ABD`ye yönelik çok daha yıkıcı başka bir saldırı olabilir
Transkript
ABD`ye yönelik çok daha yıkıcı başka bir saldırı olabilir
Dikkat! Değerli okuyucular, Kitapların tüm telif hakları Talat Turhan'a ait olup izinsiz çoğaltılamaz, alıntı yapılamaz, başka sitelerde kullanılamaz. © Copyright 2008 Talat Turhan “ABD’ye yönelik çok daha yıkıcı başka bir saldırı olabilir” (ABD Kongresi 11 Eylül Komisyonu Raporu’ndan, 22 Temmuz 2003) I. 11 Eylül baskını Kuşkusuz 11 Eylül 2001 tarihi yanıyla bir “milad”tır. Söylendiği gibi dünyanın “en büyük terör eylemi” midir? Ya da “Milenyum savaşı” mıdır? Ya da “milad” olarak önceden tezgahlanmış bir operasyon mudur? Soruların yanıtını vermek durumundayız. Tüm bunlara karşın, kanımca bugüne kadar gerek dünyada gerek yerel medyada anılan olay gerçek anlamıyla değerlendirilmiş değildir. Askeri literatürde bu olay “baskın” olarak adlandırılır. Baskını, “Düşmana beklemediği yerde, beklemediği zamanda beklemediği araçlarla zarar vermek” diye tanımlayabiliriz. Bu baskının dünya savaş tarihinde bir benzerinin bulunmaması nedeniyle özel bir yeri ve önemi olduğunu düşünüyorum. Çünkü, ilk kez küreselleşme karşıtı çokuluslu bir örgüt aracılığıyla bu eylem gerçekleştirilmiştir. 14 Eylül 2001 tarihinde Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir haberde Georgetown Üniversitesi’nin CIA için hazırladığı bir rapordan söz ediliyordu. Bu raporda teknolojinin de ABD için tehdit olacağının altı çiziliyordu. 11 Eylül böyle düşünüldüğünde bir anlamda ABD’nin kendi silahıyla vurulmasıydı. 11 Eylül Saldırıları Terör Değil Asimetrik Savaş 11 Eylül’ü bir terörist saldırı olarak göstermenin eylemin gerçek niteliğini yansıtmadığını düşünüyorum. Sonuçta karşı karşıya gelen iki güç de aslında masum değildir. Oysa terörde masum bir tarafın saldırıya uğraması söz konusudur. Bahsettiğimiz iki güç olan El-Kaide ve ABD’den hiç birisi masum güçler değildir. Ben bu iki güç arasındaki çatışmayı asimetrik savaş olarak niteliyorum. Asimetri, çarpışan iki gücün ellerinde bulunan teknolojik donanım farkını vurgulamaktadır. ABD çağın en gelişmiş bomba, füze ve silahlarıyla saldırmakta, El-Kaide ise kendine özgü daha ilkel metodlarla saldırılara cevap vermektedir. ABD son model silahlar kullanırken, El-Kaide eylemcisi sadece bir maket bıçağı kullanarak bir uçağı kaçırmakta ve sonuçta Pentagon gibi dünyanın en korunaklı binalarından birisini havaya uçurabilmektedir. Zayıf olan güçlünün silah donanımına ulaşamayacağını bilmekte ve onunla mücadele etmek için kendi araçlarını yaratmaktadır. Asimetrik savaşın en önemli özelliklerinden birisi ise zayıf olanın karşısındaki üstün güce rağmen sonuç alabilmesidir. Nitekim 11 Eylül’de alınan sonuç ortadadır. 11 Eylül ABD Emperyalizminin Acz ve Güçsüzlüğünün Kanıtıdır Masum insanların yaşamlarını yitirmesini onaylamak gibi bir tavır içinde değilim; ancak ABD emperyalizminin kirli geçmişine göz attığımızda yüzbinlerce masum insan kanı pahasına bugünkü hegemonyanın kurulduğu gerçeğini de gözardı edemeyiz. ABD emperyalizminin insanlığa “hümanizma” dersi verecek bir konumda olmadığının en yakın kanıtı Afganistan’ın, sonra da Irak’ın işgali ve Filistin’de yaşanan olaylarda İsrail yanlısı tutumudur. ABD, Vietnam Savaşı’ndaki hezimetinin kamuoyunda yarattığı aşağılık kompleksini Körfez sularında “Irak Savaşı”nda gidereceğini sandı. 11 Eylül Baskını bir anlamda, ABD hakkında üretilen tüm mitlerin iflas ettiğinin kesin kanıtı sayılabilir. Deneyimli istihbaratçıların söylemlerine göre, bu çapta bir baskın çok güçlü bir örgüt, büyük para desteği, teknik ve teknolojik donanım, içten yardım, kolektif akıl üstünlüğü, vb. gibi etmenlerle en azından 10 yıllık bir hazırlık dönemini gerektirir. 11 Eylül Baskını bir anlamda ABD Kartalı’nın kanatlarını kırmış ve “kağıttan bir kaplan” olduğunu da sergilemiştir. Bush’un bin yıllık süreç içinde oluşan uluslararası hak ve hukuku hiçe sayan, tüm antlaşmaları gözardı eden, BM’yi dışlayan bu pervasız tavrının uzun erimli bir süreçte, dünya kamuoyunda oluşacak kompleksler sonucunda ABD’nin benzer baskınlara muhatap olacağını söylemek öngörü olmasa gerek.1 Bilindiği gibi, simgesel hedef olarak seçilen Dünya Ticaret Merkezi (DTM)’nin İkiz Kuleler’ine ve Pentagon’a yapılan Baskın’da Beyaz Saray şifresi kullanan eylemciler, adeta ABD ile dalga geçmiştir. Bu, ABD emperyalizminin acz ve güçsüzlüğünün de kanıtıdır. 11 Eylül askeri anlamda ABD emperyalizminin kendi evinde vurulabileceğini kanıtlamıştır. Bu gerçek mazlum ulusların moralini yükseltecek bir olgudur. Böylece ABD’nin kendi evinde, yönetim merkezlerinde ve kurduğu Yeni Dünya Düzeninin simgelerinde de sanıldığı kadar korunaklı olmadığı ortaya çıkmıştır. Bununla beraber 11 Eylül bir şeyi daha kanıtlamıştır; ABD yönetimi içindeki çatlağın artık gizlenemeyecek boyutlara ulaştığını. Öyle ki artık bu gerçek tüm dünyanın gözleri önündedir. Hatta ABD yönetimi içinde bir kliğin küçük bir gangster şebekesi şeklinde örgütlenerek, bu dar elit çıkarlarını gözetip kendi devletini vuranlara bile yardım edebilmesi, göz yumabilmesi, işbirliği yapabilmesi ve hatta bu eylemi bizzat üstlenebilmesi gibi “uçuk!” fikirler bile insanlara yabancı gelmemektedir. Demek ki ABD derin devleti artık gizlenemeyecek bir olgudur. Peki 11 Eylül bunu nasıl ortaya çıkarmıştır? 11 Eylül Sürpriz Olmadı 11 Eylül öncesinde ABD istihbarat yetkililerinin bazı açıklamaları aslında ABD hedeflerine yönelik bir saldırının an meselesi olduğunu ortaya koyuyordu. CIA Başkanı George Tenet, 7 Şubat 2001 tarihinde Amerikan Senatosu’nun Özel İstihbarat Komitesi’nde yaptığı konuşmada “belirsizlik katsayısı” çok yüksek bir dönemden geçildiğini söyleyerek ABD’nin karşısındaki en büyük tehdidin uluslararası terörizm olduğunu söylüyordu. Tenet, Ladin’le ilgili olarak da şunları söylemişti: “Usame Bin Ladin ile küresel yardımcılar ve destekçiler şebekesi, en acil ve ciddi tehlikeyi oluşturmaktadır... Hiç uyarı yapmaksızın çok sayıda saldırı düzenleyebilecek kapasiteye sahiptir.” Bu açıklamalara karşın Ladin ve El-Kaide ile ilgili gerekli istihbarat çalışmasının yürütülmemesi son derece ilginçtir. Yine aynı Senato Komitesi toplantısında konuşan Askeri İstihbarat Dairesi Başkanı Thomas R. Wilson gelecek 15-24 aylık dönemin beklentilerini şöyle sıralamaktadır: 1. Amerikan çıkarlarına Amerika’nın içinde ya da dışında büyük bir terörist saldırı beklentisi. Bu saldırının tipik bir asimetrik savaş taktiği ile işleyeceği öngörülüyor. 2. Filistin-İsrail çekişmesinin kızışması, Ortadoğu’da gerilimin artması ve Antiamerikan protestoların yoğunlaşması.2 Ancak bu açıklamalar sadece birer açıklama olarak kalmışır. Gereken yapılmamıştır. Sonuçta 11 Eylül göz göre göre gelmiştir. Acaba neden? 11 Eylül Önceden Biliniyordu Böylesine büyük çaplı bir eylemin ABD yönetimi içindeki sorumlularından göstermelik olarak eylemden üç yıl sonra görevden alınan CIA Başkanı dışında hiçbirinin bugüne kadar haklarında, soruşturma açmak şöyle dursun, istifa dahi etmemiş olmalarının anlamını ve değerlendirilmesini okurların takdirlerine bırakıyorum. 12 Eylül 2001 gününden bu yana, olaya ilişkin tüm medyayı ve yapıtları izliyor ve arşivliyorum. Hazırladığım dosyaların bir bölümü “11 Eylül önceden biliniyor muydu?” sorusuna ilişkin belge ve bilgileri içeriyor. Şu ana kadarki izlenimimin “Evet biliniyordu” şeklinde olduğunu açıklayabilirim. Peki hangi olgulara dayanıyorum. Birincisi 11 Eylül öncesi gelişmelerdir. Dikkat ederseniz 11 Eylül öncesindeki son bir yıl ABD hedeflerine yönelik Bin Ladin eylemlerinin artarak sürdüğü bir dönemdir. Üstelik 11 Eylül kadar büyük eylemler olmasa da bu tarzı çağrıştıran birçok eylem yapılmıştır. Bu noktada 11 Eylül’ün ABD açısından sürpriz olup olmadığı tartışmalıdır. Bir anlamda 11 Eylül’deki saldırı “geliyorum” diye diye gelmiştir. Bu gerçek ABD belgelerinden de izlenebilir. 2000 yılında açıklanan ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yıllık Uluslararası Terörizm Raporu, Ladin’i ve O’nun barındığı düşünülen Afganistan’ı en büyük tehdit ilan ediyordu.3 Daha Şubat 2000’de CIA Başkanı George Tenet, Kongre’de bir konuşma yaparak ABD karşıtı bir küresel ittifakın oluştuğunu ve bunun başını Ladin’in çektiğini söylemekteydi.4 New York Times ise şöyle diyordu: “Asimetrik savaş derdine hoş geldiniz. Askeri uzmanlar, artık, küçük bir komando grubunun Amerika’yı allak bullak edebileceğini ve saldırı emrini kimin verdiği konusunda tek bir kanıt bile bırakmayabileceğini söylüyorlar.”5 11 Eylül bu sözlerden sadece bir kaç ay sonra gerçekleşmiştir. Saldırı Geliyorum Dedi Amerikan istihbaratının 2000 yılından başlayarak ele geçirdiği saldırı istihbaratlarını kronolojik olarak ortaya koymak daha iyi bir fikir verebilir. w Aralık 2000: Terörist trafik etkinliğinde artış raporu. w 11 Mayıs 2001: Dışişleri Bakanlığı’nın El Kaide’nin yabancı ülkelerdeki ABD’lileri hedef alabileceği uyarısı. w 22 Haziran: kaçırılabileceği uyarısı. Federal Havacılık Kurumu’nun havayolu şirketlerine uçak w Temmuz başı: Phoenix’teki bir FBI ajanının çok sayıda Ortadoğu kökenlinin uçuş eğitim kurslarına katıldığına dikkat çekerek bu konuda ülke çapında araştırma yapılması uyarısı. w 2 Temmuz: FBI’nın saldırı uyarısı. w Temmuz ortası: Bush’un G-8 zirvesi sırasında saldırıya uğrayacağı istihbaratı. w 18 Temmuz: FBI uyarısını yineledi. w Temmuz sonu: FAA’nın6 terör örgütlerinin uçak kaçırma eğitimi ve planları yaptığı uyarısı. w 6 Ağustos: Bush’a sunulan Ladin’in uçak kaçırmaları da içeren çalışma yöntemleri raporu. w 16 Ağustos: FAA’nın havayolları şirketlerine teröristlerin cep telefonu, anahtarlık ve kalemleri silah olarak kullanabildikleri uyarısı. Minnesota’da daha sonra 11 Eylül saldırılarına katılacak 20. kişi olduğu ortaya çıkan Musavi’nin tutuklanması. w Eylül başı: Fransız istihbaratının Musavi’nin Afganistan kamplarında eğitim gören bir El Kaide militanı olduğu açıklaması. w Eylül başları: Musavi’yi sorgulayan FBI ajanının ikiz kulelere yönelik bir terör saldırısının olacağı ama tam olarak nasıl yapılacağının bilinmediği raporu.7 El Kaide Cephesinden 11 Eylül’ün Ayak İzleri w 1993: Somali’de 18 Amerikalının öldürülmesi. w Kasım 1995: 17 kişinin öldüğü Pakistan’daki Mısır Büyükelçiliği’nin bombalanması. w Haziran 1996: Suudi Arabistan’ın Hobar kentinde 19 Amerikan askerinin öldürülmesine yol açan patlama. w 7 Ağustos 1998: Kenya ve Tanzanya’daki ABD Büyükelçilikleri’nin havaya uçurulması sonucu 257 kişinin ölmesi ve 5 bin 500 kişinin yaralanması sonucunu doğuran saldırı. w 12 Ekim 2000: Yemen’in Aden Limanı’nda USS Cole destroyerine yönelik intihar saldırısında 17 Amerikan denizcisinin öldürülmesi. Bu eylemler, 11 Eylül’ün ayak izleridir.8 Yine 1993 yılında Dünya Ticaret Merkezi’ne düzenlenen ve 6 kişinin ölümüne yol açan saldırıdan sonra faillerden Nidal Ayyad’a ait şu bilgisayar mesajı bulunmuştu: “Gelecek sefer çok daha isabetli olacak”.9 Ladin’in ABD’ye büyük bir saldırı yapacağı 11 Eylül gününe kadar gizli saklı bir şey değildi, tersine basında tartışılan, haberleri yapılan bir olguydu.10 Yine aynı haberlerde ABD’nin teröre karşı alarma geçtiği, saldırılara karşı hazırlık yaptığı ve hatta Bin Ladin’in saklandığı düşünülen Afganistan’a operasyon hazırlıkları bile basında yer alıyordu11,12 ve hatta Bin Ladin’in NSA tarafından kıskaca alındığı ve her konuşmasının dinlendiği söyleniyordu.13 El Kaide üyelerinin toplantıları da hem CIA tarafından hem de diğer istihbarat örgütleri tarafından sürekli takipteydi. ABD’nin bir istihbarat zaafı yok gibi gözüküyordu. Çünkü söylenenlere göre her şeyden haberdarlardı. Örneğin, w 5 Ocak 2000: Malezya’da aralarında 11 Eylül planlayıcısı Remzi Binalşibh’in de bulunduğu El Kaide üyelerinin düzenlediği toplantının CIA tarafından fotoğrafları çekildi ama Binalşibh rahatça Hamburg’a geri döndü. w 15 Ocak 2000: 19 militan, 3’ü kendi isimlerine düzenlenen pasaportlarla ABD’ye giriş yaptı. Uçuş okuluna kayıt yaptırdı. Haziran 2000’de teröristlerin lideri Muhammed Atta, Florida’da uçuş okulundayken Binalşibh 4 teröriste Frankfurt’ta planı anlattı. Eylül 2000’de 11 Eylül’deki saldırıyı düzenleyenler San Diego’da ev kiraladı. Evlerine hiç eşya almamaları komşularının dikkatini çekti, yine de FBI’a haber verilmedi. USS Cole’e düzenlenen saldırının planlayıcısı El Midhar, San Diego’daki eve taşınıp boş tutan militandı. CIA, Ocak 2001’de, USS Cole saldırısını El Kaide’nin yaptığını açıkladı, ancak El Midhar’ın ismi FBI’a verilmedi. CIA-FBI buluşmasında El Midhar’ın resimi ilk kez FBI’a gösterildi ama ABD vizesine sahip olup halen ABD’de olduğu söylenmedi. w 10 Temmuz 2001: FBI’ın El Kaide uzmanı Kenneth Williams “Usame Bin Ladin’in adamları pilot olup yolcu uçaklarını kaçıracak. Uçuş okullarını denetleyelim.” dedi ama kimse ciddiye almadı. w 6 Ağustos 2001: CIA saldırı olacağını tespit etti ama tatildeki Bush’a haber vermedi. Bir uçuş okulu FBI’a bir öğrencinin Boeing’le ilgili sorular sorduğunu söyleyip şüphelendiğini belirtti ama FBI terörist olabilir raporu vermedi. CIA da ciddiye almadı. Üstelik MOSSAD başta olmak üzere tüm gizli servisler de ABD’yi olası terör saldırlarına karşı uyarıyordu. Örneğin 11 Eylül’den önce Temmuz ayında yapılan G-8 zirvesinde Ladin’in bomba yüklü uçaklarla saldıracağı bilgisi ABD’ye ulaşmıştı ama ABD bu istihbarata gülüp geçti.14 Elbette tüm argümanları değerlendirmek bu bölümün kapsamına sığdırılamaz. Ancak, 1990-2000 yılları arasındaki dönemde ABD hedeflerine yapılan saldırılarda Bin Ladin parmağı ta 2000 yılından beri biliniyor ve izleniyordu. Ekim 2000’de Yemen’de USS Cole savaş gemisine yönelik yapılan eylemde ABD’li denizcilerin ölmesi olayını soruşturan FBl’nın ikinci adamı John O’Neil ve Yemen’deki ABD Büyükelçisi Barbara Bodine, Bin Ladin’in izine ulaşmış olmasına karşın 1993 yılına kadar onu yakalamak gibi bir çaba içine girmemiştir! Bunu nasıl açıklayabiliriz? Yazılanlara göre, Bin Ladin ile Suudi Ailesi’nin yakınlığı ve petrol ortaklıkları nedeniyle, Suudileri darıltmamak pahasına bu olay göz ardı edilmiştir.15 11 Eylül’de İstihbarat Skandalı Amerikan yönetiminin 11 Eylül’den önce saldırıdan haberdar olmasına karşın bunu engeleyememesi/engellememesi 11 Eylül sonrası ABD’de bir istihbarat skandalına yol açmıştı. Amerikan muhalefeti bu bilgilere dayanarak sorumluları istifaya davet etmişti. İddialara göre FBI yöneticilerine, Rusya, Fransa, Libya ve Sudan devletleri benzeri bir saldırı ihtimali konusunda verdikleri istihbarat raporlarını Bush yönetimi ciddiye almamıştı. Kimi örnekler: Libya, Usame ile ilgili Interpol tutuklama isteğinde bulundu, ciddiye alınmadı. Yemen’deki El Kaide saldırısını araştırmak isteyen New York Güvenlik Sorumlusu John O’Neill’in Yemen’e gitmesine izin verilmedi. Usame böbrek rahatsızlığından Dubai Amerikan Hastanesi’ne yattığında CIA ajanı Larry Mitchell 12 Temmuz 2001’de kendisiyle konuştu. Le Figaro buluşmayı saptadı. Suudi İstihbaratı’nın Başkanı Prens Türki el-Faysal da Usame’yi ziyaret etti. Fransız Genel Haberalma Örgütü Amerikan toprağında da saldırılar olacağını iletti. Pakistan İstihbarat Başkanı M. Ahmed ABD Dışişleri Sekreter Yardımcısı M. Grossman’la 4 Eylül’de konuştu. Aynı kişi 11 Eylül saldırısının bir numaralı sanığı Atta’ya 100 bin dolar ödemişti.16 Son istihbarat skandalı ise şuydu: 11 Eylül’den bahseden Arapça telefon konuşmaları Amerikan istihbaratı tarafından kaydedilmiş, ama ancak 11 Eylül’den sonra çevrilmişti.17 Bir başka iddia ise saldırılar konusunda bilgi sahibi olan MOSSAD’ın kasıtlı olarak ABD’li meslektaşlarına bilgi aktarmadığıydı. ABD’de yürütülen çok gizli bir soruşturmanın sonuçları, İsrail istihbarat örgütü MOSSAD’ın, Arap eylemcilerin 11 Eylül planını çok önceden haber aldığını, hatta eylemcileri adım adım izlediğini gösteriyor. Gerçi MOSSAD, CIA’yı muhtemel bir saldırı konusunda uyarmıştı fakat bu uyarı saldırıları önleyecek düzeyde bilgi aktarmaktan çok uzaktı. Dolayısıyla şimdilerde Amerika’da İsrail’in kasıtlı olarak bu bilgileri sakladığı ve böylece ABD saldırganlığının önünü açtığı düşünülüyor. “El Kaide Militanları ABD Üslerinde Eğitildi” Eylemden bir kaç gün sonra ortaya atılan iddialarda olayın arka planı ile ilgili çarpıcı iddialar ortaya atıldı. Bu iddia 11 Eylül eylemine katıldığı resmen açıklanan kişilerin, özel uçuş kurslarının yanısıra ABD üslerinde de uçuş eğitimi aldıklarına dayanıyordu. İddia ilk olarak Newsweek dergisince ortaya atıldı. Dergiye göre ABD askeri kaynakları, FBI’a uçak kaçıranlardan beş kişinin 1990’larda ABD askeri üslerinde eğitim aldıklarını açıklamışlardı. Knight Ridder isimli haber ajansı da 11 Eylül’ün en önemli isimlerinden Muhammed Atta’nın Montgomery/Alabama’daki Maxwell Air Force üssündeki Uluslararası Subaylar Okulu’nda, Abulaziz Alomori’nin Texas’taki Brooks Air Force üssünde, Said Alghmadi’nin de Monterry/Kaliforniya’daki Defence Language Institute’de eğitim aldıklarını bildiriyordu. Le Figaro da benzer bir haber yaparak Usame bin Ladin’in eylemden iki ay önce Dubai’de Amerikan askerlerinin kendisini yakalamak yerine kendisiyle görüşüp geçmiş olsun bile dediklerini yazıyordu. Benzer iddialar Washington Post tarafından da yayınlanmıştı.18 FBI tarafından olayın hemen ardından olayın failleri olarak gösterilen ve basına bile açıklanan listenin de gerçekle uzaktan yakından alakasının olmadığı kısa süre içinde ortaya çıktı. FBI’ın 19 kişilik eylemci listesinde yeralan isimlerden dokuzunun sağ olduğu öğrenildi. FBI Başkanı Robert Muller de 20 ve 27 Eylül 2002 tarihlerinde CNN’de yayınlanan açıklamalarında intihar eylemlerine katılanların kimlikleri konusunda hukuki kanıtlarının olmadığını itiraf etmek zorunda kalmıştı. 11 Eylül Komisyon Raporu: ABD 11 Eylül’ü Biliyordu 11 Eylül saldırılarını araştırmak üzere kurulan komisyon tarafından hazırlanan rapor19 da ABD istihbaratının aylar öncesinden 11 Eylül saldırıları hakkında bilgi sahibi olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Beyaz Saray tarafından görevlendirilen komisyon tarafından hazırlanan 800 sayfalık Rapor’da Ulusal Güvenlik Ajansı’nın (NSA) 1999 yılının başından itibaren El-Kaide ile ilişkileri olduğu bilinen kişilerin telefon görüşmelerini dinlediği ancak elde edilen istihbarat bilgilerinin diğer istihbarat birimlerine aktarılmadığı söyleniyor. Raporda CIA ve FBI dahil bütün ABD istihbarat ağı “ABD topraklarındaki olası terör tehdidini yanlış değerlendirmek ve belirtileri görmemekle suçlanıyor. 2000’de San Diego’da bulunan bir FBI muhbiri ilişki kurduğu El Mihdar ile El Hazmi’nin adlarını birimlerine bildiriyor. CIA bu iki kişinin bir kaç ay önce Malezya’da ElKaide toplantısına katıldığını biliyordu ancak bu bilgiyi FBI’ya göndermedi. Bu iki kişinin adlarının istihbarat birimlerine aktarılması aylar aldı. Bu kişilerin şüpheli listesine alınması ise saldırıdan bir kaç hafta önce gerçekleşti. Buna rağmen raporda bu çapta bir olayın istihbarat bilgilerinin diğer istihbarat birimlerine ulaştırılmaması sadece bir ihmal olarak değerlendiriliyor. Elbette bu rapor sonuçta Amerikan devleti tarafından hazılanmaktadır ve belli ipuçlarını yansıtmakla beraber bu ipuçlarından yola çıkarak 11 Eylül’ün ABD tarafından bilindiği hatta ABD derin devleti tarafından tezgâhlandığı gibi bir çıkarsamada bulunması mümkün değil. Ancak rapordaki bilgileri değerlendirerek bile olayın ABD derin devleti tarafından bilindiği görülebilir.20 Komisyon Raporundaki Önemli Ayrıntılar 11 Eylül Komisyonu’nun raporuna bütün olarak bakıldığında aslında ABD’nin bu saldırıları rahatlıkla önleyebileceği görülmektedir. Rapordaki önemli noktaları kısaca hatırlatmak gerekirse; 1998’de Usame Bin Ladin tarafından yayınlanan fetva niteliğindeki bir açıklamada “İslâmın kutsal yerlerindeki Amerikan işgalinden ve müslümanlara düzenlenen saldırılardan ötürü sivil, ya da asker, dünyanın neresinde olursa olsun, bir Amerikalıyı öldürmeye çalışmak bir müslümanın üzerine farzdır” denilerek ABD açıkça hedef gösterilmişti. Bu fetvanın hemen ardından Ağustos 1998’de El-Kaide Nairobi, Kenya ve Dar es Selam’daki Amerikan elçiliklerine eş zamanlı bir bombalı saldırı düzenledi. Saldırılar, 12 Amerikalı dahil 224 kişinin ölümüyle sonuçlandı. Aralık 1999’da, Ürdün Polisi, Amerikalı turistlerin bulunduğu otellerin ve diğer yerlerin bombalanması planlarına engel oldu. Ekim 2000’de Yemen’de bulunan bir El-Kaide ekibi, USS Cole destroyerinin bir tarafında bir delik açmak için patlayıcı dolu bir bot kullandı, gemi batırıldı ve 17 Amerikan denizci öldürüldü. Bu olaylar ABD yönetimine İslâmcı teröristlerin Amerikalıları kitleler halinde öldürecek eylemlere girişeceğini gösterebilecek kanıtlardı. ABD istihbaratı 11 Eylül eylemcilerine ilişkin ellerinde pek çok şüphe uyandıran kanıt bulunmasına karşın bu isimlerin hiçbirini izleme gereği duymamıştır. FBI ve CIA’nın yaptığı istihbarat hataları yüzünden eylemcilerden Hazmi ve Mihdhar izlenmemiş, iki eylemci Bangkok’a gittikten sonra takip edilmemiş, ayrıca ABD’de bu iki ismi bulmak için gereken adımlar atılmamıştır. Yine vize başvurularında yapılan sahtekârlıklar ve hileli yollarla alınan pasaportlar farkedilmemiştir. Bu ve benzeri pek çok hata sonuçta 11 Eylül eylemcilerinin deşifre edilmesini ve yakalanmasını engellemiştir. ABD yönetiminin de tıpkı istihbarat birimleri gibi büyük hataları olmuştur. Komisyon raporu ABD yönetimini de şu sözlerle eleştirmektedir: “Güvenli söyleyebileceğimiz şey, ABD hükümetinin 1998’den 2001’e kadar El-Kaide entrikasının gelişmesini geciktirecek veya rahatsız edecek ölçütlerden hiçbirini hayata geçirmediğidir. Hükümetin içinde hayal gücü, siyaset, kapasite ve yönetim zaafları vardır”21 “11 Eylül öncesi Savunma Bakanlığı’nın El-Kaide’ye karşı koyma misyonuyla tam olarak donandığı ve belki de ABD’yi tehdit eden en tehlikeli düşmanın El Kaide olduğu fikri üzerinde düşündüğü söylenemez” sözleri de komisyon raporunda ABD yönetiminin zaaflarına yönelik bir diğer değerlendirme. Raporun sonuç bölümleri ise daha çok çözüme yönelik yapılması gerekenler ve alınması gereken tedbirlere yönelik tavsiyeler içermekte. Bu tavsiyelerden en önemlisi “Ulusal bir kontr-terör merkezinin kurulması”. Elbette bu kontr-terör merkezinin ne tür çalışmalar yürüteceğini tahmin edebiliyoruz. ABD Savunma Bakanı Rumsfeld, Mayıs ayında Askeri Akademi West Point’te yaptığı bir konuşmada “küresel bir kalkışmaya” karşı savaştıklarını açıklamıştı. Rumsfeld’in küresel kalkışmaya karşı “sürekli savaşım” olarak ortaya koyduğu şey ABD veya müttefiklerinin isteklerine karşı çıkan bütün ülkelerin sürekli savaşın muhatabı olacağını gösteriyor. Sydney Morning Herald’da yer alan bir haber ise ABD’nin bu yeni “açılım”ını daha iyi görmemizi sağlıyor. Habere göre Pentagon, tüm dünyayı saran 1000’den fazla ABD üssünden ayrı olarak bir de küresel ordu kurmak için Kongre’ye 700 milyon dolarlık bir ek paket sunmuş. Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz’in Kongre Silahlı Hizmetler Komisyonu’na yaptığı açıklamada, bu kaynağın terörizme ve kalkışmaya karşı yerel güçlerin (yalnızca ordu değil-işbirlikçi sivil güçlerin, gizli örgütlerin vb...) oluşturulması, silahlandırılması ve eğitilmesi için kullanılacağını açıklamış.22 Bu da gösteriyor ki 11 Eylül’ün ardıdan Ortadoğu’yu kana bulayan ABD dünya çapında daha kanlı terör faaliyetlerine girmekten çekinmeyecektir. ABD açısından yalnızca ABD’ye direnen ülkeler değil herkes artık birer hedeftir. Sansürlenen Bilgi: Bush-Suud İşbirliği 11 Eylül Komisyon Raporu’nun açıklanan 850 sayfalık kısmı zaten önemli ölçüde tezlerimizin haklılığını kanıtlamaktadır. Ancak bir de Beyaz Saray tarafından sansürlenen 28 sayfalık kısım var ki bu sayfalarda yer alan bilgilerin olayın perde arkasındaki ilişkilere yönelik önemli bilgiler içerdiği öne sürülüyor. Beyaz Saray tarafından rapordan çıkarılan bu sayfalarda neler yazılıydı? Sorular daha çok Suudi Arabistan’ın rolü üzerinde yoğunlaşmakta. Bush ailesi ile Suudi Ailesi arasındaki ticari ilişkiler düşünüldüğünde, rapordan Bush-Suudi işbirliğini deşifre edecek bilgilerin çıkartıldığını söyleyebiliriz. Bu tespiti doğrulayan bir değerlendirmeyi Komisyon Raporu’ndan aynen aktaralım: “...11 Eylül öncesi, Suudi ve ABD hükümetleri, istihbarat bilgilerini tam olarak paylaşamadılar ve El-Kaide örgütünün mali kaynaklarının izini sürmek ve dağıtmak için yeterli ortak çabayı geliştiremediler.” Bu tespitin ardından insan ister istemez bu çabanın niye gösterilmediğini merak ediyor. Ancak Bush-Suudi ilişkilerini bilenler için bu tespit hiç de şaşırtıcı değil. Bush ailesinin Suud’ların yanısıra Ladin ailesi ile de ticari ilişkiler içinde olduğu söylenmektedir. Baba Bush, Bin Ladin’lere de ticari ilişkileri olan “Carlyle Grubu” isimli Amerikan müteahhitlerinin başdanışmanlığını yapmaktadır. Oğul Bush’un da Teksas Valisi olmadan önce aynı gruba bağlı olan Caterair adlı şirkette hisse sahibi olduğu ve 75.000 dolar maaş aldığı söylenmektedir. Bu iddialar ışığında baktığımızda 11 Eylül raporundan Suudilerle Bush ailesi arasındaki ilişkilerden bahseden sayfaların kimler tarafından ve neden sansürlendiğini daha iyi anlayabiliyoruz.23 Craig Unger de “House of Bush-House of Saud” adlı kitabında Suudi Sarayı ve Bush ailesi arasındaki ilişkilere dair önemli bilgiler aktarmaktadır.24 Unger’e göre ABD’nin tarihindeki bu en büyük terör eylemi, Suudi Sarayı ve Bush Sarayı olarak adlandırdığı çevreler arasındaki otuz yıllık bir geçmişin ürünüdür. Suudi Sarayı çevresi: Suudi Kraliyet ailesi ve milyar dolarlık gelirleri olan Suudi ticari çevresinden oluşmaktadır. Prens Bandan Bin Sultan (Suudi Arabistan Büyükelçisi) Bush’ların yakın dostu ve Suudilerin ABD’deki çıkarlarının en yetkin temsilcisi olarak görülmektedir. Halid bin Mahfouz Suudi Arabistan’ın ilk ve en büyük bankası olan Suudi Arabistan Ulusal Ticaret Bankası’nın kurucusu, sahibi ve BCCI (Uluslararası Kredi ve Ticaret Bankası)’nın en büyük ortağıdır. Salem Bin Ladin ise Usame Bin Ladin’in kardeşi ve Suudi Bin Ladin grubunun yöneticisidir. Bu grup Suudi Arabistan’da kraliyet ailesi tarafından kollanmakta ve ülkenin tüm alt yapı antlaşmaları kendileriyle yapılmaktadır. 70’lerde ABD’ye James Baht adlı ikinci el uçak satıcısı tarafından getirilen Bin Ladin ve Bin Mahfouz, Houston’da siyasi ve ticari çevrelerle ilişki kurarak Suudi-ABD ilişkilerinin önemli figürleri haline gelmektedirler. Baht ise iki Suudi milyarderi ile kurduğu ilişkiler sonucu onların ABD’deki temsilcisi olmuştur. Baht, Teksas Ulusal Hava Savunması’nda Bush Sarayı mensuplarıyla çalışmış ve bu iki çevre arasındaki bağlantıyı sağlamıştır. Bush ailesi de üç nesildir petrol işleriyle uğraşmaktadır. George H. W. Bush, siyasete atılmadan önce Teksas’ta bağımsız petrolcüdür. Ayrıca CIA başkanlığı görevi de yapmıştır. Carlyle Grubu ile Bush ailesinin bağlantıları da son derece ilginçtir. Carlyle Grubu, Bush-Reagan döneminin önemli figürlerini bünyesine katarak savunma, teknoloji, enerji, silah gibi önemli sektörlerde faaliyet göstermeye başlamıştır. George W. Bush da babası gibi bağımsız bir petrolcü olarak işe başlamış ve Suudiler tarafından babasının siyasi kariyerinin etkisiyle batmakta olan şirketleri ederinin çok üstünde fiyatlarla satın almıştır.25 Bush ailesi bu ilişkiler ağıyla edindikleri ekonomik kaynağı siyasi faaliyetlerinin finansmanında kullanmaktadırlar. Bush 11 Eylül’den Sonra Ladinleri Neden Kaçırdı? Bush ve Ladin arasındaki ilişkiyle ilgili en son iddia ise ABD’li ünlü yönetmen Michael Moore’un “Dude, Where Is My Country” isimli kitabında dile getiriliyor. Moore’un iddiasına göre Bush, 11 Eylül saldırısının hemen ardından iş ilişkisi içinde olduğu Ladin ailesinin 24 üyesini apar topar bir uçağa bindirterek Fransa’ya gönderdi ve FBI tarafından sorgulanmalarını engelledi. Moore, Başkan Bush’a 11 Eylül’den sonra 24 saatliğine hava uçuşları yasaklanmasına rağmen Suudi hükümetine ait özel bir uçakla Ladin ailesine mensup 24 kişinin çıkıp gitmesine neden izin verildiği sorusunu yöneltiyor. Moore’un Suudi kraliyet ailesinin ABD ekonomisi içindeki yerine ilişkin tespitleri de son derece önemli. Amerika pazarının günlük 1.5 milyon varil Suudi petrolüne bağımlı olduğunu söyleyen Moore, Bush’a Amerikan ulusal güvenliğinin Suudi ailesinin insafına kalıp kalmadığını sorarak Suudi sermayesinin ABD’deki etkisini sorguluyor.26 Bütün iddialar ışığında bu iki hanedan arasındaki ilişki inkar edilemeyecek bir gerçek olarak ortadadır. Ancak buna rağmen şimdiye kadar bu ilişkilere dair neredeyse hiç bir araştırma yapılmamıştır. Komisyon raporu örneğinde görüldüğü gibi bu kirli ilişkiler ağı bir şekilde hasır altı edilmiştir. ABD 11 Eylül’ü Neden Görmezden Geldi? CIA ve FBI’ın aylar öncesinden haberdar olduğu ve yine İsrail başta olmak üzere bir çok ülkenin istihbarat örgütlerinin Amerikan istihbaratını uyardığı böylesi büyük bir saldırı neden engellenmedi? Göz göre göre gelen saldırının istihbarat bilgileri kimler tarafından niçin hasır altı edildi? Bu soruların cevaplarını bulmak için ABD’nin 11 Eylül öncesinde ve sonrasındaki konumunu ve ABD derin devletinin üst düzey isimlerinin bu süreçteki rollerini değerlendirmek gerek. 11 Eylül öncesinde ABD dünyanın pek çok farklı ülkesinde askeri üsler bulunduruyordu. ABD emperyalizmi Gladio türü gizli örgütler vasıtasıyla hedef ülkeleri denetim altına almaya çalışıyordu. Darbe girişimleri, siyasi entrikalar, ayaklanmalar gibi ABD derin devletinin değişmeyen mekanizması çalışıyordu. Oysa, bugün 11 Eylül’ün ardından geçen üç yılda ABD Afganistan’dan Irak’a kadar pek çok bölgeye askeri olarak yerleşmiş durumda. ABD dünyaya hiçbir şekilde kabul ettiremeyeceği işgal planlarını 11 Eylül sayesinde meşrulaştırdı. ABD’nin “terörle savaş” doktrini, ABD karşıtı güçleri bile ABD’yle yanyana getirdi. ABD şimdi dünyanın istediği bölgesinde istediği gibi at koşturabiliyor, istediği ülkeleri terörist ilan edip Irak’ta olduğu gibi saldırı tehdidiyle korkutuyor.27 Kısacası 11 Eylül ABD’ye hiç beklemediği bir hareket alanı ve meşru saldırı hakkı yaratmış durumda. Gerçi işler hiç de ABD’nin istediği biçimde gelişmedi, ABD egemenlik kurmak istediği Ortadoğu’da büyük bir direnişle karşılaşıp Irak ve Afganistan’da hezimete uğradı, ama bu gerçekler ABD’nin hegemonyacı emellerini gerçekleştirmek için 11 Eylül’e göz yumduğu gerçeğini değiştirmiyor. Pearl Harbor’dan 11 Eylül’e Amerikan Tezgâhları “ABD niçin binlerce vatandaşının ölümüne yol açan 11 Eylül gibi büyük bir saldırıya göz yumsun” diye soranlara tarihten bir ders olarak Pearl Harbor’ı hatırlatmak faydalı olur. Pearl Harbor, ABD derin devletinin kendi çıkarları söz konusu olduğunda hiç bir sınır tanımadığını, hatta kendi vatandaşlarının bile bile ölmelerine göz yumacağına tarihten iyi bir kanıt. 11 Eylül’ün hemen ardından piyasaya çıkan Joseph E. Persico’nun “Roosevelt’s Secret War: FDR and World War II Espionage” adlı kitabında Pearl Harbor olayıyla ilgili çarpıcı açıklamalar bulunuyor. Persico’ya göre Amerikan yönetimi İkinci Dünya Savaşı’na karşı çıkan Amerikan halkının tepkisini azaltmak ve savaşı kamuoyuna kabul ettirmek için Pearl Harbor’u kullanmıştı. Japonların Pearl Harbor saldırısını önceden haber alan ABD yönetimi tıpkı 11 Eylül’de olduğu gibi gelen istihbarat bilgilerini hasır altı ederek saldırının engellenmesini önledi. Sonuçta 4’ü savaş gemisi olmak üzere 18 ABD gemisi Japonlar tarafından batırıldı. Saldırıda ölen ABD askerlerinin sayısı ise tamı tamına 2000’di. Pearl Harbor gibi binlerce askerin gözden çıkarıldığı bir örnek önümüzde dururken “ABD 11 Eylül’e neden göz yumsun?” gibi sorular anlamını yitirmektedir. Pearl Harbor bir yana Vietnam Savaşı’nın da bir Amerikan tezgâhı olduğu ve dünya tarihine damgasını vuran bu savaşın bile bir Amerikan komplosu sonucu çıkartıldığı söylenmektedir. 11 Eylül’ü Bilenler Borsada Nasıl Ortaya Çıktı? 11 Eylül’ün Amerikan derin devleti veya siyonist elit tarafından önceden bilindiğine dair bir işaret olarak da 11 Eylül’ün hemen öncesindeki borsa işlemlerini örnekleyebiliriz. Araştırmacı Michael C. Rupert’in yazdığına göre bu borsa işlemleri aynı zamanda CIA bağlantılı.28 Borsa işlemleri ile ilgili kuşkuları ilk gündeme getiren “Herzliyya International Policy Institute for Counterterrorism” adlı İsrail kurumu. Enstitünün verdiği bilgilere göre 6-7 Eylül günlerinde Chicago Borsası’nda United Airlines şirketine ait hisseler her zamankinden çok işlem görmüş. Bu “içerden bilgi” sayesinde birilerinin beş milyon dolar kazandığı tahmin ediliyor. Aynı olay bu sefer de 10 Eylül günü American Airlines için gerçekleşmiş ve biri 4 milyon dolar kazanmış. Diğer havayolları şirketlerinde herhangi bir değişiklik olmazken 11 Eylül’de adı çokça geçen bu iki şirketin hisselerinin 6 kat işlem görmesi bir rastlantı olabilir mi? Yine Enstitü’nün raporuna göre DTM’nde 22 kat işgal eden Morgan Stanley Dean Witter&Co. şirketinin hisseleri de 11 Eylül’den hemen önceki günler boyunca yoğun ilgi görmüş ve birileri 1.2 milyon dolar kazanmış. Aynı koşullar içindeki Merril Lynch & Co. şirketinin hisseleri sadece günde 252 işlem görürken 11 Eylül’ün hemen öncesinde 1200 kat artarak 12215 işleme yükselmiş. Bu sayede kazanılan tutar 5.5 milyon doları buluyor. İşin daha da ilginç tarafı United Airlines hisselerinde oynayan bankanın CIA’nın üç numaralı koltuğunda oturan A. B. Krongart tarafından yönetiliyor oluşu. CIA Başkanı George Tenet, aynı Krongart’ı yanına danışman olarak almış, 1998 yılında. Krongart’ı bugünkü koltuğuna oturtan ise George W. Bush.29 ABD’nin İslam Düşmanlığı Bilindiği gibi, “Soğuk Savaş”ın bitiminde 34 ülkenin katıldığı, 1990 Kasım ayının sonlarına don sonlarına doğru “Paris Şartı” imzalanmıştır; Baba Bush tarafından söylendiği öne sürülen söylemlerden ikisini yinelemek istiyorum: w Bugüne kadar savaşlar Doğu-Batı yönünde süregelmiştir. Artık, zengin Kuzey ile yoksul Güney arasında cereyan edecektir (Mealen). w Bundan sonra düşmanımız İslam’dır. 1990’lı yıllarda İslamı düşman ilan eden ABD’nin, CIA’nın yetiştirdiği Bin Ladin’in kendi hedeflerine saldırmasına göz yummasının anlamı tüm boyutlarıyla bugüne kadar değerlendirilmiş değildir. Bin Ladin dışında da dünyanın her yerinde “radikal İslamcı” grupları eyleme itip bir anlamda ABD’nın bugünkü saldırganlığını haklı çıkarmak için ortam hazırladığını söyleyebiliriz.30 Daha sonra da NATO Başkumandanı Orgeneral John Galvin aynı doğrultuda açıklama yapmıştır: “Ana tehlike komünizm zayıfladı ancak şimdi yeni tehlikeler var. Bu tehlikelerin başında İslam köktenciliği geliyor.”31 2000 yılında bilindiği gibi Dünya Ticaret Merkezi’ni (DTM) Arap asıllı eylemciler bombalamış, 240 yıl hapse mahkum olan Muhammed Salameh, asıl baskının gelecekte yapılacağını ifade etmiştir. Bu kişinin 5 Eylül 1972 Münih olimpiyat baskınını düzenleyen Ali Hasan Selemeh’in akrabası olduğu ve Hasan Salameh’ın CIA ajanı olduğu açıklanmıştır. Bu kişilerin bir kaçının Yakın Doğu’yu karıştırmak için CIA ile ilişkiye geçtiği de basına yansımıştır. Oklohama Bombacısı Timothy Mc Veigh, eylemi nedeniyle elektrikli sandalyede öldürülmüştür. Bu kişinin, “bireysel terörist” olarak nitelenmesi, kanımca akla ve mantığa uygun düşmez. Çünkü, eylemde kullanılan bombanın Ordu malı olduğu belgelenmiş, yazılmıştır. ABD’nin Körfez Savaşı kahramanı olan bu kişinin ölürken söylediği savaş karşıtı sloganlar bir örgüte çağrışım yapmaktadır. Eğer Mc Veigh’in örgütsel bağlantısına inilebilinseydi ABD içinde ABD karşıtı radikal örgütler ortaya çıkabilir, 11 Eylül Baskını’nın iç boyutu saptanabilirdi. 11 Eylül Baskını’ndan yaklaşık 1 yıl önce maddi hiçbir gereksinimi bulunmamasına karşın ABD Derin Devleti’nin 1 No’lu temsilcisi David Rockefeller, aynı bölgede bulunan gökdelenini neden sattı? Acaba saldırıdan haberdar mıydı?32 Medyaya yansıdığına göre, İsrail İstihbarat Örgütü MOSSAD böyle bir “baskının” olacağından ABD yönetimini önceden haberdar etmiştir.33 ABD de olası bir baskına karşı Haziran 2001’den bu yana teyakkuz durumuna geçmişti.34 ABD olası bir baskından, önceden haberdar olduğu ve alarm durumuna geçtiği halde baskını önleyememiştir. Kanımca, bu olgu tek başına ABD’nin aczini ve güçsüzlüğünü kanıtlamak için yeterlidir... 11 Eylül Baskını ardında ABD Derin Devleti’nin parmağı uzun erimli bir süreçte aydınlığa kavuşacaktır diye düşünüyorum. ABD’den İslam Dünyasına Yeni Mesaj Komisyon Raporu’nda yeralan önemli bir nokta da İslam’a yönelik değerlendirmeler. Bilindiği gibi Bush 11 Eylül’ün hemen ardından ABD’nin bir Haçlı saldırısına girişeceğinden bahsetmiş ve İslam’ı düşman ilan etmişti. Haçlı Seferi’nden kastedilen de aslında müslüman coğrafyaya karşı girişilen bir Hristiyan saldırısından başka bir şey değildir. Oysa Komisyon Raporu’nda Bush’un açıklamalarından farklı yaklaşım sergilenmektedir. Raporda İslam-terörizm ilişkisi hakkında şu tespitler bulunmaktadır: “Düşman sadece terörizm değil. İslam içinde bir azınlığın, siyaseti dinden ayırmayan ve böylece ikisini birden çarpıtan höşgörüsüzlük geleneğinin ürünü Bin Ladin ve diğerlerinin yarattığı İslamcı terörizm tehdidi. Düşmanımız dünya çapında bir inanç sistemi olan İslamın kendisi değil, İslamdan sapanlardır” Bu tespit ABD Başkanı Bush’un genel olarak ABD’nin İslam hakkındaki görüşleri açısından bir farklılığa işaret etmektedir. Komisyon Raporu’nda farklı bir tanımlama getirilerek düşman İslam değil “İslam’dan sapanlar” olarak tanımlanmaktadır. Burada ABD’nin İslam dünyasna yönelik bir mesaj kaygısı olduğu görülmektedir. ABD, Afganistan ve Irak saldırılarının ardından yükselen tepkiyi bu şekilde dizginlemek istemektedir.35 Raporda yeralan bir diğer önemli tespit ise ABD’nin muhtemel ve çok daha yakıcı sonuçlar doğuracak eylemlere karşı hazırlıklı olması çağrısıdır. Tedbir olarak da üç aşamalı bir strateji önerilmektedir: 1. Teröristlere ve örgütlenmelere saldırı. 2. İslamcı terörizmin sürekli gelişimini engelleme. 3. Terörist saldırılara karşı hazırlık ve savunma. Bu önlemlerin amacı da sürekli olarak gelişme gösteren İslamcı terörün önüne geçmek olarak belirtilmiş. Bunun yanısıra “İslam dünyasında Amerikan idealleri daha iyi açıklanmalı ve savunulmalıdır. Öğrenciler ve hükümet dışı liderler de dahil olmak üzere daha fazla insana ulaşmak için kamuoyu oluşturma amaçları daha güçlü kullanılmalıdır” sözleriyle de yeni stratejinin esasları belirtilmiş. Elbette bunlar ABD’nin kendi çözüm önerileri. Ancak bu önerilerin ne derece çözüm alıcı olacağını yaşayarak göreceğiz. ABD şimdiden bütün ezilen uluslara yönelik büyük bir cephe açmış durumda ve özellikle Ortadoğu’da ABD’nin işgalci şiddet yönetimi büyük bir Amerikan düşmanlığına yol açmış görünüyor. ABD kendi tetiklediği bu durumun sonuçlarına katlanmak zorunda kalacak.36 11 Eylül’ün de gösterdiği gibi tedbir alarak bu tip saldırıların önünü kesmek mümkün değil. Zira ABD’nin artık vurulabilir bir güç olduğu ortaya çıkmıştır ve dahası açılan gedik yeni denemelerle daha da büyütülecektir. Ortadoğu’nun dinamikleri ve El Kaide’nin genişlemesi ve güç kazanması düşünüldüğünde ABD için çanların çaldığını söylemek yerindedir.37 Komisyon raporunda da bu gerçek itiraf ediliyor: “11 Eylül’den beri ABD ve müttefikleri El-Kaide önderliğinin büyük kısmını öldürdü veya ele geçirdi; El-Kaide’ye Afganistan’da sığınma hakkı veren Taliban’ı başsız bıraktı ve örgüte zararlar verdi. Yine de teröristlerin saldırıları devam ediyor. Saldırıları engellemiş olsak da hemen hemen herkes geri geleceklerini düşünüyor. Bu nasıl olabilir? Sorun El-Kaide’nin sınırlı bir grup insanı değil, ideolojik bir hareketi temsil etmesi. Çok uzun süre yönetemese de başlatıyor ve ilham veriyor. Bu yolla kendisini merkezi bir yapı olmaktan kurtarıyor. Ladin kaçaklarla büyük saldırılar örgütlemek sorunuyla kısıtlanmış olabilir. Yine de onu öldürmek veya ele geçirmek çok önemli olsa da, terörü durdurmayacaktır. Onun mesajından esinlenen yeni bir teröristler kuşağı gelecektir.” Afganistan, UNOCAL, ABD ve 11 Eylül... 11 Eylül’den sonra ABD yönetimi bilindiği gibi hemen saldırıyı gerçekleştirenin Bin Ladin olduğunu ve Ladin’in de Afganistan’da olduğunu söyleyerek Afganistan operasyonunu başlatmıştı. Oysa ki Taliban yönetimi ABD’nin ilişki içinde olduğu, bir dönem desteklediği bir yönetimdi. ABD yönetiminde yer alan kişilerin neredeyse hepsinin petrol şirketleriyle ilişkisi vardı ve bunların bir kısmı da Taliban’la ilişkiliydi. 1996-98’li yıllarda ABD yönetiminin Taliban ile Afganistan’dan petrol ve gaz boru hattı geçirmek için yaptığı pazarlık girişimleri sonuçlanmadı. Afganistan operasyonu Amerikan petrol şirketlerinin istediklerini elde etmesinin önünü açacaktı. O yıllarda UNOCAL adlı petrol şirketi Afganistan’a yerleşmiş ve Hamit Karzai şirket danışmanlığına getirilmiştir.38 UNOCAL şirketinin bir diğer danışmanı ABD saldırganlığının bir numaralı temsilcisi dünya emekçi halklarının amansız düşmanı, ABD Derin Devleti’nin etkin üyesi ve siyonist Henry Kissinger’in Afganistan’a müdahalenin öncülüğünü yapması anlamlıdır. Yine aynı tarihlerde bir başka ABD petrol şirketi Çin’e uzanmış ve bu yapılanma içinde George W. Bush’un Güvenlik Danışmanı Condolezza Rice’ın yeralması sizce bir rastlantı mıdır? Şimdi bu ilişkilere biraz daha yakından bakalım. UNOCAL adlı petrol ve gaz üretim firmasının Dış İlişkiler Başkanı John J. Marresca, Amerikan Kongresi’ndeki bir alt komisyon toplantısında şöyle konuşuyordu: “Sonuç olarak Afganistan bizim düşündüğümüz petrol boru hattı için en az teknik engel içeren güzergahtır. Biz Hazar bölgesi petrollerini Asya pazarına ve Arap denizinden istediğimiz yerlere ulaştırabilmek için Afganistan üzerinden geçen yeni bir İpek Yolu açmayı öneriyoruz. Amerikan hükümetini gerçek ve büyük bir işin başarısına yardım etmeye çağırıyoruz.”39 Sonuçta Amerikan hükümeti UNOCAL’ın yardımına koşmuştur. Bu noktada kanıt beklemeden Afganistan’ı vurun diyen Kissinger’ın, ABD’nin Afganistan özel temsilcisi Zalmay Halilzad’ın ve Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai’nin UNOCAL danışmanlığı yaptıklarını da hatırlayalım. UNOCAL firmasının “Yeni İpek Yolu” olarak adlandırdığı proje Asya’daki enerji kaynaklarının Amerikan şirketlerinin kontrolüne geçmesi gerektiğine ve ABD yönetimlerinin de bunun için gerekli siyasi çalışmayı yürütmesine dayanıyordu. UNOCAL ve Enron firmalarının bu amaçla pek çok farklı işbirliğine de girdikleri ve ortak hareket ettikleri de biliniyor. UNOCAL’ın Taliban’la arasının bozulması ise çıkar uyuşmazlığından kaynaklanmıştır. UNOCAL’la Taliban arasında 1996’da Houston’da varılan anlaşma 1998’te Taliban’ın yıllık 100 milyon dolardan fazla para ve hatta kendi ihtiyacı için bir kapak açmak istemesi üzerine bozuldu. Aynı yıl Marresca da bu konuşmayı yaptı. Afganistan operasyonunun tarihi ise üç yıl sonradır. Albion Monitor gazetesinin haberine göre de ABD yönetimi Enron’un Hindistan’daki santralına taşınacak gazın Afganistan geçişi için Taliban’la görüştü, 43 milyon dolar verdi. Görüşmeler kilitlenince bombalama tehdidinde bulundu.40 Enron’la ilgili bir ayrıntı daha. Beyaz Saray’ı zor durumda bırakan Enron skandalı hakkındaki soruşturmayı durduran da 11 Eylül oldu. Afgan işgalinden yaklaşık dört yıl önce bir ABD paraşüt tugayının 19 saat durmaksızın uçup Kazakistan’ın Çimkent bölgesine inmesi tatbikatını yöneten Orgeneral John Sheehan’ın “Eğer buralarda bir kriz çıkacak olursa ve ABD’nin yardımını isterseniz yanınızda olup sizinle savaşacağız”41 demesini, ABD’nin bölgedeki petrol ve gaz yataklarına egemen olmak politikası ve Afganistan’ı işgal provası diye nitelersek yanılmış olmayız. Amerikan Derin Devleti ve 11 Eylül Örnekleri sayısız şekilde çoğaltabiliriz. Ancak burada noktalayalım. ABD Derin Devleti’ni tüm boyutlarıyla algılamadan 11 Eylül Baskını’na ve bu olayı bahane ederek Afganistan ve öteki çıkar alanlarına müdahale etmesine doğru tanılar konulabileceğini sanmıyorum. ABD emperyalizminin gündemini, Derin Devlet’in siyonist ve masonik bir yapılanmanın işleyişi içinde olduğunu görüyoruz. Bu yapılanma 1833’lü yıllara kadar inen gizli örgütlerden ve onların üyelerinden oluşmaktadır. Bu üyelerin büyük bir çoğunluğu Çok Uluslu Şirketler’in sahip ve yöneticilerinden oluşmaktadır. ABD Derin Devleti ve O’nun çıkarlarına göre dünyanın şekillenmesi Küreselleşme, Yeni Dünya Düzeni vb. gibi söylemlerle dünya kamuoyuna yutturuluyor.42 Çoğunluğu ÇUŞ yöneticilerinden oluşan Bush kabinesi kendi ulusal çıkarlarını öne çıkaran devletleri “Rouge State”43 diye tanımlayıp çeşitli yöntemlerle sindirme politikası gütmektedir. Görünen ABD devleti, görünmeyen devletin -Derin Devlet- taşeronluğunu yapmakta, zaman zaman da bu iki güç arasındaki çatışma, başkanların öldürülmesi, seçim hilesi ve 11 Eylül Baskını gibi olaylarla sonuçlanabilmektedir. Baba Bush’un Kuzey-Güney söylemine dönersek, ABD gizli örgüt yapılanmasını biraz daha somuta alabiliriz diye düşünüyorum. 1833’lü yıllarda “Skulls and Bones Society” ve 1870’li yıllarda “Illimunati” adıyla çok gizli ve çok seçilmiş kimselerden oluşan siyonist ve masonik örgütlenme ağı 1921 yılında Rockefeller ailesinin girişimiyle “Commission on Foreign Relation” (CFR=Dış İlişkiler Komisyonu) adlı gizli yapılanma Kuzey Amerika’da kapitalist enternasyonalizmin gerçekleşmesi için kurulmuş ve bu yapılanma 1954 yılında Avrupa’ya taşınarak “Bilderberg” örgütü kurulmuştur.44 Aynı yapılanma 1971 yılında Japonya’ya taşınmış ve Trilateral Commission (TC=Üçlü komisyon) kurulmuştur. Vurgulayıp yinelemek istiyorum ki, ABD istihbarat örgütlerini de denetime alan bu örgütlenme siyonist ve masonik karakterde olup masonluk ilkeleri temelinde aşağıya doğru (Rotary, Rotaract, Lions, Dinner, Propeller, vb...) yaygınlaştırılmış, uluslararası kapitalizmin hem coğrafyasını hem de işbirlikçileri oluşturulmuştur. O halde, ABD+Avrupa+Japonya’dan oluşan kuzey yarım küresi ülkelerinin örgütsel bir biçimde kapitalist enternasyonalin denetimine girmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bu coğrafyadaki uluslar G-8’ler adıyla örgütlenmiş ABD önderliğinde, ABD çıkarları ön planda olmak koşulu ile kapitalist-emperyalist sömürüde anlaşmışlar ve kapitalizmi “Trilateralizm”e45 dönüştürmüşlerdir. Aralarında zaman zaman yaşanan çelişki ve sürtüşmeler görülse de özdeki yapılanma açıkladığım biçimdedir. 1833’lü yıllarda kurulan “Skulls and Bones Society” adlı örgüt şu anda en etkin bir konumda bulunmaktadır. Şöyle ki, baba ve oğul Bush, siyonist ve masonik örgütler ağının, bu en tehlikeli gizli örgütünün üyesidir. Örgütün mabedinde taş duvar üzerinde en azından iki metre yükseklikte war (savaş) yazmaktadır. “Şahinler” kelimesinin bu açıklama karşısında anlam kazandığını düşünüyorum. Özetlersek: - İngiliz Emperyalizmi’nden ABD emperyalizmi’ne geçiş küreselleşme söylemi altında, tek kutuplu dünyada ABD’nin egemenliğinde Küresel Faşizm’e dönüştürülmek istenmektedir. Yüzyılları kapsayan bu sürecin temel örgütü Masonluk’tur. Eğer Masonluk olmasaydı, Emperyalist-kapitalist sömürülerini gerçekleştiremezlerdi. Tüm dünyada “Küresel Seçkinler=Global Elite” diye örgütlenen işbirlikçiler bugün ABD ve yandaşlarının küresel ihanetine aracılık etmektedirler. - Temel felsefesi “Savaş” olan “Skulls and Bones Society” adlı masonik örgüte dede ve oğul Bush’un üye olmaları ve özellikle bu kişilerin döneminde Dünya’nın kana bulanması rastlantı sayılamaz.46 - ABD Derin Devleti üyeleri çoğunlukla masonüstü ve premasonik örgütlerin tümüne üye olan çokuluslu şirketlerin patron ve yöneticilerinden oluşmaktadır. Görünen ABD devleti ile işbirlikçi devletler ABD Derin Devleti’nin taşeronluğunu yapmak zorundadırlar. Yaşamları bu hıyanete katlanmalarıyla olanaklıdır. - Sanırım bugüne kadar ABD yönetimine bu boyutta çokuluslu şirket yöneticileri gelmemiştir. Bush seçimleri döneminde döndürülen dolaplar ve seçim hilelerinin bu amaçla yapıldığını düşünen ABD halkı 11 Eylül Baskını’nda önce çoğunlukta idi. - Bush kabinesinin üyeleri ÇUŞ’ların özellikle “petrol lobisi”nin temsilcilerinden oluştuğu için tüm dünyanın petrol ve enerji yataklarını ele geçirmek için ABD saldırganlığı doruktadır. Aslında petrol savaşı emperyalizm ve küreselleşmenin olmazsa olmaz koşuludur. Bush’ların Gizli Örgütü: Skulls and Bones Society 11 Eylül’ün perde arkasını anlayabilmek için 11 Eylül’ün aktörlerinin perde arkasındaki ilişkilerini de bilmek gerekir. Illuminati, Skulls and Bones Society, Bohemian Groove, Pilgrem Society, Atlantik Konsül, Round Table gibi gizli örgütlerin varlığı çok az kişi tarafından bilinmektedir. Öyle ki pek çok ülkenin istihbarat örgütlerinin bile bu örgütler hakkında bir bilgisi bulunmamaktadır. Oysa dünya bu gizli örgütlerin istemleri doğrultusunda yönetilmektedir. ABD’nin önde gelen isimlerin Brzezinski, Huntington, Kissinger, Wolfowitz, Richard Perle ve Abromowitz, CFR (Dış İlişkiler Konseyi), Bilderberg ve Trilateral Komisyon gibi gizli ve masonik karakterdeki örgütlerin de önde gelen isimleridir. Dede ve oğul Bush’un üyesi bulunduğu Skulls and Bones örgütünden ayrıca bahsetmekte yarar vardır. Kurukafa ve Kemikler Örgütü olarak da Türkçeleştirebileceğimiz bu örgütün beyin takımını Bush’lar oluşturmaktadır. Merkezi Yale Üniversitesi’nde olan örgüte her yıl sadece 15 erkek üye kabul edilmekte ve bu üyeler ABD’de üst düzey mevkilere getirilmektedir. Örgüt 1832 yılında Illuminati örgütünün bir uzantısı olarak William Russel ve Alphonso Taft tarafından ABD’de kurulmuştur. Gelinen noktada Yeni Dünya Düzeni’nin en önemli ideolojik ve politik merkezlerinden birisidir. Bush’ların yanısıra önemli diğer örgüt üyelerinden bazıları şunlardır: Morgan Stanley Bank’ın sahibi Morgan Stanley Zapata Petrol’ün başkanı Richard Gow Fortune dergisinin editörü Russel Davenport New York Times’ın Genel Yayın Yönetmeni Amory Howe Bradford New York Trust, Union Pasific, Boeing, Time gruplarının başkanı Artemus Gates. Amerikalı Şahinlerin Derin İlişkileri 11 Eylül’ün ardından ortaya atılan pek çok iddia biraraya getirildiğinde ABD’nin “terörle savaş” konseptinin mimarlarının neredeyse tamamının gizli birtakım çıkar ilişkileri içinde oldukları da ortaya çıkmaktadır. Ancak olayın asıl ilginç yanı bu ilişkiler ağının dönüp dolaşıp Ladin ve El-Kaide üzerinde yoğunlaşmasıdır. Fransa’da yayımlanan ve Jean Charles Brisard ve Guillaume Dasquie tarfından yazılan “Yasaklı Gerçek: Bin Ladin” isimli kitap bu konuda bilinmeyen pek çok soruya ışık tutan bir kaynak niteliğinde. Dünya politik ve finans çevrelerine bomba gibi düşen kitapta ABD ve müttefiklerinin El-Kaide örgütünün finans kaynakları hakkında gizlenen bütün bilgileri bir bir ortaya dökülüyor. Kitaptan birkaç ilginç not vermek gerekirse: FBI’ın ikinci adamı olan John O’Neil, Brisard’a “Usame Bin Ladin’in örgütünü dağıtabilecek tüm kilitler ve anahtarlar, Suudi Arabistan’da bulunuyor. Ancak Amerikan Dışişleri Bakanlığı, Kral Fahd’a karşı güçsüz ve çaresiz” diyor. O’Neil Amerikalı diplomatların bu hiç de inandırıcı olmayan sözde çaresizliğini ise petrol çıkarlarına bağlıyor. Kitapta, Bush’a en yakın isimlerden Condoleeza Rice’la ilgili de önemli idialar bulunmakta. Rice 1991’den 2000’e kadar dünyanın sayılı petrol şirketlerinden birisi olarak gösterilen Chevron Grubu’nun Kazakistan ve Pakistan açılımlarından sorumlu müdürü olarak görev yapmıştır. Chevron Grubu’nun denetimindeki Tengizchevroil Konsorsiyumu’nun bütün politikaları bizzat Rice tarafından çiziliyordu. Görüldüğü gibi ABD Derin Devleti’nin yöneticilerinin çıkarları söz konusu olduğunda her yol mubahtır. Örneğin ABD yönetimi 1995’te Afganistan’da iktidarı ele geçiren Taliban ile üç yıl süren bir pazarlık yürüttü. Bu pazarlıklar tam sonuçlanmak üzereyken gelen Ladin’in Kenya ve Tanzanya’daki ABD büyükelçiliklerini bombalaması olayı petrol ve doğalgaz alışverişini engelledi. Taliban yönetimi de esasen bu saldırılardan sonra ABD ile düşman konuma geldi. ABD ayrıca Türkmenistan’daki zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarına uygun bir güzergâh arıyordu ve Taliban ABD çıkarları için bulunmaz fırsattı. Taliban’ın ABD desteğiyle iktidara taşınmasının ardına yatan gerçek budur. ABD’nin petrol devi Unocal Taliban liderlerini Houston’da ağırlamış ve petrol/doğalgaz ticaretinden komisyon bile önermişti. Yani ilişkiler bu derece ileri düzeydeydi. Ancak Ladin’in ardı ardına gelen bombalama eylemleri işin rengini değiştirdi. Zira Taliban, El Kaide’ye sığınma hakkı tanıyarak topraklarında barınmasına izin vermekteydi. Bunun üzerine ABD’nin Afganistan’a müdahalesi konuşulmaya başlandı. 11 Eylül bu müdahale planlarının tartışıldığı bir dönemde gerçekleşti ve kabul etmek gerekir ki ABD için iyi bir bahane oldu. Yalnızca bu bilgiler bile ABD içindeki istihbarat skandallarının ve çekişmelerin nedenlerini anlamak için yeterince ipucu vermektedir. Gerçekte El-Kaide ile ilgili bütün bilgiler ABD istihbaratında mevcuttur. Ancak ABD derin devletinin önde gelen şahinlerinin gizli çıkar bağlantıları nedeniyle bu ilişkiler ağı ortaya çıkartılamamaktadır. Bu çıkar şebekesi tam olarak deşifre edilmeden dünyada barışın tesisi mümkün olmayacaktır. ABD’nin Kuraldışı Savaşına Karşı Mazlum Ulusların Kural Dışı Savaşı w 11 Eylül terör olayı değil “Milenyum Savaşı”dır ve önümüzdeki yüzyıla damgasını vuracaktır. ABD “Soğuk Savaş” döneminde kuramlaştırdığı ve örgütleyip yaşama geçirdiği “Kural Dışı Savaş”ı dünya egemenliği hedefine ulaşmak için saldırganca kullandı. Trilateral coğrafya dışına itilmiş mazlum ulusları ezdi, sömürdü ve liderliğini ilan etti. Bu süreçte eriştiği teknolojik üstünlüğü insanlığın hayrından çok “Küresel Liderlik” adına kullanıp sindirme politikası uyguladı. Nükleer, Termonükleer silahlar yanında, uzay teknolojisi şöyle dursun casus uçaklar, pilotsuz uçaklar, füzeler, tanklar, toplar, uçak gemileri, vb. gibi silahlara hiç bir zaman sahip olmayan Küresel örgütlenme dışı bırakılmış “ulus devlet”ler kendi bağımsızlık, özgürlükleri ve onurları yanında “ulusal çıkar”larını nasıl koruyacaklardır? ABD’nin kural dışı haksız savaşına karşı yeni bir tür “Kural Dışı Savaş” geliştirmek şeklinde bu soru yanıtlanabilir. Nitekim 11 Eylül Baskını, ABD iç muhalefetinden ve yönetim karşıtı gizli örgütlerden destek alan mazlum ülke temsilcilerinin sahneye koydukları mazlum ulusların en büyük “Kural dışı savaş” yöntemidir. w Küresel sömürü var oldukça, işsizlik, açlık, yoksulluk, çaresizlik dünyada yaygınlaştıkça ve ABD hegomonyası hiçbir ahlâki ve vicdani değere itibar etmeksizin baskı, şiddet, müdahale politikasını sürdürdüğü sürece 11 Eylül Baskını’yla başlatılan bu süreç devam edecektir. Bu gerçeği ABD yetkilileri de açıkca dile getirmektedir. w IQ’sü 90 olan bir kişinin (Clinton’un IQ’sü 180 idi) ABD karar mekanizmasının başında bir gizli örgüt üyesi ve ABD Derin Devleti’nin temsilcisi olarak bulunması mazlum uluslar için potansiyel bir tehdit oluşturmaktadır. w “İyiler ve kötüler” ve de w “Ya bizden yana ya da terörizmden yanasın” sloganlarından başka kültürel derinliği bulunmayan ve kendisini peygamber sanan W. Bush, gerek ülkesinde gerek dünyada daha şimdiden alay konusu haline gelmiş bulunuyor. w Küreselleşme ve kirli savaş karşıtlarının çığ gibi büyümesi ve ABD hegemonyasına AB içinde bile karşı çıkanların varlığı bu kaostan çıkış için umut verici görülmektedir. w Kendi ülkesini korumak için İsrail tanklarına taş atan Filistinli çocukları çaresiz kalınca büyüdüklerinde bir “Canlı Bomba”ya dönüşmekten başka seçenekleri var mıydı? ABD’nin Yakın Doğu Politikası’nın temel dayanağı olan İsrail Devleti’nin saldırganlığı durdurulamamakta. Arap alemi dahil tüm dünya bu soykırıma seyirci kalmaktadır. Mazlum ulusların onur ve gururu paspas gibi çiğnenmektedir. w ABD, Afganistan’ı işgal etmeyi, Bin Ladin olayından çok daha önce karar vermiş ve belki de bir zamanlar kendi ajanı olan Bin Ladin’in eylemlerine göz yumarak Afganistan işgaline gerekçe hazırlamıştır. Nitekim, 1996’lı yıllardan bu yana UNOCAL petrol şirketiyle bölgeye girerek şirketin yönetim kurulu üyesi Hamid Karzai’nin devlet başkanlığına getirilmesinin açıklayıcı bir sebebi bulunmamaktadır. w ABD Afganistan’ı ele geçirmekle Asya’daki stratejik zaafını üstünlüğe dönüştürmüş ve: w Gelecekteki en güçlü rakibi olarak gördüğü Çin’i denetim altına almayı düşlemektedir. w ABD, Pakistan ve Hindistan’ın bölgede nükleer güç oluşturmasını küresel çıkarlarına aykırı görmektedir. Bu iki ülkeyi en iyi Afganistan’dan kontrol edebilir. Nitekim Pervez Müşerref rejimi devrilirse Pakistan’daki nükleer tesislere ne şekilde el koyacağının provasını yapmıştır. w ABD, İran’daki rejimle er geç hesaplaşmak istemekte, elinden kaçırdığı İran Petrolü’ne yeniden egemen olmak istemektedir. w ABD, Türk Cumhuriyetlerindeki muazzam petrol ve doğal gaz rezervini Pakistan üzerinden Hint Okyanusu’na indirmek için Afganistan’dadır. Bu amacı gerçekleştiğinde dünya enerji alanındaki mutlak egemenliğini gerçekleştirecektir. ABD Hazar Havzası ve Türk Cumhuriyetlere egemen olup Rusya’nın bu bölgedeki nüfuzunu kırmayı hedeflemektedir. w Bugün gerek ABD’de ve gerekse dünyada çok kişi “11 Eylül Baskını”nın ABD Derin Devleti’nin bir komplosu olduğuna inanıyor. w Haziran 2001’de olası bir saldırıya karşı alarma geçen ABD eğer 11 Eylül Baskını’nı önleyememişse tüm yönetimin istifa etmesi gerekmez miydi? “Soğuk Savaş’ın bitimiyle “Komünizm Düşmanlığı” değerini yitirince ABD yeni bir düşman arayışına girmiştir. 