sayi 31 k - Sağlik Ve insan Dergisi
Transkript
sayi 31 k - Sağlik Ve insan Dergisi
YAYIN DANIŞMA KURULUMUZ AYLIK SAĞLIK VE YAŞAM DERGİSİ Prof. Dr. Ahmet Oğul ARAMAN İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet SERPER Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ali İhsan DOKUCU Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Cerrahisi ve Çocuk Ürolojisi Klinik Başkanı Bülent AKARCALI Eski Sağlık ve Sosyal Güvenlik Bakanı Eski Turizm Bakanı Prof. Dr. Bülent ZÜLFIKAR İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Pediatrik Hematoloji- Onkoloji Bilim Dalı Başkanı / Türkiye Hemofili Derneği Başkanı Prof. Dr. Cevdet ERDÖL Ankara Milletvekili Esra KAZANCIBAŞI ÖZTEKİN Sağlık Editörü / Yazar / Yayıncı Prof. Dr. Hasan Fevzi BATIREL Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Haydar SUR Biruni Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. İskender PALA Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yönetim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Metin DOĞAN Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. M. İhsan KARAMAN Türkiye Yeşilay Cemiyeti Başkanı Prof. Dr. Murat TUNCER Hacettepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa SOLAK Afyon Kocatepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Necdet ÜNÜVAR TBBM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşleri Komisyonu Başkanı Adana Milletvekili Prof. Dr. Nesrin DİLBAZ Üsküdar Üniversitesi Öğretim Üyesi Osman GÜZELGÖZ Sağlık Bakanlığı İletişim Koordinatörü Öznur ÇALIK TBMM Nüfus ve Kalkınma Grubu Başkanı Malatya Milletvekili Prof. Dr. Sabahattin AYDIN Medipol Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Tevfik ÖZLÜ Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Farabi Hastanesi Başhekimi, Hasta Hakları ve Sağlıklı Yaşam Derneği (HAKSAY) Başkanı Prof. Dr. Tuncay DELİBAŞI Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Klinik Şefi ®ISSN: 2146-829X Prof. Dr. Uğur DİLMEN Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi ÜCRETSİZDİR. Prof. Dr. Yunus SÖYLET İstanbul Üniversitesi Rektörü Yükseköğretim Kurulu (YÖK) Üyesi Üniversite Hastaneleri Birliği Derneği Başkanı Yıl: 3 Sayı: 31 • TEMMUZ 2014 EsasMedya Ltd. Şti. adına Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü M. Suat GÜZELGÖZ Yayın Koordinatörü Ayşe AYDIN Hukuk Danışmanı Av. Bekir EREN Kurumsal İletişim ve Reklam Ensar ÜSTÜN Görsel Yönetmen Mustafa HORUŞ Grafik Tasarım EsasMedya Tasarım Yayın İdare Merkezi Aşağı Öveçler 1328. Sokak 15/3 Çankaya / Ankara Tel : 0312 472 44 63 Faks: 0312 472 44 83 www.saglikveinsandergisi.com dergi@saglikveinsandergisi.com Yayın Türü Yaygın Süreli Basım Yeri İmaj İç ve Dış Ticaret A.Ş. Macun Mah. 3. cad. No: 2 (A Girişi) İstanbul Yolu 6. km. Yenimahalle / ANKARA Tel : 0312 397 91 40 Basım Tarihi TEMMUZ 2014, ANKARA Kaynak gösterilmeden yazılar iktibas edilemez, alıntı yapılamaz. Yazılar yayınlansın, yayınlanmasın yazarlarına iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukuki sorumluluk yazarlarına aittir. Yayınlanan reklamların hukuki sorumluluğu reklamverenlere aittir. Destek ve katkıları için SAĞLIK BAKANLIĞI’na teşekkür ederiz. /saglikinsandrg /saglikveinsandergisi www.saglikveinsandergisi.com Türkiye Biyoteknolojik Gelişmelere Ayak Uyduruyor Günümüzde adını sıkça duyduğumuz bir terim olan “biyoteknoloji”, gelişen teknoloji ile doğa bilimlerini harmanlayarak ortaya çıkan gelişmeleri modern yaşamda uygulamayı hedefliyor. Bu anlamda biyoteknoloji, ilaç endüstrisinde de kullanılabilir olmasıyla sağlık alanı için de vazgeçilemez bir unsur haline geliyor. Son yıllarda ortaya çıkan biyoteknolojik gelişmeler ülkemizde de ilgi ve dikkatle takip ediliyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde yerleşik biyoteknolojik sanayi kuruluşlarının üye olduğu BİO tarafından (Uluslararası Biyoteknoloji Sanayi Organizasyonu) her yıl düzenlenen BİO Konferansına Türkiye de 2012 yılından bu yana katılım sağlıyor. Bu yıl Haziran ayında gerçekleşen BİO Konferansına Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz beraberinde Sağlık Bakanlığı Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Başkanı Saim Kerman ve ilaç endüstrisi temsilcilerinden oluşan bir heyetle katıldı. Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu’nun, Türkiye’nin biyoteknolojik gelişmelere bakışını değerlendirdiği açıklamasını, İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Başkanı Saim Kerman’ın “İnovasyon ve Biyoteknoloji” konulu yazısını, biyoteknolojik ürünler hakkında hazırlanan bilgilendirici çalışmaları ve ilaç endüstrisinin biyoteknoloji konusunda görüşlerini içeren yazıları da “biyoteknoloji” kapak dosyamızda bulabileceksiniz. Bu sayımızla birlikte değerli Hocalarımız İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet Oğul Araman ve İstanbul Üniversitesi Onkoloji Enstitüsü Pediatrik Hematoloji-Onkoloji Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Bülent Zülfikar Yayın Danışma Kurulu ailemize katıldı. Bu vesileyle Hocalarımıza hoş geldiniz diyor, teşekkür ediyoruz… Sağlıktaki gelişmeleri ve sağlığımız için bilmemiz gerekenleri derlediğimiz “sağlıklı” haberlerle sizlere sunduğumuz Temmuz sayımızı ilgiyle okuyacağınızı umuyor, sevgi ve saygılarımızı sunuyoruz…. Biz de bu gündemden yola çıkarak kapak dosyamızı Biyoteknolojiye ayırdık. BİO Konferansının ayrıntılı haberini ilgi çekici ve bilgilendirici içeriklerle hazırladığımız kapak dosyamızda sizlere sunduk. Ayşe Aydın 06 Türkiye Biyoteknolojik Gelişmelere Ve Yatırımlara Hazır 14 18 Biyoteknoloji ve Biyobenzer Ürünler 4 Kan Bağışı Hakkında Merak Edilenler 58SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 Biyofarmasötiklerde Yan Etki ve Etkililik Çalışmaları 34 Novo Nordisk ve İnovasyon: 90 Yıllık İnovasyon İle Diyabette Lider 70 Fethiye 72 Yıldız Teknik Üniversitesi 37,500’ü • Son on yılda yıllık ortalama %5.1’lik nominal GSYİH • Avrupa, Kafkaslar, Orta Asya, Orta Doğu ve artışı ile Avrupa’nın en hızlı büyüyen ekonomisi ve Kuzey Afrika’ya erişim dünyanın en hızlı büyüyen ekonomilerinden biri (2004-2013) • Kamu- özel sektör işbirliğinde 1.1 trilyon $ GSYİH ile dünyanın 16. büyük ekonomisi (IMF 2013) • Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ülkeleri arasında %5.2 ortalama yıllık büyüme beklentisiyle en hızlı büyüyen ekonomi (OECD 2012-2017) • Yüksek rekabete dayalı yatırım teşvikleri ve özel Ar-Ge desteği • Yarısı 30.4 yaşın altında olan 76.6 miyonluk nüfus • Yılda yaklaşık 610.000 üniversite mezunu haber Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu: “TÜRKİYE BİYOTEKNOLOJİK GELİŞMELERE VE YATIRIMLARA HAZIR” Günümüzde artık ilaç pazarı egemenliğinin, kimyasal ürünlerden organizmalar ve canlı sistemlerden üretilen biyolojik ürünlere geçmekte olduğunu belirten Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu; Türkiye’nin biyoteknolojik gelişmeleri hassasiyetle izlediğini ve bu konuda yapılacak her türlü yatırıma hazır olduğunu ifade etti. Biyoteknolojik gelişmeler ve Türkiye’nin konuya bakışı ile ilgili bir açıklama yapan Sağlık Bakanı Müezzinoğlu şunları kaydetti: “Sağlıklı bir toplum, sağlıklı yaşamın toplumun her kesimi için temin edilebilmesi ile sağlanır. Çok sayıda faktöre bağlı bu konunun en önemli unsurlarından biri de; tedavide yeni ilaçların hastalara temininin hızlı bir şekilde sağlanması ve bu ilaçların uluslararası normlara uygun şekilde üretildiğinin denetlenmesidir. 6 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 Yasal mevzuat ile oluşturulan rasyonel ilaç politikaları sayesinde ilaç endüstrisinin gelişimini desteklemek, kaliteli, etkin, güvenli ilacın en ekonomik şartlarda hastaya teminini sağlamak da biz politika yapıcıların ve sistemi yürüten bürokratların görevidir. biyolojik yolakların tanımlanması, tıbbi testler için diyagnostik ajanların geliştirilmesi, kalıtsal hastalıkların tıbbi semptomlarının düzeltilmesi veya tedavi edilmesi için geliştirilecek gen tedavileri gibi konular ile ilgili önemli bir disiplindir. Bu konuda son gelişmeler, multidisipliner bir bilim olan biyoteknoloji kavramı ile ilişkilidir. Bilindiği üzere, geniş bir tanıma sahip olan biyoteknoloji, genel olarak, ticari ürünlerde veya bu ürünlerin üretiminde biyolojik sistemlerin (örneğin; hücreler veya dokular) ya da biyolojik moleküllerin (örneğin; enzimler veya antikorlar) kullanılmasıdır. Günümüzde artık ilaç pazarı egemenliği, kimyasal ürünlerden organizmalar ve canlı sistemlerden üretilen biyolojik ürünlere geçmektedir. Diğer yandan, patent süresi biten referans biyoteknolojik ürünlerin jenerik versiyonları olan biyobenzer ürünler pazara girmektedir. İlaç keşfi ve geliştirilmesi alanında en yeni disiplinlerden biri olarak gelişen biyoteknoloji, bu alanda biyoteknolojik ilaçların yani biyofarmasötiklerin de geliştirilmesini sağlamıştır. Günümüzde, farmasötik biyoteknoloji, yeni terapötik ilaçların tasarımı, yeni Geçmişte, biyoteknolojinin farmasötik dalı sadece fermantasyon ve rekombinant terapötik proteinlerin üretimi ile sınırlı iken, günümüzde “farma” ön eki genetikten moleküler biyolojiye, moleküler biyolojiden diyagnostiklere kadar tüm yaşam bilimleri yaklaşımları için kullanılabilir hale gelmiştir. Kalıtsal veya kalıtsal ve bulaşıcı olmayan hastalıkların teşhis veya tedavisinden, sağlık bakım uygulamalarındaki değişikliklere kadar geniş bir yelpazede ürün biyoteknoloji ile geliştirilebilir. Ülkelerin ekonomik gelişimlerine olabilecek katkıları göz önüne alındığında başta ilaç olmak üzere gıda, savunma ve enerji gibi sanayi dallarında biyoteknolojinin fazlası ile önemsendiği görülmektedir. Bu alanlarda yeniliklere öncülük etmesi ve diğer ülkelerdeki yenilikleri de izlemek adına Amerika Birleşik Devletleri’nde yerleşik biyoteknolojik sanayi kuruluşlarının üye olduğu BİO tarafından (Uluslararası Biyoteknoloji Sanayi Organizasyonu) her yıl düzenlenen BİO Konferansa Türkiye olarak, kamu ve özel kurumlarımız ile birlikte katılım sağlıyoruz. ilaç sanayi yatırımlarını çekmek adına ülkeler arasında ciddi rekabet yaşanmaktadır. Türkiye’de yerli ve yabancı sermayeli ilaç üretiminin artırılması için Bakanlığımız ve Ekonomi Bakanlığı tarafından geliştirilmiş teşvik politikaları uygulanmaktadır. Cari açığın kapatılması amacıyla 02.11.2011 tarihli ve 663 Sayılı “Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname” ile Sağlık Serbest Bölgeleri ve tıbbi ürün ve hizmetlerin üretiminin teşvik edilmesi ile ilgili 49. ve 50. maddeler düzenlenmiş ve bu yolla Türkiye’de ileri teknoloji gerektiren ilaç üretimini ve sanayiciyi teşvik politikalarının geliştirilmesi hedeflenmiştir. İlaç sektörü, araştırma ve geliştirmeye dayalı bilgiye bağlı olmasından dolayı uluslararası öneme haiz, aynı zamanda geniş ticarete konu bir sektördür. İlaç sanayi, araştırma ve geliştirme harcamalarının ciroya oranı itibarıyla (% 15.9) en fazla ar-ge harcaması yapılan sektördür. Biyoteknolojik ilaç, onkoloji ilaçları ve kan ürünlerinin yerli üretiminin teşviki için Ekonomi Bakanlığı tarafından yayınlanan 2012/3305 Sayılı Karara İlişkin Mevzuatta, bu ürünlere ilişkin yatırımcıların 5. Bölgede uygulanan bölgesel desteklerden faydalanabileceği belirtilerek bu ürünlere ilişkin yatırımlar öncelikli yatırımlar kapsamında değerlendirilmiştir. Günümüzde Ülkemiz ilaç pazarı dünyada 16. Avrupa Birliği ülkeleri arasında 6. sıradadır. Hem katma değer yaratan niteliği hem de halk sağlığını korumak bakımından stratejik öneme haiz olması nedeni ile Bu amaçla Bakanlığımız tarafından da 19 Aralık 2012 tarih ve 119775 sayılı Yönerge (“Yatırımlarda Devlet Yardımları Hakkında Karar Kapsamındaki Biyoteknolojik İlaç, Onkoloji İlaçları ve Kan Ürünleri Üretimi Proje Onayları Hakkında Yönerge”) yayımlanmıştır. TBMM’ce kabul edilip 1 Ocak 2014 itibariyle yürürlüğe giren 10’uncu 5 yıllık Kalkınma Planımız kapsamında bir eylem planı hazırlanmaktadır. . Sağlık endüstrilerinde yapısal dönüşüm programı eylem planı başlığıyla anılan bu plana göre uzun vadede Türkiye’nin küresel bir ilaç Ar-Ge ve üretim merkezi olması, ilaç ve tıbbi cihaz alanında rekabetçi bir konuma ulaşması hedeflenmiştir. Bu programla yüksek katma değerli ürün üretebilen, küresel pazarlara ürün ve hizmet sunabilen ve yurtiçi ilaç ve tıbbi cihaz ihtiyacının daha büyük bir kısmını karşılayabilen bir üretim yapısına geçilmesi amaçlanmaktadır. Bu kapsamda orta vadede yerli üretim kapasitesinin artırılması, Ar-Ge ve girişim ekosisteminin geliştirilmesi, uzun vadede yeni molekül geliştirebilen, daha yüksek katma değerli ilaç ve tıbbi cihaz üretebilen bir yapıya kavuşarak küresel değer zincirlerinde etkinliğin artırılması öngörülmektedir. Bu çerçevede Bakanlığımız ve bağlı kuruluşları yeni yapıları, uluslar arası standartlarda mevzuatları ve iyi yetişmiş insan gücü ile uluslararası alanda global olarak yer almaya, işbirliği yapmaya ve yatırımcıları davete hazırdır.” SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 7 kapakkonusu 2014 ULUSLARARASI BİYOTEKNOLOJİ KONFERANSI GERÇEKLEŞTİ Türkiye’nin, T.C. Başbakanlık Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı koordinasyonunda bu yıl 3. kez katıldığı fuarda Türk heyetine Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz başkanlık etti. Fuara Türkiye’den kamu ve özel sektörden 70’in üzerinde temsilci katıldı. Bu yıl 24-26 Haziran 2014 tarihleri arasında ABD’nin Kaliforniya eyaletinin San Diego şehrinde gerçekleşen 2014 BIO Uluslararası Konferans ve Fuarı (BIO International Convention), dünyada biyoteknoloji alanında düzenlenen en büyük uluslararası fuar olarak kabul edilmektedir. 1993 yılından beri düzenlenen bu organizasyonda, değişik ülkelerden 19.000’in üzerinde firma temsilcisi biyoteknoloji alanındaki gelişmeleri paylaşmak, stratejik ortaklıkların ilk adımlarını atabilmek ve yüzlerce eğitim paneline katılmak amacıyla bir araya gelmektedir. Türkiye’nin, T.C. Başbakanlık Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı’nın koor8 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 dinasyonunda bu yıl 3. kez yer aldığı fuarda, Türk heyetine Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz başkanlık etmiştir. Fuarda 250 metrekarelik bir stant alanında 70’in üzerinde devlet ve özel sektör temsilcisi, Türkiye’nin sektördeki çalışmaları ve sektörün gelişmesi açısından sahip olduğu potansiyel ve olanakları katılımcılara tanıtmışlardır. ve İzmir Kalkınma Ajansı; sektörel dernekler, Araştırmacı İlaç Firmaları Derneği (AİFD), İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası (İEİS), Klinik Araştırmalar Derneği ve Türkiye İlaç Sanayi Derneği; araştırma kuruluşları, Argefar, Depark ve Inovita’dır. Fuarda özel sektörü temsilen yaklaşık 15 firma hazır bulunmuştur. Fuara katılan kamu kurumları, Kalkınma Bakanlığı, Ekonomi Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Maliye Bakanlığı, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Sosyal Güvenlik Kurumu, Hazine Müsteşarlığı, TÜBİTAK, T.C. Başbakanlık Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı Türkiye, BIO organizasyonlarına ilk kez 2012 yılında Boston’da Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Nihat Ergün’ün başkanlık ettiği bir Türk heyetiyle katılmıştı. 2013 yılında Chicago’da düzenlenen fuara katılan heyete ise Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu başkanlık etmişti. Türkiye’nin fuara katılmasının temel amacı, ülkemizde bir biyoteknoloji kümelenmesi oluşturulmasıdır. Bu çerçevede, teşvik sistemi içinde de bu sektördeki yatırımlar stratejik yatırımlar olarak desteklenmektedir. Son derece cazip teşvikler sunan Türkiye, Orta ve Doğu Avrupa’daki en büyük ilaç pazarına sahiptir. Türkiye ayrıca, klinik araştırmalar alanında bir merkez olabilecek potansiyele sahiptir. Ülkemizde biyoteknoloji alanındaki çalışmalar, üniversiteler, teknoparklar, TÜBİTAK, Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, biyoteknoloji firmaları ve dernekleri tarafından yürütülmektedir. TÜBİTAK tarafından hazırlanan Biyoteknoloji ve Gen-Teknolojisi Stratejisi Raporu sağlık, tarım, hayvancılık ve endüstriyel teknolojiler olmak üzere dört ana sektöre odaklanmaktadır. Türkiye’nin biyoteknoloji yatırımlarını çekmek açısından sahip olduğu başlıca avantajlar, artan nüfus, gelişen sağlık bilinci, kalifiye iş gücü, ülkedeki siyasi ve ekonomik istikrarın yanı sıra barındırdığı yatırım potansiyeli ile doğru orantılı olarak artan uluslararası yatırımlar, Ar-Ge teşvikleri, son 11 yılda gerçekleştirilen sağlık reformları ve pazar düzenlemelerinin AB standardına uyumlu hale getirilmesi olarak sıralanabilir. Bu kapsamda, Türkiye’nin sektör için 2023 yılı hedefleri aşağıdaki gibidir: • Türkiye’nin yaşam bilimlerinde ArGe yetkinliğini geliştirerek, ulusal ve uluslararası yatırımları artırmak, kalifiye insan gücü yetiştirmek ve Ar-Ge’de Türkiye’nin öncü sektörü haline gelmek • Türkiye’de katma değeri yüksek ürün gruplarının üretimini artırarak bölgesel/küresel tedarikçi haline gelmek ve net ihracatçı olmak • İlaç ve biyoteknoloji sektöründe bölgesel bir yönetim ve hizmet merkezi haline gelerek Türkiye’nin ekonomik gelişmesine katkıda bulunmak ve bölgesel etkinliğini artırmak BİYOTEKNOLOJİ VE TÜRKİYE Türkiye, son 10 yılda ortalama % 5,3’lük bir büyüme oranı yakalayarak önemli bir başarıya imza atmıştır ve bu büyümenin içerisinde sağlık sektöründeki gelişmeler önemli bir yer tutmaktadır. Türkiye’de Ar-Ge harcamalarının şirket gelirine oranla en fazla olduğu sektör ilaç ve biyoteknolojidir. Bu durum ilaç sektörü yatırımları için Türkiye’nin uluslararası arenada ilgi odağı olmasını sağlamaktadır. Uz- man mühendis ve kalifiye iş gücüne sahip, jeo-stratejik konumu ile yaklaşık 25 trilyon dolarlık bir GSYİH’nın merkezinde bulunan Türkiye, birçok sektörde olduğu gibi biyoteknoloji sektöründe de avantajlı bir konuma sahiptir. Türkiye’de faaliyet gösteren yaklaşık 300 ilaç firmasından 134’ü yabancı sermayelidir. Aynı zamanda Türkiye’deki 53 üretim tesisinin 14’ü uluslararası şirketlere ait olup, sektör yaklaşık 25.000 kişilik istihdam sağlamaktadır. Türkiye, dünyanın 14., Avrupa’nın ise 6. büyük ilaç pazardır. Son yıllarda gerçekleşen hızlı büyüme rakamlarına rağmen, Türkiye bu pazarda hak ettiği noktaya henüz ulaşmamıştır. Kuruluşunun 100. yıldönümü için kendisine iddialı hedefler koyan Türkiye Cumhuriyeti, 2023 yılında, yani bundan tam 11 yıl sonra dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri olmayı, ihracatını 500 milyar dolara, kişi başına düşen milli gelirini 25.000 dolar düzeyine çıkarmayı hedeflemektedir. Bu çerçevede, GSYH’ye oranı yaklaşık % 1’e tekabül eden toplam Ar-Ge harcamalarının, 2023 yılı hedefleri doğrultusunda % 3’e çıkarılması planlanmaktadır. Bu plan dâhilinde de önümüzdeki beş yıl içerisinde ilaç sektöründe 60 milyon dolar civarında gerçekleşen Ar-Ge harcamalarının iki katına çıkarılması hedeflenmektedir. SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 9 FUAR ÇALIŞMALARI Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz, 25 Haziran tarihinde fuar çalışmaları kapsamında, Türk basını ile kahvaltı programı, Türkiye standının açılışı, Türk firmalarla görüşme ve fuar alanı ziyaretinin ardından, “Küresel Pazarlarda Yeni Fırsatlar” başlıklı forumda Türkiye Paneli’inin açılış konuşmasını yapmıştır. 10. Kalkınma Planı çerçevesinde Türkiye’nin biyoteknoloji ve ilaç sektörü ile ilgili politikalarını değerlendiren Bakan Yılmaz, akşam da Los Angeles Konsolosluğu tarafından düzenlenen resepsiyona katılmıştır. Yine 25 Haziran günü, moderatörlüğünü T.C. Başbakanlık Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı Başkanı İlker Aycı’nın yaptığı “Türkiye’nin Biofarma Yenilikçilik Politikası” paneli çerçevesinde, Türkiye’nin biyoteknoloji ve ilaç endüstrilerinin özellikle yenilikçi gelişim özelliği ile ekonomiyi 2023 yılı hedeflerine ulaştırabilmesindeki rolünü incelenmiş, Türkiye’nin kendi tecrübeleri, endüstrinin en iyi örnekleri ve başka ülkelerin başarı öykülerinin gözden geçirilmesi suretiyle Vizyon 2023’e doğru bir yol haritası sunulması amaçlanmıştır. Öğleden sonra, “Biyoteknolojide Yenilikçi Ekosistemlerin Yaratılması” konulu panelde global biofarma 10 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 fonlarının sınırlı kaynaklar olmasına ve yatırım çekmek isteyen ülkeler arasında yoğun bir rekabet yaşanmasına rağmen Türkiye’nin uluslararası firmalardan yatırım çekmeyi başardığı vurgulanmıştır. Her geçen gün artan küresel rekabet içerisinde, bu yatırımların ülkeye girişinin devam etmesi konusunda neler yapılması gerektiği, gelişen ekonomik kalkınma stratejileri, yenilikçilik temelli politikaların geliştirilmesi ve serbest ticaret anlaşmalarının artırılmasını da içeren Türkiye’nin önündeki fırsatlar değerlendirilmiştir. Panelin moderatörlüğünü Amerikan Ticaret Odası Temsilcisi yapmıştır. 26 Haziran Perşembe günü düzenlenen Scientific American WorldView Super Session’da ise küresel platformda biyoteknoloji ve yaşam bilimlerinde yaşanan gelişmeler ve tüm dünyanın çaresini bilimde aradığı önemli sorunlar ele alınmıştır. Televizyon ve radyo habercisi David Brancaccio tarafından yönetilen bu panelde her yıl fuar sonunda yayınlanan “worldview scorecard”ı da içeren “Scientific American Biotechnology” sayısına değinilerek ana başlıklar tartışılmıştır. Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz yine söz konusu panelde bir konuşma yapmıştır. Fuar çerçevesinde ilaç sektöründe faaliyet gösteren uluslararası firmaların üst düzey temsilcileriyle görüşmeler yapan ve bazı üretim tesislerini ziyaret eden Bakan Yılmaz, açılış konuşmasını yaptığı panelde, sağlık reformuyla elde edilen başarıyı ilaç sektörüne de taşımak istediklerini, ilaç sektöründe hedefin biyoteknolojik ürünlere dayalı bir üretimle katma değeri daha yüksek ilaç üreten ve ihracatta rekabetçi güce sahip bir sektör dönüşümüne imza atmak olduğunu belirtmiştir. Bakan Cevdet Yılmaz, bu bağlamda 10. Kalkınma Planı çerçevesindeki Sağlık Endüstrilerinde Yapısal Dönüşüm Programı’nın, öncelikli reform alanlarından birini oluşturduğuna dikkat çekmiştir. Küresel ekonomik krize rağmen Türkiye’nin araştırma ve geliştirme (Ar-Ge) harcamalarının artarak devam ettiğini belirten Yılmaz Bakan, 2000 yılından bu yana Ar-Ge harcamaları açısından OECD ülkeleri arasında Türkiye’nin bu alana en fazla kaynak aktaran ülkelerden biri haline geldiğini ifade etmiştir. Biyoteknoloji alanında dünyanın en önemli organizasyonlarından biri olarak değerlendirilen BIO Uluslararası Konferans ve Fuarı, bu alanda faaliyet gösteren binlerce kurum ve kuruluşu bir araya getirirken, sektörde yatırım bağlantıları kurmak açısından sunduğu fırsatlara işaret etmiştir. kapakkonusu İLAÇTA İNOVASYON VE BİYOTEKNOLOJİ Dr. Saim KERMAN Sağlık Bakanlığı Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Başkanı “Dünya nüfusu ve yaşam süreleri giderek artarken, nüfusun yaşlanması, hastalık paternlerindeki değişimler, yeni tedavi yöntemlerinin gelişmesi, artan farkındalık ile kalite beklentilerinin yükselmesi sonucunda sağlık hizmetlerine ve ilaca olan ihtiyaç da artış kaydetmektedir. İlaçlar stratejik değeriyle ilişkili biçimde politik değer de taşıyan önemli endüstriyel ürünler arasında yer almaktadır. Bu anlamda ilaç sektörü tüm kamu kurumları nezdinde ve kamu tarafından yayınlanmış belgelerde öncelikli, stratejik sektörler arasında yer almakta ve ülkemiz politikalarında her türlü teşvik kapsamına alınmıştır. Türkiye AR-GE harcamalarının GSYİH içindeki payına bakıldığında, söz konusu rakamın diğer ülkelere göre oldukça düşük oranda olduğunu görebilmekteyiz. Buna bağlı olarak ülkemizin 2023 hedefleri içerisinde Ar-Ge’ye yapılan harcamaları GSYİH’nin %3’üne çıkarmak vardır. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, belirlemiş olduğu Vizyon 2023 hedefleri doğrultusunda, 2023 yılında Türkiye’nin küresel ilk 10 ekonomi arasına girmesini, 500 milyar dolar ihracat hacmine ulaşmasını, GSYİH içinde Ar-Ge payının %3’e çıkmasını hedeflemektedir. Ayrıca, Türkiye Sanayi Strateji belgesinde, ülkemizin “Orta ve yüksek teknolojik ürünlerde Avrasya’nın üretim üssü olması” ideali ortaya koyulmuştur. Ülkemizde temel eczacılık ürünleri adı altında yapılan Ar-Ge harcaması, son yıllar itibariyle 70 milyon Dolar 12 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 düzeyinde gerçekleşmiş, bilgisayar programlama, motorlu taşıt imalatı ve mimarlık gibi sektörlerin arkasında kalarak en çok Ar-Ge harcaması yapılan on birinci sektör olmuştur. (Kaynak:TÜİK) Uygulanan ilaç politikalarıyla beraber hazırlanan yasal mevzuatlar çerçevesinde ilaç endüstrisinin gelişimini desteklemek, kaliteli, etkin, güvenli ilacın en ekonomik şartlarda hastaya teminini sağlamak da biz bürokratların önemli görevleri arasındadır. Kurumumuzca bu konuda son gelişmeler takip edilerek desteklenmektedir. Bu konuda öne çıkan kavram ise, multidisipliner bir bilim olan biyoteknoloji ile ilişkilidir. Biyoteknoloji ‘bilginin, ürünlerin ve hizmetlerin üretimine yönelik canlı veya canlı olmayan materyalleri değiştirmek üzere bilimin ve teknolojinin canlı organizmalara, bunların parçalarına, ürünlerine ve modellerine uygulanması’ şeklinde tanımlamaktadır. İnsanoğlu biyoteknolojiyi asırlar öncesinde kullanmaya başlamışsa da biyoteknoloji 21. Yüzyıla ait olan ve tarımdan sağlığa, çok geniş bir uygulama alanına sahip yeni ve önemli bir kavramdır. Günümüzde biyoteknoloji terimi geçmiş yüzyıl içerisindeki gösterdiğimiz ilerlemeye bağlı bilimde vardığımız son noktayı gösteren ilerlemenin ürünüdür. Yani başka bir deyişle, biyoteknoloji, hücresel ve biyomoleküler yöntemler kullanılarak sorunların çözülmesi ve faydalı ürünlerin eldesi şeklinde tanımlanabilir. İlaç geliştirme çalışmalarının başarısı, öncelikle laboratuvarlarda potansiyel yeni ilaç moleküllerinin tanımlanmasının ardından bu moleküllerin önce hayvanlar sonrasında insanlar üzerinde denenmesi ve sonuçta otoriteden izin alınarak pazara çıkmasını içeren bir dizi sürecin tamamlanması demektir. Bugün, biyoteknoloji sağlık, zirai gıda ve endüstriyel olmak üzere 3 ana sektörde çözümler sunan anahtar bir platformdur. Günlük hayatımıza giren birçok öğe aslında biyo-teknik süreçler kullanılarak üretilmektedir. Her gün kullandığımız peynirden antibiyotiklere diyabette kullanılan insülinden antikor yapısındaki kanser ilaçlarına kadar biyoteknoloji hayatımızın içindedir. Pozitif bilimlerin öncülerinden biyoteknoloji de süratle gelişmektedir. Yakın bir zamana kadar hayvanlardan elde edilen insülin ve birçok antikor bugün rekombinant teknolojiyle üretilmektedir. Yakın bir gelecekte organ transplantasyonu yerine süreçleri doğru yönetmeye çalışmaktadır. Biyolojik ürünlerin doğası gereği başvuru dosyalarının değerlendirilmesinde otoriteler, esnek, bilime dayalı vaka bazlı değerlendirmeler yapmaktadır. Bu kadar genel ifadelerle bahsettiğim bu süreçlerin her biri için ayrı ayrı zaman, bütçe, kalifiye insan gücü ve üretim için gerekli alt yapının olması gerektiği açıktır. Bu ürün grupları tedavi seçenekleri arasında ileri teknoloji ve yüksek maliyetle dikkat çekmektedir. Ancak tedaviye ve hastaların yaşam kalitesine sağladığı faydalar da tartışmasızdır. 