunun içindir ki, bilhassa günümüz itibariyle her oryantalist az veya çok doğrudan veya dolaylı emperyalizm ile bir şekilde temas halindedir. Bu hal, antiemperyalist bloğa mensup ülkelerin aralarında şark bilimcilerinin de bulunduğu, millî haber alma ve haber almaya karşı olma yapılarında özel dayanışmasını gerektirir. Haber alma ve ona karşı koyma işlemi doğu ülkelerinde sanıldığı gibi sadece ve muhakkak özel devlet kurumları tarafından yapılmaz. Bu var olma ve varlığını koruma mücadelesi top yekûn savaşın kapsamındadır. Türk dünyası için de Türkiyat özel konumdadır. Bu döneme ilk öncülüğü yapan misyonerliğin, sadece ve muhakkak, evvelinde ve sonrasında, mutlaka din içerikli misyon/amaç taşımaması hususu önem kazanmış ve gözden kaçmıştır. Metin Azerbaycan ve Türkiye, gerek Sovyet emperyalizmi, gerek AB ve ABD si ile batı emperyalizmi karşısında aynı sınavı yaşamışlardır ve yaşamaktadırlar. Atatürk’ün fikriyat ve uygulamalarında en az üzerinde durulan boyut antiemperyalist boyuttur. Sosyalistler ve sosyalizme karşı olanlar arasında emperyalizmin mahiyeti tartışılırken bu nokta bize göre yeterince aydınlatılmamıştır. Türkiye ve Azerbaycan, bu iki kardeş ülkenin mensup oldukları millî ve dinî kimlik, jeopolitik ve jeo ekonomik konum, onlara bu stratejik kaderi yaşatmıştır, yaşatmaktadır. Azerbaycan şinaslık, Türk şinaslığın; Azerbaycan Türk coğrafyasındaki yükselen kültür bayrağıdır. Genel Türk şinaslığın bir cüzi olan Azerbaycan şinaslık, Azerbaycaniyat, Türkiyat’ın Kırgız şinaslık, Özbek şinaslık, Kazak şinaslık, Türkmen şinaslık gibi büyük tezahür alanlarından birisidir. Bu genel açıklamadan sonra Türkiyat nedir, ne durumdadır, nasıl olmalıdır ve nedenleri üzerinde durulacak, buradan hareketle bazı kısa ara açıklamalarla, Azerbaycan şinaslığın öneminin açıklanmasına bazı örneklemeler yaparak geçmeğe çalışacağız. Türkiyat, Türklük bilimi doğarken yaşıtlarında olduğu gibi ad alışını lisana, dil bilimine borçludur. Bu hal Fransızlar, Almanlar ve diğerleri için de böyledir. Ancak bu iki ülke diğerlerinde olduğu gibi dillerinin millî kültürel kimliklerindeki yerlerini ön plana alırlarken, birlikte yaşadıkları farklı dilli halkların kültürel çeşitliliğini, millî kültürel kimlikleri kapsamına almayı becerebilmişlerdir. Esasen Azerbaycan’ın Azerbaycan şinaslığında ve Türkiye’nin Türk kültür kimliği tanımlamasında da bu husus farklı şekilde yer almamıştır. Ne var ki emperyalizm, oryantalizm vasıta ve marifetiyle üzerine emperyal operasyonlar geliştirdikleri ülkelerin, birlikte yaşadıkları halkların kültürleri üzerinde yaptıkları çalışmalar ile Azerbaycan ve Türkiye’yi de bu konuda zora sokma denemelerinden vaz geçirmemektedir. Yeni Ufuklar, sayı 27 MAKALE Bu noktada Azerbaycanlı olmak ile Azerbaycan Türkü olmak örtüşürler. Azerbaycancılığın derecesi, Azerbaycaniyata katkının nispeti ile ölçülür. Azerbaycan kültürüne âşık olmak, bu kültüre katkıda bulunmakla anlamını bulur. Bu yurdun bayrağını her alanda yükseltebiliş ile nispetinde Azerbaycan aşığı, Azerbaycan şinas olunur. Azerbaycan halçacılığına ilmek atmış, Azerbaycan müziğine bir dörtlük katmış Lezgi veya Taliş, bu kültürün oluşması ve yaşamasına katkısı nispetinde, anadili veya doğma dini farklılığına bakılmaksızın, Azaerbaycancılığa, Azerbaycan Türk kültürüne mensup olmuş olur. Bildirimizdeki temel bildirimlerden birisi bu husustur. Türklüğün yanlış tanımlara saptırılması, Türklük biliminin alanını daraltmakla kalmayıp, onun, çarpıtmalara kapı aralanmasına da yol açabilmektedir. Türklük Azerbaycan’da da Türkiye’de de aynı muhtevayı içerir ve aynı amale hizmet eder. Bu anlamda Azerbaycan şinaslık Türklük alalının Azerbaycan’daki adıdır. Bu disiplin, Azerbaycan’da da, Anadolu’da da, her Türk’e aynı görevlendirmeği yapar ve aynı heyecanı verir. Türk kültür dünyasının her hangi yerinde, Azerbaycan şinaslığa yapılacak kattı, genel Türkoloji’ye yapılmış katkı anlamına gelir. Azerbaycan Türklüğü, Azerbaycan’da yaşayan ana dili Azerbaycan Türkçesi olmayan halkları da kapsar. Bu açıklama şekli Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan, Türkmenistan ve diğer Türk elleri için de geçerlidir. Tarihe mal olmuş her büyük milletin bir adı ve bir de soyadı vardır. Türklük Türk milletinin soyadı ve Azerbaycanlılık, Türkmenistanlılık ve diğerlerinin adları keza özel adlarıdırlar. Anadolu Türklüğünde ise ad ve soy ad Türk adında birleşme şeklinde olmuştur. Bu husus sadece bir isimlendirme farkından ibarettir. Bunun içindir ki, büyük Türk milletine mensup kimseler Kırgızistan veya Kazakistan Türklerinden iken, Anadolu veya Azerbaycan’a gelmekle bu Türk ellerinde Kırgızistan veya Kazakistan diasporasını oluşturmuş olmazlar. Onlar kendi yurtlarının bir başka diyarına gelmişlerdir. Diaspora veya kopuntu aynı milletin kesimleri arasında aranmaz, aranmamalı. Afganistan’dan Doğu Türkistan’dan Türkiye’ye gelen ve muhtelif Türk ellerinden Azerbaycan’a gelen Ahıska Türklerinin durumu bundan ibarettir. Bu izah içeriğine asimilasyon olgusunu da alır. Asimilasyon, başka, farklı bir millî bünye içerisinde, oraya taşınılan kültürel değerler yok sayılarak, tek yönlü eritilmek demektir. Bir Anadolu Türkünün, Azerbaycan’ı yurt tutması ile Türklüğünü yitirip asimile olmaz, Türklüğünü renklendirme pekiştirip geliştirme imkânını bulmuş olur. Bu açıklama şekli, şüphesiz diğer Türk kesimleri ve Türk coğrafyaları için de geçerlidir. Tarihe mal olmuş her büyük milletin bir adı ve bir de soyadı vardır. Türklük Türk milletinin soyadı ve Azerbaycanlılık, Türkmenistanlılık ve diğerlerinin adları keza özel adlarıdırlar. Anadolu Türklüğünde ise ad ve soy ad Türk adında birleşme şeklinde olmuştur. Bu husus sadece bir isimlendirme farkından ibarettir. 59 MAKALE Azerbaycan şinaslık münasebeti ile alanın bu yakasına dair açıklama yapmaya ihtiyaç duymuş olmam, Emperyalizmin Türk milletinin birlikte yaşadığı halklar arasına nifak sokmasından sonra, bu büyük milleti oluşturan ana dallar arasına da nifak sokmasının beklenebileceğindendir. Azerbaycan şinaslık, Türkmenistan şinaslık, Kazakistan şinaslığın genel Türkoloji’nin aslî parçaları olduğu gerçeğinin unutulmaması bu bakımdan hayatî öneme haizdir. Bu nifak veya doğal gelişme Türkiye’de batı ve Sovyet emperyalizmi güdümünde Kürdolojinin doğmasına veya doğum sancılarına yol açmıştır. Bu futuralist teşhis, birlikte yaşanılan hakları yok sayma 60 anlamında değil, yaşanılan kültür coğrafyasının benzeri sancılara da gebe olduğu ve etnik kimliğe dayalı bu türden türemelerin biteviye devam edeceğine işaret etme adına yapıyoruz. Yeni emperyalist çağrılarda yol, millet yolunda birleşme değil, yeni milliyetler oluşturma yolunda çözülmeğe dönüktür. Bu konuda rahmetli Haydar Aliyev “Türkiye Azerbaycan Dostluğu, kardeşliği ebedidir” demekte ve ilave etmektedir. “Bizim kanımız, canımız, dilimiz, dinimiz birdir”. Bu açıklamamızı, Türklüğün siyasî ve ideolojik bir mevküre olduğu gerçeğini inşa eden ilk ustaların döneminden ilmek alarak sürdürmek istiyoruz. Türkçülüğü, Türk milletini yükseltmek olarak tanımlayan Ziya Gökalp’in fikir temellerini Azerbaycanlı Mirza Fatali Ahundzade ve Kırımlı İsmail Gaspıralı’dan bağımsız düşünmek mümkün değildir. 19.cu yüzyılın ikinci yarısından başlayan Türk- İslam birliği ideali Azerbaycan’da Eli Bey Hüseyinzade, Ahmed Ağaoğlu, Elimerdan bey Topcubaşı, Celil Muhammed Guluzade, Mirze Elekber Sabir, Muhammed Emin Resulzade’nin fikir ve icraatları ile şekillenmekteydi1. Türklük şuuru inşa edilirken M. 1 Tenzile Rüstemxanlı, “Azerbaycan Aydınlarında Oğuzluq ve Türklük Duygusu”, 5. Uluslararası Türkiyat Araştırmaları Sempozyumu Oğuzlar: Dilleri, Tarihleri ve Kültürleri (Editörler; T. Gündüz, M. Cengiz), Ankara, 2015, s. 291-297. Yeni Ufuklar, sayı 27 MAKALE Emin Resulzade; “Men bir türkem, dinim cinsim uludur / Sinem, sözüm ateş ile doludur”. Abdullah Şaik; “Birleşelim Türkoğlu, bu yol millet yoludur / Ünlü zaferle, şanlı tarihimiz doludur.” Hüseyin Cavid; “Nerde kişnerdi ise türkün atı / Kırılırdı bir ülkenin kanadı” deniliyordu. Rafiq Zeka Handan’ın “Men çocukken düşünüp Türklüğümü derk ettim / Ruhumu varlığımı, benliğimi Türk ettim”, diyerek vurgu yaptığı ruhun, benliğin “Türk” yapılması meselesi Türk aydının öncelikli meselesidir. Bu öncelik, tehdit ve tehlikeleri de önleyicidir. Türk yapabilmek için Türklüğün tanımında birleşilebilmelidir. Türklükten ne anlaşıldığı konusunda anlaşılmalıdır. Şüphesiz Türklükle öncelikle kastedilen bir kavim veya ırk olmaktan öteye bir kültür idi ve esas olarak alınan da o anlayış olmalıydı. Bu noktanın aşılması, Türkoloji’nin alanı, kapsamı ve amacı konusunda anlaşmaya varılmasını gerektirecektir. Gaspıralı, “Türk dilli halklar” derken, bir gerçekten yola çıkıyordu. Bu milletin dil kadar güçlü başka bir ortak paydası daha vardır ve o payda halk kültürüdür. “Türk kültürlü halklar” gerçeğinden yola çıkılması bunun için önemlidir. Fikirde, dilde, işte birlik esaslandırması kadar fikirde işte ve halk kültüründe birlik esaslandırması da, antiemperyalist birlik yapılanmasında, Türklüğün varisi olduğu kültür miraslarındandır. Dilde birlik esaslandırması tahakkuk imkânı bulamadan emperyalizm Türklüğün karşısına Kürtçe denemesinde olduğu gibi etnik dilleri millî diller yapılandırması ile rakip olarak çıkarmıştır. Diğer taraftan halk kültüründe birlik esaslandırması, dilde birliğin önünde bir engel olmayıp bu birliğin önünü açıcı özelliktedir. Emperyalizm, Türk birliği karşıtı stratejik bir obje olarak hakların kültürlerini ele alacağı dönemde, yerel dillerden hareketle halk bilimi çalışmalarını başlatmak isteyeceğinden Türk dil birliğinin gerçekleşme şansı bir hayli daha azalmış olacaktır. Halk kültürünün farklılığından yola çıkılarak farklı milliyetler oluşturma amaçlı arayışlar dönemine girildiğinde, bu halkların sayısınca dil, farklılığı üzerinde durulan halk kültürleri ile birlikte hayatiyet kazanmış olacaktır. Gaspıralı hareketi, dağılan Sovyetler Birliği ile yakalanılan tarihi fırsata rağmen gerektiği gibi harekete geçirememiştir. Türk dünyası alfabe birliği, yapılan etkinliklere ve girişimlere rağmen, beklenilen düzeyde ve verimlilikle gerçekleşememiştir. Azerbaycan ve Anadolu Türk alfabeleri konusunda dahi, Latin harflerinde buluşulması başarısına rağmen ortak bir alfabe oluşturulamamıştır. Latin alfabesi dünya genelinde etkinlik alanını geliştirilirken ortak Türk alfabesinde birleşme sağlanamamıştır. Gerçekleştirilemeyen bu ihtiyaca, ortak Anadolu Azerbaycan Türk matbuatına, şartların