1990’lı yıllarda Baba Bush tarafından düşman ilan edilen “İslam” yeterli gelmeyince İslâm’ı terörizmle özdeşleştirmek için 11 Eylül Baskını’na göz yumulmuş ve böylece ABD’nin saldırganlığının önü terör bahanesiyle açılmıştır. w Baba Bush’un ipleri “Skulls and Bones Society=Kafatası ve Kemikler Örgütü” başta olmak üzere ABD Derin Devleti’nin masonik ve siyonist diğer gizli örgütlerinin elindedir. Oğul Bush’un ipleri de Baba Bush ve ABD Derin Devleti’ni oluşturan çokuluslu şirketlerin denetimindedir. w Bu koşullarda mazlum uluslar ne yapmalıdır? Temel sorun bu... w 1989 yılında yazdığım bir kitapta,47 ABD’yi “terörist devlet” olarak nitelemiştim; o günlerden günümüze süregelen ABD müdahale ve saldırıları, her geçen gün bunu daha da doğrulamaktadır. Bu terörist devletin kural dışı savaşına karşı kural dışı bir savaş mazlum milletler için artık kaçınılmazdır. Türkiye Mazlum Milletler Cephesine 11 Eylül’ün ardından artık başka bir dünyada yaşadığımız ortadadır. Türkiye’nin dış politikası ve ulusal güvenlik stratejisi açısından yeni değerlendirme ihtiyacı da kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıkmıştır. ABD 11 Eylül’ün yarattığı sözde meşrulukla bütün ezilen uluslara yönelik büyük bir terörist saldırının ilk adımlarını atmıştır. Afganistan ve Irak’ta yaşanan ABD terörü ABD’nin sözde terörle mücadele konseptinin ilk adımlarıdır. ABD, görülüyor ki Ortadoğu’da sömürgeci planlarına direnen bütün ülkeleri hedef tahtasına koymaktadır ve koyacaktır. Dolayısıyla Türkiye açısından artık bir durum muhasebesinin zamanı çoktan gelmiştir. Türkiye 11 Eylül’ün ardından önemli bir sorgulamaya girişmeli ve ABD ile ilişkilerini yeniden gözden geçirmelidir. Eğer bu yapılmazsa Türkiye’nin önümüzdeki süreçte ulusal bütünlüğünü ve rejimi büyük bir tehdide maruz kalacaktır. Zira ABD açısından Türkiye bir müttefik değil parçalanması ve sömürgeleştirilmesi düşünülen bir hedeftir. Kısaca Türkiye de ABD’nin şer ekseninin içindedir diyebiliriz. ABD’nin şer ekseni içinde ilan ettiği devletlerden Irak hesabının tutmaması, Irak’ın işgalciye karşı direnişi İran, Suriye, Kuzey Kore gibi ülkelerin ABD saldırısına maruz kalmasını geciktirmiştir. Fakat ABD bu ülkelere ilk fırsatta saldırmanın yollarını aramaktadır. Bu saldırı planında şer ekseninde bulunan Türkiye de payına düşeni alacaktır. ABD’yi hâlâ stratejik müttefik olarak gören ulusal güvenlik anlayışının çöktüğü artık görülmelidir. ABD müttefik değil düşmandır. Bu yolda atılacak ilk adım Türkiye’nin BM, NATO gibi emperyalist kuruluşlardan çekilmesidir. Dünya artık yeni bir sürece girmektedir ve Türkiye bu dünyadaki yerini almak zorundadır. Türkiye’nin yeri mazlum milletlerin yanıdır. Türkiye’ye ABD’nin yanında yer almasını öneren Amerikancı tezlerin Afganistan ve Irak saldırılarından sonra hiçbir geçerliliği kalmamıştır. ABD 11 Eylül’de kendi kazdığı çukura düşmüştür ve bu saatten sonra ABD için tek seçenek çöküştür. Atatürk’ün dediği gibi “Mazlumlar zalimleri bir gün mutlak mahv-u perişan edecektir.” Bu metin, “Devrimci Bir Kurmay Subayın Etkinlikleri-1, Sorun Yayınları, 2004” isimli kitapta yer alan Talat Turhan’ın “ABD Derin Devleti ve 11 Eylül” başlıklı makalesinin genişletilmiş ve güncelleştirilmiş halidir. Sözü edilen makale, çıkacak olan “Devrimci Bir Kurmay Subayın Etkinlikleri-2, Sorun Yayınları, 2004” kitabında da bulunacaktır. Dipnotlar ve Kaynakça: 1. “ABD’ye yönelik çok daha yıkıcı başka bir saldırı olabilir”, ABD Kongresi 11 Eylül Komisyonu Raporu’ndan, 22 Temmuz 2003. 2. Haluk Şahin, “11 Eylül Sürpriz miydi?”, Radikal, 28 Ekim 2001. 3. “Terörün Yeni Üssü Asya”, Cumhuriyet, 1 Mayıs 2000. 4. “İslamcı Terör Korkusu”, Cumhuriyet, 4 Şubat 2000. 5. Haluk Şahin, “11 Eylül Sürpriz miydi?”, Radikal, 28 Ekim 2001. 6. FAA: Federal Aviation Administration (Federal Havacılık Kurumu) 7. “Saldırı geliyorum demiş”, Cumhuriyet, 18 Mayıs 2002 8. “Global köyün kanlı teröristi: Usame Bin Ladin”, Milliyet, 1 Ocak 2001, Milliyet. 9. “Saldırının haberi 1993’te verilmişti”, Cumhuriyet, 2 Ekim 2001. 10. “Bin Ladin saldıracak”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2001. 11. “ABD teröre karşı seferberlik başlattı”, Cumhuriyet, 24 Haziran 2001, 12. Yasemin Çongar, “Terörist Bin Ladin’e karşı operasyonun eli kulağında”, Milliyet, 21 Aralık 2000. 13. “Bin Ladin koca kulaktan kaçamadı”, Milliyet, 16 Şubat 2001. 14. “Amerikalılar Ladin tehdidine gülmüş”, Milliyet, 27 Eylül 2001. 15. Craig Unger, House of Bush, House of Saud, Scribner, 2004. 4 Nisan 2002 tarihinde yazdığım bu satırlar, iki yıl sonra bahsedilen yapıtla birlikte öngörüye dönüşmüştür. 16. Türkkaya Ataöv, “ABD 11 Eylül’ü biliyordu!”, Cumhuriyet, 26 Ekim 2002. 17. “11 Eylül kayıtlıymış”, Radikal, 9 Haziran 2002. 18. Fehmi Koru, Yeni Şafak, 6 Kasım 2000. 19. ABD Kongresi 11 Eylül Komisyonu Raporu, 22 Temmuz 2003. 20. “Beyaz Saray biliyordu”, Cumhuriyet, 20 Eylül 2002 “11 Eylül’de istihbarat hatalı”, Cumhuriyet, 25 Temmuz 2003. 21. ABD Kongresi 11 Eylül Komisyonu Raporu, 22 Temmuz 2003. Bundan sonra Rapor’dan alıntılar yazıda kalın karakterle gösterilecektir. 22. Ergin Yıldızoğlu, “1984-2004”, Cumhuriyet, 6 Eylül 2004. 23. Türkkaya Ataöv, “Bush-Bin Ladin ortaklığı”, Cumhuriyet, 16 Ekim 2002. 24. Craig Unger, House of Bush, House of Saud, Scribner, 2004. 25. 38.000 Dolarlık hisseye 1.000.000 Dolar verilerek Bush ailesine bir nevi gizli rüşvet verilmiştir. 26. Bugünlerde gösterime giren Moore’un Fahrenheit 9/11 isimli filminde bu kirli ilişkiler daha ayrıntılı olarak görülebilir. 27. Talat Turhan, Bomba Davası-Savunma-1; Sorun Yayınları, 2004. Talat Turhan, Emperyalizmin Bataklığında İstihbarat Örgütleri/Doruk Operasyonu, Sorun Yayınları, 2004. Talat Turhan, Özel Savaş, Terör ve Kontrgerilla; Tümzamanlar Yayıncılık, 1993 Talat Turhan, Kontrgerilla Cumhuriyeti; Tümzamanlar Yayıncılık, 1993 Talat Turhan, Yayıncılık, 1999 Çeteleşme/Kontrgerilla, Gladio, Susurluk, Telekulak...; 28. “11 Eylül saldırısını kim biliyordu?, Yeni Şafak, 23 Ekim 2001. 29. Taha Kıvanç, Yeni Şafak, 24 Ekim 2001. Akyüz 30. Bush’un yeni tehlikeli İslam düşmanlığı stratejisi ilk kez tarafımızdan kamuoyuna açıklanmış: “Şimdi de İslam’ı seçtiler”, Zaman, 19 Kasım 1990. 31. Zaman, 29 Kasım 1990. 32. “Kapitalizmin simgesi satıldı”, Milliyet, 29 Aralık 2000. 33. “MOSSAD ABD’yi uyarmıştı”, Cumhuriyet, 17 Eylül 2001. 34. “Suudi Arabistanlı teröristin tehditleri Washington ve Tel Aviv’i alarma geçirdi-Bin Ladin saldıracak”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2001. “ABD teröre karşı ‘seferberlik başlattı’”, Radikal, 24 Haziran 2001. 35. “Bush iftarla gönül aldı”, Radikal, 9 Kasım 2002. 36. Robert Fisk, “Bush terörizmi meşrulaştırdı”, Birgün, 20 Nisan 2004. 37. ABD ekonomik ve siyasi açıdan büyük bir çöküş içinde. Örneğin, ABD 2003’te tarihinin en büyük dış ticaret açığını verdi: 489 milyar Dolar. Yine 2004 ortası itibariyle devlet borcu miktarı 7.22 trilyon Dolar. Açlık sınırında yaşayan Amerikalıların sayısı: 35 milyon. 38. Burada ABD Morrison şirketiyle Süleyman Demirel işbirliği hatırlanmalıdır. Talat Turhan, Orhan Gökdemir; Mehmet Eymür/Ziverbey’den Susurluk’a Bir MİT’çinin Portresi, Sorun Yayınları, 2000, sf. 271-287: Talat Turhan’ın basın açıklaması-12 Ekim 1996. 39. Ece Temelkuran, “Küçük bir şirket işi: Kanlı İpek yolu”, Milliyet, 16 Ocak 2002. 40. “Enrongate’ten Taliban çıktı”, Milliyet, 3 Mart 2002. 41. Murat Yetkin, “Askerler boşuna uğraşmaz”, Radikal, 5 Ekim 2001. 42. Talat Turhan, Çeteleşme/Kontrgerilla, Gladio, Susurluk, Telekulak...; Akyüz Yayıncılık, 1999. 43. William Blum, Rouge State, 2000. Bu kitap “Haydut Devlet” adıyla Türkçe’ye de çevrilmiştir: William Blum, Haydut Devlet, Yeni Hayat Kütüphanesi, 2003. 44. Bizim küresel seçkinlerimiz(!) de bu örgüte üye yapılmıştır. Bilderberglerin listesi için bkz.: Talat Turhan, Çeteleşme/Kontrgerilla, Gladio, Susurluk, Telekulak...; Akyüz Yayıncılık, 1999, sf. 191-192. 45. Holly Sklar, Trilateralizm, South End Press, 1980. 46. Demokratların Başkan adayı Kerry de aynı gizli örgütün üyesi. 47. Talat Turhan, Emperyalizmin Bataklığında İstihbarat Örgütleri/Doruk Operasyonu, Sorun Yayınları, 2004. II- Açık İstihbarat III- ABD Kongresi 11 Eylül Komisyonu Raporu (Özet-22 Temmuz 2003) Bu raporun öyküsünü ve ortaya çıkan önerileri Birleşik Devletler Başkanı’na, Birleşik Devletler Kongresi’ne ve Amerikan halkının bilgisine sunuyoruz. On komisyon üyesi -büyük partizanca bölünmelerin olduğu bir dönemde, ulusumuzun bellli başlı liderlerinden seçilmiş beş cumhuriyetçi ve beş demokrat olmak üzere- görüş ayrılığı olmaksızın, bu raporu sunmak üzere toplandık. Ulusumuzun talebi üzerine amaç birliği ile biraraya geldik. 11 Eylül 2001, Birleşik Devletler tarihinde emsali görülmemiş bir şok ve ıstırap günüydü. Ulus hazırlıksızdı. Dönüşen Bİr Mİllet 11 Eylül 2001 sabahı 8:46’da, Birleşik Devletler dönüşmüş bir ulus haline geldi. Saatte yüzlerce kilometre hızla uçan ve 10.000 galon jet yakıtı taşıyan bir yolcu uçağı Aşağı Manhattan’daki Dünya Ticaret Merkezi’nin Kuzey Kulesine hızla çarptı. Saat 9:03’te, ikinci bir yolcu uçağı Güney Kule’ye çarptı. Alevler ve duman yukarı doğru dalgalandı. Çelik, camlar, küller ve insan vücutları yere yığıldı. Her gün 50.000 insanın çalıştığı İkiz Kuleler’in ikisi birden 90 dakikadan az bir zaman içinde çöktü. Aynı sabah 9:37de, üçüncü bir yolcu uçağı Pentagon’un Batı kanadına hızla vurdu. 10:03’te bir dördüncüsü, Güney Pensilvanya’da bir araziye çakıldı. Kongre Binası’na ya da Beyaz Saray’a vurması amaçlanmıştı ve Amerika’nın saldırı altında olduğu bilgisiyle donanmış kahraman yolcular tarafından mecburi inişe geçirildi. Dünya Ticaret Merkezi’nde 2600’den fazla, Pentagon’da 125 ve dört uçakta toplam 256 insan öldü. Ölü sayısı, Aralık 1941’deki Pearl Harbor’u aştı. Bu tarifi imkansız ıstırap, Afganistan’da üslenmiş aşırı İslâmcıların emriyle hareket eden 19 genç Arap’a yüklendi. İçlerinden bazıları bir yıldan fazla zamandır nüfusun geri kalanı ile karışmış bir biçimde Amerika’da bulunuyordu. Dört tanesinin pilotluk eğitimi almış olmasına rağmen, çoğu iyi eğitim almamıştı. Çoğu çok az İngilizce konuşuyordu, hatta bazıları neredeyse hiç. Dörtlü ve beşli gruplar halinde, yalnızca küçük bıçaklar, falçatalar, “Mace” (ç.n.: göz yaşartıcı bomba imalinde kullanılan bir sıvı) kutuları ve gözyaşartıcı spreyler taşıyarak dört uçağı kaçırdılar ve onları ölüm yüklü füzelere çevirdiler. Bunu neden yaptılar? Saldırı nasıl planlandı ve başarıldı? ABD hükümeti bunu anlamakta ve önlemekte nasıl başarısız kaldı? Gelecekte bunun gibi terörist saldırıları önlemek için ne yapabiliriz? Bir Şok, Bir Sürpriz Değil 11 Eylül saldırıları bir şoktu ancak sürpriz olarak nitelendirilemez. Radikal İslâmcılar, Amerikalıları ayırmaksızın, büyük kitleler halinde öldürmeye niyetli olduklarının bir kaç uyarısını yapmışlardı. Usame Bin Ladin’in, 1990’ların sonuna kadar göze çarpan bir tehdit olarak ortaya çıkmamasına karşın, İslâmi terörizm on yıldan uzun bir zaman içinde büyüdü. Şubat 1993’te, Remzi Yusuf’un yönettiği bir grup, Dünya Ticaret Merkezi’ni bir kamyon dolusu bomba ile yıkmayı denedi. 6 kişiyi öldürdüler ve bin kişiyi yaraladılar. Ömer Abdül Rahman’ın ve diğerlerinin Hollanda ve Lincoln tünellerini ve New York City’nin diğer önemli noktalarını yıkma planları, entrikacıların yakalanmasıyla hüsrana uğradı. Ekim 1993’te, Somalili kabile üyeleri, ‘Kara Şahin düştü’ olarak bilinen bir kazada 18 kişiyi öldürerek ve 73’ünü yaralayarak bir ABD helikopterini düşürdüler. Yıllar sonra öğrenildi ki, o Somali’li kabile üyeleri El Kaide’den yardım almışlardı. 1995’in başlarında, Manila polisi, Remzi Yusuf’un bir düzine yolcu uçağını, Pasifik’te uçarken havaya uçurma planlarını ortaya çıkardı. Kasım 1995’te, Riyad’daki Suudi karakolunun Birleşik Devletler program müdürünün ofisinin dışında bomba yüklü bir araba patladı, beş Amerikalı ve diğer iki kişiyi öldürerek... Haziran 1996’da, Suudi Arabistan Dahran’da, bomba yüklü bir kamyonet, 19 Amerikalı servis elemanını öldürerek ve yüzlercesini de yaralayarak, Khobar Kuleleri Kompleksi’ni yok etti. Saldırı öncelikle, İran hükümetinden yardım alan bir örgüt olan Suudi Hizbullah tarafından üstlenildi. 1997’ye kadar, Birleşik Devletler istihbarat camiası Usame Bin Ladin’i terörist bir lider olarak değil, terörizmin bir finansörü olarak gördü. Şubat 1998’de, Usame Bin Ladin ve diğer dördü, kendine özgü bir fetva yayınlayarak kamuya da açıkladılar: İslâm’ın kutsal yerlerindeki Amerikan işgalinden ve müslümanlara düzenlenen saldırdan ötürü, sivil ya da asker, dünyanın neresinde olursa olsun, bir Amerikalıyı öldürmeye çalışmak her müslümanın üzerine farzdır. Ağustos 1998’de, Bin Ladin’in örgütü El Kaide, Nairobi, Kenya ve Dar es Selam’daki Amerikan elçiliklerine eşzamanlı bir bombalı saldırı düzenledi. Saldırılar, 12 Amerikalı da dahil 224 kişinin ölümüyle ve binlercesinin yaralanmasıyla sonuçlandı. Aralık 1999’da, Ürdün polisi, Amerikalı turistlerin bulunduğu otelleri ve diğer yerleri bombalama planlarına engel oldu. Bir Amerikalı Gümrük ajanı, Los Angeles Uluslararası Havaalanı’na bir saldırı niyetinde olan Ahmet Rasim’i Birleşik Devletler-Kanada sınırında, patlayıcı madde kaçırmaya çalışırken tutukladı. Ekim 2000’de, Yemen Aden’de bir El Kaide ekibi, USS Cole destroyerinin bir tarafında bir delik açmak için patlayıcı dolu bir bot kullandı, gemi battı ve 17 Amerikan denizci öldü... Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’daki 11 Eylül saldırıları, bu önceki suçlardan çok daha planlı, kesin ve zarar vericiydi. Ancak, Eylül 2001’den itibaren, ABD hükümetinin yönetim kanadı, Kongre, medya ve Amerikan halkı, İslâmcı teröristlerin Amerikalıları kitleler halinde öldürmeye niyetli olduklarına dair açıktan bir uyarı aldı. Düşman Kim? Amerika üzerinde böylesine korkunç bir hasar vermeye eğilimli bu örgütü yaratan düşman kim? Biliyoruz ki bu saldırılar çok çeşitli İslâmi gruplar tarafından düzenlendi. 11 Eylül saldırısı Usame Bin Ladin tarafından yönetildi. 1980’lerde, dünyanın her tarafındaki genç müslümanlar, Sovyetler Birliği’ne karşı, cihada gönüllü olarak katılmak için, Afganistan’a gitti. Zengin bir Suudi olan Usame Bin Ladin bunlardan bir tanesiydi. 1980’lerde Sovyetler’in çöküşünü takiben, Bin Ladin ve diğerleri cihadı seferber etmek için El Kaide’yi oluşturdular. Bin Ladin’in şekillendirdiği tarih, kültür ve inanç birliği pek çok Amerikalı için genellikle bir muamma. Ladin, İslâm’ın geçmişteki mükemmelliğini keşfederek, kendilerini yabancı efendilerinin kurbanları olarak gören insanlara onurlarını geri vermeye and içer. Kuran’a ve bazı yorumculara kültürel ve dini göndermeler yapma yöntemini kullanır. Yenileşme ve küreselleşme ile karşı karşıya kaldıkları için siklonik bir dönüşümle yollarını kaybetmiş insanlara hitap ediyordu. Hitabeti çeşitli kaynaklardan özenle seçiliyordu: İslâm, tarih ve bölgenin siyasi ve ekonomik sıkıntıları. Bin Ladin ayrıca Amerika’ya karşı İslâm dünyasında sıklıkla paylaşılan sıkıntıyı vurgular. İslâm’ın kutsal yerlerinin merkezi olan Suudi Arabistan’da Amerikan ordusunun bulunuşunu ve Ortadoğu’daki diğer ABD politikalarını eleştirir. Bin Ladin, bu siyasi ve ideolojik kuruluşun üzerine, on yıllık bir birikimle dinamik ve öldürücü bir örgüt inşa etti. Afganistan’da, üyelerini daha büyük hedeflere yöneltecek, onları eğitecek ve kullanacak bir altyapı ve örgüt yarattı. El Kaide’nin becerisinin her bir gösterisi ile yeni fanatikler ve yeni paralar yarattı. El Kaide için rejim üreten bir sığınak olan Taliban’la yakın ilişkileri güçlendirdi. 11 Eylül 2001 itibariyle, El Kaide; -Belli başlı eylemleri değerlendirebilecek, geliştirebilecek, planlamasını ve yönünü denetleyebilecek liderlere, -Adayları üye yapabilecek, fikirleri aşılayabilecek, geçmişlerini araştırabilecek ve onlara gerekli eğitimi verebilecek bir personel sistemine, -eylemcilerin ve onlara yardım edecek olanların planlamasını yapmaya ve yönünü belirlemeye yetkin yeterli bir iletişim ağına, -bilgi toplamaya ve düşmanın gücünü ya da güçsüzlüğünü tayin etmeye yetecek bir istihbarat gücüne, - insanları uzak mesafelere yollama gücüne, -bir saldırıyı finanse edecek gerekli parayı bulma ve taşıma gücüne, sahipti. 1998’den 11 Eylül 2001’e Ağustos 1998’de, Kenya ve Tanzanya’daki ABD elçiliklerinin bombalanması, El Kaide’yi ABD’nin potansiyel düşmanı haline getirdi. Elçilik bombalamalarına misilleme olarak Afganistan ve Sudan’daki El Kaide hedeflerine ‘cruise’ füzelerini attıktan sonra, Clinton yönetimi, Afganistan’daki Taliban rejimine, Bin Ladin’i sınırdışı etmesi yönünde diplomatik baskı uyguladı. Yönetim ayrıca, Bin Ladin’i ve kurmaylarını yakalayacak ya da öldürecek, CIA’ya bağlı yabancı ajanları kullanmak için gizli planlar kurmaya başladı. Bunlar ne Bin Ladin’i durdurabildi ne de El Kaide’yi yerinden çıkarabildi. 1998 sonu ya da 1999 başı itibariyle, Bin Ladin ve danışmanları, Halid Şeyh Muhammed (HŞM) tarafından kendilerine getirilen ‘uçak harekatı’ denilen bir plan üzerinde karar kıldılar. Bu 11 Eylül saldırıları ile sonuçlanacaktı. Bin Ladin ve ve eylemlerinin başındaki adam, Muhammed Atıf, El Kaide’de liderlik pozisyonunu ele geçirdi. El Kaide içerisinde, ağırlıklı olarak, HŞM gibi inanmış komutanların fikir ve planlarına bel bağladılar. HŞM, orijinal planının, 11 Eylül’de gerçekleştirilenden çok daha büyük olduğunu iddia ediyor; on uçak, ABD’nin kuzey ve güney kıyılarındaki hedeflere saldıracaktı. HŞM’nin dediğine göre bu planı Bin Ladin şekillendirdi. Bin Ladin HŞM’ye ABD’deki intihar saldırıları için dört başlangıç eylemi şartı koştu ve 1999 sonbaharında, saldırı denemeleri başladı. Yeni üyeler, Almanya Hamburg’ta biraraya gelen aşırı İslâmcı göçmenlerin bir hücresindeki dörtlü takımdan oluşuyordu. Bunlardan bir tanesi ABD’deki eylemlerin taktik komutanı Muhammed Atta’ydı. ABD istihbaratı, sıklıkla El Kaide’nin planladığı saldırılarla ilgili raporları topluyordu. CIA, yabancı gizli servislerle çalışarak, bazı El Kaide hücrelerini çözdü. Buna rağmen Bin Ladin’in örgütünün merkezine ulaşamadı. Aralık 1999’da, Ürdün’deki terörist hücresinin ve ABD-Kanada sınırındaki teröristin yakalanması ile ilgili haberler ‘milenyum alarmı’nın bir parçası oldu. Hükümet harekete geçti ve halk olası saldırılar karşısında alarmdaydı. Haziran 2000’de, yoğun istihbarat çalışmaları göze çarpıyordu ve ‘uçak harekatı’ına odaklanmış iki militan gözden kaçtı. Kuala Lumpur’da görülen ikili, Bangkok’tan geçerken kaybedildi. 15 Haziran 2000’de, Los Angeles’a vardılar. Batıda çok az kaldıkları ve eğer biliyorlarsa da çok az İngilizce bildikleri için, bu iki El Kaide ajanının, ABD’de HŞM ile sıkı bir ilişki kurmuş olmaları akla yatkın. Bu iki militanın ABD’deki suç ortaklarından kurulu bir destek ağına sahip olduklarına dair kuşkularımız var. Kanıtlar, bazı durumlarda bulunamıyor ve bazı durumlarda da can sıkıcı bir şey ama- zayıf. İkilinin, California’ya varır varmaz, kendilerine ideolojik olarak yakın Yemenli ve Suudi Arabistanlı bir grup müslümanı, (bunlar, genç bir Yemenli ve San Diego’daki bir camiye takılan diğerleriyle arkadaşlık eden kişiler) aradıklarını ve bulduklarını biliyoruz. Los Angeles’ta çok az bilgi edinebildiğimiz kısa bir ikametten sonra El Kaide militanları San Diego’da kendi isimleriyle yaşamaya başladılar. Çok dikkat çekmemeyi başardılar. 2000 yazı itibariyle, Hamburglu dört hücre üyesinin üçü, ABD’nin doğu kıyılarına ulaştılar ve pilotluk eğitimine başladılar. 2001’in başlarında, geleceğin korsan pilotu olan dördüncü militan, Hani Hanjour, diğer bir militan Nawaf al Hazmi ile birlikte Arizona’ya gitti ve pilotluk eğitimini idare etti. 1980 ve 1990’ların başlarında birkaç El Kaide militanı Arizona’da zaman geçirmişti. 2000 yılı boyunca, Başkan Bill Clinton ve danışmanları, Bin Ladin’in Afganistan’dan sınır dışı edilmesi için başlatılan diplomatik çabayı yineledi. Ayrıca Taliban’ın muhalifleriyle de -Kuzey İttifakı- Bin Ladin’i doğrudan basabileceği yeterli istihbaratı alabilmek için gizli bir çaba harcadılar. Diplomatik çabalar Pakistan’daki yeni askeri hükümet üzerinde yoğunlaştı ve başaramadılar. Kuzey İttifakı ile işbirliği, ABD’nin Afganistan iç savaşında taraf olup olmaması ve Taliban’ın düşmanlarının desteklenip desteklenmemesi ile ilgili sonuçsuz ve gizli tartışmalara neden oldu. CIA ayrıca, Predator olarak bilinen kameralı mürettebatsız küçük bir uçağın kullanımı da dahil olmak üzere, El Kaide ile ilgili istihbarat toplama planlarını geliştirdi. Ekim 2000’deki USS Cole destroyerine düzenlenen saldırıdan sonra, emri Bin Ladin’in verdiği kesin olmamasına rağmen, bunu El Kaide militanlarının yaptığına dair birtakım kanıtlar toplandı. Taliban, ABD’deki diğer bir Bin Ladin saldırısından sorumlu tutulacağına dair daha önceden uyarılmıştı. CIA bulguları ‘önyargı’ olarak tanımladı; Başkan Clinton ve baş danışmanları askeri saldırıya geçme kararı almadan önce, bizden bir sonuç beklediklerini söylediler. Askeri alternatifler onlara pek cazip gelmiyordu. 2000 sonu 2001 başında, yeni Bush yönetimine geçiş, destroyer meselesinin askıda kalmasına yol açtı. Başkan George W. Bush ve baş danışmanları El Kaide’nin destroyer saldırısından sorumlu olduğunu kabul ettiler; ancak karşılığındaki mevcut seçeneklerden hoşlanmadılar. Bin Ladin’in çıkarsamalarına göre, en azından destroyer seviyesindeki saldırılar risksizdi. Bush yönetimi, El Kaide tehdidini 3-5 yıl içinde ortadan kaldırmak amacıyla yeni bir strateji geliştirmeye başladı. 2001’in bahar ve yaz aylarında, ABD istihbarat servisleri, El Kaide’nin, bir raporun ortaya koyduğu gibi ‘çok çok büyük bir şey’ planladığına dair uyarı mesajları aldı. Merkezi İstihbarat Başkanı George Tenet ‘sistemin kırmızı alarm verdiğini’ söyledi. Başkan Clinton’a söylendiği ve Ağustos 2001’de kendisine özetlenen bir Başkanlık brifinginde Başkan Bush’a hatırlatıldığı üzere, Bin Ladin’in ABD’de saldırıya kararlı olmasına rağmen, tehdit haberleri denizin ötesini gösteriyordu. Denizötesinde pek çok önlemler alındı. Yerel servisler yeterince harekete geçmedi. Milenyum alarmıyla karşılaştırıldığında tehdit ulusal basının ilgisini pek çekmedi. ABD, önleme çalışmalarını dünya çapında devam ettirmesine rağmen, El Kaide tehtidini ortadan kaldırmak için ortaya çıkan strateji, Afganistan ve Pakistan’la diplomatik ilişkiler olduğu kadar, Afganistan’da, genişletilmiş gizli bir hareket programını da içeriyordu. 2001 yazı, Başkanlık yönergesinin bir taslağı ve Predator uçağı (bu uçak kendi füzeleriyle konuşlandırılmıştı ki, Bin Ladin ve kurmaylarını öldürebilmek için kullanılabilsin) hakkındaki tartışmalarla sonuçlandı. 4 Eylül’de bir toplantıda, Başkan Bush’un başdanışmanları yönerge taslağını ve Predator’u silahlandırma fikrini onayladılar. El Kaide ile ilgili bu yönerge 11 Eylül 2001’de Başkan Bush’un imzasını bekliyordu. ‘Uçak harekatı’nın devam etmesine rağmen, 2001’de planı yapanların kendi sorunları vardı. Olası katılımcıların bir kısmı ayrıldı, diğerleri ABD’ye giriş hakkı alamadı (gerekçesinin terörizmle ilgisinin olmamasına rağmen bir kişi havaalanı girişinde geri çevrildi). En son pilotlardan bir tanesinin uçak harekatını feshettiği düşünüldü. Minnesota’da bir uçuş eğitiminde ortaya çıkan Zacarias Moussaoui, onun yerine geçen bir aday olmalıydı. Geçmişe bakınca planın zayıflıkları açıkça görülüyor. Moussaoui, büyük jet uçaklarının nasıl kullanılacağıyla ilgili düzgün saha eğitimini araştırırken kuşku uyandırdı. 16 Ağustos 2001’de göçmen kanunlarını ihlalden tutuklandı. Ağustos sonunda, istihbarat örgütündeki görevliler, Haziran 2000’de Güneydoğu Asya’da görülen teröristlerin ABD’ye vardıklarını ögrendi. Bu olaylar acil eyleme yol açmadı. 2001 yazında bu ipuçları üzerinde çalışan hiçkimse bunları, üst düzeydeki tehdit raporlarına bağlamadı. 2001 yazında son hazırlıklar yoldayken, Afganistan’daki El Kaide liderleri arasında devam edip etmemek konusunda bir görüş ayrılığı oluştu. Taliban’ın lideri Molla Ömer, ABD’ye saldırmaya karşı çıktı. Pek çok yetkin kurmayının itirazı ile karşılaşmasına rağmen, Bin Ladin, bu itirazları reddetti ve saldırılar başladı. 11 Eylül 2001 Gün, 19 hava korsanının bir güvenlik kontrol noktasına girmesiyle başladı; açıklıkla herşeyi tetkik ettiler ve nasıl kazanacaklarını biliyorlardı. Sistemin içine girmedeki başarı oranı 19 da 19’du. Hava mürettebatı ve intihar eylemi olasılığına hazırlanmamış pilot kabinlerinin avantajına sahip olarak, dört uçağı ele geçirdiler. 11 Eylül’de, ABD hava sahası savunması, iki federal servis arasındaki yakın ilişkiye bağlıydı: Federal Aviation Administration (FAA) ve North American Aerospace Defence Command (NORAD). 11 Eylül’de varolan protokoller, kaçırılan uçağın silah olarak kullanıldığı bir saldırı için pek uygun değildi. Sonradan ortaya çıkan, bunun, kaçırılmış bir uçağı hiç kullanmamış siviller ve ticari uçakları kitle imha silahlarına çevirme konusunda hazırlıksız bir ordu tarafından bir savunma uydurmak için hazırlanmış, aceleye gelen bir deneme metni olduğuydu. Silahla vurma izni, United 93 Pensilvanya’ya düştükten 28 dakika sonrasına kadar NORAD hava savunma bölümüne verilmedi. Uçaklar, nereye gittiklerini ve hangi hedeflerle karşılaşacaklarını bilmeden, sonuçsuzca ilerliyordu. ‘Vur’ emri verildiğinde, pilotlarla iletişim kurulamıyordu. Kısacası, Washington’daki liderler, üzerlerinde daire çizen saldırganların, düşman uçağını ‘götürme’ talimatı aldıklarını düşünürken, gerçekte pilotlara verilen tek emir: ‘Kimliğini tespit et ve takip et’. Milli Savunma gibi, 11 Eylül’le ilgili acil müdahale de doğaçlama oldu. New York’ta, New York İtfaiyesi, New York Polisi, New York ve New Jersey liman idaresi, bina çalışanları, binada kalanlar, neredeyse tahmin edilemeyecek, 102 dakikadan fazla süren bu şiddetli olayın etkisiyle başa çıkmak için ellerinden gelenin en iyisini yaptılar. Kazazedelerin tamamı, çarpmanın olduğu bölgede ve onun da yukarısındaki bölgede bulunuyordu ve hayatlarını kurtarmaya çalıştıkları için tehlikeye girenler arasında kazazede oranı oldukça yüksekti. Felaket hazırlıklarının zayıf olmasına, olayın bütünlüklü olarak kontrolü konusunda başarısız kalınmasına ve ilgili servisler arasındaki iletişim kopukluğuna rağmen, çarpma bölgesinin altında çalışan binlerce sivilin hepsi değil ama yaklaşık yüzde biri acil müdahale ekiplerinin yardımıyla kurtuldu. Pentagon’da, komuta ve kontrol problemlerine rağmen, acil müdahale çoğunlukla sonuç verici oldu. Olay Kontrol Sistemi, (National Capital Region’da acil müdahele için hazırlanan yönetim birimi) yerel, eyalet ve federal yargı yetkilerinin yarattığı doğal karışıklığın üstesinden geldi. Operasyonel Fırsatlar Çok da emin olmadan karar vermenin yararı ve handikapıyla yazıyoruz. Belirsizlik şartlarında ve çok az kontrol edebildikleri anlarda seçim yapmış olan insanlara haksızlık yapma riskini dikkate alıyoruz. Bununla birlikte, planın belli zayıflıkları ve onu bozma fırsatı vardı. Operasyonel hatalar, -örgütler ve o anın sistemleri tarafından sömürülmeyecek ya da sömürülemeyecek fırsatlar- şunları içeriyor: -Geleceğin uçak korsanları Hazmi ve Mihdhar’ı izlememek, Bangkok’a gittikten sonra onları takip etmemek, geleceğin korsanının ABD vizesi ya da yoldaşının ABD seyahati hakkında FBI’yı haberdar etmemek, -Destroyer saldırısında Mihdhar’la bağlantılı kişilerle ilgili bilgileri paylaşmamak, -Mihdhar ve Hazmi’yi ABD’de bulmak için zamanında adım atmamak, -Terörist bir eylem maksadı ile uçuş kursuna ilgi duyduğu belirlenen Zakarias Moussaoui’nin tutuklanmasını, artan saldırı işaretlerine bağlamamak, -Vize başvurularındaki sahtekârlığı anlamamak, -Hileli yollarla alınan pasaportları farketmemek, -Terörist takibinden gelen isimleri ekleyerek uçuş yasağı listesini genişletmemek, -Bilgisayarlı CAPPS görüntüleme sistemiyle belirlenen uçak yolcularını araştırmamak, -Pilot kabini kapılarını sağlamlaştırmak ya da intihar eylemleri olasılığına hazırlanmak için gerekli diğer tedbirleri almamak. GENEL BULGULAR Plan yapanlar esnek ve becerikli olduğu sürece biz hangi adımın veya adımların onları yenilgiye uğratıp uğratmayacağını bilemeyiz. Güvenle söyleyebileceğimiz şey, ABD hükümetinin 1998’den 2001’e kadar El-Kaide entrikasının gelişmesini geciktirecek veya rahatsız edecek ölçütlerden hiçbirini hayata geçirmediğidir. Hükümetin içinde hayal gücü, siyaset, kapasite ve yönetim zaafları vardı. Hayal Gücü En önemli zaaflardan biri hayal gücüdür. Liderlerin tehdidin boyutunu anladığına inanmıyoruz. Bin Ladin ve El-Kaide’den kaynaklanan terörist tehlike, halkın, medyanın ve hatta Kongre’nin ana tartışma konularından biri değildi. Aslında, bu tehdit ancak 2000 yılı Başkanlık seçimlerinde gündeme geldi. El-Kaide’nin yeni terörizm faaliyetleri, hazır olmadıkları bir anda ABD hükümet kurumlarını mücadeleyle tanıştırdı. Üst düzey memurların bize söylediklerinden anlaşılan; tehlikeyi anlamışlardı fakat bunun ABD’nin daha önce karşılaşmadığı, radikal yeni bir terörist tehdit veya ABD’nin on yıllardır yaşadığı olağan bir terörist tehdit olup olmadığı hakkında şüpheleri vardı. 4 Eylül 2001’de, kontr-terörizm politikaları kordinasyonundan sorumlu Beyaz Saray yetkilisi Richard Clarke, hükümetin şu soruya henüz bir cevap bulmadığını iddia ediyordu: “El-Kaide büyük bir mesele mi?” Cevabı bir hafta sonra geldi. Politika Terörizm, Clinton yönetiminde veya 11 Eylül öncesi Bush yönetimindeki ABD hükümetinde umursanmayan bir ulusal güvenlik meselesi değildi. Politik karşı çıkışlar bu hayal gücü zaafına bağlandı. Hem Bush hem de Clinton yönetimindeki personel, 11 Eylül öncesi ABD’nin Afganistan’a düzenlediği saldırının pratik olarak olanaksız olduğunu düşünüyorlardı. Kapasite 11 Eylül öncesi, ABD El-Kaide problemini Soğuk Savaş’ın son aşamalarında kullandığı kapasiteyle ve hazır bulunan yan etkileriyle çözmeyi denedi. Bu yetenekleri genişletmek veya reforme etmek için çok az şey yapıldı. CIA’nın kendi personeliyle paramiliter operasyonları yönetme kapasitesi çok düşüktü ve 11 Eylül öncesi bu kapasiteyi genişletmek için çaba harcanmadı. CIA, aynı zamanda insan kaynaklarından istihbarat toplama yeteneğini de geliştirmeliydi. 11 Eylül öncesi Savunma Bakanlığı’nın El-Kaide’ye karşı koyma misyonuyla tam olarak donandığı ve belki de ABD’yi tehdit eden en tehlikeli dış düşmanın El-Kaide olduğu fikri üzerinde düşündüğü söylenemez. Amerika vatan koruyucuları yüzlerini dışarıya döndüler. NORAD’ın ancak kendisine yeten alarm üsleri vardı. Arada sırada Amerikan hedeflerine yönlendirilmiş uçak kaçırma tehlikeleri üzerine senaryolar planlıyordu fakat bunlar sadece denizaşırı ülkelerden gelen uçaklar üzerine planlardı. İstihbarat yeteneklerindeki en ciddi zayıflık, yerel alandaydı. FBI, ulusal öncelikler sahasında servislerin kolektif bilgileriyle bağlantı kurma yeteneğinden yoksundu. Diğer yerel servisler işleri FBI’ya bıraktılar. FAA kapasitesi zayıftı. Herhangi bir ciddi intihar uçağı olasılığı sınavında, uçuş listeleri de yoksa, aşağıda belirtilen değişiklikler, öfkeli bakışlarını size yönelten savunmasız insanların saptanmasını sağlayabilir; CAPPS görüntüleme sistemiyle yolcuların kimliklerinin araştırılması, federal eskortların yerel bölgelerde konuşlandırılması, pilot kabininin kapısının sağlamlaştırılması, hava mürettebatının beklediklerinin dışında, farklı türde bir uçak kaçırma olasılığına karşı alarma geçirilmesi... FAA, geçmişte yaşanan deneyimlerden farklı tehditlerin raporlarını almakta ne kendi çalışmasını düzenledi ne de NORAD’la uyumlu bir çalışma sergiledi. Yönetim 11 Eylül entrikasını engellemek için kaçırılan fırsatlar aynı zamanda, hükümetin 21. yy.’ın yeni mücadelelerinin problemlerini yönetmekte kullandığı yola uyum göstermekteki büyük yeteneksizliğin de bulgularıdır. Eylem personeli, hükümete El-Kaide’yle ilgili bütün bilgileri sunmalıydı. Yönetimin, servisler arasında, (yerel-yabancı servisler arasında da) istihbaratın paylaşıldığından ve görevlerin net bir şekilde saptandığından emin olması gerekirdi. Aynı zamanda, ayrılmış kaynaklar ve öncelikler oluşturan önemli liderlerin yaptığı gibi, daha geniş yönetim talimatları da vardır. Örnek olarak, 4 Aralık 1998’de Başkan Tenet’in bazı CIA personeli ve CIA Başkanlığı’nın Toplum Yönetimi için yayınladığı yönetmelik, şunu vurguluyor: “Savaştayız. Bu çabada ne CIA içinde ne de toplumda hiçbir insanın veya kaynağın boşa kullanılmasını istemiyorum.” Memorandumun CIA’yı veya istihbarat camiasını seferber etmekte çok az etkisi oldu. Bu olay, CIA Başkanı’nın Savunma Bakanlığı’nın içindeki servisler de dahil olmak üzere istihbarat camiasını yönlendirmekteki otoritesinin sınırlarını göstermektedir. ABD hükümeti, CIA, FBI, Devlet Bakanlığı, Ordu ve iç güvenlikte çalışan servisler kadar çeşitli bağımsız kurumları kapsayan operasyonlara katmak için sorumlulukları paylaştırma, istihbaratı bir yerde toplama ve planlamayı yönlendirmede kullanma yolunu bulmadı. ÖZEL BULGULAR Başarısız Diplomasi Şubat 1997’de başlayan ve 11 Eylül 2001’e kadar devam eden süreçte, ABD hükümeti, Afganistan’daki Taliban rejimini, El-Kaide için bir sığınak olmasını durdurması ve Bin Ladin’in adalet karşısına çıkarılacağı bir ülkeye gönderilmesi için ikna etmek amacıyla diplomatik baskı kurmayı denedi. Bu çabalar, uyarı ve yaptırımları da içeriyordu ama hepsi başarısız oldular. ABD hükümeti ayrıca, iki başarılı Pakistan hükümetinden de Taliban’dan Bin Ladin ve örgütüne sığınak sağlamayı durdurmasını istemesi ve Taliban’a desteğini kesmesi için baskı uyguladı. 11 Eylül öncesi ABD, Pakistan’ın Taliban’la olan köktendinci ilişkilerini yeniden düşünmesine ikna etmek için gereken dürtü ve baskı karışımını bir türlü bulamadı. 1999’dan 2001’in başlarına kadar ABD, Taliban’ın sadece dış dünyaya seyahat ve mali çıkış yerlerinden biri olan Birleşik Arap Emirlikleri’ne, bağlarını koparması ve özellikle de Afganistan’la olan hava ulaşımı üzerinde uygulaması gereken yaptırımlar için baskı uyguladı. Bu çabalar 11 Eylül öncesi çok az başarı sağladı. Suudi Arabistan, İslâmi aşırılıkla mücadele etmekte problemli bir müttefik oldu. 11 Eylül öncesi, Suudi Arabistan ve ABD hükümetleri, istihbarat bilgilerini tam olarak paylaşmadılar ve El-Kaide örgütünün mali kaynaklarının izini sürmek ve dağıtmak için yeterli ortak çabayı geliştiremediler. Diğer yandan, en üst düzeydeki Suudi Arabistan hükümet yetkilileri, Bin Ladin problemini diplomasiyle çözmek için temel başlangıçlar konusunda ABD’li yetkililerle yakın bir çalışma sürdürdüler. Askeri Seçeneksizlik Siyasetçilerin taleplerine yanıt olarak, Mayıs 1998’den bu yana ordu, Bin Ladin ve örgütüne saldırmak için sınırlı vuruş seçenekleri düzeninde hazırlandı. Ordu, siyasetçilere brifing verdiğinde, bu vuruş seçeneğinin artı ve eksilerini, düşünülen risklerini de sundular. Siyasetçiler, sunulan bu seçenekler karşısında hayal kırıklıklarını ifade ettiler. 20 Ağustos 1998’i müteakiben, Afganistan ve Sudan’daki El-Kaide hedeflerine düzenlenen füze saldırıları, hem kıdemli askeri personelin hem de siyasetçilerin, Bin Ladin ve örgütüne karşı askeri harekatı başlatmaya karar vermek veya tavsiyede bulunmak için kilit rol oynayan etkili istihbarat üzerinde önemle durmalarını sağladı. Kaydadeğer paralel hasarları riske atmak istemediler ve Bin Ladin’in güçlü görünmesini sağlayıp ABD’yi güçsüz gösterecek olan Bin Ladin’i ıskalamak seçeneğini istemediler. 1998-1999’da üç spesifik olayda istihbarat, Bin Ladin’i öldürmek için olası vuruşlar üzerine plan yapma yetkisi için yeterince güvenilir zannedildi. Fakat her olayda, vuruşlar daha ileri gidemedi, çünkü kıdemli siyasetçiler, risklerinin değerlendirmesini dengelemek için yeterince etkili bir şey olarak istihbaratı önemsemediler. Merkezi İstihbarat’ın Başkanı, siyasetçiler ve askeri yetkililer, etkili istihbarat eksikliğinden dolayı yaşadıkları hayal kırıklığını ifade ettiler. Pentagon’un içindeki, özel kuvvetler ve kontr-terör politikaları bürosundakiler de dahil olmak üzere kimi yetkililer de askeri harekat eksikliğinden dolayı yaşadıkları hayal kırıklığını ifade ettiler. Bush yönetimi, 2001’de El-Kaide üzerine yeni politikalar geliştirmeye başladı fakat askeri planlar 11 Eylül’e kadar değişmedi. İstihbarat Camiası İçindeki Problemler İstihbarat camiası, uluslararası terörizm olgusu hakkında bilgi toplamak ve bunu çözümlemek için 1990’lardan 11 Eylül’e kadar bir mücadele yürüttüler. Ezici çoğunluktaki öncelikler kombinasyonu, değişmez bütçeler, modası geçmiş bir yapı ve bürokratik rekabet, bu yeni mücadeleye yetersiz bir yanıt olarak sonuç verdi. Kendini işine adayan pek çok görevli, El-Kaide’ye ait gittikçe gelişen kanıtları biraraya getirmek ve tehditleri anlayabilmek için gece gündüz çalıştı. Bin Ladin ve gittikçe büyüyen örgütü El-Kaide hakkında pek çok rapor olmasına rağmen, istihbarat camiasının ne bildiği ve bunun ne anlama geldiği hakkında anlaşılabilir bir görünüş yok. 1995 ve 11 Eylül arasında terörizm üzerine bir Ulusal İstihbarat Değerlendirmesi yoktu. 11 Eylül öncesi hiçbir servis El-Kaide’ye saldırmak için CIA’dan daha fazla bir şey yapmadı. Fakat, CIA’nın dışarıdaki terörist faaliyetleri dağıtmayı başaracak ve Bin Ladin ve Afganistan’daki kurmaylarını yakalamayı deneyecek vekiller kullanmasının sınırları var. CIA yetkilileri bu sınırlamaların farkındalar. Basitçe ortaya koymak gerekirse, gizli faaliyet gümüş bir kurşun değildir. Bu faaliyet, Afganistan’daki vekilleri çalıştırmak, çeşitli yetenekleri yaratabilmek ve eğer kendine bir fırsat yaratabilirse CIA’nın bunu kullanabilmesi için önem taşıyordu. Fakat üç yıldan uzun bir süredir, hem Clinton’un son dönemleri hem de Bush’un ilk günlerinde, CIA bu vekil güçlere bel bağladı ve bir sonuç alınamayınca CIA’nın içindeki Kontr-Terörist Merkezi ve Ulusal Güvenlik Konseyi yetkililerinde gittikçe büyüyen bir hayal kırıklığı ortaya çıktı. Predator’un geliştirilmesi ve Kuzey İttifakı’na verilen destek bu hayal kırıklığının ürünüdür. FBI’daki Problemler 1993’teki Dünya Ticaret Merkezi’ne düzenlenen ilk saldırıdan bu yana Washington ve New York’taki FBI ve Adalet Bakanlığı yöneticileri, hem içerde hem de dışardaki ABD çıkarlarını terörizm tehdidi altında tutan İslâmcı aşırı uçlar hakkında daha çok endişelenmeye başladılar. 1990’larda FBI’nın uluslararası terör örgütlerine karşı yürüttüğü kontr-terör çabaları, hem istihbaratı hem de suçlu araştırmalarını içeriyordu. FBI’nın bu araştırmalara yaklaşımı; duruma özel, merkezileşmemiş ve kovuşturma yönünde idi. Kaydadeğer FBI kaynakları, farklı kovuşturmalarla sonuçlanan başlıca terörist saldırıların olay sonrası araştırmasına adandı. FBI, bu tip saldırıları engellemek için kapasitesini güçlendirmeyi amaçlayan çeşitli reform çabalarına girişti fakat bu reform çabaları örgüt çapında yapısal değişimi tamamlamakta başarısız oldu. 11 Eylül 2001’de FBI, etkili bir koruyucu kontr-terör stratejisi için bazı alanlarda kritik bir şekilde kısıtlandı. O işe yarayan kontr-terör maddeleri, sınırlı istihbarat bilgisine, stratejik analiz yeteneğine, hem iç hem dış bilgileri paylaşmaktaki sınırlı kapasitesine, yetersiz eğitime, bilgileri paylaşmanın önünde görünen yasal engellere ve yetersiz kaynaklara rağmen yine işe yaradı. Geçişli Sınırlar ve Göç Kontrolleri İstihbarat ve yasal yaptırımların El-Kaide’nin seyahat zaaflarını kullanması için fırsatlar mevcuttu. 11 Eylül uçak korsanları toplu bir şekilde ele alınırsa; *Hepsi gözlem altında tutulabilecek, tanınan El-Kaide militanlarıdır; *Sundukları pasaportlar hileli yollarla elde edilmiştir; *Sundukları pasaportlar aşırılık için şüphe uyandıran bir göstergedir; *Vize başvurularında farkedilebilecek yanlış ifadelerde bulundular; *ABD’ye giriş hakkı için sınır yetkililerine yanlış ifadelerde bulundular; *ABD’deyken göçmenlik yasalarını ihlal ettiler. Ne Devlet Bakanlığı konsolosluk yetkileri ne de Göçmenlik ve Etkisizleştirme Servisi müfettişleri ve ajanları, ulusal kontr-terör çabalarında tam bir ortaklık olduğunu düşündüler. 11 Eylül’den önce sınırları korumak bir ulusal güvenlik problemi değildi. Geçişli Hava Güvenliği Hava korsanları, hava güvenlik sisteminde herkes tarafından bulunabilecek materyallerle çalıştılar ve bir silahtan daha az metal içeren ve izin verilebilir aletler kullandılar. Hava korsanlarının ikisinin ABD TIPOFF terörist arananlar listesinde olmasına rağmen, FAA TIPOFF verilerini kullanmadı. Hava korsanları sadece bir güvenlik alanını aşmak zorundaydılar; güvenlik kontrol noktası gidişi. Bazı hava korsanlarının CAPPS sistemiyle daha fazla görüntülenmek için seçilmesine rağmen, bu, sadece kontrol edilen bagajlarının daha fazla incelenmesine sebep oldu. Uçağa bindikleri zaman da, uçak kaçırma olaylarına karşı eğitilmemiş bir uçak personeliyle karşılaştılar. Maliye 11 Eylül saldırılarını gerçekleştirmek $400.000 ila $500.000 arasında bir fiyata mal oldu. Eylemciler ABD’de $270.000’den fazla para harcadılar. Pasaport ve vize almak için yapılan yolculuklar, ABD’ye yolculuk, eylem lideri ve ABD dışındaki destekçilerin harcamaları ve en sonunda eyleme katılmayan, hava korsanı olması için seçilen insanların harcamaları gibi ek masraflar da vardı. Entrika, büyük oranda ABD’deki bankaları kullandı. Hava korsanları, pasaportlarını ve kimlik dökümanlarını kullanarak kendi isimleriylenı ve kimlik dökümanlarını kullanarak kendi isimleriyle hesap açtılar. Dünyada her gün milyarlarca dolarlık akış yaşanırken onların işlemleri aslında dikkate değer işlemler değildi. 11 Eylül saldırıları için kullanılan paranın kaynağının belirlenmediğini belirtmek lazım. El-Kaide’nin pek çok fon kaynağı var ve 11 Eylül öncesi yıllık bütçesi 30 milyon dolar olarak tahmin ediliyor. Eğer fon kaynaklarından bir kısmı kurursa, El-Kaide saldırıları finanse etmek için yeterli parayı herhangi bir yerden kolaylıkla bulabilir. Alelacele Yurt Savunması Ulusal hava sahasının sivil ve askeri koruyucuları -FAA ve NORAD- kendilerine yönelik saldırılara karşı hazırlıksızdılar. Bu hazırlıksızlıkla, eşi görülmemiş bir mücadeleye karşı etkili bir vatan savunması yapmaya çalıştılar ve başarısız oldular. O sabah yaşanan olaylar, operasyonel personelin gözden düşmesi gibi bir sonuç yaratmadı. NORAD’ın Kuzeydoğu Hava Savunma Bölgesi personeli bilgiye ulaşamadı ve ulaşabildikleri bilgiye dayanarak verebilecekleri en iyi kararları verdiler. Tek tek FAA kontrolcüleri, kapasite yöneticileri, kumanda merkezi yöneticileri ulusal çapta bir alarm vermekte, yerel trafiği durdurmakta, ulusal çapta tüm uçaklara yere inin talimatını vermekte ve benzeri görülmemiş düzeni kusursuz bir şekilde idare etmekte oldukça çevik ve yaratıcı davrandılar. Daha kıdemli düzeylerde, iletişim zayıftı. Kıdemli askeri ve FAA yöneticileri birbirleriyle etkili bir iletişim kuramadılar. Kumanda zinciri iyi işlemedi. Başkan kimi kıdemli görevlilere ulaşamadı. Savunma Bakanı, sabah yaşanan kilit olaylar sona ermeden kumanda zincirine dahil olamadı. Ulusal Hava Muhafızı birlikleri, Başkan’ın, NORAD’ın ve Ulusal Askeri Kumanda Merkezi’nin bilgisi dışında, farklı kurallarla sınırlandıkları için aralarında çekişmeler yaşandı. Acil Karşılık Siviller, itfaiyeciler, polis memurları, ilk yardım teknisyenleri ve acil yönetim profesyonelleri sağlam bir kararlılık gösterdiler ve 11 Eylül’deki dehşet verici, ezici koşullara rağmen problemleri çözdüler. Onların davranışları hayat kurtardı ve bir ulusa ilham verdi. New York’taki etkili karar alma mekanizması, kumanda ve kontrolde ve iç iletişimdeki problemlerle engellendi. New York İtfaiye Müdürlüğü içinde, bu, bazı sebeplerden dolayı doğrudur: olayın büyüklüğü beklenmedik orandaydı; komutanlar birlikleriyle iletişim kurmada problemler yaşadılar; şefleri tarafından yönetilselerdi olay yerine daha fazla birlik sevkedilebilirdi; bazı birlikler kendiliğinden sevk oldu; birlikler Dünya Ticaret Merkezi’ne ulaştıkları zaman ne koordine edildiler ne de verimli bir şekilde kullanılabildiler. Liman Müdürlüğü’nün karşılık vermesi hem standart çalışma prosedürlerinin olmaması hem de bir olaya karşılık verirken ortak tavır sergilemeyi sağlayacak çeşitle talimatları olanaklı kılacak telsiz tertibatının olmayışı nedeniyle zorluklar yaşadı. New York Emniyet Müdürlüğü, kalabalıkların kontrolünü gerektiren büyük olaylar için binlerce memurunu teçhizatlandıran bir mazisi olduğu için teknik bir telsiz tertibatına sahipti ve tutanaklar 11 Eylül büyüklüğündeki bir olaya kolaylıkla uygulanabildi. Kongre Kongre, tıpkı yürütme organı gibi, ulusal güvenliğimizi tehdit eden uluslararası terörizmin tırmanmasına yavaş karşılık verdi. Yasama organı çok az uyum gösterebildi ve değişen tehditleri dile getirmek için kendisini yeniden yapılandırmadı. Terörizme olan ilgisi, bölümseldi ve farklı komiteler arasında paylaştırılmıştı. Kongre, terörizmle ilgilenen yürütme organı kurumlarına çok fazla yol göstermedi, tehditle yüzyüze gelmeleri yolunda kaydadeğer bir reform yapmadı ve 11 Eylül sonrası kötü etkileri ortaya çıkan yerel ajanlar ve ulusal güvenlikle ilgili pek çok problemi çözmeye çalışmak, tanımlamak ve dile getirmekte sağlam bir yönetim sergiledi. Bu yönetim geçerli kongre kuralları ve çözümleriyle alttan alta çürütüldüğü sürece, Amerikan halkının ihtiyaç duyduğu ve istediği güvenliğin sağlanamayacağına inandık. ABD’nin Amerikan ulusal istihbarat servislerine yönetim, destek ve liderlik sağlayabilmesi için güçlü, kalıcı ve yetenekli bir kongre komite yapısına ihtiyaç var. Daha mı Güvendeyiz? 11 Eylül’den bu yana ABD ve müttefikleri El-Kaide önderliğinin büyük kısmını öldürdü veya ele geçirdi; El-Kaide’ye Afganistan’da sığınma hakkı veren Taliban’ı başsız bıraktı ve örgüte acımasız zararlar verdi. Yine de teröristlerin saldırıları devam ediyor. Saldırıları engellemiş olsak da hemen hemen herkes geri geleceklerini düşünüyor. Bu nasıl olabilir? Sorun, El-Kaide’nin sınırlı bir grup insanı değil, ideolojik bir hareketi temsil etmesi. Çok uzun süre yönetemese de başlatıyor ve ilham veriyor. Bu yolla, kendisini merkezi bir yapı olmaktan kurtarıyor. Ladin, kaçaklarla büyük saldırılar örgütlemek sorunuyla kısıtlanmış olabilir. Yine de onu öldürmek veya ele geçirmek, çok önemli olsa da, terörü durdurmayacaktır. Onun mesajından esinlenen yeni bir teröristler kuşağı gelecektir. 11 Eylül’den bu yana El-Kaide’ye karşı yürüttüğümüz saldırıların ve vatanı korumak için geliştirdiğimiz savunma faaliyetlerinin bizi bugün daha güvende yaptığına inanıyoruz. Fakat güvende değiliz. Bu nedenle, Amerika’yı daha güvenli ve daha kendinden emin bir hale getirmek için aşağıdaki tavsiyeleri yerine getirmeliyiz. Tavsİyeler 9 Eylül’den 3 yıl sonra, ulusumuzu bu yeni dönemde nasıl koruyacağımıza ilişkin tartışma yurt çapında devam ediyor. Tavsiyelerimizi iki temel bölüme ayırıyoruz: Ne yapmalı ve nasıl yapmalı. Ne yapmali? Küresel Stratejİ Düşman sadece “terörizm” değil. İslâm içinde bir azınlığın siyaseti dinden ayırmayan ve böylece ikisini birden çarpıtan hoşgörüsüzlük geleneğinin ürünü Bin Ladin ve diğerlerinin yarattığı İslâmcı terörizm tehdidi. Düşmanımız dünya çapında bir inanç sistemi olan İslâm’ın kendisi değil, İslâm’dan sapanlardır. Düşmanımız El Kaide’nin de ötesinde, diğer terörist grupları ve şiddeti yaygınlaştıran ve El Kaide’den etkilenen radikal ideolojik hareket. Dolayısıyla stratejimiz amacımıza ulaşmak için iki boyutlu olmalıdır: El Kaide ağını parçalamak ve uzun vadede, İslâmcı terörizme neden olan ideolojiyi alt etmek. 11 Eylül sonrası çabalarımızın ilk aşaması doğru olarak Taliban’ı devirmek ve El Kaide’nin peşine düşmek için düzenlenen askeri operasyondu. Bu aşama devam ediyor. Ancak uzun vadeli bir başarı için ulusal gücümüzün tüm unsurlarını kullanmamız gerekir: Diplomasi, istihbarat, gizli operasyonlar, hukuki zorlamalar, ekonomik politikalar, dış yardım, kamuoyu oluşturma ve yurt savunması. Bu unsurlardan birini diğerlerine tercih etmek, ulusal çabamızı zayıflatacak, bizi savunmasız bırakacaktır. Amerikalılar Devletlerinden ne beklemelidir? Hedef sınırsız görünüyor: Dünyanın neresinde olursa olsun terörizmi yenmek. Ancak, Amerikalılar aynı zamanda en kötüsüne de hazırlar: Çok daha yıkıcı başka bir saldırı olabilir. Düşmanın biçimsiz tarifi belirsiz hedeflere yol açar. El Kaide ve diğer grupların dünya çapında yaygınlaştığı, kolayca uyum sağladığı, esnek olduğu, üst düzey örgütlenmeye çok ihtiyacı olmadığı ve her şeyi yapabileceği düşünülüyor. Sınırsız bir yok etme gücü izlenimi oluşmuş. Bu izlenim devletin başarılı olacağı beklentisini azaltıyor. Oldukça azaltıyor. Raporumuz yetenekli ve azimli bir komplocular grubunu gösteriyor. Yine de, bu grup, komplolara kapılan marjinal ve dengesiz kişiler yüzünden zayıf düşmüş durumda ve kırılgan. Düşman hatalar yaptı. Ancak ABD yönetimi bu hatalardan yararlanamadı. Hiçbir Başkan 11 Eylül gibi bir facianın tekrar yaşanmayacağına söz veremez. Ancak Amerikalıların gerçekçi hedefler, kararlı önderlik ve verimli organizasyon isteme hakkı vardır. Hedeflere ulaşılıp ulaşılmadığına karar verebilmek için yapılanların standardını seçtikleri temsilcilerin yardımıyla görme hakkına da sahiptir. Üç boyutlu bir strateji öneriyoruz: 1) teröristlere ve örgütlenmelerine saldırı 2) İslâmcı terörizmin sürekli gelişimini engelleme 3) Terörist saldırılara karşı hazırlık ve savunma. Teröristlere ve Örgütlenmelerine Saldırı -Sığınakları yok edilmeli. ABD Hükümeti bilinen-bilinmeyen tüm sığınakları tespit etmeli; bunların her biri için gerçekçi ülkesel ve bölgesel stratejiler oluşturmalı, ulusal gücümüzün tüm unsurlarını değerlendirmeli ve bize yardım edebilecek ülkelere ulaşmalıdır. -ABD’nin Pakistan ve Afganistan’ın geleceği için üstlendiği uzun vadeli sorumluluklar ve uluslararası yükümlülükler güçlendirilmelidir. -Suudi Arabistan’la yaşanan sorunlar açıkça halledilmeli ve iki ülkenin ortak düzeltme iradesiyle kendi vatandaşlarını da ikna edebileceği, petrolün ötesinde bir ilişki kurulmalıdır. İslâmcı Terörizmin Sürekli Gelişimini Engelleme Ekim 2003’te, Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, “Bir sonraki nesil teröristlerin durdurulması için bütünleşmiş geniş bir plan” için gerekenlerin yapılıp yapılmadığını sormuştu. Bu planın bir parçası olarak ABD Hükümeti, -Mesajını tanımlamalı ve manevi liderliğin dünyadaki örneği haline gelmelidir. Müslüman ailelere, Bin Ladin gibi teröristlerin çocuklarına vahşet ve ölüm görüntüleri dışında bir şey vaat edemeyeceğini anlatmalıdır. Amerika ve dostlarının bir avantajı vardır; bizim vizyonumuz daha iyi bir gelecek vaat etmektedir. -Dostumuz bile olsa, Müslüman ülkeler fırsat vermediğinde, hukukun üstünlüğünü tanımadığında, farklılıklara tahammül edemediğinde, ABD daha iyi bir gelecek için ortaya çıkmalıdır. -İslâm dünyasında Amerikan idealleri açıklanmalı ve savunulmalıdır. Öğrenciler ve hükümetdışı liderler de dahil olmak üzere daha fazla insana ulaşmak için kamuoyu oluşturma araçları daha güçlü kullanılmalıdır. Bu konuda en az Soğuk Savaş sırasında kapalı toplumlarla mücadele sırasında gösterdiğimiz kadar çaba göstermeliyiz. -Ekonomik açıklık ve eğitime destek gibi fırsatlar sunulmalıdır. -İslâmcı terörizme karşı ayrıntılı bir birleşik mücadele stratejisi oluşturulmalıdır. Koalisyon devletlerinin önde gelenleriyle bir esnek iletişim grubu oluşturulmalı ve yakalanan teröristlere nasıl muamele edileceği gibi konularda ortak bir koalisyon yaklaşımı belirlenmelidir. -Terörle mücadeleye paralel olarak kitle imha silahlarının yaygınlaşmasını engelleme görevine de gereken önem verilmelidir. -Teröristlerin para kaynaklarını kurutmak yerine, para istihbarat amacıyla takip edilmelidir. Böylece, teröristlerin örgütlenme ağı çözülebilir, teröristler yakalanabilir ve eylemleri önlenebilir. Terörist Saldırılara Karşı Hazırlık ve Savunma -Teröristlerin yolculukları hedef alınmalıdır. Teröristlerin yolculuklarının izlenmesinin terörizmin finansal kaynaklarını hedef alma kadar etkili bir güvenlik stratejisi olduğu 11 Eylül’de ortaya çıkmıştır. -Biyometrik tanımlama cihazlarıyla insanların görüntülenmesi konusunda ülkeler ve güvenlik birimleri arasında yaşanan sorunlar ortaya konmalıdır. Ortak sorunları çözecek ve genel standartları belirleyecek etraflı bir görüntüleme sistemi tasarlanmalıdır. Standartlar yaygınlaştıkça, bu azimli ve gerekli çabanın bir sonucu olarak, tehdit oluşturabileceklerin geçişini engelleme kabiliyeti dünya çapında artacaktır. -Nitelikli yolcuların geçişlerini de hızlandıracak bir biyometrik giriş-çıkış görüntüleme sistemi acilen tamamlanmalıdır. -Doğum sertifikası ve sürücü ehliyeti gibi kimlik belgelerinin baskı ve dağıtımlarında ortak bir standart oluşturulmalıdır. -Taşımacılık sistemimizin güvenliğinin ihmal edilmiş tarafları için strateji geliştirilmelidir. 11 Eylül’den beri, taşımacılık sektöründeki yıllık 5 milyar Dolarlık yurt çapındaki güvenlik harcamasının %90’ı havacılık alanına gitti. -Havacılık endüstrisindeki bilgisayarla profilleme sistemi üzerine tartışmaların “otomatik seçici” ve “uçuş yok” listelerinde yaşanan can alıcı gelişmeleri geciktirmesine izin verilmemelidir. Ayrıca kontrol noktası gözetlemesinin gelişmesine önem verilmelidir. -Yeni güvenlik sistemleriyle ilgili bilginin toplanıp paylaşılması ve özel hayatın ve diğer önemli hak ve özgürlüklerin korunması için gerekli ana noktalar, Başkan’ın önderliğinde, belirlenmelidir. -Devletin büyüyen gücünü koruyabilmek için yürütme bu gücün önemini göstermelidir. Yeni güvenlik sistemlerinin bilgi toplama ve paylaşma usullerinin uygulamasını izleyecek bir yönetim birimiyle bu gücün denetimi de sağlama alınmalıdır. -Olağanüstü durumların yaratacağı riskler ve zayıflıklara hazır olmak için bir federal fon kurulmalıdır. New York ile Washington D.C. listenin en başında yer almalıdır. Bu yardım fonunun kullanımı vergi gelirlerinin bölüşümüne veya her bölgenin kendi topladığı geliri harcaması uygulamasına dönüşmemelidir. -Güvenlik fonundan harcamaların “Olay Komuta Sistemi”ne uygun olarak yönetilebilmesi için bir kriz anında ekip çalışması özendirilmeli ve yerel yaklaşımlarla güçlendirilmelidir. Ülke altyapısının %85’i özel sektörün kontrolünde olduğu için, özel sektör de acil durumlara karşı hazırlanmalı, özel sektör için yeni standartlar belirlenmeli ve güvenlik konusunda kamuoyu daha fazla bilinçlendirilmelidir. NasIl YapmalI? DEVLET ÖRGÜTLENMESİNDE YENİ YÖNTEMLER Burada özet halinde sunulsa da önerdiğimiz strateji oldukça ayrıntılıdır. Uygulanması için ulusal güvenlik kurumlarının 50 yıl önceki Soğuk Savaşa göre düzenlenmiş yapısından daha iyi bir örgütlenmeye ihtiyaç vardır. Nesiller önce kurulmuş ve artık var olmayan bir dünya için oluşturulmuş bir sistemde yapılacak küçük değişiklikler yeterli olmayacaktır. Ayrıntılı önerilerimiz birbirine uyumludur. Amacımız net: ABD Devlet yapısında birleşik çaba oluşturmak. Yurtdışı görevde bulunan subayımızın deyimiyle: “Tek savaş, tek takım.” Terörle mücadelede çabaların birleştirilmesinden başlayarak, beş alanda “birleşik çaba” çağrısında bulunuyoruz: -Yurtiçi ve yurtdışındaki İslâmcı teröristlerle mücadele planlamaları ve stratejik istihbarat çalışmaları Ulusal Kontr-Terörizm Merkezi çatısı altında birleştirilmelidir. -Tüm istihbarat birimleri, yeni kurulacak Ulusal İstihbarat Başkanı başkanlığında birleştirilmelidir. -Terörle mücadelede yer alan pek çok birimin çabaları ve bilgi birikimleri, geleneksel bürokratik sınırlar ortadan kaldırılarak bir bilgi-iletişim ağıyla birleştirilmelidir. -Sorumluluk ve niteliğin geliştirilmesi için Kongre idaresi birleştirilmeli ve güçlendirilmelidir. -FBI ve yurt savunmasında görev alan birimler güçlendirilmelidir. Birleşik Çaba: Ulusal Kontr-Terörizm Merkezi Değişik kaynaklardan elde edilen stratejik istihbaratın müşterek operasyonel planlamayla - yurtiçi ve yurtdışı sahanın ikisini de kapsayacak şekilde- bütünleştirilmesinin önemi 11 Eylül olayında ortaya çıkmıştır. -11 Eylül’den sonra, müşterek çalışmada kimi gelişmeler yaşandı. Terörizmle savaşın gerektirdiği büyük enerji ve çaba, geleneksel istihbarat sınırlarının aşılmasını sağladı. Alışkanlıklar değişti. Ancak iletişim sorunları katlanarak arttı. Sadece Savunma Bakanlığı’nda öncelikli görevi terörizm olan üç birim bulunuyor: SOCOM, CENTCOM, NORTHCOM. -11 Eylül saldırılarıyla ilgili kamuoyuna yansıyan açıklama ve yorumlarda daha çok “kaçırılan fırsatlar” üzerinde duruldu. “Bilgi paylaşımı”, “noktaları birleştirmek” ve “gözlem listesi” problemleriyle nitelendirilen bu bakış açısı dardır. Hastalığın kendisi değil, hastalık belirtileri tanımlanmaktadır. -Yetkili birimlerdeki eski örgütlenme kalıplarını yıkarak, Ulusal Kontr-Terörizm Merkezi (National Counterterrorism Center-NCTC) kurulmasını öneriyoruz. Merkez, 1980’lerde ABD Ordusu tarafından geliştirilen operasyonel alanda istihbaratın birleştirilmesi konseptini sivil alana adapte etmelidir. -NCTC, halen faaliyet göstermekte olan Terörist Tehdit Entegrasyon Merkezi’nin (Terrorist Threat Integration Center) üstüne inşa edilecek ve TTEM ve devlet içindeki diğer terörle mücadele birimleri lağvedilecektir. NTC, tek yetkili bilgi bankası haline gelecektir. Bilgi toplama ve derleme işlevini yurtiçinde ve yurtdışında gerçekleştirecektir. -NCTC istihbarat birimlerini yönlendirmeli, planlamaların yürütülmesini denetlemeli ve operasyonel planlamanın bütünleşmesinden sorumlu olmalıdır. -Ulusal İstihbarat Başkanı’na karşı sorumlu olan ve rütbesi Bakanlık Şube Başkan Yardımcısı düzeyinde Senato onaylı bir subay tarafından yönetilen ve Başkan’ın Yürütme Organı’nda yer alan NCTC, planların uygulanmasını denetleyecektir. Ulusal Güvenlik, Savunma Bakanlığı, CIA ve FBI’nın kontr-terör birimlerinin yönetiminde ve bütçelerinde söz ve kontrol sahibi olacaktır. -NCTC, politika belirleyen bir birim olmamalıdır. Çalışmaları ve planlamaları Başkan’ın ve Ulusal Güvenlik Konseyi’nin belirlediği politikalar doğrultusunda gerçekleşmelidir. Birleşik Çaba: Ulusal İstihbarat Başkanı 11 Eylül’den çok uzun zaman önce -ve bugüne değin- istihbarat birimleri müşterek istihbarat çalışmasına uygun örgütlenmemiştir. İstihbarat paylaşımı ve yurtiçi ve yurtdışındaki uzmanların eğitimi yaygın standart ve uygulamalara uygun değildir. Ulusal istihbarat alanındaki büyük uzmanlığımız yönetimin bölünmesine neden olmuştur. Yapılar aşırı karmaşık ve aşırı gizlidir. -İstihbarat birimlerinin başının -CIA Başkanı- en azından üç görevi bulunmaktadır: CIA’yı yönetmek, 15 birimden oluşan konfederasyonun koordinasyonunu sağlamak ve Başkan’ın baş-istihbarat-yorumculuğunu yapmak. Hiç kimse bunların tümünü birden yapamaz. -Ulusal İstihbarat Başkanlığı oluşturulmalıdır. Başkanlığın iki ana görevi olmalıdır: 1) Nükleer silahlanma ve terörizm gibi ortak düşmanlarla mücadele eden tüm ulusal istihbarat merkezlerinin çalışmalarını izlemek. 