Dubai Towers`a rakip
Transkript
Dubai Towers`a rakip
y›l: 1 say›: 9 fiyat›: 1 YTL (1 Milyon TL) 11-17 Kas›m 2005 ISSN 1306 0830 Hakan Günday ruhun uykudaki halini ’ye yazd›... s Paris geceleri ›fl›l ›fl›l. (s.5) s Murat Bardakç› yazd›: Kar›ndeflen Jack, Osmanl› ziyaretinde karn›yar›¤a hayran kalm›flt›. (s.6) s Narkolepsi Araflt›rmalar› Merkezi’ne yeni gelen hasta, k›demli hasta taraf›ndan “Bu alemde uyan›k olmak laz›m” diye uyar›ld›. (s.8) Dubai Towers’a rakip M›s›rl› ifladam› Ahmed Zayat ülkemize dev bir yat›r›m yapacak. Bir K›pti olarak Araplar› k›skand›¤›n› belirten Zayat “‹sterseniz içeri mumya bile korum” dedi. (s.7) Recep Tayyip Erdo¤an, Zayat (soldan ikinci) ve kurmaylar› ile toplant› halinde. M›s›rl› fotoflopçular 3 ay gece gündüz çal›flt› ‹statistik Bitirmek üzere oldu¤umuz %13 kitab›n ad›n› ne koymay› %17 düflünüyoruz? Sultanahmet’e dev piramit! Mega “Türkiyem” flark›s› start ald› %11 %9 %3 %27 %20 n Metal F›rt›na 5: Metal Yorgunlu¤u (%27) n Bilgelerin Ferrari’lerini çok ucuza sat›n alan galerici (%20) n Tufl ve Feza (%17) n Gülün Soyad› (%13) n Da Vinci’nin Bankamatik Kodu (%11) n Gazap Üzümleri’nden fiarap Üretimi (%9) n fiu Ç›lg›n Türkler 2: Daha Ç›lg›n, Daha Manyak (%3) POPSAV, milli birlik ve beraberlik ruhunu yaflatmas›, seçim zaman› otobüslerden yay›mlanmas› amac›yla 81 ili birden öven “Türkiyem” flark›s›n›n yap›m›na bafllad›. fiark›dan baz› dizeler flöyle: İnce kesilmiş et olam Mersin senin tantunine Dizi karakterlerine gülürüm Rize hey! Yurdu kalkındıran zenginlerine bayılıyorum Adanam hey hey! (s.4) Mahmut Hoca liderli¤indeki suç örgütü “Hababam S›n›f›” çökertildi. (s.6) 2 EKfi‹ 11-17 Kasım yaflam Çakı-Yorum fiADAN ÇAKI botoks@sadancaki.com Yüre¤im yan›yor evgili okurlarım, senelik iznimin bir bölümünü kullanacağım için maalesef bu hafta sizlerle birlikte olamıyorum. Eee o kadar çalıştık, yorulduk, tatil bizim de hakkımız değil mi, ehehe. Neyse haftaya gündemin en can alıcı konularına birlikte çakmak üzere hepinizi hasretle öpüyorum... Lan, tamam yaa yalan konuşmayayım şurda yüz yüze bakıyoruz, ne senelik izni değerli okurlarım? Geçen haftaki yazımdan sonra Ekşi Plaza önünde kimliği belirsiz bir arkadaş tarafından sol topuğumdan vurulduğum için hastanede yatıyorum şu anda. Ayak alçıda Tutankamon gibiyim, bu yazıyı da telefondan yazdırıyorum zaten. Ama değerli okurlarım geçen hafta sizler de okudunuz; ben söyledim o yazı işlerindekilere, yapmayın dedim, İbo gibi yazdırmayın bana dedim, bu adamla uğraşmaya gelmez dedim, beni de yakacaksınız, kendinizi de dedim. Dedim ama kime dedim? “Yok yok, bi şey olmaz sen yaz Şadan’cığım. İbrahim Bey şakadan anlar Şadan’cığım. O yazı sayesinde tirajımız patlayacak Şadan’cığım”. Buyur yazdık gördük işte, tiraj yerine piştov patladı, gitti aslan gibi topuk. Şimdi de akılları başlarına geldi bana diyorlar ki “Aman Şadan bu konuyu unutalım biz sana senelik izin vermiş gibi yaparız, bir hafta yat dinlen, yazı falan da yazma başımıza daha fazla iş almayalım.” Ahaha, yani aramızda kalsın ama, bizim yazı işleri hiç anlamıyor bu yazı işlerinden değerli okurlarım. Böyle şey unutulur mu, hasıraltı edilir mi hiç? Kırk yılın başı bir fırsat geçmiş elime, “basın özgürlüğü için kendini feda eden cesur kalem” ayağıyla prim yapma şansı doğmuş, cayır cayır yazmaz mıyım ben bunu be! Bir de üstelik bu üzücü olay yüzünden kırk yılda bir gelen televizyona çıkma fırsatını kaçırmışım, benim yüreğim yanmış. Yazmayıp ne yapayım... S “Don Üstü Afl›klar›” bu hafta vizyonda! Yönetmen: Barış Bölen Oyuncular: Açelya Devin Yanar, Aykut Semerci, Osman Yağmurdereli Tür: Erotik Dram Süre: 131 dk. Yapım Yılı: 2005 Tavsiye: Ederiz, ama hararetle değil. ilmimiz 90’larda geçiyor, biraz daha ayrıntıya girmek gerekirse, 1990’larda. İstanbul’un kıyıda köşede kalmış mahallelerinden birinde yaşanan tutkulu bir aşk hikayesi var karşımızda... Aşk hikayesi ama, Romeo ve Jülyet gibi mutlu sonla biten bir aşk hikayesi zannetmeyin sakın, “Don Üstü Aşıkları” nda hüzün hakim her çehreye. Konuyu özetleyelim: İTÜ’nün uçak F mühendisliği fakültesinde üçüncü yılını dolduran Sacide (Açelya Devin Yanar), okuduğu bölümde tek kız olmanın avantajlarını doyasıya yaşarken, bir bayram arifesinde evlenme yaşının geldiğini ve okul sonrasında eş bulma konusunda sıkıntı çekeceğini idrak eder, ansızın kederlenir. Tüm çabalarına rağmen aradığı ideal eşi staj yaptığı maket uçak fabrikasında da bulamayan Sacide, son senesi için okula döndüğünde Orada ben olmal›yd›m! Evet sizler de izlemişsinizdir sevgili okurlarım, bu hafta Okan Bayülgen’in yeni programı Televizyon Makinası’ndaki konuklardan biri de Genel Yayın Yönetmenimiz Sayın Aziz Kedi idi. Çıktı güzelce dergimizi tanıttı, kahramanca Cem Özer’e tahammül etti, vahşice Tatiana adlı manken kızımızı kesti, helal olsun amirimdir, gözüm yok yapsın ama bazı gerçekler de bilinsin istiyorum değerli okurlarım: O kahpe kurşun olmasa bütün bunları ben yapıyor olacaktım, o programa esas ben davetliydim! Geçtiğimiz hafta değerli dostum Okan Bayülgen beni arayıp yeni bir programa başlayacağını ve ilk programına ağır konuklarla çıkmak istediğini söyledi. Eski bir dostu ve akıl hocası olarak bu konuda benden destek bekliyordu. Okan’ı taa radyoda ilk anlamsız sesler çıkararak bağırmaya başladığı günlerden beri tanıdığım için kıramadım, “Tabii Okan’cığım ne demek, memnuniyetle çıkarım programına” dedim. Buna karşılık Okan “Abi yanlış anladın, konuklar hazır, sana programa neşe katacak komik unsur olarak ihtiyacım var” deyince biraz bozulur gibi oldum, ama belli etmedim. Ne de olsa şöhret şöhretti ve ben bunun için tam 48 sene beklemiştim. “Olsun” dedim, “gerekirse dekor olarak bile çıkarım.” Bunu söylerken şaka yaptığımı sandığı için Okan güldü, o gülünce ben de güldüm, bir süre karşılıklı gülüştük ve Cumartesi stüdyoda görüşmek üzere sözleşip kapattık telefonu. Sanırım hikayenin bundan sonrası siz de aşağı yukarı tahmin etmişsinizdir değerli okurlarım. Basın özgürlüğüne sıkılan kahpe bir kurşun, alçıya alınmış bir ayak, durumu fırsat bilip programa benim yerime katılan fedakar (!) bir genel yayın yönetmeni, o genel yayın yönetmeninin önünde masa üstüne çıkıp samba yapan bir manken, o mankenin kalç.. offf ulan yazamıycam daha fazla çok fena oldum hemşireyi çağırın bana... (Önümüzdeki hafta görüşmek üzere, öpüyorum güzel gözlerinizden...) çevresinde kümelenen genç mühendis adaylarından Orkun’u (Aykut Semerci) gözüne kestirerek ince ince flörtleşmeye başlar. İnce flörtleşme konusundaki tecrübesizliği sebebiyle üç ay Orkun’dan köşe bucak kaçan Sacide, arkadaşlarının “Fazla ince oldu bu flört” uyarısı üzerine Orkun’un ilgisini çekecek yöntemler aramaya başlar ve bir perşembe sabahı okulun kantininin önünde Orkun’un burnuna kafa atar. Bu aşamadan sonra yakınlaşan çiftin arasına ilerleyen günlerde bazı engeller girer, birlikteliklerinin önüne çukurlar kazılır. Sacide, iç dünyasında yaşadığı fırtınaları Orkun’a belli etmemeye çalışır, Orkun ise zaten Sacide’nin iç dünyasında kopan fırtınaları hiç merak etmemektedir. Orkun askerlik için uzattığı okulun sonuna yaklaşırken, Sacide’yle olan ilişkisi sayesinde yaşadığı yalnızlığın son bulacağını düşünür. Ama senenin sonunda apansız bir engel, tıpkı sahibinin eve dönmesi bekleyen sadık bir Labrador gibi Orkun’u beklemektedir. Yeri gelir, karakterler uzun uzun ufka bakıp iç çekerler, bir “sanat” filminde olduğumuzu bize hatırlatırlar.. 2002 yılında yapım çalışmalarına başlanan “Don Üstü Aşıkları”, “kadın” ve “erkek” şeklinde iki ayrı kurgusuyla, ekranın sol üst köşesine getirdiği radikal yeniliklerle ve Quentin Tarantulavari flashbackleriyle uzun süre konuşulacak bir filme benziyor. Kadın cephesinde modern insanın tutkularına gem vuruşu ve akabinde gemi azıya alışı anlatılırken, eşzamanlı olarak erkek cephesinin cinsel tabular karşısında verdiği apansız mücadeleyi ince bir işçilikle harmanlayarak bize sunan film, yönetmen Barış Bölen’in ilk uzun metrajlı çalışması. Daha evvel “Kareli Gömleğin Laneti” adlı kısa filmiyle 23. İstanbul Film Festivali’nde “7-9 dakika” kategorisinde en iyi kısa film ödülünü alan Bölen, filmin galasında basın mensuplarına “Herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği bir film yapmaya çalıştım. Sonra vazgeçip, bu filmi çektim” açıklamasını yaptı. Bayram namaz›na gitmek istemeyen genç karar›n› ailesine bu y›l da aç›klayamad› mırmır dudağımı oynatmaktan, yanımdakilerin hareketlerini gözleyerek ıllardır babasıyla birlikte bayyatıp kalkmaktan usandım” diye kenram sabahları bayram namazı disine telkinlerde bulunmasına rağkılmaya giden Adamen, ailesine “Ben namaza nalı genç Tahir Sarıgöz, ünigitmek istemiyorum” diyeversiteye başladıktan sonra memesini, sabah anneankendi kendine aldığı “Baynesi tarafından uyandırılram namazına gitmeme kamasına bağladı. “Babam ya rarını” bu bayram da ailesida annem uyandırsaydı kene açıklayamayarak bayram sin söylerdim ama anneansabahı caminin yolunu tuttu. nem hacı, şimdi iki saat soSarıgöz, bir gece önceden Tahir, Kurban ru sorar, ateist olduğumu “Duaları zaten bilmiyorum, Bayram› için umutlu. bile zanneder” diye düşüAdana Y nerek kararını açıklamaktan vazgeçen Tahir Sarıgöz’ün, yine de kararlı olduğunu vurgulamak için abdest alır gibi yaptığı ve namaz sonunda başıyla selamı yanlış verdiği bildirildi. Sarıgöz’ün geçen yıl namaza gitmemek için “Dişim ağrıyor” numarası yaptığı, bir önceki yıl da “Geç yatarak sabah kalkamama” taktiğine başvurduğu, ancak tüm bunlardan sonuç alamadığı öğrenildi. Ailesinin göstereceği tepkiden çekinen Sarıgöz, aldığı kararı açıklamayı Kurban Bayramı’na erteledi. polis dosyas› 11-17 Kasım EKfi‹ 3 ‹lk planl› cinayeti çözen müfettifl san›klar› salonda toplayamad› Emniyet müfettifli fiakir Hüseyino¤lu üzgün İstanbul ürkiye’de işlenen ilk planlı cinayet vakasını incelemekle görevlendirilen ünlü Müfettiş Şakir Hüseyinoğlu, hadisenin incelemesinden sorgulamasına, teftişinden çözümüne batı cinayet teftişi standartlarının epey altındaki şartlarda hizmet verdikten sonra önceki Pazar katilin kim olduğunu açıklamak üzere olağan şüphelileri bir salonda toplamayı da, bir arada tutmayı da başaramadı. Türkiye’nin bilinen ilk planlı, hesaplı cinayeti olduğu şüphesiyle başlatılan soruşturmada görev alan Müfettiş Hüseyinoğlu, teftiş sonrası şok açıklamalarda bulundu: T “Katil olabilirdim” Soruşturma şöyle başladı: İstanbul Büyük Hali’nde yedieminlik yapan Nuri Cevahir iki hafta önce işyerinde ölü bulundu. Şüpheli ölüm üzerine yapılan otopside arsenik ile zehirlendiği ortaya çıkan yedieminin ölümünü araştırmak üzere Şakir Hüseyinoğlu görevlendirildi. Olay hakkında olağan şüphelileri sorguya çekmek isteyen Müfettiş Hüseyinoğlu ilk önce bu aşamada büyük sıkıntılar yaşadı. Teftiş hakkında basına açıklama yapan müfettiş olayı kademe kademe şu şekilde anlattı: “Merhum Nuri Cevahir’in şüpheli ölümünü aydınlatmak için yaptığım araştırmada yakınlarını sorguya çekmekle işe başladım. Başlamaz olaydım. Nuri Bey’in ya- kınları ile yaptığım konuşmaların hiçbirinden mantıklı, makul bir veri toplamam mümkün olmadı. ‘Olay günü neredeydiniz?’ sorusuna ‘Ben olayın tam olarak günü hakkında şimdi ne desem doğru olmaz’ diyeni mi istersiniz ‘Olayın günü değil de bence olayın nedenini araştırsanız daha iyi olur bence’ diye akıl vereni mi istersiniz, olay gününe gelesiye merhum ile 30 senelik geçmişini, evveliyatını anlatan mı ararsınız, çağdışı koşul ve tıynette insanlarla muhatap oldum. Hercules Poirot misali kişilerle olayı çözemeyeceğimi anlayınca Sherlock Holmes gibi küçük detaylara kanalize oldum. Bu da fayda etmedi. Olay yerinde yaptığım incelemelerde her türlü saygısızlığı ve rahatsızlığı veren merhumun yakınları bana sık sık akıl vererek ‘Şu yana da bak, bu yana da bak. Yatağın altına da bir bakaydın?’ gibi mesnetsiz yaklaşımlar sergilediler. Tam odaklanmış, bir ipucu yakalamışken ‘Susamışsan bir suç içersin diye getirdim’ diyerek burnuma su dürtenler, benim işimin de zor olduğunu bana hatırlatanlardan illallah dedim. Ama en büyük üzüntüm ve yıkıntım olayı çözdükten sonra olağan şüphelileri bir ortamda toplayamayışım, topladıktan sonra da bir türlü arzu edilen sessiz ve merakla dinleyen kitleyi bulamayışım oldu. Adet olduğu üzere yakınları bir odada toplamak istediğimde o odanın neresi olması gerektiği konusunda hısımlar ve yakınlar arasında tartışma çıktı. “Nuri Abi’nin katili bu evde açıklanacak, çok hatırası var burada, yok şu evde açıklanacak, burada çıkışta maçı da izleriz” tartışmalarından sonra kişileri üç saat boyunca bir araya toplamaya çalıştım. Evi bulamayanları, “o gelirse ben gelmem”cileri saymıyorum dahi. Neticede şüphelileri bir odada toplamayı başardığımızda Fenerbahçe-Karşıyaka maçı başladığı için bir türlü dikkatleri bir arada tutamamam, adet olduğu üzere en şüpheli gibi görünen kişilere devamlı itirazları sebebiyle sonu “Ama katil siz değilsiniz” ile biten şekli yapamamam olaya tuz biber ekti. Neticede daha ilk gösterdiğim parmakta “Önce o eli indir” diyen eblehlikte insanlardan mürekkep bir topluluğa maktulü de, Nuri Bey’in ölüm sebebini de açıklayamadan grup kavgaya tutuştu. O salonda kavga edenleri ayırıp, öpüştürüp barıştırmaktan öte bir fonksiyonum olsun isterdim. Olamadı.” Nuri Cevahir’in ölüm sebebinin de umut edildiği üzere cinayet olmadığını, kendisine emanet edilen kimyasalları içki sanarak içmesi sonucu gerçekleştiğini açıklayan Müfettiş Şakir, olaydan sonra görevinden istifa ederek Fransa Alpleri’ne yerleşti. Konu hakkında yorum yapmaktan çekinmeyen merhumun yakınlarından birisi “İstifa müfettiş beye yakışmadı. Katili bulmadan gitmemeliydi. Az kapının arkasına, dolapların içine de bakaydı belki katili bulurdu, ama bizi dinlemedi” dedikten sonra ekledi “Fenerbahçe bu sezon çok iyi.” Gökhan Demirkol’un vücudunu foto¤raflayan Nuri Aygün en büyük fantezisini anlatt›: “Seda Sayan’›n otopsisine girmek istiyorum” uri Aygün, 32 yıldır İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde fotoğrafçı olarak görev yapıyor. Lakabı Memoli. Ancak ona yalnızca iş arkadaşları Memoli diyor. Bugüne kadar sayısız cinayet mahallinde delil görüntülemiş, yasadışı mitinglere katılanları fotoğraf makinesiyle tek tek saptamış. Çekmediği fotoğraf, belgelemediği suç kalmamış adeta. O artık kıdemli ve her yere koşmuyor. Sadece ünlü isimlerle çalışıyor. Örneğin son olarak Gamze Özçelik’e tecavüz ettiği iddiasıyla yargılanan Gökhan Demirkol’un vücudunu fotoğrafladı. Nuri Aygün’le emniyetteki mütevazı odasında konuştuk. N Ustam Ara Güler Memoli mesleğin ilk yıllarında yaptığı işi sevmiyormuş. Polislik mesleğine başladığında suçluların kıçını tekmelemek gibi hayalleri varmış. Mecburiyetten başladığı fotoğrafçılık bir tesadüf eseri tutkuya dönüşmüş. “Hiç unutmuyorum. Bir gece Ara Güler çalıştığım karakola gelmişti. Cüzdanı çalınmış. O sırada ben de çekim yapı- yordum. Beni gördü, birkaç küçük tavsiyede bulundu. Dediklerini yapınca fotoğrafların daha kaliteli olduğunu fark ettim. Sonra bir adam tuttum, iki haftada bir Ara Güler’in cüzdanını çalmasını söyledim. Böylece Ara Abi karakolun müdavimi oldu. Her gelmesinde bana yeni şeyler anlatıyor, ufkumu açıyordu. 