getirdiği bir sonuç olarak yasaklamalara rağmen yansımıştır. Keza, resmi Anadolu Türk alfabesinde olmayan birçok harf, Türkiye Türk yayın hayatına, kanunla engellenmiş olmasına rağmen Kürtçe üzerinden adeta zor kullanımı sonucu girmiştir. Böylece, bu konuda, Türkiye ve Azerbaycan Türkologları bir kere, Türkiye Türkologları ise fikirlerine hayatiyet kazandırma hususunda, iki defa yenik düşmüştür. Emperyalizm dilde birliğe nifak sokmuş, kültürde birliği, Türk kültürlülüğe karşı tehdit noktasına getirmiş, gelinmiştir. Gaspıralı, milletlerin terakkisi için evvel emirde fikir lazımdır, derken biz halkbilimi çalışmaları üzerinde stratejik önem itibariyle durulmasını da öneriyoruz. Bunun içindir ki Türklüğün bir kültürel vetire olduğu, bu servetin ortakları arasında birlikte yaşanılan halkların da bulunduğu anlayışı demokratik bir ilmî zihniyetle stratejiye dönüştürülebilmelidir. Azerbaycan ve Anadolu Türklüğü halk dili noktasında yüzde yüz anlaşabilirlerken, güzidelerin ilmî mesleki dil kullanımlarında bu yüzde ciddi şekilde düşmektedir. Örneklemek gerekir ise Azerbaycan Türkçesi ile Anadolu Türkçesi arasında mitoloji ve halk biliminin çeşitli diğer alanlarında mesleki ihtisas sözlükleri henüz oluşturulamamışlardır. Türk ellerinin halk dilinden kopuk aydın dili, halkların millî dili yapılmaya çalışıldığı nispette, batı ve doğu Türklüğü arasında giderek artan mesleki dil farklılığı, farklı millî mesleki dillerin oluşmasına yol açabilecektir. Azerbaycan ve Anadolu Türk aydınının, geçici görevlendirmeler ve kültür şölenleri vasıtasıyla kurulan küçümsenmeyecek düzeydeki kültür köprüsü, eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutulamamaktadır. Adeta, büyük ölçüde bir iş bulma ve seyahat yapabilme konumuna düşürülmektedir. Bu sahada, sosyal bilimler alanında, Türkologları dal ve evsafları ile tanımlayabilecek, biyografik bilgi içerikli, ortak Türkologlar bankası oluşturulamamıştır. Keza, Azerbaycan ve Anadolu’da Türkoloji alanında yapılan ilmî çalışmaların bibliyografyaları da oluşturulamamıştır. Azerbaycan ve Türkiye arasında Türkoloji’nin çeşitli alanlarında, üst seviyeden ortak projelerin oluşturulamamış olması, maalesef bir gerçektir. Bu sahada, daha ziyade kendiliğinden gelişen münferit çalışmaların yapılmasıyla yetinildiği, bunların üst değerlendirmeğe tabi tutulmadığı görülmektedir. Sonuç Sonuca giderken, bütün bu ve benzeri konularda fikir üretebilmek için her iki ülkenin kurumlarının doğal olarak yakından bilinmesi gerekir. Mesela, Azerbaycan Millî İlimler Akademisi İnsan Hukukları Enstitüsü’nün kuruluş amaç mevzuatı ve eğitim müfredatını veya Azerbaycan Rupublikası Dinî Kurumlarla İş Üzere Devlet Komitesi’nin keza mahiyetini bilmeden duyulan ihtiyacı ve üretilen çözümleri bilmek mümkün değildir. Bu tür ihtiyaçları Azerbaycan Türk aydını da doğal olarak Türkiye için duymaktadır. Bu tespitleri artırmak mümkündür. Bu tespit, her iki ülkenin ilgili bazı kurumlarının koordinasyonunun gerektiği sonucunu doğurmaktadır. 61 MAKALE EĞİTİM Enerjide Ruslarla Dans! Dursun YILDIZ* Kimilerince TANAP’a rakip olarak gösterilen Rusya’nın Güney Akım Projesi, Avrupa Konseyi ve Bulgaristan’a, tabii aslında ABD’nin Rusya Ambargosu’na takıldı. Şimdi Türk Akımı nereye takılıyor bir bakalım! Su Politikaları Uzmanı, HPA Başkanı * 62 Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 26.09.2015 günü Moskova’daydı. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’le görüştü. Kamuoyuna yansıyan haberlerde cami açılışı öne çıksa da doğal olarak enerji konusu da gündeme geldi. Son günlerde Türk Akımı Doğalgaz Boru Hattı projesine ilişkin görüşmelerdeki tıkanma ve projenin ötelenmesi çeşitli spekülasyonlara neden oluyordu. Rusya’nın Avrupa Birliği`ne (AB) karşı kritik bir Putin hamlesiyle rotasını değiştirdiği Güney Hattı, Türkiye’nin kucağına gelmişti. Önce hızlı bir başlangıç yapıldı. Ancak proje şimdi beklemede. Rusya, Türk Akımı projesiyle ilgili sürecin devam ettiğini açıklasa bile, bir şeylerin projeyi yavaşlattığı kesin. Bunu, Türkiye’deki seçim hükümeti sürecine bağlayanlar da var. Ama benim gibi “Bu işte bir tuhaflık var” diyenler de... Yeni Ufuklar, sayı 27 MAKALE Peki, Rusya’nın Türk Akımı’nı ötelemesinin siyasi, ekonomik, jeopolitik bir arka planı var mı? Varsa ne? Şimdi Projelere Bir Göz Atalım Azerbaycan doğalgazını Türkiye`ye ve sonra Yunanistan-Arnavutluk üzerinden İtalya`ya götürecek TANAP projesi ile uzantısı TAP projeleri ilerliyor. Ama Türkmenistan doğalgazı da TANAP için önemli olmasına rağmen “Hazar’ın statüsü sorunu”na takılıyor. Rusya ve İran buna karşı. Kimilerince TANAP’a rakip olarak gösterilen Rusya’nın Güney Akım Projesi, Avrupa Konseyi ve Bulgaristan’a, tabii aslında ABD’nin Rusya Ambargosu’na takıldı. Şimdi Türk Akımı nereye takılıyor bir bakalım! Rusya Enerji Satrancını İyi Oynar! En önemli dış politika kozu doğal gaz, en önemli dış politika kurumu ise Gazprom olan Rusya, enerji satrancını iyi oynar. Bu nedenle Rusya ile enerji dansı yapan ülkeler çok dikkatli olmalı. Türkiye’nin doğal gazının yarısı Rusya’dan geliyor. Rusya`nın Almanya’dan sonraki en büyük gaz ticareti partneri Türkiye. Buna rağmen iki ülkenin enerji ilişkilerinin güvensizlik katsayısı yüksek. Geçen yılın Aralık ayında Ankara ziyaretinde Rus Lider Vladimir Putin, 1 Ocak 2015’ten itibaren Türkiye’ye verilen doğalgazda yüzde 10,25’lik indirim yapacaklarını açıklamıştı. Fakat Rus tarafı fiyat indirimini hayata geçirmedi ve bu indirimi Türk Akımı’nda pazarlık unsuru haline getirdi. Bunun nedeni Rusya’nın gazpolitiğe bağlı dış politikasının doğal refleksi olarak açıklanabilir. Ancak bu cevap, Türkiye-Rusya doğalgaz ticaret hacmi ilişkileri içinde biraz hafif kalır. Bir diğer yaklaşım ise Rusya’nın çok iyi bir enerji satrancı oyuncusu olduğunun hatırlanması olabilir. 23 Eylül’de Cumhurbaşkanı Erdoğan Moskova’da Putin ile görüştü. Kremlin Basın Sözcüsü Dmitriy Peskov, görüşmeyle ilgili olarak “Rusya Türkiye’nin ikinci ekonomik ortağı olmaya devam ediyor. Son görüşmede doğalgaz konusu da değerlendirildi. Gündemimiz oldukça yoğun. 1 Kasım seçimleri çalışmaları birazcık yavaşlatıyor” açıklamasını yaptı. Görüşmede Türk Akımı doğalgaz boru hattı konusunda bir anlaşmaya varılıp varılamadığı şeklindeki soruyu yanıtlayan Peskov, “Çalışmalar sürüyor. Ortak bir anlayış var. Bu oldukça zor ve kapsamlı bir çalışma. Her şey sırasıyla ilerliyor” ifadesini kullandı. Şimdi bu açıklamayı özetleyerek tekrar okuyalım. Seçim hükümetleriyle enerji konuları yürütülmez. Türk Akımı uygulanabilir ama her şeyin sırası var, duruma bir bakalım... Rusya’nın Gazpolitiği Biz daha önce bu köşede dağıtım merkezinin nerede oluşacağını ve bu gazın AB’ye nasıl ulaşacağını sormuştuk. Şimdi 63 milyar metreküplük, 4 boru hattından oluşan projenin, Yunanistan üzerinden Avrupa’ya uzanacak 3 boruluk kısmının geleceğinin meçhul olduğu söyleniyor! Avrupa Birliği bir ara “bu gaza ihtiyacımız” yok açıklaması da yaptı. Türk Akımı’nın dağıtım merkezi ve nihai rotası tam belli değil. Rusya 11.4 milyar Euro`luk büyük ve stratejik öneme sahip bu projeyi satranç masasının veziri olarak bekletiyor. Rusya’nın gazpolitiğinde sadece ülkenin ekonomik çıkarları değil bölge siyasetinin orta ve uzun vadeli dizaynı da etkili. Bu nedenle Rusya’nın gazpolitiği ile veya Türk Akımı ile Ortadoğu’daki gelişmelerin, Suriye, NATO, IŞİD, PKK, PYD, İran, Amerika, Doğu Akdeniz, Kıbrıs gibi konuların hiç ilgisi olmadığını söylemek saflık olur. Türk Akımı nereye takılıyor sorusunun cevabı için bölgedeki gelişmelere daha geniş bakmamız gerekiyor. Hatta bu bakışımızı Rusların çok sert muhalefetine rağmen Türkiye’nin başlamak üzere olduğu “Kanal İstanbul” projesine kadar da uzatabiliriz. Projeye Rus firmaları da teklif verecekmiş ne dersiniz? Enerji’de Ruslarla dans zordur. 63 EĞİTİM Proje Çocuklar (!) Hilal İlknur TUNÇELİ* 2006 yılının Eylül ayında bir grup uzman, ‘modern hayat çocuklar arasında daha fazla depresyona yol açıyor’ başlığı adı altında ortak bir bildiri yayınladılar. Uzmanlara göre çocuklar çöplük haline gelen global kültürümüz yüzünden zarar görüyor. *Araş. Gör., Marmara Üniversitesi 64 Son yıllarda kadınlar daha hamile kalmadan önce ilaçlar, vitaminler kullanmaya başlıyor, hamilelik sırasında çocuğun gelişimine uygun diyetler uyguluyorlar. Anne karnındaki bebeğin hissettiği bilindiği için klasik müzik dinliyorlar. Bebek için ne önemliyse, hangi etken onu hayata geldiğinde daha sağlıklı ve iyi kılacaksa aileler tarafından uygulanmakta… Yani doğacak olan bebek hayata mükemmel şekilde hazırlanmaya çalışılmaktadır. Bunca uğraş, temelinde çocukların hayatta sağlıklı, akıllı, başarılı ve kariyer sahibi bireyler olabilmesi için yapılmakta ve çocuklar daha anne rahmine düşmeden mükemmel ve ideal niteliklere sahip olabilmek uğruna projeleştirilmektedir. Ancak hayatta mükemmel ve ideal olan bir şey yoktur… Ne çocuklar ne de aileleri hiçbir zaman mükemmel olamazlar. Çünkü hayat içinde bireylerin planlamaları dışında ilerleyen birçok faktör bulunmaktadır. Günümüzde aileler, çocuklar daha 8 aylıkken onlara uygun programlar oluşturmaya başlamakta ve bu durum aşırı anne babalık (hyperparenting), her türlü programla zamanı tıka basa doldurulan proje çocuğa da ‘aşırı programlanmış’ (overscheduled) çocuk denmektedir. Aşırı kaygılı anne babalık çocukları günümüzde giderek daha fazla mutsuz kılıyor. Kimi anne babalar kendi eksikliklerini çocuklarında tamamlamaya çalışıyor, kimileri de her yönden başarılı, on parmağında on marifet sahibi çocukları olmasını hedefliyor. Bu yüzden çocuklar daha küçük yaştayken birden fazla spor ya da müzik dalıyla ilgilenmeye başlıyor ancak aileler çocuklarını bu dallara yönlendirirken çocukların isteklerini ve yeteneklerini göz ardı edebiliyorlar. İyi bir aile olma isteği ve çocukların her zaman mutlu ve kolay bir hayat geçirmeleri dilekleriyle, çocukların ihtiyacı olanı karşılamak yerine, her isteklerini yerine getirebiliyorlar. Çocuklar da girdikleri her ortamda; misafirlikte, sınıfta, oynadıkları futbol takımında; o ortamın göz bebeği, hizmet edilen, tabiri caizse kralı-kraliçesi olmayı bekleyecek ve bunu göremeyince de hırçınlaşacak, hayal kırıklığına uğrayarak davranış problemleri yaşamaya başlayacaktır. Çocuklara sunulan neredeyse sınırsız imkânlar içinde çoğunlukla çocuğun gelişimsel ihtiyaçları ve ilgileri göz ardı edildiği gibi doyumsuz ve şımarık bir nesil yetişmesine de alt yapı sağlanmış oluyor. Aileler çocuklarına istediği her şeyi sunmanın yanı sıra