HF102 - Hayatım Futbol
Transkript
HF102 - Hayatım Futbol
#102 BU SAYIDA Konak Belediyespor Özel Kadınlar Şampiyonlar Ligi’nde son 16’ya kalan İzmir ekibi tarih yazıyor. UEFA’nın kadın futbolundaki en büyük organizasyonuna bir bakış... Konak Belediyespor’un başarısında önemli rol oynayan Gamze İskeçeli’yle konuştuk Big Sam’in Futbol Fabrikası Genç teknik adam Sami Hyypia, Leverkusen’i şahlandırıyor Bosna’yı Sallayan İki Rekabet Bosna’nın en büyük derbilerini inceledik Futbol Ne Kadar Milli? Diego Costa için İspanya ile Brezilya savaşıyor Futbol Taraftarları İçin Kimlik İnşası Futbolu antropolojik olarak inceleyen FREE projesi neleri kapsıyor? Edirne-Antep Yolcusu Kalmasın Maç Bahane, futbolun lezzetle kesiştiği şehirlerdeydi... Daha Fazla Beşiktaş! Oğuzhan Özyakup, siyah-beyazlı ekibe kimlik katıyor Alper Öcal Dünya Futbolu HF102 FUTBOL NE KADAR MiLLi? İspanya ve Brezilya’nın Diego Costa için yaptığı savaş, işin bambaşka bir boyutunu gündeme getiriyor. Dünya Kupası’nın yaratıcısı olan Jules Rimet, torunu Yves Rimet’e göre, bu fikirle ve uluslararası futbol sayesinde orta çağ şövalye ruhunu yeniden yaratabilecek; dürüstlük, çalışkanlık, centilmenlik gibi erdemleri Dünya’ya öğretebilecekti. Bir idealist ve hümanist olarak, iki Dünya savaşını atlatmış insanlığın futbol sayesinde birleşebileceğini düşünmüştü. 1930 yılında düzenlenen ilk Dünya Kupası’nın finalisti Arjantin’in efsane orta saha oyuncusu Luis Monti, faşist İtalya’da bir propagandaya dönüşen İkinci kupada İtalya formasıyla boy gösterip bu kez şampiyon takımda yer aldığındaysa, Jules Rimet herhalde hayâlinin böyle bir evrim geçireceğini tahmin etmemişti. İtalya’nın şampiyon kadrosunda Luis Monti’nin yanı sıra, yarı finalde Avusturya’ya tek golü atan Enrico Guaita ve finalde Çekoslovakya ağlarını sarsan Raimundo Orsi de vardı. Hepsi Arjantinli idi ve daha önce Arjantin Milli Takımı formasını terletmişlerdi. Oriundi adı verilen bu devşirmelerle gelen başarı İtalya’da coşkuyla karşılandı ve bir nevi geleneksel hâle dönüşerek diğer denemelerin de kapısını açtı. 1950’de Maracanazo Draması’nın mimarlarından, şampiyon Uruguay’ın yetenekli forveti Schiaffino’nun 1954 Dünya Kupası’ndan sonra Milan’a gelmesi, son iki Dünya Kupası’nda grupları geçemeyen İtalyanlar’ı harekete geçirdi. Schiaffino’yu da ‘oriundi’ tayfasına dahil ettiler ama 1958’e katılmayı başaramadılar. 1962’de bu kez İtalyan kökeni olan Brezilya doğumlu ve 1958’de Sambacılar ile kupayı kaldıran Jose Altafini’yi devşirdiler ama Altafini, o dönem Milan formasıyla İtalya Serie A’da tozu dumana katan performansının Dünya Kupası’nda kıyısından bile geçemedi. İtalya da grupları.. 16’ncı yüzyılda başlayan kolonileşmenin sonucu olarak Avrupa kökeni olan Güney Amerikalı futbolcuları bilhassa devşirip, kendi milli forması adına oynatan sadece İtalya değildi elbette. Kulüp seviyesinde Avrupa’nın en başarılı takımı olan Real Madrid’e sahip olan İspanya, uluslararası arenada tam bir yokluk abidesiydi. 1954 ve 58’e katılamamışlardı. 1962 Dünya Kupası finalleri için vize aldıklarında, kadroyu, o takımın üç yıldızı Alfredo Di Stefano, Jose Santamaria ve Ferenc Puskas ile güçlendirmişlerdi. Fakat, ne var ki bu futbolcuların hiçbiri İspanyol değildi. Puskas daha önce efsane Macaristan takımıyla 1954 Dünya Kupası’nda final oynamıştı. Real Madrid’den takım arkadaşı Jose Santamaria ise, aynı kupanın yarı finalinde eledikleri Uruguay’ın savunma oyuncusuydu ve Puskas’ı savunmak görevlerinden biriydi. Paraguay ve Barcelona forması giyen Eulogio Martinez ile birlikte hepsi, ilginçtir 1962’de İspanya için ter dökecekti. Hatta sakatlanmasa, kendini bir kozmopolitan olarak adlandıran, daha önce Çekoslovakya ve Macaristan adına oynamış, Polonya ve Slovakya kökeni de olan Barcelona’nın efsane forveti Laszlo Kubala da... Velakin La Roja yine de ilk turun ötesine geçmeyi başaramadı. FIFA bu turnuvadan sonra Dünya Kupası elemeleri ya da finallerinde forma giymiş bir futbolcunun bir başka milli takım için oynayamamasını düzenleyen kuralı yürürlüğe koydu. Futbolun yavaş yavaş Avrupa ve Güney Amerika tekelindeki endüstrileşmeden çıkıp, Afrika ve Asya ülkelerinde de ilerlemeye başlamasıyla yeni bir ikilem daha doğdu. Uluslararası turnuvalarda boy gösterip başarılı olmak için yeterli zenginlikte futbolcu havuzuna sahip olmayan bu ülkeler de devşirme yoluna gitti. İlk hedefleri de kendi milli takımlarında forma giyememiş Brezilyalı futbolculardı. Emerson Passos, Marconi Amaral, Fabio Cesar bu şekilde Katar forması giydi. Togo Milli Takımı’nın 2004 Afrika Uluslar Kupası elemelerinde ülkeyle hiçbir bağlantısı olmayan tam altı Brezilyalı futbolcuyu oynatmasıyla durum vıcık vıcık bir hâl aldı. 2004 yılında FIFA acil toplanarak, milli takımlarda oynama şartlarında yenilemeye gitti. Başka milli takımlarda oynayacak futbolcuların ya o ülkeyle kan bağının olmasını ya da en az iki sene o ülkede futbol oynayarak ikâmet etme zorunluluğunu getirdi.Ekvatoral Gine için bunun pek işe yarayan bir tedbir olduğunu söylemek güç. Zira 2006 yılındaki CEMAC Kupası ve 2008 Afrika Uluslar Kupası elemelerinde, ülkenin Spor Bakanı Ruslang Nsue’nin emriyle sekiz Brezilyalı futbolcu devşirilerek oynatıldı. Sepp Blatter daha fazla dayanamayarak BBC’ye verdiği demeçte “Brezilya’da 60 milyon futbolcu var, ülkede her üç kişiden biri futbol oynuyor. Bu maskaralık durmazsa, bu istilanın icabına bakılmazsa 2014 ve 2018 Dünya Kupası’nda boy gösterecek 32 takımın 16’sı tamamen Brezilyalı oyunculardan oluşacak.” dedi. Yabancı sınırlaması ve vatandaşlık şartları hakkında ilgili kurumlarla resmi girişimler yapılsa da FIFA kendi işini yine kendi gördü. 2008 yılında toplanan kongrede FIFA bir kez daha millilik kıstaslarını revize ederek, iki yıllık ikâmet süresini beş yıla çıkardı. Bu karardan sonra Deco, Pepe, Marcos Senna, Eduardo, Marco Aurelio gibi Brezilya doğumlu futbolcular başka ülke milli takımlarında forma giydi. FIFA istilanın önünü kesti ama başta konu edilen milli takım değiştirme meselesinde hâlâ bir boşluk olduğu gerçeği değişmedi. Zira Brezilya ve İspanya federasyonları arasındaki bir çekişme, 2014 Dünya Kupası öncesinde futbolun hiç soğumayan gündemlerinden birini oluşturuyor. Atletico Madrid forması giyen Diego Costa’nın hangi milli takımda forma giyeceğine dair haberler manşetlerden inmiyor. Luiz Felipe Scolari tarafından 2013 Konfederasyonlar Kupası öncesinde, Mart ayındaki İtalya ve Rusya hazırlık maçlarında kadroya çağırılan ancak sadece beş dakika şans bulan, Sao Paolo/Brezilya doğumlu Diego Costa, yazın oynanan turnuvanın kadrosuna alınmamıştı. Neymar, Fred, Hulk, Jo ve Leandro Damiao gibi mevkidaşlarının arasında sivrilemedi. Altı yılı aşkın bir süredir İspanya’da futbol oynayan Diego Costa, ne ironiktir ki, Brezilya’nın İspanya’yı finalde ezerek yendiği Konfederasyonlar Kupası’nın bitiminden tam beş gün sonra İspanya vatandaşlığına kabul edildi. Torres ve Villa ikilisinin 2008’de olduğu kadar güven vermemesi, 2012’yi Fabregas’tan sahte 9 yaratarak şampiyon kapatan İspanya, 2014’te işini şansa bırakmak istemedi ve bu sene La Liga’nın tozunu atan Diego Costa’yı milli takıma davet etti. 24 yaşındaki başarılı santrfor, her ne kadar Brezilya forması giymiş olsa da, söz konusu maçlar resmi bir turnuvada değil hazırlık seviyesinde gerçekleştiği için FIFA tarafından bir problem teşkil etmiyor. Brezilya Futbol Federasyonu, bu gelişme sonrasında, İspanyol asıllı başkan Jose Maria Marin nezdinde, Diego Costa için sonuna kadar savaşacaklarını açıkladı ve konuyu FIFA’nın uyuşmazlık kuruluna taşıdılar. Fred’in sakatlığı, Damiao ve Hulk’un formsuzluğu, Jo’nun bu seviye için henüz kendini kanıtlamaması sonrası Brezilya’nın hücumda fazlasıyla Neymar’a bağımlı bir takım hâline gelmesi, santrfor rotasyonunda sorun yaşayan Brezilya’nın daha 5 ay önce 5 dakika forma verdikleri Diego Costa için şimdi gemileri yakmasında hayli etkili olsa gerek. Özellikle de, futbolcunun kupada Brezilya’nın en önemli rakiplerinden biri olan son şampiyon İspanya’ya gitmesinden endişe ediyorlar. Etmeliler de; zira Diego Costa yazılı olarak İspanya için oynamak istediğini Brezilya federasyonuna bildirdi. Teknik direktör Luiz Felipe Scolari, bunun üzerine daha önce yüzüne bakmadığı Diego Costa’yı için flaş bir açıklama yaparak; “Kendi ülkesinde düzenlenecek bir Dünya Kupası’nda, beş kez Dünya şampiyonu olmuş milli takımının formasını giymeyi reddetmek, milyonların hayâline sırt çevirmektir.” dedi ve bir nevi Diego Costa’yı halkın önüne attı. Brezilya Futbol Federasyonu da futbolcunun vatandaşlıktan çıkarılması için Adalet Bakanlığına başvurmakla tehdit etti ve olası bir İspanya seçimini zorlaştırmak için elinden geleni yaptı. Lionel Messi’yi zamanında Arjantin’e kaptıran İspanya da Diego Costa konusunda kararlılığını sürdürüyor. Diego Costa’dan farklı olarak, Dünya’da şu an birden fazla milli takım için forma giyme ihtimali olan onlarca yetenekli futbolcu var. Rumen anne, Nijeryalı babadan olma, İngiltere, İskoçya ve İspanya’da futbol oynamış olan Ikechi Anya söz konusu ülkelerin her birinin milli takımında forma giymek için uygundu. Şu an Manchester United forması giyen, Arnavut asıllı Kosova göçmeni bir ailenin Belçika’dan doğan oğlu, 18 yaşındaki Adnan Januzaj ise işleri iyice arap saçına çevirebilir. Belçika, Arnavutluk ve Kosova federasyonlarının yanı sıra, Sırbistan, Hırvatistan ve Türkiye’de yaşayan akrabaları ve kan bağı olan Adnan Januzaj için ilgi had safhada. Futbolun vatansızları ya da çok vatanlıları, kültürel açıdan sınırları artık kaybolmaya başlayan Dünya’da artmaya devam edecek. 