Sayı 54 Nisan 2013 - ATAUM
Transkript
Sayı 54 Nisan 2013 - ATAUM
ATAUM e-bülten Yıl 5 - Sayı 54 Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi Avrupa Gündemi... MART 2013 Almanya’da Yeni Parti ‘Euro’yu Ortadan Kaldıralım!’ Almanya’da “Almanya için Alternatif” (Alternative für Deutschland-AfD) adıyla yeni bir siyasal partinin tohumları atıldı. Hangi konuda “alternatif” oldukları sorusunun cevabıysa, AB parasal birliğine yaklaşımlarında görülüyor. AfD, Almanya’nın Euro’dan ayrılmasını, daha doğru bir ifadeyle ortak para biriminin lağvedilmesini istiyor. Liderliğini Hamburg Üniversitesi ekonomi profesörü Bernd Lucke’un yaptığı AfD’nin kadrosunda, Almanya’nın önde gelen ekonomistleri ve akademisyenleri var. Bu durum partiye “Profesörlerin Partisi” lakabının takılmasına yol açtı. 14 Nisan’da ilk kongresini yapmaya hazırlanan partinin tüm çabası, Eylül 2013 federal seçimlerine yetişebilmek. EURO'NUN BİR GELECEĞİ YOK MU? Vural YAVAŞ AfD, Euro konusunda Alman kamuoyunda büyük endişelerin var olduğunu, fakat Bundestag’da (Federal Alman Meclisi) iktidarından muhalefetine hiç bir partinin bunu dile getirmediğini belirtiyor. İşte parti ismindeki “alternatif” de buradan geliyor. Hedef, Euro karşıtı kesimlerin sesi olmak. Son yapılan TNS-Enmid anketi de zamanlama olarak kendilerine büyük katkı sağladı. Çünkü ankete göre her dört Almandan biri Euro’yu bir hata olarak değerlendiriyor ve muhtemel bir seçimde Euro karşıtı bir partiye oy verebileceklerini söylüyor. Tabii ki bunun “bütün oylar AfD’ye” gibi algılanmaması gerek, zira söz konusu ankette parti ismi verilmiyor. Peki, bu yeni parti Almanya’da istediğini alabilecek mi? Zira bu boyuttaki Avrupa şüpheciliği şimdiye kadar Almanya’da pek başarı yakalayamadı. (devamı 2 ve 3. sayfada) Yunanistan’dan Manzaralar Troyka’ya Sunulan Beşinci Adak 'Malvinas Meselesi' Papa’ya Kaldı Bilim 'Tanrı Parçacığı'nın Peşinde Christos TEAZIS sayfa 6 Elâ BİLGEN sayfa 7 Esra AKGEMCİ sayfa 8 Mühdan SAĞLAM sayfa 10 İngiltere ile AİHM Arasında Ayrılık Çanları İsveç’te Cinsiyet Eşitliği Sınırları Zorluyor! Esra DERE sayfa 13 Ceren BEKTAŞ sayfa 14 'Habemus Papam' Emre YÜKSEL sayfa 11 üyelik ve diğer talepleriniz için ataum@education.ankara.edu.tr Portre: Jules Verne Recep Ersel ERGE sayfa 18-19 2 ‘Euro’yu Ortadan Kaldıralım!’ Vural YAVAŞ İkinci Dünya Savaşı dönemindeki milliyetçilik yaraları, bir “barış projesi” olarak algılanan AB’nin engellenmesine karşı Almanya'da her zaman ciddi bir kamuoyu bloğu oluşturdu. Bu nedenle MART 2013 de aşırı sağa yeşil ışık yakan herhangi bir Birlik karşıtı oluşum ülkede güç kazanamadı. Diğer yandan AfD kendisini sağ ya da sol olarak tanımlamıyor. Tabanını herhangi bir eğilime kapatmaktan ziyade Eylül seçimlerinde barajı aşabilmek adına henüz politik havayı koklama aşamasında. Siyaset sahnesine etkili bir giriş yapan AfD, türdeş partilere nazaran kamuoyu- Euro karşıtı fakat AB taraftarı AfD, ilk toplantısını Frankfurt’un kuzeyinde yer alan Oberursel’de gerçekleştirdi. Beklenenden çok daha fazla katılım olduğu için organizatörler hayli zorlandı. Katılımcıların içeri girebilmeleri için salonu bölen duvar panelleri bile söküldü. Partinin hali hazırda bir manifestosu yok, internet sitesi bile bir kaç hafta önce kuruldu. Bununla birlikte, basın açıklamalarından anlaşıldığı üzere, ses getiren birkaç temel amacı var. Bunlardan ilki, vurgulandığı gibi, Euro hakkında. Parasal birliğin yerine eski ulusal para birimlerine geri dönmek ya da mevcut Euro Bölgesi kadar kapsamlı ve geniş olmayan daha dar ve homojen bir para bloğunun oluşturulması çağrısı var. Burada homojenlikle kastedilen, Almanya’yı ekonomik değerlerin birbirine yakın olduğu Avusturya, Finlandiya ve Hollanda gibi Kuzey ülkeleriyle parasal bir birlikteliğe sokmak. İkinci olarak, AB içinde daha ademi merkeziyetçi bir yapılanmaya gitme ve bürokrasinin azaltılması vurgulanıyor. Burada Avrupa kuşkuculuğuna yakın siyasal partilerin ana söylemi rahatlıkla görülebiliyor. Partinin internet sitesinde “eski, hantallaşmış, kurumsallaşmış partiler” ifadeleri dikkat çekiyor. Bu da özellikle İtalya’da Beppe Grillo’nun başarıya ulaştığı son seçimlerdeki yaklaşımını hatırlatıyor bizlere. Ay- rıca parti tarafından bir selam da İngiltere Başbakanı David Cameron’a gönderiliyor. Çünkü AB’ye yetki devrini ilgilendirecek önemli gündem maddeleri için referanduma gidilmesi çağrısı yapılıyor. Bu iki husus, günümüz Avrupa siyasetinde tepki oylarını çekmeyi hedefleyen neredeyse tüm popülist partilerin kullandıkları söylemlere dönüşmüş durumda. Yunanistan’dan sonra İtalya ve hatta yaklaşan seçimlerde İngiltere’deki yükseliş hesaba katıldığında, partinin Almanya için böylesi bir alternatifi kaçırması da beklenmemeli herhalde. Son hedef olarak Ortak Pazar'a daha fazla yoğunlaşmak geliyor. Çünkü bu husus da öncelikle Almanya’nın çıkarına görülüyor. AfD’ye göre, aşırı borçlanma içindeki ülkelerin yükünün diğer üye devletlere yansıtılmasına bir son verilmeli. Avrupa İstikrar Mekanizması (ESM) gibi oluşumların da sonlandırılması ve borçlu ülkelerin iflaslarına izin verilmesi talep ediliyor. Sloganlarında Almanya’nın her durumda başvurulan “AB’nin para babası” olmasına karşı eleştiriler yükseliyor. Bu yaklaşım, homojen ve dar kapsamlı parasal blok hedefiyle birlikte okunduğunda, ülkeyi “borç batağına saplanmış Latin dünyasının mali yüklerinden uzaklaştırma" isteği rahatça görülebiliyor. Bu arada belirtmekte fayda var: Yeni oluşumun önemli destekçilerinin başında Hans Olaf Henkel yani Alman Sanayicileri Federasyonu’nun eski başkanı geliyor. Bir diğer önemli isim de Alman muhafazakâr Frankfurter Allgemeine Zeitung’ un eski direktörü Konrad Adam. Nitekim bu şahıslar partinin kuruluş aşamasında kamuoyunun dikkatinin çekmede önemli rol oynamış durumdalar. Almanya için alternatif olmaya hazırlanan parti, aslında ülkede yalnız değil. Alman siyasetinde yerleşik düzen karşıtı hareketlerin başında Korsan Parti ve Özgür Seçmenler (Freie Wähler) geliyor. Gündemi ve sol eğilimi nedeniyle Korsan Parti AfD için olası bir müttefik gibi gözükmüyor; fakat Özgür Seçmenler için durum farklı. Özgür Seçmenler bir siyasal parti değil, daha çok kamuoyundaki rahatsızlığı yansıtabilmek adına yerel boyutta siyaset yapmayı tercih eden bir sivil toplum hareketi. 2008’deki Bavyera Eyaleti seçimlerinde gösterdikleri başarı dikkate değer. Söylemlerindeki Euro karşıtlığı da AfD ile bu hareketin işbirliği olasılığını ortaya koyuyor. Hatta AfD’nin bir partiye dönüşmeden önceki hali olan “2013 Seçimleri için Alternatif” hareketi, Özgür Seçmenler ile yerel seçimlerde ittifak yapabilmişti. Bununla birlikte, federal boyutta bir ortaklık hali hazırda mümkün gözükmüyor, zira Özgür Seçmenler AfD’nin bu ATAUM e-bülten nun ilgisini çekmeyi de başarmış durumda. Ellerindeki bir diğer önemli koz da, partinin kendisini “Euro karşıtı fakat AB taraftarı” olarak tanımlaması. teklifini geri çevirmiş durumda. Bu tablo yola yeni çıkan AfD için iyiye işaret değil. Zira henüz hiçbir teşkilatının hazır olmadığı ve seçimlere birkaç ay kaldığı düşünüldüğünde, yerel boyutta yıllardan beri varlığını sürdüren deneyimli bir ortak çok işe yarayabilirdi. Nitekim bu durumun parti içi fikir ayrılıklarını tetikleyebileceği de dile getiriliyor. Anlaşılan, tablo AfD için tümüyle toz pembe değil. Zaten diğer Avrupa ülkelerindeki Avrupa şüphecileri gibi karizmatik ve popüler liderlerden ve yönetici tayfasından yoksun olduğu ve fazlasıyla elitist bir yapılanma olduğu eleştirisi alıyor. Şimdilik akademisyen ve ekonomistlerden oluşan AFD’nin bu gidişle ancak dar bir kesim tarafından destek görebileceği vurgulanıyor. Ayrıca “tek gündemli” partilerin yaşadıkları en büyük sorun olan kitleselleşememe ya da uzun soluklu olamama, AFD için de geçerli. Korsan Parti örneğinde görüldüğü gibi, politikasını tek bir konu üzerine oluşturarak tepki oylarını toplayan bu türden partiler, diğer alanlarda yeterli açılımları yaratamadıkları için sönüyorlar. 1980’lerde bu sorunun üstesinden “başarıyla” gelebilen ve merkezileşerek kitleselleştiği için eleştiri de alan Yeşiller gibi AFD’nin de acilen Euro dışında politikalar üretmesi gerektiği söyleniyor. ATAUM MART 2013 e-bülten Almanya’nın UKIP’i? AfD aslında klasik liberal ve muhafazakâr eğilimlere sahip bir parti gibi. Söylemlerine bakıldığında ayrıca “klasik” Avrupa şüphecisi gibi de duruyor. Fakat Almanya’nın kendine has koşullarına göre formüle edilmiş etkili bir politik açılım getiriyorlar. Euro’ya saldırırlarken bundan esas AB’nin zarar gördüğünün altını çiziyorlar. Zaten Lucke’ya göre AFD, Avrupa karşıtı değil Avrupa yanlısı bir parti. Benzer söylemler yumuşak Avrupa şüpheciliği olarak adlandırılan görüşlerdeki siyasal partiler tarafından da daha önce dile getirilmişti. Fakat Almanya için bu sloganın önemi oldukça fazla. Kurucu ülke olmanın dışında son yıllarda Avrupa’nın belki de yegâne lokomotifi olan Almanya’nın AB harici bir politika izlemesi olası gözükmüyor, en azından orta vadede. Bu bakımdan AfD’ ye göre, halk nezdindeki ekonomik etkileri ifşa eden fakat AB’nin de Ortak Pazar bağlamında derinleşmesini destekleyen bir politik açılım iş görebilir. Zaten bu yüzden parti, Birliğe atfedilen “barış projesi” kavramını da Euro’ yla ilişkilendiriyor. Üyeler arasında sürekli çekişme ve tartışmalara neden olan Euro’nun barış ortamına ve de entegrasyona zarar verdiğinin altını çiziyorlar. Yukarıda belirtildiği gibi, oluşumun ilk kongresi 14 Nisan’da. Eylül seçimlerine yetişebilmek için 16 eyaletin her birinde iki bin imza toplamayı hedefliyorlar. Yasal mevzuata göre, bu yaza kadar süreci tamamlamazlarsa seçimlere giremeyebilirler. Fakat parti yetkililerine göre, Mart’ta dört binden fazla yeni üye kazanılmış durumda. Buysa seçimler için büyük bir engelin olmadığı anlamına geliyor. Peki, Merkel’in partisi CDU için ciddi bir tehdit oluşturuyor mu AfD? Parti lideri Bernd Lucke, uzun yıllar Merkel’in partisi CDU’da görev almış birisi. Zaten AfD’ nin önde gelen üyelerine bakıldığında da benzeri bir durum göze çarpıyor. Bu bağlamda partinin, iktidarın eylemlerinden yorulan muhafazakâr eğilimli CDU destekçilerini kendisine çekmesi beklenebilir. Öte yandan, Almanya’daki ana akım partiler şimdilik sessiz; CDU ise bu yeni oluşumu tehdit ‘Euro’yu Ortadan Kaldıralım!’ Vural YAVAŞ yaratacak kadar önemsemiyor havasında. Eylül’de yapılacak seçimler yaklaştıkça Euro krizinde ciddi dalgalanmaların olması AFD’ye yarayacakken, rutinleşen politik bir havanın hayat bulmasıysa seçimleri Merkel’in CDU’su lehine sonuçlandıracak gibi. Bu durumda, AfD için yüzde 5 barajının aşılmasının iyice imkânsız hale geleceği ifade ediliyor. Zaten CDU’nun oylarını aşındırması durumunda da bu, kendisinden çok muhtemel SPD-Yeşiller ittifakına yarayacaktır. Fakat her hâlükârda Almanya için Alternatif hareketi Merkel’in yeni “UKIP problemi” olacak gibi görünüyor. 3 4 AB’nin Suriye’deki İkilemi Uzay AYSEV MART 2013 ATAUM e-bülten AB’nin Suriye’deki İkilemi Uzay AYSEV Mart’ın ikinci haftasında yapılan AB Brüksel Zirvesi, Birlik üyelerinin Suriye konusundaki fikir ayrılıklarını ortaya seren bir tartışmaya sahne oldu. Konuyu AB zirvesine taşıyan Fransa, Bir leşik Krallık’la birlikte son zamanlarda Suriyeli muhaliflerin silahlandırılmasına yönelik attığı adımlara bir yenisini daha ekledi. Fransa ve Birleşik Krallık, böylece Şubat sonlarına doğru muhaliflere personel taşıyıcı araçlar gibi sivillerin korunması amacıyla kullanılabilecek askeri ekipmanların verilmesinin önünü açan değişikliği bir adım ileriye taşımayı amaçlıyor. Zirve esnasında AB’nin Suriye’ye yönelik uyguladığı silah ambargosunu kaldırmasını talep eden Fransız Cumhurbaşkanı François Hollande, “Suriyelilerin taviz vermez otoriter bir rejim tarafından katledilmesine izin veremeyiz” görüşünde. Benzer bir açıklama da Fransız Dışişleri Bakanı Laurent Faibus’tan geldi. Fabius, AB’nin karar alamaması durumunda Birleşik Krallık ve Fransa’nın Libya’da Kaddafi’ye karşı sergiledikleri işbirliğini Suriye konusunda da sürdüreceği mesajını verdi. Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı William Hague ise, şu an ambargonun kaldırılmasıyla ilgili bir karar alınmamış olmasına rağmen, ambargonun radikal muhaliflere bir etkisi olmadığı gibi ılımlı muhaliflerin önünde de bir engel teşkil ettiğini ifade etti. Zirvede Birleşik Krallık ve Fransa’nın taleplerine en önemli muhalefetse Almanya’dan geldi. Nitekim Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westervelle, ambargonun kalkmasının bölgede konvansiyonel silahların yayılmasına ve savaşın bütün bölgeye sıçramasına sebep olacağını dile getirdi. AB’nin Mayıs 2011’de Suriye’ye koyduğu silah ambargosu her üç ayda bir yeni gelişmeler ışığında gözden geçirilmekte ve gereklilik durumunda şartları değiştirilmekte. Tarafların sivilleri de hedef aldığı bu tarz iç savaşlara yönelik nasıl bir politik yaklaşım sergilenmesi gerektiği sorusu çok klasik bir uluslararası ilişkiler ikilemidir aslında. Bu bağlamda AB üyelerinin önünde silah ambargosuyla ilgili iki seçenek var. İlki, hali hazırda uygulanan ambargoyu sürdürmek. Bu yaklaşıma karşı çıkanlar 90’ ların ortasında eski Yugoslavya’da patlak veren ve on binlerce insanın hayatını kaybettiği Bosna’daki iç savaşı örnek gösteriyor. O dönemde Bosna’ya yönelik silah ambargosu uygulamakta ısrarcı davranan AB ülkeleri, Bosnalı Müslümanların “Yugoslavya” tarafından desteklenen Bosnalı Sırplara karşı dezavantajlı konuma düşürüldüğü iddiasıyla eleştirilmişti. İşte AB ambargosunun da Suriyeli ılımlı muhalifleri, Katar ve Suudi Arabistan tarafından desteklenen radikal İslamcı gruplarla Rusya ve İran tarafından desteklenen Esat rejimi karşısında zayıf konuma düşürdüğü dile getirilmekte. Üstelik Libya örneği de bu stratejinin yaratabileceği sıkıntıları net bir şekilde gözler önüne sermekte. Buna göre, Kaddafi rejiminin yıkılmasını izleyen günlerde iç savaş sırasında hızla yayılan ve ülke içerisindeki rakip grupların ellerine geçen konvansiyonel silahların ülkeyi nasıl istikrarsızlığa sürüklediği ortada. Üstüne üstlük 7 Mart’ta yapılan BM Güvenlik toplantısında kabul edilen çözüm önerisinde Libya’nın bir silah pazarı haline geldiği ve bu durumun bölgesel ve uluslararası güvenliğe olumsuz etkide bulunduğu da belirtilmişken. Bu silahların Mali gibi birçok ülkedeki silahlı militan grupların eline geçmesinin bölge üzerindeki büyük etkileri olabileceği aşikâr. Nitekim benzer sorunların çözülmesi amacıyla son yıllarda BM çatısında yürütülen “Silah Ticareti Anlaşması Konferansı”nda ortaya çıkan taslak anlaşmanın altıncı maddesi ikinci bendi, üye ülkelerin uluslararası yükümlülüklerine aykırı bir durum teşkil edecek silah transferlerine girişmemelerini öngörüyor. Uluslararası Adalet Divanı’nın 1980’lerde ABDNikaragua davasında aldığı “bir ülkedeki isyancı grupların finansal veya lojistik yoldan desteklenmesinin o ülkenin iç işlerine müdahale teşkil ettiği” yönündeki kararı bu açıdan önemli. Bu karar ışığında herhangi bir ülkenin Suriyeli muhalifleri desteklemesi hali hazırda örfi uluslararası hukuka aykırı bir durum teşkil edecektir. Üstelik taslak Silah Ticareti Anlaşması’nın kabul edilmesi durumunda bu türden her tür eylem yeni bir hukuksal engelle de karşılaşacak. Diğer seçenekse statükoyu sürdürmek, bir diğer deyişle Almanya’nın konuyla ilgili mevcut pozisyonu. Mart başında ambargo kararında yapılan değişikliğin yeterli olduğunu ifade eden Alman Dışişleri Bakanı, buna rağmen AB partnerleriyle herhangi başka bir değişikliği tartışmaya hazır olduklarını belirtti. Almanya’nın ambargonun kaldırılmasıyla ilgili en büyük çekincesi, muhaliflere sağlanacak silahların “yanlış ellere” yani radikal grupların eline geçmesi. Bu tarz grupların Esat’ı destekleyen bölgelerde sivillere karşı yürüttüğü ve “insanlığa karşı suç” kategorisinde değerlendirilebilecek saldırılarını Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları İzleme Örgütü gibi sivil toplum örgütleri sıkça raporlamakta. Ayrıca yukarıda değinilen taslak Silah Ticareti Anlaşması’nın altıncı maddesinin üçüncü bendi, des- teklenen grupların sağlanan silahları soykırım, insanlığa karşı suç ve savaş suçları işlemerken kullanabileceği ihtimalinin farkında olunması durumunda söz konusu desteği yasadışı ilan etmekte. İki seçenek arasında uluslararası hukuk çerçevesinde meşru kabul edilebilecek tek seçenek de bu. Nitekim uluslararası ilişkilerde bir devletin veya bir grup devletin bir diğer devlete silah ambargosu uygulamasının önünde hiçbir hukuki engel söz konusu değil. Bu açıdan bakıldığı zaman ikinci yaklaşım daha tercih edilebilir bir durumda. Buna rağmen bu yaklaşımın da bir dezavantajı var: İki tarafın da sivilleri katlettiği rapor edilen son yılların en kanlı iç savaşlarından birine karşı kayıtsız kalmak. BM tarafından yapılan son açıklamaya göre, bugüne kadar Suriye’de 70 bin insan hayatını kaybetti. Elbette kayıtsızlık vicdani açıdan kabul edilebilir bir durum değil. Bu bağlamda üçüncü ve “ideal” bir çözüm söz konusu. İlgili ülkeler arasında uluslararası bir fikir birliği sağlanması ve iç savaşın taraflarını anlaşmaya zorlayacak şartların oluşturulması. Ne yazık ki içerisinde yaşadığımız ve her devletin kendi çıkarını kolladığı uluslararası politik yapıda insan hayatı öncelik taşımamakta. Dünya’nın büyük güçlerinin de, Suriye’de savaşan kesimlerin de mutabakata varmasının önündeki en büyük engel bu. Tarafların (ve müttefiklerinin) barış arayışında değil karşı tarafa üstünlük sağlamak amacında olması. 2 ATAUM e-bülten MART 2013 Euro Bölgesi’nde İdeolojik Çatlak Gökçe ÖZSU 5 Euro Bölgesi’nde İdeolojik Çatlak Gökçe ÖZSU 14-15 Mart’ta yapılan AB Liderler Zirvesi öncesinde Euro bölgesinin büyümesine ilişkin fikir ayrılıkları kamplaşma boyutuna ulaşmıştı. Özellikle Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’den gelen öneriler büyük tartışmalara gebeyken, Almanya Başbakanı Merkel de katı çizgisinden taviz vermedi. Zirve öncesinde -geçmiş yıllardan alışılmışın dışında- Hollande Merkel’le değil İspanya Başbakanı Rajoy’la bir araya geldi. Buysa, yarı dedikodu yarı felaket senaryosu olacak şekilde, ideolojik bir kamplaşma olarak algılandı. Çatlağı yatıştıransa İngiltere oldu. Zirve öncesinde üst düzey diplomatların medyaya yansıyan iki öngörüsüne göre, zirve ya çok da büyük tartışmaların dönmeyeceği sessiz ve sakin bir şekilde geçecek ya da “ideolojik kamplaşmayla” çok zorlu geçecekti. Bahisler ilk ihtimali daha avantajlı gösterirken aslında ortada ikincisini haklı çıkaracak makul bir sebep vardı: Fransız Cumhurbaşkanı, Euro bölgesinin en büyük ekonomisi Almanya’nın Euro tahvilleriyle büyüme ve istihdam temelli mali konsolidasyon politikalarını yürütmesini ateşli bir şekilde savunuyordu. Buna karşı Merkel ise Euro tahvillerinin olası önlem paketine dâhil edilebileceğini, ancak bunun genel bir borç krizine çare olamayacağını iddia ediyordu. Öte yandan, teknokrat İtalyan hükümetinin uzatmalı lideri Mario Monti’nin “dayatılan” kemer sıkma politikalarını tartışmaya açma ihtimali de Birlik çevrelerinde “can sıkıcı bir olasılık” olarak nitelendiriliyordu. Almanya’da yaklaşan seçimler ve İtalya’da kapıya dayanan hükümet krizi Mart zirvesinin daha hassas dengelerde durmasına neden olurken, her türlü olası ideolojik ayrım bir yana, sürdürülebilir büyümenin sağlanması ve işsizlikle bütçe açıklarının düşürülmesi konusunda tüm liderlerin mutabık olması, zirvenin sakin geçmesinin tek sebebi olarak gözüküyordu. Burada önemli olan, orta vadede yapısal mali açıkları kısma ve gelir-gider arasındaki doğru dengeyi sağlama hedeflerini zirvenin sonuç bildirisine koymaktı. Zira bu, kemer sıkma karşıtları dışında herkesin kabul edebileceği bir öneriydi. Zaten beklenen ideolojik tartışmanın tüm liderlerin kabul ettiği argümanlar üzerinden dönmesi çok da mantıklı değildi. Ancak şuna da hak vermek gerekir ki, Euro bölgesi kısa vadede dahi önünü göremezken, Birliğin bu aşamada ideolojik kamplaşmaya varacak derin çatlaklara da tahammülü yoktu. Böylesine gergin bir ortamda başlayan zirvede Merkel’in ilk açıklaması, Hollande’ın öngördüğünün aksine Euro tahvilleriyle borçlanmanın istenen büyümeyi teşvik etmeyeceği yönündeydi. Buna gerekçe olarak kurucu antlaşma metinlerini referans gösteren Merkel, bazı üyelerin diğer üyelerin borçlarını üstlenmesinin söz konusu olamayacağını söyleyerek tahvil önerisine kapıları kapattı. Nitekim Euro bölgesinin lokomotifi olan Almanya’nın ağırlığını koymasıyla da tahvil meselesi zirvenin sonuç bildirisine girmedi. Almanya’ nın tahvil önerisine karşı çıkmasının tek sebebi kurucu antlaşmalar değil elbet. Alman yetkililer, Yunanistan ve İspanya gibi ancak fahiş rakamlarla borçlanabilen ülkelerin kendileri gibi büyük ekonomilerin güvencesiyle daha düşük oranlarla borçlanmasının sağlanması durumunda gündemdeki yapısal reformların geleceğine zarar verileceği görüşündeydi. Kısacası, borçlanma faizlerinin artmasından endişeliydiler. Euro bölgesinin son 4 yılda ikinci kez resesyona girmesi nedeniyle büyüme sağlayacak önlem planlarının daha da önem kazandığı açık. Merkel bu bağlamda yapısal reformda ısrar ederken, Hollande ise üye hükümetlerinin makro-ekonomik açıdan daha aktif rol oynayarak borçlanmanın devamına önem veriyor. Ancak birtakım bürokratik kaynaklar, Merkel’i haklı çıkarırcasına, geçtiğimiz aylarda hazırlanan Birlik bütçesinin İspanya, Yunanistan ve İtalya gibi ülkelerin borçlanmasına yeni bir engel teşkil ettiğini vurguluyor. Zira bütçede -tarihinde ilk kez- yüzde 3.3 gibi bir kesinti öngörülüyor ve uzun vadede bütçenin esnetilme ihtimali de çok az. Benzer bir şekilde, rekor faizlerle borçlanmanın önüne geçebilmek için yapısal reformu Hollande’ın da aslında kabul ettiği düşünülüyor. Ancak ülkesindeki yüksek bütçe açığı ve vergi reformunun uygulamada henüz rayına oturmamış olması, Hol- lande’ı Almanya’nın sağlayacağı güvence mekanizmasını ön planda tutmaya itiyor. Bu açıdan bakıldığında, zirvenin ‘’ideolojik’’ kampları şöyle sınıflandırılabilir. Bir yanda Hollande’ı destekleyen bütçe açıkları fazla Akdeniz ülkeleri bulunmakta. Diğer yandaysa, Merkel’i destekleyen kuzeyli refah ülkeleriyle birlikte nispeten daha uygun borçlanma faizleri olan Birliğin yeni üyeleri var. İngiltere’ye ise Almanya’nın katı tutumunu yumuşatarak daha esnetilebilir mali açık kurallarının kabul edilmesini sağlamak düşüyor. Zirve’nin sonuç bildirisinde büyüme ve rekabetin desteklenmesinin yanında mali önlemlerin büyüme dostu olması ve kamusal mali yönetimin modernize edilmesi gibi ilkesel kararlar da mevcut. Bunların genel kapsamlı bir kararın parçası olduğu görülüyor ve kabul edilmeleri de İngiltere’nin her iki tarafı da yatıştırma politikasının sonucu. Öte yandan, kısa dönemde büyümenin ‘’boostlanması’’ ve yeni bir mali disiplinin sürdürülebilir bir büyümeyle öngörülmesi ifadeleri de Merkel’in zirvedeki ağırlığını gösteriyor. İlk bakışta Hollande’a verilen tavizmiş gibi gözüken işsizliği azaltmak için vergilerin revize edilmesi ve verimli kamusal yatırımların teşvik edilmesi gibi kararlar da aslında ‘’Merkelci’’ yaklaşımla örtüşmesi bakımından bir ayrıksılık taşımıyor gibi duruyor. Bu nedenle, AB liderlerinin zirveyi öncesinden farklı olarak daha sakin tamamladıklarını söylemek de mümkün. 6 Yunanistan'dan Manzaralar Christos TEAZIS ATAUM MART 2013 e-bülten Yunanistan’dan Manzaralar Christos TEAZIS Verilen resmi rakamlara gö- Hastaneler o kadar kötü dure işsizlik yüzde 26.8. Gayri rumda ki, en basit ilaçları biresmi rakamsa elbette bilin- le hastalara veremiyorlar. miyor. Bu rakam 2 gençten bi- Örneğin Zakinthos adası hasrinin işsiz olduğunu gösteri- tanesinin durumu o kadar köyor. Ayrıca, Troyka, 26 bin tü ki, yakıt neredeyse kalmadevlet memurunun işten dı, hastaların yemeği verileçıkartılması için hükümete miyor, ilaçlar tükenmek üzebaskı yapıyor. Gerçekleştiril- re. Oysa çok acil ameliyatse neredeyse 100 bin kişi aç- ların yapılması gerekiyor. lıkla baş başa kalacak. İlaç alamayanlar için sosyal Son 2 sene içinde intiharlar eczaneler kuruldu. Hastaneyüzde 40 arttı. ye gidemeyenler için de sosKilise her gün 50 bin kişiye ye- yal muayeneler kuruldu. Ülmek veriyor. Bu sayı gün be kede günde 40 kürtaj yapılıgün artmakta. yor.Dönem dönem büyük şe“İşsizlere nasıl yemek verilir” hirlerde bedava sebze, meykonulu seminerler düzenlen- ve dağıtılıyor. Katılım sarsıcı meye başladı.Son sene 65 boyutlara ulaşıyor. bin işyeri kapandı. Bazı okullarda ısıtma için yaAnnesi babası işsiz olan ço- kıt bile yok. Öyle ki, bir işacuklar açlıktan sınıfta bayı- damı 200 okul ısıtacak kadar lıyorlar. 25 bin öğrencinin petrolü Milli Eğitim Bakanlıokula aç geldiği tahmin edi- ğı’na hibe etti. liyor. Okullarda yemek dağı- Bazı devlet dairelerinde tetılmaya başladı. mizlik malzemesi yok. İnsan- lar bazı malzemeleri evden getiriyor.Gençler yurtdışına kaçmak için yollar arıyor. Herkes yurtdışındaki akrabanın yanına giderse iş bulup bulamayacağını soruşturuyor. Yurtdışında akrabası olmayanlar da dünyanın dört bir köşesinde iş arayışında. Bazı öğrenciler, ailelerine destek olabilmek amacıyla okulu bırakıp iş arıyor. Stresten kalp krizi vakaları arttı. Nitekim özel şirkette çalışan bir adam, “kovuldun!” sözünü duyduğunda kalp krizi geçirerek öldü. Geçen ay üniversiteli 4-5 öğrenci yakıt yok diye ısınma amacıyla dışarıda yaktıkları mangalı, evin içinde getirdiler. Sonuç? 1 ölü, bir diğeri de yoğun bakımda. Asgari ücret, 500 Euro.Hırsızlık vakaları tavana vurdu. Her iki günde bir insan öldü- rülüyor. Girit’te vakalar yüzde 700 arttı. Thesalia bölgesindeyse yüzde 310. Eskiden insanlar masada kalan yemeklerini çöpe atardı. Şimdi kalan yemekleri çöplerin yanına koyuyorlar. Yemekleri alan kişilerin profili 3 sene önce aklımıza bile gelmeyecek kişilerden oluşuyor. Eskiden, bir evde sadece aile fertleri yoktu. Dede, nine hatta kardeşlerin aileleri aynı çatı altındaydı. 