aşırı kontrolcü davranarak çocuklarını birçok yönden örseliyorlar. Ailelerin her şeyi kontrol altında tutamayacaklarının farkında olmaları gerekmektedir. Çocuklarının hayatlarındaki her konuyu kontrol altına almaya çalışırlarsa, çocuklar ileride kendi sorunlarıyla baş edemeyen bireyler olacaklardır. Bu yüzden çocuklar biraz büyümeye başladığında kendi hayatlarının sorumluluğunu almaya başlamaları gerekir. Tabii ki bunu ailelerin gözetimi altında yapmalılar. Çocuğun isteklerini ve ilgilerini göz ardı ederek oluşturulan sıkı, yoğun sosyal ve akademik programların yanı sıra, maddi olarak her türlü isteğinin sorgusuz sualsiz karşılanması çocuğun kendi içinde de bir dengesizlik duygusu hissetmesine sebep olacaktır. Bir yönüyle alabildiğine sınırsız, bir yönüyle de kısıtlı sınırlı ve kendi kontrolü dışında bir hayat yaşamak birçok psikolojik ve davranışsal sorunları da beraberinde getirecektir. Ailelerin öncelikli görevi çocukların ihtiyaç ve gereksinimlerini çocuğun gerek duyduğu şekliyle karşılamak olmalıdır. Çağımız teknolojinin hızlandığı, bilgiye erişmenin kolaylaştığı bir çağdır… Ailelerin çocuklarına özel dersler, sosyal aktiviteler sunmak için kendilerini paralamaları yerine ahlaki ve insani birtakım değerleri kazandırma amacıyla hareket etmeleri gerekmektedir. Çünkü günümüzde her türlü bilgi ve beceri teknoloji sayesinde başka bir aracıya ihtiyaç duyulmaksızın geliştirilebilmekte ancak manevi, insani, ahlaki değerler aynı şekilde Yeni Ufuklar, sayı 27 EĞİTİM edinilememektedir. Günümüz modern dünyasında çocukların etrafı, politik ve kültürel dünyanın insancıl olmayan bakış açısı; duygusallıktan yoksun, karşısındakine güvenmeyen/güvenemeyen ebeveynler; öğrencilere vereceği detaylara takılan öğretmenler ile çevrili. İnsan ilişkilerinden beklentisi olmayan, güvenlik ve kontrol saplantısı olan kültürlerin, çocuk gelişimi üzerindeki etkisi kaygı vericidir. Günümüzde çocuklar evin içine hapsolmuş, kendi oyunlarını kuracak üretkenliği olmayan pasif ve ilgisiz varlıklar durumundadırlar. Hayal güçleri erken yaşta tanıştıkları ve hayatlarının doğal bir parçası olan televizyon ve bilgisayar oyunları ile tıka basa işgal edilmiş olup ayrıca televizyondaki reklamlar sayesinde ticari birer figür olarak algılanıyor, filmler sayesinde kaba kuvvete teşvik ediliyor ve bazı sorumsuz yayınlar sayesinde de travmatik olaylar yaşayabiliyorlar. Asıl önemli olan ise tüm bunların tekrar be tekrar yaşanıyor olmasıdır. Çocukların sokakta geçirdiği zaman azalırken, ebeveynler tarafından yapılandırılan ve kontrol altına alınan oyunların olduğu boş zamanlar artış gösteriyor. Okul öncesi programdan okula, oradan okul sonrası programlara, dahası program dışı dersler, kurslar ve organize edilmiş sporlar… Çocuklarının güvenliği ve gelişimi hakkında aşırı endişeli anne ve babalar, çocuklarının tüm etkinliklerini takip ederek bunlardan en üstün başarıyı elde etmelerini istiyorlar. Yeni doğanların hayatları bile daha en başından takıntılı bazı anne-babalar tarafından programlanıyor. Bebekler için hazırlanan eğitim-öğretim programlarının artışı sektörün genişlediğini bizlere gösteriyor. Programların bilişsel geliştirici özelliğinin olduğu düşüncesi yanlış anlaşılıyor; çünkü zaten bebekler ve erken dönem çocuklarda zihin gelişimi en hızlı düzeyde olur. Ebeveynler sadece bu tarz programları ve oyuncak setlerini satın almıyor, Amerika’da anaokulu öncesi çocuklar için düzenlenen haftada 30 dakikalık dersler veren kurumlar bulunuyor. Buralarda çocuklara kelimeler ezberletilip flaş kartlarla egzersizler yaptırılıyor. Bilim adamları, bu yaşta flaş kartları tanımanın okuma sayesinde olmadığını ve bunu güvercinlerin bile yapacağını belirtiyor. Ebeveynler çocuklarını koruma içgüdüsüyle “aşırı” birçok uygulamalarda bulunduklarından bazı çocuklar hayatları boyunca psikolojik, sosyal ve duygusal tehditlerle yeterince baş edemiyor. Proje çocuklar, ‘hormonlu’ çocuklar, kavanozda yetiştirilen çiçekler, hayatın acı gerçekleri karşısında tuzla buz oluveriyor. Bireyci, güvensiz... Çocukların daha 2-3 yaşlarından itibaren her saatlerinin planlanmış, o kurstan öbürüne aileleriyle birlikte sürükleniyor olması ve toplumun bunu doğru ebeveynlik rolü olarak dayatması sonucu belki akademik olarak başarılı ancak yaşam becerileri noktasında elinde kocaman bir sıfırla sorunlar yaşayarak savrulan bireyler yetiştirilmesine neden olduğu ve olmaya da devam edeceği söylenebilir. Daha geniş bakılacak olursa, gelecek nesillerin bireyci, kariyer odaklı, duygusallıktan yoksun, güvensiz bireyler olması yolunda doğru ebeveynlik ve proje çocuk adı altında sağlam temeller atılmaktadır. Çocukların sosyalleşerek, hayat içinde yaşadığı küçük büyük tüm sorunlarını kendi başına çözmeye çalışarak, riskler alarak, deneyimler elde ederek büyümesi gerekirken, risk ve tehlikelerden korunan, problemleri kendi yerine ailesi tarafından çözülen, neredeyse fanus içinde yetiştirilen çocukların yaşadıkları ve yaşayacakları sıkıntılara yönelik birçok çalışma yapılmıştır. Zihinsel sağlığa dikkat... 2006 yılının Eylül ayında bir grup uzman, ‘modern hayat çocuklar arasında daha fazla depresyona yol açıyor’ başlığı adı altında ortak bir bildiri yayınladılar. Uzmanlara göre çocuklar çöplük haline gelen global kültürümüz yüzünden zarar görüyor. Modern hayat onların gelişmeleri için gerekli şeyleri onlara sunmuyor. Örneğin hazır yemekler, oyunlar, ekrana bağlı eğlence onlara hayatı birinci elden yaşamayı ve deneyim elde etme şansını vermiyor. Ayrıca uzmanlar çocukların zihinsel sağlığının dikkate değer ölçüde bozulduğunu ifade ediyor. UNICEF gibi kurumlar alarm vermiş durumda. Daha yakından bakılırsa çocuklar sadece çok mutsuz değil, bunun yanında stresliler. Yetişkin rol modelleri, çocukların davranış normlarını ve toplumun değerlerini öğrenmeleri ve özümseyebilmeleri için oldukça gerekli. Ebeveynleriyle gerektiği kadar zaman geçirmeyen çocuklar, nasıl davranmaları gerektiğini de, doğal olarak öğrenemiyorlar. Beraberken de kaliteli bir iletişim ve tutarlı bir yaklaşım ile ancak bazı temel değerler içselleştirilebilir. UNICEF’in hazırlamış olduğu çalışma ilk kez çocukların mutluluklarını altı farklı boyutta inceledi ve birbirleriyle kıyasladı. Bunlar; materyal mutluluğu, sağlık, güvenlik, eğitim, arkadaşlar ve aile ilişkileriydi. Yapılan araştırmalarda Avrupa üzerinde İngiltere’nin gençliği en zor durumdaki gençlik olarak bulundu. Buna göre; 15 yaşındaki gençlerde en çok alkol kullanımı, kavgaya dahil olma ve uygunsuz cinsellik İngiltere’de mevcut. Uzmanlar ise bunun nedenini gençlerin aileleriyle olan kopuk ilişkilerine bağlıyor. David Elkind’e göre Amerika’da son on yıl içinde ço- 65 MAKALE cuklar, bir hafta içindeki boş zamanlarının 12 saatini kaybetmiş durumdayken, organize edilmiş spor programları iki katına çıkmış durumda. Çocukların istekleri de göz önüne alınıp boş vakitlerini geçirmek için aile-çocuk beraberce plan yapmak yerine, çocuğun hayatının sadece aile tarafından programlanıp o şekilde değerlendirilmesi bekleniyor. Bu da çocukların keşfetme ve risk almayı öğrenme fırsatını engelliyor. Yapılan bir ankette 10 ve 11 yaşlarındaki 1000 çocuğa kendileri için güvenli ve güvensiz belirli alanlar söylemeleri isteniyor. Çocuklar için tehlike olarak algılanan alanların başında; trafik, yabancılar arasında kaybolmak, trenler ve terör geliyor. Çocuklar için trafiğin tehlikeli bir alan olarak algılanması anlaşılabilir bir şey ve bu onlara ileride trafikte daha dikkatli olmalarını sağlayabilir fakat neden bu kadar çok yabancıdan korkan çocuk mevcut ve hangi imge onları yabancılardan uzaklaştırıyor? Araştırmada bir kız kendini evinin bahçesinde güvende hissettiğini belirtiyor, buna sebep olarak ise bahçede yabancının bulunmadığını ve kendisini alamayacaklarını öne sürüyor. Tabii ki çocuklarımızı dünyanın tehlikelerinden korumalıyız ama böyle olması için acaba çocuklarımızın her gördüğü yabancıyı potansiyel tehlike olarak mı değerlendirmesi gerekiyor? Çocuklarımıza bu algıyı vermiş olmakla, güvenli bir yer olan dışarısını güvensiz hale getirmiş olmuyor muyuz? Çocuklarımızın çevreyle iletişime geçmelerine ihtiyacı vardır, her yabancıyı potansiyel bir zarar verici nesne olarak görmesi o çocuğu yaşamında pasif bir hale getirecektir. Çocuğa bu durumun böyle olmadığı anlatılmalı hatta bazı zor durumlarda yabancıların yardıma koştukları da belirtilmelidir. Başkasından böyle bir yardımseverlik görmeyen çocuk ileride de çevresine karşı aynı duyarsızlığı gösterecektir. Çocukların büyümesi bir koza içinden çıkmaya çalışan kelebeğin kozadan kendi kanatlarıyla kurtulma çabasına benzer. Eğer yoruluyor, sıkıntı çekiyor diye kozadan bizim yardımımızla çıkarsa, kanat kasları çıkmaya uğraşırken yapması gereken idmanı yapamayacağı için, sonrasında uçabilmesi için kanatlarında olması gereken güce sahip olamaz. Çocuğunu çok fazla koruyan, sürekli üstüne düşen, sevgisiyle, ilgisiyle çocuğunu boğan ebeveyn tutumu ile karşı karşıya kalan çocuk yaşamda kendine ait bir dünya kurmak- 66 ta güçlük çeker. Doğallık içinde... Ebeveynlerin çocuklarına olan sorumlulukları, onları dopdolu ve bağımsız bir hayata, donanımlı bir şekilde hazırlamaktır. Onları hastalıklı bir şekilde koruyup her türlü riskten uzak tutmak, çocuklara bir yarar sağlamayacaktır. Başka bir açıdan bakıldığında modern çağın çocukları, kaygılı bile olsalar, daha bilinçli ve ilgili ailelerde yetişmektedir. Ebeveynlerin bütün ilgilerine rağmen, aşırı kuşkucu tavırları, maalesef güven unsurunun ortadan kalkmasına neden olmaktadır. Çocuklarımıza biraz izin vermeli, dünyaya güvenmelerini sağlamalı, başkalarıyla oynamaları için fırsat tanımalıyız. Onlara kendi kararlarını kendilerince alabilme fırsatını sağlamalıyız. Bu arada çocuklarımızı başıboş da bırakmamalı; bir rehber niteliğinde, gerektiği ve ihtiyaçları olduğu yerde ellerinden tutmalı, onları daha güzel bir dünyaya hazırlamalıyız. Proje çocuklar kendi çocukluklarını yaşayamadan, huzursuzluk ve depresyona mağlup oluyor. Her türlü etkinlik için oradan oraya çekiştirilen çocuklar çocukluklarını bir türlü yaşayamıyor. Bırakalım, her şey kendi doğallığında büyüsün. İnsan da… ***Özellikle Hürriyet Gazetesi Eğitim Yazarı Nuran Çakmakçı’nın 9 Mart 2008 tarihli yazısı okunmalı ve Proje çocuklar konusunda ne halde olduğumuz bir kez daha gözden geçirilmeli diye düşünmekteyim. (http://www.hurriyet.com.tr/pazar/8409749.asp) Kaynaklar 1. Crane, W., Holt, H. ve arkadaşları. (2003). Reclaiming Childhood.Letting Children Be Children in Our Achievement-Oriented Society. 