- Kızılbaş
Transkript
- Kızılbaş
kızılbaş aralık 2012 - sayı 21 kızılbaş alevilerin sorunlarının tartışıldığı demokratik kürsü! aralık 1978 kanlı maraş devlet degil mi? katliam yapan - ermeni - pontus - koçgiri - şeyh said - dersim - çorum - sivas - gop - madımak ....???.... fevzi çakmak, sağır ismet paşa, karabekir paşa, cemal paşa, talat paşa, enver paşa, f. gülen, doğan güreş, erbakan, tansu çiller, evevit, hakan fidan, doğu perinçek, demirel, kenan paşa, kemal kılıçtaroğlu, r. tayyip erdoğan kendi tarihile yüzleşmeyen kızılbaş - alevi - bektaşi örgütlerinin demokratikleşmesi mümkün olamaz!... kızılbaş yayınlayan / veröffentlicht generaldirektor freizugeben. sakine polat genelyayın yönetmeni: ali ülger tr. hukuk danışmanları: av. nadide metin erdoğan av. erdal doğan av. hıdır özcan av. birliği hukuk danışmanı: av. ertekin ceylan ankara temsilcisi: hatice çevik tel: 0506 818 66 55 kizilbasankara@hotmail.com İstanbul temsilcisi: savaş erdoğan tel: 0535 38 95 778 istanbulkizilbas@hotmail.com berlin temsilcisi: ali koçak alikocak50@hotmail.com tel: 0177 457 79 78 stuttgart temsilcisi: ali usta info@ali-usta.net tel: 0176 78 56 12 71 adres: bergheimer str 51 d - 47228 duisburg almanya tel: +49 (0) 177 502 88 53 http://www.kizilbas.biz kizilbasdergisi@kizilbas.biz kızılbaş’ta yayınlanan yazı ve ilanların sorumluluğu sahiplerine aittir. kızılbaş’ta imzasız ve kaynaksız yazılar yayınlanmaz. yayın tarihi: 15 aralık 2012 sayı: 21 yeni web sayfamız: http://www.kizilbas.biz kızılbaş’ın eski sayılarını bize vereceğiniz e-mail adresinize pdf dosya olarak gönderebiliriz. k izilbasdergisi@k izilbas.biz gönüllü katkı formu adı soyadı :.................................................................................................. adres :.......................................................................................................... e-mail & tel :............................................................................................... ali ülger konto: 300 23 23 29 BLZ: 350 500 00 Sparkasse Duisburg 6 sayı 30 € - 12 sayı 60 € kızılbaş - sayfa 3 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 içindek iler: Sayfa 04 Sayfa 06 Sayfa 07 Sayfa 09 Sayfa 11 Sayfa 13 Sayfa 14 Sayfa 21 Sayfa 27 Sayfa 30 Sayfa 32 Sayfa 35 Sayfa 36 Sayfa 42 Sayfa 46 Sayfa 47 Sayfa 49 Sayfa 51 Sayfa 54 Sayfa 57 Sayfa 58 Sayfa 61 Cangözü ile görmek .............................................. Sakine Polat Davanın Sonucu ve Yargılanmalar Dersim soykırımı uluslararası alana taşındı Kim delidir kim veli hiç belli olmaz ..................... Ersin KALKAN Seyid Rıza idamdan önce Atatürk’le görüştü mü?..... Ayşe Hür MARAŞ KATLİAMI ........................................... AHMET GÜVEN Unutulan Tarih Erzincan Hükümeti 1917-1921... Davut Kurun SUÇLARI KIZILBAŞ OLMAK… SEYİD RIZA’NIN AKRABASI OLMAK… DERSİMLİ OLMAK! ................................................... Hatice Çevik AKP ükümeti MİT’i pazarlık için İmralı adasında gönderdi... Hevpeyvîna bi Elewiyekî kamîl re ............................... Kemal Tolon BAŞBAKAN RECEP TAYYİP ERDOĞAN VE CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU HAKKINDA SUÇ DUYURUSU DİLEKÇESİ... ....... Sinan Işık METAFİZİKÇİNİN CAN KORKUSU ................... A. KOMAZAN Holokost ve Türkiye .......................... ALİ SAİT ÇETİNOĞLU Taner Akçam ve Ümit Kurt ile “Kanunların uhu” üzerine söyleşiler OSMANLI’YI YÖNETEN 36 PADİŞAHTAN SADECE İKİ SİNİN ANNESİ TÜRK: OSMAN GAZİ VE ORHAN GAZİ’NİN... İşte Kürt Bilinen ÜnlüErmeniler...! .......................................................... Prof. Dr. Yusuf HALAÇOĞLU Suriye nereye gidiyor ........................................ İbrahim Seven ÇİROKA SILEMANE BAFFILE ABASI ERMENİ ÜLEYMAN’IN HİKAYESİ ................... ABDURRAHMAN ADA ALEVİLERE TEKKE VE ZAVİYELER KANUNUYLA YENİ TUZAK KURULUYOR .............. Dr. Hüseyin Demirtaş Kitlesel direnişi yükseltme zamanı .......................... Recep Maraşlı EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR YERYÜZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ İNSAN TANRISI HIZIR - (8) ............................................................... ADNAN CANGÜDER 1915’ te Dedem İğneyle Öldürülmüş! ................... Rafael Demircan Sayfa 64 ΣΗΜΕΡΑ (*13/10) Η 107η ΕΠΕΤΕΙΟΣ ΤΟΥ ΜΑΚΕΔΟΝΙΚΟΥ ΑΓΩΝΑ 1904-1908. .............................................. ΕIΣΑΓΩΓΗ Kızılbaş Yayınevi K i t a p - D er g i -A f i ş - D i z g i -Ta s a r ı m G r a f i k- D iji t a l ve O f s e t ba sk ı i ş l er i n i z i t i na i l e yapı l ı r Te l: + 49 (0) 177 5 0 2 8 8 53 k i z i l ba s yay i nev i @ k i z i l ba s . bi z Hem Dımılki/Kırmancki halk müziği icracısı, hem de derlemeci ve araştırmacı olarak Dersim folkloru üstüne çalışmalarıyla tanınan Dr. Daimi Cengiz; yaklaşık otuz yıllık bir alan çalışması sonucu, Dersim’in efsanevî şairi, halk filozofu ve manzum tarihçisi olarak adlandırabileceğimiz Sêy Qaji üstüne derli-toplu bir çalışma yapmış bulunuyor. Sêy Qaji’nin 1860-1936 yılları arasında yaşadığı kabul edildiğine göre, demek ki bu çalışmayla,Dersim’in yaklaşık yetmiş yıllık toplumsal ve siyasal tarihi gözler önüne seriliyor. (Mehmet Bayrak) Siparişler için: kizilbasdergisi@kizilbas.biz posta ücreti dahil 22,00 € kızılbaş - sayfa 4 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 cangözü ile görmek Osmanlıdan TC. geçişi (İT) İttihatçı siyaset ve kuramı ise osmanlı görüşünü daha da ağırlaştırır. Herkes Tırk yapılacak olmayan kesilecek. Herkez devlet ümmeti müslüman yapılacak olmayanlar kesilecek, kalanlar da sürülecekler..... S a k i n e Po l a t CEM vakfının Aşure dağıtımına mhp’li birinin davet edilmesi kürsüden konuşturulmasına itirazlar var!.... Doğru ve haklı gibi görünen bu tepkinin bir de kendi iç yüzünden bakılmalıdır. Şöyle ki; Alevi -Bektaş-i örğütlenmeleri ve kadroları ırkçı faşizan militarist chp desteklemiyorlar mı? 12 eylül anayasasına %92 oy vermediler mi? Ecevit Bahçeli kovalisyonunda fiilen aktif destekleyip katılmadılar mı? Şimdi kutiğin birinin havlatılmasından neden rahatsız olmuşlar ki? * * * İttihatçılığın ortaya çıkardığı yeni ve kendine yabancılaştırılmış bir topluluğun bir parçası olarak Alevilerin, Kürtlerin, Ermenilerin... ve diğer mazlum kesimlerinin içine düşürüldüğü durumu sağlıklı algılamadından özedönüş, demokratikleşme ve yenilenme mümkün olmuyor. Buna örnek Alev-Bektaşi örgütlenmeleridir. CHP + ordu arasında sıkışıpkalınmıştır. Buna