12. soygundan sonra pes etmiş, cüzdan taşımamaya başlamış. Ben de evini kundaklattım. Az kalsın ülkeyi terk edecekti yalnız, sonradan çok vicdan azabı çektim.” Yıllar yılları kovalamış. Zamanla diğer meslektaşlarının arasından sıyrılmış Memoli. Acıların Kadını Bergen’in cesedini fotoğraflarken güldüğünü fark etmiş. Yaptığı yakın çekimler davaya etki etmese de basından çok ilgi görmüş ve takdir almış Memoli. O günden sonra da kendisini seçerek davalara vermeye başlamışlar. Cinayet davalarını anlatmasını istiyoruz: “Yağmurlu havalarda işlenen cinayetleri seviyorum. Kan yavaşça suya karışarak şehrin gürültülü caddelerinden sessiz ve rutubetli kanalizasyona akarken deklanşörüme basıveriyorum.” Gökhan’› be¤endim Ve son günlerin en çok merak edilen konusuna, Gökhan Demirkol-Gamze Özçelik olayına geliyor sıra. Kendisi o sırada başka bir görevde olduğu için üç saat bekletmişler Gökhan’ı. Diğer fotoğrafçılar da “Bu şeref Memoli’nindir” diyerek çekim yapmayı kabul etmemiş. Gökhan’la bir buçuk saat geçirmiş Nuri Aygün. “O muydu değil mi?” diye soruyoruz: “O yapmıştır ya da yapmamıştır diyemem. Ancak biraz daha kilo verirse iyi bir model olabilir. Bence düşünmeli de. Fiziği düzgün. Zaten basketbol oynamanın getirmiş olduğu avantajlar da var. Kendisiyle güzel bir çalışma yaptık. Kişisel albümüm için de birkaç poz verdi. Hatta ‘Abi kişiselse cinsel organımı da göstereyim. Önemli değil’ dedi ancak kabul etmedim. Mahkemenin gidişatına etki eder belki diye.” Son olarak hayallerini, gelecekten beklentilerini anlatıyor Memoli. Emekli olunca bir sergi açmayı düşünüyor. Bir de hayranı olduğu Seda Sayan’ı morgda son bir kez görüp resmini çekmek. “Zaten sonra da bu mesleği bırakırım” diyor. 4 EKfi‹ 11-17 Kasım gündem KISA... KISA / YURTTAN... “S›hhatler olsun”u duyamay›nca hasta oldu İstanbul Fikirtepe’de haftalık pazar banyosunu yaptıktan sonra ailesine “Ben çıktım!” diye bağırıp “Sıhhatler olsun” cevabını alamayan lise öğrencisi E.Ö. yataklara düştü. Durumun aile fertlerince anlaşılması üzerine Fikirtepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne kaldırılan genç üç gün müşahede altında kaldı. Açıklama yapan hastane yetkilisi “Atadan kalma alışkanlıkların birden kesilmesi bu tip travmalara yol açıyor. Toplum sağlığı için banyodan sonra ‘Ben çıktım’ı duyar duymaz ‘Sıhhatler olsun’ ve ‘Güle güle kirlen’ gibi kalıpları kullanmaya özen gösterelim” dedi. 81 ile yalakalanan “Türkiyem” flark›s›n›n yap›m›na ‹flte dev “Türkiyem” flark›s›ndan dizeler bugün baflland› Kurban olam Afyon senin yoluna... Kaymaklı ekmek kadayıfına ölürüm Afyonum, Cumhuriyet Sucukları’na ölürüm Afyonum hey hey, / Türkiye’nin hak aranabilmeye elveriflli illeri ile ilgili yasa tasar›s› TBMM gündeminde / Geçmifl y›llarda bestelenen tüm “Türkiyem” flark›lar›n›n kapsad›¤› iller ÜFE’nin aç›klanmas›n› bekleyen genç ekonomist heyecandan delirdi Her ayın üçünde piyasaların kapanmasından sonra açıklanan enflasyon rakamları bu sefer can yaktı. 25 yaşındaki genç ekonomist E.Ö. verileri beklediği çalışma masasında arkadaşlarının gözü önünde sapıttı. Sağa sola saldırmaya başlayan, masasını dağıtan gencin, “ÜFE üf oldu! ÜFE üf oldu!” şeklinde bağırdığı ve özel bir kliniğe kaldırıldığı bildirildi. Enflasyon beklentilerinin %0.7 ile %1 arasında değiştiğini anketlerden öğrenen genç ekonomistin, yine kötü tahmin yaptığı geçen ay da yüzde %1.2’lik tahmininin fazla olması nedeniyle dengesiz hareketlere başladığı, son altı aylık artışları hiç öngöremediği, geceleri ağladığı, aklına okul yıllarında aldığı 0.5 final notlarını getirip bunu arkadaşlarına anlattığı bildirildi. ıllardır iletişim, anlayış, serinkanlılık ve hoşgörü gibi konulardan bahis açıldığında “empati” kelimesinin anlamını açıklayan ve empatik düşüncenin faziletini ballandıra ballandıra anlatan arkadaş çevresinden sıkılan S.İ. (24) isyan etti. “Bunaldım artık” diyen S.İ., “Her muhabbette empati kavramının tanımının yapılmasından ve bunun her şeyin başı bir fazilet olduğunun aynı ses tonu ve bilgiçlikle söylenmesinden bıktım” diye serzenişte bulundu. Uzunca bir süredir, “Aaa ne ayıp ayol, senin içinde / / / / Kafiye olam Burdur senin şiirine Sadeliğin ve yalınlığına ölürüm Burdurum Antalya’ya komşu olmana hayranım Burdurum hey hey! / Yap›m›na bafllanan dev “Türkiyem” flark›s›n›n kapsayaca¤› iller Ö tekrar tekrar çalınacak, milli bayramlarda kendisinden tiksindirecek kadar duymak zorunda kalacağımız bir ‘Türkiyem’ şarkısıdır” diye konuştu. “Gecemizi gündüzümüze katarak çal›flt›k” 81 illik dev hedefe ulaşmak için sözü devralan vatan popçusu Ercan Saatçi ise, “81 ile birden yalakalık yapmak çok zor bir iş! Bu uğurda gecemizi gündüzümüze katarak çalıştık, her ilden yalakalanacak temel değerleri tek tek belirledik. İzmir gibi Göztepe ve Karşıyaka ayrımı yaşayan iller de ortak pazarı hedeflemek, yalakalanacak temel müştereği belirlemekte büyük (!) sorunlarımız oldu. Güneyde OHAL sebebiyle illeştirilen Batman gibi illerimizin tam olarak nesine yalakalanacağımızın tespitinde özellikle zorlandıysak da çözümsüz kalmadık. Batman’ın Batmobil’ine yalakalanarak ince bir espri yaptığımıza da inanıyoruz. Bu espriyi Uf-Er döneminde düşünmüştük. Bugüne kısmetmiş” şeklinde konuştu. de hiç empati duygusu yokmuş” diye suçlanmaktan korktuğu için kaygılarını dillendiremediğinden dem vuran S.İ., bugüne kadar içinde tuttuklarını “Empati kelimesi yokken biz nasıl anlaşıyorduk lan?” diyerek dışavurdu. S.İ.’nin görüşlerine başvurduğumuz arkadaşları ise “Onu dost belledik, ona yüreğimizi açtık, hoşgörü ve anlayış bayrağını elden ele taşıdık fakat gördük ki kendisi denyonun tekiymiş. Bunu anladık ya, yazıklar olsun!” diyerek ironik ve manidar bir yorum getirdiler. “Hay ‘empati’niz bats›n!” / / Buğday olam Konya kocaman ovana Mevlevi dergahında semazenim Konyam, Etli ekmeğinle doyarım yüce Konyam hey hey! / nceki gün Ankara’da toplanan POPSAV çatısı altında milli birlik ve beraberlik ruhunu yaşatması, seçim zamanı otobüslerden yayımlanması ve 81 ilden potansiyel toprakçı alıcıya ulaşması adına planlanan “Türkiyem” şarkısının yapımına bugün başlandı. POPSAV adına konuşan başkan Osman Yağmurdereli “Bundan önceki ‘Türkiyem aslansın kaplansın, ölürüm’ temalı şarkılarda gerek süre gerekse kaynak eksiklikleri sebebiyle yalakalanan şehir adedinde yirmiyi geçememiştik. Bu sebepten oluşan ikilik, ‘O şehirler Türkiye’de de, biz -çok afedersiniz- Yunanistan’da mıyız?’ gibisinden haklı eleştiri ve feveranlar yükselmişti. Ayrıca bu denemeler geriye kalan 61 ildeki potansiyel müşterileri de kaçırmış, hedeflediği Türkiye çapına ulaşamamıştı. Amacımız 81 iliyle Türkiye’nin bir bütün olduğunu, ölünecek bir tane dahi ilinin es geçilmediği, arkada bırakılmadığı Türkiye’nin bölünmez bütünlüğünün altını çizen ve mümkünse milli maçlar öncesi stadyumlarda Empati kelimesini kullanmadan iletiflimden bahsedebilecek arkadafl ar›yor Y / Demlik olam Rize Turist Çayı’na, Sevimli Laz dedelerine ölürüm Rize Rize, Dizi karakterlerine gülürüm Rize Rize hey hey! / AKP Rize Milletvekili Abdülkadir Kart, TAYAD üyelerinin Rize’de bir grubun saldırısına uğraması olayından sonra ülke genelinde güvenliği ve huzuru sağlamak için Türkiye’nin hangi illerinde hak aranabileceğinin belirlenmesi gerektiğini söyledi. TAYAD üyelerinin Nisan ayında Trabzon’da, Kasım ayında ise Rize’de böyle bir girişimde bulunduklarına dikkati çeken Kart, hakkın böyle aranamayacağını belirterek, “Herkesin hakkını her yerde aramaya çalışması bir belirsizlik yaratıyor. Keşke olmasa diyeceğimiz olaylara sebep oluyor. Türkiye’nin hak aramaya elverişli illeri ile ilgili belirsizlik son bulmalıdır” görüşünü ifade etti. Bu görüş doğrultusunda bir yasa tasarısı hazırlayarak TBMM gündemine sunan Kart’ın tasarısında hangi illerde hak aranabileceği belirtiliyor. / Hastanım Kütahya senin çinine! Güral Porselen tabağına ölürüm Kütahyam, Dünyadaki ilk toplu iş sözleşmene kefilim Kütahyam, Kefilim Kütahyam hey hey hey! / / Dalgakıran olam Sinop senin limanına Yurdun en kuzeyi olan İnceburun’a ölürüm Sinopum Karadeniz havanı soluyup of çekerim Sinopum hey hey! / / / Zeybek olam Aydın senin efene Ekmek bandığım zeytinyağına ölürüm Aydınım Ege’ye bakıp rakı içerim tarihi Aydınım hey hey! / / / Toz olam Denizli senin meydanında Kabarmış horozlarlarına ölürüm Denizlim Gelişmiş sanayinle övünürüm Denizlim hey hey! / / / Bayılırım Isparta senin havalimanına Geniş sokaklarına ölürüm Ispartam Yetiştirdiğin liderlere hayranım Ispartam hey hey! / / / Kubbe olam Edirne Selimiye Camii’nde Avrupa’ya açılan Kapıkule Sınır Kapısı’na ölürüm Edirnem Meriç’e bakarak şiir okurum güzel Edirnem hey hey! / / / İnce kesilmiş et olam Mersin senin tantunine Özel peynirlerinle yapılmış künefene ölürüm Mersinim Kocaman ve geniş sahillerine aşığım Mersinim hey hey! / / / Pamuk olam Adana senin tarlalarında Kendine has küfürlerine ölürüm Adanam Yurdu kalkındıran zenginlerine bayılıyorum Adanam hey hey! / / / Aşık olam Bilecik senin otoyoluna Depreme dayanıklı binalarında yaşayayım Bilecikim Kalkınma hamlelerinde yer bulasın Bilecikim hey hey! gündem 11-17 Kasım EKfi‹ 5 Halktan sesler ‹mama el kalkar m›? Kastamonu’nun Devrekani ilçesine bağlı Bozarmut köyü imamı Fatih Demircan, “hızlı namaz kıldırdığı” iddiasıyla cami cemaatinden dört kişi tarafından maşa darbeleriyle dövüldü. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? Semiha Benç Eda Balabanl› Necip Yürekli (Mimar, 38) (Müflteri temsilcisi, 24) (Aikido e¤itmeni, 33) Hiçbir şeyin çözümü dayak olmamalı. İnsanların birbirleriyle olan iletişimine inanıyorum ben. Din, ırk, memleket, yemek zevki, futbol... Oh tanrım. Bunların hepsi için birbirini kıran insanlar var. Bu arada olayda ilgincime giden bir şey de... Yalnız pardon deminden beri dikkat ediyorum gözlerinle beni adeta yedin bitirdin? Aklın sıra bu halkın en zayıf duygularını sömürerek cinsel seks fantezilerini bende mi tatmin edeceksin? O önündeki kocaman şeyle hem de? Ahahah kocaman şeyle. Kocaman... Bir insanın dayak yemesiyle ilgili ne söyleyeceğimi tam olarak bilemesem de henüz üç buçuk yaşında bir çocukken eve alınan ve ismini “Kündek” koyduğum lepistes balığını dövmüş olmam sonucu onun ölmüş olmasının konumuzla bağlantısı Kündek’in cenaze namazını kılması için başvurduğum mahalle imamının “De get la!” demesinin bende yarattığı travma ya da vazgeçtim trav diyerek ben de maşayı hak ettim. Anlıyorum... Darbelerin ne yönden gelmiş olduğu belli mi? Anlıyorum. Konumla ilgili olduğu için şöyle yaklaşayım, imamın saldırı anında yanlış duruş alarak ağırlık merkezine odaklanamadığını söyleyebilirim. Savaş sanatlarında çok önemli bir kural vardır. Ve bu kural sizi hiç ilgilendirmez. İmam beye söyleyeceğim yegane şey ne zaman hareket ederse bu aikidodur, unutmasın. Berat Kurtulufl (Seyyar sat›c›/Webdesigner, 28) Şimdi bu işler karışık. Benim de namaz kıldığım bir mescit var. Biz imamsız kılıyoruz da ne oluyor? Kimse kimseyi dövmüyor. Ama bu sefer de saf kavgası çıkıyor yok sen önde durdun yok ben önde durdum. Ya bırakın bunları yaaa. Bence bu nefretin sebebi imamın önde durması. Biz kendimizden önde duranlara tekamül edemiyoruz. Tekamülsüz bir milletiz. Olmamalı, olmasın. Arkandayız imam, sen önde dur biz arkanda durmaktan gocunmayacağız. GOCUN-MA İİİMAM GO-CUN-MA İİİMAM! Ya da vazgeçtim ney lan o imamın adını ver bana! Osman Sonyal› (Gitarist, 22) Ahahah merhaba. Dinler, değil mi? Dinler. Geçen gün arka sıramda oturan arkadaşla tam da bu konuyu tartıştık, biliyor musunuz? Ve ben onu Mozart ettim. Bu biraz size yabancı bir tabir olabilir tabi (Gülümsüyor). Her koyun kendi bacağından asılır diye bir espri var, bilirsin. Her imam da kendi kafasından dövülür (Gülüyor). Ya peki ben sana ismini sorsam sakıncası var mı? Var mı? Tamam ya, oradaki isim esprisi çok gereksiz bir olay ben de biliyorum. Ama imam efendi filan olunca sormayı bilme durumundasın ha işine gelince? Öyle değil mi? (Gülümseyerek Demirel taklidi yapmaya başlıyor) Sermet Erkin (Wizard, 50) Ben imam beyin bir röportajını dinledim. Diyor ki, “Arkamdaki safta beni döveceklerin durduğunu anlayınca sarığımı çıkarıp kaçtım”. İşte hoop, illüzyon burada çocuklar! Ahaha olmuyor tabi artık ama, eh eski alışkanlık... Yani imkan verilse ben o beyi sarığını çıkardığı anda buraya illüztrate etmeyi bilirdim. Ama devlet elini uzatmıyor. Bugün bir sihirbaz kaça tavşan çıkarıyor, kaça şapka alabiliyor. Melon şapkalar ateş pahası. Benimkisi taka taka peştamal oldu, tavşanlar içini ahıra çevirdi. Ama imam sarığını çıkarıp ortadan yok olabiliyor. Elbette bu dayağın ardında illüzyon var. Bu dayak sihirbazların devlet yardımı alamamasını gizlemek için yapılmış bir illüzyon. Hoop sigaranı yaktım... Asfalt Şövalyesi Haflim Taflköprü hasimt@debroj.com Hüzünlü bir aflk paratoneri ediğiniz fırçadan sonra yağdırdığınız maillere cevap yazmaktan inanın kendi yazımı yazamadım. Her mailinize bir de Gmail davetiyesi ekliyorsunuz. Eksik olmayın, hepsine kayıt oldum. Her birine değişik isimler uydurmak zorlu bir yolculuk benim için. Ama bu engeli de otomotiv ustalarımızın, otoyol ozanlarımızın isimleriyle aştım. İsteyene bunları tanesi 50$ karşılığında ücretsiz verebilirim. Yeter ki bir başka asfalt havarisinin ismi daha maillerde yaşasın. Bozuk para çıkmazsa, bir tur verseniz de olur. Tomofilinizi canım! Kimileri bana “Son samuray”, kimileri “Frodo Banging” kimileri de “Vasıf Kortizon” gibi lakaplar yakıştırmışlar. Bunlar özgürlük savaşçılarının isimleri, hepiniz sağolun. Gerçekten övgü doldum. Benim halkçı anlayışımla özdeşleşen argümanlar bunlar. Ama bu isimler sadece birer lakap. Arkasında gerçek halkçılığı ve otomotivi buluşturan aşk ve çile asla bulunamaz. Yeri gelmişken yüreğime otomotiv sarhoşluğunu kazıyan olayı sizlere aktarmak istiyorum. Böylece maillerde sıkça karşılaştığım “Haşim abi, biraz da hayatınızı anlatsanız, o hayatın ibriği bize ışık çaksa” gibi sorularınızı da cevaplamak kanaatindeyim. Afyon’un Dazkırı ilçesinde doğmuşum, sene 71. Doğduğumda 20 kiloydum. Çocukluğum acılarla, hüsranlarla geçti. Ekmek arası simit yedik. Sezercik’in eşeğini satın almaya çalışan çocuk seçmelerine katıldım. Renk kattı yaşantıma. Ne yazık ki birinci olamadım. Bu çöküşün hıncını otomotiv ve mancuko ile çıkardım. Doğru duydunuz; Mikelanjelonunki. O zamanlar biz mancuko çalışıyorduk, İtimat Karete Salonu’nda. Kilo fazlam dolayısıyla bu tutkum da hicranla sonlandı. Beyaz minderlerden bir dönem uzak kaldım. Y Felaketim olurdu döner ekmek, a¤lard›m Bayraktan flaire anlaml› seslenifl: Nazl› de¤ilim art› korkmuyorum! Ankara yılı aşkın bir süredir İstiklal Marşı’nda kendisine seslenilen Bayrak, dün direğinden inerek yaptığı basın bildirisinde Şair’e yanıt verdi: “Nazlı değilim artı korkmuyorum.” Bildiri sırasında sakin ve mutedil olduğu gözlemlenen Bayrak şöyle konuştu: “Senelerdir şahsıma yönelik süregelen ‘Korkma!’ ve ‘Nazlı hilal’ benzeri toplum önünde küçük düşürücü ikaz ve seslenişlerin şahsımı haksız yere Türk toplumuna ‘Korkak ve nazlı bayrak’ olarak tanıttığına inanıyorum. Bu yanlışı düzeltmek isterim: Korkak değilim, kimseden korkmuyorum. Nazlı değilim, göreve hazırım. Ha, göndere çekildiğimde bir titreme, dalgalanma hasıl oluyorsa bu yapım gereği, aerodinamiğim sebebiyle gerçekleşen bir olay. 80 Korkudan titremek şöyle dursun, bu görüntünün güzelliğinden bahsedenler, hatta hatta ‘Şafaklar gibi’ dalgalandığımı söyleyenler dahi olmuştur. Halkımız sakin olsun, ‘Bayrak acaba korkuyor mu? Nazlı mı, pimpirikli mi?’ demesin. Korkmuyorum, caymıyorum, dalgalanıyorum.” Basın bildirisinin sonunda kendisine yöneltilen “Çehresini çattığı, yüzünün gülmediği, devamlı olarak anlamsızca şiddetle celallendiği” yönündeki bir soruya da “Buradan hem Şair’e hem de kahraman ırkıma bir gülüyorum. (Gülüyor) Böyle bir şey yok. Sakin yaradılışlı, güler yüzlü bir bayrağım. Hatta yandan kafanızı kavisleyip baktığınızda göz kırparak gülen bir smiley şekli aldığımı da fark edenleriniz olmuştur. Bu şeklin IRC’de kullanılıyor olması tesadüf değil” şeklinde yanıt verdi. Son olarak Bayrak’ın basın bildirisi sebebiyle yarı- ya indirilmesinin halkta lüzumsuz matem havası yaratmaması gerektiğine değinen Bayrak, göndere yeniden çekilmeden evvel Türk milletine “Kanlarınız helal mi?” diye sordu. “Helal” yanıtını alınca “Eyw” diyen Bayrak göndere hızlı geri çekildi. Gönderde rüzgarsızlık sebebiyle layıkıyla dalgalanamayınca “Bayrak korkuyor olabilir mi? Naz mı yapıyor?” tartışması yeniden alevlendi. fiair: Ben orada bayra¤a de¤il, ulusa seslendim Olay hakkında temasa geçilen şair ise “Bayrağımız metni dikkatsiz okumuş. İlk kıtada ‘Korkma!’ diye ulusa sesleniyorum. Bayrağa ise ancak ikinci kıtanın başında sesleniyorum. Şiirin tamamında bayrağı muhatap almıyorum. Sorup etmeden basına konuşmasa, önce bana sorsa söylerdim” dedi. İzmir’de Mithatpaşa Endüsri Meslek’te geçen lise yıllarımda binek oto sevgim büyüdü. Torna tesfiyedeydim. O zamanlar benim bir kız vardı. Ona açılamamıştım. Kavga çıkardım erkek arkadaşlarıyla. Çok pis dayak yedim. Yere yatırıp ayakkapla tekmeleme falan. Fakat yemin ettim intikam için, mancıka çalıştım. Ve soğuk yedim intikamı: Gram tuvalet giyinerek kızı Kemeraltı’ndaki Ankara Döner Büfesi’nde yemeğe davet ettim. Çok hoş bir elektrik akımı vardı. Heyecanlıydım ama mahrum ve gururluydum da. Garson geldiği anda o yoğurtlu İskender söyledi. Ben ise bütün ekmek döner söyledim, cesur ve asiydim. Bol acı bol soğan diye seslendim garsona. Fakat ne olduysa kız bir soğudu, bir artisleşti. Laf konuşmamaya başladı. O an ben moralman çökeldim işte. Anladım ki tenlerimiz kadar beslenme tarzlarımız da yalnışlarda. İçimde adeta tuzunamiler, faytonlar koptu... Şimdi düşünüyorum da, belki de o gün bütün ekmek döner değil de iki yarım döner söyleseydim ve bol acı bol soğan koydurtmasaydım belki sizce de farklı olur muydu? Bence de evet. Hatta cila amaçlı üstüne bir de çeyrek döner patlatabilirdim. Ve belki de benim de bir manitam olurdu şu anda. Kızdırılmış kristal tozları o muhteşem kayboluşların zevkini kasıklarıma kazımazdı. Ve buradan değiştim mesajı vererek ona seslenmek istiyorum bir kez daha: Billur, bunu okuyorsan lütfen beni çaldırır mısın? Benimki maycep öğrenci olduğundan dışarıyı arayamıyorum. 6 EKfi‹ 11-17 Kasım aktüel Özel Çaml›ca Lisesi’nde birey tarikat› skandal› flok yaratt› Mahmut Hoca ve flakirtleri “Hababam S›n›f›” yeni bir terör hareketi mi? sine sorulan soruları hasta yatağından yanıtlayan terörist başı Mahmut Hoca “Ben eğitimciyim! Statikten, betonarmenden anlamam!” deyip tekrar enfarktüs geçirerek soruları savuşturmaya çalışınca yapılan tıbbi araştırmada Mahmut Hoca’da tıpta milyonda bir görülen zor durumda kalınca enfarktüs geçirme sendromunun görüldüğü belirlendi. Aynı okulda bulunan ve Mahmut Hoca’nın uygulamalarına tanık olan diğer öğretmenlerin ifadelerine göre Kel Mahmut, Hababam Sınıfı’nı disipline edip, bir cani ordusu yaratmak için tek ayak üzerinde durma, aç ve susuz yatağa yollamak, ayağından ağaca asmak gibi bir dizi fiziksel ve psikolojik yöntemden yararlandığı, öğrencilerin iradesini bu şekilde kırıldığı tahmin ediliyor. Mahmut Hoca’nın varlığına rağmen bu varlıklı ailelerin çocuklarının Hoca’larına bağlı kalmasını ise uzmanlar kendisini esir alanlara karşı esirlerin derin sevgi duymasına sebebiyet veren Stockholm Sendromu’yla açıklıyorlar. İstanbul nceki gün İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile yaptığı baskında Özel Çamlıca Lisesi Müdür Muavini ve Milli Tarih Öğretmeni Mahmut Hoca (Kod adı: Kel Mahmut) ve 6 Edebiyat A sınıfı tutuklanarak, göz altına alındı. Özel Çamlıca Lisesi öğrencilerinden oluşan ve kendilerine “Hababam Sınıfı” ismini veren organize suç ve cürüm çetesinin çökertildiği operasyonda vasıfsız ve kaçak işçilerle izinsiz ve ruhsatsız okul inşa etmekten, Belgrad Ormanları’nda mukim bir yasadışı kamp kurmaya kadar bir dizi suçun faili ve elebaşı olarak tevkif edilip göz altına alınan Mahmut Hoca’nın sicil ve dosyasında yapılan teftiş ve tahkikat sonucunda öğretmenlik yapmaya yetkin ve ehil olmadığı da ortaya çıktı. Özel Çamlıca Lisesi öğrencileri ve velilerini sarsan olay baskın sonucu Mahmut Hoca’nın yasadışı faaliyetlerine yardım ve yataklık ettikleri gerekçesi ile tutuklanan ve yaşları 28 ile 37 arasında değişen 30’u aşkın lise öğrencisinin tutuksuz yargılanma talebi de reddedildi. Baskını gerçekleştiren İstanbul İl Milli Eğitim Organize Suçlar Masası Başkomiseri Hasan Fehmi Topuz baskını ve sonrasında gelişen olayları şöyle anlattı: “Görev sırasında geçirdiği bir travma sonucu bir süre tıbbi bakım altında olan kardeşim Üsküdar İlçe Milli Eğitim Başmüfettişi Hüseyin Şevki Topuz’dan aldığımız bir ihbar neticesinde başladığımız tahkikat ve sorgu sonucu şüphelerimiz Özel Çamlıca Lisesi 6 Edebiyat A sınıfı ve Mahmut Hoca üzerinde yoğunlaştı. Uzaktan gözlem altına alma kararı aldığımız bu sınıfın müşahede süresi zarfında karşımıza kriminal bir tablo çıktı. Ders günleri ve saatlerinde toplu halde okulu terk ederek şehri dolaşan bu grubun Bolu Düzce’ye bağlı Cındıllar köyü İlkokul binasına yaptıkları kaçak ek yapının çöküp altında beş çocuğun kalarak can vermesi üzerine harekete geçtik.” Bildirinin bu kısmında sözü devralan İnşaat Yüksek Mühendisi İbrahim Telveci çöken inşaat hakkında şöyle konuştu: “Okul binasının kaçak olarak yapılan inşaatı kurulumundan, uygulanmasına adeta bir ölüm tuzağı olarak hazırlanmış. Payandalar ve kirişler yok, acemice karılmış harç dökülüyor, statik hesapları yapılmamış. Bu inşaatın yapımına Ö “Hababam S›n›f›”n›n elebafl› Mahmut Hoca’n›n ve örgüt militanlar›n›n yarg›s› sürüyor. Suç orta¤› Hafize Ana ve planlamasına kim emir vermiş, kim müsaade etmişse insanlık adına asılmalıdır.” Sözü devralan Başkomiser Topuz’un da yıprandığı her halinden belli oluyordu: “Mahmut Hoca yönetimindeki Hababam Sınıfı’nın halkı din, dil ve sınıf ayrımını tahrik edecek şekilde kışkırtmak için Belgrad Ormanları’nda kurduğu örgüt kampında etrafını sardık. ‘İnek Obası’ adı verilen bu kampta örgüte seslenen Mahmut Hoca’nın ‘Okul yalnızca dört duvar arası değildir. Okul eğitimin, öğretimin verildiği her yerdir.’ örgütsel diskurunu tekrar eden ve içlerinde belirledikleri bir haini insanlık dışı bir şekilde kazana atıp haşlamaya çalışan bu örgüt üyelerini kıskıvrak ele geçirdik. Yaptığımız baskın neticesi çadırlarda çok sayıda örgütsel doküman, örgüte ait bayrak, yanıcı delici ve kimyevi maddeler bulduk.” Olay sadece ideolojik de¤il dini de olabilir Tutuklamaya karşı çıkan Mahmut Hoca’nın olay yerinde “Öğrencilerim... Öğrencilerim... Okutacaksınız... Okutmalısınız...” diyerek kalp krizi geçirmesi Mahmut “Hoca” ile Hababam Sınıfı arasındaki ilişkinin sadece ideoloji bazında değil tarikatlaşmaya giden bir hoca-şakirt ilişkisi seviyesinde de olabileceği şüphelerini gündeme getirdi. Başko- miser Topuz “Mahmut Hoca’nın ‘öğrencilerim’ dediği bu suç şebekesi ile ilişkisinin iddia edildiği üzere sadece kriminal seviyede olduğunu sanmıyorum. En nihayetinde Mahmut Hoca özel bir lisenin müdür muavinliğini yapıyor. Öğrencileri ile ilişkisini bu denli güçlü kılacak, ‘okutmak’ için kalp krizleri geçirttirecek seviyede bir yakın ilişkiye girdiğini iddia etmek mantıklı olamaz. Nitekim kayıtlara bakınca bu ‘öğrenci’lerin bunca özel okul varken ısrarla ‘Bu okulda okumaları gerekmesi’ ve öğrenci başına ortalama 10 yıl gibi bir süre boyunca aynı sınıfta okumak için milyarlarca lira para dökmüş olduklarını iddia etmek gülünç. Olayın arkasında daha güçlü bir rabıta aradığımız için Hababam Sınıfı’na mensup örgüt üyelerini sorguya çektik. Gözaltında yaptığımız bu araştırmalar sonucunda Tarih Hocası Mahmut Hoca nezdinde 10 sene boyunca lise son sınıfı okuyan öğrencilerin İnkılap Tarihi sorularına yanıt olarak ‘Kağnıların arasında acılar içinde ağlayan bebekler ve analar’dan bahsederek ağlaması ve sinir krizleri geçirmesi Mahmut Hoca’nın Cumhuriyet tarihimiz hakkındaki düşünceleri ve gerici beyin yıkama faaliyetleri hakkında önemli ipuçları verdi. Mahmut Hoca’nın eğitim geçmişini araştırınca ise Orta 1’den terk olduğunu şaşkınlıkla müşahede ettik.” Beş öğrencinin ölümüne neden olan inşaat hakkında kendi- Hababam Sınıfı içerisindeki itirafçılardan alınan bilgiye göre öğrencileri psikolojik bir cendere içine alan Mahmut Hoca’nın sağ kolu okulda müstahdem olarak görev alan ve okul içi koordinasyondan sorumlu olduğu anlaşılan “Ana” kod adlı Hafize Naşit. Öğrenciler üzerinde oynanan psikolojik savaş oyununda “İyi polis” rolünü oynayarak Hababam Sınıfı’nın içine sokulan Hafize Ana, Mahmut Hoca’nın yemeksiz ve susuz yatakhaneye yolladığı gecelerde Hababam Sınıfı’na yemek, içki ve sigara getirerek dengeyi sağlıyordu. “Yavrularım”, “Yavrucaklarım” diye hitap ettiği Hababam Sınıfı tarafından çok sevilen ve örgütün anaç rol modeli ihtiyacını karşılayan Hafize Ana ilerleyen yıllar içinde yatakhaneye karı getirerek “mamalık” yaptığı, sigaradan başka narkotik madde getirerek bir haşhaşi ordusu oluşturulmasında etkili olduğu tahmin ediliyor. Sorgulama sırasında hıçkırıklara boğularak sorulara yanıt veremeyen Hafize Ana’nın suçu kesinleşirse 10 ile 15 yıl arası hüküm giymesi bekleniyor. Yurtta dalga dalga itiraflar Olayın ortaya çıkması üzerine yurdun dört bir yanından gelen “Biz lisedeyken aynı Hababam Sınıfı’ydık” itirafları sorunun Özel Çamlıca Lisesi çapında değil ülke çapında olduğu sinyallerini verdi. AKZER-SEN’den Amerikan müzik endüstrisine darbe merikan müzik piyasaları dün öğleden sonra AKZER-SEN’den (Araya Karışan Zenci Rapçi’ler Sendikası) gelen beklenmedik grev haberiyle sarsıldı. Esas vokal şarkısını söylerken kafasına göre araya karışıp rap yapan zencilerin (halk arasında “featuring zencileri” olarak da biliniyor) özlük haklarını korumak amacıyla 1998 yılında kurulan ve ha- A len yüz bini aşkın üyesiyle Amerikan müzik endüstrisinin en güçlü sendikası olarak bilinen AKZER-SEN’in kurucu genel başkanı 50 Cent (32) tarafından duyurulan grev kararı başta R&B olmak üzere tüm müzik sektöründe şok etkisi yaptı. Başkan 50 Cent yaptığı açıklamada “Hey yoo! Sendikamız sektördeki ağır çalışma koşulları nedeniyle genel grev kararı almıştır, oh ye- ah. Buna göre, sendikamıza bağlı rap’çi kardeşlerimiz, check this out, çalışma koşulları iyileştirilene dek hiçbir şarkıda araya girip bıdı bıdı konuşmayacaklar aoo ooo diye acayip sesler çıkarmayacaklar, anaya bacıya küfür etmeyeceklerdir, yoo madafaka” dedi. Açıklamanın ardından basın mensuplarının sorularını yanıtlayan 50 Cent “Özellikle ağır çalışma saatleri belimizi büktü, bugün bir zenci rap’çi yeri geliyor günde 10-12 şarkıda araya karışmak zorunda kalıyor halbuki bu sayının en fazla dört hadi bilemedin beş olması lazım. Hangi videoklibe yetişeceğimizi şaşırdık, evimizin yolunu unuttuk. Devlet bir şey yapsın yousonafabitch” diyerek içini döktü. gündem ‹stanbul’a görkemli piramit projesi Sultanahme t’e dev yat›r›m 11-17 Kasım EKfi‹ 7 Kentli, özgür ve seksi kadının sesi... Cimcime Kukumvar cimcime@ququmwar.com Erke¤ini dene ennetten kovulmalarının hemen ertesinde Adem’le Havva kavgaya tutuşmuşlar malumunuz. Haklılar da tabi. Cennet dediğin, günümüz kent yaşamının boğucu havasından kaçmak için şehir dışına inşa edilen ve güvenlikle yeşilliğin ön planda tutulduğu dev siteler gibi bir yer sonuçta. Polat Residence’in akıllı bina sisteminin tüm özellikleri cennette de mevcut, babaannemin anlattıklarından aklımda kaldığına göre. Hal böyleyken kim cennetten kovulmak ister? Konu dönüp dolaşıp “elma” meselesine gelmiş. Adem yine Havva’yı, elmayı kendisine yedirmekle suçlayınca bizimki cevabı yapıştırıvermiş: “Ben seni deniyordum sadece. Yiyeceğini nerden bileyim.” Kadınlar böyledir işte, yüzyıllardır erkekleri deneyip dururlar. Biz de İlayda’yla boş durmaz, erkekleri denemek için muzırlıklar icat ederiz sık sık. En güvendiklerimizden bir tanesi “Açıkta bırakılan vibratör testi” dir. Eve çağrılan adam “Ben üzerime rahat bir şeyler alayım” denilerek salonda tek başına bırakılır. Elbette, salona önceden bir vibratör yerleştirilmiştir ve adamın ne tepki vereceği merak konusudur. Özgürlükçü erkekler hiç aldırış etmezler örneğin salonun ortasında bir vibratör olmasına. Yeniliklere açık olanlar muhakkak ellerine alıp şöyle bir inceler, yeni bir yatak arkadaşı bulup bulmadıklarını anlamaya çalışırlar. Kimisi utangaçtır, görmezden gelir vibratörü. Bazıları göz önündeki vibratörü saklamaya çalışır ki ben bunlara “muhafazakar” diyorum, İlayda “anaç yapılı” diye karşı çıkıyor. Anlaşamıyoruz bir türlü. En çekilmezlerinden biri, siz odaya girdikten sonra vibratörle ilgili bel altı şakaları yapanlardır. Bunların tek derdi bir an önce konuyu sekse getirip sizi yatağa atmaktır. Boy 1.90 değilse ve ortada atletik bir vücut yoksa ben bunları başımdan savmaya bakarım. İlayda ise 1.80’e kadar tahammül eder ve atletik olma şartı aramaz. Geçenlerde, İlayda yine bu testi uygulamış birine. Salmış adamı salona, biraz beklemiş. Ardından test sonucunu almak için odaya girdiğinde bir de ne görsün. Puh sana! Şeym on you! Allahın cezası, “Bozulmuş bu vibratör, dur ben tamir edeyim” diyerek almış eline tornavidayı, açmış içini kurcalıyor. Garanti etiketini de yırtmış tabi ayı, farkında olmadan. Kutsal b.k! Derhal güvenliği çağırıp adamı binadan attırmış İlayda. Hayatta tahammül edemediğimiz bir şey varsa o da “Tamir eden erkekler” dir. Vibratörle başlar bu, mutfak robotu, dolap kapısı derken bir bakmışsın iş ruhumuzu tamir etmeye gelmiş. Çılgın ve bir o kadar uçarıdır bizim İlayda, ama “tamir eden erkek” lere ne yapılması gerektiği doğrusu pek iyi bilir. Ya işte böyle. “Güven kontrole mani değildir” demiş ünlü ve başarılı bir general. Hayatı erkeklerin arasında geçmiş ama, doğrusu kadınları çok güzel özetlemiş. C Kahire - Mısır iplomatik bir ziyaret için Mısır’da bulunan uzun boylu Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan, Kahire’de ünlü Mısırlı iş adamı Ahmed Zayat ile yaptığı temaslar sonucunda İstanbul’un Avrupa Yakası’na piramit yapma kararına vardıklarını söyledi. D Türkiye’nin antik sembolü olacak 8 milyar dolar serveti bulunan ve ülkesinde “Mısır Firavunu” olarak anılan Zayat Co.’nun sahibi Ahmed Zayat ile bir araya gelen Recep Tayyip Erdoğan, Zayat’a İstanbul’a yatırım olanaklarından bahsettiğini ve işadamının bu olanaklar ile çok ilgilendiğini belirtirken, Sultanahmet’’de tahsis edilecek bir araziye Türkiye’nin sembolü olacak dev bir proje yapılması konusunda anlaştıklarını ifade etti. Yakın zaman- da Türkiye’ye gelip İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile anlaşarak çalışmalara başlayacaklarını bildiren Ahmed Zayat ise, “Piramit’in isminin ne olacağına henüz bir karar veremedik. Ancak bu proje Türkiye’nin antik sembolü olacaktır” dedi. Proje, Zayat’ın sermaye ve belediyenin