2. Rosenfeld, A., Wise, N. Ve Coles, R. (2000). The Over-Scheduled Child: Avoiding the Hyper-Parenting Trap. 3. Elkind, D. (2001). The Hurried Child: Growing Up Too Fast Too Soon. David Elkind, Perseus Books, 2001. 4. Sayar, K. (2014). http://www.kemalsayar.com/KatagoriDetay-Proje-Cocuklarla-Nereye-Kkadar-47.html. Yeni Ufuklar, sayı 27 EĞİTİM Prof. Dr. İbrahim ORTAŞ* YGS Sonuçları Kötüydü, Şimdi Daha Kötü: Öğrencilerin %5’i Üniversite Düzeyinde Sayılır 2015 yılında YGS sınavına 2 milyon 126 bin 684 aday başvurdu, sınava giren 1 milyon 987 bin 488 adayın 145 bini 140 puan alamadığı için ön lisans ve açık öğretim fakültelerine de kayıt yapma hakkını kaybetti. 575 bin 768 aday da 180 taban barajını aşamadığı için LYS sınavına giremeyecektir. Geçen yıl 477 bin kişi 180 puan barajını aşamamıştı yani 180 barajına takılan sayısı 2014 yılına göre 100 bin kişi daha artmış bulunuyor. Bu ham sonuçlar bile ortaöğretimde öğrencilerin akademik olarak yeterince eğitilmedikleri gösteriyor. Bu sınav sonuçları ülkenin geleceğini şekillendirecek gençlerin bilgi donanımını yansıtan, geleceğe yönelik ipuçları veren en iyi göstergedir. Başarı düzeyi, 160 soruya öğrencilerin verdikleri doğru cevap sayısı ile anlaşılmaktadır. YGS Sonuçları ülkemizin geleceğini şekillendirecek öğrencilerimizin akademik başarı düzeyinin düşük olduğu görülüyor. Ülkemizin en ciddi sorunu temel eğitim sisteminin, okul öncesinden ortaöğretime yıldan yıla kötüleşmesidir. Çukurova Üniversitesi öğretim üyesi. * 1 milyon 944 bin 933 toplam adayın -Türkçe testinden ortalamaları 15,8, standart sapmaları 7,5; - Sosyal bilimlerden ortalamaları 10,7, standart sapmaları 6,8; -Temel matematikten ortalamaları 5,2, standart sapmaları 8,1; -Fen bilimlerinden ortalamaları 3,9, standart sapmaları 7,3 oldu. Son sınıfta okuyan ve puanı hesaplanan 856 bin 159 adayın ise - Türkçe testinden ortalamaları 15,9, standart sapmaları 7,7; - Sosyal bilimlerden ortalamaları 10,4, standart sapmaları 6,8; - Temel matematikten ortalamaları 5,4, standart sapmaları 8,4; -Fen bilimlerinden ortalamaları 4,6, standart sapmaları 8,1 oldu. 1998 yılından bu yana her yıl üniversite okumak isteyen öğrencilerimizin akademik bilgi düzeyini ve değişimi izlemekteyim. Uzun zamandır başta fen ve matematik olmak üzere öğrencilerimizin büyük çoğunluğunun ortalama düzeyi çok düşük ve hiçbir ilerleme olmadığı gibi gittikçe ülkemiz eğitimi gerilemektedir. Bu sonuçlar ülkemiz ortaöğretim sisteminin artık geleceğe eğitilmiş, nitelikli bilgi birikimi olan insan yetiştiremediğinin bir göstergesidir. Bu çocuklar hiç okula gitmese bile doğadan öğrendikleri ile bile üç beş soruya cevap veriler. Artık Bu Müfredatı Sorgulamak Zorunlu Üniversitelerin akademik olarak yetersiz yetişmiş adayların üniversitelere gönderilmesi konusunu acilen devletin üst organlarına iletmelerinde yarar var. Merak edilen soru, devletin üst yöneticileri, Milli Eğitim Bakanı, ilgili daire başkanları, okulların müdürleri, üniversite yöneticileri hiç mi rahatsız olmuyor 67 EĞİTİM bu sonuçlardan. Hiç mi kimse “nedir bu sonuçlar? Ülkemizin siyasi partileri bu konularda hiçbir soru önergesi vermiyorlar. Geleceğimiz olan bu gençler mevcut bilgileri ile nasıl yarının gelişmiş Türkiye’sini yaratacağız” diye sormuyorlar mı? Liseden gelen öğrencilerin akademik düzeyi düşük olduğu için gerçek anlamda bilimsel bir eğitim yapıldığını söylemek zor. Üstüne bir de üniversitelerimizin de ciddi bir kalite standardı olmaması sonucu çok zayıf ve mesleki yönden yetersiz mezunlar verilmektedir. Mezunların durumu, işsizlik oranı ve toplumda aranan nitelikli ve iş yapacak teknik bilgi ile donanımlı insan gücü talebi arasındaki çelişki de hepimizin malumu. Bu bağlamda üniversitelerin rektörlerinin konuyu üniversiteler kurulu marifeti ile Başbakanlığa, Milli Eğitim Bakanlığına ve devletin ilgili birimlerine bildirmeleri gerekir. Sınavı geçerli sayılan toplam 1 milyon 944 bin 933 adayın kaçı üniversiteyi okuyacak akademik bilgi ve beceriye sahiptir? Sınav sonuçları pek parlak gözükmüyor. 160 sorunun sadece 35,6’sı cevaplanabilmiş bulunuyor. Yani öğrenciler soruların sadece %22’sini yanıtlayabiliyor. Grafiksel veriden görülebildiği kadarıyla 160 sorunun yarısını (80 soru ve üstü) yanıtlayanların oranı neredeyse %5’ten daha düşük bir düzeyde kalıyor. Sınav Sonuçları İle Üniversitelerin Başarısı Arasında Doğrudan İlişki Bulunmaktadır Sınav sonuçları OECD tarafında yapılan PISA sonuçları ile de paralellik göstermektedir. Sonuçlar ülkemiz eğitim düzeyinin çok ciddi oranda sorunlu olduğunu ve öğrencilerin okuduğunu anlayamadığını, özellikle fen ve matematikte yeterli düzeyde soru çözemediğini gösteriyor. Öğrencilerin maalesef akademik bilgi düzeyi yanında genel kültür yönünden de çok ama çok yetersiz oldukları görülüyor. Yazma, okuma, anlama, genel kültür her yönden dökülüyoruz. Bu yapı ile geleceğin güçlü ülkesi olmayı hiç hayal edemiyorum. Her yıl liselerden mezun ettiğimiz öğrencilerimizin içlerinde çok azı iyi eğitilmiş ve farkına varılabilirliği var, ancak geneli gerçekten çok sorunlu. Bir- 68 çok meslektaşımızdan edindiğimiz izlenimlerden anladığım günden güne öğrencilerin akademik düzeyinin gerilediği yönündedir. Eğitimde İdeoloji, Siyasi Yakınlık Eksenli Yönetici Atamak Yerine Bilime, Sanata, Felsefeye Yönelmeliyiz YGS Sonuçları ülkemizin geleceğini şekillendirecek öğrencilerimizin akademik başarı düzeyinin düşük olduğu görülüyor. Ülkemizin en ciddi sorunu temel eğitim sisteminin, okul öncesinden ortaöğretime yıldan yıla kötüleşmesidir. Bütün sınav verileri elde ve verileri grafik üzerine yerleştirdiğinizde ülkemizin iyiye gittiğini söyleyemeyiz. YGS sonuçları da bunun bir göstergesidir. Uzun zamandır Türkiye ortaöğretimi ve üniversite eğitiminin yerinde saydığı ve niteliğin gerilediği bütün verileri ile ortadadır. Temel bilimleri bilmeyen, matematik bilmeyen, okuduğunu anlamayan tarih bilmeyen hiçbir toplum bilim ve teknoloji geliştiremez. Soyut düşünceden yoksun, analitik düşünmeyen, güzel sanatları gelişmemiş hiçbir toplum bilimsel buluş yapamaz. Fizik bilmeyen hiçbir toplum teknoloji geliştiremez. Bir başka ifade ile kuşun nasıl uçtuğunu öğrenmeyen hiçbir ülke uçak yapamaz. Üniversiteleri özerk olmayan, bilimsel mali ve idari yönden özerk olmayan ülkemizin istenilen gelişmeyi göstermesi beklenmez. Dünyanın biricik tecrübesi, bilime önem veren ve teknoloji yaratan ülkeler gelişmiş ülkelerdir. Bu ülkelerin temel özelliği öğrencileri temel bilimler yönünden iyi eğitilmiş, okullarının ve üniversitelerinin bilime, sanata, felsefeye önem vermesidir. Bu bağlamda hepimizin, en başta da Cumhurbaşkanı ve hükümet mensuplarının, elbette Milli Eğitim Bakanlığının acilen konuyu düşünmesinde yarar var. İdeolojik söylem ve müfredatlar, açık siyasi kimlikli yönetici yerine dünyada başarılı ülkeleri örnek alıp felsefe, sanat ve temel bilimlere yönelmekten başkaca da bir yol gözükmüyor. Yeni Ufuklar, sayı 27 ŞİİR Al Bayrağım Dr. Osman Yılmaz * Şekline hayranım, şanına kurban Al kırmızı ay yıldızlı bayrağım Seni tutan elleri kutsal sayarım Sana yan bakanın gözlerini oyarım Tarihim, yüz akım, baş tacım… Sen kahraman bir milletin timsali Sen insanlığın beklediği sancak Uğrunda can alınıp, can verilse de Önemini anlatmakta aciz kalınır Kimse varlığına değer biçemez Kanla yapılsa da kanla verilmez Direğinden söküp semaya salacağım Ayınla yıldızınla cihanı kaplarsın Gökyüzüne ait olduğunu anlarsın Çok geç kalmış bir buluşma olacak Azametini gören korkuya kapılacak Gökyüzünün rengi değişti sanacak Yıldızınla karanlıklar aydınlansın Hilalinle, dünyayı ana gibi sararsın Gönüllere nur olup dolacaksın Bayrağım mazin temiz tarihi lekesiz Nizamı âlem kurulmaz ki ilkesiz İlahı düzenin benzerini kuracaksın Dünyada adaletin timsali olacaksın Zulüm son bulacak fitne kalkacak İnsanlık ilk defa güvende olacak Kutsal bayrağım temsil ettiğin millet Hürriyete âşıktır, görmemiş zillet Asırlardır İslam’a bayraktarlık etmiş Yüce peygamberce övülmüş elbet Resulün sözünden sonra söze ne gerek Dalgalan ey şanlı bayrağım âlem senindir Tarihten süzülerek gelen bu son şeklindir *Haseki Hastanesi, Kamu Sağlığı Başhekimi, Fatih/İstanbul 69 MAKALE Türkiye’nin İçine Sürüklendiği Gerilim Ortamı ve Çıkış Yolları Üzerine İslam’ı Kur’an’ın kurucu ilkeleri çerçevesinde anlamaya çalışan bir Müslüman, evrensel boyut taşıyan sağlıklı bir demokrasi ve laikliğin gerçekleştirilmesinin, önemli ve anlamlı bir sorumluluk olduğunun bilincinde olacaktır. Hasan ONAT* Söze “engeller aşılmak, sorunlar çözülmek için vardır” diyerek başlamak gerekiyor. Çünkü Türkiye’de sorunların üstesinden gelinemeyeceği gibi bir kanaat yavaş yavaş kolektif bilinçaltına yerleşiyor. İki asırdır bize söylenen “siz asla uygarlaşamazsınız/ adam olamazsınız” ifadesi, kendi iç dünyamızda “biz adam olmayız” şeklinde makes bulmaya başladı. Sorunları doğru anlaması ve sağlıklı çözüm üretmesi gereken beyinlerimiz, öncelikle bardağın boş tarafı ile işe başlamayı marifet sanıyor; bu yüzden de pek sorunun çözülmüş olduğunu bile fark etmiyoruz. Tarih bilgi ve bilincinden yoksun olduğumuz için hem boğuştuğumuz sorunların çoğunun bize geçmişten miras kaldığını göremiyoruz; hem de çözümü geçmişte arıyoruz. Bu makale, Türkiye’nin bütün sorunlarının kendi iç dinamiklerimizle, kendi irademizle çözülebileceği iddiasından hareketle kaleme alınmıştır. Teklifimiz şudur: Gelin hep birlikte, hangi tür sorun olursa ol*Ankara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, öğretim üyesi. 