20 yıl öncesinde, her ülkenin kendine has bir futbol karakteriyle eşlendiği dönemden, sermayeyi elinde tutan Avrupa’nın tam bir ithalat merkezi olmasıyla artık neredeyse tamamen çıkıldı ve bir kaç istisna dışında ulusal bir tarzdan, hatta temel bir çerçeveden bahsetmek dahi zor. Ekollerin çarpışması olarak hevesle beklenen uluslararası turnuvalar, artık kimilerine göre dört yılda bir düzenlenen lig karmalarından öte değil. Hatta katılımcı sayısının artırılarak, düşük profilli ülkelerin turnuvalara alınması, 2010’da pek çok taraftarın ilk turdaki futbolu görüp Şampiyonlar Ligi’ni daha üst bir seviyeye koymasıyla özelliğini yitirdi bile. Uğur Karakullukçu Türkiye HF102 HOCA ACEMi AMA… Sezona sürpriz bir görevlendirmeyle Roberto Carlos yönetiminde giren Sivasspor, lige beklentilerin üzerinde iyi bir başlangıç yaptı. Epey tartışma yaratan bir kararın ardından Sivasspor’da ‘yönetici’ sıfatıyla kulübede teknik adam rolüne soyunmasına izin verilen Roberto Carlos’un bu roldeki ilk deneyiminin sadece Türkiye’de değil, uluslararası çapta ilgi çekmesi, lige renk katması bekleniyordu. Brezilyalının teknik direktör sıfatıyla verdiği ilk demeç ise aslında farkında olmadan Sivasspor’un nasıl bir yöne gideceğini bizlere gösteriyor gibiydi: “Teknik direktörlük anlamında ilk tecrübem olabilir ama futbolun içinde uzun yıllardır varım. Bu tecrübelerimi de onlara aktaracağım.” Roberto Carlos haklı çünkü kariyerinin son dönemindeki Carlos’un bir yansıması vardı sahada. Sansasyonel goller atan, hücumda etkili ancak savunması ciddi soru işareti…Takımın Rıza Çalımbay döneminden bu yana alışkın olduğu 4-2-3-1 dizilişini bozmayan Carlos’un Sivas’ında bazı değişiklikler göze çarpıyor. Bunların en başında hücumun temel parçalarının değişmesi geliyor. Geçen sezonun ikinci yarısını formsuz geçiren Kamil Grosicki 6+4 kuralının devreye girişiyle rotasyondan iyice silinirken, Atıf’la birlikte takımın hücumdaki yaratıcılığını sağlama rolü Erman Kılıç’ın da takımdan ayrılmasıyla birlikte Aydın Karabulut’a kalmış durumda. Neredeyse Süper Lig’den silinme noktasına gelen, güvenilmez bir oyuncu imajı iyiden iyiye yerleşmişken Carlos’un ekibinde bulduğu şansı iyi değerlendiren Aydın’ın yanı sıra takımın en uçtaki opsiyonları da tamamen değişmiş durumda. Geçtiğimiz senelerde İstanbul takımlarıyla da adı anılan Djebbour gibi klas bir golcüyü kadroya katan Sivas, maç eksiği olan Cezayirliyi yavaş yavaş takıma ısındırdı. Ayrıca yine ismi geniş kitlelerce bilinen Utaka zaman zaman 9 numara zaman zaman 3’lünün bir parçası olarak rol alan bir diğer oyuncu. Cicinho etkisi Tüm bu köklü değişikliklere karşın kabul etmek gerekir ki Sivasspor’un mevcut kimliğini en iyi anlatan, takımın olmazsa olmazlarından biri haline gelen isim Cicinho. Kariyerinde Real Madrid, Roma gibi üst düzey ekipler de bulunan Cicinho artık köyüne geri dönmüş, ununu eleyip eleğini asmış bir görüntü içindeydi ancak 33’lük Brezilyalı, vatandaşının çağrısıyla Türkiye’ye gelişinin sadece cebini doldurmak olmadığını net bir şekilde gösterdi. Sivasspor akınlarına sağ bekten yaptığı çıkışlarla derinlik kazandıran Cicinho yaptığı öldürücü ortalarla da takımın ana hücum opsiyonlarından biri haline geldi. Yaptığı asist sayısı ise şimdilik 6! Özellikle ligdeki ilk maçlarında savunma hattı olarak bütünlük yakalanamaması sebebiyle yenilen bazı gollerde de pay sahibi olsa da bu sorunun üzerinde çalıştıkları belli. Savunmayı önde kuran ve hücumu düşünen bir takımda savunmacı olmak zordur, hele ki oturmuş ve birbirini tanıyan bir dörtlü yoksa zaman zaman faciaya davetiye de çıkabilir. Bu süreçte Fenerbahçe ve Kasımpaşa gibi iki kötü sınav verilse de bu iki ekibin 9 hafta sonunda ligin ilk iki sırasında yer aldığını da unutmamakta fayda var. Gün geçtikçe de uyum konusunda mesafe kat ediyorlar. Roberto Carlos’un Sivasspor’u henüz Rıza Çalımbay döneminin zirve performansını yakalamak adına çalışmak ve üzerine koymak zorunda. Özellikle savunma cephesinde hala hücum kapasitesi yüksek takımlara karşı sorun yaşama riski hala mevcut. Buna karşın başarılı duran toplarından Portekizli stoper Manuel Da Costa başta olmak üzere birçok oyuncusunun ortaya koyduğu şut tehditine, kanat akınlarından Aatif’ın sürpriz koşularına kadar birçok hücum seçeneği bulunan bir takım olmaları lige şüphesiz renk katıyor. Bu farklılığı istikrarlı bir performansa dönüştürüp lig sonu hedeflerine ulaşıp ulaşmayacaklarını görmek için daha zaman var. Fakat şimdiden şu söylenebilir ki Elazığspor’da Trond Sollied’in erkenden tattığı tırpanı yemesi ilk beklenen, ‘acemi hoca’ etiketli Carlos, Sivas gibi yabancılar için güçlük çekilebilecek bir şehirde kısa sürede yaptıklarıyla önyargıları büyük ölçüde kırdı. Aslıhan Karlıdağ Konak Belediyespor Özel HF102 KADINLARIN DEVLER LiGi UEFA Kadınlar Şampiyonlar Ligi’nde Konak Belediyespor son 16’ya kalarak tarih yazdı. Turnuvanın genel hatlarını derledik. Nedir, ne değildir? Kadınlar Şampiyonlar Ligi, 2001/02 sezonunda UEFA Kadınlar Kupası adı altında kuruldu. 2009/10 sezonunda UEFA Kadınlar Şampiyonlar Ligi adını aldı. UEFA kuralları gereği Kadınlar Şampiyonlar Ligi final maçı Erkekler Şampiyonlar Ligi final maçıyla aynı hafta ve erkeklerin oynayacağı stadyumla aynı şehirdeki bir statta oynanıyor. Kadınlar Şampiyonlar Ligi’nin statüsü erkeklerden biraz farklı. UEFA sıralamasın ilk 8’deki ülkeler 2’şer takımla turnuvaya katılırken, diğer ülkeler 1’er takımla katılabiliyor. Tek istisna önceki yılın Şampiyonlar Ligi şampiyonu olan takıma tanınıyor. Son şampiyon ertesi yıl kendi liginde ilk iki sırayı elde edemese de bu takım için ekstra kontenjan açılıyor. Turnuva, dörder takımdan oluşan eleme gruplarıyla başlıyor. Maçlar gruptaki takımlardan birinin ülkesinde tek maç üzerinden oynanıyor. Grup liderleri ile katılan takım sayısına göre en iyi ikinciler son 32’ye kalıyor. Seri başı takımlar turnuvaya bu noktadan itibaren dâhil oluyor. Bundan sonrası erkekler futbolunda olduğu gibi finale kadar çift maç eleme usulü ile devam ediyor. 2013 sezonu Bu yıl eleme maçları toplam 8 grupta oynandı. 1. gruptaki temsilcimiz Konak Belediyespor 3 maçta aldığı 9 puan ile grup lideri olarak son 32’ye kalmayı başardı. Şampiyonlar Ligi’nin en büyük sürprizini İzmir takımının elde ettiğini söylesek abartmış olmayız. UEFA da öyle düşünüyor olacak ki web sitesinde Konak Belediyespor’un görsellerini çokça kullanıyor. Son yıllarda İspanya’da kadınlar futbolu önemli bir yükselişte. Avrupa Şampiyonası’nda çeyrek final gördüler. Kulüpler bazında ise, Barcelona’nın tarihinde ilk defa çeyrek finale çıkma şansı oldukça fazla. Barcelona son 16’da İsviçre’nin Zürich takımı ile oynayacak. Geçen yılın şampiyonu Wolfsburg, Malmö ile karşılaşacak. Wolfsburg bu maçın favorisi olarak gösteriliyor. Arsenal ise İskoçya’nın Glasgow City takımıyla çeyrek final mücadelesi verecek. Konak Belediyespor, Avusturya temsilcisi Neulengbach ile 10 Kasım ve 14 Kasım’da çeyrek final için sahaya çıkacak. Konak’tan yeni bir sürpriz daha bekliyoruz. Son 32’de en şanssız kurayı, İsveç’in tecrübeli ekibi Tyresö ile eşleşen Paris Saint-Germain çekti. Desplasmanda 2-1’lik galibiyet elde eden Tyresö, Fransa’da 0-0 berabere kalarak, Paris SaintGermain’in hayallerini yıktı. Katarlı yatırımcıların Fransa kadın futbolunda Lyon saltanatına son vermek için yaptığı hamleler, maalesef bu sene sonuç vermedi. Şampiyonlar Ligi’nin favorileri arasında gösterilen Arsenal, Lyon, Potsdam ve Wolfsburg’la eşleşen takımları da turnuvanın şanssız takımları kategorisinde değerlendirebiliriz. Arsenal, Kazakistan temsilcisi Kairat ‘ı 7-1 ve 11-1’lik skorlarla eledi. Almanya’nın güçlü takımlarından Potsdam, Macaristan’ın MTK Hungaria takımını 5-0 ve 6-0 yendi. Geçen yılın şampiyonu Woflsburg, Estonyalı Parnu’yu ilk maçta 14-0 ikinci maçta 13-0 yenerek şampiyonlar liginin en farklı skorlarına imzasını attı. Lyon ise, Hollanda’nın Twente takımını deplasmanda 4-0, kendi sahasında ise 6-0’lık skorlarla eledi. Son 16’daki Lyon-Potsdam eşleşmesi için klişe “erken final” tabirini kullanmak çok yerinde olacak. Nitekim iki takım 2010 ve 2011 yıllarındaki finallerde karşı karşıya gelmiş, 2010’da Postdam, 2011’de ise Lyon kupaya uzanmıştı. İki güçlü ekipten birinin çeyrek finale çıkmadan elenecek olması, finalde sürpriz bir takımı görme ihtimalimizi kuvvetlendiriyor. Konak Belediyespor’un son 16’daki rakibi Neulengbach. Alman ekibi Wolfsburg, geçtiğimiz sezon Lyon’un 2 yıllık ambargosuna son verip şampiyon olmuştu. Aslıhan Karlıdağ Konak Belediyespor Özel HF102 MUCiZENiN ADI KONAK BELEDİYESPOR Kısa zamanda büyük işler başaran Konak Belediyespor takdiri hak ediyor. Mucize kadınlar, Şampiyonlar Ligi’nde de son 16’ya kalarak tarih yazdılar. K onak Belediyespor; çoğunluğu, ‘kadınlar futboldan anlamaz’ mottosunu benimsemiş, hatta daha da ileri gidip ‘Akli ve hormonal dengesi yerinde olan hiçbir kadın futbolla ilgilenmez’ görüşünü benimseyenlerin ülkesinde bir mucizeye imza attı. İzmir takımı, Türkiye kadınlar futbolu tarihinde Şampiyonlar Ligi’nde gruplardan çıkmayı başaran ilk takım oldu. Bununla da yetinmeyip bir tur daha geçerek son 16’da çeyrek final mücadelesi vermeye hak kazandı. 2004 yılında kepenkleri indirilen Türkiye Kadınlar Futbol Ligi, UEFA sopasıyla 2006 yılında tekrar hayat bulmuştu. Asıl adı Konak Belediyesi Gençlik Spor Kulübü de bu tarihte, yani 2006’da kuruldu. İlk yıllarında pek başarılı sonuçlar alamayan takım, 2009 yılında Hakan Tartan’ın Konak Belediye Başkanı olması ile bir değişim geçirdi. 2009/10 sezonunda Türkiye Kadınlar 1.Futbol Ligi üçüncüsü olarak ilk önemli başarılarını elde ederlerken 2010/11 sezonunda lig ikincisi, geçen sezon da şampiyon olarak ivmesini sürdürdü. Bu başarılarda teknik direktör Hüseyin Tavur’un hakkını vermek gerekir. 2007/08 sezonunda Konak Belediyespor’un başına geçen Tavur, kuşkusuz takıma en çok katkısı olan isimlerin başında geliyor. Rakiplerinin imkanlarının çok daha azına sahip, ülkede kimsenin farkında bile olmadığı bir takımın Şampiyonlar Ligi’nde gruptan çıkması bile büyük bir başarıyken, son 16’ya kalmanın ne kadar büyük bir başarı olduğunu anlatmaya kelimeler yetmez. Geçen yıl 307 milyon lira bütçesi olan ve 32 milyon lira kar açıklayan TFF’nin, Konak Belediyespor’a layık gördüğü şampiyonluk primi ise sadece 30 bin lira olmuştu. Hal böyle olunca Türkiye’de kadın futbol takımları kişilerin özel çabalarıyla bir yerlere gelebiliyor. Konak Belediyespor büyük düşünüp, doğru yatırımlar yapılarak başarıya ulaşılacağının çok iyi bir örneği. Türkiye’de kadın futbol takımlarının çok büyük bir çoğunluğu yabancı kontenjanını kullanmazken Konak üç yabancı hakkını da kullandı. Romanya’dan Cosmina Duşa , Raluca Sarghe, Gürcistan’dan Ninia Sutidze transfer edilmesi, hedefin Türkiye ligi ile sınırlandırılmadığını gösteriyordu. Daha önce hiç Şampiyonlar Ligi tecrübesi olmayan Konak Belediyespor’da özellikle Raluca Sarghe, 35 maçlık Şampiyonlar Ligi tecrübesiyle Avrupa arenasında çok önemli bir katkı sağladı. Şampiyonlar Ligi’nde 23 golü bulunan Cosmina Duşa ise gol yollarında Konak’ın en önemli kozlarından biri oldu. Şampiyonlar Ligi mucizesi İzmir ekibi 2012/13 sezonunda tarihinin ilk lig şampiyonluğunu, son şampiyon Ataşehirspor’u 8 puan geride bırakarak elde etmişti. Bu şampiyonluk Konak Belediyespor’a Şampiyonlar Ligi kapılarını açtı. Konak Belediyespor grup maçlarında ilk sürprizini yaptı. Grubunda Bosna Hersek’ten Sarajevo, Bulgaristan’dan NSA Sofia ve Galler’den Cardiff City yer alıyordu. Grubun favorisi daha önce 10 defa Şampiyonlar Ligi’ne katılmış olan Sarajevo idi. NSA Sofia ise grubun diğer iddialı takımıydı. Açıkçası hiç kimse Konak Belediyespor’a şans vermiyordu. Ama İzmir’in kadınları bizleri fena halde yanılttı. 3 maçını da kazanarak gruptan çıkmayı başardılar. Grup maçlarında toplam 5 gol atıp, kalelerinde sadece 1 gol gördüler. Konak Belediyespor artık son 32 takım içindedir. Futbolda kura çekimindeki şans faktörünün bir takımın, hatta bir ülkenin kaderinde önemli bir yere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Kura çekiminde iyi şans melekleri Konak’ın yanındaydı. Muhtemel rakipler arasında Lyon, Wolfsburg, PSG, Potsdam, Tyresö gibi çok güçlü takımlar varken, son 32’de Polonya’nın Unia Racibórz takımıyla, son 16’da ise Neulengbach - Apollon galibiyle eşleştiler. Tabii şunu unutmamak gerekiyor, son 32’de ve özellikle 16’da tüm takımlar Konak’tan daha tecrübeli ve ülkelerinde daha oturmuş bir ligleri var. Unia Racibórz zaferi Unia Racibórz 1946 yılında kurulmuş köklü bir kulüp. 