350 milyondan fazla hasta, biyoteknoloji ve gen teknolojisi aracılığı ile üretilen ilaçlardan fayda görmüştür. Hali hazırda 650’den fazla yeni biyoteknoloji ilacı ve aşısı, kanser, diyabet, Alzheimer, AIDS, nadir hastalıklar dâhil 100’den fazla hastalık için test edilmektedir. 2,5 milyon immünizasyonla her yıl önlenen çocuk ölümlerinin sayısıdır. Biyoteknolojiyle üretilen ilaçlar, diyabet, anemi, romatizmal hastalıklar immün sistem hastalıkları ve birçok kanser türünün tedavisinde kullanılmaktadır. 2050 itibariyle Dünya nüfusunun 9,3 Milyara ulaşacağı, 65 yaş üzeri nüfusun oranının ise % 16 olacağı tahmin edilmektedir. kök hücreden üretilen doku ve organlara bırakacaktır. Aslında tıbbi ürün ister küçük moleküllü, isterse biyolojik kaynaklı olsun temel ve ortak amaç; etkin, kaliteli ve güvenli ürünlerin pazara arzını sağlamaktır. Elbette ki bunun için ulusal otoriteler, başvuru sahiplerinden tıbbi ürüne has gereklilikleri talep etmekte ve bilimsel komisyonlarıyla Nüfus artışı, yaşlanma, kaynakların yetersizliği gibi faktörlerin etkisi ile artan ihtiyaçlara cevap olarak biyoteknoloji hayatın birçok alanında hızla yaygınlaşmaktadır. 2030 yılında biyoteknolojik ürünler tahminen kimyasal ve endüstri ürünlerinin %35’ini, ilaç ve tanı ürünlerinin %80’ini, tarım ürünlerinin ise %50’sini oluşturacak ve OECD toplam GSYH’sinin % 2,7’sine ulaşacaktır. Ülkemiz son yıllarda üretim yapısı ve ihracat kompozisyonunda yaşadığı değişimle düşük teknolojili bir yapıdan orta teknolojiye geçiş yapmıştır. Fakat ileri teknoloji payı hala çok düşüktür. Küresel hastalık trendleri ve bunların tedavi yöntemleri incelendiğinde ilaç sanayinde biyoteknolo- Dr. Saim KERMAN Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Başkanı jinin öneminin giderek arttığı görülmektedir. Türkiye için de orta ve uzun vadede hedef bu anlamda teknoloji transferini ve geçiş sürecini tamamlamak olacaktır. Gelişmekte olan ekonomilerin pazar potansiyelinin de artmasıyla ilaç üreticileri için daha çekici hale gelmeleri, sektörde yaşanan önemli bir gelişmedir. Bu bağlamda, yabancı yatırımları çekmek kadar yatırımın niteliğinin de tartışılması gerekmektedir. Türkiye’nin, yatırımcıların daha düşük katma değerli yatırımları yapmak için seçtiği bir pazar olma konumunu değiştirip yüksek katma değerli yatırımları çekmek için ilaç sanayini ilgilendiren tüm politikaların gözden geçirilerek hazırlanan Sağlık endüstrilerinde yapısal dönüşüm programı eylem planı başlığıyla anılan 10.kalkınma eylem planı hazırlanmıştır. Bu eylem planına göre yüksek katma değerli ürün üretebilen, yeni molekül geliştirebilen, daha yüksek katma değerli ilaç ve tıbbi cihaz üretebilen bir yapıyla küresel pazarlara ürün ve hizmet sunabilen ve yurtiçi ilaç ve tıbbi cihaz ihtiyacının daha büyük bir kısmını karşılayabilen bir üretim yapısına geçilmesi amaçlanmaktadır. Bu çerçevede kurumumuzun yeni yapısıyla, yeni yasal düzenlemeler desteği ile uluslararası alanda aktif rol alarak, işbirliği yapmaya ve yatırımcılara rehberlik yapmaya devam edecektir. SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 13 kapakkonusu BİYOFARMASÖTİKLERDE YAN ETKİ VE ETKİLİLİK ÇALIŞMALARI Sağlık Bakanlığı Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Biyoteknolojik (biyofarmasötik) ilaçlar canlı organizmalardan rekombinant DNA (rDNA) teknolojisi, kontrollü gen ekspresyonu, antikor metodları gibi biyoteknolojik yöntemler kullanılarak elde edilen protein ya da polipeptid yapıda biyolojik tıbbi ürünlerdir. Basitçe yerine koyma tedavisi sağlayan proteinler olan ve “birinci jenerasyon biyofarmasötik ilaçlar” olarak da anılan bu ilaçlar arasında hormonlar, büyüme faktörleri, sitokinler, monoklonal antikorlar, aşılar, otolog-allojenik-ksenojenik hücre, doku ve organlar bulunmaktadır. Bu ilaçlar anemi, diyabet, kanser, hepatit ve multiple skleroz gibi pek çok 14 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 hastalığın tedavisinde kullanılmaktadır ve yaklaşık yirmi yılı aşkın süredir piyasada bulunmaktadır. Tahminlere göre dünya çapında neredeyse 500 milyon hasta biyoteknolojik ilaçlardan fayda görmüştür. Öte yandan, 2000’li yılların başlarında protein mühendisliği yoluyla ikinci jenerasyon biyofarmasötikler üretilmeye başlanmıştır. Pek çok birinci jenerasyon biyofarmasötiğin patent süresi bitmiş ya da bitmek üzeredir. Bu durum, bu gibi ürünlerin noninnovatif versiyonları olan ve “biyobenzer ilaçlar” olarak adlandırılan yeni bir pazar oluşturmuştur. Biyoteknolojik ilaçların üretim metotlarının kompleks olmasından dolayı, biyobenzer ilaçlar referans ilaçlarla sadece bileşim olarak benzerdir fakat özdeş değildir. Günümüzde biyobenzerler ile ilgili tecrübe oldukça kısıtlıdır ve immünojenisite de dâhil olmak üzere uzun dönem güvenlik verileri bulunmamaktadır. Öte yandan, biyoteknolojik ilaçların gelişmiş ülkelerde bile ekonomiye önemli oranda yük getiriyor olması, sağlık otoritelerini biyobenzer ilaçlar hakkında çeşitli düzenlemeler yapmaya zorunlu kılmıştır. Geleneksel jenerik bir ilacın ruhsat alarak piyasaya çıkması için, referans ilaçla aktif madde, dozaj formu, etkililik, veriliş yolu, nitelik, performans karakteristikleri ve kullanım amaçlarının aynı olduğunun gösterilmesi, kısaca farmasötik eşdeğer ve biyoeşdeğer olarak belirlenmiş olması, klinik etkililik ve güvenlilik çalışmalarına gerek olmaksızın terapötik eşdeğer olarak kabul edilmesi için yeterlidir. Fakat biyoteknolojik ilaçların patent süreleri bittiği zaman özdeş kopyalarının yapılması teknik olarak mümkün değildir. İnnovatif biyolojik ürünle aynı süreçler kullanılsa bile, biyobenzer ilaçlarda aktif madde canlı organizmalardan elde edilen büyük protein veya polipeptidler olduğundan özdeş ürün olarak üretilememektedir. Bu ilaçların yapımı, stoklanması ve transportu sırasında oluşabilecek olumsuz şartlar proteinlerin denatürasyonu, agregasyonu veya degradasyonuna yol açarak terapötik sonucu etkileyebilir. Hatta aynı firmanın ürettiği seriler arasında bile farklılıklar olabilir. Bu yüzden biyo- farmasötik ürünün özdeş bir kopyasını üretmek imkansızdır, çünkü üretim sürecindeki değişiklikler molekülün yapısında değişikliklere neden olmaktadır. Bu değişiklikler, etkililiğin farklı olmasına ve daha da önemlisi, hastada zararlı immün cevapların tetiklenmesine neden olabilmektedir. Avrupa İlaç Ajansı, biyobenzer ilaçları değerlendirmek üzere ilk kurulan düzenleyici sistemi oluşturmuştur. Ülkemizde de 2008 yılında yayımlanan “Biyobenzer Tıbbi Ürünlere İlişkin Kılavuz” ile EMA tarafından yayımlanan “Guideline on Similar Biological Medicinal Products (Benzer Biyolojik Tıbbi Ürünlere İlişkin Kılavuza)” uyum sağlanmıştır. Söz konusu Kılavuza göre, biyobenzer ilaçlarda kalite, güvenlik ve etkinlik açısından karşılaştırabilirlik çalışmaları yapılması gerekmektedir. Yeni biyobenzer ve seçilen referans tıbbi ürün arasındaki yapı/bileşim, kalite, güvenlilik ve etkililiğin benzerliğini kanıtlamak için karşılaştırmalı kalite, pre-klinik ve klinik çalışmaların biyobenzer üretici tarafından sağlanması gerekmektedir. Ayrıca toksisite açısından oluşabilecek farklılıkları tespit etmek için yeterli sürede farklı doz uygulayarak toksikolojik çalışmalar yapılmalıdır. Klinik etkililiğin karşılaştırılması; klinik farmakokinetik ve farmakodinamik çalışmalarla gösterilmelidir. Klinik güvenlilik açısından yan etki profili ve immunojenisite, karşılaştırmalı klinik çalışmalarla değerlendirilmelidir. Ayrıca söz konusu Kılavuz ile farmakovijilans ve risk yönetim planları sunma zorunluluğu getirilmiştir. Bu amaçla, 2011 yılında “Risk Yönetim Sistemleri Kılavuzu” yayımlanmıştır. 15 Nisan 2014 tarihinde yayımlanan “İlaçların Güvenliliği Hakkında Yönetmelik” ile de biyoteknolojik ilaçlar ve biyobenzer ilaçlar için ilave risk mini- mizasyonu etkinliklerinin gerekliliği tespit edilmiş jenerik ilaçların ruhsat başvurusu sırasında, biyoteknolojik kaynaklı veya biyobenzer ruhsatlı ilaçlar için yeni üretim işlemi kullanılması durumunda risk yönetim planı sunulması zorunlu hale getirilmiştir. Ayrıca Kurumumuzda biyoteknolojik ürünlerin risk minimizasyonuna ilişkin yürütülen bir diğer faaliyet de “ilaç güvenlik izlem formu” ve “hasta onay formu” uygulamasıdır. Bu uygulamalar, TNF alfa blokerleri olarak bilinen grup ilaçların (infliksimab, adalimumab, etanercept, kanakinumab, abatacept, ustekinumab, golimumab, tosilizumab ve sertolizumab) risklerini minimize etmek amacıyla yürütülmektedir. İlaç güvenlik izlem formu söz konusu ilacın kullanımına bağlı oluşabilecek riskleri ve bu riskleri minimize etmekte etkili olabilecek testlere dikkat çekmekte, hastanın durumuna ilişkin değerlendirmenin üç uzman hekim tarafından incelenmesinin sağlanmasını hedeflemektedir. İlacın bu formla reçete edilmesi koşulu ile geri ödemesi yapılabildiğinden ilacın kullanımında söz konusu form kullanılmak zorundadır. Ayrıca, yeni yayımlanan Yönetmelikle ruhsat sahiplerinin, plazma kaynaklı biyolojik ürünler ve aşılarla meydana gelen şüpheli advers reaksiyonları TÜFAM’a bildirirken her olguya ait seri numarasını bildirmesi zorunlu hale getirilmiştir. Ülkemizde bir biyobenzer ilacın ruhsatlandırılabilmesi için, biyobenzer ürünün etkin maddesi referans tıbbi ürünün etkin maddesine moleküler ve biyolojik açıdan benzerlik göstermelidir. Biyobenzer tıbbi ürünün farmasötik formu, gücü ve uygulama yolu referans ürün ile aynı olmalıdır. Farmasötik formu, gücü ve uygulama yolunun aynı olmaması halinde karşılaştırma çalışmaları kapsamında ek veriler sunulmalıdır. Biyobenzer tıbbi ürün ile referans tıbbi ürün arasındaki herhangi bir farklılığın uygun çalışmalarla vaka bazında değerlendirilmesi gerekir. SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 15 kapakkonusu BİYOTEKNOLOJİ NEDİR? Hücre ve doku biyolojisi kültürü, moleküler biyoloji, mikrobiyoloji, genetik, fizyoloji ve biyokimya gibi doğa bilimleri yanında mühendislik ve bilgisayar mühendisliğinden yararlanarak, DNA teknolojisiyle bitki, hayvan ve mikroorganizmaları geliştirmek, doğal olarak var olmayan veya ihtiyacımız kadar üretilemeyen yeni ve az bulunan maddeler (ürünleri) elde etmek için kullanılan teknolojilerin tümüne biyoteknoloji denilmektedir. Başka bir tanıma göre ise biyoteknoloji; Bitki, hayvan veya mikroorganizmaların tamamı ya da bir parçası kullanılarak yeni bir organizma (bitki, hayvan yada mikroorganizma) elde etmek veya var olan bir organizmanın genetik yapısında arzu edilen yönde değişiklikler meydana getirmek amacı ile kullanılan yöntemlerin tamamına denilmektedir. Biyoteknoloji, temel bilim buluşlarını kısa sürede yararlı ticari ürünlere dönüştürebilmesiyle bir anlamda kendi talebini de yaratabilir. Bu yönüyle de diğer teknolojilerden ayrılır. Örneğin sıcak su kaynaklarında yaşayan bakterilerin birinden elde edilen yüksek sıcaklığa dayanıklı bir enzim, günümüzde uygulama ve te16 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 mel bilim çalışmalarının ayrılmaz bir parçası olan PCR’nin önemli bir girdisidir. Biyoteknoloji uygulamaları; mikrobiyoloji, biyokimya, moleküler biyoloji, hücre biyolojisi, immünoloji, protein mühendisliği, enzimoloji ve biyoproses teknolojileri gibi farklı alanları bünyesinde toplar. Bu nedenle de biyoteknoloji birçok bilimsel disiplinle karşılıklı ilişki içinde gelişir. Bitki, hayvan veya mikroorganizmaların tamamı ya da bir parçası kullanılarak yeni bir organizma (bitki, hayvan ya da mikroorganizma) elde etmek veya var olan bir organizmanın genetik yapısında arzu edilen yönde değişiklikler meydana getirmek amacı ile kullanılan yöntemlerin tamamına Biyoteknoloji denmektedir. Biyoteknoloji, insan, hayvan ve bitki hücrelerinin fonksiyonlarını anlamak ve değiştirmek amacıyla uygulanan çeşitli teknikleri ve işlemleri tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Canlıların iyileştirilmesi ya da endüstriyel kullanımına yönelik ürünler geliştirilmesini, modern teknolojinin doğa bilimlerine uygulanmasını kapsar. Biyoteknolojinin uygulamaları nelerdir? 1- İnsan sağlığına yönelik olarak proteinlerin üretilmesi. 2- Kanser, Aids gibi birçok hastalığın tedavisi ve önlenmesinde kullanılacak genetik ürünler elde edilmesi. 3- Çok zor şartlara sahip çevrelerde (sıcak, kurak, tuzlu) yaşayan organizmaların enzimlerini ve biyomoleküllerini saflaştırarak bunların sanayide kullanılması. 4- Büyüme geriliği gibi sorunlara çare olacak ya da bulaşıcı hastalıklara karşı koyacak proteinlerin üretimi. 5- İnsandaki zararlı genlerin elemine edilmesi. 6- Rekombinant ilaç ve aşıları sentezleyecek transgenik bitkilerin geliştirilmesi. 7- Bazı hormon, antikor, vitamin ve antibiyotik üretilmesi. 8- Aşı, pestisit, tıbbi bitki üretimi. 9- Hasar görmüş beyin hücrelerinin ve omuriliğin onarımı. 10- Yeni sebze ve meyve üretimi. 11-Organik atıkları metabolize edecek bakterilerin elde edilmesi. kapakkonusu BİYOTEKNOLOJİ VE BİYOBENZER ÜRÜNLER Sağlık Bakanlığı Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu Biyoteknoloji 21. Yüzyıla ait olan ve tarımdan sağlığa, çok geniş bir uygulama alanına sahip hayatımızda yeni ve önemli bir kavramdır. Günümüzde biyoteknoloji terimi geçmiş yüzyıl içerisinde gösterdiğimiz ilerlemeye bağlı olarak bilimde vardığımız son noktayı gösteren ilerlemenin ürünüdür. Yani başka bir deyişle, biyoteknoloji, hücresel ve biyomoleküler yöntemler kullanılarak sorunların çözülmesi ve faydalı ürünlerin eldesi şeklinde tanımlanabilir. İlaç geliştirme çalışmalarının başarısı, öncelikle lab.’da potansiyel yeni 18 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 ilaç moleküllerinin tanımlanmasının ardından bu moleküllerin önce hayvanlar sonrasında insanlar üzerinde denenmesi ve sonuçta otoriteden izin alınarak pazara çıkmasını içeren bir dizi sürecin tamamlanması demektir. Bu ürünlerin regülasyon basamakları, ulusal farklılıklar olsa da temel olarak dünyada benzer uygulamaları barındırır. Aslında tıbbi ürün ister küçük moleküllü, isterse biyolojik kaynaklı olsun temel ve ortak amaç etkin, kaliteli ve güvenli ürünlerin pazara arzını sağlamaktır. Elbette ki bunun için ulusal otoriteler, başvuru sahiplerinden tıbbi ürüne has gereklilikleri talep etmekte ve bilimsel komisyonlarıyla süreçleri doğru yönetmeye çalışmaktadır. Biyolojik ürünlerin doğası gereği başvuru dosyalarının de- ğerlendirilmesinde otoriteler, esnek, bilime dayalı vaka bazlı değerlendirmeler yapmaktadır. Genel ifadelerle bahsedilen bu süreçlerin her biri için ayrı ayrı zaman, bütçe, kalifiye insan gücü ve üretim için gerekli alt yapının olması gerektiği açıktır. Bu ürün grupları, tedavi seçenekleri arasında ileri teknoloji ve yüksek maliyetle dikkat çekmektedir. Ancak tedaviye ve hastaların yaşam kalitesine sağladığı faydalar da tartışmasızdır. Tıbbi ürünün pazara arzından önce temel amaç, etkinlik ve güvenliğine dair gerekli bilimsel verilerin etkin şekilde değerlendirilmesidir. Bunun için hammaddeden final ürün eldesine kadar tüm parametrelerin, spesifikasyonların, yöntem validas- yonlarının ve üretim akış şemaları ile güvenli başlangıç dozun tespiti, tekrarlanan doz şemasının güvenlik profilinin çıkarılması, hedef organda herhangi bir toksisiteye neden olup olmadığının tespiti ve eğer böyle bir toksisite mevcut ise geri dönüşümlü olup olmadığı ve güvenlik parametrelerinin takibi olarak özetlenebilir. Biyofarmasötikler, terapötik proteinler, aşılar, ileri tedavi tıbbi ürünleri içeren çok geniş bir tedavi grubunu bünyesinde barındırmaktadır. Molekül ağırlıkları büyük, heterojen ve karmaşık yapıda olmaları sebebiyle kararsız ve dayanıksız olan bu bileşiklerin üretim süreçleri final ürünü etkilemektedir. Bu ürünler için kararsız yapıda olmaları nedeniyle daha önceden de söylediğim gibi üretim süreçlerinin her adımının takip edilmesi gerekmektedir. Tüm üretim prosesinin kontrol altında tutulması, final ürünün güvenlik ve etkinliğinin garantisidir. Üretim basamaklarında yapılacak olan ufak bir değişiklik dahi biyofarmasötiklerin klinik profilini değiştirebilmekte ve güvenlikle ilgili sıkıntılara neden olmaktadır. Bu gibi nedenlerden dolayı, her bir inovatörün geliştirdiği biyofarmasötiklerin kendine has olduğu ve bu ürünlerin benzerleri için jenerik teriminin kullanılamayacağı bilimsel olarak vurgulanmış ve biyolojik ilaçların jenerikleri için biyobenzer tanımı geliştirilmiştir. Biyobenzer ilaçlar 2006 yılından bu yana pazarda yer almaktadır. Hal böyleyken, biyobenzer ürünlerin ruhsat başvuru dosyaları da ürüne has gereklilikleri bünyesinde taşımalıdır. Buna göre bu ürünler için kalite verisi tam dosya olarak ve ilaveten referans ürünle fitokimyasal kıyaslama çalışmalarını içermesi gerekirken modül 4 ve 5 verilerinin kısaltılmış ancak yine referans ürünle kıyaslama çalışmalarını içerecek şekilde planlanması gerekmektedir. Yani biyolojik ürünlerle aynı riskleri taşıyan biyobenzer ürünlerde, başvuru sahibinin modül 4 ve 5 de belirtilen tüm gereklilikleri sağlaması elbette ki biyobenzer bileşiklerin doğası gereği gerekmemektedir. Ancak referans ürünle karşılaştırma çalış- maları mutlaka dosya bilgilerinde yer almalıdır. Tüm otoritelerin ve bilim insanlarının belirttiği gibi bu ürünlerin, benzer ancak aynı ürünler olmadığı ve minör değişikliklerde bile klinik ve güvenlik profillerinin etkilenmesi söz konusuysa, bu ürün gruplarının pazar sonrası takibi büyük önem taşımaktadır. Peki biyofarmasötikler güvenlikle ilgili ne tip riskler taşımaktadır? 1. Kontaminasyon riski- ürünün kalite modülüne bağlı bir risktir. 2.İmmunojenisite 3. Yerine kullanma 2.ve 3. Parametreler tamamen farmakovijilans konularının kapsamında değerlendirilmesi gereken parametrelerdir. İmmunojenisite; ürüne ( izoform, yapı, uzaydaki yapısı gibi), hastaya (yaş, hastalık öyküsü, hassasiyet, genetik durum ve arka arkaya kullanmak zorunda olduğu ilaçlar ve tedaviler) ve sağlık profesyonellerine bağlı ( doz, tedavi süresi, hazırlama, uygulama, yerine başka benzeri kullandırma) takip edilmesi gereken önemli bir yan etkidir. İşte bu süreçler göz önüne alındığında bu ürünlerin pazar sonrası takibine özel önem verilmesi gerektiği açıktır. Biliyoruz ki, ilaçların pazar sonrası takibi, Faz 4 olarak tanımlanmakta ve ilacın özellikle yan etki ve ilaç etkileşimlerine yönelik hedef popülasyondan daha fazla sayıda hastanın vaka incelemesi sonrası bu yan etkilerden korumaya yönelik çalışmalar bütünüdür. Üretim basamaklarındaki ufak bir değişikliğin dahi güvenlik ve etkinlik profilinin değişmesine neden olduğu ispatlanmış olan biyofarmasötiklerde ve özellikle biyobenzerlerde bu süreç çok daha sıkı kurallarla yönetilmesi gereken bir alandır. Klinik çalışmalarda daha küçük bir popülasyon üzerinde ilaçların denenmesi, uzun süreli kullanımlardaki mevcut verilerin yetersizliği, belli bir popülasyon üzerindeki tedavi protokollerinin uygulanması ile elde edilen veriler bütünü biyofarmasötiklerin güvenlik ve etkinlik çerçevesini çizememektedir; çünkü tıbbi ürün pazara çıktığında farklı dozlarda ve farklı tedavi protokollerinde kullanılabilmektedir. Kullanıcı hasta sayısında artış ve değişiklik gözlenmektedir. Hastaların farklı kronik hastalıklarının olması nedeniyle farklı tedaviler ve tıbbi ürünleri kullanma olasılığı da ilaçlarda hedeflediğimiz yarar/risk dengesinin olumsuz yöne doğru kayma ihtimalini yükseltmektedir. Bahsedilen tüm endişeleri diğer sağlık otoritelerinin de paylaştığı açıktır. Ki bu nedenle dünya uygulamalarına bakıldığında pazar sonrası bu ilaçların takibinin etkin bir şekilde yapılabilmesi için kılavuzlar yayımlanmakta ve tüm paydaşlara konuya ilişkin eğitimler düzenlemektedir. Tüm bu koşullar göz önüne alındığında raporlama sisteminin güçlendirilmesi ve daha etkin bir şekilde kullanılması gerektiği açıktır. Risk yönetim planı otoritelerin pazar sonrası takibinin zorunlu olduğunu düşündüğü bir grup ilaç için uygulanmaktadır. Biyofarmasötikler de bu gruba dâhil ürün gruplarıdır. Bu plan ilacın yaşam döngüsü boyunca devamlılık göstermelidir. Pazar sonrası takibinde her ne kadar otoriteler, kılavuzlarda meta analitik yöntemler, epidemiyolojik çalışmalar, riski minimize eden hedef plan çalışmalarını içeren risk yönetim planı, pasif ve aktif farmakovijilans verileri üzerinden ilaç takibini yapmaya çalışsa da hasta öyküsü, tedavi protokolü gibi verilerin tatmin edici girilememesi, dokümanların hazırlanmasında standart tıbbi terminolojinin kullanılmaması, konusuna hâkim sağlık profesyonellerinin farklı bilimsel ve tıbbi bilgi birikimi gibi nedenlerden dolayı ürüne ilişkin aksiyon almak ve doğru, homojen bir değerlendirme yapmak güçleşmektedir. Ulusal sağlık otoriteleri, ülkelerinde sağlık çalışanlarının hastalarında gözlemlediği ilaç etkileşimlerini, yan etki geri bildirimlerini raporlama ve kayıt altına almak konusunda cesaretlendirse dahi, bu raporların lokal alanda kalması ve global olarak paylaşımındaki gecikmeler üzerinde daha hızlı aksiyon almak için çalışılması gerektiği açıktır. SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 19 Bu ürünlerin tedavi süreçlerinde takibinin etkin bir şekilde yapılabilmesi için otorite ve üretici dışında başka aktörler de görülmektedir. Hekimler ve eczacılar. Bir diğer takibi güçleştiren konu ise bu ürünlerin hekimler tarafından reçetelendirme süreçlerinde yaşanan farklılıklardır. Sağlık profesyonelleri, bu ürünleri INN isimleri üzerinden reçetelendirdiğinde hangi hastaya hangi ilacın verildiğinin saptanması zaman almaktadır. Yine bu ürünlerin benzer ürünler olarak değerlendirilmesine bağlı olarak, eczanelerde benzerinin verilebilmesine yönelik ulusal düzeyde uygulamalar mevcuttur. Yani bir ülkede reçete edilen ilacın verilmesi esas alınırken, diğer bir ülkede eczacı kanalıyla benzerinin verilebilmesine imkân tanınmaktadır. Tedaviyi takip eden hekimin, biyobenzer ürünün eczane kanalıyla verilmesi hakkında bilgilendirilmemesi de takip sırasında karışıklıklara yol açmaktadır. Ülkemizde İTS ve e-reçete uygulamaları ile her ilacın üreticiden hastaya ulaşana kadarki yaşam döngüsünü etkin bir şekilde takip edilse de global olarak yan etki geri bildirimlerine ulaşmaktaki sıkıntı tüm otoriteleri etkilemektedir. Sağlık profesyonellerinin hasta kayıt sistemlerini etkin bir şekilde kullanmasının, ürünlerin isimlendirilmesi ve reçetelendirilmesi aşamalarında detaylı bilgilerin yer almasının ve ruhsat sahibinin farmakovijilans raporlaması sırasında kullandığı terminolojinin global ölçekte harmonizasyonuna ihtiyaç duyulduğu açıktır. Buna yönelik çalışmalar Sağlık Bakanlığımızca takip edilmektedir. AÇIKLAMALAR Biyofarmasötiklerin en kritik güvenlik sorunu immunojenisitedir. Tüm biyofarmasötikler biyolojik olarak aktif moleküller olduğundan immün sistemi uyarabilmektedir. Her ne kadar biyofarmasötiklerin immunojenik potansiyeli, kimyasal ve yapısal analizlerle tahmin edilemese de pek çok faktörün ürünün immunojenik potensiyelini etkilediği bilinmektedir. 20 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 Final üründeki safsızlıklar, üretim prosesleri ve saklama koşullarına bağlı yapısal modifikasyonlar safsızlıklara neden olmaktadır. Biyofarmasötiklerin uygulama yolu da immunujenisiteyi etkilemektedir. IV uygulamalar, IM veya subkutan uygulamalara nazaran daha az immunujenik etki göstermektedir. Klinik çalışmaların önemi biyofarmasötiklerin güvenlik profili açısından çok anlamlıdır. Burada başarının anahtarı bu ürünlerin düzgün ve ayırt edici isimlendirilmesinin yapılmasın sağlamaktır. Jenerik ürünler için kullanılan isimlendirme sistemi, biyofarmasötiklere uygulanamaz. INN yanında ticari isimlerinin kayıt altına alınması, yan etki geri bildirimlerinin ve ilaç takibinin etkin şekilde yönetilmesini sağlamaktadır. Bu ürünlerin farmakovijilans takibi de bir diğer gri alan olarak tanımlanmaktadır. Her ne kadar otoriteler biyobenzer üreticilerinin pazar sonrası devamlı takibi konusunda uyarsa da etkin bir planlama olmadığı gözlemlenmektedir. neden olabilir ( geri çekme, ruhsatlandırma reddi gibi) Risk yönetim planı; Sinyal tespiti, gözlemsel çalışmalar ve riski azaltan stratejileri içermektedir. Burada amaç, tıbbi ürünün riskine bağlı tespit yapmak, ilacın güvenliği için yeni yöntemler geliştirmek, klinik kullanımda riski azaltmak olarak sıralanabilir. Risk Yönetim planının içeriği Bölüm 1. Ürüne genel bakış Bölüm 2. Güvenlik spesifikasyonları a. Endikaasyonun ve hedef populasyunun epidemiolojisi b.Güvenlik spesifikasyonlarının non-klinik bölümü c. Klinik araştırmalar d. Klnik araştırmalarda çalışılmayan popülasyon e. Pazar sonrası deneyim f. Güvenlik spesifikasyonları için ilave gereklilikler AB kılavuzunda risk yönetim planı gerektiren haller; g. Potensiyel risklerin belirlenmesi 1.Yeni bir etkin madde içeren tıbbi ürün Bölüm 3. Farmakovijilans Planı 2.Biyobenzerler 3.Jenerik/hibrit tıbbi ürün- referans ürünle kıyaslandığında güvenlik şüphesine bağlı ilave risk azaltan aktivitelerin yapılması gereken ürünler h. Güvenlik şüphesinin özeti Bölüm4. Pazar sonrası etkinlik çalışma planları Bölüm 5. Riski azaltma ölçümleri Bölüm6. Özet Bölüm 7. Ekler 4.Ruhsatlı üründe belirgin değişiklikler- yeni doz, yeni uygulama yolu, biyoteknolojik ürünlerde yeni üretim prosesi, endikasyonda belirgin değişiklik gibi Amerika ve Japonya’da da hatta Hindistan’da biyoteknolojik ürünlerin Pazar sonrası takibi kılavuzlarla açıklanmış olup sorumluluk süreçteki tüm paydaşlara dağıtılmıştır. 5. Yeni popülasyon ve yeni endikasyon Ruhsatlama sonrası reçeteleme ve eczane aşaması ülkeden ülkeye değişiklik göstermektedir. İspanya, Fransa ve Almanya’da reçetede yerine vermek uygulanmaz. Ancak eğer INN ismi ile reçetelendirildiyse İngiltere ve İsveç’de yerine vermek uygulanabilir. İtalya’da enjektabl biyolojiklerde benzeri verilebilir. Avusturya’da benzerini vermek mümkün. Danimarka’da resmi listede yer alan biyobenzerler dışında benzeri verilebilir. Ancak bu ülkelerde eğer ticari Bu gibi durumlarda kılavuzda pazar sonrası farmakovijilans verilerinin ne şekilde sunulması gerektiği detaylı bir şekilde anlatılmıştır. Pasif farmakovijilans, spontan raporlamaya dayanır. Sinyal, alert, KÜB’de değişiklik gibi parametreleri içerir. Ancak güvenlik şüphelerini giderilmesinde yeterli olmayabilir. Ve otoriteden ekstrem kararların çıkmasına isimle reçetelendirildiyse o zaman reçetedeki tıbbi ürün verilmek zorundadır. Japonya’da Pazar sonrası takip sürecinde yerine vermek kabul edilmez. Risk Yönetimi Dairesinde Yürütülen Biyoteknolojik Ürünlere İlişkin Faaliyetler 1.“Biyobenzer Tıbbi Ürünlere İlişkin Kılavuz”da biyobenzer ürünler için risk yönetimi planı sunma zorunluluğu getirilmiştir. Bunun üzerine “Risk Yönetim Sistemleri Kılavuzu” hazırlanmış ve 10.05.2011 tarihinde yayımlanmıştır. 