2) Personel yetiştirme ve bilgi teknolojisi gibi alanlarda ortak standartlar belirleyerek ulusal istihbarat programına katkıda bulunan birimlere destek olmak. -Ulusal istihbarat merkezleri, istihbarat dünyasının birleşik kumanda merkezi olacaktır. Ulusal güvenlik örgütlenmesinde refom yaratan 1986 Goldwater-Nichols Kanunu’nun yarattığına benzer bir uzun vadeli etki yaşanacaktır. CIA, DIA, NSA ve FBI gibi kurumlar yeniden örgütlenecek, elemanları yetiştirilecek ve dünyanın en iyi istihbarat profesyonelleriyle güçlendirilecek ve istihbarat operasyonlarının yürütülmesinden sorumlu olacaklardır. -Ulusal İstihbarat Başkanı (UİB), Başkan’ın Yürütme Organı’nda yer almalı ve bizzat Başkan’a karşı sorumlu olmalı, ancak Senato tarafından onaylanmalıdır. (Teröre karşı ulusal istihbarat merkezini ve müşterek operasyon planlamasını yönetmek de dahil olmak üzere) Ulusal Kontr-Terör Merkezi’ni yönetmenin yanı sıra, UİB’nin üç yardımcısı olmalıdır: -Dış istihbarattan sorumlu (Aynı zamanda CIA’nın da Başkanı olacak UİB Yardımcısı) -Savunma istihbaratından sorumlu (Aynı zamanda Savunma Bakanı’nın istihbarattan sorumlu yardımcısı) -Yurtiçi istihbarattan sorumlu (Aynı zamanda FBI’da istihbarattan sorumlu başkan yardımcısı ya da Yurtiçi Güvenlik’te bilgi analiz ve altyapı korumasından sorumlu yardımcı) -UİB’e ulusal istihbarat için özel bütçe tahsis etmeli, kendi istihbarat yardımcılarını belirleme yetkisi olmalı ve istihbarat birimlerinin personel ve bilgi teknolojisi politikalarını belirleyebilmelidir. -CIA, gizli servislerinin bilgi toplama becerisini ve yorumcularının yeteneklerini güçlendirmeye yoğunlaşmalı ve böylece çekirdek kadrosu övünülecek noktaya gelmelidir. -Gizlilik; idareyi, sorumlulukları ve bilgi paylaşımını boğmaktadır. Ne yazık ki, mevcut örgütsel dürtüler aşırı-sınıflandırmayı özendirmektedir. Bu denge değişmelidir. Ve bir başlangıç olarak; kamuoyu, istihbarat bütçesinin toplam boyutu hakkında bilgilendirilmelidir. Birleşik Çaba: Bilgi Paylaşımı ABD Devleti’nin çok geniş bilgi kaynakları vardır. Ancak elindekini kullanma ve değerlendirmede oldukça zayıf kalmaktadır. “Bilme ihtiyacı” sistemi “Paylaşma ihtiyacı” sistemine dönüştürülmelidir. -Başkan, ulusal güvenlik kurumlarında bir bilgi devrimi gerçekleştirmek ve “anaçerçeve” sistemini “desantralize ağ” sistemine dönüştürmek için devlet çapında gayret göstermelidir. Engellerimiz teknolojik değildir. Devlet operasyonlarında “perde arkası”nda yaşanan hoş olmayan sorunlar konusunda pek çok görevliden yakınmalar gelmektedir. -Hiçbir birim problemlerini kendi başına çözemez. Ağ kurmak, eski bölünmeleri aşmayı ve görevlilerin yapabilip yapamayacağı şeyleri öğrenmeye yardım edecek politik ve yasal noktaların çözümünü gerektirir. Tekrar etmek gerekirse, bilgiyle ilgili yapılması gereken, çabaların birleştirilmesidir. Birleşik Çaba: Kongre Kongre, kendisini ve yürütme organlarını, ortaya çıkan terörist tehdite göre uyarlamada yetersiz kaldı. Kongre’nin istihbarat -ve kontr-terör- ile ilgili çalışmaları işlevsel değildir. Kongre ve yürütme, idareler arası geçişteki güvenlik risklerini en aza indirmek için daha çok çaba göstermelidir. -İstahbarat yönetimi için iki tercih öneriyoruz: Atom Enerjisi Ortak Komitesi gibi eski modelde bir müşterek komite ya da yetkili ve ilgili komiteleri birleştiren tek bir komite. Anafikrimiz değişmedi: İstihbarat komiteleri güçlendirilmedikçe idari görevlerini yerine getiremez ve bu nedenle o idare hakkında açık sorumluluğa sahip olur. -Kongre, yurtiçi güvenlik için tek bir idare ve yönetim anlayışına sahip olmalıdır. Her komisyonda, sürekli bir yurtiçi güvenlik komitesi bulunmalıdır. -Ayrıca ulusal güvenlik çalışanlarının yönetiminin başlangıcında, adaylıkları, mali raporları, güvenlik açıklığını, onaylama sürecini hızlandıracak reformlar öneriyor ve yeni başlayan yönetimlerin ihtiyacı olan bilgiye sahip olmasını sağlayacak adımların atılmasını istiyoruz. Birleşik Çaba: Amerika’nın Savunmasının ABD’de Örgütlenmesi Yurtiçi istihbarat ve kontr-terör görevinin geleceğiyle ilgili çeşitli önerilerde bulunduk. Yeni bir yurtiçi istihbarat kurumunu oluşturmak, istihbarat toplama ve toplanan istihbaratı değerlendirme sorunlarını çözmeyecektir. Biz yeni bir kurum yaratmayı önermiyoruz. -FBI’da; çalışmaya o kurumda başlamış; o kurumda yetişmiş, terfi etmiş ve uzun yıllar çalışmaya devam etmiş ve istihbarat ve ulusal güvenlik alanında uzmanlaşıp kurumsal kültürle yoğrulmuş ajanlardan, yorumculardan, dilbilimcilerden ve gözaltı uzmanlarından oluşan uzmanlaşmış ve bütünleşmiş yeni bir ulusal güvenlik gücü kurulmasını öneriyoruz. Bir kaç noktada sorular sorduk: Bizi yurdumuzda korumakla yükümlü olan kim? Amerika’nın ulusal savunmasının sorumluluğu birkaç kurum tarafından paylaşılmıştır: Savunma Bakanlığı, yeni kurulan Kuzey Komutanlığı ve Yurtiçi Güvenlik Şubesi. Bu kurumların rolleri, misyonları ve yetkileri arasındaki sınırlar belirgin olmalıdır. -Savunma Bakanlığı ve onun idare komiteleri Kuzey Komutanlığı’nın ülkemize yönelik askeri tehditlere karşı savunma strateji ve planlamalarının yeterliliğiyle ilgili görüşlerini sık sık beyan etmelidir. -Yurtiçi Güvenlik Şubesi ve onun idare komiteleri, devletin karşı karşıya bulunduğu tehditleri göğüslemeye hazır olmasını sağlamak ve devletin planlarının yeterliliğini saptamak için ne tür tehditlerle karşı karşıya bulunduğunu sık sık beyan etmelidir. *** Tüm Amerikalılara, 11 Eylül’de hepimizin neler hissettiğini -sadece müthiş korkuyu değil, nasıl bir millet olarak biraraya geldiğimizi de- hatırlamaya çağırıyoruz. Amaçlarda ve çabalarda birleşmek, bu düşmanı yenmemizi ve Amerika’yı çocuklarımız ve torunlarımız için çok daha güvenli bir yere dönüştürmemizi sağlayacaktır. Önerdiklerimiz hakkında kamuoyunu tartışmaya çağırıyoruz ve bu tartışmada bizim de oldukça güçlü bir şekilde yer alacağımızı duyuruyoruz. Kısaltmalar: ABD: Amerika Birleşik Devletleri CIA: Central Intelligence Agency (Merkezi Haberalma Teşkilatı) FBI: Federal Bureau of Investigation (Federal NORAD: North American Aerospace Defence Command (Kuzey Amerika Hava Savunma Komutanlığı) NCTC: National Counter Terrorism Center (Ulusal Kontr-Terör Merkezi) DIA: Defence Intelligence Agency (Savunma İstihbarat Teşkilatı) NSA: National Security Agency (Ulusal Güvenlik Teşkilatı) TTIC: Terrorist Threat Integration Center (Terörist Tehdit Entegrasyon Merkezi) FAA: Federal Aviation Administration (Federal Havacılık Kurumu) HŞM: Halid Şeyh Muhammed CENTCOM: Central American Command (Orta Amerika Komutanlığı) SOCOM: South American Command (Güney Amerika Komutanlığı) IV- Türk Basınında 11 Eylül Kuşkusu Ladin n’oldu? Melih Aşık Başkan Bush 17 Eylül 2001 tarihli basın toplantısında konuşuyor: -Size söyleyebileceğim tek şey şu: Usame bin Ladin baş şüphelidir... (...) daha önce de söylediğim gibi: ‘Aranıyor. Ölü ya da diri...’ Bush 28 Aralık’taki basın toplantısında konuşuyor: -Bu adam üç ay öncesine kadar belli bir ülkenin kontrolü altında olan biri... Şimdi bildiğimiz bir şey var ki, artık Afganistan’ın kanatları altında değil... 13 Mart 2002 tarihli basın toplantısı... Bir soru üzerine Bush konuşuyor: -Bu adam beni gerçekten bağlamıyor! *** Yukardaki bilgiler “The New American” Dergisi’nden alındı. Açıkça görüldüğü gibi Amerika artık Bin Ladin’in peşini bırakmıştır. Eğer 11 Eylül saldırılarını Bin Ladin düzenlediyse ve ABD buna inanıyorsa Bin Ladin’in peşini bırakır mıydı? Bin Ladin’in Avrupa ve ABD’deki militanları ve paraları yerinde durduğuna göre... ABD’nin Bin Ladin’den bugün düne göre daha fazla kuşkulanması ve sabotajlarından kaygılanması gerekmez miydi? Ne var ki ABD Bin Ladin’i unutmuş kafayı Irak’a takmıştır. Bin Ladin sanki ABD’nin Afganistan’a saldırması için yazılmış bir senaryonun kahramanıydı... Senaryo uygulandı. ABD Hazar petrollerinin çevresine yerleştikten sonra yalnız Bin Ladin’i değil onunla ilgili senaryoyu da unutuverdi. “Kod Adı Kılıçbalığı” adlı kitap elinize geçerse eski CIA ajanı Michael Ruppert’in görüşlerini okumanızı salık veririz... Ruppert, tamamen medyada yayınlanmış bilgi ve haberlerden yola çıkarak 11 Eylül saldırısının arkasında CIA’nın bulunduğunu söylüyor. İnternette “www.copvcia.com” adlı sitede de bu tezi destekleyen görüşler yer alıyor. İkiz Kuleleri Bin Ladin’in değil ABD derin devletinin vurduğuna ilişkin tezler giderek daha çok konuşuluyor. Mantık da o tarafı işaret ediyor... (Milliyet, 12 Nisan 2002) Eylül kuşkusu Melih Aşık Bugün 11 Eylül saldırısının ikinci yıldönümü. Aradan geçen iki yıla rağmen İkiz Kuleler ve Pentagon’a yapılan saldırılar hâlâ karanlıkta. ABD, saldırıların failinin Bin Ladin olduğuna ilişkin kanıtları iki hafta içinde açıklayacaktı. İki yıldır açıklamadı! Yüzlerce basit soru askıda... - 4 uçağın kara kutuları neden hâlâ ortada yok, kule kayıtları neden hâlâ açıklanmadı? - 19 uçak korsanının adları neden yolcu listesinde yoktu? Bu korsanların fotoğrafları iki gün içinde nereden bulunup yayınlandı? - Neden uçak korsanlarına yerden lojistik destek sağlayan bir tek kişi olsun yakalanamadı? Neden Bin Ladin ailesi alelacele ABD’den uzaklaştırıldı? Bu tür 500 cevapsız soruyu “www.resce.com” adresinde bulabilirsiniz. Sabotajın ABD’de derin devlet tarafından düzenlendiği, Bin Ladin’in olayda kullanıldığı, uçakların muhtemelen uzaktan kumanda ile İkiz Kulelere çarptırıldığı, amacın Amerikan halkını yeni savaşlara ikna etmek olduğu birer güçlü ihtimal olarak iki yıldır konuşuluyor. Teröre karşı savaş havasında gerçekleştirilen Afganistan ve Irak saldırılarının teröre değil, açıkça Amerikan petrol çıkarlarına yönelik oluşu da 11 Eylül’ün “ev yapımı” bir komplo olduğu düşüncesini güçlendiriyor. (Milliyet, 11 Eylül 2003) Bush-Bin Ladin ortaklığı Prof. Dr. Türkkaya Ataöv Her ikisi de Amerikan Başkanlığı koltuğuna oturmuş olan baba ve oğul Bush’larla 11 Eylül toplu cinayetinden sorumlu tutulan Usame’nin bin Ladin ailesi arasında savaşların getirdiği yüksek kâra dayalı çok yakın iş ilişkisi var. “Kara koyun” denen Usame’nin ailesinden “kopup gittiği” bir aldatmaca. Ayrıca bin Ladin’ler (ve binlerce kişilik Suudi krallık ailesi) birçok “kara ya da gri” koyunla dolu. İlk bakışta “olamaz!” gibi görünen bu bağlantının kanıtları var. İki aile de savaş kârlarının içindeki yerlerini koruyorlar. Irak’a müdahale tabii ki olacak. Böylece, Amerika’nın yıllardır koruduğu ve yakalamayı geçmişte reddettiği Usame de dahil olmak üzere, Afganistan olayı unutturulacak; ilgi Bush, bin Ladin ve çevrelerinin gelirlerini daha da arttıracak yeni savaşlarda odaklanacak. Beyaz Saray’ın ortaklarından bir silah şirketleri grubu Afganistan savaşından büyük kâr etti, şimdi de Irak’a müdahaleden yararlanma hazırlığında. Baba Bush, bin Ladin’lerle de sıkı parasal ilişkileri olan “Carlyle Grubu” adlı Amerikan müteahhitlerinin resmen başdanışmanıdır. Oğul Bush da 1994’te Teksas valisi olmadan önce aynı gruba bağlı Caterair’de pay sahibiydi. Yılda 75.000 dolar maaş alırdı; seçim harcamalarını da onlar karşıladı. Başkan Yardımcısı Dick Cheney Afganistan’dan gelecek petrol hatlarını tasarlayan Halilburton şirketinin son seçimlere değin en üst düzey yöneticisiydi. Baba Bush’tan başka, eski Devlet Sekreteri J. Baker ve eski Savunma Sekreteri F. Carlucci aynı silah holdinginde çalışıyorlar. Dördü de (ve yayım dünyası tekellerinden Forbes’in temsilcisi, eski Savunma Sekreteri C. Weinberger), Carlyle’da payları olan bin Ladin’leri Cidde’de en az ikişer kez gördüler. David Lazarus gibi “Bush ve bin Ladin aileleri Afganistan savaşından büyük kârlar edindiler” iddiasındaki gazeteciler yalnız değil. Yönetim içinde çürümüşlüğü hedef alan “Adil Gözetim” kuruluşu Bush-bin Ladin bağı üstünde ısrarlı. Başkanı L. Klayman diyor ki: “Kendi eski başkan olan Bush’un FBI’ın 11 Eylül saldırısından sorumlu tuttuğu çevreyle çok yakın ilişkileri olan bir grupla ortaklık yapması iğrenç bir gerçek” “Kamu Dürüstlüğü Merkezi” Müdürü C. Lewis’in sözleri de şöyle: “Carlyle yönetimle iç içe. Baba Bush oğlunun başkan olduğu şu sırada o özel şirketten gelir elde ediyor. Oğul Bush da babasının yatırımları ve görevi kanalıyla ama kendi Beyaz Saray kanallarıyla da kazanç sağlıyor. Sıradan Amerikalının bu bağlantılardan haberi yok.” Carlyle Grubu Carlyle Grubu’nun yatırımları 164 şirketi kapsıyor Amerikan dış politikasının daha da askerileşmesi, Bush’lar sayesinde en çok Carlyle’lara ve o yoldan iki aileye yaradı. Çelişki gibi ama değil! Çünkü ilk kez F. Hayek’in şirin görünsün diye “pazar ekonomisi” dediği kapitalizmin dayandığı ilke, ne yoldan olursa olsun, “kâr”dır -bu yol İkiz Kuleler’de 3.000, Afganistan’la Irak’ta yüzbinlerin ölümüne yol açsa da-. Bush -Carlyle-bin Ladin birlikteliğini bekleyen kanıtlar var. Carlyle’ın antetli ve 15 Şubat 2001 tarihli kâğıdında, eski Savunma Sekreterleri F. Carlucci ve W. Perry imzalı, şimdiki Savunma Sekreteri D. Rumsfeld’e yollanan resmi yazıda ve Rumsfeld’in 3 Nisan’daki yanıtında, Savunma Sekreterliği’nin yeni baştan kuruluşu konu ediliyor. 11 Eylül’den önce, FBI’a bin Ladin’lerin terörist bağlantılarını “inceleme dışı” bırakma emri verildi. 11 Eylül’den sonra binin üstünde “sempatizan” tutuklanırken, 11 Ladin üyesi uçakla S. Arabistan’a kaçırıldı. Cinayetlerden teröristlere parasal desteği kanıtlayan 14.000 belgeyle Suudi Arabistan dışına kaçan diplomatın bu kanıtlarına Amerika’da sahip çıkan olmadı. Bin Ladin’lerin terörist bağlantılarını araştırma da Bush’un emriyle durduruldu. Afganistan savaşından her iki aile de kazançlar sağladılar. Irak’ta da kârlarına yenileri eklenecek. (Cumhuriyet, 16 Ekim 2002) İçinden boru hattı geçen savaş Enis Berberoğlu 1991’de Bağdat’a bomba yağdıran baba George Bush’un Kuveyt ve Suudi petrolünü Saddam’ın tecavüzünden koruduğu inancı hâkimdi. ABD’nin sadece petrol için savaştığı tezine aykırı düşen iki istisna hali Balkanlarda Bosna ve Kosova’da sergilendi. Oğul Başkan George W. Bush’un kendisine özgü nezih ifadeyle tarif ettiği Afgan dağında gezen çoban mabadını hedef alan füzelerin hedefinde ekonomik çıkar var mı, savaş dumanları dağılırken herkesin tartıştığı soru bu. Kuşkucu Fransızların iki istihbarat uzmanına göre, ABD yönetimi 1995’te Afganistan’da iktidara gelen Taliban’la üç yıl süren boru hattı pazarlığı yürüttü. Ancak neredeyse sonuçlanan petrol ve doğalgaz anlaşması Usame bin Ladin’in 1998 yılında Kenya ve Tanzanya’daki ABD hedeflerine saldırması üzerine suya düştü. ABD, Afganistan’da artık düşman saydığı yönetimi devirmek için bahane ararken imdada 11 Eylül terör saldırıları yetişti. (Kaynak: Bin Laden, Yasak Gerçek, Jean Charles Brisard, Guillame Dasquie - alıntı Yeni Şafak gazetesi) *** ABD’nin 1991 yılında dağılan Sovyetlerin vârisi Rusya’yı Orta Asya petrollerinin hamisi tahtından indirmek için elinden geleni yaptığı malum. Azeri petrolünü Bakü- Ceyhan hattıyla Moskova’nın nüfuz bölgesi dışına taşımaya çalışması bu yüzden. Kazak petrolünü de bu hatta kaydırılabilirse geriye sadece Türkmenistan’daki zengin doğal gaz/petrol yataklarına uygun güzergâh bulmak kalıyor. Taliban macerasının hikmeti de burada yatıyor! Sovyet işgali ve takip eden iç savaş kaosunu sona erdiren Taliban ilk aşamada Washington’daki hazır şablona tam uyum gösterdi: Tıpkı Suudi Arabistan’daki Aramco gibi ABD ortaklığı bir petrol şirketi, boru hatları, tek lider (emir) ve şeriat yasaları. Açıkçası ABD’nin bu formüle itirazı yoktu. Öyle ki ABD’nin petrol devi Unocal Taliban liderlerini Houston’a davet etti, krallar gibi ağırladı, petrol ve doğalgaz ticaretinden yüzde 15 düzeyinde komisyon önerdi. Projeye göre Türkmenistan’ın Afganistan sınırındaki Devletabad bölgesindeki zengin yataklardan çıkan günde bir milyon varil petrol boru hattıyla Pakistan’ın Multan terminaline taşınacaktı. Petrol (ve ilerki aşamada doğalgazın) Pakistan üzerinden Hindistan’a satışı ve düşman kardeşlerin enerji köprüsü ile birleşmesi de diğer bir iddialı hedefti. 1271 kilometre uzunluğunda, 1.2 metre çapındaki boru hattının maliyeti 2-2.5 milyar dolar düzeyinde hesaplandı. Dolayısıyla Afgan geçişi 1) İran üzerinden Türkiye’ye ulaşacak 7 milyar dolar maliyetli alternatif hattan çok daha ucuzdu. 2) İran devre dışı kaldığı için daha güvenliydi. Taliban’ın ikna edilmesi zor olmadı. 1997 yılında Rusya, Türkmenistan, Pakistan, Afganistan ve Suudi Arabistan şirketleri arasında yeni boru hattının anlaşması imzalandı. Hattın inşası ABD’li Unocal şirketine verildi. Ancak 1998 yılında ittifakta çatlak belirdi. Önce Rusya projeden desteğini çekti. Ardından ABD’li şirket projeden vazgeçti. *** Savaşın ardından boru hattı projesi yeniden gündeme geldi. Hiç kuşkusuz Afganistan’ın yeniden imarında boru hattı gelirinin önemli rolü olacak. Sadece üç sene sürmesi beklenen inşaa aşamasında dahi işçilik gelirinden yılda 100 milyon dolar sağlanabilecek. Hat tamamlandığında dövizle hat kirası tahsil edilecek. Dahası bu hat Rusya’dan Hindistan’a kadar uzanan coğrafyadaki ülkelerin Afganistan’da istikrarın devamına çalışmaları için sigorta işlevi görecek. Peki Orta Asya boru hattı Kâbil’e asker yollayan Ankara için ne anlama geliyor? Öncelikle önce askeriyle ardınan şirketleriyle Afganistan’a yerleşen ABD’nin 1991’den bu yana Türkiye’ye yıkmaya çalıştığı Orta Asya Cumhuriyetleri’nin ağabeyi rolü artık değişti. ABD bizzat direksiyona geçti, Türkiye muavin konumuna düştü. İkinci olarak, Kafkasya ve özelinde Bakü-Ceyhan güzergâhını tehdit eden Çeçenistan’da Rus egemenliğinin ABD tarafından zımni kabulü silahların susmasına yol açtı. Ankara’nın Orta Asya hattı kadar önemli Bakü- Ceyhan projesi için koşulsuz ABD desteğini beklemek için her türlü haklı sebebi doğdu! (Radikal, 21 Şubat 2002) 11 Eylül’ün hâlâ yanıtsız soruları Aydın Engin 11 Eylül’den sonra ortaya binbir söylenti yayıldı. Gizli servislerin film senaryolarına taş çıkartan, senaristlere parmak ısırtan öyküler dilden dile dolaştı. Kimileri hemen sezilecek kadar budalacaydı. Söylendi, yayıldı ve unutulup gitti. Kimileri çok inandırıcıydı ama kanıtlanamadı. Onlar da unutulup gitti. Ama bir de kanıtlananlar ya da inkar edilemeyenler var. Bu yazıda okuyacağınız bütün olaylar kanıtlanmış ve de çok önemli olmalarına rağmen ilgili ve yetkili kişilerce yalanlanmamıştır. Madem 11 Eylül’den sonra “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dendi. Bari bu çorbada bizim de tuzumuz bulunsun. Şimdi sofraya buyrun. 2001 yılının 4 Temmuz’unda Usame Bin Ladin kronik böbrek hastalığından dolayı, Dubai’de Amerikan Hastanesi’ne yattı. Bölgedeki CIA istasyon şefi Bin Ladin’i hastanedeki özel suitinde ziyaret etti. O sırada Bin Ladin, ABD’nin Afrika’daki iki büyükelçiliğinin bombalanması ve USS Cole savaş gemisine düzenlenen saldırıdan dolayı aranmaktaydı. ABD’nin eski başkanı Bill Clinton tarafından yayınlanan bir belgeye göre Bin Ladin’in daha o dönemde yakalanması mümkündü. Oysa Bin Ladin’in 14 Temmuz 2001’de özel jetinde Dubai’den ayrılmasına izin verildi. 15 Temmuz’da da CIA İstasyon Şefi Washington’a döndü... Soru: En çok arananlar listesinde adı varken ve buluşma günlerinde Dubai açıklarında Amerikan deniz komandoları devriye gezmekte iken CIA yani ABD Bin Ladin’i neden yakalamadı? 6 Eylül gününden itibaren New York borsasında United Airlines’ın ve American Airlines’ın hisselerinde yüksek fiyattan olağanüstü satışlar başladı. İkiz Kuleler’e saldırı gününün arifesine kadar süren satışlar olağan haftaların tam %1200 üstünde. Bir başka yüksek fiyattan hisse satış işlemi uluslararası finans kurumları olan Merryll-Lynch ve Morgan Stanley’de görüldü. O hisselerin satışındaki olağandışılık da %600’ü buldu. 11 Eylül günü kaçırılan ve düşen uçaklar bu iki havayolu şirketine aitti. Keza Morgan Stanley ve MerryllLynch finans kurumlarının da İkiz Kuleler’de her biri 22’şer kata yayılmış merkezleri bulunuyordu. 11 Eylül’ün hemen ardından hem uçak şirketlerinin, hem iki finans kurumunun hisselerinde inanılmaz düşüşler oldu. United Airlines’ın satılan ve 11 Eylül’den bir kaç gün önce yüksek fiyata elden çıkarılan hisselerinin birçoğu 1996-1998 yılları arasında DeutscheAB Brown şirketi tarafından alınmıştı. O yıllarda Deutsche-AB Brown şirketinin başında A. B. Krongrad bulunuyordu. Krongrad 11 Eylül’de CIA’nın başındaydı. Bugün de başında. Nasıl yani? Sizce sorulacak bir şey kalmış mı? *** 11 Eylül’den tam bir ay önce, Ağustos 2001’de Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Rus Gizli İstihbarat Servisi’ne havaalanlarına, hükümet binalarına ve ABD’nin simgesi sayılan bazı binalara sivil uçaklarla gerçekleştirilecek kesin saldırılarla ilgili olarak ABD Yönetimi’ne “Derhal açık ve kesin bir dille” uyarması için emir verdi. Putin böyle bir emir verdiğini Eylül ayı sonunda Amerikan NBC Televizyonu’na doğruladı. Soru: İki olasılık var. Ya Rusya Gizli Servisi bu bilgiyi vermeyi unuttu, ya CIA Şefi aldığı bilgiyi masasında unuttu. Acaba hangisi doğru? 1 ve 10 Eylül günleri arasında İngiltere Arap Yarımadası’nda Pakistan’a en yakın noktası olan Amman’a “Hasat Harekâtı” çerçevesinde 25 bin askerini ve en büyük donanma filosunu konuşlandırdı. Aynı anda deniz komandolarını taşıyan iki ABD gemisi Arap Denizi’nde Pakistan sınırının hemen dışındaki bir bölgeye ulaştı. Yine aynı zamanda “Parlak Yıldız Harekatı” için Mısır’da bulunan 25 bin NATO askeri 17 bin ABD askeri daha katıldı. Tüm bu askeri güçler, ilk uçak Dünya Ticaret Merkezi’ne saldırmadan önce yerlerini aldılar. Soru: Bu olağandışı askeri yığınağın 11 Eylül’den 10 gün önce başlayıp bir gün önce tamamlanması bir raslantıdan ibaret değil mi? Bir soru daha. Afganistan’dan “Savaş bitti. Taliban iktidardan indirildi ve dağıldı. Peki Usame Bin Ladin’e ne oldu?” yani o hâlâ aranıyor mu? Son sorunun sorusu: Sahiden mi? (Cumhuriyet, 15 Ocak 2002) Amerika’ya kim saldırır? Emin Gürses Geleneksel intihar saldırılarının gelişmiş bir biçimi olarak adlandırılabilecek olan DTM ve Pentagon saldırılarının kaynağı araştırılıyor. ABD Dışişleri Bakanı General Colin Powell, her adımı ABD ve bazı müttefiklerinin istihbarat birimlerince sürekli takip edilen Bin Ladin’in her nasılsa bir numaralı şüpheli olduğunu açıkladı. Saldırı operasyonu uluslararası bir katılımla yapılmıştır. Bu nedenle tek bir hedef ortada yoktur. Bu operasyona Avrupa’da dünyanın değişik ülkelerinden gelen siyasi mülteciler olduğu kadar ABD’den de katılım olmuştur. CIA ve FBI içinde olduğu kadar Pentagon’da da istihbarat zaafları olmuştur. Çok merkezli bir gürünüm arz eden bu operasyonla Washington’u zor durumda bırakan merkez(ler) kafa karıştırmakta başarılı olmuşlardır. Fakat Washington’da gerçekler az çok görülmeye başlanmıştır. ABD Savunma Bakanı Rumsfeld’in bilgi sızdıranlara karşı etkili önlemler alınacağını belirtmesi bu operasyonu yapanlara içeriden yardım edildiğini göstermektedir. Washington’daki İleri Strateji Enstitüsü’nden Michael Wihbey de ABD güvenlik sistemine girildiğini ifade ediyor. İçeriden yardım almasalardı, insani istihbaratı başarısız olan CIA ve FBI’nın son derece gelişmiş elektronik istihbarat sistemine takılırlardı. General Wesley Clark bu saldırının ne kadar süredir planlandığını bilseydik önlem alırdık diyor. Beyaz Saray Basın Sözcüsü Fleischer’in Beyaz Saray’a ve başkanlık uçağına saldırı olacağı haberi aldıkları için Bush’un bölgeden uzaklaştırıldığını söylemesi Clark’ın ifadesinin ne kadar inandırıcı olduğu konusunda kuşku yaratıyor. ABD’de iç hat seferleri bizim dolmuşlardan farksız olan uçakları kaçırmak zor değildir, fakat asıl soru bu uçaklara aynı anda gruplar halinde nasıl binildiğidir. Burada, uçuş düzenlemeleri konusunda önceden çalışmaların ve hatta pratiklerin yapıldığı ve içeriden destek alındığı olasılığı akla geliyor. Pentagon, CIA, FBI ve Dışişleri birimleri ABD’ye gelebilecek olası bir salıdırının ABD dışından ve özellikle biyolojik ve kimyasal silahlarla yapılabileceğini düşünmekte ve buna göre politika belirlemekteydiler. General Colin Powell, 1993’te “Nükleer silahlar dahil hiçbir şey beni biyolojik silahlar kadar korkutmaz” diyordu. ABD içindeki terörist gruplar ise fazlaca ciddiye alınmamaktaydı. ABD Stratejik Enstitüsü’nün yayımladığı “Strategic Review” adlı dergide (Sonbahar 2000) John Train ABD’de özellikle yabancı teröristlerden şüphelenildiğini, fakat içeride yüzlerce terör grubu bulunduğunu, bazılarının içine FBI’nın sızmakta güçlük çektiğini belirtmektedir. ABD’de toplu halde intihar eden yüzlerce tarikat bulunduğu da bilinmektedir. Dünyanın diğer bölgelerinde de yüzlerce terör örgütü mevcuttur. Bunların içlerine istihbarat birimlerince büyük oranda sızılmıştır. Bunların faaliyetleri hakkında CIA’nın önemli oranda bilgilendirildiği aşikârdır. Asıl unutulan, Avrupa’daki örgütler arası ilişkiler hakkında bazı Avrupalı istihbarat birimlerinin kıskanç davrandıkları ve CIA’ya bazı bilgileri vermedikleri gerçeğidir. Zaaf devletler arası çıkar ilişkilerinin çatışmasından da doğmaktadır. Saldırıdan haberdar olan birilerinin tahribatın büyüklüğünü tahmin edemediği, bunu haber vermeyip saldırının getireceği kârın zararından çok olabileceğini hesap edebileceği olasılığı da dikkate alınmalıdır. Ulaslararası sistemde hegemonya sorunu yaşayan ABD’ye yeni bir nefes sağlar düşüncesinde olanlar bulunabilir. 1941 Pearl Harbor Baskını kararı 26 Kasım’da alınmıştı. Washington’da Başkan Roosevelt bir gün sonra bunun istihbaratını almıştı. Saldırı öncesi Pearl Harbor’daki en büyük uçak gemisi denize açılmış, saldırıdan 1.5 saat önce ise Washington, Tokyo’dan geçilen mesajların şifresini çözmüş ancak saldırı sonrası Pearl Harbor’a ulaştırılmıştı. Bu operasyondan sonra AB, Avrupa ordusu kurarak NATO’yu ve dolayısıyla ABD’yi Avrupa coğrafyasından silme çabasını askıya alacaktır. Washington’un 1949 tarihli NATO Anlaşması’nın 5. maddesini gerekçe göstererek yeni bir dayanışma sağlamaya çalışması NATO’nun ve ABD’nin genişleyen Avrupa’daki rolünün artmasının işaretlerini vermektedir. Washington iç kamuoyunu tatmin için bir düşman belirleyecektir. Asya’da gerginlik yaratılarak Hazar’ın doğusu kontrol altına alınmaya çalışılırken, Almanya ve Fransa üzerinde İran’la ilişkiler konusunda baskı arttırılacaktır. Ortadoğu’da Filistin yönetimi üzerinde radikal gruplar konusunda baskılar artırılacaktır. Bakû ve Tiflis’in ABD’den ve NATO’ dan üs talebi öne çıkarılacaktır. Bu arada teröre destek verdiği söylenen ülkeler ve diğer ABD karşıtı ülkeler üzerinde baskı artırılarak Washington’un bir türlü istediği gibi düzene sokamadığı uluslararası sisteme yeni bir şekil verilmeye çalışılacaktır. Fakat uluslararası sistemde adaletten uzaklaşıldığı ölçüde şiddetin arttığı ve bundan geçici dönemlerde yararlananların da zarar gördüğü artık kanıtlanmıştır. Bunu görebilenler kendilerine çekidüzen vereceklerdir. Diğerleri ise bir sonraki gelişmeden ders çıkarmak için bekleyeceklerdir. (Cumhuriyet, 15 Eylül 2001) “Evde”ki hesap, “çarşı”ya uymadı!.. Attilâ İlhan Hayli geniş ve kapsamlı görünse de, o korkunç olay sonrasındaki uluslararası izlenimlerimi, acaba şöyle toparlayabilir miyim? Tesbit/1: Birleşik Amerika’da, Liberal Sağ’ın ne diyeceği, adeta olaydan önce belliydi; Clinton Dönemi’nden ‘gayrı memnun’ Savaş Endüstrisi, ‘Dünya Hakimi ABD’ leitmotivi üzerine, Başkan Bush’a ‘Global Trend 2015’ diye bir program hazırlatmıştı.. ki, esası Çin/ABD sanal roket savaşındaki sonuca dayanıyordu: ABD yenik! Bu durumda, ‘savaşa elbet hazır olunacak’.. iyi de nasıl? Demokrat Sol’un bakışı, daha çok hippy’lerden müdevver ‘savaşma seviş’ espirisinin uzantısı; ‘terorizme lânet, ticarete öncelik!’; ama Başkan Bush Jr’ın davranışını, bir ABD Başkanı’ndan çok, Teksas’lı üçüncü sınıf bir kasaba sherriff’inin davranışına benzetip, eleştirmek,: “Ya ölü, ya diri, Bin Lâdin’i istiyorum ne demek?” Tesbit/2: İngiltere’de, Liberal Sağ, onun Siyam’lı bitişik ikizine dönüşen ‘Küreselleşme’ci Sol, Amerika’daki Liberal Sağ’ın kıt’adaki papağanı; “Bu bir savaştır, varsa yoksa Usâme Bin Lâdin!”; Hakiki Sol’da, yorum farklı; Washington, terörist dolayısıyla siyasal bir eylemi, dinler arası bir savaşa çeviriyor; halbuki, ikisi çok farklı şeyler, olaya nedense siyasi bakılmıyor; acaba arkasında, ‘dünya hakimiyeti’ni sürekli kılmakla ilgili, hesaplar mı var?” Tesbit/3: Fransa’da, besbelli ‘ulusallıkları’ ağır bastığı için; Liberal Sağ da Sosyalist ve Komünist Sol da, bir bütün olarak, dünya kamuoyu önünde ABD’nin düştüğü utanılacak durumdan, memnun görünüyorlar: “Tek el silah atılmadan, bu kadar büyük bir sonuç, inanılmayacak şey! Demek, o müthiş ABD kabadayılığı daha çok filmlerdeymiş!” “En büyük hayret, XXI YY. Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde, Terorizm’i nasıl sinek gibi avlayacağını övünerek belirten CIA, FBI vb. güvenlik ve istihbarat servislerinin, nasıl bu kadar gafil avlanabildiği soruluyor; bu tartışmalarda, alttan alta, sinsi ve hınzır bir soru sezilmiyor değil: haberleri olduğu halde, Başkan’a bildirmemiş olabilirler mi? Bazı incelikler gözden kaçmış mıdır, belki: kalın ve beşeri hatlarla, izleyebildiğim üç Batı’lı ülkenin, Sağı ve Solu bu çerçevedeydi. Hepsinin halkında, terorizm kurbanlarına derin bir acıma. Terorizme lânet, fakat ABD’nin saldırgan tavrına, epeyce hayret; hele siyasi bir eyleme karşı gösterilen tepkinin, bir dinler savaşı gibi va’z edilmesine, ciddi bir soru işareti! Yoksa, Amerikan İstihbaratı’nın; bu tehlikeli sınavda, düpedüz ‘çakmış’ olmasını; saklayabilmek telâşından mıydı bu? Adeta ‘kara mizah’... ABD’nin ‘Yeni Bir Yüzyıl İçin Ulusal Güvenlik Stratejisi’ (Mayıs 1997), Washington’ın ‘Dünya Hâkimiyeti’ne olan inancını, şu cümleyle özetlememiş midir: “... Dünya’nın ABD liderliğine ihtiyacı vardır. ABD, liderlikte rakipsiz kalmıştır. Bu nedenle dünyanın her bölgesine ilgi duymaktadır. ABD milli güvenliğe karşı yönelik tehditlere karşı çeşitli politikalar üretmektedir. Bu politikalar, bölgeler ve bölgeler içindeki ülke sayısı kadar çeşitlidir” (...) “... ABD’ye savaş ilan edebilecek ülke yoktur; ancak ekonomik rakipleri vardır; küresel ekonomi uygulaması ile ABD bunu lehine değiştirecektir...” (s.1, özet) Terorizm’le ilgili bölümdeyse, yaşanılan dramatik olaydan sonra, insana dalga geçiyorlar hissini veren şu öngörüş belirtilmiştir; “... ABD’nin terorizm karşıtı yaklaşımları; terörist faaliyetleri, meydana gelmeden önce önlemek, bozmak ve ortadan kaldırmak; eğer meydana gelmişlerse, suçluları adalet önüne çıkarmak için, kuvvetli ve kararlı bir biçimde müdahale etmek amacını taşımaktadır; uluslararası teröristlere karşı politikalarımız, aşağıda belirtiler ilkelere dayanmaktadır. 1/ Teröristlere hiçbir imtiyaz vermemek, 2/ terorizmi destekleyen ülkelere her türlü baskıyı yapmak, 3/ Uluslararası teröristleri cezalandırmak için mevcut tüm yasal mekanizmaları kullanmak, 4/ diğer devletlerin terörizmle mücadele kabiliyetlerini geliştirmelerine yardımcı olmak!..” (s.17) Hele, ‘İstihbarat’ ile ilgili şu ‘tesbitler’, son olaylarla irtibatlı okununca, dokunaklı bir ‘kara mizah’ niteliğine bürünmektedir: “...ABD’nin güvenliğine en ciddi tehditleri yönelten devlet ve gruplar hakkında bilgi sağlayan istihbarat birikimimizi ve analitik kapasitemizi korumaya ve geliştirmeye çok önem veriyoruz...” “... Günümüzün istihbarat öncelikleri; politika ve eylemleri ABD açısından düşmanca olan devletleri; stratejik nükleer güçlere sahip, ya da nükler silahları diğer kitle imha silahlarını veya bölünebilen nükleer maddeleri ellerinde bulunduran ülkeleri; uluslar ötesi tehditleri; ABD’nin ulusal güverlik çıkarlarını etkileyebilecek potansiyel bölgesel anlaşmazlıkları çıkarlarına aykırı yabancı istihbarata karşı yoğunlaştırılmış karşı istihbaratı ve yurtdışındaki ABD kuvvetlerine ve vatandaşlarına yönelik tehditleri içermektedir...” (s.23) Tasarıma diyecek yok, ama... Programa, tasarım açısından, diyecek yok; işin acı bir gülümsemeye dönüştüğü yer; dünyanın bütün sinema ve televizyon ekranlarını işgal etmiş, Hollywood yapımı casusluk filmlerine; tıpatıp uyan bu ön kabullerin; yaşanan acı gerçek tarafından, fena halde çürüğe çıkarılmış olması! Sonuçta, hem dünya kamuoyu önünde küçük düşen, hem de izzet-i nefsi ağır yaralanan Washington; terörist bir acte’a, büyük bir devletin alacağı tedbirler ya da göstereceği tepkiyle veremiyor; onun yerine, şaşkın bir başkan, belki orta çağın yobaz Hırıstiyanlığından, belki Amerika’nın, cahil taşralılığından gelen bir refleskle yeryüzündeki bütün müslümanlara, handiyse ‘Haçlı seferi’ ilân ediyor; ilk iki sözü ‘bu bir savaştır’ ve ‘Usâme bin Lâdin’ olmadı mı?.. Sakın böylesi, kâr trendi zayıflamış, savaşa sanayiinin çıkarlarına olduğu kadar; ‘Beyaz, Hırıstiyan ve Batı’lı Emperyalizm’in çıkarlarına da, daha uygun düşmesin?.. (Cumhuriyet, 26 Eylül 2001) ...”Washington”ın “Çıkmaz”ı!.. Attilâ İlhan O müthiş olaydan sonra, P. B. -Gercourt, Washington’ın “çıkmazı”nı, aşağı yukarı tek paragraf içinde, şöyle özetleyivermiş; “...Peki, savaş! Ama, düşman nerede? Adı ister Bin Ladin olsun, ister başka bir şey; ortada ne orduları var, ne de üsleri, var sa da, ulaşılamaz bir yerde. Olaya uygun ve elverişli bir “tepki” bulabilmesi için, George Bush’un müthiş bir hayal gücüne sahip olması lazım; oysa, Başkan oldu olalı, -hele dış politika söz konusu oldu mu- tam bir hayal gücü darlığı çektiğini, adeta kanıtladı. İlke olarak, felsefesi basit; primo, ABD’nin, yabancı ülkelere angaje olmasını alabildiğine kısıtlamak! Secundo, ülkeyi her türlü dış tecavüzden koruyabilmek için, o ünlü füzesavar roket şebekesini gerçekleştirmek! 2004 yılından başlayarak ‘devreye girecek’ bu füzesavar ağının, kaça mal olacağını biliyor musunuz? Tam 1.000 milyar dolar!..” (Le Nouvel Observateur, 13/19 Eylül 2001) Niye gülüp duruyorsunuz? Akıllara durgunluk veren bu paranın, Amerikan savaş sanayi baronlarının cebine gireceğini düşündünüz de ondan mı? Yaşanan o ‘tragedya’dan sonra, istihbarat örgütlerinin başarısızlığı, hatta fiyaskosu üzerinde duracağına, Başkan Bush’un hem Amerikan hem de dünya kamuoyunu, ‘savaş’ fikrine doğru yönlendirmesi, yoksa bu sebebe mi bağlıydı, ha? Oysa hanidir Terorizm’le mücadele ya da savaş uzmanları, füzesavar roket ağının, bu türden bir terörist eylemi önleyemeceğini, söyleyip durmaktaydılar; hatta son facia yaşanmadan çok kısa süre önce, bir gazete, kelimesi kelimesine şunları yazmıştı: “...Pentagon’un üst düzey bir yetkilisi demiştir ki: ‘... uzayda seyretmekte olan, bir test füzesini düşürmek; gerçek boyuttaki bir saldırıyı önlemek; hatta yabancı ülkelerden ya da bir terörist örgütünden gelmekte olanı, düşürmek anlamına gelmez!...” (Boston Globe, 2 Eylül 2001) Başkan Bush Jr., mâhiyeti, savunması değişen, saldırıya karşı; gönlünde yatan füzesavar savunma ağını mı kurtarmak niyetindedir; yoksa, ABD’nin hep öyle ‘Dünyalar Hâkimi’ kalabilmesi için; mevcut ve muhtemel rakiplerini, sürekli baskı altında tutması gerektiğini mi vurgulamak istiyor? Bu da elbet önemli bir tartışma konusu, bulaşabiliriz de, fakat acaba, önce iflası kanıtlanmış istihbarat düzenine çeki düzen verilmesi icab etmiyor mu? ‘İstihbaratın ‘iflası’ mı, yoksa?.. Fransa Savunma ve Diplomasi Enstitüsü Direktörü, François Géré, Vincent Jauvert’in konuyla ilgili sorularına cevap verirken, doğrusunu isterseniz, sözünü hiç sakınmamış; bakınız ne kadar açık, bir o kadar acı konuşuyor; “...Amerika’nın savunmasını düzenleme bahsinde, Başkan Bush’un, tepeden tırnağa, her şeyi değiştirmesi zorunlu görünmektedir. Gerçekleştirilen saldırılar, yurtdışından yönetilmiş olabilirler ama, ABD’nin içinde örgütlendiklerinden, hiç kuşku yok; bu işi, üstelik dünyanın en güçlü istihbarat örgütlerinin burnunun dibinde, onların ruhu duymaksızın başardılar. Ne FBI, ne NSA (muazzam dinleme servisi) ne de herkesi dehşete düşüren CIA, Amerika’nın toprakları üzerinde onlarca kişinin, bilinmez kaç aydır hazırladığı ve düzene koyduğu bu eylemleri öğrenip, gerekli yerlere duyuramadı. Bundan dolayıdır ki George Bush, bütün koruma sistemlerini yerle bir etme, görevde bulunanların, hem de hepsini değiştirmek; ve Amerikan halkına, yeni ve başka bir ülkeyi koruma şekli önermek zorundadır...” (a.g.d) Hepsi bu kadarla kalmıyor, ayrıca füzesavar savunma ağı üzerine de konuşmuş; hoş şeyler de söylememiş pek, diyor ki: “ ... Son saldırılar göstermiştir ki, her türlü saldırıyı bu savunma düzenine bağlayıp çözmek anlamsızdır; Amerika’yı dehşete düşürmek için, kıtalararası füzelere falan ihtiyaç yok; iyice fanatik, adamakıllı örgütlenmiş kamikazeler de, en az onlar kadar etkili olabiliyor. Onlarla nasıl mücadele edilecek, asıl mesele bu! Beyaz Saray, Amerika’nın birden anlaşılan ‘kırılganlığını’ ele alıp, baştan aşağı yeni baştan düşünmelidir...” (a.g.d.) ABD istihbaratının ‘fiyaskosu’, Batı Avrupa’da ‘iflas’ şeklinde tartışılıyor; bu katlanılması zor sonuçtan, CIA, FBI ve NSA’nın kendilerini kurtarabilmeleri, ancak - bazı çevrelerde iddia edildiği gibi- o muazzam ‘tragedya’da kendi tuzlarının da bulunması sayesinde mümkün olabilir. Bu varsayımın tartışılmasına da, isterseniz, bir göz atarız. Kendi yalanlarına kendileri mi inandılar? Washington yönetimi, dünyaya egemen olduğundan o mertebe emin; teknolojik üstünlüğüyle o mertebe müftehir idi ki; tarih boyunca, daima ve her alanda, ‘tayin edici’ faktör olabilmiş önemli bir nedeni, es geçiyordu: ‘Beşeri faktör’! bazı ahvalde, üstün ve gelişmiş teknolojinin, büyük ateş gücünün, ‘cihangir’ bir devlet olmanın; insanların özverisi, inancı ve azmi karşısında çaresiz kalabileceğini: hiç olmazsa, Vietnam’dan öğrenmiş olmalıydılar; herşeye rağmen, İran’da, Libya’da, Irak’ta başarısızdırlar, Sovyetler’e karşı kazandıkları ‘Soğuk Savaş’ın, sahip oldukları teknik ayrıcalıklardan değil; totaliter düzenin, bürokratik yozlaşmanın, Rusya’yı içinden çürütmesinden ileri geldiğini de, anlayamadılar. Hal böyle iken, yaşadıkları bu tarih gerçeklerinden değil de; yeryüzü halklarını büyülemek için, yüzlercesini yazıp, çekip, dünyanın bütün ekranlarında oynattıkları filmlerin, galiba kendileri etkisi altında kalmışlar; film, her zamanki gibi ‘yalnız kovboy’un inanılmaz zaferiyle bitmeyince, basbayağı bozuluyorlar. Oysa, ‘XXI. yy Güvenlik Stratejisi’ne, ek olarak, yeni başkan için yeniden hazırladıkları, ‘Trend 2015’te tam tamına değilse de, benzer bozgunları öngörmemişler miydi? (Cumhuriyet, 28 Eylül 2001) Hangisine inanalım? Attilâ İlhan Le Combat’nın, ‘Savaşa Hayır!’ sloganıyla çıkan ‘özel sayısı’nı, gözden geçirirken (No:24); sizce, şu satırların altını neden çizmiş olabilirim? “...ister New-York, ister Washington’da; isterse Hiroşima ve Nagazaki’de ölmüş olsun, her ‘kurban’ bir masumdur; benzer faciaların kurbanları masumdurlar; ve savaş bir ‘facia’dır. Ortadan kaldırılmış bunca hayat karşısında, büyük bir acı hissetmemek mümkün olabilir mi? Peki, ‘meşru’ da olsa, bunca kin ve öfkenin (kavganın) terorizme dönüşmesini nasıl önlemeli. Terorizm, İyi’nin Kötü’ye, Şeytan’ın Tanrı’ya karşı, muzaffer olmasını sağlar diye düşünmek; köktendinci takımı gibi düşünmek, Bush gibi düşünmek anlamına gelir...” “...terorizm, aslında bir umutsuzluk eylemidir; öyleyse umudu canlandırmak gerekiyor. Teröristin elinde kaybedecek, hayatından başka bir şey kalmamıştır; o da umrunda bile değildir; üstelik karşı önlemler, yeni yeni, feda-yı nefs heveslerini canlandıracaktır. Derleyip toparlayan ‘devrimci bir hareket’ olmadı mı bu umutsuzlara ideolojik esini işte din sunuyor. Terorizmle başa çıkmanın,-onu yenmenin-yolu savaştan geçmez; şu ana kadar Zenginler Kulübü’nden, tek bir devlet başkanının bile asla sözünü etmediği, halkların sömürüsüne son vermekten, kapitalizme karşı uluslararası dayanışmadan geçer...” Ne dersiniz, çok mu yanlış söylüyor? Daha Bakunin çağında ‘silahlı eylem’ yandaşlarına, ‘Umutsuzluğun çocukları’ dememişler miydi? ‘Le Combat’, bildiğim kadarıyla ‘Marksist’, (‘Solcu Komünist’) bir dergidir; aynı yazısında, şu anda Afganistan’ın yaşamakta olduğu ‘facia’ en temel (kilit) nedenini sıralamış ki inanılmaz Media’mızın dünyada olup bitenlerden habersiz bıraktığı Türk halkına, en azından son iki tanesini aktarmak, bana her bakımdan yararlı görünmektedir. ‘11 Eylül’, ‘sebep’ mi, yoksa bir ‘bahâne’ mi? İhtimal, o söyleşinin başlığını hatırlarsınız: ‘O Petrol Orada Durdukça...’ (Cumhuriyet 10 Ekim 2001)... Kimin eseri olursa olsun 11 Eylül faciası, neden Afganistan’a ‘fatura ediliyor’, sorun bu: gerisinde yatan, ABD Savunma Endüstrisi’ni bölen, çıkar çatışması mı; yoksa, Asya’daki petrol coğrafyasını, kontrol altına alma çabası mı? ‘Le Combat’, bakar mısınız, soruna nasıl sokuluyor: “... Kapitalizm gözünde enerjiye, fakat asıl petrole egemen olmak, en büyük davadır, aksi gibi Afganistan, o petrol haritasının bir parçasını oluşturur. ABD, Türkmenistan petrolünü (üretimde dünya dördüncüsü) Afganistan ve Pakistan üzerinden Umman Körfezi’ne indirmek tasarımını yapmıştı; hedefi, eski Sovyet (Orta Asya) cumhuriyetlerini; Kafkasya ve Hazar hinterlandı petrollerini denetimi altına almaktı; yani, aynı petrol stratejisi çerçevesi içinde, aynı karanlık güçlerle, Çeçenistan’da olduğu gibi, Rusya’nın çıkarları tehdit ediliyordu...” “... (günün birinde) Komünistler’in tekrar iktidara gelmesinden kaygı duyan ABD Emperyalizmi, bu yüzden hareketsiz kalamazdı; Afganistan’da en etkileyici, en yobaz İslam kartını oynadı; bu işin ustası olmuş, iki müttefiki aracılığıyla da müdahalede bulundu: biri (Vahabî) Suûdî Arabistan, öbürü en az onun kadar kökten dinci Pakistan; birincisi, lâzım olan parayı sağlıyor, ikincisi gerekli askeri formasyonu ve beyin yıkamayı: Usâme bin Lâdin’le Taleban, işte buradan çıktı! geçiminin bir kısmını haşhaş tarımından elde edebilen bu halkın dayanılmaz yoksulluğunun da, buradan çıkması gibi!..” “... Emperyalizm, denetimini kaybetmeye başladığı ‘durum’a, el koymaya karar vermiş bulunuyor: Güney’deki kökten dinciler yerine, daha ehven-i şer görünen Kuzey İttifakı’nı koymak niyetinde görünmektedir; yâni ateşin üstünde nalın tekini terk edip, yerine öbürünü almak için! İşte o zaman, şu soruyu sormanın zamanı gelmemiş midir: New York’taki ‘facia’ (11 Eylül) yaşadığımız bu genel seferberlik telaşının acaba ‘sebebi’ midir? yoksa ‘bahanesi’ mi?..” (Le Combat, No.24) ‘YDD’ seferberliği, ama... İster ‘bahâne’ olsun, ister ‘sebep’; Dünya Media’sı -özellikle Fransızlar- ABD’nin ‘Yeni Dünya Düzeni Seferberliği’ne yol açan, New York ve Washington olaylarını (11 Eylül), didik didik etmekten geri kalmıyor; işte size yukardaki yorum ve tahminleri teyit eden, iki ayrı ek bilgi daha: “1/... Jeopolitik uzmanı Dr. François Lafargue, Paris’te yayınlanan ‘La Liberation’ gazetesinde, kelimesi kelimesine şu satırları yazmıştır: “...80’li yılların sonlarına doğru Birleşik Amerika SSCB ile korkunç bir savaşa tutuşmuş Afganlılar’a, önemli lojistik destek sağlamıştı. (...) Gerçekte bu Amerikan Yardımı’nı doğrudan Pakistan yönlendirmekte idi. (...) Taleban’ın finanse edilmesinde, günümüzde hayli unutulmuş bir petrol çıkarının önemli rol oynadığı da bilinmektedir: 90’lı yılların ortasında Hazar petrolleri, Amerikan konsorsiyomu UNOCAL’ın iştahını iyice kabartmıştı: düşünce, Türmenistan’dan Afganistan’ı aşıp Hint Okyanusu’na ulaşacak, ikili bir doğal gaz ve petrol boru hattının gerçekleştirilmesini öngörüyordu. Zaten ABD Dışişleri de, Amerikan petrol lobby’leri de, Suûdi Arabistan ve Pakistan’la mutabık olarak, bu yüzden Taleban’ın zaferini kolaylaştırmak yolunu seçtiler...”(La Liberation 17 Eylül 2001)...” 2/ ... Agence France Presse, 11 Eylül’den bir kaç gün sonra dünyaya şöyle şaşırtıcı haberi yaymıştı ki, sanırım bizim gazetelerimiz görmedikleri için yayımlamadılar.” “... kimliği açıklanmayan Pentagon sorumlusunun açıkladığına göre, olaya karıştığı şüpheli iki terörist, Amerikan askeri okullarında derslere devam etmişlerdir; birisi, Teksas’taki Lackland üssünde bulunan Savunma Dil Okulu’na; öteki ise, Alabama’daki Maxwell üssünde bulunan Hava Savaş Okulu’na...” (AFP, 14 Eylül 2001) Bilmem yanılıyor muyum: ‘olay’ karıştıkça, sanki basitleşiyor. (Cumhuriyet, 16 Kasım 2001) Ölü çok ama, borsa yükseliyor!... Attilâ İlhan Kanser, hiç kuşkusuz, o zaman da vardı ama, ‘popüler’ değildi; milletin ağzında, varsa yoksa, ‘ince hastalık’, yâni ‘Verem’! Edebiyat-ı Cedide ‘hassasiyeti’, bir ‘verem hassasiyeti’dir; ‘40 Karanlığı’nın, başka bir deyişle, II. Dünya Savaşı yıllarının, iki yaygın hastalığından, birisi Tifüs’tü, öbürü Verem: lisemizin hem voleybol, hem futbol takımının, en başarılı oyuncusu; günün birinde, palas pandıras sanatoryuma kaldırılmıştı; çok geçmeden, ölüm haberini aldık: meğer ‘galopant’ türünden verem imiş, paldır küldür gitti fakir! O tarihte Verem’in ilacı yok; prevantoryum’lar, sanatoryum’lar, güneşli yüksekliklere kurulmuş; hastalar, oralara yatırılır; xıx. yy. Batı edebiyatında, ne çok sanatoryum romanı vardır bilir misiniz? En ünlüsü, sanırım Thomas Mann’ın yazdığıdır; ‘Sihirli Dağ!’ Nâzım Hikmet, ilk tiyatro denemesi olan ‘Kafatası’nı, aynı theme üzerine kurmuştu: vak’a ‘muhayyel’ bir ülkede, Doleryanda’da geçer; Dr. Dalbanezo, veremin seromunu bulmuştur; kanıtlamak için çabalıyor; böyle bir ilacın bulunması, bütün o prevantoryum, sanatoryum şebekesi ve yatırımları için, ne büyük bir tehdittir; düşünebiliyor musunuz? Dr. Dalbanezo’yu, seromunu ciddiye almayarak, ortadan siler, yatırımlarını ve kazançlarını ‘kurtarmış’ olurlar. Kıssadan hisse, liberal kapitalizm o kadar vahşidir ki, gözünü kırpmaksızın, binlerce insanın ölümüne göz yumabilir; tek, kazancına halel gelmesin!.. ‘Kafatası’, Nazım’ın 1942 Teşrinevveli’nin 14’üncü günü, Yüksekkaldırım’daki Yahudi sahaftan, kimseye çaktırmadan satın alabildiğim ilk kitabıydı: günün birinde bir TV konuşmasında, 11 Eylül olayının izahında işe yarayacağını, nereden bilebilirdim? ‘... Darbe, gizli teknoloji kullanarak yapılacak...’ ABD Savunma Sanayii’nin, tartışılan iki konseptinden birisi, ‘ileri teknoloji’, öbürü, ‘klasik’; öteki olayla arasında paralellik’ yok değil; değil ama, terslik de var: burada, yeni teknoloji, eskiyi süpürmek amacıyla, ‘büyük oynuyor’. Çünkü, Başkan Bush Jr’ın, Askeri Citadelle Üniversitesi’ndeki söyleviyle, Pentagone’daki eski strateji yanlılarının hücumundan sonra; durum bir bir olmuştu ya, işte o sıralarda New Yorker’da, Nicolas Lemann, şimdi okuyanın tüylerini ürperten, o fal gibi yazısını yayımlıyor; fal gibi dediysem, gerçekten öyle; sadece bir paragrafına şöyle bir göz atmanız, yeterli: “... Son on yıldır yayımlanan makalelerde, yapılan konuşmalarda başlayıp; Başkan Bush’un Citadelle’deki konuşmasıyla sonuçlanan birinci bölüm, RMA’nın (Revolution in Military Affairs) haftaymı kazandığının işareti sayılabilir: İlkbaharda ise, Pentagone’daki tartışmalarda, ‘Geleneksel Strateji’, ikinci devreyi kazanmıştı. Şimdi RMA tarafı, üçüncü devreyi kazanmaya hazırlanıyor; bu defaki darbe, onlara çok yakışan bir tarzda, gizli teknoloji kullanılarak yapılacak...” (New Yorker, 16 Temmuz 2001) Evet, 11 Eylül faciası bu yazıdan iki ay sonra, onun üzerine geliyor; ve tabii, herkesin aklına, türlü şey getiriyor; çünkü sonuçları korkunç! Sabotajlardan bihaber görünen ABD istihbarat örgütlerine; böyle bir tragedyadan sonra, Bush yönetiminin tek soru sormayışı; tek sorumlu ve görevliyi, yerinden oynatmayışı, zaten işin mahiyeti hakkında epeyce istifhamın doğmasına neden olmuştu; üzerine bu da eklenince... Yâni, ‘failler’, ta Afganistan’da, tam da Müslüman petrol coğrafyası’nın en stratejik yerinde; üstelik bir Haçlı Seferi’ne konu olacak şekilde, tesbite kalkışılırsa!.. Artık kim kalkıp da, yeni ‘teknoloji’ gereksiz diyebilir ki? En düşük ‘artış’, yüzde 16.5... Bu varsayım, Batı Dünyası’nın birçok yerinde tartışılıyor, tartışmaların dayandığı, en akla yakın neden, biliyor musunuz nedir? 11 Eylül’den bu yana, Taleban’ın yaptığı her şeyin, kalkıştığı her hareketin, aslında, Washington’ın işine yarıyor olması: bir kere, neredeyse hapı yutmuşa benzer ‘Küreselleşme’, yerini alacakmış gibi görünen ‘çok kutupluluğun’ çanına ot tıkadı mı, tıkamak üzere mi, çok net değil: ABD, bir taşla birkaç kuş vurmuş oluyor, tabii en önemlisi, ilk bakışta, yalnız bağlantısını gevşetmiş olan müttefiklerinin değil: Rusya gibi, hatta Çin gibi ‘potansiyel’ hasımlarının bile, onun etrafında görünmesi!.. Yalnız o kadar mı? Hayır! Daha ilginci, daha çarpıcı olanı, -hele bizim buralarda kimsenin asla üstünde durmadığı bir şey: ABD’de, Savunma Sanayii şirketlerinin, borsadaki durumu, son olaylardan sonra acaba ne merkezdedir? Meraklısı için, bunlardan bazılarını topladım: Tomahawk füzelerini üreten Rayteon kuruluşunun, hisselerinde, yüzde 41.7’lik bir artış görülmüş; bu artış, hayalet uçakları üreten Northtorp Grumman firmasının hisse senetlerinde, yüzde 35.5 olarak görülüyor; Lokched Martin firmasının hisseleri, yüzde 23.5 oranında artmış; General Dynamic Şirketi’ninkiler ise, en kötüsü ama, yine de 16.5’lik bir artış kaydediyor... İşin uzmanı, ya da meraklısı araştırsa, kimbilir borsadaki artış trendini keyifle izleyip, ensesini kaşıyan, ne çok firma, ne çok savunma sanayii müteşebbisi bulabilir: hele, bu savaş dağdağası içinde, Başkan Bush dengine getirip, bir türlü hayalinden vazgeçemediği elektronik füzesavar sistemini gerçekleştirmeye, Kongre’yi ikna edebilirse, yok mu ya, ABD tarihi’nde babasını bastırmış, tek başkan oğul o olabilir. Az şey mi? (Cumhuriyet, 26 Kasım 2001) ... Bir “gazetecilik örneği” (!)... Attilâ İlhan Eskiler bilir, Osmanlı “Rumelisi”nden “muhâcir” bazı aydınlarımız; bir zamanlar “gazete” diyecek yerde, “gazeta” diyorlardı; “Demokrat İzmir”in, basın tarihine “medeni cesâreti” ve “nobran babacanlığı” ile geçmiş, sahibi Adnan Düvenci, sanırım o yöre çocuğudur; onca büyük ve dağdağalı, gazetecilik “serencam”ından edindiği “tecrübe”yi, “gece sekreterleri”ne aktarırken, derdi ki: “-... kardaşım, şimdi bak! Gazetacılıkta istihbaratın en büyük müşkilâtı, haberlerin triage’ındadır; yâni, “ayıklanması”nda! Beynelmilel ajanslar, işlerine öylesi geldiği için, asıl “haberi” örtbas etmek maksadıyla, masana bir sürü teferruat yığar; gözün açık olacak, kül yutmayacaksın!” Zamanla, adeta bürokrasisi oluşmuş “haberciliğin”; haber merkezlerindeki “triage”ı, nasıl birkaç büyük “ecnebi” ajansın, adeta denetimine bırakmış olduğunu, fark etmedim değil: gerçekten de, istediler mi, haber yoğunluğunu filan adamın, ya da filan olayın üzerine yığarak; gazeteci, gazetesi ve okuru için asıl önemli olan haberi gözden kaçırabiliyor; en azından, “gargaraya gelmesini” sağlayabiliyorlardı. Nasıl mı? Şu günlerde sanırım, hayli çarpıcı örneğini yaşadık; isterseniz, üzerinde biraz oyalanabiliriz. Birbirine “gerekçe” operasyonlar... Şu Üsâme bin Lâdin “kaseti”! Çevresinde oluşturulan, o ne muazzam, ne kapsamlı bir ilgiydi, öyle mi? Önce, böyle bir kasetin “mevcûdiyeti” sızdırıldı; hemen arkasından, “içeriğinin” açıklanıp açıklanmayacağı, dedikoduları: ABD Yönetimi, ikiye bölünmüş, bir taraf açıklanmasından yanaymış da, öbür taraf buna şiddetle karşı çıkıyormuş, filan festekiz! Gerilim, ustalıkla artırılırken; açıklanması, uluslararası büyük bir media gösterisi halinde sunuldu: yalnız bizim ülkemizde, bilinmez kaç kanal, -yok canıyla- dünyanın parasını ödeyerek, “canlı” olarak aktardı; gazetelerimiz, ertesi gün, olayı “manşet” yaptılar; fotoğraf ve ayrıntılarına sayfalar ayırdılar: gerçek midir sahte mi, tartışması günlerce sürdü. Oysa, kasetin yayınlandığı gün (13 Aralık 2001), emektar Anadolu Ajansı, telekslerinden Washington çıkışlı bir haber geçiyordu: sıradanmış gibi, dağdağası olmayan bir haber ki, ne TV haber merkezlerimiz yeterince ilgilendiler, ne de gazetelerimiz üzerinde durdular; çoğu, sözünü bile etmedi, bir ikisi şöyle dokunup geçti; bu sonuncular arasında blunan Cumhuriyet, iç sayfalarındaki tek sütunluk metinde, şöyle diyordu: “... Bush, ABM’den Resmen Çıkıyor/ Washington (AA) - ABD Başkanı George W. Bush, ABD’nin gelecek yıl, “Ulusal Füze Savunma Kalkanı Projesi”nin, önünde engel teşkil eden, anti/balistik füze (ABM) Antlaşması’ndan çekileceğini bildirdi. Bush böylece altı aylık, önceden bilgi verme sürecini de, başlatmış oldu. Bush, ‘Rusya’ya ABD’nin neredeyse otuz yıllık ABM Antlaşması’ndan çekileceğine dair, resmen bilgi verdim’ dedi.” “... Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ‘ABD kararının bir hata olduğunu, ancak bu kararın Rusya’nın güvenliğini tehdit etmediğini’ bildirdi. Putin, televizyonda yayınlanan konuşmasında, ‘... Bush’un kararının Rusya için bir sürpriz olmadığını’ belirterek ‘... bu adım bizim için sürpriz değil; yine de bir hata olduğunu düşünüyoruz’ dedi...” (Cumhuriyet, 14 Aralık 2001) Meraklısı, elbette hatırlayacaktır: 11 Eylül “faciası”ndan sonra, bu köşede şu “teşhis” konulmuş, kim bilir belki de, “teşhis”in sahibi aranızdan bazılarınca “hayalperest’in teki” sayılmıştı. “... Washington, Avrasya’ya yönelik ‘çıkarma operasyonu’ için, ‘olayı’ gerekçe olarak kullanıyor: muhtemelen, bu ‘operasyon’ da, ‘füzesavar kalkanı projesinin’ gerçekleştirilmesi için, gerekçe olarak kullanılacaktır...” (Söyleşi, Cumhuriyet, 1 Ekim 2001) İşte “senaryo”nun nihayet bu safhasına gelinmiş, ABD’nin akla durgunluk veren “silahlanma atılımı”nın -ki “soğuk savaşı” başka zeminde başlatacaktır- uygulama aşamasına geçilirken: dünya kamuoyu, Üsâme Bin Lâdin’in “itirafı” kasediyle, bir güzel “uyutulmuştur”. Üsâme ne yaptı da, ABD’nin işine yaramadı? Oysa işin sonunda buraya varacağı o kadar belli oluyordu ki!.. Sadece bu köşede okuduğunuz birkaç “tespit”i hatırlamanız buna yeter: Tesbit/1. “... Başkan Bush’un çevresinde artık ‘stratejik çevre’nin önümüzdeki yıllar içindeki ‘başdöndürücü dönüşümü’nden başka lâf edilmiyor; ortada fol yok, yumurta yokken, ‘müstakbel ve gelişmiş teknoloji’ övüle övüle göklere çıkarılıyor, koyacak yer bulamıyorlar: ‘Reagan Dönemi’nin ‘Yıldız Savaşı’ ünlerindeki değerlendirmeleri akla getiren, bu biraz da dumanlı sözler, ilerde büyük silah yapımcı firmalar için, yeni ve kapsamlı araştırmageliştirme çalışmalarını, güvence altına almayı da içeriyor...” (François Schlosser, Le Nouv. Obs. Nisan 2001/Cumhuriyet, 11 Mayıs 2001: “Söyleşi”) Tesbit/2. “... peki savaş, ama düşman nerede? Adı ister Bin Lâdin olsun, ister başka bir şey; ortada ne orduları var, ne de üsleri; varsa da, ulaşılmaz bir yerde! Olaya uygun ve elverişli bir tepki bulabilmesi için, George Bush’un müthiş bir hayal gücüne sahip olması lâzım; oysa başkan olalı -hele dış politika söz konusu oldu mu, tam bir hayal gücü darlığı çektiğini adeta kanıtladı...” “... ilke olarak, felsefesi basit: primo, ABD’nin yabancı ülkelere angaje olmasını alabildiğine kısıtlamak! Secundo, ülkeyi her türlü yabancı tecavüzden koruyabilmek için, o ünlü füzesavar roket şebekesini gerçekleştirmek! 2004 yılından başlayarak devreye girecek bu füzesavar ağının kaça malolacağını biliyor musunuz? Tam 1.000 milyar dolara!.”. (P. B. Gercourt, Le Nouv. Obs. 13/19 Eylül 2001 / Cumhuriyet, 28 Eylül 2001; “Söyleşi”) Bunlar, ABD Savunma Sanayii’nin, gezegeni böyle trilyonluk kârlar için, bile bile, tekrar bir savaş ortamına sokmaya çalıştığını gösteren, kanıtlardan sadece ikisi! İlk bombardımanlar, hisse senetlerini bir hayli değerlendirmişti; sonrakilerin hesabı, daha da yüksek! İşte bu defa, “trilyon dolarlık” kazançların kapısını açacak, önemli adım, Üsâme Bin Lâdin kasetiyle, -media sayesinde, kimseyi uyandırmadan- atılmış oldu: hem canım, Üsâme ne yaptı da, Washington’un işine yaramadı? Merak ettiğim, hangi gazetenin, AA’nın haberini “manşet”e çıkabildiği?... (Cumhuriyet, 24 Aralık 2001) Yasaklı gerçekler Mine G. Kırıkkanat Yer, New York Plaza Oteli. Zaman 2001 Temmuz ayı. 11 Eylül’e çeyrek var. Otelin loş barında, iki gölge konuşuyor. Gölgelerden biri, John O’Neill. FBI’ın ikinci adamı, New York Ulusal Güvenlik sorumlusu. Diğeri, çokuluslu bir sanayi grubunun ekonomik ‘haber alma’ uzmanı ve bir Amerikan senatörünün danışmanı Jean Charles Brisard. Fransız. İki adam birbirlerini, uluslararası teröre karşı verdikleri ‘gölge’ savaşlarından tanıyorlar. O’Neill, 50 yaşının tam yarısını geçirdiği FBI’da, tüm ajanların hayallerini süsleyen ‘Flagship Office’e kapağı atmış ve New York ondan soruluyor artık. Her köşesini tanıyor ve her köşesinde tanınıyor kentin. New York’un ulusal güvenliğinin kendisine emanet edilmesi boşuna değil. O’Neill, 12 Ekim 2000 günü Aden Körfezi’nde batırılan ve 17 askerin ölümüyle sonuçlanan USS Cole destroyeriyle ilgili soruşturmayı yürütmek üzere Yemen’e ‘çıkarma’ yapan FBI ekibinin başındaydı. El Kaide örgütü uzmanı kendisi. Ve Aden suikastında, Usame bin Ladin’in imzasını bulmakta gecikmedi. Ne var ki, Yemen hükümetinin ‘Rambolar’ diye tanımladığı FBI ekibi ve şefleri O’Neill’in suikast alanında soruşturma yapması Yemenliler tarafından değil, kendi ülkesinin Dışişleri Bakanlığı tarafından engellendi. İki gölgenin Plaza Oteli’nde görüşmesinden yalnızca birkaç gün önce, ABD Yemen Büyükelçisi Barbara Bodine, FBI’ın ‘birkaç tetikçiyi’ tutuklamakla yetinmesini ve O’Neill ekibinin bir daha Yemen’e ‘sokulmamasını’ Washington’dan resmen talep etmiş bulunuyordu. O’Neill, Fransız meslektaşı Brisard’a: “Usame bin Ladin’in örgütünü dağıtabilecek tüm kilitler ve anahtarlar, Suudi Arabistan’da bulunuyor. Ancak Amerikan Dışişleri Bakanlığı, Kral Fahd’a karşı güçsüz ve çaresiz!” dedi. O’Neill, Amerikalı diplomatların sahtekâr çaresizliğini tek nedene bağlıyordu: Petrol çıkarları. Fransız Brisard kanıt mı istiyordu? 