80’li yıllardan sonra ve özellikle 90’lı ve 2000’lı yıllarda çocuklar işe girdikten sonra kendileri için ayrıca bir ev tutuyordu. Şimdiyse krizden dolayı insanlar neredeyse geleneksel aile yapısına bir dönüş eğilimi içinde. Bunlar Yunanistan’daki ekonomik krizin etkilerini ortaya koyuyor. Yoruma bile gerek bırakmaksızın. ATAUM e-bülten İletişim Adres: Ankara Üniversitesi Avrupa Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi (ATAUM) Cemal Gürsel Caddesi, 06590 Cebeci, Ankara Telefon: 0 (312) 362 07 62 Faks: 0 (312) 320 50 61 Web: www.ataum.ankara.edu.tr/ebulten E-posta: ataum@education.ankara.edu.tr Editör: Erdem DENK Tasarım: Turan BACI-Erdem DENK * Yazılarınızla katkıda bulunmak için denk@ankara.edu.tr adresine email atabilirsiniz. * ATAUM E-Bülten’de yer alan yazılar ve görüşler tamamen yazarlarına aittir. ATAUM'un resmi görüşü değildir. * Bu e-bülten içinde yer alan özel kullanım lisanslı tüm yazı ve görsellerin bütün hakları ATAUM`a aittir. * Bu e-bülten, kaynak gösterilerek kopyalanabilir, dağıtılabilir, basılabilir. Sahibi: ATAUM adına Çağrı ERHAN · Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Erdem DENK · Yayının Türü: Süreli (Aylık) · Basım Yeri: Hermes Ofset Ltd. Şti., Kazım Karabekir Cad. Murat Çarşısı 39/16 İskitler/ANKARA Tel: 0(312) 341 01 97 · Basım Tarihi: 10.01.2012 10 ATAUM MART 2013 e-bülten Troyka’ya Sunulan Beşinci Adak Elâ BİLGEN Troyka’ya Sunulan Beşinci Adak Elâ BİLGEN 25 Mart’ta alınan ekonomik destek kararıyla birlikte Kıbrıs, Euro Bölgesi’ndeki ekonomik krizin başladığı 2010’ dan bu yana IMF, AB Komisyonu ve Avrupa Merkez Bankası’nın oluşturduğu Troyka tarafından “kurtarılan” beşinci Euro Bölgesi üyesi oldu. Ancak Kıbrıs’a sunulan / dayatılan “kurtarma paketi”yle belirlenen yöntemler, daha önce İrlanda, Yunanistan, Portekiz ve İspanya için öngörülenlerden önemli farklılıklar içeriyor. Zira alışageldiğimiz kurtarma paketleri uzun vadede ülke ekonomilerinin büyümesi ve istihdamın arttırılması için yeni iş alanlarının açılması amacıyla özelleştirmeler, sosyal yardım ve emeklilik fonlarında yapılan kısıtlamalar, çalışma saatlerinin arttırılması ve ça- lışan sayısının azaltılması gibi yöntemleri içermekteydi. Kıbrıs’taysa bu tedbirlere ek olarak yerel bankalarda mevduatı olanlardan ilave vergi alınmasına karar verilmesi söz konusu. 18 milyar Euro’luk ekonomisini düze çıkarmak için 17 milyar Euro’ya ihtiyacı olan Kıbrıs, ilk defa Haziran 2012’de destek için AB’nin kapısını çalmıştı. 27 üyeli AB içinde Malta ve Estonya’dan sonra en küçük üçüncü ekonomiye sahip olan Kıbrıs’ın bu talebi karşısında Troyka’ nın cevabı, içerde 6 milyarlık bir gelir kalemi oluşturulması şartıyla 10 milyar Euro borç verilebileceği oldu. Euro Bölgesi maliye bakanları, oluşturulacak gelir kalemi için mevduat vergilerinin arttırılması öngörürken, Kıbrıs yönetimi emeklilik fonlarının kullanılmasını istiyordu. Ancak özellikle de Almanya’nın bankaların yüksek faizlerinden yararlanan yatırımcılardan alınan vergilerin arttırılması konusundaki ısrarıyla kriz siyasi bir boyut kazandı. Oysa Angela Merkel, krizin aşılması için zenginlerden yardım istenmesi gerektiğini vurgulamakta. Merkel’e göre, AB’de yaşayan diğer vergi mükellefleri kadar krizden sorumlu olan mevduat sahipleri de krizin aşılmasına destek vermek zorunda. AB’nin 100 bin Euro’nun üzerindeki mevduatlardan yüzde 9.9, 100 bini geçmeyenlerde de yüzde 6.75 oranında vergi alınması planına /önerisine Kıbrıslılar büyük tepki gösterdi. Ayrıca Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi de hal- kın bankalardaki paralarına el konulmasını “Avrupalıların adiliği” olarak değerlendirerek, Rusya’nın AB’nin alternatifi olabileceğini ifade etti. Hemen ertesinde kararın yasalaşması için Parlamento’da yapılan oylamadaysa tek bir “evet”e bile ulaşılamadı ve plan reddedildi. Bu durum AB’yi kızdırırken Kıbrıs Maliye Bakanı Mihailis Saris şansını bir de Moskova’da denemek üzere Rusya’ya hareket etti. Zira Kıbrıs bankalarında bulunan mevduatın yaklaşık üçte biri Rus yatırımcılara ait. Gel gelelim, Rum Bakan iki gün süren görüşmelerin ardından Moskova’ dan eli boş döndü. Buysa, Euro Bölgesi halklarının ahını almaya alışkın olan Merkel’i haklı çıkardı. rarının, 19 Mart’ta Parlamento’nun Troyka kararlarını onaylamamasının sebep olduğu türden bir siyasi çıkmaza yol açmaması için bu defa daha tedbirli davranıldı. Nitekim IMF, hesabı 100 bin Euro’dan fazla olan mevduat sahiplerine getirilecek vergi oranlarının Parlamento onayına ihtiyaç duyulmadan belirlenmesi koşulunu getirirdi. Almanya Maliye Bakanı Wolfgang Schaeuble de anlaşmanın Kıbrıs Parlamentosu tarafından onaylanmasına gerek olmadığı vurgusunu yaptı. İlk defa başvurulan bu farklı tedbirlere rağmen, önceki beş ülke ve Kıbrıs için hazırlanan kurtarma paketlerinin göz ardı edilmemesi gereken bir ortak noktası var: Uygulamalar sırasında içinde bulunulan “olağanüstü koşullar” nedeniyle demokrasi ve demokratik haklar öyle ya da böyle zedeleniyor. Şöyle ki, İtalya’da Kasım 2011’de Mario Monti’nin önce ömür boyu senatör, ardından Başbakan “yapılması”yla başlayan teknokrat hükümet dönemi ve İspanya’da geçen yılki büyük grev ve sokak eylemlerinden sonra pasif direniş sergileyenler de dâhil olmak üzere sokak gösterilerine katılanlar hakkında cezaların ağırlaştırılmasını içeren yasal düzenlemeler yapılmıştı. Kıbrıs’ta parlamentonun devre dışı bırakılmaya çalışılmasınınsa durumun vahametini arttırdığı ortada. Dolayısıyla 19 Mart’ta Kıbrıs Parlamentosu’nda verilen “hayır” oyları, yalnız küçülen ekonomiler karşısında atılan çığlıkların değil, ekonomilerin büyüklüğü oranında çoğalıp azalan demokrasilerin de ilginç bir örneğini oluşturmakta. ‘Güney’ Kıbrıs UNDP tarafından hazırlanan İnsani Gelişme Endeksi’nin 2012 değerlendirmesinde, Kuzey-Güney ayrımının sadece gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında değil her ülkenin kendi içinde yaşanan bir ayrışma olduğu hatırlatılıyor. Kıbrıs’ta Mart sonlarında yaşanan durum da bu nu ka nıt lar ni te lik te. 2004’ten bu yana bir AB ülkesi olan adada yaklaşık iki haftadır bankalar kapalı ve ATM’lerden nakit para çekilmesine günlük sınırlamalar getirilmiş durumda. Üstelik belirsizlik nedeniyle günlük ihtiyaçlar için kullanılan marketlerin bile kredi kartı kabul etmediği bildiriliyor. Limanlarda ve havaalanlarında bagajlar kontrol ediliyor, 10 bin Euro üzerindeki nakit paralara el konularak ülkeden para kaçışı önlenmeye çalışılıyor. Başka bir AB ülkesi İngiltere’yse, Kıbrıs'taki askeri üs- lerinde bulunan askerlerinin maaş ödemelerini aksatmamak için adaya uçak dolusu para gönderiyor. Böyle bir atmosferde Kıbrıs yönetimi yapılan bazı değişikliklerle “kurtarma paketi” için Troyka’nın elini sıkmak durumunda kaldı. 25 Mart’ ta varılan anlaşma uyarınca bankacılık sisteminde düzenlemeye gidilerek ülkenin en büyük ikinci bankası Laiki Bank kapatılacak, yeni düzenlemenin maliyetiyse hesabı 100 bin Euro’yu aşan mevduat sahiplerine kesilecek. İlk bakışta küçük hesap sahiplerine dokunmadan sadece zenginlerden vergi alınması geniş kitlelerin yararına gibi görünse de, dünyadaki uygulamalara bakıldığında kredi faizlerinin yükseltilmesi gibi yollarla faturanın bir şekilde yine “sıradan insanlara” kesildiği ortaya çıkıyor. Üstelik 25 Mart ka- 7 8 'Malvinas Meselesi' Papa’ya Kaldı Esra AKGEMCİ MART 2013 ATAUM e-bülten 'Malvinas Meselesi' Papa’ya Kaldı Esra AKGEMCİ “Vatikan’ın yeni Papa’yı seçmek için dünyanın öbür ucuna gitmek zorunda kalmasına”, Katolik Kilisesi’nin başına geçen ilk Latin Amerikalı dini lider olan Buenos Airesli Kardinal Jorge Mario Bergoglio’nun kendisi bile şaşırmış görünüyor. Yeni Papa’ dan bize ne demeyin. Papa’ nın kim olacağı sadece Katolikleri ilgilendiren bir mevzu değil. Zira ünlü sosyolog Wallerstein, Vatikan’ın arta kalan mutlak monarşilerden biri olarak önemli bir jeopolitik figür olduğunu ve liderinin her ne kadar misyonu sınırlandırılmış olsa da- dünya siyasetine olası etkilerinin de dikkatle izlenmesi gerektiğini belirtiyor. Arjantinli bir Papa seçilmesinin, uzun dönemde dünya çapında doğuracağı sonuçları kestirmek için elbette çok erken. Ancak Arjantin açısından değişen bir şey olacak mı, daha doğrusu yeni Papa’nın Arjantin’e bir faydası olacak mı, belki şimdiden bunun sözünü edebiliriz. Zira Arjantin Devlet Başkanı Cristina Fernández de Kirchner’in Papa’ dan dilek listesi şimdiden hazır. İlk sırada Malvinas, ya da daha popüler adıyla Falkland krizi var. Papa’nın ‘kirli’ sicili 13 Mart’ta seçilerek Francis adını alan Arjantinli Kardinal Jorge Mario Bergoglio, ülkesinin önde gelen isimlerinden biriydi ve dini bir liderin çok ötesinde, ekonomiden sağlığa kadar birçok farklı güncel sorun hakkında tartış mak tan çe kin me yen önemli bir siyasi figürdü. Elbette muhafazakârdı ve ötenaziden idam cezasına, kürtajdan eşcinsel evliliğe kadar birçok konuda Kilisenin geleneksel katı ilkelerinden taviz vermiyordu. Daha da vahimi, cunta rejimiyle işbirliği yaptığına dair bazı belgeler söz konusu. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Latin Amerika’da bütüncül, yekpare bir Katolik Kilisesi’nden söz etmek mümkün değil. Örneğin, Brezilya’ da 1970’lerde askeri rejime karşı koyan ve işçi ve köylü mücadelesini destekleyen kilisenin, Arjantin’de askeri dik- tatörlük döneminde işlenen lında Arjantin, “geçmişle cinayetleri onayladığını ve se- hesaplaşma” konusunda siz kaldığını görüyoruz. Ya da benzer diktatörlük süreçleri her bir ülkede kilise içinde bir- yaşamış Latin Amerika ülkebirine karşı akımlar da bulu- leri arasında en çok yol kat etnabiliyor. Nikaragua’da San- miş ülkelerden. Demokrasidinist gerillaları destekleyen ye geçiş sürecinde Alfonsín piskoposlara karşı papazla- yönetimi birçok cunta liderini rın kontra-gerillaları destek- yargı önüne çıkarmayı balemesi gibi. şardı ve önce Nestor, ardınArjantin’e geri dönersek, 24 dan da Cristina Kirchner yöMart 1976’da yapılan dar- netimleri “kirli savaş”la yüzbeyle başlayan ve “kirli sa- leşmeye devam etti. Kardivaş” olarak anılan cunta dö- nal Bergoglio da bu dönemneminde, üst düzey bir din de tanık olarak iki kez mahadamı olan Bergoglio’nun, kemeye çağrıldıysa da koyani bugünkü Papa Francis’ nuşmak istemedi. Şimdinin in de sol eğilimli rahipleri ih- Arjantinli Papasının Kirchner bar ettiği, iki tanesinin kaçı- hükümetlerinin önde gelen rılmasına ve işkence edilme- muhaliflerinden biri olmasısine göz yumduğu yönünde nın en büyük nedeni bu. Ayiddialar var. Arjantin Katolik rıca Kirchner’in kürtajı ve eşKilisesi, son yıllarda cunta dö- cinsel evliliği mümkün kılan nemindeki işbirlikçiliğinden yasalarının da Papa’yı ne kadolayı iki kere özür dilediyse dar rahatsız ettiğini tahmin de, her 24 Mart’ta meydan- etmek zor değil. Tabii, bir de lar “faşist kilise” sloganlarıy- siyaseten muhafazakârlıkta la inlemeye devam ediyor. As- kül bırakmayan çiçeği bur- nunda Papa’nın ekonomi söz konusu olduğunda oldukça liberal bir tavır takındığını ve Kirchner’in kamulaştırma faaliyetlerine sıcak bakmadığını da belirtmek gerek. Zaten Vatikan’ın yeni lideri seçildikten sonra Cristina Kirchner’le yapacağı görüşme bu açıdan da merakla bekleniyordu. Papa’nın resmi göreve başlama ayini için Vatikan’a giden Kirchner, umduğundan sıcak karşılandı. Öyle ki, Papa’nın elini sıkıp sıkmamak konusunda tereddüt ederken, Papa Kirchner’i yanağından öptü ve Arjantin Devlet Başkanı’nın ziyaretinin özel bir anlamı olduğunu, resmi bir görüşmenin ötesinde ince bir jest olarak gördüğünü açıkladı. 