arazi bulması şeklinde olacakken, Büyükşehir Belediyesi ve Zayat Co. piramide eşit hisseli ortak olacaklar. Daha yüksek istihdam yaratmak ve maliyeti düşürmek için geleneksel usullerle yapılacak olan piramitte 100.000 kişinin çalışması ve yapımın 86 sene sürmesi bekleniyor. Bir kültür merkezi Ziyaret ve kültür merkezi olarak tasarlanan piramit AKP milletvekillerinden de büyük destek gördü. Piramidi İstanbul’un çehresini değiştirecek bir sembol olarak değerlendiren Muş milletvekili Kemal Kurtalan “Piramitler birer semboldür. Dünyada ancak bir kaç yerde olan bu müthiş mühendislik projesi belki bin belki iki bin senede bir dünyada görülen türden bir güzelliktir” derken yatırım yapacak olan Ahmed Zayat’ın büyük bir işin altına girdiğini, memleketin böyle yatırımlarla büyüyeceğini söyledi. Baykal: “Atatürk firavundur” mu demek istiyorlar? Piramit projesinin, geniş omuzlu Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan tarafından basına sunulmasından sonra durum değerlendirmesi yapan CHP ise piramit projesine öfkeli. Genel Başkan Deniz Baykal yaptığı basın açıklamasında, “AKP’nin hedefi bellidir. Aziz Atatürk’ün naaşını Anıtkabir’den almak ve piramide nakletmek çabasındalar. Adeta ‘Atatürk firavundur’demek istiyorlar. Modern Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran yüce Atatürk’e olan garezleri bitmek tükenmez şekilde sürüyor. Laik Cumhuriyet’in kurucusuna hiç bir saygıları yok. Firavun gibi çağdışı yakıştırmalar yapmaktan utanmaları lazım.” şeklinde sert bir çıkışta bulunurken, AKP’yi “Vatan hainliği” ile suçladı. Paris’teki Arap mülteciler, medeniyete kavuflmay› flölenlerle kutlad›lar uzey Afrika ve Arap yarımadasından Fransa’ya büyük umutlarla gelen binlerce göçmen Paris sokaklarında medeniyete kavuşmayı kutluyorlar. K Sabah›n ilk ›fl›klar›na kadar sürüyor Göçmenlere karşı, Fransız medeniyetine uygun Avrupa standartlarında bir bakış açısı geliştirerek halkın beğenisini toplayan İçişleri Bakanı Sarkozy’nin politikalarının etkili olduğu şölenler çerçevesinde Paris banliyölerinde binlerce insan gece- leri buluşarak polis gözetiminde eğleniyor. Chirac, Le Pen, Sarkozy, Dominique de Villepin gibi isimlerin de bol bol anıldığı şenliklerde halk bu zamana kadar uğradıkları muameleye teşekkürlerini sunarken, banliyölerde yaşayanların büyük kısmı işsiz olduğu için şölenler sabahlara kadar devam edebiliyor. 10 günü aşkın süredir süren festival, Paris sınırlarını aşarak Nice, Toulouse, Marsilya, Lille gibi kentlere de ulaştı. Sıradan vatandaş ise gece süren etkinlik hasebiyle uykusuz kalmaktan şikayetçi. Eme¤ine sa¤l›k dostum! Meseleyi siz de yakında takip ediyorsunuzdur. O yüzden uzun uzun anlatmayacağım. Genç manken sevgilisinden ayrılır ve gazetelere aylarca süren ilişkisiyle ilgili olarak “Bakireyim. Eli elime değmedi” diye konuşur. Adam da bu açıklama üzerine madara olur, sağda solda derdini anlatmaya çalışır ama nafile. Oysa adam zamanında, sevişmelerini belgeleyen bir video çekmiş olsa, şimdi “Buyurun” diyerek ortaya koysa diyecek sözümüz olur muydu? Soruyorum size, neden bizim sağda solda el altından paylaşıma açılan, ergen forumlarına hit aldıran videolarımız yok? Neden bizim ismimizin sonuna “.avi” uzantısı gelmiyor? Birisiyle birlikte olursak köşemizden bunu en ince ayrıntısına kadar duyuruyoruz çünkü. Adamın ilişkiyi ayrıca ispat etmesine gerek kalmıyor. Yatakta sıra dışı bir şeyler yaşamışsak bunu yaşanmışlıklar sandığımızın bir köşesine atmayıp sıcağı sıcağına herkese anlatıyoruz. Adamı iki kere onore ediyoruz, daha ne olsun? Siz de yaşadıklarınızı paylaşıma açın bence. Köşeniz yoksa köşe yazarı arkadaşınız olsun, kendi adınıza bir blog alın oradan yayın yapın. Yapın işte bir şeyler.Yaşasın paylaşım! 8 EKfi‹ 11-17 Kasım spor ASTROLOJ‹ Malazgirt’e kitap ya¤d›rmaya devam! Koç (21 Mart-19 Nisan) ekfli sözlük’ün haftal›k yay›n organ›d›r 1071 Malazgirt Pansiyonlu İlköğretim Okulu’na İngilizce öğretmeni olarak tayin olan Hatice Dündar’ın başlattığı kitap kampanyası tam gaz devam ediyor. Kitaplarınız evi beklemesin... Malazgirt’teki okul kütüphanelerine kitap yağdıralım. Haydi durmayın! Siz de kolinizi hazırlayın! Hatice ö¤retmen ve Malazgirtli ö¤renciler Kitaplar› nas›l gönderece¤iz? Muş Yolu Otobüs Firması hazırladığınız kolilere ücretsiz ulaşım sağlıyor. Muş Yolu Otobüs Firması Telefonları İstanbul - Esenler: 0212 658 04 65 (Her gün saat 11.00 ve 15.00’te Otobüs) İstanbul - Harem: 0216 444 44 12 İzmir: 0232 444 00 49 (Her gün 13:00’te otobüs var) Ankara: 0312 224 11 49 (Her Gün 17:00’de otobus var) Firma yetkilisi Bülent Daş - Cep Tel: 0537 277 02 24 İş: 0436 511 27 60 Kargoyla gönderecekler için Alıcı: Hatice Dündar Adres-1: 1071 Malazgirt P.İ.O. 49400 Malazgirt / Muş Adres-2: Malazgirt Öğretmen Evi 49400 Malazgirt / Muş “Ekşi Sözlük Malazgirt’e Kitap Yağdıralım Kampanyası’nda gönderilen en az 10 kitaplık her kolinin üzerinde yazılı olan kayıtlı okur nick’ini çaylak sözlük yazarına çevireceğim. Koli başına tek nick.” - SSG tın kaynaklarına sahip olduğunun bilincinde olduklarını belirten Merkez Bankası yetkilileri, doların altın karşısında hızla değer kazanması üzerine bu müdahaleyi yapmak zorunda kaldıklarını söylediler. Müdahalenin ardından piyasalar normale dönerken Tuncay da antrenmana kaldığı yerden devam etti. üçüncü periyodun sonlarında Mehmet Okur’un pasını iyi takip eden Hidayet Türkoğlu kaydederken, rakip takımın tek sayısı son periyotta faul atışından geldi. Maçtan sonra mikrofonlarımıza konuşan Lucescu, takımı defans ağırlıklı oynatıp seyir zevkinin içine ettiği konusundaki yorumlara: “Rakibimiz güçlüydü, kontrollü oynadık. Hakem iki faulümüzü çalmadı, yine de kazanmayı bildik, özellikle ikinci yarıda sergilediğimiz oyundan ve takımım- ‹kizler (21 May›s - 21 Haziran) Aldığınız hapların sırt ağrınıza iyi geldiğini görünce tıp bilimine olan saygınız artacak. Yıldızlar doktordan ikinci el araba almaya karar verip kazık yemenizin kaçınılmaz olduğunu söylüyor. Yengeç (22 Haziran - 22 Temmuz) Salı’dan itibaren çevrenize negatif enerji yaymaya başlayacaksınız. Enerjinin vektörel bir kavram olmadığı ve çevreye yayılamayacağı gerçeğini idrak etmeniz, haftanızın daha olumlu geçmesini sağlayabilir. Baflak (23 A¤ustos - 22 Eylül) Yükseleninizin yükselmediği bir döneme girdiğiniz bu hafta içersinde “Estağfurullah” kelimesinin “Evet öylesiniz, Allah affetsin” manasına geldiğini öğrenince şaşıracaksınız. “Keenlemyekün” ve “Bilakaydüşart” kelimelerinin manalarını hala bilmemeniz ise, avukatlık kariyerinizde ciddi aksamalara yol açabilir. Terazi (23 Eylül - 22 Ekim) Kaynananızla birlikte hastanede görümcenizi ziyaret ederken istemsizce mırıldanacağınız “Yumurtanın sarısı / Yere düştü yarısı / Görümcem verem olmuş / Kaynanama darısı” manisi, akrabalarınızla aranızın açılmasına sebep olabilir. Hastane kantininden alacağınız çay sandığınızdan sıcak çıkacak, aman dikkat! Lucescu’lu Basketbol Milli Tak›m› yine galip B asketbol Milli takımında Bogdan Tanjevic’ten boşalan antrenörlük koltuğuna oturtulan Mircea Lucescu, takımın başında çıktığı ikinci maçtan da galip ayrıldı. Avrupa Şampiyonası grup elemeleri ikinci maçında deplasmanda Ukrayna’yı 2-1 yenen takımımız grubunda averajla ikinciliğe yükseldi. Maç son derece düşük tempoda, karşılıklı ataklarla başladı ve Türkiye genelde oyunu kendi ampulü içinde kabul etti. Galibiyeti getiren basketi Yıllardır Whopper Menü’ye süregelen sadakatiniz, Pazartesi öğlen saatlerinde canınız Big Mac çekince suçluluk hissetmenize yol açacak. Venüs’ün yükseldiği şu günlerde, seçiminize yardımcı olmak için Big Mac’in lezzet ve fiyat açısından tartışılmaz üstünlüğünü hatırlatmamıza izin verin. (Hayatın her alanına sızan gizli reklamlardan tiksineceğiniz bir döneme giriyorsunuz.) Aslan (23 Temmuz - 22 A¤ustos) Merkez Bankas› Tuncay’a müdahale etti! ün altın fiyatlarının aniden düşmesi üzerine Merkez Bankası, Fenerbahçeli futbolcu Tuncay Şanlı’ya müdahale ederek, futbolcunun antrenman sırasında üzerinde bulunan 28 kolye, 14 künye ve altı külçe altını satın aldı. Son Schalke maçından beri Tuncay’ı yakından takip ettiklerini ve bu futbolcunun zengin al- Bo¤a (20 Nisan - 20 May›s) Haftasonuna doğru mükemmel bir daire çizeceksiniz. Fakat, geometri sınavındaki soru dairelerle değil üçgenin iç açılarının toplamıyla ilgili olduğundan, sınavdan mükemmel çizilmiş bir sıfır aldığınızla kalacaksınız. Fenerbahçe’de ilginç geliflme: D Perşembe’ye doğru İskoçya’da yaşayan İrlandalı bir arkadaşınız uzun bir aradan sonra sizle tekrar irtibata geçecek. İngilizce “Tesadüfün böylesi, ben de tam seni arayacaktım!” diyemediğiniz için konuşmanızın sönük geçmesi muhtemel. Sohbete renk katmak için Kuzey İrlanda meselesi hakkında espri yapmaya kalkışmanız ise hüsranla sonuçlanabilir. 2-1 dan çok memnunum” dedi. Karşılaşmayı tribünden üç dört kişi izledi, maç bir buçuk ülkede canlı yayımladı. (Ukrayna Televizyonu ikinci periyotta pes etti, kültür sanat programı yayınına geçti.) Milli takımımız geçen hafta da Bulgaristan’ı rakibin kendi potasına attığı basketle 2-0 yenmişti. Çarşamba günü rakibimiz ise Fransa. Mikrofon uzattığımız Fransızlar çarşamba gecesi maçı izlemek yerine sinemaya gitmeyi düşündüklerini belirttiler. Akrep (23 Ekim - 21 Kas›m) Köşedeki kebapçının sizi artık sesinizden tanıması, ve daha sipariş vermeden “Her zamankinden mi üstat?” demesi, rejime girmenizin vaktinin geldiğine işaret ediyor. Bu falı sağlığınızdan endişe eden eşinizin yıldızlara rüşvet vererek yazdırdığı yönündeki iddialara kulak asmayın. Yay (22 Kas›m - 21 Aral›k) “Fareli Köyün Kavalcısı”, “Bremen Mızıkacıları” ve “Damdaki Kemancı”yı siz de seversiniz. Fakat hepsinin evinizin üst katındaki daireye taşınıp bütün gece vur patlasın çal oynasın eğlenmeleri, haftasonuna doğru tahammül sınırlarınızı zorlayacak. O¤lak (22 Aral›k - 19 Ocak) Kendinize hobi olarak illa “Yirminci Yüzyıl Harp Tarihi”ni seçmekte kararlıysanız, Falkland Savaşı’ndan daha heyecan verici bir savaşa yoğunlaşmayı düşünebilirsiniz. Kova (20 Ocak - 18 fiubat) Kıskançlık krizlerinizin şiddetlenmesi üzerine bu hafta aikido dersleri almaya başlayacaksınız, fakat aikidonun bir savunma sanatı olduğunu öğrenmek hayallerinizi yıkacak. Soluğu “Altı Derste İleri Ninja Teknikleri” isimli hızlandırılmış kursta alacağınızı tahmin etmek için Jüpiter’e danışmamıza dahi gerek yok. Bal›k (19 fiubat - 20 Mart) Muzaffer milli tak›m›m›z, kendilerini yaln›z b›rakan taraftarlara tepkisini s›rt›n› dönerek gösterdi. Balinaların balık değil memeli hayvan oldukları hususunda haklısınız. Fakat bu “Moby Dick” romanındaki Kaptan Ahab’ın meme fetişi olan bir cinsi sapık olduğu teorinizi ispatlamıyor. 10 kas›m u okul servisi u kültürel boru hatt› projesi u herkes yönetmen u hakan günday u charlie chaplin u piazza navona u Fatih K›l›ç 1975 Ordu doğumlu olan Fatih Kılıç 2005 yılında “Kızılötesi Düşler” isimli kişisel sergisini açmış, karma sergilerde fotoğraflarıyla yer almış ve çeşitli yarışmalarda dereceler kazanmıştır. fatihkilic@yahoo.com 10 EKfi‹ 11-17 Kasım görüfl Okul servisi ılmaz Erdoğan’ın lise aşkını lojman griliğine götüren araç. Vesaitten ziyade sürücüsünün fiyaka yüzdesine göre alaka görür. Yumurta topuklu ayakkabı, illa ki bağrı açık beyaz gömlek, altına siyah dar pantolon olmazsa olmazdır bu adamlarda. Bununla beraber kendi öğretim hayatımda evimin okula en uzak mesafede bulunmasından kelli, beni her sabah beş buçukta uyanmak zorunda bırakan lanet olasıcadır. Daha sokak köpekleri bile pirelerini dökmek niyetiyle çöp kutularının kenarına yönelmemişken, hava aydınlanmamışken, karga dışkısını omlet yapamadan gelirdi apartmanın önüne. Cengiz İmren “Gözüm kör olsun yalan değieeelll” nağmelerini mahalleye yayarken yumuk gözlerim servis içindeki yeşil/kırmızı lambaların yaydığı şuh ışık kümelerine kayardı. Sabahın ilk soğuğu vururken enseme, parmak aramda yarısı içilmiş sigara, sağ kolum yarı açık camın ötesinde, Cengiz İmren son nefesiyle sevdiceğine lanet okumakta ve 10 Sosyal B’nin en çıtırı Müjde’nin bacakları dikizimde... Yok lan... Aslında seviyorum ben okul servisini... jokond Y erek görece küçük bir yerde okula gitmiş olmam, gerekse evimizin her okul değiştirdiğimde hep okul yakınlarında bir yerlerde olması nedeniyle ben hiç okul servisine binmedim. O yüzdendir ki bilmem ben, nasıldır okul servisinde sabahlar ya da akşam eve dönmeler. Hep kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçerken rastladım ben okul servislerine, şen şakrak, herkesin gülüp eğlendiği bir yerdi. Çoğu sınıf arkadaşımdı, akşama kadar gülüp eğlenirdik. Yarım kalan kısımlar olurdu, “Yarın hallederiz” derdik, fakat yarın olunca görürdük ki akşam serviste halledilmiş o. Sonra, aralarında hep fazladan bir yakınlık olurdu. Gizli işaretler ya da kaş göz işaretleri. İki ayrı dünyaydık. Onlar mutlu ben telaşlı -yeşil yandı yanacak acele et! Sonradan büyüyüp o günleri anarken gördük ki onlar beni, ben onları kıskanmışım. bryan fury G ağ arka koltukta oturup burnunu cama dayamış, vantuzlu cam oyuncak gibi duran bir çocuktur benim için okul servisi. Alışamadığı mahallesi ile yine alışamadığı okulu ve arkadaşlarının arasındaki mesafeyi yakın yapmak amacıyla kullanılan, ama o mesafeyi daha da uzak kılan bir demir yığınıdır. İlk günün akşamında yağmurlu bir havada yalnız başına ağlayarak evine dönerken, seni unuttuğunun bile farkında olmayan umarsız bir araçtır. Uzun zamandır birbirini tanıyan insanların arasına adapte olmanın ne kadar zor, asosyal olduğunu fark etmenin ne kadar acı olduğunu anlamaya yarayan toplu taşıma aracıdır. Şoförle “abi” li, “amca” lı diyaloglara girememiş olmanın ezikliği, S yapılan şakalara katılamamanın kasılmasıdır. Beyaz bir minibüs, kaportada siyah zemin üzerinde sarı şeritler, arka camdaki kırmızı “DUR” işaretinden ibaret makine parçasıdır. İlerleyen zamanlarda konforun her zaman iyi bir şey olmadığını anlama, binilen tüm otobüs ve minibüslerden şikayet etmeme sağlayıcısı, geçmişte kalan flu bir görüntüdür. alwayssleepy Ç ocukluğumun karlı zamanlarından biriydi, yer Ankara. Annem üşümeyelim diye servise yazdırmıştı bizi, iki adımlık yol için servis çok para. Ama üşümeyelim istemişti işte. Sabahları sonradan bindiğimiz için genelde ayakta kaldığımız ve sonradan hep ayakta kaldığımız ilk sosyal buluşmalarımızdan biriydi servis. Camdan eliyle ayıp şeyler yapan çocuklar vardı. Bir gün yer kapma telaşıyla koştum servise, on bir yaşındaydım. Yeri kaptım ama kardeşimi unutmuşum okulda... Eve geldim kardeşim yok, annem soruyor, ben boş gözlerle bakıyorum. Sonra servis şoförüyle kavga etti annem, çocuğumu nasıl bırakırsınız diye... Zaten yaz gelmişti. Ankara yazın daha güzeldi, yürünürdü, iki adımlık yoldu zaten. İşin kötüsü pikniğe götürecekti tam da servis şirketi. Annem bize o gün köfte yaptı az ekmekli, yedik, piknik konusu kapandı, okul servisi macerası sona erdi. siyah marti ç modeli vardır bunların. İlkokul servisleri; kaçırmaktan en çok korkulanları, bu yüzdendir miniklerin bedenlerinden büyük takoz çantalarını savurarak canhıraş koşturmaları. Evinin yolunu bilmiyor yavrucak. Ortaokul servisleri; ona buna laf yetiştirmekten kıçını ancak toparlayıp da yetişilebilen modelleri. Lise servisleri, artık eve her türlü dönüş yolunu biliyor olmanın verdiği güvenle itina ile kaçırılanlardır bunlar. Üniversiteye