70 sun, önce doğru bilgi sahibi olarak, bilgi zemininde konuşma/tartışma kararı alalım. Biz bilgi ile değil, duygularımızla konuşmaya, tartışmaya çalışıyoruz; duygular sorun çözmez; sorun bilimsel/ doğru/güvenilebilir/savunulabilir bilgi ile ve bilimsel yöntemlerle çözülür. II Türkiye, derinleşme istidadı gösteren bir gerilim ortamına sürüklenmiştir. Adını koymak her ne kadar pek kolay değilse de bu, irtica tartışmalarında, türban sorununda ve laiklikle ilgili her türlü görüş, tutum ve tavırlarda kendini ele veren bir gerilimdir. İşin odağında “din”in olduğunu görmemek mümkün değildir. O zaman açıkça ifade etmekte fayda vardır: Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk toplumu, kökleri en azından iki asra uzanan, insanları iki kutuptan birini tercih etmek durumunda bırakan, merkezinde dinin yer aldığı ciddi bir krizle karşı karşıyadır. İnsanlar adeta ya dinden, ya da laiklikten yana tavır almaya bir şekilde zorlanmakta; din ve laiklik karşı karşıya getirilmek istenmektedir. Sadece “çarşaf açılımı” adı etrafında farklı kesimlerce ve farklı kesimlere mensup insanlarca dile getirilen görüşler, “mahalle baskısı”nın kimler tarafından kimlere yapıldığı, kimlerin kimleri ötekileştirdiği şeklindeki tartışmalar, salim bir kafayla olup bitenleri anlamaya çalışanları kaygılandırmaya yetmektedir. Bu kriz, üç kıtada etkin özne bir milletin Anadolu’ya sıkışması ile zaten mevcut olan ufuk daralması, akıl tutulması ve öğrenilmiş acizlik sayesinde iyice derinleşme istidadı göstermektedir. Sorunların adeta üstümüze üstümüze geldiği gibi bir hisse kapılmamak elde değildir. Küreselleşme, hem sorunu doğru algılamamızı güçleştirirken, soruna hariçten müdahil olmayı kolaylaştırmış; hem de çözümün evrensel boyutlu olmasını zorunluluk haline getirmiştir. Kriz ortamı, zaten yeterince karışık olan kafaların daha da karışmasına yol açmıştır. Tabir yerinde ise at izi, it izine karışmıştır. Bu krizin doğru anlaşılması ve en az hasarla atlatılarak sağlıklı bir çözüme ulaşılabilmesi için öncelikle göz ardı edildiğini düşündüğümüz bazı gerçeklerin hatırlatılmasında fayda vardır: 1. Türkiye’de yaşayan insanların %98’inin Müslüman olduğu bilinen bir husustur. Toplumun içinde agnostikler, tanrı tanımazlar, farklı dinlere mensup insanlar da elbette mevcuttur. Bu sebepten, Türkiye’de İslam’ı görmezlikten gelmek, ya da İslam’a rağmen herhangi bir şey yapmak pek mümkün değildir. 2. Türkiye’nin Cumhuriyet’in kazanımlarından daha geri gideceğini, halkın böyle bir şeyi kabul edebileceğini düşünmek mümkün değildir. Türk toplumu, her ne kadar istenilen düzeyde olmasa da demokrasi kültürü üretmeyi başarmıştır. Laiklik, sorunlar olsa da, vazgeçilemeyecek bir değerdir. 3. Türkiye’de birey bilinci sağlıklı bir şekilde gelişmediği için, kişisel hesaplaşmalar, çıkar çatışmaları gruplar ve toplum üzerinden gerçekleştirilmektedir. 4. Eleştirel zihniyet toplumda egemen olmadığı ve sağlıklı iletişim kanalları tıkalı olduğu için, insanlar farklı görüşlere tahammül edememekte; farklılıkları bir zenginlik olarak görüp anlamaya çalışacakları yerde, onu kendi görüşlerine, hatta kişiliklerine bir saldırı olarak algılamakta; çoğu zaman gerçekte olmayan düşmanlarla savaşmaya çalışmaktadır. Daha da kötü olan, bireysel durumların gurup üzerinden değerlendirmeye tabi tutulmasıdır. Toplumun kamplara ayrılmasını kolaylaştıran en önemli etkenin “sürü içgüdüsü” olduğu akla gelmektedir. Bu süreçte bir öfke birikmesinin ve korkuların kurumsallaşmaya başlamasının söz konusu olduğu da unutulmamalıdır. 5. Türkiye’de halkın ezici çoğunluğunun din ve laiklikle herhangi bir sorunu yoktur. Hatta bazı okur- yazarların tersine, Türk halkının önemli bir kısmının, dinin ve laikliğin kulvarlarının ve işlevlerinin farklı olduğu bilinci üzerine kurulu sağlıklı bir uzlaşı kültürü yaratmayı başardığı bile söylenebilir. 6. Bu gerilimin zaman zaman ranta dönüştürüldüğünü görmezlikten gelmek mümkün değildir. 7. Gerilimin çözümsüzlüğe doğru sürüklenmesi, her ne kadar bazı çıkar çevreleri tarafından arzu edilen bir husus olsa da, temelde, toplumun din, tarih ve laiklik konusunda en azından özgürce düşünmeye yetecek düzeyde doğru bilgiden mahrum Yeni Ufuklar, sayı 27 MAKALE olmasından kaynaklanmaktadır. Çünkü doğru bilgi olmadan doğru düşünmek, doğru düşünmeksizin sorunlara kalıcı çözüm bulmak biraz zordur. 8. Türk toplumunun önüne, toplumu motive edecek sağlıklı bir amaç konulamamıştır. Maalesef Atatürk’ün hedefinin Batı’ya eklemlenme değil, yeni bir uygarlık olduğu gerçeği bilerek ya da bilmeyerek göz ardı edilmiştir. 9. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bekası, dinden kaynaklanan sorunlara zaman kaybetmeden sağlıklı çözümler üretilmesine bağlıdır. 10. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, aslında Cumhuriyet’in ilk yıllarında atmış olduğu sağlıklı adımlarla dini sorun olmaktan büyük ölçüde çıkartmıştır. Ne var ki, bu gerçek, layıkı vechile ne anlaşılabilmiş, ne de anlatılabilmiştir. Bunun en çarpıcı örneği, halifeliğin kaldırılması ve hukuk alanında gerçekleştirilenlerdir. 11. Türkiye’nin İslam’dan, Cumhuriyetin kazanımlarından, demokrasiden ve laiklikten vazgeçmesi mümkün olamayacağına göre, yapılacak iş, her şeyden önce, Türkiye’nin kendi geleceği açısından dini sorun olmaktan çıkartması; Batı standartlarının ilerisinde bir demokrasi ve laiklik hedefini gerçekleştirmeyi bir amaç olarak toplumun önüne koymasıdır. Sağlıklı demokrasi ve laiklik, Türk milletinin yeniden tarihin öznesi olabilmesinin olmazsa olmaz koşuludur. İslam’ı Kur’an’ın kurucu ilkeleri çerçevesinde anlamaya çalışan bir Müslüman, evrensel boyut taşıyan sağlıklı bir demokrasi ve laikliğin gerçekleştirilmesinin, önemli ve anlamlı bir sorumluluk olduğunun bilincinde olacaktır. III Sorunun ana kaynağı, İslam dini ile laikliğin karşı karşıya getirilmiş olmasıdır. Bu duruma yol açtığını düşündüğümüz tespitlerimizden bazılarını şöyle sıralamak mümkündür: *İslam’ın medeniyet iddiasının, Osmanlı Devleti’nin gerileme sürecine girmesi ile birlikte anlamını kaybetmeye başlaması ve buna bağlı olarak ortaya çıkan mağlup medeniyet travması. *Din konusunda bilgi sahibi olmakla, dindar olmanın birbirine karıştırılması. *Osmanlı’nın çöküş sürecinde toplumun Batı karşısında ciddi bir zihin daralmasının ve zihin yarılmasının içine sürüklenmesi. (Ya topyekün kabul, ya da topyekün red). *Din alanında ortaya çıkan, tahmin edilebilecek olandan daha ileri düzeydeki bilgi boşluğu. *Batıcıların Cumhuriyette öne çıkması ve İslamcıların Osmanlı Devleti’nin yıkılması ile birlikte, kendilerine vücut veren, fikirlerinin eksenlerini kaybederek Cumhuriyet’le kafa kafaya gelmeleri. *İnkılapların köklerinin, Osmanlı’nın son iki asrında yattığı gerçeğinin göz ardı edilmesi. *Cumhuriyetin önemini ve onun kazanımlarını öne çıkartabilmek için öncesini kötüleme, ya da yok farzetme eğiliminin mevcudiyeti. *Cumhuriyetin kuruluş aşamasındaki olağanüstü koşulların ve onun gerektirdiği birtakım uygulamaların geçici olması gerektiğinin yeterince kavranılamaması. *Hilafetin kaldırılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması gibi çok önemli uygulamaların teorik ve teolojik temellerinin insanlara yeterince anlatılamaması. *Tekke ve zaviyelerin kapatılması ile birlikte ortaya çıkan boşluğun doldurulamayışı/önemsenmeyişi sonucu, yasaklanan kurumların faaliyetlerinin yeraltında, kontrol dışı devam etmesi ve din alanında ortaya çıkan boşluğun, bu denetimsiz alanda üretilen fikirlerle doldurulmaya çalışılması. *Laikliğin ve demokrasinin insanlığın ortak tecrübesinin ürünü olan ortak değerler olduğu hesaba katılmaksızın sadece Batı’dan, Batı istediği için ithal edilen değerler olarak algılanması. *Laikliğin, Avrupa’nın yaşadığı sekülerlik doğrultusundaki tecrübesi ve farklı anlaşılma biçimleri hesaba katılmadan, ağırlık olarak Fransız tipi bir anlaşılma biçiminin Türkiye’ye taşınması. *Laiklikle birlikte, onun özellikle Fransa’daki oluşumunda etkin olan çatışmacı zihniyetin de Türkiye’ye taşınması. *Laikliğin Türkiye’de zaman zaman bireysel din karşıtlığının ifade aracı olarak kullanılmış olması/ istismarı. *Laikliğin, insanlığın ortak tecrübesini içinde barındıran bir değer olarak Türkiye’de yeniden üretilebilmesinde beslenme kaynağı olacak birtakım değer kaynaklarının olup olmadığının pek düşünülmemesi. Bir başka ifadeyle, Türk Tarihinde, laikliğin Batı standartlarından daha ileri bir düzeyde yeniden filizlenebilmesi ve evrensel ölçekte yeniden üretilebilmesi için yararlanılabilecek kesitlerin, düşüncelerin ve ortamların olup olmadığının yeterince araştırılmamış olması. (Burada akla ilk gelebilecek isim ünlü Türk bilgini İmam Maturidi olmaktadır). *Türkiye’de din alanında ortaya çıkan bilgi boşluğunun, özellikle 1970’li yıllarda, Mısır, Pakistan gibi uzun yıllar Batılıların sömürgesi olmuş Müslüman bölgelerde üretilen, İslam’ın bir din olmanın yanında kurtuluş ideolojisine indirgendiği, şartlar gereği siyasallaşan bir din anlayışının egemen olduğu kitapların pek de sağlıklı olmayan tercümeleriyle doldurulmaya çalışılması. (Bu durum, Türkiye’de ödünç kavramlarla oluşan, tepkisel, yüzeysel ve şekilci bir din anlayışının ortaya çıkmasına yol açmıştır. Buna 1979 İran İslam Devrimi’ni müteakip, bu devrimin ideologlarının kitaplarının Türk okuyucusunun gözüne ve kulağına hoş gelecek şekilde rötuşlanarak Türkçeye çevrilmesini de eklemek gerekmektedir.) IV Türkiye’nin din-siyaset ilişkisi, dinhukuk ilişkisi, demokrasi, laiklik ve benzeri konularda karşı karşıya kaldığı, odağında dinin yer aldığı gerilimden çıkabilmesi için, öncelikle doğru bilginin devreye sokulması gerekmektedir. Doğru bilgiyle ve bilimsel yöntemle hareket edilmeden hiçbir soruna sağlıklı, kalıcı çözüm üretmek mümkün değildir. Doğru bilgi insanı özgürleştirir. Özgürlük bilinci 71 MAKALE yüksek insanlar sorunları çözme noktasında irade gösterebilirler. Bu sebepten, Türkiye’nin zaman geçirmeden din alanında bir “doğru bilgilenme seferberliği”ne girişmesi gerekmektedir. Bu iki bakımdan çok önemlidir: Birincisi, içine sürüklendiğimiz, önyargılardan beslenen gerilimin ne olduğunun doğru anlaşılması; korkuların kurumsallaşmasının ve din istismarının önüne geçilmesi, ancak doğru bilgi mümkün olabilir. İkincisi, dindarlıkla din konusunda doğru bilgi sahibi olmak arasındaki belirgin farkın anlaşılması için, din alanında doğru bilgi sahibi olmak bir tür zorunluluktur. Din konusunda doğru bilgi sahibi olan insanlar, her şeyden önce insan gerçeğini doğru anlama imkanına sahip olabilirler. Daha da ötesi, din konusunda doğru düşünmeye yetecek kadar doğru bilgi sahibi olmayan insanların dünyayı evrensel ölçekte doğru anlayabilmeleri, değer kavramının insan açısından arzettiği anlam ve önemi doğru değerlendirebilmeleri pek mümkün değildir. Din konusunda doğru bilgi sahibi olmak, entelektüel olmanın temel koşullarından birisidir. Dindarlık ise bireysel bir tercihtir. Sağlıklı dindarlık ancak din konusunda doğru bilgi sahibi olmakla mümkün olabilir. Din konusunda doğru bilgi sahibi olmak, mutlaka dindar olmayı gerektirmez. Din, kültürün şekillenmesinde en etkin faktörlerden birisi olduğu için, din konusunda doğru bilgi sahibi olan insanlar birbirlerini daha kolay anlayabilirler. (Doğru bilgi, akla, vahye ve yaratılışın yasalarına uygun bilgidir). Öncelikle şu gerçeğin iyi bilinmesi gerekmektedir: Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı hiçbir sorun çözümsüz değildir. Türkiye, bütün sorunlarını kendi iç dinamikleri ile çözebilecek güce ve imkana sahiptir. Türk milletinin tekrar özne millet haline gelebilmesi, özellikle dinle ilgili sorunlarını bilimsel yöntemle ve kalıcı olarak çözmesine bağlıdır. Bunun için de aşağıda sıralamaya çalıştığımız bazı temel gerçekler etrafında, iyi niyetle ve çözüm odaklı olarak düşünülmesi gerektiği kanaatindeyiz. 