bir de ittihatçı solculuğunu eklemek gerekir. * * * Özgürlüğü olmayan devlete tutsak birinin, yani A. Öcalan’ın altmış küsürgün sürdürülen açlık grevlerin bitirme kararında belirleyici olması, Kürt milli mücadelesine devlet tarafından ipotek koyması demektir. Gerek silahlı güçlerin, gerekse legal alanların esir edilmesi demektir!...” İmralının” özgür olmadığı devlet kontrolünde olduğunun unutulmasının ve görmemezlikten gelinmesinin faturasının mazlum kürt halkına ve dostlarına çıkarılacağı unutulmamalıdır... Devletin- ittihatçı - solcu kadrolarının önemli bir kesmini kızılbaş evlatlarından devşirilmiştir... Bu asimilasyonun, Türkleştirilmenin ve Müslümanlaştırılmanın derinliğini göstermesi açısından önemlidir.. * * * Bu durumdan kurtulmanın yolları vardır elbett, Katliamların ve soykırımlarının başlarılması nerede ve nasıl başlarıldığı görülmelidir. Hangi kuram ile hangi siyaset ile işletildiği de günışığına çıkartılmalıdır. bunlar olmadan hiç bir sağlıklı ve kalıcı adım atılamaz!... Osmanlı saray siyaseti realist ve dünyaviydi. İşlerini ve muratlarını ahirete bırakmadan saraylarını cennet-cehennem, kendilerini de mülkün devletin sahibi olarak gördüler!.. Saraylarında yüzlerce Huriyi, yüzlerce Nuriyi aldılar. Devamı aşinadır!.. Tırk Başbakanının “bizim böyle bir ecdadımız yok” dedi. Peki nasılmış kendi ecdatları? Bu durum asimilasyoncu inkarcı devşirmeliğin de niteliğini göstermesi açısından incelenmeye değer bir konu. Araştırmacıların önünde duran neşeli bir konu olmalı * * * Kanlı Maraş katliamının unutulması ya da unutulmaması arasında hiç ama hiç bir farkı yoktur. Çünkü var olan Alevi+Bektaşi dernek ve vakıflarının yuları İttihatçıların elindedir. Günümüzden başlayarak teker teker adım adım merdiven misali 1915 kadar inmeliyiz. Çünkü osmanlıdan tc geçişteki siyaseti kuramını ve işlevini sağlıklı görelim. Osmanlının biz kızılbaşlara yönelik devlet siyasetini şöyle özetlemek mümkündür. “Kızılbaşlar görüldügü yerde ezile kesile yok edile.....” bu yönde yeterince fetvaları da var.... Osmanlı siyasetini açık uyğulamıştır..... Kanla şiddet ile uygulanan bu siyasetin açık itirafı olan “İşte Kürt Bilinen Ünlü Ermeniler...!” (İttahatçı) Prof. Dr. Yusuf HALAÇOĞLU yazısında da görmek mümkün Ermeni soykırımından ardakalanların durumunu görmek açısından ibret vericidir!... Devşirme İttikatçı Halaçoğlu türk olmayanları düşman görmesi (İT) ırkçılığıdır...... Şimdi bu (İT) siyaseti görülmeden hiç bir kesimin demokratikleşmesi insanlaşması kesinlikle mümküo olamaz. * * * Sivil toplum örgütlenmeleri, sendika dernek vakıf kadroları her fırsatta devletin şu ya da bu partisinden makam vekil alma-olmak için adeta dörtnala yarışıyorlar sütçü beygirleri gibi... Alevi Bektaşi dernek vakıf başkanları CHP den vekil olmak için kırk takla atıyorlar.. Solcu İttihatçı Sendika başkanları da öyle... * * * Kızılbaş aydınları olarak bu batak yolun dışında kendi özgül yolumuzu siyasetimizi bulup geliştirmeliyiz. Kendi demokratik taleplerimiz ile siyasal taleplerimiz için açık öz örgütlenmelerimizin adımlarını atarak siyaset alanına çıkmalıyız. Kızılbaş Alevi meselesi din iman ile sınırlamak asimilasyoncuların kapısında maraba kalmaktır. Maraş katliamını lanetlemek, 1915 den günümüze yapılmış soykırımları, katliamlar sürgünler ile açık yüzleşerek yapılabilinir... Kızılbaş Alevi meselesi siyasal boyutlarıyla elealıp kend öz örgütlerimizi geliştirmek ile mümkün olur... can cana kızılbaş - sayfa 5 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Davanın Sonucu ve Yargılanmalar Adana, Kahramanmaraş, Gaziantep, Adıyaman, Hatay İlleri Sıkıyönetim Askeri Komutanlığı 1.Nolu Askeri Mahkemesi’nin gerekçeli kararı şöyledir: 804 kişi hakkında dava açılır. Bu sanıklardan 29’u ölüm cezasına, 7’si müebbet hapse; 7’si 15-24 yıl arasında, 29’u 10-15 yıl, 259’u da 5-10 yıl arasında, 26’sı ise 1-5 yıl arasında hapis cezası almışlardır. 379 kişi davadan beraat ederken 68 kişi firarda olduğu, veya dava sırasında ölmüş olduğu için davadan düşerler. Öte yandan ölüm ve müebbet hapis cezaları dışındakilere 1/6 oranında cezai indirim uygulanmış ve cezaları azaltılmıştır. Ardından mahkemenin kararı Yargıtayca bozulmuştur. Kanlı Maraş dosyası sessizce kapatılmış oldu!. kızılbaş - sayfa 6 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş - sayfa 7 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Dersim soykırımı uluslararası alana taşındı 1937-1938 yıllarında Dersim’de gerçekleştirilen katliam, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) taşındı. UCM’ye 300 sayfalık bir dilekçe ile yapılan başvuruda, aralarında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile 12 Eylül darbesinin mimarı Kenan Evren’in de bulunuğu 81 kişinin soykırım suçu ve soykırımı önlemeyi düzenleyen maddeler çerçevesinde yargılanmaları iste ndi. Hollanda’nın Lahey kenti bugün tarihi bir olaya tanık oldu. Dersim'de 75 yıl önce gerçekleştirilen katliam, Uluslar arası Ceza Mahkemesi'ne taşındı. Dersim 37-38 Soykırım Karşıtı Komitesi ile Dersim’i Yeniden İnşa Cemiyeti, Dersim’de gerçekleştirdiği soykırımdan ötürü Türkiye aleyhine Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) suç duyurusunda bulundu. UCM’ye 300 sayfalık bir dilekçe ile yapılan suç duyrusunda, aralarında Türk Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile 12 Eylül faşist darbesinin mimarı Kenan Evren’in de bulunuğu 81 kişinin soykırım suçu ve soykırımı önlemeyi düzenleyen uluslararası ceza hukuku maddeleri çerçevesinde yargılanmaları istendi. Lahey’de UCM’ye suç duyrusu dilekçesi verilmesinde, aralarında KongraGel Başkanı Remzi Kartal, KNK Başkanı Tahir Kemalizadeh, Dersim’i Yeniden İnşa Cemiyeti’nden yazar Haydar Işık, Dersim 37-38 Soykırım Karşıtı Komitesi Başkanı Ayfer Ber, Demokratik Aleviler Federasyonu adına Hasan İnce, Hollanda Sentörü Düzgün Yıldırım, Yazar Ahmet Kahraman ve Dr. Işık İşcanlı, Av-EG Kon'un da yer aldığı kişi ve kurumlar hazır bulundu. ABD, Almanya, Hollanda, Belçika ve Türkiye’den çok sayıda avukatın imzasının bulunduğu dilekçe, avukat Erdal Doğan tarafından UCM’ye verildi. Dilekçe’nin verilmesi ardından avukat Doğan, UCM ana binası önünde destek amaçlı bulunanlar ile basına yönelik kısa açıklamalarda bulundu. Avukat Doğan, UCM’ye sosyolog İsmail Beşikçi’nin özel hazırladığı raporu da içeren 300 sayfalık bir dilekçe ile başvurduklarını belirterek, soykırım suçu ve soykırımı önleme maddeleri çerçevesinde yapılan, bugün