2009 yılından beri her yıl UEFA Kadınlar Şampiyonlar Ligi’ne katılıyor. Fakat son 32’nin ötesine bir türlü geçemeyen bir takım. Bu yıl da kaderleri aynı oldu. Konak, Unia Racibórz ile ilk maç İzmir Alsancak Stadı’nda yaklaşık 3.500 kişilik izleyicinin önünde oynadı. Özellikle kadın dernekleri maça büyük ilgi gösterdi. Maçın ücretsiz izlenmesini sağlayan Konak Belediyesi’ne bir teşekkür borcumuz var. Racibórz Türkiye’ye kendinden çok emin gelmişti. Maçın hemen başına Cosmina Duşa’nın golü gelince, Konak maça moralli başlamış oldu. 30. dakikada Sevgi skoru 2-0’a getirince Unia Racibórz işlerin düşündükleri gibi gitmeyeceğini anladı. Rakibimiz ilk yarının sonunda bulduğu golle skoru 2-1’e getirmeyi başardı. İkinci yarı da Polonyalıların baskısıyla geçti. Neyse ki kaleci Fatma günündeydi, maç bu skorla sona erdi. Polonya’daki maçta Unia Racibórz yine baskılı bir oyun ortaya koydu. Maçın başında Konak önemli pozisyonlar buldu fakat değerlendiremedi. Bu karşılaşmada Fatma’nın kariyerinin o güne kadarki en iyi maçlarından birini çıkardığını söyleyebiliriz. Maç sonu tabeladaki 0-0’lık skorla Konak Belediyespor, Kadınlar Şampiyonlar Ligi’nde son 16’ya kalarak, Türk futbol tarihinin en önemli başarılarından birine imza attı. Sıradaki rakip Neulengbach Son 16’da ise Apollon’u eleyen Neulengbach Konak’ın rakibi oldu. İlk maç 10 Kasım’da saat 13:00’de İzmir Alsancak Stadı’nda oynanacak. TFF yine mükemmel (!) bir planlama örneği göstererek Fenerbahçe-Galatasaray maçını aynı güne koydu. Böylece günübirlik İzmir’e gitmek isteyecek futbolseverlerin önüne önemli bir set çekmiş oldu. Neulengbach 2008/09 sezonundan beri şampiyonlar liginde mücadele eden Avusturya temsilcisi üç defa son 16’ya kalma başarısını gösterdi. Nina Burger en skorer oyuncuları. Konaklı oyuncular kendilerine güveniyorlar. Bu turu da geçip çeyrek finale adlarını yazdırmak istiyorlar. Bize de onları desteklemek düşüyor. Tüm futbolseverleri tarihe tanıklık etmek için 10 Kasım’da İzmir’e bekliyoruz. Aslıhan Karlıdağ Konak Belediyespor Özel HF102 ‘‘iNANDIK, ENGELLERi AŞACAĞIZ’’ Kendi emeklerimiz ve gayretleri ile buralara kadar gelen ve hâlâ ilgi odağı olamayan Konak Belediyespor, Kaptan Gamze önderliğinde çeyrek finale çıkarak yeni bir tarih yazmak peşinde. Gamze İskeçeli, çocukluğunda koştuğu topun peşini bırakmayan, ona sıkı sıkıya sarılan bir kadın. 1999 yılından beri yeşil sahalarda boy gösteren, aktif futbolculuğun yanı sıra beden eğtimi öğretmenliği ve antrenörlük de yapan komple bir sporcu. Gamze, UEFA Kadınlar Şampiyonlar Ligi’nde son 16 takım arasına adını yazdırmayı başaran Konak Belediyespor’un en tecrübeli oyuncusu. Aynı zamanda takımının en golcü futbolculardan biri. Çeyrek final yolunda kendisine ve takımına başarı dileyip sözü Gamze’ye bırakalım; Öncelikle bize biraz kendinden söz eder misin? Gamze İskeçeli kimdir? Futbola nasıl başladı? Hangi mevkide oynuyor? 26 Mayıs 1983 İzmir doğumluyum. Aslen İzmirliyim. Ankara Gazi Üniversitesi Beden Eğitimi Öğretmenlik mezunuyum. 6 yıldır İzmir’de Beden eğitimi öğretmeni olarak görev yapıyorum. 6 yaşında erkek arkadaşlarımla sokakta top oynayarak tanıştım futbolla, daha sonra İzmirspor altyapısında erkeklerle oynayarak yetiştim. Şu anda Konak Belediyespor’da forvet oynuyorum. Hangi takımlarda forma giydin? Toplam kaç golün var? Oynadığım kulüpler; İzmir Öztürkspor, Van Eğitimspor, Gazi Üniversitesispor, Bucaspor ve Konak Belediyespor. 94 lig maçında 72 golüm var. Konak Belediyespor uzun süredir birlikte oynayan bir ekip mi? Bu yıl şampiyon kadroyu koruduğunuzu söyleyebiliriz sanırım. Ben 2009 yılından beri Konak Belediyespor formasını giyiyorum. Yeni transferlerimiz ile birlikte 2 yıldır birlikte oynayan bir ekibiz. Bu yıl 3 yeni transferimiz daha oldu. Her yıl Hüseyin Tavur hocamız ihtiyaç duydukça transfer yapıyoruz tabi ki. Yabancı oyuncuların takıma katkısı hakkında ne düşünüyorsun? Türkiye’de birçok takımın yabancı kontenjanını kullanmadığını biliyoruz. Yabancı oyuncularımızın takıma katkısı tartışmasız çok büyük. Duşa, Raluca ve Ninia’nın futbol kalitesi bizim takım olarak daha iyi olmamızı sağladı. Yabancı kontenjanını kullanan 1-2 takım var Türkiye ‘de ve onlarla oynadığımız zaman daha çekişmeli ve kaliteli maçlar çıkıyor ortaya. Keşke imkan olsa da, her kulübün yabancı oyuncusu olabilse. “Ailemizden çok birbirimizle vakit geçiriyoruz” Takımdaki arkadaşlık ortamı nasıl? Çok iyi, arkadaşlıktan öte aile gibi olduk biz artık, çünkü ailemizden çok birbirimizi görüp birlikte vakit geçiriyoruz. Bu da başarıyı getiriyor. Konak Belediyespor 2006 yılında Türkiye’de kadınlar futbol ligi tekrar başlatıldığında kurulan bir takım. 2009’da ligi 3. bitirdikten sonra ertesi yıl ikincilik geldi ve sonrasında da şampiyonluk. Konak Belediyespor’a son 2-3 yılda ne oldu? Sihirli bir değnek mi değdi? Evet sihirli değneğimiz başkanımız Hakan Tartan oldu, bize çok destek verdi ve başarı geldi. Zaten iyi bir takımdık uzun bir süre birlikte oynamıştık. Yapılan kaliteli transfer ve takviyeler ile daha da iyi olduk. Açık konuşmak gerekirse kimse Konak Belediyespor’un Şampiyonlar Ligi’nde gruptan çıkabileceğini düşünmüyordu. Türk futbol tarihinde ilk defa kadınlar futbolunda bir takım grupları geçti. Ve siz bununla yetinmeyip son 16’ya kaldınız. Bu başarıyı neye bağlıyorsun? Biz inanmıştık ve iyi bir kura çekince de daha çok inandık ve çok çalıştık, başardık. Hepimiz ilk olup tarihe geçtiğimiz için çok mutluyuz tabi ki. Gruptan çıktıktan sonra başkanımız Hakan Tartan’ın çektiği kurayı da öğrenince hedefimizi büyütüp son 8 dedik, yani çeyrek final. Bu bizim için imkansız değil, çok yaklaştık ve başaracağız. Daha öncede dediğim gibi aile ortamı var bizim takımda, başarıyı en çok buna bağlıyorum. “Destek olduğu sürece başarı baki” Sence başarınız kalıcı olacak mı? Konak Belediyespor bundan sonra Şampiyonlar Ligi’nin gedikli takımlarından biri olabilir mi? Olması için neler yapılmalı? Başkanımız bize destek olduğu sürece Konak Belediyespor’un başarısı baki kalacaktır eminim. Çünkü maalesef bize çok fazla dışarıdan destek olunmadı, kendi emeklerimiz ve gayretlerimiz ile buralara kadar geldik. Şampiyonlar Ligi maçlarına nasıl hazırlanıyorsunuz? Maçlardan kaç gün önce kampa giriyorsunuz? En son oynanan şampiyonlar ligi maçından beş gün önce kampa girdik ve çok iyi hazırlandık. Şampiyonlar Ligi atmosferi nasıl? Sizleri nasıl etkiliyor? Harika bir atmosfer, tarifi yok. Büyük bir onur ve gurur, herkesin yaşaması gerek. Milli duygularımız da devreye girdiği zaman zaten o atmosferde savaşıyorsun, kaybetmiyorsun. Grup maçlarında ikinci maçınızı grubun favorisi ve ev sahibi Sarejova ile oynadınız. Ve ilk yarının uzatma dakikalarında kalenizde bir penaltı golü gördünüz. Devre arasında soyunma odasında neler konuşuldu? “Eyvah, eleniyoruz galiba” dediniz mi? Racibórz maçından sonra unutamadığımız en önemli maç ev sahibi Sarajevo maçı tabi ki. 1-0 mağlup girdik soyunma odasına ancak biz Sarajevo’dan daha iyi bir ekip olduğumuzu biliyorduk. İlk yarı çok pozisyon harcamıştık, şanssızdık. Soyunma odasına girdiğimizde, hiçbirimiz umutsuzluğa kapılmamıştık, daha çok kenetlendik ve hırslandık. Bu maçı almamız gerekiyordu, ikinci yarıya bu azimle çıktık, 78. ve 85. dakikalarda da gollerimizi atarak 2-1 galip ayrıldık. Gruptan çıkmayı o maçı alarak garantiledik ve çok güzel bir mutluluktu oradaki. Unia Racibórz’u kendi evinizde 2-1 yendiniz. Bu aslında rövanş maçı için riskli bir skordur. Polonya’daki maç nasıl geçti sizin açınızdan? Kaleciniz Fatma Şahin’in önemli kurtarışları oldu. Hiç stres yapmadık. Oraya beraberlik için gitmedik, amacımız ilk 15 dakikada orada gol bulup işimizi daha da kolaylaştırmaktı ama nasip olmadı gol atmak. İlk yarı maç ortada geçti fakat 2. yarı Racibórz takımı bizden daha atak oynadı fakat Kalecimizi Fatma ve defans oyuncularımız o maçta çok iyilerdi, takım olarak da çok iyi mücadele ettik ve çok koştuk. Gol yemeden bitirdik maçı. Ve maçtan sonra hepimizin mutluluk gözyaşları vardı. Bu sonuçla unutamadığımız en güzel maç Polonya’daki maç oldu. “Takım olarak inandık” Son 16’da Avusturya’nın güçlü ekiplerinden Neulengbach ile karşılaşacaksınız. Daha önce 11 defa Şampiyonlar Ligi’ne katılan tecrübeli bir takım. Bu maçla ilgili görüşlerin neler? Çeyrek final şansınızı nasıl değerlendiriyorsun? Finale giden yolda önümüze çıkan rakiplerden biri olan Avusturyalı ekip daha tecrübeli ama biz de kaliteli bir takımız ve çok istiyoruz o kupayı. Biz takım olarak inandık ve finale giden yolda engellerin hepsini aşıp o kupaya uzanmayı hedefliyoruz. Bunun için de çok çalışıyoruz. Şansımız yüksek, inşallah çeyrek finale adımızı yazdıracağız. Son 16’ya kaldıktan sonra sizlere olan ilginin arttığını söyleyebilir miyiz? Kadın futbolunda da sence voleyboldaki gibi başarı geldikçe ilgi artacak mı? Son 16’ya kaldıktan sonra ilgi biraz olsun artmaya başladı fakat bence hala az. Bizim durumumuzda erkek futbol takımlarından biri olsaydı, basının ilgisi çok daha fazla olurdu, bizimki hala yetersiz bence. Ancak başarı geldikçe ilginin artacağını umuyorum. Türkiye’de ligler başlamadan Şampiyonlar Ligi ve Dünya Kupası grup eleme maçları oynadınız. Sence bu sizin için bir avantaj mı dezavantaj mı? Türkiye Kadınlar 1. Futbol Ligi’nin planlamasını doğru buluyor musun? Hem avantaj, hem dezavantaj. Lig için avantaj çünkü çok iyiyiz ve hazır durumdayız lige. Fakat Milli takımda antrenman yapamadan gelen arkadaşlarımız var ve bu durum bir dezavantaj. Ligler daha erken başlamalı ve daha çok maç yapmalıyız. “Başarı milli takımda da gelebilir” Milli takım kariyerinden biraz söz eder misin? Kaç defa milli formayı giydin? İlk ne zaman milli takıma seçildin? İlk kez 2000 yılında Milli takıma seçildim. Toplamda 26 kez, U-19 ve A Milli takım formalarını giydim. Milli takım düzeyinde maalesef pek başarılı sonuçlar alamıyoruz. Bunu neye bağlıyorsun? Çok şanssız kuralar çektiğimizi de belirtmek gerekir sanırım. Avrupa Şampiyonası elemelerinde Almanya ve İspanya ile aynı gruptaydık. Şimdi Dünya Kupası elemelerinde İngiltere ile aynı gruptayız. Gruptan ilk iki çıkacak ve ikinci olma şansımızı kaybetmiş değiliz. Kötü olan ilk iki maçımızın İngiltere ile olması, gruptaki diğer takımları yeneceğimizi düşünüyorum. Bu yıl başarı milli takımda da gelebilir, zor değil. Bu yıl milli takımda hoca değişikliği de yaşandı. Ogün Hoca (Temizkanoğlu) gitti yerine Nur Mustafa Gülen ve ekibi geldi. Yeni hoca ile bu yıl şeytanın bacağını kırıp Kanada’ya gidebilecek miyiz? Ogün Hoca ile çalışmadım hiç bilmiyorum ama Mustafa Hoca ile çalıştım. Ben bu yıl başarının geleceğini düşünüyorum. Federasyonun kadın futboluna yeterli ilgiyi gösterdiğini düşünüyor musun? Yorum yapmak istemiyorum. TFF’nin müsabaka yönetmeliğine göre 31.12.1984 ve öncesi doğmuş olan en fazla 5 kadın oyuncu esame listesine yazılabilir ve oynatılabilir. Türkiye kadınlar liginde halen yürürlükte olan yaşı büyük futbolcu kısıtlaması hakkında ne düşünüyorsun? Federasyonun kararı bu, saygı duymak gerekir, vardır bir bildikleri. Her kadın futbolcuya sorduğum bir sorum var. Senin de görüşlerini almak istiyorum. Futbol sahalarının eni, boyu, kalenin boyutları, futbol topunun ağırlığı hep erkek fizyolojisine göre hesaplanmış