1. İslam dininin siyasi meseleleri insana bıraktığı gerçeğinin topluma doğru anlatılması lazımdır. Kur’an’da siyasi düstur olarak öne çıkan şura, adalet, işlerin ehline verilmesi gibi ilkeler gelişmiş demokrasilerin de esas aldığı ilkelerdir. (İslam, devlet geleneği olmayan bir topluma gelmiştir. Hz. Muhammed, özellikle Medine döneminde peygamberlik görevinin yanında, oluşmaya başlayan devletin başkanlığı gibi bir görev daha üslenmiştir. Bu görev, onun peygamberlik olan esas görevinin bir parçası değildir. Hz. Muhammed vefat ederken, yerine herhangi bir kimseyi bırakmamıştır. Hz. Peygamber’in vefatını müteakip ortaya çıkan gelişmeler, 72 İslam’ın siyasi meseleleri insana bırakmış olduğunun açık kanıtı olarak anlaşılabilir. Nitekim dört halifeden her birisinin halife oluş şekilleri farklı olmuştur. O zamanki Müslümanlar, halifeliği dinsel bir kurum olarak anlamamışlardır. İslam’ın toplumsal hedefi, ahlaklı ve adaletin egemen olduğu bir toplum yaratmaktır. ) 2. Dinin egemenlik iddiasının olamayacağının bilinmesi gereklidir. (Din, en temelde insan hayatına anlam kazandırmak ve insanın insanlığını en iyi şekilde gerçekleştirebilmesini katkı sağlamak için vardır; din amaç değildir, araç niteliği taşımaktadır. Dinin değil, Müslüman insanın insanın egemenlik iddiası olabilir.) 3. İslam dini ile, Müslümanların meydana getirdikleri Fıkh’ın özdeş olmadığının doğru anlaşılması lazımdır. (Kur’an bir hukuk kitabı değildir. Kur’an’daki hukukla irtibatlandırılan ayetlerin esas itibariyle ahlaki bir boyutu vardır. Kur’an, ahlaklı ve adaletin egemen olduğu bir toplumu hedefler. Bunun gerçekleştirilmesi konusunda insana yardımcı olur. Ancak, herhangi bir rejimden, sistemden söz etmez. Bunun anlamı, toplumda adaletin sağlanabilmesi için gerekli olan her şeyin, insan onurunu zedeleyen araçlara baş vurulmaksızın insan tarafından gerçekleştirilmesi gerektiğidir. Hukuk olmadan adalet olmaz. Kur’an, adaleti gerçekleştirilmesi gereken bir amaç olarak ortaya koyar ve hukukun üstünlüğü bilincinin gelişmesi için destek olur. Hukuk, toplumsal yapıya göre, insanlar tarafından geliştirilir. Dindeki kurumsallaşma, dine mensubiyet iddiasında olan toplumun gelişmişlik düzeyine göre gerçekleşir.) 4. İslam, asla akılla ve bilimle çelişmez ve çatışmaz. İslam, akli yetileri yerinde olmayan insanı sorumlu tutmaz. Kur’an nasıl Allah’ın bir ayeti ise, akıl da Allah’ın bir ayetidir. Allah, akla destek olması için vahiy göndermiştir. Bilim en temelde, insanın Tanrısal aklın ve insan aklının işleyişini ve yaratılanlar üzerindeki izlerini anlama ve açıklama çabasıdır. 5. İslam’a göre iman, sorumluluk ve kurtuluş bireyseldir. Kimse kimsenin günahını çekemez. Dileyen Müslüman olur; Tanrı dileyen kimseyi hidayete ulaştırır. Hiç kimse, ne Müslüman olması için, ne de Müslümanlığı yaşaması için zorlanabilir; çünkü “dinde zorlama yoktur” (Bakara, 2/256). 6. Din, laiklik ve demokrasi ile ilgili sorunlar, bilimin ışığında ve bilimsel yöntemlerle çözümlenmelidir. 7. Laiklik ve demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, bütün insanlığın ortak tecrübesini içinde barındıran evrensel değerlerdir. Bu yüksek değerlerin, Türk toplumunun kendi modernitesini kendisinin yaratabilmesi için gerekli oldu- ğu, bunların evrensel boyutlu olarak Batı standartlarının daha ilerisinde gerçekleştirilmesinin bir tür zorunluluk olduğu bu millete iyi anlatılmalıdır. Bu değerler, Avrupa istediği için, ya da Batı’dan gelen dayatmalar dolayısıyla değil, hem kendi toplumumuz, hem de bütün insanlık için yeniden üretilmesi gereken değerlerdir. Üstelik bunlar, bütün insanlığın gözü önünde, Batılılar tarafından tahrip edilmektedir. 8. Laikliğin, demokrasinin ve İslam’ın varlık alanları birbirinden farklıdır. Dolayısıyla, bunların birbiri ile çelişmesi ve çatışması düşünülmemesi gereken bir husustur. Ancak, laiklik ve demokrasi daha sağlıklı bir din anlayışının oluşması ve din özgürlüğünün gerçekleşmesi için yardımcı olabileceği gibi, sağlıklı bir din anlayışı da, sağlıklı bir laiklik ve demokrasi için destek olabilir. Bu laikliğin meşruiyetini dinden alacağı şeklinde yorumlanmamalıdır. Aynı şekilde, İslam’ın laikliğe uygun olup olmadığı şeklinde bir sorunsala da gidilmemelidir. 9. Türk devlet geleneğinden, Türk kültüründen ve Kur’an’ın kurucu ilkeleri çerçevesinde üretilen değerlerden de en iyi şekilde yararlanılarak laikliğin ve demokrasinin evrensel boyutta ancak, kendi değerlerimizle zenginleştirilerek yeniden üretilmesinin mümkün olduğu artık anlaşılmalıdır. Sağlıklı demokrasinin ve Batı standartlarının daha ilerisinde bir laiklik anlayışının geliştirilebilmesi için gerekli olan kültürel donanım bizim öz kültürümüzde mevcuttur. Yeter ki, kendi kaynaklarımızdan yararlanarak kendi modernitemizi yaratmamız gerektiği gerçeğini iyi kavrayabilelim. 10. Türk milletinin Cumhuriyetin ve demokrasinin kazanımlarından vazgeçebileceğini düşünmek, bu milleti tanımamak anlamına gelir. 11. Demokrasi, laiklik, insan hakları ve hukukun üstünlüğü gibi evrensel değerler tüm insanlığın ortak tecrübesinin ürünüdür. Tekrar etmekte fayda görüyoruz; Türkiye, kendi iç dinamikleriyle, karşı karşıya olduğu bütün sorunların üstesinden gelebilir. Bu milletin tekrar tarihin öznesi olabilmesi hayal değildir. Bu millet, insanlığın muhtaç olduğu yeni bir uygarlığın mimarı bile olabilir. Bunun için de, öncelikle dinin ve laikliğin en kısa zamanda sorun olmaktan, ticaret malzemesi olmaktan çıkartılması gerekmektedir. Din, demokrasi ve laikliğin karşı karşıya getirilmesinin eğer ihanetten söz edilmeyecekse, cehaletten ve hamakattan başka izahı yoktur. Yeni Ufuklar, sayı 27 MAKALE 73 MAKALE II. Meşrutiyet Dönemi’nde İslamcıların Kadın Hakkındaki Görüşleri Mehtap KOLDAŞ* Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’ye göre, kadınların iyi bir anne ve eş olabilmesi için ibtidai, rüşdi ve idadi seviyesinde eğitim almaları yeterliydi. Eğitimde sınır olmayacağını düşünse de kızların yüksek öğretime gitmesini gereksiz bulmuştur. *Mehtap Koldaş, Marmara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Yüksek Lisans Öğrencisi. 74 Giriş Tanzimat Fermanı ile birlikte birçok alanda yenilikler yapılmaya başlandı ve çeşitli konularda görüşler beyan edilmeye başlanmıştır. 1908 yılına kadar fikri ilerlemeler ağır bir şeklide devam etmiştir. 1908 yılında, II. Meşrutiyet’in getirmiş olduğu özgürlük ortamı ile birlikte düşünceleri ifade etmek serbest hale gelmiştir. Birçok gazete ve dergiler yayınlanmaya başlamıştır. Aydınlar, yazarlar görüşlerini gazete ve dergilerde yazmışlardır. Tanzimat ile ortaya çıkan ve II. Meşrutiyet ile birlikte gelişen üç fikir akımı bulunmaktadır. Bunlar İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılıktır. Bu üç akım birçok konuda görüşler ileri sürmüşlerdi. Bu konuların arasında kadın da bulunmaktaydı. Kadının toplumda ki yeri, eğitimi, çalışma hayatına atılması gibi konularda tartışmalar yapmışlardır. Her üç akım kendi içinde ılımlılar ve radikaller olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Birbirlerine zıt gittikleri konular ve anlaştıkları konular da olmuştur. Bu üç akım kadın-erkek eşitliği, çok eşlilik, boşanma, giyim-kuşam, kadının hürriyeti, çalışma hayatına girmesi gibi konularda ayrılmışlardır. Kızların eğitimi konusunda ise hem fikir olmuşlardır; fakat eğitimin amacı hususunda yine aralarında bir ayrım olmuştur. İslamcılar kadının eğitilmesini, iyi bir eş ve iyi bir anne olup sağlıklı, dindar nesiller yetiştirmek için gerekli görmüşlerdir. Batıcılar ve Türkçüler ise kadının eğitimini tamamlayıp çalışma hayatına atılmasından, topluma kazandırılmasından yana olmuşlardır. Birçok konuda bu şekilde ayrımlar yaşanmıştır. Genellikle İslamcılar, Batıcılar ve Türkçülerden görüşleri ile ayrılmışlardır. İslami kurallardan taviz vermemeye çalışmışlardır. İslamcıların Kadın Hakkındaki Görüşleri İslamcılık cereyanı; özelliklerini 19 yy. ortalarında kazanan, Osmanlı İmparatorluğunun uzak çevresinde şekillenmiş olmasına rağmen 1870’li yıllarda İmparatorluğun merkezinde gittikçe güçlenen ideolojik davranış kümesine verilen addır.1 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı ile birlikte Batılılaşma süreci hızlanmıştır. İslamcılık fikir akımı da Batılılaşmaya bir tepki olarak 1870’li yıllarla kuvvetlenmiştir. Bu tarihten itibaren ülkede İslam’ın model alınmasını isteyen aydınlar kümeleşmiştir. İslamcılar toplumda meydana gelen gelişmelerin şeriata uygun olup olmadığını kontrol ederlerdi; II. Meşrutiyet’ten itibaren bunu sistemli bir şekilde yapmaya başlamışlardır.2 İslamcılar birçok konuda fikir beyan etmişlerdir. Toplumun Batı uygarlığını taklit etmesini eleştirmişler ve bu taklidin İslami gelenek ve göreneklerine zarar vereceğini, toplumun çöküşüne neden olacağını ileri sürmüşlerdir. İslamcılar, Batının sadece bilim ve tekniğinin alınmasını, kültürel ve manevi öğelerinin alınmaması gerektiğini savunmuşlardır. Batının kültürel ve manevi öğelerinin alınmasıyla dini gelenekler üzerine kurulu toplumsal yapının çökeceğini savunmuşlardır. İslamcıların radikallerinden olan Şeyhülislam Musa Kazım Efendi bu konu ile alakalı bir yazısında şunları söylemektedir: ‘’ Biz Avrupa’nın yalnız fünun ve sanayisine mecburuz. Avrupalıların bütün adet ve ahlakını, usulü 1 Şerif Mardin; “İslamcılık’’, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 5, s. 1400. 