2. “İlaçların Güvenliliği Hakkında Yönetmelik” 15 Nisan 2014 tarih ve 28973 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır. Söz konusu yönetmelik ile ruhsat sahibinin; a) Yeni bir etkin madde içeren ilaçlar, biyoteknolojik ilaçlar, biyobenzer ilaçlar ve orijinal ilaç için ilave risk minimizasyonu etkinliklerinin gerekliliği tespit edilmiş jenerik ilaçların ruhsat başvurusu sırasında, b) Biyoteknolojik kaynaklı veya biyobenzer ruhsatlı ilaçlar için yeni üretim işlemi kullanılması durumunda, c) Ruhsat öncesi veya ruhsat sonrası Kurum tarafından istenmesi halinde, ç) Bir ilacın yaşam döngüsünün herhangi bir evresinde tespit edilen bir güvenlilik sorunu olduğunda, başvuru/ruhsat sahibinin girişimiyle risk yönetim planı sunması zorunlu hale getirilmiştir. 3. Risk Yönetimi Dairesi’nde biyoteknolojik ürünlerin risk minimizasyonuna ilişkin yürütülen bir diğer faaliyet de “ilaç güvenlik izlem formu” ve “hasta onay formu” uygulamasıdır. Bu uygulamalar TNF alfa blokerleri olarak bilinen grup ilaçların (infliksimab, adalimumab, etanercept, kanakinumab, abatacept, ustekinumab, golimumab, tosilizumab ve sertolizumab) risklerini minimize etmek amacıyla yürütülmektedir. İlaç güvenlik izlem formu söz konusu ilacın kullanımına bağlı oluşabilecek riskleri ve bu riskleri minimize etmekte etkili olabilecek testlere dikkat çekmekte, hastanın durumuna ilişkin değerlendirmenin üç uzman hekim tarafından incelenmesinin sağlanmasını hedeflemektedir. İlacın bu formla reçete edilmesi koşulu ile geri ödemesi yapılabildiğinden ilacın kullanımında söz konusu form kullanılmak zorundadır. 4.Yeni yayımlanan Yönetmelik’e göre ruhsat sahibinin enfeksiyon ajanının ilaç aracılığı ile bulaştığı şüphesi varsa söz konusu bilginin alınmasını takiben derhal Kuruma bildirmesi gerekmektedir. 5.Yeni yayımlanan Yönetmelikle ruhsat sahiplerinin, plazma kaynaklı biyolojik ürünler ve aşılarla meydana gelen şüpheli advers reaksiyonları TÜFAM’a bildirirken her olguya ait seri numarasını bildirmesi zorunlu hale getirilmiştir. SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 21 kapakkonusu İEİS, 2014 ULUSLARARASI BİYOTEKNOLOJİ KONVANSİYONUNDA YER ALDI Biyoteknoloji alanında dünyanın en önemli organizasyonlarından biri olan ve her yıl Amerika Birleşik Devletleri’nde düzenlenen Uluslararası Biyoteknoloji Konvansiyonu, bu yıl 23–26 Haziran tarihlerinde San Diego’da gerçekleşti. İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası Türkiye Pavilyonu’nda yerini aldı. Konusunda dünyanın en büyük organizasyonlarından birisi olarak nitelendirilen Uluslararası Biyoteknoloji Konvansiyonu, biyoteknoloji alanında faaliyet gösteren binlerce kurum ve kuruluşu bir araya getirerek, ikili ilişkileri geliştirmek ve çeşitli yatırım bağlantıları kurmak açısından önemli fırsatlar sundu. İlaç sektörünün etkin ve geniş kapsamlı şekilde yer aldığı BIO 2014 Uluslararası Konvansiyonu’na Türkiye, Kalkınma Bakanı Sayın Cevdet Yılmaz Başkanlığı’nda bir heyetle, Başba- Turgut Tokgöz İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası Genel Sekreteri 22 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 kanlık Yatırım ve Destek Ajansı koordinasyonunda üçüncü kez katıldı. Türkiye Pavilyonunda, geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi yer alan İEİS standında, Sendika üyesi firmalar ile Türkiye İlaç İhracatçılar Platformu’nun tanıtımı yapıldı. “Hedefimiz; Dünyanın önde gelen ilaç üreticilerinden ve ihracatçılarından birisi konumuna gelmek ve Ar-Ge yetkinliğimizi artırmak” İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası Genel Sekreteri Turgut Tokgöz yaptığı açıklamada; “Türkiye ilaç endüstrimizde, uzun yıllara dayanan uluslararası kalite standartlarında üretim deneyimi mevcuttur. Kaliteli insan gücü ve yüksek teknolojisi ile gelişmiş ülkelerle rekabet edebilecek potansiyele sahip olan endüstrinin ürünleri, 150’den fazla ülkeye ihraç edilmektedir. İlaç Endüstrisi İşverenler Sendikası olarak, endüstrimiz için, dünyanın önde gelen ilaç üreticilerinden ve ihracatçılarından birisi konu- muna gelmek ve Ar-Ge yetkinliğimizi artırmak hedeflerini belirledik. Son yıllarda, ilaç firmalarımız Ar-Ge alanında yatırımlara yönelmektedir. Endüstrimizde akredite edilmiş ArGe merkezi sayısı hızla artmaktadır. Ar-Ge merkezlerinin teşviklerinden yararlanabilmesi için gereken 50 tam zaman Ar-Ge personeli sayısının önerilerimiz doğrultusunda Bakanlar Kurulu tarafından 30’a indirilmesiyle bu sayı önümüzdeki süreçte daha da artacaktır. Ar-Ge alanı doğru stratejik planlamalarla desteklenirse ülkemiz katma değerli eşdeğer ürünler ve biyobenzer ürünler üretmekle kalmayacak aynı zamanda bu ürünleri ihraç eden bir konuma gelmesi sağlanabilecektir.” dedi. Biyoteknolojik ürünlerin Dünya ilaç pazarındaki yeri güçleniyor... Biyoteknolojik ürünler; dünya ilaç pazarındaki yerini gittikçe güçlendirdiğini ve Türkiye’de de dünyadaki gelişmelere paralel olarak biyotekno- lojik ilaçların üretimine geçilmesinin zorunlu göründüğünü ifade eden Tokgöz “Biyoteknoloji alanı, özellikle uzun yıllara dayanan üretim kültürümüzün bulunduğu konvansiyonel ilaç alanına göre, birikimimizin göreceli olarak daha az olduğu ve yetkinliklerimizin hızla geliştirilmesi gereken bir alandır. Bildiğiniz üzere, Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan da, medikal biyoteknolojiyi ülkemizin geleceğini şekillendirecek en kilit alanlardan birisi olarak değerlendirdi. Ülkemizin hedefini, Sendikamızın da hedefleriyle örtüşür şekilde, biyoteknolojik/ biyobenzer ürünler başta olmak üzere daha yüksek katma değerli ilaçlar üreten rekabetçi bir yapıya kavuşmak olarak açıkladı. Biyoteknolojik ilaçlar kimyasal bileşimler yerine biyolojik yöntemlerle, organizmalardan ve canlı sistemlerden üretilen ürünlerdir. Biyobenzerler ise referans biyoteknolojik ürünlerin patent süresi dolduktan sonra üretilen versiyonlarıdır. Biyoteknolojik ürünler; dünya ilaç pazarındaki yerini gittikçe güçlendirmektedir. 2000 yılında dünya ilaç pazarının %10’una sahip olan bu ürünlerin payları bugün %20 ’lere yaklaşmış durumdadır. Sentez kimyasıyla üretilen ürünler gittikçe azalıyor, birçok firma biyoteknoloji alanına girmek için adım atıyor. Türkiye’de biyoteknolojik ürünlerin toplam pazar büyüklüğü 1,7 milyar TL’ye ulaşmış olup, bu rakam toplam ilaç pazarının yaklaşık %13’ünü oluşturuyor. Biyobenzer ilaçların bu pazar içindeki payı %1,4 gibi düşük bir rakam olsa da hızlı büyüme kaydettiği gözleniyor. Firmalarımız bu alanda çalışmalara başlamıştır. Kamunun destek mekanizmaları da bu alanın gelişimi açısından son derece olumludur. Üretim ve Ar-Ge yatırımlarına verilen teşviklere ek olarak Sosyal Güvenlik Kurumu politikaları da yurtiçinde geliştirilen ve üretilen ürünleri destekleyici yönde olmalı ve bu yönde adımlar atılmalıdır.” dedi. Türkiye’de biyoteknolojik ürünler, toplam ilaç pazarının yaklaşık %13’ünü oluşturuyor. SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 23 kapakkonusu İNOVASYON Türkçede İnovasyon kelimesi ” yenilik, yenileme, yenileşim” gibi kelimelerle karşılanmaktadır. Lakin bu karşılanmalar tam olarak doğru sonucu vermemektedir. inovasyon ile yeniliğin birbirinden farklı değerler yarattığına inanılmaktadır. İnovasyon dünya ekonomisinde bulunan şirketler için her zaman önemli bir öneme sahipti lakin son dönemlerde önemini kat ve kat arttırmıştır. “Yeni bir fikrin değer yaratan uygulaması” olarak tanımlanabilecek inovasyon, işletmelerin farklılaşmalarını, kara geçmelerini, diğer işletmeler ile rekabet etmeleri açısından önemli bir unsurudur. Bir şeyin gerçek anlamda inovasyon olabilmesi için üç temel ögeyi içermesi gerekmektedir. • Özgün olmalıdır. • Bir değer yaratmalıdır. • Değiş tokuş değeri bulunmalıdır. İnovasyon özgün olmalıdır; İnovasyon gerçekleştirildiği esnada, bunun dünyada farklı bir örneğinin bulunmaması, tamamen özgün olması gerekmektedir. Bir değer yaratmalıdır; Gerçekleştirilecek olan inovasyonun müşteri tarafında değer yaratıyor olması oldukça önemlidir. İşletmenin kendisinin ürünlerinin ya da hizmetlerinin insan yaşamasında pozitif bir değer yaratması gerekmektedir. Değiş Tokuş Değeri Olmalıdır; Tüm bu çalışmaların sonunda müşteri tarafında yaratılan değer algılanacak, ürünü tercih edecek bu durumda şirkete kazanç ve yarar sağlamış olacaktır. Bu durumda genellikle parasal değiş tokuş gerçekleşecektir. 24 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 İnovasyonun tıbba kazandırdığı en önemli 10 yenilik Dijital, robotik ve 3D yazıcı teknolojilerinin birçok yenilik sunduğu tıp, inovasyon sayesinde geçmişte mümkün olmayan tedavileri geçerli kılarken, tedavi süreçlerini ciddi ölçüde kısaltıyor. İnovasyon, gelişen teknolojilerin tıbba uygulanmasını ve birçok yeni tedavi geliştirilmesi adına en önemli rolü oynuyor. 3D yazıcılarda üretilen protezler, hasta bilgi ve rötgenlerinin birkaç dakika içinde cerrahlara iletilmesini sağlayan dijital teknolojiler ve ameliyatların başarı oranını artırdığı gibi sürelerini kısaltan robotlar, tıp dünyasına çok büyük katkılarda bulunuyor. Ancak hastanelerden polikliniklere ve araştırma laboratuvarlarına kadar tüm sağlık sistemine katkıda bulunan değişimler, inovasyon sayesinde atılıyor. Bilim insanları, yeni aşı yöntemlerinden alçılara kadar her türlü tedavi alanında yöntem ve araçları geliştirdiği gibi, programlama ve operasyon alanında da büyük zaman ve maliyet tasarrufu sağlanıyor. İnovasyonun tıbba kazandırdığı en önemli 10 yenilik şu şekilde sıralanabilir: 1- Kontrol listeleri: Bir hastanın ameliyata hazırlanmasından rutin bir kontrole girmesine kadar düzenin mükemmel işlemesi artık mümkün. 2- Davranışsal ekonomi: Kilo kaybetmek için başvurduğumuz teşviklerden, doktorların programlarını ayarlamasına kadar sağlık alanında yeni bakış açıları doğuyor. 3- Hastalara özel portal: Hastalar, güvenli web sayfalarında randevularını, tedavi süreçlerini görebiliyor, doktorlarıyla iletişime geçebiliyor. 4- Ödeme yenilikleri: Yapılan işlerin boyutuna göre değil, başarılı ve iyi sonuç alınan işlemleri ödüllendiren sistem norm haline geliyor. 5- Kanıta dayalı karar verme: Elektronik tıbbi veriler, doktor ve hemşirelerin belli durumlarda doğru kararı vermesini sağlıyor. 6- Hasta kontrolü: Doktorlar, hastaları sadece kendilerine başvurduklarında tedavi etmek yerine paylaşarak koordineli tedavi uyguluyor. 7- Yenilenebilir ilaçlar: Kök hücre tedavisinin başı çektiği yeni çözümler, başta sinir hastalıkları olmak üzere birçok alanda yeni kapılar açıyor. 8- Görsel kontroller: Sağlık kontrolleri, telekonferans şeklinde yapılacak ve gerekli değerler ölçülebilecek. 9- Genetik yöntemler: Hastaların genetik profilleri çıkarılarak doktorlara tedavi bulma ve geliştirmede yeni bakış açıları sunacak. 10- Robotik teknolojisi: Doktorlara daha hızlı işlem imkanı sağlayan, başarı oranını artıran ve ameliyat sürelerini kısaltan robotlar inovasyonun tıbba entegre ettiği en büyük yeniliklerden biri. kapakkonusu GE SAĞLIK YAŞAM BİLİMLERİ, TÜRKİYE’NİN SAĞLIK HİZMETLERİNDEKİ DÖNÜŞÜM VİZYONUNA DESTEK VERİYOR GE Sağlık’ın Yaşam Bilimleri bölümünün Doğu ve Afrika Gelişmekte Olan Ülkeler Genel Müdürü Myra Eskes, Türkiye’nin biyolojik ilaç imalatında yenilikçi ve esnek bir yaklaşım benimseyerek küresel tıbbi ürünler endüstrisinde ilerleme ve gelişme fırsatına sahip olduğunu belirtti. Myra ESKES GE Sağlık/ Yaşam Bilimleri, Doğu ve Afrika Gelişmekte Olan Ülkeler Bölgesi Genel Müdürü Artan yaşlılık oranları ve yaşam tarzına bağlı oluşan hastalıklara karşı geliştirilen umut verici yeni nesil biyolojik ürünlerle yeni ilaçlara, biyobenzer ürünlere ve aşılara olan talepte coğrafi değişimler meydana geliyor. Gelişmekte olan pazarlarda biyoloji bilimi, biyofarmasötik yöntemler ve kişiselleştirilmiş tıp alanlarının orta26 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 ya çıkışı, sağlık hakkındaki düşünme biçimimizi ciddi ölçüde dönüştürme potansiyeline sahip ve GE’nin inovasyon taahhüdünün tam merkezinde yer almaktadır. Türkiye hem yerel ihtiyaçları, hem de küresel talebi karşılayabilmek için biyolojik üretimde gerçekleşen teknolojik ilerlemelerden faydalanabilecek mükemmel bir konuma sahiptir. Epidemiyolojik, sosyal, ekonomik ve demografik eğilimler, büyük finansal baskı altında olan sağlık hizmeti sistemlerinin karşılayabileceği fiyatlara sahip yeni ilaç ve aşılara erişime olan ihtiyacı değiştiriyor. Dünya Sağlık Ör- gütü verileri dünyadaki kanser vakalarının %60’ının Asya, Afrika, Orta ve Güney Amerika’da meydana geldiğini gösteriyor.1 Uluslararası Diyabet Federasyonuna göre Türkiye, 2035 yılında en çok şeker hastasına sahip ülkelere ait küresel tabloda 9. sırada yer alacak (yaşları 20 ve 79 arasında olan 11,9 milyon hasta)2. Dünya Sağlık Örgütü verileri bunun yanı sıra aşıların her sene 2 ila 3 milyon kişinin hayatını kurtardığını da gösteriyor.3 1http://www.who.int/cancer/en/ 2http://www.idf.org/sites/default/files/ EN_6E_Atlas_Full_0.pdf 3http://www.who.int/campaigns/immunization-week/2014/en/ Diğer taraftan, günümüzde dünya üzerinde en çok satılan on ilaçtan yedisinin biyolojik kökenli olduğu gerçeği karşımıza çıkmaktadır. 4 Biyolojik ilaç devrimi, dünyanın artan hastalık sayısıyla baş edebilmesi açısından son derece kritik bir rol oynamaktadır. Güncel biyolojik esaslı ilaç üretimi büyük çoğunlukla Batı Avrupa ve ABD’de gerçekleşmekteyken; demografik koşullar ve hastalık epidemiyolojisi bu ürünlere olan talebin halihazırda yerel üretim kapasitesine sahip olmayan ülke ve bölgelerde arttığınıgöstermektedir. Bu durum küresel biyolojik kökenli ilaç endüstrisinin “esnek” ve “tek kullanımlık” üretime doğru kaydığı gerçeği ile birleştirildiğinde, ister monoklonal antikorlar, ister aşılar veya insülin olsun vatandaşlarının sağlık hizmeti ihtiyaçlarını (makul yatırım seviyeleri ile daha kaliteli tedavi ve aşılara olan erişimi artırma), esnek ve tek kullanımlık biyofarmasötik ilaçların kullanıldığı yerel biyolojik tıbbi ürün üretimini geliştirerek karşılamak isteyen hükümetler için büyük bir fırsat doğurmaktadır. Esnek biyofarmasötik fabrika tek kullanım teknolojisi, ileri süreç oto4http://www.genengnews.com/insightand-intelligenceand153/the-top-25-bestselling-drugs-of-2013/77900053/ masyonu ve kompakt, temiz odalar kullanan modüler ve taşınabilir bir platformdur. Bu fabrikalar önceki “satış rekorları kıran” ilaçların üretim ölçeğine ihtiyaç duymayan küçük pazarlara özgü tıbbi ürünlerin yükselişiyle birlikte daha da önem kazanmaktadır. Bu ilaçlar küçük hasta toplulukları için daha düşük miktarlarda üretildiklerinden daha etkindir ve dolayısıyla esnek ve kullan at yaklaşımına sahip olduklarından maliyet ve zaman açısından da avantajlıdır. Esnek fabrika platformları risk ve sermaye maliyetlerini düşürürken, hızı artırarak biyolojik üretim kapasitesinin hayata geçirilmesini de ivmelendiriyor. Bu yaklaşım yeni bir üretim tesisinin, geleneksel fabrikalara göre %50 ile %80 arasında daha düşük maliyetle 9 ile 18 ay arasında (geleneksel teknoloji ile 3 -5 yıl arasında) faaliyete geçebileceği anlamına gelmekte. Bu sayede nüfusunun artan sağlık taleplerini karşılayabilmede biyolojik ilaç üretimi kapasitesini artırmak isteyen bir ülke için önemli bir seçenek oluşturmaktadır. Türkiye’de biyolojik esaslı ilaç sektörünün gelişimi için mevcut yerel ilaç endüstrisinin gücünden yararlanılabilir. GE Sağlık, Yaşam Bilimleri bölümü, Doğu ve Afrika Gelişen Pazarlar bölgesinin merkezini İstanbul’da konumlandırdı. GE, yerel ve yabancı Myra ESKES yatırımcıları biyofarmasötik ilaç üretimi konusunda desteklemek için Türkiye’de yatırım yapmakta. Ortakları ile birlikte ilgili teknolojiler, eğitim ve öğrenim, performans optimizasyonu, hastane tasarımı ve uygun maliyetli finansman dahil olmak üzere GE Sağlık portföyünün tüm olanaklarından faydalanarak çözümler geliştirme ve sunmaya odaklanan GE, Türkiye’nin ortaya koyduğu 2023 hedeflerine paralel olarak tüm uzmanlık ve yetkinliği ile Türkiye’nin sağlık hizmetleri alanındaki dönüşüm vizyonuna destek vermeye kararlıdır. SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 27 portre “Tüm sektörlerde olduğu gibi ilaç sektöründe de yenilikçilik büyük önem taşıyor.” GÜLDEM BERKMAN Novartis Türkiye Ülke Başkanı 2013 yılı Türkiye ilaç sektörü için nasıl geçti? Türkiye’de 2009 yılında başlayan global bütçe uygulaması ve etkileri devam ediyor. Geçtiğimiz yıllar zarfında yapılan yoğun fiyat indirimleri ve kur farkının karşılanmamış olması nedeniyle ilaç fiyatlarının halen olması gereken değerin çok altında olduğunu söyleyebiliriz. %41 dolayındaki fiyat indirimlerinin yanı sıra, ilaç fiyatları belirlenirken 2009 yılından bu yana 1,95 TL seviyesinde uygulanan Euro/TL kuru ile mevcut kur arasındaki %50’lere varan fark nedeniyle Türkiye’de ilaç fiyatları Avrupa’nın %60-70 seviyelerinde daha aşağıda belirlenmekte. Tüm bu nedenlerle 2013 yılının ilaç sektörü için yine sıkıntılı bir yıl olduğunu söyleyebiliriz. Mevcut sıkıntılara karşın, Türkiye ilaç endüstrisinin, hastaların herhangi bir 28 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 şekilde mağduriyet yaşamaması adına büyük bir özveriyle çalışmalarına devam ettiği görülüyor. Bugün çok sayıda uluslararası şirketin, bölgesel merkezlerini Türkiye’ye taşımaları tüm koşullara rağmen, ülkenin bölgesel gücünü ve değerini göstermesi açısından olumlu diye düşünüyoruz. 2013 yılı Novartis Türkiye açısından nasıl geçti? Değerlendirir misiniz? Novartis olarak 2013 yılında çok önemli bazı yenilikçi tedavilerimizi Türk hastalarımıza da ulaştırdık. Türkiye ilaç sektöründe son yıllarda meydana gelen büyük değişimi gereken tüm yapısal ve stratejik düzenlemeler ile oldukça iyi yönetmiş olduğumuzu gördük. İş sonuçlarımızın ötesinde çalışan bağlılığımız zaten yüksekti, genel ortalamada 8 puan daha arttı. Bu global ortalamanın üstünde bir rakam, bu açıdan çok kıymetli buluyorum. 2013 yılı bizim için bol ödüllü bir yıl oldu. Great Place To Work® Enstitüsü “Dünyanın En İyi Çok Uluslu İşyeri Ödülleri”nde en iyi 25 çok uluslu işveren arasında yer aldık. Bu ödül, insana değere veren bakış açımızı tescillemiş oluyor. Yine 2013 yılı içerisinde klinik çalışmalar alanında en prestijli ödüller arasında yer alan “SCRS Eagle Awards”ta “En İyi Klinik Araştırma Merkezi Ortaklığı” alanında ödüle layık görüldük. Novartis olarak araştırma-geliştirmeye çok önem veriyoruz; dolayısıyla bu tür bilimsel oluşumların çabamızı takdir etmesi bizim için çok önemli. Yine son birkaç yıldır dünyanın önemli yayınları tarafından en beğenilen ilaç şirketi seçildik; Globalde Fortune Dergisi’ni, Türkiye’de Capital Dergisini bunlara bir örnek olarak verebilirim. 140 ülkenin katıldığı Novartis İnsan Kaynakları Ödüllerinin de bu yıl “Çeşitlilik ve Dahil Etme” ve “ İnovasyon” dallarında 2 ödül birden alarak büyük bir başarıya imza attık. Satın alma, Finans ve IT departmanlarımız da çeşitli global ödüllerle başarılı bulundular. Yine IT bölümümüzün gerçekleştirdiği MIRROR projesi ABD’li pazar araştırma ve analiz şirketi International Data Corporation’un Türkiye Ofisi tarafından yapılan “Mobil İş Zekası” yarışmasında sağlık kategorisinde birincilik ödülü aldı. Sağlık İletişimi alanında da sosyal medya ve hastalıklara yönelik bilinçlendirme kampanyalarımızla birçok ödül alarak paydaşlarımız tarafından takdir edildiğimizi görmekten mutluluk duyuyoruz. Novartis’in Türkiye’deki yeri nedir ve Novartis Türkiye’nin Novartis Global için önemi nedir? Novartis olarak Türkiye’de de ilaç sektörünün lider firmalarından biriyiz. Türkiye’de yaklaşık 2300 çalışanımız ile 1955 yılından bu yana üretim pazarlama, ilaç Ar-Ge’si faaliyetlerini yürütüyoruz. Biri hammadde olmak üzere 4 üretim tesisimiz bulunuyor. Aralarında Japonya, İsviçre, Güney Kore, ABD olmak üzere yaklaşık 100 ülkeye ihracat yapıyoruz ve son 8 yıldır Sandoz ile Türkiye’nin ilaç alanında ilk üç firmasından biriyiz. Türkiye; coğrafi konumu, üretim ve yönetimdeki nitelikleri, insan kaynağı ve büyüyen ekonomisi ile global ilaç endüstrisi için yatırım potansiyeline sahip. Ülkemizin potansiyeli ve bölgedeki etkin rolü nedeniyle Novartis şirketler grubunda, Türkiye’nin gelişmekte olan ülkeler içinde stratejik bir yeri bulunuyor. Gelecek yıl Türkiye’deki 60. Yılımızı kutluyor olacağız. Türkiye’ye olan 60 yıllık güven ve inancımızla daha uzun yıllar hastalarımıza mümkün olan en yeni tedavileri ulaştırmak üzere tüm gayretimizle çalışmaya devam edeceğiz. toplumun değişen ihtiyaçlarına yönelik sağlık çözümleri sunuyoruz. Yenilikçi ilaçlar, göz ürünleri, tasarruf sağlayan jenerik ilaçlar, koruyucu aşılar ve tanı araçları ile reçetesiz ilaçlar ve hayvan sağlığı ürünlerinden oluşan geniş bir portföye sahip olan Novartis, bu alanların tümünde faaliyet gösteren önde gelen firmalardan biri. Yenilikçiliğe sürekli yatırım yaparak sağlık ürünleri portföyümüzü güçlendirme stratejisi izliyoruz. Yeni ve daha iyi ilaçları en çabuk şekilde pazara ulaştırmayı amaçlayan Novartis’te arge çalışmaları son derece akıcı bir biçimde yürütülüyor. Portföyümüzün; hastaların ve toplumların farklı ve genellikle karmaşık yapıdaki ihtiyaçlarına en iyi şekilde yanıt verdiğine inanıyoruz. Novartis, sağlık alanında geniş bir yelpazede yenilikçilik alanında liderlik yapmak, paydaşlarımızla yakın işbirliği yapmak ve hastalarımıza yenilikçi çözümler sunmak için uygun pozisyonda bulunuyor. Novartis’in stratejisi odaklı çeşitliliğe dayanıyor. Benzersiz genişlikteki ticari portföyümüz büyüyen, yenilikçiliği ödüllendiren ve hastaların yaşamlarını iyileştiren, bilimsel inovasyona dayanan alanlara odaklanıyor. Novartis olarak Ar-ge yatırımlarınızdan bahseder misiniz? Ar-ge’ye ne kadar önem veriyorsunuz? İnovasyona yaklaşımınız nedir? Novartis olarak, geniş portfoyümüzle hastalarımızın karşılanmamış ihtiyaçlarına yenilikçi çözümler bulmak amacıyla çalışıyoruz. Bu çözümlerin onların hayatını kolaylaştırması ve yaşam kalitesini artırması bizim için en değerli ödül. Geliştirme çalışmaları devam eden 140 dolayında molekül ile sektörün en güçlü ürün portföylerinden birine sahibiz. 2013 yılında 9.6 milyar doları Ar-Ge yatırımlarına kanalize eden Novartis’in gelecek ürün portföyünde kanser, solunum hastalıkları, metabolizma hastalıkları, enfeksiyonlar, otoimmün hastalıklar ve göz hastalıklarının tedavisine yönelik ilaçlar yer alıyor. Novartis olarak inovasyona büyük önem veriyoruz. Tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de, hastaların ve Novartis, Türkiye’de uluslararası ilaç firmaları tarafından gerçekleştirilen Ar-Ge yatırımının %20’sini tek başına gerçekleştiriyor. Novartis olarak ülkemizin ilaç Ar-Ge’sine katkı sağlamaya devam edeceğiz. İstanbul Üniversitesi işbirliği ile Temmuz 2011’de açtığımız İlaç Araştırmaları Birimi ile İstanbul Üniversitesi’nde yürüttüğümüz klinik çalışma sayısını, AR-GE yatırımını artırmayı ve Türkiye çapında araştırmacı eğitim programları düzenlemeyi hedefliyoruz. İstanbul Üniversitesi işbirliğiyle artması hedeflenen klinik çalışmalar çerçevesinde bu alanda yapılan ödemelerin iyileştirilmesi konusunda da örnek bir model oluşturmayı arzu ediyoruz. Uluslararası Biyoteknoloji Programlarına eğitim amaçlı katılım sağlıyoruz. 1. Ulusal Nadir Hastalıklar ve Yetim İlaçlar Konferansı sponsoru olarak bu alanda da desteğimizi ortaya koyduk. Novartis’in düzenlediği Biocamp projesiyle dünyanın çeşitli ülkelerden seçilen başarılı gençler her yıl Basel’de yapılan bilimsel etkiniklere katılarak küresel bir networkün içinde yer alma ve Novartis’in en üst düzey yönetici ve bilim adamlarıyla tanışma imkanına erişiyorlar. İlaç keşif sürecini biraz anlatır mısınız? Novartis’te yürütülen tüm ilaç keşif çalışmalarının merkezinde hasta yer alıyor. Bilim adamları, araştırma çalışmalarında hangi hastalıklara odaklanılacağına karar verirken iki soruya yanıt arıyor: Hastalığın altında yatan neden ya da mekanizmaya ilişkin anlamlı düzeyde bilgiye halihazırda sahip miyiz ya da elde edebilir miyiz ve bu hastalıkta önemli düzeyde karşılanmamış bir tıbbi ihtiyaç bulunuyor mu? Eğer her iki soruya da olumlu yanıt verilebiliyorsa, hastalığı daha iyi anlama ve etkili tedavi bulmaya yönelik bir araştırma programı oluşturuluyor. Bilimsel keşif sürecinin ilk evresinde, gerek kendi keşiflerimiz gerekse dışarıda iş birliği yaptığımız tarafların keşifleri kullanılarak hangi faktörlerin hastalığa neden olduğu moleküler düzeyde inceleniyor. Gerek hastalıkla ilgili hastaların deneyimlerinde gerekse beşeri biyoloji, kimya ve genetik alanlarında giderek artan bilgi düzeyimizin bir parçasını oluşturan, geçmişe uzanan tıbbi ve bilimsel bilgi birikiminin özetleri arasında ipuçları aranıyor. SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 29 haber Türkiye’deki Ar-ge çalışmalarını değerlendirir misiniz? Novartis olarak yürüttüğünüz ar-ge çalışmalarının ne kadarı Türkiye’de yapılıyor? İlaç sektörü, dünyada yüksek katma değer yaratan, ulusal ve uluslararası rekabetin yoğun olduğu stratejik öneme sahip bir sektör. Tüm sektörlerde olduğu gibi ilaç sektöründe de yenilikçilik büyük önem taşıyor. Yenilikçiliği teşvik eden, şeffaf, öngörülebilir politikalar oluşturulursa ve sürdürülebilir bir sistem kurulması için yapısal reformlar gerçekleştirilirse, Türkiye yakın bir gelecekte ilaç sektörü için bölgesel bir üs haline gelebilecek potansiyele sahip. Nitekim bugün baktığımızda çok sayıda şirketin Türkiye’yi yönetim üssü konumuna getirdiğini görüyoruz. Türkiye’nin inovasyon kapasitesini artıracak reformlarla bilimsel altyapısını güçlendirmesi, araştırma kuruluşlarının altyapı ve kaynak imkanlarının geliştirilmesi, Ar-Ge yatırımlarının desteklenmesi ve fikri mülkiyet haklarının etkin biçimde korunması ile bu alanda gerekli ortamın sağlanması önemlidir. Bu adımlar atıldıktan sonra Türkiye, global Ar-Ge yatırımları ve çalışmalarında ciddi bir atılım yapabilecek, önemli bir fark yaratabilecektir. Türkiye’nin, bölgedeki lojistik, politik ve ekonomik üstünlükleri ile bölgesel lider kimliğini yatırımlarda da gerekli ivmeyi sağlayarak ciddi bir avantaja çevirmesi söz konusu olabilecektir. AİFD Vizyon 2023 Raporunda belirtildiği üzere yılda 1 milyar dolar dolayında Ar-Ge yatırımı çekme potansiyelimiz bulunmakta. Bunu mutlaka Türkiye ve hastalarımız adına önemli bir fırsata çevirmeliyiz diye düşünüyorum. Novartis olarak biz tek başımıza Türkiye’deki ilaç Ar-Ge’sinin %20 sini yürütüyoruz diyebilirim. Bahsi geçen düzenlemelerin yapılması halinde bu alandaki yatırımlarımızı artırabilmeyi arzu ediyoruz. 