gelince tıpkı okul gibi servisi de tutu- Ü namaz artık, koskoca okul servisinden bir kuru ring kalır geriye... vorga im ne derse desin bazı çocuklar okul servislerine bakıp iç geçirirler. Neden diyecek olursanız; hoşlanılan kız okul çıkışlarını müteakip hemen okul servisine atlamakta ve hemen arkadaşları ile deliler gibi muhabbet etmeye başlamaktadır... İlk aşkların tohumları hep bu yolla atılmaktadır. Önünüzde oturan güzel kızı öpme isteği ilk burada gelir. Ama ne yazık ki sizin eviniz okulun hemen karşısında olduğundan ve karakteriniz okul içerisindeki arkadaşların arasında konuşmaya (daha doğrusu rezil olmaya) elvermediği için gözünüzden tuzlu bir yaş süzülür... Halbuki ne olur okulun bitiş zilinin çalmasını müteakip, koşup şoför Ahmet Abi’nin yanına oturup koyu bir sohbete girişseni?. Arada bir kıza çapkın bakışlar atsanız o lider koltuğundan... ya da arka dörtlüye kurulup gruba mal edebileceğiniz lafları hiç korkmadan hoyratça kızın yüzüne haykırsanız? Ama olmuyor işte. Böyle yürek parçalayan bir olgudur okul servisi. atrin K ek beygirli bir faytondu bizim okul servisi, sürücüsü Mehmet Efendi’ydi, gözlerini kapatan, yan yatırdığı kasketinin altından, bıyıkları ve ucundan kül eksilmeyen sigarası görünürdü sadece. Sabahları tam vaktinde gelir, havalı basmalı klaksonu iki kere çalardı, geç kalanlara çok kızardı. O zaman trafik de tıkanmazdı pek Caddebostan-Göztepe arasında, Bağdat Caddesi’nden ara sokaklara gire çıka, toplam sekiz kişi olan servis mevcudunu toplaya toplaya varırdık okula. Her şey iyi hoştu da, fayton serviste iktidar savaşları olmaz mıydı sanki, olurdu elbette. Kim sıranın başına, açık havaya en yakın yere, kenara oturacaktı; birileri inip binerken minik bir bahçe kapısını andıran arabanın kapısını kim açacaktı, erik zama- T nı ilk eriği yeme hakkı kimin olacaktı, billur tuz torbasında getirilen eriklerden; basamakta kısacık da olsa kimin asılarak gitmesine izin verilecekti; Mehmet Efendi’nin yanına zaman zaman oturmasına ve hatta dizginleri eline almasına, daha daha bacakları yetişiyorsa ayakla basılarak çalınan zili çalmasına kimin izin verilecekti? İşte bütün bunlara o yılın en kıdemlisi, gözüne girebilmeyi başarabildiyse Mehmet Efendi’nin onayıyla hak kazanırdı... Yıllar çabucak geçiveriyor göz açıp kapayıncaya kadar, evet benim de bir okul servisim vardı bir zamanlar. koyumavi eyze ana yarısıdır derler ya, yalan... Okul servisi ana yarısıdır. Altı yaşında okula başlayıp yirmili yaşların ortasına kadar öğrenimine devam eden birey teyzesini bayramda seyranda görür, okul servisini her gün... Anne servise emanet eder çocuğunu... Her gün servis muhabbeti geçer evde... Her ay servis taksiti ayrılır... Hatta bazı filmlerde anne boşanmış ise servisçi amca anneye aşık olur. Böyle durumlarda daha bir itina gösterilir çocuğa, servisin kralı olur, kapıya kadar götürülür ki anneye yaranılsın... Yani aileden biridir okul servisi... Eğer okul eve uzaksa alın yazısı gibidir servis, kaçamazsınız; ilkokul, ortaokul, lise, üniversite... Ortaokuldan sonra kişi servisten kaçmaya, özgürleşmeye çalışsa da fazla uzağa kaçamaz, annenin ısrarları sonucu yine servisle gider okula. Hatta iş hayatında da servis vardır... Okul servisi bir sosyalleşme ortamıdır da... Farklı sınıflardaki öğrenciler bir araya gelir, kaynaşır, bir servis kaseti doldurtup yolculuk boyunca kâh çıstak çıstak şarkılarda oynar kâh slow şarkılara hep bir ağızdan eşlik ederler... Nedense bir araya gelen bir grup insan muhabbet bittikten sonra şarkı söylemeye başlar. Serviste muhabbetin bittiği an da günün dedikodusunun bitmesine denk gelir... Bir de bu okul servisleri coğrafi bölgele- T re göre farklılık gösterir... Kışların soğuk ve karlı geçtiği Doğu Anadolu Bölgesi’nde öğrenciler nehirleri aşmak için el yapımı sallar kullanırken; dağlık yer şekilleri ve dağınık yerleşmenin görüldüğü Doğu Karadeniz Bölgesi’nde el yapımı teleferikler kullanılır... Evin okula yakın olduğu yerlerde ise tabanvay denilen, yıl içinde fazladan bir ayakkabı gerektiren sistem kullanılır... Bunların dışında kalan diğer yerlerde ise minibüs ve otobüsler kullanılır... (O sürgülü transit kapılarını da hızlı kapatmazsanız çarpar gibi. Şoför Amca kıl olur size, bozuluyormuş yoksa... Evde de baba arabasının kapısını yavaş kapatmazsan kızar... Ne zor iş araba kullanmak?) Bir de fon şarkısı vardır benim okul servisi anılarımın, servisteki aşık bünyeler tarafından her gün dinlenerek beynime kazınmış: “Bilsem ki” (bkz: Serdar Ortaç)... E muhabbet bittiğine göre hep beraber şarkı söyleme zamanı... “Bilsem ki bir daha hiç dönmeyecek... Bilsem ki gözyaşım hiç dinmeyecek...” 1varmis1yokmus kul servisi ilk başlarda “Keşke evim okuluma yakın olsa da yürüyerek gitsem” diye, sonraları “Keşke evim daha uzak olsa da yol daha uzun sürse” diye hayıflatandır. En arka koltuklarda en büyüklerin, cam kenarlarında büyüklerin, kalan yerlerde küçüklerin oturduğu bir garip hiyerarşik düzendir. Duruma göre ya servis şoförünün ya da büyüklerin ne çalacağına karar verdiği; fakat her iki durumda da küçüklerin çalan şarkıyı mutlaka beğenmeyip “Ah ben olacaktım ki o radyonun başında” diye söylendikleri yerdir. Her sene ana babanın cüzdanına löp diye binendir; şubat ayında ve haziran ayında para verecek miyiz diye cevabın değişmeyeceği bilinse de bir umut sordurtandır. Kimi zaman yatak ve televizyon karşısındaki koltuktan sonraki en güzel uyku mekanı, kimi zaman sınava en verimli şekilde çalışma yeridir. Camlarından millete abuk sabuk hareketler yaptığımız rezillik aracıdır; eğer şanslıysanız bir sınıf gibi benimseyebileceğiniz ortamdır. Olur da üniversitede servise binerseniz, yukarıdakilerin pek azıdır. angie O ayatın kopyasıdır okul servisleri. Ve bu hayat modellemesinde gelinebilecek en iyi nokta arka dörtlüdür. Bazıları doğuştan şanslıdır, servisin yüzde 90’ı birinci sınıf olur, ilk seneden gelir en üst noktaya ya da servisin en ağır abisinin tanıdığıdır, aşar basamakları kolayca (bkz: hemşericilik) Bazıları müstakbel siyasetçidir, yalakalıkta sınır tanımaz, ikinci senesinde bağlantıları sayesinde yerleşir arka dörtlüye. Bazıları (daha doğrusu çocukların çoğunluğu) ise çaresizce bekler o günü, ya ulaşır ya ulaşamaz, kader der, boynunu büker. Kısacası okul servisi hayata benzer, hem de fena halde. ba of H kültür sanat 11 11-17 Kasım EKfi‹ Art›k herkes yönetmen Kendisine “yönetmen” diyen adam bir tane bile film çekmemiflse ya da sadece arkadafl çevresinde flabalak birkaç film çektiyse, orada onu durdurmak isterim adi şimdi ismi bende saklı kalsın, geçen aylardan bir tanesinde Türkiye’de bir dergi çıkmıştı. Özellikle Türkiye’de çıktığını söylüyorum, çünkü yazılan yazılar çerçevesinde hiç de “Türkiye”den bir şey gibi görünmüyordu. Yazılarıyla ve yazarlarıyla, dergi sanki Milano’da hazırlanıyor, Paris’te baskıya veriliyor, yazarları da Londra’da oturuyor gibilerdi. Ki, bunu bir övgüden ziyade yergi olarak almanız gerektiğini ısrarla belirtmek zorundayım. Zira (özellikle yazmak, çizmek gibi “düşünce”yi ve “üretim”i öne alan işler konusunda) yaşadığı coğrafyayı ön plana koymayan, ondan beslenmeyen, hatta bir raddeye gelip onu reddeden işler; yok olmaya mahkumdur. Değersizdir, özensizdir, özentidir. Neyse, bu dergide özellikle iki sayfa çok garibime gitmişti, o da sokak röportajlarına ayrılan iki sayfaydı. Hani böyle dandik dergilerde kazağını, donunu nereden aldığını sorarlar ya, bu da öyle bir şeydi. Benim ilgimi çeken nokta, sorulardan bir tanesi söz konusu kişinin ne iş yaptığı üzerineydi ve orada on kişiyle röportaj yapılmışsa beşi “yönetmen” di. (Diğer beşini merak ediyorsanız söyleyeyim, iki tanesi kreatif direktör, kalan üçü de illüstratördü. Çok ilginç.) Ne oldu, şaşırdınız değil mi? Ne güzel yahu, Türk sinemasının öldüğünü, birkaç “majör” ismin dışında genç kuşaktan bir şey çıkmadığını düşünüyorduk. E ama bir de baktık ki H Meflhur polisiye yazar› Orhan fiahin’den artık herkes yönetmenmiş! Lakin biraz da olsa oturup düşünelim, gerçekte kazın ayağı öyle mi? Sormazlar mı adama, “Madem yönetmensin, nerede filmlerin?” diye? “Ben yönetmenim” diyen yönetmen oluyorsa, benim de tez elden “Ben Semra Hanım’ım”, “Ben başbakanım” demem gerekmiyor mu? Sanat›n getirdi¤i kredi Ekşi’nin üçüncü sayısında çarpıcı bir yazı vardı, bilmiyorum dikkatinizi celbetti mi? “Ben yazar olmak istiyorum” söyleminden yola çıkan yazı, önemli bir retorik noktasına parmak basıyor ve yazar ile “yazar” arasındaki farkı göstermeye çalışıyordu. Bir tanesi yazardı, küçük harfliydi, yazıyordu, yayınlatıyordu; bir diğeri ise “yazar”dı, büyük harflerle konuşmak, yazmasa da yazar gibi yapmak, yağmasa da gürlemek istiyordu. Bu yönetmenlerin de onlardan herhangi bir farkı yok. Çünkü, dediğim gibi, artık herkes yönetmen. Baba parası yiyebilen herkes ÖSS’den aldığı üç kuruş puanla özel üniversitelerin sinema bölümlerine girebiliyor. Gidin bakın üniversitelerin sinema bölümlerine, kaç tanesi “Godardcıl sinema”, “Bergmanesk görüntü”, “Truffautsal kaşıntı”nın peşinde koşuyor. Diyorum ya, artık herkes yönetmen diye... Bizzat tanıyorum, üniversite sınavından önce “Sanatla ilgili bir bölüm olsun da ne olursa olsun” diyen insanları. Peki neden? Neden sinema oku- mak ya da bir üst kata çıkıp sanatla ilgili bir şeyler yapmak bu kadar revaçta oluyor yeni nesil arasında? Neden İstiklal Caddesi’nde adım başı “yönetmen” bulmak bu kadar zor değil? Çünkü sanatla uğraşmanın, sanatçı olmanın (kim sanatçı, kim değil tartışmasına hiç de girmek istemem. Ama gerçek sanatçılar kendilerini biliyorlar. Bir Yılmaz Morgül kolay yetişmiyor) getirdiği kredi, “alternatif” çevreden gelen beğeniyle birleşince korkunç bir titr oluyor. Yani amaç film çekmek değil, film çeken adamın kazandığı, hak ettiği unvanı elde etmek. Buna bir itirazım yok, kim neyi isterse yapsın, neyin peşinde koşarsa koşsun. Ama kendisine “yönetmen” diyen adam bir tane bile film çekmemişse ya da sadece arkadaş çevresinde gırgırına şamatasına şabalak birkaç film çektiyse, orada onu durdurmak isterim. Hilkat garibesi k›sa filmler Bir de işin daha da bir sevdiğim tarafı var. Kendisine yönetmen desin demesin, üniversitelerin sinema bölümünde okuyan ve aldığı kerameti kendinden menkul sinema dersleriyle, diplomasını eline alır almaz yönetmen olacağını sanan insanlar da tanıdım ben. İyi niyetle kazmalığı birbirine karıştırmayalım lütfen, zira üç kuruş aklı olan birisi dahi “yönetmen”in özel üniversite diplomasını alır almaz elde edilen bir unvan olmadığını bilir. Hatta, bu da benden böyle düşünen gençler için üzücü bir istatistik olsun: Sinema dünyasında sevdiğiniz, takdir ettiğiniz isimlerden -neredeyse- hiçbiri sinema eğitimi almamıştır. (Sebebini başka bir yazıda ele almak isterim.) Hiçbirine “Ne iş yapıyorsun?” sorusu sorulmamış, bu yüzden hiçbiri “Yönetmenim” cevabını vermemiştir. Kutlarım, bunu yapan bir tek siz varsınız. Yönetmen, “Ben yönetmenim” diyen adam değildir. Hadi diyeceği tuttu diyelim, bunu demeden önce birkaç film çekmeyi aklına getirebilen adamdır. Tarihte film çekmeyi unutan bir yönetmen de hatırlamadığıma göre, herhalde bu önerme pek de yanlış sayılmaz. Kısa film festivallerindeki kısa film diye yutturulan hilkat garibelerini, sinema öğrencilerinin filmlerini, sinema üzerinde akademik düşünce üretmek mükellefiyetinde olan insanların beş para etmez yazılarını gördükçe; ülke sinemamız adına endişelenmeye, hatta umudumu yitirmeye başlıyorum. Bir üniversitede (hadi bunun da adını vermeyeyim) ciddi ciddi “İbrahim Tatlıses iyi bir yönetmendir” diyen bir akademisyenin varlığını bildikçe sinirleniyorum. Memleketten yönetmen çıkmıyorken, bol bol “yönetmen” yetişmesine ise ne diyeyim bilemiyorum. “Kes!” diyeyim bari. (Ben de yönetmenim.) benyazd›m Dokuz ad›mda gerilim Bölüm roman› yazma rehberi 1 lur ya, gençliğinde Mike Hammer’ın maceralarını okumuş, Sherlock Holmes’e özenip 13 yaşında kaşkol takmaya ve pipo içmeye başlamış her genç gibi, belki siz de hayatınızın bir noktasında gerilim dolu bir polisiye/dedektif romanı yazmaya heves ettiniz. Hatta kim bilir, belki titrek kaleminizle ilk cümleleri kağıda döktünüz, fakat okuyucuyu hiç geremediğinizi, ensesindeki tüyleri diken diken etmeyi geçtim, muhatabınızın kirpiklerini dahi oynatamadığınızı fark edip şevkinizi kaybettiniz, gerilim/polisiye yazarlığı hayalinizden cayıverdiniz. Yılmayın! Aşağıdaki adım adım gerilim romanı yazma rehberini takip ederek, siz de her satırından korku, dehşet, ve gerilim damlayan hikayeler yazabilir, 21. yüzyılın Alfred Hitchcock’u olabilirsiniz!!! (İlk ders: Ünlem işaretinin bol keseden kullanımı yazınıza dinamizm katacaktır!!!) O 1- Gerilimin Temel ‹lkeleri Romanınızın giriş cümlesi tüm kitabın en hayati, en can alıcı noktasıdır. “Sıradan bir giriş cümlesiyle muhteşem bir gerilim romanı yazmanız....” desem, cümlenin gerisini varın siz hayal edin. İlk cümleniz okuyucuyla tanıştığınız, el sıkıştığınız, birbirinize ısındığınız yer olmanın ötesinde, hikayenin geri kalanının konusunu, tarzını, ve atmosferini belirlemesi açısından da müthiş önem taşır. Örnek açılış cümlemize geçelim: Mahmut mutfaktaki pencereye yaklaştı, gözünü bulutlara dikip sigarasından bir nefes çekti. İşte mükemmel bir başlangıç!!! Ana karakteri hiç vakit kaybetmeden, ilk sözcükten tanıtıyoruz, üstelik bir mekan ve bir faaliyet de belirtiyoruz. Fakat bir gerilim romanına yakışacak gerginlikte mi? Hayır, maalesef bu haliyle romanın ilk cümlesi kimseyi germiyor, heyecanlandırmıyor. Hemen gerekli düzeltmeyi yapalım: Mahmut mutfaktaki pencereye yaklaştı, gözünü bulutlara dikip sigarasından bir nefes çekti...mi acaba? İşte şimdi okuyucu avucunuzun içinde!!! Cümlenin sonunda ters tarafa yatırdığınız okuyucu işkillendi, içine kitabın sonuna kadar kurtulamayacağı bir kurt düştü. Romanınızı okumaya başladığı güne kadar bildiği ve güvendiği her şeyden şüphe etmeye başladı. Mahmut kimdir? Ona güvenebilir miyiz? Şu hayatta kime güvenebiliriz? Evden çıkmadan ocağın altını kapatmayı hatırladık mı? İnsanın nefesini kesen, kanını donduran sorular bunlar. Ne şanslısınız ki, bu soruların hiçbirini cevaplamanız gerekmiyor. Başarılı bir gerilim romanının veya polisiye hikayenin sırrı okuyucuya söylediklerinizde değil, söylemediklerinizde saklıdır. Devam edelim: İkinci cümlenizde aniden yön değiştirip okuyucu şaşırtmak, dumur yağmurlarında şemsiyesiz bırakmak, iyi bir gerilim romanının olmazsa olmaz kurallarından biridir. (Agatha Christie kitaplarının hepsinde, ikinci cümlede aniden kapının çaldığını veya kedinin miyavladığını herhalde siz de fark etmişsinizdir). Mesela, şöyle diyebilir miyiz: Sonra aniden kapı çalındı ve kedi miyavladı. Fena değil, fakat üstünde biraz çalışırsak çok daha heyecanlı olabilir. Yukarıdaki ipucunu hatırlayarak cümlemizi tekrar yazalım: Sonra aniden kapı çalındı ve kedi miyavladı....mı acaba? Hah şöyle!!! Bu cümleyi bir öncekinden ayıran, belirsizlik katan ve çok daha gergin, kılan öğeyi bulabilir misiniz? Önümüzdeki haftalarda heyecanlı ve gerilim dolu diyaloglar yazmanın püf noktalarını ve de aniden çakan şimşeklerin önemini inceleyeceğiz.. Sizi alıştırma yapmanız için korku ve entrika dolu bir diyalog ile baş başa bırakıyorum. Bir dahaki sefere kadar gergin kalın: Aysel: Cinayeti sen mı işledin Mahmut? Seni çocukluğundan beri tanıyorum, sen bir karıncayı bile incitemezsin!! Mahmut: Haklısın...mı acaba? Belki de pek çok karınca incittim de, senin haberin yok? Ve tam o anda şimşek çaktı!! (Modern Humorist dergisinden esinlenilmiştir.) 