itibariyle işleme alınan başvurunun kabul edil- mesini beklediklerini söyledi. SOYKIRIM, ASİMİLASYON DEVAM EDİYOR Dersim’de gerçekleştirilen soykırımın, 1937-1938 yılı ile sınırlı kalmadığını, bugün Kürt kimliğinin ret ve inkarı, Alevi kimliğinin inkarı temelinde sürdüğünü belirten avukat Doğan, Dersim özgülünde ise 12 Eylül darbesi ile asimilasyon olarak, 1990’lı yıllarda binlerce köyün yakılarak 40 bin kişinin zorla göç ettirilmesi ve yapılan barajlarla sistemli bir şekilde sürdürüldüğünü vurguladı. ERDOĞAN DAHİL 81 KİŞİNİN YARGILANMASI İSTENDİ Seyit Rıza ve arkadaşlarının idam edildiği 17 Kasım tarihine dikkat çekerek, Başbakan Erdoğan’ın 17 Kasım 2011 tarihinde katliam/soykırımdan ötürü ‘özür’ dilediğini belirten Doğan, ancak bu ‘özrün’ üzerinden 1 yıl geçmesine rağmen bunun hiçbir gereğinin yerine getirilmediğini, aksine katliam/soykırımcı zihniyeti olduğu gibi sürdürmeye devam ettiğine dikkat çekti. Avukat Doğan, bunun için dilekçede, Dersim soykırımının hala yaşayan tüm sorumluları ile birlikte, bugün bunu devam ettiren aralarında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer ile 12 Eylül faşist darbenin lideri Kenan Evren’in de bulunduğu toplam 81 kişinin yargılanarak cezalandırılmasını istediklerini kaydetti. BÜTÜN İNSANLIĞI İLGİLENDİREN BİR SUÇ DUYURUSUDUR Türkiye’nin Uluslararası Ceza Mahkemesi’ni imzalamayan, dolayısıyla tanımayan ülkeler arasında bulunduğuna da dikkat çeken Avukat Doğan, ancak söz konusu olan soykırım olduğu için UCM’nin bunu dikkatte almayacağını beklediklerini belirtti. Doğan, “Bu dilekçe Dersim’de uygulanan soykırımla sınırlı değil. Soykırımda kullanılan bombaları veren Almanya’yı ilgilendiriyor. İngiltere, Fransa’yı ilgilendiriyor. Soykırımın üzerinde sürdürüldüğü tüm Kürtleri ilgilendiriyor. Bütün insanlığı ilgilendiriyor” dedi. BURADA SOYKIRIMIN SÜRDÜRÜCÜLERİ YARGILANACAKTIR’ Avukat Erdal Doğan ardından, Dersim 37-38 Soykırım Karşıtı Komitesi Başkanı Ayfer Ber bir konuşma yaptı. “Bugün Kürtler, Aleviler, ezilenler için tarihi bir gündür” diyen Ayfer Ber, Dersim’de soykırımdan geçirilen 100 bin insanın acısını taşımanın kolay olmadığını, ancak takipçisi olmanında büyük bir onur olduğunu söyledi. CHP eli ile Dersim’de gerçekleştirilen soykırımın bugün AKP eli ile Kürt halkı ve Alevilere karşı sürdürülmeye devam ettiğini vurgulayan Ber, yaptıkları başvuruya dikkat çekerek “Burada soykırımın sürdürücüleri yargılanacaktır. AKP yargılanacaktır” dedi. Ayfer Ber ayrıca, çalışmalarının bununla sınırlı olmadığını belirterek, yakın zamanda Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi gündemine de taşıyacaklarını sözlerine ekledi. SOYKIRIMLAR UNUTULMAMALI Dersim’i Yeniden İnşa Cemiyeti’nden yazar Haydar Işık, soykırımların unutulmasının sıradanlaşmasına neden olacağını belirterek, unutulmaması gerektiğini söyledi. Işık, “Holokostu, Terteleyi, Kürtlere karşı devam ettirilen soykırımı unutanlar, görmezden gelenler, ona destek veriyorlar demektir” dedi. KARTAL: ULUSLARARASI GÜÇLER SOYKIRIMIN ORTAĞIDIRLAR Kongra-Gel Başkanı Remzi Kartal, Dersim’de uygulanan soykırımın uluslararası hukuk zeminine taşınmasının Dersim ve Kürtler için önemli bir adım olduğunu söyledi. “Dersim katliamı, soykırımı, tertelesi, uluslararası güçlerin desteği ile gerçekleşmiştir” diyen Kartal, söz konusu uluslararası güçlerin bugün de Türk devletinin Kürtlere karşı sürdürdüğü soykırıma karşı tolerans göstermeyi sürdürdüğünü vurguladı. Kartal, uluslararsı güçlerin katliama karşı direnen Kürt Özgürlük Mücadelesi’ni terörize ederek suç ortaklığı konumlarını sürdürdüklerini kaydetti. “Bu başvuru, bu çifte standarta karşı, bu katliamların görülmesini sağlamak kızılbaş - sayfa 8 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 için önemlidir” diyen Remzi Kartal, ancak devam eden soykırım uygulamasına karşı seferberlik ruhu ile her alanda teşir etme faaliyetlerinin yürütülmesi gerektiğini belirterek, bu yönlü çalışmaların arttırılması çağrısında bulundu. KNK Başkanı Tahir Kemalizadeh de,“Seyit Rıza’nın, Şeyh Said’in mezarını öpüyorum. Asla unutmayacağız” dedi. ‘ZİHNİYET AYNI ZİHNİYET’ Avrupa Ezilen Göçmenler Konfederasyonu Eş Başkanı Şafak Arabacı, bugün hala ‘en iyi Kürt ölü Kürttür’ zihniyeti ile sokakta, her alanda Kürt halkına karşı soykırımın devam ettiğini söyledi. Türk Başbakan Erdoğan’ın binlerce Kürt tutsağın 68 gün sürdürdüğü açlık grevleri için ‘açlık grevi yok’ diyerek hakaret ettiğini belirten Arabacı, “75 yıl önce katliamı yapan zihniyet aynı zihniyettir. O halde bizim de atalarımızın izinde direnmemiz gerekiyor” diye konuştu. ‘BU SOYKIRIMIN BELGELENMESİDİR’ Yazar Ahmet Kahraman, tarihi bir yürüyüş olarak tanımladığı suç duyurusu için “Bu aynı zamanda soykırımın belgelenmesidir” dedi. Böylelikle Türklerin soykırım suçlaması ile yüz yüze geldiklerini belirten Kahraman, “Buna isyan etmeleri gerekiyor. Ama malesef sesi çıkmıyor” dedi. UCM’ye yapılan suç duyurusu çalışmasında önemli katkılarda bulunan Dr. Işık İşcanlı, “Atalarımızın yapamadığını yapmaya çalışıyorum” diyerek bundan büyük onur duyduğunu söyledi. ‘UCM’NİN YARGILAMA SÜRECİNİ BAŞLATMASINI BEKLİYORUZ’ Halepçe katliamından sonra UCM’ye Kürtlerin yapmış olduğu ikinci başvuru olduğunu belirten İnce, Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı ilk kez bu düzeyde bir adım atılmasının Kürt halkı açısından çok önemli olduğunu söyledi. Erdoğan’ın Dersim’e ilişkin esasında CHP’ye karşı yaptığı sözde ‘özür’ dilemesinin devlet adına yapıldığına dikkat çeken Hasan İnce, bundan dolayı da UCM’nin dilekçeyi işleme alarak yargılama sürecini başlatmalarını beklediğini söyledi. Hasan İnce, bununla birlikte, benzer girişimlerin de devam edeceğini sözlerine ekledi. Etkin Haber Ajansı / 23 Kasım 2012 Dersim Raporu / İzzeddin Çalışlar @ iletisimyayin Orgeneral İzzettin Çalışlar’ın kitaplığından çıkan, yazarı ve yayım tarihi tam olarak bilinmeyen ancak “gizli”, “kişiye özel” ve “kayıt altında” sadece 100 adet basılan Dersim Raporu, Türkiye tarihinin karanlık noktalarından birisi olan Cumhuriyet’in Dersim politikaları hakkında etraflı bir bilgi sunuyor. Osmanlı’dan itibaren sorunlu bir bölge olarak görülen Dersim’de yaşanan ayaklanmaları, bunlara karşı girişilen askerî harekâtları, hükümet tarafından alınan önlemleri ve o günlerden raporun yazıldığı tarihe kadar konuyla ilgili olarak hazırlanan raporların hemen hepsini bir araya getiren kitap yakın tarihe ışık tutuyor. Dersim’de ve civarında