30 lıklarının tedavisine yönelik ilaçlara odaklanıyoruz. Türkiye’nin biyoteknoloji alanındaki atılımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Son dönemde Başbakanımız Sayın Erdoğan’ın biyoteknoloji alanında son derece önemli açıklamaları bulunuyor. Sayın Erdoğan Türkiye’de 2000 yılında 3.4 milyar lira olan Ar-Ge harcamalarının 2012’de 13 milyarın üzerine çıktığını açıkladı. Son derece önemli gelişmelerden söz ediliyor. Novartis olarak Türkiye’de bu alanda yapılacak çalışmalarda iş birliği içerisinde olmaktan mutluluk duyarız. Kişiye özel ilaç konusunda görüşleriniz neler? Bu konuda ne tür çalışmalar yürütülüyor? Novartis olarak geliştirdiğimiz T-hücre tedavisi olarak isimlendirilen tedavi yöntemi son dönemde öne çıkmakta. Bu tedavi seçeneğini kısaca anlatacak olursak, kanınız alınıyor, işleniyor ve kanserli proteinlerle savaşmak üzere geri vücudunuza gönderiliyor. Sonuç: İnsan hayatı adına gerçek bir başarı. Kendi hücreleriniz kanserli hücrelerle savaşıyor, ve kazanıyor. Bir süre önce lösemi hastası olan 9 yaşındaki Emily Whitehead isimli bir hastamızın bu tedavi sayesinde bugün rahatça arkadaşlarıyla koşup oynaması bu tedavi alternatifi konusunda umut veriyor. Bu Novartis’teki bilimsel dokunuşun insan hayatına kattığı değerin en elle tutulur hali diyebiliriz. Ar-ge aşamasında birçok ilacınızın bulunduğunu belirttiniz? Novartis hangi tedavilere odaklanıyor? Diğer bir heyecan verici tedavi yaklaşımımız ise Tedavisiz Remisyon denilen yeni bir yöntem. Onkoloji alanında çalışan bilim insanlarımız bu tedavi yaklaşımını hayata geçirmeden önce hastaları ve ihtiyaçlarını dinlediler. Hepsinin ortak ihtiyacı daha fazla ilaç kullanmamak yönündeydi. Bu tercihe yönelik geliştirilen tedavi yaklaşımı ise ilaç tedavisine istenilen yanıtı veren hastalarda, tedavisiz olarak hastaların takip edilmesi. Bugün sadece KML alanında geçerli olan bu yaklaşımın gelecekte birçok hastaya umut olması bekleniyor. Kanser, solunum hastalıkları, metabolizma hastalıkları, enfeksiyonlar, otoimmün hastalıklar ve göz hasta- Bilimsel inovasyonda verimlilik son derece önemli diye düşünüyoruz. Bugün Novartis olarak Ar-Ge’de verim- SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 lilik anlamında her zaman bir adım önde ilerlemeye çalışıyoruz. Bunun altında yatan 2 temel yaklaşımımız: 1. Hedefli ve olası tedavi mekanizmalarını belirleyerek tedavilerin kısaltılması yönelik atılım, 2. Farklı terapötik alanlarda işleyen mekanizmaların birçok tedavi alanı için paralel yürütülmesi şeklinde açıklanabilir. Bir örnekle açıklamak gerekirse, anti-enflamatuvar bir tedavi seçeneğinin, aynı zamanda sedef, romatoid artirit ve astım için de paralel bir şekilde araştırılması olarak ifade edilebilir. Türkiye’de bulunan 4 üretim tesisinin yanı sıra farklı yatırımlar yapılması planlanıyor mu? Novartis’in gelecek planlarından bahseder misiniz? Kurtköy ve Gebze’de biri hammadde olmak üzere 4 üretim tesisimiz bulunuyor. Aralarında Japonya, İsviçre, Güney Kore, ABD olmak üzere yaklaşık 100 ülkeye ihracat yapıyoruz ve son 8 yıldır Sandoz ile Türkiye’nin ilaç ihracatında ilk 3 firmadan birisiyiz. Türkiye Novartis için, Çin, Rusya ve Hindistan gibi ülkelerin arasında ayrı bir öneme sahip. İhracat ve yatırım potansiyeli oldukça geniş bir ülkeyiz. Dolayısıyla gelecekte Türkiye’deki üretim kapasitesinin ve Ar-Ge yatırımlarının artırılması yönünde çalışmalarımız devam etmekte. 2014 ilaç sektörü ve Novartis açısından nasıl geçiyor? Beklentileriniz neler? Ülkemizde ilaca erişimin kolaylaşması ve nüfusun %98’inin sosyal güvenlik kapsamına alınması ile birlikte artan ilaç talebi, 2014 yılında da devam ediyor. Dolayısıyla ilaca ayrılan bütçenin kontrol altında tutulması hala gündemde. İlaç sektörünün 2014 yılında 2013 yılı ile paralel bir gelişme göstermesi ve sabit kurla %8 büyüyerek yaklaşık 10 milyar dolara ulaşması bekleniyor. Hacimsel artışı kontrol etmeye dair alınacak önlemler sayesinde ilaç birim fiyatlarında hayati hale gelen kur ayarlamasının bu yıl gerçekleşmesini bekliyoruz. 2014 yılında da ilaç endüstrisi dünya çapında Ar-Ge’ye yüksek bütçeler ayırmaya devam ediyor. Umuyoruz ki pek çok hastalığın tedavisi için yepyeni çözümler üretilecek. kapakkonusu AİFD, DÜNYANIN EN BÜYÜK BİYOTEKNOLOJİ BULUŞMASI BİYOTEKNOLOJİ KONFERANSINA KATILDI Araştırmacı İlaç Firmaları Derneği (AİFD), bu yıl Amerika Birleşik Devletleri’nin San Diego şehrinde düzenlenen ve biyoteknoloji alanında dünyanın en önemli etkinliklerinden biri olarak nitelendirilen Uluslararası Biyoteknoloji Konferansı’na katıldı. Konferansta Türkiye’yi, Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz’ın başkanlığında üst düzey hükümet yetkilileri, ilaç sektörü ve akademisyenlerden oluşan bir heyet temsil etti. AİFD, 3. kez katıldığı konferansta, 35 kişilik bir heyetle yer aldı. Konferansın son gününde düzenlenen oturuma konuşmacı olarak katılan Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz, önemli açıklamalarda bulundu. Türkiye’deki ilaç ruhsatlandırma sürecini hızlandıracak paralel başvuru uygulamasının devreye alınacağını açıklayan Bakan Yılmaz, ayrıca Sağlık Enstitüleri Başkanlığı’nın kurulacağı kararını da oturuma katılan uluslararası ve Türk katılımcılarla paylaştı. Sağlık Enstitüleri Başkanlığı’nın kurulmasını öngören kanunun yasalaşmasının ardından ilk 6 ay içinde Türkiye Kanser Enstitüsü ve Türkiye Sağlık Akreditasyon Enstitisü’nün kurulması hedefleniyor. Kronik hastalıklar, anne, çocuk ve ergen sağlığı, biyoteknoloji, geleneksel ve tamamlayıcı tıp enstitülerinin de 3 yıl içinde tamamlanmasıyla Türkiye’deki sağlık Ar-Ge’sine önemli katkılar sağlanacağı öngörülüyor. İlaç Ar-Ge’si ve Biyoteknoloji’de Türkiye küresel oyuncu olabilir “Uluslararası Biyoteknoloji Konferansı’nda AİFD heyetinin de gerçekleştirdiği temasların, hükümet temsilcilerinin yenilikçi ilaç sektörünün katkılarını değerlendirmek açısından önemli bir fırsat olduğunu belirten AİFD Genel Sekreteri ve Yürütme Kurulu Başkanı Osman Kara, Biyotekno32 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 loji Konferansı’nda yaşanan gelişmeleri şöyle değerlendirdi: “Türkiye ilaç sektörünün Ar-Ge ve üretimde uluslararası yatırımlardan daha fazla pay almasının, küresel rekabet gücüne sahip olabilmesinin önkoşulu istikrarlı bir yatırım ortamının sağlanması ve Türkiye’nin bu yatırımları çekmek için rekabet etmekte olduğu diğer ülkelere kıyasla daha avantajlı koşullar sunacak bir dönüşüm gerçekleştirmesi gerekmektedir. Uluslararası ilaç Ar-Ge yatırımları için ülkenin araştırma altyapısı, araştırmacı niteliği ve fikri mülkiyet düzenlemeleri belirleyici olmaktadır. Son dönemde, kamu tarafından hazırlanan plan ve strateji dokümanlarındaki vizyon ve yaklaşım; konferanstaki temaslar sırasında yapılan açıklamalar ilaç Ar-Ge’sine daha fazla yatırım yapan, daha katma değeri yüksek ilaç üreten ve daha fazla ihracat yapan bir Türkiye ilaç sektörü geliştirme iradesini açıkça yansıtmaktadır. Uluslararası ilaç sektörü yatırımlarında Türkiye’nin potansiyelini şimdiye dek neden gerçekleştiremediğini tespit edip düzeltebildiğimiz ve yenilikçiliği destekleyen politikaları ivedilikle uygulamaya koyabildiğimiz ölçüde tablonun Türkiye’nin lehine gelişeceğine inanıyoruz. 2023 Raporu”nda da önerdiğimiz eylem planına temel teşkil eden Temel ve Klinik Araştırma Yetkinliği ile Hizmet İhracatı, Üretim Yetkinliği ile Ürün İhracatı ve Yönetim Merkezi Olma ve Hizmet İhracatı hedeflerine yönelik iyileştirici ve düzenleyici politikalar uygulandığı takdirde, 2023 yılı itibarıyla 1,3 milyar ABD Doları dış ticaret fazlası veren ve yılda 1,7 milyar ABD Doları düzeyinde Ar-Ge yatırımı gerçekleştiren bir ilaç sektörüne sahip olmamız mümkündür.” İlaç ve Yaşam Bilimleri 20. Yüzyılın En Önemli Konularından Biyoteknoloji zirvesi için AİFD Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Emin Fadıllıoğlu şunları söyledi: Dünyada yaşlı nüfusun artması, ortalama yaşam süresinin uzaması ve sosyoekonomik değişimlere paralel olarak ilaç ve yaşam bilimleri 21. yüzyılın en önemli konularından biri haline geldi. Günümüzde sadece moleküler bazda değil, genetik ve biyoteknoloji alanlarında bilimin kaydettiği ilerleme ilaç sektörüne, insanlığa hizmet edecek yeni ilaçlar geliştirmek için Uluslararası Biyoteknoloji Konferansı, bizim için Türkiye ilaç sektörünün Ar-Ge ve üretim potansiyeline ve küresel bir oyuncu olacağına inancımızı yinelemek için önemli bir fırsat oluşturmuş, hükümetimiz tarafından da yenilikçiliği destekleyecek politikaların uygulamaya konulacağına dair olumlu mesajların verildiği önemli bir platform olmuştur. Bu politikalar uygulandığı takdirde, Onuncu 5 Yıllık Kalkınma Planı’nın ilaç sektörüne ilişkin hedeflerinin de gerçekleştirilebileceğini düşünüyoruz. Osman Kara AİFD’nin “Türkiye İlaç Sektörü Vizyon AİFD Genel Sekreteri ve Yürütme Kurulu Başkanı yeni ufuklar açmıştır. Ancak aynı zamanda ilaç Ar-Ge’si eskisine kıyasla çok daha karmaşık ve maliyetli bir süreç haline gelmiştir. Bu nedenle, ArGe çalışmaları artık sadece şirketlerin bünyesinde yapılmamakta, üniversiteler ve küçük ölçekli biyoteknoloji şirketleri tarafından ve/veya onlarla işbirliği içinde sürdürülmektedir. Bu dinamikler, yeni iş modelleri ve dolayısıyla Türkiye gibi ülkeler için önemli fırsatlar sunmaktadır. Cirosunun ortalama yaklaşık % 15’ini Ar-Ge yatırımlarına ayıran yenilikçi ilaç sektörü, tüm sektörleri geride bırakarak dünya Ar-Ge yatırımlarında birinci sırada yer almaktadır(1). 2013 yılında yenilikçi ilaç endüstrisinin tüm dünyada Ar-Ge için yaklaşık 135 milyar ABD doları yatırım yaptığı tahmin edilmektedir(2). Türkiye’de 2013 yılında yapılan klinik araştırma yatırımı 85 milyon USD(3) ile sınırlı kalmış, bir başka deyişle Türkiye global ilaç Ar-Ge harcamalarından ise yalnızca % 0,06 pay alabilmistir. Türkiye ilaç sektörünün Ar-Ge ve üretimde uluslararası yatırımlardan daha fazla pay almasının, küresel rekabet gücüne sahip olabilmesinin önkoşulu istikrarlı bir yatırım ortamının sağlanması ve Türkiye’nin bu yatırımları çekmek için rekabet etmekte olduğu diğer ülkelere kıyasla daha avantajlı koşullar sunacak bir dönüşüm gerçekleştirmesidir. Uluslararası ilaç sektörü yatırımlarında Türkiye’nin potansiyelini şimdiye dek neden gerçekleştiremediğini tespit edip düzeltebildiğimiz ve yenilikçiliği destekleyen politikaları uygulamaya koyabildiğimiz ölçüde tablo Türkiye lehine gelişecek, Türkiye’ye teknoloji transferi ve uluslararası ilaç Ar-Ge yatırımlarının çekilebilmesi ve Türkiye’nin sadece üreten değil teknoloji geliştiren ve katma değer yaratan bir yapıya kavuşturulması mümkün olacaktır. Türkiye için hedeflerimiz aynı Son dönemde, kamu kurum ve kuruluşlarınca hazırlanan ve ilaç sektörünün geleceğini belirleyecek plan ve strateji dokümanlarındaki vizyon ve yaklaşım da, kamu strateji ve politikalarının ilaç Ar-Ge’sine daha fazla yatırım yapan, katma değeri daha yüksek ilaç üreten ve daha fazla ihracat yapan bir Türkiye ilaç sektörü geliştirme iradesini yansıtmaktadır. Bu bağlamda, her yıl ABD’de düzenlenen Uluslararası Biyoteknoloji Konferansı (BIO International Convention) biyoteknoloji konusunda dünyanın en önemli platformlarından biridir. Türkiye’nin, bu konferansa 2012’den bu yana sırasıyla Bilim, Sanayi ve Teknoloji, Sağlık ve Kalkınma Bakanları başkanlığındaki üst düzey hükümet heyetiyle katılım sağlaması, ülkemizin inovasyon, yenilikçi ilaç ve biyoteknoloji alanındaki niyetini ve hedefini kanıtlayan çok önemli bir göstergedir. Önümüzdeki 10 yıl içinde Türkiye’nin 2023’e yönelik çok önemli hedefleri bulunuyor. İlaç sektörümüz ülkemizin bu hedeflere ulaşmasına katkıda bulunacak kilit sektörlerin başında gelmektedir. Ülkemiz ilaç sektörünün daha çok yatırım çeken, daha fazla üretim ve ihracat yapan, dış ticaret dengesine olumlu katkıda bulunan ve hastalarımıza uluslararası standartlarda hizmet kalitesi sunan bir yapıya kavuşmasını istiyoruz. AİFD olarak, 2012 yılından bu yana Türkiye delegasyonu ile birlikte katıldığımız Uluslararası Biyoteknoloji Konferansı’nı, gerek Türkiye’deki ilaç Ar-Ge ve üretim yatırım potansiyeline dikkat çekmek gerekse özellikle biyoteknoloji alanında Türkiye’de gerekli ekosistemi ve şartları sağladığımız takdirde, Türkiye ilaç sektörünün Ar-Ge ve üretim potansiyeline Dr. Emin Fadıllıoğlu AİFD Yönetim Kurulu Başkanı ve küresel bir oyuncu olacağına inancımızı yinelemek için bir fırsat olarak görüyor ve önemsiyoruz. İnanıyoruz ki, ülkemizde yenilikçiliği destekleyen doğru politikalar uygulandığı takdirde, 2023 yılı itibarı ile 1,3 milyar ABD doları dış ticaret fazlası veren ve yılda 1,7 milyar ABD doları düzeyinde Ar-Ge yatırımı gerçekleştiren bir ilaç sektörüne sahip olmamız mümkündür. 2015’te tüm ilaçların yarısı biyoteknoloji ürünü olacak Biyoteknolojik ilaçların gerek toplum sağlığı gerekse ekonomik açıdan ciddi katkıları bulunuyor. Bu ilaçların pazar payı dünyada her geçen yıl artıyor. Tüm dünyada 350 milyondan fazla hasta biyoteknolojik ilaçlarla tedavi görüyor, biyofarmasötikler, ayrıca nadir hastalıklar için tedavi alternatiflerinin geliştirilmesini sağlıyor. Biyofarmasötiklerin, topluma sunulan tüm ilaçların yaklaşık %20 ’sini oluşturduğu tahmin edilmekte ve 2015 yılında tüm ilaçların yaklaşık %50’sinin biyoteknoloji ürünü olması beklenmektedir. 1 Avrupa Komisyonu “2013 EU Industrial R&D Investment Scoreboard” Raporu 2 Evaluate Pharma, World Preview 2013, Outlook to 2018 3 AİFD tahmini (2013 yılı 18 AİFD üyesinin toplam yatırımı 74 milyon USD, bu firmaların yaklaşık payı ise 85%) SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 33 kapakkonusu NOVO NORDİSK VE İNOVASYON: 90 YILLIK İNOVASYON İLE DİYABETTE LİDER Türkiye’nin 2023 yılı itibariyle dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasında yer almayı hedeflemesiyle birlikte inovasyon, katma değeri yüksek üretim ve ihracat, orta ve yüksek teknolojili ürünler ,girişimcilik, risk sermayesi gibi kavramları çok daha fazla telaffuz etmeye başladık. Geçtiğimiz iki sene içerisinde Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu tarafında sağlığın, yaşam bilimleri ve biyoteknolojinin önceliklendirilmesi bugün 34 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 itibariyle biyoteknolojinin yarattığı değerin Türkiye’de politik olarak en yüksek seviyede kabul görmesinin bir göstergesidir. Alınan kararlar doğrultusunda stratejik projelerin başlatılması, güdümlü projelerin oluşturulması, yeni girişimcilerin ekonomiye kazandırılması, istihdamın artırılması, yenilikçi ürünlerin geliştirilmesi, Türkiye’nin ilaç ve aşı alanında Ar-Ge ve yenilik kapasitesini artırarak biyoteknolojik ürünleri ihraç edecek bir noktaya gelmesi hedeflenmektedir. Biyoteknoloji, ekonomik kalkınma için önemli alanların başında gelmektedir. 21. yüzyılda geliştirilen yeni tedavilerle dahi iyi sağlık sonuçları alındıkça, sağlık harcamalarında ciddi bir düşüş olacak ve küresel ekonominin bugüne kadar görmediği bir büyüme kaydedilecektir. Biyoteknolojinin sürdürülebilir ekonomik istikrar ve kalkınmadaki güzel örneklerden biri Danimarka’dır. Danimarka hem temel hem uygulamalı protein araştırmalarında uzun bir geçmişe sahiptir. Novo Nordisk Vakfı, Kopenhag Üniversitesi Protein Araştırma Merkezi’ne 150 milyon dolar bağışlayarak Kopenhag Üniversite’nin dünyanın en önde gelen araştırma merkezleri arasında yer almasını sağlamıştır. Böyle bir merkezin varlığı Danimarka’da kritik bir yetenek havuzu oluşmasına olanak sağlamakla kalmamış, dünyanın her yerinden bu alanda çalışan araştırmacı ve akademisyenleri de Danimarka’ya çekmiştir. Bu girişim, inovasyonun istihdama, özel sektörüniversite işbirliğinin de inovasyona katkısının güzel bir örneğidir. Peki Novo Nordisk olarak biz inovasyona nasıl katkı sağlıyoruz? Merkezi Danimarka’da olan Novo Nordisk 1923 yılından beri diyabet tedavisi için yapılan araştırmalar ve başarılarla dolu bir geçmişe sahip, global bir sağlık şirketidir ve diyabet bugün en önemli odağımızı oluşturmaktadır. Bir diğer önemli unsur, hastalar maksimum kullanım kolaylığı istiyorlardı. Sadece uzun etkili bileşikler değil, aynı zamanda ajanları tek bir üründe kombine ederek çok sayıda enjeksiyondan kaçınmayı da istiyorlardı. İlave olarak, enjeksiyon yapmak zorunda oldukları gerçeği hastalar için büyük bir korku kaynağı haline gelmişti. Eğer iğneden korkuyorlarsa, insülin tedavisine hastalıklarının, özellikle tip 2 diyabetin çok geç bir evresinde başlayacaklardı. Uzun etkili insan insülini preparatlarından yola çıkıp, ilk kuşak insülin analoglarına ulaştığımızda hipoglisemi riskini %25-50 azaltmıştık. Bu nedenle biz Novo Nordisk olarak çok daha kullanışlı enjeksiyon sistemleri geliştirdik: 1985’te geliştirilen NovoPen®’ler hastaların tedaviye başlamalarının önündeki enjensiyon korkusu engelini ortadan kaldıran çığır açan bir innovasyondur. O zamandan bu yana 5 kuşaktır giderek daha iyi, daha sağlam ve daha kolay öğrenilen enjeksiyon sistemleri geliştirdik. O zaman neden üçüncü adımı da atmayalım? Novo Nordisk olarak biz diyabetli hastların bugün karşılanamayan ihtiyaçlarını sürekli göz önünde bulundurarak Araştırma ve Geliştirme faaliyetlerimize devam ediyoruz. Bugün, herkesin gerçekten dört gözle beklediği bir oral insülin tabletini geliştirmek için önemli miktarda yatırım yapıyor ve kaynak harcıyoruz... İlk kuşak insülin analoglarından Novo Nordisk’in henüz geliştirdiği yeni kuşak analoglara geldiğimizde, hipoglisemi riskini yine %25-50 azalttık. Yani eğer biz “ilk kuşakla çok iyi bir iş yaptık” diye düşünmüş olsak bile, birinci kuşak analoglardan ikinciye geçerek daha da iyisini başarabildik. Novo Nordisk’in diyabet tedavisindeki tecrübesi, fizyoloji alanında Nobel Ödülü sahibi Danimarkalı August Krogh’un insülin üretmek için Nordic Insülin Laboratuvarı’nı kurduğu tarih olan 1923’lere kadar uzanmaktadır. 20. Yüzyılda inovasyona en güzel örneklerden biri insulinin keşfidir ve hastaların ihtiyaçları doğrultusunda hem insülinler hem de insülinlerin uygulanmasında kullanılan enjeksiyon sistemlerinin inovasyonuna devam edilmiştir. Yapılan inovasyonlar her geçen gün daha hasta odaklı olmaya devam etmektedir. İnsülinin tarihçesine baktığımızda hastalar ilk insülinlerin çok kısa süreyle etkili olması yüzünden kendilerine çok ama çok sayıda enjeksiyon yapmak zorundalardı. Dolayısıyla, ilk önce İkinci Dünya Savaşı sırasında insülin NPH keşfi ve o zamandan bu yana bizim firmamızın öncülük ettiği uzun etkili insülin analoglarının sağladığı ilerlemeyle, insülinlerin etki profili uzatılarak hastaların günlük yaşam kalitesi artırılmıştır SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 35 haber GÖRME BOZUKLUKLARI MS HASTALIĞININ HABERCİSİ OLABİLİR “Ani görme kayıpları, puslu ya da azalmış görüntü, gece görüşünde azalma, renklerde değişme gibi sorunlar yaşandığında göz doktorunun yönlendirmesiyle bir nörolog kontrolünden geçmek önemli” Doç. Dr. Fatma Çiğdem Doğulu, beklenmeyen görme bozukluklarının nörolojik olarak da kontrol edilmesi gerektiğine dikkati çekti. Doğulu, MS hastalığının ilk belirtileri arasında görme bozukluklarının geldiğini, bu sebeple ani görme kayıpları, puslu ya da azalmış görüntü, gece görüşünde azalma, renklerde değişme gibi sorunlar yaşandığında göz doktorunun yönlendirmesiyle bir nöroloğun kontrolünden geçmenin önemli olduğunu belirtti. Doç. Dr. Doğulu, Multipl Skleroz (MS) hastalığının, sebebi ve tedavisi henüz bulunamayan önemli bir sinir sistemi hastalığı olduğunu dile getirdi. Hastalığın, vücudun herhangi bir bölgesinde belirti verebildiğini aktaran Doğulu, “Görme bozuklukları, vücudun herhangi bir bölgesinde kuvvet kaybı, uyuşma veya karıncalanma hissi, duyu kaybı, titreme, mesanenin veya kalın bağırsağın kontrol kaybı, dengede bozulma, yürüme ve konuşma bozuklukları ve yorgunluk hastalığın belirtileri arasında yer alıyor” uyarısında bulundu. “Sık görülen belirti: görme bozuklukları” Doğulu, MS hastalığının ilk dönem 36 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 belirtileri arasında görme bozukluklarının sıklıkla görüldüğüne işaret ederek, şunları kaydetti: “Hastalığın seyri sırasında bulanık ya da azalmış görüntü, çift görme, gece görüşünde azalma, lekeli görüş, renklerde farklılaşma, nadiren tamamen görme kaybı gibi ciddi görme bozuklukları meydana gelebiliyor. Beklenmedik bu bozuklukları MS atakları sırasında meydana gelebilir ve nadiren kalıcı olur. MS hastalığının erken tanısı açısından, bu tip ani bozukluklar yaşayan hastaların göz doktoruyla birlikte mutlaka nöroloğa görünmelerinde fayda var. Bu durumda göz doktoruna da önemli bir görev düşüyor, hastanın bulgularını değerlendirip konuyla ilgili yönlendirme yapması önemli.” “Önlemek değil ama yavaşlatmak mümkün” MS hastalığının sıklıkla 20-40 yaş arasında gözlendiğine dikkati çeken Doğulu, hastalığa ilişkin şu bilgileri de paylaştı: “MS özellikle kadınlarda ve sosyoekonomik düzeyi yüksek topluklarda görülen bir hastalık. Dünyada yaklaşık 2,5 milyon MS hastası var. Ölümcül bir hastalık değil, hastaların ortalama yaşam süreleri genellikle sağlıklı bireylerle aynıdır. Kalıtsal geçişi bulunmuyor. Bulaşmıyor. Önlenebilir bir tedavisi henüz bulunamamakla birlikte erken teşhis ile seyri yavaşlatılabiliyor. Bunun için modifiye edici tedavi olanakları kullanılıyor. Seyri yavaşlatan tedavilerin uygulanmaması durumunda tekrarlayan düzelen tip hastalarının yüzde 50’si 10 yılda ilerleyici tipe dönüşüyor ve bu hastaların yüzde 30’dan fazlası, 20 yıl içinde tekerlekli sandalyeye bağımlı hale gelebiliyor. Belirgin bir neden olmaksızın en az 24-48 saat sürecek şekilde, yeni belirtilerin ortaya çıkması ve uzun zamandır devam eden bir rahatsızlık durumunun kötüleşmesi ‘MS atağı’ olarak adlandırılıyor. Bir ay içinde olan tüm belirti ve bulgular aynı atağın parçaları olarak kabul ediliyor. Genellikle ataklar arasında düzelme dönemleri görülebiliyor. Bir atağın ne kadar süreceği ve iki atak arasındaki dönemin uzunluğu saptanamıyor. MS atakları kişiden kişiye olduğu gibi aynı kişide farklı zamanlarda da belirti ve zamanlama açısından farklılık gösterebiliyor.” haber ÇOCUKLARDA YAZ İSHALLERİ TEHLİKELİ OLABİLİR Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Prof. Dr. Metin Karaböcüoğlu, çocuklarda yaz ishalleri ve tedavi yöntemleri hakkında bilgi verdi. Prof. Karaböcüoğlu, özellikle yaz mevsiminde artış gösteren ishalin, çocukların en sık karşılaştığı sağlık sorunlarından biri olduğunu söyledi. İshalin günümüzde çocuk sağlığı için ciddi bir tehdit unsuru olduğunu belirten Karaböcüoğlu, “3 aydan büyük bebekler için bir günde 3-5 defadan daha fazla, sulu ve miktarca daha bol dışkılama ishaldir. 3 aydan küçük bebekler için ise, günde 10-12’den fazla, miktarca bol, bezden taşacak gibi sulu kakaya ishal olarak tanımlanır. Bez kullanan bebeklerde, bez kakanın suyunu çekebilmektedir. Bu nedenle aileler kakanın ne kadar sulu olduğunu öngöremeyebilir. Böyle bir durumda çocuk her zamankinden daha sık, peş peşe kaka yapıyorsa, bezi her zamankine göre daha ağır ise bu ishal olarak kabul edilebilir. Kakada kan olması, sümük olması, çocuğun ateşli olması, kusmanın eşlik etmesi durumun aciliyetinin göstergesidir.” diye konuştu. İshalin çocuklarda ölüme varan ciddi sorunlara neden olmasının ani su ve tuz kabına bağlı olduğunu kaydeden Karaböcüoğlu, “Çocukların bünyesi, su kaybını yetişkinlere göre daha 38 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 az tolere edebilir ve suya karşı yetişkinlere göre daha hassastırlar. Bu nedenle çocuklar su kaybından yetişkinlere oranla çok daha fazla etkilenmekte ve susuzluğun karşılanmadığı durumlarda ciddi sağlık sorunlarına neden olabilmektedir.” ifadelerini kullandı. yüksek içecekler bağırsaklardan su kaybını artırmaktadır. Vücudunun ihtiyacından fazla su vermek de çocuğun sağlığına zarar verebilir. Aşırı su verilmesi çocuğun midesinin bulanmasına ve kusmasına neden olabilir. Kusma ile mideden su ve tuz kaybı yaşanabilir.” şeklinde konuştu. Sıcak havalar ishali tetiklediğini aktaran Karaböcüoğlu, şöyle devam etti: “Sıcak havalarda gıdaların daha çabuk bozulması, mikropların daha kolay üreyebilmesi, terleme ile birlikte vücuttan ani tuz kaybı yaşanması yazın ishal vakalarında artışa neden olmaktadır. Bu nedenlere, hijyen koşullarının yetersizliği, atık suların içme veya temizlik sularına karışması da eklenince durum daha da ciddileşebilmektedir.” Anne sütünün ishalden koruyan önemli bir besin kaynağı olduğunu belirten Karaböcüoğlu, şunları kaydetti: “Hasta olduğu zaman anne sütü alan bebekler daha çabuk iyileşir. İshal kesici ilaçlar ile ishalin durdurulmaması gerekmektedir. Çünkü vücuttaki toksin ve zehir bağırsaklar vasıtasıyla dışarı atılır. Eğer ilaçlar ile ishal durdurulursa bakteri, toksin vücutta normalden daha fazla kalır ve kana karışıp vücuda zarar verebilir. İshalin diyeti yoktur. İshal olan çocuğun canı ne istiyorsa o verilmelidir. Zaten iştahsız olacağı için yağlı ve şekerli besinlerin verilmemesi gerekir. Genel olarak halk arasında bilinen patates püresi, yoğurt, peynir, pirinç lapası doğru besinlerdir ama bunların yanında vücudunun ihtiyacı olan enerjiyi alabilmesi için istediği besinler de verilmelidir.” Bazı annelerin ağızdan su verilmesinin sakıncalı olduğuna inanıp çocuklara su içirmediğini belirten Karaböcüoğlu, “Halbuki içebildiği kadar; az az, sık sık su verilmesi su kaybının önlenmesi açısından önemlidir. Kola gibi gazlı ve şekerli içeceklerin ishale faydalı olduğuna inanılır. Bu düşünce tamamen yanlıştır. Şeker oranı haber SAĞLIK BAKANI DR. MEHMET MÜEZZİNOĞLU TÜRKİYE’NİN 2023 SAĞLIK VİZYONUNU ANLATTI Sağlık Bakanlığının ‘Sağlıkta 2023 Vizyonu’ çerçevesinde geliştirilen ‘Sağlık Enstitüleri, Türkiye Sağlık Bilimleri Üniversitesi ve Şehir Hastaneleri’ projelerini düzenlediği bir basın toplantısı ile açıklayan Bakan Müezzinoğlu ‘ Bu projeleri tamamladığımızda Türkiye bilimsel ve sağlık eğitimi bakımından dünya standartlarını belirleyecek seviye gelecektir. Ülkemizin hızlı gelişimine paralel olarak sağlık alanında üniversiteler başta olmak üzere ilaç sanayi ve tıbbi teknoloji araştırmalarının mükemmeliyet merkezlerinde daha geniş olanaklarla yapılmasına imkân sağlayacak Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı’nı hayata geçiriyoruz. İlk aşamada 6 enstitü kuracağız. Bu yılsonuna kadar Kanser Enstitüsü ve Sağlık Akreditasyon Enstitüsü hayata geçecektir’ dedi. Bakan Müezzinoğlu geliştirdikleri projeler ile 2023 yılında kendi ürünü ilacı olan, teknolojik gelişmelere öncülük eden ve çeşitli hastalıklarda tedavi yöntemlerini bulup uygulayan 10 güçlü ülke arasında olacaklarını da kaydetti. Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu ‘Sağlıkta 2023 Vizyonu’ projesini açıkladığı toplantı öncesinde Emirgan Korusu’nda halk ve basın mensuplarıyla ‘Sağlıklı Yaşam Yürüyüşü’ yaptı. Yürüyüş sonrasında basın mensuplarıyla bir araya gelen Bakan Müezzioğlu, Türkiye’nin şimdiye kadar sağlık Ar-Ge’sine yeterince pay ayıramadığını belirterek ‘Ülkemiz dünyadaki bilimsel gelişmeleri yakından takip eden, ancak tıbbı teknolojiler ile ilaç sanayisinde ithalatçı bir ülke konumunda. Bu konumdan çıkmamız lazım. Tükettiğini üreten ve bunun bir kısmını yurt dışına ihraç eden bir ülke olmamız lazım. Sağlık Enstitüleri bu boşluğu önemli ölçüde dolduracaktır. Sağlık Enstitüleri Bilim Kurulları’nın, üniversitelerden, ilaç sanayisinden ve tıbbi teknoloji firmalarından gelecek projeleri inceleyerek, değer bulunan projelere maddi kaynak ve araştırmalar için tam donanımlı laboratuar olanakları sağlayacaktır.’ şeklinde konuştu. Bakan Müezzinoğlu, Sağlık Enstitüleri ile ilgili kanunun TBMM alt komisyonunda kabul edildiğini ve kanunun genel kurula da çok yakında geleceğini belirterek, ‘İlk etapta Kanser Enstitüsü ve Türkiye Sağlık Akreditasyon Enstitüsü’nün açılacak. 3 yıl içinde de Kronik Hastalıklar, Bio Teknoloji, Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp ve Anne, Çocuk ve Ergen Sağlığı Enstitüleri hayata geçirmeyi planlıyoruz. Bu enstitüler sağlıkta TÜBİTAK gibi çalışacak. 