ve erkekler için belirlenmiş kriterlere sahip. Kadınların da aynı ebattaki sahalarda futbol oynaması sence adil mi? Evet tabi ki adil. Biz de erkekler kadar yetenekli ve iyiyiz, onların gücüne çıkabilecek kapasitemiz de var . Hangi takımı tutuyorsun? Koyu bir Galatasaray taraftarıyım. En çok hangi oyuncuları beğeniyorsun? Erkek olarak Fernando Torres, kadın olarak ise Marta Vieira da Silva. Hangi oyuncuyla yan yana oynamak isterdin? Fernando Torres ile yan yana oynamak çok isterdim. Son olarak bizlere söylemek istediğin bir şeyler var mı? Teşekkürler, ilginiz için. Mustafa Demirtaş Türkiye HF102 OĞUZHAN iLE DAHA FAZLA BEŞiKTAŞ Yokluğu onun değerini anlattı, varlığıysa kesinlik mührünü vurdu. Beşiktaş’ın görünür ve görünmez yıldızı Oğuzhan Özyakup’tu! Büyük oyuncu olmak demek, sahada kolay görüneni yapmak demektir çoğu zaman. Ama bazen de görünmeyeni kolay göstermek… Ortalıkta boş bir oyuncu gözükmez, bizler hatta pas atılan o oyuncu, boşta olduğunu ancak topla buluştuğu zaman öğrenir. O pası atansa, zamanda birkaç saniye ötesini görme yeteneğine sahiptir. Yani, oyun zekâsına. Almeida, Kayseri Erciyes maçında golünü atarken ofsayda düşmeden topla buluşmuştu, oysa kendisi de o anda şut atılacağını sanıyordu. Olcay, uzun zaman sonra ‘Olcaylığını’ yaparak, savunma arkasına koşu atmış ve golle hasret gidermişti Akhisar’a karşı. Oysa çoktandır o Olcaylığını gören birileri yoktu sahada, keza o anda da bu kadar net pozisyon yaşanacağını kimse hissetmemişti. Ama o, her şeyin farkındaydı. Galiba artık herkesçe kabullenen, Beşiktaş’ın resmi yıldızı: Oğuzhan Özyakup. Aslında sadece gol pozisyonlarının sayısını arttırmada değil, tamamıyla takımının çehresini değiştiriyor Oğuzhan sahada olduğu zamanlar. O sahadayken, Beşiktaş renkleri çok daha belirgin bir ‘takım resmi’ veriyor. Çünkü o yokken, herkes çapından fazla işlere kalkışmak zorunda. En basitinden, Olcay Şahan’ın golle buluşması için o her zaman yaptığı savunma arkası koşuları yetmiyor. Çünkü onun çabuk düşünen ve uygulayan hücumcu yapısına aynı şekilde cevap verecek bir pas ayağı bulunamıyor. Zira Beşiktaş formasıyla attığı 13 golün, 10’unda Oğuzhan’ın sahada olması tesadüf değil. Oğuzhanlı Portekizliler Sahada kendisini parlatırken, takım arkadaşının da değerini yükselten oyuncular vardır. Oğuzhan Özyakup’ta olduğu gibi. Aslında takımında uzak ara en yüksek maaş alan ve kazanmak için öncelikli olarak ayaklarına bakılan iki Portekizli de Oğuzhan ile parlayanlara dâhil. Geçen seneden bu yana Fernandes, Almeida ve Oğuzhan üçlüsü sekiz maçta bir araya gelebildi. Altı maçı kazandı, ikisinde berabere kaldı. Onlardan biri, Almeida’nın maça sol forvet başladığı ve 90+7’de Olcay’ın kaçırdığı golle tüm Beşiktaşlıların yere serildiği Trabzonspor maçı. Diğeri ise son 3-3’lük Akhisar düellosu. Asıl çarpıcı rakamsa, Beşiktaş’ın bu üçlüyle sekiz maçta 23 gole imza atmış olması. Maç başına neredeyse 3 gol. Fernandes, zaten ideal bir forvet arkası olmamasına rağmen Oğuzhan olmayınca çoğunlukla topu orta sahadan almak zorunda kalıyor. Ve sürekli de markaj altındayken. Böylelikle Beşiktaş, hem hücum ayağından eksiliyor hem de Fernandes, topla geriden buluştuğunda zaten baskı altında olduğu için o oyun kurucu görevini de tam anlamıyla üstlenemiyor. Sonuç; sahada kolay tahmin edilir, takım mesafeleri birbirinden kopmuş bir Beşiktaş. Oysa Oğuzhan’ın varlığıyla Beşiktaş, sahada rakip kaleye gidecek kestirme yolları fark edebiliyor. Fernandes ise daha demarke pozisyonlarda top alarak, düşünme fırsatı bulunca tabelaya etkisi nispeten artabiliyor. Almeida’nın ise buradaki katkısı, her zaman olduğu gibi savunmanın odağını üzerine çekmesi. Oğuzhan ve Fernandesli takım rakip kaleyi daha zorlayıcı olurken, Almeida’nın etrafında topsuz koşu yapan oyuncular kaleyi daha net pozisyonlarda görebiliyorlar. En başta Olcay, bu sene sahne almasa da Holosko, hatta yine bu üçlü sahadayken iki gol atan Gökhan Töre. Takımla top kazanmak Memleketimizde topla yetenekli her oyuncu, kendiliğinden ‘ama savunma tarafı zayıf!” ilan edilir. Oğuzhan da onlardan biri. Belki, tribünler için göz boyayacak yatarak müdahaleler yapmaz, istatistik için anlamsız Forrest Gump koşuları atmaz. Ancak zekasıyla yeri geldiği zaman çok da iyi bir savunmacıdır Oğuzhan. Bizzat kendisi çalım ve pas konusunda yetenekli olduğu için, karşısındaki rakibin de ne düşeceğini tahmin eder, ona göre pozisyonunu alır. Top kazanması için kendini paralaması gerekmez, zaten atılan top ayağına gelir ve pas arası yapmış olur. Zaten ‘doğru futbolun’ tanımı, takımca hareket etmek, takımca koşmak ve takımca aktif dinlenme yapmaktır. Tek başına forvetteki ‘Nobre presleri’ ve orta sahadaki ‘Veli Kavlak mücadelesi’ çok fazla anlam taşımaz. Beşiktaş, bireysel olarak değil takımca topu kaptığı zaman gerekli farkı yaratır. Sezonun en mükemmel maçı olan Bursaspor karşısında yaptığı gibi… Beşiktaş için ‘daha fazla Beşiktaş’ olma yolu, tahtaya evvela Oğuzhan’ın adını bir şekilde yazmakla geçer. Çünkü Oğuzhan, başkasından bağımsız olarak sahada parıldayan ve bunu yaparken bir başkasına da ışığını tutan yegâne oyuncudur. Beşiktaş’ın hem görünür hem de görünmez kahramanıdır, aynı zamanda yıldızı. Oğuzhan, Fernandes ve Almeida’yla Beşiktaş Beşiktaş 1-1 Trabzonspor Kasımpaşa 1-3 Beşiktaş Beşiktaş 3-0 Mersin İY Antayaspor 3-5 Beşiktaş Beşiktaş 3-1 Akhisar BLD Beşiktaş 2-0 Gaziantepspor Bursaspor 0-3 Beşiktaş Akhisar BLD 3-3 Beşiktaş Fırat Topal İnceleme HF102 BOSNA’YI SALLAYAN iKi REKABET Bosna futbolu, 2014 Dünya Kupası’nda temsil edilecekken, bu hafta ülkenin en büyük iki derbisi üç gün arayla karşımızda. Saraybosna ve Mostar derbilerini Hayatım Futbol için mercek altına aldık. Saraybosna Derbisi Rivayete göre Saraybosna’da aynı ailenin içindeki üyelerin birbirleriyle konuşmadıkları iki gün vardır her sene. O gün boyunca aile ikiye ayrılır, üyeler birbirlerinin rakibidir çünkü. Balkanların en hatırı sayılır derbilerinden, Bosna-Hersek’in en büyük derbisi olan, FK Željezničar Sarajevo-FK Sarajevo mücadelesi. Balkanlarda bölünmeden sonra ortaya çıkan devletlerin tümünün sınırları içinde, isim yapmış bir derbi bulunuyor. 55 yılı bulan bu ezeli rekabet de bugün Bosna Hersek futbolunun Avrupa çapında isminden söz ettirmesinde ve ligin ayakta kalmasında büyük pay sahibi. Her iki takımın isminde bulunan “FK” harfleri ‘Fudbalski Klub’, yani ‘Futbol Kulübü’ ifadesinin kısaltılmışı. Bir nevi bizdeki ‘spor’ (buradan bir yere geleceğim). Yani FK Sarajevo’ya, Saraybosnaspor denilebilir rahatlıklar. Peki diğer takımdaki “Željezničar” ne demek? Aslında ambleme baktığınızda birazcık anlıyorsunuz. ‘Demiryolu işçisi’ anlamına geliyor Željezničar, yani bir nevi Demirspor. Ona da Saraybosna Demirspor dedik mi? Alın size Adanaspor-Adana Demirspor rekabetinin aynısı ve Saraybosna versiyonu. Saraybosnaspor-Saraybosna Demirspor. Peki neden demiryolu işçisi? Demiryolu işçilerinin kurduğu bir takım. 1921 yılında kuruluyor Željezničar. İkinci Dünya Savaşı sonrası şekillenen komünist rejimin 1946’da kurduğu takım olan FK Sarajevo’nun ortaya çıkışı da bu döneme rastlıyor. Rejim, Željezničar’lı oyuncuları takımlarından ayırıp FK Sarajevo forması giymeye zorluyor. Bu sebeple takım yıllar boyu ikinci ve birinci lig arasında mekik dokuyor. Derken 1970-72 arasındaki altın dönemlerini yaşıyorlar ve önce Yugoslavya’da lig ikincisi sonra da Yugoslavya şampiyonluğu elde ediyorlar ki bu onların tarihlerindeki tek Yugoslavya şampiyonluğu. Hatta Bosna takımlarının toplamda bu ligde 3 şampiyonlukları var. 1984-85 sezonunda UEFA Kupası’nda yarı finale kadar yükseliyorlar ki bu onların kulüp tarihindeki en büyük uluslararası başarı. 1997’den itibaren düzenlenen Bosna Hersek Premier Ligi’nde ise 2002’ye kadar üç kez şampiyon oldular. 2000-02 arasında elde ettikleri üst üste şampiyonluklar onları, şu ana kadar Bosna Ligi’nde üst üste şampiyon olan tek takım unvanına sahip yapıyor ki son iki sezon bunu yinelediler.Takımın başında 1985’teki UEFA Kupası tablosunun mimarı, Balkan futbolunun efsane isimlerinden Ivica Osim’in oğlu Amar Osim var. Gelelim Yugoslav döneminde Bosna takımlarının kazandığı üç şampiyonluktan diğer iki tanesine sahip takıma; FK Sarajevo. 1946’da Nazi yönetiminden kurtulan Partizan gruplarınca kurulan takım Udarnik (Öncü) ve Sloboda (Özgürlük) kulüplerinin birleşimi ile oluşuyor. 1967’de, bugün bir çoklarına göre gelmiş geçmiş en iyi Bosna’lı futbolcu olarak bilinen Asim Ferhatović’in önderliğinde Yugoslav şampiyonluğuna ulaşıyorlar. İkinci şampiyonluk, bir başka lider oyuncu, Saffet Susic’in önderliğinde geliyor. Sonrasındaki başarı için 2007’ye kadar bekliyorlar. Aslında 1998-99 sezonunda da şampiyon oluyorlar ama ligin sonundaki play-off mücadelesine FK Sarajevo dışında hiç bir takım katılmadığından ve boykota gidildiğinden UEFA bu şampiyonluğu tanımıyor. Aslında 1950’lerde varlıklı kesimin, rejimin takımı olan FK Sarajevo tarafına, işçi sınıfının da Željezničar tarafına kaydığı bilinse de yıllar geçtikçe bu ayrım ortadan kalkıyor tabi. Bugün iki takımın da her kesimden taraftarı var. Maçlarını 16 bin kişilik Grbavica Stadyumu’nda oynayan Željezničar’ın taraftar grubu The Maniacs 1980’lerden beri takımı takip ediyor ve stadyumun güney kesiminde yer alıyorlar. Takımın ikinci ligde mücadele ettiği 70’li yılların sonunda, seyirci ortalamaları 10.000 civarında seyrediyordu. Maçlarını 37.500 kişilik Asim Ferhatović Stadyumu’nda oynayan FK Sarajevo’nun taraftar grubu ise Horde Zla. Seytanın Ordusu olarak çevrilebilir ve onlar da stadyumun kuzey kesiminde yer alıyorlar. 1980 ve 90’larda oldukça belalı bir tribün grubu olarak bilinen Horde Zla’nın rakip tribünlere canlı yılan atma, iki Partizan taraftarını bıçaklama ve iç savaşta ülkelerini savunma gibi icraatları var. Almanya’da da bir şubeleri bulunuyor. İki grup 1998’de oynanan Saraybosna Derbisi’nde sahaya dalıp birbirine girmiş, FK Sarajevo kalecisi çıkan olaylarda ciddi biçimde yaralanmıştı. İki takımın arasında bugüne kadar Yugoslavya dönemi dahil 102 lig mücadelesi oynanmış. 30’ar galibiyet ve 42 beraberlik. Atılan gollerde ise FK Sarajevo 120-117 önde. Bosna Hersek döneminde ise FK Sarajevo’nun 10-9, gollerde de 36-32 üstünlüğü var ve 18 maç da berabere bitmiş. Bunun dışında Yugoslavya Kupası, Bosna Kupası ve Bosna Süper Kupası olmak üzere 16 kez daha karşı karşıya gelmişler ve bunlarda da FK Sarajevo’nun 8-6 üstünlüğü var. Kısacası iki takımın rakamları birbirine çok yakın. Çarşamba günü iki takım arasında Asim Ferhatović Stadyumu’nda oynanan maçın en kayda değer olayı 60. dakikada maçın durmasına sebep olan meşale şovuydu. Başladığı gibi biten maç, iki tarafı da memnun etmedi ve FK Zvijezda’ya mağlup olan lider Borac Banja Luka’ya yaklaşma şansını teptiler. Mostar Derbisi Mostar ve Neretva deyince şöyle bir durup öyle konuşmaya başlamak lazım. Mostar adındaki bu güzel şehrin bizle olan ilişkisi için 1468 yılına kadar gitmemiz gerekiyor aslında. Fatih Sultan Mehmet döneminde Osmanlı boyunduruğu altına giren şehrin köprüsünün yapımı ise Kanuni dönemine kadar gider. Kanuni tahtadan yapılmış köprüyü bugünkü Mostar Köprüsü’yle değiştirmek için inşaatı başlatıyor ve inşaat dokuz yıl sürdükten sonra köprü 1567’de açılıyor. Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayruddin’in imzası bulunan köprü 9 Kasım 1993 tarihinde tahrip edilene kadar tam 427 yıl Neretva Nehri’nin üzerinde şehrin bir simgesi olarak arz-ı endam eyliyordu. Mostar şehri 1992 ve 1993 yıllarında Sırp, Hırvat ve Boşnak askeri güçlerinin arasındaki mücadelelerde harabeye döndü. Bugün halen sokaklarda, binalarda hatta otobüs duraklarında dahi kurşun izlerine rastlamak mümkün. 3 Nisan 1992’de Yugoslav Ordusu ilk kez Mostar’ı bombaladı ve kasabanın büyük kısmını ele geçirdi. Haziran ayında Hırvat güçleri şehri geri aldılar. Sırplar buna bombardıman ile cevap verdiler ve şehrin önemli bölümü tahrip oldu. Kent ikiye bölündü ve Batı tarafı Hırvatların, Doğu tarafı ise Boşnak Cumhuriyet Ordusu’nun hakimiyetine girdi. Savaş sonrası eski Yugoslavya’da meydana gelen olayları incelemek için kurulan komisyon Mostar Köprüsü’nün yıkılmasından Hırvatları sorumlu tuttu. Gerçekten de Hırvat güçleri 8 Kasım 1993’te 60’tan fazla top atışı ile köprüyü harabeye döndürmüş ve bunu sonradan Hırvatların komutanı, Hırvat Savunma Konseyi’nin (HVO) hatırı sayılır isimlerinden Slobodan Pralyak, ‘köprünün stratejik önemi sebebiyle bilinçli yapıldığını’ ileri sürerek itiraf etmişti. Köprü 1998’de Türkiye, Hollanda, Hırvatistan, İtalya ve Bosna hükümetinin ortak çabasıyla restorasyona girdi ve Temmuz 2004’te Neretva Irmağı ve Mostarlılar şehrin simgesine kavuştu. İşte hikayesini kısaca geçtiğimiz Mostar şehrinin ev sahipliği yaptığı Mostar Derbisi, Neretva Irmağı’nın ikiye böldüğü insanların arasındaki rekabeti anlatıyor. Bugün Mostar’da Müslüman Boşnak ve Hristiyan Hırvatların sayısı neredeyse birbirine eşit. Onların yarısı kadar Sırp bulunuyor. Eşit sayıdaki Hırvatlar ve Boşnakların da kendilerine ait bir takımı var. Hırvat tarafının takımı HŠK Zrinjski Mostar ve Boşnakların takımı FK Velež Mostar. Bu iki takımın arasındaki rekabeti anlatmadan önce, savaşla iç içe yaşayan şehirden çıkan iki takımın tarihçesine bakmak gerekiyor. Zrinjski Mostar, 1905 yılında ‘Đački športski klub’ adıyla bir grup genç tarafından kuruldu. Zaten kulübün adı da ‘Öğrenci Spor Kulübü’ anlamına geliyordu. 7 yıl sonra isimlerini Gimnazijski nogometni klub Zrinjski olarak değiştirdiler. Kulübün ismindeki ifade 14’üncü ve 18’inci yüzyıllar arası Hırvatistan’da devlet yönetiminde hüküm sürmüş, Zrinski ailesinden geliyor. Zrinski ailesi bugünkü Hırvatistan’ın temellerini atan 12 kavimden birisi olan Šubić Hanedanı’nın bir üyesidir ve ismini Osmanlılarla yapılan mücadelede çok kritik bir yere sahip olan Zrin köyüne de vermiştir. Bugün hala şehirde Zrin Kalesi’nin kalıntıları bulunmaktadır. Zrinski ailesinin üyeleri bugün halen Hırvatistan’da birer kahraman olarak görülmektedirler. Spor tarihçilerin notlarına bakıldığında Zrinjski Mostar’ın ilk maçlarını Boşnakların oluşturduğu “Osman” isminde bir takım karşı oynandığı biliniyor. Kulüp 1914’te Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla ligden men edildi. 1917’de tekrar lige alındı ve 1922’de ancak Zrinjski ismine kavuşabildi. 1941 yılında bağımsızlık hareketleri sonucu Hırvatistan’ın kuruluşu sağlandı ve hatta bugünkü Hırvat Ligi’nin de adı olan Prva HNL ismiyle bir lig de kuruldu. Ancak 1945’te savaşın bitimiyle Yugoslav Komünist Yönetimi, milliyetçi her türlü aktiviteyi durdurduğunda kulüp tam 47 yıl boyunca tarihin tozlu sayfalarına gömüldü. 1992 yılında Bosna-Hersek’in bağımsızlığını kazanmasına kadar... Sonrasını anlatmadan önce ezeli rakibe geçelim. FK Velež Mostar’ın kuruluşu ise rakibinin 17 yıl sonrasında 1922’de gerçekleşti. Kulübün adını aldığı Velež, Mostar’ın yakınlarındaki bir dağ ama onun da adı Slav Mitolojisinde yer alan Veles isimli bir tanrıdan geliyor. Kulüp kurulduğunda ismi “İşçi Spor Kulübü” anlamına geliyordu. Kurucularından birisi Gojko Vukovic’in komünist partisinin önde gelen üyelerindendi. Kulüp kuruluş yıllarında aynı zamanda sol görüşün de fikir merkezlerinden birisi olmuştu ancak 1929’da kapatıldı. Savaş yıllarında kulübün birçok futbolcusu ve üyesi hayatını kaybetmiş, Hersek’ten Yugoslavya Ligi’ne katılmış bu takımın tüm kupaları müzeden çalınmıştır. Savaş sonrası 1945’te tekrar kuruldular. Alt liglerde mücadele ettikten sonra Yugoslavya Ligi’ne yükseldiler ama bir türlü başarılı olamadılar. 1967’de göreve gelen, kulüp tarihinin ikinci Mostar doğumlu hocası Sulejman Rebac altyapıdan gelen oyunculara şans vermeye karar verdi. Teknik direktör olarak Olympiakos ve AEK ile Yunan Ligi’nde şampiyonluklar yaşamış Dusan Bajevic’in doğduğu kentin takımında oynamaya başlaması da o sezona rastlar. Bajevic tam 11 sene Velež Mostar forması giymiştir. Rebac yönetimindeki takım 1969-70 sezonunda lig üçüncüsü olur. Dusan Bajevic 20 golle gol krallığını OFK Beograd’dan Slobodan Santrac ile paylaşır. Takım 1972-73 sezonunda Red Star’ın ardından lig ikincisi olur. İzleyen sezon yerleri yine aynıdır üstelik şampiyonluğu 8 gol averajla Hajduk Split’e kaybederler. Bu kadronun en önemli adamlarından birisi de Vahid Halilhodžić’dir. Rebac, 1974 Dünya Kupası için Yugoslavya’yı çalıştıran ekibin üyesi olmayı kabul eder. Takım kısa bir düşüş dönemi geçirse de 1985-88 arasında ilk üç sıradan hiç aşağı düşmez. 1981’de Milos Milutinovic, 1986’da da Dusan Bajevic yönetiminde Yugoslav Kupası’nı kazanırlar ve 1989’da Fadıl Vokrri’nin de forma giydiği Partizan’a finalde kaybederler. Bu iki kupa halen kulüp tarihinin en büyük başarıları. 1992 yılına gelindiğinde ise iç savaş ve bağımsızlık yeni bir ligin kurulmasını sağlamıştır. Ancak bu lig ülkede Boşnakların, Hırvatların ve Sırpların kendi arasında kurdukları bir lige yol açar. Zrinjski, Bosna-Hersek’te Hırvatların kendi arasında kurduğu ligde mücadele etmeye başlarken Velež de Boşnak organizasyonunda mücadele etmektedir. Sonunda 2000-01 sezonuyla beraber bu üç lig birleşir ve BosnaHersek Premier Ligi kurulur. Böylece bugüne kadar gelen Mostar Derbisi’nin temelleri de atılmıştır. Burada 1922 yılında Velež’in kuruluşu sonrası Zrinjski ile aralarında oynanan maçlara da bakmak lazım. Bu 2 takım 1922-38 yılları arasında 15 kez karşılaşmıştır. Bu maçların beşini Velež, dokuzunu Zrinjski kazanırken biri berabere bitmiştir. 1 Mart 2000’de Saraybosna’da oynanan ve 2-2 biten dostluk maçı ile ezeli rekabet tekrar başlar. Ancak 2002-03 sezonunda Velež küme düşer. 2006’da 2’nci ligde şampiyon olup geri dönene kadar derbi sekteye uğrar. Bu arada Zrinjski tarihinin ilk şampiyonluğuna ulaşmıştır. Takım bu başarıyı iki sezon önce tekrarlar. 2007-08’de de Bosna Kupası’nı kazanırlar. Velež ise dönüşünün ardından yedincilikten yukarı çıkamamıştır. İki takımın arasında toplamda oynanan 38 maçta, 14 Velež galibiyeti, 20 Zrinski galibiyeti ve dört de beraberlik var. İşin ilginç olanı ise bugüne dek Velež’in deplasmanda tek bir beraberlik alabilmesi. Bu da 28 Eylül 2011’deki Bosna Kupası maçında olmuş, son dakikalarda durum 0-0’ken gelen Velez golü sonrası Zrinjski taraftarları sahaya inip Velezli futbolcuları kovalamış, bunun sonucunda federasyon maçın skorunu 3-0 olarak tescil edip Bijeli Brijeg Stadyumu’nu beş maç kapatmıştır. Velež maçlarını 7.000 kişilik Vrapčići Stadyumu’nda oynuyor. Stadyumun yönetmenleri kulübün en büyük taraftar grubu Red Army Mostar. Bu stadyum 1995 yılında açıldı, zira Velež maçlarını daha önce 25.000 kişilik Bijeli Brijeg Stadyumu’nda oynuyordu. Ancak savaş, şehrin batı yakasında kalan stadyumdan sürülmelerine sebep oldu. O stadyum bugün Zrinjski Mostar’ın evi. Ultras Zrinjski de bu onların en büyük taraftar grubu. Genelde Red Army adından da anlaşılacağı gibi sol, Ultras Zrinjski ise Hırvat milliyetçiliğinin de etkisiyle sağ cenahta yer alıyor. Ultras’ın içinde Gate 13 ve Irriducibili hayranı gençlerin sayısı bir hayli fazla. Ancak belirtelim Red Army’nin içinde Hırvat ve Sırp kökenliler de var. İki takım taraftarları arasında neredeyse her derbi bir güvenlik meselesi zira deplasman taraftarlarının, günlük hayatta hiç geçmedikleri bir alana geçip güvenli olarak dönmeleri gerekiyor. 2007’de Zrinjski’nin 2-0 kazandığı maçtan sonra çıkan olaylarda birçok yaralı vardı. Neretva’nın ayırdığı insanların şehri aynı zamanda o nehrin ayırdığı büyük bir derbiye de 90 yıldan uzun süredir ev sahipliği yapıyor. Yolunuz bir gün Mostar’a düşerse kentin bu ezeli rekabetini de unutmayın deriz. İki takımın arasındaki 36’ncı derbi yarın oynanacak. Fatih Demireli Profil HF102 BiG SAM’iN FUTBOL FABRiKASI Sadece iki sezon formasını giydiği Leverkusen’de, teknik direktörlük kariyerinin ilk basamaklarında olmasına rağmen harikalar yaratan bir Fin... Finlandiya’nın futbol özelinde bugüne kadar yüksek miktarda yıldız çıkaramadığını söyleyebiliriz Finlandiyalıları kızdırmadan. Evet, Jarı Litmanen’i tanımayan yok gezegende, en çok milli olmuş, en çok golü atmış memleketinde, Barcelona ve Liverpool’da forma giymiş ve yıldızlaşmış. Mikael Forssell hala futbol oynuyor, keza Jonatan Johansson da öyle. Ancak kabul edelim, ne Forssell ne de Johansson 30 yıl sonra hatırlayacağımız futbolcuların arasında olmayacaklardır muhtemelen. Finlandiyalı değilsek bu Sami Hyypiä için bile geçerli olabilir. Oysa o hiç kuşkusuz ki çok önemli bir stoperdi vakti zamanında. Belki bugünün iç oyuncuları kadar yetenekli olmasa bile, sezgileri ve fiziki üstünlüğü sayesinde yıllarca üst düzey futbol oynama şansını yakaladı ve bugün herkesin elinde tutmak istediği Şampiyonlar Ligi kupasını kaldırdı İstanbul’da. Finli Rock grubu The Left Foot Company de bu kariyerin önemine binaen bir şarkı besteledi ‘Big Sam’ adında. Porvoo’da başlayan bu futbol serüveninin ne kadar zorlu ve sancılı olduğunu anlatan bir klip çektiler. ‘Big Sam’ tam bir stat melodisi. Hyypiä’nin şu dönemde teknik direktörlüğünü yaptığı Bayer Leverkusen’de, taraftarlar da dillerine doladılar bu şarkıyı. Leverkusen’deki kısa futbolculuk döneminde kulübe gönül verenlerin gönlünde taht kuran Hyypiä, hocalık döneminde kısa sürede tahtını genişletti deyim yerindeyse. Dünya üzerinde Bundesliga’nın İspanyalaştığı, yani Barcelona ve Real Madrid modelinin Bayern ve Dortmund ile Almanya’da hayat bulduğu iddiaları olsa da, son iki Bundesliga sezonu gösteriyor ki, Leverkusen’i hesaba katmayan büyük bir yanılgının içerisinde, keza Hyypiä’nin Leverkusen’i üçüncü güç olarak kendine yer buldu Alman futbol haritasında. Yıllarca kimlik karmaşası içinde çalkantılı dönemler geçiren Leverkusen, yeni rolünü benimsedi. Sportif Direktör Rudi Voller durumu şu şekilde özetliyor: “Bayern ve Dortmund’un gerisindeyiz, onları bazen kızdırmak, bazen yenmek istiyoruz ama yerimizden memnunuz. Bayern’in arkasında olmak ayıplanacak bir durum değil.”. 