12 EKfi‹ 11-17 Kasım inceleme ‹mkans›z› eleyince geriye kalan 10 Kas›m’da kimimiz herkes a¤l›yor diye, kimimiz de matem günü gülüp dayak yiyerek döktü¤ümüz her gözyafl›nda Mustafa Kemal ölür, Atatürk süper kahraman olarak dirilirdi nutma, unutturma, sen de hatırla: Süpermen bir ara ölmemiş miydi? Hani hatırlayın, gittikçe yıldızı sönen ve yeni çağın insancıl hata ve zaaflarla güçlendirilmiş (bir karakteri hasletleri değil zaafları güçlendirir) süper-ama-senin-benim-gibiinsan kahramanlarına ayak uyduramayan, rakiplerine ve benzerlerine nispetle sıkıcı seviyede “süper” kalan Süpermen’i 90’ların ortasında bir ara Doomsday denen süper-hobini ile dövüştürmüşler, kendisini ve seriyi bu savaşın sonunda öldürmüşlerdi. Hayatım boyunca kendisini hiç sevmediğimden olacak, ölümüne çok net sevindiğimi hatırlıyorum. Bir hayır olacak ki Süpermen’in ölümüne bir ben değil, onu öldüren yayıncısı da çok sevinmişti. Yayıncı firma Detective Comics Süpermen’in öldüğü sayıyı meraklısından, koleksiyoncusuna tüm dünyaya yüz binleri bulan sayıda satarak bu “zamanlı” ölümünden epey kâr etti. Nihayetinde “Bir daha dirilmeyecek” denerek içi boş, müziğe veda eden Kayahan blöfleriyle tarihin sahnesinden kaldırılıyor gibi yapılan Süpermen kısa zaman sonra “Ulan Süpermen ne büyük adamdı? Nasıl ölür? Süpermen ölmesin, ölemez!” diyen badem göz sevdalısı şabalakların oluşturduğu yeni bir hedef kitleye pazarlanacak şekilde diriltildi. İsa’dan bu yana bir süper kahramanın popülaritesi ne zaman azalır gibi olsa bir posta öldürüp diriltmek pek fizıbıl bir adet olmuştur. Bu da elbette ne Süpermen’in ne de türevlerinin ilk öldürülüş’ü değildir: Süpermen 1961 senesinde Lex Luthor U tarafından tuzağa düşürülerek öldürülür. Ama dikkat isterim! Öldürülen Süpermen’dir, çizgi roman serisi değildir. Seri devam ettiği için, bir sonraki sayıda Louis Lane’in tertiplediği helva gecesi yayımlanamayacağından, Süpermen hemen ertesi macera dirilir. Yani nedir; süper kahramanı yayınevi öldürmüyorsa bir sonraki sayıda dirilmek mecburiyetindedir. Bu ve benzeri ölümlere bir örnek olarak elbette Sherlock Holmes da gösterilebilir. Sir Arthur Conan Doyle’un ünlü detektifi ve serisi de ölüp ölüp dirilmiştir. Lakin Doyle’un detektifi öldürmesinde etken olan bir pazarlama hilesi değildir. Doyle, bu kahramanın yakasına sümük gibi yapışmasından sıkılmıştır. Tıpkı Agatha Christie’nin “The Curtain” (Türkçe çeviri ismi Suveren kardeşler imzalı: “Ve Perde İndi”) isimli kitabında Poirot’ya yaptığı gibi Doyle da Holmes’u “The Adventure of Final Question” (Son Soruda Fark Ettim ki Kaydırmışım) isimli kitabında öldürür. Sonra baskılara -ve paranın cazibesine- dayanamaz ve “Hound of Baskervilles” (Baskerville’lerin Köpeğiyim Ondan Parlıyorum) kitabında Sherlock Holmes karakterine geri döner. Yine de hakkını yemeyelim: Doyle belirtmeden edemez; bu Holmes’un -ölümünden önceki- bir macerasıdır. Böylece saygılı ve ahlaklı bir şekilde Holmes’u geri getiren ve The Strand dergisine durduk yerde bir gecede mevcut tirajının iki katını kazandıran Doyle, “The Adventure of the Empty House” (Boş Zihnin Sokaklarında Koştuk) isimli kitabında iyice su koyuverir ve birden bire hortlayan Holmes’a “Aslında ölmemiştim, Moriarty’i kandırmak içün ettim o oyunu. Sen gerçek mi sandın Watson? Ah ah ah!” dedirterek laçkalaşır. Bundan sonra yazarının ölmesi sebebiyle ölümsüzlüğe intikal eden ve muayyen olarak öldürülüp diriltilen Holmes, muhakkak ki Süpermen’in öldürülüşünde etkendir. Yine Süpermen’in ölümünden önce süper kahraman olmasa da süper dallama bir kişi olan Dallas’ın Babi Yuying’inin (“Meğer hepsi rüyaymış” iğrenç izahıyla), İncil’de Lazarus ve İsa’nın (“Meğer İsa Allah’ın oğluymuş” mucizevi izahıyla) öldürülüp diriltildiğini de belirtmeden edemem. (Bir de “Morg Prensesi” filminde Nilüfer Açıkalın “Meğer iğrenç bir öğrenci filmin- deymişim de öldüğümü anlamamışım” izahıyla önce dirilip sonra öldüğünü anlıyordu, o biraz değişik, onu tenzih ederim.) Süpermen, ölümüne tanık olduğum ilk süper kahraman değil. Dirileceğine kesin emin olduğumdan ölümüne sevindiğimi belirtmek isterim. Yoksa kimsenin ölümüne sevinemem. Her ölüm erken ölümdür. Bu konuda ben de hemfikirim. Süpermen’e gelesiye sırasıyla Voltran’ın (bildiğin adi komandit iştirak robot olan) ve Kara Şimşek’in (bildiğin araba olan) ölümüne ve dirilişine denk geldiysem de hiç birinin ne ölüşüne ne de dirilişine tanık olduğum ilk süper kahraman olan kadar ve periyodik aralıklarla üzüldüğümü sanmıyorum. Tanıdığım ilk süper kahramanın Atatürk olduğunu söylersem umuyorum ki “5816” hazretleri şu çocuk zihnimi bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırmaz. Kendisinin anısına ve hatırasına en büyük hakaret olan bu dört haneli kanun maddesini temin ederim ki mahut çocuk zihnimde Atatürk’ün süper kahraman muadilliği, kendisinin manevi şahsına ne alenen ne de zımnen hakaret maksadı taşımaktadır. Aksine, bir çocuk zihninde canlanan Atatürk’ün süper kahramanlığa denk duruşunun altını çizmeyi amaçlamaktadır. Uğur Dündar’ın deyimiyle YÜCCE TÜRRRK ADALETİ’NİN bu konuda son sözü söyleyeceğini umuyor ve devam ediyorum. Ben de ilkokula gittim Atatürk’ün süper kahramanlığını zihnimde tunçlaştıran, mücevher taşa yazan onun insanüstü haslet ve başarıları değil, her sene aynı coşku, tutku ve histeri ile kahrolduğumuz ölümü olmuştur. Tevekkülüm sebebiyle “Atatürk’ün ölümüne yas tutmayalım; onu, eserini ve hatırasını anımsayalım, yad edelim” emriyle mecburi vatandaşlık görevimiz olan “milli yas” ın “Atatürk’ü Anma” gününe dönüşmesinden evvel ilkokulda bulundum. Bu sebepten olacak, Atatürk’ün ölümüne emrolduğu üzere herkes kadar ve mümkünse herkesten daha fazla üzülmeye gayret eden bir kuşağın temsilcisiyim. Tek başına düşmanı denize döken (Ata’nın önüne katarak kovaladığı, iskeleden denize dökülen Yunan askerleri imgelemi), ülkeyi süper bir yer yapan (seri üçgen kenarlı fabrikalar ve tüten bacaları, laboratuar önlükleri içinde kadınlar), iğrenç karaböcük kadınları yok edip (solda çadorlu kambur kocasının beş adım gerisinde yürüyen kadın, sağda Ata kreasyonu tayyörlü döpi- yesli alımlı cumhuriyet kadını), Nasrettin Hoca fıkrası kaçkını sarıklıların sarığını çözüp sakalını keserek prezentabl ve modern yapan (solda rahlenin önünde bağdaş kurmuş nursuz i...nin teki, sağda bildiğin Dick Tracy, bir radyolu saati eksik), dallama intibaı yaratan padişahı kovalayıp (solda miniskül, beberuhi, doğrubasmaz bir adam, belli ki Lex Luthor muadili; sağda enfes sarı saçları, mavi gözleri ile ATATÜRK), ihtiyacı olmadığı halde sırf bize kıyak olsun diye Cumhuriyet’i kuran ve daha nice şeyi TEK başına yapan Atatürk’ün Süpermen’den farkına ve gerçekliğine ancak 10 Kasım’larda arkasından şelale yapıp akıtılan salya ve sümükle inanmak mümkün oluyordu. Yanlış anlaşılmasın, “Doğuştan şüpheciyim, rasyonelim, ben resmi tarihi 6 yaşından beri revize ediyorum ulan!” demiyorum. Dediğim tek şey şu: Ben de ilkokulda bulundum. Yani HER ŞEYİ tek başına, en güzel ve en doğru şekilde yapabildiği iddia edilen kişilerin ardında bir kolpacı bulunduğunu anlayacak kadar uzun süre ilkokul öğrencileri ile muhatap oldum diyorum. Örnek vermek gerekirse ilkokuldan bir çocuk Almanya’da yaşayan ve asla Türkiye topraklarına ayak basmayacak olan kuzeninin havada beş takla atabildiğine yeminler ediyordu. Tüm bu yeminlere rağmen yedi yaşındaki bir çocuk dahi bilecektir ki havada beş takla atabilen bir kişinin varlığından ciddiyetle söz edebilmek için ya bahsi gecen şahsın ya süper kahraman olması ya da bu kişinin gerçekliğinde ısrar eden kişinin sahtekarın önde gideni olması gerekir. Bu sebepten, ne zaman Atatürk’ün süper kahramanlığı hakkında şüpheye düşecek olsam 10 Kasım törenlerindeki gözyaşının şiddet ve debisi ile doğrulur, kendime gelirdim. O radyoaktif serpinti ya da hava taarruz habercisi olması gereken sirenin ötüşünde kimimiz gerçekten, kimimiz çevremizdeki herkes ağlıyor diye, kimimiz de ulusal matem günü güldüğümüz ya da üzgün görünmediğimiz için okkalı bir dayak yediğimiz için ağlarken her gözyaşında, her damlada tarlada karga kovalamak gibi faaliyetleri olan insan Mustafa Kemal ölür, Atatürk bir süper kahraman olarak dirilirdi. Mehmet Karamancı İlkokulu’nun bahçesinde uçuşan yaprakların arasında vatanından uzak bir zenci başını andıran ve dört yanı kasımpatılarla süslenmiş Atatürk büstünün yüzüne bakarak ağlarken sadece onun kaybına değil, o yaşlarda Allah olduğuna emin olduğum (ama Erkin Gören © 2005 uçaktan inip kıta denetlemekten öte bir olayını görmediğim) Kenan Evren dışında sürreel bir insanla aynı devirde yaşayamadığıma üzülürdüm. Ne vardı Atatürk’le aynı dönemde yaşamış olsaydım? Ne vardı o meşhur resminde yeni Türk alfabesini öğrettiği çocuklardan biri de ben olsaydım? Düşmanı iskeleden denize beraber itekleseydik? Yobazın kafasından sarığı, karaböcüğün sırtından çadoru kafa kafaya verip çözseydik? O Batman olaydı ben Robin olurdum, o Zagor olsa ben Çiko olmaya fittim. Heyhat, tıpkı Süpermen ve Betmen gibi Atatürk’ü de ancak resimli kitaplarda, fotoğraflarda, herkesin insanüstü bir hız ile hareket ettiği filmlerde görüp takip edebiliyor, belki bu yüzden hem süperkahraman olarak varlığını, hem de insan olarak yokluğunu en çok 10 Kasım’larda hissedebiliyordum. Unutma, unutturma! Şimdi ne zaman 10 Kasım gelse ulusal matemim, kişisel bir yas gününe dönüşüyor. Artık Atatürk’ün öldüğüne değil, hiç tanımadığımız bu süperkahramanın ölümüne sustalı maymun gibi bilmeden, anlamadan üzülüp ağladığımız o toplu histeri günlerindeki bana ve bize üzülüyorum. 10 Kasım şiiri okuyup ağlarken ayarını kaçırıp yaşıtlarının önünde altına işeyen o sekiz yaşındaki kız çocuğuna, buna gülenlerin yediği dayağa, ama en çok o dayağı yiyenlerin hissettiği suçluluk duygusuna üzülüyorum. 10 Kasım’larda yaşamaya mahkum edildiğimiz bu mitolojik ayinin anısı aklıma bir masalın sayfası olarak değil, hayatımda açılan bir pencere olmasına ve hiçbir şeyin bu sınırsız ahmaklığın bana, bize, sana ve size kaybettirdiği zaman ve gözyaşını geri getirememesine üzülüyorum. 10 Kasım’larda en çok Mustafa Kemal’in ölüşüne değil, Atatürk’ün dirilişine, yani yanlışlarıyla doğrularıyla bir hayatı dolu dolu yaşamış bir insanın doğal sonu olan ölümüne değil, onun ölüp süper kahraman olarak dirilmesiyle kendine pazar payı yaratan asalakların gölgesinde ve iradesinde yaşanan bir ömre üzülüyorum. Sherlock Holmes “İmkansız olanı eleyince geriye saf gerçeklik kalır” diyor. Ne tuhaf, hayatımızda imkansız olanları eleyince geriye hiçbir şey kalmıyor. Ben her 10 Kasım’da(n) o geriye kalmayana üzülüyorum. İlk başta Süpermen’in ölümünü sormuştum, sorumu değiştirip yeniden sorayım: “Klark Kent bir ara yaşamıştı, hatırlayan var mı?” otisabi araflt›rma 13 11-17 Kasım EKfi‹ ‹yi k›zlar her yere, erkek giyimi cehenneme gider! ‹lk günden bu yana kad›n modas› hep iyiye giderken erkek modas› korkunç bir tekdüzelik ve s›radanl›¤a kofluyor. Kültür ve co¤rafya fark etmeksizin erkek ›rk› kontrplak gibi inceliyor zel ebed içimde yaşayan ve Sözlük’te Blackmore’s Night grubunun “All For One” şarkısına ait başlıkta kısaca bahsettiğim, şimdi ise enine boyuna masaya yatırmayı planladığım bir büyük sıkıntıyı paylaşmaya hazırlanan okur; dışarıda isen, vapurda, dolmuşta, kalabalıkta isen çaktırmadan, evinde isen uzun uzadıya, dikkatle kendine bak! Evvela burnunda beyaz çentikler olan tozlu, yamru yumru ayakkabılarına bir göz atalım. Sonra blucinden sıkıldığın için ta göbeğe kadar çektiğin (Bu çirkinliği belindeki potlara rağmen ısrarla giydiğin bol mu dar mı belli olmayan svetşörtünle kamufle ettiğini biliyorum) o bayat kerhane tatlısı rengindeki kadife pantolonuna geçelim. Peki ya uzun kollunun içinden görünen ancak yakası bir türlü dairesel bir aks tutturamayan yamuk tişört? En dışta göze çarpan muflonlu montun verdiği şişmanlığın, Red Kit bacaklarınla birleşince ortaya çıkardığı katil karınca siluetini ise sen zaten çoktan beri yerdeki gölgene bakarak fark etmiş durumdasın... İnsanoğlu keşfediyor. En başta bir hayvanı avlayıp çiğ çiğ yiyor, ardından pişiriyor, en sonunda soslar icat edip lezzeti ileri götürüyor. Çileğin üstüne döktüğüm pudra şekerini buluyor. Kamışı üfleyerek elde ettiği sesi koskocaman bir senfoni orkestrasına genişletiyor. Makam mı yetmedi, yerine yenisini çıkartıyor, gam oluşturuyor. Ok atarken bir bakmışsın ısıya duyarlı “Bayıltmaya ayarlayalım” silahına koşuyoruz. Teknolojik bazlı bir gelişme kendinden öncekini yok ediyor, tamamdır! Ama beğeniye dayalı hiç bir yenilik, ben asla görmedim ki eskisini silip süpürsün, tarih sahnesinden kazısın. Çileği pudrasız mı yiyeceksin, eti çiğ mi... E ye sushiyi? Kim tutar seni. Gündüz Justin Timberlake dinler iken gece Dede Efendi eseri terennüm etmek yasak mı? Diskoda “trance” eşliğinde kendinden geçen adam evine varınca Ortaçağ dans müziği dinlese ona manyak mı derler? Peki aynı adam evinden çıkarken çeketini kenara atıp sırtına Ortaçağ kos- E tümünü giyse? Haah, ona manyak derler işte... “Giyim... İşte o da bir teknoloji” diye mırıldanacak kimseyi dinlemem! Giyim baştan ayağa zevktir, beğenidir; işlevselliği de bizlerin içine düştüğümüz zavallı durumdan kaçmak için uydurduğumuz bir mazerettir. Ki, işte sorgulanması gereken nokta burada gömülü. Neden bir dünya dolusu erkek kendinden böyle kaçar olsun!? Gelecek ilk itirazı peşinen def edeyim: “Ben afişteki erkek modele bakıyorum, adamı deve tüyü atkısı ile, jilet gibi takımı ile tartışmasızca şık buluyorum.” Behey kardeşim, o adam zaten doğma büyüme öyle, anadan üryan çıksa da aklını başından alacak, darı çuvalına girse de cazibe üretecek. Oysa büyük iddialıyım ki Zekeriya Beyaz’ın kafasına bir deri miğfer geçirsek, sırtına bir harmaniye, beline büyük tokalı deri kemeri sarmalasak en az bir Gimli, en az bir Bilbo Baggins olacak; alıcı gözle bakıldığı zaman bugünkü manzaradan elli kez daha mutedil bir görüntü arz edecek. İkinci tereddüt “sanayi” veya “Değişen üretim şartları” başlıkları altında ileri sürülebilir. Reddediyorum! Eğer konu bu çağın “hızlı” yaşandığıysa, tekstil mallarının fabrikasyon gerekçesiyle “sadeliğe” muhtaç olduğuysa hemen göz atalım. Son derece açıktır ki ortaya çıkan tüketim malının niteliği onu üreten mal ile bağlıdır. Yani velkrolu (Türkçesi: cırt cırt) cep kapakçığı üretiyorsak onu yapabilen bir de makinemiz var demektir. Peki o makine cam elyafından gömlek dikebiliyor da niçin aynı malzemeden pelerin üretmiyor? Arkasını gösteren elbise yapabilecek kadar gemi azıya alan Japonlar aşık olunası geleneksel giysilerini neden kendi aralarında espri konusu yapmaya başladılar, akıl alacak gibi değil. “Modern çağ elbiselerini giyip çıkarması, saklaması, katlaması daha kolay!” Bu istasyondan şuraya uzanayım: Ben demiyorum ki her giysiyi birebir 13. yüzyıldan modelleyelim. Demiyorum ki mangal yapmaya plakalı zırh giyerek gidelim. Bilakis, özlem duyduğum tarz kullanımı son kertede kolay elementlerden oluşuyor. Teknoloji yetersizliği nedeniyle pratik zorluk yaratan detayları hemen güncelleyelim (ilmek yerine metal düğme koy?) ve bir hayal edelim, bugün ÜTÜ denen şeyle cebelleşmemizi