20 dakika süren görüşmede Kirchner, Papa’dan Mal vi nas /Falkland sorununa müdahil olmasını istedi. Papa’dan beklentiler Geçtiğimiz sene İngiltere, donanmasının en modern destroyerlerinden biri olan HMS Dauntless’ı ve nükleer başlıklı füze taşıdığı iddia edilen Vanguard denizaltısını Arjantinlilerin Malvinas, İngilizlerinse Falkland dediği adaya sevk etmiş ve iki ülke arasında yüzyıldır çözülemeyen sorunu alevlendirmişti. Kirchner, İngiltere’yi “Güney Atlantik’i militarize etmek ve silahlandırmaya çalıştırmakla” suçlamış ve adayı diplomatik yollarla geri almaya ka- rarlı olduklarını açıklamıştı. Kirchner, Papa’dan da “İngiltere’nin Güney Atlantik’teki askeri varlığının doğuracağı sorunlardan kaçınmak için müdahale etmesini” talep etti ve “biz diyalog istiyoruz ve diyalogun başarılı olması için Papa’dan katkı yapmasını bekliyoruz” diye konuştu. Arjantin kamuoyunda Papa’nın “kirli” imajını temizlemek için Malvinas konusunda mesai harcayabileceğine dair bir beklenti de yok değil. Zira Papa Fran- cis’in geçen sene Buenos Aires’teki bir ayinde Falkand Savaşı’nda ölen Arjantinli askerler için dua ederken “Falkland adası anavatanın bir parçasıydı ve gasp edildi” dediği yönünde söylentiler de var. Peki, Papa’nın elinden gerçekten bir şey gelir mi? 1978’de Arjantin ile Şili sınırının bir bölümünü oluşturan Beagle kanalı, iki ülke arasında gerginlik sebebi olmuş, sorun 1985’te Papa II. Juan Pablo’nun araya girmesiyle çözülmüştü. Kirchner’e göre bugünkü tarihsel koşullar Papa’nın aracılık yapması için çok daha uygun çünkü Arjantin’de de Britanya’daki gibi demokratik bir hükümet var. Ancak Kirchner’in göz ardı ettiği bir şey var ki, İngiliz hükümeti BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’un bile arabuluculuk yapmasına yanaşmamış, tüm diyalog/müzakere yollarını kapamıştı. Bu durumda Papa’dan hayır beklemek pek de makul görünmüyor. ATAUM e-bülten MART 2013 ‘Falkland/Malvinas Halkı’ Referanduma Gitti Volkan YAMANER 9 ‘Falkland/Malvinas Halkı’ Referanduma Gitti Volkan YAMANER İngilizlerin bölgeye geldiği ilk günden bu yana aidiyet sorunlu olan Falkland/Malvinas Adaları’nın sakinleri, Mart’ta referanduma gitti. Referandum kararı Haziran 2012’de ada hükümeti tarafından alınmıştı. Arjantin’in “sonucu önceden belli olan referandum” olarak gördüğü oylamanın sonucunda Falkland/Malvinas halkı yüzde 98.9 gibi bir oranla Birleşik Krallık’a bağlılığını teyit etti. Referandum sonucunda bir açıklama yapan İngiltere Başbakanı David Cameron, dünya kamuoyunun referandum sonuçlarına saygılı olması gerektiğini belirtti. Adaya 1833’ten bu yana İngilizlerin sahip olması ve ada halkının kendisini İngiliz olarak tasavvur etmesi İngiltere’yi referandum vb. kararları alma konusunda rahatlatırken, Arjantin’i de bir o kadar zora sokmakta. Arjantin muhtemelen bu nedenle sorunun aslında müzakereler yoluyla çözülmesini istemekte. Ancak Arjantin’in Falkland/ Malvinas’ın karasularında petrol aramanın, egemenlik haklarına aykırı olduğunu, İngiltere’nin de petrol ve doğal gaz arama faaliyetlerini "Falkland Adası halkının kendi kaderini tayin hakkı” olarak gördüğünü belirttiği sürece gerginlik devam edeceğe benziyor. Aidiyeti oldukça tartışmalı olan adaların “keşfi”, Portekizliler, İspanyollar ve İngilizler tarafından sahiplenilmekte. 19. yüzyıldan bu yana İngiltere egemenliğinde olan bu adalar, birçok kez bu ülkeyle Arjantin arasında ihtilafa neden oldu. Öte yandan, Milletlerarası Adalet Divanı’nın yargı yetkisinin Arjantin tarafından tanınmaması nedeniyle soruna yargısal bir çözüm getirme imkânı da olamadı. Falkland/Malvinas Adaları üzerindeki egemenlik sorunu, 1964'te BM Sömürge Sorunları Komisyonu'nun gündemine geldi. Arjantinliler, Malvinas olarak adlandırdıkları adaları kendi ülkelerinin bir parçası olarak görüyor. Buna göre, Güney Amerika'ya coğrafi yakınlığı olan adalar üzerinde İspanya'nın halefi olarak Arjantin egemen. Dolayısıyla İngiltere adalar üzerindeki hükümranlığı Arjantin'e devretmeli, yönetimiyse belirli bir anlaşmaya uygun olarak sürdürmeli. İngiltere’yse adada yaşayan İngiliz asıllı halkın isteklerine aykırı olduğundan böyle bir düzenlemeye gidile me ye ce ği gö rü şün de. 1833'ten beri adalar üzerinde "işgal ve yönetimi" sürdürdüğünü söyleyen İngiltere’ye göre, BM Şartı'nın 1. maddesi çerçevesinde Falklandlılara self-determinasyon ilkesi uygulanmalı. Öyle ki, Falkland Adaları’nın Arjantin'in yönetim ve denetimine geçmesi halinde sömürge durumunun sona ermeyeceği, tam tersine başlayacağı iddia edilmekte. 1982’de Arjantin’de cunta yönetimiyle başa gelen General Leopodo Galtieri ve seçimlerin yeni kazanmış olan Birleşik Krallık Başbakanı Margaret Thatcher aynı anda benzer sorunlar yaşamışlardı: Halk desteğini kaybetmek. Fakat Margaret Thatc- Peki, adalar neden (hâlâ) sorun? Belki savaştan son referanduma kadar giden yolda kamuoyundan gelen tepkilere bakmak, sorunu anlamanın yollarından birisi olabilir. 1986 FIFA Dünya Kupası’ nda İngiltere’yle karşılaşan Arjantin’in ünlü futbolcusu Maradona, maç sonunda yaptığı açıklamada savaşa vurgu yaparken attığı golü savaşta ölen Arjantin askerlerinin anısına adamıştı. 2012’ de Şili’de bir televizyon programına katılan ünlü İngiliz grubu Pink Floyd’un kurucularından Roger Waters, bir İngiliz olarak ülkesinin sömür ge ci geç mi şin den utandığını belirtirken Falkland/Malvinas Adaları’nın Arjantine’e ait olması gerektiğinin altını çizdi. Bunun yanında İngiliz şarkıcı Morrissey’in Arjantin’de verdiği konserde sahneye “Kate ve William’dan nefret ediyoruz” tişörtüyle çıkması da iki ülke arasındaki “kadim” gerginliği en güzel anlatan tepkilerden birisiydi. Falkland/Malvinas’ın coğrafi konumu bu soruyu cevaplandırmada önemli bir rol oy- nuyor. Atlantik Okyanusu ile Pasifik Okyanusu arasındaki önemli bir geçiş noktası olan adalar, Güney Atlantik’i kontrol etme imkânı da sağlıyor. Buysa hem Güney Amerika’da bölge gücü olmak isteyen Arjantin’in hem de eski ihtişamlı günlerini unutmayan İngiltere’nin bölgeye ilgisinin nedenini gösteriyor. Bölgede birkaç yıl önce petrolün bulunması da iki ülke arasında Falkland/Malvinas’ın egemenliğinin paylaşılamamasının yeni/güncel her aradığı halk desteğini kolaylıkla bulmuştu. Çünkü General Galtieri toplumun milliyetçilik duygularını artırmak, gündemi oyalamak ve de kendisine karşı sesleri bastırmak için Falkland/Malvinas Adaları sorununu bir milli mesele haline getirmeye başlamıştı. Nitekim kendisine karşı yapılan toplu gösterilerden 2 gün sonra askere alımları başlattı. 19 Mart 1982’de de Arjantin Falkland /Malvinas’ın Güney Georgia Adasına çıkartma yaptı. 2 Nisan’a gelindiğinde savaş bütün Falkland/Malvinas Adaları’na yayılmıştı. Toplamda 10 hafta süren savaş İngilizlerin galibiyetiyle sonuçlandı. İngiltere, BM ve AET'de büyük diplomatik destek gördü. Arjantin'e ekonomik zorlama tedbirleri uygulandı. İngiltere, Arjantin Devlet Başkanı Galtieri’nin ayrılmasından sonra da adadan çekilmedi. Ancak taraflar aradan geçen zaman zarfına rağmen ada üzerinde hak iddia etmeye devam etmekte. nedenlerinden. Zaten son derece değerli bir kaynak olan petrol, bilinen rezervlerinin gün geçtikçe azalmasıyla daha da değerli bir kaynak haline gelmeye başladı. Bu da sorunun niteliğini “tarihsel” ve “stratejik” olmaktan daha “ekonomik” bir hale getiriyor. Falkland /Malvinas bölgesinde balıkçılığın önemli bir gelir kaynağı teşkil etmesi de sorunun daha çok ekonomik olduğunu gösteren bir diğer etmen. 10 Bilim 'Tanrı Parçacığı'nın Peşinde Mühdan SAĞLAM MART 2013 ATAUM e-bülten Bilim 'Tanrı Parçacığı'nın Peşinde Yaklaşık 30 yıldır fizikçileri peşinden koşturan ve başına ödül dahi konulan Higgs Boson, yakayı ele verdi. İsviçre’ nin Cenevre kentinde bulunan CERN laboratluvarında görevli bilim insanları, Büyük Hadron Çarpıştırıcısı adlı cihazda yapılan deneylerle modern fiziğin en önemli bilmecelerinden birisi olan ve “Tanrı Parçacığı” olarak da bilinen Higgs Boson’un varlığının kesinleştiğini duyurdular. 2008’den bu yana CERN’de Higgs Boson’u bulmaya ilişkin deneylerde ilk umut ışığı Aralık 2011’de doğmuştu. O dönemde CERN tarafından yapılan açıklamada, yapılan deneylerde Higgs Boson’a benzediği iddia edilen partiküllerin elde edildiği ancak sonucun kesinleşmediği ifade edilmişti. Yaklaşık bir yıldır Higss Boson arama çalışmalarına Mühdan SAĞLAM hız veren CERN, nihayet yıllardır peşinden koşulan atomaltı parcacığının izine rastladıklarını kamuoyuyla paylaştı. Bilim çevrelerinde büyük bir heyecanla karşılanan bu sonuç, aslında uzun soluklu bir çalışmanın ürünü. Kütlenin Higgs Boson’la imtihanı Adını Edinburg Üniversitesi'ndeki ünlü İngiliz Fizikçi Peter Higgs’ten alan bosonla ilgili ilk teori 1970’larda ortaya atıldı. 1970’lerde fizikçiler, zayıf kuvvet ve elektro manyetik kuvvet arasında güçlü bir bağ olduğunu anladılar. Bu buluş, fizik dünyasında büyük bir ilerleme olarak kabul gördü. Fakat buraya kadar başarılı giden teori, matematiksel olarak bir anlam sorunu yaşadı, çünkü kuvvet taşıyan parçacıkların kütleye sahip olmaması gerekiyordu. Bir başka deyişle, kütle konusunda bü- yük bir açmazla karşı karşıya kalındı. Kütle konusu üzerine yoğunlaşan bir grup fizikçi olan Peter Higgs, Robert Brout ve Francois Englert, “Higgs Boson” tadını taşıyan bir yaklaşımı ortaya koydular. İşte bu yaklaşımla “Higgs Field” isimli alan ve bu olanda ortaya çıkan Higgs Bosonla saplanıp kalınan kütle açmazı aşılmaya çalışıldı. Teoriye göre Büyük Patlama’dan sonraki anlarda parçacıkların kütleleri yoktu. Genişlemeye başlayan ve soğuyan evren, belli bir sıcaklık değerinin altına düştüğünde görünmeyen bir kuvvet alanı olan “Higgs Field” oluştu. Bu, tüm evreni kapsayan bir alan olarak ele alındı. Bu alanda Higgs Bosonlar oluştu ve bununla etkileşim içine giren her cisim de Higgs Boson aracılığıyla kütle kazandı. Parçacıkların bu alanla etkileşimleri oranında kütlelerinde ağırlık oluştuğu kabul edildi. Higgs Boson teorisi, ilk anda bilim dünyasında büyük bir yankı uyandırmamışsa da bilim insanları çeşitli deneylerle Higss Boson’un peşine düştü. Ne var ki, teorinin temeli olan büyük patlama ya da ona yakın bir deney ortamı sağlanamadığı için, Tanrı Parçacığı’nın varlığı soru işareti olarak kalmaya devam etti. İstenen deneyler yapılmamış olsa da bilim dünyası “acaba olabilir mi” sorusu etrafında Higgs Boson’u aramaya devam etti. Bu arayışa en son 2008’de Büyük Patlama’ya hayat veren CERN de katıldı. Ve nihayet aranan sorunun muhtemel cevabı “Atlas Deneyi” nden geldi. birlikte Güneş’in 100 bin katı yani 2 trilyon derece sıcaklığın açığa çıkması sağlanıyor. İşte bu sıcaklıkla birlikte yeni parçacıkların yanı sıra Higgs Bosonlar da ortaya çıktı. Böylece 30 yıldır varlığı bir türlü kanıtlanamayan maddeye kütle veren Higgs Boson görüntülenebilmiş oldu. Aslında geçtiğimiz Aralık ’ta CERN’de yapılan Atlas Deneyi’nde Higss Boson olduğunu düşünülen partiküllerin izine rastlanıldığı kamu- oyuyla paylaşılmıştı. Ancak bundan emin olmak için deneylere devam kararı alınmıştı. Ve nihayet yıllardır bilim dünyasını peşinden sürükleyen varlığı muamma, eşkâli belirsiz Higgs Boson kıskıvrak ele geçirildi. Öte yandan, CERN’un önemli fizikçilerinden Joe Incandela, uğraştıkları şeyin Higgs Boson’u olduğundan emin olduklarını, ancak bunun ne tip bir boson olduğunu anlamak için önlerinde daha uzun bir yol olduğunu ifade ediyor. Tanrı parçacıklarının peşine düşen bilim insanları, CERN’ den yapılan açıklamayla heyecanlı bir bekleyiş içinde. Evrenin sırlarının keşfinde önemli bir aşama olarak görülen Higgs Boson’un ispatı, fiziğin kayıp köşe taşlarından birisini açığa çıkaracak olması bakımından çok önemli bir eşik. 14 milyar yıl önce oluşan evrenin bir sırrını daha açığa çıkarmak adına. Atlas Deneyi “Higgs Boson’u bulduk” cevabıyla kamuoyunun karşısına çıkan CERN, İsveç- Fransa sınırında yerin altına kurulan lâboratuarında yaptığı Atlas Deneyi’yle 2008’den bu yana Tanrı Parçacığı’nın peşinde. Bu deneyde elektron ve pozitron gibi atom içi parçacıklar ışık hızına yaklaştırılarak dairesel bir döngüde hareket ettiriliyor. Birbiriyle çarpıştırılan parçacıklar daha sonra imha ediliyor. Isının iyice yükselmesiyle ATAUM MART 2013 e-bülten 'Habemus Papam' Emre YÜKSEL 11 'Habemus Papam' Emre YÜKSEL Kardinaller Meclisi, Papa XVI. Benedictus’un istifasının ardından yeni Papa’yı seçti. Kardinal Jorge Mario Bergoglio, Francis adını alarak 266. Papa oldu. İtalyan kökenli Arjantinli olan Bergoglio, 17 Aralık 1936’da Buenos Aires’te doğdu. Kimya mühendisliğinin ardından fel- sefe eğitimi de alan Bergoglio, Arjantin ve Almanya’da teoloji okudu. 1958’de kiliseye katıldı. 