yaşayan aşiretlerin ve üyelerinin ayrıntılı bir içeriğini sunan rapor, “eşkıyayla mücadele” adı altında aslında o günlerden günümüze uzanan bir zihniyeti de ortaya koyuyor: Zorunlu göçten köyleri yakmaya, aşiretleri uçaklarla bombalamaktan adli, kültürel ve ekonomik tedbirlere uzanan; “Türk olduklarını unutan”(!) bölge insanına Türklüklerinin yeniden hatırlatılmasına dayanan yıkıcı, kıyıcı, ulus-devlet inşasına yönelik bir zihniyeti… Dersim’e yönelik çeşitli tarihlerde yapılmış harekâtların askerî planlarını da barındıran bu rapor, dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’ın “Dersimli okşanmakla kazanılmaz” ifadeleri düşünüldüğünde, bölgede onyıllardır akan kanın kökenlerini anlamak isteyenler için de önemli bir kaynak. Kapak Hakkında : 1926 Koç Uşağı tedibi, 3. Safha, 30.10.192630.11.1926 vaziyeti'ni gösteren kroki http://www.iletisim.com.tr kızılbaş - sayfa 9 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kim delidir kim veli hiç belli olmaz çay demlemişler. Hastanın başındaki beş kişi altı bardak çay koymuş. "Biri çayını bitirince altıncı çayı da içer artık" demişler. O sırada kapı çalınmış. Sağanağın altında sırılsıklam olmuş Sevuşen, tas gibi tuttuğu avuçları suyla dolu, içeri girmiş ve elindeki suyu hastanın başından aşağı dökmüş, "dermanın yağmurla geldi, iyileşeceksin" demiş. Sonra oturmuş sedire ve "benim için çay koymuşsunuz" diyerek sobanın yanındaki altıncı bardağı alıp içmiş, çıkmış gitmiş. Ertesi gün genç kadın, herkes uyurken kalkmış ve çocuğunu emzirmeye başlamış... Ersin KALKAN O DA SENİ SEVİYOR TUNCELİ’DE BEKLİYOR Tiyatrocu ve sinemacı Ali Sürmeli aylar önce, "Bir deli varmış Tunceli’de. Adı Sevuşen. Halk onu o kadar çok seviyormuş ki, ölümünden sonra heykelini dikmişler" diye anlattı. Tunceli’ye gidip Sevuşen’in hikayesini araştırarak sinemaya aktarmayı planlıyordu. Bunu Tuncelili arkadaşım Hasan Aral’a aktarınca, hikaye daha da ilginçleşti. Çünkü Aral’ın rahmetli annesi çok saygı duyarmış Sevuşen’e. "Oğul unutma, kim delidir, kim veli, belli değildir" dermiş. Araştırınca ortaya çıktı: Sevuşen’in ölümü derin bir boşluk yaratmıştı Tunceli’de. Halk onun yerine yeni bir deli arayışındaydı. Bir kısmı Baba Bertal adlı şahsın Sevuşen’in yerine geçmesinin uygun olacağını düşünüyor, bir bölümü ise, "Bertal çok yaşlandı. Tunceli’nin genç ve dinamik bir deliye ihtiyacı var" diye Deli İbo namlı kişinin bu postekiye oturması gerektiğini iddia ediyordu. Sonunda Baba Bertal’in tahta geçmesine, Deli İbo’nun da veliaht olmasına karar verilmişti. Bütün bunlar bize tuhaf gelebilir ama Sarı Saltuk, Düzgün Baba ve Munzur Baba gibi velilerin ocağı olan Tunceli’de deliler mukaddes sayılıyor. Çünkü onların, dünyayla ilişkisini kesmiş, mal, mülk, iktidar arzusunu aşmış olduklarına inanılıyor. Bu biraz da Alevi inancında yer alan bir felsefe. Örneğin Hacı Bektaşı Veli, çocukların ve illa ki delilerin korunması gerektiğini söylüyor. Bu inanışlar, eski şaman ve pagan geleneğinden evrilerek Alevi kültürü içine yerleşmiş. Bölgede binlerce yıl hakim olan Zerdüşt dininde de benzer bir inanış bulunuyor. Tunceli’de yeni jenerasyon delilerle ilgili gelişmeleri öğrenince, bu kente gittik. Palavra Meydanı’nda, Tunceli milletvekili Kamer Genç’in de yapımına katkıda bulunduğu Sevuşen heykelini gördük, onun tahtına çıkmış olan Baba Bertal ve veliahtı Deli İbo ile görüştük. Ve sonunda, eğer bir gün dellenirsek kesinlikle gelip Tunceli’ye yerleşmeye karar verdik... HEYKELİ DİKİLEN EFSANE DELİ SEVUŞAN Adı Hüseyin Tatar. Seyid olduğu, yani Hz. Ali ile Hz. Fatma’nın oğlu Hz. Hüseyin’in, yani Hz. Muhammed’in soyundan olduğu söyleniyor. Bu yüzden halk arasında önceleri Seyid Hüseyin veya Seyid Vuşeyn diye çağrılıyor. Bu nam daha sonra kısaltıla kısaltıla Sevuşen’e kadar geliyor. 1930 doğumlu. Mazgirt’in Aktuluk köyüne bağlı Beydamı mezrasında doğmuş. 1938 Dersim isyanında köyü bombalanmış. Bombalardan biri evine isabet etmiş. Çok korkan Hüseyin yıllarca, çok darda kalmadıkça kapalı bir yerde yatamamış. 1950’lerin ortasına kadar köyünde yaşamış. Askerlik dönüşü eşinin bir başkasıyla birlikte olduğunu öğrenince köyü terk edip kendini yollara vurmuş. Sakin, sessiz bir tabiata sahipmiş. Üstüne çok gelinmediği sürece sesini çıkarmaz, kimseden yemek istemezmiş. Genç bir kadın hastalanmış. Ankara’ya İstanbul’a götürmüşler, doktorlar, "yatağında ölsün" demiş. Dönmüşler Tunceli’ye. Yağmurlu bir gün, sobada Gencin biri bir kıza aşıkmış. Ama birkaç ay sonra kızın ailesi Almanya’dan gelip kızlarını alıp götürmüş Almanya’ya. Genç de kendini dağlara bayırlara vurmuş. Bir gün Munzur’un üstündeki asma köprülerden birinde canına kıymayı düşünürken omuzunda bir el hissetmiş. Bakmış ki Sevuşen yanında. "O da seni seviyor, Tunceli’de bekliyor" demiş. Genç adam koşa koşa şehre gelmiş, gerçekten de sevdiği kızın döndüğünü öğrenmiş. Bir sene sonra evlenip Almanya’nın yolunu tutmuşlar. Geçen yaz, Munzur Festivali sırasında 28 ve 23 yaşında olan iki çocuklarıyla Tunceli’ye gelip Sevuşen’in mezarını ziyaret etmişler. Aynı yıllarda çok çetin bir kış geçirmekteymiş Dersim diyarı. Sevuşen’e demişler ki, "Baba bu gece kar geliyor. Gel bir damın altında yat." "Ben sokakların misafiriyim" diyerek kabul etmemiş. Ama Tuncelililer, allem edip kallem edip bir damın altına yatırmışlar. Yanına bir soba kurup üstüne de yün bir yorgan örtmüşler. Sabah Sevuşen’i yattığı yerde bulamamışlar. Bir de bakmışlar ki bahçede üstüne paltosunu atmış uyuyor. Tunceli Belediye Başkanı Songül Erol Abdil, annesinin şahit olduğu bu olayı şöyle anlatıyor: "Ben böyle şeylere inanmam. Ama anam kendi gözleriyle görmüş. Şehrin dört bir yanı karla örtülüymüş. Bir tek onun yattığı yer kupkuruymuş..." Daha neler neler... 12 EYLÜL DARBESİNİ 1938 SÜRGÜNÜ SANDI kızılbaş - sayfa 10 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Sevuşen bir sabah uyanmış ki şehirde in cin top oynuyor. Emniyet Müdürlüğü’nün önüne gidip eline geçirdiği taşları savurmaya başlamış. Bir yandan da, "Ne yaptınız milletime, 38 geri mi geldi" diye bağırıyormuş. Polisler çıkıp, sokağa çıkma yasağı konulduğunu söylemişler. İnanmamış. Alıp yanlarına tek tek kapıları çaldırmışlar. Her kapı açıldığında, "Haaa Haydar buradasın. Fatma da evinde. Bebeler nerde? Haaa onlar da burada" diyerek rahatlamış. Sonra oturmuş Palavra Meydanı’na ve "Bir çift gögerçin (güvercin) havalansa / Yanık yanık koksa karanfil" diye bir türkü tutturmuş. 