2001 yılında hem Bundesliga, hem Almanya Kupası, hem de Şampiyonlar Ligi’nde ikinci olarak ‘Neverkusen’ yakıştırmasına maruz kalan Leverkusen, tekrar aynı ivmeyi yakalama yolunda yaptığı hatalar sonucu az kalsın Bundesliga 2 yolunu tutuyordu bir dönem önce. Ancak doğru kişilerin yaptığı doğru durum tespitleri bugün Leverkusen’i, bu hesabı hala doğru yapamayan ve aslında daha büyük bir taraftar ve şehir potansiyeline sahip olan Schalke’nin, Hamburg’un ve Bremen’in bir hayli önüne geçirdi. Leverkusen, Bundesliga’da sadece son iki yıldır Bayern ve Dortmund’tan sonra en çok puan toplayan takım değil, aynı zamanda en iyi futbol oynayanların da arasında ve belki de daha önemlisi; genel Alman futbol izleyicisinin de sempatisini kazanmaya başladı ilk defa. Arkasında ve ismindeki dev ilaç firması nedeniyle yıllarca ‘fabrika takımı’ ve ‘hapçı takımı’ gibi sevimsiz yakıştırmalarla boğuşan Bayer Leverkusen, şimdilerde futbol fabrikası olarak nam salmaya başladı. Gençleşen Futbol Almanyası’nın en önemli örneklerinden biri oldular hatta. Bundesliga’nın en genç kadrolarından birine sahip olan Leverkusen, aynı zamanda en genç Teknik Direktörüne de sahip.Futbolculuk döneminden tanıdığı bir çok takım arkadaşıyla senli-benli olan Hyypiä’ya, futbolcuları Sam diye hitap ediyor. Hyypiä, otoritesinin zedelendiğini düşünenlere şu şekilde cevap veriyor: “Otorite hitap şekliyle sağlanan bir unsur değil, kurduğunuz diyalog önemli.”. Geçen sezon teknik direktörlüğü Sascha Lewandowski ile birlikte eş değerli yürüten Hyypiä, Lewandowski’nin altyapıya dönme isteği nedeniyle bu yıl yalnız kaldı, ancak Finli’nin açısından çok fazla bir şey değişmedi. “Geçen sezon daha çok izleyen rolündeydim, Sascha’nın bu işi nasıl yaptığını izliyor ve öğreniyordum. Bu yıl biraz daha tecrübeliyim, hepsi bu.” diyen Hyypiä, antrenörlük diplomasını almak için belirli dönemlerde takımından uzaklaşıp kursa gidiyor. Bu yolda son milli takım arasını, İngiltere Milli Takımı Teknik Direktörü Roy Hodgson’da kısa bir staj dönemi için bile değerlendirdi. Ancak buna rağmen kendi takımını geliştirmeyi ve ileriye taşımayı da aksatmıyor. Almanya’nın en yetenekli kalecilerinden biri olan Bernd Leno, U 21 Avrupa Şampiyonası Finali oynayan İtalya’nın en önemli kozlarından Giulio Donati, Türk Milli Takımı’nın değişmez stoperi Ömer Toprak, Joachim Löw’ün Milli Takım için düşündüğü Philipp Wollscheid, Polonya Milli Takımı’nın sol beki Sebastian Boenisch, Almanya’nın Busquets’i olarak tanımlanan Stefan Reinartz, Bender ikizlerinin daha geniş yelpazelisi Lars, oynamadığı mevki kalmayan Gonzalo Castro, Almanya’nın Pierre-Emerick Aubameyang ve Augsburglu Andre Hahn’dan sonra en hızlısı Sidney Sam, Hamburg’ta yarattığı harikalar sonrası Andre Schürrle’nin yerini alan Heung-Min Son, Leverkusen’in genç ve gençtecrübeli sınıfındaki temel taşları. Bunların yanına Emir Spahiç, Simon Rolfes, Roberto Hilbert ve özellikle Stefan Kiessling gibi tecrübeli oyuncuları serpiştiren Hyypiä, yeni nesli ise daha şimdiden denemeye başladı. Bayern Münih’in geri alma opsiyonu ile dört yıllığına Leverkusen’e verdiği 19 yaşındaki Emre Can, kadro rotasyonunda yer bulmaya başladı. Jens Hegeler de Real Sociedad ile oynanan Şampiyonlar Ligi maçında son dakika golü ile galibiyet getiren başka bir genç bir oyuncu. Almanya’nın en iyi kontra atak takımı olan Leverkusen’in genç kadro yapısı nedeniyle düşüş yasaması bekleyen kamuoyunun her maçla beklentileri biraz daha karşılıksız çıkıyor. Hal böyleyken futbolculuk döneminde bir çok takımın gözdesi olan Hyypiä, Teknik Direktör olarak da bu yolda ilerliyor. Ancak genç çalıştırıcının bu konudaki tavrı net: “Beni Teknik Direktörlük açısından cezbedilecek iki adres var; Liverpool ve Finlandiya Milli Takımı.”. Neyse ki Hyypiä’nin gösterdiği gelişim sadece futbolla sınırlı kalmadı. Big Sam’in spor yapma adına bazen antrenmanlarına katıldığı Kölner Haie Buz Hockey takımında, antrenör Uwe Krupp part time öğrencisinden oldukça memnun: “İsterse hemen antrenör olarak başlasın.”. Salih Demirci Türkiye HF102 Futbolda Otobiyografi: Kim Yazsın? Futbolumuzda karanlıkta kalmış pek çok olay, birbirinden ilginç onlarca hayat hikâyesi var. Bunları gün yüzüne çıkarmanın en şık yolu olarak otobiyografi yazmak bir seçenek, ama henüz cemaat istekli görünmüyor. Peki kimden neyi yazmasını bekliyoruz? Tümer Metin’in kendisini anlattığı kitabı Metin Olmak şu sıralar yeni baskıya hazırlanıyor. Bir süredir kitapçı raflarında görünmez olmuştu, anlaşılan bir otobiyografi olarak diğer futbol kitaplarının üzerinde talep gördü. Nitekim Tümer yakın tarihimizin önemli yıldızlarından, özel oyuncularından biri ve kariyerinin zirve günlerinde aldığı kararla uzun süre manşetlerde kalmış bir isim. Onun başından geçenlerin futbol ekonomisinin işleyişinden daha ilginç olduğu kesin; hele ki Fenerbahçe’ye transfer olma sürecinin detayları epey çarpıcı. Bunun yanı sıra Rıza Çalımbay’ı suçladığı bölüm ve Sergen’le çekişmelerine ilişkin sayfalar da ayrı güzellikte. Öyle ki, Türkçe yazılmış iyi futbol kitapları arasına girmesi zor olmuyor. Tümer’i asla affetmeyen bir Beşiktaşlıysanız bile keyifli bir nostalji turu garanti. Yine de kitapta geçen bazı olayların akışında fark edilen boşluklar rahatsız edici olabilir. Sıkı bir futbol takipçisi, sözü geçen olaylarda Tümer’in anlattıklarından daha fazlasını anımsayabilir. Kuşkusuz, bu kitap neredeyse bir ilk ve futbol ortamındaki diğer kahramanlara örnek olması açısından çok değerli. Eksiklerini görmezden gelmek gerekebilir, ama çok merak edilen kimi hikâyelerin tatmin edici şekilde açıklanmamış olması ciddi bir meseledir. Tümer’i tanrı yargılar Bu noktada Tümer’in yeterince açık sözlü olmadığı, -kitapta çokça geçen- ‘ortalama adam’ı oynamayı bu kez başardığı söylenebilir. Neredeyse Rıza Çalımbay ve birkaç düşük profilli futbol adamı haricinde ucu kimseye dokunmayan bu kitabın yalnızca ticari kaygılar içerdiği iddia edilebilir. Tam aksine, eğer bu kitap çok daha spekülatif şeyler içeriyor olsaydı belki çok satanlar rafına dahi çıkabilirdi. Nitekim Alex Ferguson’ın yakın zamanda satışa çıkan otobiyografisi, çatmadık kimse bırakmayarak kitapçılar önünde uzun kuyruklar oluşmasını sağladı. Liverpool’un genç orta saha oyuncusu Jordan Henderson’ın çarpık bacaklı olduğu ve kariyerinin sakatlıklar yüzünden biteceği gibi garip bir saptamayı dahi içeren kitap, belli ki açıkça gündem yaratmak ve çok satmak üzere yazılmıştı. Tümer’in kitabı ise manşete çıkacak tek tük birkaç salvodan başka yayıncısına bir şey vaat etmiyor. Bu durum, genelde benzer tartışmalarda ileri sürülen Türkiye’de kitap satış ve okuma sayılarının düşüklüğü tezinden önce geliyor. Bariz şekilde çok daha detaylı ve spekülatif şekilde yazılabilecek olaylar, bilinçli olarak yumuşatılarak veriliyor ve böylece talep patlaması ihtimali ortadan kalkıyor. Hâlbuki bestseller yerli roman yazarları arasında yıllık kazancı milyona yaklaşanlar var ve ısmarlama kitap, ses getirdiği ölçüde gelir getirebiliyor. Tümer ise bunu tercih etmiyor ve yayıncılar da fazlasını talep etmiyor ya da edemiyorlar. Sattıramazsan okunmaz Oysa Alex Ferguson’ın otobiyografisi tıpkı önceki kitapları gibi çok satan olacaktı ama görünen o ki yayıncılar, emekli efsanenin ve yayınevinin daha fazlasını kazanması arzu ettiler. Yalnızca o da değil, Premier League’de oynayan faal futbolcular da yazdıkları ya da yazdırdıkları otobiyografilerde mutlaka birilerine laf atıyorlar. Yani mesele Alex Ferguson olmakta değil, kitapların Türkiye’de az satmasında da değil. Sorun şu ki, yeterince ilgi çekici olmayan ve iyi edebiyat içermeyen bir otobiyografiyi insanlar neden satın alsın? Karşımızda böyle bir tablo var. Tümer’in kitabını daha çok satacak biçimde yazmaması, ondan başka otobiyografi yazan olmamasıyla aynı sebeplere yaslanıyor. Futbolda dün yoktur, sözünü tekrar hatırlatıyor, futbol ortamımızın karmaşık ilişkiler ağını ve liyakate verdiği zayıf değeri akla getiriyor. Elbette, İngiltere’de futbol dünyası tüm bunlardan azade değil; fakat Türkiye’de insan ilişkileri, hayatın her alanında ilk belirleyici olma özelliğiyle Batı Avrupa’dan epey farklı bir yerde duruyor. Cemiyetin darlığı ve dışa kapalılığı, futbolculuk sonrası yaşamı da şekillendiriyor. Hâlbuki hikâyelerini merak ettiğimiz futbol adamlarımızın sayısı hiç de az değil. Uzun vade yok, anlayışı çok sayıda futbol adamının sadakat duygusunu yok ederken geriye hırs, ihtiras ve mucize dolu hikâyeler kaldı. Her biri kendine özgü, orijinal karakterler olarak ülke futbol tarihini süslemeye devam ediyorlar. Ama üzücüdür ki, ülke futboluna damga vuran bazı olayların karanlıkta kalan kısımlarını çok az kişi bilmeye devam edeceğe benziyor. Anılar zaman aşımına uğramadan önce olan-biteni yazacak, ama bunun karşılığında futbolculuğunda biriktirdiği network’ünü ve futbolculuk sonrası kariyerini çöpe atmayı göze alacak kahraman aranıyor. Ya da bir ‘kara kutu’dan kendini imha etmek pahasına açılması isteniyor. Peki kim bunlar? Kimin neyi yazması bekleniyor? Futbolumuzun otobiyografisi en çok merak edilenleri için buyurun: Alpay Özalan Milli Takım kamplarında Hakan Şükür’le birlikte neden her şeye gülüyorlardı? Akın Sel’le nasıl kanka oldu? Penaltıyı tribünlerin ikinci katına yollayan Beckham’a aslında ne dedi? Siirt Jet-Pa günlerine anlam verebiliyor mu? Hat-trick yaptığı Makedonya maçı ve tabii ki İsviçre maçındaki seremonideki performansı… Tanju Çolak Aykut Kocaman’la girdikleri gol krallığı yarışı, Oğuz Çetin’le yaşadığı 10 numara çekişmesi ve tabii ki ‘Sakaryalılar Grubu’ meselesi. Neuchatel maçı, gol krallıkları, Hülya Avşar, şimdilerde önerdiği Çam Yağı ve tabii ki gümrükteki Mercedes’ler… Ona dair merak edilenlerin yalnızca bir kısm Aykut Kocaman İstanbulspor günlerini yazması için Barış Tut’a izin veren Aykut Hoca, ‘Kocaman Bir Adam’ isimli kitabın öncesi ve sonrasıyla ilgi çekici olmaya devam ediyor. Sakaryalılar Grubu günleri, Tanju’nun transferi sonrası kulübeye saplandığı vakitler ile yakın zamanda Alex de Souza’yla yaşananların detayları ve tabii ki Fenerbahçe sportif direktörlüğü ve kulübesinde olduğu zamanların açığa çıkmayan sayısız detayı merak konusu. Serdar Bilgili Herkesin ona dair merak ettiği soru belli: Beşiktaş’ın 101. Yılı’nda, 2003/04 sezonunda neler oldu? Şimdiye dek herkes konuştu, ama dönemin başkanı Bilgili hala sessiz. Şenol Güneş Bir yol hikâyesi, zafer öyküsü olarak 2002 Dünya Kupası’nı ondan okumak, fazlasıyla ilgi çekici olabilir. Futbolculuk günleri, Kore’de geçirdiği yıllar ve Trabzonspor’un başında olduğu son dönemde yaşananlar ortaya herkese ilham verecek bir metin çıkarabilir. Rıdvan Dilmen Hayrettin Demirbaş’la karşı karşıya geldiği meşhur kavgada tam olarak ne olmuştu? Hiddink’le ilk karşılaşması nasıl gerçekleşmişti? Sakatlıklar, kumar tutkusu ve televizyon yorumculuğu… Bir de Şike Davası’nın erken vakitlerinde Başbakan’la ne konuştu? Fatih Terim Fiorentina’ya gidiş süreci ve Milan günleri başta olmak üzere belki de antrenörlük kariyerine dair her şey merak konusu. Tabii ki artık üçüncü Galatasaray dönemini bitiren günler güncel birer soru işareti olarak kenarda duruyor. Acaba nasıl bu kadar başarılı oldu, oluyor? Yılmaz Vural Almanya’dan diplomasını alıp geldiğinde Antrenörler Derneği’nde neler yaşadı? Malatyaspor, Sarıyer, Trabzonspor ve Antalyaspor günleri başta olmak üzere kariyerine dair onca detay, dövdüğü futbolcular; oynattığı oyun biçiminden asla karşılığını bulamayan hayallerine kadar her şey. Türkiye’de futbolun tarihini onsuz yazmak imkânsız, eğer kendisini yazarsa her şey daha kolay olacaktır. Elvir Baliç Onun özelinde dağılan Yugoslavya’dan ülkemize gelen sayısı isim, bilhassa Boşnak futbolcu ve futbol adamlarının hikâyesi, birer var olma savaşı olarak karşımızda durmakta. Baliç, acaba nasıl kaçtı? Real Madrid günleri ve sırtına Galatasaray formasını geçirdiği son demleri… Hakan Şükür Türk futbolunun son yıllarına damga vuran golcülerden biri olarak Galatasaray’da ve milli takımda geçirdiği başarılı yılları anlatması gerekiyor. Tabii Torino ve Inter’de geçirdiği başarısız dönemler de merak konusu. Ersun Yanal’la milli takımda neler yaşadı? Neden 2008’de futbolu bıraktı? Milletvekilliği teklifini nasıl aldı? Ertuğrul Sağlam Ülke futbolunun 5. şampiyonunu nasıl yarattı? Beşiktaş’ta neden aynı başarıyı yakalayamadı? 