2 Yasemin Tümer Erdem; II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyete Kızların Eğitimi, M. Ü Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2007, s. 38. Yeni Ufuklar, sayı 27 MAKALE maişet ve hayat tarzını kabul edemeyiz. Zira sonra mutazarrır oluruz. Nitekim bizim gibi Japonlar dahi otuz sene evvel fünun ve sanayiden bihaberdiler. Birden bire gözlerini açtılar. Avrupa’ya müsavi oldular ve hatta birçok hususta onları geçip bütün alemi hayrette bıraktılar. Halbuki adet ve ahlakından hiçbir şey kabul etmediler, tarzı telebbüslerini bile değiştirmediler.’’3 II. Meşrutiyet’in getirmiş olduğu özgürlük ortamında kadın konusu tartışılmaya başlanmıştır. İslamcılarda kadının toplumda ki durumunu, eğitimini, giyim kuşamını İslami kurallar çerçevesinde tartışmışlardı. Her eğilimde ki İslamcılar için kadın, ailenin temel değerlerine zarar verme tehlikesini taşıyan tüm kötü ve olumsuz etkilere karşı korunmalıydı.4 İslamcılar kadının toplumda ki konumunun yanında eğitimi konusunda da fikir beyan etmişlerdir. İslamcılara göre kadının ilim öğrenmesi dine aykırı değildir. Bu eğitimin kadınları çalışma hayatına sokmak için değil, sağlıklı ve dindar nesiller yetiştirmek üzere iyi bir anne ve eş olabilmesi için gerekli olduğunu savunmuşlardır. İslamcıları da görüşlerine göre radikal ve ılımlılar olarak ayırabiliriz. Radikal İslamcılar; Şeyhülislam Musa Kazım Efendi, Mahmut Esad Efendi gibi. Koyu İslamcılar bu grup içerisine girmektedir. Ilımlılar ise Mehmet Akif, M. Şemseddin, Said Halim gibi yabancı dil bildikleri için garp kültürü ile az çok temaslarından kazandıkları tenkit ruhu ile koyu şeriatçılardan ayrılanlardır.5 İslamcıların en radikal ismi olan Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’nin6 kadınların giyimi, eğitimi gibi konularda çeşitli görüşleri vardır. Musa Kazım, kadınların çarşafsız ve erkeklerin yanında sokağa çıkmasını eleştirmiştir. Çarşaf giyilmesini zorunlu kılan bir yasanın çıkması gerektiğini ileri sürmüştür.7 Kadınların eğitim görmesine karşı çıkmamıştır. Ona göre kadın, sadece dünyaya çocuk getirmek ve bu çocuğun terbiyesi ile meşgul olup iyi bir nesil yetiştirmek için yaratılmıştı. Kadınlar çalışma hayatına atılıp ev dışındaki işlerler uğraşırlarsa kendilerine verilen kutsal görevi ihmal edeceklerdi. Bu da insanlık neslinin tükenmesine neden olacaktır. Ona göre, kadınların iyi bir anne ve eş olabilmesi için ibtidai, rüşdi ve idadi seviyesinde eğitim almaları yeterliydi. Eğitimde sınır olmayacağını düşünse de kızların yüksek öğretime gitmesini gereksiz bulmuştur. Kadınların Darülfünun’a gidip çeşitli meslekler edinmesiyle ev ve analık vazifesini ihmal edeceklerini söylemiş ve bununda insanlığa ihanet olacağını belirtmiştir. Kadınların evlendikten sonra evlerinde tahsil görebileceklerini de söylemiştir. Musa Kazım Efendi kadınlarında eğlenmeye hakkı olduğunu belirtmiştir. Erkekler nasıl boş zamanlarda konserlere, konferanslara gidebiliyorsa kadınlarda edep dairesinde kendilerine mahsus mesire alanlarına gidebilirler şeraitimiz buna mani değildir demiştir.8 3 Peyami Safa; Türk İnkilabına Bakışlar, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1988,s.37 4 Bernard Caparol; Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 1982, s. 81. 5 Peyami Safa; a. g. e., s. 36. 6 Şeyhülislam Musa Kazım Efendi (1858-1920) İslamcılık akımının en radikal görüşlü savunucusudur. 1910 tarihinde Sadrazam İsmail Hakkı kabinesi döneminde Şeyhülislamlık yapmıştır. Birçok eseri bulunmaktadır. 7 Bernard Caporal; a. g. e., s. 81. 8 Yasemin Tümer Erdem; a. g. e., s. 41-42. Şeyhülislam Musa Kazım Efendi Fatma Aliye Hanım (Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı) İslamcıların ılımlılarından Mehmet Akif ’in9 de kadınlarla ilgili görüşleri vardır. Mehmet Akif, Kasım Emin’in10 Tahrirü’l-Mer’e adlı eserini tenkit için Ferid Vecdi’nin11 yazdığı Müslüman Kadın adlı eseri tercüme ederek tefrikalar halinde Sıratı Müstakim’de yayınlamıştır. Mehmet Akif, İslamcıların Ferid Vecdi ile aynı görüşte olduğunu söylemiş ve kendisi de Vecdi’nin görüşlerini benimsemiştir. Ferid Vecdi, Peygamber Efendimizin ‘’ilim kadın erkek herkese farzdır’’ hadisine uyarak kadınların durumunun düzeltilmesi gerektiğini söylemiştir. En iyi eğitim şekli nerede olursa olsun hemen alınmaması gerektiğini vurgulamış. Batı da kadınlara sadece mesleki eğitim verilmesiyle kadınların en basit ev işini dahi yapamadıklarını söylemiştir. Bu nedenle Müslüman kadınların batılı kadınları taklit etmemesi gerektiğini vurgulamıştır.12 Mehmet Akif, Ferid Vecdi’nin bu görüşlerine katılmıştır. Mehmet Akif bütün meselelere İslami bir gözle bakmış ve ilimden ayrılmamıştır. Bütün İslamcılar gibi o da Avrupa’nın bilim ve tekniğinin alınıp Türk kültür değerlerinin korunması gerektiğini savunmuştur. Şiirlerinde bolca kadın ve aile konusuna yer vermiştir. Akif, kadının çarşafı çıkarması ve Batılı kadına özendirilmeye çalışılmasına karşıydı. Bunu Avrupa’ya eğitim görmeye gidenlerin yaptığını söylemiştir. Konu ile ilgili görüş9 Mehmet Akif (1873-1936), İstiklal Marşı ve Safahat şairi milli-dini hassasiyeti, karakteriyle Türk milletinin gönlünde yer edinen İslamcılık akımının önemli şahsiyetidir. Zamanın bütün meselelerine İslamcı bir gözle bakmıştır ve bunu eserlerine de yansıtmıştır. Daha fazla bilgi için bkz. M. Orhan Olcay, M. Ertuğrul Düzdağ, “Mehmet Akif Ersoy’’, DİA, Cilt 28, s. 432-439. 10 Kasım Emin (1863-1908); Kadın haklarının savunuculuğu ile tanınan Mısırlı yazar. Tahrirü’l-mer’e (Kahire 1899) kadın hak ve özgürlüklerine dair olan eser kadınların eğitimi, ailedeki görevleri ve boşanma olmak üzere üç bölümden meydana gelir. Daha fazla bilgi için bkz. Fethi en Neklavi, ‘’Kasım Emin’’, DİA, Cilt 24, s. 541-542. 11 Ferid Vecdi (1878-1954) Mısırlı ilim ve fikir adamı. Felsefe kelam tefsir alanında eserleri vardır. Kasım Emin’in yazdığı Tahrirü’l-mer’e’ye (Kadının Hürriyeti) karşı Mehmet Akif’in daha sonra tercüme edeceği Türkçe ismi ile Müslüman Kadın adlı eseri yazmıştır. Daha fazla bilgi için bkz. Yusuf Şevki Yavuz, DİA, Cilt12, s. 393-395. 12 Yasemin Tümer Erdem; a. g. e., s. 40. 75 MAKALE ………….. Karı dövmüş, boşamış… ‘’ emri ilahi’’ ne denir! Bunların hepsi, emin ol ki, cehalettendir.16 lerini de Süleymaniye Kürsüsü’nde vaiz olan, Abdurreşid İbrahim’e söyletmiştir. 13 Bir selamet yolu varmış… O da neymiş? Mutlak Dini kökten kazımak. Sonra evet Ruslaşmak! O zaman iş bitecekmiş… O zaman kızlarımız, Şu tutundukları gayet kaba, pek manasız Örtüden sıyrılacak… Sonra da erkeklerden, Analık ilmi tahsil edecekmiş… Zaten, Müslümanlar o sebepten bu sefalette imiş!.. Din için, millet için iş görecek alçağa bak; Dini pamâl edecek, milleti Ruslaştıracak! Bunu Moskof da yapar, şimdi rıza gösterelim; Başka bir marifetin varsa haber ver görelim! Al okut, ‘’Avrupa tahsili’’ desinler, gönder, Servetinden bölerek na-mütenahi para ver; Sonra bir bak ki, meğer karga imiş beslediğin!14 Akif, kadınların eğitilmesini ister; fakat kadının çalışma hayatın atılmasına olumlu bakmazdı. Kadınların yalnız ev işleri ile uğraşmaları gerektiğini düşünmüştür.15 Mehmet Akif şiirlerinde toplumda kadının ezilmesine, şiddet görmesine karşı çıkmaktaydı. İslamiyetin yanlış anlaşılmasıyla kadına yanlış muamelelerde bulunulduğunu belirtmiştir. Kadını ele aldığı bir şiirinde: Müslümanlıkta şeriat bunu emretmiş imiş: Hem alır, hem de boşarmış! Ne kadar sade bir iş! Karı taliki için bak ne diyor Peygamber: ‘’Bir talak oldu mu dünyada, semalar titrer’’ İki evlense ne varmış! Bu yenir herze midir? Vakıa bazen olur, dörde kadar evlenilir… 13 Şefika Kurnaz; Yenileşme Sürecinde Türk Kadını 1839-1923, Ötüken Yayınları, İstanbul 2011, s. 128. 14 Mehmet Akif Ersoy; ‘’Süleymaniye Kürsüsünde’’,Safahat, Huzur Yayınevi, İstanbul 1989, s. 222. 15 Bernard Caparol; a. g. e., s. 83. 76 Akif bu şiirinde sebepsiz yere eş boşamayı eleştirmiştir. Peygamberimizin bu konu ile alakalı hadisini vererek sebepsiz yere eş boşamayı şeriatın emretmediğini vurgulamıştır. Tek kadınla evliliğin esas olduğunu; fakat bazı hallerde bu sayının dörde çıkabileceğini söylemiştir. Eş dövmenin, kadına kötü davranmanın ve diğer hallerin nedenini İslamiyet’in yanlış anlaşılması ve cahilliğe bağlamıştır. Ilımlı İslamcıların arasında olan diğer bir kişi ise Fatma Aliye Hanım’dır.17 Kendisi ilk kadın roman yazarımızdır. Eserlerinde kadın konusuna genişçe yer vermiştir. En önemli eseri Nisvan-ı İslam’dır. Bu eserinde babasının konağına gelen kadınlarla boşanma, örtünme çok eşlilik gibi konularda yaptıkları konuşmalara ve tartışmalara yer vermiştir.18 Fatma Aliye Hanım, çok eşlilik konusunda önemli görüşleri vardır. Çok eşliliğin dinen bir emir olmadığını; ancak bir ruhsat olduğunu ifade etmiştir. Ona göre, çocuğu olmayan kadınının tekrar eş bulamaması, hasta olan kadının tek başına hayatını idame ettirememesi gibi durumlarda çok eşlilik kadının yararına bir uygulamadır. Bu gibi özel durumlarda çok eşliliğin olabileceğini vurgulamıştır. Boşanma konusunda ise; kadınlara da boşanma hakkının verilmesini söylemiştir; ancak verilen bu hakkın suiistimal edilmemesi gerektiğini vurgulamıştır. Fatma Aliye Hanım görücü usulü evlilik hakkında da görüşleri vardır. Nisvan-ı İslam’da görücü usulü evliliğin büyük bir zorunluluk olmadığını, ailelerin uygun görmesiyle gençlerin İslami kurallar çerçevesinde görüşebileceğini söylemiştir. Bir başka yazısında ise Avrupa’da önceden tanışılıp görüşme sonucunda olan evliliklerin sonlandığını, görücü usulü evliliğin mutluluk getirdiğini ifade etmiştir. Bu konu hakkında çelişkili ifadeleri vardır.19 Kadınların eğitimi konusuna da önem vermiştir. İyi bir nesil yetiştirmek için özel eğitim almaları gerektiğini vurgulamıştır.’’ Çocuk büyütmek ilmi kadınlarımızın en muhtaç olduğu bir şeydir. Bunun için terbiye ve çocuk sağlığı dersleri verilmelidir. Bunun yanında ev idaresini, aile hissini, ev ekonomisini öğretmek lazımdır.’’20 Fatma Aliye Hanım, ‘Kadın nedir’ adlı yazısında; ‘’ islamiyet’in çıkışından evvel kadın Arap diyarında bir mal olarak görülmekteydi. Bir erkek istediği kadar kadın alabilirdi. İslamiyet kadını yarim hisse ile mirasa dahil etti. Teaddüt-ü zevcatı dörtte sınırladı. Kadını kendi mal ve hareketlerinden sorumlu tuttu… Cenab-ı Peygamber erkeklere:‘’sizin kadınlar üzerinizde hakkınız varsa, onlarında sizin üzerinizde hakları vardır.’’ dedi. İlim ve tahsilin 16 Mehmet Akif Ersoy; ‘’Köse İmam’’, a. g. e., s. 179-180. 17 Fatma Aliye Hanım(1862-1936), İlk Türk kadın roman yazarı. Ahmet Cevdet Paşa’nın kızıdır. Kendisi konak da özel eğitim alarak yetişmiştir. Romanlarında ve yazılarında kadın ve aile konularını ele almıştır. En önemli eserlerinden biri Nisvân-ı İslam’dır. Daha fazla bilgi için bkz. H. Emel Aşa, DİA, Cilt12, s. 261-262 18 Şefika Kurnaz; a. g. e., s. 82. 