26 Ocak 2001’de oluşan George W. Bush ekibine bakmak yeterliydi. En başta da Condoleeza Rice’a yakından bakmak... Bugün Türkiye’nin geleceğini de iki dudağı arasında tutan Mrs. Rice kimdi? Herkes, ‘People’ dergilerinde yayımlanan kadarıyla biliyordu bu hanımın özgeçmişini: Stanford Üniversitesi Profesörü, SSCB uzmanı ve oğlundan önce baba Bush’un eski Sovyet Bloku’na ilişkin sorunlarda danışmanıydı, nokta. Oysa... Condoleeza Rice, 1991’den 2000’e değin, tam dokuz yıl boyunca dünyanın en büyük petrol şirketlerinden Chevron Grubu’nun, özellikle Kazakistan ve Pakistan açılımlarından sorumlu müdürüydü. Chevron, dünyanın en büyük petrol rezervlerinden biri olduğu hesap edilen ve ‘New Koweit’ diye adlandırılan Kazakistan’daki başlıca yatırımcılardandı. Tengizchevroil Konsorsiyumu, tümüyle bu grubun denetiminde olup, politikası Condoleeza Rice tarafından çiziliyordu. Mrs. Rice, baba Bush zamanından oğul Bush zamanına, herhalde değişmemişti ‘öncelik’lerinde... John O’Neill, petrol şirketlerinin maaşa bağladığı politikacıların ileri sürdüğü ‘devlet çıkarı’ paravanasıyla, El Kaide ile Suudi Arabistan arasındaki kör gözüm parmağına bağlantının devlet eliyle örtüldüğünü ve ABD’deki güvenlik örgütleriyle diplomasi arasındaki çekişmenin, buradan kaynaklandığını uzun yıllardır, bizzat biliyordu. O gün, çok uzun konuştular Fransız Brisard’la. Çünkü O’Neill, politikaya kurban edilen ulusal güvenliğin ve FBI’ın geleceğinden yana öylesine karamsardı ki, kurumdan ayrılmaya karar vermişti. El Kaide hakkında bildiklerinin, petrol siyaseti uğruna çekmecede unutulmasını ya da uyutulmasını hazmedemiyordu. Ağustos ayında FBI’a istifasını sundu John O’Neill. Yaşamını güvenliğe adamıştı, yine güvenlikten kazanacaktı. Yeni görevinde... World Trade Center güvenlik birimini yönetecekti! 11 Eylül 2001 günü, ilk uçağın çarptığı birinci kulede, tam da ikiz kulelerin güvenliği üstüne bir toplantı yapıyordu ekibiyle. Gerçek bir profesyonel gibi kuleden çıkmayı başardı, itfaiye ve sağlık birimlerine haber verdi, polisin gelişini koordine etti. Ve gerçek bir profesyonel gibi, kulenin boşaltılmasına yardımcı olmak üzere geri döndü içinden çıktığı cehenneme, ölümcül kaderine. Artık World Trade Center cesetlerinden biri FBI’ın El Kaide uzmanı eski direktörü. Dostu ve meslektaşı Jean Charles Brisard, kendisiyle aynı alanda uzman gazeteci Guillaume Dasquie ile baş başa verip bir kitap yazdılar. Fransa’da yayımlanan ve dünya siyasal ve finans çevrelerine bir bomba gibi düşen kitabın adı: ‘Yasaklı Gerçek, Bin Ladin’ başlığını taşıyor. Brisard ve Dasquie, John O’Neill’in anısına, başta ABD, tüm müttefiklerinin El Kaide örgütü ve finansmanı hakkında gizledikleri ne varsa ortaya döküyorlar. Finans çevrelerinin bir yandan mücadele eder gibi yaptıkları teröre, dehşet verici desteklerini bir bir, kanıtlarıyla açıklıyorlar. Bu ibret belgeseline, ileriki günlerde geniş yer vereceğim. (16 Ocak 2002) İstim arkadan gelsin (1) Mine G. Kırıkkanat 5 Şubat 2001, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin soğukkanlı ve ölçülü bürokratları için bile şaşırtıcı bir gündü. Yeni ABD Başkanı işbaşı yapalı iki hafta bile olmamıştı ki Kâbil’den gelen beklenmedik bir mesaj, dünya diplomasi çevrelerine bomba gibi düştü: Afganistan’daki Taliban yönetimi, kısacık tarihlerinde ilk kez, uluslararası meşruiyet, yani iktidarlarının tanınması için görüşmelere başlamaya hazırdılar. Çağrının bizzat Taliban Dışişleri Bakanı Muttawakil’in (ya da Mütevekkil) ağzından ve İngiliz The Times gazetesinde yayımlandığına bakılırsa, Anglosakson dünyaya hitap ettiği açıktı. Muttawakil, ülkesinin 1996 öncesi durumuna, yani Batı’dan yardım aldığı dönemdeki ilişkilere dönmesi karşılığında, muhataplarını başta Usame bin Ladin’in sınır dışı edilmesi, pek çok hassas dosyada ‘memnun etmeye’ hazır olduklarını bildiriyordu. Taliban, petrol şirketlerinin emrindeki Bush yönetimine, Kazakistan petrollerinin Afganistan’dan emniyetli geçişine dair umut veriyordu, sizin anlayacağınız. Washington, Taliban’ın çağrısına olumlu yanıt ve ABD ile Afganistan arasında kurulacak yeni ilişkilerin düzenlenmesini Leyla Helms’in sorumluluğuna verdi. Leyla Helms, eski İran Büyükelçisi ve bir zamanlar CIA Müdürü Richards Helms’in yeğeni olup, Afgan kökenli bir Amerikalıydı. SSCB’ye karşı Afgan savaşı sırasında, doğrudan Washington’a bağlı Friends of Afghanistan ‘dostluk’ derneğinin başına getirilmiş ve ABD kamuoyunda Afgan mücahitlerine karşı ‘sempati uyandırma’ kampanyasını yönetmişti. Baba Bush yönetimi sırasında, ABD’nin Afganistan’daki çıkarları gereği kurulan tüm gayriresmi diplomatik temasları Leyla Helms yönetiyordu. Helms, gayriresmi bir Afganistan elçisiydi ABD’de ve işin tuhafı, maaşını Washington’dan alıyordu. Elçiliği, Taliban ile ABD arasındaki ilişkilerin kopma noktasında olduğu yıllarda bile bitmedi. 1999 yılında NBC televizyonu hesabına Afganistanlı kadınların yaşamını konu alan bir belgesel hazırlayan Helms, öylesine yağ çekmişti ki Taliban’a, ne NBC ne de başka bir televizyon kanalı, bu taraflı ‘eseri’ göstermeye cesaret edemedi. 5 Şubat 2001 çağrısından sonra, kolları tekrar ABD - Taliban ilişkilerinin iyileştirilmesi için sıvayan Leyla Helms, 18 ve 23 Mart arasında Molla Ömer’in başdanışmanı Seyid Rahmatullah Haşimi’yi ABD’ye getirtti. Amerikalı araştırmacı gazeteci Wayne Madsen’ın sürdüğü ize bakılırsa, bu beş günlük gezi sırasında Haşimi’nin ilk durağı Directorate of Central Intelligence, yani CIA ile Dışişleri Bakanlığı İstihbarat Dairesi arasındaki köprüyü oluşturan DCI oldu. Ama Haşimi’ye verilen önem, bununla bitmiyordu. Molla Ömer’in sağ kolu, haberalma örgütlerinin özel olarak izlediği ABC televizyonu ve National Public Radio’dan da Afganistan’ın sesini duyurmak şansına sahip oldu. Bu ziyaret sonrası ABD, Afganistan’a 114 milyon dolar ‘ek’ yardım yapmayı kabul etti. Aynı yılın başından beri devam eden yardımlar toplam 124 milyon doları aşmıştı ve bu durum bizzat Colin Powell tarafından 17 Mayıs’taki bir basın toplantısında açıklandı. Oysa AB, 1998 Temmuz’undan beri Afganistan’a yaptığı tüm yardımları durdurmuştu. Amerika’nın, hangi vaade karşılık Afganistan’a para vermeyi sürdürdüğü ve hatta artırdığı bir muamma (mı)ydı acaba? Üstelik, söz konusu yardımlar sürerken, yani ABD Taliban rejimiyle anlaşmaya çalışırken, neler oluyordu neler: 16 Mayıs 2001 günü, Kofi Annan’ın Afganistan temsilcisi ve aslında ABD’nin has adamı Fransesc Vendrell, Roma’da devrik kral Zahir Şah’la görüşüyor ve kendisinin Afganistan’a ‘muhtemel’ dönüşü üstüne pazarlık yapıyordu. 15 Temmuz’da ABD, Berlin’deki Afganistan toplantısında ilk kez ‘Taliban rejimine karşı muhtemel bir askeri operasyon’dan söz etti. Ve 17 Temmuz’da, uluslararası Batı ittifakı tarafından Taliban’a iki maddelik bir mesaj niteliğinde ‘haber’ salındı: - Usame bin Ladin’in yakalanması için Afganistan içinde ve Taliban’a karşı bir müdahale düşünülüyordu. - Eski Kral Zahir Şah’ın Kâbil’e dönüp iktidarı ele alması için görüşmeler başlamıştı. Sizin anlayacağınız, 17 Temmuz’dan öteye ve 11 Eylül olmasa bile, Afganistan’a savaş açılması, kararlaştırılmıştı. Üstelik ABD’nin yanı sıra tüm Batılı müttefikler tarafından. 11 Eylül, aslında harekatın salt ABD hükümranlığına geçmesini sağladı, ABD’yi ‘tek başına’ yetkili kıldı, o kadar. Jean-Charles Brisard ve Guillaume Dasquie’nin tüm belgelerin tıpkıbasımlarını içeren ‘Bin Ladin, Yasaklı Gerçek’ adlı araştırmasını özetlemeye, cuma günü devam edeceğim. (Radikal, 23 Ocak 2002) Hegemonya ve petrol (2) Mine G. Kırıkkanat ABD’ye giderken Türkiye’nin Irak’a olası bir Amerikan saldırısına muhalefetini dili döndüğünce kararlı bir dille anlatacağını belirten Başbakan Ecevit, Washington’da ne yedirdilerse, anavatana dönüşte, Irak’a olası bir Amerikan saldırısına Türkiye’nin muhalefet edemeyeceğini kararlı bir dille anlattı gerçekten. Ve Bush’un Irak’a kesin saldıracağını, ABD Başkanı’nın Saddam hakkındaki: “O çok kötü bir adam! Görmeye tahammül edemiyorum,” sözleriyle açıkladı. Böylece sayın seyirciler, dünyanın efendisi ABD’nin, Bush’un kovboy diliyle gözünün üstünde kaşı olanlar, Amerikan ‘beauty’ ölçülerine uymayanlar, Amerikan türü iyilikten anlamayanlar tarafından yönetilen ülkeleri döve döve doğru yola sokacağı anlaşıldı. Ancak Bush, vasat bir zekâ olup kovboy filmlerindeki ‘kötü adam’ söylemiyle politika yapmaya kalksa da, kuşkusuz Irak’a saldırmak kararının ardındaki gerçek neden, Saddam’ın bıyıkları değil. Peki ne o zaman? Niçin Irak’ı, bu kez, yerle bir etmeye kararlı ABD? İsmet Berkan’a sordum; bu kararın çok önce verildiğini, ancak uygulamanın kolay olmadığını ve ABD, saldırmak için geçerli bir bahane bulana kadar da gerçekleşmeyeceğini söylüyor. Erdal Güven ise, ABD’nin Irak’la işini bitirip Suudi Arabistan’dan çekilmek istediğini belirtiyor. Kuşkusuz ikisi de haklı ve bir doğrunun parçaları. Biri çıkıp, ‘Bir başka neden de petrol!’ dese, ona da inanacağım. Çünkü... Afganistan savaşı SALT Orta Asya petrolleri için yapıldı ve Başkan Bush’un yakın çevresi Amerikan petrol şirketlerinin adamlarıdır: Başkan Yardımcısı Dick Cheney, Bush’un başkanlık seçimi kampanyasına değin, dünyanın bir numaralı petrol ürünleri yan sanayii Halliburton’un baş yöneticisiydi. George W. Bush’un can ciğer arkadaşı ve Ticaret Bakanı Donald Evans ile Enerji Bakanı Spencer Abraham, çalışma yaşamlarının büyük bölümünü Tom Brown petrol sanayiinde geçirmişlerdi. Ekonomiden Sorumlu Bakan Yardımcısı Kathleen Cooper ise, dünyanın petrol devi Exxon’un (ya da Esso) genel muhasebe müdüründen başka birisi değildi! Kazakistan’da büyük yatırımları bulunan Chevron petrollerinin sorumlusu Condoleeza Rice’ı daha önce anlatmıştım zaten. Orta Asya petrolleri üretim aşamasında büyük ölçüde ABD şirketlerine aitti. Ama son yıllarda Moskova ve Pekin, bu petrollerin taşınması için art arda ‘pipeline’ anlaşmaları imzalamışlar; üstelik Hazar Denizi’nin petrollerini taşıyacak Rus boru hattı geçen yaz devreye girerken, ABD’nin Türkiye Ceyhan boru hattı, henüz proje aşamasındaydı. Eğer müdahale edilmezse, Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan’daki ABD şirketlerine ait petrol ve doğalgaz yatakları, dağıtım ve taşıma aşamasında tümüyle Rus ya da Çin kontrolündeki ‘pipeline’lara bağlanacaktı. Dolayısıyla ABD, Orta Asya’daki kendi şirketlerine ait petrol ve doğalgazını taşımak için, kendine ait bir ‘boru yolu’ kullanmalıydı ve bu yol, elbette kendi eliyle iktidara vidaladığı Taliban yönetimindeki Afganistan’dan geçiyordu... İşte bu yüzden ABD, Taliban yönetimine karşı alınan tüm BM ve uluslararası kararlara rağmen, sonuna dek, 11 Eylül’e çeyrek kala Taliban’la gizli gizli temaslarla, sulh yoluyla anlaşmaya çalıştı. 11 Eylül’den sonra ise savaştan başka çare kalmamıştı. İşte bu yüzden ABD, Dahran’daki Amerikan üssüne yapılan saldırıdan iki yıl sonra bile, yani 1998 yılında, İnterpol’e resmen başvurup Usame bin Ladin hakkında uluslararası arama ve tutuklama kararı çıkartmamıştı! Oysa Bin Ladin, 28 Şubat 1998’de yayımladığı bir fetva ile genelinde Batı, özelinde ABD’ye cihat ilan ettiğini açıklamıştı. ABD, Usame bin Ladin’i Dahran saldırısından resmen sorumlu tutarken, El Kaide’nin başı hakkında İnterpol’e yapılan tek başvuru ve tutuklama emrini kim çıkarmıştı biliyor musunuz? Libya ve lideri Albay Kaddafi... Ama bu durum, yeri gelince, ileride, başka bir yazının konusu. (Radikal, 25 Ocak 2002) Demek ki neymiş? Mine G. Kırıkkanat Vallahi ben de şaşıyorum. Afganistan savaşı başlarken, bu savaşın kolay bitmeyeceğini, kolay kazanılmayacağını, Türkiye’nin bulaşmaması gerektiğini savunanlar arasında yer almıştım. Sonra borazanlar çaldı, ABD Taliban’ı sildi süpürdü, El Kaide’yi dümdüz etti dediler. Oysa ne Bin Ladin’den haber vardı, ne Molla Ömer’den. Ortada yüzlerce ceset falan da yoktu. Siyasal anlamda bir zafer kazanıldığı kesindi. Ama Guantanamo’ya tıkılan 200 esir, bir askeri zafer ifade edebilir miydi? Belki de dünya değişmişti, ben yanılmıştım, demek ki siyasal zaferler, askeri zaferlerden önce kazanılabiliyordu. Bir de baktık ki, savaş yeniden başlamış... Afgan dağlarında müttefik güçlere karşı direnen Taliban ve El Kaide savaşçılarının sayısı, nedense her gün artarak veriliyor. Önce dağlarda 200 militan var, sonra 400’ünü öldürdük dediler, şimdi 2 bin savaşçıdan söz ediyorlar. Artık hiçbir veriye inanmıyorum. Ne öldürülenlerin sayısına, ne öldürenlerin. Afganistan’da asıl savaş, şimdi başlıyor bence. Belki yanılıyorum, ama Türkiye’de Irak’a doğru öttürülen borazanların da zamansız çaldığını ve Afganistan’daki savaş bitmedikçe, Irak’ta ikinci bir cephe açılmayacağını düşünüyorum. Hele Türkiye sıkı durursa, en azından bu yılı atlatırız gibi bile geliyor. Çünkü... Nedense Türkiye’de pek üstünde durulmayan bir gelişme oldu ABD’de: Amerikalılar, 11 Eylül sonrası alınan kararlarda ciddi biçimde İsrail’in gazına gelip gelmediklerini düşünüyorlar. Hani şom ağızlar, 11 Eylül suikastlarını İsrailli ajanların eseri olduğunu yayıyorlardı ya, tabii kör gözüm parmağına bir Yahudi düşmanlığıydı bu dedikodu. Ama, 26 Şubat’ta ortaya çıkan, aslında 2001 Ocak ayında başlatılan çok gizli bir soruşturmanın sonuçları, İsrail istihbarat örgütü Mossad’ın, Arap teröristlerin 11 Eylül planını önceden haber aldığını, hatta kuleleri vuran uçaklardaki teröristleri adım adım izlediğini ve Washington’ı ‘büyük bir terör eylemine’ karşı uyardığını... Ne var ki ve nedense, teröristlerin eyleme geçmeden yakalanmalarını sağlayacak bilgileri vermekten kaçındığını gösteriyor! Le Monde gazetesinin (6 Mart) tam sayfa ayırdığı habere göre, Amerikan güvenlik birimleri 11 Eylül 2001’i izleyen aralık ayı başında, tam 125 İsrail uyrukluyu gözaltına almış. Amerikan Adalet Bakanı’nın Le Monde gazetesine verdiği bilgiye göre, 12’si halen tutuklu bulunan bu İsraillilerin büyük bölümü sınır dışı edilirken, diğerleri serbest bırakılmış. Meğer ABD, 11 Eylül öncesi, İsrail uyruklu güzel sanatlar okulu öğrencisi ve tablo tüccarı kaynıyormuş, sevgili okurlar. Ama tesadüf işte, yakalanmayanlarla birlikte sayıları 140 olarak verilen ve 25 yaşlarındaki kızların birbirinden güzel, erkeklerin de birer Apollon olduğu bu öğrencilerin hepsi, aynı zamanda ‘seçkin’ internotlar, bilgisayar uzmanları ve çoğunun, Mossad’da verilmiş bir formasyonu var. Yine tesadüf işte, genç ve yakışıklı İsraillilerin üçte biri, 2001 yılı başından öteye, 11 Eylül’ü gerçekleştiren Arap teröristlerin ikamet ettikleri Florida’da, tam da Fort Lauderdale ve Miami’nin kuzeyindeki Hollywood’da yerleşmişler. Yani, Arap teröristler neredeyse, onlar da oradaymış. ABD, İsrail’in 11 Eylül hakkında ‘bilmemesi imkânsız’ bilgileri, kendisine ‘bilerek’ vermediğinden kuşkulanıyor. Ve bu mantıktan yola çıkarak, 11 Eylül’ün İsrail’in ‘işine geldiği’ için önlenemediğini... ABD’nin Irak’a saldırması da çok işine gelecek bu günlerde İsrail’in. Amerikan ordusu Saddam’ın tepesine, İsrail ordusu artık Allah ne verdiyse, kim işine gelirse, onun peşine... Senaryo İsrail açısından fena değil de, ABD şöyle bir durup düşünecek gibime geliyor artık. Bin Ladin ve şürekâsını gerçekten ele geçirinceye kadar belki. Bilmem anlatabildim mi? (Radikal, 8 Mart 2002) Bu işin içinde bir iş var (mı?) Fehmi Koru Amerikan basını bizim basının, Amerikan yetkilileri bizim yetkililerin arkasından nal topluyor, ama olsun; sonuçta 11 Eylül eylemine bir suçlu bulunmuşa benziyor: Müslümanlar… Kimi, Üsame bin Laden üzerinden, kimi Ortadoğu’da bol miktarda bulunan örgütlerin adını anarak, dünyayı sarsan eylemin sorumlusunu bulduğu iddiasında. Henüz tek bir tutuklama yok, Amerikalılar daha tek kişiden ‘zanlı’ diye söz etmiş değiller, ancak orada da ‘insan avı’ başladı. İyi de, en azından iki temel yanlışlık sizin de gözünüze çarpmıyor mu? İlk yanlışlık, terörün bilinen tanımlarıyla olup biten arasındaki çelişkide yatıyor. New York ve Washington’da simgesel değeri büyük hedeflere kamikaze vuruşu yapan uçaklar bir ‘terör eylemi hârikası’ gerçekleştirdiler, ama bu ‘şaheser’ henüz sahipsiz... Oysa, terör eylemleri, gerçekleştirenler için ‘propaganda’ değerine de sahiptir. Sözgelimi, 10 Eylül günü İstanbul/Taksim’de patlayan ve can alan bombalı eylemi DHKP-C derhal üstlendi. ABD’deki 11 Eylül eylemlerini gerçekleştirip de bunu propaganda vesilesi yapmayacak bir ‘örgüt’ tahayyül bile edilemez. Ancak, ne ardından ne de bugüne kadar, herhangi bir örgüt “Eylem bizim eserimiz” diye ortaya atılmadı. Memnuniyetini gizlemeyen Üsame bin Laden ise eylemde hiçbir rolü bulunmadığını ısrarla belirtiyor. Terör ve terör örgütünün doğasına aykırı bir durum bu. İkinci çelişki, bu tür eylemlerden sonra ortaya atılması gereken “Kim kazandı?” sorusunun bugüne kadar hiç sorulmaması. Oysa, her eylem, bir sonuç almak üzere gerçekleştirilir. New York ve Washington’daki eylemler de Demirperde’nin çöküşüyle dünyanın tek süpergücü haline dönüşmüş ABD’ye bir mesajdı; kendi topraklarında bile güvende olmadığını duyurmayı amaçlayan bir mesaj... Verdiği tepki ABD’nin mesajı doğru algıladığını gösteriyor. Biraz da bu sebeple, fazla gecikmeden, benzer eylemleri sahnelemek isteyeceklere müthiş bir gözdağı vermek niyetinde ABD. Kimsenin şimdiye kadar sormadığı soruyu, Texas/ABD’de yerleşik Stratfor adlı araştırma kuruluşunun başkanı George Friedman, eylemin olduğu gün (11 Eylül) kaleme aldığı “The big winner today, intended or not, is the state of Israel” (Niyeti vardı, yoktu bilmem, ama büyük ikramiye İsrail’e çıktı) başlıklı rapora taşıdı. Friedman İsrail’in düşmanı bir yorumcu değil; zaten raporunda, eylemi gerçekleştirenlerin İslâm dünyasında aranması gereğine işaret ediyor ve adını vermediği, ama Afganistan ile İran ve Sudan olmadığını özellikle belirttiği bir İslâm devletinin eylemin arkasında olduğunu da belirtiyor. Kanaati ise, eylemin, başı dünyayla dertte olan İsrail’in işine yaradığıdır. Raporu okuyunca, Friedman’ın “Hiç de aptal değiller” dediği eylemcileri iyice aptal yerine koyduğu gözden kaçmıyor: Kendi aleyhlerine değerlendirilecek ve yaptıklarının İsrail’in yanına kâr kalmasına yol açacak böyle bir eylemi, İslâm Dünyası içinden bir devlet (veya örgüt) neden yapsın ki? ABD’deki eylemler sadece İsrail’in işine yaramadı, Dünya Ticaret Merkezi’ne ilk düşen uçakla birlikte bizdeki bazı yorumcuların ağızları kulaklarına vararak tekrarlamaya başladıkları, “İslâm Dünyası için demokrasi lükstür; terör tehdidi altındayken insan haklarına aldırılamaz” tezinin sahipleri de bu hâince eylemlerden elleri güçlenerek çıktılar. ABD üzerinden Avrupa’ya, “Demokrasi ve insan hakları gibi konularda hassasiyet yersiz” mesajları gönderiliyor... Ellerinden gelse, kendi önyargılarıyla ilân ettikleri ‘suçlu’nun üzerine NATO’yu saldırtacaklar... Oysa, kendi alanında ‘şaheser’ eylemleri kimsenin üstlenmemesine ve ‘uygarlıklar çatışması’ tezini desteklemesi bakımından İslâm Dünyası’nın aleyhine, ‘kıyamet senaryoları’ yazanların lehine gelişmesine bakıp “Bu işin içinde bir iş var” kuşkusu duyulması gereken bir durumla karşı karşıyayız. Kullanılan piyonların kimliği fazla önemli değil, önemli olan bu hâin planın müellifinin kimliği... Kim olabilir acaba? (Yeni Şafak, 14 Eylül 2001) Olabilir... Olamaz... Olabilir... Olamaz... Fehmi Koru Dün, liberal bir partinin lideriyle kahvaltı ederken, açıkladığı görüşlerinden, onun da kafası karışıklardan olduğunu fark ettim. New York ve Washington’da meydana gelen olayların anlatıldığı gibi olmasını imkânsız görüyor: “Birbirine yakın saatte, dört uçağı, dört ayrı kentten, dört ayrı terörist timi kaçıracak, dördünün pilotu da kuleyi eylemden haberdar eden düğmeye basamadan teslim olacak... Aklım almıyor...” Ağzından hep rasyonel cümleler duymaya alıştığım liberal siyaset adamı kuşkulu. Onun kafasını karışık görünce bir başka noktayı da ben hatırlattım: “Bizim herşeyi kaydeder ve üzerinde oynamak mümkün değildir diye bildiğimiz karakutuların âkıbetinden haberdarsınız, değil mi? Bulundular, ama kutularda hiçbir kayda rastlanmadığı açıklandı...” Kayıt olsa pilotların kendi aralarında ve kulelerle yaptıkları konuşmalar öğrenilecek; dört uçağın karakutularına karartma uygulanması havacılık tarihinde bir istisna teşkil ediyor... Bu konulara girdiğimiz bir başka ortamda, dostlarımdan biri, “Dördüncü uçaktaki yolcuların cep telefonuyla konuştukları iddiası size de tuhaf gelmiyor mu?” deyiverdi. Öyle ya, diğer üç uçağın yolcularına böyle bir fırsat verilmezken, dördüncü uçaktaki ‘eylemciler’, kurbanlarına dönüp, “İsterseniz evlerinizi arayabilirsiniz” demişler de, içlerinden CNN programcısı olan bir bayan, Anayasa Mahkemesi’nde savcı olan eşini arayıp vedalaşmış... Uçakların dıştan müdahaleyle değil de, içerideki korsan timi tarafından kaçırılarak ikiz kulelere ve Pentagon’a çarptırıldıklarına dair eldeki tek delil uçaktan telefonla yapıldığı söylenen o görüşme... Bir de, otomobillerin fren sistemine müdahale edilerek eylem yapılmasına benzer bir yolla, uçakların dışarıdan yönlendirilmesini mümkün kılacak şekilde bir teknoloji olup olmadığını bilmiyoruz. Dostuma göre, hedefe vuran üç uçak, dışarıdan kontrollu kullanıldıkları izlenimini veriyor... Liberal politikacı, “Eylemleri pilotlar içerisinde güçlü bir dâhili örgüt yapmıştır” görüşünde... Bir başka dostum, dördüncü uçakla ilgili olarak, ilk gün duyulan, önce kanatlardan birinin alev aldığı haberinin sonradan unutulmaya terkedildiğine dikkat çekti. “Oysa” dedi o dost, “Eğer ilk önce kanat alev almışsa, bu, o uçağın içeriden, yolcular tarafından değil, dışarıdan, muhtemelen bir füze marifetiyle düşürüldüğü anlamına gelir...” Böyle bir durum gerçekten söz konusuysa, eylemlerle ilgili bütün teorileri yeniden gözden geçirmemiz şart... Bir okur, ABD sisteminin adını ‘komplocu’ya çıkararak dediklerine dikkat edilmemesini sağladığı Lyndon LaRouche’un eylemle ilgili taze görüşlerini gönderdi bana. LaRouche’un çıkardığı ‘Executive Intelligence Review’ (EIR) adlı dergiyi yıllardır izlerim; dünyanın ne yöne gittiği hakkındaki öngörüleri hep dikkatimi çeker. Ekonomik kriz yüzünden sessiz sedasız geçtiğimiz ‘Para Kurulu’ (money board) sisteminin Türkiye’ye dayatılacağını neredeyse iki yıl önce EIR’da okumuştum sözgelimi... 2004 yılındaki başkanlık seçimlerine adaylığını koyacağını şimdiden ilân eden Lyndon LaRouche, 11 Eylül günü, olayın olduğu saatlerde, bir radyoda görüşlerini açıklıyormuş... Daha ilk uçakla birlikte, program sunucusu Jack Stockwell’e, “Göreceksiniz” demiş, “Bu eylemden dolayı Üsame bin Laden suçlanacak...” İyi mi? İkinci kuleye de bir uçak çarptığını duyunca, LaRouche, programcıya, “Bu bir dahili istikrarsızlaştırma operasyonu” tespitini iletmiş, şu sözleri de ekleyerek: “Zaten böyle bir operasyon yapılacağını duymuştuk...” Bu görüşmeden, Amerikalı politikacı ve yayıncı Lyndon LaRouche’un, böyle bir uğursuz gelişme beklentisi içerisinde olduğu anlaşılıyor. “Bin Laden suçlanacak” demesi de, “İstikrarsızlaştırma amaçlı bir dâhili operasyon” teşhisi koyması da o beklenti üzerine oturuyor. ABD’nin George W. Bush ile almakta olduğu yola bakanlar, “Böyle bir gelişme beklenebilir” demekteymişler... Böyle bir eylemi beklediği anlaşılan bir de ülke olduğu ortaya çıktı: İsrail... Şaşırdınız, değil mi? Öyleyse yazacaklarımı okuyun... ‘Yüzyılın terör olayı’ diye de anılan uçakla saldırıya muhatap olan Dünya Ticaret Merkezi (DTM) bir tür Babil bahçesi gibiydi; hemen her dinden, ırktan, renkten insanın çalıştığı bir yer olduğu için... Düşünün ki, en az 100 Türk’ün çöken ikiz kulelerin enkazı altında kaldığı sanılıyor. Böyle bir mekânda Musevi asıllıların, hatta doğrudan İsrail vatandaşlarının bol miktarda bulunması beklenir. Bu konularda hassasiyeti bilinen İsrail’in kayıplar için gürültü koparması da... 17 Ağustos gecesi Çınarcık’ta bulunan iki elin parmakları kadar az İsrail vatandaşı için deprem sonrası gönderilen özel timleri ve sarf edilen çabayı hatırlayın... Şimdi ise İsrail’den ses çıkmıyor... Eğer doğruysa, İsrail iç istihbarat örgütü ‘Shabak’ ikiz kulelere yapılacak eylemden önceden haberdarmış ve Ürdün’de çıkan ‘el-Watan’ gazetesine göre, binalarda çalışan İsraillileri o gün işe gitmemeleri konusunda uyarmış... İsrail’de çıkan Yadiot Ahranot gazetesi ise, o gün New York’ta yapılacak bir Musevi festivaline gitmesi beklenen başbakan Ariel Şaron’un seyahatini de Shabak’ın engellediğini yazmış... CIA ve FBI’nın haber alamadığını Shabak’ın bilmesine ne diyorsunuz? (Yeni Şafak, 20 Eylül 2001) Dehşete düşüren şeyler yazıyorum Fehmi Koru Yönetime yakın bir Amerikalı akademisyen dostum, “Türk basınında izlediğim iki-üç yazardan birisin, ancak son zamanlarda yazdıklarından dehşete kapılıyorum” diye beni ayıpladı. Uzun yıllardır ABD’de gazetecilik yapan bir dost ise, “O ne yaparsa bir bildiği vardır” deyip bana kredi açsa bile, görüşüne değer verenler tarafından soru yöneltildiğinde, son iki haftadır yazdığım Kulis’lerde anlatılanlara aklının yatmadığını iletmeden duramamış... Her ikisi de en fazla aynı konuya takılmışlar: Bir Ürdün gazetesine (el-Watan) dayanarak yazdığım, “İsrail saldırıdan haberdarmış, ulaşabildiklerine o sabah Dünya Ticaret Merkezi’nden uzak durmalarını tebliğ etmiş” bilgisi... Akademisyen dost, “Hiç öyle şey olur mu?” diyor ve beni yeterince araştırma yapmamakla suçluyor... CNN’nin New York saldırısı sonrasında yayınladığı, sevinen Filistinli görüntülerinin 1991 yılına ait olduğu iddiası, bir Brezilyalı öğrenciye atfen, daha ilk gün ulaştı bana; iddia çoğalarak gelmeye devam etti. Aklım basmadığı için değinmedim bile. Aklımın basmamasının sebebi, CNN’nin haber koordinatörü Eason Jordan’ı tanımam ve özellikle İslâm Dünyası’na dönük haberlere fevkalâde titizlendiğini bilmem... CNN vahim bir yayıncılık hatası yaparsa hemen düzelten bir kurum; ilk gün ‘terörist’ diye tanıttığı ‘Bukhari kardeşler’ ile ilgili haberi, yanlışını öğrenir öğrenmez, “Hata yaptım” diye kendisi duyurdu... İsrail’in saldırıdan haberdar olduğu için ikiz kulelerde hiçbir İsrailli’nin ölmediği haberi peki? Bundan haberdar olunca, hemen İsrail’de çıkan Jerusalem Post ve Ha’aretz adlı gazetelerin web-sitelerine ulaşıp saldırıda hayatını kaybeden İsrailli sayısını öğrenmeye çabaladım. Hayret, her iki gazete de bu konuyla ilgili tek bir haber ve yazı yayımlamamış... 17 Ağustos depremine Çınarcık’ta yakalanan on kişi için kalabalık bir ekip gönderen İsrail’in tek vatandaşının burnunun kanamasına dahi önem verdiği biliniyor. Hayretim beni CNN web arşivine sürükledi; oradaki haberlerde de her ülkenin adı geçiyor, ancak kayıp listesinde İsrail devleti yer almıyordu... Ben de yazımda Ürdün gazetesinin verdiği bilgiyi kullandım... Dünya Ticaret Merkezi’nde İsrailli ölü ve kayıplarla ilgili tek ayrıntı, cuma günü (21 Eylül) Milliyet’te rastladığım genel tabloda yer alan “İsrail: 133” rakamıdır. Başkan George Bush’un hazırlatıp açıkladığı listeymiş bu... Bu kadar... Kriz ve savaş ortamları, Anglo-Saksonlar’ın ‘spin doctors’ dedikleri, gerçekleri çarpıtıp yamultmayı da görevi bilen bazı tipler hemen devreye girdiği için, çok dikkatli olunması gereken ortamlardır. Körfez Savaşı dönemini hatırlayın. Irak işgali altındaki Kuveyt’ten ekranlara ulaşan görüntülerin hangisi sahici, hangisi türetilmişti, bugün bile bilemiyoruz. Denize dökülen petrol atıkları arasında fotoğrafı çekilen karabatağı hatırladınız mı? O bir gözboyamaydı işte... “Canımı ve ırzımı Iraklıların elinden zor kurtarıp kendimi buraya attım” diye New York’ta kameralar karşısına çıkan genç kız da, Kuveyt’in Birleşmiş Milletler temsilcisinin işgalden sonra Kuveyt’te hiç bulunmamış kızıydı... Amerikalıların her durum için bir veya birden fazla filmleri vardır, unutan bizleriz... Oysa, şimdikine benzer kriz durumlarının sanal etki vermek üzere kullanılabileceğinin en çarpıcı örneği, senaryo yazımına ünlü tiyatro adamı David Mamet’in de katıldığı Barry Lewinson tarafından çekilen 1998 yapımı ‘Wag the dog’ filminde yer alıyordu. Hani, Dustin Hoffman ile Robert de Niro’nun başrol oynadığı, tam seçim arefesinde bir seks skandalı yüzünden başı derde giren ABD başkanını kurtarmak için yazılmış ‘gerçek olmayan savaş’ senaryosu canım... O filmde, başkanı kurtaran, bütünüyle Hollywood stüdyolarında artistlerle çekilen sanal bir savaştı; Amerikan halkı, günler ve günler boyu, ülkelerinin Arnavutluk’la savaşa girdiğini düşündüler... Oysa, Arnavutluk’un ne savaştan haberi vardı, ne de ABD ile ilişkilerinin bozulduğundan... Filmin sonunda, bir kaç can yandı, ama zor durumdaki başkan seçimi yeniden kazandı. Küçükten beri, bana “Çok film seyrediyorsun” diye itiraz edenler olur; bazen karşımdakini haklı bulur savunmaya geçerim. Geçen akşam, bir tartışma sırasında, akademik unvanlı bir bayanın ağzından, “Amerikalılar yapacaklarına bizleri iki araçla hazırlar; biri Hollywood, diğeri de medya” cümlesi çıktığında, bu yolda yapılacak tüm eleştirilere karşı kendimi savunacak mekanizmaya artık sahip olduğumu anlayıverdim. Serüven filmlerini izlemesem (önümüzdeki günlerde ayrıntılı olarak ele alacağım ‘Kod adı: Kılıç balığı’ adlı filmi gösterimden kaldırılmadan gidip görmenizi tavsiye derim), gerilim romanları okumasam, dünyadaki herşey kendiliğinden oluveriyormuş diye inanacak, her söylenene kanacaktım... Belki de doğru davranış o. Bazı meslektaşların, Washington’un senaryolarını hemen kabullenivermeleri, bakıyorum, hepsini ‘Valium’ içmişcesine rahat ve huzura kavuşturuyor. Uzaklardan ayıplar ifadelerle yazdıklarıma tepki veren dostların önemli bir itirazları daha var: “Herhangi bir katakulli olsa, Amerikan basını didik didik eder, onu ortaya çıkartır” iddiasındalar. Üzerinde durmayı gerektiren bir itiraz bu. Yarını bekleyin, zararlı çıkmayacaksınız... (Yeni Şafak, 23 Eylül 2001) Komplo teorilerine sakın kanmayın Fehmi Koru Ortalığın ‘komplo teorileri’ ile kaynadığından yakınan Hadi Uluengin’e hak veriyorum. Ne kadar akıl almaz senaryolar onlar! Bugünküne benzer ortamların sağlıksız olduğunu en iyi geçmişte ‘komplo teorileri’ ile haşır neşir örgütler içinde bulunmuş kişiler bilir zaten... Hadi’nin o benzersiz üslubuyla dile getirdiği yakınmaya ben de yürekten katılıyorum. Kendi hesabıma, komplo teorilerine esir düşmemek için, iki yöntem uyguluyorum: Birincisi, komplocu gazete ve dergilere göz bile atmıyorum... İkinci yöntemim ise, herkesin ‘güvenilir’ bulduğu dışındaki kaynaklara itibar etmemek... AP, UPI, AFP, Reuters ve benzeri haber ajansları, BBC, CNN, VOA gibi tv ve radyolar, New York Times, Sunday Telegraph, Jerusalem Post, Ha’aretz gibi gazeteler ile Batılı yazarların yazdığı veya muteber yayınevlerinin yayınladığı kitaplar... Benim başvuru kaynaklarım bunlarla sınırlı. Bu kaynaklarda okuduklarımı bile ihtiyatla karşılamamı herhalde mâzur görürsünüz. Çünkü, bugünküne benzer ortamlarda, yönetimler, elleri altındaki iletişim araçlarının itibarını zedelemeyi bile göze alarak koyu bir sansür uygulayabiliyorlar. Daha dün bizim gazetelerde de yer alan ‘Voice of America’nın (VOA, Amerika’nın sesi radyosu) Tâlibân lideri Molla Muhammed Ömer ile gerçekleştirdiği mülâkatın yayınına, ABD dışişleri bakan yardımcısı Richard Armitage’ın, hem de radyoevine kadar giderek engel olmak istemesi göz açıcı bir haber. Bereket VOA direndi. Gerçeklerin peşinde koşanların, ya da güvenilir kaynaklara dayanarak yazı yazan ve yorum yapanların işleri epey güç... Kendi başımdan geçen Dünya Ticaret Merkezi’nde (DTM) hayatlarını kaybeden İsrailliler ile ilgili sayısal bilgi olayını hatırlayacaksınız. Bir Ürdün gazetesi (el-Watan), güvenilir kaynaklara dayanarak verdiği haberde, ikiz kulelere yapılacak intihar saldırısından haberdar olan İsrail’in, erişebildiği vatandaşlarına, “11 Eylül sabahı DTM’den uzak durun” mesajı ilettiğini bildirmişti. CNN’in ve Jerusalem Post ile Ha’aretz gibi gazetelerin arşivinde dolaşıp, ölü ve kayıp kişilerle ilgili ya tablo olmadığını, ya da verilen tablolarda İsrail’in bulunmadığını görünce, Ürdün gazetesinin haberini sizlere aktarmıştım... Önce, ABD yönetimine yakın bir akademisyen dost “Dehşete kapıldım” tepkisini verdi, sonra Milliyet’teki tabloda, “İsrail’in kaybı 133” rakamıyla karşılaştım. Tam olayı kendi yönümden kapatılmış sayıyordum ki, Batı’nın güvenilir haber kuruluşlarından Agence France-Presse’in (AFP) servise soktuğu bir haberle karşılaşmayayım mı? AFP’nin son (26 Eylül) raporuna göre, DTM’de İsrail’in can kaybı sadece iki kişi, iki kişi de çarpan uçaklarda hayatını kaybetmiş... kayıp İsrailli sayısı da 60... Gelin de, bu durum karşısında, Dr. Sollaso gibi hiddetten şapkanızı yemeyin bakalım... O haberi okuyunca, bazı yazar dostların “Absürd” dedikleri cinsten “İsrail olaydan haberdardı, uyruklarını da uyardı” haberine hak veresim geldi. Oysa, buna inanmak, işin içinde bir ‘komplo’ olduğunu düşünmek demek... Deli miyim ben? Bu da yetmezmiş gibi, dün (26 Eylül 2001), ‘komplo’ kokan başka bir haberle İsrail’de çıkan Ha’aretz gazetesinde yüzyüze gelmeyeyim mi? Akıl sağlığımı korumak için öyle kenarda köşede kalmış haber ve yorumlardan gözümü bile kaçırırken, bir İsrail gazetesinin aklımı şaşırtmak için devreye girmesi... Olacak şey değil! En iyisi, “İki Odigo çalışanı DTM saldırısını öngören mesaj aldılar” başlıklı Yuval Dror imzalı Ha’aretz haberine (26 Eylül 2001) bir göz atmak: “Anında mesaj servisi Odigo, ikiz kulelere 11 Eylül günü yapılan saldırıyla ilgili olarak, iki çalışanının, saldırıdan iki saat önce mesaj aldıklarını söylüyor. Şirket, saldırıyı öngören mesajı gönderen kişiyi bulmak için İsrailli ve FBI dahil ABD’li güvenlik güçleriyle işbirliği halinde.” Bilgisayar ve internet kullanıcıları ICQ adlı sistemi bilirler; kişilerin birbirleriyle eşzamanlı olarak görüşüp haberleşmelerine yarayan bir sistemdir ICQ. Odigo da aynı işe yarayan benzer bir sistemmiş... Bu arada, ICQ’nun da Odigo gibi İsrailli bir şirketin ürünü olduğunu öğrendim. Sistemi kullanan biri, olaydan tam iki saat önce, iki Odigo çalışanına gönderdiği mesajlarla, “Göreceksiniz, ikiz kulelere saldırı olacak” demiş, iyi mi? İngiliz Sunday Telegraph gazetesi de, geçen hafta (16 Eylül 2001), İsrail istihbaratının, ABD’yi, görünür bazı hedeflere yönelik saldırılar düzenleneceği konusunda bir ay önce uyardığını yazdı. Gazeteye göre, iki Mossad uzmanı, Ağustos ayında, Washington’a kadar giderek, CIA ve FBI’yı uyarmış... Mossad’ın yüzünü pek göstermeyen başı Ephraim Halevy’nin, bizzat katıldığı “Ortadoğu’da istihbarat ve barış” konulu konferansta yaptığı konuşmada, Batılı istihbarat örgütlerini elektronik âlet edevâta fazlaca güvenip insana (casusa) dayanan beşerî istihbaratı ihmal etmekle eleştirdiğine dair Jerusalem Post (25 Eylül 2001) haberini okuduğumda, ilk tepkim, “Amma da böbürlenmiş ha!” oldu, ama sonra sonra, “Halevy’nin övünmesi yerinde” demek zorunda kaldım. Hadi Uluengin’in ‘komplo teorileri’ne yüz verilmemesine dönük uyarısı da haklı bir uyarı; kafayı dinç tutmak istiyorsanız, mantıklı haberler veren kaynaklardan hiçbir zaman şaşmayacaksınız... (Yeni Şafak, 27 Eylül 2001) Komplo teorilerini temizleme benim işim Fehmi Koru Pek çok kişi “Komplo teorisi” diye küçümseyerek diline doladığı için ele almak zorundayım: O meş’um 11 Eylül günü, dünyanın dört bir tarafından binlerce insanın çalıştığı Dünya Ticaret Merkezi’nde (DTM) dört İsrail vatandaşı hayatını kaybetti; iki İsrail vatandaşı da Pentagon’a çarpan uçakta... Bu bilgiyi veren Agence France Presse (afp), “60 kadar İsrailli de kayıp” notunu düşmekte... Bu tablodan “11 Eylül eylemleri İsrail’in işi” sonucunu çıkartmıyorum ben; vardığım, “11 Eylül eylemlerinden İsrail önceden haberdardı” sonucudur. İngiliz Daily Telegraph gazetesi, daha önce burada kayda geçirmiştim, “Eylemlerden haberdar olan Mossad, bilgilendirmek üzere, bir uzmanlar timini önceden ABD’ye gönderdi” haberini dünyaya duyurdu zaten. Mossad’ın elinin uzun olduğunu bilenler açısından bunda şaşılacak bir nokta olmadığı gibi, bu gerçeğe ‘komplo’ demenin de bir âlemi yok... Dünyanın en sıkıntılı işlerinden biri Museviler hakkında yazı yazmaktır; kantarın topuzu birazcık kaysa düşeceğiniz yer ‘anti-Semitizm’ tuzağı olduğu için... Oysa, aralarında dostlarım olduğundan biliyorum, hakkaniyete uygun yayınlardan hiç gocunmayan insanlardır Museviler... Gerçeklerin yazılmasına karşı olmak, gerçeği yazanlara “Komplocu” demek bir yana, yanlışlara işaretin kendilerine düzeltme fırsatı verdiğini söylerler... ABD’de en yaygın fıkraların Musevi zekâsı ürünü ‘Yahudi anne’ fıkraları olması da bundandır... Yalçın Küçük yeni çıkan ‘Sırlar’ kitabının (YGS Yayınları) bir yerinde (s. 204-5), Ruslar’ın efsane dışişleri bakanı Andrei Gromyko’nun anılarına (“Memoirs”, Londra, 1989) atıfta bulunarak, Kennedy’nin Museviler hakkında olumsuz fikirler taşıdığını kayda geçiriyor. Kennedy, ABD’de iki ana eğilimin varlığından söz etmiş; biri sosyalistlerle yakınlaşmaya karşı çıkanlar, diğeri de ‘özel bir millet’ (a particular nationality) diye andığı, Gromyko’nun ‘Yahudi lobisi’ olarak anladığı eğilim. Washington’da başkanlık koltuğunda oturanların ‘Musevi sorunu’ hep olmuştur; bunu en ciddi biçimde dışa vuranın Richard Nixon olduğunu sonradan gün ışığına çıkan 445 saatlik teyp bantlarından biliyoruz. Genel sekreteri Bob Haldeman’a, “Yönetim Musevilerle kaynıyor” demiş ve eklemiş: “Senden Museviler’in ilgilendiği hassas konular üzerine eğilmeni istiyorum” Bantların çözümü incelendiğinde, Nixon’un ‘anti-Semitik’ denilebilecek bir zihin yapısı olduğu anlaşılıyor... Oysa, etrafını Musevi danışmanlar ve hükümet üyeleriyle çeviren de Nixon’un kendisiydi. Bantlar yayımlanınca çok şaşırdığını ifade eden hukukçu Leonard Garment, “Beni, ve William Safire ile Alan Greenspan gibileri işbaşına getiren Nixon’du” demiş. Herbert Stein ise, “Hayatı boyunca Nixon’dan sadece saygı ve dostluk gördüm, hayret” tepkisini dile getirmiş... Bunları anlatmamın sebebi, Museviler ile ilgili konuların duyarlılıkla ele alınması gerektiğine işaret etmek... Nitekim, DTM’nde kaç kişinin hayatını kaybettiğinden, eylemler sonrasında gözaltına alınan beşyüze yakın kişi arasında Museviler’in de bulunup bulunmadığına kadar bir çok konuya nâdiren el atılıyor Amerikan basınında. Daha önce, Haaretz gazetesinden aktararak, eylem günü beş İsrailli’nin de gözaltına alındığını yazmıştım. Ağızlarda bu da bir ‘komplo teorisi’ne dönüştü. Oysa, konu, New York Times gazetesinde de ele alındı. Alison Leigh Cowan adlı muhabirinin içerideki İsrail vatandaşlarının yakınları ve avukatlarıyla konuşarak yazdığı haber, “Beş genç İsrailli, kuşku şebekesine yakalandı” başlığını taşıyor (8 Ekim 2001). FBI içeride tuttuğu beş İsrailli gencin adlarını da, ne için gözaltına alındıklarını da açıklamıyormuş. Ancak, NYT haberinde her iki unsur da bulunuyor. Gençlerin adları, Oded Elner, Yaron Shmuel, Sivan Kurzberg ve kardeşi Paul Kurzberg ile Omer Gavriel Marmari. Birinin üzerinden dörtbin dolar nakit, diğerinden iki farklı pasaport çıkmış New Jersey’deki bir nakliyat şirketinde çalışan bu İsrailli gençlerin... Gözaltına alınma sebepleri ise, ikiz kuleler eyleminden sonra “Oh olsun” türü bir sevinç gösterisi sergiledikleri, terörü tasvip ettikleri... Üzerleri arandığında paket bıçakları bulunmuş; ayrıca, çalıştıkları kamyonun üzerine çıkıp terör ânını videoya da kaydetmişler... İşin garip tarafı, resmen sadece ‘vizesiz ikamet’ yüzünden içeride tutulan bu gençlerin vebalı muamelesi görmeleri... Bir görevleri avukata yanaşıp, “Bu heriflerin savunmasını almaya utanmıyor musun?” diye sormuş... Kaldıkları cezaevinin hahamı, kendisinden kutsal günlerde dua etmek için Tevrat isteyen gençlerin taleplerini işitmezden geliyor, ziyaretlerine de gitmiyormuş... NYT muhabiri haberi öyle kaleme almış ki, okuyunca, görünenin altında bilinmeyen çok unsur olduğunu düşünmeden edemiyorsunuz... Filmlerde gördüğümüz gibi davranıyormuş polis gözaltındaki İsrailli gençlere. Gözleri kapatılmış halde sorguya çekilmişler, bir yerden diğerine götürülürken kelepçelenmişler ve yalan testinden geçmeleri zorlanmış... “Eğer işbirliği yapmazsanız sizi pişman ederiz” türü lâflara da muhatap oluyorlarmış... Üsame bin Laden ile irtibatlı bir grubun işlediği iddiasıyla savaş çıkartılan eylemlere İsrailli gençlerin adlarının karıştırılmasını ben çok garip buluyorum. Ya siz? (Yeni Şafak, 17 Ekim 2001) İddia: CIA biliyordu... Fehmi Koru Altın fiyatının, yarın, bugünkü değerinin bir misliyle satılacağını bilseniz ne yaparsınız?” Herhalde neyiniz var neyiniz yok satar, elinizdeki avucunuzdakini altına yatırırsınız, değil mi? Ertesi gün, müthiş zenginleşmiş olarak, bir gün önce sattığınız her şeyi yarı fiyatına yeniden toplayabilirsiniz... Bir hisse senedinin değer kazanıp kaybedeceğini öngörebilmek de zenginleştirici bir bilgidir. İki şirkete ait uçakların 11 Eylül günü Dünya Ticaret Merkezi’ne intihar saldırısı düzenleyeceğini bilen bazı kişilerin, kendilerini tutamayıp, bu bilgiyi borsada paraya tahvil ettikleri anlaşılıyor... United ve American Airlines şirketleri ile DTM’nde 22’şer katın sahibi olan Merrill Lynch ve Morgan Stanley şirketlerinin hisse senetlerinin 11 Eylül’den hemen önce gördüğü rağbet dikkat çekici... Muteber kaynakların hesaplarına göre, birileri, bazısı 1200 kez ilgi artışına uğramış hisse senetleriyle oynayarak, on milyon dolara yakın para kazanmış... Saldırıdan hemen sonra nakde çeviremedikleri 2.5 milyon dolarlık kazançlarını talep bile etmemişler... Bu, dikkat çekici bir durum. Araştırmacı Michael C. Ruppert, bir İsrail araştırma enstitüsünün bulgularına dayanarak tespit ettiği 11 Eylül öncesi borsadaki hareketliliği kimin (veya kimlerin) yaşattığının peşine düşmüş... Vardığı sonucu beraberce okuyalım: “Kanıtlar, bu işlemlerin en az birinde, United Airlines hisselerinde oynayan bankanın, 1998 yılına kadar, şimdi CIA’nin ‘3 numaralı koltuğu’nda oturan biri tarafından yönetildiğine işaret ediyor.” Kanıtların işaret ettiği kişi, CIA’de ‘Executive director’ unvanını taşıyan, dostlarının kendisine ‘Buzzy’ diye hitap ettiği A. B. Krongard. Krongard, A. B. Brown adlı yatırım bankasının başkanıymış; banka 1997’de daha büyük Banker’s Trust tarafından yutulmuş... Birleşme sonrası ‘Banker’s Trust - AB Brown’ adını alan yeni bankanın başkan yardımcısı olmuş Krongard... İşin hoş yanı, şimdilerde CIA’de etkin konumda bulunan Buzzy Krongard’ın vaktiyle başkan yardımcısı olduğu bankanın kötü şöhreti: Karapara aklama konularının amansız tâkipçisi bilinen Senatör Carl Levin’in, “İşte size aklama işlerinde kullanılan 20 Amerikan bankası” diye yayımladığı listede Krongard’ın bankası da var. Krongard, bankada özel müşterilerle ilgilenmekle görevli başkan yardımcısıymış... Karapara aklayan bankada özel müşterilerin muhatabının bugün CIA’de yönetici olması size de ilgi çekici gelmiyor mu? CIA’nin dünyadaki mâli gelişmeleri yakından izlemekle ilgili oldukça kalabalık bir birimi olduğu biliniyor. Belli başlı borsalarda hisse senetlerinin uygunsuz zamanlarda anlamsız artış veya düşüşlerini yakından izliyor bu birim. Karaparanın da peşinde. Terörist saldırılar konusunda uyarmak üzere ABD çıkarlarına karşı ekonomik hareketlilikleri CIA’nin izlemesi doğal. Bu sebeple, CIA’nin 11 Eylül’den önce, özellikle Şikago Borsası’ndaki anormal hareketliliğin farkına varmamış olması düşünülemez. CIA’ye başkan atanan George Tenet yanına özel danışman olarak almış Krongard’ı, 1998 yılında. George W. Bush ise, bu yılın mart ayında, Krongard’ı CIA’de şimdiki koltuğuna terfi ettirmiş... Bir paralel gelişme de şu: Krongard’ın başkan yardımcısı olduğu Banker’s Trust (BT) adlı bankayı, 1999 yılında, Alman Deutsche Bank satın almış... 11 Eylül öncesi Şikago Borsası’nı kullanarak United Airlines hisselerinden 2.5 milyon dolar kazananların bankası da Deutsche Bank zaten... Hani, derhal nakde çevrilemediği için talep edilmeden bekleyen 2,5 milyon dolarlık işlemi yapan banka... Deutsche Bank, ha! 11 Eylül öncesinde borsadaki anlaşılmaz hareketliliğin arkasında Alman Deutsche Bank’ın bulunduğunun ortaya çıkmasından daha ne öyküler yazılırdı; ancak bu ayrıntıyı şimdilik bir kenara yazmakla yetiniyorum. Araştırmacı Ruppert, sözü buraya getirince, CIA’nin iş dünyası ile içli dışlılığını da sergilemekten kendini alakoyamamış... Onun bulguları bizim bildiklerimizi destekliyor. CIA, daha kuruluş döneminden başlayarak, Wall Street kökenli kişilerin ilgisine mazhar. CIA’nin doğumuna ebelik yapanlardan Clark Clifford’un ‘başkanların danışmanı’ sıfatı yanında bir unvanı daha var: Wall Street avukatı ve banker... Biri dışişleri bakanı diğeri CIA başkanı olarak görev yapmış Dulles biraderler de aslında ‘Sullivan, Cromwell’ adlı Wall Street hukuk firmasının ortaklarıydılar. Ronald Reagan’ın CIA’nin başına atadığı William Casey de, o göreve gelmeden önce Wall Street avukatıydı... Sadece Wall Street’ten CIA ile ilişkili görevlere gidilmiyor, bunun tersi de oluyor. New York Borsası’nın şimdiki başkan yardımcısı David Doherty yakın zamana kadar CIA’nin avukatıydı sözgelimi, emeklilik sonrasında borsaya geçti; CIA’den emekli Nora Slatkin de şimdi Citibank yönetim kurulunda. İçiçe geçmiş bu ilişkiler 11 Eylül terör saldırılarına nasıl ışık tutuyor? Michael C. Ruppert’in bu soruya verdiği cevabı beraberce okuyalım: “CIA’nin saldırılardan haberdar olduğu halde durdurmak için küçük parmağını oynatmadığına dair daha nasıl bir kanıt gerektiğini merak ediyorum. Hükümetimiz ve CIA ne yapıyorlarsa, bunun Amerikan halkının çıkarlarına UYGUN OLMADIĞI açık; özellikle de 11 Eylül günü hayatlarını kaybedenlerin...” (Yeni Şafak, 24 Ekim 2001) Pearl Harbor, Vietnam… Uzak durun… Fehmi Koru Konu o kadar hassas ki, yıllar öncesine ait esrarlı bir olayı şimdilerde çözen itibarlı bir tarihçi, her ağzını açışta, “Aman ha, iki olayı asla birbirine karıştırmayın; geçmişte yapılması 11 Eylül’de de böyle olduğu anlamına gelmez” deme ihtiyacı duyuyor. Oysa, benzerlikleri ve benzemezlikleri ayırt etmeye yarayan muhakeme hassamız bizim de var... Olay 1964’te geçiyor. ABD’de başkanlık koltuğunda Lyndon B. Johnson oturuyor. “Vietnam’da savaş bitsin mi, hızlansın mı?” kararı söz konusu. Kongre, Başkan’a ‘savaşa devam yetkisi’ vermiş. Johnson, Kongre’yi bu yetkiyi vermeye sevk eden olayı yardımcılarıyla konuşuyor. Savunma bakanı Robert S. McNamara’ya, “Açılan ateş konusuna biraz daha yakından baktığımızda, belki de bize ateş açmadıkları sonucuna vardık” diyor… Başkanın ağzından, bir ara, “Bu savaşı kazanmak için ne askeri ne de diplomatik bir planımız bulunuyor” sözleri de dökülüyor… Johnson’un “Belki de ateş açmadılar” dediği olay, tarih kitaplarında “Vietnam Savaşı’nın yayılıp yoğunlaşmasına yol açtı” diye geçiyor. Kuzey Vietnam’a ait torpedo botları, Tonkin Körfezi’nde iki Amerikan savaş gemisine ateş açıyorlar. Bunun üzerine, Kongre, başkana, ‘savaşa devam yetkisi’ veriyor ve savaş milyonlarca Vietnamlı ile onbinlerce Amerikalı’nın hayatına mal olacak şekilde azıyor… Oysa, bugün öğreniyoruz ki, gelişmeyi soruşturan Johnson, “Muhtemelen ateş açma diye bir olay olmadı” sonucuna varmış… Varmış, ama o bilginin üzerine yatmaya karar vererek Amerikan gençlerini askere göndermeye devam etmiş… Bu gerçekle yüzleşme vesilemiz, Lyndon Johnson’un Beyaz Saray’daki her hareketini öğrenmemize vesile olan teyp kayıtları. Başkanın eşi Lady Bird, kocasından duyduğu her şeyi aynı gün teybe kaydetmiş… Yardımcısıyla, bakanlarla, güvendiği dostlarıyla arasında geçen konuşmalar sâdık bir gözlemcinin sesinden duyulabiliyor bugün… Lady Bird’ün ‘elektronik güncesi’, hiçbir yanlış anlamaya izin vermeyecek biçimde bir gerçeği gözler önüne seriyor: “Vietnam Savaşı aslında olmayabilirdi…” Tarihi düz okumaktan yana zihinlerin, Pearl Harbor baskınıyla ilgili ‘saklanan’ gerçeğin şokunu üzerlerinden henüz atamamışken, Vietnam Savaşı’nın da, aslında uydurma bir sebeple zıvanadan çıkarıldığını kolay hazmedebileceklerini sanmıyorum. Oysa, 11 Eylül’de yaşanan ‘uğursuz saldırılar’ın akabinde piyasaya çıkan “Roosevelt’s Secret War: FDR and World War II Espionage” adlı eserin yazarı Joseph E. Persico, “Amerikan yönetimi, dördü savaş gemisi olmak üzere 18 gemiyi yok edip ikibin askerin ölümüne yol açan Japonlar’ın Pearl Harbor’a yaptıkları saldırıyı önceden biliyordu; savaşa karşı olan Amerikan halkını savaş-yanlısı yapabilmek için kendi insanını ölüme gönderebildi” gerçeğini belgeleriyle açıkladı… Şimdi de, Amerikan Tarihi’nin en kanlı savaşı olan Vietnam’ın zıvanadan çıkmasına göz yumulduğu gerçeği biraz fazla kaçıyor. Bu yüzden, “Vietnam Savaşı çığrından çıkmadan engellenebilirdi; Başkan Johnson savaşı daha da yoğunlaştıran olayın gerçek olmadığını biliyordu; milyonlarca insan pisi pisine öldü” tezini yeni çıkan “Reading for Glory” adlı kitapta işleyen Michael Beschloss, “Aman ha, Vietnam’da gerçeklerin gizlenmesine bakıp 11 Eylül’le paralellik kurmayın” diyor… Size bir şey söyleyeyim mi? Pearl Harbor ve Vietnam ile ilgili daha önce bilinmeyen, her iki olaya bambaşka gözlerle bakılmasına yol açacak dünyayı sarsan gerçekleri gözler önüne seren bu iki kitap, okurların eline geçtiğinde 11 Eylül olayı yaşanacağı önceden bilinebilseydi, yayıncıları tarafından piyasaya çıkartılmazdı… ‘Operation Swordfish’ adlı filmin “Kafaları karıştırır” diye yasaklandığını, benzer film projelerinin rafa kaldırıldığını hatırlayın lütfen… Persico’nun, “Amerikan istihbaratı Japonlar’ın muhaberatını takip edebiliyordu; elimizdeki belgeler Pearl Harbor’un önceden bilindiğini gösteriyor” tezi ile, Amerikan başkanlarının hayatlarını kendisine uğraş alanı seçmiş tarihçi Beschloss’un “Olmamış bir olaya oldu muamelesi yapılmasaydı Vietnam Savaşı başlamadan biterdi” tezi elbette göz açıcı. Tarihçi Beschloss, “Vietnam Savaşı ile terörizme karşı savaş iki ayrı kutup gibi” demiş New York Times gazetesine (6 Kasım 2001). Bir dediği de şu: “Vietnam’da, işin başında, fazla önemli olmadığını şimdilerde öğrendiğimiz bir amaçla savaşan -o amaç da Soğuk Savaş’ı kazanmaktı- bölünmüş bir ülke durumundaydık; oysa teröre karşı savaşta, Amerikan toplumunun en temel amaçlarından biri olan, her Amerikalı’nın şahsi güvenliğini korumak için kenetlendik.” Tarihçinin olaylar arasında paralellik kurmanın yanlışlığına dair bu sözleri herhalde sizi de tatmin etmiştir. Amerikan istihbaratı ve o dönemin yönetimi, Japonlar’ın Pearl Harbor’a saldıracağını önceden biliyorlar ve buna rağmen suskunluklarını koruyarak saldırıyı Amerika’nın savaşa girmesi için vesile olarak kullandılarsa ne olmuş yani? Ya da, Başkan Johnson, Vietnam’a daha fazla asker göndermek için vesile ettiği Tonkin Körfezi saldırısının gerçek olmadığını bildiği halde Kongre’yi (ve tabii Amerikan halkını da) aldattıysa bize ne? Bu olaylarla 11 Eylül arasında paralellik kurmak, Pearl Harbor ve Vietnam’ı uğursuz yönleriyle hatırlamak yersiz… Kafa konforunuzu sakın bozmayın… (Yeni Şafak, 8 Kasım 2001) 11 Eylül: Neye inanalım? Fehmi Koru Ne kadar tedirgin olsalar hakları var. Aradan iki yıl geçti, 11 Eylül’de ikisi dev kulelere, biri Pentagon’a çarpan, dördüncüsü Pensylvania üzerinde düşürülen uçaklar üçbin kadar insanın hayatına mâl oldu, ancak olayın resmi açıklamalarına pek az kişi inanıyor. Kuşkular ‘komplo teorilerini’ besliyor, bu durum da Amerikan Musevilerini moral açıdan etkiliyor. Yarın olayın ikinci yıldönümü. Etraf yine olaya ‘farklı’ açılardan yaklaşan değerlendirmelerden geçilmeyecek. Bunu bilen ‘Anti Defamation League’ (ADF) adlı kuruluş, etrafta dolaşan komplo teorilerine dikkat çekme ihtiyacı duydu. Ben de bu vesileyle dünyanın dört bir tarafında inanılan teorilerden haberdar oldum. Görevi, İsrail ve Museviler hakkında çıkan her yazıyı, yapılan her konuşmayı, hangi dilde yazılmış veya söylenmiş olursa olsun, izlemek olan bir kuruluş ADF. Bulgularını zaman zaman rapor haline getirip ilgililere sunduğu da biliniyor. 11 Eylül’le ilgili raporunu ise, hepimiz okuyalım diye, kamuoyuna açıklama ihtiyacı duymuş ADL... ADL başkanı Abraham Foxman, “11 Eylül saldırıları yeni bir anti-Semitik komplo teorisi dalgasını körükledi, o da Museviler hakkında yapılan dedikoduların orta yerde konuşulduğu bir hava yarattı” demiş araştırma sonucunu açıklarken... “Orta yerde” demesi önemli; çünkü bugüne kadar anti-Semitik konuşmalar hep marjinal çevrelerce yapılır, yayınlar ise tezgâh-altı tutulurdu. 11 Eylül sadece İkiz Kuleleri devirmemiş demek ki, anti-Semitik fikirler üzerindeki kapağı da açıvermiş... ABD’deki ‘radikal sağcı gruplar’, bu Foxman’ın ifadesi, iki belge yayınlamışlar. “11 Eylül gerçeği: Yahudi tezgâhı nasıl binlerce insanı öldürdü” başlığını taşıyormuş ilk belge; ikincisinin başlığı ise “İsrail casuslarının 11 Eylül’den önceden haberi var mıydı?” imiş... ADL başkanı, “Bu iki belgeyle amaçlanan, saldırıların ardında İsrail’in olduğu ‘teorisini’ yaymak” diyor... ADL, söylentilerin yaygınlaşmasında daha çok ABD’deki sağcıları sorumlu tutuyor. Onların yaydığı teorilerin İslâm Dünyası’nda yayılıp anti-Semitizmi tetikleyeceği endişesinde. Son iki yıldaki gelişmeler, İsrail’de bile, bazı Musevileri, “Varlık sebebimizi, moral üstünlüğümüzü kaybettik” noktasına getirdi. Saygın İngiliz politikacılar, itibarlı gazetelerde, ADL’nin ‘komplocu’ dediği tezleri işleyen yazı yayımlatıyor. 11 Eylül birkaç yönlü zarar veriyor İsrail’e... Araştırma komplo teorilerini tasnif ediyor. İlk teori, 11 Eylül eylemlerini Mossad’ın planladığı yolundaymış... Mossad ile CIA elele vererek Afganistan’daki eroin ticaretini kontrolleri altına alabilmek için saldırıları düzenlemişler... Ne yalan söyleyeyim, ADL’nin ilk sıraya oturttuğu bu ‘teori’ ile daha önce hiç karşılaşmamıştım... Bir başka teori, güzel sanatlar öğrencisi kisvesine bürünmüş İsrail casuslarının saldırıları düzenleyecek kişileri yakın takibe aldıklarını, eylemi önceden öğrendikleri halde eylemcileri durdurmak veya ilgilileri uyarmak için herhangi bir şey yapmadıklarını ileri sürüyormuş... Bu iddiaya ek olarak, ‘casusluk faaliyetleri’ni ABD’deki bazı İsrailli firmaların yönlendirdiği de söyleniyormuş... “Bundan daha klasik bir komplo teorisi” diyor ADL raporu, “İkiz Kuleler’in Musevi sahiplerinin sigorta parası alabilmek için saldırıları düzenlettiğidir.” Bazıları, uluslararası ilgi Museviler üzerinden uzaklaşsın ve İsrail Filistin’deki ‘intifada’ konusunda biraz daha rahatlasın diye saldırıların düzenlendiği iddiasındaymışlar... Peki de iddialar için ne gibi dayanaklar kullanıyormuş ‘komplo teorisyenleri’? ADL raporu açık sözlü: “Teorilerini güçlendirmek için iki ‘masal’ kullanıyorlar. İlki, ‘İkiz Kuleler’de çalışan 4 bin İsrailli Mossad tarafından, 11 Eylül günü evlerinde oturma yönünde uyarıldılar’ masalı”... İkinci masal ise, İkiz Kuleler’in yıkılışı sorasında olayı videoya alan ve birbirlerini kutlayan beş İsrailli casusun yakalanmasıyla ilgiliymiş... “Bu” diyor ADL raporu, “Saldırılardan hemen sonra kamyonlarıyla Manhattan’a doğru giden beş İsrailli’nin yakalanması olayı üzerine oturuyor. ABD’de ‘illegal’ çalışan bu beş kişi, sonunda haklarında bir dâvâ açılmadan serbest bırakıldılar.” ADL, bu tür söylentiler için ‘büyük yalan’ diyor. Bütün dünyadaki Musevi kuruluşlarının en eskilerinden ve en etkililerinden biri olduğu için ‘uyarısı’ önemsenmeli. ‘Komplo teorileri’, 11 Eylül sonrasında yalnızca saldırılarla sınırlı da kalmamış, içinde bir İsrailli astronot da bulunan uzay mekiği Columbia düşmüştü ya, birileri, “İsrailli casustu da ondan düştü” de demişler... Hatta, ABD ve İngiltere’nin Irak’a saldırısına, “İsrail için yapıldı” diyenler bile çıkmış... Burada sürekli uyardığım için ‘komplo teorileri’ konusunda ne düşündüğümü biliyorsunuz. ADL’nin raporunda yer alan iddialar, son zamanlarda, itibarlı yayın organlarında da kendine yer bulmaya başladı. Raporun yayınlanmasının bir sebebi de bu sanıyorum. ADL umarım konuyu yalnızca rapor etmekle bırakmaz, “Güzel sanatlar öğrencisi kisveli İsrailli casuslar” veya “Manhattan’da yakalanan beş İsrailli” gibi iddiaların geçersizliğini ispat edecek çalışmalar da yürütür... 