gerektiren, kolları kaldırıp “heeeey” diye sevinçle bağırdığımızda kemerinden fırlayan ya da bacak bacak üstüne attık mı toptopları mengeneye alan kıyafetler yerine toplamda tek parçadan oluşan bir kaftan acaba nasıl olurdu! Toplumsal çeliflkinin temel ilkeleri Sırada, karşı argüman olarak belki en kuvvetli sayılacak iddia var: “Alışkanlık... Biz alıştık böyle giyinmeye. Dışarıda kalan yargılanır, şaklabana döner.” Herhalde tamamen yanlış değil. Sokağa kadife kaftan altına üç Adam çok karizmatik etek giyip de çıkan dayak yer, laf yer. OlmaSen de ol? Ağlatma beni. Sen de çok karizdı nazara gelir. Ama niye buna alıştık be abi? matik olabilirsin. Tarih kitaplarında, filmlerNiçin hala isyanlarda olmadığımızı ekonode gördüğün adamlardan yalnızca bir adım mik, sosyal, jeofizik hiç bir dinamiğe bağlauzaksın. Üstelik onlardan daha şanslısın; dayamıyorum. Dünya erkekleri olarak neden ha ucuzunu, daha fonksiyonelini giyebilirsin ayaklanmadığımızı bilmiyorum. Günümüz istesen. Leopar avlamana da lüzum yok, takTürk “bıçkın” giyim şemasını çıkaralım: Kirlidini giy! Bakkalın önünde maden suyu kali sakal, jöleli saç, siyah pantol ile ceket ve sasına oturmuş gelene geçene selam eden beyaz gömlek. Pekiyi bir de yalnızca iki yüzhacı dedenin Albus Dumbledore gibi olduğuyıl öncesinin bıçkınına bakalım (Reşad Eknu bir düşün. Hayran olduğun “reel” insanrem Koçu’nun kitaplarını açıp düpedüz bakalara bir bak. Özlem Tekin’den Manowar’a, lım hatta): Kirli sakalı yine bırak; çıplak beTarkan Tevetoğlu’ndan Axl Rose’a varana denin üzerine işlemeli, kolsuz bir yelek (gödek için için ya da dışın dışın marjinal bulduğüs kıllarında birkaç boncuk veya inci), bele ğun herkeste süslü olma, bol olma, heybetli dolanmış kalın bir kuşak, dize dek inen döve sere serpe olma halini göreceksin. Şimdi kümlü bir şalvar ve altında bir kat dolak, cümle kurmamak için bir parantez açıp içine ayaklar ya çıplak ya da bir çift ham deriden flamboyan isimler atıyorum bu minvalde, sade külhani ayakkabı ile taçlandırılmış. hayal etmeyi sana terk ediyorum (Robert Şimdi, ben bu eşkal içerisinde büfeden pet Smith, Marilyn Manson, Freddie Mercury, şişe suyu satın alırken bile daha bir mutlu Ritchie Blackmore, Dio, Dali, Barış Manço, hissedeceğime yemin ederim hiç çekinmeMedyum Memiş, Haydar Dümen)... den. Kurtlar Vadisi’cisini ise hayal dahi edemiyorum; Polat Alemdar değil Murad HüdaSon söz vendigar olmayı vaat ediyorum adama! İlk günden bu yana kadın modası hep Bu “alıştım” kaçışını bir de şu yandan tekmeiyiye giderken, beli parçalayan korleyelim. Gel itiraf et, alıştın ama hala için seler, ayağı sıkan pipiş gibi ayakgidiyor. Gittiği için kalkıp “en iyi kostüm” kabılar, yetmiş beş kat arşa uzadiye bir Oscar klasmanı yarattın. Yalnızca yan saçlar, Eva Braun stili kiraz dönem filmini o dönemi iyi yansıttığı için dudaklar vs hep Angelina Joödüllendiriyor gibisin ama değil. “Star lie’ye, Sofia Boutella’vari ceyWars” u hangi dönemi yansıttı diye ödüllanlığa evrilirken, erkek lendirdin? “The Mummy” filmini? modası korkunç bir Peki ya “The Lord Of The Rings” tekdüzeliğe ve sıraüçlemesini? danlığa koşuyor. Hiç erişemeyeceğimiz süper Kültür, coğrafya güçler için, hiç yerinde olamafark etmeksizin “en yacağımız über güzel karaktersüslü” olması gereken ler için romanlara, filmlere erkek ırkı sunta gibi, tapmak çok mümkün ancak kontrplak gibi inceliköşedeki terzi İsmail Bey’in yor. Rock yıldızları, iki günde dikebileceği mütressamlar, yazarlar, hiş bir kostümü, yani özlem sporcular neredeyse duyduğumuz şeylerin “hiç bir yüzyıldır buna itiraz değilse” sini körce, sağırhalindeler ve onları taca yok saymak modern kip eden kitleler nedençağın vebasıdır. se hiç eyleme geçmiyor. İzin verirseniz dünyanın Lütfen erkekler, kadınlaren kadim geyiklerindan daha güzel değiliz den birine girerek “Dobelki ama daha Hamid ğada hep erkek daha Karzai’yiz, daha Jedi’yiz! süslüdür” diyorum. Yalan Diliyorum, yalvarıyomı? Sadece toplumsal değil generum ki yarın Barbaros tik bir kaçış içindeyiz aynı zaBulvarı’nda aşağı manda. Gözüne sürme çeken erdoğru yürürken keğin bugün “gay bu gay” ithakapüşonunu mına maruz kalması karşısında başına geçirderhal saf tutuyorum ve “sensin miş bir geybugey” diye bağırarak ilan Drizzt do ediyorum: Ben de makyaj yapUrden göreyim ve göz göze mak istiyorum, süslü püslü olgeleyim onunla. Gülümseyemak (fazla zarif ve feminen ollim birbirimize, at kılından bemak istemiyorsan Cermen baryaz sorgucu özgürce sallanan barı gibi ol, Sioux şefi gibi ol, pleksiglas başlığımı çıkarıp sehepsi bir) istiyorum. Ruh halilamlayayım onu. me göre 14. Louis dönemi peJean Paul Gaultier defilelerinde ruklu saray totoşu gibi göze çarpan ve “Hangi deli giyer allı pullu; yeri gelinlan bunu?” denen giysileri ben ce de Hazreti giyerim dercesine işaretleşen bir Hamza formunda Size bunu vaat ediyorum, kalabalık günden güne artarak düngiyinebilmek isti- dikkatli bak›n! Sonra bir de yayı istila etsin. üzerinizdeki düdük gibi k›yafetlere... yorum. aziz kedi 14 EKfi‹ 11-17 Kasım inceleme Charlie Chaplin olmak endi aktardıklarından öğrendiğimiz üzere çocukluğu çok zor şartlar altında geçer. Eski bir tiyatrocu olan baba Chaplin, genç yaşta alkolün esiri olur. Eve pek uğrayan bir tip değildir. Yine eski bir tiyatrocu ve vodvil oyuncusu olan annesi ve üvey kardeşi Sydney ile yaşam savaşında başbaşa kalmıştır. Anne Chaplin dikiş dikerken iki kardeş küçük yaşlarında çiçekçilikten eski eşya satmaya, matbaacılıktan gemi borazancılığına kadar türlü işlere girip çıkarlar. Dönem dönem dibe vurduklarında küçük Chaplinlere yetimhane yolları gözükür. Charlie Chaplin’in, ileriki yıllarda vereceği başucu eserlerinin malzemeleri işte bu yıllarda hafızasının köşelerine birer birer kazınmaya başlar. K Okuyaca¤›n›z yaz› nas›l bafllar, nas›l biter bilemem; ama Charlie Chaplin’in üstün yetene¤i ve sanat›na bir methiye denemesi olaca¤› âflikâr Yüzy›l›n en çok tan›nan silueti Üç dört fırça darbesiyle onun minik bir karikatürünü yapabilirsiniz. Peki bu karikatürvari minik adam nasıl ortaya çıktı? Charlie Chaplin, otobiyografisinde bu tipi stüdyoda kıyafet seçerken tesadüfen bulduğunu söyler. Tesadüf müdür bilinmez, ama seçim gerçekten de mükemmeldir. Hatta o kadar iyi sonuç verir ki ileriki yıllarda -kendisi bunun farkında olmasa da- Turist Ömer adıyla ülkemizde de kendisine yer bulur. Gerçi bunu Sadri Alışık o kadar özgün bir hale getirir ki esin kaynağının Charlie Chaplin olduğunu birçoğumuz düşünmemişizdir bile... Yarattığı tipleme şaşırtıcı derecede özgündür. Üstü başı toz içindeki küçük adam, yere düştüğü zaman kendisini yere düşürene “üstümü kirlettin” dercesine bir bakış fırlatır ve cebinden çıkardığı bezle üstünü silmeye koyulur. Sokakta bulduğu bebeği büyütecek kadar iyi yürekli, aşık olduğu kız bir başkasını sevdiği zaman hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranıp mutluluklarını bozmayacak kadar asil, koca bir diktatörün yerine geçip dünyaya iyilik mesajları verecek kadar da insanoğlu insandır. 1914’te çektiği Kid Auto Races At Venice, onun bu tiplemeyi perdeye aktardığı ilk filmidir. 6 dakikalık bu kısa film, tek bir espri üzerine kuruludur. Chaplin, ikide birde otomobil yarışlarını çeken kameranın önüne geçip türlü pozlar verir. İşittiği türlü ha- karet, yediği dayak, kamera önünde olma arzusuna engel olamaz. Kişilik özelliklerini filmlerine yansıtma alışkanlığını daha ilk filmlerinden itibaren rahatlıkla görmekteyiz. Kendini seyirciye kabul ettirip başarıyı yakaladıktan sonra, kendi filmlerini yazıp yönetmeye şansını elde edecektir. Yaşadığı sokakları, aç ve parasız geçirdiği günleri, aşık olup elde edemediği kadınları perdeye aktarır. The Kid (1921) ile çocukluğuna göndermeler yaparken Limelight’ta (1952) yaşlanıp seyircisini kaybeden bir komedyeni canlandırır. Aslında hep kendini oynar. Charlie Chaplin edindiği müthiş servet ve Uykudan sonra ahal, üç dağın paçasına yapışmış, kalbinden çamur geçen, çolak evleri sobadan bozma bir Kazak köyüdür. Otuz altı hane, yüz on dört nüfus. Her kış donup her baharda çözülen yüz on dört yüz. Ne patikasında selam verilir, ne de meydanında kahve içilir. Ama Kahal’da çocuk da vardır, mezar da. Bir de İsa. İsa’nın adı İsa’ydı. Yirmi yedi yıldır insandı. Doğduğu odayla yaşadığı arasında yedi adım vardı. Kahal’ın tek avcısıydı. Yabandomuzu öldürür, yabandomuzu yerdi. Ormana karışmak için güneşin batmasını beklerdi. Domuz ancak gömüldüğü karanlıktan çıkarılırdı. Başka yolu yoktu. Köyün güneşe bulandığı saatlerde yatağa saplanan, geceleri Kahal’ın donmuş çamurunu çatlatan ayakların tek sahibiydi. Çünkü Kahal’da, gökyüzü ışıksız kaldığında ev kapısı açmak günahtı. Ne çıkmak, ne de girmek için kapılar aralanırdı. Ancak İsa da yabandomuzları gibi günahtanımazdı. Belki de bu yüzden ilk hisseden İsa oldu. Önce uykusuzluktandır diye düşündü. Belki de gündüz uyumaktan. İsa, rüyalar görmeye başladı. Üste- K lik gözkapakları gözlerini kapatmazken. Rüyalarında bir kentteydi. Babasının odasına astığı takvimde gördüğü binalara benzeyen beton parçalarının üst üste yığıldığı bir kentte. Elinde siyah bir çanta, yürüyor ve düşünüyordu. Daha önce hiçbir zaman düşünmediklerini. Üstelik hiç duymadığı bir dilde. Gözlerine rüya çekilmiş İsa, bir gecede dört domuz ıskalamaya ve aç kalmaya başladı. Chicago ıslaktır. Caddeleri soğuk, sokakları ılıktır. Buzda yürümenin en kolay yolu üzerinde kaymaktır. Sidney de öyle yapıyordu. Bir ayağıyla kendini itip diğeriyle buzu zımparalıyordu. Jeologdu. Toprağı da, taşı da bilirdi. Petrol peşinde bir şirketin yöneticisiydi. Ama gözleri açık rüyalar gören bir yönetici ancak hayali kararlar verirdi. Hayali kararlarsa ancak suyun üzerinde yürürdü. Ne terapiler, ne de mucizesi henüz üzerinde tüten farmakolojik buluşlar. Hiçbiri işe yaramıyordu. Oysa düzenli uyuyordu. Ama rüya krizleri bitmiyordu. Ani geliş ve gidişler, Sidney’nin gündüzlerini gecelere bölüyor, yirmi yedi yaşındaki adamın üne rağmen içinde bulunduğu dünyaya yabancı değildir. Sanatı, gerçek yaşamdan beslenir. Modern Times (1936) ile insanı makineleştiren düzenle dalgasını geçer. 1940 yapımı The Great Dictator’ı, Nazi Almanyası’nın en güçlü olduğu dönemde çekerek Adolf Hitler’i tabiri caizse itin g...ne sokup çıkarması, tarihte örneğine az rastlanır nitelikte bir cesaret gösterisidir. Pis komünist... Chaplin, iflah olmaz bir Nazi karşıtıdır. Hatta bir toplantıda bir Nazi subayının elini sıkmayı reddetmesi basında büyük yankı bulur. Buna karşılık insan oluşa ve dünya vatandaşlığına yaptığı atıflar, verdiği demeçler, yaptığı geziler ve filmlerindeki göndermeler sayesinde komünist yaftasını yemekte gecikmez. O dönemde komünist avlayan Amerika için hedefteki adam olmuştur. Amerikan vatandaşlığına geçmeyi kabul etmemesi ve Amerikan ordusu adına askere katılmayı reddetmesi, içinde bulunduğu duruma tuz biber ekecektir. Amerika Birleşik Devletleri, neredeyse 40 yıldır Amerika’da ikamet eden Chaplin’i, vizesini uzatmayarak cezalandıracaktır. Chaplin, sert ve ani bir biçimde İsviçre’ye yerleşmeye karar verir. Ömrünün kalanını geçireceği topraklardan evini çoktan satın almıştır bile. Birleşik Devletler, sahip olduğu değerin kıymetini 20 yıl sonra fark edecek, kendini affettirmek için Onur Oscar’ı vermek üzere Chaplin’i Hollywood’a davet edecektir. O küçük, tatlı serseri, koskoca ülkeye tam manasıyla tükürdüğünü yalatmıştır. Charlie Chaplin hiç kuşkusuz 20. yüzyılın insanlığa verdiği en güzel hediyelerden biridir. Aynı yüzyılın insanlığa Adolf Hitler ile attığı kazığı belki de dengeye getiren kişiydi. Üstelik filmlerinin Nazi Almanyası’nda yasak olmasına rağmen bu “kazık” tarafından sevildiği, hayranlıkla izlendiği bilinmektedir. Abi o kar› yakt› senin bafl›n› Her kabiliyetli adamın mutlaka bir arızası vardır derler. Charlie Chaplin’in de genç kadınlara merakı vardı. Chaplin, on yedi yaşından büyük kadınlarla pek ilgilenmezdi. Eski eşlerinden Lita Grey -evlendiklerinde henüz 15 yaşındaydı-, Chaplin için “Bakirelere tapardı” demişti. Tabii bu durumun bir de bedeli olmalıydı. Onlarca babalık davası ile eski eşlerinin ve sevgililerinin uyanık anneleri tarafından takip edilen tazminat davalarıyla uğraşmak zorunda kaldı. Aşk adı verilen duyguyu iliklerinde hissetmek için yüz binlerce dolar tazminat ödedi. Basının ve daha da önemlisi hayranlarının karşısında türlü rezillikler yaşadı. Charles Chaplin’in yapıtlarını incelediğimiz zaman, en önemli temalarının, insan ve insana dair duygular olduğunu fark ediyoruz. Hayatındaki bu iniş çıkışların sanatını olumlu etkilediğini söylememek için herhangi bir neden yok. Doğumu üzerinden 116, ölümü üzerinden de tam 30 yıl sonra bugün milyonlarca insan için ahlaksızlık sayılabilecek davranışlarına rağmen seksenin üzerinde eseriyle zeka ve kabiliyetin en uygun bileşimi olarak nitelendirilmek herhalde bir insanın dünya ile alacakvereceğinin kalmaması anlamına geliyor. kirmizi kalem Her ruh iki insana aittir. Ruhun birinden diğerine gitmesi için uyku şarttır. Bir insan uyur ve diğeri uyanır. Aynı ruh, yanlışsız biçimde iki eti de yönetir. Ancak uyku ahengini kaybetmiş etler, ruhun zamanında yetişememesinden ötürü delirmeye mecburlardır yüzünü siyah ve beyaza boyuyordu. İsa, avlanmaktan vazgeçene kadar Sidney delirdi. Sonrası içinse artık çok geçti. İkisi de yaşadığı hayattan hiçbir şey anlamadı. Kahal ve Chicago arasındaki saat farkı on iki saat kadardı. Dünya üzerinde ölmesi emredilmiş insan nüfusu, dünya üzerinde yaşaması emredilmiş ruh nüfusunun iki katıdır. Bu yüzden, her ruh iki insana aittir. Ruhun birinden diğerine gitmesi için uyku şarttır. Bir insan uyur ve diğeri uyanır. Aynı ruh, yanlışsız biçimde iki eti de yönetir. Ancak uyku ahengini kaybetmiş etler, ruhun zamanında yetişememesinden ötürü delirmeye mecburlardır. Rüyalar, ruhun paylaşıldığı diğer etin yaşadıklarından kalanlardır. Bilinçaltıysa, arada on iki saat farkın olduğu bir yerlerde yaşayan diğer etin bilincidir. Buna göre, gece uykusuna yüz vermemek, ruha acı çektirmektir. Ancak sadece acı çeken ruhlar dünyanın mükemmel olmadığını anlayabilir. Seçme hakkı irade sahibine aittir. Gerçeği öğrenmek adına delirmek ya da zamanında yatağa girmek. Burası, ruh ortağıyla tanışmak isteyenlerin diğerlerine “iyi uykular” dilediği bir gezegendir. Her şey uykudan sonra başlar. Siz uyuduktan sonra. Misafir yazar: Hakan Günday 1976 yılının Mayıs ayında, Rodos Adasında doğdu. Dört yıl sonra yüzmeyi öğrendi ve bir daha adaya dönmedi. Dokuz yaşında yazmayı öğrendiği adı, yirmi üç yaşında Kinyas ve Kayra’nın kapağında okundu. Sonra Zargana. Sonra Piç. Sonra da Malafa. Şimdilik bu kadar. Ve ölmesine daha çok var. popüler kültür 15 11-17 Kasım EKfi‹ Kültürel Boru Hatt› Projesi Bu insanlar›n asl›nda ne kadar çok ortak noktas› oldu¤unu gözlerimle görüyorum. Bunu görüp etkilenen tek kifli de de¤ilim, o k›sac›k süre sonras›nda evlerine dönen herkes ayn› hisleri yafl›yor or olacak biliyorum, ancak öyle bir masa düşünün ki orada Türkçe, Kürtçe, İngilizce, Arapça, Gürcüce, Ermenice, Azerice, Farsça, Yunanca ve Rusça bir arada konuşulsun. Üstelik bu diller asla saldırgan bir şekilde değil, her zaman dostça amaçlar dahilinde kullanılsın. Günümüzde her zaman görülemeyecek böyle bir ortamı 28-31 Ekim tarihleri arasında Bodrum’daki Gümüşlük Akademisi’nde görmek mümkündü. Yazar