6 enstitünün merkezi İstanbul olacak.’ dedi. Sağlık Bakanlığı’nın, sağlık enstitüleri, sağlık eğitimi ve şehir hastaneleri konusuna odaklandığını sözlerine ekleyen Bakan Müezzinoğlu ‘Enstitülerimiz tarafından geliştirilen dinamiklerin en güçlü olarak uygulanabileceği yer şehir hastaneleridir. 15 şehir hastanesi projesini hayata geçiriyoruz. Bu hastanelerin yatak kapasitesi 24 bin olacak ve dünyanın her yerinden gelen hastalara hizmet verecektir. Bu konu ile ilgili finansman ve uluslararası hukuki sözleşmeleri tamamladık. 1 Temmuz’dan itibaren 15 şehir hastanesi fiilen sorumluluk üstlenmiş olacak. Ortalama 30 ayda sağlık alanında hizmet vermeye başlayacaklar.’ diye konuştu. Sağlık Bilimleri Üniversitesi Açılıyor Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu, gelişen ve değişen sağlık politikalarının ihtiyacı olan sağlık profes- yonellerinin yetiştirilmesinde önemli bir rol oynayacak ‘Türkiye Sağlık Bilimleri Üniversitesi’nin İstanbul’da kurulacağını da açıkladı. Yalnızca sağlık alanına odaklı ilk devlet üniversitesi olma özelliğini taşıyan Türkiye Sağlık Bilimleri Üniversitesi’de Tıp Fakültesi yanında hemşirelik gibi alanlarda eğitim verecek Sağlık Bilimleri Fakültesi ile master ve doktora eğitimi amacıyla Sağlık Bilimleri Enstitüsü olacağını dile getiren Bakan Müezzinoğlu, Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampüsü’nün Türkiye Sağlık Bilimleri Üniversitesi’ne tahsis edileceğini de sözlerine ekledi. Bakan Müezzinoğlu, üniversitenin, öncelikli olarak Birleşmiş Milletler resmi dillerinde yurt içinde ve yurt dışında eğitim vereceğini, ülkemizin bulunduğu coğrafyada sağlık bilimleri eğitimi alanında var olan çekim gücünü önemli ölçüde güçlendireceğini de söyledi. Müezzinoğlu; ‹Nasıl ki bundan 12 yıl önce vatandaşlarımız yurt dışında çare ararken, şimdi sınır ötesinden hastalar için çekim merkezi oldu isek, sağlık bilimleri eğitimi alanında da 10 yıl içinde çekim merkezi haline geleceğiz’ şeklinde konuştu. Bakan Müezzinoğlu, kurulacak üniversitenin diğer vakıf ya da devlet üniversitelerine rakip olmayacağını da dile getirerek, ‘Türkiye Sağlık Bilimleri Üniversitesi 56 Eğitim Araştırma Hastanesi ile doğrudan bağlantılı olacak. Üniversitemiz, yurtdışında da Eğitim ve Araştırma Hastaneleri açacaktır. Bunun ilk örneğini Sudan’da gerçekleştirdik. Somali’de hastane inşaatını bitirdik. Önümüzdeki hafta Pakistan’da da hastane açacağız. Kırgızistan’da da hastane projesi için çalışmalara başladık.’ şeklinde konuştu. SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 39 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 41 OECD 2013 VERİLERİ PENCERESİNDEN TÜRKİYE’NİN SAĞLIK DURUMU Prof. Dr. Sabahattin AYDIN Medipol Üniversitesi Rektörü Kapsamlı bir istatistik yıllığı olan OECD Sağlık İstatistikleri 2013 (eski adıyla OECD Sağlık Verileri 2013) yayımlandı. Bilindiği gibi OECD veri tabanı; tarım, ekonomi, eğitim, enerji, çevre, sağlık, endüstri, bilgi ve iletişim, uluslararası ticaret, iş gücü, nüfus vergiler, kamu harcamaları ve AR-GE gibi farklı alanlardaki durumu gösteren 100’den fazla indikatörün yer aldığı önemli bir uluslararası kaynaktır. Sağlık istatistikleri, araştırmacı ve politika yapıcılara sağlık durumu ve sağlık sistemleri açısından ülkeler arasında karşılaştırma imkânı veren bilinen en kapsamlı araçlardan biridir. Bu yazının amacı, sözünü ettiğim 42 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 kaynaktan hareketle yayımlanan son uluslararası veriler penceresinden Türkiye sağlığına bakmaya çalışmaktır. Özgün bir çalışma olmayıp bir anlamda mevcut verileri anlamaya çalışmaktan ibaret bir çabanın sonucudur. Dünya Bankası, Dünya Sağlık Örgütü ve Türkiye’nin kendi yayımladıkları veriler bu çalışmanın konusu dışındadır. Geniş kapsamlı istatistik verilerinin toplanması, doğrulanması, yayımlanması ve uluslararası kuruluşlar nezdinde kabul görüp veri tabanlarında yer alması, uzunca bir sürecin eseridir. Veri toplama yöntemi, özellikle saha araştırmaları, anketler, kayıtların belli merkezlerde toplanarak konsolide edilmesi, analizi ve yorumlanması sürecin tabi olduğu zaman aralığını etkileyen önemli faktörlerdir. Bazı veriler saha araştırmaları yoluyla ve belli aralıklarla yapıldığından ancak birkaç yılda bir veri tabanlarında güncellenebilmektedir. Ayrıca farklı ülkelerin bu anlamda kapasite ve yetenekleri aynı olmadığı için ülkelerin karşılaştırmasında her zaman aynı zaman dilimindeki verilere ulaşmak mümkün olmamaktadır. Bu yüzden en güncel tablolarda bile “mümkün olan son veri” olarak bazen yıllar öncesine ait veriler yer alabilmektedir. Bu duruma dayalı olarak bazı verilerin yanında elde edildiği yıl da verilmiştir. Karşılaştırmalarda bu hususun dikkate alınması gerektiğine işaret etmek isterim. Son yıllarda, hayat şartlarının iyileşmesi, halk sağlığı hizmetlerinin gelişmesi ve sağlık hizmetlerindeki ilerlemelere paralel olarak OECD ülkelerinde doğumda beklenen hayat süresinde önemli bir artış gözlenmektedir. Bu ülkeler arasında Türkiye 1960’dan sonra en fazla iyileşme gösteren ülkelerden biri olmuş ve beklenen hayat düzeyinde 25 yıla varan artış gerçekleştirmiştir. Ne var ki, bu artış dahi henüz bizi arzu edilen düzeye çıkaramamıştır. Türkiye’de 2012 yılında doğumda beklenen hayat süresi 74,6 yıldır. 80 olan OECD ortalamasının altında olup hala bu ülkeler arasında en düşüklerden biridir. 1960’ta ortalamanın 20 yıl altında iken bugün 5 yıl altında kalmıştır. Beklenen hayat süresi kadınlarda 77,2, erkeklerde ise 72 yıldır. OECD ortalama süreleri ise kadınlarda 83, erkeklerde 77 yıldır. rinde olduğunu unutmamak gerekir. Meksika’dan (13,6) sonra en yüksek yenidoğan ölüm oranına sahip ülke Türkiye’dir. Amerika 1.000 canlı doğumda 6,2 ölüm oranıyla Türkiye’ye en yakın değere sahip ülkedir. ma metodolojisi farklılığına dikkat çekilmiştir. Henüz Türkiye verileri yayımlanmamış olsa da, yayımlanan veriler arasında 2010 sonrası en düşük kişi başı sağlık harcaması 1.302 dolarla Estonya’da gerçekleşmiştir. Her zaman tam bir paralellik arz etmese de, beklenen hayat süresinin uzunluğu, kişi başı sağlık harcamalarının artışı ile de ilişkilidir. Yani sağlık harcamalarımızın artışını ve özellikle önümüzdeki yıllarda beklenen artışları bu açıdan da değerlendirmekte yarar var. Türkiye’de toplam sağlık harcamasının GSYİH’ya oranı % 6,1’dir (2008). Ülkemizde sağlık harcaması % 9,5 (2011) olan OECD ortalamasının ve % 9,0 olan Avrupa Birliği (EU 27) ortalamasının bir hayli altında gerçekleşmiştir. Hesaplama yöntem farklılığından dolayı Meksika’yı istisna kabul edersek Türkiye, Estonya ile birlikte sağlığa en düşük oranda harcama yapan OECD ülkesidir. Verilere göre, OECD dışı ülkelerden mesela Rusya Federasyonu (% 5,1), Çin (% 5,1), Hindistan (% 4,1), ve Endonezya (% 2,6) gibi ülkeler GSYİH’ya oranla Türkiye’den daha düşük oranda harcama yapmaktadır. Sağlık harcamalarının ülkenin gelirine paralel olarak arttığı bilinmektedir. Türkiye OECD ülkeleri arasında en düşük GYİH’ya sahip ülke olduğuna göre (Türkiye 13.563 dolar / OECD otalaması 31.553 dolar) kişi başı sağlık harcamasının da 3.339 dolar (2011) olan OECD ortalamasının yanında 906 dolar gibi düşük olması şaşırtıcı değildir. Sağlık durumunun önemli göstergelerinden biri olan yenidoğan ölüm oranları Türkiye’de 60’lı yıllarda 1.000 canlı doğumda 190 idi. 2002’de 31,5 iken istikrarlı bir şekilde azalmaya devam ederek 2005’de 21,3 ve 2011 yılında 7,7 oldu. Buna rağmen 4,1 olan OECD ortalamasının hala üze- Kişi başı yıllık sağlık harcamasında OECD ortalaması satın alama paritesine göre 3.268 (2008) dolar iken, Türkiye kişi başı 906 dolar (2008) harcama ile en az harcama yapan ülke durumundadır. Aynı yıl bir tek Meksika 892 dolar harcamayla Türkiye’nin altında görülmekte ise de, hesapla- Bu arada Amerika’nın kişi başı sağlık harcamasının 8.502 dolara (2011) ulaştığını hatırlatalım. Diğer bir deyişle Amerika’da yılda bir kişiye harcanan para ile Türkiye’de 8 kişi sağlık hizmeti almaktadır. Amerika Birleşik Devletleri ekonomisine oranla en fazla sağlık harcaması yapan ülke konumundadır. Toplam sağlık harcaması GSYİH’nın % 17,7’sini (2011) bulmaktadır. Amerika’yı % 11,9 ile Hollanda takip etmektedir. Sağlığa ayrılan paranın kaynağı açısından bakıldığında, OECD ülkelerin- SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 43 de Şili, Meksika ve Amerika dışında kamu sağlık harcamaları ön planda gelmektedir. Sağlık harcamaları içinde kamunun payı OECD ortalamasında % 72’dir (2011). Türkiye’de 2000 yılında % 63 olan kamu kaynaklı sağlık harcaması % 73 (2008) olmuş ve OECD ortalamasının az da olsa üzerine çıkmıştır. Kamu sağlık harcamasının yüksekliği ülkenin uyguladığı sosyal sağlık politikası ile yakından ilişkilidir. İskandinav ülkeleri, Avusturya, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Çek Cumhuriyeti ve İzlanda gibi ülkelerde kamu sağlık harcamasının oranı Türkiye’den daha yüksektir. Diğer taraftan Şili (% 46,9), Meksika (% 47,3) ve Amerika (% 47,8) kamu sağlık harcaması oranı en düşük olan ülkelerdir. Sağlık sektörü teknoloji ve bilgi yoğunluklu bir hizmet alanıdır. Yatırım kadar, hatta daha fazla iyi eğitilmiş insan kaynağına ihtiyaç duyar. Sağlık insan kaynağı açısından dikkat çekici bir durum söz konusudur. Türkiye’de son yıllarda doktor ve hemşire sayılarında önemli artışlar olmakla birlikte ülkemiz kişi başı doktor sıralamasında OECD ülkeleri arasında sondan ikincidir. 2011’de 1.000 kişiye 1,7 doktor düşmektedir. Aynı yıl OECD ortalaması 3,1 olduğuna göre, doktor yoğunluğunun neredeyse yarısı düzeyinde olduğu görülmektedir. 44 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 Genel doktor sayısı içinde uzman doktor sayısının gittikçe artmaktadır. İrlanda, Norveç ve Portekiz dışında uzman hekim sayıları pratisyen hekim sayısından fazladır. Bu durum pratisyen hekime dayalı sağlık hizmet modellerinden uzaklaşılmakta olduğunu göstermektedir. Klasik birinci basamak hekimliğinin yerini uzman hekime dayalı aile hekimliği almakta, ya da hekim temelli birinci basamak sağlı hizmeti diğer sağlık meslekleri yönünde farklılaşmaktadır. Doktor kaynağının geleceğe yönelik yönetilebilmesi verilen eğitim kapasitesine bağlıdır. Ülkeler tıp eğitiminde kapasite artırarak veya kapasiteyi sınırlayarak bu süreci yönetmeye çalışmaktadır. 2010 yılında 100.000 kişi başına en fazla doktor mezun veren ülkeler Avusturya (22), İrlanda (17), Danimarka (16), Yunanistan ve Çek Cumhuriyetidir (14). Bu arada İrlanda ve Çek Cumhuriyeti gibi ülkelerde bu öğrencilerin önemli bir kısmının yabancı öğrenci olduğunu ve mezun olunca ülkelerine döndüğünü hatırlamakta yarar var. İsrail (4), Şili (5), Japonya (6) ve Fransa (6) 100.000 nüfus başına en az mezun veren ülkelerdir. 2010 yılı OECD ortalaması 100.000 kişi başına 10 mezundur. Türkiye ise yaklaşık 7 mezun vermektedir. Yılda 7.500 mezun verdiğimizde OECD or- talaması yakalanmış olacaktır. Eğer mevcut ÖSYM kontenjanları devam eder ve yılda 12.000 mezun verirsek Danimarka’yı yakalamış oluruz. Bu sürecin sağlık politikası, yatırım planlamaları ve alt yapı yatırımları ile birlikte dikkatli bir şekilde ve amaca yönelik olarak yönetilmesi gerektiğine dikkat çekmek isterim. Şili, Türkiye, Meksika ve Yunanistan kişi başına en az hemşire sayısına sahip OECD ülkelerini oluşturmaktadır. 2011’de ülkemizde 1.000 kişiye düşen hemşire sayısı 1,7’dir ki, bu aynı yıl OECD ortalaması olan 8,7’nin çok altında kalmaktadır. Listenin başında yer alan İsviçre ve Danimarka’da 1.000 kişiye düşen hemşire sayısı 15’i aşmaktadır. Bu arada OECD dışında öne çıkan Hindistan, Endonezya ve Brezilya gibi ülkelerde 1.000 kişi başına düşen hemşire sayısının birden az olduğunu hatırlatmakta yarar var. Türkiye, Şili ve İtalya’da doktor başına bir hemşire düşmektedir. Yunanistan’da ise birden bile azdır. İtalya ve Yunanistan’da bu oranın düşük olmasının hemşire azlığının yanında doktor fazlalığından olduğunu unutmamak lazım. OECD ülkelerinde oran, ortalama 2,8’dir. Finlandiya, Japonya, Danimarka, Kanada ve Amerika gibi ülkelerde ise doktor başına 4’ten fazla hemşire düşmektedir. Yüz bin kişi başına yıllık hemşire mezun sayısı Türkiye’de 10’un altında kalmaktadır. Bu haliyle OECD içinde nüfus başına en az hemşire yetiştiren ülke olduğumuz anlaşılıyor. Ancak son yıllarda hemşirelik kontenjanlarının sınırları zorlayarak artırıldığını biliyoruz. Eğer yılda 30.000 civarında hemşire yetiştirebilirsek OECD ortalaması olan 100.000 kişi başına 40 hemşireye ulaşmış oluruz. Hemşire konusunda başı çeken ülkelerden İzlanda ve Danimarka’da 100.000 kişiye 80 civarında, Kore’de ise daha fazla hemşire mezun verilmektedir. Nüfus başına düşen yatak sayısı hastane hizmetlerinin kapasitesini gösteren bir ölçüt olarak kullanılmaktadır. Türkiye’de 2011 de 1.000 kişiye düşen hastane yatağı sayısı 2,5’dir. Bu rakam 4,8 olan OECD ortalamasının neredeyse yarısıdır. Trende baktığımızda gelişmiş ülkelerde nüfus başına düşen yatak sayısı oldukça yüksek olmaya devam etmektedir. Bin kişi başına 13,4 yatak sayısıyla Japonya başı çekmektedir. OECD ülkeleri arasında Türkiye’den daha düşük yatak kapasitesine sahip tek ülke Şili’dir. Görülüyor ki, sağlık hizmetinde maliyetleri düşürmeye yönelik kısa yatışlı veya ayaktan hizmetlere doğru bir eğilim olmakla birlikte, nüfusun yaşlanması, kronik hastalıkların artması gibi faktörler yatak ihtiyacının azalmasına değil, artmasına yol açmaktadır. Ülkemizde bu yüzden önümüzdeki yıllarda yatak sayısının ihtiyacı karşılamada yetersiz kalacağını var saymak yanlış olmayacaktır. Bu açıdan bakıldığında gelecek yıllarda ülkemizde yeni yapılacak hastanelerin boş kalmayacağını öngörebiliriz. Bütün OECD ülkelerinde kronik hastalık risk faktörleri olarak tütün kullanımı ve şişmanlık iki önemli sorun olarak öne çıkmaktadır. Türkiye’de tütünle mücadele politikalarının etkisi görülmüş ve 15 yaşının üstündeki erişkinlerde günlük içicilerin oranı 1989’da % 43,6 iken 2006’da % 33,4’e, 2008’de % 27,4’e 2010’da 25,4’e ve nihayet 2012’de 23,8’e (tahmini) gerilemiştir. Ancak bu oran hala % 20 civarında olan OECD ortalamasının üzerinde bir değeri ifade etmektedir. Türkiye’ye en yakın ülkeler İtalya (% 22), Kore (% 23,2) ve İspanya’dır (% 23,9). İsveç, İzlanda ve Amerika % 15 in altında erişkin günlük içici oranıyla tütün kullanımı en az olan ülkelerdir. Diğer taraftan OECD ülkelerinde nüfusun yarıdan fazlasının (% 53) fazla kilolu veya obez olduğu bilinmektedir. Türkiye’de erişkinlerde obezite oranı % 16,9 olarak bildirilmiştir. OECD ortalaması ise % 17,8’dir. Bu durumda Türkiye kısmen avantajlı görünmektedir. Türkiye ile birlikte Şili ve Meksika’da kadınlarda obezite oranının erkeklere göre daha fazla oluşu oldukça dikkat çekici bir durumdur. Obez nüfus oranı bakımından Amerika % 35,9 oranıyla başı çekmektedir. Obezite oranlarının artışı ve bağlı olarak artan kronik hastalıklar ile sağlık harcamalarının artışı arasında da bir ilişki bulunduğunu hatırlatmak isterim. OECD ülkelerinde erişkin nüfus başına yıllık alkol tüketimi ortalama 9,5 litredir. Avusturya, Kore ve Fransa yıllık 12 litrenin üzerinde tüketimle başı çekmektedir. İki litrenin altında tüketimle Türkiye en az alkol tüketen OECD ülkesidir. Türkiye’nin ardından İsrail gelmektedir. Dini inancın bu tüketim miktarına oldukça etkili olduğu anlaşılmaktadır. Halk sağlığında bu faktörün önemli bir araç olduğunu unutmamak gerekir. Gerekli ya da gereksiz olduğu tartışması bir yana, sağlık hizmetlerinde teknoloji ağırlıklı tanı araçları kullanımına bir örnek olması açısından MRI tetkik sayıları Türkiye açısından dikkat çekici bir sonuç vermektedir. 1.000 kişi başına yılda 102,7 tetkikle Amerika en fazla MRI tetkiki yapılan ülkedir. Hemen ardından 1.000 kişi başına 97,4 tetkik sayısıyla Türkiye gelmektedir. Avusturya, İsveç, İsviçre ve İngiltere gibi ülkelerden bu konuda veri alınamamış olması karşılaştırmalı yorumun tam sağlıklı olamayacağına işaret etmektedir. Ancak İsrail ve Polonya gibi ülkelerde yıllık tetkik sayısının 20’nin altında olması bu husus üzerinde önemle durulması gerektiğine işaret etmektedir. Sağlık durumu sorulduğunda Türkiye’de insanların % 67’si iyi durumda olduklarını beyan etmişlerdir. Halkın sağlık konusundaki olumlu algı düzeyi, % 69 olan OECD ortalamasına bir hayli yaklaşmış durum- dadır. Bu soruya verilen cevap oldukça subjektif bir sonuç ifade etse de, insanların sağlık hizmetini talep etme göstergesi olması bakımından önemli bir ölçüt olarak kabul edilmektedir. Bu hususta cinsiyete bağlı algı farklılığı oldukça belirgindir. OECD ülkelerinde sağlık durumunun iyi olduğunu ifade eden erkek oranı % 71, kadın oranı % 66’dir. Türkiye’de ise memnuniyet erkeklerde %72, kadınlarda % 62 tespit edilmiştir. Yani cinsiyet farkı kadınlar aleyhine OECD ortalamasından çok daha belirgin durumdadır. Sağlık durumunun iyi olduğu beyanının en yüksek olduğu ülkeler Amerika (% 89,5), Yeni Zelanda (% 89,3), Kanada (%88,2) ve Avusturalya’dır (% 85,4). Olumu algının en düşük olduğu ülkeler ise Japonya (% 30), Kore (% 36,8) ve Portekiz (% 48,7). Oldukça subjektif olan bu gösterge muhtemelen eğitimden ekonomiye, iklimden kültüre, coğrafyadan demografiye ve sosyal olaylara kadar birçok sağlık dışı faktörün etkisi altındadır. Aslında sağlık göstergelerini değerlendirilirken bu tür çoklu etkenlerin dikkate alınması gereklidir. Tek başına sağlık hizmetlerinin ve belki daha geniş anlamda sağlık sektörünün, ya da organize haliyle sağlık sisteminin bir toplumun sağlık düzeyini değiştirebilme gücüne sahip olduğunu söylemek zordur. Sağlık politika yöneticilerinin toplum liderliği, bu açıdan önem kazanmaktadır. Topluma etkili bütün dinamiklerin sağlık için seferber olmasıyla sonuç alınabilir. Bu yüzdendir ki, Dünya Sağlık Örgütü’nün “herkes için sağlık” (healh for all) sloganı, “sağlık için herkes” (all for health) ibaresiyle tamamlanmaktadır. Kaynaklar OECD Better Life Index www.oecdbetterlifeindex.org/countries/turkey/ (Erişim tarihi: 10.03.2014) OECD Health Data 2013 http://www.oecd.org/ health/health-systems/oecdhealthdata. htm (Erişim tarihi: 10.03.2014) OECD Factbook 2013, Economic, Environmental and Social Statistics DOI : 10.1787/factbook2013-en www.oecd.org/turkey/ (Erişim tarihi: 10.03.2014) *Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü Dergisinden alıntılanmıştır. SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 45 haber TÜRKİYE UYUŞTURUCUYLA MÜCADELE EDİYOR Sağlık Bakanlığı Türkiye Halk Sağlığı Kurumu “26 Haziran Uluslararası Uyuşturucu Kullanımı ve Kaçakçılığı ile Mücadele Günü” dolayısıyla Türkiye’nin uyuşturucu ile mücadelesinde izlediği yol haritasını anlatan bir açıklama yayınladı. Açıklamada şu ifadelere yer verildi: Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1987 yılında uyuşturucusuz temiz bir toplum hedefine ulaşma ve uluslararası alanda eylem ve işbirliğini güçlendirmek amacıyla 26 Haziran’ı “Uluslararası Uyuşturucu Kullanımı ve Kaçakçılığı ile Mücadele Günü” olarak belirlemiştir. Madde kullanımı insan sağlığı için ciddi bir tehdittir ve madde bağımlılığı, tüm dünyada önemli halk sağlığı sorunlarından biridir. Madde bağımlılığı, sadece sağlık boyutu olan tek yönlü bir konu değil, kamusal, sosyal, hukuki ve idari yönleri de olan bir sorundur. Bu nedenle, madde ile mücadele faaliyetlerini de çok yönlü olarak ele almak gerekir. Uyuşturucu kullanımı, ölümlerin yanı sıra, çeşitli fiziksel hastalıklara da neden olmaktadır. Sinir hücrelerinde doğrudan harabiyete neden olarak beyin ve merkezi sinir sistemi hastalıklarına yol açabildiği gibi, damar yoluyla bağımlılık yapıcı madde kullanımı HIV/AIDS, Hepatit B, Hepatit C gibi kan yoluyla bulaşan hastalıklara da neden olabilmektedir. Madde kullanımı ayrıca karaciğer ve böbrek yetmezliği, damar hastalıkları ile depresyon ve benzeri ruhsal hastalıklara da yol açabilmektedir. 46 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 Ceza infaz kurumundaki mahkûmlara ve çalışan gardiyanlara, madde ile mücadele ve farkındalık geliştirici konferanslar verilmektedir. Madde kullanımının neden olduğu hastalıkların ve tıbbi yan etkilerin yanı sıra kullanıma bağlı ortaya çıkan madde ile ilintili suç ve kazalar, bireysel ve toplumsal sorunları da beraberinde getirmektedir çünkü madde kullanımı ve buna bağlı ortaya çıkan sorunlar sadece kullanıcıları değil, onların ailelerini ve çevrelerindeki insanları da etkilemektedir. Dolayısıyla madde kullanımı sağlık için tehdit olduğu kadar açtığı toplumsal yaralar sebebiyle de bireyler ve aileleri için de yıkıcı sonuçlar doğurmakta ve toplumsal zararlara neden olmaktadır. Sivil toplum kuruluşları ile işbirliği çerçevesinde belirlenen okullarda zararlı alışkanlıklar ve bağımlılık konusunda eğitimler düzenlenerek, bağımlılık yapıcı maddelerle mücadele kapsamında öğrencilere ve velilere yönelik bilgilendirme toplantıları ile bağımlılık yapıcı maddeler ve zararları konusunda resim, şiir slayt gösterileri yapılmaktadır Bağımlılık Yapıcı Maddeler ve Bağımlılıkla Mücadele kapsamında hazırlanan Ulusal Eylem Planı doğrultusunda 81 ilde İl Uyuşturucu Koordinasyon Kurulları oluşturulmuştur. Kurullar, ildeki tüm kurum ve kuruluşların işbirliği ile halka yönelik koruma, eğitim ve bilgilendirme faaliyetlerini yürütmektedir. Türkiye’de bağımlılık tedavisi Sağlık Bakanlığı’na bağlı devlet hastanelerinde, üniversitelerin tıp fakültesi psikiyatri kliniklerinde, kamu ve üniversite ortaklığında ve bazı özel hastanelerin ilgili birimlerinde yapılmaktadır. Bağımlılık tedavisi yapan 25 tedavi merkezi bulunmaktadır. Bakanlığımızca bağımlılık yapıcı maddeler ve bağımlılıkla mücadele, önleme faaliyetleri kapsamında aşağıda yer alan faaliyetler gerçekleştirilmektedir: İlgili kamu kuruluşları ile ilgili sivil toplum kuruluşları ve madde ile mücadelede etkin uluslararası kuruşlarla işbirliğimizi artırarak ülkemizde madde ile mücadeleyi etkin ve kapsamlı bir şekilde yürütmek en büyük hedeflerimiz arasındadır. Halk Sağlığı Müdürlüklerince eğitim, konferans ve seminerler kapsamında madde bağımlılığı eğitimleri gerçekleştirilmektedir. Çeşitli illerimizde gençleri bağımlılık yapıcı maddelerden uzak tutmak amacıyla, çocuk ve gençlere yönelik çeşitli kültürel ve sosyal projeler yürütülmektedir. Madde bağımlılığı ile mücadele alanında ilgili kamu ve sivil toplum kuruluşlarının desteğini ile birlikte uluslararası kurumlarla da işbirliğini artırarak, etkin ve kapsamlı çalışmalar yürütülmesi için faaliyetlerimiz devam etmektedir. haber GÜNEŞ IŞINLARI KALICI GÖRME HASARI OLUŞTURABİLİR Op. Dr. Ersin Kutluçınar, güneşin yüzünü tam olarak gösterdiği yaz mevsiminde güneş ışınlarının şapka ve güneş gözlüğü takmayan kişilerde kalıcı görme hasarı oluşturabileceğini söyledi. Op. Dr. Ersin Kutluçınar, “Açık renkli gözlerde az olan melanin pigmenti vücudumuzu ultraviyoleye karşı koruyan bir yapıtaşıdır. Bu nedenle açık gri ve mavi gözler güneşin zararlı ışınlarından en çok etkilenen gözlerdir” dedi. Güneş yüzünü iyice gösterdi. Sıcakların da artmasıyla sosyal yaşamını açık alanlarda geçirenler güneş ışını tehlikesiyle karşı karşıya. Güneş mor ötesi yani ultraviyole denilen ışınlarıyla göz ve retina tabakasına zarar verebiliyor. Kalıcı güneş yanıklarına sebep olabilen bu yanıklara maruz kalmamak için ultraviyole koruması olan güneş gözlüğü kullanmak gerekiyor. Op. Dr. Ersin Kutluçınar, gözün güneş ışınlarına karşı korunmadığı zaman yaşanabilecek zararlı etkileri anlattı. Gözümüzün ağ tabakasındaki makula denilen görme merkezine direkt gelen güneş ışınlarının görme merkezini yakabileceğini söyleyen Dr. Kutluçınar, “Buna Solar Retinopati diyoruz. Özellikle güneş tutulması gerçekleştiğinde tutulmayı izlemek için güneşe bakan izleyicilerde bu durumu sık olarak görüyoruz. Kısacası güneşe devamlı bakan kişilerde kalıcı görme hasarı gelişebilmektedir” dedi. Dr. Kutluçınar, güneş gözlüğü kullanılmadığında pterjium, sarı nokta, göz-kapak kanseri ve katarakt oluşumunun hızlanabileceği konusunda uyarıda bulundu. Güneş ışınlarından korunmak için güneş gözlüğünün şart olduğunu ifade eden Op. Dr. Ersin Kutluçınar, “Güneşin gözümüze dik olarak geldiği saatlerde bu korunma daha da önemlidir. Yazın güneş ışınları, güneş daha yukarı konumda olduğu için başımızın üstüne doğru gelirken kısmen göz korunur, kışın ise göze daha dik gelir. Fakat yazın beyaz duvarlar ve parlak yüzeylerden yansıyan güneş ışığı daha fazla olduğu için gözlerimizde hassasiyet ve kısılmaya neden olarak daha çok zarar vermektedir” diye konuştu. Açık renkli gözlüler tehlikede Op. Dr. Kutluçınar, güneş ışınları göze zarar vermişse, gözde sulanma, yanma ve kapaklarda kısılma ile karşısında konuştuğu kişinin yüz hatlarını net görememe gibi sonuçların olabileceğini vurgulayarak, “Güneşe bağlı göz hasarında hasta süratle hemen doktora gitmeli ve acilen müdahalesi yapılmalıdır” dedi. Açık renkli gözlere sahip kişilerin güneş ışınlarından daha fazla etkileneceğini anlatan Op. Dr. Ersin Kutluçınar, şunları söyledi: “Açık renkli gözlerde melanin pigmenti azdır. Melanin pigmenti vücudumuzu ultraviyoleye karşı koruyan bir yapıtaşıdır. Bu nedenle açık tenli, açık renk gözlere sahip kişilerde koruma mekanizması zayıftır. Güneş ve güneş ışınlarına karşı çok daha fazla hassastırlar. Açık gri, ve mavi gözler güneşin zararlı ışınlarından en çok etkilenen gözlerdir.” Gözlük camları kahverengi olmalı Güneş gözlüğü seçimi konusuna da değinen Op. Dr. Kutluçınar, UV filtreli camla nesnelere baktığımızda nesnenin asıl rengi fazla değişmiyorsa ve bunun yanında sertifikası varsa kaliteli bir cam sayılabileceğini ifade etti. Op. Dr. Kutluçınar, şunları söyledi: “Ultraviyole gözümüz tarafından görülmeyen bir dalga boyudur. Ultraviyole A daha uzun, Ultraviyole B daha kısa dalga boyudur ve kalıcı güneş yanıklarına sebep olabilir. Bu nedenle güneş gözlükleri bu dalga boylarını kesen, engelleyen yapıya sahip olmalıdır. Güneş gözlüklerinde kahverengi camlar yeşil ve fümeye oranla bu zararlı ışınları daha etkili keser. Güneş gözlüklerinde UV koruması yoksa göze fayda yerine zarar verecektir.” SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 47 haber 12 ADIMDA HAMİLELİKTE DOĞRU BESLENME Gebelik oluşmasından 12. gebelik haftasına kadar vücutta pek çok hormon yüzlerce kat artar ve buna bağlı olarak annede bulantı, kokulara hassasiyet, kusma ve sindirim problemleri görülür. 12. haftadan sonra ise hormonlar daha sabit seyrettiğinden, bu tip şikâyetler düzelir. Gebeliğin ilk 3 ayında, bebeğin büyüme ve gelişmesini etkileyen en önemli faktör, sağlıklı kromozomal bir yapıya sahip olmasıdır. Dolayısıyla, bu dönemde annenin beslenme şekli bebeğin gelişimini etkilemez. Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Doç. Dr. Faruk Abike 12 adımda sağlıklı beslenmeyi anlattı. 