11 Eylül herkesin kafasını karıştırmaya devam ediyor... (Yeni Şafak, 10 Eylül 2003) Komplolar ve gerçekler Tuncay Özkan Amerika’nın, 11 Eylül’de uğradığı o insanlık dışı terör saldırısında şu an kayıp sayısı 5 bine yakın. Bunların büyük bölümünden ümit kesildi. Bu saldırıyla ilgili o kadar çok komplo teorisi var ki... Merak ile varsayım birleşince ortalıkta dolaşan komplo teorileri dikkat çekici oluyor. Her gün onlarca kişi soruyor, bunlar doğru mu? Hayır büyük kısmı yalan. Diğerlerini ise araştırmak lazım. Belki de yalan çıkacak. Dünyada bu konuda çok ciddiymişçesine dolaşan komplo teorilerini topladım. Bazıları şöyle: 1- İsrail’de yayımlanan Haaretz gazetesinin 17 Eylül tarihli nüshasında, 5 İsraillinin 11 Eylül’deki saldırıyla bağlantıları oldukları gerekçesiyle tutuklandıkları yazıldı. Dünya medyası, halen sorguda olan bu 5 İsraillinin adlarını neden yayımlamıyor? Olaydan dört saat sonra tutuklanan 5 İsrailli neden gündeme getirilmiyor? (Sanki bunun bir önemi varmış gibi) 2- Dünya Ticaret Merkezi’nin ilk kulesine çarpan uçağın görüntüsünü kim çekti? İlk uçağın kuleye çarpma görüntüsü uçak daha kuleyi vurmadan önce çekilmiş. Çekimin insanların bağrışmalarının ardından yapıldığı söyleniyor. Kameraman neden bu insanları çekmedi? Uçak silueti birkaç saniye sonra görüntüye giriyor? Uçağın oraya çarpacağı nereden biliniyor? (çünkü bu görüntüde bir erkek kulelerin dibine oturmuş kulelerle kendisini birlikte görüntülemeye çalışıyor. Uçak da o sırada kuleye giriyor) 3- İsrail Başbakanı Ariel Şaron niçin bir gün öncesinden New York ziyaretini iptal etti? MOSSAD’ın bir gün öncesinden Dünya Ticaret Merkezi’nde çalışan 4 bin israilliye işe gitmemesi uyarısı yapmasına neden dikkat çekilmiyor? (Böyle bir şey yok) Komplolar, Komplolar 4- MOSSAD, ağustos ayında 200 kişilik terörist listesini FBI’a vermiş. Neden önlem alınmadı? ABD F16 ve F15 uçakları, saldırıların yaşandığı yerlere 8 dakikalık uzaklıkta olmalarına rağmen neden harekete geçirilmedi? (Eeeee, demek gerek. Ne olmuş yani? O listede bu teröristler yok) 5- FBI’ın 19 kişilik terörist listesindeki Arap kökenlilerin hepsinin o gün uçakta olmadıkları ortaya çıktı. Adnan Buhari’nin FBI ajanı olduğu, Emir Abbas Buhari’nin bir yıl önce uçak kazasında öldüğü, Abdurrahman elÖmeri ve Bedr elHazimi’nin Suudi Arabistan’da, Said Hüseyin Gamarallah elGamdi’nin Tunus’ta olduğu, Mısırlı Muhammed Atta ve Lübnan asıllı Ziyad Selim elCerrah’ın olayla hiçbir bağlantılarının olmadığı aileleri tarafından açıklandı. Neden hâlâ bu isimler üzerinde ısrarla duruluyor? (Çünkü başka deliller bunları suçlu gösteriyor) 6- Düşen uçakların pilotlarının Vietnam’da savaşmış ve hava kuvvetlerinde görev yapan kişiler olduğu, Vietnam’da savaşmış askerlerin kurduğu “Veterans Against The War Imperialist Vietnam” (Emperyalist Vietnam Savaşı Karşıtı Askerler) grubu üyesi oldukları biliniyor. Pilotların kimlikleri neden açıklanmıyor? (Bunlar neyi değiştirecek, anlaşılır değil) Kerkük Musul Açmazı Bunlara bir de en çılgını var ki, eklemeye, böyle bir şeyi konuşmaya insan çekiniyor. “Amerika kendini vurmuş”. Bütün bunlar dünyanın kafasının ne kadar karışık olduğunu gösteren şeyler. Özellikle gerçeği değil de kendi doğrularını arayanlar için, bu saldırının esrarı, daha uzunca süre orta yerde duracak. Bu saldırıyla ilgili bulgular da kamuoyuna açıklanmadıkça, kafalardaki karışıklık yerini komplo teorilerine bırakıyor. O zaman akıl gidiyor, yerine duygular ve gerçekdışı şeyler geliyor. Oysa dünyanın şimdi her zamankinden daha çok akılcı düşünceye ve uygulamalara ihtiyacı var. Savaşanlar açısından da, barış için çabalayanlar açısından da bu böyle. Terörün gerçek suçlularını cezalandırmak için savaş kötü bir yöntem. Şimdi bu savaşı yaymadan, bitirmenin yolunu bulmak gerek. Türkiye bu noktada kilit ülke. Hükümet işte bu aşamada devreye girip, etkin olmalı. İran, Suriye, Irak gibi ülkeleri de içine alacak bir savaş, bölgenin felaketi olur. Türkiye’ye de hiçbir şey vermezler. Kuzey Irak’taki petrol kuyularının hayaliyle savaş diye bağıranlara duyurulur, sadece avuçlarını yalarlar. (Milliyet, 16 Ekim 2001) Amerika kendini vurur mu Tuncay Özkan 11 Eylül dünyadaki en büyük terör hareketidir. İkinci yılını dolduran bu saldırı dünyayı bugünlere uzanan bir kaos ve savaşlar silsilesinin içine soktu. Bu hareketin planlayıcıları ve gerçekleştirenlerinin kimler olduğu hala net olarak belli değil. Bu aslında bir ilan edilmemiş terörist savaştır. İster El Kaide’den gelsin, ister Amerika’nın kendi içinden bu sonucu değiştirmez. Bu savaşla ilgili olarak Türkiye’nin en üst düzeydeki değerlendirmesi o dönem MGK’da yapılmıştı. MGK’da bu işten anlayan asker çevrelerin değerlendirmesi, saldırıların Amerika’nın kendi iç güçlerinin organizasyonu olduğu şeklindeydi. O dönemde bu görüş hükümeti oluşturan koalisyon ortaklarının kabul etmediği bir analiz oldu. Kim organize etti Amerika’nın yaşadığı bu dehşet olay, Türkiye’de uzun uzadıya analiz edildi. Bu analizlerde dünyada hiçbir gizli servisin ve terör örgütünün böylesi bir organizasyonu gerçekleştirme kabiliyetinin bulunmadığı şeklinde oldu. Gerçekten de bakıldığında böylesi bir terör olayını organize etme kabiliyetinin hiçbir örgütte bulunmadığı ortada. El Kaide ise olayla ilgili olarak bu tür organizasyonları gerçekleştirebilecek bir örgütlenmesinin olmadığını iki yıldır onca saldırı karşısında çaresiz saklanarak ortaya koydu. Amerikan kaynaklarının organizatör olarak açıkladıkları Usame bin Laden bile olaydan duyduğu şaşkınlığı ifade etmişti. Bu konuşmaları Amerikalılar açıkladı hatırlarsanız. Bir video kasette. Orada Laden hiç ummadığı ve beklemediği bir olayın sorumluluğunu zoraki üstleniyordu. Analiz yetisi Serdar Turgut’un dünkü yazısını okuyunca, katkı olsun diye Türkiye’nin o dönemki değerlendirmelerini yazayım istedim. Çünkü Turgut kimilerince bir komplo teorisi olarak değerlendirilen, bence olayları analiz etme bakış açısıyla kaleme alınan aykırı yazısında, çok önemli bir durum değerlendirmesi yapıyor. Olayın sonrasında Amerika’nın ve dünyanın değişen yüzüne dikkat çekiyor. Bugün Afganistan, Irak ile devam eden, İran-Suriye bağlamında devam edeceği dile getirilen savaşlar dizisinin başlangıcını oluşturan 11 Eylül saldırısı, dünyanın yeniden soğuk siyaset iklimine girmesine yol açtı. Amerika’nın medeni yüzünü alıp götürdü. Yeni bir despotizim dünyaya egemen oldu. Bana göre bugün yaşadıklarımız 21. Yüzyıl’ın ortaçağıdır. Acaba Amerika’da Serdar Turgut’un dediği gibi bir darbe mi yaşandı? Bu sorunun yanıtını o dönem Türk askeri çevreleri ‘Evet Amerika’da derin devlet böyle bir saldırıda bulundu’ diye vermişlerdi. Bunu MGK toplantısında uzun uzadıya ele alan Türkiye, saldırının Amerika’nın içinde örgütlü bulunan bir güç çevresinin organize ettiğini düşünmüştü. Türkiye’nin terör uzmanı olan komutanlarının yorumuydu bu. Komutanlar Kenedy suikastini de örnek olarak masaya koyuyordu. Saldırı sonrası toplanan birkaç MGK toplantısında konu hep böyle ele alındı. Ama o dönem koalisyonu oluşturan siyasi partiler buna karşı durdular. MGK toplantısında askerlerin bu tür değerlendirmelerine siyasiler ‘Olmaz, Amerika’da hiçbir güç kendini böyle vuramaz’ diye karşı çıktılar. Toplantı sırasında dönemin kuvvet komutanlarından birinin ‘Amerika’ da bir iç darbe yaşandı, Amerika’nın içinden bu olay organize edildi’ yorumunu Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz inandırıcı bulmadığını ifade etti. O dönemde DSP’li Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan da askerler gibi düşünmediğini ortaya koymuştu. Mesut Yılmaz toplantı sırasında, Amerikalılar’ın kendilerini bu denli yaralayacak, kendi yurttaşlarına dönük bir eylemler silsilesini gerçekleştirmeyeceklerini ifade etmişti. Kim yaptı Bugün olayların üzerinden geçen zaman bize daha soğukkanlı ve belgeler ile bilgiler ışığında analiz yapma fırsatı tanıyor. Amerikan parlamentosunda oluşturulan komisyonun çalışmaları gösteriyor ki Amerika bir saldırı beklentisi içinde. Üstelik bu saldırının havadan olacağı yolunda da bilgiler var. Ama hiçbir alarm durumu yok. Bu insanlık dışı saldırının arka planını ortaya çıkartma noktasında Amerika’da olanları ileride açıklandığında göreceğiz. Ama hepimizin bir soruyu kafamızda yanıtladıktan sonra olaya daha net bakacağına inanıyorum. Amerika kendini vurur mu? 11 Eylül sonrası olanları değerlendirip bunu yanıtlamalıyız. (Akşam, 12 Eylül 2003) Uyuyan ajanlar Sungur Savran Yapması zor ya, kendinizi bir Amerikalının yerine koyun ve bugünlerde ortaya çıkan gerçekleri bir düşünün. 11 Eylül öncesinde, Amerikan yönetimi, CIA, FBI ve havacılık otoritesi FAA, bu tür bir saldırının gündemde olduğu konusunda çok ciddi göstergelere rağmen halkı uyarmamışlar. Buna karşılık, FAA havayolları şirketini defalarca uyarmış. Yetmemiş, ‘terörle mücadele görevlileri’nin ticari uçaklarla uçmamaları bir genelge ile bildirilmiş. Bu da yetmemiş, genelgenin sahibi Adalet Bakanı John Ashcroft tatiline, evet tatiline çıkarken bile ticari uçak kullanmamış. İnsanın böyle Adalet Bakanı’na, laik Türkçe’ye de yerleşmiş bir terimle ‘Allahsız!’ diyeceği geliyor. Ama Adalet Bakanı protestan köktendincisi! Bütün bunları duysaydınız, hele hele İkiz Kuleler’de bir yakınınızı yitirmiş olsaydınız hiddetten delirir gibi olmaz mıydınız? 11 Eylül öncesinde Amerikan devletinin elinde böyle bir saldırının planlanmakta olduğuna ilişkin bir dizi ciddi bilgi olduğu yaklaşık iki hafta önce ortaya çıktı. Yönetim bu tür bilgilerin varlığını 11 Eylül’den sonra ısrarla reddetmişti. Ama CBS televizyonu 15 Mayıs haberlerinde, Bush’a 6 Ağustos tarihinde CIA tarafından verilen bir brifingde El Kaide’nin uçak kaçırma planları olduğunun anlatıldığını açıklayalı beri, devletin elinde olan ve halktan gizlenmiş olan bilgiler birer birer ortalığa dökülüyor. Amerika bu bilgilerle sarsılıyor, ama bizim basın nedense kısmi bazı bilgileri aktarmakla yetiniyor. Oysa, gün geçtikçe derinleşen bu skandalın bir süre sonra bir ‘Towergate’e dönüşmesi bile mümkün. Cevapsız sorular Bush, ortalıktaki iddialara doğru dürüst cevap bile vermedi. Bugüne kadar tek kapsamlı açıklama başkanın ulusal güvenlik danışmanı Condoleezza Rice tarafından yapıldı. Rice’ın savunması üç noktada özetlenebilir. Birincisi: Bilgiler yer, zaman ve yöntem bakımından belirsizdi. Oysa, Haziran-Temmuz aylarından itibaren bütün Amerikan haber alma kuruluşlarının diken üzerinde oturduğu yine Rice’ın kendi açıklamalarından ortaya çıkıyor. Mayıs ayında El Kaide’nin bir haberleşmesi ele geçirilmiş, örgütün ‘Hiroşima’ boyutlarında bir eylem hazırlığı içinde olduğu öğrenilmiş. Temmuz ayında Beyaz Saray’daki istihbarat ve güvenlikle ilgili kurullar artık günde iki defa toplanacak kadar telaş içindedir. Ve 6 Ağustos’ta CIA Bush’a uçak kaçırılmasından söz eder. Rice’ın buna itirazı ikinci savunmasını oluşturuyor: Kendi ifadesiyle ‘Uçağı bir füze gibi kullanabileceklerini kimse bilemezdi.’ Oysa, bu konuda sadece Amerikan devletinin değil, birçok ülkenin istihbarat örgütlerinin elinde veriler vardır. Filipinler’de bir uçağın intihar saldırında kullanılacağı bir eylem, erken istihbarat sayesinde boşa çıkarıldı. Avrupa istihbarat örgütleri Paris’te Eyfel Kulesi’ne böyle bir saldırı düzenleneceği duyumunu almışlardı. 11 Eylül’den iki ay önce toplanan Cenova G-8 toplantısında duyumu alınan plan, içi patlayıcı dolu bir uçağın intihar saldırısında bulunacağıydı. 1999 tarihli bir ABD istihbarat analiz raporu, tam da uçakların El Kaide tarafından ihtihar saldırısı için kullanılabileceğinin altını çiziyordu. Rice’ın son savunma hattı, saldırının Amerikan toprağında olacağının bilinmediğidir. Bu da yalan: Filipinler’deki başarısız saldırı planı sonrasında, bir başka Arap militan CIA binasına böyle bir saldırının düşünüldüğünü itiraf etmişti. Daha da önemlisi, İtalyan istihbarat örgütü DIGOS 11 Eylül öncesinde bir Yemenli ile bir Mısırlı’yı gizlice dinleyerek Amerika’da uçakla yapılacak bir saldırı düşünüldüğünü öğrenmiş, bu bilgiyi de FBI’a aktarmıştı. Asıl uyuyan kim? Rice’ın savunması çöküyor. Bush (ya da Rice) şimdilerde çorap söküğü gibi ortalığa saçılan bu bilgilerin hepsini o aşamada bilmiyor olabilir. Ama CIA ve/veya FBI bunları biliyordu! Buna rağmen Amerika’nın istihbarat ve güvenlik aygıtınca Temmuz ayından başlayarak yapılan ‘hata’lar inanılmaz görünüyor. Temmuz ayında Arizona, Phoenix FBI merkezi bunu reddetti. 13 Ağustos’ta bugün yaygın olarak ‘yirminci terörist’ olarak anılan Zakarias Musavi yakalandı, Minesota bürosu Musavi’nin bilgisayarının vb. aranması için hakim kararı çıkartabilmek amacıyla merkeze talepte bulundu. Merkez bu talebi görmezlikten geldi. Yine Ağustos ayı içinde CIA ve iki El Kaide militanının (Halid el Midhar ve Navaz el Hazmi) ABD’de bulunduğu FBI’a bildirdi. Ama bu iki kişi 11 Eylül günü gerçek kimlikleriyle ellerini kollarını sallayarak kaçıracakları uçağa girdiler! 11 Eylül’den sonra çok söylendi: El Kaide’nin birçok ülkede görünürde normal, uysal, sakin bir hayat yaşayan ajanları varmış. Bunlar günü geldiğinde hiç kimsenin kuşkusunu çekmeden eyleme kalkışıyormuş. Anlaşılan, istihbarat jargonunda bu tür kişilere ‘uyuyan ajan’ (İngilizcesiyle ‘sleeper agent’) deniyor. Öyle görünüyor ki, asıl FBI’ın ve CIA’nın ajanları ‘uyuyan ajanlar’! FBI temsilcisi Beyaz Saray’da günde iki kez toplantıya katılırken, FBI görevlileri ticari uçağa binmekten kaçınırken, bunca uyarıyı gözden kaçırabilmek için insanın masasının başında uyuyor olması gerekir! Sistemin sözcüleri şimdi her şeyi FBI’ın köhne yapısıyla, CIA-FBI arasında rekabet dolayısıyla bilgi alışverişi olmamasıyla açıklamaya çalışıyorlar. Bir de bu gelişmeyi de özgürlükleri kısıtlamak için kullanmaya çılışanlar var. Oysa FBI ve CIA’nın bu kadar vahim ‘hatalar’ yapabileceğine inanmak için fazla safdil olmak gerekir. Asıl sorulması gereken soru başka: Amerikan istihbaratı, bu denli büyük bir tehlikeye karşı neden harekete geçmedi? Bu soruyu derinleştirecek yerimiz kalmadı. Bunu da bir başka yazıda ele alalım. ‘Towergate’ skandalı patlak verir mi, şimdilik kesin bir şey söylemek mümkün değil ama bu konu gerici yönlere de sürüklenebilir, Bush’un, insanlığın geleceğini tehlikeye atan, ‘bir insan ömründen uzun sürebilecek’ sözde terörle savaşını engellemek için son derece olumlu yönlerde de kullanılabilir. Öyleyse izlemeye devam edeceğiz. (Radikal, 9 Haziran 2002) Küçük bir şirket işi: Kanlı İpek Yolu Ece Temelkuran Sonuç olarak, Afganistan bizim düşündüğümüz petrol boru hattı için en az teknik engeli içeren güzergahtır. Biz, Hazar Bölgesi petrollerini Asya pazarına ve Arap Denizi’nden istediğimiz yerlere ulaştırabilmek için Afganistan üzerinden geçen ‘yeni’ bir ipek Yolu açmayı öneriyoruz. Amerikan hükümetini gerçek ve büyük bir iş başarısına yardım etmeye çağırıyoruz.” Bu sözler UNOCAL adlı petrol ve gaz üretim firmasının Dış İlişkiler Başkanı John J. Maresca’ya ait. Maresca bu sözleri Amerikan Kongresi’nin Asya ve Pasifik Alt Komisyonu toplantısında sarf etmiş. Enteresan olan ise tarihi: şubat 1998! UNOCAL’ın adını Afganistan’daki savaşın “esas” nedenleri üzerine yazdığımız bir yazıda anmıştık. Bombardımanın, terör yuvalarını yıkmaktan ziyade Hazar Havzası’nda bulunan enerji kaynaklarından Arap Denizi’ne bir yol açmak için yapıldığını ve “Afganistan’ı kanıt beklemeden vurun” diyen, ABD dış politikası üzerinde hala etkili olan Henry Kissinger’in da bu şirketin danışmanı olduğunu aynı yazıda söylemiştik. Yine aynı yazıda Kissinger’in birkaç ay önce Çin’deki büyük bir petrol firmasının danışmanlığını aldığını da yazmıştık. Son gelişme ise, UNOCAL’ın eski danışmanlarından Zalmay Halilzad’ın ABD’nin Afganistan özel temsilciliğine, bir başka eski danışman Hamid Karzai’nin de Bonn’da yapılan toplantılarla Afganistan’ın başbakanlığına getirilmiş olması. Karışık mı oldu? Pek değil aslında. Çünkü bu uluslararası bir şirketin dünya üzerinde oynadığı ve adını “yeni İpek Yolu inşa etmek” koyduğu “küçük” bir plan. Parçalar bir araya getirilince ortaya çıkan ise tastamam bir “uluslararası sermayenin önündeki politik ve ulusal engellerin kaldırılması” hikayesi! Houston’daki Taliban 1998’de Maresca’nın yaptığı konuşmada bugün yaşanan savaşla ilgili bütün plan zaten yapılmış. Konuşmada Afgan gruplarla şirketin bağlantıda olduğu ama son zamanlarda grupların şirkete sıkıntı yaşatmaya başladığı, ABD hükümetinin bu meseleyi doğrudan Afganistan’a müdahale ederek çözmesi gerektiği de söylenmiş. “Sıkıntıların” tam olarak ne olduğu ise araştırmacı Ahmed Raşid’in “Oil and Gas International” adlı bir internet sitesinde ileri sürdüğü bulgularla daha bir açıklık kazanıyor: “UNOCAL, Kabil’i alan Taliban liderlerini 1996’da krallar gibi ağırladığı Houston’a götürdü. Taliban liderlerine Afgan topraklarından geçecek her 1000 cf gaz için 15 dolar para önerdi. Anlaşma ABD Dış işleri Bakanı Yardımcısı Robin Raphael’ın yaptığı Taliban’ı ikna etmesiyle sağlandı. Uzlaşma Taliban’ın UNOCAL’dan yıllık 100 milyon dolardan fazla para ve Afganistan’ın ihtiyacı için hatta bir kapak açmak istemesiyle 1998’de bozuldu.” Dikkat! 1998, aynı zamanda Maresca’nın ABD hükümetinden yardım talep ettiği tarih. Plan Kissinger’ın Çin’inden, zavallıların Afganistan’ından geçen kanlı bir ipek Yolu projesinin enteresan ve kanlı bulmaca parçalarından daha çok var. Yani meseleye devam edeceğiz. Ama işin en enteresan yanı bütün bu bulmaca parçalarının herkesin görebileceği internet sitelerinde duruyor olması. Duruyor (!) olması... (Milliyet, 16 Ocak 2002) ENRON, UNOCAL ve Dünya işleri Ece Temelkuran “Bizimkiler onlara misafirliğe gitti, ayıp olmasın şimdi” diye herhalde, Bush hükümetinin büyük enerji firması ENRON ile yakın (!) ilişkilerinden kaynaklanan skandal, Türkiye basınında, ekonomi sayfalarında minik ve tatlı su haberleri olarak veriliyor. Dünya basını bu meselenin siyasi yanıyla çalkalanıyor, o ayrı mesele. Konunun Afganistan meselesiyle, küresel ısınmaya karşı yapılan KYOTO Anlaşması’nın ABD tarafından onaylanmamasıyla da ilişkisi var, o apayrı bir mesele! İlişkiler ve para ENRON, Bush’un seçim kampanyasına 2 milyon dolar aktaran çok müstesna bir firma. ENRON Yönetim Kurulu Başkanı Kenneth Lay ise seçim kampanyası sırasında Bush’a özel jetini verecek kadar yakın bir “arkadaş”. Takdir edersiniz ki, böyle “arkadaşlıkların” bir karşılığı oluyor. Mesela, Bush seçildikten sonra hükümetin enerji politikalarının belirlendiği toplantılara temsilcilerinin davet edildiği tek firma da ENRON. Ya da mesela, hükümetin ekonomi danışmanı Larry Lindsey ve ticari danışmanı Robert Zoellick (ki Türk heyeti onunla da görüşme yaptı) aynı zamanda ENRON’un da danışmanı. Şirketin ABD ordusundan da danışmanları var. İlişkiler o derece samimi (!) yani. Firma bugünlerde batıyor. Dünya basınında en çok konuşulan mesele ise, ENRON’un muhasebe işlerini yapan Arthur Andersen (AA) adlı firmanın ENRON’la ilgili bütün belgeleri imha etmiş olması. Amerikan Kongresi’nin araştırma komisyonu üyeleri firmaya gelmeden imha işlemi tamamlanmış. Yani, muhtemelen hükümetle ENRON ilişkilerine de ışık tutacak dosyalar yok edilmiş. Buradaki mühim ayrıntı ise şu: Başkan Yardımcısı Dick Cheney’nin ENRON adlı firmayla bir takım ilişkileri olduğundan şüpheleniliyordu. Hatta Kongre, Cheney’e 11 Eylül öncesinden beri ENRON adlı firmayla ilişkilerini açıklaması için baskı yapıyordu. Derken küt! 11 Eylül Vakası oldu ve Kongre’nin Araştırma Komisyonu Cheney ENRON ilişkilerinin araştırılmasının “önceliğini yitirdiğini”(!) açıkladı. Sizce de ilginç değil mi? Parra! Parra! Parra! Afganistan üzerinden geçecek yeni bir İpek Yolu Projesi’ni 1998’de davet edildiği (!) Kongre’de telaffuz eden, ABD hükümetinin bu ülkeye müdahale ederek bu “iş başarısını” desteklemesi gerektiğini söyleyen UNOCAL adlı enerji firmasının da benzeri bağlantıları var Cumhuriyetçilerle. UNOCAL da 1999’da Cumhuriyetçilerin kampanyasına, “şirket çıkarlarının hükümetçe temsili için” -Federal Seçim Komisyonu raporlarına göre- 1.4 milyon dolar aktarmış. Şu anda kabinede bulunan ve UNOCAL’la ilişkisi olmuş olan danışmanları çarşamba günü yazmıştık zaten. Şimdi insanın sorası geliyor tabii. Mesela Clinton döneminde imzalanan ve ENRON’un da para kazandığı gazların kullanımını sınırlandıran KYOTO Anlaşması Bush döneminde neden onaylanmadı? Neden 11 Eylül saldırısından sonra -UNOCAL danışmanı Kissinger’in önerdiği gibi-”kanıt beklemeden” Afganistan vuruldu? Daha çok soru var, ama yine yer bitti. (Milliyet, 18 Ocak 2002) “Temiz” kapitalizm var mıdır? Ece Temelkuran Bu iflas eden bir şirketin öyküsü değil, başarısız bir sistemin öyküsüdür.” Bu açıklama ABD’li ekonomist Paul Krugman’a ait. Krugman bu sözleri, ABD hükümetiyle olan bağları skandal yaratan ve bugünlerde iflas eden enerji şirketi ENRON yüzünden söyledi. Açıklama New York Times Gazetesi’nde geçen cuma yayınlandı. Ünlü ekonomist kapitalizmin “yolsuzluğun pençesinde pislendiğini” anlattı. insanın sorası geliyor tabii: Kapitalizm ENRON meselesinde olduğu gibi “yolsuzlukla” mı pislenir? “Temiz” kapitalizm temiz midir? Soru şimdilik kenarda dursun. Endonezya’dan mektup 11 Ocak tarihli Herald Tribune’u tuhaf bir sezgiyle sakladım. Çünkü Endonezya’yla ilgili haber ilginçti. Bilgi vermekten ziyade, “Aslında Endonezya islamî terörün yeni yuvası olabilir yani” gibi “tahmini” bir cümlenin altı doldurulmaya çalışıyordu sanki. Endonezya “terörist avcısı” ABD’ye birinci sayfadan şikayet ediliyor gibiydi. Niyeyse haber bendenize 11 Eylül öncesinde yayınlanan Afganistan’la ilgili haberleri hatırlattı. Hatırlarsınız, “Uçurtmayı yasakladılar”, “Kadınları mahvediyorlar”, “Bunların hepsi vahşi” meşrebinde haberlerdi. Niyeyse o haberler sayesinde bombalamanın bütün dünya gözünde meşrulaştığını düşünüyorum da... Neyse efendim, sonra Afganistan’ın bombalanması meselesinin ardında, hükümetle çok yakın bağları bulunan dev petrol ve gaz şirketi UNOCAL’ın Afganistan’da yapmayı düşündüğü büyük boru hattı projesi olabileceği konusunda ikiüç yazı yazdık. İşte bu yazılar için yaptığımız araştırmalar sırasında, Endonezya’yla ilgili haberi saklamakla isabet kaydettiğimizi anladık. Zira Endonezyalıların yaptığı ve UNOCAL’ın bu ülkede işlediği suçları anlatan internet sitelerine rastladık. Derken Endonezyalı arkadaşlarla biraz mektuplaşıp ayrıntıları öğrendik. Mektuplara göre mesele şöyle: UNOCAL, 1968’de ülkeye gelip hükümeti de temsil eden Pertamina firmasıyla petrol işleme tesisleri kurmak üzere bir anlaşma imzalamış. Tesisler kurulurken Semangkok ve Marangkayu bölgelerindeki insanlar zor kullanarak yerlerinden edilmiş, mülksüzleştirilmiş, hayvanlar kurulan fabrikalardan sızan maddelerle zehirlenerek ölmüş vesaire vesaire. Rezillik yani. Yıllar geçmiş ve 1998’de mecliste güç bela kurulan bir araştırma komisyonunda Pertamina ve UNOCAL ortaklığında Suharto ailesinden kişilerin de olduğu ortaya çıkmış. Yani UNOCAL’ın işleri 1998’den sonra karışmış. Tıpkı Afganistan’daki gibi. Ve daha önce yazdığımız gibi UNOCAL temsilcisi 1998’de ABD Kongresi’nde hükümetin artık iş yapamadıkları Afganistan’a müdahale ederek kendi “iş başarılarına” yardım etmesini istemişti. Yani Herald Tribune’daki haber yeni bir müdahalenin davetiyesi mi acaba? Çok mu uzak bir bağlantı? Bilmem ki. Birmanya maceraları Derken UNOCAL mektuplaşmamızı Birmanya’ya da uzattık. (Burma ya da Myanmar diye de bileceğiniz) Birmanya’dan gelen mektuplara göre, UNOCAL burada askeri diktatörlüğe açıktan para vererek ve anlaşmalar imzalayarak yıllardır kendisine “esir işçiler” ayarlıyormuş. Diktatörlük bu işbirliğinden yılda 400 milyon dolar para kazanıyormuş ve UNOCAL bu karlı vaziyet nedeniyle yönetim yerini ABD’den Birmanya’ya kaydırmayı planlıyormuş. Birmanyalı arkadaşlar bunun ABD yasalarından kaçmak için bir numara olduğunu söylüyor. Baştaki soru şuydu: Kapitalizm “yolsuzlukla” mı kirlenir? Yoksa “temiz” kapitalizm zaten yeterince pis midir? Bir cevabınız var mı? (Milliyet, 23 Ocak 2002) “Yeni İpek Yolu Projesi” ortaklığı: ENRON ve UNOCAL Ece Temelkuran Olayları izleyen köşe yazarları ve haberciler bir süredir seziyordu aralarında bir ilişki olduğunu. Ama henüz ilişkinin nasıl geliştiği pek açıklığa kavuşmamıştı. Bush hükümetiyle “samimi” bağları yüzünden iflası siyasi bir skandal haline gelen enerji firması ENRON ile ABD’nin Afganistan planlarında büyük rol oynayan petrol ve gaz firması UNOCAL arasındaki ilişkiden bahsetmekteyiz. İlişkinin uzaktan görünüşü kötü bir TV skeci tadında. Ama temel mantığı hiç komik değil. Şöyle ki... Asya’da çay ve sempati 1999’da Asyalı büyükelçiler için Houston ve AustinTexas’ı kapsayan bir “tur” düzenleniyor. Gezinin en büyük sponsorları UNOCAL ve ENRON. Tura, iki firmanın da projeler gerçekleştirdikleri Birmanya ve Endonezya ile birlikte Filipin, Tayland, Vietnam, Singapur büyükelçileri katılıyor. Büyükelçiler Houston’da “ülkelerindeki ekonomik gelişmeler konusunda firma yetkilileri tarafından aydınlatıldıktan sonra”, Austin’de... Bilin bakalım kiminle görüşüyorlar? George W. Bush! Bush o zamanlar Teksas Valisi olmasına rağmen Büyükelçiler kendisiyle “uluslararası ticaret ve ekonomik gelişmeler” gibi son derece “yuvarlak” bir başlık altında görüşmeler yapıyorlar. Büyükelçilerin BushUNOCALENRON arasında “hop hop altın top” şeklinde gidip gelmesinden sonra UNOCAL, Asyalı öğrencileri destekleme ve ödüllendirme gibisinden bir mesele için 500 bin dolarlık bir “gösteri” çeki veriyor. Gösteri çekinin dışında başka çekler var mı bilinmez! Zira daha önce yazdığımız gibi UNOCAL Taliban liderlerini de 1996’da Houston’da “krallar gibi ağırlayarak” benzeri çekler vermişti. Üstelik bu işe ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı aktif bir biçimde katılmıştı. Yeni İpek Yolu UNOCAL firmasının Dış İlişkiler Başkanı Maresca’nın 1998’de Amerikan Kongresi’nde yaptığı Afganistan politikasının nasıl olması gerektiğine ilişkin konuşmayı daha önce yazmıştık. Bu konuşmada Maresca, “Yeni İpek Yolu” projesinden bahsediyordu. Maresca, kabaca, Asya’daki enerji havzalarının Amerikan şirketlerinin kontrolünde olması gerektiğini ve ABD hükümetinin bu yönde siyasi girişimler yapması gerektiğini söylüyordu. Herhalde Asyalı Büyükelçiler için hazırlanan “neşeli tur”, böyle büyük bir planın son derece küçük bir parçasıydı; TV skeci kısmıydı. Bütün bunlardan bendenizin anladığı ise şu: ENRON ve UNOCAL gibi dev enerji firmaları -ki aralarında başka firmalar da var en temel anlamda bu “Yeni İpek Yolu” projesinin kahramanları. Ortaklıkları da buradan geliyor. Onların karzarar hesapları etrafında oluşan uluslararası politikalar, Asya’da pek de ipeksi olmayan dokunuşlarla yeni bir İpek Yolu açıyor. Maliyetin dışsallaştırılması Tabii bir mesele daha var... Birmanya’daki arkadaşların son mektubuna göre, UNOCAL’ın bu ülkede işlediği insanlık suçları Los Angeles mahkemeleri hükümleriyle sabit hale gelmiş. UNOCAL bu yüzden artık bir ABD firması olmaktan çıkıp “uluslararası bir firma” olduğunu söylüyor ve yönetimini ABD’den taşıyor. Buradan ne sonuç çıkar? Belki de Wallerstein’ın dediği gibi, kapitalizm “maliyetlerini dışsallaştırıyor”. Batı, kar etme hırsıyla çevreye verdiği zararı, insan hakları ihlallerini ve şiddeti, hukukun Batı standartlarında olmadığı ülkelere ihraç ediyor. Yeni İpek Yolu güzergahındaki ülkeler de diktatörleri ve düşük insan hakları standartlarıyla bu dışsallaştırma için konforlu mekanlar sunuyor. (Milliyet, 25 Ocak 2002) Amerika’da yaşananlar Serdar Turgut Kalbimin derinliklerinde her zaman sakladığım ve saklayacağım bir sevgiyle bağlı olduğum şehre yapılanları büyük bir acıyla izledim önceki gün. Bu yazıyı acıyla, kızgınlıkla yazmamaya çalışıyorum; çünkü gerçekleştirilen olayın üzerine soğukkanlılıkla gidilmediği takdirde bu olaydan çok daha vahim sonuçlara yol açabilecek yanlışlar yapılabilir. Ayrıca bilgi eksikliğinden kaynaklanan yorumlara da gitmemek gerekiyor. Örneğin, ‘’savaş hali’’ ilan edildiğinde Amerikan cumhurbaşkanlarının ne yapacakları kendi inisiyatiflerine bırakılmaz. Onlar böyle bir durumda tehlike geçinceye kadar havada, füzeyle vurulması imkánsız olan ‘’Air Force One’’ uçağının içinde savaş odasında olayı koordine ederler. Bu bilinmezse gece boyu yapıldığı gibi, ‘’Başkan’ın nerede olduğu bilinmiyor’’, ‘’Başkan, ABD dışına mı kaçırıldı’’ veya ‘’Başkan gizleniyor’’ gibi gereksiz yorumlar yapılır ve vakit kaybedilir. *** Şimdi elimizdeki bilgilere bakalım: 1- Amerikan yönetimi böyle bir saldırıyı uzun zamandır bekliyordu, Adına ‘’Doomsday Scenario’’ (Felaket Senaryosu) denilen ve istihbarat uzmanları tarafından hazırlanan raporda Amerikan şehirlerine koordineli ve büyük çaplı bir saldırının beklenmesi gerektiği açıkça ortaya konmuştu. Ancak bu saldırının ya uzun menzilli füzelerle, ya da biyolojik silahlarla olacağı düşünülüyordu. Kaçırılan uçakların belirli hedeflere ustaca vurdurulacağı alternatifi üzerine konsantre olunmamıştı. *** 2- New York şehri bu istihbarat raporu sonrasında gereken adımları attı. Felaket senaryosunun gerçekleşmesi halinde şehirde alınacak tedbirlerin koordine edilmesi için bir ‘’Operasyon Merkezi’’ hazırlandı. Ancak bu merkez de çöken ikiz kulelerin bir tanesinin alt katındaydı. Anlayacağınız, New York’ta olaya müdahalede karışıklıklar yaşanması becerisizlikten değil, müdahalenin koordine edileceği merkezin de olay anında ortadan kalkmış olmasıyla bağlantılıdır. Bu merkezin orada konuşlandırılmış olması, ikiz kulelerin yerden gelebilecek bir saldırıya karşı muazzam şekilde korunmuş olması nedeniyledir. Aslında ikiz kuleler havadan gelebilecek bir saldırıya da, uçak çarpması ihtimaline de dayanıklıydılar. Bu iki bina öylesine teknoloji harikasıydı ki, bir büyük yangında bile yangın bölgesinin bir üst katı ile iki alt katının boşaltılması olayı minimum can kaybıyla atlatmaya yetiyordu. Dikkat ederseniz, koskoca uçak çarptığı anda bile bina sarsılmadı. Bu bina ancak belirli bölümleri, son derece ince detayda tahribat aldığı zaman çökebilir. Teröristler bu bilgiye sahiptiler. Bu bilgi gizlidir ve ancak ama ancak Port Authority denilen kurumdan bilgi sızdırılması durumunda ele geçebilir. Ya da bu binayı yapan Japon mimarın etrafında yer alanlar bu bilgiyi vermiş olabilirler. (Bu arada kaçırılan 4 uçaktan üçünün Boston-Los Angeles uzun mesafe uçuşunda olmaları nedeniyle yakıt depoları tam doluydu. Bunlardan ikisi binalara çarptırılarak maksimum tahribat yapıldı.) *** 3- Aynı anda dört uçağı kaçırabilen, pilotları uçak kalkar kalkmaz öldürerek, bunların yerine dört farklı uçağı kullanabilecek yetenekte insanları yetiştirip koordine eden bir terörist grubu, Usame bin Ladin’in yönlendirmiş olabileceği bana şüpheli gözüküyor. Evet, Ladin için Amerika’da intihar saldırısı yapabilecek insan bulunur. Ancak özellikle New York şehrinde yaşayan bu fanatik Arapların yetenekleri yerden bombalamakla sınırlıdır. Bu tür operasyonu koordineli olarak gerçekleştirebilecek yetenekteki tek örgüt IRA’dır; ancak onların bu işe, hem de New York’ta girişmeleri imkánsızdır. Japon teröristler de olası bir alternatiftir ama bu ihtimal düşüktür. *** 4- Amerika terörün daima dıştan geleceği yönünde koşullanmıştır. Özellikle radikal İslami terörden duyulan şüphe, güvenlik tedbirlerini hep o yöne doğru çekmiştir. Uçakla ulaşıma tamamen bağımlı olan bu ülkede İsrail tipi kontroller yapıldığı takdirde ülke felce uğruyor; bunun raporu yazıldı. Her türlü bombayı gösteren yüksek teknolojili makineler ise olağanüstü pahalı, bu yüzden de her büyük havalimanında bunlardan sınırlı var. Bunlarda da kontroller sözde ‘’random’’ yapılıyor. Yani belirsiz bir sırada seçilen insanların bavulları bu makineye sokuluyor. Ancak bu seçim işlemini yapan bilgisayarlar da bazı isim türlerine duyarlı hale getirilmiş durumda. Arap ve Ortadoğulu isimlerin bu ‘’random’’ seçimden çıkmaması imkánsız gibi bir şey. *** 5- Şimdi eldeki verileri yan yana getirelim. Bu teröristler son derece yetenekliler. Yüksek düzeyde eğitim görmüşler. Pilotluk eğitimi almışlar. Bilimsel bilgiye sahipler. Amerikan makamlarında olabilecek bazı gizli bilgilere, teknik bilgilere sahipler. Havalimanındaki kontrollere takılmadan kolayca dört uçak birden kaçırmışlar. Bunlar alt alta sıralanınca bu olayın Amerikan teröristleri tarafından yapılması ihtimali de ortaya çıkıyor. Bu ihtimali de göz önüne almakta büyük yarar var. (Hürriyet, 13 Eylül 2001) ABD yönetiminde savaş çıktı Serdar Turgut Üç gün önce son derece ilginç bir şey oldu. Eski CIA başkanı James Woolsey İngiltere Başbakanı’nı Saddam’ın da vurulmasına ikna etmeye çalıştı. Bu gizli ziyaretten Amerika Dışişleri Bakanı Colin Powel’in haberi yoktu. Ondan da gizlendi bu iş. Çünkü Woolsey oraya Amerikan yönetimini temsilen değil, yönetim içinde yer alan bir grubu temsilen gitmişti. Evet, Amerikan yönetimi şu an ikiye bölünmüş durumda. Bu grup savaşı yaygınlaştırmak ve ilk önce de Irak’ı vurdurtmak istiyor. Bush’u buna iknaya çalışıyor. ABD Dışişleri Bakanı savaşın Irak’ı da kapsayacak şekilde yaygınlaştırılmasına karşı, dolayısıyla bazı girişimler ondan da gizleniyor. Devlet içinde devlet olan bu grubun faaliyetlerinden bana ne diyemeyiz, çünkü onların istedikleri olursa Türkiye Irak nedeniyle işe öyle bir karışacak ki, şimdiden olacakları hayal bile etmek imkansız. Woolsey’in bu gizli ziyareti Amerikan televizyonunda Wall Street Journal Gazetesi’nin Washington temsilcisi Al Hunt tarafından açıklandı. Bunu şu nedenle de belirttim: Bu yazıda ortaya konan bağlantılar bir komplo teorici beynin ürünü değil, sadece Amerika medyasının yakın ve derin okunmasından ortaya çıkarılmış bağlantılardır. Amerikan yönetiminde ve etkili çevreleri içinde var gücüyle çalışmakta olan bir “Savaşı yaygınlaştıralım ve Saddam’ı da devirelim” grubu var. Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz Şahinlerin yönetim içindeki en etkili ismi (Kendisi aynı zamanda sınırlı atom bombası kullanılması stratejisinin de taraftarıdır.) New York Times’ın köşe yazarı William Safire ise medyadaki en etkili isim. (Bu arada Safire’in bir süre önce yazmış olduğu Kuzey Irak’ta Ladin’e bağlı bir grubun yerleştiği, bunun Kürt gruplarla çatışmaya girdiği, bir lideri de öldürdüğü yolundaki yazının “yanlış bilgilendirme” olduğu ortaya çıktı. Amerikan yönetiminin bu konudan haberi yok. Genel Kurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu ise bunu yalanladı ve “Washington’ın bazı konuları Ankara’ya doğrulatması gerekir.” dedi. Anlayacağınız bu grup eski CIA başkanlarını gizli misyonlara göndermekle kalmıyor, basına da yalan haberler sızdırıyor.) Yönetim ve etkili çevrelerdeki “Irak’ı vuralım örgütü”nün dayandığı temel ideolog ise bir bayan. Adı Laurie Mylorie. Kendisi ABD Denizcilik Savaş Okulu’nda hoca. “Irak’tan Haberler” adlı bir periyodik bültenin editörü ve ayrıca “Study of Revenge: Saddam Hussein’s Unfinished War Against America” (Öc Almanın Analizi: Saddam Hüseyin’in Amerika’ya Karşı Bitmeyen Savaşı) adlı yönetimdeki bazı kişileri hayli etkilediği bilinen bir kitabın da yazarı. O kitapta Bayan Mylorie 1993’te İkiz Kuleler’de yaşanan bombalama olayının arkasında Saddam Hüseyin’in olduğunu ispat etmeye çalışıyordu. Bu nedenle son olayın da Saddam’la bir şekilde bağlantılı olduğunu düşünüyor. Kitapta o bombalama olayında ortaya konan birçok delilin üzerinde oynamalar yapıldığını, bazı delillerin saklandığını, o deliller ortaya çıkarıldığı zaman sanıkların Saddam Hüseyin’le direk bağlantısının görüleceğini söylüyor. Mylorie’nin kitabında ortaya koyduğu argümanı en çok James Woolsey desteklemişti zamanında. İkisi ortak hareket ederek, kamuoyunun dikkatini Saddam üzerine çekmeye çalışmışlardı kitabın yayınlandığı 2000 yılında. Woolsey’in son gizli ziyareti, bu konudaki inancın değişmediğini gösteriyor zaten. Janes Foreign Report, İsrail Askeri İstihbarat servisinin 11 Eylül Terörist Saldırısı’nın arkasında Irak’ın olabileceği fikrini yaydığını açıkladı. Gerçi bu fikir, servisin başı tarafından birkaç gün sonra yalanlandı. Ama dikkat edin! Bir güçlü koalisyon oluşmuş durumda Saddam’ın da yakalanması için. Bu tavırları meşrulaştırmak için ortaya koydukları kanıtlar doğru mu yanlış mı benim bilebilmem imkansız. Ben sadece somutta olan, açıkta yaşanan bir yönlendirme kavgasını size aktarıyorum. Bugün Türkiye’de Cumhurbaşkanı, Başbakan, tüm parti liderleri ve işadamları Saddam’ın vurulmasına karşı. Ancak Türkiye yine de istemediği bazı durumların ortasında bulabilir kendisini. Eğer bu duruma düşmek istenilmiyorsa doğru kişileri bulup onlarla bağlantıya geçip, onlarla konuşmak gerekiyor. Not: Bu yazı Slate, Salon elektronik dergilerinde çıkan makelelere, New York Times’ta yayınlanan haberlere, Safire’ın köşe yazılarına dayanarak yazılmıştır. Ayrıca Washington’daki CSIS (Center for Strategic and International Studies) adlı düşünce kuruluşunun Türkiye projesi direktörü Bülent Alirıza son olaylar ve Türkiye bağlantılarıyla ilgili son derece kapsamlı bir rapor yazdı. www. csis.org adresinde bu raporu okumanızı tavsiye ediyorum. (Hürriyet, 16 Ekim 2001) Pentagon’da iç savaş Serdar Turgut Amerika’nın Pentagon içinden en iyi haber alan gazetecisi olan Washington Post muhabiri Thomas R. Hicks, Mayıs ayının 25’inde bir haber yazdı. Habere göre ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, kuvvet komutanlarıyla bir toplantı yapmıştı. Toplantı Pentagon’un dünyada bilinen her türlü dinleme aygıtına karşı korunmuş olan ve bu nedenle de “The Tank” diye adlandırılan odasında gerçekleşmişti. Toplantıda sinirler hayli gerginleşmiş ve hatta ciddi bir kavga da yaşanmış. Net olarak sızan tek bilgi bu. Kavganın konusu Amerikan savunma sisteminin yeniden değerlendirme raporuydu. Amerika’nın önümüzdeki yıllarda hangi savunma kavramına uygun olarak silahlı kuvvetlerini yeniden organize etmesi gerektiğini belirleyecek son derece hassas bir değerlendirmeydi bu. Ve kavganın temelinde yatan kişi de Andrew Marshall’dı. Bu aşamada bazılarınızın “Bize ne bu detaylardan” dediğinizi hissediyorum. Ancak çok önemli bir gelişmeyi anlatmak üzereyim ve detaylar bilinmeden olayın net portresi de çıkmaz. O nedenle lütfen biraz sabırlı olun. Andrew Marshall, Pentagon’un “Office of Net Assesment” adlı biriminin başındaki kişi. Kendisi şu anda Amerika’nın en önemli savunma entellektüeli olarak biliniyor. Onun geçmişi, Amerikan yönetici sınıfının askeri konulardaki düşünce üretim merkezi olan RAND şirketine dayanıyor. RAND içinde yıllar önce bir grup oluşmaya başlamıştı. Savunma konusunda radikal düşünen, hayal edilemeyen şeyleri düşünüp uygulamaya kendilerini adamış bir grup insandı bunlar. Marshall’ın yanı sıra bu grup içinde Amerikan sağının idolü Albert Wohlstetter, 1970’li yılların başında Pentagon Dosyaları’nı basına sızdıran Daniel Ellsberg, Stanly Kübrick’in Dr. Strangelove filmindeki deli doktor tiplemesinin esinlendiği Herman Kahn ve Dışişleri Bakanlığı da yapmış olan James Schlesinger vardı. 1973 yılında Office of Net Assesment, Amerika ordusunu “düşünülmeyenleri düşünerek” geleceğe hazırlayacak birim olarak Pentagon’da kuruldu. Schlesinger, RAND yıllarında kader arkadaşı olan Andrew Marshall’ı bunun başına atadı. Ve Marshall o tarihten bu yana gün geçtikçe gücünü arttırdı. Şimdiki başkan Bush’un seçilmesiyle birlikte de gücünün zirvesine ulaştı. Başkan Bush, henüz daha seçim kampanyasını sürdürürken 1999 Eylül ayında Güney Carolina eyaletinde bulunan askeri üniversite Citadel’de bir konuşma yaptı. Bu konuşma, Amerikan ordu tarihinde bir dönüm noktası olarak görülüyor. Çünkü o konuşmada Bush, kısa adı RMA olarak bilinen ve Marshall tarafından hazırlanmış olan “Revolution in Military Affairs” (Askeri Meselelerde İhtilal) adlı yeni askeri kavrama kendisinin de inandığını açıkladı. RMA özetle şunu söylüyor: 1- Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte Amerika’ya saldırı kavramı da değişmiştir. Artık saldırılar büyük devletlerden değil “sokak kavgacısı devletler” (street fighter states) olarak adlandırılan küçük devletlerden gelecektir. 2- Bu devletler klasik hedeflere de saldırmayacaklardır. Yani Amerika’nın askeri gücü onların hedefi olmayacaktır. Bunlar daha çok ellerindeki biyolojik savaş teknikleri de dahil olmak üzere bütün imkanlarını kullanarak Amerika’nın petrol kaynakları, su sistemleri, ormanları gibi hedeflere saldıracaklardır. 3- Var olan savunma kavramı bu yeni savaş biçimine karşı koyamaz. Dolayısıyla Amerika, uzun menzilli uçabilen akıllı füzeler, casus uydu sistemleri, bilgisayar virüsleri gibi yepyeni savaş tekniklerini koordineli kullanabilecek yepyeni bir ordu meydana getirmelidir. Marshall sanki 11 Eylül terör eylemi ve sonrasında yaşanan gelişmeleri yıllarca öncesinden tahmin etmiş bir düşünür. Başkan Bush, Amerika’nın gelecekte nasıl bir orduya sahip olması gerektiğinin ortaya çıkarılacağı savunma değerlendirmesi raporunu yazma işini Marshall’a verince, Pentagon içinde fırtına patladı. Tahmin edilebileceği gibi ordunun üç büyük birimi hava, kara ve deniz komutanları, Marshall’a karşı bir kampanya başlattılar. Bu birimler platform esasına göre örgütlenmişlerdir. Ağır techizat ve büyük çapta askerin düşman bölgesine gönderilmesi ilkesine göre savaşmaya alışmışlardır. Dolayısıyla büyük çapta ihaleler açarlar. Amerikan savunma sanayii de, tamamen Marshall’ın sona erdirmeye çalıştığı bu sisteme silah üretmek için örgütlenmiştir. Dolayısıyla büyük, hem de çok büyük çıkarlar söz konusudur. Anlayacağınız başkan Bush’un Marshall’ın fikirlerinden yana olmasıyla birlikte yazının başlığındaki olay da başladı ve Pentagon da gerçek bir iç savaş deklare edildi. *** Pentagon içinde iki grup var. Bunlar Amerikan ordusunun nasıl örgütlenmesi gerektiği konusunda tamamen farklı düşüncelere sahipler. Bir tarafta bugünkü statüyü savunanlar var. ‘Platform’ esasına göre, yani büyük ve ağır savaş makinelerinin savaş bölgesine gönderilmesi esasına göre örgütlenmiş olan kara hava deniz kuvvetleri komutanları, ordunun örgütlenmesinde radikal bir değişikliğe gidilmesine var güçleriyle karşılar. ‘Bilinmeyeni denemenin’, denenerek bilinmiş hale geleni riske atmak olacağını düşünüyorlar. Bunların karşısında ise Amerikan muhafazakar eliti ile çok sıkı ilişkiler içinde olan ve Pentagon’da da önemli işlerin başında bulunan ‘savunma entellektüelleri’ var. Onlar ‘Soğuk Savaş’ dönemine ait ordu örgütlenmesinin, yeni düşmana, yani terörist küçük devletlere ve onlarca desteklenen terör örgütlerine karşı savaşamıyacağını söylüyorlar. Yeni savaş teknolojilerinin hemen devreye sokulmasıyla birlikte eski ordu modelinin de dağıtılmasından yanalar. Büyük, çok büyük çıkarlar söz konusu. Andrew Marshall’ın Revolution in Millitary Affairs (RMA) diye adlandırdığı devrim gerçekleşirse “platform askeri örgütlenme” modeli içinde kurulmuş milyarlarca dolarlık büyük çıkar ilişkileri zedelenecek. Yeni teknolojileri üreten endüstriler pastadan pay almaya başlayacak, eski ağır teknoloji üreten endüstriler büyük kayıplara uğrayacak. Dolayısıyla değişimin, Başkan Bush’un aktif desteğine rağmen kolay olmayacağı daha baştan belliydi. Değişimden yana olanlar 10 yıldır son derece örgütlü bir savaş veriyorlardı. Makaleler yayınlıyorlar, her yerde konuşmalar yapıyorlar ve her fırsatta ordunun yetersizliğine örnekler getiriyorlardı. Başkan Bush’un askeri üniversite Citadel’de yaptığı konuşmada RMA’ya açık destek vermesiyle ilk raundu değişimciler kazandı. Hemen arkasından statükoyu savunanlar işe girişti. Geçen mayıs ayında Pentagon’un süper güvenlikli odası “The Tank”da kuvvet komutanlarıyla ABD Savunma Bakanı Rumsfeld arasında yaşanan sert tartışma statükocuların bir zaferi olarak görüldü. Durum bir açıdan 1-1 oldu denilebilir. Bu yazının dayandığı makale ‘Dreaming About War’, New Yorker Dergisinde yer aldı. Yayınlanış tarihi 16 Temmuz 2001. Bakın New Yorker dergisinde yer alan yazısını Nicholas Lemann nasıl bitirmiş. “Son 10 yıldır yayınlanan makalelerle, yapılan konuşmalarla başlayıp da Başkan Bush’un Citadel konuşmasında noktalanan ilk bölüm, RMA’nın ilk vuruşu olarak görülebilir. Geçtiğimiz bahar ayında ise Pentagon öyle görünüyor ki ilk karşı vuruşunu gerçekleştirdi. Şimdi RMA güçleri ikinci vuruşlarına hazırlanmaktalar ve bu vuruş, onlara çok uyan bir biçimde gizli teknoloji kullanılarak yapılacak.” Yazarın tamamen farklı amaçlarla yazdığı bu cümle, 11 Eylül sonrasında insanın okurken tüylerini ürpertiyor. Burada komplo teorisi yapmıyorum, sadece yayınlanmış ama yalanlanmayan Amerikan kaynaklarını aktarıyorum. 11 Eylül’den sonra olanlara bakalım. Amerika artık ‘platform’ savaşı yapmama kararı aldı. Açıklamalara bakın, hep ‘yeni düşman’, ‘yeni savaş’tan bahsediliyor. ‘Yepyeni bir döneme girildiğinden’ söz ediliyor. Artık Körfez Savaşı’nda olduğu gibi sınırları, konumu belli olan düşmanı vurmak için 6 ay süren çalışmalar yapma, koalisyonlar oluşturma durumu yok. Bugün Afganistan’da yapılan bombalama, platform savaşının mikro düzeyidir ve o ordu anlayışının elveda notudur. Artık yeni güçler devreye giriyor. Evet, Afganistan belki değişecek bu sürecin sonucunda, ama Amerika da çok değişecek. Çok önemli şeyler olacak önümüzdeki dönemde Amerika’da. Çünkü zedelenen çıkarlar var ve onlar da pes etmeyecekler. Bu kavgada yer alan iki taraf da kendilerini haklı çıkarmak için İkinci Dünya Savaşı dönemindeki Alman Panzer Birliğini örnek gösteriyorlardı. RMA’cılar, Panzer Birliği’nin yeni bir techizata dayanmadığını, var olan tankların yeni bir örgütlenme anlayışıyla, yeni teknolojiyle koordine edilmesi suretiyle başarıya ulaşıldığını, kendilerinin de yeni koşullarda böyle bir değişimi öngördüklerini söylüyorlardı. Kurulu ordu düzeninden yana olanlar ise yine Panzer Birliği’ni örnek vererek, bu tür radikal değişimlerin ancak savaş durumunda ve sadece küçük birimlerden başlayarak yapılmasıyla başarıya ulaşma şansı olduğu kendilerinin bu nedenle ‘Bir savaş durumu’ olmadan radikal değişikliğe karşı olduklarını söylüyorlardı. 11 Eylül günü Başkan Bush ‘Amerika artık savaştadır’ dedi. Büyük değişim başladı. Bunun sonuçları daha alınmadı. Sonuçlar alınırken bakalım neler olacak? Önemli not: Bu yazı tamamıyla Nicolas Lemann’ın 16 Temmuz 2001 tarihli New Yorker dergisinde yayınlanmış olan “Dreaming About War” adlı çalışmasına dayandırılmıştır. (Hürriyet, 23-24 Ekim 2001) Bizim komplo üstatları sonunda benim de kafamı karıştırdı ABD kendini mi vurdu yoksa? Osman Ulagay Amerika’nın canevinden vurulduğu gün Londra’da idim. London School of Economics’in yanıbaşındaki kitapçıda, küreselleşmeyle ilgili yeni kitaplarla haşır neşir, keyifli birkaç saat geçirdikten sonra aldığım kitapları bırakmak üzere otelime döndüğümde haber kanallarına bir göz atmak için televizyonu açtım ve şaşırtıcı bir görüntüyle karşılaştım: New York’un simgesi haline gelen Dünya Ticaret Merkezi kulelerinin birinden dumanlar yükseliyordu. Hemen aklıma Hollywood geldi. Amerika’da ekim ayında gösterime girmesi beklenen Arnold Schwarzenegger’in yeni filmi Collateral Damage filminin bir bölümünü mü izliyorduk CNN ekranında? Ben bunları düşünürken CNN sunucusu birinci kuleye bir uçağın çarptığını söylüyor, bu arada ikinci kuleye doğru da başka bir uçağın hızla yaklaşmakta olduğu anlaşılıyordu. Bundan sonra yıllarca belleklerden silinmeyecek görüntüler birbirini izlemeye, sözcüklerle ifade edilemeyecek dehşet sahneleri yaşanmaya başlandı. Bu arada bir üçüncü uçağın da Pentagon’a çakıldığı haberi geldi. Dünyanın tek süper gücü olarak kabul edilen ABD’nin ekonomik ve askeri gücünü simgeleyen hedefler tam isabet almıştı. ABD’nin siyasi gücünü simgeleyen Beyaz Saray’ın ve Capitol’ün ise son anda vurulmaktan kurtulduğu ileri sürülüyordu. Başkan Bush’u hayatta bırakmak ABD’nin aczini daha güzel sergilemek için düşünülmüş bir şey de olabilirdi belki. Büyük şok ve sonrası Amerika’da yaşanan şok herhalde çok büyüktü. Televizyonlara yansıyan görüntüler, olaya gösterilen ilk tepkiler, Başkan Bush’un ve diğer yetkili zevatın yaptığı açıklamalar dört başı mamur bir şaşkınlığı ve çaresizliği gözler önüne seriyordu. Kim oldukları bilinmeyen “teröristler”, küresel nizamın rakipsiz süper gücünü canevinden vurmayı başarmıştı. ABD ile aynı “uygarlığı” paylaştığını düşünen İngiltere gibi ülkeler de bu şoktan payını alacaktı. Bu dehşetengiz eylemin, küresel ekonominin bir durgunluk ya da “resesyon” tehdidi altında bulunduğu dönemde gerçekleştirilmesi, ekonomik etkilerinin de felaket çağrışımı yaptıracak boyutlara tırmanmasına olanak verebilirdi. Dünya ekonomisi derin bir “resesyon”a girebilir, ABD’nin bir misilleme harekatına girişmesi petrol fiyatlarını tırmandırabilir ve bunun da etkisiyle milyonlarca kişi işini kaybedebilirdi. Patlamaya hazır bomba Herkesin kendi senaryosunu yazmasına olanak veren bu ortamda benim ilk aklıma gelen şuydu: Teknolojinin bu kadar ilerlediği, bilgi paylaşımının ve iletişimin bu kadar yaygınlaştığı ve ucuzladığı bir dünyada, eşitsizliklerin ve kutuplaşmaların da keskinleşmesi, patlayıcı bir karışım oluşturmuş, patlamaya hazır bir bomba yaratmıştı. Bu ortamda mevcut teknolojiyi ve bilgiyi yıkıcı amaçlar için kullanmak isteyen küçük fakat inançlı grupların, iyi bir planlamayla küresel etkiler yaratacak eylemler yapmaları mümkündü. Bu tür eylemleri önlemek için güvenlik önlemlerini artırmak ve “terör yuvalarını kurutmak” ilk akla gelen çareydi ama yeterli değildi. Teknolojinin ve bilginin yayılmasını sınırlamak ya da gelişimi durdurup “tüpe geri sokmak” da mümkün olmadığına göre, yeni felaketleri önlemek için küresel düzendeki eşitsizlikleri ve kutuplaşmayı azaltacak önlemleri gündeme almak gerekiyordu. Giderek yaygınlaşan ve etki alanı genişleyen küreselleşme karşıtı protestoların belirgin taleplerinden biri de buydu. Bu yönde somut adımlar atmadan küresel düzeni sürdürmek kolay değildi. Olayın bu yönünü görenler, ABD’nin ve ortaklarının, “terörist” avına çıkıp bazı ülkelere savaş açmasının sorunu çözmeye yeterli olmayacağını düşünüyorlardı. ABD kendini mi vurdu? İngiltere’nin ve Amerika’nın önde gelen gazetelerinde çıkan değerlendirmeleri okuyarak olayı farklı boyutlarıyla kavramaya çalışırken “büyük gerçeği” görmek için Türkiye’ye dönmem gerektiğini düşünememiştim doğrusu. Türkiye’ye dönüp yazılı ve görsel medyayı izlemeye başladığımda, insanların tepkilerini dinlediğimde o ana dek okuduklarımın ve düşündüklerimin beş para etmediğini anladım. Hala 50 yıl öncesinin diliyle konuşan bizim komplo üstatlarına göre bu saldırıyı Amerika kendisi yapmıştı, CIA ve Mossad gibi gizli örgütlerin de bunda payı olabilirdi. Böyle bir planlamayı ve icraatı ancak bir süper güç, yani ABD yapabilirdi; kullanılan teröristler de onun kullandığı birtakım kandırılmış zavallılardı. ABD şimdi bu saldırıyı bahane ederek Ortadoğu’nun haritasını yeniden çizecekti. Bunlar bana kırk yıllık kahve sohbetlerini hatırlatıyor ama bu ortamda büyük konuşmaya gelmez, belki de onlar haklı çıkar.(!) (Milliyet, 24 Eylül 2001) Komplo teorileri Ergin Yıldızoğlu Eğer CIA ve FBI, toplamış oldukları bilgileri gerektiği gibi değerlendirselermiş “11 Eylül” önlenebilirmiş! The Newsweek ve The Economist gibi Bush yanlısı muhafazakar yayınlar bile artık bunu kabul ediyor. ABD Kongresi de bir soruşturma başlattı. Öyleyse 11 Eylül üzerine üretilen komplo teorilerini artık ciddiye alalım mı? El Kaide denen garabet Bir tarafta CIA, FBI gibi devasa haber alma örgütleri, tüm uluslararası telefon konuşmalarını, e-posta trafiğini, anahtar sözcüklere göre tarayarak izlemeye olanak veren Echelon, Carnivor gibi sistemler ve ABD’yi destekleyen ülkelerin istihbarat örgütleri var. Diğer tarafta da CIA tarafından, Afganistan’da SSCB’ye karşı savaşmak üzere eğitilen, fanatik bir Suudi milyonerin kurduğu El Kaide gibi hiçbir toplumsal projesi olmayan, üstelik de en temel gizlilik kurallarına dahi uymayı beceremeyen pasaklı bir örgüt. 11 Eylül’den önce, El Kaide’nin bu en önemli eylemini yapacak militanları, hem birbirleriyle hem de liderlikle doğrudan temas halindeler; eylemi yapmayı planladıkları ülkede gerçek adlarıyla dolaşıyor, araba kiralıyor, trafik cezası alıyor, uçuş okullarına kaydoluyor, sürekli nakit para kullanıyor, gerçek adlarına çıkarılmış pasaportlarla uluslararası alanda mekik dokuyorlar; 11 Eylül günü uçağa binerken bile gerçek adlarını kullanıyorlar. Fransa, Almanya, İsrail, Rusya, Kanada, Hindistan, Mısır, Ürdün, Fas, Kazakistan, Malezya, Kayman Adaları, haber alma örgütleri bu “müthiş” militanları izliyor, hareketlerini CIA’ya bildiriyorlar. Echelon, Kuala Lumpur’da üst düzey bir toplantı yapılacağını saptıyor. Malezya Gizli Servisi, CIA için bu toplantıyı izliyor, katılanların fotoğraflarını, bu arada 11 Eylül’ü gerçekleştirecek olan ve o sırada ABD’de gerçek adlarıyla dolaşan iki militanın da üst düzey El Kaide liderliğiyle fotoğraflarını çekiyor. Bu arada, bir FBI görevlisi Temmuz 2001’de uçuş okullarındaki bir grup öğrenciyle El Kaide arasındaki ilişkiyi saptıyor ve amirlerine bildiriyor. Adamlar tam anlamıyla kucakta... Geçen Mart’ta senatör McKinsey ABD hükümetinin, 11 Eylül’den önce güçlü enformasyon aldığını, ama bu verileri izlemediğini ileri sürüyor. Hatta, Bush çevresindeki bir grubun, Carlyle firmasının adını özellikle vurguluyor, terörizme karşı savaştan büyük kazanç elde ettiğini iddia ediyor, soruşturma istiyor. Tüm ABD basını Senatör’e binbir hakaretle saldırıyor. 15 Mayıs günü CBS TV, Afganistan savaşının planlarının 11 Eylül’den önce Bush’un masasında durduğunu açıklıyor... Uzatmayalım, ABD yönetimi olayın yaklaşık 18 ay öncesinden başlamak üzere, El Kaide militanlarını izlemeye almış. FBI, hatta, ABD’ye giriş vizesi veren kuruluş, bu bilgiler elimize ulaşsaydı bu facia önlenebilirdi, en azından adamları ülkeye sokmazdık diyorlar. 11 Eylül’le birlikte ABD yönetimi, çok önceden hazırlanmış yeni ve saldırgan bir dış politikayı devreye sokuyor. Dünya birden değişmeye başlıyor! Komplo teorileri de 11 Eylül’ü ABD yönetimi içinden bir kesimin gerçekleştirdiğini ileri sürüyor. Titanik’le ne ilgisi var? Titanik 1912 Nisanı’nda bir buz dağına çarparak battı. Facia büyük bir toplumsal sarsıntı yarattı, sonra, hakkında romanlar yazıldı, filmler yapıldı, teoriler üretildi. Halbuki Titanik’in hikayesi, daha Titanik yapılmadan çok önce 1898’de ve tüm ayrıntılarıyla yazılmıştı. Morgan Robertson adlı eski bir gemicinin yazdığı ‘Futilitiy’ (Boşunalık) adlı romanda, Titan adında, Titanik’in hemen tüm teknik özelliklerini taşıyan, onun gibi son derecede lüks bir transatlantiğin bir buzdağına çarparak batışı anlatılıyordu. Bu noktada iki soru çıkıyor karşımıza: Neden Titanik faciası bu kadar büyük bir sarsıntı yarattı ve mitleştirildi? Nasıl oldu da Robertson bu faciayı, bu kadar ayrıntılı ve doğru bir biçimde öngörebildi? Titanik bir taraftan, döneminin teknolojik düzeyinin, dönemin hızlı ulaşım kültürünün, 19. yüzyılın sonunda başlayan küreselleşmenin en yüksek noktasının simgeliyordu. Diğer taraftan da o sırada, bir dönemin sonuna gelinmekte olduğuna ilişkin belirtiler, (mali spekülasyon, işçi hareketi, komünizm, milliyetçilik, Yahudi düşmanlığı, savaşlar) belirtiler hızla artıyor, bir belirsizlik ve endişe ortamı giderek yoğunlaşıyordu. Bu bağlamda Titanik’in bu dönemin sonunu işaret eden gelişmeler taşıyan bir ‘sempton’ (Slovoj Zizek, İdeolojinin Yüce Nesnesi, 1. kısım, 2. bölüm) oldu ve toplumsal bilince kazındı. Şimdi, neden, İkiz Kuleler de ABD hegemonyası altında şekillenen küreselleşmenin, mali sermayenin tüm gerginliklerinin (krizlerinin) ortaya çıkmaya başladığı bir dönemin ruhunu, (aynı Titanik gibi) temsil ediyordu diye düşünmeyelim? 1898’de Robertson, romanını yazmaya koyulduğunda, teknolojik ve toplumsal açıdan Titanik gibi bir geminin yapılmasının tüm ön koşulları oluşmuştu. Bir anlamda, Titanik faciası bir olasılık olarak tarih sahnesine çıkmıştı. Aynı İkiz Kuleler’e yönelik olarak gerçekleşecek saldırı gibi: Bir süredir küreselleşme mali krizlerle sarsılıyor, ABD hegemonyasına direniş artıyordu; Afganistan, ‘Cihat’ geleneğini canlandırmıştı, radikal Müslüman örgütler arasında intihar eylemleri olağan mücadele yöntemi haline gelmişti. 11 Eylül benzeri bir olayın gerçekleşmesi için gerekli tüm koşullar yerli yerindeydi. Şimdi buna bir süredir egemenliğinin zayıfladığını düşünen, saldırgan bir dış politikayı devreye sokmak için fırsat kollayan ABD yönetimini ekleyelim. Olayın anlaşılmazlığı ortadan kalkmaya, üzerinde oluşan ‘aura’ dağılmaya başlar. Olay komplo teorilerine gerek kalmadan, bu tarihsel zemin üzerinde varlıkları birbiriyle kesişen nihilist gizli örgütleri, gizli servislerin bürokrasisi, ihtiraslı ama dar görüşlü politikacıların oportünistlikleri de göz önüne alınarak, komplo teorilerine gerek kalmadan açıklanabilir bir hale gelir. Büyük olasılıkla CIA, El Kaide’nin büyük bir iş peşinde olduğunu fark etmiş, dış politika ‘şahinleri’ bu eylemin yaratacağı infialden faydalanmayı düşünmüş, sonra olay denetimden çıkarak beklenenin çok üstünde bir boyutta gerçekleşmiştir. Bu ilişkiler içinde komplocu girişimler de mutlak olmuştur, ama verili tarihsel koşullar üzerinde ve kendileri de bu koşulların bir ürünü olarak... Komplo teorileri, işte bu ‘komplocuları’ yaratan tarihsel koşulları görmezden gelir. Bu teorileri izleyince de komplocular karşımıza, intihar eylemini gerçekleştirenler de dahil, herkesi kukla gibi oynatan, bu arada binlerce insanı ve kendi yaşamlarını kolaylıkla kurban edecek kadar kararlı ve inançlı, insan üstü bir elit olarak çıkarlar. Artık, toplumsal dinamikler ve tarih her şeye kadir, Tanrı katına yükseltilmiş bir elitin iradesinin ürünüdür. Bu fantezi, halk sınıflarını, bu iradenin sonuçlarına katlanmaktan başka seçenekleri olmayan zavallı karıncalar olarak görür, böylece sözde sistemi eleştirirken gerçekte ‘komplocuların’ iktidarını ayakta tutan bir dünya görüşünü güçlendirmekten başka bir işe yaramaz. (Cumhuriyet, 10 Haziran 2002) V- Amerikancıların Gözüyle 11 Eylül Amerika iyi düşünmeli Zbigniew Brzezinski Amerika’nın yaklaşık bir yıl önce başlattığı terörizmle savaş, baskıcı rejimler uygulayan yabancı hükümetlerce baltalanma riskiyle karşı karşıya. ABD, demokratik bir koalisyonun liderliğini yapmak yerine, tecrit tehlikesiyle yüz yüze. Bush yönetimi, ABD’nin karşı karşıya olduğu mücadeleyi tarif ederken daha ziyade yarı dini terimlere yaslanıyor. Kamuoyuna, bu konuda hiçbir kuşku bulunmadığı halde terörizmin ‘kötü’ olduğu, ‘kötülük yapanlar’ın bundan sorumlu tutulacağı anlatılıyor. Ancak bu haklı kınamaların ötesinde, tarihsel açıdan geçersiz bir mantık yatıyor. Sanki terörizm uzaydan gelen soyut bir fenomen, acımasız teröristler de belli bir amaçları olmaksızın şeytanın emirlerine uymaktan başka bir şey yapmıyor! ABD Başkanı George W. Bush, terörizmi bir bütün olarak İslam’la tanımlamaktan kaçınmak ve İslam’ın böyle bir hataya düşmediğini titizlikle vurgulamakla gayet akıllıca davranmış oldu. Ancak yönetimi destekleyen bazı kesimler, böyle ayrımlarda bu kadar dikkatli değil. İslam kültürünün genelde Batı’ya, özellikle de demokrasiye karşı düşmanca bir yaklaşım içinde olduğunu, Amerika’ya yönelik terörist nefretin beslenmesi açısından verimli bir toprak sunduğunu savunuyor bu kesimler. Her terörist eylemin ardında, ondan önce gelen başka bir siyasi eylem olduğu gerçeğiyse kamuoyu önünde pek tartışılmıyor. Bu ne terör eylemini gerçekleştireni ne de onun siyasi davasını meşrulaştırır. Yine de gerçek şudur ki, bütün terörist eylemlerin kökeninde siyasi bir çatışma vardır ve bu çatışma terörist eylemlerin de devamını sağlar. Kuzey İrlanda’daki İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu, İspanya’da Basklar, Batı Şeria ve Gazze’de Filistinliler, Keşmir’deki Müslümanlar açısından durum böyledir. 