Latife Tekin’in öncülüğünde yapılan “Kültürel Boru Hattı Projesi” nedeniyle Ortadoğu’nun her yerinden Türkiye’ye gelen 20 katılımcıydı bu dilleri konuşanlar. Yıllardır, Ortadoğu denildiği zaman aklımıza sadece savaşlar gelir oldu. O bölgedeki insanların da gündelik yaşamları olabileceğini, kitap okuyabileceklerini, sinemaya gidebileceklerini, bizden farklı olmayan bir yaşam sürebileceklerini unuttuk artık. Hemen yanı başımızda yaşayan insanlarla ilgili hiçbir şey bilmiyoruz aslında. Bildiğimizi sandıklarımız ise bize gösterildiği kadarıyla sınırlı. Bu nedenle projenin amacı, özellikle iç karışıklıklarıyla tanıdığımız bölgeden gelen sanatçı ve bilim adamlarının ülkelerini tanıtmaları ve bölge halklarının birbirlerini daha iyi tanımaları için neler yapılabileceğini tartışmak. Türk basınında birkaç gazete ve televizyonda yer bulması dışında gözden uzakta gerçekleşen bir dizi toplantı düzenleniyor. Bu sırada ben de projeyle ilgili bir belgesel hazırlanması amacıyla orada bulunma şerefine erişiyorum. Dört Z Gümüfllük Akademisi, farkl› kültürlerden misafirlerini a¤›rlad›. gün boyunca Türkiye, İran, Irak, Lübnan, Gürcistan, Ürdün, Ermenistan, Azerbaycan, Mısır, Suriye ve Kıbrıs halklarının bir arada ne kadar rahat yaşayabileceklerini, çünkü aslında ne kadar çok ortak noktalarının olduğunu gözlerimle görüyorum. Ayrıca bunu görüp etkilenen tek kişi de değilim, o kısacık süre sonrasında evlerine dönen herkes aynı hisleri yaşıyor. Tart›flmalar bafll›yor Toplantının ulaştığı başlıca sonuçlardan birisi, gerçekten de birbirimizi tanımayan toplumlar olduğumuz. Örneğin İran’dan gelen tiyatro, sinema ve TV yönetmeni Hüseyin Lale, ülkesini anlatırken dünyada İran ile özdeşleştirilmiş kara çarşaflı kadın görüntüsünün ne kadar yanlış olduğundan bahsediyor: “Kapanmak bir nevi formalite, ül- keye geldiğinizde bir mendil genişliğinde bir kumaşı alıp saçınıza tuttursanız dahi kapanmış sayılırsınız.” İster istemez Türkiye’yi de kara çarşaflı kadınlarıyla tanıyan ülkeleri hatırlıyorum bunu duyduğumda. Ya da Beyrut doğumlu, eğitimine ülkesinden sonra MIT ve Harvard’da devam etmiş, Mimarlık ve tasarım konularında çok ciddi başarıları bulunan Hani Asfour’un anlattıklarıyla herkes hayrete düşüyor. Lübnan’da 15 sene boyunca devam eden ve Hani’nin dahi sebebini anlayamadığı iç savaş sonrasında halkın yeni kurulan hükümetten yenilikler talep etmesini ancak beklentiler gerçekleşmeyince üç milyon kişiden bir milyonunun bir günde sokağa inişinden bahsediyor. “Sizin ülkenizde 24 milyon insanın İstanbul sokaklarına çıkmasıyla eşdeğer bir şey bu” dediğinde söyleyecek söz bulmak çok zor. Toplantıya Ermenistan’dan katılan TV yapımcısı Elünar Vardonyan ise aynı zamanda “Center for Public Dialogue and Development” adlı merkezin temsilcisi olarak gelmiş. Soykırım iddiaları ile ilgili orada nasıl bir durum olduğu sorulduğu zaman küçüklükten beri insanların, Türklerin yaptıkları vahşi saldırılarla ilgili hikayeler dinleyerek büyü- düğünü söylüyor. Ülkemizde de çok benzer hikayeler anlatıldığını ancak o hikayelerde saldıran tarafın Ermeniler olduğunu bildiğim için şu anki politik durumu garipsemeden edemiyorum. İki halk da aradan nesiller geçtikten sonra kendisinin ezilen taraf olduğuna inanmış durumda ve birbirlerinin hikayelerini dinlemedikleri için de ülkelerin kapıları açılmıyor. Ve dört günün sonu... Bu noktada Azeri çevirmen Anar’ın toplantıda söylediği bazı şeylerin önemi daha çok açığa çıkıyor: “Her ülke birbiriyle savaşmıştır. İngiltere Fransa’yla uzun süre savaştı. Almanlar bütün Avrupa’yla savaştılar. Ama ülkeler savaş sonrasında yaşananları unutabildiler ve şimdi daha güçlüler. Halklar geçmişe takılarak ilerleyemezler, geçmişi unutup geleceğe bakmak gerekli.” Dört gün sonunda alınan kararlardan bir diğer önemli olanı ise Gümüşlük Akademisi’ni merkez olarak belirleyip bu grup ile çalışmaların devam ettirilmesi yönünde. Bir web sitesinin ardından görülen ilk amaç Ortadoğu ülkelerinde yayımlanacak bir edebiyat dergisi çıkarmak. Derginin önemini en iyi anlatabilecek olan yine Anar’ın sözleri: “Edebiyatın halkların birbirini tanımadaki önemi büyüktür. Çünkü hikayesini bildiğin, şiirini okuduğun halkı tanımış olursun. Tanıdığına düşman olamazsın.” Toplantı ile ilgili tek eksik İsrail’den katılımcı olmaması gibi görünüyor. Özellikle katılımcılardan gelen istek nedeniyle İsrail’den kimse çağrılmamış. Gümüşlük Akademisi kurucu başkanı Ahmet Filmer, “İsrail bölgede var olan bir ülke, varlığını inkar edemeyiz. Biz de ülkemizde Yahudilerle beraber yaşıyoruz, pek çok ülkeden kovulmalarına rağmen Türkiye’de asla sorun çekmediler. O yüzden aramızda İsrail’den de katılımcı görebilmek isterdik” diyor. Ancak Suriyeli edebiyat eleştirmeni Subhi Hadidi bir yanlış anlaşılmadan kaçınılması gerektiğini söylüyor. “Bizlerin de Yahudilerle ilgili bir sorunu yok. Benim de bir çok Yahudi arkadaşım var. Tek sorun İsrail’in siyonist politikası. O politikadan vazgeçip Filistin’i rahat bıraktığı gün problem ortadan kalkacak.” Toplantının bitmesine bir gün kala otel restoranında gerçekleştirilen toplu yemek ise kanımca toplantının zirve noktası oluyor. Sırayla herkesin kendi ülkesinden, kendi dilinde şiirler okuduğu, şarkılar söylediği bir akşam. Latife Tekin “Altın Hızma Mülayim” isimli türküyü söyledikten sonra Iraklı şair Abdullah Peşew Kürtçe bir şiir okuyor, Türkiye’den Kürt asıllı şair Selim Temo bunu Türkçe’ye çeviriyor, İranlı yazar Monireh Revanipour muhteşem şarkılar söylüyor ve bu böyle bütün akşam sürüp gidiyor. Gerçekten kültürel bir birleşim yaşanıyor gözümün önünde. Ertesi akşam İstanbul’a geri dönüyorum. Mutluyum, heyecanlıyım, umut doluyum. Sonra bir arkadaşıma bahsediyorum toplantıdan. Irka dayalı bir espri yapıyor. Güzel bir rüyadan gerçek dünyaya uyanmış gibi hissediyorum kendimi. madcan Sempatik lak›rd›lar antolojisi - 1 Bazen bir iki cümlenin içine sayfalara bedel nefle, bilgelik ve tatl›l›k s›¤abiliyor. Ekfli olarak sizlere böylesi birkaç sözü derledik. Keyifle okuyaca¤›n›z› ve efle dosta anlatarak prim yapaca¤›n›z› ümit ediyoruz “Pek çok adam başarısını ilk karısına, ikinci karısını ise başarısına borçludur.” Jim Backus “Aşk evlilikle tedavi edilebilen geçici bir delilik halidir.” Ambrose Pierce “Benim prensiplerim işte bunlar. Ama beğenmediyseniz başkaları da var.” Groucho Marx “Zaman iyi bir öğretmendir, ama maalesef bütün öğrencilerini öldürür.” Hector Berlioz “Ülkeyi yönetmeyi bilen tüm insanların ya taksi şoförü ya da berber olması ne kötü.” George Burns “Noel Baba’ya inanmayı altı yaşında, annemin götürdüğü mağazadaki Noel Baba benden im- zamı istediğinde bıraktım.” Shirley Temple “Hayatımı mobilya satarak kazanıyordum. Maalesef sattığım mobilyalar kendimindi.” Les Dawson “Eğer hayvanlar kimilerinin dediği gibi onları yememiz için yaratılmamışlarsa, neden etten yapılmışlar ki?” Tom Snyder “Yerinde eleştirilere maruz kalmak zor bir şeydir, özellikle de bu eleştiri bir akrabadan, arkadaştan, tanıdıktan ya da bir yabancıdan geliyorsa.” Franklin P. Jones “Tenisle ilgili can sıkıcı şey şu ki, ne kadar iyi oynarsam oynayayım, hiçbir zaman bir duvar kadar iyi olamayacağım.” Mitch Hedberg “Bir sümüklüböcek karşıdan karşıya geçerken bir kaplumbağa tarafından ezildi. Polis gelip sümüklüböceğe bunun nasıl olduğunu sorduğunda şu cevabı aldı: ‘Hatırlamıyorum. Her şey o kadar çabuk olup bitti ki.’” (Anonim) “Her problemin net, basit ve de yanlış bir çözümü vardır.” H.L. Mencken Vatan Dergi Grubu A.fi. Ad›na ‹mtiyaz Sahibi Serdar Mutlu Genel Müdür Nüket Mutlu Yay›nlar Direktörü Özgür Yici Grup Koordinatörü Onur Y›ld›r›m Kreatif Direktör Ali Murat Y›lmaz Koordinasyon Murat Emir Eren Tasar›m-Uygulama Serter Gezdiren Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Naz›m Onaran n Genel Yay›n Yönetmeni Aziz Kedi Yaz› ‹flleri Müdürü Kemal Ekin Aysel Editörler An›l Helvac›, Bar›fl Bilge Günal, Gürman Timurhan, Onur Sar›saban, Pelin Kesebir Düzeltmen kays el mecnun Kapak foto¤raf› Gökhan Y›ld›r›m Katk›da bulunanlar: aethewulf, benbirpipodegilim, ck, days, devourthedamned, gari, gerrain, konor, nickfallin, otisabi, parantez, travis and tyler durden, trip, ttyy0 n Reklam Grup Baflkan› Yusuf Gökçek Reklam Grup Baflkan Yrd. Yenal Bökeer Müflteri ‹liflkileri Direktörü Zeynep Afl›klar Müflteri ‹liflkileri Ayflen Özbay, Burak fiengül, Elçin Ayd›n Baflar, Gülriz Gökova, Dilay Sudanç›kmaz, Zeynep Arslan, Burak Bayram Reklam Rezervasyon fiule Tutsak Tel: 0212 336 57 70 n Adres: Büyükdere Cad. No:123 80300 Gayrettepe-‹stanbul Tel: 0212 354 54 54 Fax: 0212 356 26 80 e-mail:eksidergi@gazetevatan.com Bask›: DPC Do¤an Medya Tesisleri 34850 Esenyurt-‹stanbul Tel: (0212) 622 28 00 Tel: 0212 622 19 00 Yerel Süreli Yay›n Da¤›t›m: Yaysat A.fi. Tel: 0212 622 22 22 ekfli sözlük’ün haftal›k yay›n organ›d›r Ekfli, bas›n meslek ilkelerine uymaya söz vermifltir. Bu dergideki tüm haberler uydurmad›r. Kiflileri ba¤lay›c› bir niteli¤i yoktur. Her hakk› sakl›d›r. Kaynak gösterilerek dahi al›nt› yap›lamaz. Ekfli, tüm deste¤i ve yard›mlar› için SSG’ye (Sedat Kapano¤lu) teflekkür eder. Piazza Navona’n›n havuz problemi Bernini ve Borromini eller önde kenetlenmifl pozisyonda duruyor. Papa ba¤›r›yor: “Bu ne rezalet! Roma Roma olal› böyle ahmakl›k, böyle çocukluk görmedi!” 17. yüzyılın ünlü sanatçıları Bernini ve Borromini’nin mimari eserleri öncü ve muhteşem oldukları kadar, kıymeti bilinememiş yapıtlardı aynı zamanda. Her ikisinin de süslemeleri, yaptıkları binalar ve bir dönemin estetiğini belirleyen dokunuşlarını kitabi yorumlarla değil, kendi eserlerinin dilinden dinlemek ister misiniz? Aralarındaki rekabetten dönemin portresine kadar hepsi bu yazıda. Tekmili birden, dört sütun, okuma süresiyle altı dakika... yüzyılda Roma, tarihin her döneminde olduğu kadar tutucu, dindar. Şehre hakim barok havanın en yoğun hissedildiği yerlerden biri ünlü Piazza Navona Meydanı. Bugün turistlerin istilası altındaki meydan, Circus Domitianus’un, Romalıların “oyunları” izlediği 30 bin kişilik stadyumun kalıntıları üzerine inşa edilmiş. Ne de olsa onlar da Akdenizli, ateş onların da kanında var, oyunları, rekabeti çok seviyor Romalılar: Gian Lorenzo Bernini ve Borromini’ye bakmak bunu anlamak için yeterli. Hikayeye başından başlayalım. Papa Urbano VIII. Barberini, Roma’nın bir numaralı adamı olduğu dönemde şehirdeki bütün çeşmeleri Bernini’ye yaptırmakta. 17. yüzyılda İtalya’da sözü geçen iki sanatçıdan biri olan Bernini bütün ihalelerin üzerine kaldığı bu ayrıcalıklı durumdan fazlasıyla hoşnut. Ancak Papa’nın ölümünün ardından yerine gelen Innocent Pamphilj yaşadığı Piazza Navona’ya dillere destan bir çeşme yaptırmaya karar veriyor ve Bernini’yi bertaraf ederek yüzyılın diğer konuşulan sanatçısı olan Borromini’ye işi veriyor. Borromini çalışmalarına başlıyor, planları çiziyor ancak ortaya çıkardığı taslak Papa’nın pek hoşuna gitmiyor. Sanatçının elinin pek korkak, hayal gücünün duvarlarının pek dar olduğunu düşünen Innocent, baldızı Donna Olimpia’nın da 17. verdiği ara gazla görkemini yansıtmaya dayanan bu mukaddes görevi yeniden eski Papa’nın has adamı Bernini’ye veriyor. 1651 yılında başlayan inşaatla iki fırlama İtalyan’ın arasındaki rekabetin de ilk kıvılcımları ortaya çıkıyor. Çeflme mi, kilise mi? Bernini’nin ünü İtalya sınırlarını aşmış “Fontana Dei Quattro Fiumi” yani “Dört Nehir Çeşmesi” ortasında Mısır’ın Dikilitaşı ile çevresinde dört ünlü nehri sembolize eden dört heykeli bulundurur. Bu nehirler Tuna, Ganj, Nil ve Rio del la Plata’dır. Bernini elbette ki eserinde, Borromini’ye attığı golün asistini yapan Papa’ya selamını çakmış ve görkemini sembolize eden bir heykel ilave etmeyi ihmal etmemiştir. Akdeniz insanına özgü bu şirin yağcılık aynı dönemde, 1653’te hemen ünlü çeşmenin karşısına Sant’Agnese in Agone kilisesinin yapımına katılan Borromini’nin de dikkatinden kaçmamış olacak, pek prestijli bir işi kaptırmanın acısını yüreğinde yaşayan çılgın İtalyan sinirlerini oynatan Bellini’ye karşılık vermenin yollarını düşünmeye başlamış. Eh, elbette ki aranızda bir çeşme nasıl kiliseden görkemli ve prestijli sayılıyor merak edenler olacaktır. Tek cümleyle açıklayayım: Çeşme için o kadar para harcanmış ki Papa halkın tepkisini göze alarak Roma’da ekmeğe yaptığı zamla çeş- menin maliyetinin bir kısmını halka yüklemeye çalışmış. Kilisenin tarihçesine de bir dokunalım: Agnes 291 yılında doğmuş prezantabl ve soylu bir azize. 14’üne bastığında Vali Sempronius’un şebek oğlu ile evlenmeyi reddedince ölüm cezasına çarptırılıyor. Vali için ne acıdır ki dönemin ahlak ve din yasaları bakireleri idam etmeye izin vermemekte. Ünlü bir siyasetçimizin yumurtladığı “Benim memurum işini bilir” sözünün 3. yüzyıl temsilcisi olan pratik, pragmatik Vali Sempronius, “Bakireyken öldüremiyorsak önce bozar sonra öldürürüz” diye düşünerek bir adamını Wilbur Smith tasviriyle, Agnes’in “Çöl çiçeği gibi açan kadınlığının taç yapraklarını toplamaya” gönderiyor ki siz valinin isteğinin ne olduğunu anladınız. Din kolaylık dini değil mi? Hayır efendim, Tanrı bu duruma razı olmamış olacak, Agnes’in taç yapraklarını korumaya alıyor ve vücudunu dış etmenlere karşı koruyacak şekilde kaplıyor. Yine de Tanrı’nın da hesap edemediği bir şekilde tecavüzcü subay aniden asabileşerek Agnes’nin açıktaki kellesini tek kılıç darbesiyle koparıyor, sene 304. “Borromini bafllatt›” Namusunu canı pahasına korumuş Azize Agnes’e adanmış olan bu kilisenin iç dekorasyonu Rainaldi’ye, dışındaki görseller ise Borromini’ye ait. İşte iki İtalyan’ın çekişmesinin ürünü heykeller de bu hikayeler silsilesinden doğuyor. Bugün Piazza Navona’yı ziyaret edenler krize dönüşen havuz probleminin sonucunu görünce hem apışıp kalıyorlar, hem de gülümsemekten kendilerini alamıyorlar. Eserlerinin karşılıklı duracağını bi- len iki fırlama İtalyan’dan Bernini olanı, çeşmesinin etrafındaki heykellere kilise üzerlerine çökecekmiş gibi, elleriyle kendilerini korumaya çalıştıklarını gösteren jest ve mimiklerle şekil vermiş. Heykeller adeta “Bu i..ne Borromini’nin ne kendisinden ne de yaptığı kiliseden hayır gelmez, her an ezilebiliriz arkadaşlar” demekte ve yemeği ateşte unutmuş Marie Curie edasıyla bakmaktalar; kendilerini üzerlerine düşecek taşlardan koruma çabasındalar. Peki ya Borromini bu hareketin altında kalmış mı sizce? Hayır! Borromini’nin kilisenin sütunlarına yerleştirdiği heykellerden biri de kafasını tiksintiyle aşağıdaki çeşmeden ayrı yöne çevirmiş, “Bernini’den kime hayır gelmiş ki, havuzundan çeşmesinden gelsin, bu tiksinti verici yapıyı görmez olayım” edasıyla uzaklara bakmakta. İnsan 2005 senesinden geriye dönüp baktığında kafasında şu sahneyi de canlandırabilir: Papa Innocent sinirli sinirli kemikli ayağını yere vuruyor, takunyasının sesi kilisenin duvarlarında yankılanıyor. Vitrayların süzdüğü parlak gün ışığı altında karşısında Bernini ve Borromini yarı italik ve bold “Biz ettik sen etme ağam” duruşunda eller önde kenetlenmiş, başlar eğilmiş pozisyonda. Papa bağırıyor: “Bu ne rezalet! Çocuk musunuz siz yahu!? Roma Roma olalı böyle ahmaklık, böyle çocukluk görmedi!” Bernini ve Borromini ayarı alıyor, sinsi sinsi birbirlerine bakıyorlar, sonunda dayanamayan Bernini dikleşip parmağıyla Borromini’yi göstererek yanıt veriyor: “Önce Borromini başlattı saygıdeğer Papa Hazretleri!..” nickfallin