1969’da papaz ve 1998’de de Buenos Aires İlk Cizvit, İlk Arjantinli, İlk Francis Kardinaller Meclisi, Papa Benedictus’un 28 Şubat’ta görevi bırakmasının ardından Konklav da denilen Papa seçimine 12 Mart’ta başladı. Kural olarak 115 Kardinalli Meclis’te üçte ikilik çoğunluk sağlanması gereken oylamanın ilk turunda hiçbir aday bu orana ulaşamadı ve Sistine Şapeli’nin bacasından siyah duman yükseldi. İkinci günün ilk turunda da adayların hiçbirisi aranan çoğunluğu sağlayamadı. Katolik dünyayı sevindiren gelişmeyse aynı günün ikinci oylamasından geldi. Sistine Şapeli’nin bacasından beyaz duman yükseltilerek duyurulan Konklav’da, Buenos Aires Başpiskoposu Jorge Mario Bergoglio yeterli çoğunluğu sağladı ve yeni Papa seçildi. Ayrıca, Latince “Habemus Papam” yani “Papamız var” duyurusu da Aziz Petrus Bazilikası’nın büyük locasından Dinler Arası Diyalog Kurulu Başkanı ve Protodiacono sıfatını taşıyan Fransız Kardinal Jean-Louis Tauran tarafından yapıldı. Geleneğe uygun olarak kendisine bir Papalık ismi belirleyen Bergoglio, bundan böyle “Papa Francis” diye anılacak. Aslın- da kendisi bu ismi seçen ilk Papa oldu. Bu ismin özelliğiyse, Fransisken Tarikatı’nın kurucusu “Aziz Assisili Francis”ten geliyor olması. Yoksulların dostu olan ve basit bir yaşam tarzını benimseyen Assisili Francis, bu yönüyle yeni Papa tarafından örnek alınacak. Nitekim genelde Papa seçilen kişi hangi azizin yolundan gidecekse onun adını seçiyor. Bergoglio da bu ismi seçerek hem nasıl bir Papa olacağının, hem de bu ismi alan ilk Papa olarak diğerlerinden farklı olacağının sinyallerini vermiş oldu. Ancak bu, yeni Papa’nın birçok ilkinden sadece biri. Nitekim kendisi Katolikliğin, Dominiken ve Fransiskenlerle birlikte en önemli tarikatlarından olan Cizvitlerin çıkardığı ilk Papa. Ayrıca, bin 300 yıl sonra Avrupa dışından seçilen ve daha da önemlisi Latin Amerika’dan seçilen ilk Papa olma özelliğini de taşıyor. Francis, Papa olarak yaptığı ilk balkon konuşmasında halkı selamladı: “Ey kardeşlerim, bildiğiniz gibi kardinallerin amacı Roma’ ya bir piskopos seçmekti. Öyle görünüyor ki, kardinaller kendi aralarında bir kara- Göreve başlaması Bergoglio, 19 Şubat’ta res- cek olan bu yüzük, her papa men görevine başladı. Yapı- için özel olarak hazırlanıyor lan törende, Protodiacono ve papanın vefatı ya da göreKardinal Jean-Louis Tauran, vinden istifa etmesi duruPapa’nın cüppesinin üzerin- munda çekiçle parçalanıyor. de taşıyacağı Pallium adlı ku- Yeni Papa, resmi Papalık ayimaş bandı Papa Francis’e tak- ninde bir de konuşma yaptı: dim etti. Kardinaller Meclisi “Bugün birçok karanlığın Dekanı Angelo Sodano da içinde umut ışığı görmeye ve papalık yüzüğü olarak bili- başkalarına umut veren kanen “Balıkçı Yüzüğü”nü dın ve adamlar olmaya ihtiPapa’nın sağ el yüzük par- yacımız var. Tanrı'nın yaratmağına taktı. Papa’nın dam- tığı her erkek ve kadının kogası ve imzası yerine geçe- runması, onlara sevgi ve şef- Başpiskoposu oldu. Kardinalliğeyse 2001’de dönemin Papası II. Jean Paul tarafından yükseltildi. ra vardılar ve bir kişiyi seçtiler. Şimdi hepimiz buradayız. Tüm dünya sevgi ve kardeşlik yolunda ilerlemeli.” Papa, konuşmasını, selefi XVI. Benedictus ve kendisi için dua edilmesini isteyerek bitirdi ve iyi geceler dileyerek balkondan ayrıldı. Aslında Bergoglio’nun Papa seçilmesi çoğu insan için sürpriz bir karar oldu. Bahislerde adı hiç geçmeyen Kardinal, beklenenin aksine çok kısa bir sürede, yalnızca 3 oylama sonunda çoğunluğu sağlamış oldu. Öte yandan, Bergoglio’nun seçilmesi beklenen bir gelişmeydi de. Zira Bergoglio, Ratzinger’in (XVI. Benedictus) papa seçildiği 2005 seçimlerinde en güçlü ikinci adaydı. Ayrıca Kardinallik döneminde Katolik Kilisesi’nin hem muhafazakâr hem de liberal kanadına cazip gelen özellikleriyle dikkati çekmişti. Eşcinsel evlilik, ötenazi ve kürtaj konularında kilisenin yerleşik tutumunu takınan Bergoglio, sosyal adalet konularındaki düşünceleriyle de tanınmakta. 2007’deki bir konuşmasında “dünyanın eşitsizliklerin en fazla olduğu bölgesindeyiz. En çok büyüyen, ama insan- ların çektiği acının en az hafiflediği kıtasındayız” sözleriyle bu konudaki düşüncelerini açıklamıştı. Ayrıca süsten uzak bir yaşam sürdürdüğü de yaygın kanı. Nitekim biyografi yazarı Francesca Amrogetti onu “Buenos Aires' teyken metroya, otobüse binen Kardinal Bergoglio, Roma'ya gitmesi gerektiğinde ekonomik sınıf uçardı” sözleriyle tanımlıyor. Arjantin’ deyken bir apartman dairesinde yaşayan yeni Papa, kendi yemeğini kendisi pişirmesiyle de ünlü. Yeni Papa’nın kendi ülkelerinden çıkması sebebiyle Arjantin halkı büyük heyecan içerisinde. Katolikliğin resmi din olduğu ülkede, Bergoglio’nun Papa seçilmesi büyük mutluluk yarattı. Ülke basını Bergoglio için özel baskı yaparken, sokaktaki Arjantinliler de yeni Papa’nın mütevazı kişiliğine vurgu yapıyor. Bir Arjantinli onu “sadelik onun için çok doğal. Protokollerden hoşlanmaz” sözleriyle tanımlıyor. Ancak yine de 1976-1982 arasındaki darbe döneminde diktatörlerle işbirliği yapmakla suçlanan Bergoglio’ ya tepkiyle yaklaşanlar da var. katle bakılması, umudun ufkunu genişletmek ve ışık demetinin kara bulutlar arasından süzülmesine izin vermektir.” Törende ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’dan Almanya Şansölyesi Angela Merkel’e kadar 132 ülkenin temsilcileri de yerlerini aldı. Törende esas ilgiyiyse 959 yıl aradan sonra Papalık törenine katılan ilk Patrik olan Bartholomeos çekti. Papa Francis de bu katılımı karşı- lıksız bırakmadı ve iki dini lider törende kucaklaştı. Papa Francis’in göreve başladıktan sonra gerçekleştirdiği ilk icraatlardan birisi de selefi XVI. Benedictus’u ziyaret etmek oldu. Benedictus’un ikamet ettiği Castel Gandolfo’da gerçekleşen görüşmede ikili birlikte dua etti. Benedictus döneminden birçok sorunu devralan Francis, özellikle çocuk tacizleri ve yolsuzlukla uğraşacak. Vatandaş Gel 12 Gel Onur HAZNEDAR MART 2013 ATAUM e-bülten Gel Vatandaş Gel Onur HAZNEDAR Yıl 1492. İspanya’nın güney kıyılarından gemiler kalkar Yeni Dünya’yı keşfetmeye. Herkes bu yılı genelde Kristof Kolomb’un bu keşfiyle hatırlar. Ancak madalyonun bir de öteki yüzü vardır. İspanya’nın önemli limanlarından Cadiz ve Sevilla’da binlerce Yahudi kendilerini kurtaracak bir gemi bekler. Aradan yıllar geçer, tarihler bugünü gösterir ve İspanya aradan geçen 520 yıl sonrasında kovduğu binlerce Yahudi’ye kucak açar. Vatandaşlık kanununda yapılacak değişiklikle Sefarad Yahudilerinin vatandaşlığa alınmalarının kolaylaştırılacağı açıklanır. Süreç, geçtiğimiz Kasım’da İspanya Adalet Bakanı Al- berto Ruiz-Gallardón ile Dışişleri Bakanı José Manuel García-Margallo‘nun ortaklaşa düzenledikleri basın açıklamasıyla başladı. Buna göre Sefarad Yahudileri, Yahudi Toplumları Federasyonu’ndan alacakları bir sertifikayla birlikte otomatik olarak İspanya vatandaşı olabilecekler. Böylelikle 1982 tarihli yasada yer alan iki sene ikamet etmeyle Anayasa ve Krala bağlılık yemini etme gibi şartlardan Sefarad Yahudileri muaf tutulacak. Ayrıca, çifte vatandaşlığın yasak olduğu İspanya’da önceki vatandaşlıklarını korumalarına izin verilerek Sefarad Yahudilerine bu anlamda da ayrıcalık tanınacak. Her ne kadar bu girişim parlamentodan geçerek yasal hale henüz gelmemiş olsa da, tüm dünyadaki Sefarad Yahudilerini heyecanlandırmışa benziyor. Başvuruları değerlendiren Yahudi Cemaatleri Federasyonu’nun açıklamayı takip eden ilk bir ay içerisinde altı bin başvuru aldıklarını belirtmesi de bunun açık bir göstergesi. New York Times gazetesinin Paris Muhabiri Doreen Carvajal da başvuranlardan biri. Hâlihazırda ABD vatandaşı olan Carvajal, aslen Katolik olarak yetişmiş; Yahudi kökenli olduğunu da ancak bundan birkaç yıl önce keşfetmiş. Carvajal’ın ailesi, o dönemde din değiştirmek zorunda kalan Sefarad Yahudilerindenmiş. Fakat Federasyonla irtibata geçtiğinde kendisi Katolik olduğu için vatandaşlığa başvuramayacağını öğrenmiş. Bunun için tekrardan Yahudi olması gerektiği kendisine bildirilmiş. Yani aslında bakılırsa 520 sene önce atalarına yapılanın tersi kendisinden istenmiş. Bu, planlanan kanundaki bir eksiklik olarak göze çarpıyor. Ancak Federasyon Genel Sekreteri Mauricio Toledano’ya göre yeni yasa parlamentoya sunulduğunda şimdi Yahudi olsun ya da olmasın Sefarad kökenli herkese vatandaşlık hakkı verilecek. zenginlerden oluşan bu kesimin İspanya’ya gelerek ekonomiyi canlandırmaları beklenebilir. Zira bu kişilerin çoğu varlıklı iş adamları ve bankerler. Ama ekonominin durgunluk yaşadığı bir ülkeye bu insanlar niye gelsin ki? Barcelona Üniversitesi’nden tarihçi Maria Josep Estanyol da bu noktaya vurgu yapıyor: “Durumun vahimliği göz önünde bulundurulursa, İspanya’ya dönülmemesi yönünde tavsiyede bulunurdum.” Kimilerine göreyse bu girişim İsrail’le ilişkileri yumuşatmanın bir aracı olarak görülüyor. Filistin’in BM’de gözlemci devlet statüsü verilmesi oylamasında lehte oy kullanan İspanya’nın İsrail’le ilişkilerini yumuşatmak için bu girişimde bulunduğu id- dia ediliyor. Bu girişime Müslümanların davet edilmemesi de aslında bu ikinci nedeni doğrular nitelikte. Zira o dönemde Yahudilerle birlikte Müslümanlar da İspanya’yı terk etmek zorunda bırakılmıştı. Zaten bu nedenle Müslümanlar, bu girişime oldukça tepki gösteriyor. Neden şimdi? Aslında yıllardan beri Sefarad Yahudilerinin vatandaşlığa kabul edilmeleri için çeşitli hükümetler girişimlerde bulunuyor. Peki, ne oldu da bugün bu durum bir anda ciddi bir boyut kazanabildi? İspanya’nın ekonomik krizden en çok etkilenen Avrupa ülkelerinden biri olduğu herkes tarafından bilinen bir gerçek. Teorik olarak daha çok Sefarad Yahudileri Sefarad kelimesi, İbrani dilinde İspanya anlamına geliyor. Günümüzde de 1492’de engizisyondan kaçarak çeşitli ülkelere sığınan Yahudiler için kullanılıyor. 1492’de Endülüs Devleti Kastilya Kraliçesi Isabel ve Aragon Kralı Ferdinand tarafından işgal edilir. Burada yaşayan Yahudilere de iki seçenek sunulur: Ya Hıristiyanlığa geçeceklerdir ya da ülkeyi terk edeceklerdir. Mart 1492’de Kovulma Fermanı olarak bilinen “Elhamra Kararnamesi” imzalanır ve Yahudilerden yanlarına altın ya da gümüş gibi değerli eşyalarını almaksızın dört ay içinde ülkeyi terk etmeleri istenir. Eğer gitmezlerse de idama mahkûm olacakları açıkça belirtilir. Hal böyle olunca vatansız kalan binlerce Yahudi başta Osmanlı olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerine dağılır. Bugün 40-50 bin civarında Sefarad Yahudisi olduğu tahmin ediliyor. Sonuç olarak, aradan bunca yıl geçmesine rağmen bir “özür” olarak bu tarz bir girişim olumlu karşılanabilir. Ancak “neden şimdi” sorusu da ortada duruyor. Zaten ekonomik krizle başı dertte olan bir hükümet, neden vatandaşlık davetinde bulunur? Bu cevaplanması zor bir soru. Evet, bu insanların çoğu zengin ama aynı zamanda zengin olmayan kesim de muhakkak var. Zaten bu nedenle belli bir miktar para ödeyip gayrimenkul satın alanların da bu uygulamadan yararlanabileceği dair çeşitli dedikodular ortalıkta dolaşıyor. Mesela, İngiltere’den bir Sefarad Yahudisi bu yeni düzenlemeyi duyunca İspanya’da ev yaptırmaya başlamış, hatta mezarı için bir yer satın almış bile. Eğer durum böyleyse, İspanya’nın gayrimenkul satışıyla ekonomisine sıcak para çekmeyi planladığı söylenebilir. Ancak zenginler için İspanya bugün hem güvensiz hem de cazip değil. Bu nedenle İspanya'nın bu girişimi ne denli başarıya ulaşır, belli değil. 11 ATAUM MART 2013 e-bülten İngiltere ile AİHM Arasında Ayrılık Çanları Esra DERE İngiltere ile AİHM Arasında Ayrılık Çanları Esra DERE İngiltere’nin AB’den çıkıp çıkmayacağı tartışılırken, ülkenin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden (AİHM) de ayrılabileceğine dair sinyaller veriliyor. Nitekim Mart başında gerçekleştirilen bir konferansta konuşan İngiltere İçişleri Bakanı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin suçla mücadelelerine zarar verdiğini ve göç kontrolünü zorlaştırdığını, bu nedenle sözleşmeden ayrılmayı gündeme getirmeleri gerektiğini söyledi. Aslında Sözleşme’ den ayrılma fikri daha önce İngiliz basınında da yer almıştı, ancak ilk kez May tarafından da açıkça ve "resmen" dile getirilmiş oldu. May, konuşmasında, “2015' e kadar AİHM konusunu çözmek için bir plana ihtiyacımız olacak. Sözleşmeden tamamen çekilmek de dâhil olmak üzere tüm seçeneklerin açıkça gündemde olmasını istiyorum” dedi. Hedef olarak gösterilen 2015 yılı önemli, zira Başbakan David Cameron, 2015'teki seçimleri kazanması halinde 2017 sonuna kadar AB üyeliklerini referanduma götürme sözü vermişti. Kısacası, bir AB kurumu olmamakla birlikte, AİHM meselesinin İngiltere' nin AB üyeliğiyle ilgili tartış- maların sürdüğü bir döneme denk gelmesi hiç tesadüf değil. Ayrıca, 1 Mart'ta düzenlenen bir ara seçimde AB karşıtı İngiltere Bağımsızlık Partisi'nin Muhafazakâr Parti' yi üçüncülüğe iterek ikinci sırada yer almasının da May’ in mahkemeye ilişkin açıklamalarında etkili olduğu düşünülüyor. Bir diğer zamansal tesadüfse şöyle: May’in bu açıklamaları, İngiltere'de AİHM’le ilgili tartışmaları hararetlendiren Ürdünlü imam Ebu Katade' nin tekrar hapse gönderildiği gün yapıldı. İngiltere hükümeti, Usame Bin Ladin’in Avrupa’daki sağ kolu olduğu öne sürülen Ebu Katade'yi terör suçlamasıyla yargılandığı Ürdün'e geri göndermek istiyor. Ancak ülkedeki davanın adil olmayacağı kanaatinde olan AİHM, Ebu Katade'nin iadesine izin vermiyor. Nitekim Mahkeme, terör şüphesiyle 6 yıldır gözaltında tutulan Ebu Katade'yi ülkesi Ürdün'e gönderme kararı alan İngiltere Yüksek Mahkemesi'nin kararını, “güvenlik şartlarının uygun olmaması” gerekçesiyle bozmuştu. Bunun üzerine Avrupa Kon se yi Par la men ter ler Meclisi'nde (AKPM) yaptığı konuşmada David Cameron, AİHM'in, yargı kararlarının götürüldüğü temyiz mahkemesi konumundan bir an önce kurtulup, asli vazifesi olan “ciddi insan hakları ihlallerine” yoğunlaşması gerektiğini savunmuştu. İngiliz Başbakan, aynı konuşmada, AİHM'in verdiği kararlarla ül- kesindeki terörle mücadeleye zarar verdiğini öne sürerek “acil reform” çağrısında da bulunmuştu. Konuşması aslında epey keskindi: “Strasbourg sürekli oyunun kurallarını değiştirerek Ebu Katade gibi tehlikeli insanların iadesine izin vermiyor. Biz bu sözleşmenin neresinde yer alıyoruz, kendimize sormalıyız. Diğer ülkelerdeki insan hakkı ihlallerini gerçekten azaltabiliyor muyuz? Şüphelerim var. Peki, kendi ulusal çıkarlarımız doğrultusunda hareket etme alanımızı kısıtlıyor muyuz? Kendi yüksek mahkememizin, aslında yüksek mahkeme olmadığını kabul ediyor muyuz? Bence ediyoruz.” İngiltere’nin reform istekleri İngiltere’nin Avrupa Konseyi’ nin dönem başkanlığını yaptığı geçtiğimiz Nisan’da Brighton’da bir zirve toplantısı yapıldı. İngiltere hükümeti hazırladığı teklifte Avrupa Konseyi’nin işleyişinde gerçekleşmesini istediği değişiklikleri sıraladı. İstenen değişiklikler arasında AİHM’ in ulusal mahkemelerin karar açıkladığı benzer davalara bakmaması da