1994’te öldüğünde, cenazesine 27 bin nüfuslu Tunceli’de 10 binden fazla kişinin katıldığı söyleniyor. Onu çok seven hemşerileri, Palavra Meydanı’nın bitişiğindeki küçük alana bir heykelini dikmiş. HEYKELİNİ YAPTIRAN KAMER GENÇ: TUNCELİ’NİN SEMBOLÜ DELİ DEĞİL ERMİŞ Tuncelililer, eski hükümet meydanına kendi aralarında Palavra Meydanı diyorlar. Sevuşen’in heykeli bu meydana açılan küçük bir alanda. 1995’te yapılan heykelin masrafını Tunceli Milletvekili Kamer Genç karşıladı. Heykelin yanındaki çeşme mumlarla dolu. İnsanlar, mum dikerek dilekte bulunuyor. Kamer Genç, şunları söylüyor: "Sevuşen Tunceli’nin sembollerindendir. Deli değil ermiştir. Manisa Tarzanı gibidir. İnsanları ve tüm mahlukatı seven bir adamdı." HERKES MEZAR BAŞINDA DİLEK TUTUYOR Savuşen’in kentin dışında asri mezarlıktaki mezarı ziyaret yeri. Mezarın yanı başına, 14-15. yüzyıllarda hüküm sürmüş Akkoyunlu medeniyetinden kalma bir koyun heykeli getirilip konulmuş. Kabir, perşembe günleri ziyaret ediliyor. Mezarın taşı yakılan mumlardan dolayı kararmış. Mezar taşını üç kez öpüp aynı yere başlarını koyan ziyaretçiler, Sevuşen’in ölüsünün de bir kerameti olduğuna inanıyor. BUGÜNÜN DELİSİ BABA BERTAL Sevuşen’in ölümünden sonra uzun süre derin bir sessizlik yaşandı Tunceli’de. Bir gün uzak bir köyden gelen kurşun sesleriyle bozuldu bu derin sessizlik ve Tunceli neşesini yeniden buldu. Baba Bertal şimdi 75 yaşında. O da Sevuşen gibi seyid. Fakat onun deliliği sonradan olma değil, doğuştan. İki metreye yakın boyu ve heybetli bıyıklarıyla ilk bakışta ürkütücü. Fakat yanına yaklaşınca ipek gibi yumuşak bir adam. Şehrin etkili ailelerinden Kureyşan aşiretine mensup olduğundan, hali vakti yerinde sayılır. Yolda yürürken dükkan sahipleri bereketleri artsın diye koluna girip davet ediyorlar. Bazen milleti gülmekten kırıp geçiriyor. Bir sinema oyuncusunun, bir kaymakamın ya da karakol komutanının taklidini yapıyor. Türkçe’yi de, Zazaca’yı da kekeleyerek konuşuyor. Cümlelerini nadiren tamamlıyor ama herkes onun ne demek istediğini çok iyi anlıyor. Baba Bertal takım elbise ve kravatla geziyor. Ama köye gideceği zaman mekanın ruhuna uygun giysileri, şalvarı, uzun kollu bol gömleği, şal kuşağı ve yeleği tercih ediyor. On sene önce, işte böyle bir kıyafetle, boşaltılmış olan Aktuluk köyüne doğru gidiyor. Farkında olmadan askeri yasak bölgeye giriyor. Kontrol noktasındaki askerler, Baba Bertal’ı görünce şaşırıyor. Dur ihtarından sonra havaya ateş açıyorlar. Baba Bertal dönüp şöyle bir bakıyor ve köye doğru yürümeye devam ediyor. "Yasak baba giremezsin" diye bağırıyorlar, dinlemiyor. Yeni tayin olan genç üsteğmen geliyor, ateş emri veriyor. Askerler 40-50 kurşun sıkıyorlar üzerine. Uzaktan Baba’nın şalvarının ve yeleğinin isabet aldığı yerlerden havalandığını görüyorlar. Baba Bertal ormana dalarak ortadan kayboluyor. Komutan, Baba’nın cesedini çıkarmak için arama emri veriyor. Fakat ne bir kan izine rastlanıyor ne de Baba’nın cesedine. Akşam şehre dönen genç subay, olup bitenleri Tuncelili bürokratlara anlatıyor. Onlar, "sen ne yaptın, o Allah’ın meczup bir kuludur, yazıktır, günahtır" diyor. Sabaha kadar uyuyamıyor komutan. Ertesi gün yanına birkaç asker alıp Aktuluk köyüne gidiyor. Köyün meydanında Baba Bertal’i gö- rüyor. Hazret, bir kapının önünde bağdaş kurmuş, ağızlığa takılı sigarasını tellendiriyor. Üsteğmen yanına gidip elini öpüyor. Baba, şalvarındaki, yeleğindeki delikleri gösteriyor: "Arılar çıktı kovanlarından, vızzzz vızzzz vızzzz edip buraları deldi. Daşşağımın torbasını da ısırıp gitti..." diyor gülerek. Tunceliler bu olaydan sonra, Baba Bertal’in kurşun geçirmez olduğuna inanıyor. HENÜZ KERAMETİ VELİAHT DELİ İBO OLMAYAN Deli İbo’ya, kaç yaşındasın diye sorduğumuzda önce bilmediğini söylüyor. Sonra birden "37.5" diyor. Neden? Çünkü birisi, onu Baba Bertal ile karşılaştırıyor, "cüsse olarak sen onun yarısısın" diyor. Baba Bertal 75 yaşında. "Demek ki ben de 37.5 yaşındayım" diyor Deli İbo. Gerçek adı İbrahim Barut. Henüz olağandışı bir kerametine rastlanmamış. Ama bir yeri ağrıyanlar gelip elini sancılı yerlerine dokunduruyorlar. Tuncelililer, İbo’nun kerametinden çok marifetine hayranlar. Deli İbo, paranın ve imanın kimde olduğu konusunda şaşmaz bir sezgiye sahip. Tanısın tanımasın, kimde para varsa hemen yanına yaklaşıp önce elini sıkıyor ardından da avucuna 1 milyon YTL’lik demir parayı sıkıştırıyor. Karşısındaki bu parayı almamak için diretirse ısrar ediyor. Sonra ansızın, "Büyüğünü versene" diyor. Bilenler anlıyor, tanımayanlar, neyin büyüğü, diye soruyorlar. "Sana verdiğim paranın" diye yanıtlıyor. Metal para verildiğinde kabul etmiyor. "Paran yoksa kalsın" diyor sakince. Artık ondan sonrası karşısındakinin cömertliğine ve bütçesine kalmış. 5-10-20-50, Allah ne verdiyse kabul ediyor İbo. Kentin sırtlarında ablasının evinde kalan Deli İbo, gün boyunca topladığı paraları günbatımından sonra dağıtmaya başlıyor. Yoksul evlerin kapısını çalıyor, ihtiyacı olanlara para veriyor. Kalanı da bozuk para haline getirip okulun yolunu tutuyor. Öğrencilere, "Al bununla çorba iç, al simit ye, börek ye" diye dağıtıyor. Kaynak: h t t p: // w w w. h u r r i y e t . c o m . t r / p a zar/8686790.asp?gid=229&sz=18053 kızılbaş - sayfa 11 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Seyid Rıza idamdan önce Atatürk’le görüştü mü? "Sen Ankara'dan beni asmak için mi geldin?" Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyordum. Bana güldü... Başbakan Erdoğan, Mayıs ayında “Kürtaj cinayettir” ifadesiyle açtığı parantezi “İdamda hikmet vardır” paranteziyle kapattı. Parantezin içinde başta 68. gününe giren BDP-KCK’lıların açlık grevleri, Roboskililerin adalet beklentileri, Suriye sınırındakilerin güvenlik arayışı ve İstanbulluların kentsel talepleri gibi çeşitli toplumsal hallere yönelik duyarsızlık veya öfke var. Bir de sadece mevcut hükümetin değil, 1995’ten itibaren tüm hükümetlerin, basının ve kamuoyunun adeta görmezden geldiği Cumartesi Anneleri’nin trajedisi var. 27 Mayıs 1995’ten beri, Türkiye tarihinin en zorlu ve en uzun soluklu sivil toplum direnişini yürüten Cumartesi Anneleri 2 Kasım 2012 Cumartesi günü saat 12.00’de İstanbul’da Galatasaray Meydanı’nda 400. kez bir araya gelecekler ve devletin güvenlik güçleri tarafından gözaltında kaybedilen evlatlarının, eşlerinin, kardeşlerinin, anne ve babalarının akıbetlerinin açıklanması, sorumluların yargılanması talebini bir kez daha haykıracaklar. Bu tarihi günde onları yalnız