1- İlk üç ay sık ama az miktarlarda beslenin 3- Günlük kaç kalori alacağız? İlk 3 ayda, anne sık aralıkla az miktarlarda beslenmelidir. Yağsız, kokusuz, baharatsız ve tuzlu yiyecekler ile kraker, beyaz leblebi gibi atıştırmalıklar bulantının bastırılmasında faydalı olacaktır. Bu dönemde anne, istediği her şeyi yiyebilir ancak yeme için zorlanmamalıdır çünkü sağlıklı bir genetik yapıya sahip bebek, bu dönemde annenin beslenmesinden olumsuz olarak etkilenmez. Anne; balık, yumurta, süt-süt ürünleri ve et ürünleri tüketebilir ancak bunlara karsı bulantı veya isteksizlik varsa yeme için kendini zorlamamalıdır. Raf ömrü uzun olan, katkı maddesi içeren gıdalar (sosis, salam, hazır meyve suyu vs.) tüketiminden kaçınılmalıdır. Sonuç olarak, ilk 3 ayda anne canı ne isterse tüketmeli, onun dışında faydalı olabileceğini düşünerek istemediği gıdayı almak için gereksiz bir çaba içinde olmamalıdır. Gebeliğin bu periyodunda, günlük 1600 kcal olan enerji tüketimi 2200 kcal düzeylerine çıkmaktadır. Dolayısı ile alım arttırılmalı, 3 ana öğün yanında mutlaka 3 ara öğün eklenmelidir. Ara öğünlerde sandviç, meyve, süt, yoğurt tüketilebilir. 2- 3. aydan sonraki beslenme ciddi bir disiplin ister Gebeliğin 3. ayından sonra hormonların daha sabit seyretmesi nedeniyle, anne hem fiziksel hem de psikolojik açıdan rahatlamış olacaktır. 3. aydan doğuma kadar ki süreçte beslenme, hem anne hem de bebek açısından, çok önemlidir ve ilk 3 ayın tersine çok sıkı bir disiplin gerektirir. 48 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 4- Günlük diyet nasıl olmalı? Günlük diyette mutlaka süt ve süt ürünleri (günde en az 1 bardak süt, bir kâse yoğurt, peynir) olmalıdır ve her gün düzenli olarak tüketilmelidir. Süt ve ürünleri, protein ve kalsiyum kaynağı olduğu için bolca tüketilmelidir. 5- Haftada en az iki öğün kırmızı et tüketin Annenin isteğine göre biftek, köfte veya steak şeklinde olabilir ancak az pişmiş olmamalıdır. Özellikle et ve et ürünlerinin iyi pişmiş olmasına dikkat edilmeli, raf ömrü uzun olan katkı maddeleri içeren gıdaların tüketilmemesine özen gösterilmelidir. 6- Haftada en az 3 gün yumurta tüketin Yumurta çok kaliteli protein içerir ve hatta mümkünse daha sık tüketilmelidir. 7- Haftada bir öğün balığı sofranızdan eksik etmeyin Ancak midye, istiridye, kılıçbalığı, köpek balığı ve kral uskumru türü balıklar yüksek düzeyde cıva içerebileceğinden, bu balıkların tüketimi sakıncalıdır. Levrek, çipura, somon gibi büyük balıklar tüketilmelidir. Bununla beraber dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da haftada 350 gramdan fazla balık tüketilmemesi ve suşi gibi çiğ balık içeren Uzakdoğu yemeklerinden uzak durulmasıdır. 8- Akşam yemeklerinde akdeniz mutfağını tercih edin Akşam yemeklerinde bol zeytinyağlı yeşil salata tüketimi hem vitamin kaynağı açısından hem de bağırsaklar açısından sağlıklıdır. 9- Ceviz, badem, kuru incire evet! Günlük olarak da, omega yağ asitlerinden zengin olan, ceviz, badem, kuru incir, kuru kayısı gibi gıdaların tüketimi (birkaç adet olmak üzere) önemlidir. Tatlı, pasta, hamur işi, çikolata gibi gıdalar çok fazla tüketilmemelidir. 10- Günde 3 litre sıvı tüketmeye önem verin (su, açık çay, süt, ayran, çorba, meyve) Herhangi bir hastalık ya da gebeliğe bağlı diyabet yoksa meyveler ve yeşil sebzeler bolca tüketilmelidir. Soda ve maden suyu yoğun mineral içerir ve tüketilmesi faydalı içecekler arasındadır. Asitli ve gazlı içecekler midede rahatsızlık yaratabileceği için sık olarak tüketilmemelidir ancak haftada 1-2 kez tüketilebilir. Günde 3-4 açık çay, 1 fincan kahve (tercihen filtre kahve) tüketilmesinde sakınca yoktur. 11- Gebelikte sigara ve alkole kesin bir HAYIR! Gebelikte 3. aydan itibaren bu beslenme disiplinine uyulması hem annenin sağlıklı bir gebelik geçirmesi hem de sağlıklı bebek gelişimi açısından son derece önemlidir. Gebeliğe başlangıç kilosuna göre değişmekle beraber, tüm gebelikte ortalama 11-14 kg kilo alımı gerçekleşmelidir. Gebeliğin ilk 6 ayında ayda bir kilogram, 6. aydan itibaren ayda iki kilogram alınması dengelidir. 12- Yürüyün ve yüzün Gebelik asla sınırsız yemek değildir, kaliteli ve dengeli beslenme hem rahat bir gebelik süreci hem de sağlıklı bir doğum sağlar. Gebeliğin 3. ayından itibaren, dengeli ve disiplinli beslenmeye mutlaka düzenli egzersiz programı eklenmelidir. Haftada en az 2 gün birer saat yürüme, yüzme, gebeliğe özel yoga, pilates yapılabilir. Ancak tehlikeli sporlar, ağırlık içeren egzersizler, bisiklet, paten gibi aktivitelerden kaçınılmalıdır. SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 49 haber FİTNESS UYGULAMALARININ ÖNLENEMEZ YÜKSELİŞİ Dr. Sertaç DOĞANAY Tek Doz Dijital ve Social Touch Kurucusu 80’ler, Türkiye dışında, her ülke için Walkman ile tanışma yılları demekti. Türkiye’de biraz daha geç başlayan Walkman döneminin 90’ların sonuna kadar sürmesi bu yüzdendir ki garip değildir. Yürürken kulaklık takmış insanlara alışmaya başladığımız dönemlerde, bir gün gelip de tüm bunların çok çok küçüleceğini, hatta “Kaset ne baba?” diyecek bir neslin varlığını tahmin edemezdik. 50 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 Walkman fenomeni ile başlamamın sebebi, spor yapanların müzik aletlerini yanlarında taşıma fikrine herkesten önce aşık olmasıdır. Çünkü aynı kitle, giyilebilir teknoloji ve uygulamalar konusunda da ön saflarda yer almış olmalı. Her geçen gün, dünya devi markaların sağlıklı yaşam tarzını benimseyen kullanıcıları için yenilikler geliştirdiğine şahit oluyoruz. Apple’ın HealthKit’i ve GoogleFit gibi fitness uygulamalarını ve giyilebilir teknoloji ürünlerini bir araya getiren uygulama toplulukları dışında, hatırı sayılır kullanıcısı olan RunTastic, Nike+ Run, My Tracks gibi uygulamaların da kullanıcı sayıları her geçen gün artıyor. Şehir yaşamında sağlıklı kalabilmek için, spor yapmak isteyen ama kapalı spor salonlarına ya da çok az sayıda dış mekân spor merkezlerine gitmek durumunda olanlar, biraz da kendi kendilerinin doktoru olmak istedikleri için, bu uygulamaları sıklıkla kullanıyorlar. ABD’de yapılan yeni bir araştırma, Apple Store ve Google Play Store’dan sürekli gördüğümüz rakamları doğrular nitelikte. Flurry Analytics’in son araştırmasına göre sağlık ve fitness uygulamaları, uygulama pazarının tamamından daha fazla büyüme göstermiş durumda. Aralık 2013 Haziran 2014 arasında %68’lik bir büyümeyle, büyüme oranı sadece %33 olan genel pazarı ikiye katlayan sağlık ve fitness uygulamalarının büyüme hızı ise %86 ile belirtiliyor. Flurry Analytics araştırmada daha da derine inerek, yaş grupları ve cinsiyet gruplarını da incelemiş. Buna göre; araştırmalar sırasında normalin üç katı daha fazla fitness uygulaması kullananların oluşturduğu gruba “fitness fanatikleri” adı veriliyor. Bu fanatiklerin %62’si kadınlardan %38’i de erkeklerden oluşuyor. Fitness ve sağlık uygulamalarının kullanımının bu kadar artması bana göre deneyimin önemine işaret ediyor. Kendi yaşamlarını kontrol altına alma fikri, insanları çekiyor. Sonuçta indirilen uygulamalar, sağlığınızı korumada size yardımcı oluyor. Giyilebilir teknoloji konusunda son zamanlarda yaşadığımız hızlı gelişmeler de, bu uygulamaların daha geniş kitlelerce denenmesine yol aç- mış olabilir. Giyilebilir teknoloji ürünleri yardımıyla, spor faaliyetlerinizin kontrolü ve izlenmesi kolaylaşıyor. Sensörlerin uygulamalar yardımıyla spor faaliyeti esnasında vücudunuzdan okuduğu verileri saklaması adım adım gelişmenizi takip etmenizi sağlıyor. Böylece hem nabız kontrollü, aktif spor yapabiliyorsunuz hem de gereksiz enerji harcamadan kilo verebiliyorsunuz. Sağlık ile ilgili konularda, dijital mecraların ve mobilin çok fazla kullanım potansiyeli var. Spor, uygulamanın en kolay olduğu alanlardan yalnızca biri. Şu anda, giyilebilir cihazların çok da pratik olmadığını söyleyebiliriz. Ne var ki, 10 yıl içerisinde giydiğimizi bile fark ettirmeyecek hafiflik ve küçüklükte giyilebilir teknoloji ürünlerini görebileceğiz. Tabii ki böylece daha fazla sayıda kullanıcının da bu ürünleri kullanabileceğini varsaymak yanlış olmaz. Geleceğin dijitale yatırımdan geçtiğini bir kez daha görmek için bu araştırmanın önemli bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Kaynak: http://www.flurry.com/blog/flurryinsights/health-and-fitness-apps-finallytake-fueled-fitness-fanatics#.U6LhLMypolI SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 51 haber İLAÇTA HEDEF % 60 YERLİ ÜRETİM Başbakan Erdoğan, bilim ve teknoloji alanında treni kaçırmaya niyetleri olmadığını belirterek, “İlaç ihtiyacının % 60’ını yerli üretimle karşılamayı hedefliyoruz” dedi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Bilim Teknoloji Yüksek Kurulu’na (BTYK) başkanlık etti. Toplantının gündeminin “Ulusal yenilik sistemi ve medikal biyoteknoloji” olduğunu belirten Erdoğan, ilaç sektörünü yüksek katma değerli ürün üreten rekabetçi bir yapıya kavuşturmayı hedeflediklerini dile getirdi. Erdoğan, “Bunun için de yurtiçi tıbbi cihaz ve malzeme ihtiyacının yüzde 20’sini, yurtiçi ilaç ihtiyacının ise yüzde 60’ını yerli üretimle karşılamayı hedefliyoruz” diye konuştu. “Bilim ve teknoloji alanında treni kaçırmaya asla niyetimiz yok” ifadelerini kullanan Erdoğan, “12 yıl öncesinin Türkiye’si değiliz. Bilim ve teknoloji alanında da tarihi bir atılım içindeyiz” dedi. 2000’de 3.4 milyar lira olan Ar-Ge harcamalarının 2012’de 13 milyarın üzerine çıktığını belirten Başbakan Erdoğan, şöyle konuştu: “Bunun GSYİH’ya oranı 2000’de yüzde 0.48 iken, 2012’de 0.92’ye yüksel52 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 di. Yeterli mi, değil. Özel sektörün ArGe harcaması da 5 kat arttı.” Yenilenebilir Payı % 30’a Çıkacak Erdoğan, 2023 yılında elektrik üretimi içinde yenilenebilir enerjinin payının en az yüzde 30’a çıkarılmasını hedeflediklerini kaydetti. Bilim ve teknolojiye desteklerle ilgili de konuşan Erdoğan, “Geçtiğimiz dönemde binin üzerinde okula 6 milyon liralık destek verdik. Öğrencilerin tamamı için fırsat eşitliği sağlayan bir altyapı kurarak dersleri video ortamına yaymak suretiyle öğrencilere sunduk. Girişimcilik ve yenilikçilik, eko sistemin etkinleştirilmesi başlığı altında aldığımız kararları uygulamalarının neticelerini elde etmeye başladık. Girişimcilere yönelik yeni destek programlarına, genç nesile girişimcilik ruhunu aşılayacak ders programlarından akademisyenleri- mizin girişimci faaliyetlerini teşvike kadar birçok çalışmayı hayata geçirdik. Öyle ki artık ülkemiz sadece Türk girişimci ve yatırımcılar için değil, yabancılar için bile cazibe merkezi haline gelmeye başladı. Teknoparkların kurulması, geliştirilmesi için TÜBİTAK kararıyla üniversite başına yeni rakamla 1 milyon, eskisiyle 1 trilyon destek sağlıyoruz” diye konuştu. 159 Ar-Ge Merkezi Belgesi Verdik Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Fikri Işık, Ar-Ge merkezi kurmak için gerekli olan personel sayısının 30’a düşürüldüğünü belirterek, “Şu an bakanlık olarak 159 firmamıza Ar-Ge merkezi kurma belgesi verdik. Bu değişiklikle de Ar-Ge merkezi sayısının önümüzdeki dönemde katlanarak büyüyeceğini ümit ediyoruz” değerlendirmesinde bulundu. HEMATOLOJİ (KAN HASTALIKLARI) HAKKINDA HER ŞEY Hematoloji kelime anlamı olarak kan bilimi demektir. Başlıca konusu kan hastalıklarıdır. Kan sıvı bir dokudur. Bu doku hem damarlarımızda dolaşan ve içinde alyuvarlar, lökositler, trombositler gibi hücreleri barındıran sıvı doku hem de kanın yapıldığı kemik iliği dokusundan oluşur. Kanın içindeki alyuvarlar dokulara oksijen taşırken lökositler mikroplarla savaşmaktan sorumludur. Lökositlerin bir kolu olan lenfositler ise bağışıklık sistemimizi oluştururlar. Trombosit denen hücreler ise bir yaralanma halinde kanamayı ilk durduran hücrelerdir. Kan hastalıkları denince bu hücrelerin azlığı, çokluğu, hatalı yapımı, kanserleşmesi gibi bozuklukları içerir. Ayrıca damar içinde sıvı olarak dolaşan kanın herhangi bir yaralanma halinde pıhtılaşması da kanın içindeki birçok proteinin birbirini tetikleyerek oluşturduğu bir reaksiyonlar topluluğudur. Kanı sıvı halde tutan mekanizmalar ile pıhtılaşmasını sağlayan mekanizmalar arasındaki dengenin bozulmasıyla oluşan kanam veya pıhtılaşma hastalıkları da hematolojinin konuları arasına girer. Buna göre hematoloji halk arasında kansızlık, bağışıklık yetmezliği, kanamalar, damar içi pıhtı oluşmasına yol açan hastalıklar, kan kanserleri, lenf bezi hastalıkları, lenfomalar, Hodgkin hastalığı, multiple myeloma gibi lenf sistemi kanserleri, çeşitli hastalıkların kan üzerinde oluşturduğu kanla ilgili hastalıklar hematolojinin konusudur. Hematolojik hastalıkların tanısı için tam kan sayımı, periferik yayma, çeşitli biyokimyasal testler, kan yapımında kullanılan vitamin, mineral ve hormonların ölçülmesi, kemik iliğinin aspirasyon ve biyopsi yöntemi ile tetkiki, kemik iliği ve kanda çeşitli genetik tetkikler, kromozom analizleri, immünolojik tetkikler, kanama ve pıhtılaşmayı ölçen testler, çeşitli görüntüleme yöntemleri kullanılır. Hematolojik hastalıkların tanısı kadar tedavisi de önemlidir. Bu amaçla eğer eksikliği varsa kan yapımında kullanılan çeşitli vitamin ve mineraller, kemoterapiler, kan nakilleri, kanamayı ve pıhtılaşmayı önleyen çeşitli ilaçlar kullanılır. Tabii ki hematolojik hastalığa neden olan etkenlerin ve hastalıkların da tedavisi ilk yapılacak işlerdendir. Kan Hastalıklarında (Hematoloji) Genel Belirti ve Bulgular Çarpıntı: Hastanın kalp atışını hissetmesidir. Kansızlığa (anemiler) ve anemiye neden olan kötücül hematolojik hastalıklarda ateşe ve anemiye bağlı olabilir. Halsizlik ve yorgunluk: Anemiler, dalak büyüklüğü ile seyreden kan ve lenf bezi hücrelerinin anormal çoğalması ile seyreden (miyeloproliferatif ve lenfoproliferatif ) hastalıklarda görülür. 54 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 Nefes darlığı: Anemiye bağlı kalp yetmezliği ve lenf bezlerinin akciğere ve hava borusuna basısı sonucu gözlenir. Sarılık: Kanın vücutta yıkımına bağlı (Hemolitik) anemilerde ve karın içinde büyüyen lenf bezlerinin karaciğer ve safra yollarına basısına bağlı bilürübin artışı ile deri ve mukozalarda sarılık gözlenir. Ayrıca B12 ve folik asit eksikliğine bağlı anemilerde (megaloblastik) limon sarısı görünüme yol açan sarılık izlenebilir. Gençlerde sarılık, dalak büyüklüğü (splenomegali) ve safra kesesi taşı olması doğuştan olan anemilerde görülür. Solukluk: Deri ve mukozalarda solukluk anemiler, kemik iliğinde kan hücrelerinin hatalı ve yetersiz yapıldığı hastalıklarda (kan kanserleri, lösemiler, özellikle akut olanlar, miyelodisplastik hastalık tablosu) görülür. Tırnak bozuklukları: Demir eksikliği anemisinde özellikle kaşık tırnak dikkat çekicidir. Kemoterapilere bağlı çizgilenmeler, kök hücre nakli olan hastalarda ise tırnağın yenilenmesi görülür. İlaçlara bağlı, kemoterapi alan hastalarda, özellikle hidroksiürea kullananlarda deride ve tırnaklarda koyulaşma ve koyu çizgilenmeler meydana gelebilir. Zayıflama (Kilo kaybı) : İştahın normal hatta artmış olmasına rağmen kilo kaybı zehirli guatr ve şeker hastalarında görülür. İştah azlığı ile birlikte kilo kaybı kötü huylu kan hastalıklarında ve özellikle lenf bezi kanserlerinde (lenfomalar) dikkat çeker. Nüks eden ve dirençli olan hastalarda genellikle ilaçların yan etkilerine ve hastalığa bağlı aşırı zayıflama (kaşeksi) görülür. Kemoterapi alan hastalarda da ilaçların bulantı, kusma ve iştahın baskılanması gibi yan etkilerine bağlı zayıflama olur. Ateş: Ateş birçok hematolojik hastalıkta görülebilir. Kötü huylu kan hastalıklarında genellikle 38 santigrat üzerindedir. Enfeksiyonlarda ise yüksek ateşe tansiyon düşüklüğü, çarpıntı ve titreme gibi bulgular eşlik edebilir. Lenf bezi ve kan kanserleri (Lenfomalar, akut ve kronik lösemiler), B12 vitamini eksikliği anemisi, hızlı alyuvar yıkımının olduğu (hemolitik) anemiler, demir eksikliği anemisi ve akyuvar düşüklüğü olan (nötropenik) hastalarda enfeksiyona bağlı ateş olabilir. Ayak bileği ülserleri: Orak hücreli, Akdeniz anemisi olan, uzun süre hidroksiürea isimli ilacı kullanan hastalarda da geçmeyen ayak bileği ülserleri meydana gelebilir. Deri kanamaları: Deri ve mukozalarda toplu iğne başı büyüklüğünde veya daha büyük kanamalar görülebilir. Kanımızda pıhtılaşmada görevi olan hücrelerin (trombositler) sonradan veya doğuştan olan sayısal azlığında(trombositopeni) ve fonksiyonel bozukluklarında görülür. Sonradan veya doğuştan olan pıhtılaşma (koagülasyon) faktörleri eksikliğine bağlı da oluşabilir. Eklem içine olan kanamalar (Hemartroz) : Genellikle pıhtılaşma (koagülasyon) faktörlerinin sonradan veya irsi eksikliklerine bağlı eklem içine olan kanamalardır. En sık nedeni Hemofili A’dır. En sık diz ekleminde görülür. SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 55 Lenf bezlerinde büyüme (Lenfadenopati) : Safra kesesi taşları: Bir veya birden fazla lenf bezesinin çap, sayı ve kıvam dikkate alınarak anormal bulunması anlamına gelmektedir. Genel olarak 1 cm’den büyük lenf bezesi anormal kabul edilir. Hastalarda ağrısız, 2 cm’den büyük, hareketli, lastik kıvamında ve yaygın lenf bezi büyümeleri lenfomalarda, bazı kronik kan kanserlerinde görülür. Doğuştan alyuvar yıkımıyla giden kansızlıklarda (hemolitik anemiler, herediter sferositoz, Talasemiler, Orak hücreli anemi) genç yaşta safra kesesi taşları olabilir. Genç bir hastada anemi, dalak büyüklüğü ve safra kesesi taşı varsa bu durum aksi ispat edilene kadar doğuştan olan alyuvar yıkımına bağlı kansızlıktır. Dalak büyüklüğü (Splenomegali) : Yetişkinlerde dalak boyu yaklaşık 11– 12 cm’dir. Fizik muayenede dalağın ele gelmesi normalden yaklaşık üç misli büyüdüğü anlamına gelir. Dalak büyüklüğüne enfeksiyonlar (Brusella, Sıtma gibi birçok enfeksiyon hastalığı), romatizmal hastalıklar (Romatoid artrit, sistemik lupus eritemetazus) siroz, kalp yetmezliği gibi hastalıkların yanında birçok kan hastalığı neden olabilir. Dalak büyüklüğü yapan; Akdeniz anemileri (Talasemi), doğuştan olan alyuvar hastalıkları (herediter sferositoz), kronik ve akut kan kanserleri Kronik lenfositer lösemi, Kronik miyelositer lösemi) , lenf bezi kanserleri (Lenfomalar), kan hücrelerinin aşırı yükselmesi ile seyreden hastalıklar (Miyelofibrozis, Polisitemi Vera), saçlı hücreli kan kanseri ve doğuştan olan depo hastalıkları sayılabilir. Karaciğer büyüklüğü (Hepatomegali) : Hepatomegali; karaciğerin büyümesidir. Karaciğerin büyümesine birçok hastalık neden olabilir. Kalp yetmezliği, siroz, karaciğerin damarlarında pıhtı, enfeksiyon hastalıkları (tifo, sarılık, brusella, sıtma, kala-azar), doğuştan enzim eksikliği sonrası meydana gelen depo hastalıkları, kanserler (lenfomalar, lösemiler, karaciğerin primer tümörleri, metastatik kanserler, miyelofibrozis, polisitemi vera) en sık büyüklüğe yol açan hastalıklardır. 56 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 İdrarda kan gelmesi (Hematüri) : Normalde idrarda erkeklerde her bir mikroskop alanında bir, bayanlarda ise dört alyuvar olabilir. Hematürinin en sık nedeni idrar yolu enfeksiyonlardır. Kan hastalıklarında pıhtılaşma ile ilgili hücrelerin (Trombosit) sayı (trombositopeni) ve fonksiyon bozukluğuna bağlı olabilir. Akut gut atağı: Kan hastalıklarından hücre yıkım ve yapımının arttığı (miyeloproliferatif hastalıklar, lenfoproliferatif hastalıklar, akut ve kronik lösemiler ve kemoterapi sonrası) hastalıklarda kanda yükselen ürik asite bağlı görülebilir. Hastaların ayak başparmağında şişlik, yanıcı tarzda ağrı ve kızarıklık meydana gelir. Parmakların kızarıklığı ve ağrısı (Eritromelalji) : Kılcal damarlarda tıkanma sonunda meydana gelen iskemiye bağlıdır. Ellerin ve ayakların kızarık ve yanıcı tarzda ağrılı olmasıdır. Alyuvarların anormal artışı (Polisitemi vera), kan hücrelerinin anormal artışı ile seyreden hastalıklarda (akut lösemiler ve esansiyel trombositoz) daha sık görülür. Diş eti şişmesi: Diş etlerinde şişme dikkat çeker. Akut kan kanserlerinde (miyelomonositer ve monoblastik lösemilerde), lityum, siklosporin, difenilhidantoin ilaçlarını kullananlarda, gebelik ve diş hastalıklarında görülebilir. Akut lösemilerde diş etlerinde kan kanseri hücrelerinin (monoblastların) tutulumuna bağlıdır. Dilin üzerinin düzleşmesi: Dilimizin üzerinde tad almamızı sağlayan kabarcıklar bulunur. Hızlı hücre ve doku yapım ve yıkımının olduğu sindirim sistemizin yüzeyini kaplayan hücrelerde, B12 vitamini ve folik asit eksikliğine bağlı meydana gelir. Dil üzeri düz, kızarıktır. Özellikle megaloblastik anemilerde görülür. Demir eksikliği anemisi olan hastalarda da görülebilir. Atar ve toplardamarlarda pıhtılaşma: Kan hastalıklarında kan akımının yavaşlaması veya yapısının bozulması ve damar duvarı bozukluğuna bağlı özellikle toplardamarlarda hayatı tehdit eden pıhtılaşmalar görülebilir. Sıklıkla aşağıdaki hastalıklarda görülür. • Alyuvarların anormal artışı ile karakterize kan bastı hastalığı (Polisitemi vera) • Kanda anormal protein artışı ile seyreden hastalıklar (Paraproteinemiler; multipl miyelom, waldenström makroglobulinemisi, kriyoglobulinemi) • Orak hücreli anemi • Pıhtılaşmayı sağlayan hücrelerimi- zin anormal artışı ile seyreden hastalık (Primer trombositoz) • Doğuştan pıhtılaşmaya meyilli olunan hastalıklar (Faktör V leiden mutasyonu, protrombin gen mutasyonu, Protein C ve S eksikliği, antitrombin eksikliği, Hiperhomosisteinemi) haber Kan Bağışı Hakkında Merak Edilenler Günümüzde tıp ve teknoloji alanındaki tüm gelişmelere rağmen kan, kan bileşenleri ve kandan elde edilen ürünlerin yerine geçebilecek bir tedavi aracı bulunamamıştır. Kan, kaynağı insan olan ve elde edilmesi için başka alternatifi olmayan bir tedavi aracıdır. Ülkemizde son yıllarda kan bağışını teşvik noktasında Sağlık Bakanlığı ve Türk Kızılayı tarafından dikkat çekici çalışmalar yapılmaktadır. Kan bağışı söz konusu olduğunda vatandaşlarda bilgi eksikliği ve bazı önyargıların varlığı göze çarpmaktadır. İşte kan bağışı konusunda en çok sorulanlar ve Türk Kızılayı’nın bu sorulara cevapları: Kimler kan bağışında bulunabilir? 58 fazla 1 kez olmak üzere kan bağışında bulunabilir. Kayıt, muayene, kan bağışı ve ikram işlemleri yaklaşık 30-35 dk. sürmektedir. Kişi kan bağışı için başvurduğunda mutlaka sorgulama formundaki kişisel ve sağlıkla ilgili soruları eksiksiz cevaplandırmak ve bu formu bizzat onaylamak zorundadır. Sorulan sorular kan bağışımızın ve kanı alacak hasta sağlığı için büyük önem arz etmektedir. Kimliğimi bildirmem zorunlu mu? Kan bağışı sırasında canım yanar mı? Bağışçılar her kan bağışı işlemi öncesinde isim-soy isim, doğum tarihi (gün/ay/yıl), TC kimlik numarasını içeren nüfus cüzdanı ve kalıcı adres bilgilerini vererek kendilerini tanıtmalıdır. Kimlik ibrazı Sağlık Bakanlığı’nın hazırlanmış olduğu Ulusal Kan ve Kan Ürünleri Rehberine göre zorunludur. Kullanılan iğnenin kalınlığı uluslararası standartlarda bu işlem için uygulanan kalınlıktadır. Hayat kurtarmak için alınan kanın içindeki hücrelere zarar verilmemesi açısından iğnenin kalın olması gerekmektedir. İğnenin kalın olması kan alımı sırasında iğne içinden geçen kan hücrelerinin parçalanmasını engeller, oluşabilecek hasarı azaltır. Acının az hissedilmesi için iğne ucu özel bir işlemle lazerle kesilmiş, silikon ile kaplanmıştır. Personelimiz kan alımı konusunda özel eğitim almış uzmanlardır. Kan bağışı ne kadar sürer? 18-65 yaş aralığında 50 kg.ın üzerindeki her sağlıklı birey kan bağışçısı adayı olabilir. (19 yaşından gün almak, 65’ini doldurmamak gerekir.) Sorgulama formundaki özel hayatıma yönelik soruları cevaplamak zorunda mıyım? İlk kez kan bağışında bulunacaklar için üst yaş sınırı: 61 yaşından gün almamış olmalı. Düzenli kan bağışçıları için üst yaş sınırı: 70 yaşından gün almamış düzenli kan bağışçısı yılda en Sorgulama formunun içeriği Sağlık Bakanlığı tarafından belirlenmektedir. Sorgulama Formunun bağışçı tarafından doldurulup onaylanmadan kan alımını kesinlikle yasaklanmıştır. SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 Kan bağışı sırasında hastalık bulaşma riski var mı? Kan bağışı işlemi boyunca kullanılan tüm malzemeler tek kullanımlık ve sterildir. Sizler için kullanılan malzemeler işlem sonunda kalite standartlarına uygun şekilde imha edilirler. Bu süreç içerisinde herhangi bir hastalık bulaşının olması söz konusu değildir. Kan vermenin yan etkisi var mıdır? Halk arasında yaygın olan kan bağışının kilo değişimine sebep olduğu, bağımlılık yarattığı, kansız kalacağı inancı tamamen yersizdir. Hangi aralıklarla kan bağışında bulunabilirim? Tam kan bağışında; erkekler 90 günde bir, kadınlar 120 gün de bir kan bağışında bulunabilir. Sarılık geçirenler kan bağışında bulunabilir mi? Hepatit A ve Hepatit E enfeksiyonu geçirenler tedavi sürecini tamamladıktan sonra 12 ay boyunca kan bağışında bulunamaz. Hepatit B ve C geçirenler ise tedavilerini tamamlamış olsalar dahi hiçbir zaman kan bağışında bulunamazlar. sisteme kaydedilmektedir. Kayıt işlemiyle beraber flebotmistlerimiz tarafından kan sayımı, tansiyon, nabız, ateş ve vücut ağırlığı ölçümü yapılır. 3. Doktor muayenesi Kayıt işlemi sonrasında yapılan sınırlı fiziksel muayene sonuçları doldurduğunuz forma ve bilgisayar sistemine işlenir. Doktorlarımız doldurduğunuz form ve fiziksel muayene sonuçlarını değerlendirir. Bağışçı adayı olarak kan bağışında bulunmanız ilk olarak size daha sonrada ihtiyaç sahibine herhangi bir zarar vermeyecekse kan bağışı işlemine yönlendirilirsiniz. 4. Kan bağışı işlemi Kan bağışı işlemi için özel olarak tasarlanmış kan alma yataklarına alınırsınız. Kan bağışı işlemi; • Konusunda eğitim almış tecrübeli flebotomistler tarafından gerçekleştirilir. • Kullanılan tüm malzemeler tek kullanımlık ve sterildir. • Kan alımı işlemi en uygun bölge olan dirsek çukurunda gerçekleşir. cuttaki kanın 1/13’ü ) Yine de dikkat edilecek bazı konular vardır. • Sigara baş dönmesi ya da mide bulantısı gibi şikâyetlere yol açabileceği için doktor ya da flebotomistlerimizin önerdiği süre içinde içilmemesi gerekmektedir. • Gün içerisinde kan bağışında bu- lunduğunuz kolunuz ile ağırlık kaldırmamanız kapanan damar duvarındaki pıhtının açılmaması için önemlidir. • İlk 4 saat boyunca olduğundan fazla sıvı tüketmeye çalışınız. İlk öğünden önce alkollü içecekler almayınız. (alkol vücuttan sıvı atılımını artırdığı için şikâyete yol açabilir.) • Sportif faaliyetlerinize bir gün ara veriniz. • Gün içerisinde sıvı kaybını artırdı- ğı için aşırı sıcak ortamlarda (hamam, sauna) bulunmayınız. • Pilot, ticari araç şoförleri, tehlikeli makine operatörleri, yüksek yerlerde bedeni faaliyet gösteren meslek grupları vb.in kan bağışladıktan sonra 24 saat işlerine ara vermeleri önerilir. Kan Bağışı Nasıl Gerçekleşir? • Kan alma işlemi yaklaşık 4-8 dk • Tüm bu önerilere rağmen baygın- 1. Bilgilendirme ve form doldurma : • Her kan bağışında sadece 1 ünite Kan bağışı için kan bağışı merkezlerine başvurduğunuzda size 4 sayfalık bir form verilir. Dolduracağınız sorgulama formunda kişisel bilgilerinizin yanı sıra özel hayatınızla ilgili sorular bulunmaktadır. Ankette özel soruların yer alması ve sizlerin bu sorulara samimiyetle vereceğiniz cevaplar “Güvenli Kan Temininin” ilk adımını oluşturmaktadır. Paylaştığınız tüm bilgiler hem etik hem de yasal olarak gizli tutulmaktadır. Sorular ve bilgilendirmeler ile ilgili her türlü merak ettiğiniz konuyu doktorlarımıza ya da flebotomistlerimize (hemşirelerimize) danışabilirsiniz. 