vardı. Bunun istisnasıysa “ulusal mahkemenin sözleşmenin yorumunda açıkça bir hata yapması” ya da “sözleşmenin yorumuyla ilgili ciddi kuşkular bulunması” olarak belirtildi. Hükümet aynı zamanda, mahkemeye başvurmak için ulusal mahkemenin kararının üzerinden geçecek azami süreyi de iki ila dört ay arasında bir süreye düşürmek istiyor. Bu istekler, temel olarak Strasbourg merkezli mahkemenin güçlerini kısıtlamaya yönelik. İngiltere, bu tepki ve istekleriyle, AİHM’in yetkilerinin azaltılmasını amaçlayan “yetki ikamesi” ilkesinin kabul edilmesini ve böylece de Mahkeme’nin ulusal mahkemelerde alınmış kararları bozma yetkisinin azaltılmasını talep ediyor. Dahası, AİHM’in temyiz merci olarak bilir. Açık ki, ulusal tedbirleişlev görmesinden rahatsız ol- rin uygulanma alanının daduğunu ve iç hukuk sistemi- ralmasıyla güvenlik zaafının nin herhangi bir uluslararası artacağı ve terörle mücademüdahaleyle dönüşmesine lenin zarar göreceği düşünüizin vermeye niyetli olmadı- lüyor. Terörle mücadelenin ğını ortaya koyuyor. Ayrıca hızlı, sonuca yönelik ve prauygulamada serbestliğin ar- tik uygulamalarla hayata getırılması amacıyla hükümet- çirildiği düşüncesinden halere “takdir payı” bırakılması reketle, AİHM’in ağır işleyişi, da öneriliyor. Böylelikle geniş özgürlük tanımları ve İngiltere, uluslararası bir demokratik standartları ramahkemenin kararlarının uy- hatsızlık uyandırıyor. Bu itigulanmasında ulusal otori- barla, AİHM’in reforme ediltelerin söz sahibi olmasını mesi bir yana, İngiltere’nin bekliyor. mahkemenin yargı yetkisini İngiltere’nin bu önerileri gün- tanımayabileceği yolundaki deme getirirkenki temel kay- haberler de önem taşıyor. gısının terör olduğu söylene- İngiltere yalnız değil Mahkeme, bugüne kadar, İngiltere dışında birçok üye ülkenin de tepkisiyle karşı karşıya kaldı. Bu ülkelerden biri olan Almanya’da Anayasa Mahkemesi’nin 2004’te aldığı ve hala yürürlükte olan bir karara göre, AİHM’ in verdiği kararlar Alman mahkemeleri tarafından istenirse dikkate alınıyor. Ancak AİHM kararlarının Alman yasalarının üzerinde olduğu kabul edilmiyor. Bu karar, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Alman Ana- yasası’nın üzerinde olmadığı ve AİHM’in kararlarının bağlayıcı olmadığı anlamına geliyor. AİHM kararları, bir anlamda Alman mahkemelerinin kararlarında yoruma açık konularda yardımcı olarak değerlendiriliyor. İtalya’daysa AİHM, 2009’da okul dersliklerinde haç işaretleri bulunmasının “öğrencilerin din özgürlüğünü ihlal ettiği” kararı almasının ardından tartışmaya açıldı. O dönemde görevde bulunan Silvio Berlusconi hükü- meti, haç işaretinin dini değil İtalyan kültürüne ait olduğunu savunmuş ve “ideolojik bir Avrupa mahkemesi kimliğimizi çalmaya çalışıyor” diye tepki göstermişti. İtalyan hükümetinin temyize gitmesi sonucunda konuyu 18 Mart 2011’de görüşen AİHM büyük kurulu, ikiye karşı on beş oyla okullarda haç işaretleri bulunması konusunun İtalyan devletinin karar vereceği bir iş olduğuna ve bunun din ve eğitim özgürlüklerini ihlal etmediğine hükmederek bir önceki kararı bozmuştu. Bu defa ve bundan önce de çok sayıda davada mahkeme kararlarıyla ters düşen İngiltere’nin bundan sonra nasıl bir adım atacağı kesin olmasa da, bu “ayrılıkçı” tavrın zaten mesafeli yaklaşılan Avrupa kurumlarıyla uzaklığı daha da artırdığı gözlenebiliyor. İngiltere, bir anlamda kendi içine dönmeye ve kaybettiğini düşündüğü otoriteyi yeniden kendi elinde toplamaya çalışıyor. 13 11 Cinsiyet Eşitliği Sınırları Zorluyor! 14 İsveç’te Ceren BEKTAŞ MART 2013 ATAUM e-bülten İsveç’te Cinsiyet Eşitliği Sınırları Zorluyor! Ceren BEKTAŞ Cinsiyet eşitliğinde dünyanın en ileri sistemlerinden birine sahip olduğu yaygın kabul gören İsveç, bir politikacının erkeklerin de idrarlarını oturarak yapması gerektiğini söylemesiyle cinsiyet eşitliğini yeniden ve fakat bu kez farklı bir şekilde tartışmaya başladı. Her ne kadar ilgili politikacı bunun sağlık için gerekli olduğunu savunsa da, bir başka amacı da İsveç erkeklerini test etmekti. İsveçli erkeklerin “erkeklik hakkımızın elimizden alınması” olarak yorumladığı bu “öneri”, gerçekten cinsiyet eşitliği açısından gerekli mi? Öyle ki, bazıları İsveç yönetimini “radikal feminist ajandası” olduğu için eleştirirken cinsiyet eşitliği konusunda daha birçok şeyin yapılması gerektiğini düşünenler de bulunmakta. İsveç, toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda dünya ülkeleri arasında en üst sıralarda yer almakta. Cinsiyet eşitliğine yapılan vurgu, eğitim sisteminden iş hayatına, politik alandan anne-babalık iznine kadar toplumsal hayatın her alanında kendini göstermekte. Kadın hakları söz konusu olduğunda da İsveç de- yim yerindeyse parmakla gösterilen ilk örneklerden biri. Peki bu durum gerçekten toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayan bir olgu mu, yoksa toplumsal eşitliği sağlamak için yapılan aşırı cinsiyetçi bir tutum mu? Kadın ve erkek arasında siyasal ve sosyo-ekonomik farklılıkların giderilmesi için kadın ve erkek olmadan kaynaklanan biyolojik farklılıkların da mı törpülenmesi gerekiyor? Yanıtın bu olduğunu söylemek zor. Zira İsveç’te sürecin bu denli radikalleşmesi ve pozitif ayrımcılığın doruğa ulaşması (“biyolojik olarak kadını erkeksileştiren, erkeği de kadınsılaştıran”), erkek ve kadın arasındaki biyolojik farklılığı gidererek temelde insan haklarını çiğneyen bir olguya dönüşmekte. Pozitif ayrımcılık, eşit olmayanlar arasında dezavantajlı durumda olan grubu avantajlı konuma yükseltmek için yapılıyor. Tam da bu noktada kadınların zaten temelden amiyane tabirle “ezik” olduğu genel kabul görmüş durumda oluyor. İdrarını oturarak yaparken bile! Yine buradan hareketle, pozitif ayrımcılık toplumda kadınları yükseltip erkekleri üzerinde egemenlik kurulması gereken bir varlık olarak gösterip aslında eleştirilen noktanın bu sefer de erkekler aleyhine tezahür etmesine neden oluyor. İsveç yönetimine eleştiri de işte tam da burada. “Radikal Feminist ajandası” olarak görülen yönetim, yine bu anlayış çerçevesinde erkeğin çalışma, rekabet, üstünlük, savaş ve baskı gibi sert ve katı bir otoriteyi temsil ederken, kadınlarınsa barış, sevgi, hoşgörü, uzlaşma nezaket ve yumuşaklık gibi ılımlı değerleri temsil ettiklerini ve kadın merkezli bir toplumun daha insani bir toplum olacağını savunmuş oluyor. Ve bu durumda kadın hakları talebi, erkeklere egemen olmaya ve yine erkekleri ezmeye dönüşüyor. İsveç yönetimi bu politikalara devam ettiği sürece, radikal feminist ajandaya sahip görülmeye de devam edecek. Bu anlayışa göre, olması gereken olana yani iki grup (siyasi ve sosyo-ekonomik koşullarda) birbirine eşitlenene kadar sürecin devam etmesi, eşitlendiği durumda/durumlarda da pozitif ayrımcılık politikasına son verilmesi. Ki za- ten İsveç ilk bağlamda nispeten epey yol almışa benziyor. Nitekim İsveç, 2008 Küresel Cinsiyet Eşitsizliği Raporu’ nda cinsiyet eşitliği konusunda lider ülkelerden biri olarak yer almakta. Dünya Ekonomik Forumu’nun girişimiyle hazırlanan bu rapor, eğitim, sağlık, politik ve ekonomik alanda yapılan değerlendirmelerle ölçülmekte. Peki, lider konumdaki İsveç’in yine Dünya Ekonomik Forumu’nun açıkladığı “Küresel Cinsiyet Uçurumu” raporunda bu denli ön plana çıkmasının nedeni ne? Öncelikle belirtilmeli ki, toplumsal cinsiyet eşitliği İsveç toplumunun temel taşı. Bu da kadınların, toplumun her alanında erkeklerle eşit hak ve yükümlülüklere, eşit fırsatlara sahip olduğu anlamına geliyor. Ayrıca, kadın ve erkeklerin aynı şartlarda, aynı ücretlerle çalışıp yaşamlarını sürdürmeleri, yani meslek ve aile hayatlarını bir arada ve şiddete maruz kalma endişesi olmaksızın yürütebilmeleri anlamına da geliyor. Daha somutlaştırmak için bir kaç veriye kulak verilebilir. Anne-babalık izni, eğitim sistemi, iş hayatı Anne ve babanın, çocuğu doğduktan ya da evlat edindikten sonra, her biri için özel tanınan, başka bir deyişle birbirlerine devredemeyecekleri 60 günlük izinleri var. Çocuğu doğan bir baba, işinden 10 gün ve hatta ikizleri olduysa 20 gün ek izin alabiliyor. Nitekim 2008'de anne-babalık iznini kullananların yüzde 20’si erkekti. İsveç’te üst ve orta eğitimini tamamlayan kadınların sayısı erkeklerden fazla. Yine verilere göre, üniversite öğrencilerinin yüzde 60’ı kadın ve yüksek eğitim diplomalarının üçte ikisini kadınlar almakta. Lisansüstü eğitim alanların yarısını ve doktora derecesi alanların yüzde 48’ini de yine kadınlar oluşturmakta. İsveç, işyerlerinde kadınerkek eşitliğinin korunması Sonuç: Açık ara fark! İsveç’te cinsiyet eşitliğini sağama çabaları artarak devam eden çalışmalarla desteklenmekte. Başarılı olma- sında şüphesiz birçok girdi ve de ğiş ken et ki li. Fa kat İsveç’te ve toplumsal cinsiyet eşitliği üst düzey olan diğer ve toplumsal cinsiyet eşitliğinin arttırılması konusunda da büyük ilerleme kaydetmiş durumda. Ayrımcılık Yasası’ nın iki faslı, işyerlerinde toplumsal cinsiyet eşitliğine değinmekte. Öte yandan, eşit işe farklı ücret yani ücret eşitsizliği de cinsiyet eşitsizliği olarak değerlendirilmekte. İş hayatında üst düzey görevlerde çalışan kadınların oranı, kamu sektöründe daha fazla olmakla birlikte özel sektörde de bu oran gün geçtikçe artış göstermekte. Yine verilere göre, belediye, il meclisi ve merkezi devlet yönetiminde çalışanların yüzde 52’si, İsveç parlamenterlerinin yüzde 47’si ve 22 devlet bakanından 10’u kadın. Genel seçimlerle belediye ve il meclislerine girenlerin yüzde 41’ini de yine kadınlar oluşturmakta. ülkelerde bu sürecin tek başına ve ayrı bir konu olarak değil de bir bütünün parçası olarak görülmesini ve her dü- zeydeki resmi politikaya dâhil edilmesini sağlayan bir akım var: Mainstreaming yani, “ana akıma yerleştirme”. 11 ATAUM e-bülten MART 2013 Beyler Öne Geyler Arkaya! Recep Ersel ERGE 15 11 Beyler Öne Geyler Arkaya! Recep Ersel ERGE “Eşcinsel milletvekilleri meclis genel kurulunda ön sıralarda değil, en arkadaki sırada oturmalı, hatta bir duvarın arkasında.” Bu sözler kime ait olursa olsun demokratik bir ülkede skandal yaratmaya yeterdi, ama özellikle de o demokrasiyi inşa edenlerin başındaki “ulusal kahraman”a aitse. Zira bitmek tükenmek bilmeyen özgürlük talepleriyle 1980’ler boyunca komünist iktidarın baş ağrısı olan, Lenin Tersanesi’nin iflah olmaz elektrik teknisyeni ve Dayanışma (Solidarność) sendikasının efsanevi lideri Lech Walesa’ya ait bu sözler. 1983 Nobel Barış Ödülü’nün sahibi, post -komünist Polonya’nın ilk cumhurbaşkanı olan Lech Walesa’dan bahsediyoruz. Polonya’da eşcinseller için bir “medeni/sivil birliktelik” yasası çıkarılmasına yönelik çalışmalar aylardır sürüyor. 1 Mart akşamı TVN24 televizyonuna verdiği röportajda eski cumhurbaşkanına sorulan sorulardan biri de bu konudaki gelişmeler hakkında ne düşündüğüydü. Walesa’nın Katolik inancına bağlı olduğu bilindiğinden eşcinsel haklarından yana tavır alması beklenmiyordu elbette, ancak “duvarın ar ka sın da otursunlar” ifadesiyle başlayan açıklamaları da daha az şaşırtıcı olmadı. Öncelikle eşcinsellerin azınlıkta olduğunu hatırlatan Walesa, “azınlıkların az haklarla yetinmesi gerektiğini” belirtti. Sanki hak ve özgürlükler kelle sayısıyla orantılı olarak kullanılıyormuş gibi. “Azınlıklar kendini çoğunluğa empoze edemez” sözleri de bu bağlamda bir oligarşi eleşti- risi değildi elbette. Gerçi bununla ne demek istediğini sonradan açıklığa kavuşturdu, ama diğer sözleriyle birlikte ilk anda demokrasinin olmazsa olmazı çoğulculuk ilkesini eleştiriyor gibi anlaşıldı. Bir noktadan sonra da tamamen sorudan uzaklaşıp eşcinsellerle ilgili bütün endişelerini baştan sona anlatmaya başladı. Cinsel azınlıkların sokaklara çıkıp bazı telkinlerde bulunmalarının hoş olmadığını, torunları için endişelendiğini ifade etti. Eşcinsel onur yürüyüşlerinin şehir merkezlerinde değil kenar mahallelerde düzenlenmesi gerektiğini belirtti. Bir zamanlar özgürlük adına canını ortaya koyan birinden duymayı beklemeyeceğiniz sözlerdi bunlar. Eşcinsel yönelimini gizlemeyen ilk Polonyalı milletvekili Robert Biedron da konuyla ilgili yorumunda bu çelişkiye dikkat çekiyordu. Buna rağmen “o olmasaydı bugün ben de burada olamazdım” diyerek Walesa’ya olan hayranlığını da gizlemedi Biedron. Yalnız, Walesa’nın oğluna da bir mesajı vardı, babasıyla oturup medeni/sivil birliktelikler gibi bazı meseleleri konuşmasını tavsiye etti. Zira iktidar partisi milletvekili olan Jaroslaw Walesa babasının düşüncesinin “bütünüyle yanlış ve tehlikeli” olduğu görüşünde. Bu yaklaşımın “eski neslin tipik özelliklerinden biri” olduğunu söyleyen genç siyasetçiye göre, eski neslin zihinsel gelişimi kendi başlattıkları toplumsal gelişmeye maalesef ayak uyduramadı. Tek eleştirinin aile içinden gelmediğini söylemeye her- halde gerek yok. Ancak her şeye rağmen sözlerinin arkasında duran Walesa, özür dilemeyi reddetti. Hatta, kişisel internet sitesinde yayınladığı bir yazıda, eşcinsellerin neden bazı haklara sahip olmaması gerektiği konusunda ilginç bir yaklaşım daha sergiliyordu: “Tanrı kadını ve erkeği