8-0’lık maçtan sonra soyunma odasında neler söyledi? Futbolculuğuyla da ilgili pek çok detay aydınlatılmayı bekliyor aslında. Mesela Toschack kendisini savunmaya çekince ilk tepkisi ne oldu? İlhan Cavcav Yaklaşık 30 yıldır Gençlerbirliği’ni yöneten Cavcav’ın hayat hikâyesinin birkaç ciltten oluşması hiç şaşırtıcı olmaz. İlk başkanlık günleri nasıldı? Kulübü nasıl istikrarlı hale getirdi? 2003-04 sezonunda UEFA Kupası’nda başarılı olan kadroyu nasıl oluşturdu? Neden başarılı kadroları korumak yerine oyuncuları satmayı tercih ediyor? Tuncay Şanlı Fenerbahçelilerin en sevdiği adamlardan biriyken 2007’de Middlesbrough’ya giderek bir anda gözden düştü. İngiltere’deki ilk günlerinde neler yaşadı? 2007-08 sezonunda Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final oynayan Fenerbahçe’yi izlerken neler hissetti? Euro 2008’de Çek Cumhuriyeti maçında kaleye geçtiğinde korktu mu? Wolfsburg’da neden tutunamadı? Manchester United’a attığı gollerin sırrı ne? Türkiye’ye neden Fenerbahçe formasıyla dönemedi? F.R.E.E. Kick Özgehan Şenyuva HF102 iYi, DAHA iYi VE EN iYi FUTBOL TARAFTARLARI VE KiMLiK iNŞAASI FREE Projesinden Haberler: Futbol ve Antropoloji Konferansı Football Research in an Enlarged Europe-FREE araştırma projesi tam gaz devam etmekte. Temelde Türkiye’den ODTÜ dahil sekiz Avrupa üniversitesinden araştırmacıların yer aldığı bu proje aynı futbol gibi sınır tanımıyor ve şimdiden Rusya’dan ABD’ye tüm futbol coğrafyasına yayılmış durumda. Araştırma kapsamında bir yandan daha önce hiç kimsenin yapmadığı ölçekte veriler toplanıp analiz edilirken diğer yandan da geniş bir araştırmacı ağının bulguları tartışılıp paylaşılmakta. FREE projesinin planlı konferanslarından sonuncusu 24-27 Ekim 2013 tarihlerinde Viyana Üniversitesi Etnoloji Bölümü evsahipliğinde yapıldı ve 30 kadar araştırmanın bulguları sunuldu. FREE projesi, Siyaset Bilimi, Tarih, Antropoloji ve Sosyoloji disiplinlerinden Futbol ve Avrupa konusunun farklı boyutlarını detaylı bir biçimde incelemekte ve Viyana’da yapılan konferansın temel konusu da “Taraftarlar ve Antropoloji” idi. Türkiye’den Tanıl Bora ve Fransa’dan Simon Kuper gibi futbolu kitlelerle buluşturan isimlerin yanı sıra, futbol araştırmalarının öncüsü olan Prof. Christian Bromberger ve Prof. Marion Demossier gibi akademinin büyük isimleri de konferansı takip etmek ve FREE çalışma toplantısına katılmak için Viyana’dalardı. Bu konferansın (ve önceki tüm FREE konferanslarının) programlarına ve yapılan sunuşlara FREE projesinin internet sayfasından www.free-project.eu adresinden ulaşabilirsiniz. Avrupa taraftar anketi: Futbol ve Siz Proje’nin internet sayfasında ziyaretçileri önemli bir bilgi daha karşılıyor. Daha once bu köşeden de duyurduğumuz üzere, FREE projesi, Avrupa çapında futbol taraftarlarının görüş, düşünce ve tutumlarına yönelik bugüne kadar yapılmış en kapsamlı anket çalışmasını da yürütmekte. Yaklaşık 20 dakika süren bu detaylı anketin hedef kitlesi ise temelde bu satırların okuyucuları: futbolu 90 dakikalık bir oyundan fazlası olarak gören, bu konuya emek ve vakit harcayıp farklı boyutlarını takip eden tüm taraftarlar. Bu yazının yazıldığı an itibari ile üç haftalık sürede ankete yaklaşık 10.000 kişi giriş yapmış durumda. Türkiye’den ilgi istikrarlı bir şekilde devam etmekte ve 600’e yakın kişi anketi tamamlamış durumda. Eğer hala anketi doldurmadıysanız, bu yazıyı okuduktan sonra yaklaşık 20 dakikanızı ayırmanızı rica ederiz. Konferansın düşündürdükleri: Taraftar kimliği ve iyi olma durumu Bu kadar haber ve çağrıdan sonra, FREE projesi Viyana konferansında sıkça tartışılan bir konuya değinmek isterim: Taraftar Kimliği. Bir insan, çocukluk döneminden başlayarak, bir takımla olan ilişkisini nasıl ve hangi saiklerle kurgular ve nasıl mantıklı bir şekilde kendine ve diğerlerine açıklar sorusu FREE araştırma projesinin temel araştırma sorularından birisi. Taraftar olmayanların bir türlü net olarak anlamadıkları mevzu da tam bu değil midir? Sahada 90 dakika mücadele eden iki takımdan niye siyahların değil de beyazların kazanması gerektiği ve bu galibiyetin niye bu kadar önemli olduğu. Milli maçlar bir şekilde daha kolay anlaşılabilir. Ulus devletlerin kuruluşundan beri milletler farklı alanlarda sürekli olarak birbirlerine üstünlük kurma mücadelesindeler, o nedenle George Orwell’in tabiri ile futbol da ‘ateş edilmeden yapılan savaş’ olarak görülüp, bütün bir milleti temsil etme iddiasındaki kırmızıların, diğer milletin temsilcileri olan turuncuları yenmesi kimileri için çok önemli olabilir. Antik Yunan’da orduların en güçlü askerlerini seçip ortada kapıştırması gibi bir durum. Ama kulüp düzeyinde ne oluyor, takımları ve onların taraftarlarını ayıran tam olarak ne? Bir yaklaşıma göre, insanların kimlikleri aynı bir moleküler yapı gibidir, bir kimlik değil, lego gibi farklı kimliklerin toplamı bir insanı inşa eder. Yani bir insan, erkek + Denizlili + Müslüman + Feminist + ODTÜ’lü + Ankaracı + PESçi + Sirkeci (Adile Naşit ve Münir Özkul’a selam olsun) + bir sürü diğer şey olabilir.Bu özelliklerin her biri, onu diğer insanlardan ayıran veya bir araya getiren işlevler görebilir. Bu kimliklerin bazıları çok güçlü ayrım veya kaynaşmalara yol açabilirken (örneğin ODTÜ’lü olmak) diğerleri ancak ilk aşamada ufak bir rol oynayabilir (Fifacı değil PESçi olmak). Peki, Rangers ve Celtic örneğinde olduğu gibi arkasında tarihi, etnik ve sınıfsal kalın çizgilerin olmadığı durumlarda taraftarların takım kimlikleri nasıl oluşmakta? FREE taraftar anketinin ilk bulguları insanların küçük yaşlardan itibaren sosyalleşme sürecinin bir parçası olarak, çevre faktörlerinden etkilenerek (aile, arkadaşlar, yaşanılan mahalle veya şehir) takım kimliklerini oluşturmaya başladıklarını göstermekte. Sevilen bir dayının gazına gelerek kırmızı takımı tutmaya başlayan bir kişinin, bu durumu sürekli ve kimliğinin önemli bir parçası haline getirmesini nasıl açıklayabiliriz? Birçok farklı yaklaşım birçok farklı cevap vermekte. Ben ise kısa ve net bir cevap vermek istiyorum: Özel olmakla... “Biz özeliz, çünkü biz daha...” Hangi takımın taraftarı olursa olsun, tüm insanlar tuttukları takıma dair bir ‘özel durum’, bir ‘en iyilik’ pozisyonu yaratma ve bu pozisyonu koruma çabasındalar. Dikkat edin, her taraftar tuttuğu takımı diğerlerinden ayıran bir özelliği ısrarla vurgular ve bu özelliğe gelecek bir eleştiriye karşı savunma pozisyonuna geçer. Derin taraftar kültüründe takım değiştirmek, başarının peşine düşmek, “özel durum” hakkında şüphe etmek kabul edilebilir durumlar değildir. Kırmızı Takımı Tutuyorum Çünkü Biz DAHA ____________ Yukarıdaki önerme tam olarak anlatmaya çalıştığım özellik kurgusuna işaret eder. Her taraftar yukardaki cümleyi bir şekilde kurgular ve uzun uzun açıklamasını yapabilir. Bu boşluk her şekilde doldurulabilir, daha başarılı olma, daha ateşli olma, daha eski olma, daha şehirli olma, vb. İsrail örneği ve DAHA Yahudi olmak FREE projesi Viyana konferansında yapılan sunuşlardan biri bu konuda hayli çarpıcı bir örneği içeriyordu. The Max Stern Yezreel Valley College-İsrail’den Hani Zubida, Happoel Tel Aviv takımı taraftarları ile Beitar Jerusalem taraftarlarını karşılaştırdığı sunuşunda, iki tarafın siyasi motivasyonlarla kendilerini nasıl “özel” kıldıklarını ve diğerlerine göre nasıl “daha iyi” olduklarını açıkladı. Beitar Jerusalem takımına ve taraftarlarına son bir yılda hepimiz aşina olduk aslında. Beitar taraftarları “İsrail’in en safkan takımı” olmakla gurur duyuyorlar ve bunu kimliklerinin en önemli parçası haline getirmiş durumdalar; bu takımda Yahudi olmayan oynayamaz. Futbolda duyulmamış şey değil aslında, Chelsea taraftarları da uzun dönem takımlarının ‘Daha Beyaz’ olmasıyla gurur duymuşlardı. Ama Chelsea, küresel futbolun rekabetçi ortamına dayanamazdı ve bu “Beyazlık” iddiası tarihin tozlu sayfalarında kayboldu gitti. Beitar Jerusalem durumu ise bulunduğu coğrafyanın etkisi ile hala gayet ateşli bir şekilde devam etmekte. Beitar’da Müslüman oyuncu oynamaz prensibini savunan ateşli taraftarlar, 2013 başında kulübün sahibi Rus asıllı milyarder Arkady Gaydamak’ın takıma iki Çeçen futbolcu transfer etmesiyle “En Safkan” takım olma kimliklerinin tehdit edildiği inancıyla ile işi kulüp binasını yakmaya kadar götürecek eylemlere giriştiler. Bu iki futbolcu ve Başkan daha fazla dayanamadı ve tutuculuk kazandı. Beitar hala diğerlerinden “Daha Safkan”. Öteki tarafta ise, kendi kimliklerini ‘Daha Barışçı’ olma üzerine kurgulamış Happoel Tel Aviv taraftarları var. Takımlarında oynayan Arap asıllı İsrailli futbolcuların kaptan olmasından gurur duyan, hafta sonları futbol akademilerine Filistinli çocukları ücretsiz servislerle taşıyan bir takımın taraftarı onlar. Her platformda, kendilerinin Beitar gibi ırkçı ve şiddet yanlısı olmadıklarını vurgulayan ve bu kimliklerini Beitar’la mücadeleye kadar götüren Happoel taraftarları, oynadıkları maçlarda “Biz İsrail’i değil, Happoel’i temsil ediyoruz” pankartı açarak diğer taraftar gruplarından yedikleri “vatan haini” damgasını da gururla taşımaktalar. Başka bir kimlik mümkün mü? Futbolun kitlelere yayıldığı ve futbol taraftar profilinin hızla geliştiği bir dönemdeyiz. İnsanlar artık çok kimlikli, kendilerini sadece tek bir olgu ile ifade edip kurgulamaktan rahatsızlar. Teknolojik imkanlarla artık sınırları ve tarihleri aşan çok katmanlı kimliklerle karşı karşıyayız. İnsanlar, kendilerini daha rahat hissettikleri oluşum ve yapılar arası daha hareketli. Bunun en temel göstergesi de sınır ötesi taraftarlık olgusunun her daim kimlik vurgusu daha güçlü takımlarla başlaması, aykırı kimliği nedeniyle St. Pauli sempatizanları, Sol ideolojiye yakınlığı nedeniyle kendini ‘Livornolu’ kabul edenlerin olması. Bu durumlarda bile bu tutumları gene “Daha aykırı” veya “Daha solcu” olmakla açıklamaları ise, başından beri söylediğimiz “özellik” inşasının bir diğer örneği. Yani, hareketlilik ve çoklu kimlik olması bile “özel durum” yaratılmasını değiştirmedi. Kendinize ve tuttuğunuz takıma bakarsanız aslında bu yazıda anlatılanın çok soyut olmadığı ortaya çıkar. Bu ülkede yıllardır Fenerbahçe taraftarları ‘en başarılı takım’ olmakla ve ‘daha kalabalık’ olmakla övünmedi mi? Ya da Galatasaray taraftarları ‘Avrupa’da daha başarılı’ olmayı sürekli vurgulamadı mı? Trabzonsporluların İstanbul = Bizans söylemi ile ‘daha farklı’ olduklarını savunması veya Beşiktaş taraftarlarının ‘en muhalif’ ve ‘daha halka yakın’ olma durumunu sürekli ön plana çıkarması hep ‘özel durum” yaratma değil mi? Ankara örneğinde Gençlerbirliği taraftarının, Ankaragücü taraftarından ‘daha entellektüel’ olduğu iddiası hep konuşulur ve iki taraf da bu durumdan kendisine bir ‘kimlik’ inşa eder. Elimizde, takımların taraftar sayısını ‘bilimsel’ olarak ölçen bir çalışma bile yokken, yaratılan bu tür “özel” kimliklerin ne derece gerçekçi olduğunu ne derece hayal edilmiş bir topluluk yaratma olduğunu analiz etmemiz zor. Belki de gerçeği bilmemize çok da gerek yoktur, kırmızı taraftarlar iyidir, beyazlar daha iyidir, ve siyahlar en iyisidir. En azından bir noktadan bakıldığında kesinlikle öyledir. Sizin bulunduğunuz noktadan bakınca en iyisi kim? Football Research in an Enlarged Europe - FREE, Avrupa Komisyonu 7. Çerçeve Programı tarafından desteklenen bir Avrupa araştırma projesidir. 