2. Kayıt Kan bağışı işlemi yasal bir süreçtir. Bu nedenle kimlik ve iletişim bilgileriniz Türk Kızılayı’nın kullanmış olduğu sürer. kan bağışlanmaktadır. 1 ünite kan yaklaşık 450 ml ±%10 ‘dir. 5. İkram ve istirahat İşlem sona erdiğinde size belirtilen süre kadar yatakta ve yine belirtilen süre kadar ikram alanında dinlenmeniz gerekmektedir. Kan alma yatağında istirahat ederken flebotomistlerin size gösterdiği şekilde kolunuza bası yapmanız damar dışına kanama olmaması için önemlidir. İkram bölümünde sizlere minarel yönünden zengin olduğu için maden suyu ve bisküvi vb. verilmektedir. Verilen ikramları tüketmeniz olası sıvı kaybını önleyecektir. 6. Dikkat edilmesi gerekenler Gerçekleşen kan bağışı günlük hayatınızı etkilemeyecek miktardadır. (vü- lık hissi ya da baş dönemsi olursa bir yere uzanın veya başınızı iki dizinizin arasına alacak şekilde oturunuz. Ödül/Madalya sistemi Türk Kızılayı güvenli kanın düzenli kan bağışçı profili ile gerçekleşeceği düşünmektedir. Bu anlayışla kurumumuza gönüllü olarak düzenli kan bağışında bulunana bağışçılarımıza anı olarak kalması için madalya/ ödül sistemi oluşturulmuştur. Türk Kızılayı’nın Kan Bağışı Merkezi fark etmeksizin 10 kez bağış yapan bağışçımıza BRONZ MADALYA, 25 kez bağış yapan bağışçımıza GÜMÜŞ MADALYA, 35 kez bağış yapan bağışçımıza ALTIN MADALYA, 45 kez bağış yapan bağışçımıza PLAKET takdim edilmektedir. Madalya ve plaketleri hak edilen yılın bir sonraki senesinde 14 Haziran Dünya Kan Bağışçıları Günü kapsamı etkinliklerinde teslim edilmektedir. SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 59 haber UYUŞTURUCU BAĞIMLILIĞININ KORKUNÇ YÜZÜ SERGİLENDİ Dünyaca ünlü İtalyan fotoğraf sanatçısı Valerio Bispuri’nin, Latin Amerika’da uyuşturucu bağımlılarını fotoğrafladığı “Paco” sergisi, Türkiye Yeşilay Cemiyeti ev sahipliğinde açıldı. Bispuri; “8-9 yaşında uyuşturucudan ölen çocuklar gördüm, bunu önlemek hepimizin görevi” dedi. Birleşmiş Milletler (BM), 1987 yılında uyuşturucu bağımlılığı ve kaçakçılığına dikkat çekmek amacıyla 26 Haziran’ı “Dünya Uyuşturucu Kullanımı ve Kaçakçılığı ile Mücadele Günü” ilan etti. Türkiye Yeşilay Cemiyeti, uyuşturucu ile mücadeleye sanatsal bir bakış açısı getirmek amacı ile dünyaca ünlü İtalyan fotoğraf sanatçısı Valerio Bispuri’nin “Paco” sergisine ev sahipliği yapıyor. Valerio Bispuri Latin Amerika’da son dönemde pek çok gencin ölümüne neden olan bir uyuşturucu türü “Paco”nun korkunç yüzünü fotoğraflarla yansıtıyor. Bispuri, fotoğraf projelerinde sosyal meseleleri görünür kılmak için çalışıyor. 23 Haziran’da Sepetçiler Kasrı’nda gerçekleşen sergi açılışına İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Danışmanı Erman Tuncer, Yeşilay Genel Başkanı Prof. Dr. M. İhsan Karaman, Yeşilay Genel Müdürü Savaş Yılmaz, Yeşilay Yönetim Kurlu üyeleri ve çok sayıda sanatsever katıldı. “Sanat ile farkındalık yaratmayı hedefledik” Açılışta Konuşan İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, bağımlılıkla mücadelede devlet ve sivil toplum kuruluşlarının, sanatçıların, eğitimci60 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 lerin koordineli bir şekilde çalışması gerektiğini ifade ederek sergi için Yeşilay’a ve sanatçı Bispuri’ye teşekkür etti. Türkiye Yeşilay Cemiyeti Genel Başkanı Prof. Dr. M. İhsan Karaman son dönemde uyuşturucu kullanım yaşının dünya genelinde düştüğünü endişe ile gözlemlediklerini ifade etti. Prof. Karaman; “Yeşilay olarak bağımlılıkların önlenmesinde ilk adım, farkındalık yaratmaktır. Bunun için şimdiye dek pek çok etkinlik, seminer, konferans düzenledik. Bu kez de sanatsal bir bakış açısı ile bağımlılıkların görünmeyen yüzünü göstermek istedik” dedi. “8-9 yaşında çocukların ölümlerini gördüm” Valerio Bispuri, fotoğraflarını böyle güzel bir amaç için sergileme imkânını kendisine verdikleri için Yeşilay’a teşekkür etti. Bispuri; “8-9 yaşında çocukların ölümlerini gördüm, ailelerinin yaşadıkları acıları gördüm. Fotoğraf, görünmeyeni görünür kılar… Bu sergi ile bir şeyleri değiştirebilmeyi tüm kalbimle diliyorum” dedi. Sosyal Meselelere Ödüllü Bakış Açısı Valerio Bispuri, 2013 Japonya’nın 9. Günü, Uluslararası Gazetecilik Ödülü, 2013 ‘Geçici Meseleler’ dalında Sony Dünya Fotoğrafçılık Ödülü gibi pek çok ödüllere sahip. Bispuri; hapishaneler, uyuşturucu kullanımının etkileri gibi pek çok sosyal konuda başarılı fotoğraflara imza atıyor. BM Maddeler ve Suç Birimi (UNODC) tarafından yayımlanan 2012 Dünya Uyuşturucu Raporu’nda, dünya genelinde 27 milyon kişinin uyuşturucu problemi ile yaşıyor. Bu durumdan yalnızca kendileri değil aileleri, çevreleri ve toplum da zarar görüyor. Valerio Bispuri, 2 yılı aşkın süredir yürüttüğü proje ile bu gerçeği görünür hale getiriyor. “Paco”, içerisinde kokain artıkları, kimyasal bileşikleri toz ya da cam parçalarının bulunduğu, yüksek derecede bağımlılık yapan ve Güney Amerika’da pek çok gencin ölümüne neden olan bir uyuşturucu türü. Özellikle fakir semtlerde yaşayan gençler bu uyuşturucunun kurbanı olmuş durumda. Aileler ucuz olması nedeniyle hızla yaygınlaşan Paco kullanımına karşı önlemlerin artırılmasını istiyor. Yaklaşık bir asırdır bağımlılıklarla mücadele eden Yeşilay da bu sergiyle bağımlılık savaşının evrenselliğine ve bu uğurda, sanatın yerinde kullanımına dikkat çekmiş olacak. Sergi 18 Temmuza kadar Sepetçiler Kasrı’nda ziyarete açık olacak. haber OBEZİTE KADINLARDA DAHA FAZLA GÖRÜLÜYOR Türkiye İstatistik Kurumu’nun yaptığı araştırmaya göre, Türkiye’de genç kadınlarda obezite oranı, erkeklerinkinden fazla görülmektedir. Türkiye’de gençlerin ortalama kiloları da boyları da yükselirken, genç kadınlarda obezite, erkekleri geçiyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) Dünya Nüfus Günü nedeniyle açıkladığı gençlik istatistikleri verilerine göre, Türkiye’de gençlerin boy ortalamaları 168.2 santimetre, kilo ortalamaları ise 63.2 kilogram düzeyinde bulunuyor. Genç kadınlarda 2010 yılında 162.1 santimetre boy ortalamaları 2012 yılında 162.8 santimetre olarak hesaplandı. Aynı dönemde genç kadınlarda ağırlık ortalamaları da 900 gram artışla 58.1 kilograma yükseldi. Aynı yaş grubundaki genç erkeklerde 2010 yılında 172.7 santimetre boy ortalamaları 2012 yılında 173.5 santimetre olarak hesaplandı. Aynı dönemde genç erkeklerde ağırlık ortalamaları da bir kilogram artışla 68.4 kilograma yükseldi. Erkekler Kilolu, Kadınlar Obez Buradan hareketle, gençlerin vücut kitle indekslerine göre, 1,000 gençten 692’sinin kilosunun normal değerlerde olduğu belirlendi. Buna karşılık 1,000 gençten 148’inin fazla kilolu, 38’inin obez ve 122’sinin de düşük kilolu olduğu saptandı. Fazla kiloluk genç erkeklerde, genç kadınları geçti. Buna göre her 1,000 genç erkekten 163’ü, 1,000 genç kadından 133’ü fazla kilolu olarak belirlen- di. Buna karşılık, obezlerin sayısı da 1,000 gençten erkeklerde 36’yı, kadında da 40’ı buluyor. 1,000 Gençten 687’si İnternet Kullanıyor Gençler arasında internet kullanımı da yüksek oranlara yükseliyor. TÜİK’in verileri, 1,000 gençten 687’sinin internet kullandığını gösteriyor. İnternet kullanımı, genç erkeklerde 801 kişiyi bulurken, genç kadınlarda 575 düzeyinde kalıyor. Aynı yaş grubundaki gençlerin bilgisayar kullanımı da 1,000 kişide ortalama 706 olarak belirlenirken, genç erkeklerde bu kişiler 820’yi bulurken, kadınlarda ise 595 kişide kalıyor. SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 61 haber SICAK HAVALARDA BAŞ DÖNMESİNE DİKKAT! Her geçen gün biraz daha ısınmaya başlayan havalar önlem alınmadığı takdirde insan sağlığı üzerinde ciddi tehlikeler oluşturabilir. Yaşlılar, çocuklar ve kronik hastalığı olanlar başta olmak üzere sağlıklı insanların da zorunlu olmadıkları müddetçe güneş ışınlarının en etkili olduğu öğle saatlerinde dışarı çıkmaması gerekiyor. Prof. Dr. Birsel Kavaklı, sıcak havalarda dikkat edilmesi gerekenler hakkında şu bilgileri veriyor; Bilinç kaybından komaya kadar gidebilen ciddi tablolar oluşabiliyor Küresel ısınmanın sebep olduğu aşırı sıcaklar tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de pek çok insanın sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir. Hayati tehlikeye neden olabilen aşırı sıcaklara karşı bireysel önlem alınması gerekmektedir. Hava sıcaklıklarının 62 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 çok yüksek olduğu günlerde karşılaşılan güneş çarpması, sıcaklığın yükselmesi ile önemli bir tehlike olarak karşımızda durmaktadır. Yüksek ateş, terleyememe, komaya kadar giden sinir sistemi bozuklukları, halsizlik, baş ağrısı, baş dönmesi, kusma, bulantı, nabız hızlanması ilk belirtiler olabilirken; algılama ve koordinasyon yeteneğinin bozulması, görme netliğinde bozulma, göz çukurlarının belirginleşmesi, bilincin kaybolması ileri belirtilerdir. Bu durumda vakit kaybetmeden bir sağlık merkezine başvurulmalıdır. 11.00-16.00 arası dışarı çıkmayın Özellikle çocuklar, yaşlılar, hamileler, kalp, şeker ve tansiyon hastaları zorunlu olmadıkça sıcaklığın en belirgin olduğu 11.00-16.00 saatleri arasında dışarıya çıkmamalıdır. Kalp ve tansiyon hastalarının ilaçlarını yaz aylarına ve sıcak havalara göre ayarlamasını yapması gerekir. Beyin kanamalarının önüne geçmek için tansiyon hastaları ayrıca kendilerine dikkat etmeli, tansiyonlarını sık sık ölçtürmelidir. Migren hastalığı olanlar serin ve klimatize edilmiş ortamları tercih etmelidir. İshal ve bağırsak enfeksiyonlarından korunmak için hijyen kurallarına çok dikkat edilmeli, eller sık sık yıkanmalı, temizliğinden emin olunmayan yiyecekler tüketilmemelidir. Güneş ışınlarının uzun vadede deri kanserlerine neden olabileceği unutulmamalıdır. Özellikle güneş ışınlarının dik olarak geldiği saatlerde şapka gözlük gibi aksesuarlarla korunulmalı, güneş koruyucu kremler kullanılmalıdır. Kol ve bacaklarda veya karında aşırı sıcaktan tuz kaybı ile birlikte sıcak krampları görülebilir. 1-2 bardak tuz içeren sıvı verilmeli, kramp girmiş kasa masaj yapılmamalıdır. Oruç tutanlar sıcak çarpmasından daha çabuk etkileniyor Oruçlu iken zaten sıvı alımı yapılamayacağı için sıcak ortamlarda bulunmak, terlemeyi artırarak vücutta var olan suyun da kaybedilmesine ve buna bağlı olarak susuzluk hissedilmesine sebep olacaktır. Bunun sonucu olarak kanın akışkanlığı azalıp risk grubunda olanlarda damar tıkanıklığı yaşanabilmektedir. Aşırı güneşli ve sıcak havalarda sağlıklı kişilerin bile mümkün olduğunca dışarı çıkmaması gerekir. Açık havada çalışmak zorunda kalanların da bazı önlemler alması gereklidir. Bu kişilerin açık renkli, bol, pamuklu giysiler giymesi, geniş kenarlı şapka kullanması, baş ve yüzlerini sık sık soğuk suyla yıkaması ve imkânı olanların gün içinde duşa girmesi alabilecekleri birkaç önlem olabilir. Ağır egzersiz hasta eder Hava sıcaklığının yüksek olduğu günlerde aşırı egzersizden kaçınılmalıdır. Açık havada çalışmak zorunda olan- lar mümkün olduğunca güneş altında korunmasız kalmamaya, sık sık bol sıvı ve mineral almaya dikkat etmelidirler. Sık sık duş alın, sıvı kaybına dikkat edin 5 dakikalık duş sıcak havaya maruz kalanları hem ferahlatır hem de olumsuz etkileri önler. Bol su ve sulu gıdaların tüketilmesi de gerekmektedir. Sindirimi kolay hafif besinler tercih edilmeli, günde en az 2-2.5 lt su tüketilmeli, gazlı içeceklerden uzak durulmalıdır. Çok sıcak havalarda ve aşırı egzersiz durumlarında bu miktar artırılabilir. Susamamış olsanız bile su içilmelidir, susamak vücudun su ihtiyacını belirten güvenilir bir işaret değildir. Kalp hastalığı veya hipertansiyonu olanlar dışında gıdalarla tuz alımı artırılmalı. Tuz kısıtlaması yapmak zorunda olanlar ise sıvı ve tuz kaybı konusunda dikkatli olunmalı. Kalp hastalığı veya hipertansiyonu olup tuzsuz diyet alan kişiler dışında gıdalarla tuz alımı artırılmalıdır. Tuz kısıtlaması olanlar ise sıvı ve tuz kaybı yönünden çok dikkatli olmalı- Prof. Dr. Birsel Kavaklı dır. Alkollü içecekler önce serinletip, sonra vücudun su kaybını artırabileceğinden mümkün olduğunca kullanılmamalı. Ağır ve yağlı gıdalar yerine, hafif yemekler ve sulu yiyecekler tercih edilmelidir. Çocuklar ve evcil hayvanlar aşırı sıcaklarda asla park edilmiş bir araç içinde bırakılmamalı. SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 63 haber Bonzai İle Mücadele İçin Önemli Adımlar Atılıyor: İLGİLİ BAKANLAR BONZAİ İÇİN TOPLANDI Hükümet Bonzai isimli sentetik uyuşturucu ile mücadelede yeni ve önemli adımlar atıyor. İlgili Bakanların bir araya geldiği toplantıda, her hafta bir gencin ölümüne sebep olan Bonzai adlı uyuşturucuya karşı alınabilecek tedbirler değerlendirildi. Türkiye’de ilk kez 2011’de görülen Bonzai’nin bir içimlik dozu 1-2 liraya kadar düşünce tek içişte bile bağımlılık yapan bu madde gençler arasında korkutucu düzeyde yayıldı. Her hafta bir gencin canını alan bu sentetik esrara karşı hükümet harekete geçti. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatı ile ilgili bakanlar bir araya gelerek konuyu değerlendirdi. Bonzai ile ilgili değerlendirme toplantısı Sağlık Bakanlığında yapıldı. Toplantıya Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu, Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, İçişleri Bakanı Efkan Ala, Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, Aile Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam, Gençlik ve Spor Bakanı Akif Çağatay Kılıç ve TBMM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşleri Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Necdet Ünüvar katıldı. Yaklaşık 4 saat süren toplantıda ilgili bakanlar Bonzai ile mücadele için yeni tedbirleri, neler yapılabileceğini değerlendirdi. 64 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 Bonzai’ ye Savaş Başladı Bakanlar Kurulu’nun Resmi Gazete’de yayımlanan kararıyla uyuşturucu madde ve uyuşturucu madde elde etmek amacıyla ekilen bitki yakalamalarında 1 kiloya karşılık verilecek ikramiye tutarları yeniden belirlendi. Daha önce yakalanan uyuşturucu için alınan ikramiye; muhbir ile ilgili memur arasında yarı yarıya paylaşılıyordu. İhbarcının olmadığı durumlarda ikramiyenin tamamı memurlara ödeniyordu. Bakanlar Kurulu, yeni düzenlemeyle ihbarcının olmadığı durumlarda yakalanacak uyuşturucuyla ilgili ödenecek ikramiye tutarını düşürdü. İhbar Ödülü Arttı Karara göre likit eroin, kokain, likit esrar, baz morfin, toz esrar gibi uyuşturucu maddeler için verilen ikramiye tutarları sabit tutuldu. Toz esrarda kilo başına 1154 TL ikramiye verilecek, ihbarcı yoksa bu tutar 230 TL’ye düşecek. 1 kilo bonzaide kilo başına denecek ikramiye tutarı, 1154 TL’den 4 bin 619 TL’ye çıkarıldı. Bu kararla birlikte bonzai ikramiyesi, en yüksek ödüle tabi olan eroinle aynı tutara yükseltildi. İhbarcının bulunmadığı el koymalarda ilgili memura 923 TL ödenecek. Uyuşturucuyla mücadeleye ilişkin mevzuat kapsamında olmamasına karşın geliştirilen her türlü yeni uyuşturucu madde için de ikramiye verilecek. Bu tür ürünler için kilo başına 384 TL ödenecek. Aracı Olana En Az 5 Yıl Hapis, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bonzai tehdidine dikkat çekti. Erdoğan, “Şimdi bonzai denilen bir şey çıktı. Daha ucuz, çok daha yaygın. Bir neslin yok oluşu söz konusu. Çıkardığımız son yargı yasasında cezai müeyyideler çok yüksek seviyelere çıkarılmıştır. Hepsi bedelini ağır ödeyecek” dedi. TCK’da yapılan değişiklikle bonzai gibi uyuşturucu madde kullanımındaki ceza alt sınırı 1 yıldan 2 yıla çıktı. Daha önceden 10 yıl olan üst sınır 20 ile 30 yıl arasında hapis cezası olarak belirlendi. TBMM’de kabul edilen yasa değişikliğiyle artık uyuşturucu kullanan ya da uyuşturucuya özendirenin de cezaevine girmesi gündeme gelebilecek. “Uyuşturucu kullanımını kolaylaştıran, yardım edenler 2 ile 5 yıl arasında hapis cezasına çarptırılıyordu. Artık bu suçu işleyenler en az 5 yıl, en fazla 10 yıl hapis alacak. haber YAZ AYLARINDA DİYABETLİ BİREYLERİN DİKKAT ETMESİ GEREKEN NOKTALAR Diyabetli ve diyabet açısından risk altındaki hastalara yapılması gereken ilk öneri başlıca sağlıklı beslenme ve düzenli egzersizden oluşan yaşam tarzı değişikliğidir. Bununla birlikte bu hastaların özellikle yaz ayları boyunca daha dikkatli davranmaları gerekir. Artan hava sıcaklığı ve nem, insan vücudundan önemli bir miktarda su kaybına neden olur. Sıvı kaybına bağlı olarak halsizlik, yorgunluk, kramplar, kalpte ritim bozuklukları, böbrek yetmezlikleri görülebilir. Bu nedenle bol su ve sıvı gıda alınmalıdır. Diyabetli hastalarda sağlıklı insanlara ek olarak risk faktörleri olduğundan bu durum daha da önem kazanmaktadır. Bu hastalarda sıvı kaybına bağlı sorunlar daha sık görülmekte ve daha ciddi sonuçlara yol açabilmektedir. Diyabetli hastalarda kan şekeri düzeyleri yüksek olduğunda, şeker idrar yoluyla dışarı atılmaya çalışılır ve normalden daha fazla su kaybı görülebilir. Ayrıca bu hastaların önemli bir kısmında aynı zamanda hipertansiyon, kalp hastalığı,dolaşım bozukluğu, böbrek hastalıkları olabileceğinden, vücudun susuz kalması kalp krizine, ritm bozukluklarına, beyin kanamasına yatkınlığa ve böbrek yetmezliğinin hızlı ilerlemesine neden olabilir. Diyabetli hastaların özellikle dışarıya çıkarken yanlarına yeterli miktarda su veya içecek alması önerilir. Ayrıca fazla miktarda alkol veya kafein daha fazla sıvı kaybına yol açacağından tüketilmemelidir. Uzun süre güneşte kalma sonucu gelişen güneş çarpması diyabetli hastalarda daha sık görülmektedir. Güneş çarpmasının belirtileri halsizlik, yorgunluk, kas krampları, aşırı terleme, soğuk ve nemli cilt, başağrısı, çarpıntı ve bulantıdır. Önlem alınmazsa bu durum çok yüksek vücut ısısı, dalgınlık, bilinç kaybı, nöbet gibi daha ciddi durumlara ilerleyebilir. Bu nedenle diyabetli hastaların güneş ışınlarının dik geldiği saatlerde dışarıya çıkmamaları, uzun süre güneş altında kal- 66 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 mamaları önerilir. Yaz aylarında kalorisi yüksek ve lezzetli meyve ve sebzelere ulaşım çok daha kolaydır. Bu meyve ve sebzeler aynı zamanda vitamin ve mineral açısından zengin olduğundan faydalı olmakla birlikte, diyabetli hastaların bunları tüketirken dikkatli olması gerekir. Önemli olan bu meyve ve sebzelerden ölçülü oranda ve belirli aralıklarla yenmesidir. Bu konuda diyabetli hastaların yaz aylarında diyetisyenleri ile tekrar görüşmeleri gerekebilir. Yine yaz aylarında tatil, arkadaş toplantıları, piknik gibi sosyal aktiviteler daha sık yapılmaktadır. Bu tür aktiviteler sırasında diyabetli hastaların uygulamaları gereken beslenme programının dışına çıkmamaya özen göstermesi gerekmektedir. Bununla birlikte diyabetli hastalar tatil, seyahat gibi nedenlerle uzun süre aç kalmamalı, ana ve ara öğünlerini atlamamalı, dışarıya çıktıklarında mutlaka yanlarında yiyecek bir şeyler bulundurmalıdır. Diyabetli hastalar için düzenli egzersiz önemlidir. Yaz aylarında egzersiz için sabah erken saatler, akşam yemeği sonrası gibi günün daha serin zamanları veya havalandırması olan serin yerler tercih edilmelidir. Diyabetli hastaların yaz aylarında daha dikkatli davranmaları gereken bir diğer konu ayak bakımıdır. Sıcakta, açık ayakkabı giyme ve ayaklarda terleme nedeniyle ayaklar yara oluşumuna ve enfeksiyon gelişimine daha yatkın olabilir. Ayakların devamlı kuru tutulmaya çalışılması ve günlük ayak kontrolü önemlidir. Yazı deniz kenarında geçiren diyabetli hastaların yalnızca kumda yürürken değil, yüzerken de mutlaka ayakkabı giymeleri önerilir. İnsülin kullanan hastaların insülinlerini serin ve kuru ortamlarda tutmaları gerekmektedir. İnsülinler ve glukoz ölçüm cihazları, glukoz ölçüm çubukları hiçbir zaman direk güneş ışığına maruz kalacak şekilde veya araç içerisinde çok sıcak ortamlarda bırakılmamalıdır. Uzun süreli dışarıda taşınması gerektiğinde insülinlerin soğutucu kasetlerle birlikte veya soğuk muhafaza çantalarında taşınmaları önerilir. Özellikle, insülin kullanan hastaların tatile çıkmadan önce hem tedavi düzenlenmesi hem de insülinin muhafaza edilmesi ile ilgili doktorları ile görüşmesi uygun olacaktır. haber KLİMA KULLANANLARA KRİTİK UYARILAR Yaz ayları, klima kaynaklı hastalıkları tetikliyor. Uzmanlar klimalı ortamda bulunulmasından sonra kişide ‘halsizlik, yüksek ateş, kuru öksürük ve karın ağrısı’ varsa derhal doktora gidilmesini öneriyor. Çünkü rahatsızlığın ilerlemesi halinde sonuç zatürreeye bağlı can kaybı olabiliyor. Kavurucu sıcaklar klima kullanımını vazgeçilmez kılıyor. Ancak yanlış kullanım beraberinde ölümle sonuçlanan hastalıklara davetiye çıkarıyor. Göğüs Hastalıkları uzmanı Prof. Dr. Duygu Özol, “Dışarısı ve içerisi arasındaki sıcaklık farkının çok fazla olması ani gelişen ısı değişiklikleri ilk önce solunum ve dolaşım sistemini etkiler” dedi. Öldüren Legionella’ya Dikkat “Bakımı kötü ve yetersiz yapılan klimaların içinde mantar sporları, polen ve bakteriler çoğalır” diyen Prof. Dr. Özol, bunun boğaz ve solunum yolu hastalıklarına neden olduğuna dikkat çekti. Sıcak, nemli ortamlarda ve su kaynaklarında yaşayabilen bir bakteri olan ‘legionella’nın klimalar yolu ile bulaşabileceğinin altını çizen Prof. Özol, “Bakterinin solunmasıyla kişide halsizlik, yüksek ateş, kuru öksürük ve karın ağrısı olabilir. Hastalığın tedavi edilmemesi halinde hızla ilerleyerek nefes darlığı, göğüs ağrısı ve solunum yetmezliği gelişerek can kaybı meydana gelebilir” uyarısında bulundu. 5 Ayrı Hastalık Nedeni Prof. Dr. Duygu Özol ayrıca sık sık terleyip, soğumanın ve direkt klima soğuğuna muhatap olmanın kaslarda tutulmalara ve yine solunum yollarında soruna yol açacağına vurgu yaptı. Prof. Dr. Özol, “Yanlış klima seçimi astımı tetikleyebilir, zatürreeye neden olabilir, alerjik reaksiyonları artırabilir, kas ağrılarına yol açabilir ve ciltte kuruluğa sebep olur” dedi. Sıcaklık 21-24 Derece Olmalı Prof. Dr. Özol, bu bakteri dolu havanın sürekli dolaşımda olması sonucu astım hastalarında atak tetiklemesine, alerjik rinitin alevlenmesine, burun, boğaz ve gözlerde tahriş hissi ve nezle benzeri şikayetlere rastlanabileceğini anlattı. “Klimaların düzenli olarak bakımı ve temizliği yapılmalı. Filtreleri periyodik olarak değiştirilmelidir” diyen Özol, ortamların metrekaresine göre uygun klimaların yerleştirilmesi gerektiğini ifade etti. Prof. Dr. Duygu Özol oda havasının 21-24 derece, nem oranının ise yüzde 60-70 olması gerektiğinin altını çizdi. SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 67 haber DİŞETİ HASTALIKLARI NASIL ENGELLENEBİLİR Dişeti hastalıkları bulaşıcı olmayan hastalıklar sınıfında en yaygın hastalık olarak kabul ediliyor. Dişeti hastalıklarının sebebi ağızda bulunan bakteriler. Bu bakteriler plak dediğimiz bir tabakayı meydana getiriyor. Plak iyi uzaklaştırılmazsa diş taşına dönüşüyor. Günlük bakımlarda fırçalama ve ip kullanarak bu plağın uzaklaştırılması amaçlanıyor. Ağız ve diş sağlığını ilgilendiren en önemli hastalık gruplarından birini oluşturan dişeti hastalıkları hakkında bilgi veren Dişeti Hastalıkları Uzmanı Dr. Becen Demir, bu konu hakkında merak edilen soruları yanıtladı: 68 Dişeti hastalıklarının sebebi nedir ve diş kaybına neden olur mu? Dişte plak oluşmaması için neler yapılması gerekiyor? Dişeti hastalıklarının esas nedeni plak tabakası. Plak bakterilerin oluşturduğu, dişlere sıkıca yapışık bir tabakadır. Uzaklaştırılmadığı takdirde dişeti hastalıklarına neden oluyor. Başlangıçta hastalık dişetinde sınırlıdır ve bu aşamada tedavi edilirse bireye zarar vermez. İlerlediği durumlarda ise dişi destekleyen ve çene kemiğine bağlantısını sağlayan çevre dokularda hasar meydana geliyor ve kemik kaybı oluyor. Bu aşamadan itibaren dişte sallanmalar başlıyor. Hastalığın ilerlemesine daha da izin verilirse diş kaybediliyor. Ağızda plak oluşumunu tamamen engellemek mümkün değil. Ancak dişlerin düzenli fırçalanması ile plak uzaklaştırılırsa dişeti hastalığı engelleniyor. Bu nedenle dişlerin günde en az iki defa fırçalanması gerekiyor. Plak uzaklaştırılmadığı zaman diştaşına dönüşüyor. Diş taşı oluştuğunda hastanın günlük bakım uygulamaları ile uzaklaştırılması mümkün değildir. Dişe sıkıca yapıştığı için dişhekimi tarafından temizlenmesi gerekiyor. Diştaşı oluşmaması için evdeki günlük bakımı iyi yapmak ve plak birikimine izin vermemek çok önemlidir. SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 • Diş fırçası seçiminde orta sert fırça kullanımını öneriyoruz. Yumuşak fırçalar özel durumlarda, hekim tarafından tavsiye edilirse kullanılmalıdır. • Diş fırçasının baş kısmının küçük olması ağzın arka bölümlerine daha kolay ulaşılmasını sağlar. • Diş fırçalarken, az miktardaki diş macununu fırçanın içine sıkmak gerekir. Macun fırçanın üzerine sıkılırsa ilk temasta macunun tamamı dişe bulaşır ve ağzın diğer bölgelerine etkili biçimde ulaşamaz. • Fırçayı ıslatmak kılların yumuşamasına neden olur ve fırçanın etkinliğini azaltır. Fırçanın kuruması için sabah ve akşam ayrı iki fırça kullanılabilir. • Ara yüzeylerin temizliği dişlerin diğer yüzeylerinin temizliği kadar önemlidir. Bu amaçla diş ipi ve ara yüz fırçaları kullanılabilir. • Protezi olan bireylerde uygun bakım araçları kullanılmalıdır. Bu amaçla köprü altı ipleri ve ağız duşları oldukça faydalıdır. • Diş fırçaları belli aralıklarla değişti- rilmelidir. Değişim zamanı kişiden kişiye değişmekle beraber fırça kıllarının şeklinin bozulması önemli bir göstergedir. Dişeti kanamaları neden görülüyor? Dişeti kanaması dişeti hastalığının ilk belirtisidir. Günlük bakım uygulamaları dikkatli bir şekilde yapılmazsa diş plağı birikiyor. Plak yoğun olarak bakterilerden oluştuğundan hastanın savunma sistemi buna karşı bir cevap veriyor. Bu cevaba bağlı meydana gelen doku değişiklikleri sonucunda dişeti kanaması oluyor. Dişeti kanaması toplumda çok yaygın görüldüğü için normal kabul edilse de hiçbir şekilde sağlıklı değildir. Hamilelikte dişeti kanamaları artıyor mu? Hamileliğin başından itibaren hormonal değişiklikler başlıyor. Bu değişiklikler dişetinin yapısında bazı farklılıkların oluşmasına neden oluyor. Hormonal değişiklikler dişeti hastalıklarına neden olan bazı bakterilerin sayısının artmasına da yol açıyor. Bütün bu değişikliklerle beraber özellikle ilk aylardaki bulantılara bağlı günlük hijyen alışkanlıklarının iyi uygulanmaması dişeti hastalıklarının oluşması için gerekli ortamı yaratmış oluyor. Bir başka durum ise hamilelik öncesi var olan ancak hastanın farkında olmadığı dişeti hastalıklarının yukarıda bahsedilen nedenlerden dolayı açığa çıkmasıdır. Son yıllarda yapılan bazı çalışmalarda hamilelerde mevcut dişeti hastalığının düşük doğum ağırlıklı bebeklere veya erken doğuma neden olduğuna dair bulgulara rastlanmıştır. Bütün bu nedenlerden dolayı hamilelikte ağız bakımına çok dikkat etmek, mümkün ise hamilelik öncesinde tüm diş ve dişeti hastalıklarını ortadan kaldırmak, hamilelik sürecinde ise ortaya çıkan kanama ve benzeri bulgulara karşı dikkatli olmak gerekiyor. Dişeti büyümelerinin nedeni nedir? Dişeti hastalıklarının bir başka grubunu dişeti büyümeleri oluşturuyor. Diş eti büyümelerinin nedenlerinden bazıları arasında dişeti hastalığı sonucunda oluşan büyümeler, bazı ilaçlara bağlı olanlar, genetik büyümeler, tümör nedeniyle oluşan büyümeler sayılabiliyor. Bunun dışında sebebi bilinmeyen büyümeler de olabiliyor. Dişeti büyümesinde dokunun formu bozuluyor, plak birikimi kolaylaşıyor ve dişeti travmalara açık hale geliyor. Dişeti büyümelerinin tedavisinde öncelikle büyümeye neden olan durum kontrol altına alınıyor. Bunu takiben gerekli tedaviler uygulanarak dişeti olması gereken şekle getiriliyor. SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 69 haber gezelimgörelim Fethiye Doğal güzellikleri ve tarihi varlıkları ile ülkemizin ve dünyanın en popüler tatil merkezlerinden biri olan Fethiye, masmavi denizi, tertemiz koyları, bozulmamış bir doğası ve binlerce yıllık tarihi barındırıyor. Çok eski çağlardan beri önemli bir yerleşim merkezi olan Fethiye’ye Antik dönemde Likyalılar sahip olmuş ve kent ‹Telmessos’ adıyla anılmıştır. Telmessos (Fethiye) M.