yarattı ve sonra çoğalmalarını istedi. Herkes eşcinsellere uysaydı emekliliğimizi kim finanse edecekti?” Yazının altında da hafta boyunca aldığı destek mektuplarını yayınlamıştı Walesa. Öte yandan, iktidar partisinden bir milletvekilinin yorumuna göre, çoğu tuvalet duvarlarında okunabilecek türden ifadeler içeriyordu bu mektuplar. Yeri gelmişken belirtelim, eleştirilerin öbür tarafında Walesa’yı destekleyen büyük bir kitlenin var olduğu da bir gerçek. Bir anket çalışmasına göre, her üç Polonyalıdan biri eşcinsel milletvekillerinin mecliste arkaya oturması gerektiği fikrine katılıyor. Bütün siyasi partiler Walesa’yı kınarken ana muhalefet konumundaki muhafazakâr Hukuk ve Adalet’in (PiS) gelişmelere sessiz kalması da bu yüzden şaşırtıcı değil. Buna rağmen bir PiS milletvekili “bu tip sözlerin hiç sarf edilmemiş olması gerektiğini” açık yüreklilikle ifade etti. “Asla özür dilemeyeceğim. Şimdiye kadar hiç kimse Walesa’ya diz çöktüremedi” diyen efsanevi lider, buna karşın daha sonra yanlış anlaşıldığını söyleyerek daha dikkatli sözcüklerle sözlerine açıklık getirmeye çalıştı. Azınlıklara saygı duyduğunu belirterek başlayan Walesa, kendisinin de birden fazla eş- cinsel arkadaşı olduğunu, zaten olabileceğini, çünkü kimsenin yatak odasıyla ilgilenmediğini söyledi ve ekledi: “Sadece, homoseksüellikleriyle gösteriş yapmalarından hoşlanmıyorum… Bu gösterişten, başka meseleler dururken sürekli bu muhabbetin yapılmasından bıktım artık.” Sadece bu kadarını söyleseydi gerçekten de LGBT toplumuna yönelik mantıklı bir eleştiri yaptığından bahsedilebilirdi. En azından “duvarın arkasında otursunlar” demeseydi azınlıkların salt kendi yaşam koşullarını iyileştirmek için ne ölçüde haklar talep edebileceği problemi ciddi bir tartışmanın konusu olabilirdi. Ne var ki Walesa açtı ağzını, yumdu gözünü. Bu yüzden mahkemelik olmamasının tek sebebiyse, hakkındaki soruşturmayı yürüten savcıların eski cumhurbaşkanını neyle suçlayacaklarını bulamamaları oldu. Polonya Ceza Yasası’nın nefret suçunu düzenleyen maddelerinde ulusal, etnik ve dini azınlıkların yanında cinsel azınlıklara koruma sağlayan bir hüküm yer almıyor. Evli çiftlerin sahip olduğu bazı hakları eşcinsel çiftlerin de kullanabilmesi için yapılan çalışmalar şimdiye kadar üç farklı tasarıda ifadesini buldu, ancak üçü de yasalaşamadı. Başbakan Donald Tusk, aynı konuda yeni bir tasarının önümüzdeki iki ay içinde parlamentoya sunulacağını açıkladı. Kısacası, Polonya’nın medeni/ sivil birliktelik tartışması devam etmekte. Walesa’nın sözleri de tartışma içinde yeni bir tartışma yaratmış durumda. 'Külkedisi' Hayata Gözlerini Yumdu 16 2 Yasemin KARADAĞ MART 2013 ATAUM e-bülten 'Külkedisi' Hayata Gözlerini Yumdu Yasemin KARADAĞ Dillere destan aşk hikâyesiyle İsveç’in “Külkedisi” olarak adını duyurmuş olan İsveç Prensesi Lilian, 10 Mart Pazar günü “uykusundayken huzur içinde” öldü. Lilian, Prens Bertil’le evlenebilmek için tam 33 yıl beklemek zorunda kalmış ve hayatının aşkıyla ancak 61 yaşında evlenebilmişti. Çünkü soylu bir ailenin kızı değildi ve uzun bir süre geçerli olan kurallara göre de Kraliyet Ailesi’ne gelin olması imkânsızdı. Lillian May Davies, 30 Ağustos 1915’de Swansea’da dünyaya geldi. Adının ortasındaki iki “l” harfinden birini modellik ve şarkıcılık kariyerine başladığı zaman kaldırttı ve adını Lilian’a çevirdi. Küçüklüğünden itibaren sahip olduğu hayatı sürdürmek istemiyordu ve bu nedenle yaşına rağmen radikal kararlar alarak yoluna devam etmeyi tercih etmişti. Annesi ve babası, Lilian daha beş yaşındayken ayrılmaya karar vermişti. Yanında kaldığı annesi geçimlerini tezgâhtar olarak sağlıyordu ve yaşadıkları orta halli hayat pek de Lilian’ın düşlediği gibi değildi. Bu nedenle olsa gerek, 14 yaşında okuldan ayrılarak bir çamaşırhanede çalışmaya başladı. 16 yaşında da her zaman hayalini kurduğu modellik, balerinlik ya da şarkıcılık mesleklerinden birini yapabilmek için Londra’ya geldi. Eylül 1940’ta İsveç’li bir aktör olan Ivan Craig’le evlendi. Hiçbir zaman oyunculuk namına parlak bir kariyeri olmayan Ivan Craig, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Britanya Ordusu’na katıldı ve ardından görev için gittiği Afrika’ dan ancak savaş sona erdikten sonra dönebildi. Hem bu uzun süren ayrılık hem de Ivan’ın yokluğunda Lilian’ın hayatının aşkına tesadüf etmesi, Ivan döndükten kısa bir süre sonra boşanmalarına neden oldu. Lilian, savaşın hüküm sürdüğü yıllarda Kraliyet Donanması’na radyo, telsiz gibi iletişim araçlarının yapıldığı bir fabrikada ve yaralıların tedavi edildiği bir hastanede çalışarak geçimini sürdürdü. O dönemde Prens Bertil de İsveç Elçiliği’ndeki görevi nedeniyle Londra’da bulunuyordu. Lilian ve Prens Bertil’ in nasıl tanıştıklarına dair birden fazla senaryo bulunmakta. İddialardan birine göre, Lilian’ın Londra’da yaşadığı dairesinde yapılan 28. doğum günü partisinde tanıştılar. Lilian ve Prens Bertil’ in Londra’da bir gece kulübünde tanıştıkları ve sonrasında Prens’in Lilian’ın doğum gününe katıldığı yönünde görüşler de bulunmakta. Kesin olansa, 1943’ te tanışmış oldukları. Prens Bertil, doğum günü hediyesi olarak, daha sonra Lilian’ın evinin bahçesinde her zaman yetiştirilecek ve onların aşklarının sembolü haline gelecek olan beyaz bir orkide vermiş. Zaten tanıştıktan kısa bir süre sonra birbirlerine âşık olmuşlar. Ancak evlenmelerine engel birden fazla neden vardır. Birincisi, Lilian o sırada evlidir ama eşi Ivan Afrika’dan döner dönmez boşanabileceklerini düşünmektedir. İkinci ve çok daha önemli olan nedense, Lilian’ın soylu bir ailenin kızı olmamasıdır. Sıradan bir ailenin kızıdır; halktan biridir. Prens Bertil’se Kral Gustaf VI. Adolph’un ikinci oğludur. Aslında tahtın bir sonraki varisi Prens Bertil’in ağabeyi Gustaf Adolph’tur. Fakat Gustaf 1947’de bir uçak kazasında ölür ve kurallar gereği taht sırasında onu takip eden olan oğlu Carl XVI. Gustaf da henüz 9 aylıktır. Buysa, Kral’dan boşalan yeri doldurabilecek Kraliyet ailesinin erkek üyesinin Bertil olduğu anlamına gelmektedir. Zira Gustaf kral olacak yaşa gelene kadar Prens Bertil’in olası bir durumda “Kral naibi” olarak başa geçmesi gerekecekti. Bu görev sırası ondadır çünkü Bertil’in yerine naip olabilecek diğer iki kardeş de çoktan kraliyet ailesine mensup olmayan sıradan kişilerle evlenerek tahta geçme haklarından feragat etmiştir. Kısacası, Prens Bertil’in de Lilian’ı tercih ederek bu hakkından vazgeçmesi durumunda ülke içinden çıkılması mümkün olmayan bir duruma sürüklenebilecektir. Nitekim Bertil’in babası Kral Gustaf VI. Adolph, Bertil’in Lilian’la evlenmesini “doğal olarak” hiçbir zaman onaylamaz. Bertil de evlenmediği Lilian’ı “gizli kadını” olarak tutmaya karar verir. cih etmişti. Bu sayede Bertil ve Lilian 7 Aralık 1976’da Kral ve Kraliçe’nin de katılımıyla Drottiningholm Kilise Sarayı’nda evlendiler. 5 Ocak 1997’de, Prens Bertil 84 yaşında vefat edene kadar da aşklarını “rahatça yaşama”nın verdiği huzurla evliliklerini sürdürdüler. Prenses Lilian, vefatının ardından Bertil’le olan anılarını yazdığı “My Life With Prince Bertil” adlı kitabını 2000 yılında yayınlattı. 33 yıl boyunca ilişkilerini gizli tutmaları gerektiğinden çocuk sahibi olamamışlardı. Özellikle Prens’in vefatından sonra Kral Carl XVI. Gustaf’ın eşi Kraliçe Silvia ile kız kardeş kadar yakın oldular ve Prenses Lilian hiçbir zaman gideremediği çocuk özlemini Kraliçe’nin çocuklarıyla gidermeye çalıştı. Ölene kadar da Kraliyet Ailesi’nin değerli bir üyesi olarak gerekli saygı ve sevgiyi her zaman gördü. Ne de olsa artık soyluların bir parçasıydı. Aslında onun için değişen pek bir şey olmamıştı. Uzun yıllar boyunca Prens Bertil’le olan ilişkisini gözlerden uzakta yaşamaya çalışırken nasıl titiz ve dikkatli bir yaşam sürmüşse, Kraliyet Ailesi’nin bir parçası olduğu andan itibaren ve Prens’in vefatından sonra da öyle yaşadı. Hayatını hep "dikkat ederek" yaşadı. 33 yıl süren ‘gizli’ aşk Lilian’la Bertil’in yaşadığı aşk, 33 yıl boyunca “gözlerden uzak” sürdü. Lilian bu süre boyunca önce Fransa’nın güneyindeki villalarında daha sonrada Stockholm’deki evlerinde hayatını sürdürdü. Yaşlı Kral Gustaf VI. Adolph da Bertil’in tercih ettiği bu yönteme göz yumdu ama Lilian’ı hiçbir zaman Kraliyet Ailesi’nin gelini olarak görmedi. Lilian da bu süre içerisinde her zaman nerede durması gerektiğini, ne yapması gerektiğini bilerek asil bir duruş sergiledi. Nitekim o dönemde Kraliçe Elizabeth’in Londra’da kendisine sunduğu çay davetine de haddi olmadığını düşünerek katıl- madı. Gelgelelim Bertil’in kız kardeşi olan Danimarka Kraliçesi Ingrid ve uçak kazasında hayatını kaybeden kardeşinin eşi olan Prenses Sibylla tarafından “servet avcısı kadın” olarak suçlanmaktaydı. Oysa bu tarz suçlamalar karşısında da sessizliğini koruyarak "asil" bir duruş sergilemeye devam etti. Lilian’la Prens Bertil’in evliliği de Kral Gustaf VI. Adolph’ un ölümüne, yani 1976’ya kadar gerçekleşemedi. Kral’ ın ölümünden sonra yeni Kral olan Carl XVI. Gustaf döneminde kurallar yumuşatıldı. Çünkü yeni Kral da Kraliyet Ailesi’ne mensup olmayan bir kadınla evlenmeyi ter- 10 ATAUM e-bülten MART 2013 Bağımsızlığının 95. Yılında 'E-stonya' Ahmet SÖNMEZ 17 Bağımsızlığının 95. Yılında 'E-stonya' Ahmet SÖNMEZ 24 Şubat 2013 tarihi itibariyle Estonlar bağımsızlıklarının ve Estonya Bağımsızlık Bildirgesi’nin (“Estonya Halkları Manifestosu”) ilanının 95. yılını kutladı. Söz konusu 95 yılın yaklaşık 50 yılı Sovyetler Birliği'ne bağlı bir cumhuriyet olarak geçti, ta ki 20 Ağustos 1991'de Estonya Yüksek Sovyeti'nin kararıyla Estonya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin yerini resmen Estonya Cumhuriyeti alana kadar. 2012 yılı itibariyle 1.3 milyon kişinin yaşadığı Estonya'nın ön plana çıktığı önemli bir kamu politikası alanı var: Bilgi ve iletişim teknolojilerinin bir kolu olarak elektronik devlet hizmetleri. Cumhurbaşkanı Toomas Hendrik Ilves, 2011’ de Elektronik Devlet Hizmetleri’yle ilgili bir konferansta vatandaşlarını “e-believer” (e-inanan) olarak tanımlarken iyi yönetişim için elektronik kamu hiz met le ri nin önemli olduğunun altını çizmiş ve e-hükümet uygulamalarında Estonya'nın öncülük yaptığını belirtmişti. 2013 yılı itibariyle yayımlanan ve Estonya Ekonomik İşler ve İletişim Bakanlığı'nın finanse ederek Baltık Araştırmaları Enstitüsü ile Praxis ismindeki Estonya merkezli iki düşünce kuruluşundan Tarmo Kalvet, Marek Tiits ve Hille Hinsberg’e hazırlatmış olduğu bir rapor, Estonya'daki elektronik kamu hizmetlerinin etkinlik açısından en son geldiği noktayı ortaya koymakta. Rapor, Cumhurbaşkanı Ilves'inki kadar pembe ve iddialı bir tablo çizmemekle beraber Estonya'daki elektronik kamu hizmetlerinin yarattığı etki açısından yüksek bir fayda sağlandığı- nı belirtmekte ve geleceğe dönük olarak da ulaşılması önemli bir takım hedefler koymakta. Elektronik ortamda sunulan 15 farklı kamu hizmetini (eokul, vergi işlemlerinin elektronik ortamda yapılması, nüfus sayımı, e-reçete dâhil olmak üzere sağlık hizmetleri, gümrük işleri, motorlu taşıt kaydı, toplu taşıma biletlerinin elektronik olarak yüklenmesi, elektronik oy verme ve diğerleri) merceğine alan araştırmanın ortaya koyduğu ve Estonya medyasına da yansıyan çarpıcı sonuçlardan bir tanesi, kamu hizmetlerindeki hızlanma. Görünen o ki, kullanılan elektronik çözümler, hizmetlerin geleneksel yollarla sunumunu on iki kata kadar hızlandırmış. Vergi beyannamelerinin on-line olarak doldurulabilmesi ve şirketlerin elektronik ortamda tescil edilebilmesi en büyük etkiye sahip elektronik hizmetler olarak ön plana çıkmakta. Daha önce geleneksel yolla 375 dakika alan şirketlerin kayıt altına alınması işlemi, hâlihazırda elektronik ortamda sadece 30 dakika almakta. Bu durum, sade vatandaşlar açısından olduğu kadar girişimciler / yatırımlar açısından da önemli bir ölçüt. Kullanıcılar, e-hizmet sağlayıcılar ve bu e-hizmetleri geliştirebilecek konumda olanların görüşleri dikkate alınarak yapılan araştırmaya göre, kullanıcılar söz konusu 15 kamu hizmetinin eskiye nazaran daha erişilebilir olduğunu belirtmiş ve farklı devlet dairelerine gitmek veya farklı bilgi sistemlerinden bilgi almak zorunda kalmamanın önemli zaman kazancı sağladığını ifade etmiş. Aşağı yukarı aynı durum kamu hizmetlerinin kolaylaştırılması açısından da söz konusu. Nitekim kullanıcıların yüzde 80’i 15 kamu hizmetinden 12 tanesinin kullanımının artık daha kolay olduğunu belirtiyor. Bu alanda hissedilen en önemli değişiklik, vergi beyannamelerinin geçmişe göre çok daha kolay doldurulması. Rapor, Estonya'da e-hizmetlerin kullanımı ve geliştirilmesi sayesinde önemli zaman ve para tasarrufu sağlandığını gösteriyor. Ancak bunun doğru olarak ölçülmesinin ve e-hükümet yatırımlarının maliyet-etkinlik analizinin yapılmasının çok güç olduğu da eklenmekte. Yine raporun önemli tespitlerinden bir diğeri de bilgi teknolojilerinin tam kapasite kullanımında pahalı altyapı yatırımlarının tek başına yeterli olmadığı. Zira Estonya' daki sistemin belkemiğini, 