19 Şenay Leyla Kuzu; ‘’ Fatma Aliye Hanım’ın Eserlerinde Kadın Sorunu ve Kadın İmgesi’’, İnönü Üniversitesi Sanat ve Tasarım Dergisi, Özel sayı Kadın ve Edebiyat ,Cilt2, Malatya 2011, s. 880-881 20 Sadık Albayrak; Meşrutiyet İstanbul’unda Kadın ve Sosyal Değişim, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2002, s. 447. Yeni Ufuklar, sayı 27 MAKALE başlamışlardır. Bir tartışma ortamı meydana getirmişlerdir. Meşrutiyet ile birlikte fikir akımları da özgürce fikirlerini ifade etmeye başlamışlardı. İslamcılar, Türkçüler, Batıcılar toplum sorunlarını, kadının durumunu, ilim, edebiyat gibi konularda yazılarını kaleme aldıkları kendilerine mahsus gazete ve dergiler çıkarmışlardır. İslamcılar; Beyanü’l-Hak, Sırat-ı Müstakim, Hikmet, Mahfil, Volkan. Türkçüler; Türk Yurdu, İslam Mecmuası. Batıcılar; İctihad, Yeni Mecmua, Tanin gibi gazete ve dergiler çıkarmışlardı. Sırat-ı Müstakim Sırat-ı Müstakim ‘in ilk sayısı 27 ağustos 1908 tarihinde Zeynülabidin Ebulula ve Serezli Hafız Eşref Edip tarafından İstanbul’da çıkarılmıştır. erkeğe ve kadına farz olduğunu buyurdu.’’21 bu sözlere yer vermiştir. Fatma Aliye Hanım burada İslamiyet ile kadının bazı haklara kavuştuğunu vurgulamıştır. Peygamber Efendimizin hadisine yer vererek kadınların ilim öğrenmesinde dinen bir mani olmadığını vurgulamıştır. Fatma Aliye Hanım’ın diğer İslamcılara nazaran kadının namusu ile dışarıda bir işte çalışabileceğini söylemiştir. Udi adlı romanının başkarakteri Bedia Hanım eşinden ayrılmıştır ve bir süre geçimini kardeşi sağlamıştır. Kardeşi ölünce kendisi çalışmak zorunda kalmıştır. Fatma Aliye Hanım burada kadının zor durumda kaldığında namusu ile çalışabileceğini vurgulamıştır.22 İslamcılar boşanma, çok eşlilik, eğitim durumu konusunda çeşitli görüşler savunmuşlardır. Çok eşlilik konusunda aralarında ayrılıklar olduğu görülür. Musa Kazım Efendi çok eşliliği savunmaktaydı. Aksekili Ahmet Hamdi’ye göre ise çok eşlilik, Avrupalılar ve Kuran’ın hükümlerinin yanlış anlayanlar tarafından ileri sürüldüğü gibi bir toplumsal yara olmayıp, doğal yasalar ve aile çıkarlarına uygundur. Aksekili aynı zamanda çok eşliliğin kurallara uyması gerektiği ve çok özel durumlar halinde başvurulması gerektiğini savunmuştur. Mehmet Akif ise tek eşliliği savunmuştur. Boşanma konusunda da aralarında ayrımlar olmuştur. Musa Kazım Efendi’ye göre kadına boşanma hakkı verilmemelidir. Ona göre, kadına boşanma hakkı tanınmıyorsa bu onun kaprisli ve güvenilmez olmasındandır. Bu konuda kadına verilecek en ufak bir tavizin aileyi uçuruma sürükleyeceğini savunmuştur. Ilımlı İslamcılar ise kadına boşanma hakkının verilmesi gerektiğini savunmuşlardır. İslamcıların birçoğu kadına özgürlük verilmesine karşı çıkmışlardır. Sait Halim Paşa, kadınlara mutlak özgürlük ve devlet işlerine karışma hakkı veren nice uygarlıkların tarihe gömüldüğünü söylemiştir.23 İslamcı Gazete ve Dergiler Tanzimat Dönemi’nde gazete ve dergiler çok az da olsa çıkarılmaya başlamıştır. II. Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte gazete ve dergilerin sayısında büyük bir artış olmuştur. Meşrutiyet’in getirdiği hürriyet ortamı ile aydınlar görüşlerini, yazılarını gazetelerde, dergilerde kaleme almaya 21 Sadık Albayrak; a. g. e., s. 453. 22 Şenay Leyla Kuzu; a. g. m., s. 882. 23 Bernard Caparol; a. g. e., s. 82-83. 27 ağustos 1908 yılında Perşembe günü Zeynülabidin Ebulula ve Serezli Hafız Eşref Edip tarafından İstanbul’da ilk sayısını çıkarmıştır.24 Haftalık yayınlanan gazetenin başyazarı Mehmet Akif ’tir. Bu dergide kadın ve aile konusunda yazılar yazılmıştır. Özellikle Mehmet Akif, kadın konusunun toplumda çok dillenmesiyle bu konu üzerinde çok durmaya başlamıştır. ‘’Müslüman kadınların erkeklerden kaçması Garplıların diline dolanmıştır. Son zamanlarda bu adet Şarklılarında hoşuna gitmeye başlamıştır. Bizim kadınlarımız da nisvanı garp gibi olsa; erkeklerle bir arada yaşasa, evlerde kapanıp kalmasa gibi temenniler birçok ağızdan işitilir oldu’’25 Akif, burada neden kadın konusunun daha çok üzerinde durduğunu anlatmak istemiştir ve Müslüman kadının bir garplı gibi olamayacağını anlatmaya çalışmıştır. Gazetede, Ferid vecdi’nin Müslüman Kadın adlı eseri Mehmet Akif tarafından tefrikalar halinde yayınlanmıştır. Bu eserde kadın erkek arasında ki farklılıklara, sosyal hayattaki farklılıklara, değinilmiştir. Ferid Vecdi kadının erkek işlerinde çalışmasını eleştirmiştir ve gazete yazarları da onun görüşlerine katılmışlardır. ‘’ Tarih-i tabiatı okuyanlar için şu müşahede, kadınların erkek işleriyle uğraşmaları, adeta kendi hukuk-u tabiyelerine karşı taaddîde bulunmaları, canib-i fıtrattan kendilerine resmolunan dâirenin haricine çıkmak demek olacağına en güzel bir tarik-i istidlaldir. Binaenaleyh kadınları bu tarik-i taaddîye icbar etmek, şu katı yürekli erkek tarafından o nârin, o nâzenîn refikay-i hayata reva görülen esaretin en celîm bir nümunesi, kezâlik gayet hatarnâk olan hayat-ı hariciye meydanlarında o bîçareye karşı hiç eser-i şefkat ve merhamet gösterilmeksizin edilen muhacemâtın en büyük bir nişanesidir.’’26 Ferid Vecdi burada, kadınların erkek işleriyle uğraşmalarının fıtratlarına aykırı olduğunu belirtmiştir. Kadınları yeteneğinin olmadığı alanlarda görevlendirmenin onlara zulmetmek anlamına geleceğini vurgulamıştır. Mehmet Fahreddin gazetede ki bir yazısında, kadınların süs, eğlence ve modaya aşırı düşkünlüklerini eleştirmiştir, süsü için paralarını israf ettiklerini söylemiştir. Gazetede ki yazılarda kadın ve tesettür üzerinde de durulmuştur. Gazete yazarlarından Ferid Vecdi, M. Muhyiddin ve Mehmet Fahreddin tesettür konusunda erkeğin sorumlu olduğunu söylemişlerdir. Eğer erkek bu sorumluluğu yerine getiremiyorsa, yetkinin hükümete ait olduğunu 24 Kerim Bayram; II. Meşrutiyet Dönemi Yayın Organlarından Sırat-ı Müstakim’de Kadın ve Aile, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2010, s. 5. 25 Kerim Bayram; a. g. e., s. 11. 26 Kerim Bayram; a. g. e., s. 29. 77 MAKALE söylemişlerdir.27 Şeyhülislam Musa Kazım Efendi’de ‘’Hürriyet-Musavat’’ adlı yazısında tesettür, çok eşlilik, kadının eğitimi gibi konulara değinmiştir. Kadının eğitimi konusunda da yazılar yazılmıştır. Nezihe Muhlis adlı kadın yazarımız, kadının eğitiminin maksadı ile ilgili bir yazısı bulunmaktadır. ‘’ Genç kızlarımız milliyet ve i’tikadâtına sadık, metin, azimperver ve müteşebbis, garbın bütün terakkiyat-ı fenniyesiyle mücehhez evlatlar yetiştirebilecek güzide birer valide, hanenin umûr-u dâhiliyesini bir hükümet-i muntazama katiyetiyle hüsn-ü idare edebilecek intizam perver birer ev kadını, saadet-i aileyi hazırâ-i ictimâiyenin kendilerine tahmil ettiği vazâifi ifa etmiş olacaklardır.’’28 Nezihe Muhlis kadının eğitilmesinin iyi bir anne, evinin mutluluğunu huzurunu sağlayacak iyi bir eş ve ev kadını olması için gerekli olduğunu vurgulamıştır. Gazeteye kadınlar ve erkekler tarafından mektuplar gönderilmiştir. Bu mektuplarda kızlar için okullar açılması istenmiş, eğitimin Fransızca olması eleştirilmiş ve okullarda Müslüman terbiyesinin verilmesini istemişlerdir.29 Sebilürreşad Sırat-ı Müstakim 29 Şubat 1912 tarihinde 182. Sayısının yayınlanmasıyla kapanmıştır. 183. sayı itibariyle de Sebilürreşad adı ile çıkmaya başlamıştır.30 183. Sayı 8 Mart 1912 yılında yayınlanmıştı ve Eşref Edip sorumluluğunda 5 Mart 1912 tarihine kadar devam etmiştir. Sebilürreşad, Sırat-ı Müstakim’in misyonunu yüklenmiştir. Kadınlar konusuna genişçe yer verilmiştir. Kızlar için okul olmaması, Müslüman kızların yabancı okullarda okumalarından dolayı İslami iyi öğrenememeleri eleştirilmiştir. Milletin çöküş ve yükselişinde kadınların büyük bir önemi olduğu vurgulanmıştır.31 Sonuç Tanzimat ile birlikte fikir hareketlerinin tohumu atılmıştı. Bu fikir akımları, II. Meşrutiyet Dönemi’nde ise daha aktif, düşüncelerini daha özgür bir şekilde ifade etmeye başlamışlardır. Bu dönemin en önemli konularından biri kadın olmuştur. İslamcılar, Batıcılar ve Türkçüler kadının eğitimi, toplumda ki konumu, çalışması, giyimi hakkında görüşler ileri sürmüşlerdir. Kadının eğitimi konusunda hepsi hemfikir olmuşlardır. II. Abdülhamit’te kızların eğitimine önem vermiştir. İslamcılar da kadının eğitilmesi gerektiğini savunmuşlardı; fakat bunun iyi bir anne, eş olabilmesi için gerekli olduğunu vurgulamışlardır. Kadının çalışma hayatına atılmasına karşı çıkmışlardır. Tesettür konusunda ise İslamcılar, kadının çarşafını çıkarmasına kesinlikle karşı çıkmışlardır. Batıcılar, kadının Avrupalı kadın gibi olmasını onu örnek alması gerektiğini savunmuşlardı, İslamcılar buna çok sert bir şekilde karşı çıkmışlardır. İslamcılar her konu da şeriatın emrettiği hükümler dışına çıkmayı kesinlikle reddederlerdi. Kadın konusunda da şeriatın dışına çıkmamışlardır. Çok eşlilik ve boşanma konusunda ılımlı ve radikaller kendi aralarında 27 28 29 30 31 Kerim Bayram; a. g. e., s. 67. Kerim Bayram; a. g. e., s. 41. Yasemin Tümer Erdem; a. g. e., s. 86-87. Kerim Bayram; a. g. e., s. 5. Yasemin Tümer Erdem; a. g. e., s. 88-90. 78 Sebilürreşad, Sırat-ı Müstakim’in misyonunu yüklenmiştir. Kadınlar konusuna genişçe yer verilmiştir. ayrıma düşmüşlerdir. Bir kısmı çok eşliliğin doğal olduğunu söylerken bir kısmı ise mecbur kalındığında başvurulması gerektiğini söylemişlerdir. Keza boşanma konusunda da aynı ayrıma düşmüşlerdir. Bir kısmı kadına boşanma hakkının verilmesini tehlikeli görürken bir kısmı kadınında böyle bir hakkının olduğunu savunmuşlardır. İslamcı gazete ve dergilerde kadın hakkında ki görüşlerini yazmışlardır. Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad’ta dönemin yazarları kadın hakkında ki görüşlerini kaleme almışlardı. İslamcılar için kadın her zaman önemli bir konu olmuştur. KAYNAKLAR Albayrak, Sadık; Meşrutiyet İstanbul’unda Kadın ve Sosyal Değişim, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2002. Bayram, Kerim; II. Meşrutiyet Dönemi Yayın Organlarından Sırat-ı Müstakim’de Kadın ve Aile, A.Ü Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2010. Caparol, Bernard; Kemalizmde ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını (1919-1970), Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1982. Erdem, Yasemin Tümer; II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyete Kızların Eğitimi, M.Ü Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Yayımlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2007. Ersoy, Mehmet Akif; Safahat, Huzur Yayınevi, İstanbul 1989. Kuzu, Şenay Leyla; ‘’Fatma Aliye Hanım’ın Eserlerinde Kadın Sorunu ve Kadın İmgesi’’, İnönü Üniversitesi Sanat ve Tasarım Dergisi, Özel Sayı Kadın ve Edebiyat, Cilt 2, Malatya 2011. Kurnaz, Şefika; Yenileşme Sürecinde Türk Kadını (18391923), Ötüken Yayınları, İstanbul 2011. Mardin, Şerif; ‘’İslamcılık’’, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 5. Safa, Peyami; Türk İnkilabına Bakışlar, Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları, Ankara 1988. Yeni Ufuklar, sayı 27 MAKALE 79 MAKALE 80