Ö.545 tarihinde Perslerin egemenliğine girmiş, M.Ö.333 tarihinde ise Büyük İskender’e teslim olmuştur. Büyük İskender’in ölümünden sonra Telmessos bir süre Mısır Kralı Ptalomus’un egemenliğinde kaldıysa da daha sonra Roma İmparatorluğu’nun işgaline uğramış ve kentin adı bu dönemde “uzak diyar” anlamına gelen Meğri (Makri) ismiyle anılmıştır. Roma İmparatorluğunun ikiye bölünmesinden sonra Fethiye (Meğri) Doğu Roma/ Bizans İmparatorluğunun sınırları içinde kalmıştır. 1282 yılında Menteşe Beyliği’nin kurucularından Menteşe Bey, Meğri’yi Bizanslıların elinden almıştır. 1424 yılında ise Osmanlı topraklarına katılmıştır. 70 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 Osmanlı döneminde halk arasında Beş Kaza diye anılan Meğri (Makri); 1874 yılında Menteşe Livasına bağlı bir kaza haline dönüştürülmüştür. Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber Muğla’ya bağlanan ilçenin ismi 1934 yılında; 1913 yılında Şam’dan havalanarak bir süre sonra Teberiye yakınlarında uçağı düşürülerek şehit olan ilk pilotlarımızdan Fethi Bey’in ismi anısına Fethiye olarak değiştirilmiştir. Gemiler Adası: Ölüdeniz ya da Gemiler Koyu’ndan teknelerle ulaşılan ada üzerinde M.S. 5 -11. yüzyıllar arası yapılmış Bizans dönemine ait kilise, şapel ve sivil yapı kalıntıları bulunmaktadır. Hristiyanlığın ilk yayılma merkezlerinden biri olması nedeni ile önem taşımaktadır. St. Nicolas olarak da bilinen ada, Mavi Tur teknelerinin uğrak yeridir. Telmessos Antik Tiyatrosu: Antik kaynaklar Telmessos’da büyük bir tiyatronun olduğundan bahsetmektedir. 1993 yılında Fethiye Müze Müdürlüğü başkanlığında yapılan sondaj kazılarında erozyonla dolmuş olan 3-4 metrelik toprak tabakası altında tiyatronun oturma sıraları bu- lunmuştur. 1995 yılına kadar sürdürülen çalışmalar sonucu tiyatrodan kalabilen tüm kalıntılar bugün gün ışığına çıkarılmıştır. Erken Roma döneminde inşa edilen, M.S. 2. yüzyılda onarılan tiyatronun 5000 kişi kapasiteli olduğu ve Bizans döneminde arena olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır. Şimdiki haliyle 1500 kişinin kullanımına cevap veren Telmessos Tiyatrosu’nun onarımı için röleve projesi tamamlanmıştır. Likya Kaya Mezarları: Şehir içinde Likya döneminden kalma M.Ö. 4.yy. eserleri dikkati çeker. Bunlar, şehrin simgesi haline gelen doğal kayaya oyulmuş mezarlardır. Çok sayıda düzgün basamaklarla mezarların en güzel ve en görkemlisi olan Amintas’a ulaşılır. Bu mezar uzaktan kolaylıkla görülür ve yaklaştıkça, büyüklüğü karşısında duyulan hayranlık artar. İlçede görülmeye değer pek çok lahit mezar bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi Likya dönemine ait olanıdır. Deniz içerisinde yükselen mezarın ilginç bir görünümü vardır. İki katlı ön yüzünde dörtgen, ahşap kirişleri andıran oymalar ve gotik stili kemerli bir kapağı bulunmaktadır. Kapağın her iki yanı savaşları resmeden fresklerle bezenmiş olup, bunların, kişinin yaşamı ile ilgili olduğu sanılmaktadır. Fethiye Kalesi: Şehrin güneyinde yükselen kalenin, Aziz John’un şövalyelerine ait olduğu sanılmaktadır. Duvarlara oyulmuş birkaç yazı, tarihi belirsiz bir sarnıç dışında, tepenin doğu yüzünde küçük ve basit iki kaya mezarı bulunmaktadır. Ölüdeniz: “Dünyaya Bağışlanılan Cennet” olarak nitelendirilen Ölüdeniz, 3 km’lik bir kumsala sahiptir. Ölüdeniz’de; açık ve koyu mavinin, açık ve koyu yeşil ile iç içe girdiği bir renk harmonisi içinde yüzmenin doyumsuz mutluluğu tadılabilir. Yılın on ayı ılık ve durgun suyu ile doğal lagün görünümündeki Ölüdeniz; yerli ve yabancı turistler tarafından en çok tercih edilen yerlerden biridir. Kelebekler Vadisi: Ölüdeniz’den 5-7 km. uzaklıkta, etrafı ortalama 350 m. yükseklikteki dağlarla çevrili bu ilginç kanyon, adını temmuz - eylül ayları arasında görülen “Jarsey Tiger” adlı kelebeklerden almıştır. Yaz kış akan küçük şelale, geniş kumsal, tertemiz deniz, pırıl pırıl çakıl taşları ve çevreyi süsleyen pembe zakkum çiçekleri ile küçük bir yeryüzü cenneti olan koya ulaşım, Ölüdeniz’den teknelerle sağlanmaktadır. Dünya gezginlerinin buluşma yeri olan vadide çadırlı kamp alanı, restoran gibi aktivite alanları bulunmaktadır. Saklıkent: Fethiye’ye 50 km. mesafede, Muğla – Antalya il sınırını teşkil eden Karaçay Deresi kenarında, uzunluğu 18 km., yüksekliği yer yer 600 metreyi bulan muhteşem bir kanyon içine gizlenmiş eşsiz bir doğa harikasıdır. Dimdik sarp kayalıkları, çınar ağaçları, pırıl pırıl akan coşkulu kaynak suları ile doğa tutkunları için dağcılık, yürüyüş, yüzme olanakları sunan eşsiz bir turizm merkezidir. Göcek: Fethiye’ye 30 km. uzaklıkta, Fethiye-Muğla karayolu üzerindedir. Şirin bir balıkçı kasabası görünümünde olan Göcek, son yıllarda yat turizminin en önemli merkezlerinden biri haline gelmiştir. Doğal limanının yanı sıra etrafını çevreleyen çamlık tepeleri, yakınındaki ören yerleri, çok sayı- daki adaları ve koyları ile birçok yerli ve yabancı turisti ağırlar. Adalar: Birbirinden güzel sayısız koylarla süslü Kapıdağı Yarımadası ve adalardan oluşan, balıkçıların “Karanlık İçi” olarak tanımladıkları bölge mavi yolculukların vazgeçilmez uğrak yerlerinden biridir. Fethiye ve Göcek’ten düzenlenen günübirlik turlarla da ulaşılabilen Yassıca Adalar, Hamam Koyu, Kurşunlu Koyu, Yavansu, Bedri Rahmi Koyu, Tersane Adası, Göbün Koyu, Boynuzbükü, Göcek Adası, Domuz Adası, Zeytin Adası, Kızıl Ada yörede “12 Adalar” olarak da anılmakta ve önemli bir çekim alanı özelliği taşımaktadır. Kleopatra Hamamı: Efsaneye göre Kleopatra’nın Anadolu’yu ziyaretlerinden birinde yakın arkadaşları, bu koyda buldukları sıcak su kaynağından dolayı Kleopatra’ya hediye olarak bir hamam inşa etmeye karar verirler. İnanışa göre Kleopatra’nın güzelliğinin ardındaki sır bu sudur. Bu inanışlarla ve koyun güzelliğiyle Kleopatra Hamamı’nın bulunduğu ada, diğer 11 adaya nazaran daha ilgi çekmektedir. SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 71 kampus YILDIZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ Yıldız Teknik Üniversitesi Hakkında Uluslararası mevkide önde gelen bir kurum olma vizyonu ile Yıldız Teknik Üniversitesi (YTÜ) Türkiye’de eşsiz bir eğitim, araştırma ve kültür ortamını temsil eder. YTÜ, üstün bilim, teknoloji ve kültürümüzü miras alarak akademik araştırma, teknoloji ve sanata açık erişim konusunda öncülük eder. Türkiye’nin en tanınmış üniversitelerinden biri olan Yıldız Teknik Üniversitesi; toplumun gelişimi ve refahı için yol göstericidir. YTÜ lisans ve lisansüstü seviyede, mühendislik dallarından insan bilimlerine ve sosyal bilimlere kadar uzanan geniş bir program yelpazesi sunar. YTÜ aynı zamanda nitelikli öğrencilerin ve akademisyenlerin değişim programlarına katılabilmesi için olanaklar sağlar. YTÜ, İstanbul’da üç ayrı kampüsüyle ileri gelen devlet kurumlarından biridir. 1911’e dayanan tarihiyle Türkiye’deki en eski dördüncü üniversitedir. Aynı zamanda ülkenin en iyi üniversitelerinden biri olarak addedilir. Üniversitenin misyonu, eğitim-öğretim alanında üstün profesyonel bilgi 72 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 ve beceri sağlayarak ulusal ve uluslararası seviyede gelişim ve iş birliği sağlamaktır. Bugün YTÜ, pek çoğu mühendislik ile ilgili olmak üzere 10 Fakülte, 2 Enstitü, 2 Meslek Yüksekokulu, bir Yabancı Diller Yüksekokulu ve 35.000’i aşkın öğrenciye sahiptir. Tarihçe Kondüktör Mekteb-i Âlisi Dönemi (19111922) Vilayet Nafıa İdarelerinin “Fen Memuru” (eski adıyla kondüktör, yeni adıyla tekniker) gereksinimlerini karşılamak amacıyla 1911’de Kondüktör Mekteb-i Âlisi adıyla, Paris’teki “Ecol De Conducteur”ün müfredat programı esas alınarak Bayındırlık Bakanlığı’na bağlı bir okul kurulmuş ve okula öğrenci kaydına 22 Ağustos 1911’de başlanmıştır. Nafıa Fen Mektebi Dönemi (1922-1937) 1922’de okulun adı Nafıa Fen Mektebi’ne dönüştürülmüş, öğrenim süresi 1926’da 2,5 yıla ve 1931’de 3 yıla çıkarılmıştır. İstanbul Teknik Okulu Dönemi (19371969) Türkiye’de imar işlerinin ve teknik hizmet gereksiniminin artması nedeniyle fen memurları ile yüksek mühendisler arasında oluşan boşluğu doldurmak amacıyla 19 Aralık 1936 tarihinde yayımlanan ve 1 Haziran 1937 tarihinde yürürlüğe giren 3074 sayılı yasayla Nafıa Fen Mektebi kapatılarak yerine teknik okul kurulmuştur. 2 yıllık fen memuru ve 4 yıllık mühendislik bölümleri olan okula Yıldız Sarayı müştemilatından, bugün de kullanılmakta olan binalar tahsis edilmiş ve buraya taşınılmıştır. İlk kuruluşta fen memuru ve mühendislik dalında öğrenci yetiştiren inşaat ve makine bölümleri varken, 1942 ve 1943 ders yılından itibaren mühendislik kısmında elektrik ve mimarlık bölümleri açılmıştır. Okul, 26 Eylül 1941 tarihinde yayımlanan İstanbul Yüksek Mühendis Okulu ve Teknik Okulu’nun Maarif Vekâleti’ne devri hakkında kanun uyarınca Nafıa Vekâleti’nden alınarak Maarif Vekâleti’ne bağlanmıştır. Milli Eğitim Bakanlığı’nın 7 Haziran 1949 tarihli kararıyla, kurumda Hari- ta ve Kadastro Mühendisliği bölümü kurulmuş ve Türkiye’de bu dalda mühendis yetiştiren ilk kuruluş olarak 1949–1950 ders yılında öğretime başlamıştır. 1951-1952 ders yılından itibaren teknikerlik kısmı kapatılmıştır. 1959-1960 ders yılında İstanbul Teknik Okulu içinde bir ihtisas bölümü açılarak, bir yıllık öğrenim sonunda yüksek mühendis ve yüksek mimar unvanları verilmeye başlanmıştır. İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi Dönemi (19691982) Akademi, 3 Haziran 1969 tarihinde yayımlanan 1184 sayılı Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademileri yasasıyla, özerkliği olan yüksek dereceli bir öğretim ve araştırma kurumu olarak kurulmuştur. 1971’de özel yüksekokullar 1472 sayılı yasa ile kapatılmış, bunlardan mühendislikle ilgili olanları İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi’ne bağlanmıştır. Yıldız Üniversitesi Dönemi (1982-1992) İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi ile bu kuruma bağlanmış olan mühendislik yüksekokulları, Kocaeli Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi ve Kocaeli Meslek Yüksekokulu’nun ilgili fakülte ve bölümleri, 20 Temmuz 1982 tarihli 41 sayılı kanun hükmünde kararname ve bu kararnamenin değiştirilerek kabulüne dair 30 Mart 1983 tarihli 2809 sayılı yasa ile Yıldız Üniversitesi adı ile kurulmuştur. Yeni kurulan üniversite; Fen-Edebiyat, Mühendislik, Kocaeli’nde bulunan Meslek Yüksekokulu, Fen Bilimleri Enstitüsü, Sosyal Bilimler Enstitüsü ve Rektörlüğe bağlı Yabancı Diller, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi, Türk Dili, Beden Eğitimi ve Güzel Sanatlar bölümlerinden oluşmuştur. Yıldız Teknik Üniversitesi Dönemi (1992- ) 03 Temmuz 1992 tarih ve 3837 sayılı yasayla, üniversitemiz Yıldız Teknik Üniversitesi adını almış; Mühendislik Fakültesi; Elektrik-Elektronik, İnşaat, Makine ve Kimya-Metalürji fakülteleri olarak 4 fakülteye ayrılmış ve yeniden yapılandırılmıştır. Ayrıca İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, bünyesine eklenmiştir. Kocaeli Mühendislik Fakültesi ile Kocaeli Meslek Yüksekokulu Üniversiteden ayrılarak Kocaeli Üniversitesi adı altında yeniden yapılandırılmıştır. Günümüzde Yıldız Teknik Üniversitesi; 10 fakülte, 2 enstitü, 2 meslek yüksekokulu, yabancı diller yüksekokulu ve 28. 000’i aşan öğrencisi ile eğitimöğretimini sürdürmektedir. Akademik Altyapı Araştırma YTÜ, tüm iç ve dış paydaşlarının işbirliği ile bilimsel bir yaklaşım ile yönlendirilen huzurlu bir ortamda fazladan fayda sağlayacak projelere dâhil olmayı hedeflemektedir. Ayrıca, üniversiteye yapılan hizmetin dünyaya hizmet etmek demek olduğu bilinciyle; bilimsel, sosyal ve kültürel bakımdan uluslararası üniversitelerle rekabet edebilir modern bir üniversite kurmayı hedeflemekteyiz. YTÜ, uluslararası standartlarda kalite anlayışını yakalamayı amaçlamaktadır. Son yıllarda, modern laboratuvarlar, araştırma merkezleri ve TeknoPark’ı kurarak modern bir üniversite olma yolunda fazladan efor sarf etmiş bulunmaktayız. Bu bağlamda, sosyal sorunların üstesinden gelerek ve çözüm yolları arayarak ülkenin gelişimine şüphesiz bir katkıda bulunacağımıza inanmaktayız. YTÜ TeknoPark YTÜ TeknoPark; üniversite, araştırma kurumları ve sanayi kuruluşlarının bir araya gelip Araştırma Geliştirme faaliyetleri gerçekleştirip yenilikçi araştırma çözümleri yarattıkları bir Teknoloji Geliştirme Bölgesidir. SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 73 YTÜ Davutpaşa kampüsünde yer alan YTÜ TeknoPark, oldukça yüksek kalitede ofis barındıran 8 adet binadaki toplam 60,000 m2’lik kapalı alanı ile hâlihazırda İstanbul’daki en büyük TeknoPark’tır. TeknoPark günümüzde yaklaşık 2000 araştırmacıya iş imkânı sağlayan 150’den fazla şirkete ev sahipliği yapmaktadır. Makine Fakültesi Davutpaşa Kampüsü • Endüstri Mühendisliği Bölümü Elektrik- Elektronik Fakültesi • Makine Mühendisliği Bölümü • Bilgisayar Mühendisliği Bölümü • Mekatronik Mühendisliği Bölümü • Elektrik Mühendisliği Bölümü • Elektronik ve Haberleşme MühenMimarlık Fakültesi disliği Bölümü • Mimarlık Bölümü • Şehir ve Bölge Planlama Bölümü • Kontrol ve Otomasyon Mühendis- Milli Saraylar Ve Tarihi Yapılar Meslek Yüksekokulu Eğitim Fakültesi liği Bölümü YTÜ Yerleşkeler Yıldız Kampüsü Gemi İnşaatı Ve Denizcilik Fakültesi • Gemi inşaatı ve Gemi Makineleri • Mimari Restorasyon Bölümü • Eğitim Bilimleri Bölümü (YL) • Bilgisayar Öğretim Teknolojileri Bölümü Mühendisliği Bölümü Enstitüler • Yabancı Diller Eğitimi Bölümü • Gemi Makineleri İşletme Mühen- • Fen Bilimleri Enstitüsü • Rehberlik ve Psikolojik Danışmandisliği Bölümü lık Bölümü • Sosyal Bilimler Enstitüsü • İktisadi ve idari bilimler fakültesi • İktisat Bölümü Fen Edebiyat Fakültesi • İşletme Bölümü • Batı Dilleri ve Edebiyat Bölümü Rektörlüğe Bağlı Bölümler • Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişki- • Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bö- • Moleküler Biyoloji ve Genetik Böler Bölümü 74 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 lümü lümü (YL) • Fizik Bölümü • İstatistik Bölümü • Kimya Bölümü • Matematik Bölümü • Türk Dili ve Edebiyat Bölümü • İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü • İnşaat Fakültesi • İnşaat Mühendisliği Bölümü • Çevre Mühendisliği Bölümü • Harita Mühendisliği Bölümü Kimya-Metalurji Fakültesi • Kimya Mühendisliği Bölümü • Matematik Mühendisliği Bölümü • Metalürji ve Malzeme Mühendisliği bölümü • Biyomühendislik Bölümü Sanat Tasarım Fakültesi • Sanat Bölümü • İletişim Tasarımı Bölümü • Müzik ve Sahne Sanatları Bölümü Yabancı Diller Yüksekokulu • Temel İngilizce Bölümü • Modern Diller Bölümü Rektörlüğe Bağlı Bölümler • Türk Dili Bölümü • Beden Eğitimi Bölümü • Enformatik Bölümü Sosyal Olanaklar Güvenli ve çağdaş kampüslerimizde öğrencilerimiz için her olanak sunulmaktadır. Barınma için Davutpaşa Kampüsümüzde yer alan devlet yurtlarını şehir merkezinde yer alan özel yurtları ve apartları tercih edebilirsiniz. Üniversitemizdeki yemekhanede sağlıklı ve ekonomik bir şekilde yemek yiyebilirsiniz. Bunun yanında, fakülte kantinleri ve kampüsün içindeki restoran ve kafeleri kullanabilirsiniz. Yıldız Teknik Üniversitesi’nde sosyal ve kültürel aktiviteler çoğunlukla üniversite tarafından desteklenen 40’a yakın öğrenci kulüpleri aracılığıyla yürütülmektedir. Üniversite bünyesinde bulunan bu öğrenci toplulukları aktif olarak çalışmalar yaparak üniversite hayatını daha keyifli bir sürece dönüştürmektedir. Sinema, tiyatro, konser ve sergi salonlarımızda kültürel ve sanatsal etkinlikleri kolayca izleyebilme, sanatçılarla yapılan söyleşilere katılabilirsin. Ayrıca Üniversitemiz ilgilendiğin sporlar için tenis kortları, spor salonları, fitness salonları, yarı olimpik kapalı yüzme havuzları ve futbol sahalarını kullanma olanağı sunuyor. Yıldız Teknik Üniversitesi Cep Sineması ile filmleri kampüsünde izleyebilirsin. Sağlık Alanında YTÜ Dokunma Hissine Sahip Yapay Deri Türkiye’de ilk kez Yıldız Teknik Üniversitesi’nde, dokunma hissine sahip yapay deri geliştirildi. Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Fakültesi Mekatronik Bölümü öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Utku Büyükşahin tarafından gerçekleştirilen buluş SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 75 sayesinde uzuv kaybı sonrası takılan protezlerle de hastalar dokunma hissine sahip olabilecekler. Bilgisayara aktarılan verilerin insan beynine aktarılması sonucu hastaların, protezlerinde gerçek uzuvları gibi hissetmeleri sağlanacak. Periferik Damar Görüntülemeye Yeni Bir Yaklaşım Günümüzde sağlık alanında kullanılan medikal uygulama ve testler, genellikle bir miktar kan alınması ve alınan kan örneğinin analiz yapılmasıyla başlar ve devamında hastaya bazı sıvılar enjekte edilmesiyle devam eder veya sonuçlanır. Kişilere madde enjekte edilmesi çoğunlukla periferik damar yolu açılmasını gerektirir. Kan alma, enjeksiyon gibi deriye iğne veya katater yoluyla girilmesini gerektiren uygulamalar invasiv teknikler olarak adlandırılır. İnvasiv tekniklerde en sık rastlanılan sorun damar yolunun bulunamamasıdır. Özellikle küçük çocuklar, obezler ve kemoterapi almış hastalarda damarın hissedilme ve görülmesinin zor olması invasiv uygulamaları zorlaştırmaktadır. Tüm sağlık çalışanlarınca uygulanan en temel girişimlerden biri olmasına rağmen periferik damar yolu açılması gerek sağlık çalışanla- 76 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 rında gerekse bu uygulamaya maruz kalacak kişilerde psikolojik baskıya yol açmaktadır. Özellikle bebekler ve küçük çocuklarda damar yolunun kolay bulunamaması ebeveynleri de strese sokmaktadır. Bu nedenle kan damarının yerini basit, etkili, hızlı ve verimli bir şekilde belirleyecek bir yönteme tarih boyunca ihtiyaç duyulmuştur. Enjeksiyon ve kan alma işlemleri sırasında damarları görünür hale getirmek için modern yöntemler geliştirilmiştir. Bu yöntemlerden en önemlileri ultrason ve kızılötesi ışınlarından yararlanılarak geliştirilmiş cihazlardır. Fakat gerek ultrason cihazlar gerekse kızılötesi damar bulma cihazları pahalı ve kullanımları pratik değildir. Venöz kan alma uygulaması Son günlerde damarları görünür hale getirmek için üzerinde çalışılan yeni bir alan termokromik hidrojellerdir. Termokromik hidrojel yapılar, içerisinde ısı değişimiyle renk değiştiren maddeler ve biyouyumlu polimerler barındırmaktadır. Günlük hayatta sıklıkla kullanılan invasiv uygulamalar için ekonomik, taşınabilir ve kullanımı kolay yeni ürün olarak görülmektedir. Şimdi damar görüntüleme noktasında ortaya çıkan beklentilerin tama- mını karşılayabilecek bir üründen bahsedeceğiz. Bu ürün bir damar görüntüleme spreyi… Damar görüntüleme spreyi deri yüzeyine püskürtüldükten sonra hızla jelleşmekte ve damarın görüntülenmesini sağlamaktadır. Damar sıcaklığının çevre dokulardan farklı olmasından dolayı, damarların geçtiği bölgelerde bulunan jel renginde değişiklik meydana gelmektedir. Oluşan bu renk değişimi damarın yerinin belirlenmesini etkin bir şekilde sağlamaktadır. Önemli bir ayrıntı ise damarı görüntüleyen bu yapıda kullanılan malzemelerin biyouyumlu ve suda çözünen yapıda olmasıdır. Sonuç olarak yeni geliştirilen ve patentlenme aşaması devam eden bu harika ürün, sprey şeklindedir. Görüntülenmesi istenen damarların bulunduğu bir bölgeye püskürtüldüğünde, 40-50 saniye içerisinde jelleşerek damarların görünümünü sağlamaktadır. Damarlara invasif müdahale için önemli ölçüde kolaylık, güven ve destek sunmaktadır. İnsan sağlığına zarar vermeyen özelliklere sahiptir. Jel yapı, deriden kolayca sökülebilmektedir. Ayrıca suda çözünen bir formata sahip olduğundan, deri yüzeyinden su ile de temizlenerek kolayca uzaklaştırılabilmektedir. film Kış Uykusu Vizyon tarihi: 13 Haziran 2014 Tür: Dram Süre: 3 Saat 17 Dakika Yönetmen: Nuri Bilge Ceylan Nuri Bilge Ceylan’ın diğer filmlerinde olduğu gibi “Kış Uykusu” da izleyicisine sakin, hüzünlü ve fotografik bir seyir zevki sunuyor. 3 saat 17 dakikalık film uzun sürmesine rağmen hem dikkat çekici, derin diyaloglarıyla hem de Kapadokya’nın özellikle kış mevsiminde büründüğü şiirimsi halinin seyriyle sıkılmadan izlenebiliyor. Filmin başkarakteri Aydın emekli bir tiyatrocudur; oyunculuğu bıraktıktan sonra Kapadokya’ya babasından yadigâr kalan butik oteli işletmek için 78 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 geri döner. Aydın o günden sonra başlayan kış uykusu bu gözlerden ırak otelin içerisindeki gündelikleriyle, kâh yerel bir gazeteye köşe yazıları yazarak kâh her zaman niyetlendiği ancak bir türlü başlayamadığı tiyatro tarihi kitabını yazmayı düşünerek geçer. Tüm bu süreçte hayatında iki kadın vardır: Kendisine her anlamda uzak ve soğuk davranan genç karısı Nihal ve boşandıktan sonra yanlarına taşınan kız kardeşi Necla... Kışın bastırması ve artan kar yağışı bu küçük taşrada en çok Aydın’ın sinirlerine dokunur ve onu uzaklara gitmeye teşvik eder... Türk sinemasının Cannes tescilli, bol ödüllü yönetmeni Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filminden sonra hayata geçirdiği ve Cannes’da büyük ödül Altın Palmiye’ye layık görülen son filmi olan Kış Uykusu’nun başrolünde Haluk Bilginer yer alırken kadroda kendisine Demet Akbağ, Melisa Sözen, Ayberk Pekcan, Serhat Kılıç, Tamer Levent, Nejat İşler ve Nadir Sarıbacak eşlik ediyor. Altın Palmiye Kış Uykusu’nun Cannes Film Festivali’nde dünyanın en prestijli sinema ödülü Nuri Bilge Ceylan’ın yönettiği ‘Kış Uykusu’nun oldu. Ödülünü hayatını kaybeden gençlere adayan Ceylan, 32 yıl sonra büyük ödülü kucaklayan ikinci Türk oldu 67. Cannes Film Festivali’nin dün gece yapılan ödül töreni Türkiye sinemasının zirve noktalarından biriydi. Jane Campion başkanlığındaki yarışma jürisi, dünyanın en prestijli sinema ödülü En İyi Film anlamına gelen Altın Palmiye’ye Nuri Bilge Ceylan’ın yönettiği ‘Kış Uykusu’nu layık gördü. Film, ana ödüllerinden bir gün önce eleştirmenler jürisinden Uluslararası Sinema Yazarları Ödülü (FIPRESCI) kazanmıştı. Güney’den sonra ilk Nuri Bilge Ceylan sinema dünyasının heyecanla beklediği o anda Altın Palmiye’yi alırken ödülünü Türk gençliğine adadı: “Bu yıl Türk sinemasının 100. yılı. Jüriye bu kadar uzun bir filmi destekledikleri için teşekkür ediyorum. Ödülümü Türkiye’de geçen yıl hayatını kaybedenler dahil olmak üzere Türkiye’nin gençlerine adamak istiyorum.” Ceylan, ‘Yol’ filmiyle Altın Palmiye’yi kazanan Yılmaz Güney’den sonra 32 yılın ardından büyük ödülü Türkiye’ye getiren ikinci isim oldu. Film Aydın (Haluk Bilginer) adlı emekli aktörün etrafındakilerle yaşadığı hesaplaşmalar üzerinden kendisiyle hesaplaşma çabasını konu alıyor. Senaryosunu Nuri Bilge Ceylan’la Ebru Ceylan’ın kaleme aldığı filmin yapımcısı ise dördüncü kez Ceylan’a çalışan Zeynep Özbatur Atakan. Filmin başrollerinde Bilginer’in yanı sıra Demet Akbağ ve Melisa Sözen yer alıyor. Juri başkanı Campion, törenden sonra ‘Kış Uykusu’nun 3 saat 16 dakikalık seyir süresinden başka korktuklarını anlattı: Filmin öyle güzel bir ritmi vardı ki birkaç saat daha izleyebilirdim. Keşke ben de bu kadar merhametsiz ve dürüst karakterler yaratabilseydim. Filmde her şey çok zekice ve derin.” ‘Gençler bize çok şey öğretti’ Ceylan, törenden sonra basın toplan- tısında, “Ödülü gençlere adadık. Özellikle de hayatını kaybedenlere. Çok sorunlu bir yıl geçirdik. Bu gençler bize çok şey öğretti. Bazıları hayatını bizim geleceğimiz için feda etti” dedi. Ceylan Campion’ın filmin süresiyle ilgili yorumu için ise “Senaryoyu kazarken ticari kaygılarım yoktu ve filmin ne kadar süreceğini düşünmedim. Bitirdiğimizde uzunluğunun ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’nın iki katı olduğunu fark ettim, yine de olduğu gibi çektik” dedi. Ceylan ayrıca filmlerinin çıkış noktasının insan doğası olduğunu vurguladı: “ Kendime karşı çok zalimim. Ben motivasyonumu insan doğasında buluyorum sinema yaparken. Kendi ruhumun karanlığıyla uğraşırken insan doğasını da incelemiş oluyorum.” SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 79 kitap İSTANBUL TERAPİSİ “İstanbul Terapisi» ile İstanbul’un vicdanlı ve terapik bir kent olduğunu keşfedeceksiniz… Bir yanda iç daraltan gürültülü ve telaşlı İstanbul, diğer tarafta yüreğimize seslenen, yatıştırıcı İstanbul. İstanbul’u tanımak, Bizans’tan Osmanlı’ya farklı İstanbullularla tanışmak, kentin 7 tepesini tanımak için 7 günlük bir gezinti. Yazar : Nihan Azizlerli Yayınevi : Destek Yayınları / Edebiyat Dizisi Yayın Tarihi : 2014 Sayfa Sayısı : 136 İstanbul kaderleri ve vicdanlarıyla boğuşan insanların acılarını dindirebilecek mi? İstanbul Terapisi yorulan vicdanı sarabilir mi? Hem tarihi, hem kendimizi tanımak için….. BİR YOSUNUN PARMAK İZLERİ Mükemmel her zaman güzel demek değildir. Bazen ufak ihmaller en hayret uyandırıcı güzelliklerin su yüzüne çıkmasını sağlar. Tıpkı en harikaleylakların, yıkık dökük ambarların ve boş barakaların yanında yetişmesi gibi… Fakir bir İngiliz olan Henry Whittaker ticari zekâsını kullanarak Amerika’nın en zengin adamlarından biri haline gelir. Kızı Alma 1800’lerde büyük bir lüksün içine doğar. Zeki ve öğrenme açlığıyla dolu olan Alma, önemli bir botanikçi olur. Yaşamın ardında saklı mekanizmayı anlamaya çalışırken merakı ve araştırmaları onu evrimin gizemlerinin içine çeker. Yazar : Elizabeth Gilbert Yayınevi : Pegasus Yayınları Yayın Tarihi : 2014 Sayfa Sayısı : 576 Günün birinde onu bilimin tam zıttı ruhani, ilahî ve büyü dolu bir dünyaya çeken bir adama âşık olur. Fakat o zamana kadar her istediğini elde etmiş olan Alma için işler yolunda gitmez ve bu, Tahiti’den başlayacak biryolculuğun ilk adımı olur. Hayatın izlerini takip ettiği bu yolculukta Alma’nın karşısına çıkanlar bambaşka bir dünyanın da var olabileceğini gösterir. NİYAZİ- İ MISRİ DİVANI VE ŞERHİ Yazar : M. Efdal Emre Yayınevi : Gelenek Yayınları Yayın Tarihi : 2014 Sayfa Sayısı : 712 80 80 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 SAĞLIK ve İNSAN / TEMMUZ 2014 Niyâzî-i Mısrî hazretleri şeriat, tarikat marifet ve hakikatte kemalat sahibi olup, divanında geçen ilahilerin büyük bir kısmı marifet ve hakikat üzeredir. Niyâzî-İ Mısrî hazretlerinin çoşkun, akıcı, cezbeli üslubu ile dile getirdiği divanında her mısra o kadar net ifadelerle anlatılmıştır ki, Yunus Emre’nin 13. Yüzyılda tutuşturduğu mânâ çerağını ondan dörtyüzyıl sonra yeniden şahlandırarak Hakk nefesini Anadolu topraklarında aleme aşikâr etmiştir.