bırakmayalım. Sesimizi seslerine, gücümüzü güçlerine katalım. Belki bu sefer seslerini duyan olur. Bu hafta 15 Kasım 1937’de Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edilen Dersim’in lideri Seyit Rıza’nın idamdan önce Atatürk’le görüşüp görüşmediğinin cevabını arayacağım. Şimdi biraz geriye gidip Seyit Rıza’nın nasıl yakalandığını anımsayalım. Cumhuriyet’in Osmanlı’dan devraldığı köklü meselelerden biri olan ‘Dersim Müşkilesi’ni Ankara’nın nasıl ‘hallettiğini’ artık iyi biliyoruz: 1926’dan başlayan raporlama faaliyetlerini 1934 İskân Kanunu ve 1935 Tunceli Kanunu izlemiş; 1921’de Koçgiri Zaza İsyanı’nı kanlı biçimde bastıran Sakallı Nurettin Paşa’nın damadı General Alpdoğan’ın olağanüstü yetkilerle bölge valiliğine atanmasından sonra 1 Mayıs’ta Ayşe Hür Diyarbakır’dan kalkan üç uçak filosu bölgeye bombalar yağdırmaya başlamıştı. Bu uçaklardan birini Mustafa Kemal’in manevi kızı ve Türkiye’nin ‘ilk kadın pilotu’ Sabiha Gökçen kullanıyordu. Haziran-temmuz ayları boyunca köyler yakıldı, yıkıldı, kadınlar ve çocuklar dahil sayısız kişi makineli tüfeklerle tarandı. Seyit Rıza ile hükümet kuvvetleri arasındaki son temas 16-17 Ağustos gecesi Bahtiyar mıntıkasında yaşandı. Çatışma sırasında, Seyit Rıza’nın oğlu Şeyh Hasan, ikinci karısı Bese ve üç torunu öldürülmüş, Seyit Rıza kaçmayı başarmıştı. Seyit Rıza 26 Ağustos’ta Bahtiyar Aşireti Reisi Şahin’in kendi adamlarınca öldürüldüğünü duyunca muhtemelen yenilgiyi kabul etti ve 10 Eylül 1937’de Erzincan 5. Jandarma Bölük Komutanlığı’na bağlı bir karakola teslim oldu. 1918 yılında Osmanlı ordularıyla birlikte Rus ve Ermenilerden kurtardığı Erzincan’ın kendisini kurtaracağını ümit etmiş olmalıydı. Seyit Rıza’nın yakalanması üzerine Cumhurbaşkanı Atatürk, Başbakan İnönü, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve 3. Ordu Müfettişi Kazım Orbay, General Alpdoğan’a kutlama mesajları gönderdiler. Gazeteler olayı “Dersim’in en ileri ve son sergerdesi yakalandı” diye kamuoyuna müjdeledi. Mahkeme başlıyor Seyit Rıza ve arkadaşlarının (toplam 58 kişi oldukları sanılıyor) duruşması 18 Ekim 1937’de Elazığ’da başladı. Ahmet Emin Yalman’ın Tan gazetesine göre, ilk günkü duruşmada Seyit Rıza ve adamlarının 20/21 Mart 1937 gecesi Kahmut Köprüsü’nü yaktıklarını iddia eden şahit ifadesine Seyit Rıza “Allaha, devlete karşı gelmek için kudurmuş muyum ben!?” diye haykırarak itiraz etmişti. Gazetenin 23 Ekim 1937 tarihli nüshasına göre ikinci duruşmada Seyit Rıza’nın torunu Zeynel, dedesinin 60 silahlı adamla birlikte olduğunu anlatmıştı. Bu tanıklık Seyit Rıza’yı şaşırtmış, durumu açıklamakta zorluk çekmişti. Ama diğer aşiret reisleri çözülerek bazı itiraflarda bulunmuşlardı. 2 Kasım tarihli Tan’da, 1 Kasım tarihli üçüncü duruşmada da benzer olayların yaşandığı ama zanlıların bütün suçlamaları reddettiği yazıyordu. Benzer durumlar diğer duruşmalarda da yaşanacaktı. 16 Kasım 1937 tarihli Tan gazetesi ise acı sonu ilan ediyordu: “Tunceli hadisesine ait muhakeme hitam bulmuştur [bitmiştir]. Tunceli’de isyan eden 58 suçluya ait karar tef him edilmiştir. Bu karara göre suçlulardan 11’i idama mahkûm olmuş fakat içlerinden dördü hakkında idam cezası yaşların geçkin olmalarından dolayı 30 sene ağır hapse tahvil edilmiştir. Diğer yedi idam mahkûmları şunlardır: Seyit Rıza ile oğlu Hüseyin ve Seyhanlı Aşireti reisi Hasso Seydi ve Yusuf hanlı Aşiret reisi Kamer oğlu Fındık ve Demenanlı aşiret reisi Cebrail oğlu Hasan, Kureyşanlı Ulikeye oğlu Hasan ve Mirza Ali oğlu Alidir. İdam hükümleri bu sabah infaz edilmiştir. 14 suçlu hakkında beraat kararı verilmiştir. Diğer suçlular da muhtelif ağır cezalara mahkûm olmuşlardır.” Otomobil farları altında yargılama Seyit Rıza ve arkadaşlarının yargılanması ve idamını o sırada Malatya Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil yürütmüştü. Çağlayangil’e göre mahkemeler bazen otomobil farlarının ışığında yapılmış, okuma-yazma ve Türkçe bilmeyen sanıklara ne iddianame, ne avukat verilmiş, asabilmek için en az 75 yaşında olan Seyit Rıza’nın yaşı 57’ye indirilmiş, oğlunun yaşı da 17’den 21’e çıkartılmış, Alpdoğan kızılbaş - sayfa 12 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Paşa, idam kararının yazılacağı boş kâğıdı önceden imzalamıştı. İdamlar 14 Kasım’ı 15 Kasım’a bağlayan pazartesi günü, gece yarısı Elazığ’ın Buğday Meydanı’nda infaz edilmişti. İhsan Sabri Çağlayangil, idam anını ise şöyle anlatmıştı: “Kararlar okununca sanıklar ilk anda anlamadılar. ‘İdam tunne’ diye bir velvele koptu. Biz Seyit Rıza’yı aldık. Otomobilde benimle polis müdürü İbrahim’in arasına oturdu. Jeep jandarma karakolunun yanındaki meydanda durdu. Seyit Rıza sehpaları görünce durumu anladı. -Asacaksınız; dedi ve bana döndü. ‘Sen Ankara’dan beni asmak için mi geldin?’ Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyordum. Bana güldü. Savcı namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi. Son sözünü sorduk. ‘Kırk liram ve saatim var. Oğluma verirsiniz’ dedi. Bu sırada Fındık Hafız asılırken görmesin diye pencerenin önünde durdum. Fındık Hafız’ın idamı bitti. Seyit Rıza’yı meydana çıkardık. Etrafta hiç kimse yoktu. Ama Seyit Rıza meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa bağırdı: ‘Evladı Kerbelayıh. Bihatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir’ dedi. Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap-rap yürüdü. Çingene’yi itti, ipi boynuna geçirdi, sandalyeye ayağı ile tekme vurdu ve kendini astı. Gömüleceği yer türbe olmasın diye cenazesi de yakıldı...” Çağlayangil, “Yakıldı” diyor ama yerel kaynaklara göre cenazeler ya Elazığ’ın merkez köylerinden Holfenk Köyü civarındaki Kireçocağı Mevkii’ne ya da Elazığ Tren İstasyonu civarına defnedilmişti. “Cumhurreisi Elaziz’de” 17 Kasım 1937 günü Atatürk, kısa süre önce İsmet Paşa’dan başbakanlığı devralmış olan Celal Bayar, 3. Ordu Müfettişi Kazım Orbay, General Alpdoğan ve diğer yüksek zevatla birlikte Diyarbakır’dan Elazığ’a doğru yola çıkmıştı. Yolda Murat Suyu üzerinde bir köprünün açılış törenine katılmışlardı. Atatürk köprünün eski adı olan Soyungeç’i beğenmemiş ve Singeç yapmıştı. Ardından heyet Pertek’e gitmiş, Atatürk (18 Kasım tarihli Tan gazetesinin ifadesine göre) “Minimini mektep çocuklarının önünde durarak bunlarla ayrı ayrı konuşmuş ve içle- rinden bazılarının yüzünde sivrisinek ısırmasından hâsıl olan çıban hakkında kaza doktorundan izahat alarak bunun sebebi ve tedavisi üzerinde esaslı tetkikat yapılmasını” emretmişti. Pertek’ten ‘Coşkun uğurlama tezahürleri arasında ayrılan’ Atatürk ve yanındakiler saat 17’de Elaziz’e varmışlardı. Görüldüğü gibi bu hikâyede Seyit Rıza ve arkadaşlarının idamına dair tek bir kelime bile yoktu. İdamlardan sonra bölgede askeri harekât bir süre daha devam etmiş, kısa süreli bir sessizlikten sonra, 1 Haziran 1938’de II. Dersim Harekâtı başlamış, eylül ayının sonuna kadar Genelkurmay belgelerine göre, ‘haydut’, ‘eşkıya’, ‘şaki’, ‘dağlı’ diye nitelenen gruplar yine bu belgelerin diliyle imha edilmiş, temizlenmişti. “Ordu zehirli gaz kullandı” İhsan Sabri Çağlayangil 1986 veya 1987 yılında, o günün yüksek bürokratı, bugünün CHP Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na devletin “Dersim Müş kilesi’ni nasıl bitirdiğini şöyle açıklamıştı: “…Neticeyi söylüyorum. Bunlar kabul etmediler. Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Dersim davası da bitti. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim’e girdi. Dersim böyle bitti...” İdamdan önce görüştüler mi? Başlıktaki soruya dönelim: Seyit Rıza, idamlardan önce Atatürk’le görüşme fırsatı buldu mu? Bugüne dek, Atatürk’ün 12 Kasım 1937 günü Ankara’dan başladığı Doğu Gezisi’nin ilk durağının 13 Kasım’da Sivas olduğu, heyetin 14 Kasım’da Malatya’ya geçtiği, aynı gün saat 14.00’te şehirden ayrıldığı biliniyordu. Yerel Uluova gazetesinin 17 Kasım 1937 tarihli nüshasına göre “14 Kasım 1937 günü [Elazığ’ın merkezine yarım saat uzaklıktaki] Yolçatı’na gelen ve büyük bir törenle karşılanan Atatürk ile beraberindekiler o gün Elazığ’a geçmeden Diyarbakır’a” gitmişti. Heyet 15 Kasım günü öğleden sonra Maden’e akşam saatlerinde de Diyarbakır’a varmıştı. Burada iki gün kalan Atatürk 17 Kasım’da Elazığ’a gelmiş ve yukarıda Tan gazetesinden aktardığım programı gerçekleştirmişti. Yani Seyit Rıza ile hiç karşılaşmamıştı. Neden Malatya’dan Diyarbakır’a? Heyetin, Malatya’dan sonra yol üzerindeki Elazığ yerine önce Diyarbakır’a gitmesi sonra ters bir şekilde Elazığ’a gelmesi garipti ama kimse bunun üzerinde durmamıştı. Aynı şekilde, saatte 30 km. gidebilen buharlı trenle 250 km’lik Malatya-Diyarbakır yolculuğunun en fazla 10 saatte yapılması mümkünken yolculuğun 30 saate yakın sürmesi, bu süre içinde heyetin herhangi bir yerde konaklamaması da garipti ama bu konunun da üzerinde durulmamıştı. Sonuç olarak devletin yarı resmi gazeteleri tarafından duyurulan zaman çizelgesi idamların Atatürk’ün gıyabında gerçekleştiği, hatta habersiz olduğu, eğer bilseydi duruma müdahale edeceği iddiasını/efsanesini desteklemişti. Halbuki, Kırmanciya Beleke Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Serhat Halis’e göre bu kronoloji doğru değildi. Çünkü eğer Atatürk’ü taşıyan tren 14 Kasım 1937 günü saat 14.00’de Malatya’dan ayrıldıysa ve Elazığ’a uğramadan yola devam ettiyse, tren yol üzerindeki Sivrice Gölü’nün (kısaca Gölcük) önünden o gün akşama doğru geçmeliydi. Oysa 16 Kasım 1937 tarihli Ulus gazetesinde şöyle yazıyordu: “Atatürk öğle yemeklerini (…) Gölcük’te yemişler ve trenlerinden inerek göl etrafında iki saat kadar devam eden tedkiklerde bulunmuşlar, alâkadarlara bazı emirler vermişlerdir.” Gazeteye göre Atatürk ve heyeti 15 Kasım’da Maden’den geçmiş ve o günün akşam saatlerinde Diyarbakır’a varmıştı. Nereye götürüldü? Bu anlatımlar doğruysa 14 Kasım öğleden sonrası ile 15 Kasım sabahı arasında Atatürk ve arkadaşları neredeydi? Halis’e göre Atatürk o geceyi Elazığ’da Merkez İstasyonu’nda bekleyen treninde geçirmiş ve idam cezasının infazını bekleyen Seyit Rıza ile görüşmüştü. Bu gizli görüşmeye dair bir ipucu da İhsan Sabri Çağlayangil’in anlatımlarında vardı. Çağlayangil idam gecesini anlatırken “Seyit Rıza’yı aldık. Otomobilde benimle Polis Müdürü İbrahim’in arasına oturdu. Jeep jandarma karakolunun yanındaki meydanda durdu…” demişti. Serhat Halis’e göre mahkeme kızılbaş - sayfa 13 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 binasıyla idamların gerçekleştirildiği Buğday Meydanı yan yanaydı. Bu yüzden Seyit Rıza’nın on adımlık mesafe için bir araca bindirilmesine gerek yoktu. Ayrıca Seyit Rıza elebaşı olarak ilk idam edilmesi gerekirken en son idam edilen kişiydi. İlk idamla son idam arasında yaklaşık bir saat vardı. Bu bir saatlik yolculuk muhtemelen Atatürk’ün kendisini beklediği istasyona yapılmıştı ve ziyaretin hüsranla bitmesinden sonra, büyük ihtimalle, Seyit Rıza idamından önce söylediği iddia edilen şu sözleri bu görüşmeden çıkarken sarf etmişti: “Ben sizin hilelerinizle baş edemedim, bu bana dert oldu, ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da size dert olsun!” Ne dersiniz, ilginç bir iddia değil mi? ‘ Özet Kaynakça: Jandarma Genel Komutanlığı Dersim Raporu, Kaynak Yayınları, 2000; Reşat Hallı, Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar, Genel Kurmay Başkanlığı Harp Tarihi Başkanlığı Genelkurmay Basımevi, 1972; Ahmet Kahraman, Kürt İsyanları Tenkil Ve Tedip, Evrensel Yayınları, 2003; Mehmet Kalman, Belge ve Tanıklarıyla Dersim Direnişleri, Nujen Yayınları, 1995; İsmail Beşikçi, Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi, Belge Yayınları, 1990; İhsan Sabri Çağlayangil, Anılar, Güneş Yayınları, 1990; Serhat Halis, “Sey Rıza-3”, Kaynak: http://www.kirmanciye.org/beleke_ sayi_4_hangi_sey_riza_3.htm MARAŞ KATLİAMI .................. AHMET GÜVEN Aleviler için tarihin kanlı katliamlarından biri olan Maraş katliamına değinmeden önce gerçeğin üzerindeki perdeyi kaldırmamız gerekiyor. Eğer gerçeğin üzerindeki perdeyi kaldırmazsak, bu gerçek her on yılda bir yüreğimize saplanıp canımızı yakmaya devam edecektir. Gerçek şu ki; tarih boyunca bütün Alevi katliamlarını devlet yapmıştır. Selçuklular döneminde öyledir, Osmanlılar döneminde öyledir. Cumhuriyet döneminde bu gerçek değişmemiştir. Maraş katliamında devlet öne çıkmamış, desteklediği sivil faşistleri öne sürmüştür. Arada otuz yıl geçmesine rağmen sorumlular yargılanmamış, yapanların yanına kâr kaldığı için, 93 de Sivas katliamı, ardından Gazi katliamı gelmiştir. ''Dostun bahçasına bir hoyrat girmiş... See More Korudur ey Benli Dilber korudur Gülünü dermemiş dalını kırmış Korudur ey Benli Dilber korudur'' Pirsultan Emri veren bir üst rütbeli asker Sabahın erken saatlerinden faşist güruh Yörükselim mahallesinin üst tarafındaki ormanlıkta toplanır. O yıllar Yörükselim, Alevilerin yaşadığı bir mahalledir. Aleviler kendilerini savunmak için sokağa çıkıp tedbir alırlar. Akşama doğru bayrak