11 Eylül vakası açısından bakıldığında -eylemi gerçekleştirenlerin kimliği dikkate alındığında- Ortadoğu’nun siyasi tarihinin Ortadoğulu teröristlerin Amerika’ya yönelik nefretleriyle bir ilgisi olduğu tespitini yapmak için çok derin siyasi analizlere girmeye gerek yok. Bölgenin siyasi tarihine özgü durumlara çok yakından bakmaya gerek yok, çünkü muhtemelen teröristler kariyerlerine başlamadan önce ezeli rakiplerine ilişkin derin bir araştırmaya girmiyor. Teröristleri fanatikleştiren patalojiyi şekillendiren ve onları ölümcül eylemlere yönelten daha ziyade, hissedilen, gözlenen, tarihsel olarak iz bırakmış siyasi kırgınlıklar, şikâyetler. Amerika’ya yönelik nefretin gerisinde ABD’nin Ortadoğu politikasının yattığı açık. Siyasi açıdan Arapların hissiyatının, Fransız ve İngiliz sömürgeciliğinin bölgeye girişi, Arapların İsrail devletinin varlığını engelleme çabalarının başarısızlığa uğraması, bunun ardından ABD’nin İsrail’i ve İsrail’in Filistinlilere karşı tavrını desteklemesiyle olduğu kadar, Amerika’nın bu bölgeye gücünü doğrudan yerleştirmesiyle şekillendiği gerçeğini bir kenara bırakmak zor. Bölgedeki daha fanatik unsurlar, ABD’nin bölgedeki varlığının, Suudi Arabistan’ın İslam’ın kutsal mekânlarına bekçiliğinin dinen saflığını bozduğu, Irak halkının huzurunu kaçırdığı görüşünde. Bu dini veçhe onların yobazlıklarını besliyor, ancak 11 Eylül teröristlerinden bazılarının hiç de dindarca olmayan yaşam tarzları sürdüğünü hatırlatmakta fayda var. Dünya Ticaret Merkezi’ni hedef alan saldırının belli bir siyasi amacı vardı. Fakat Amerika’da bu nefretin karmaşık boyutlarıyla yüzleşme konusunda gözle görülür bir gönülsüzlük söz konusu. Daha çok, teröristler ‘Özgürlükten nefret eder’ gibi soyut değerlendirmeleri ya da dini birikimlerinin onları Batı kültürüne düşman kıldığı gibi iddiaları ciddiye almaya meylediliyor. İki amaç belirlenmeli Bu yüzden terörizmle savaşı kazanabilmek için iki amaç belirlenmeli: İlki teröristleri yıkmak, ikincisi de onların varoluşuna zemin hazırlayan koşulları ortadan kaldırmaya yönelik siyasi bir girişim başlatmak olmalı. Britanyalıların Kuzey İrlanda’da, İspanyolların Bask’ta yaptığı, Rusların Çeçenya’da yapması istenen bu. Bu, teröristlerin teskin edilmesi anlamına gelmiyor, ancak terörist dünyayı tecrit edip ortadan kaldırmaya yönelik stratejinin önemli bir parçası. Benzerlikler, hüviyet kartı gibi aynı değil, ama bunu akıllarda tutarak ABD’nin bugün Ortadoğu terörizmi konusunda yüz yüze olduğu koşullarla 1960 ve 70’lerde içeride yaşadığı krizler arasında paralellikler kurulabilir. O sıralarda Amerikan toplumu, Ku Klux Klan, Beyaz Vatandaşlar Konseyi, Kara Panterler ve Symbionese Kurtuluş Ordusu gibi grupların şiddet eylemleriyle sarsıldı. Sivil haklara ilişkin yasalar olmasa, ırklararası ilişkiler hakkında Amerika’nın toplumsal görüşlerinde önemli değişimler olmasa, bu örgütlerin yarattığı tehdit daha uzun sürebilirdi. Bush yönetiminin beğendiği, dar, neredeyse tek boyutlu terörist tehdit tanımı, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, İsrail Başbakanı Ariel Şaron, Hindistan Başbakanı Atal Bihari Vajpayi ve Çin Devlet Başkanı Jiang Zemin’in yaptığı gibi yabancı güçlerin de kendi gündemlerini desteklemek için ‘terörizm’ sözcüğüne sarılması gibi özel bir tehlikeyi de beraberinde getiriyor. Amerika’nın terörist tehdit tanımı, bu liderlerin her biri için, hem uygun hem de ikna edici. Amerikalılarla görüşürken, Putin de Şaron da, Amerika’nın terörizmle mücadelesini Müslüman komşularıyla ortak bir mücadeleye dönüştürmek için içinde ‘T’yle başlayan o kelimenin geçmediği bir tek cümle bile kurmuyor. Putin, Rusya’nın Çeçenya’da ve daha önce Afganistan’da işlediği suçlara karşın, İslamcı tehdidi Rusya’dan uzaklaştırma fırsatını yakaladığını düşünüyor. Filistinlilere yönelik baskıyı artırmakta kendini daha rahat hisseden Şaron, ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinin bozulmasını memnuniyetle karşılayacaktır. Hindistan’daki Hindu fanatikler de genel olarak İslam’ı özelde Keşmir’deki terörizmle ilişkilendirmeye pek hevesli. Geri kalmayan Çinliler, kısa süre önce Bush yönetiminin, Sincan eyaletinde mücadele eden ayrılıkçı bir Müslüman Uygur grubunu, El Kaide’yle bağlantılı bir terör örgütü olarak listeye almasını sağladı. Amerika, siyasi bir tanıma dayanmayan terörizmle savaşın bu biçimde başka amaçlarla kullanılması gibi potansiyel bir tehlikeyle karşı karşıya. Bu, feci sonuçlar doğurabilir. Amerika, kapsamlı ve derin boyutlarıyla terörizme cevap vermekte başarısız görülür, bu yüzden Avrupa ve Asya’da kilit önemdeki demokratik müttefikleri tarafından ahlaken geniş ve siyaseten naif olarak değerlendirilirse -aynı zamanda etnik ve milliyetçi duygulara yönelik hoşgörüsüz baskıyı eleştirellikten uzak bir biçimde kucaklar görünürse-Amerika’nın politikalarına verilen küresel destek de kuşkusuz azalır. Ve Washington’ın terör karşıtı kapsamlı bir koalisyon kurma çabası da ağır bir darbe alacaktır. Irak’la olası bir çatışmanın uluslararası destek bulması ihtimali de ciddi biçimde zayıflar. Bu biçimde tecrit edilmiş bir Amerika, onu kendinden menkul müttefiklerinin işlediği suçlar yüzünden suçlamaya kararlı intikamcı teröristler tarafından daha fazla tehdit edilecektir. Terörizmle savaşta zafer, asla teslim olmaya yönelik resmi bir eylemle kazanılamaz. Zafer, ancak terörist eylemlerin giderek ortadan kalkmasından kaynaklanır. Bu yüzden ileride Amerikalıları hedef alacak başka saldırılar, savaşın kazanılmadığını gösteren acılar yaşanacak. Maalesef bunun temel sebeplerinden biri de Amerika’nın 11 Eylül’deki terörist eylemin siyasi kökenlerini enine boyuna değerlendirmekteki isteksizliği olacak. (The New York Times, 1 Eylül 2002) Üçüncü Dünya Savaşı Thomas Friedman Acaba ülkem gerçekten de ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın başladığını anladı mı? Bu saldırı Üçüncü Dünya Savaşı’nın Pearl Harbor’ı, demek ki önümüzde çok çok uzun bir savaş var. Ve bu Üçüncü Dünya Savaşı bizi bir süper güçle karşı karşıya getirmiyor. Bizi, dünyanın tek süper gücü ve Batı değerlerinin, serbest piyasanın ve liberalizmin özbeöz sembolü olan bizi, bütün o kızgın ve süper yetkin kadın ve erkeklerle karşı karşıya getiriyor. Bu süper yetkin insanların çoğu yıkılan Müslüman ve Üçüncü Dünya devletlerinden geliyor. Onlar bizim değerlerimizi paylaşmıyor, Amerika’nın hayatları, politikaları ve çocukları üzerindeki etkisine içerliyorlar. Çoğunlukla Amerika’yı kendi toplumlarının başarısızlığının sorumlusu olarak görüyorlar. Onları süper yetkin yapan, internet, yüksek teknoloji ve bilgi ağıyla sarılı dünyayı kullanmadaki yetenekleri. Onlar bizim en gelişmiş uçaklarımızı insanların yönettiği, kararlılığın rehberlik ettiği ‘cruise’ füzelerine çevirdiler -kendi fanatizmleriyle bizim teknolojimizin şeytani bir karışımı. Online Cihat. Ve neyi vurduklarına bakın: Dünya Ticaret Merkezi -Amerikan kapitalizminin ışığı- ve Pentagon, Amerikan ordusu’nun vücudu. CIA’yı rahat bırakın O zaman böyle insanlarla savaşmak için ne yapmalı? Öncelikle biz Amerikalılar asla Pakistan, Afganistan, Lübnan’ın vahşi Bekaa Vadisi gibi yerlerde aile bağlarına dayalı küçük gruplarda yaşayan insanları etkileyemeyeceğiz. O karanlık insanları tek etkileyebilecek olan kendi toplumlarıdır. Onlar bile bunu sürekli yapamaz. Bu nedenle CIA’yı rahat bırakın. İsrailli yetkililer, bu intihar eylemcileri ve radikal Filistinliler üzerinde tam kontrolü ancak onları hapse atarak, Yaser Arafat ve onun Filistinli yetkililerinin sağlayabildiğini söylüyor. Şimdi sorular başlıyor: Topraklarında terörist grupları ağırlayan ülkelerin onlara karşı harekete geçmeleri için ne yapmalıyız? Öncelikle onlara son derece ciddi olduğumuzu kanıtlamalıyız ve anlamalıyız ki bu teröristler gerçekte politikalarımızdan değil, bizim varlığımızdan nefret ediyor. Sivilleri bir yana bırakın, askerlerimizi bile onların tehditleri karşısında tehlikeye atmıyoruz. İkinci olarak yıllardır Ortadoğulu müttefiklerimizin üzerinde oynanmasına izin verdiğimiz ve artık kesinlikle durdurmamız gereken ikili oyunlar var. Suriye gibi bir devlet karar vermeli; Şam’da bir Hizbullah büyükelçiliği mi, Amerikan büyükelçiliği mi istiyor? Üçüncü olarak, Müslüman dünyası ve politik liderleriyle bu insanların niye böyle ayrı düştükleriyle ilgili olarak ciddi ve saygılı bir konuşma yapmalıyız. Dünyanın hiçbir yerinde Aşağı Sahra Afrikası’nda bile Arap-Müslüman dünyasındaki gibi özgür olmayan seçimlerle göreve gelen liderler yok. Neden? Bugünkü Arap liderler neden özeleştiriye dayanamıyor. Neden tepki göstermiyorlar? Oğullarına İsraillilere karşı direnmeyi, ancak kendilerini ya da masum sivilleri öldürmemeyi söyleyen Müslüman liderler nerede? Ne kadar kötü olursa olsun, hayatınız kutsaldır. Avrupa’nın Yahudilere uyguladığı soykırım gibi bir suçu hiçbir zaman işlemeyen İslamiyet gibi büyük bir din, intihar bombacılarının el kitabı gibi kullanılarak bozuluyor. Niçin hiçbir Müslüman lider buna tepki göstermiyor. Eğer Üçüncü Dünya Savaşı söz konusuysa bunlar tartışılması gereken konular. Bu kararlı ve güçlü bir düşmana karşı verilecek çok uzun bir savaş olacak. Onlar sadece yok etmek zorundalardı. Ancak biz tam tersini etkili bir şekilde yaparak bu açık ve özgür toplumu yok etmeye değil, korumaya çalışıp savaşmalıyız. Sert uçmayı, ancak güvenli inmeyi öğrenmeliyiz. (The New York Times, 13 Eylül 2001) Bin Ladin’e Bush’tan mektup var Thomas Friedman Beyaz Saray Amerikan yayın kuruluşlarından, Usame bin Ladin’le ilgili yayınları sınırlamalarını istemiş. Başkan sansür yerine Bin Ladin’e yanıt verseydi keşke. Şunları söyleyebilirdi: Sayın Bin Ladin, sizi dinledim. Hiçbir Arap ya da Müslüman liderin size yanıt vermeye cesaret edemeyeceğini bildiğim için, ben vereyim dedim. Açık söyleyeyim: Dokunaklı konuştunuz. Ama belli ki, neden bizim bu kadar güçlü ya da küçümsediğiniz Arap rejimlerinin neden bu kadar zayıf olduğu hakkında bir fikriniz yok. Çok şey söylediniz ama en açıklayıcısı, söylemediğiniz şeydi: Gelecek hakkında hiçbir şey söylemediniz. Bu muhtemelen son dileğiniz ve vasiyetinizdi -inşallah öyledir- ve gelecek nesiller için söylemek istediğiniz her şeyi söyleyebilirdiniz. Ne de olsa mikrofon elinizdeydi. Yine de söyleyecek hiçbir şeyiniz yoktu. Müslüman dünyasına tek mesajınız kimden nefret etmesi gerektiğiydi. Bunun bir sebebi, İslam tarihi hakkında gerçekten fazla bir şey bilmemeniz. Sizin kadınlara hayvan sürüsü, Müslüman olmayanlara düşman gibi davranılan kapalı, içe dönük, nefret dolu İslam versiyonunuzun, İslam’ın muhteşem dönemleriyle bir alakası yok ve tekrar öyle bir dönem de getirmez. Bahsettiğiniz tek Arap devletinin Irak olması da açıklayıcıydı. Irak, kendi halkına zehirli gaz sıkan, petrol zenginliğini kendine saraylar yapmak için kullanan, Kuveyt’e saldıran faşist diktatör Saddam Hüseyin tarafından yönetiliyor. Ama siz bütün bunlar karşısında sessiz kalıyorsunuz. Sizi rahatsız eden rejimin kendisi değil, böyle bir rejime son vermek için hedeflediğimiz yaptırımlar. Son 80 yılın Arap-Müslüman dünyası için bu kadar durgun geçmesinin müsebbibi Amerika değil. Biz ve diğerleri pek çok soruya yanıt aradık: Çocuklarımızı en iyi nasıl eğitiriz? Ticaretimizi nasıl geliştirebiliriz? Nasıl endüstriyel bir temel inşa edebiliriz? Siyasi katılımı nasıl artırabiliriz? Ve liderlerimizi, bu sorulara ne kadar iyi yanıt verebildikleriyle yargıladık. Ancak siz Arapların ve Müslümanların liderlerine tek bir soru sormasını istiyorsunuz: İsrailliler ve kâfirlerle ne kadar iyi savaştınız? Tek soru bu olamaz. Yine de sizin gibiler tek bir soru istediği, başka sorular sormak isteyen her Arap’ı sindirdiği için, bölgenizin Saddam gibi alçaklarca yönetilmesine izin verdiniz. Evet Bin Ladin, öfkenizi biraz aldınız, ama bizi yok edeceğinizi sanarak kendinizi kandırmayın. Güçlü bir şeyi yok etmeniz için, güçlü bir şey yaratmanız gerekir. Ama yapamazsınız. Çünkü Arap-Müslüman dünyasındaki entelektüel ve yaratıcı enerjiler, Irak gibi baskıcı rejimler ya da sizin gibi liderler yüzünden asla tam potansiyeline erişemez. Stalin ve Mao da kendi halkını katletti ama bu katillerin bile toplumları için bir planı vardı. Oysa siz Bin Ladin, hırsızdan başka birşey değilsiniz. İslam’ın hırsızı, başkalarının teknolojisinin hırsızı, Arap uluslarının, rejimlerine duyduğu öfkenin hırsızı. Ama hiçbir görüşünüz, planınız yok. Bu yüzden mezar taşını yazmak kolay olacak: Usame bin Ladin-çok şey yıktı, hiçbir şey yaratmadı. Bıraktığı iz, çöldeki bir ayak izi gibi. (The New York Times, 12 Ekim 2001) Hâlâ tarihin sonundayız... Francis Fukuyama Birçok yazar ve yorumcu, 11 Eylül trajedisinin 10 yıl önce söylediğim, tarihin sonuna eriştiğimiz iddiasının yanlış olduğunu kanıtladığını yazdı. Sonra koro başladı; George Will tarihin tatilden döndüğünü belirtti, Fareed Zakaria tarihin sonunun sonunu ilan etti. Bu eşi benzeri olmayan saldırının tarihi başka bir boyuta taşımadığını iddia etmek saçmadır ve 11 Eylül’de ölenlerle şu anda Afganistan’daki askeri operasyonlara katılanlara hakaret anlamına gelir. Fakat ben ‘tarih’ kelimesini farklı kullanmıştım: Benimki liberal demokrasi ve kapitalizm gibi kurumlarla tanımlanan, insanlığın moderniteye doğru yüzyıllar süren ilerlemesine gönderme yapıyordu. 1989’da komünizmin yıkılışının arifesinde yaptığım bu gözlem, bu evrimsel gelişmenin dünyanın her seferinde daha büyük bir kısmını moderniteye doğru götürdüğüydü. Liberal demokrasi ve serbest pazar ekonomisinin ötesinde gelişme göstermek adına ulaşmak isteyebileceğimiz başka bir şey yoktu, o yüzden tarihin sonuydu. İlerlemeye direnen bazı gerici unsurlar vardı, fakat sosyalizm, monarşi, faşizm ve diğer bütün otoriter yönetimler denendikten sonra insanların sürdürmek istediği mantıklı başka bir medeniyet alternatifi kalmamıştı. Medeniyetlerin çatışması Bu görüşe birçok insan meydan okudu, özellikle de Samuel Huntington. Huntington dünyanın tek ve küresel bir sisteme doğru ilerlemek yerine 6-7 kültürel grubun birbirleriyle karışmadan beraber yaşadığı ve küresel çatışmaların kırılma noktalarını oluşturduğu bir ‘medeniyetler çatışması’nın batağında varlığını sürdürdüğünü iddia ediyordu. Küresel kapitalizmin merkezine yapılan ve başarılı olan saldırının Batı’dan memnun olmayan aşırı İslamcılar tarafından düzenlendiği kesin olduğu için gözlemciler Huntington’ın ‘çatışma’ görüşüyle benim ‘tarihin sonu’ hipotezime sekte vuruyor. Ben haklı olduğumu düşünüyorum: Modernite, bu yaşananlar ne kadar acı olsa da rayından çıkmayacak kadar güçlü bir yük treni. Demokrasi ve serbest pazarlar dünyanın büyük bölümü için egemen prensipler olarak zaman içinde gelişmeye devam edecekler. Fakat şu andaki meselenin asıl boyutlarının ne olduğunu düşünmek gerekiyor. Ben her zaman modernitenin kültürel bir temeli olduğuna inandım. Liberal demokrasi ve serbest pazarlar her zaman her yerde işlemez. En iyi belli değerleri olan -bu değerlerin çıkış noktaları tamamen mantıklı olmasa da toplumlarda işlerler. Modern liberal demokrasinin ilk önce Hıristiyan Batı’da doğması bir tesadüf değil, çünkü demokratik hakların evrenselliği birçok anlamda Hıristiyanlığın evrenselliğinin seküler bir formu olarak görülebilir. Huntington’ın temel sorusu şu: Modernitenin kurumları sadece Batı’da mı işleyecek, yoksa onların çekiciliklerindeki daha genel bir şey Batılı olmayan toplumlarda da ilerlemelerine imkân verecek mi? Bence evet, verecek. Kanıt demokrasi ve serbest pazarın Doğu ve Güney Asya, Latin Amerika, Doğu Avrupa gibi bölgelerde ilerleme göstermiş olması. Diğer bir kanıt Batılı toplumlarda yaşamayı seçen ve zamanla Batılı değerleri kabul eden Üçüncü Dünya ülkesinden gelen göçmenler. Fakat İslam’da, ya da köktendinci İslam’da Müslüman toplumları moderniteye direnmeye iten bir şeyler var gibi görünüyor. Bütün çağdaş kültürel sistemler içinde İslam dünyası en az demokratik yönetimi barındırıyor. Singapur ya da Güney Kore gibi Üçüncü Dünya ülkesi statüsünden birinci dünya ülkesi statüsüne geçebilen hiçbir İslam ülkesi yok (Türkiye hariç). Birçok Batılı olmayan toplum, modernitenin teknolojisini ve ekonomisini kabulleniyor, ancak bunlara Batılı kültürel değerleri ya da demokratik politikaları kabul etmek zorunda kalmadan sahip olabilmeyi umut ediyor; Çin ve Singapur gibi. Başkaları modernitenin ekonomik ve politik versiyonlarını beğeniyor ancak bunu nasıl başaracaklarını bilemiyorlar (Örneğin Rusya). Onlar için Batılı tarz moderniteye geçiş uzun ve acılı olabilir. Fakat onları zamanla buna ulaşmaktan alıkoyacak aşılmaz kültürel engelleri yok ve dünya nüfusunun 4/5’ini oluşturuyorlar. Buna karşılık İslam sürekli moderniteyi tamamiyle reddeden Usame bin Ladin ve Taliban gibi insanlar üreten tek kültürel sistem. Bu durum, bu insanların geniş Müslüman toplumunu ne kadar temsil ettiği sorusunu da beraberinde getiriyor. 11 Eylül’den bu yana Doğulu ve Batılı politikacıların buna verdiği cevap, teröristlere sempati duyanların Müslümanların çok küçük bir azınlığını oluşturduğu. Müslümanları bir grup olarak nefretin hedefi olmaktan korumak için bunu söylemeleri önemli ve gerekli. Sorun, Amerika ve onun temsil ettiği şeylere olan nefretin açıkça bundan çok daha geniş bir yayılım alanı olması. Elbette intihar görevlerine giden ve ABD’ye komplo kuran kişilerin sayısı çok az. Fakat yıkılan kulelerin görüntüsünden alınan zevk ve ABD’nin hak ettiğini bulduğu duygusu, sonradan reddedilse de, birçok insanın ilk hissettiğiydi. Bu standarda göre Müslümanlar arasında teröristlere sempati duyanlar ‘küçük bir azınlık’tan daha çok; Mısır’daki orta sınıftan Batı’daki göçmenlere kadar... Ciddi bir alternatif mi? Bu geniş nefret İsrail’e verilen destek gibi Amerikan politikalarına karşı olmaktan çok daha derin bir şeyleri temsil ediyor. Belki, birçok yorumcunun düşündüğü gibi nefret, Batı’nın başarısı ve Müslümanların başarısızlığından kaynaklanan kıskançlıktan doğuyor. Fakat Müslümanlığı psikolojik olarak incelemektense radikal İslam’ın Batı demokrasisine bir alternatif oluşturup oluşturmadığı sorusunu sormak gerekiyor. Müslümanların kendileri için bile politik İslam, soyut olarak gerçekte olduğundan daha çekici. Köktendinci bir hükümetin yönetimi altında 23 yıl yaşadıktan sonra İranlıların büyük bir çoğunluğu, özellikle 30 yaşın altındakilerin hepsi, çok daha liberal bir toplumda yaşamayı tercih ediyorlar. Propagandası yapılan bu Amerikan karşıtlığı ve nefreti önümüzdeki yıllarda Müslüman toplumları için uygulanabilir bir politik programa dönüşemeyecek. Hâlâ tarihin sonundayız, çünkü dünya politikalarına egemen olacak hâlâ tek bir sistem var, o da liberal ve demokratik Batı’nın sistemi. Bu çatışmalardan uzak bir dünya ya da farklı toplumları birbirlerinden ayıran kültürlerin yok olması anlamına gelmiyor. Fakat karşı karşıya olduğumuz mücadele 19. yüzyıl Avrupa’sındaki büyük güçlerin çatışması gibi eşit kültürlerin bir çatışması değil. Çatışma, geleneksel varlıkları modernizasyon tarafından tehdit edilen bazı toplumların kendilerini koruma amaçlı bir dizi saldırısından oluşuyor. Toplumsal gelişmeye karşı verilen tepkilerin gücü bu tehdidin ciddiyetini gösteriyor. Fakat zaman ve kaynaklar modernitenin yanında ve onun Batı’da varlığını sürdürmemesi için hiçbir sebep yok. (The Wall Street Journal, 8 Ekim 2001) Taliban’a kimse üzülmez ama... Graham E. Fuller Afganistan’da terörizmi besleyen jeopolitik son derece göz korkutucu. Bölge genelindeki İslami politikalardan kaynaklanan karşıtlıkların zenginliği, ABD’nin ilgi alanına girmiyor. Taliban 1996’da, 1980’deki Sovyet istilasından beri iç savaşla boğuşan ülkenin kanunlarını -İslamiyet’in oldukça tutucu bir türüne dayalı -ve düzenini onarmak misyonuyla göreve geldi. Taliban, pek çoğu Afganistan’ı Sovyet istilasından kurtarmak için savaşmış Orta Asya ve Arap dünyasının bütün radikal İslamcılarının eğitildiği kamplarla dolu bir ülkeyi ele geçirdi. Taliban bu savaşçıları İslamiyet’e duyduğu bağlılıktan çok kendisini bir önceki daha modern İslam yönetiminin güçlerine karşı korudukları için ülkeden uzaklaştırmadı. İslam’ın idelojik kullanımı İslamiyet’in politikanın temel aracı olarak kullanılması Müslüman dünyasının basit bir gerçeği. Müslüman dünyasında Kuran, adalet ve doğru yönetim sağlamak ve ahlak bozulmasını engellemek için bir kaynak olarak kullanılıyor. İslam, hem laik yönetime karşı içeride verilen savaşta, hem de Müslüman olmayanların baskılarından kurtulmak isteyen Müslümanlar içinde bir ideoloji olarak kullanılıyor. Orta Asya, diktatörlüğün, ahlaksızlığın ve kötü yönetimin radikal ve şiddet yanlısı unsurlarına karşı, daha radikal ve şiddette dayalı olan bir İslami hareket dalgası yarattı. - Özbekistan’ın neo- Stalinist yönetimi, tüm muhaliflerini hapsetti, işkenceye uğrattı, öldürdü ya da sürgüne gönderdi. Böylece ülkede silahlı bir ‘İslamcı’ hareketin doğmasına yol açtı. Şimdi aynı yönetim ‘terörizm’e karşı işbirliğine sevinerek girecek, çünkü bu tanım bütün muhalefeti kapsıyor. - Çin’in Sincan’da 8 milyon Müslüman Uygur Türk’üne yaptığı eziyet, Uygurları aşırı milliyetçiliğe ve İslam’a yöneltti, daha sonra bu hareketler şiddete dönüştü. Çin, Washington’ın terörizm karşıtı hareketine katılmak isteyecektir, çünkü böylelikle Uygurlar’a uygulayacağı kıyımı açıklayabilir. - Çeçenler, 200 yılı aşkın süredir Rusya’dan bağımsızlıklarını kazanmak için savaşıyor ve bu savaş geleneksel olarak İslamiyet adına yapılıyor. Rusya da ‘terörizm karşıtı harekât’a hoş geldin diyecektir. - Müslüman Keşmirliler, Hindistan’a karşı verdikleri mücadelelerinde İslamiyet’e başvurdu. - Tacikistan’daki kabile savaşları, yine İslam merkezli. - İran, Taliban’dan nefret etti, çünkü Şiiliğe karşıydılar. - Pakistan’ın Keşmir’deki temel gücünü oluşturan ve Hindistan’la aralarında denge unsuru olan Keşmir gerillaları Afganistan’daki kamplarda eğitildi. Bir kısmı da Arap ülkelerinden gelen bütün bu muhalif gruplar, Afganistan’ı 20 yılı aşkın süredir gerilla eğitim kampı olarak kullanıyor. Bu hareketleri yaratan Afganistan değil, hareketleri meydana getiren bölgesel koşullar Afganistan’ın temel görevini de yaratıyor. Bölgedeki güçlerin büyük çoğunluğu Özbekistan, Hindistan, Rusya, İran, Çin- ülkelerindeki karşıt güçleri besleyen Afgan yönetiminin sona erecek olmasından memnuniyet duyar. Ancak ABD için bu güçlerin bazıları ‘yatak arkadaşı’ olarak kabul edilemez. ABD için jeopolitik hoşgörüde bazı limitler var. Kimse Taliban için gözyaşı dökmezken çoğunluk Asya’da ABD’nin hegemonya kurma olasılığına düşmanlık besliyor. Onlar, kapılarının önünde gerçekleşecek ve ABD’nin bütün dünyaya rahatlıkla karışabilmesine olanak tanıyacak bir askeri harekâttan korkuyorlar. Ortadoğu’da çoğu otoriter rejim, büyük çoğunluğu şiddet doğurmayan bir kısmı ise Mısır ve Cezayir’deki gibi kanlı olan yerel İslami hareketlerle karşı karşıya. Çoğu Müslüman, İslami hareketi, Mısır, Suudi Arabistan, Cezayir ve Tunus’taki gibi özgürlükleri kısıtlayan rejimlere karşı doğal bir barışçı mücadele aracı olarak görüyor. Eğer Amerika’nın başlatacağı terörizm karşıtı savaş, barışçı İslami hareketlerle karşı karşıya olan bu köklü rejimlerin yararına sonuçlanırsa, -Filistinliler üzerindeki İsrail kontrolünü artırmak gibi- ABD’nin planları hakkında ciddi şüpheler doğracaktır. Seçim yapmak çok zor, çünkü İslami hareketler sürdükçe, daha radikal bir hale geliyorlar. Filistin ve Keşmir sorunları için bulunacak adaletli çözümler, ABD’nin terörizm karşıtı savaş planlarına bölgeden samimi bir destek gelmesi için önkoşul. Pakistan elden çıkabilir Bölgede en zor durumda olan Pakistan. Doğusunda güçlü bir Hindistan olan İslamabad, batıda stratejik bir derinliğe gerek duyuyor. Taliban’ın iktidara gelmesine yardımcı oldu, böylece Afganistan’da düzenin dost güçler tarafından sağlanmasını istedi. Afganistan’ın çelişkilerin merkezi olması boşuna değil. Pakistan Usame bin Ladin için sevgi beslemese de, Taliban yararlı bir müttefik. Eğer Taliban, bin Ladin’i ABD’ye verecek olursa, Pakistan’da onu zamanında Sovyetler’e, şimdi de Amerikan emperyalizmine karşı savaşan bir kahraman olarak gören İslami nüfustan kaynaklanan hassas bir dönem başlayacak. Buradaki büyük ironi şu: ABD’nin bin Ladin’i ele geçirme süreci, Pakistan’ın köktendincilerin kontrolü altına girmesine yol açabilir. Ortadoğu’nun çoğu yerinde ve Orta Asya’da, özellikle Müslümanların gözünde terörizmi politikadan ayırmak oldukça zor. Eğer Washington, ülkelerin iç meselelerine karışmakta ısrar ederse, dostlarının büyük çoğunluğunu kaybedecek. (Los Angeles Times, 20 Eylül 2001) Washington değişmeli Graham E. Fuller Afganistan’a askeri harekât başladı. Operasyonun ilk evresinde en önemli hedef Usame bin Ladin ve onun önde gelen komutanları. Nihai aşama büyük ihtimalle Keşmir ve Özbekistan’a karşı faaliyet gösteren terörist ve gerilla gruplarının kamplarını hedef alacak. Afganistan’daki askeri operasyonda büyük zorluklar var. Öncelikle, Pakistan’daki dini hareketler, harekâta şiddetle karşılık verip ülkenin rejimini bile sarsabilir. İkincisi, Pakistan’daki birçok asker İslami görüşlere sahip ve Taliban sempatizanı; onlar başkan Pervez Müşerref’e karşı hareket edebilir. Daha ılımlı askerler bile Taliban’ın düşmesini, Pakistan’ı Hindistan tehdidine karşı zayıflatıcı, Batı kanadındaki dost ve stratejik bir müttefikin imhası olarak görüyor. Hassas denge Şu ana kadar hükümet Pakistan’ı iyi idare etti. Müşerref, Pakistan halkına Taliban’ın Bin Ladin konusunda işbirliği yapmayarak kendisine ölümcül bir zarar verdiğini söyledi. ABD ve Britanya’nın Afganistan’daki operasyonları çok uzun sürmediği sürece ve Afgan sivil halkının kayıplarına medyada çok fazla yer verilmezse Pakistan bu krizi atlatabilir. Operasyon sadece Afganistan’la sınırlı tutulduğu sürece Arap dünyası büyük ihtimalle sükûnetini koruyacak. Sonuçta Afganistan terörizme karşı genel savaşta tek askeri operasyon yapılan ülke olabilir. Bin Ladin sorunu çözüldükten sonra işler daha da zorlaşacak askeri anlamda değil diplomatik anlamda. Sebep: Terörizme karşı mücadelenin ileri safhaları Lübnan ve Filistinli gerilla gruplarını hedef alacak, bu Arap rejimlerinin çok duyarlı olduğu bir konu ve uzun vadede koalisyon ve birliği tehdit edebilir. Hükümet, harekâtın hedeflerini çok açık olarak uluslararası boyutları olan terörist örgütler olarak belirledi. Bu birçok Filistinli grubu dışarıda bırakan bir tanım. Aslında Filistinlilerin Bin Ladin operasyonlarında ABD’nin çıkarlarına aykırı hareket etmemiş olmaları dikkat çekici. Müslüman dünyası Filistinli gerillalara karşı herhangi bir saldırının Filistinlileri İsraille mücadelelerinde zayıflatacağı görüşünde. Burada derin ahlaki ve pratik problemlerin olduğu çok açık: Amerika Filistinli gerilla güçlerine askeri olarak İsrail’den daha fazla zarar veremez. Bu durumda terörizme karşı savaşın ileri safhaları istihbarat, polis ve uluslararası işbirliğine odaklanacak. Bush’un Irak stratejisi anahtar konumda. Saddam Hüseyin’in rejimi belki de dünyadaki rejimlerin en kötüsü. Ama Bağdat’la Bin Ladin arasında ciddi bir bağlantı olduğuna dair kanıt yok. Bu yüzden de terörizmle savaş adına Irak’a saldırıda bulunmak çok güç. Bu, Arap hükümetleri arasındaki gerilimi yükseltir. Bağdat bir süre operasyonların gelişimini bekleyecek. Irak tehlikeli ABD’nin girişimi doğru ve başarılı bir şekilde sürdürülürse uluslararası teröristlerin saldırılarını önlemede hayli etkili olacak. Bundan sonra da uzun vadeli ve yıldırıcı bir görev başlayacak: Terörizmin nedenlerinin köklerine inmek. Sonuç olarak, dünyanın büyük bir bölümünün ortak duygusu olan 11 Eylül saldırılarında masumların ölümünün çok trajik olduğu fakat ABD’nin de bunu bir şekilde hak ettiği düşüncesi, saldırıların kendisinden daha da korkutucu. Bu duyguya mutlaka el atılmalı. Katı ve yüksek düzeyde bir güvenlik anlayışı yerini bir an önce liberal bir uygulamaya bırakmalı. Rejimin iyileştirilmesine, siyasi liberalleşmeye ve hatta yeni bir ABD dış politikasına ihtiyaç var -diğer ülkelerin çıkarlarına daha duyarlı ve sadece Amerika’nın çıkarlarına odaklanmamış, tek yönlü olmayan bir dış politikaya... (Los Angeles Times, 8 Ekim 2001) Yeni savaş eski kafayla yürümez Richard Holbrooke Buna ister kamu diplomasisi, ister kamu işleri, ister psikolojik savaş, isterseniz de lafı eveleyip gevelemeyi bırakıp propaganda deyin. Adını ne koyarsanız koyun asıl belirleyiciliği ve tarihsel önem taşıyacak nokta, dünyadaki milyarlarca Müslümanın kafasınadaki soruya yanıt vermek: Bu savaş gerçekten niçin yapılıyor? Her İslam uzmanı, Müslüman dünyasında olup bitenleri yorumlayan herkes İslam’a karşı savaşıldığını ileri süren Usame bin Ladin’in terörizme karşı savaşıldığını söyleyen Bush karşısında avantaj yakaladığı görüşünde. 11 Eylül’ü alenen göklere çıkaran bir katliamcı nasıl olur da, bir insanın zihnini ve kalbini kazanabiliyor? Nasıl olur da mağarada yaşayan bir adam dünyanın iletişim konusunda en ileri ülkesinin iletişim ağını delik deşik edebiliyor? Bin Ladin’in başarısı kısmen modern medya teknolojileriyle ortaçağ sembollerinin kurnaz bir karışımını yaratmasında yatıyor. Çölde ama yüksek teknolojiyle hazırlanmış video kasedi bunun bir örneğiydi. Diğer bir etken ise İsrail’in destekçisi ABD’ye karşı Arapların öfke dolu içerlemelerini istismar etmesi. Fakat bu iki etken ABD’nin kontrolü dışında. Bin Ladin kendi mesajını yayabiliyor. Amerika İsrail’e desteğini kesmekle terörizmi ödüllendirecek değil. Acil olarak Amerika’nın üzerinde durması gereken kendi mesajındaki belirgin başarısızlık ve mesajı iletenlerin yetersizliği. Eğer bu mesaj kök salarsa, Bin Ladin ölüyken bile inançlı, fanatik teröristlerden oluşan yeni bir kuşak yaratabilir. Bu nedenle ABD’nin şu sıralar yürüttüğü mücadelede diğer bütün öğeler gibi ‘fikirlerin savaşı’ önemli. Ve o mutlaka kazanılmalı! Modern iletişimdeki ezici Amerikan üstünlüğüne rağmen, Washington Müslüman dünyasıyla marazi derecede modası geçmiş ya da elverişsiz teknolojilerle ve yapılması gereken işe göre yetersiz bürokratik bir yapıyla iletişim kuruyor. Bu durumu düzeltmekle görevlendirilen kişi deneyimsiz. Ekibi soğuk savaştan kalma. Önlerindeki konuyla yakından uzaktan alakaları yok. Amerika’nın Sesi’ne gelince, hâlâ daha kısa dalgadan yayın yapıyor! Geçtiğimiz 60 yılda Washington en az üç defa, şimdiki adıyla kamu diplomasisi denen zorluklarla karşı karşıya geldi ve her seferinde kendi özel mekanizmalarını yarattı. Franklin Roosevelt, ünlü ‘Savaş İstihbarat Bürosu’nu kurdu ve en iyi mesajları verebilmek için o kuşağın en yaratıcı beyinlerini çağırdı. Harry Truman ve Dwight Eisenhower, komünizmle mücadelede fikirlerin önemini görerek güçlü bir Soğuk Savaş devlet dairesi ABD İstihbarat Ajansı’nı yarattı. Daha yakın geçmişte Clinton yönetimi ‘sıradan halkı bilgilendirme programlarının’ Sırplar arasında Slobodan Miloşeviç’e verilen desteği kırmaya yetmediğini görünce, mesajı onarmak ve Sırbistan’da duyulması için yeni yollar bulmak için yeni bir ofis kurdu. Bu çabalar Miloşeviç’in geçen yıl devrilmesinde önemli rol oynadı. Şimdi de benzer bir ofis gerekli. Bu ofis Beyaz Saray’da kurulmalı. Dışişleri, Adalet Bakanlığı, CIA, AID ve diğer birimlerin Müslüman Alemine yönelik kamu diplomasisi etkinliklerini eşgüdümleyebilecek, daha doğrusu yönetebilecek tek yer Beyaz Saray. Daha çok maddi kaynak gerekli. Bu amaca adanmış özel yayın sistemleri sadece Afganistan için değil, Hindistan, Çin ve terörist yayınların yerleşmiş olduğu Batı Avrupa gibi Arap olmayan ülkelerdeki Müslümanları da kapsayan bütün Müslüman dünyası için geliştirilmeli. Hükümetin dışındaki en iyi yetenekler İkinci Dünya Savaşı’nda yapıldığı gibi bir araya getirilmeli. Amerika’nın çoğulcu toplumu, İslam hakkında devletin içinde hiç de bulunmayan inanılmaz bir bilgi birikimine sahip. (The Washington Post, 3 Kasım 2001) İslam bütünleşebilmiş değil Samuel Huntington Teröre karşı bir savaşta mıyız, yoksa siyaset bilimci ve Harvard Üniversitesi öğretim üyesi Samuel Huntington’ın 1993’te öngördüğü gibi bir ‘uygarlıklar çatışması’nda mı? Michael Steinberger’le yaptığı söyleşide, Huntington genellemelerinin, çatışma ortamını körüklediği yönündeki iddiaları yanıtlıyor. Yaşananlar, neredeyse 10 yıldır uyarısını yaptığınız ‘uygarlıklar çatışması’ mı? Usame bin Ladin açıkça bunun İslam ve Batı arasında bir uygarlıklar çatışması olmasını arzu ediyor. Hükümetimizin en öncelikli görevi bunun gerçekleşmesini önlemek. Fakat işlerin bu yönde ilerlemesi gibi bir tehlike var. Yönetimimiz Müslüman hükümetlerden destek almak için bir dizi ziyarette bulunarak son derece isabetli hareket etti. Fakat ABD’de diğer terörist gruplara ve terörist grupları destekleyen ülkelere saldırılması yönünde ciddi bir baskı var. Ve böyle bir şey, bana öyle geliyor ki, mevcut savaşı bir uygarlıklar çatışmasına doğru götürebilir. Teröristlerin tümünün eğitimli, orta sınıf mensubu kişiler olması sizi şaşırttı mı? Hayır. İslami olsun, diğerleri olsun, tüm köktenci hareketlerde yer alan insanlar genellikle iyi eğitim almış kişiler. Bunların çoğunluğu bir terörist haline gelmez. Fakat eğitimlerini çağdaş bir ekonomide değerlendirmek isteyen, fırsat yokluğu nedeniyle hüsrana uğrayan zeki ve hırslı gençler. Küreselleşme güçlerinin ve onların tanımlarıyla Batı emperyalizmi ile kültürel hegemonyanın çok yönlü basıncı altında yaşıyorlar. Batı kültüründen hem etkileniyorlar, hem de Batı kültürü tarafından dışlanıyorlar. ‘İslam’ın sınırları kanlıdır’ diye yazmıştınız. Bununla neyi kastediyorsunuz? Müslüman dünyanın sınırlarına baktığınızda, Müslümanlarla Müslüman olmayanlar arasında tam bir yerel çatışmalar zinciri görürsünüz: Bosna, Kosova, Kafkasya, Çeçenya, Tacikistan, Keşmir, Hindistan, Endonezya, Filipinler, Kuzey Afrika, Filistin-İsrail çatışması. Müslümanlar kendi aralarında da, diğer uygarlıklara göre çok daha fazla çatışma yaşıyor. Yani, İslam’ın şiddeti beslediğini mi söylemek istiyorsunuz? İslam’ın diğer dinlere göre daha fazla şiddet içerdiğini düşünmüyorum; kaldı ki, Hıristiyanlar yüzyıllar boyunca Müslümanlardan çok daha fazla insan öldürdü. Burada temel unsur demografik. Genel olarak baktığınızda, dışarı çıkıp diğer insanları öldürenler 16 ile 30 yaş arası genç erkeklerden oluşuyor. 1960, 70 ve 80’ler boyunca Müslüman dünyada doğum oranı çok yüksekti ve bu kalabalık bir genç nüfus yarattı. Ama bu yavaş yavaş eriyecek. Müslüman doğum oranları azalmaya başladı; hatta bazı ülkelerde keskin düşüşler görülüyor. Kökenine bakarsanız, İslam kılıçla yayıldı; ama Müslüman teolojisinin doğasında şiddet içeren bir şey olduğunu düşünmüyorum. İslam, diğer büyük dinler gibi, farklı biçimlerde yorumlanabilir. Bin Ladin gibi insanlar, Kuran’ı kâfir öldürme gerekçesi yapabilir. Fakat Haçlı seferlerini başlattığında Papa da aynı şeyi yapmıştı. ABD, Ortadoğu’da demokrasi ve insan haklarını desteklemek için daha fazla mı çaba sarf etmeli? Bu iyi olurdu fakat aynı zamanda çok da zor bir şey. İslam dünyasında Batı etkisine direnmek gibi doğal bir eğilim var ve İslam ile Batı uygarlığı arasındaki uzun çatışmalar tarihine bir göz attığınızda, bu çok anlaşılır bir durum. Ama Müslüman toplumların çoğunda demokrasi ve insan haklarından yana olan kesimler var ve bence bu kesimleri desteklememiz lazım. Ne var ki, bu sefer de şu ikileme düşüyoruz: Bu toplumlarda baskıya karşı çıkan grupların pek çoğu köktenci ve Amerikan karşıtı. Bunu Cezayir’de gördük. Demokrasi ve insan haklarını desteklemek ABD açısından çok önemli bir hedef, fakat başka çıkarlarımız da söz konusu. Başkan Carter insan haklarını destekliyordu ve ben onun döneminde Ulusal Güvenlik Konseyi’nde hizmet verirken, bu konuyla ilgili sayısız tartışma yaşadık. Ama hiç kimse Suudi Arabistan’da insan haklarını desteklemeye çalışma fikrini ortaya atmadı ve bunun çok açık bir nedeni vardı. Çok yakın müttefiklerimizi bir yana bırakırsak, hiçbir ülke ABD’ye Rusya kadar arka çıkmadı. Bu Rusya’nın yüzünü kesin olarak Batı’ya dönmesi anlamına mı geliyor? Rusya’nın yüzünü Batı’ya dönmesinin pragmatik bazı gerekçeleri var. Ruslar Müslüman teröristlerin tehdidi altında olduklarını düşünüyor ve Batı’nın yanında yer almanın kendi çıkarlarına olacağını, ABD nezdinde güven kazanarak NATO’nun Baltık ülkelerinde genişlemesinin ve savunma füzelerinin hızını keseceğini umuyorlar. Bu bir çıkar sorunu ve geniş çaplı bir yeniden kutuplaşma gibi değerlendirilmemeli. Fakat Çin’in yükselişinden hayli telaşa kapıldıklarını ve Batı’ya bu yüzden yanaştıklarını da düşünüyorum. ABD ile ihtilafa düşebilecek iki ülke olarak değerlendirdiğiniz Hindistan ve Çin terörizme karşı yürütülen savaşa katıldı. Çatışma ‘Batı’ya karşı diğerleri’ yerine, ‘İslam’a karşı diğerleri’ gibi bir noktaya kayabilir mi? Mümkün. Batılılarla, Ortodoks Hıristiyanlarla Musevilerle, Hindularla, Budistlerle savaşan Müslümanlar var. Doğu yarıkürede, Batı Afrika’dan Endonezya’ya kadar dünyadaki 1 milyar Müslüman, pek çok farklı halkla etkileşim halinde. Dolayısıyla başkalarıyla çatışma olasılıkları da daha yüksek. Size en sık yöneltilen eleştiri, tüm uygarlıkları birleşik bir blok olarak tarif etmeniz. Bu tamamen yanlış. Kitabımın İslam’a ilişkin ‘Birliksiz Bilinç’ başlıklı temel bölümünde, İslam dünyasındaki tüm bölünmelerin sebebini Müslümanların Müslümanlarla kavgası olarak anlatmıştım. Mevcut krizde bile bölünmüş durumdalar. Alt kültürlere, mezheplere bölünmüş 1 milyar insandan söz ediyoruz. İslam, diğerlerine göre en az bütünleşmiş uygarlıktır. İslam’ın sorunu, Henry Kissinger’ın Avrupa’ya ilişkin söylediği sorundur: ‘Avrupa’yı aramaya kalksam, hangi numarayı çevirmem lazım?’ İslam dünyasını aramaya kalksanız hangi numarayı çevireceksiniz? İslam dünyasında hâkim bir güç bulunsaydı onunla muhatap olabilirdiniz. Ama şu anda görünen, farklı İslami grupların birbiriyle çekişmesidir. (The New York Times, 20 Ekim 2001) Tüm yatakçılar bedelini ödemeli Henry Kissinger Salı günkü gibi bir saldırı sistematik planlama, iyi bir örgütlenme, yüklü miktarda para ve üs gerektirir. Böyle bir örgütlenme, doğaçlamayla gerçekleştirilemez, hele hele sürekli hareket halindeyken. Bugüne kadar saldırılara gösterilen tepki, anlaşılabilir nedenlerle, faillerin yakalanması ve dengeleri düzeltmek için birtakım misilleme hareketleri düzenlenmesiyle sınırlıydı. Fakat bu kez Amerikan topraklarında gerçekleşen bir saldırı söz konusu. Amerika’nın özgür bir toplum olarak varoluşuna ve Amerikan yaşam düzenine kasteden bir saldırı... Bu yüzden, olayın çözümü, birkaç teröristi değil, saldırıyı gerçekleştiren mekanizmanın kalbini hedef almalı. ‘Öğüt vermeyi bırakalım’ Yapılacak ilk iş, tabii ki, kayıplarla ilgilenmek ve hayatı normale döndürmeye çalışmak olmalı. Hiçbir şey bizi altüst edemez. Hayatımızın tepetaklak edilemeyeceğini kanıtlamak için bir an önce kolları sıvamalıyız. Ve bundan böyle sürekli benzer saldırılarla cebelleşen toplumlara, karşılık verirken ölçülü davranmalarını söyleyip durmaktan vazgeçip daha fazla sempati göstermeliyiz. Umarız hükümet Pearl Harbor saldırısında olduğu gibi saldırıdan sorumlu sistemin tamamen imhasına yönelik bir tepki geliştirir. Karşımızdaki sistem, bazı ülkelerin başkentlerinde barındırılan terörist organizasyonlar şebekesi. Çoğu kez, Birleşik Devletler terörist organizasyonlara yataklık eden bu ülkeleri cezalandırmamıştır. Bazen normal ilişkilerini sürdürmeye devam etmiştir. Şu noktada ne yapılması gerektiğini ayrıntılarıyla anlatmak zor. Daha geçen hafta, salı günkü gibi organize bir saldırıyı hayal edip edemeyeceğimi sorsaydınız, birçoklarının da diyeceği gibi, ‘hayır’ derdim; yani söylediğim hiçbir şey eleştiri amacı taşımıyor. Değinmek istediğim nokta, şimdiye kadar bir asayiş sorunu gibi müdahale ettiğimiz bu soruna artık farklı yöntemlerle yaklaşmamız gerektiği. Ana tema: Hepsini imha Birtakım misilleme hareketlerinin geliştirilmesi çok normal ve bunu desteklerim de; ama süreç böyle bitmemeli, teması bu olmamalı. Tema, dünya çapında organize, senkronik çalışan tüm terörizm şebekesini ortadan kaldırmak olmalı. Henüz saldırganın kesin Usame bin Ladin olup olmadığını bilmiyoruz. Fakat, öyle ya da böyle, söz konusu saldırıları gerçekleştirebilecek örgütlere yataklık eden ülkeler, bu saldırıya karışmış olsun ya da olmasın, ağır bedel ödemeli. Soru, bu hafta ya da önümüzdeki hafta Amerika’nın nasıl bir darbe planladığından ibaret olmamalı. Ortak direniş yöntemi Evet, bu Amerika ve müttefiklerinin asgari müşterekle sınırlı kalmayan ortak bir direniş yöntemi bulmalarını gerektiren bir mesele. Ancak verilecek karşılık ille de bir mutabakata mahkûm edilemez. Çünkü tehdit edilen ABD’nin kendi güvenliği. Soğukkanlı, dikkatli ve acımasızca hareket etmeliyiz. (The Washington Post, 13 Eylül 2001) ABD tek başına kalabilir Henry Kissinger Taliban’a karşı savaş ivme kazandıkça, savaşa doğru perspektiften bakmak da önem kazanıyor. Bush amacın devlet destekli terörizmi yok etmek olduğunu açıkça söyledi. Hayli değişik doğasına rağmen yeni savaş da net ve bariz bir zaferle sona erebilir. Teröristler acımasız, ama sayıları çok fazla değil. Hiçbir bölgeyi sürekli denetimde tutamıyorlar. Eğer etkinlikleri bütün ülkelerin güvenlik güçlerince engellenirse-hiçbir ülke yatakçılık etmezse kanun kaçağı olacak ve sırf hayatta kalabilmeye daha çok çaba harcayacaklar. Afganistan ve Kolombiya’da olduğu gibi, bir ülkenin bir bölümünü yönetmeye kalktıklarında askeri harekâtla yakalanabilecekler. Terörizm karşıtı stratejinin anahtar noktası barınakları yok etmek. Bu barınaklar farklı şekillerde oluşuyor. Bazı ülkelerde, anayasa ve kanunlardaki kısıtlamalar, belirli suç unsurları söz konusu olmadıkça gözetim yapmayı yasaklıyor, ya da bölgesel istihbaratın başka ülkelere taşınmasına izin vermiyor. Bu Almanya ve bir yere kadar ABD için geçerli. Bu durumların düzelmesi için gerekli hazırlıklar yapılıyor. Fakat barınakların çoğu bir hükümetin teröristlerin amaçlarından hiç değilse bir kısmına katılıp olan bitene göz yummasıyla oluşuyor. Bu Afganistan, bir yere kadar İran ve Suriye ve en son Pakistan için geçerli. Suudi Arabistan gibi genel strateji konusunda ABD’yle işbirliği yapan ülkeler bile tehditler kendi ülkelerine yönelik olmadığı sürece teröristlerle sessiz bir anlaşma içinde olabiliyor. Döngüyü kırmak lazım Ciddi bir terörizm karşıtı kampanya bu döngüyü kırmalı. Teröristlere yataklık eden birçok ülke 11 Eylül’den önce paylaşmaya hazır olduklarından daha fazla şey biliyordu. İstihbarat paylaşımı için gerekli adımlar atılmalı. Terörizm karşıtı kampanya güvenlik işbirliğini artırmalı, para akışını kesmeli, teröristlerle işbirliğini engellemeli ve onlara barınak sağlayan ülkeleri baskı altına, gerekirse askeri baskı altına almalı. Amerikan toprağına yapılan saldırının sonrasında Bush yönetimi bilinen terörist merkezlere derhal askeri harekât düzenlenmesini savunan görüşleri desteklemedi. Bunun yerine, Dışişleri Bakanı Colin Powell, uluslararası terörizmin en korkunç simgesi Usame bin Ladin’e yataklık yapan Afganistan’a karşı askeri güç kullanımını yasal hale getiren büyük bir küresel koalisyonu başarıyla kurdu. Fakat Afganistan’a odaklanan strateji iki riski beraberinde getiriyor. Birincisi coğrafi şartların zorluğu ve siyasi sistemin karmaşası koalisyonu ana amacı olarak bellediği uluslararası terörizmi yok etmekten uzaklaştırması. Bin Ladin’in, oluşturduğu terörist ağın ve yandaşlarının yok edilmesi simgesel olarak önemli bir başarı olacak fakat bu dünya çapında tavizsiz yürütülecek bir mücadelenin ilk aşaması olarak görülmeli. İkinci risk de Afganistan’a karşı yapılan işbirliğinin sorunların çözümü olarak görülüp gerekli ileri safhaların engellenmesi. Bu yüzden Afganistan’daki askeri harekât Taliban’ın çökertilmesi ve Bin Ladin’in terörist ağının dağıtılmasıyla sınırlı kalmalı. ABD askeri güçlerini tüm ülkeye barış getirmek ve hükümet kurmak için kullanmak bizi Sovyetler Birliği’nin içine düştüğü duruma benzer bir durumda bırakır. Afganistan’ı yönetecek geniş tabanlı bir hükümet kurmak arzu edilen ancak tarihi kanıtların desteklemediği bir fikir. Bunun sonucu en iyi ihtimalle, Kâbil’de sınırlı yaptırım gücü olan bir hükümet ve diğer bölgelerde kabile yönetimlerinin sürmesi olur. Bu BM’nin kanatları altında yapılmalı. ABD’yle diğer gelişmiş ülkeler ekonomik destek sağlamalı. Afganistan’ın Irak dışındaki komşularından, Hindistan, ABD ve askeri harekâta katılan diğer NATO müttefiklerinden oluşan bir temas grubu kurulabilir. Bu İran’ı terörizme desteğini gerçekten çekmesi kaydıyla uluslararası bir sisteme yeniden katar. En önemli safha ABD’nin terörizm karşıtı stratejisinin en önemli safhası Afganistan’a karşı askeri harekâtın bitmesinden sonra başlayacak ve odak noktasının Afganistan’ın dışında olması gerekiyor. Bu aşamada da, koalisyonda gerilmeler başlayacak. Şimdiye kadar küresel koalisyonun üyelerinin uzun vadeli amaçlara katılım derecelerine kendilerinin karar vermesi söz konusu. Üyelik için aranan tek koşul ilke olarak terörizm karşıtlığıyken koalisyonun yönetimi kolaydı. Fakat koalisyonun uzun vadede yararlı olup olmayacağı gelecek safhada görevlerinin nasıl tanımlandığına bağlı olacak. Konvoy kendini en yavaş giden gemiye mi uyduracak yoksa bazı gemiler kendi başlarına yola devam edebilmeli mi? Eğer ilk şık seçilirse, koalisyonun çabaları Irak’ta BM’nin denetim sistemini öldüren ve BM’nin bu ülkeye uyguladığı ambargoların kaldırılması aşamasına kadar gelen ödünlerle belirlenecek. Bunun alternatifi, genel bir ortak görüş çerçevesinde mutabakat sağlandığı sürece koalisyon üyelerine kendi başlarına hareket etmelerine izin verilmesi. Ya da en son ihtimal olarak, ABD’nin tek başına yoluna devam etmesi. Mümkün olan en geniş koalisyonu savunanlar çoğunlukla Körfez Savaşı deneyimini örnek veriyor. Fakat arada büyük farklar var. Körfez Savaşı, Amerika’nın o zamanki başkanınca çok önemli görülen Suudi Arabistan’ın güvenliğinin tehditiyle başlamıştı. ABD yaz gelip sıcak kara harekâtını imkânsız kılmadan önce önündeki birkaç ayda Saddam’ın macerasına bir son vermeye karar vermişti. Bir koalisyon kurma çabasına hiç başlayamadan yüz binlerce insandan oluşan Amerikan birlikleri bölgeye gönderilmişti bile. ABD gerekli gördüğü takdirde tek başına hareket edeceği için koalisyona girmek olacakları etkilemenin en iyi yoluydu. Şu anki koalisyonun yönü daha belirsiz. Başkan Bush sık sık ve net bir şekilde terörizm karşıtı harekâtın Afganistan’ın ötesine taşınacağı konusunda kararlı olduğunu ifade etti. İleride politikayla ilgili açıklamalarını belirgin önerilerle destekleyecek. Teröristler için bir barınağın nelerden oluştuğu konusunda anlaşmazlık olabilir; ülkeler para akışını durdurmak için ne gibi önlemler almalı, boyun eğmeyenlere ne şekilde, hangi güç tarafından hangi cezalar uygulanacak... Kararlılığa ihtiyaç var Aynı Körfez Savaşı’ndaki gibi, ABD’nin tek yanlı hareketi bir koalisyonu bir araya getiren çimentoyu sağladı, demek ki terörizme karşı savaşta Amerika’nın ve benzer görüşteki müttefiklerinin kararlılığına ihtiyaç var. Biyolojik silahlar da terörizmin silah deposunda yerini aldığına göre sağlam bir strateji daha da önem kazandı. Tedbire yönelik hareketler şart. Bu tarz silahlara sahip olduğu ve onları kullandığı bilinen ülkelerin kendilerini uluslararası denetlemelere açmaları zorunlu hale getirilmeli. Bu özellikle bütün komşularını tehdit eden ve kimyasal silah kullanan geçmişiyle Irak için geçerli. Sağlam bir politika için uluslararası destek mevcut. ABD’ye yapılan saldırı büyük güçlerin çıkarları arasında inanılmaz bir benzerlik oluşturdu. Kimse Güneydoğu Asya’dan Avrupa’nın kapısına kadar var olan karanlık grupların kurbanı olmak istemiyor. Çok azının tek başına karşı koyma gücü var. NATO müttefikleri Soğuk Savaş’tan sonra hâlâ Atlantik’te bir güvenlik ağına ihtiyaç olup olmadığıyla ilgili tartışmayı bitirdi. Asyalı demokratik ve gelişmiş müttefiklerimiz Japonya ve Kore de bizimle aynı fikirde. İslami köktendincilik tarafından çok ciddi şekilde tehdit edilen Hindistan’ın ortaklığa katılmadığı takdirde kaybedecek çok şeyi var. Rusya’nın, güneyindeki İslami bölgeler yüzünden çıkarı var. Çin’in de batı bölgeleri dolayısıyla benzer çıkarları var ve 2008 Pekin Olimpiyatları’ndan önce küresel terörizme bir son vermeyi istiyor. Tuhaf ama, terörizm bizi dünyada düzen isteyen teorik yakarışlardan kurtaran bir dünya birliği yarattı. Müslümanların tavrı belirsiz İslam dünyasında tavırlar daha belirsiz. Birçok İslami hükümet, köktendincilik konusunda dertli olsa da halkın desteğine sahip değil. Bazıları teröristlerin programlarının bir kısmına sempati duyuyor da olabilir. ABD’nin Suudi Arabistan ve Mısır gibi dostlarına anlayışlı yaklaşması uygun olur. O ülkelerin liderleri yerel gereklilikler nedeniyle ödünler verdiklerinin gayet iyi farkında. Yönetim, onların bu durumlarını aşmaları, istihbarat paylaşımı ve para akışının kontrolü için her türlü yardımı yapmalı. Fakat bu onların hükümetlerini gölgede bırakmamalı, çünkü kısa vadede bunun dışında herhangi bir alternatif bizim ve işin içindeki diğer insanların çıkarına olmaz. Fakat ciddi bir politikanın aşamayacağı sınırlar var. Hükümet destekli medyalarında terörizmi destekleyen ve haklı çıkaran yayın yapan, potansiyel kurbanların güvenliği için hayati istihbaratı saklayan ve teröristlerin kendi bölgelerinde çalışmalarına izin veren koalisyon ülkelerine koalisyon üyesiymiş gibi davranmak için hiçbir sebep yok. İran’a dikkat Bunlar özellikle İran için göz önünde tutulmalı. Jeopolitik ABD ve İran’ın ilişkilerinin düzelmesi gerektiğini savunuyor. İran’ın terörizm karşıtı bir koalisyona girebilmesi için küresel terörde lider destekçi konumundan vazgeçmesi lazım. İran’la Batı’nın ilişkisi ancak iki taraf da böyle bir ihtiyaç duyarsa gelişebilir. İki tarafın da -sadece Batı’nın değil kökten kararlar alması lazım. Bu biraz daha hafif bir biçimde Suriye için de geçerli. Terörizme karşı savaş sadece teröristleri yakalamak demek değil. Hepsinden önce uluslararası sistemi yeniden yapılandırma imkânını korumak gerekiyor. Ortak tehlikeleri anlayan Kuzey Atlantik ülkeleri ortak amaçların yeniden tanımlanmasına gidebilir. Eski düşmanlarla ilişkiler Soğuk Savaş’ın kalıntılarını temizlemekten öteye geçebilir postemperyalist safhasındaki Rusya’ya ve büyük güç statüsüne geçmekte olan Çin’e yeni roller biçilebilir. Hindistan da önemli bir küresel oyuncu olarak kendini göstermekte. Terörizmle mücadelede başarı elde edildikten sonra, teröristlere teslim oluyormuş gibi görünmediği vakit, Ortadoğu’da barış süreci bir an önce başlamalı. Hükmedebilenler ellerindeki imkânların gerektirdiklerinden kaçıyorlar diye umutların yok olmasına izin vermemeli. (The Washington Post, 6 Kasım 2001) Uçurumun kenarındayız Benyamin Netanyahu 1995 yılında ‘Terörle Savaş’ adlı kitabımda şunları yazmıştım: “Fanatik İslami terör örgütleri nükleer silahlarını taşımak, nakletmek için bir hava kuvvetine ya da kıtalararası füzelere ihtiyaç duymayacak. Teröristlerin kendileri bu silahları nakledecek. Bunun sonucunda en kötü senaryo bu kez Dünya Ticaret Merkezi’nin bodrumunda bir otomobilde patlayan bomba değil, nükleer bir bomba olabilir. Daha kötüsü de olabilir Yükselen İslamcı terör dalgası Batı’nın bugüne kadar karşılaştıklarından çok farklı. Militan İslam, kaderinin ‘Büyük Şeytan’ Amerika ile yapacağı nihai çatışma olduğunu düşünüyor. Terörizmin gelişmesine, aralarında dev binaları yıkabilecek kapasitede vahşet araçlarının gelişmesi de eşlik etti. Batılı hükümetler en büyük olasılığın terörist örgütlerin korkunç kitlesel imha silahlarına sahip olup, terörü en korkunç kâbusların ötesine geçecek şekilde tırmandırmaları olduğunu bir türlü anlayamadı. Amerika Birleşik Devletleri ve Batılı ülkeler tarafından gerekli önlemlerin alınmaması, harekete geçilmemesi durumunda terörün çarpıcı bir şekilde tırmanacağı kabul edilmeli.” Sonuç olarak 11 Eylül’de Dünya Ticaret Merkezi’ndeki patlamanın ve çöküşün nedeni bir nükleer bomba değil 300 ton jet yakıtı. Bu da bu hafta yaşadığımız korkunç olayların en kötü senaryo olmadığını göstermekte. Daha kötü senaryo yolda olabilir: İran ve Irak gibi terörist rejimler atom silahları elde etmek için çalışıyor. Bu durumda terörün tehdidinde olanlar yalnız kişiler ya da binalar olmayacak. Tüm şehirler yok edilebilecek, tüm devletler rehin alınabilecek. Dünya bir uçurumun kenarında ve siyasi liderlerin önemli bölümü uçurumun ne denli derin olduğunu gelişmelere rağmen ne yazık ki hâlâ anlayabilmiş değil. Bunu tümüyle anlayabilmek için önce yerel bir hareket şeklinde başlayıp birkaç yılda dünyayı etkileyen güç haline gelen bir başka nefret dolu ideoloji olan Nazizm’in etkilerini hatırlamak gerekir. Bugünkü fanatik İslam gibi, 60 yıl önceki Nazizm de başlangıçta yalnızca Yahudileri ve diğer yerel azınlıkları hedefliyordu. Ancak kısa sürede bu nefretin tüm medeniyetimize yönelik olduğu otaya çıktı. Demokrasiler bugün olduğu gibi o zaman da dünya egemenliğini hedefleyen bu fanatik ideolojinin insan yaşamı üzerindeki korkutucu sonuçlarını ve yıkıcı etkilerini kavramakta geç kalmışlardı. Hitler nükleer bir silah geliştirmeye çalışıyordu. Bunu başarabilseydi, tüm uygarlığımızın sonu gelecekti. Bugün, modern çağda ikinci kez kitlesel imha silahlarının gözleri fanatizmle kör olmuş liderlere sahip manyak bir hareketin eline geçme olasılığı ile karşı karşıyayız. Buzdağının görünen yüzü Manhattan’daki vahşeti bile gölgede bırakabilecek bir terör ve yıkımla karşılaşabiliriz. Bu, bugüne kadar karşılaştığımız en büyük tehlike. Bugüne kadar kimse bununla uğraşmadı. Demokrasiler yeterince boşuna vakit harcadı. Daha fazla bekleyemezler. Amerika Birleşik Devletleri terörü ortadan kaldırmak ve yuvalarını kurutmak için hür ülkelerin oluşturacağı birliğin başına geçmeli. Terörizmi insanlığa karşı bir suç, teröristi de insanlığın düşmanı ilan etmeliyiz. Terörist örgütleri ortadan kaldırmalı, onları destekleyen rejimleri cezalandırmalı ve ölüm silahlarından ardındırmalıyız. İntihar bombacıları buzdağının sadece su üstünde görünen bölümleri. Arkalarında hükümetlerin, örgütlerin ve terörü doğrudan ya da dolaylı olarak destekleyen ideolojik hareketlerin katkısı olmadan harekete geçemezler. Barbar terör hareketlerini destekleyenler Gazze Şeridi ve Ramallah’ta dans ediyor. Demokrasiyi ve özgürlüğü destekleyenler ise New York, Londra, Paris ve Tel Aviv’de acı çekiyor, üzülüyor. Terör tümüyle kurutulmadan yenilemez. ABD teröre karşı uluslararası savaşın başını çekmeli, ancak İsrail de payına düşeni yapmalı. Hemen yanı başımızda, büyük ölçüde bizim de cesaretlendirmemizle Arafat ve Filistin Kurtuluş Örgütü’nün yönettiği terörü destekleyen bir rejim kuruldu. Terör yaratma kapasitesi her geçen gün artıyor. Bu rejim de, tüm terör imparatorluğu gibi vakit çok geç olmadan silahsızlandırılmalı ve askersizleştirilmeli. Hür dünya terörü mutlaka yenmeli. Aksi takdirde terör bizi yenecek. Bugünün trajedileri ya yaklaşmakta olan daha büyük felaketlerin öncüsü ya da özgür dünyanın kaynaklarını harekete geçireceği ve bu şeytanı yeryüzünden silme kararlılığını göstereceği bir dönüm noktası olabilir. Terörü ortadan kaldırma bir ‘siyasi seçenek’ değil demokratik toplumun ve özgürlüklerimizin yaşaması için bir gereklilik. (The Jerusalem Post, 15 Eylül 2001) Ah şu Amerikan karşıtları Salman Rüşdi Bize bunun uzun ve çirkin bir mücadele olacağını söylediler ve öyle de oldu. ABD’nin terörle savaşı ikinci safhasına girdi. Bu safhanın özellikleri X-Ray kampında esir alınan tutukluların durumları ve insani haklarıyla ABD’nin Usame bin Ladin’le Molla Ömer’i bulmaktaki başarısızlığı. Ayrıca, ABD şimdi teröristlere yataklık eden diğer ülkelere saldırmaya kalkarsa bunu tek başına yapacak. Askeri başarılarına rağmen ABD kendisini, yenmesi en az köktendinci İslam’ı yenmek kadar zor olan daha geniş tabanlı ideolojik bir düşmanın karşısında buldu: Her yerde gittikçe daha çok hissedilen Amerikan karşıtlığı. Taliban sonrası bu günler İslamcı köktendinciler için kötü günler. Bu iyi haber. Ölü ya da diri, Molla Ömer ve Usame bin Ladin başkalarını şehit olmaya sürüklerken kendileri dağa kaçan geçmişin ahlaksız savaşçıları olarak görülüyor. Ayrıca, eğer söylentilere inanırsak, Afganistan’daki terörist ağın çökertilmesi, Taliban benzeri askeri güçlerin ve istihbarat servislerinin (General Hamit Gül gibi korkunç kişilerin) Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşerref’e yönelik İslamcı bir suikastı önledi. Kendisi de bir melek olmayan Müşerref daha önce desteklediği Keşmirli terörist grupların liderlerini tutuklamaya da zorlandı. Bütün dünya Amerika’nın Afganistan’a müdahalesinden ders alıyor. Cihad artık geçen sonbaharda olduğu kadar ‘cool’ bir fikir değil. Terörizme destek verme zannı altında bulunan ülkeler birdenbire bazı kötü adamları yakalayarak iyi bir şeyler yapmaya çalışıyor. İran yeni Afgan hükümetini tanıdı. İslam fanatizmine diğer ülkelerden çok daha hoşgörülü yaklaşan Britanya bile ‘İslamfobi’ ile teröristlere yataklık etme arasında ayrım yapmaya başladı. ABD, Afganistan’da yapılması gerekeni başarıyla uyguladı. Fakat ne yazık ki bu başarılar ABD’ye Afganistan dışında yeni dostlar kazandırmadı. Hatta Amerikan kampanyasının başarısı dünyanın bazı bölgelerinin Amerika’dan eskisinden daha çok nefret etmesine sebep olmuş olabilir. Batı’da Afgan müdahalesini eleştirenler her adımda hatalıymış gibi gösterildikleri için kızgınlar: Hayır Amerikan güçleri Rus güçleri gibi aşağılanmadı; ve evet hava saldırıları işe yaradı; ve hayır, Kuzey ittifakı Kâbil’de insanları katletmedi; ve evet Taliban çok güçlü olduğu güney cephesinde bile düşüp parçalandı; ve hayır, teröristleri dağlardaki mağaralarından çıkarmak o kadar da zor olmadı; ve evet farklı güçler bir araya gelerek insanlar tarafından büyük destek gören yeni bir hükümet kurmakta başarılı oldu. Bu arada, Arap ve Müslüman dünyasında Amerika’yı kendi politik iktidarsızlıklarından dolayı suçlayanlar kendilerini eskisinden daha iktidarsız hissediyor. Her zaman olduğu gibi Amerikan karşıtı radikalizm Filistin meselesinden dolayı artan kızgınlıktan besleniyor ve Ortadoğu’da elde edilecek kabul edilebilir bir çözümün fanatiklerin programına her şeyden daha fazla darbe vuracağı hâlâ bir gerçek. Fakat bu çözüm ve anlaşmaya yarın da varılsa Amerikan karşıtlığı muhtemelen yok olmayacak. Çünkü bu Müslüman ülkelerin birçok hatasını -yozlaşma, iktidarsızlık, vatandaşların baskı altına alınması, ekonomik, bilimsel ve kültürel gerilik-örtmek için çok kullanışlı bir araç. Amerikan nefreti insanların dövünüp bayrak yakarak kendilerini iyi hissetmelerini sağlayan bir kimlik haline geldi. İçinde en çok arzuladığından nefret eden ve kendini küçük gören ikiyüzlülüğü barındırıyor. (‘Amerika’dan nefret ediyoruz çünkü o bizim yapamadığımız her şeyi yaptı.’) Amerika dar kafalılık, tek tipleştirme ve cehaletle suçlanıyor, onu suçlayanlar aynaya baksalar bu suçlamaların aynısını kendi yüzlerinde görecekler. Bugünlerde Amerika’yı suçlayan bu kişilerden İslam dünyasının içinde olduğu kadar dışında da var. Son beş ayda Britanya veya Avrupa’yı ziyaret etmiş ya da toplumdaki tartışmalara tanık olmuş herkes toplumun büyük kesimindeki Amerikan karşıtı hislerin derinliğinden şaşkına döner. Batılı Amerikan karşıtlığı İslami benzerinden çok daha kişisel ve çok daha hırçın. Müslüman ülkeler Amerika’nın gücünü, ‘kendini beğenmişliğini’ ve başarısını çekemiyor; fakat Amerikan karşıtı Batı’da asıl hedef Amerikalı vatandaşlar gibi görünüyor. Londra’da her gece insanların Amerikalıların tuhaflığıyla ilgili tartışmalarına tanık oldum. Bu tartışmalarda Amerika’ya yapılan saldırılar göz ardı ediliyordu. (‘Amerikalıları sadece kendi ölüleri ilgilendiriyor.’) Amerikan milliyetçiliği, Amerikalıların şişmanlığı, duygusallığı, bencilliği, tartışmaların odak noktasıydı. Şu anki düşmanlık ortamında Amerika’nın yapıcı eleştirileri göz önüne almaması çok kolay; daha da kötüsü bir süper güç olarak harekete geçip zaten kendine düşman gördüğü bir dünyanın sorunlarını göz ardı ederek kararlar alıp ağırlığını koymaya başlaması. Kamptaki esirlere yönelik tutum hayli kötü bir işaret. Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın Cenevre Sözleşmesi’ne göre bu insanların savaş esiri olup olmadıklarının kararlaştırılmasını arzu etmesi, küresel bir baskıya bir devlet adamının vereceği doğal bir yanıt. Fakat Powell Başkan Bush ve Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’i ikna edememişe benziyor. Bush yönetimi anlaşmaları hiçe sayan başlangıcından bu yana çok yol kat etti. Şimdi fikir birliği yapılanmasını bir kenara bırakmaması gerekiyor. Büyük güç ve büyük zenginlik belki hiçbir zaman popüler kavramlar değillerdi ama şu anda ABD’nin gücünü ve ekonomik kudretini sorumlu biçimde kullanmasına her zamankinden çok ihtiyaç var. Şimdi dünyanın geri kalanını göz ardı edip tek başına hareket etme zamanı değil. Böyle yapmak kazandıktan sonra kaybetme riskini göze almak olur. (The New York Times, 3 Ocak 2002) Durma Amerika, devam et Margaret Thatcher Milton’ın sözleri bugünün Amerika’sını mükemmel biçimde tasvir ediyor: “Tahayyülümde asil bir ülke görüyorum, uykudan uyanan güçlü bir adam gibi adeta, görünmez zincirlerini kırıyor.” 11 Eylül felaketinin ardından, dünya Amerika’nın gücünü toplamasına, müttefiklerini bir araya getirmesine, dünyanın yarısını aşarak düşmanına ve düşmanımıza karşı bir savaş başlatmasına tanık oldu. Amerika bir daha asla aynı Amerika olmayacak. Kendisine ve başkalarına dünyanın tek süper gücü olduğunu kanıtladı. Fiili ve muhtemel düşmanları karşısında bariz bir üstünlüğe sahip, modern tarihte eşi görülmemiş bir güç olduğunu gösterdi. Dolayısıyla Amerika dışındaki dünya da bir daha asla aynı olmayacak. ABD lider, lider kalacak Kuşkusuz başka yönlerden başka tehditler gelecek. Ancak teknolojik üstünlüğünü koruduğu sürece Amerika’nın başatlığına karşı bir mücadelenin başarılı olması için bir neden yok ortada. George W. Bush’un Amerikalılara hatırlattığı gibi kendinden memnun olmanın sırası değil. Amerika ve müttefikleri, hatta Batı dünyası ve değerleri hâlâ ölümcül bir tehlikeyle karşı karşıya. Bu tehdit ortadan kaldırılmalı. Şimdi de kararlı biçimde harekete geçme zamanı. Batı istihbarat servislerinin haber alma ve engelleme konusunda çektikleri güçlüklere karşın İslamcı terörle mücadelenin birçok bakımdan benzeri yok. Düşman elbette din değil, Müslümanların çoğu olanlardan üzüntü duymakta. Herhalde komünizmin erken evreleriyle paralellik kurmak çok mümkün. Bugünkü İslamcı köktendincilik tıpkı geçmişteki Bolşevik hareket gibi silahlı bir doktrin. Bağnaz, kendini bu uğurda adamış silahlı insanlarca sürdürülen saldırgan bir ideoloji. Ve komünizm gibi onu da yenilgiye uğratmak için geniş kapsamlı uzun vadeli bir stratejiye ihtiyaç var. Bu stratejinin ilk aşamasında Afganistan’daki düşmana askeri bir saldırı düzenlemek gerekiyordu. Oradaki yeni geçiş yönetiminin desteğe ihtiyacı olsa da, ABD’nin bu zalim topraklarda kendini ulus inşa etme işine kaptırmamakla doğru yaptığına inanıyorum. Bazıları bugünkü krizden alınacak dersin, başarısız ülkelerin ihmal edilmesinin terörizme neden olduğunu söyleyerek buna karşı çıkacak. Fakat bu basmakalıp bir sav. Hemen herkesin uygulanamaz gördüğü küresel bir müdahaleciliğe kadar uzanır ucu. Sosyal işleri bırak En önemli ders, Batı’nın Kaide’ye ve yatakçısı rejimlere saldırmakta geç kalmış olması. Uluslararası alandaki çabaları bir noktaya yoğunlaştırmak tercihe bağlı olduğundan dolayı ki, ABD’nin tek küresel süper askeri güç olarak enerjisini sosyal projelerden ziyade askeri alana yoğunlaştırması daha doğru. Afganistan’da sivil toplumun ve demokratik kurumların geliştirilmesinin başkalarına bırakılması da daha isabetli. Bu başkaları içinde Britanya’nın da yer almasından ötürü artık bizim de nelerin başarılıp nelerin başarılamayacağı konusunda gerçekçi olacağımızı umuyorum. Terörizme karşı savaşın ikinci aşaması, Afrika, Güneydoğu Asya ve başka yerlerde kök salmış İslamcı terör merkezlerini kapsamalı. Bu, birinci elden istihbarat, mekik diplomasisi ve sürekli bir askeri yoğunlaşma gerektirir. Üçüncü aşamada terörizme destek veren, kitle imha silahı satın alma ya da ticareti yapma peşindeki düşman devletler hedef alınmalı. İran, Suriye ve diğerleri İran ve Suriye, Usame bin Ladin’e, Taliban’a ve 11 Eylül saldırılarına keskin eleştiriler yöneltti. Yine de her iki ülke de Batılı değerlere ve Batı’nın çıkarlarına düşman. Her ikisi de etkin biçimde terörizmi destekledi. Daha kısa bir süre önce İran’ın İsrail’e yönelik şiddete silah temin ettiği ortaya çıktı. İran ayrıca nükleer savaş başlıkları ile donanabilecek uzun menzilli füzeler geliştiriyor. Libya hâlâ Batı’dan nefret etmekte ve bizden intikam almayı istemekte. Sudan ise İslam adına kendi vatandaşlarına yönelik bir soykırımı sürdürmekte. Kuzey Kore’ye gelince; Kim Jong İl rejimi her zamanki kadar akıldışı bir yönetim ve nükleer, kimyasal, biyolojik savaş başlıkları taşıyabilecek uzun menzilli balistik füzelerin dünya üzerindeki başdağıtıcısı. Tabii ki Irak Hiç kuşkusuz en namlı haydut, dün yarım bırakılmış işin yarın baş ağrıtacağının bir delili olan Saddam Hüseyin. Saddam, uymasını istediğimiz koşullara hep ayak diredi. Aslında amacı çok açık: Bizimle mücadele etmek için kitle imha silahları geliştirmek. Asıl önemli soru Saddam Hüseyin’i iktidardan edip etmemek değil, bu işin ne zaman ve nasıl yapılacağı. Yineliyorum, bu sorunu çözmek başarılı bir istihbarat çalışmasını gerektiriyor. Afganistan’da olduğu gibi iç muhalefetin seferber edilmesini gerektiriyor. Ayrıca yoğun bir kuvvet kullanımı da söz konusu olacak. ABD’nin müttefikleri, hepsinin de ötesinde Britanya, Bush’tan Irak’la ilgili kararlarında desteğini esirgememeli. 11 Eylül olayları, özgürlüğün her zaman tetikte olmayı gerektirdiğini hatırlatan korkunç olaylardı. Biz sonuçta, mesela kentlerimizi hedef alacak balistik füzelere karşı savunmasız haldeyiz. Bir füze savunma sistemi bu durumu değiştirecek. Ancak bu değişim daha da derinlere inmeli. Batı bir bütün olarak haydut devletler karşısındaki konumunu ve savunmasını güçlendirmeli. Ne mutlu ki ABD’nin bunu başarabilecek bir liderliği var. (The New York Times, 12 Şubat 2002) VI- Avrupalıların Gözüyle 11 Eylül Çifte standarda alışalım! Tarık Ali Birkaç yıl önce Pakistan’a giderken, yolda eski bir generalle bölgedeki İslami militan gruplar hakkında konuşmuştum. Ona, Soğuk Savaş sırasında ABD’nin yardımını ve silahlarını seve seve kabul eden bu insanların, Amerika’ya karşı şimdi neden bu kadar öfke dolu olduğunu sordum. 1951’den beri sadakatle ABD ordusuna hizmet eden birçok Pakistanlı askerin, Washington’ın ilgisizliği karşısında kendilerini aşağılanmış hissettiklerini anlattı: “Pakistan, ABD’nin Afganistan’ın içine girmek için kullandığı prezervatifti!” dedi ve ekledi: “Biz amaca hizmet ettik, onlar bizim tuvalete atılabileceğimizi düşündü.” Eski prezervatif bir kere daha kullanılmak üzere, ama işe yarayacak mı? ‘Terörizme karşı oluşturulan yeni koalisyon’, Pakistan ordusunun desteğine ihtiyaç duyuyor, ancak ülke başkanı General Pervez Müşerref, son derece temkinli olmak zorunda. Washington’a fazla bağlılık, silahlı güçlerin bölünmesine ve Pakistan’da bir iç savaşa neden olabilir. Pakistan’da İslamiyet artık sadece toplumun desteğini görmüyor, devletin himayesine girdi. Fanatizm, Washington’ın ürünü Washington rejiminin ortodoks safsatacılarının sembolü Başbakan Tony Blair’in dışişlerindeki eski asistanı Robert Cooper rahatlıkla diyor ki: “Çifte standart fikrine alışmalıyız!” Bu sinisizmin altında yatan atasözü; düşmanlarımız suçları karşısında cezalandırılacak, dostlarımız ise suçları karşısında ödüllendirilecek. ‘Ceza’ onu uygulayanlar tarafından suçun azalmasına değil, beslenmesine neden oluyor. Körfez ve Balkan savaşları, seçici duyarlılığın ahlaki karşılıksız çekinin tıpatıp örnekleriydi. İsrail, BM’nin kararlarını hiçe sayıp ceza görmeyebilir, Türkiye Kürtleri ezebilir, Hindistan Keşmir’e eziyet edebilir, Rusya Grozni’yi yok edebilir, ancak Irak cezalandırılmalı ve Filistinliler acı çekmeye devam etmeli. Robert Cooper şöyle devam ediyor: “Postmodern ülkelere bir öğüt; hayatın bir gerçeği olarak çağdaş olmayana müdahale etmeyi kabul etmeliyiz. Bu müdahaleler problemi çözmeyebilir, ancak vicdanı rahatlatır. Ve olabileceklerin en kötüsü bu değildir.” Gel de bunu New York ve Washington’da hayatta kalanlara anlat. (The Guardian International, 15 Eylül 2001) Gelecek bombayla kurulmaz Tarık Ali Pakistan’daki askeri yönetim son üç hafta boyunca, hazırlanan felaketi önleme çabası içinde Taliban’ı Usame bin Ladin’i teslime ikna etmeye çalıştı. Fakat başaramadı. Bin Ladin, Taliban lideri Molla Ömer’in damadı olduğu için bu pek de şaşırtıcı değil aslında. Asıl merak uyandıran soru, Pakistan’ın askerlerini, resmi görevlilerini ve pilotlarını Afganistan’dan çektikten sonra, Taliban’ı bölmeyi ve kendine bağlı grupları örgütten koparmayı becerip beceremediği. Bu, askeri rejimin, ileride Kâbil’de oluşturulacak olan koalisyon hükümetinde nüfuz sahibi olabilmesi açısından kilit önemdeki amaçlarından biri olmalı. Pakistan ve Taliban arasındaki ilişkiler bu yıl pek gergindi doğrusu. Pakistan kardeşlik bağlarını perçinlemek için altı ay önce Afganistan’a dostluk maçı için bir futbol takımı gönderdi. Takımlar Kâbil stadyumuna daha ayak basar basmaz, güvenlik görevlileri sahaya girip Pakistan takımının ‘uygunsuz’ kılıklar içinde olduğunu söyledi. Afgan takımı dizin altına kadar uzanan şortlar giyerken, onlar kısa şort giymişlerdi. Belki de Pakistanlıların kımıl kımıl baldırlarının tamamı erkek olan izleyiciler arasında kargaşaya sebep olacağını düşündüler, kim bilir? Pakistan takımı tutuklandı, kafaları tıraş edildi ve stadyum ahalisi zorla Kuran’dan ayetler okurken onlar âlemin önünde kırbaçlandı. Molla Ömer’in Pakistan ordusunun kafasına kurşun sıkma yöntemi buydu işte. Taliban’ın gücü yok Kâbil ve Kandahar’ın ABD ve sadık müttefiki Britanya tarafından bombalanması, ‘Taliban eksi Pakistan grubu artı Bin Ladin’in kendisinin kurduğu Uluslararası Cihat’tan kalma Araplardan oluşan özel birliğinin savaş gücünü pek etkilemeyecektir, mesele asker sayısıysa tabii. Bu birleşik kuvvetin şimdilik 20-25 bin kıdemli savaşçıdan oluştuğu sanılıyor. Fakat Taliban son derece etkili bir biçimde kuşatıldı ve tecrit edildi. Yenilmeleri kaçınılmaz. Ülkenin iki önemli komşusu, hem Pakistan hem de İran onlara karşı. Birkaç haftadan fazla dayanmaları imkânsız. Bazı güçlerin dağlarda saklanacağını, Batı’nın tamamen çekilmesini bekleyeceğini, sonra da Roma’daki villasından çıkan seksenlik Kral Zahir Şah’ın Hotel Intercontinental’den başka yıkılmamış binanın kalmadığı Kâbil harabeliğinde kuracağı rejime saldıracağını öngörmek için ise kılavuza gerek yok. Batı’nın desteklediği Kuzey İttifakı’na gelince... Taliban kadar dindar değiller, ama başka işlerdeki sicilleri en az Taliban kadar feci. Geçen yıl eroin piyasasının büyük bölümünü ele geçirdiler. Blair’in “Bu savaş aynı zamanda uyuşturucuya karşı savaştır” iddiası alay konusu oldu böylece. Taliban’dan daha ileri oldukları düşüncesi, kargaları bile güldürür. Çünkü ilk arzuları düşmanlarından intikam almak olacaktır. Fakat bir zamanlar Batı’nın gözde ‘özgürlük savaşçısı’ olan, Beyaz Saray’da Reagan, Downing Street’te Thatcher tarafından ağırlanan Gülbeddin Hikmetyar’ın ayrılması, ittifakı biraz zayıflattı. Bu adam artık hainlere karşı Taliban’ı desteklemeyi kafasına koymuş. Evet, yerel ve bölgesel düşmanlıklar dikkate alındığında Afganistan’ı yeni bir ‘müşteri ülke’ olarak ‘elde var bir’ saymanın kolay olmadığı görülüyor. Batı bakar görmez Köşeye sıkışmış ve kendi ülkesinde yenilgiye uğramış Taliban’ın Pakistan’a yönelip, kentlerde ve sosyal yapılanmada huzursuzluğa sebep olması ihtimali de bir başka büyük endişe kaynağı. Böyle bir şey olursa, ‘zafer’ini kazanan Batı her zaman olduğu gibi gelişmeleri görmezden gelecektir. Operasyonun asıl amacına gelince... Bin Ladin’in yakalanması göründüğü kadar kolay olmayacaktır. Pamir dağlarında saklanıyor, ayrıca planlarını geçen üç hafta içinde yaptığından, pekâlâ ortadan kaybolmayı da seçebilir. Ama Batı yine zafer ilan edecek, vatandaşlarının kısa süreli hafızalarına güvenecektir. Ama durup bir de Bin Ladin’in öldürüldüğünü düşünelim. Bunun ‘terörizme karşı savaş’a ne faydası olacak acaba? Başkaları 11 Eylül saldırılarını farklı biçimlerde taklit edebilirler, daha da önemlisi odak noktasının Ortadoğu’ya kayması olacaktır. Gelelim Suudi Arabistan’a. Kraliyet ailesi içindeki hizip kavgası giderek derinleşiyor. Ölümü bekleyen Kral Fahd ve maiyeti saray içinde bir darbeden korkarak üç özel uçağa doluşup İsviçre’ye gitti. Böylece yönetimden sorumlu Veliaht Prens Abdullah ve rakibi Prens Sultan’ın arkaları zayıfladı. Suudi uzmanları Veliaht Prens’in Vahhabi mollalara yakın olduğunu söylüyor. Böyle bile olsa, öfkeli sokak gösterileriyle karşı karşıya kalacak. Tıpkı Mısır’daki Hüsnü Mübarek gibi. O da çok endişeli ve askerlerini kullandırtmayacağını söyleyerek NATO ittifakına mesafeli durmayı tercih etti. Kahire’de sokaklar öfke dolu. Bu iki ülkede halk galeyana gelirse, Washington’ın Filistin devletinin kuruluşu için bastırmaktan başka çaresi kalmayacak. Ancak 11 Eylül’ün sonuçlarını haritaya dökmek için henüz erken. (Znet, 8 Ekim 2001) Eğlencenin terörizmi bu Jean Baudrillard Prenses Diana’nın ölümünden Dünya Kupası’na kadar geçen süre içinde dünyada birçok olay oldu. Şiddet olayları ve kıyımlar... Ama dünyanın genel yapısına koşut olarak hiçbir olay gerçekleşmemişti. 1990’lı yıllarda yaşanan bu genel durgunluk boyunca adeta bir ‘olay grevi’ yaşandı. Ve bu grev sona erdi artık. New York Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan uçak saldırıları, şimdiye kadar görülmemiş türden bir olaydı. Tarihin ve gücün oyunu tersyüz oldu ve analizin koşulları da tabii. Hiç acele etmemek gerek şimdi. Çünkü olaylar durgunlaştıkları sürece buna karşı koymak ve onlardan daha hızlı gitmek gerekir. Onlar bize yetiştiğindeyse de yavaşlamak... Buna rağmen söylem yığınları ve savaşın karabulutları altında kalmamak, imaj bombardımanlarına tutulmamak gerekiyor. Bütün söylemler ve yorumcular, olayın dış tepkilerini dev boyutlarda ele verdiği gibi barındırdığı büyülenmeyi de ortaya çıkarıyor. Ahlaki yargılama, terörizme karşı oluşturulan kutsal birlik, bu süper dünya gücünün yıkıldığını görmenin, daha da ötesi, onun şu ya da bu biçimde kendini mahvederken, şaşaalı bir şekilde intihar ederken görmenin olağanüstü sevincine denk düşmekte. Çünkü o dayanılmaz gücüyle bütün bu yerleşik şiddeti ve haliyle (bilmeden de olsa) hepimizde yer etmiş olan bu terörist tahayyülü kışkırtan odur. Yaptılar işte Biz bu olayı hayal etmiştik, istisnasız herkes bunu hayal etmişti; çünkü bu noktada egemen olan herhangi bir gücün yıkımını kimse düşleyemiyordu, bu Batı’nın ahlaki bilinci için kabul edilemezdi; ama bu yine de bir olguydu, öyle ki bu olgu onu ortadan kaldırmak isteyen bütün söylemlerin içli şiddetiyle ölçülebiliyordu tam olarak. Sonuç olarak onlar bunu yaptılar ama bunu biz istedik. Eğer bunu gözden kaçırırsak, olay bütün simgesel boyutlarını yitirir. Bu olayı katıksız bir kaza, tamamıyla keyfi bir eylem; birkaç fanatiğin ölümcül fantazmagorisi olarak niteleyenlere göre sadece onları ortadan kaldırmak yeterli. Oysa bunun böyle olmadığını çok iyi biliyoruz. Kötülükten kurtuluşumuzun bütün kontrfobik taşkınlığı buradan ileri gelmekte, çünkü o her yerde, hazzın karanlık bir nesnesi gibi. Bu sıkı suç ortaklığı olmasaydı, olay bugünkü yankılarına ulaşamazdı bile ve kendi simgesel stratejileri içinde teröristler bu iğrenç suç ortaklığına güvenebileceklerini çok iyi biliyorlar. Dünya Ticaret Merkezi ikiz kulelerinin yıkılması tahayyül edilemez bir şey, ama bu durum ortaya gerçek bir olay çıkması için yeterli değil. Bir şiddet fazlalığı gerçekliğe götüremez bizi. Çünkü gerçeklik bir ilke ve yok olan da işte bu. Gerçek ve kurgu içinden çıkılamaz şeyler. Ve bu saldırının yarattığı şaşkınlık öncelikle imajın yarattığı şaşkınlık. Sevinç ve felaket duyguları uyandıran sonuçlar muazzam derecede imgeseldir. Bu durumda gerçek, terörün bir parçasıymış, fazladan bir korkuymuş gibi imaja katılır. Sadece korku verici olmakla kalmaz, aynı zamanda gerçektir de. Gerçeğin şiddeti ortaya çıktığı ve buna imajın yaydığı korku da eklendiği sürece, imaj ortaya çıkar ve gerçeğin yarattığı korkuyu kendine katar. Kurguya benzer bir şey gibi, kurguyu aşan bir kurgudur bu. Borges’in ardından Ballard da gerçeği bir son olarak yeniden yaratmaktan söz ediyordu ki son, en korkunç kurgudur. Bu terörist şiddet gerçekliğin ve tarihin geri dönüşü değil. Bu terörist şiddet ‘gerçek’ değil. Bir bakıma daha da kötü, çünkü simgesel. İçimizdeki şiddet kusursuz bir biçimde savunmasız ve sıradan olabilir. Tekilliğin tek yaratıcısı simgesel şiddettir. Ve bu tekil olayda, bu feci Manhattan filminde 20. yüzyılın iki büyülü kütle unsuru en yüksek noktada bir araya gelmekte: Sinemanın beyaz büyüsü ve terörizmin kara büyüsü. İsteyen istediği anlamı yükleyebilir ve istediği yorumu getirebilir, fakat bunun hiçbir anlamı ve yorumu bulunmamakta, çünkü eğlencenin radikalliği bu; orijinal ve hakkından gelinemez olan da eğlencenin katılığıdır. Terörizm eğlencesi, eğlencenin terörizmini ortaya çıkarmıştır. Bu ahlaksız büyülenme karşısında (evrensel bir ahlaki tepki ortaya koymuş olsa bile) politika düzeninin yapacak hiçbir şeyi yok. Ve bize kalan sadece vahşet tiyatromuz. Bu aynı zamanda gerçek bir şiddetin merkezinin parıltılı bir mikro modeli ve meydan okumanın en saf simgesel biçimi olan tarihsel ve politik düzene karşı çıkan bir model. Herhangi bir katliam affedilebilirdi ve eğer ki bir anlamı olsaydı tarihsel bir şiddet olarak da yorumlanabilirdi. İyiliksever şiddetin ahlaki aksiyomu böyledir. Herhangi bir şiddet affedilebilirdi, eğer ki medya tarafından yeri doldurulmamış olsaydı. (Terörizm medya olmadan kılını kıpırdatamaz.) Ama bunların hepsi aldatıcı. Medyanın doğru kullanılması diye bir şey yok. Medya olayların bir parçası. Terörün bir parçası. Orada veya burada var olurlar. Terörizmin gerçek zaferi Baskı altına alıcı eylem, terörist eylemle aynı belirsiz sarmal üzerinde hareket eder. Kimse onun nereye gittiğini, nerede duracağını ve nereden döneceğini bilemez. Haberleşme ve imajlar düzeyinde simge ve heyecan vericilik arasında bir fark yok. ‘Cinayet’ ve baskı arasında da bu anlamda bir fark yok. Ve işte geri dönülemezliğin denetlenemez öfkesi, terörizmin gerçek zaferi. Özgürlük düşüncesinin ki bu yenidir, geleneklerden ve bilinçlerden silinmek üzere olduğu, liberal globalleşmenin bunun tam tersi bir biçimde kendini ortaya koyduğu noktada, kolluk kuvvetlerinin, toplu bir denetimin, güvenlikçi bir terörün yönettiği bir globalleşme. Üretimin, tüketimin, spekülasyonun ve büyümenin (ama asla çürümenin değil) azalması: Hepsi sanki dünya sistemi bir stratejik geri çekilme yaşıyormuş gibi gerçekleşiyor, kendi değerlerinin yeniden gözden geçirilmesiyle birlikte. Panik tablosu Teröristlerin zaferinin bir başka yüzü de bütün diğer şiddet biçimlerinin onların yararına işlemesi: Enformatik terör, biyolojik terör, şarbon ve dedikodu terörizmi; bunların hepsi de Bin Ladin’e atfedilmiş durumda. Bin Ladin, meydana gelebilecek bazı doğal felaketleri de kendi hesabına yazabilir, bundan kimsenin kuşkusu olmasın. Her türlü düzensizlik ve dolaşım bozukluğundan yararlanıyor. Enformasyonun iradesiz terörizmiyle beslenen terörizmin otomatik yazısı gibi, dünyadaki bütün değiş tokuşların yapısı. Paniğin getirdiği bütün sonuçlarla birlikte ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: Bütün bir sistem, herhangi bir saldırıya karşı kendini dayanıksız hale getiren kritik bir noktaya geldi, dayandı. Uç noktadaki bu durum için bir çözüm olasılığı yok ve savaş asla çözümlerden biri değil. Bu durum, aynı askeri güç tufanı, bilinmeyen istihbaratlarıyla bir deja vu’dan ibaret. Özetle hiç olmamış Körfez Savaşı gibi bu da hiç vuku bulmamış olan bir olay. Zaten bu olayın da ortaya çıkış nedeni şundan ileri gelmekte: Gerçek ve dört başı mamur, eşsiz ve tahmin edilemeyen bir olayın yerine tekrarlayan ve daha önceden görülmüş bir yalancı olayın yerleştirilmesi. Terörist saldırı her türlü yorum modellerinin üzerinde olayın devinmesine uygun düşmekte. Halbuki aptalca askeri ve teknolojik hale getirilen bu savaş tam tersine, modelin olay üzerindeki devinmesine uygun düşer, yani sahte bir beklentiye ve bir kovuşturmazlık kararına. Bu da siyasetin başka yollarla işler hale getirilmesini yok eden bir savaş anlamına gelmekte. (Le Monde, 3 Ekim 2001) 11 Eylül’ün izi Hiroşima’da John Berger Artık, Amerikan bombardımanları sonucu Afganistan’da hayatını kaybeden sivillerin sayısı, ikiz kulelerde hayatını kaybeden sivillerin sayısına eşitlendiğine göre, belki meseleyi daha az trajik olmamakla birlikte daha geniş bir perspektiften inceleyebilir ve şu soruyu sorabiliriz: Kasıtlı olarak öldürmek, sistematik olarak ve körlemesine öldürmekten daha şeytani ve ayıp mı? Sistematik diyoruz, çünkü ABD silahlı kuvvetlerinin bu stratejisi Körfez Savaşı’yla başladı. Sorunun cevabını bilmiyorum. Yerde, B-52 uçaklarının attığı bombaların arasında ya da Manhattan, Church Street’te yükselen boğucu kesif dumanın ortasında belki de etik karşılaştırmalar yapmak mümkün olmaz. 11 Eylül günü, televizyon seyrederken hemen 6 Ağustos 1945’i hatırladım. Biz Avrupa’da, Hiroşima’ya atılan bombanın haberini, aynı günün akşamı duymuştuk. İki olay arasında hemen kurulabilecek ortak noktalar: Duru bir gökyüzünde ansızın beliren bir ateş topu, sabah işlerine giderken saldırıya uğrayan siviller, açılmaya hazırlanan dükkânlar, derse başlamak üzere olan öğrenciler. Sonra da vücutların havada uçuşması, tüm bunların küle dönüşmesi ve her yerin moloz yığını haline gelmesi. Her iki olayda da o güne dek hiç kullanılmamış olan yepyeni bir silahın varlığı: 60 yıl önce atom bombası, geçen sonbaharda ise bir yolcu uçağı. Sarsıntının merkezinde, her şeyin ve herkesin üstünü örten kalın bir toz tabakası. İçerik ve ölçek farklılıkları elbette çok büyük. Manhattan’daki toz radyoaktif değildi. 1945 yılına gelindiğinde ABD, üç yıldır Japonya’yla savaş halindeydi. Bununla birlikte her iki saldırı da, birer duyuru olarak planlanmıştı. Her ikisine de tanık olanlar, dünyanın artık eskisi gibi olmayacağını, her yerde risk olduğunu, dupduru bir sabahta dünyanın tamamen değiştiğini biliyorlardı. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalar Amerika Birleşik Devletleri’nin bundan böyle dünyadaki süper silahlı güç olduğunu duyurmuştu. 11 Eylül saldırısı ise, bu gücün artık kendi evinde bile güvende olmadığını ilan etti. İki olay, tarihsel bir dönemin başlangıcını ve bitişini belirledi. Başkan Bush’un 11 Eylül’e tepkisi, önce ‘Sonsuz Adalet’, sonra ‘Kalıcı Özgürlük’ olarak adlandırılan ‘terörizme karşı savaş’ kavramı bir yana, geçtiğimiz altı ay içinde karşılaştığım en acıtıcı ve yaralayıcı yorum ve analizler Amerikan vatandaşlarınca yapıldı ve yazıldı. Şu anda Washington’da bulunan karar mercilerine karşı çıkanlarımıza yapılan ‘antiAmerikanizm’ suçlaması söz konusu politikalar kadar kısır. Halihazırda dayanışma içinde bulunduğumuz sayısız ‘anti-Amerikanizmci’ Amerikan vatandaşı var. Amerikalı aydınlar! Buna karşılık bu politikaları destekleyenler de var. Aralarında Francis Fukuyama ve Samuel Huntington gibi 60 entelektüelin de bulunduğu birçok Amerikan vatandaşı, geçenlerde bir ortak bildiriye imza atıp genel olarak ‘adil’ savaş kavramını, özel olarak da Afganistan’daki ‘Kalıcı Özgürlük’ harekâtını ve terörizme karşı sürdürülen savaşı akladı. Bildiri ABD’de birçok yayın organında yayımlandı, Le Monde’da ve başka Avrupa gazetelerinde de görüldü. Onlara göre, adil bir savaşın ahlaki gerekçesi, savaşın nedeninin masumları kötülere karşı korumak olmasıydı. Böyle bir savaşta, savaşa katılmayanların bağışıklığının da mümkün olduğunca korunması gerektiğini de belirtmişlerdi. Metni masumca okursak (ki elbette bu metin masumca ve spontane yazılmadı) insan şöyle bir hisse kapılıyor: Birtakım sakin, akıllı, efendi, usta bilim adamı, uzman, saygıdeğer kişi bir araya gelmiş, emirlerinde de muhteşem bir kütüphane varmış (hatta belki, ara verdikleri zamanlar kullandıkları güzel bir de havuz olabilir) bunlar huzurlu huzurlu, hiç acele etmeden tartışmışlar, konuşmuşlar sonunda bir karara varmışlar ve kararlarını da bize sunmuşlar. Sanki bu toplantı da sadece helikopterle ulaşılabilen, geniş bir araziye kurulu, çevresi çok çok yüksek duvarlarla çevrili, bu duvarların dibi nöbetçilerle dolu efsanevi bir altı yıldızlı otelde yapılmış. Yani düşünen adamlarla normal halk arasında hiçbir bağlantı yok. Birbirlerine rastlama ihtimali de yok. Sonuç olarak da, tarihte olanlar ve bu otelin duvarları arkasında olanlar kabul edilebilir ve bilinebilir şeyler değil. İzole edilmiş Delüks Turist Etiği. 1945 yazına dönelim. Napalm bombaları Japonya’nın en büyük kentlerinden 66’sını yakıp kavurmuş. Tokyo’da 1 milyon sivil evsiz kalmış, 100 bin kişi ölmüş. Bombalama harekâtının başındaki General Curtis Lemay’a göre ölenler ‘kavrulmuş, çıtır çıtır kızarmış.’ Başkan Franklin Roosevelt’in oğlu ve sırdaşı, “Japonların sivil halkının yarısından çoğunu imha edene kadar” bombalamanın sürmesi gerektiğini söylemiş. 18 Temmuz’da Japon İmparatoru, Roosevelt’in yerine gelen Başkan Truman’a telgraf çekerek bir kez daha barış istemiş. Bu mesaja hiç aldırış edilmemiş. Böyle buyurdu amiral Hiroşima’nın bombalanmasından birkaç gün önce Amiral Radford “Japonya, göçebe bir halkı olan, kentsiz bir ulus olacak” buyurmuştu. Kentin merkezindeki bir hastanenin tepesinde patlayan bomba yüzde 95’i sivil 100 bin kişiyi anında öldürdü. Bir diğer 100 bin kişi de yaralardan ve radyasyon etkilerinden, daha sonra öldü. Başkan Truman, “16 saat önce bir Amerikan uçağı, önemli bir askeri üs olan Hiroşima’ya bir bomba attı” diye duyurdu olayı. Bir ay sonra, Avustralyalı gazeteci Wilfred Burchett’in imzasını taşıyan ilk sansürsüz haber yayımlandı. Gazeteci, kentteki bir seyyar hastaneyi ziyareti sırasında tanık olduğu inanılmaz vahşeti anlatıyordu. Bombayı planlayan ve üreten Manhattan Projesi’nin başkanı General Groves, kongre üyelerine radyasyonun hiçbir şekilde ‘aşırı acı çekmeye’ neden olmadığını, hatta ‘söylenenlere göre, radyasyonla ölmenin zevkli bir şey olduğunu’ hararetle anlattı. 1946’da, Amerikan stratejik bombalama araştırması şu sonuca vardı: Atom bombası atılmasaydı da Japonya teslim olacaktı. Olayların gidişatını benim yaptığım gibi kısaca anlatmak elbette her şeyi fazlasıyla basitleştiriyor. Manhattan Projesi, 1942’de Hitler gücünün doruğundayken ve Alman bilim adamlarının atom bombasını üretme riski varken start almıştı. Bu risk artık yokken Amerika’nın Japonya’ya iki atom bombası atma kararı, Japon silahlı kuvvetlerinin Güneydoğu Asya’daki harekâtının ve Aralık 1941’de Pearl Harbor’a düzenlediği sürpriz saldırının ışığında değerlendirilmeli. Manhattan Projesi’nde çalışan ve Truman’ın kararına karşı çıkıp hiç değilse ertelemeye çalışan bazı kumandanlar ve bilim adamları da vardı. Yine de, her şey olup bittikten sonra, Japonya’nın 14 Ağustos’ta teslim olması uzun süredir beklenen bir zafer gibi kutlanmadı. Çünkü tam ortasında ıstırap ve körleştiren bir körlük vardı. Bu hikâyeyi, altı yıldızlı efsanevi otellerinde kalan 60 Amerikan düşünürünün kendi tarihlerinin gerçekliğinden bile ne kadar uzak olduklarını göstermek için anlattım. Ayrıca, 1945 yılında başlayan Amerikan ‘silahlı’ egemenliğinin, ABD’nin yörüngesi dışında kalan herkes için ne kadar mesafeli, umursamaz ve acımasız olduğunu hatırlatmak için. Başkan Bush, “Neden bizden nefret ediyorlar?” diye kendine sorduğunda, biraz da bunları düşünsün ama o, altı yıldızlı otelin yöneticilerinden biri ve hiç dışarı çıkmıyor. (The Guardian, 1 Temmuz 2002) Bunun adı 4. Dünya Savaşı Eliot A. Cohen Siyasetçiler meselelere gerçek ismini koymayı pek sevmez. Gerçek, bilhassa savaş zamanlarında öyle tatsızdır ki, ondan kaçmaya, onu perdelerin ardına itmeye çalışırız. Böyle zamanlarda meselelere asıl ismini koymak hiç de kolay bir iş değildir. Şu an yürütülen savaşı ele alın. Bu savaşın, basının tanımladığı gibi bir ‘Afgan Savaşı’ndan başka bir şey olduğu son derece açık. Her şeyden önce en büyük çarpışma Amerikan topraklarında yaşandı ve ABD yönetimi bu savaşı küresel olarak, sadece Afganlarla sınırlı kalmadan yürüteceğine söz verdi. ‘11 Eylül Savaşı’ mı demeliyiz bunun ismine? Fakat savaş 11 Eylül’den önce başlamış ve Afrika’daki Amerikan elçiliklerinde, USS Cole destroyerinde, Somali’de ve Hobar Kuleleri’nde ölümler yaşanmıştı. ‘Usame bin Ladin’le Savaş mı’? Bunun tarihte öncülleri var (Kral Philip’in Savaşı, Pontiac’ın Savaşı veya hatta Jenkins’in Kulak Savaşı), fakat savaş Bin Ladin’le başlamadı ve onun ölümüyle de bitmeyecek. Ve bu ölüm, bizzat Bin Ladin’in beklediğinden bile erken gelebilir. Küresel, karışık, uzun ve ideolojik Daha nahoş, ama daha doğru isim ‘Dördüncü Dünya Savaşı’dır. Soğuk Savaş, Üçüncü Dünya Savaşı’ydı ve küresel çatışmaların sadece mültimilyarder adamların ordularından veya harita üzerindeki konvansiyonel cephe hatlarından menkul olmadığını bize göstermişti. Soğuk Savaş’la yapılacak bir benzetme şimdiki savaşın belirleyici niteliklerinden bazılarını ortaya koyacaktır: Her şeyden önce gerçekten küresel bir savaş bu. Artı, içinde şiddet içeren ve içermeyen çabaları bir arada barındırıyor; sadece tabur tabur askerin değil, yetenek, uzmanlık ve kaynakların da seferber edilmesini gerektiriyor. Artı, uzun sürmesi muhtemel. Ve artı, ideolojik kökleri var. Amerikalılar hâlâ bu savaşın ideolojik kökleri olduğu gerçeğinin etrafından dolaşıyor. Bu savaşta düşman, fantastik kitaplarda geçen saf kötü (deyin ki J. K. Rowling’in Lord Voldemort’u, Tolkien’in Sauron’u veya C. S. Lewis’in Beyaz Cadı’sı) mahiyetinde ‘terörizm’ değil, ‘militan İslam’dır. Düşmanın bir ideolojisi var. İnternette yapılacak bir saatlik bir gezinme, en azından sıradan insanların 2. ve 3. Dünya Savaşları’nda Hitler’in ‘Kavgam’ kitabında veya Lenin, Stalin ya da Mao’nun yazılarında ne bulmuş ve bu yazılardan ne gibi anlayışlar edinmiş olabileceklerini gösterecektir. Bu anlayışlar elbette Batı’da (anlaşılabilir, ama tehlikeli şekilde) sorunları daha idare edilebilir şekilde tanımlamayı tercih edenlerin bahanesi olmuştur. Mesela Almanya’nın Versailles Anlaşması’ndan duyduğu rahatsızlık veya Rus milli çıkarlarının abartılması gibi... Yahudi Soykırımı’ndan kurtulan birine sormuşlar, ‘1940’lardaki tecrübelerinden ne çıkardın’ diye. Şöyle demiş: “Eğer birisi size sizi öldürmek niyetinde olduğunu söylerse, ona inanın.” Kaide ve taraftarları, Müslüman fanatiklerden oluşuyor. Şuna hiç kuşku yok ki, ılımlı Müslümanlar arasında en az kâfirler kadar çok düşman belleyecekler, hatta onlara karşı daha acımasız davranacaklar. İnançlarının bu kalıba dökülmesine öfke duyan Müslümanlar arasında bir tepki dalgası oluşması umut edilir. Müslümanların teokratik bir kâbusu gerçekleştirmek için yürütülen bu savaşın doğuracağı felaketleri anlaması gerek. Ve bu hareketlere karşı savaşta, Hıristiyanlar, Yahudiler, Hindular ve ateistlerden en önce Müslümanların gayret göstermesi, taviz vermemesi beklenir. İki önemli hedef Afganistan Dördüncü Dünya Savaşı’nın sadece bir cephesini oluşturuyor. Orada yürütülen savaş da daha büyük bir savaşın parçası. ABD orada iki önemli hedefe ulaşmak üzere: Kaide örgütü ve lider kadrosunun ortadan kaldırılması ve böyle örgütlere kucak açan devletlere aynı akıbete uğrayacakları yönünde ders verilmesi. Ya sonrası? Aklıma üç şey geliyor: Birincisi, eğer bu savaşın bir cephesinde Müslüman dünyayı özgür ve ılımlı yönetimlere kavuşturmak varsa, ABD buralardaki Batı yanlısı ve yobazlık karşıtı güçlere arka çıkmalı. İran konusunda ABD’nin önünde acilen verilmesi gereken bir karar duruyor. İran’daki rejime, istihbarat paylaşımı, bazı terör örgütlerine verilen desteğin azaltılması karşılığında bazı ödünler verebiliriz. Veya mollaları ve iktidarlarını alaşağı edecek bir sivil toplum hareketine destek için elimizden geleni yaparız. İlkini tercih etmek akla yakın olanı, ama aynı zamanda bazı müttefiklerimiz açısından hiç hoş karşılanmaz. Bununla birlikte ilk teokratik devrimci Müslüman devleti yıkarak yerine ılımlı veya laik bir rejim kurmak da, Bin Ladin’in yok edilmesinden hiç de aşağı kalır bir zafer olmaz. Tabii ki Irak İkincisi, ABD terörizme destek veren rejimleri hedef bilmeyi sürdürmeli. Irak bu anlamda açıkça hedeftir. Çünkü Kaide’ye yardım etmekle kalmamış, Amerikalılara doğrudan saldırmış (Başkan Bush’a karşı bir suikast girişimi de dahil) ve kitle imha silahları geliştirmiştir. Bir kez daha Amerika’nın müttefikleri Irak meselesinden çekinecektir. Ordu da yarım bırakılan Körfez Savaşı zaferini gidip tamamlamak konusunda gönülsüz davranabilir. Fakat buna girişmemenin bedelleri ve başarı fırsatları göz önüne alındığında, sağduyu Irak’a yönelmeyi gerektiriyor. Irak ordusu zayıf. Amerika Arap dünyasındaki ezeli düşmanını ortadan kaldırırsa son 10 yıldır boş binaları vuran seyir füzelerinin yerle bir ettiği itibarını geri kazanabilir. Üçüncüsü, ABD kararlı hareket etmeli. Afganistan’da ulaşılan başarı (sadece iki ay içinde ülkedeki iktidar dengeleri kökünden değiştirilmiş, Taliban yönetimi devrilmiş ve Kaide’nin bir bölümü ortadan kaldırılmıştır), Amerikan ordusu ve istihbaratının bir soruna yoğunlaştığında neler yapabileceğinin kanıtı. Fakat Taliban işin en zor kısmı değil. Kandahar’la Kunduz’daki düşmana bomba atan uçakların bazıları pilotlarından daha yaşlı ve yedek parçası bile yok. Askeri dönüşüm Hedefi vuran silahlar, özel harekât güçleri ve karmaşık istihbarat toplama sistemleri bir araya getirildiğinde, Amerikan ordusunun hararetle ihtiyaç duyulan bir askeri dönüşümü başlattığı görülüyor. Fakat bu dönüşüm, bütçedeki savunma harcamalarını 20 milyar dolar artırmaktan fazlasına gerek duyacak. Benzer şekilde, gerçek yetkilerden yoksun bir iç güvenlik bakanlığı kurmak, hükümetin 11 Eylül’e yönelik kapsamlı soruşturmalar açmaktaki gönülsüzlüğü ve büyük, yaratıcı programların hazırlanmaması (mesela Batı’nın Körfez petrolüne bağımlılığını ortadan kaldıracak ciddi bilimsel araştırma programlarına eğilinmemesi), Washington’ın alışıldığı üzere ayak sürüdüğünü gösteriyor. Elbette işin daha başındayız ve Bush ekibinin meseleyi ciddiye aldığına dair pek çok işaret var (B-52’ler Taliban mevzilerini bombalarken, CIA timleri Afgan dağlarını tarıyor, Hastalık Kontrol Merkezleri’ne daha fazla kaynak ayrılırken, yabancı teröristler için askeri mahkemeler oluşturuluyor). Fakat yapacak daha çok şey var. Görevin kapsamı çizilmeli ve ona göre hakeret edilmeli. Velhasıl eğer Afganistan harekâtı bittikten sonra ABD yönetimi, istihbarat toplamaktan, tutuklamalardan ve terörist kamplarındaki etkisi güdük patlamalardan menkul bir rehavetin içine girerse, bu, meselelere gerçek ismini koymaktan kaçınmak olacaktır. (The Wall Street Journal, 21 Kasım 2001) 11 Eylül neyi değiştirdi ki? Niall Ferguson New York 11 Eylül 2011’de nasıl bir yer olacak? Dışında, Müslüman olmayanların sadece kimliklerinde özel damga varsa girebildiği bir Müslüman getto bulunan, bölünmüş bir şehir. Manhattan’a giden her tünel ve köprünün başında terörle mücadele ekiplerinin arabaları patlayıcı veya yasak zehirli maddeler için aramadan geçirmediği denetim noktaları... Trafik sıkışıklığını dert etmeyin. Çünkü 2011’de yaşanacak üçüncü ve son petrol kriziyle yollarda pek araba kalmayacak. Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılması sıcağı sıcağına Saraybosna suikastı ya da Pearl Harbor’un bombalanması gibi tarihe yeni bir yön veren o olaylardan biri gibi göründü. Bazı heyecanlı yorumcular kuleler çöker çökmez 3. Dünya Savaşı’ndan bahseder oldu. Bu ihtimallerden biri. Ama daha büyük ihtimal yukarıda çizilen kâbusun gerçekleşmesi. Çünkü bu kâbus senaryosunu 11 Eylül’den önceki gelişmelerden çıkarmak mümkün. Çok trajik ve çarpıcı olmasına rağmen 11 Eylül bir dönüm noktası olmaktan çok uzakta. Herhangi bir olaya çok fazla önem vermek konusunda dikkatli olmalıyız. 1. Dünya Savaşı’nı Gavrilo Princip tek başına başlatmadı. Robert Musil ‘The Man Without Qualities / Niteliksiz Adam’ adlı romanında tarihin bir bilardo topu gibi düz bir çizgide ilerleyip sadece çarpıldığında yön değiştirdiği fikrini reddeder. Musil’e göre tarih ‘bulutların geçişi’ gibiydi, sürekli hareket içinde, yönü kestirilemez. İşte tarihin bu niteliğinden ötürü 10 yıl sonra nerede olacağımızı bilmek imkânsızdır. Ancak Musil’in tarih ve bulut benzetmesi başka bir şeye daha ışık tutar. Hava durumunu tahmin etmek zor olsa bile havanın nasıl olacağına dair ihtimaller sonsuz değildir. Yarın yağmur yağmayabilir, ama biliriz ki eğer yağarsa yağan şey su olacaktır, kaynayan yağ değil. Hava dünkü kadar sıcak olmayabilir ama -50 derece de olamayacaktır. Başka bir deyişle, 11 Eylül şiddetli ve ani bir fırtınanın tarihi karşılığıydı. Fakat bu fırtına yazın yerini yavaşça sonbahara bıraktığı gerçeğini değiştirmedi. Aynı biçimde New York ve Washington’da olanlar ne kadar irkiltici olursa olsun derindeki tarihi akımların yönünü değiştirmedi. Birçok anlamda dünya bu saldırılar olmasaydı bile 2011’de, bu tarihi akımların etkisinde geçirdiği evrimle daha farklı bir yer olmayacaktı. ABD’yi de vururlar: Derindeki ilk akım yeterince açık: Terörizmin, yani hükümet dışı örgütlerin uç siyasi amaçlarına ulaşmak için şiddet kullanmasının, ABD’ye yayılması. Bu tür terörizm bir süredir ortalıkta. Uçak kaçırma ve kamikaze misyonları kesinlikle yeni şeyler değil. 11 Eylül’ün yeniliği denenmiş taktiklerin birleştirilip ABD’de kullanılmasıydı. Yenilik, evet, ama bir sürpriz değil. Terörizm, New York’un büyük kardeşi Londra da dahil olmak üzere yıllardır büyük şehirlerde hayatın bir parçası. Şaşırtıcı olan New York’un bu kadar uzun süre bundan nasibini almamış olmasıydı. Eğer ekonomi küreselleşebiliyorsa siyasi şiddet neden küreselleşmesin? Aslında ikisi birbiriyle bağlantılı. Yıllar geçtikçe küçük fanatik grupların büyük zararlar vermesi kolaylaşıyor çünkü bu zararları verecek imkânlar ucuzluyor ve daha kolay elde ediliyor. Kötü haber, teröristlere yataklık yapan ülkelere savaş açmanın terörist saldırıları asla engelleyemeyeceği. Batı Avrupa’nın solcu ve milliyetçi terörle deneyimi, terörizmle gerçek savaşın ülke içi istihbarat, polis ve güvenlik önlemleriyle yürütülebildiğini gösteriyor. Günlük güvenlik kontrollü, haftalık bomba korkulu ve yıllık patlamalı dünyaya hoş geldiniz. 10 yıl sonra New York’lu itfaiyeci ve Washington’lı postacılar kendilerini, IRA’nın bombalama kampanyaları sırasında Londralı meslektaşlarının hissettiği gibi yorgun ve bıkkın hissedecek. Ekonomik düşüş: 11 Eylül’ün değiştiremediği ikinci akım ekonomik düşüş... 1990 sonlarının yatırım balonu teröristler saldırmadan 1.5 yıl önce doruk noktasına ulaşmıştı. 11 Eylül borsanın çökmesine değil sadece bir süre kapanmasına yol açtı. Saldırılardan hemen sonra yatırımcılar fiyatların serbest düşüşe geçme tehditi karşısında dişlerini gıcırdattı. Fakat şimdiye kadar 1990 sonlarının yatırım balonundaki düşüş 1920’lerdeki balonu takip eden büyük çöküşle karşılaştırılınca hafif kaldı. Bu anlamda 11 Eylül olaylarının ekonomik olarak en önemli sonucu önemsizliği. İki zayıf nokta Yine de dünya ekonomisinin -11 Eylül öncesinden beri es geçilemeyecek iki zayıf noktası var: Birincisi, küreselleşmenin küresel karşıtı yapısı. Tam bütünleşmeden çok uzak olarak dünyadaki mal, sermaye ve iş piyasaları inanılmaz biçimde parçalanmış durumda. Bu yüzden Amerikan, Kanada ve Meksika ticaretinin aslan payı Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi’nde gerçekleşirken, Avrupa ticaretinin aslan payı da Avrupa içinde gerçekleşiyor. 1913’te, uluslararası sermaye gerçekten uluslararasıydı: Doğrudan dış yatırımın yüzde 63’ü gelişmekte olan ülkelere gitti. Bu oran 1996’da sadece yüzde 28’di. İşgücü hareketi de bozuldu. ABD hem çeşitli vize programlarıyla Avrupa ve Asya ekonomilerinin en nitelikli ve yetenekli işçilerini seçiyor hem de arka kapısı Meksika’dan niteliksiz ve kaçak Latin kökenli işçileri ülkeye sokuyor. Bu, küreselleşme dediğimiz eğilimin ülkeler arası eşitsizliği artırmasının en önemli nedenlerinden biri. Ve bu eşitsizlik fakir ülkelerin en zengin ülke ABD’ye nefretini artırıyor. (Bu, Kaide gibi birçok üyesi hali vakti yerinde ailelerden gelen örgütlerin desteklenmesinin ana nedeni fukaralıktır demek değil). Daha da endişe verici olan küresel enerji kaynaklarının orta vadeli görünümü. Özel arabanın bir statü sembolü olarak yükselmesi Amerikalıların petrol kaynaklarından ne kadar hoşnut olduklarını gösteriyor. Oysa hiç hoşnut olmamalılar. Doğru, benzin fiyatları şu anda düşük. Fakat 1970’lerle 80’lerde fiyatların tavana vurmasının nedeni Ortadoğu’daki istikrarsızlıktı: Arap petrol ambargosu, İran devrimi ve İran-Irak savaşı. Buna benzer bir şey pekâlâ şimdi de olabilir. Bu yüzden özel arabanın günleri sayılı. Amerikalı araba üreticilerinin benzine alternatif ve ucuz bir enerji kaynağı bulabilmek için 10 yıldan daha az süreleri var. Eğer başarılı olmazlarsa dünya ekonomisi kendini 1970’lerde bulabilir. Gayriresmiden resmi emperyalizme: 10 yıldan daha uzun bir süredir kendini hissettiren üçüncü bir akım daha var: ABD’nin küresel gücünün örtülü emperyalizmden resmi emperyalizme dönüşmesi. 1945’ten beri ABD dünyayı dolaylı biçimde etkilemekle yetindi: Uluslararası şirketlerle ve IMF’yle ekonomiyi yönetti, ‘dost’ ilkel rejimlerle politikaya hâkim oldu. Fakat 19’uncu yüzyılda Britanya’nın keşfettiği gibi bu örtülü emperyalizmle elde edilebilecek şeyler sınırlı. Devrimler kukla yöneticileri devirebilir. Yeni rejimler borçlarını ödemeyip ticareti bozabilir, komşularıyla savaşa bilir hatta terörizme destek verebilirler. ABD yavaş yavaş uzak ülkelerin içişlerine karışarak bu tarz krizlere karşılık vermeye başladı. Evet bunu bir çokyanlılık perdesinin arkasında, BM ya da NATO adına hareket edermiş gibi yaptı. 1990’larda bu bölgeler yeni tarz bir sömürge haline geldi: ABD’nin askeri ve mali gücüyle denetimde tutulan ülkeler. Amerikan ekonomisinin gücü doğal emperyal bir hegemonyanın gücüyle boy ölçüşemeyebilir. Britanya İmparatorluğu büyük bir insan ve sermaye ihracına dayanıyordu ama Amerikan ekonomisi 1972’den beri sermaye ithal ediyor. ABD dünyanın her yerinden göçmenlerin tercih ettiği bir ülke, sömürge göçmenleri yaratıcısı değil. Ayrıca, Britanya altın çağında Elizabeth dönemine kadar uzanan bir emperyalist kültürden besleniyordu. Oysa ABD Britanya İmparatorluğu’yla savaşarak doğmuş bir ülke. Başka halkları yönetmekte hep isteksiz davranacak. Ama isteksizlik reddetmek demek değil. ABD’nin Britanya’nın resmi bir imparatorluk olarak deneyiminden çıkaracağı en açık ders, dünyanın en başarılı ekonomisinin teknolojik olarak daha geri toplumlara kendi değerlerini kolaylıkla aşılayabileceği. Ayrıca kimse, hiç değilse finansal anlamda, Amerikan imparatorluğunu genişletmenin Afganistan’daki gibi bir sürü küçük savaşı bile içerse çok pahalı olacağı için caydırıcı olacağını iddia edemez. Geçen yıl ABD’nin savunma bütçesi gayri safi milli hasılasının 2.9’uydu, 1948-98 arasında ise bu rakam yüzde 6.8’di. Batı-İslam çatışması: Üzerinde çok yorum yapılan başka bir akımdan, demokratik Batı’yla hoşgörüsüz bir İslam’ın çatışmasından henüz bahsetmedim. Bu bakış açısından 11 Eylül yeni bir yönelimden çok bir uyanıştı, Amerika Müslüman dünyanın yıllardır içinde olduğu bir mücadeleye yeni uyanmıştı. Ben buna inanmıyorum. Çünkü modern İslam’ın en karakteristik özellikleri heterojenliği ve coğrafi dağılımı. Etnik ve dini guruplar arasındaki şiddet dünyayı büyük bloklar halinde bölmüyor. Balkanlar’da gördüğümüz gibi (ki orada Müslümanların yanında olduğumuzu unutmayalım) eğilim daha çok var olan siyasi birimlerin parçalanmasından yana. Yani herhangi bir medeniyetler çatışmasının savaş meydanlarından çok Bosna gibi, hatta geçen yaz Müslüman gençliğin ayaklandığı İngiltere’nin Bradford’u gibi çokkültürlü bölgelerin sokaklarında yaşanması daha muhtemel. Bunu küreselleşememe olarak düşünün: Zamanımızın en büyük paradokslarından birisi ekonomik bütünleşmenin siyasi bölünmeyle karşılaşması. Sahra Afrika’sının dışında 1871’de dünyada 64 bağımsız devlet vardı, 1995’te 192. Bu bağlamda İslami köktendincilik gibi hareketlerin önemi merkezciliğinden çok merkezkaç etkilerinde olabilir. Monolitik uygarlıklar arasında bir çatışma beklemek yerine dini ve etnik çatışmalarla var olan entegre çokkültürlü ulus-devletlerin siyasi bir parçalanma yaşamaya devam etmelerini beklemeliyiz. Sonuçta 1945’ten beri en çok yaşanan savaş türü iç savaşlar: 2. Dünya Savaşı sonrası çatışmaların üçte ikisi ülkeler arası değil, ülkeler içinde gerçekleşti. Yugoslavya’dan Irak ve Afganistan’a ABD’nin sürekli karşılaşmak zorunda kaldığı şey birleşik bir İslam değil, iç savaşla parçalanmış bir takım yönetim biçimleri. (Aynı şey Somali, Sierra Leone ve Ruanda için de geçerli.) Ekonomik küreselleşme neden siyasi parçalanmayla karşılaştı? Bir açıklama küreselleşen piyasa güçlerinin geleneksel ulus-devletler içindeki bölgesel eşitsizlikleri artırması. Diğer bir açıklama, popüler kültürün yüzeysel biçimde homojenleşmesinin dini kimliklerin tepki olarak ön plana çıkmasına sebep olması. Fakat en iyi açıklama şu: Etnik olarak heterojen olan ülkeler Amerika’nın desteğiyle ekonomik açıklık ve siyasi demokrasi fikirlerine uymaya çalıştıkça mantıktan uzaklaşıyor. Merkezi hükümet ekonominin planlayıcısı olarak meşruluğunu kaybediyor ve etnik azınlıklar ayrılıkçı partilere oy veriyor. Bunlar 21. yüzyılın başlarını biçimlendiren dört akım. Kehanetlerimi tekrarlayayım. Terörizm günlük hayatın parçası olacak. Amerikan birlikleri Kâbil ve Kosova’da devriye gezecek. ABD’de ve dünyanın geri kalanında etnik ve dini guruplar arasındaki ayrılıklar daha belirginleşecek. Bunlar kötü haberler. Ya iyi haber? Caddeleri tıkayan daha az araba olacak. Beşinci bir kehanetle bitireyim. İnsanların çoğu bunları 10 yıl önceki terörist saldırıların doğrudan sonucu olarak algılayacak. New York Times Magazine’de 11 Eylül’ün modern tarihte bir dönüm noktası olduğuna dair bir yazı çıkacak. Yanlış. Kaçınılmaz gerçek şu: Bunların hepsi zaten olacaktı. (The New York Times Magazine, 2 Aralık 2001) ABD için savaşmamız isteniyor Robert Fisk Kendimiz söyleyip kendimiz inanıyoruz: Bin Ladin ve adamları saklanacak delik arıyor. Kendi adıma o kadar emin değilim. Bin Ladin’in şu an ne yaptığı hiç de belli değil. Aslında, biz Batı’nın, ne yaptığı da belli değil. Uçak gemilerimizin, savaş uçaklarımızın, ağır bombardıman uçaklarımızın ve birliklerimizin Körfez bölgesine yığıldığı ortada. SAS komandolarımız da hâlâ Şah Mesut güçlerinin denetimindeki Kuzey Afganistan dağlarında. İyi güzel de tam olarak planımız ne? Bin Ladin’i kaçırmak mı? Kamplarını basıp Bin Ladin ve yanındaki Cezayirli, Mısırlı, Ürdünlü, Suriyelilerin ve Körfez Araplarını öldürmek mi? Yoksa, Irak’ta Saddam Hüseyin’in devrilmesine, Lübnanlı Hizbullah’ın ortadan kaldırılmasına, Suriye’nin burnunun sürtülmesine, İran’ın madara edilmesine, İsrail ve Filistin’e hileli ‘barış süreci’ külfetinin yeniden yüklenmesine doğru genişleyecek yeni Ortadoğu maceramızın sadece ilk bölümü mü Bin Ladin? Eğer bu hayalperestlik gibi geliyorsa, Washington ve Tel Aviv’den yükselen seslere kulak vermelisiniz. New York Times’ın Pentagon kaynakları, ikinci bölümün Saddam olabileceğini öne sürerken; İsrailliler Şaron’un ‘uluslararası terörün merkezi’ dediği Lübnan’ı potaya sokmak istiyor, tabii bir ‘Bin Ladin hücresi’ keşfettikleri Yaser Arafat’ın çöplüğü Gazze’ye bir iki bomba da fena olmaz hani. Araplar da dünya terörünün sona ermesini istiyor elbette. Ama listeye birkaç isim de kendileri eklemek ister. Filistinliler, İsrail ordusunun eğittiği Lübnanlı müttefikler tarafından Sabra ve Şatila’da 1982’de gerçekleştirilen terörist katliamından sorumlu tuttukları Şaron’un tutuklandığını görmek istiyor. Oradaki 1800 ölü, 11 Eylül’de ölenlerin çeyreği kadar... Hama’daki Suriyeliler de aynı yıl Hama’da işlenen katliamın sorumlusu Rıfat Esat’ı terörist listesinde görmek ister; 20 bin ölü, 11 Eylül ölü sayısının iki mislinden fazla... Lübnanlılar, 1982’de Lübnan’ın işgalini planlayıp çoğu sivil 17 bin 500 kişinin ölümüne neden olan İsrailli subayları mahkemede görmek ister, ölü sayısı yine 11 Eylül’ün hayli üstünde. Sudanlı Hıristiyanlar, Başkan Ömer Beşir’in katliamla suçlanmasını ister. Fakat Amerikalılar açıkça belirttikleri gibi kendi terörist düşmanlarının peşinde, terörist dostları ya da Amerikan ‘ilgi alanı’ dışında kalan toplumları katleden teröristlerin değil. Hatta, Amerika’da serbestçe yaşayan, fakat Amerika’ya zarar vermemiş olanlar bile güvende: Örneğin, 1980’de güney Lübnan’da iki İrlandalı BM askerini öldüren, sonra da Tel Aviv’den rahatça uçağa atlayıp Detroit’e gidip yerleşen İsrail sempatizanı militanı alın. FBI ilgilenirse İrlandalılarda isim ve adresi var. Asıl niyet ne? Demek ki gerçekten de ‘dünya terörü’ne karşı savaşmamız istenmiyor. İstenilen, Amerika’nın düşmanlarıyla savaşmamız. Eğer bu, New York ve Washington’a yapılan iğrençliğin arkasındaki katilleri yakalamaksa pek itiraz eden çıkmaz. Ama akıllara şu soruyu getiriyor; niçin bu binlerce masum, diğer binlerce masumdan daha önemli ve çabamızı, belki de kanımızı diğerlerinden daha çok hak ediyor? Aynı zamanda çok daha rahatsız edici bir soru daha geliyor akla: 11 Eylül’de Amerika’da insanlığa karşı işlenen suça adaletle mi karşılık verilecek yoksa Ortadoğu’da Amerikan siyasi gücünü genişletmeye yönelik amansız bir saldırıyla mı? Her iki durumda da amaçları gizli kapaklı ve yanıltıcı bir savaşa katılmamız isteniyor bizden. Amerikalılar bize bu savaşın tüm diğerlerinden farklı olacağını söylüyor. Ama anlaşlılan o ki farklardan biri, kime karşı ne kadar süreyle savaşacağımızı bilmememiz. Açıkçası bu sonu belli olmayan çatışmaya ne yeni bir siyasi girişim, ne Ortadoğu’yla kurulan gerçek bir siyasi bağ ne de tarafsız adalet eşlik edecek. Ortadoğu insanının ıstırabı, umutsuzluğu ve aşağılanmışlığının yeri yok savaş emellerimizin içinde. Yalnızca Amerikalılarla Avrupalıların ıstırabı, umutsuzluğu ve aşağılanmışlığı var. Bin Ladin’e gelince nerede olduğunu Taliban’ın bilmediğine kim inanır? Tabii ki Afganistan’da. Peki hakikaten yeraltına çekildi mi? Ruslarla savaş sırasında, birdenbire ortaya çıkar, işgalcilerle çatışırdı. Altı kez yaralanmasına rağmen, müthiş bir pusu ustasıydı. Bu Ruslara pahalıya mal oldu. Şer ve şeytanilik bile, Amerika’daki kıyımı tanımlamaya yetmez. Ama, bu işi Bin Ladin’in yaptıysa duracağı anlamına gelmez. Dahası kendi sahasında savaşıyor olacak. Girebileceğimiz delik çok. Bize ateş edecek ucuz tüfek de. Buna hiç de ‘yeni tür bir savaş’ denemez. (The Independent, 23 Eylül 2001) İyiyle kötünün tiyatro oyunu Eduardo Galeano Meleğin şeytana karşı savaşımında nedense hep insanlar ölüyor. Teröristler, iyinin kötüye karşı verdiği savaşımda, New York ve Washington’da 50 ülkeden emekçiyi öldürdüler. İyiliğin adına kötülüğe savaş açan Başkan Bush, öç alma yemini etti. ‘Kötülüğü yeryüzünden kazıyacağız’ diye buyurdu. Kötülüğü kazımak? Kötülük olmadan iyilik ne işe yarar ki? Kendi çılgınlıklarını meşrulaştırmak için düşmana ihtiyaç duyanlar, sadece dinsel fanatikler değil. Silah endüstrisi ve ABD’nin devasa savaş makinesi de varlığını meşrulaştırmak için düşmana ihtiyaç duymakta. İyi ve kötü, kötü ve iyi: Yazarlarının arzularına göre aktörler maske değiştirir, kahramanlar canavar, canavarlar ise bir kahraman haline gelebilir. Bu da yeni bir şey değil. Alman bilim adamı Werner von Braun, Hitler’in Londra’yı bombalamakta kullandığı V2 füzelerini icat ettiğinde kötüydü, ama yeteneklerini ABD’nin hizmetine sunduğunda, iyi biri haline geliverdi. Stalin de, İkinci Dünya Savaşı’nda iyiydi ama, Şeytan İmparatorluğu’nun lideri haline gelince kötü oldu. Soğuk Savaş yıllarında John Steinbeck, “Belki de bütün dünyanın Ruslara ihtiyacı var, öyle sanıyorum ki, Rusya’da dahi Ruslara ihtiyaç var. Belki de Rusya’daki Ruslar Amerikalı sayılıyordur” diye yazmıştı. Daha sonra Ruslar bile iyi insanlar oldular. Bugün, ‘Kötülük mutlaka cezalandırılmalı’ korosuna artık Putin de rahatlıkla katılabilir. Saddam artık ikinci İranlılar ve Kürtlere karşı kimyasal silah kullanırken Saddam Hüseyin iyiydi ama, sonra kötü oldu. Amerika Panama işgalini sona erdirdiğinde, Kuveyt’i işgal etti diye Irak’ı işgal etmek için ona Şeytan Hüseyin demeye başladı. Kendisi başlı başına kötülüğe karşı bir savaş timsali olan Baba Bush, ailesini karakterize eden insancıl ve merhamet dolu hislerle, çoğunluğunu sivillerin oluşturduğu 100 binden fazla Iraklıyı katletti. Şeytan Hüseyin, olduğu yerde kaldı, fakat insanlığın bu bir numaralı düşmanı bir basamak gerileyerek insanlığın iki numaralı düşmanı oldu. Dünyanın bir numaralı baş belasına bugünlerde Usame bin Ladin deniyor. Ona terörizm hakkında bildiği her şeyi CIA öğretti: Bin Ladin, Afganistan’da komünizm karşıtı başlıca ‘özgürlük savaşçısı’ olarak ABD hükümetince korunup silahlandırıldı. Başkan Reagan bu kahramanlara ‘ABD’nin Kurucu Başkanlarıyla manevi eşitlik’ bahşederken, Baba Bush başkan yardımcısıydı. Hollywood da buna uydu ve Rambo 3 çevrildi: O günlerde, Afgan Müslümanları iyi çocuklardı. 13 yıl sonra bugün oğul Bush döneminde ise, kötünün de kötüsü oldular. Henry Kissinger, bu son trajediye ilk tepki verenlerden biri oldu. “Her kim ki destek sağlar, finanse eder yahut teröristlere ilham verir, bunlar, en az teröristler kadar suçludur” diye vurguladı. Bunlar, oğul Bush’un saatler sonra tekrarlayacağı sözlerdi. Eğer durum buysa, şimdiki acil görev, Kissinger’ı bombalamak olur. Kissinger’ın suç dosyası Bin Ladin ya da dünyadaki herhangi bir teröristten çok daha kabarık. Üstelik bu suçlar, dünyanın birçok ülkesinde işlendi. Endonezya, Kamboçya, İran, Güney Afrika, Bangladeş ve Akbaba Planı’nın [Plan Condor] kirli savaşından çok çekmiş bütün Güney Amerika ülkelerinde devlet terörüne ‘destek, finans ve ilham’ sağladı Kissinger. 