2002’den beri tüm vatandaşların zorunlu olarak çipli bir kart taşımaları ve X-Road adı verilen kamu hizmetleriyle kullanılan veri tabanları arasında güvenli bilgi alışverişine olanak sağlayan bir dijital bilgi otobanı oluşturuyor. Bu nedenle, gerçekçi ve başarılı e-hizmetler için kamu idarelerinin örgüt yapılarında ve birbirleriyle iletişimlerinde ciddi değişikliklere gitmeleri gerektiğinin altı çizilmekte. Ayrıca elektronik kamu hizmetlerinin Estonya'nın önemli bir ihracat kalemi olması açısından karamsar bir tablo da çizilmekte. Buna göre, farklı Estonya devlet kurumlarının çok farklı yasal ve kurumsal düzenlemelere sa- hip olması, elektronik kamu hizmetlerinin dışarıya satılmasını sınırlamakta. E-seçim, çipli elektronik kimlik kartı ve X-Road dışında kalan elektronik hizmetlerin başka ülkeler tarafından kolayca kopya edilmesinin mümkün olduğu sonucuna da varılmış. Yalnız bu tabii ki Estonya'daki elektronik kamu hizmetlerinin dünya çapında satış amaçlı promosyonunun yapılmasına -uluslararası uyumluluğunu garanti etmek şartıyla- engel değil. En önemli tavsiye olarak ön plana çıkansa, Ekonomik İşler ve İletişim Bakanlığı'nın hizmetlerin hız ve zaman açısından izlemesini sağlayacak bir sistemin kurulması. Elektronik hizmetlerin hayatın her alanını kapsadığı oldukça açık. Hizmetin elektronik ortama aktarılması bir anlamda şeffaflıkla, etkinlikle ve kolay erişilebilirlikle eşanlamlı tutulmakta. Ama akla hemen şu soru geliyor: Oyların yıllardır olduğu gibi seçim kabininde değil de evde internet başında ama sadece bir avuç uzmanın anlayabileceği denli karmaşık bir dijital platformda verilmesi bu hizmeti daha şeffaf ve demokratik kılmakta mı? Belli elektronik hizmetlere (örneğin sağlık) neden sadece belli bir yaş grubuna veya belli bir etnik ve sosyo-ekonomik gruba ait olanlar yoğun olarak ulaşırken diğerleri daha az ulaşıyor? Bu sorulara Estonya özelinde cevaplar bulunması, çareler üretilmesi gerekiyor. Zira elektronik hizmetlerin yaygınlaşmasının sunduğu çözümler bir takım sorunları da kendi içinde taşımakta. Portre Portre Recep Ersel ERGE Jules Verne Bilim kurgu yeni bir tür olduğuna göre Verne’in yazdıkları da türünün ilk örnekleriydi. Ne var ki yayıncılar “fazla bilimsel” buldukları romanlarını sürekli reddediyordu. Afrika’yı balonla keşfetme hikâyesini beğenen Pierre Jules Hetzel’le 1862’de tanışması her şeyi değiştirdi. İlk romanı “Balonla Beş Hafta” 1863’te yayımlandı. Artık bu dünyadaki yerini bulmuştu. On dokuzuncu yüzyılda Ay’a giden, derin deniz keşiflerine çıkan bir düşün adamıydı Jules Verne. Duraklamadan haftalarca seyahat edebilecek hava ve deniz araçlarının yapılabileceğini biliyordu. Televizyonun olmadığı çağda interneti hayal etmişti. Gelecekte neyin nasıl olacağına dair akıl almaz bir öngörü yeteneği vardı, çünkü çağın yeniliklerini yakından takip ediyordu. Farkındalığı sadece bilimle de sınırlı değildi aslında, geleceğe ilişkin her şe- yi kapsıyordu. Üstelik öyle her zaman da iyimser değildi. Örneğin, 1870’te Paris’in işgaliyle sonuçlanan bir Fransa-Almanya savaşından sonra yazdığı bir öyküde gelecek yüzyılın dünya savaşlarını haber veriyordu sanki. Kitle imha silahlarının kullanıldığı bu öyküde dünyaya hâkim olmak isteyen karizmatik ve çılgın bir Alman lideri de yer almaktaydı. Neyse ki böyle “sıkıcı” şeyleri ayıklayan bir yayıncısı vardı Jules Verne’in. Ünlü yazar, ününü onun sayesinde kazandı. Jules Gabriel Verne, 8 Şubat 1828’de Fransa’nın liman şehri Nantes’da doğdu. Çocukluğunda limana girip çıkan çeşit çeşit gemileri izlemekten büyük zevk alır, hayal gücünün de yardımıyla macera dolu yolculuklara çıkardı. İlkokuldaki sınıf öğretmeni yıllar önce çıktığı seferden bir daha dönmeyen bir denizcinin karısıydı. Çocuklara kocasının Robinson Crusoe gibi hayatta kaldığını, bir gün döneceğini söyleyip dururdu. Öğretmeninden dinlediklerinin etkisi çok ileride, başlıcaları “Esrarengiz Ada” (1874) ve “Robinsonlar Okulu” (1882) olmak üzere romanlarında belirgin şekilde kendini gösterecekti. Avukat olan babası, liseyi bitirdikten sonra Jules Verne’i Paris’e hukuk eğitimi almaya gönderdi. Verne ise hukuktan çok tiyatroyla ilgileniyor gibiydi. Hukuk diplomasını aldıktan sonra bile aklı hâlâ tiyatroda, edebiyattaydı. Hay- ATAUM e-bülten ran olduğu ünlü yazar Alexandre Dumas’yla bizzat tanıştı, hatta aynı adı taşıyan oğluyla da yakın arkadaş oldular, birlikte çalışmalar yaptılar. Dumas’nın da cesaretledirmesiyle sonunda hukukçuluğu tamamen bırakan Jules Verne -babasının Nantes’teki bürosunu ona devretme teklifini bile reddetmişti- on yıl sürecek bir oyun yazarlığı kariyerine başladı. Oyunları kötü değildi, ama başarılı da sayılmazdı. Kazandıklarıyla asgari giderlerini karşılayamıyordu. Ek iş olarak borsacılık yapmaya başladı. Çok da katkısı olmayacaktı bu işin, ama evlenmesine yetecek kadar iktisadi istikrara kavuşmasını sağladı. 1857 başında evlendiği Honorine de Viane ile 18591860 arasında Britanya Adaları’na seyahat ettiler. Bu, öür boyu yapacakları yaklaşık yirmi seyahatten ilkiydi. 1861 yazında tek oğulları Michel Jean Pierre doğdu. Bu arada yazı çalışmalarına devam eden Jules Verne, Milli Kütüphane’de bilimsel araştırmalar yapıyordu. Bilimsel bilgiyle kurgusal macerayı birleştiren yeni bir roman türü oluşturabileceğini düşünmekteydi. Bilim kurgu yeni bir tür olduğuna göre Jules Verne’in yazdıkları da türünün ilk örnekleriydi. Ne var ki romanları yayıncılar tarafından sürekli reddediliyordu; çoğu zaman “fazla bilimsel” olduğu gerekçesiyle. 1862’de Pierre Jules Hetzel’le tanışmasına kadar böyle devam etti. Hetzel, MART 2013 Afrika’yı balonla keşfetme hikâyesini beğenmişti. Düzeltmeler için Verne’e yardım etti ve böylece yazarın ilk romanı olan “Balonla Beş Hafta” 1863’te yayımlandı. Çok beğenilmişti. Hâlâ düzgün bir geliri yoktu, ama Jules Verne artık bu dünyadaki yerini bulduğunu biliyordu. Heyecanla kendini çalışmaya verdi. Yazarlık kariyeri gerçek anlamda henüz yeni başlıyordu. O günden sonra en büyük dostu ve destekçisi olan Hetzel’le tam bir takım arkadaşı gibiydiler. Hetzel’in teklifiyle daha çok “bilim kurgu” üretmek için uzun vadeli bir sözleşme imzaladı. Borsacılığı bırakan Verne, tam zamanlı olarak yazmaya başladı. Bu arada Hetzel sayesinde bilim adamlarından oluşan bir arkadaş çevresi ediniyordu. Makalelerini okuduğu insanlarla yüz yüze sohbetler yapma imkânına kavuştu böylece. Hayal gücüyle o da bilim adamlarına ilham verdiği için aralarında saygın bir yer edinmişti. Hatta uçaklarla ilgili ilk fikirlerin tartışıldığı bir vakıf örgütlenmesinde yönetim kuruluna seçildi. “Dünya’nın Merkezine Yolculuk”,“Kaptan Grant’ın Çocukları” ve “Ay’a Yolculuk ”, 1864-1865’te birbiri ardına yayımlandı. Kurgulamanın zevki bir yana, Jules Verne gerçek bir macera tutkunuydu. Çok geçmeden kendi gemisini satın aldı ve karısıyla birlikte yeniden açık denizlere yelken açtı. Britanya Adaları’ndan Akdeniz’e kadar yaptığı yolculuklar öykü ve romanları için bir dolu ilham ve malzeme kaynağı oldu. Dönüşte Paris’teki dünya fuarını gezen Verne, ilk “denizaltı” tasarımını burada gördü. “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah” (1870) adlı başyapıtını bu fikir üzerine inşa etti. Fuardaki tasarımı biraz geliştirmişti tabii. Onun denizaltısı “Nautilus” kömürle değil elektrikle çalışıyordu. Elektrik de sudan elde edilmekteydi. Böylece istediği kadar su altında kalabilirdi Kaptan Nemo. Bu yeteneğe sahip olan dünyanın ilk nükleer denizaltısı “USS Nautilus”, ABD Donanması tarafından 1954’te suya indirilecekti. 1970’ler boyunca Verne en güzel eserlerini vermeye devam etti. Dünyaca tanınan, varlıklı bir yazardı artık. Her şey yolunda giderken 1886’ da bir gece en sevdiği yeğeni Gaston tarafından silahlı saldırıya uğradı. Kurtuldu kurtulmasına, ama dizini parçalayan bir kurşun ömür boyu topal kalmasına sebep oldu. Biraz kıskanç biraz da deli olduğu anlaşılan Gaston, akıl hastanesine kaldırıldı. Verne ise kendi haline üzülecek vakit bile bulamadı, çünkü vurulduktan bir hafta sonra Hetzel’in ölüm haberini aldı. Ertesi yıl da annesini kaybetti. İsyankâr oğluyla giderek artan problemleri ve bazı ekonomik sorunlar da üstüne eklenince, hayata bakışı iyice karamsarlaştı. Bilim ve teknolojinin yapıcı tarafına Portre: Jules Verne Recep Ersel ERGE 21 19 değil de yıkıcı tarafına daha fazla odaklanır olmuştu artık. Veya sadece okura öyle geliyordu. Çünkü editörlük işini devralan oğul Hetzel’in tarzı babasından farklıydı. “Sıkıcı” şeyleri ayıklamaya çalışmıyordu. Son günlerini hasta yatağında geçiren Jules Verne, 24 Mart 1905’te Amiens’deki evinde şeker hastalığından öldü. Ölmeden önce bir çekmece dolusu roman taslağını imha etmişti; biri hariç. Son romanı “Yirminci Yüzyılda Paris” (1886), bir asır boyunca bir kasada saklı durduktan sonra ilk kez 1996’da yayınlandı. Zamanında Hetzel’ in “korkunç” diyerek yayımlamayı reddettiği bu roman, boğazına kadar materyalizme gömülmüş olan Paris’te hayatın anlamını sorgulayan bir bilginin hikâyesini anlatıyordu. Sayısız yeniliği hayal ederek “bilim kurgunun babası” olan Jules Verne, yirminci yüzyıl boyunca öngörülerinin -iyi veya kötü- bir bir hayata geçmesiyle “kâhin” unvanını da kazandı. Romanları tiyatroya uyarlandı, filme çekildi ve televizyona aktarıldı. Hem de bazıları birkaç kere. Toplamda yetmişten fazla kitap yazan Jules Verne, Agatha Christie’den sonra, tüm zamanların en çok çevirisi yapılan ikinci yazarı unvanına da sahip. Hayranları yarattığı dünyaların büyüsüne kapılmaya devam ediyor, henüz gerçekleştirilememiş fikirleri de günümüzün bilim adamlarına ilham veriyor. Hâlâ... 7 Avrupanın Marşları Belçika Yiğit KÖSEOĞLU Söylence bu ya, tiyatro oyunculuğu yapan Alexandre Dechet (1801-1830), ya da arkadaşları arasında kendisine seslenildiği şekilde Jannevel, şehir şehir gezer tiyatro gösterileri sergilermiş. Devrimin patlamasından hemen öncesinde bu zatın yolu Brüksel’e düşmüş. Sanatçı oyununun hemen ertesinde tiyatrocu kişiliğiyle devrimcilerin bir araya geldiği bir toplantıda ortaya atmış kendini ve “Brabaçonne”- yani Barabant’ın şarkısı- adı altında topladığı mısraları hazıruna okumuş. Bu sözler devrimciler arasında çok sevilmiş. Daha sonra bağımsızlık mücadelesi uğruna verdiği ruh nedeniyle hem Jannevel’in kendisi hem de bu eseri bir efsane haline gelmiş ve Belçika milli marşının sözleri de böylece doğmuş. Hemen ekleyelim: Her ne kadar Belçika milli marşının sözleri Dechet’in bu eserine dayandırılsa da, günümüzde resmi olarak kabul edilen milli marşın sözleri Dechet’in yazdığı sözler değil aslında. Zira Dechet tarafından yazılan sözler tarih içerisinde birkaç kez değişikliğe uğramış. Bu değişiklerden ilki 1860’ta olmuş ve sözlerin bir kısmı monarşik yönetimle uyumlulaştırılmış. 1921’deyse 1860’ta kabul edilen sözlerin sadece dördüncü kıtası resmi marş olarak kabul edilmiş ve bu güne kadar da bu sözler değişmeden gelmiş. Bilindiği gibi Belçika’nın üç resmi dili bulunmakta. Bu sebeple her üç dilde de marşın sözleri resmi olarak tanınmakta ve resmi olarak her kesim tarafından seslendirilmekte. Bu yazıda Fransızca dilindeki resmi marş sözleri esas alınmakta. Diğer dillerdeki sözler genelinde Fransızcaya benzer anlamlar içermekle birlikte bazı mısralarda anlamsal farklılıkların olduğu vurgulanmalı. Eserin bestesine gelecek olursak, ortaya çıkışı sözlerin ortaya çıktığına inanılan 1830’a rastlamakta. Bu beste François van Campenhout (1779-1848) tarafından yapılmış ve resmi olarak kabul edilmiş durumda. Belçika, değerli anam, Senin için kalplerimiz, senin için kollarımız Senin için akıttığımız kanlarımızla beraber, ey vatanımız! Sen her zaman yücelik ve güzellik içinde yaşayacaksın. Ve senin yenilmez birliğin için, Ölümsüz düsturumuz: Kral için, doğruluk için ve özgürlük için, Kral için, doğruluk için ve özgürlük için, Kral için, doğruluk için ve özgürlük için. BASINDA TÜRKİYE - AB İLİŞKİLERİNİN 50 YILI 30 Mart 2007'de Radikal gazetesinde yayınlanan bu haber, ATAUM bünyesinde hazırlanan “Basında Türkiye-AB İlişkilerinin 50 Yılı“ (ed. Erdem Denk) başlıklı kitaptan alınmıştır. Türkiye-AB ilişkileri, çeşitli iniş-çıkışlara rağmen tarafların bir şekilde sürdürmekte kararlı göründükleri ve somut gelişmelerin çok ötesinde anlam yükledikleri bir süreç. Bu 50 yıllık sürecin kimisi unutulan kimisi de belleklerde yer eden halkalarının basının farklı kanatları tarafından nasıl haberleştirildiği de önemli. Zira yazılı basın, sadece tarihsel gelişmeleri bir bütünlük içinde değerlendirmek ve siyasal süreçlerin izini sürmek açısından değil, ilgili gelişmelerin yaşandıkları andaki algılanış ve yansıtılış şekillerini tespit etmek açısından da ziyadesiyle “öğretici” olabilir. Farklı dönemlerde farklı gelişmeler konusunda Türkiye’de oluşan farklı algıları çarpıcı bir şekilde tespit etme olanağı yaratacağı için... Kültürlerarası İletişim Teknikleri Sertifika Programı Avrupa Gündemi... ATAUM ATAUM-BİM (2013) e-bülten bulmak isteyene not: sadece elektronik posta kutusunda bulunur...