8 ülkeden 9 üniversitenin yürüttüğü FREE projesine Türkiye’den ODTÜ Avrupa Çalışmaları Merkezi’nden (www.ces.metu.edu.tr) Y.Doç.Dr. Özgehan Şenyuva ve Y. Doç. Dr. Başak Z. Alpan katılmaktadır. Proje hakkında daha fazla bilgiye www.free-project.eu sayfasından ve @Free_project_eu twitter hesabından ulaşabilirsiniz. Varol Döken Maç Bahane HF102 EDiRNE-ANTEP YOLCUSU KALMASIN 100’üncü sayıdaki yazımdan sonra bayram, milli maç arası falan derken 102’nci sayıya gelmişiz. Yeni maç mekânı keşfedemedim ama ucundan kıyısından iki şehir keşfettim. Boş durmasın buralar onları yazalım. Araya bir şekilde futbol katabilirsem ne âlâ, katamazsam adı üstünde zaten Maç Bahane. Aslında iki şehri tek yazıya sıkıştırmak ikisine de ayıp ama biz elimizden geleni yapalım gerisi size kalsın. Direksiyonlarımızı önce Edirne tarafına doğru kıralım. Er meydanı Edirne’ye nasıl gidilir? Bayramda İstanbul’da kalıp da günübirlik bir yere kaçsak mı sorusuna, beş kişilik minik ama sevimli grubumuzdan gelen en net cevap oldu Edirne. Yeme ve gezme turizminin aynı anda aradan çıktığı bu Osmanlı başkenti şehre önce trenle gidelim dedik. Ancak ikinci bir emre kadar Sirkeci’den tüm trenler iptal olduğu, biz de beş kişi olduğumuz için bir araba kiralayıp yollara düştük. Yollara düştük dediğime bakmayın, Mahmutbey gişelerden vurdun mu iki saatte (benim gibi acemiysen iki buçuk saatte) Selimiye’nin minareleri görüyorsun. Ne yenir/Ne içilir? Yerinizden tava ciğeri diye sıçradınız biliyorum, sakin. Ciğer cepte. Ama bir de köfte var ki, yani bilemedim köftesiz bir hayat nasıl mümkün olur. Tava ciğer diyince herkes Aydın dedi, biz de çarşı içinde Aydın’a çöktük Edirne’ye girip arabayı park eder etmez. Bir porsiyon gözümüze çok görünse de çıtır çıtır hamsi gibi bir şey, lüp diye bitiyor. Yanında bir bira olsa iyiydi diyip mecburen yoğurda gömüldük. Yanında gelen garnitürlerden acı salça sosu fena değil, kuru acı biberiyse sigaranızı yakmak için kullanabilirsiniz. Aydın’a puanımız dokuz kanka diyoruz. Bir dahaki sefere de Niyazi Usta’yı deneyeceğiz. (Onu da Karaağaaç’a giderken gördük tıklım tıklımdı) İkinci hedef Köfteci Osman’dı (burada daha güzel yazılmışı var: yenihayatintadi.com ) ama akşam döneceğimiz için Meriç kenarında birayı tercih ettik. Dönüş yoluna çıkmadan Meriç (aslında Tunca kenarı) kıyısındaki Hanedan Restaurant’a seriliveriyoruz. Köftesi bir Osman değil ama fena de değil. Direksiyon koltuğunda olduğum için yarım biradan fazlasını içemiyorum, arkadaşın bana bir duble sözü kulaklarımda çınlıyor. Nereleri gezmeli? Edirne çok büyük bir şehir değil. Üç sefer gittim üçünde de araba vardı. Şehir içi ulaşımı biliyorum dersem yalan olur. Ama merkezde hemen hemen her yere yürüyerek varabilirsiniz. Yeme kısmını yukarıda özet geçtikten sonra kültür turuna gelecek olursak elbette yine hep bir ağızdan Selimiyee diye bağıracaksınız. Mümkündür. Orası elde var bir zaten ama ben size mutlaka ve mutlaka İkinci Bayezid Külliyesi’ni öneriyorum. İçindeki cami ve sağlık müzesi gezmek için de, bir tatlı huzur almak için de mükemmel. Şehrin 2 km kadar dışında, dediğim gibi arabayla gittim ama fayton da var minibüs de. Görmeden gelmeyin. Selimiye’ye girmeden Eski Cami’yi (Ulu Cami) geziyoruz. Grubumuzda Osmanlı sanatı sevdalıları var, Ara Güler’in meşhur fotoğrafını çektiği yeri hemen buluyorlar. Siz resimlerde bulamazsınız boşa bakmayın, gugıllayın. Eski Cami, Selimiye, Bedesten oradan Külliye derken postlar yoruluyor. Onu da yukarıda yazdığım gibi Hanedan’da dinlendiriyoruz. Dönüş yolu Hanedan’dan sonra Edirne Merkez’e bir kez daha uğrayıp Kallavi bir arkadaş alıyoruz yanımıza. Bir insan değil kurabiye kendisi. Acıbadem’in Antep fıstığıyla yapılanını düşünün, işte öyle bir şey. Adı gibi etkisi de Kallavi, misal Edirne’ye koşarak döndük beşimiz. Kallavi’nin yanı sıra bademli Kavala kurabiyesi ve badem ezmesi de alıp İstanbul’a doğru yola çıkıyoruz. Aklımızda kalanlar Köfteci Osman, Niyazi Usta Ciğer, Papazkarası şarabı ve tren istasyonu. Bir de ben hiç Kırkpınar izlemedim, izleyen varsa hodri meydan diyorum buradan gelsin beraber gidelim Mayıs’ta onu da yazalım onu da taşıyalım bu satırlara. E bu yazının neresinde futbol derseniz Hollanda maçını hatırlatırım size bayramdaki yazının tadı kaçar o yüzden boş verin, hep beraber Antep’e geçelim. ANTEP’İN HAMAMLARI Gaziantepspor’un Kadıköy’e geldiği gün hatta saatte benim Antep’e uçmam biraz ironik biraz da kaderin cilvesi. Maçı deplasmanda sanıp gitti şakalarını da kimse yapmadan kendi kendime ben Twitter’da yaptım zaten. Ama Antep’te düğün var, biletler önceden alınmış ve ben 90 kiloya merdiven dayamış bünyeme bir altın vuruş yaptırıp, normale dönmek istiyorum. Bu yüzden geçen Cuma akşamı saat 20:00 gibi Antep’e uçuyoruz. Nasıl gidilir? Uçak korkunuz yoksa ve sadece hafta sonu kalacaksanız, otobüsün de 13 saat kadar sürdüğünü düşünürsek herhalde karayoluyla gidilmez. Pegasus, Atlas Jet ve Anadolu Jet, Antep’e uçan firmalardan bazıları. Uçakta su da içmeyiveririm canım diyip Pegasus’u tercih ediyorum fiyatından dolayı. Yolculuk Sabiha Gökçen’den 1 saat 16 dakika sürüyor. Ne yenir, neresi gezilir? Elimde Metanet’te beyran içmekten, Zekeriya Usta’da katmere yumulmaya kadar geniş bir liste var. Ama altımızda kiralık bir araba var, düğün telaşından Antep’in yerlilerinden ancak telefonla tarif alabiliyoruz, ana caddelerden biri trafiğe kapanmış. Tüm bunlar ve benim yön bulamayan muhteşem beyin içi navigasyonum birleştiğinde kaybolup duruyoruz. Kabarık listemden bulup da gidebildiklerim şunlar… Metanet’i bulamasak da Kelebek’te beyran içiyoruz. Fena değil. Kadıköy’de daha iyisini içmiştim. Daha sonra Kale etrafındaki Kır Kahvesi’nde menengiç kahvesini deniyoruz ve hemen karşısındaki Cam Eserleri Müzesi’ni geziyoruz.Menengiç denemeye değer, müze ise küçük ama hoş bir yer, sadece bahçesindeki paçalı güvercinler için bile gidilir. Kebap, baklava, katmer, beyran… Antep’e gidiyorum dediğinizde herkes bunlarla şişirecek kafanızı biliyorum. Ben Antep’te bir numaraya Zeugma Mozaik Müzesi’ni yazıyorum. Kale’den sonra oraya geçiyoruz. Dışarıdan büyüklüğü karşısında da, içini görünce de çok şaşırdığımı itiraf etmeliyim.Türkiye’nin en güzel müzesi olabilir. Hem içerik hem müzecilik bakımından Avrupa standartlarında. Mozaikler muhteşem, müze çok ferah, bilgilendirme iyi, üç boyutlu film gösterimi var, giriş ucuz… Hediyelik eşya dükkanı biraz daha şaşalı olabilirdi sadece. Özellikle alametifarikaları Çingene Kız için çektikleri numara çok hoşuma gitti. Özetle, mutlaka gidiniz, çoluğunuzu çocuğunuzu götürünüz. Zeugma’dan sonra listemde yer alan ama tabelasını şans eseri görmesem hayatta bulamayacağım Kebapçı Halil’e damlıyoruz. Saat 16:00 olmuş; lahmacun, içli köfte bitmiş; canımız sağ olsun. Beş dakikada dört porsiyon kebabı (acılı, simit, kıyma, kuşbaşı) götürüyoruz. Oldukça iyi ama benim için en iyisi diyemem. Açık ayrandan da biraz hayal kırıklığı yaşıyorum açıkçası. Ama listeye mutlaka yazılır. Cumartesi düğün akşamı telaşı. Ertesi gün ise muhteşem başlıyor. Düğün konvoyuyla birlikte soluğu Acıoğlu’nda klasik Antep kahvaltısında alıyoruz. Beyran üstü katmer, antep fıstığı süslü kaymak+petek bal, maş, simitaşı vs… 4-3’lük Antep maçındaki gibi coşkulu ve mutluyum. Kahvaltıdan sonra hedef Bakırcılar Çarşısı. Koçak’tan Ayıntap’a kadar bir sürü öneri olmasına rağmen hazır oradayken baklava yüklemesini dünyanın ilk baklava dükkanı orijinal Güllüoğlu Elmacıpazarı şubesinden yapıyoruz. Eski Antep gerçekten güzel (yeni Antep’i sevemedim). Tahmis Kahvesi’nde menengiç ve zahter, bakır kahve takımı ve ayran kupaları, üzüm pestili, Türkiye’nin ilk ve tek ahşaptan akıl oyunları dükkanı, meyankökü şerbeti, kutnu kumaşı derken Antep’i dibine kadar yaşıyoruz. Bana yetiyor. İmam Çağdaş’ı zamansızlıktan ıskaladım, merak etmiyor değilim. Daha yetişemediğim Zeki İnal’da şöbiyet, Zekeriya Usta’da katmer falan hepsi bir sonraki sefere. Biz kapanışı, Antep’in dışında düğün alayı için ev sahipleri tarafından verilen muhteşem bahçe mangalıyla yapıyoruz. Uçağımız biraz daha geç kalksa daha iyi olacak ama heyhat, İstanbul bizi bekliyor. Dönüş Yolu Antep Havaalanı tam 15 yıl önce hayatımda ilk defa uçağa bindiğim yer. Hiçbir şey değişmemiş, yolcular farklı, liman aynı liman (paragraf şiire doğru gidiyor aman). Ha bir de ben 90 kiloyum, o zamanlar 60’tım. Fazla bir gecikme yaşamadan uçağa biniyoruz, kendimi Zagor Tenay’ın Darkwood ormanına bırakıyorum, Zagor beyran içiyor, Zagor yerlilerle katmer yiyor, Zagor Zeugma Antik Kenti’ni barajlardan koruyor… Gözümü açtığımda İstanbul’dayım. Teşekkürler Teşekkür etmeyi severim, nazik ve inceyim. Edirne gezisinden yol arkadaşlarım Serkan, Levent ve Hande’ye 5 yıl sonra araba kullanmama rağmen benden korkmadıkları için öncelikle teşekkür ederim. Antep’te evlenen Aycan ve Yılmaz çiftine bol tebrik, beyranlı katmerli şeker gibi hayat dilerim. Düğünün Ankara’dan gelen yıldızı vdgrl, pek ince arkadaşları Pınar, Antep’teki telefon navigasyonumuz Erman ve adı aklıma gelmeyen tüm Antepli ev sahiplerimize selam eder, gözlerinden öperim. 2 gezinin tek ortak noktası Edirne ve Antep’teki co-pilotum kendisini biliyor, ona da satır arası mesaj yolladım oldu bitti. Başka bir Maç Bahane’de görüşmek üzere, ciğerle, beyranla, katmerle kalın. Mekân önerileri ve eleştirileriniz için: twitter.com/ dokenvarol (biriniz de bir şey yazsın be!) Aydın Tava Ciğer: Tahmis Çarşısı No: 12 Merkez/Edirne, 0284 214 10 46 Köfteci Osman: Kıyık Cad. Yedi Yol Ağzı Sok. No: 14 Merkez/Edirne, 0284 212 77 25 Hanedan Restaurant: Karaağaç Mah. İki Köprü Arası Cad. No:2 Merkez/Edirne, 0284 214 21 22 Zeugma Mozaik Müzesi: Mithatpaşa Mah. Hacı Sani Konukoğlu Bulvarı, Şehitkamil/Gaziantep, 0342 325 27 27, http://www. muze.gov.tr/gaziantep Kebapçı Halil Usta: Karşıyaka Tekel Cad. Öcükoğlu Sok. No: 6 Şehitkamil/Gaziantep Tahmis Kahvesi: SuyabatmazMh. Şehitler Cd. Arasa Meydanı Eski Buğday Pazarı No :21, Elmacı Pazarı Civarı, Şahinbey / Gaziantep, 0342 232 8977 Güllüoğlu Elmacı Pazarı: Karatarla Mah. Elmacı Pazarı No:4/A Şahinbey/Gaziantep, 0342 231 21 05