11 Eylül 1973’te, önceki haftaki felaketten tamı tamına 28 yıl önce, Şili Başkanlık Sarayı’na hücum edilmişti. Kissinger, Allende ve Şili demokrasisinin mezar kitabesini, Şili’deki seçim sonuçlarını yorumlamadan çok daha önce yazmıştı: “Bir ülkenin, kendi halkının sorumsuzluğu yüzünden komünist olmasına neden göz yummamız ve tahammül etmemiz gerektiğini anlamıyorum.” Halkı aşağılamak Halkı aşağılamak, devlet ya da özel terörün ortak paydalarından biri. Bask ülkesinin bağımsızlığı için insan öldüren bir örgüt olan ETA’nın bir sözcüsünün dediği gibi: “Hakların, azınlık veya çoğunluk olmakla hiçbir alakası yoktur.” Düşük teknolojili terörizm ile yüksek teknolojili terörizm arasında, dinsel fanatiklerin terörizmi ile piyasa fanatiklerinin terörizmi arasında, umutsuzların terörizmi ile güçlülerin terörizmi arasında ve zincirinden boşalmış psikopatın terörizmi ile soğukkanlı üniformalı profesyonelin terörizmi arasında epey ortak nokta var. Hepsi, insan hayatını hiçe sayma noktasında buluşuyor: Kumdan kaleler misali yıkılan ikiz kulelerin altında ölen 5 bin 500 yurttaşın katilleri ve dünya gazete ve televizyonlarının ilgisini çekmeyen, çoğu yerli 200 bin Guatemalalının katilleri gibi. O Guatemalalılar, herhangi bir İslam fanatizmine kurban gitmediler, birbirini izleyen ABD hükümetlerinden ‘destek, finans ve ilham’ alan ölüm mangalarınca öldürüldüler. Bütün bu ölüm tapıcıları, sosyal, kültürel ve ulusal farklılıkları askeri terimlere indirgeme ihtiyacı konusunda da hemfikir. Kötülüğe karşı iyiliğin adına, Tek Hakikat adına, her şeyi önce öldürüp sonra sorarak çözümlüyorlar. Ve bu yöntemle, savaştıkları düşmanı güçlendiriyorlar. Başkan Fujimori’ye, bir terör rejimi kurabilmesi ve Peru’yu bir muz fiyatına satabilmesi için aradığı kitle desteğini Aydınlık Yol’un zalimlikleri sağladı. Cihat adına terörizm zeminini hazırlayan şey, ABD’nin Ortadoğu’daki zalimlikleridir. Her ne kadar, Uygar Dünya’nın liderleri yeni bir Haçlı Seferi için bastırsalar da, Allah, kendi adına işlenen suçlardan sorumlu değil. ‘Günün sonunda’ ne Tanrı Yahova’nın izleyicilerine karşı bir Soykırım yapılmasını, ne Yahova, Şabra ve Şatila katliamlarının yapılmasını emretti ve ne de Filistinlilerin topraklarından sürülmesini. Her şey bir yana, Allah, Tanrı ve Yahova aynı kutsallığın üç farklı adı değil mi ki? ‘Göze göz kör eder’ Hatalar trajedisi: Artık, kimin kim olduğunu hiç kimse bilemiyor. Patlamaların dumanları, hepimizi açık seçik görmekten alıkoyan çok daha kesif bir duman perdesinin bir parçasını oluşturmaktadır. İntikamdan intikama, terörizm bizi kendi mezarlarımızı kazmaya zorluyor. New York duvarlarındaki bir grafitinin geçenlerde basılmış bir fotoğrafında gördüm: “Göze göze bütün dünyayı kör eder!” Şiddet sarmalı, şiddet ve karışıklık doğurur: Acı, korku, hoşgörüsüzlük, nefret, çılgınlık. Bu yılın başlarında, Porto Alegre’de, Ahmet bin Bella, “Danayı bile delirten bu sistem, insanları da delirtiyor” uyarısında bulunmuştu. Ve bu delirmiş, nefretten çılgına dönmüş insanlar, kendilerini yaratanlar gibi davranıyorlar. Luca adında, üç yaşındaki bir çocuk, bana: “Dünya, evinin nerde olduğunu bilmiyor” demişti. O sırada bir haritaya bakıyordu. Bir gazeteciye de bakıyor olabilirdi. (La Jornada, 25 Eylül 2001) Tek şüpheli Ladin mi? Boris Kagarlitski New York’ta yaşanan terörist saldırı, Pearl Harbor baskını ve Kursk denizaltısının kaybıyla karşılaştırılıyor. Mihail Gorbaçov ise olayı Çernobil’e benzetiyor ki Amerikan yönetiminin yaşadığı şaşkınlık ve maruz kaldığı alçaklık açısından yerinde bir benzetme. Her iki olayda da yetersizlik, çaresizlik ve yetkililerin kendilerini aklama çabaları var. Pek kimsenin aklına gelmeyen bir benzetme daha var; Reichstag yangını. Yaygınlaşan Arap ve Müslüman karşıtlığı, 1930’larda yaşananları çağrıştırıyor. ABD otoriteleri suçluyu hemen Arapların arasından aradı. Diğer şüpheliler akılların bir köşesine itilirken, bin Ladin ilk ve en muhtemel şüpheli olarak görüldü. Daha ilk dakikalarda, saldırıları Arapların yaptığında herkes hemfikirdi. Buna rağmen Arap bağlantısını destekleyen deliller arttıkça, şüphe de arttı. Patlamalardan hemen sonra televizyonda ünlü âlim Viyaçeslav Nikonov suçluların kesinlikle bulunması, en azından açıklanması gerektiğini söyledi ve ekledi: “Eğer suçlu Taliban ve bin Ladin ise bu Rusya’nın işine gelir.” Yine televizyonda konuşan Aleksander Gordon, saldırganların Oklahoma’daki bombalama olayında olduğu gibi aşırı sağcı gruplar olabileceği görüşündeydi. Uzmanlar operasyonun uçakta bıçak tehdidiyle kokpite girmek gibi bireysel ayrıntılarının ne kadar basit olduğunu vurguluyor. 11 Eylül’de yapılan eylem çok sıkı bir yönetim, kontrol ve lojistik gerektiriyordu. İslami terörün gücü, eylemin basitliğinde ve beklenmedik oluşunda yatıyor. Her grup özerk biçimde çalışıyor. Çünkü Allah’ın savaşçılarından her biri, kendi başına hareket edebilecek kapasiteye sahip. New York ve Washington’a yapılan saldırılar çok iyi koordine edilmiş, her ayrıntı hiçbir hataya elvermeyecek kadar iyi planlanmıştı. Saldırı serbest dolaşım hakkına sahip ve şüphe altında olmayan insanlarca gerçekleştirilmiş gibi. Profesyonel olsalardı, eğitimlerini yeraltı terör gruplarında yapmazlardı. Saldırının Amerika içindeki güçlerce ve ciddi bir askeri deneyimi olan kişilerce gerçekleştirildiği göz önünde bulundurulmalı. Neden saldırının aşırı sağcı grupların bir komplosu olduğu ihtimali değerlendirilmiyor? Araplar saldırıyı yapmak için kullanılmış olamaz mı? Saldırıları kim yapmış olursa olsun, Rusya ve İsrail üzerinde Reichstag yangınına benzer bir rol oynadıkları gerçek. ‘Batı uygarlığı değerlerini destekleyen’ aşırı sağcı politikacılar zaten intikamdan söz ediyorlardı. Yine ve bir kez daha aynı şey tekrarlanıyor: “Müslümanlar barbar insanlardır ve onlarla pazarlık edilmez. Onlar bizler gibi değil, dolayısıyla bizim demokrasi ve insan hakları anlayışımızla bağdaşmazlar”. Kimileri “Halkın hoşlanmayacağı tedbirleri almakta çekinmeyelim”, kimileri de “Kendimizi demokrasi kurallarıyla sınırlamayalım” diyor. Kısa vadede gerekçesiz tutuklamalar, geniş çaplı aramalar ve toplu sınır dışı etme peşindeler. Amerika’dan İslami topluluklara karşı yapılan ırkçı saldırı haberleri geliyor. Uygulanan baskının toplu direnişlere yol açacağı gayet açık. Bu da düşman kazanmanın yolu. Bizi Müslümanların saldırılarıyla korkutmak isteyenler bunun farkında değiller mi? Kesinlikle farkındalar. Küresel çapta olmasa da en azından yerel bölgede alınabilecek kesin çözüm olasılığına inanıyorlar. Uzun vadede istedikleriyse etnik temizlik ve soykırım. (The Moscow Times, 18 Eylül 2001) Ortadoğu’nun tavrı ABD’ye bağlı Bernard Lewis Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a saldırılar çoğu yorumda Pearl Harbor ile ilişkilendirildi. Benzerlik saldırıların aniliği ve acımasızlığından daha ilerde. İki olay da münferit değil; zafere gitmesi umulan bir savaşın açılış vuruşu. Japonlar o zaman zenginliğine ve gücüne rağmen ABD’nin barışçı, hatta korkak olduğunu düşünüp, Asya’ya el atmaması için kolayca korkutulabileceğini hesaplıyordu. Son saldırıların arkasında da aynı türden bir hesap var. Amaçlarda da benzerlikler söz konusu: Amerikalıları, ekonomik uzantıları, kültürleri ve yerel yardakçılarını İslam dünyasından kovmak. Dostluk var dostluk var Hesap ilk bakışta mantıksız da değil. ABD’nin Vietnam’ı terk etmiş, Lübnan ve Somali’den terör tehdidi nedeniyle çabuk çekilmiş olması bu düşünceyi doğuruyor. Sözcülerin, dost sayılanlar dahil, diğer ülkelerin liderlerine seslenirkenki ikircikli, çekingen tutumu da bu fikri destekliyor. Dost ve dostluk kelimeleri, bireyler ve devletler arasında iki ayrı olguya işaret etmek için kullanılır: İlki, ortak ilke ve beklentilere dayalı karşılıklı bir taahhüt. İkincisi ortak menfaatler üzerinde yükselen geçici bir ortaklık. İlki kalıcıdır, değişimlerden etkilenmez; diğerinin ömrü ise ortak çıkar hesaplarıyla sınırlıdır. Siyasi anlamda ilki, bazı farklara rağmen, aynı ortak temelleri -hukuk devleti, seçilmiş hükümet vs.- paylaşan demokrasilerin ilişkilerini kast eder. İkinci, iktidar olduğu ve tutumunu değiştirmediği sürece otokratik bir yöneticiyle uzlaşmayı... Peki otoriter bir iktidar niye tutumunu değiştirir? Bu noktalardaki tartışmalarda sıkça, kamuoyu, seçim iklimi, seçmen kitlesi gibi Batı demokrasilerinin diline ait terimler kullanılır. Ancak bunlar otoriter rejimlerin sivil özgürlükler, ifade özgürlüğü gibi yabancı kavramları dert etmeyen siyasi dünyasında çok az şey ifade eder. Bir diktatörlükte siyaseten hayatta kalmanın kuralı basittir: Vagona atla. Bugünün koşullarında ortaya çıkan sorun, trafik karışıklığında bineceğiniz vagonu seçebilmekte. Çünkü yanlış bir seçim ölümcül olabilir. Anlamak zor değil Teröristler ve onları barındırıp koruyan hükümetlere yönelik tutumları anlamak o kadar da zor değil. Saddam Hüseyin komşularından üçüyle savaştı, ikisini işgal edip ağır hasara yol açtı. Açıkçası komşuları ne geçmişi unutabiliyor ne de geleceğe emin bir şekilde bakabiliyor. Başlıca istekleri Saddam’ın devrilip yerine daha az tehditkâr bir rejimin geçmesi. Ama Saddam’ı deviremeyip olsa olsa keyfini kaçıracak bir maceraya atılarak gazabına maruz kalmayı göze alamıyorlar. Bu noktada öncelikli ihtiyaçları, diktatörlerin ve teröristlerin siyaseti ve amaçlarını değerlendirmek değil; bunları biliyorlar. Asıl sorunları, ABD’nin siyaset ve amaçlarını anlamak. Bu daha çetin bir iş. Ellerinde iki kılavuz bulunuyor: Birincisi tarih. Ne yazık ki tarih pek de teşvik edici değil. İkincisi ise Amerikalı devlet adamları, asker ve diplomatlarla kurdukları ilişkiler. Ortadoğu ülkelerinin ABD’nin destek çağrısına nasıl yanıt verecekleri Amerikalıların tavrını nasıl değerlendireceklerine bağlı. Meselelerin, tarafların netleşmesi; siyasetin belirlenip uygulanmasında kararlılık lazım. Bunlar sağlandığında bile korku içindeki komşulardan gerekli desteğin alınacağı gibi bir kesinlik söz konusu değil, sadece bir olasılık bulunuyor. Ama şundan eminiz ki onlar olmadan başarısızlık kesin. (The Washington Post, 16 Eylül 2001) Küresel teröre karşı küresel toplum Edgar Morin Şiddetin karşıtı yumuşaklık değil fikirdir. Ettienne Baulieu, romancı Önce sözcüklere bir göz atalım. Terörizm. Terörizm kavramı, katliamlar yapan düzenleyen uluslararası cihat örgütü El Kaide için de kullanılıyor, kendisini demokratik yollarla ifade edemeyerek, şiddet kullanan ulusal direniş örgütleri için de. Naziler kendilerine direnen Avrupalılara terörist dedi. Çeçen direnişiyle karşı karşıya kalan Putin de. Tabii direnişe geçen bir toplumu hedef alan devlet terörü de terörün bir çeşidi. Kaide, terörizmin yeni bir biçimini oluşturdu. Teknik ve ekonomik alanda küreselleşme terörizmin de küreselleşmesine, dolayısıyla da küreselleşmenin dünyayı tehdit eder boyutlara ulaşmasına yol açtı. İslamcı. İslamcı kelimesi yanlış anlamalara neden oluyor. Batılılar İslam dininin ilkelerine inananları fanatik olarak değerlendirmeye başladı. Bu da fanatizmle terörizmin birbirine karışma riskini doğurdu. Aslında İslamcılık Kuran’a, şeriata dönüşü benimsediğinde Batı uygarlığının, demokrasinin ve siyasal liberalizimin reddini de benimsiyor. Ama, İslamcılık cihattan terörizme dönüşebilse de kendi içerisinde, cihadı ve terörü içermiyor. Uluslararası cihat örgütü Kaide’den bahsettiğimizde ise İslam dinine indirgeyemeyeceğimiz muazzam bir dinsel sapmayla karşı karşıya kalıyoruz. Ama İslamcı kelimesi, Batı medyasınca kullanılarak, bütün İslamcılara potansiyel bir terörist yaftası yapıştırılmasına neden oluyor. Bu da İslam’ın kendi içindeki karmaşık yönünü görmemize engel oluyor. Her fikri hata, eylem hatasına dönüşüyor, dolayısıyla da karşımızdaki tehditleri ağırlaştırıyor. Sadece kendi karmaşıklığıyla İslamı ele almak yetmez. İşin içine ABD, İsrail ve küreselleşmenin bütün anlamlarını, uyuşmazlıklarını da katmak gerek. O kadar basit değil ABD, dünyanın en eski demokrasisi, en açık, aynı zamanda da artık en kırılgan toplumu. Amerika, Avrupa’yı Nazizmin tehdidinden korudu, Bosna’da ve Kosova’da Müslüman halkı kolladı. Kanlı Irak-İran savaşının, Cezayir’deki terörün, Araplar arasındaki bütün çatışmaların sorumlusu ABD değil. Kültürü, McDonald’s’a veya Coca-Cola’ya indirgenemez. Bilim, edebiyat, film, caz, rock alanında da yaratıcı oldu. Avrupa ne kadar Amerikalaşıyorsa, Amerika da o kadar Avrupalılaşıyor. Ancak, ABD aynı zamanda hem silahlanma, hem de ekonomi alanında dünyanın süper gücü. Demokrasisi, kendi çıkarı söz konusu olduğunda diktatörleri desteklemesine engel teşkil etmez. İnsaniyeti, aynı zamanda kör bir insanlık karşıtı düşünceyi de içerir: Alman şehirlerini bombalamaktan geri kalmadı, Hiroşima ve Nagasaki’de yaptığını da unutmamak gerekiyor. Afganistan’ı bombalaması da, sivil halkın ölümüne neden olan bir başka terör eylemi. Çok uzaklardan sadece halkın üzerlerine bombalar yağdırarak, açlığa ve korkuya neden oldu. Dünya Ticaret Merkezi’nde 5 bin kişinin kurban olmasının acısıyla, Afgan halkını bombardımana tutarak, düşüncesizce insani felaketlere yol açtı. Terörizmle mücadele etmek için yaptığı bombardımanla terörizme neden olarak kendi içinde çelişkili davrandığının bilincinde değil. İki görkemli ‘kule’ gerçeklikten de öte aynı zamanda bir o kadar da simgeseldi. Amerikan gücünün, zenginliğin, kapitalizminin, yönetiminin, açılımının simgeleriydi. Yıkılmaları sadece bizim değil aynı zamanda bütün dünyanın Mahnattan’a bakış açısında delik açtı. Bazıları için, ABD’nin sömürgeciliği ve kapitalizmi yara aldı, diğerleri ise demokrasi ve uygarlığın bundan zarar görmesinden dolayı kızgınlıklarını saklayamıyor. Her iki düşünce birbirinin tamamlayıcısı. Çeşit çeşit kompleks Bununla birlikte ABD tüm dünyayı heveslendiriyor: Birçok insan ABD’ye gitmeye çalışırken birçok toplum da Amerikan uygarlığına ait olmaya çabalıyor. Vassalları ABD’den hem çekiniyor hem de saygı duyuyor. Avrupalılar da ABD’yle dayanışma içinde kalmayı tercih ediyor. Ancak refah ve zenginliği bir taraftan derin bir hayal kırıklığına yol açıyor. Dünyayı yönetmesi teknik bir aşağılık kompleksine (güney yarımküre için) neden olurken kültürel açıdan da yükseklik kompleksine (Avrupalılar için) yol açıyor. Birçok ülkenin gelişmemişliği, Amerikan ekonomisinin fazla gelişmişliğine bağlanıyor. Bir yanda yetersiz beslenme, yoksulluğa bağlı sağlık sorunları ve AIDS’ten mustarip geniş yığınlar, diğer yanda aşırı beslenen, aşırı sağlıklı Batılılar ve özellikle de ABD. İşte bu yüzden Amerikan dünyası eskinin antik ve zafer elde etmiş, bugünün ise kendini küçük gören ve tehdit altında hisseden kültürlerinde alerji ve saldırganlık uyandırıyor. Dünya pazarındaki liberalleşmenin olumsuz sonuçları, eşitsizliğin ve ekonomik krizlerin daha da büyük boyutlar kazanması, öfkeyi kabartıyor. Marksizm ve Leninizm’i bir ütopya olarak gören düşünceler için, kendi düşleri yıkılırken, Amerikan emperyalizmi ve kapitalizmin, yani kötünün ayakta kalması bir hayal kırıklığı kaynağı. Bu düşüncedekiler, Amerika’yı kapitalizm ve emperyalizmiyle şeytan gibi görürlerken, Komünist Sovyetler’in kapitalizmden beter olduğunun farkına varamadı. Demokrasi ile totalitarizmi ayırt edemediler. Amerikan emperyalizminin özellikle de Sovyetler’in başını çektiği eski emperyalizmden çok daha zararsız olduğunu göremediler. Birbirine zıt iki gerçek Bununla birlikte, gezegenin farklı yönlerinden yayılan inanılmaz düşmanlıklar ABD’yi gezegenin bütün kötülüklerinin sorumlusu olarak görmekte. Madem onlar bu dünyanın başındalar, demek ki bütün kötülüklerin sorumlusu da onlar, diye düşünülüyor. ABD, Batı’nın en kötüsü olarak değerlendiriliyor. Gerçi Batı 16’ncı yüzyıldan itibaren gerçekleştirdiği sömürgelerle, işgallerle, halklara uyguladığı soykırımla kendisine yönelik bakış açısını olumsuz hale getirmedi değil. Bununla birlikte, burada birbirine zıt iki ayrı gerçeği de vurgalamak gerekiyor. Batı’nın, insanlık tarihinin uzunca bir evresinde gezegene yapacağını yaptığı doğru. Ancak, sömürgecilik aynı zamanda Batı Avrupa’da insani değerlerin doğmasına da neden oldu: insan hakları, halkların hakları, millet hakkı, demokrasi, kadın hakları. Demokraside, insan haklarında, kadın haklarının uygulanmasında geç kalınmasının temel nedenini ancak dünyada halen var olan tehlikeli devletlere bağlayabiliriz. Tarih bize dini hoşgörünün, hem İslam’da, hem Hristiyanlık’ta, Yahudilik’te, Endülüs’ten Osmanlı’ya kadar birçok yerde bulunduğunu gösterdi. İslam, dünyanın en büyük uygarlığında, Bağdat Halifeliği zamanında doğdu. Ancak geçmişin zaferiyle yaşanırken, bir taraftan da diktatörlüklerin, yoz polis devleti ve askeri rejimlerin altında ezilen, sosyalizmin, komünizmin başarısızlığa uğramasıyla kalkınma umudunu yitiren bazı talihsiz kesimler kendilerine dini kimlik arayışına girdi. ABD-İsrail özdeşliği Bu hayal kırıklığı ortamı, aşağılanmayla daha da arttı, Filistinlilerin maruz kaldığı baskı ortamı yaşanılan günlük aşağılanmayı yüksek boyutlara ulaştırdı. İsrail-Filistin sorunu, Arap ülkelerinin güçsüzlüğüne bağlı olsa da olmasa da, adaletsiz bir ortam doğurdu. ABD’nin kayıtsızca İsrail’in yanında yer alması, İsrail’in ABD’nin, ABD’nin de İsrail’in ve Yahudilerin bir aracı gibi değerlendirilmesine yol açıyor. ‘Şaronizm’ ile daha da vahimleşen bu özdeşleştirme İsrail kadar ABD için de ölümcül. İçinde bulunduğumuz durumda, hayal kırıklığı, hınç, geçmişteki büyük uygarlığa özlem, uluslararası İslam toplumunu, yani 1 milyar Müslüman’ı etkilerken, cihadı da öne çıkarıyor. Mağrip’ten Pakistan’a kadar bütün bir gençlik için Bin Ladin, Babil’in kulelerini yerle bir eden inançlı bir süpermen. Ladin onlar için, İslam’ın dirilişini sağlayan, halifeliğin geri gelmesine yarayacak kişi. Bir anlamda bundan sonra nasıl gelişeceğini bilmediğimiz yeni bir mesih doğdu. Aynı zamada, Batı uygarlığının en iyi değerlerinden etkilenenler de var: kişisel özgürlükler, siyasi özgürlükler, eleştiri hakkı, kadın-erkek eşitliği. Gerçek savaş aslında, bir taraftan kendi kimliklerini koruyup geleneklerine saygı gösterilmesini bekleyen, diğer taraftan Batı’nın değerlerinden yararlanabilme hakkı isteyen İslamcıların düşüncelerinde yaşanıyor. Zaferi de kendi kültürel kimliğiyle gezegen vatandaşlığı arasında sentez yapabilenler yaşayacak. Bir yandan Yahudilerin haklarını ararken, öte yandan Filistinlilere kötü davranan, doğduğundan beri Arap komşularınca yok edilme tehdidiyle yaşayan, sonunda da askeri açıdan onlardan daha kuvvetli hale gelen, geleceğine ilişkin hâlâ şüpheler yaşarken Filistinlileri giderek daha fazla ezen İsrail’in varlığı ise Arapların düşmanlığıyla besleniyor. İsrail, Filistin devletini, 1967 sınırları dahilinde tanıma konusunda çelişki yaşıyor. Ataları 2 bin yıldır aşağılanan, katledilen Yahudiler sonunda bunun sorumluluğunu sivillere, ailelere yükleyerek, atalarının maruz kaldıklarının aynılarını Filistinlilerden çıkarmaya çalışıyor. Filistin devleti, hemen şimdi İsrail ve Filistin sorunu, sadece Ortadoğu’da değil, İslam-Batı dünyası arasında da bir kansere dönüşerek bütün gezegene yayıldı. Bir Filistin devletinin varlığı, doğuşunun güvenceye alınması artık bütün bir insanlık için acil bir gereklilik haline geldi. Son 10 yılda iletişim sayesinde bir küresel toplum oluştu, ekonomi küreselleşti. Ancak bu toplum, kontrolü kaybetti, suçu engelleyemiyor (mafya, uyuşturucu ve fahişelik). Şimdi bu küresel toplumun bir de terörizmi var. Ancak, bu küresel toplum ekonomiyi, polisi, siyaseti düzenleyecek güce, örgüte ve haklara ulaşamadı. Gezegen vatandaşlığına yönelik ortak bir bilinç halen oluşmadı. Terörizmin küreselleşmesi, küresel toplum düşüncesinin de bir anlamda oluşmuş olduğunu gösterir. Çünkü Kaide’nin ne ait olduğu bir devleti, ne ulusal sınırları var. Bir devlettten diğerine atlarken, ordusunun mali gücünün tamamen uluslararası olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu örgüt göçebe ve hareketli olan bir merkeze sahip olarak bir devletten çok daha etkili davranabiliyor. Örgütün ağları, küresel toplumda mevcut. Yani küreselleşmesi mükemmel. Din savaşı da küresel toplumun içinde bir iç savaş misali. Bu sınır tanımayan, hayal kırıklıkları, umutsuzluklar ve inanılmaz bir inançla beslenen terör makinesi bir anlamda, en gelişmiş barbarlık yöntemlerini kullanan bir yıkıcı güç, öldürücü bir şiddete dönüştü. Kaide’nin mücadelesi, ülkeler arasında bir savaşı değil, polisi ve siyaseti harekete geçirmeliydi. Ancak metaforik bir savaş Afganistan’ın bombalanmasıyla, savaş kurbanlarına yol açan gerçek bir savaşa dönüştü. Oysa bu durumda gezegen karşıtı bir düşmana karşı daha karmaşık ve ortak bir gezegen eylemi gerçekleştirmek gerekirdi. 11 Eylül’ün dinamiği giderek hızlandıkça riskler de artıyor. Ekonomik riskler. Küresel pazarın kendine özgü karşılıklı bağımlılığı, düzenleyici sistemlerin yokluğuyla daha da ciddi hale gelen bir kırılganlık ve tıpkı 1929 krizinde totaliterlik için olduğu gibi, yeni diktatörlük kültürlerini besleyen tasarlanabilir bir genel kriz hali ortaya koyuyor. Gezegenleşmiş bir dönemde ortaya çıkan bu karşılıklı bağımlılık, aynı zamanda gezegenin kaderini de kırılgan hale getiriyor. Histeri riski. ABD’ye yönelik sürekli ve değişik düzeyli tehditler ve Amerikan karşıtı düşüncenin güçlenmesi histerik duyguları körüklemekten başka işe yaramaz. İsrail-Filistin kanseri giderek kötüleşiyor. Soruna acil çözüm bulunmadıkça kanser önüne geçilemez biçimde yayılıyor. İsrail karşıtı düşünce, hem Yahudi hem de Amerikan karşıtlığına yol açarken, düşüncelerle bedenleri de kirletiyor. Şaron’un gidişatı sadece kötü değil aynı zamanda, İsrail’i bir intihara sürükleyebilir. Bu intihar, Arap dünyasını da yok edebilecek bir düzeye gelebilir. ABD’nin, Avrupa ülkelerinin ve BM’nin iki bölgeyi 1967 yılı sınırlarına ayıracak bir uluslararası askeri müdahalede bulunmayı göze alamaması tarihi bir felakete neden olabilir. Bin Ladinci dalganın da etkisiyle, İslamcı rejimlerin demokrasiye doğru değil de dinci fanatizme yönelmeleri mümkün olabilecek. Zaten gezegeni etkileyebilecek nükleer, bakteriyolojik ve kimyasal risk, daha da görünür hale geldi. 20. yüzyılda iki ayrı barbarlık, ortaklık yapmaya başladı. Birinci barbarlık, ilk çağdan gelen katliam ve yıkım. Diğeri, kendi uygarlığımızın içinden gelen barbarlıktı. ‘Binladinizm’ işte bu iki barbarlığın yeni birlikteliğini oluşturuyor. Kendi uygarlığımızın içerisinde de, ölümü üreten güçler olduğunu, bir barbalığın var olduğunu unutmamak gerekiyor. Bizim bilimsel ve teknik anlamda çok fazla gelişmişliğimiz, etik ve düşünce açından az gelişmişlikle birleşiyor. Bununla birlikte uygarlığımızın içerisinde iki ayrı erdem de mevcut: Laiklik ve demokrasi. Batı gidip geliyor ABD, daha genel olaraksa Batı iki ayrı alanda gidip geliyor: Birincisi felakete neden olabilecek düzeyde çılgınlık. Diğeri ulaşması hayli zor bilgelik. Çılgınlık; Haçlı fikri, şeytani düşünceler, histerik bir savaş yaratarak, yığınların ölümüne neden olmak olarak açıklanabilir. Ancak bilgelik; insanlığın bilincini, gezegenin kaderini içinde taşıyor. Biz ne kadar, ‘Hepimiz Amerikalıyız’, ‘Hepimiz çocuğuz’, ‘Hepimiz dünya vatandaşıyız’, dersek, ABD’nin de o kadar ‘Hepimiz Amerikalı değiliz’ düşüncesini kabullenmesi gerekli. Paul Valery’nin de dediği gibi, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından sadece bilinç değil, aynı zamanda gezegenin insanlığı da ölümsüzleşti. Bugünün bilinci, nefret karşısında tek alternatifin demokrasi olduğunu bize gösteriyor. Bu bilinç aynı zamanda, asgari bir etik düşüncesini de aşılıyor bize: Cahilce yöntemler kullanarak yüce bir dünya yaratamayız. ‘Küresel toplum kimliği’ bilinci mutlaka oluşmalı. Sadece bir küresel toplum, terör toplumuna karşılık verebilir. Sadece bir küresel toplum küresel pazarı düzenleyebilir. Yeni bir barış Bu yeni tip savaş yeni tip bir barış da gerektiriyor. Terörizmle mücadele ederken, Müslümanları radikal köktenci fanatiklerden ayırarak, aynı zamanda İslam’la da barış yapılmalı. Bu da Ortadoğu’da bir barışı acil hale getiriyor. Bu konfederal gezegen politikası, imparatorluk politikasına dönüşmemeli. Çin, Hindistan, Avrupa, Latin Amerika ve diğerleri gezegenin konfederal büyük vilayetleri haline gelmeli. Uygarlığın politikası, uygarlıklar arasında savaşa karşı verilebilecek tek yanıt. Somut olarak, küresel toplumun en yoksul bölgelerine Marshall planının yapılması, refah ülkelerinin gençlerinin yoksulluk içindeki ülkelerin gençlerinin yardımlarına koşması, sağlık giderlerini karşılayamayan halkların yardımına koşmak üzere bir dünya sağlık ajansının kurulması lazım. Sonuç olarak yeni tip savaş, terörizmi kökünden kazımak üzere bir küresel merkez oluşturmak durumunda. Amerikan politikası, çılgınlıkla bilgelik arasında zikzak çizmeye başladı. İmparatorluk savaşı ile konfederal savaş, bilinç ile bilinçsizlik arasında kaldı. Bu zikzakların ardından, Afganistan’a müdahale halen devam ediyor. Karşılık verme zamanı Gezegenin artık bu duruma karşılık verme zamanı geldi: Artık bütün çelişkilerin görülmesi, bütün taraflar arasındaki ilişkilerin bilinmesi gerekiyor. Her birimiz kendi içimizde ruhani büyük bir mücadele veriyoruz. İnsanlık düşüncesi, kendi içinde kötünün kötüsünü, çılgınlığı, körlüğü, anlayışsızlığı, yanılsamayı barındıyor. İnsanlık düşüncesi aynı zamanda kendi içinde mantığı, anlayışı ve merhameti de barındıyor. Dünyanın bu barbar haline şu anda bulunan çözüm bizi hiçbir yere taşımayacak. Başımıza gelebilecek olanın en kötüsünden kaçınarak, doğru yönde yol almak gerekiyor: küresel toplum ve küresel vatana doğru. Yoksa küresel toplumun, uluslar toplumunun ve ölüme karşı birleşmiş kültürlerin içinde doğabilmesi için uçuruma daha da yaklaşılması mı gerekiyor? Dibi boylamadığımız sürece başımıza gelen felaket bizim son şansımız olabilir. (Le Monde, 22 Kasım 2001) Mare Nostrum’da barış Chris Patten En kötü olaydan en iyi sonucu çıkarmak gerekiyor. Dünya kamuoyunun 11 Eylül saldırıları nedeniyle bir şok içinde olduğu şu zamanda, bu sarsıntının bir umut kaynağı olması gerekmektedir. Çünkü kin ve kaos teröristlerin işine gelmektedir. Teröristlere vereceğimiz en iyi cevap, binlerce terör kurbanı için dikeceğimiz en güzel anıt, dünyanın her yerinde bulunan insanlarla ilişkileri geliştirerek, sözde ‘uygarlıklar savaşı’nı boşa çıkarmak olacaktır. Hiç kuşku yok ki bu saldırılar ve ardından gelişen olaylar Avrupa Birliği’nin dış politikası bakımından karşılıksız kalmayacak. Kalkınma ve barış Bütün Akdeniz çevresinde bir barış ve kalkınma süreci oluşturmak hiçbir zaman bu denli gerekli olmamıştır. Mitchell Komisyonu önerilerinin eksiksiz ve çabuk uygulanması ile ilgili olarak Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri tarafından yapılan çabalara rağmen Yakındoğu’da hiçbir zaman şiddetin yerini diyalog alamadı. Cezayir’de, iç savaş, ekonomik durgunluk, başka yerlerde zar zor yol alan ekonomik ve toplumsal çağdaşlaşma halkı çileden çıkarmaktadır. Ortadoğu’da barış sürecinin durması, terörizme karşı mücadelemiz konusunda olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Her ne olursa olsun, bir yanlış anlaşılmaya yol vermemek gerekiyor. Avrupa Birliği kesin olarak terör ile Arap ve İslam dünyasını birbirine karıştırma düşüncesini kabul etmemektedir. Eskiden olduğu gibi Akdeniz ülkeleri için daha dengeli ve daha müreffeh bir geleceğin ve dayanışmanın güvencesi olan kalkındırma programlarını kararlılıkla sürdürmektedir. Brüksel’de toplantı Gand’da yakın zamanlarda yapılan toplantıda, Avrupa Konseyi, Akdeniz ülkelerinin sosyal ve ekonomik gelişmesini ve istikrarını sağlamak amacıyla Akdeniz ülkeleriyle ilişkilerini geliştirme gereğini ortaya koymuştur. Bu doğrultuda, Avrupa Birliği ve on iki Akdeniz ülkesinin dışişleri bakanları Kasım 2000’de Marsilya’da kararlaştırılan, ‘Barcelona kalkınma süreci’yle ilgili önlemleri almak için dün Brüksel’de iki günlüğüne toplandı. Bu bakanlar Nisan 2002 tarihinde, hem ‘iki taraflı’ hem ‘bölgesel’ işbirliğine dayanan Avrupa-Akdeniz ortaklığını geliştirmek için İspanya’nın Valencia kentinde bir araya gelecek. Somut olarak, ikili işbirliği Avrupa Birliği ile Akdenizli ortakları arasında yapılan ortak anlaşmalara dayanmaktadır. Bu anlaşmaların, en hassas konular dahil, bütün konuları ortaklarımızla birlikte ele almamıza olanak vermesi gerekmektedir. Daha önce buna benzer altı anlaşma yapıldı. Norm ortaklığı Fas, Tunus, İsrail ve Filistin hükümeti ile yapılan dört anlaşma yürürlüğe girdi; Ürdün ve Mısır ile yapılan anlaşmalar yakında yürürlüğe girecektir. Bütün Akdenizli ortaklarımızı ilgilendiren bölgesel düzeyde ise, birçok program şimdiden bir realite olarak karışımızda bulunmaktadır; bunlar özellikle bilgi toplumunu, yabancı yatırımları, kültür mirasını koruma ve görsel-işitsel işbirliğini geliştirme ile ilgili konulardır. Ayrıca Akdeniz ülkelerinin ulusal normlarını Avrupa Tek Pazarı normlarıyla yakınlaştırmak için yapılan çalışmaları da destekliyoruz. Bu girişim, Akdeniz’in iki kıyısı arasında ekonomik ilişkileri geliştirmek için önemli olmaktadır. İstikrarın dayanakları Ama bölgenin istikrarı ve kalkınması daha çok ve ancak, Güney di-yaloğu ile Akdeniz ülkeleri arasında kurulan ‘ülkeler arası bağımlılıklar sistemi’nin desteklenmesinden geçmektedir. Günümüzde, Akdeniz kıyısı, her biri kendine özgü normlara sahip küçük çaplı birçok pazara ayrılmıştır. Buna karşın bir çok olay değişmektedir; Fas, Tunus, Cezayir ve Ürdün geçen 8 Mart tarihinde kendi aralarında serbest değişim bölgesi kurmayı taahhüt ederek ‘Agadir’ bildirisini imzaladı. Başka ortaklara açık böyle bir girişim, gelecek 2010 yılında bitecek Avrupa-Akdeniz serbest değişim bölgesine doğru adım atmak için önemli bir araçtır. Teknik yardım vermeye hazırız. Birlik, ticaretin serbestleşmesi konusunda uzun yıllara dayanan bir deneyime sahip. Avrupa Yatırım Bankası yoluyla, ulaşım ve telekomünikasyon bağlantısı veya liman altyapılarının modernizasyonu gibi bölgesel alt yapıların geliştirilmesine yönelik finansmanı sağlayabiliriz. Öte yandan, Avrupa Birliği’nin bundan sonraki genişlemesi bizim Akdenizli ortaklarımız için uygun bir imkân gibi algılanması gerekiyor. Çünkü, her birleşme durumunda, Avrupa Birliği yeni üye ülkelere büyük kalkınma olanakları sağlayarak dışarıya doğru daha fazla açılmaktadır. Bu sarmal devam edecektir; Akdeniz ülkesi komşularımız, daha fazla yatırım alarak ve kendi ürünleri için daha büyük bir pzar olanaklarından yararlanarak bu durumdan kazanç sağlayabilirler. Bu durum uygun siyasi ve ekonomik iklimi gerektirmektedir. 11 Eylül’ün etkileri Ayrıca 11 Eylül olayları ‘adalet ve içişleri’ konusunda bölgesel ve uluslararası işbirliğini ne kadar geliştirmemiz gerektiğini ortaya koymuştur. Bu ihtiyaç daha önce Marsilya’da kasım 2000 tarihinde yapılan Avrupa-Akdeniz Bakanlar Konferansı’nda belirtilmiştir. Bu geniş alan aynı zamanda hem adli işbirliğini, hem organize suç, uyuşturucu madde, terörizme karşı mücadeleyi, hem yasal ve yasal olmayan göç ve insan ticareti sorunlarını kapsamaktadır. Yasal göç Avrupa ülkelerine sonsuz olanaklar sağladı. Çok hızlı büyüme döneminde iş gücüne katkıda bulundu ve kültürümüzün çeşitlenmesini ve zenginleşmesini sağladı. Yasal olarak göç edenlerin ülkelerimizde koruyucu statü güvencesi altında bulunmaları doğal. Ama illegal göçe karşı mücadele etmek ve insan ticareti gibi en iğrenç bir kaçakçılık ile başkalarının sefaleti sayesinde zengin olanları cezalandırmak meşru bir haktır. İki taraf arasında yapılan görüşmelerde çok sık ele alınan ve uluslararası çerçevede yer alan bu hassas ve karmaşık sorunlar konusunda, eşit koşullar içinde açılan ve tabusuz bir diyalog öneriyorum. Bütün bu nedenlerden dolayı hem Avrupa Birliği ile Akdeniz ülkeleri arasında hem ortaklar arasında, birçok uygarlığın beşiği olan şu Mare Nostrum’un (Bizim Denizimiz) halklarımız arasında kalkınma ve değişim yeri olabilmesi için daha çok bütünleşmeye doğru gitmemiz gerektiğine inanıyorum. (Radikal, 6 Kasım 2001) Ahbap çavuşlara gün doğdu Ignacio Ramonet Tarih 11 Eylül’ü gösteriyordu. Rutin uçuş görevlerini yapması gereken uçaklar, görevlerinin dışına çıkıyor ve karşı oldukları siyasi bir sistemi vurmaya kararlı pilotlarca büyük kentin kalbine saplanıyorlardı... Her şey çok kısa sürede gerçekleşti: patlamalar, havada uçuşan beton ve demir parçaları, toza bulanmış kaçışan insanlar ve olayı canlı vermekte olan medya... 2001 yılı New York mu? Hayır! 11 Eylül 1973, Şili’nin Santiago kenti... ABD’nin işbirliğiyle Salvador Allende’ye karşı gerçekleştirilen Pinochet darbesi... Başkanlık sarayının üzerinde uçan askeri uçaklar... Onlarca ölü ve 15 yıl sürecek bir terör kasırgası... Masum insanların ölümünden acı duymamak bir yana, ABD’nin -ve diğer birçoğunun masum oldukları söylenebilir mi? Söz konusu ülke ve ülkeler koalisyonu Latin Amerika’da, Afrika’da, Ortadoğu’da, Asya’da meydana gelen, siyasi şiddet olaylarının destekleyicisi, mimarı olmadılar mı?... Ölümlerin, ‘kayıp’ların, işkencelerin, hapislerin, sürgünlerin baş sorumluları değiller mi? Batı’nın yöneticileri, medyası ve onların Amerikancı üstün gayretleri bize bu vahşi gerçeği unutturmamalı. Bugün, tüm dünyanın ve özellikle güney ülkelerinin tavrı şu şekilde özetlenebilir: “Evet, Amerika’nın başına gelen çok üzücü ama bu saldırganlar, yöntemlerini kimden öğrendi acaba?” Bu tür bir yaklaşımı anlayabilmek için belki de biraz geriye dönüp, bazı şeyleri hatırlamakta yarar var. Tüm ‘Soğuk Savaş’ yılları boyunca (1948-1989) ABD komünizme karşı bir ‘Haçlı seferi’nin baş oyuncusu değil miydi? Bu Haçlı seferi ki; İran’da binlerce komünistin öldürülmesinde, Guatemala’da sol muhalefetten 200 bin kişinin katledilmesinde, yine Endonezya’da yaklaşık bir milyon komünistin yok edilmesinde en etkin rolü üstlenmemiş miydi? Emperyalizmin ‘Kara Kitabı’ bu yıllar süresinde yazılmadı mı? Ayrıca Vietnam Savaşı’nın (1962-1975) iğrençlikleri aynı yıllara rastlamadı mı? Evet, Batı için söz konusu yıllar ‘iyinin kötüye karşı savaşı’ydı. Batı ve Amerika için, bu yıllarda teröristler her zaman insanlık dışı değildi. ABD bu yıllar içerisinde, CIA aracılığıyla katliamlar, uçak kaçırmaları, sabotajlar düzenlenmedi mi? Küba’da Castro rejimine, Nikaragua’ da Sandinistlere, Afganistan’da Sovyetlere karşı yürütülen saldırıların, baş aktörü kimdi? 1970’li yıllarda Washington, Afganistan’da ‘demokratik’ iki ülkenin desteği, yani Suudi Arabistan ve Pakistan ile birlikte medyanın ‘özgürlük savaşçıları’ olarak nitelendirdiği, ArapMüslüman müfrezelerinin oluşumunu örgütledi. Yine, bu bağlamda CIA, meşhur Usame bin Ladin’i saflarına kattı. 1991’den sonra, uluslararası arenada ABD tek süper güç kalıyor, elinin tersiyle BM’yi bir kenara itiyor ve daha ‘adil’ olacağını iddia ettikleri ‘Yeni Dünya Düzeni’ni tek başına kuracağını ilan ediyordu. Sağlayacağını iddia ettiği bu yeni düzen adına bir yandan Irak’a bombalar yağdırırken, diğer yandan Filistinlilerin haklarının İsraillilerce hiçe sayılamasına göz yumuyor, hatta İsrail’i kayıtsız şartsız destekliyordu. Irak savaşı sonrası, ABD tüm uluslararası karşı çıkışlara rağmen, binlerce masum Iraklının ölümüne neden olacak ambargoyu uygulamaya koyuldu. Ancak tüm bunlar, Arap-Müslüman dünyasında radikal bir İslamcılığın yeşermesine yol açıyor, ABD’ye karşı radikal bir kamuoyu oluşuyordu. ABD şimdi tıpkı Dr. Frankenstein gibi, eskiden yarattığı canavarın kendine karşı yönelmesiyle, evet, çılgınca bir şiddetle yönelmesiyle karşı karşıya. Ve şimdi, bu canavara karşı iki devlete -Suudi Arabistan ve Pakistan- dayanarak savaşmaya hazırlanıyor. Bu iki devlet ki en az 30 senedir, tüm dünyada radikal İslamcı hareketin yayılmasına en büyük katkıyı sağlayan devletler. Ve bu yayılmayı gerektiği yerde hiç çekinmeden en terörist metotlarla yapan devletler. Diğer yandan, George W. Bush’un etrafındaki ‘Soğuk Savaş’ın ahbap çavuşları olayların gidişatından mutludur hiç şüphesiz. Hiç beklenmedik bir imkân oluştu onlar için... 10 senedir, yani Sovyetler’in çöküşünden sonraki 10 senedir nihayet yeni bir umut doğdu onlara... Yeni bir umut, yeni bir düşman ‘terörizm’ olarak adlandırılan bu yeni düşman, ‘radikal İslam’. Yeni bir McCharty’cilik. Küreselleştirme karşıtlarını hedef alan yeni bir McCharty’cilik. Komünizmle mücadeleyi sevmiş miydiniz?.. Öyleyse buyrun İslamcılıkla mücadeleye!.. (Le Monde Diplomatique, 1 Ekim 2001) Kaderlerimizi paylaşmalıyız Edward Said New York’u (ve daha küçük çapta Washington’u) vuran akıl almaz dehşet, meçhul saldırganlar, siyasal mesajdan yoksun terör, havsalaya sığmayacak yıkımdan oluşan yeni bir dünyayı karşımıza getirmiş bulunuyor... Politikacılar, ünlü uzmanlar ve âlimler üzüntü dolu ve milliyetçi beylik ifadelerinin yanında, yenilmeyeceğimizi, önümüzün kesilemeyeceğini ve terörizm silinene kadar durmayacağımızı söyleyip duruyor. Herkes bunun terörizmle savaş olduğu görüşünde. Ama nerede, hangi cephelerde ve hangi somut sonuçlar için? Bunlara cevap verilmiyor, karşımızda Ortadoğu ve İslam’ın bulunduğu ve terörizmin yok edilmesi gerektiği ima ediliyor, o kadar. Asıl moral bozucu olan, Amerika’nın, dünyadaki rolünü ve karmaşık gerçeklikle doğrudan ilişkisini anlamaya ne kadar az zaman harcadığı. Sanarsınız ki Amerika, İslami bölgelerde sürekli savaşan ya da çatışmalara giren bir süpergüç değil, uyuyan bir dev. Usame bin Ladin artık Amerikalılara o kadar tanıdık ki, onun ve gölgedeki yandaşlarının her türlü kötülüğün ve nefretin simgesi olmadan önceki hayatlarına dair her şey kolektif bellekten silindi. Böyle olunca, kolektif tutkular, Kaptan Ahab’ın Moby Dick’in peşine düşmesi gibi, asıl olup bitenler yerine bir savaş güdüsüne yönlendiriyor. Asıl mesele ise yayılmacı bir gücün ilk kez kendi evinde yaralanmış olması, sınırları belirsiz, oyuncuları görünmez karmaşık bir çatışma bölgesinde çıkarlarının peşine düşmesi. Kıyamet günü senaryoları gelecekteki sonuçları düşünülmeden ve beyanlara sınırlama getirilmeden havalarda uçuşuyor. Şu anda gereken daha fazla savaş tamtamı değil, durumun mantıklı biçimde anlaşılması. Bush ve ekibi net olarak savaş tamtamlarından yana. Fakat İslam ve Arap dünyasındaki birçok insan için resmi Amerika, İsrail’e ve birçok baskıcı Arap rejimine bol keseden destek veren, ama acı çeken insanlarla ya da laik hareketlerle diyalog ihtimaline bile önem vermeyen arsız bir güç demek. Bu anlamda Amerikan karşıtlığı bir modern toplum nefreti ya da teknoloji kıskançlığı değil: Bu Amerikan karşıtlığı, ABD’nin dayattığı yaptırımlar altında ezilen Iraklıların ve topraklarının İsrail tarafından 34 yıllık işgaline izin verilen Filistinlilerin dile getirdiği, somut müdahaleleri, açık gaspları kapsayan bir olaylar örgüsünü temel alıyor. İsrail ise, fırsattan istifade Filistinlilere baskısını artırarak ABD’nin trajedisini istismar ediyor. Amerika’daki siyasal söylem ise önümüze ‘terörizm’ ve ‘özgürlük’ gibi sözcükler fırlatarak bunları örtmeye ve petrolün etkisi gibi kirli maddi çıkarları saklamaya çalışmakta. Ortadoğu’daki egemenliğini ve denetimini sağlamlaştıran Siyonist lobilerin İslam’a karşı kökü çağlarca gerilerde bir dini nefreti (ve cehaleti) kullandığını da... Ne var ki entelektüel sorumluluk, gerçekliğe daha eleştirel bir yaklaşım gerektirir. Elbette terör var ve hemen bütün modern siyasi hareketler belli dönemlerinde terörden medet umdu. Bunlara Mandela’nın ANC’si de, Siyonizm de dahil. Ancak, sivilleri F-16’larla ve helikopterlerle bombalamak da konvansiyonel milliyetçi terörden farksız. Terörizmin kötülüğü, dini ve siyasi soyutlamalara ve içi boş mitoslara dayandığında, insanı tarihten ve mantıktan uzaklaştırmasında. İşte seküler bilincin ABD’de ya da Ortadoğu’da ağırlığını koyması gereken nokta bu. Hiçbir dava, hiçbir Tanrı, hiçbir soyut fikir masumların katliamını haklı kılmaz. Özellikle de, sorumlular küçük bir grupsa ve hiçbir hakları olmadığı halde kendilerini bir davanın temsilcisi olarak görüyorlarsa. Ayrıca, Müslümanların kendi aralarında çok tartıştıkları üzere, tek bir İslam yok. Nasıl ‘Amerikalar’ varsa, ‘İslamlar’ var. Bu çeşitlilik bütün gelenekler, dinler ve milletler için geçerli, bunların bazı yandaşları beyhude yere etraflarına sınır çizip inançlarını tekmiş gibi göstermeye çalışsalar da... Tarih, aslında kendi yandaşları ya da karşıtlarının iddia ettiğinden çok daha az temsil gücüne sahip demagoglarca temsil edilemeyecek kadar karmaşık ve çelişkili. Köktendinciler ve ahlaki köktencilerle ilgili sorun şurada: Günümüzde onların ölme ve öldürme isteği dahil devrim ve direnişle ilgili ilkel fikirleri, teknolojiyle birleşebiliyor. Buna karşılık, büyük ekonomik ve askeri güç sahibi olmak bilgeliği ve ahlaki öngörüşü ille de beraberinde getirmiyor. Bu krizde, Amerika kendisini oralarda bir yerde yürütülecek uzun bir savaşa hazırlar ve müttefiklerini sonuçları belirsiz, kaygan zeminde bir maceraya zorlarken, kuşkulu, sorgulayan ve insani sesleri duymuyor. Oysa, asıl şimdi insanları ayıran sanal eşiklerden geriye adım atmalıyız, etiketleri yeniden incelemeli, kısıtlı kaynakları gözden geçirmeli ve savaş çığlıklarına rağmen, kültürlerin çoğu kez yaptığı gibi kaderlerimizi paylaşmaya karar vermeliyiz. ‘İslam’ ve ‘Batı’ körü körüne peşinden gidilecek bayraklar olmak için çok yetersiz etiketler. Bazıları bunların arkasından koşacak, ama bu kaçınılmaz değil, bize kalmış: eleştirel düşünceye zaman ayırmadan, haksızlık ve baskının birbirine bağlı tarihlerine bakmadan, ortak özgürlük ve aydınlanma için uğraşmadan, acı çekerek uzayan bir savaşa sürüklenmek gelecek nesiller için kaçınılmaz değil. ‘Öteki’nin şeytanlaştırılması dürüst hiçbir politika için yeterli neden olamaz. Özellikle şimdi, terörün haksızlığın içinde büyüyen kökleri ele alınabilecek ve teröristler ayrıştırılıp caydırılıp ortadan kaldırılabilecekken. Bunun için eğitim ve sabra ihtiyaç var, ama bu yatırımı yapmak, çok büyük şiddet ve acıların daha da fazlasını yaşamaktan iyidir. (The Observer, 16 Eylül 2001) Sağduyunun sesi Edward Said 11 Eylül felaketini ve tepkilerini yaşayan, 2 milyonu Arap kökenli olan 7 milyon Müslüman Amerikalı için oldukça üzücü bir dönemden geçiyoruz. Felaketin Arap ve Müslüman kurbanları olmasının yanı sıra, bu gruba yönelmiş bir nefret havası da hâkim. George W. Bush vakit kaybetmeksizin Amerika ve Tanrı’yı müttefik ilan ederek, teröristlerin ölü ya da diri ele geçirilmeleri için savaş ilan etti. Ve gözler, ABD’nin büyük bir çoğunluğu için İslam’ı temsil eden, ele geçirilmesi zor Müslüman fanatik Usama bin Ladin’in üstüne çevrildi. TV ve radyolar eski bir playboy olduğu iddia edilen bu karanlık radikalin fotoğraf ve hayatına ilişkin dosyalar yayımlamaya başladı. Aynen Amerika’nın trajedisini ‘kutlayan’ Filistinli kadın ve çocukların görüntülerini yayımladıkları gibi. Uzmanlar ve sunucular durmaksızın İslam’la ‘bizim’ savaşımızdan bahsederken, ‘cihat’ ve ‘terör’ sözcükleri de ülkedeki korku ve öfkeyi besledi. Biri Sih olan iki kişi, Savunma Bakanlığı’ndan Paul Wolfowitz’in ‘biten ülkeler’ ve düşmanlara atom saldırısı gibi sözlerinden de cesaret alarak öfkeli vatandaşlarca öldürüldü. Yüzlerce Müslüman ve Arap dükkân sahibi, öğrenci, çarşaflı kadın ve sıradan vatandaş hakarete uğrarken, bunların hemen öldürülmelerini talep eden afiş ve graffitiler de dört bir yanı sardı. Bir Arap-Amerikan örgütünün yöneticisi daha bu sabah bana saatte 10 kadar hakaret, tehdit ve intikam isteyen mesaj aldıklarını söyledi. Dün yayımlanan bir Gallup araştırmasının sonuçlarına göre Amerikalıların yüzde 49’u ABD vatandaşı olsa bile Arapların özel bir kimlik taşımasına evet demiş; hayır diyenlerin oranı da yüzde 49; yüzde 58 ise ABD vatandaşı da olsalar Arapların daha yoğun güvenlik kontrolünden geçirilmesini istemiş, karşı çıkanların oranı ise yüzde 41. Ortalık sakinleşmeye başladı Bush’un, müttefiklerinin kendisi kadar müdanasız olmadıklarını anlaması Colin Powell gibi bazı danışmanlarının Afganistan’ın işgal edilmesinin Teksaslı milisleri oraya göndermek kadar basit olmadığını anlatmaları üzerine, resmi kavgacılık da azalmaya başladı. CIA ve FBI’ın Arap ve Müslümanlara kötü muamele ettiğine ilişkin duyumlar artsa da genel olarak bir sakinleşme var. Bush, Washington’da bir camiyi ziyaret etti, cemaat liderlerine ve Kongre’ye ‘nefret söylevlerine’ son verme çağrısında bulundu; en azından Arap ve Müslüman dostlarımızla, yani Ürdün, Mısır, Suudi Arabistan gibi bildik olanlarla hâlâ tanımlanmamış teröristler arasında ayrım yapmaya başladı. Bush, Kongre’de ABD’nin İslam’la savaşta olmadığını söylerken, bütün ülkede Araplar, Müslümanlar ve Ortadoğuluya benzeyenlere yönelik artan retorik ve fiili saldırılar hakkında hiçbir şey söylemedi. Powell, İsrail ve Şaron hakkında ABD’deki krizi Filistinlileri daha çok ezmek için kullanmaları nedeniyle hoşnutsuzluk belirtse de, genel kanı bölgeye ilişkin ABD politikasında değişiklik olmadığı yolunda. Tek değişiklik büyük bir savaş hazırlığı. Yine de Araplar ve Müslümanlar hakkında ortada dolaşan şehvet düşkünü, kindar, vahşi, mantıksız, fanatik gibi aşırı olumsuz klişeleri dengeleyebilecek olumlu bilgi ve bakış hemen hemen hiç yok. Bir amaç olarak Filistin, burada hâlâ düşünülen bir şey değil, özellikle Durban Konferansı sonrasında. Öğrencilerinin ve öğretim görevlilerinin entelektüel çeşitliliği ve he- terojenliğiyle tanınan benim üniversitemde bile Kuran üzerine bir derse rastlanmaz. Philip Hitti’nin Arapların Tarihi/History of the Arabs adlı konuyla ilgili İngilizcedeki en iyi kitabının bile baskısı yok. Baskısı olanların çoğu polemiksel ve düşmanca. Bunlarda Araplar ve İslam kültürel ve dini olarak değil, bir çekişmenin konusu olarak ele alınıyor. Yapılan sinema ve TV filmleri çirkin, saldırgan Arap teröristleriyle dolu. Bunlar, uçakları kaçırarak, bunları Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’u hedefleyen katliam silahlarına dönüştüren, herhangi bir dinden çok suç patolojisinin konusu olması gereken teröristlerden önce de vardı. Yazılı basında ‘Artık hepimiz İsrailliyiz’ kampanyasını ve Filistin intihar saldırılarıyla Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon saldırılarının aynı şeyler olduğunu vurgulayan kampanyalar var. Bu süreçte, Filistinlilerin ülkesizlikleri ve uğradıkları baskılar ve benimkiler dahil birçok Filistinlinin intihar saldırılarını lanetleyen sözleri de unutuluyor. Sonuçta 11 Eylül günü oluşan dehşeti ABD politikaları ve retoriğini de içeren bir kapsamda ele almak, teröristlerin eylemlerini göz ardı etmek olarak yorumlanarak dikkate alınmıyor veya saldırıya uğruyor. Anlama ve göz ardı etme arasındaki eşitlenme gerçek dışı olduğundan bu tutum, entelektüel, ahlaki ve politik olarak yanlış. Birçok Amerikalı, ABD’nin bir devlet olarak Ortadoğu ve Arap dünyasında yaptığı şeylerin hoşnutsuzluk yarattığına ve ABD halkına mal edildiğine inanmakta güçlük çekiyor. Örneğin, İsrail’e koşulsuz desteğin; yüz binlerce masum Iraklıyı ölüme, açlığa ve hastalığa mahkûm ederken, Saddam Hüseyin’e dokunmayan, Irak’a karşı uygulanan ambargonun; Sudan’ın bombalanmasının; Sabra ve Şatila katliamlarının yanı sıra 20 bin sivilin ölümüne yol açan, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı işgaline yakılan yeşil ışığın; Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin ABD’nin özel kalkanı olarak kullanılmasının; baskıcı Arap ve İslam rejimlerine verilen desteğin. Ortalama ABD’linin farkında olduğu şeyle yurtdışında uygulanan acımasız ve adil olmayan politikalar arasında uçurum var. ABD’nin tutumu belirleyici BM Güvenlik Konseyi’nin işgal, yeni yerleşimler, sivillerin bombalanması konusunda İsrail aleyhine aldığı her kararın, ABD’nin vetosuna takılması, Amerikalılar tarafından önemsizken, bir Mısırlı, bir Filistinli veya bir Lübnanlı için asla unutulmayacak ve ciddi yaralar açan bir olgu. Bir başka ifadeyle ABD’nin belirli tutumları ve bunların sonucunda ABD’ye karşı alınan tavırlar arasında diyalektik bir ilişki var ve bunun da Amerika’nın zenginliğine, özgürlüklerine ve dünyadaki başarısına duyulan kıskançlık ve nefretle ilgisi yok. Tam tersine konuştuğum her Müslüman veya Arap, Amerika gibi bu denli zengin ve muhteşem bir ülkenin ve halkının daha az şanslı insanlara ilişkin, bu denli düşüncesiz olmalarını bir mistifikasyon olarak ele alıyor. Araplar ve Müslümanlar, ABD politikasının İsrail lobisi tarafından oluşturulduğunun, ‘The New Republic’ veya ‘Commentary’ gibi İsrail yanlısı yayınların korkunç ırkçılıklarının veya sütunlarında Arap ve Müslümanlara sürekli nefret ve düşmanlık kusan, A.M. Rosenthal, Charles Krauthammer, William Safire, George Will, Norman Podhoretz gibi yazarların da farkında. Bu görüşler marjinal yayınların arka sayfalarından çok herkesin okuyabildiği, örneğin The Washington Post gibi gazetelerin yorum sayfalarında yer alıyor. Bu nedenlerle de 11 Eylül felaketinin kamu bilincinde henüz canlı olduğu New York ve Washington, daha fazla şiddetin ve terörizmin bilinci yenebildiği, uçucu ve sert bir duygusal ortamdan geçiyor. Sivil haklardaki kaygı Medyanın kötü performansına karşın yavaş yavaş ortaya çıkan memnuniyetsizlik umut verici. Barışçıl çözüm ve müdahale için toplanan imzalar, bombalama ve tahribata alternatif arayışların yavaş da olsa seslendirilmesi ve yaygınlaşması olumlu göstergeler. Çünkü hükümet, telefonları dinleme, terörizm şüphesiyle Ortadoğulu insanları gözetim altına alma veya tutuklama hakkı ve Mc Carthyizme benzeyen bir paranoya ve şüphe ortamı yaratacak yasaları talep ettikçe, sivil hakların ve kişisel mahremiyetin zedeleneceği konusunda ciddi bir kaygı var. Amerika’nın bayrağı her yere dikme alışkanlığı vatanseverlik olarak da görülebilir ama vatanseverlik aynı zamanda hoşgörüsüzlüğe, nefret eylemlerine ve her tür tatsız kolektif tutkuya da yol açabilir. Başkan’ın konuşmasında İslam ve Müslümanlarla savaşta olmadıklarını söylemesine rağmen bu tehlike hâlâ var. Halkın yüzde 92’sinin istediği harekât konusunda da yorum ve toplantılar başladı. ‘Terörizmi kazımak’, somut olmaktan çok metafizik olduğundan ve yönetim bu savaşın amaçlarının ne olduğunu henüz açıklamadığından, askeri olarak nereye gideceğimiz konusunda da belirsizlik var. Ama genel olarak retorik, daha az kıyamet ve din sömürüsü çağrıştıran hale büründü. Haçlı seferi fikri yok oldu ve ‘fedakârlık’ ve ‘diğerlerinden farklı uzun bir savaş’ gibi genel laflardan uzaklaşılmaya başlandı. ABD’nin bu saldırıya karşı ne yapması tartışılıyor. Masum kurbanların ailelerinden bazıları, askeri intikamın doğru bir çözüm olmadığını açıkladı. ABD’nin Ortodoğu ve İslam dünyasında güttüğü politikaların eleştirel bir yorumu ise henüz yapılmıyor. Amerikalılar ve diğerleri dünya için uzun vadeli esas umudun, ister anayasal hakların korunmasında, ister Irak’ta ABD gücünün masum kurbanlarına el uzatılmasında, isterse karşı tarafı anlama ve mantıki analizlerle hareket etme konusunda olsun, bu anlayış ve vicdan topluluğunun oluşmasında yattığını anlamak zorunda. Bu, bugüne kadar yaptığımızdan çok daha fazla şey yapılmasını sağlayacak. Elbette bu, doğrudan Filistin’e ilişkin politikaların değişmesi veya daha kısılmış bir savunma bütçesi, veya daha ileri enerji ve çevre politikalarının uygulamaya konması anlamına gelmiyor. Bu tür bir geriye iz sürme dışında umuttan bahsedilemez. Belki böylesi bir tutum ABD’de oluşabilir ama bir Filistinli olarak benzer tutum Arap ve Müslüman dünyasında da oluşmalı. Siyonizm ve emperyalizm hakkındaki şikâyetlerimize rağmen, toplumları kıskaca alan yoksulluk, cehalet ve baskıdan, büyümesine izin verdiğimiz bu kötülüklerden sorumlu olduğumuzu düşün-meye başlamamız lazım. Örneğin kaçımız İsrail’de ve Batı’da Yahudilik ve Hıristiyanlığın belirleyiciliğine yönelttiğimiz bütünlüklü ve içten eleştirileri, laik politikaları savunup, İslam dünyasında da dinin kullanılmasına yönelttik. Sömürgeci yerleşimcilere ve insanlık dışı toplu cezalandırmalara maruz kalsak da, kaçımız tüm intihar saldırılarını kınadık. Popüler olmayan liderlerimize Amerikan desteği konusunda pasif bir şekilde hayıflanamayacağımız gibi, bize yapılan haksızlıkların arkasına da gizlenemeyiz. Bugün, adı çılgınlık olan ayrım yapmaksızın öldürme militanlığını görmezden gelmeyecek ve desteklemeyecek yeni laik bir Arap politikası ortaya çıkmalı. Artık açık sözlü olunmalı Yıllardır esas silahlarımızın askeri değil ahlaki olduğunu savundum. İsrail baskısına karşı Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkının, Güney Afrika’da ırk ayrımcılığına karşı verilen mücadele kadar dikkat çekmemiş olmasının nedeni, hedeflerimiz ve yöntemlerimiz konusunda açık olmamamız ve amacımızın mitolojik bir geçmişe dönüş ve dışlama yerine bir arada yaşama ve benimseme olduğunu açık seçik ifade etmemiş olmamızdır. Artık açık sözlü olmamızın ve politikalarımızı ince eleyip sık dokumamızın zamanı geldi. Başkalarından beklediğimizin daha azını kendimizden bekleyemeyiz. Liderlerimizin bizi nereye ve ne adına sürüklediğini görmek için durup düşünme zamanı geldi. Kuşkuculuk ve yeniden değerlendirme gerekliliktir, lüks değil. (El Hayat, 28 Eylül 2001) İki hedef: Terörizm ve kapitalizm Alain Touraine Bir savaş durumunda, taraflardan birini seçmek gerekir. Oysa bugün, Avrupalıların çoğu için böyle bir seçim yapmak imkânsız. Çünkü kendimizi tek bir savaşın değil, birbirinden farklı iki savaşın içindeymiş gibi hissediyoruz. Terörizme karşı mücadele savaşlardan ilki. Terörist saldırıya en az saldırı kadar şiddetli biçimde karşılık vermek gerekiyor. ABD’nin Afganistan’a düzenlediği harekâta destek vermeden, 11 Eylül’deki saldırıları kınayamayız. Bir taraftan terörizmi lanetlerken, diğer taraftan harekâta karşı olduklarını söyleyenler ikiyüzlü davranıyor. Çünkü karşımızdaki düşmanımız. Feministlerin, Taliban’a destek verdiğini düşünemeyiz! Böylece, Taliban ve Kaide çökertilene kadar Amerikan harekâtına destek vermek durumundayız. Vahşi kapitalizmin ettiği İkinci savaş diğerinden çok farklı bir düzlemde. Sovyetler yıkıldıktan sonra vahşi kapitalizm dünyada zaferini ilan etti. Yani, ekonomi üzerindeki sosyal ve siyasi denetim yerle bir oldu. Sonuçta üretim ve tüketim ekonomisinden bağımsız bir finans ekonomisi ortaya çıktı, siyasi kurumların her türlü kuralı darmadağın oldu. Parlamentolar, sendikalar, sosyal yasalar hatta entelektüel tartışmalar da... Dünya çapında, alıp başını yürüyen küreselleşme ile ülkelerin ve hükümetlerin aymazlığı veya eylemsizliği arasındaki uçurum giderek derinleşiyor. Böyle bir durum karşısında, terörist saldırılara karşı net bir tavır almak ve dünyanın birçok bölümünün mali mantığını yönlendiren bu küreselleşmeye karşı çıkmak gerekiyor. Her türlü düzlemde, ekonomi politikasının denetimi yeniden oluşturulmalı. Bu söylediklerimin hiçbiri hayal ürünü değil. Robert Solow gibi birçok ekonomi profesörünün de dediği gibi, ekonomi ilerledikçe, ekonomik gelişmenin ekonomi dışı etkenleri daha da önemli hale geliyor. Eğitim, gelişme için en önemli etken. Ekonomik başarı için devletin iyi yönetimi de temel bir etken. Küreselleşmenin karşısında yer alan hareketler, bu tekrar oluşan kutuplaşmaya dikkati çekti. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından ikiz kulelerin yıkılmasına geçen süreye kadar yeni düzene eleştiriler yöneltildi. Ancak eğer, mali gücün zaferi sona erdirilmek isteniyorsa, bu karşı çıkma, 1989 yılında Sovyetler’in son bulmasına neden olduğunda görüldüğü gibi, köktenci olmalı. Terörizme verilecek karşılık ile son 10 yılda alıp başını giden vahşi kapitalizme karşı yapılacak mücadele arasında tam tamına bir zıtlık var. Ancak, bu önerme kendi içinde de bir soru işareti yaratıyor: Her iki sorun da aslında birbirine çok sıkı bağlarla bağlanmış değil mi? Dengesiz büyüme ve yoksulluk isyanlara, sonuç olarak da terörist saldırılara neden olmuyor mu? Ama bu mantık tamamen reddediliyor: Terörizmle mücadele Afganistan’ı yerle bir etmekle aynı anlama gelmiyor. Bununla birlikte, Kaide’nin ve Taliban’ın ortadan kaldırılmasıyla da yoksulluğun önüne geçilmiyor, sadece köktendinciliğe karşı mücadele ediliyor. Bin Ladin’in bağlı bulunduğu kapitalist ağ ekonomiyi değil, dinsel ve siyasi mantığı yıkmaya uğraşıyor. Ekonomik adaletsizlik farklı bir olgu, dinsel fanatizm bambaşka bir olgu. Ama eğer, biz bu sorunları birbirinden tamamen ayırırsak o zaman her iki amacımıza ulaşmak açısından kendimizi bir çelişkinin içinde de bulmaz mıyız? Hayır, çünkü Taliban sonrası Afganistan’ın yeniden yapılanması çok zor da olsa, terörizm vakit kaybetmeden yok edilmeli. Oysa, şu andaki dünyanın ekonomik sisteminin ortadan kaldırılması ancak sosyal ve büyük çapta siyasi hareketle sağlanabilir ve de bu amaca ulaşılabilmesi uzun bir süre gerekir. Teröristler yok edilmeli Eğer bu iki sorunu birbirinden ayırt edemiyorsak, o zaman sadece kendimizi Amerikan müdahalesinin karşısında buluruz. Avrupa, eğer böyle davranırsa, kendisini ikili bir oyunda ve karmaşanın ortasında bulur, karar verme yetisini bile yitirebilir. Vahşi kapitalizme karşı mücadele yarın yapılmalı. Bugün terörist saldırıların sorumluları yok edilmeli. Ancak, bu iki savaşın da dünya çapında yapılması gerekliliği her iki mücadeleyi birbirine yaklaştırıyor. Çünkü, işte bu noktada en büyük sorunlar baş gösteriyor. Bazı belirsiz çağrılara rağmen, küresel kapitalizme karşı mücadelenin gerekliliğini kabul etmek zaman alıyor. Bugün bütün ülkeler sol için yeni bir proje arayışında. Ama şu ana kadar ortaya çıkan tek öneri, içi neredeyse boş ‘üçüncü yol’ oldu. Ekonomiyi devlet kontrolünden alan küresel kapitalizmin yerine ne konulacağına dair bir projeye şiddetle ihtiyaç var. Terörist saldırıları gerçekleştirenlere karşı yapılan mücadelenin karşısında yer alarak, bugün ve yarın zihnimizi asıl meşgul etmesi gerekenleri karıştırmayalım. (Le monde, 26 Kasım 2001)