çekilmiş tanklarla üst rütbeli bir askerin komutanlık ettiği askerler mahallenin alt tarafından girerler. Halk, askerleri alkışlıyarak karşılar. Ama daha sonra kendi ölüm fermanlarını alkışladıklarını söyliyeceklerdi. Üst rütbeli, endişeye gerek olmadığını belirterek halkı evlerine dağıtır. Sokaklar boşaltılıp herkes evine gittikten sonra, ormanlığa faşistlerin yanına gider. Artık katliam için ortam hazırlanmış olur. Başından mahalleye cesaret edip giremeyen faşistler, komutandan cesaret alarak saldırıya geçerler. Yüzlerce ölü ve yaralı ''Faşistler camlara yürüdüler Kürsüleri kırdılar, höykürdüler Tığ teber şahı merdan "Tanrı Dağı kadar Türktü bunlar Hıra Dağı kadar müslüman." Ve de kanlı bıçaklı düşman'' Enver Gökçe O dönem Maraş nufusunun (çoğu kırsalda olmakla beraber) yüzde kırkı Alevidir ve bölgenin Alevileri çoğunlukla Kürt kökenlidir. Faşistler, Türkçülük ve İslam adına çocuk, yaşlı demeden savunmasız insanları katlederler ve bir yandan da evleri yağmalarlar. Yüzün üzerinde insanın katledildiği katliamda yüzlerce insan yaralanır. Vahşetin yaraları daha sarılmadan ve sorumlular açığa çıkarılmadan 12 Eylül cuntası iktidara geçer. Cunta ile birlikte Aleviler üzerinde baskılar daha da artırılır. O dönemi yaşıyanlar bilir, karakol kurulmayan Alevi köyü ve şiddette maruz kalmayan Alevi yok gibidir. Bunun üzerine insanlar yerlerinden ve yurtlarından ayrılmak zorunda kalırlar, başta Avrupa olmak üzere dünyanın bir çok ülkesine dağılırlar. Bu gün Maraşın hem içinde hem de ilçe ve köylerinde Alevi nufusu oldukça azalmıştır. Kırk hanelik köyde dört ev kaldıysa, iki yüz hanelik köylerde yedi ev, bazı köylerde hiç kalmamışsa, durumun vahameti açısından belirtmek önemlidir. Alevilere yapılan hiç bir katliam aydınlatılmamıştır. Katiller bilinmesine rağmen, devlet korumuş ve mükafatlandırmıştır. Daha sonra meclise gönderilenler, terfi ettirilenler herkesin malumudur. O dönemin katillerinden Türkeşin, Demirelin, 12 Eylül generallerinin ne dediğini hepimiz biliyoruz. Bunları burda tekrarlamıyacağım. Ama bunların cesaret aldıkları, devletin tek din tek millet projesini bilince çıkarmamız gerekiyor. Bu projenin dışında kalan her kesim, ittihat terakkiden bu yana katliamlara maruz kalmıştır. Artık insanlarımızın şunu sorması gerekiyor; Osmanlıdan Cumhuriyete ne değişmiştir? Osmanlı döneminde Aleviler katlediliyordu, Cumhuriyet döneminde katliamlara devam edildi. Osmanlı döneminde Cem yapmak yasaktı, Cumhuriyet döneminde yasaklar devam etti ve halen Cemevleri ibadet yeri olarak kabul edilmemektedir. Sonuç olarak; Kaybettiğimiz tüm canları burdan saygı ile anarken, bir daha canımızın yanmaması için, tek din tek millet projesinin ortadan kaldırılması ve katillerin yargılanması gerekiyor. kızılbaş - sayfa 14 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Unutulan Tarih Erzincan Hükümeti 1917-1921 Davut Kurun Birinci Dünya Savaşı`nda Osmanlı orduları doğu cephesinde yenilgiye uğramışlardı. Enver Paşa, bizat kendi komutasında, doğu cephesinde yeni bir harekata girişmek için uzun süreli bir hazirlık yapar. Yüz bin kişilik bir ordu ile rusları ansızın arkadan cevirip imha etmek için orduyu geçitvermez Alahuekber dağlarından geçirmek ister. Osmanlı ordusu daha Ruslarla karşılaşmadan, 40 bin kişi Alahuekber dağlarında kara kışın öldürücu soğuğunda donar; birçogu sakat kalır. Dagları aşabilen 30- 40 bin kişilik birliklerle ruslara saldıran Enver Paşa elindeki askerleri de bu çarpışmalardan kayberek İstanbul`a geri döner. Rus orduları, ciddi bir direnişle karşılaşmadan kuzey Kürdistan`ın kuzey bölgelerini ve doğu karadenizi işgal eder. Erzincana kadar gelen Rus orduları Dersimlilerin gayri nizami birlikleri tarafından durdurulurlar. Panik halinde geri çekilen Osmanlı ordusunun 28 ve 36. fırkaları Dersime sığinırlar ve orada korunurlar. 1. Rus Ordusu, Munzur dağları, sadak dağları ve Çardaklı bogazında cephe tutmuş, daha fazla ilerliyemiyordu. 1917 den sonra Rus ordusunda disiplin bozulmuş, askerler savaşmak istemiyorlardı ve özellikle sivil halka karşı silah kulanmıyorlardı. Rus ordusu Dersim cephesini bir kaç kez kırmak için cılız girişimler yaptıysa da , gerek Dersim güçlerinin güçlü direnişi gerek rus ordusunda giderek hakim olan devrimci düşüncelerin etkisiyle askerlerin sivil halka karşı savaşmak istememeleri sonucu, bu girişimler başarıya ulaşamadı. 1917 Rusyada Ekim devrimi oldu ve bütün cephelerde devrimci akser konseyleri yönetime el koydu. Osmanlı ordusunu bozguna uğratan 1. Rus ordusunda da Bolşevik partisi üylerinden oluşan konsey yönetime el koymuş ve Çar taraftarı general ve subayları tutuklamıştı. 1. Rus ordusunun yönetimine Gürcüstan Sosyal Demokrat parti üyesi ve İşçi sovyetleri üyesi Arsak Cemalyan, Viktor Tedzaya, karargah fotografçısı Esadze getirildiler. 1. Kızıl ordu olarak askeri birlikler yeniden örgütlendirildiler. 1. Kızıl ordu yönetimi, komutayı alır almaz Osmanlı savaş esirlerine Bolşevik devriminin ilkeleri anlatarak serbest bırakıldılar. İstiyenin kızıl ordu ile birlikte kalabileceğini istiyenin ise gidebileceği söylendi. Yeni komuta konseyi, işgal bölgelerinde propaganda birlikleri oluşturarak halkı kızıl orduya destek olmaya ve bölgelerinde yönetimi ele almak için hazırlık yapmaları ve komiteler oluşturmaları propagandasını yapıyordu. Sovyet hütümeti bütün cephelerde savaşı durdurdu ve işgal bölgelerinden çekilecegini açıkladı. Bu savaşın emperyalist bir savaş olduğunu ve esas amacının Osmanlı topraklarını paylaşmak olduğunu belgeleriyle açıkladı ve ingiltere ile Çarlık rusyası arasında yapılan paylaşım anlaşmalarını açıkladı. 1.Kızıl ordu, Lenin ve Sovyet hükümetinin direktifleri doğrultusunda 24 kasım 1917 de Osmanlı hükümeti ile bir barış antlaşması imzaladı. Antlaşma hükümlerine göre, kızıl ordu işgal bölgesinde üç ay içinde çekilecek ancak çekildiği bölgelerde yönetimi yerel halkın seçimle oluşturacağı konseylere devredecek, Osmanlı hükümetinin de halkın yönetimine saygı duyacağını ve tanıyacağını, osmanlı idaresi ve ordu- sunun herhangi bir şekilde bu yönetimlere müdahale edemiyeceğini, herhangi bir karışıklık durumunda sovyet ve osmanlı hükümetlerinin ortak kararları ile ve bölgede oluşan hükümetin talebi doğrultusunda hareket edileceği, ve benzeri hükümler yer almıştı. Erzincanda mütareke imzalandıktan sonra, osmanlı mütareke komisyonu başkanı ve Enver Paşanın amcası, bu mütarekenin kağıt üzerinde kalmaya mahküm olduğunu ve bu toprakların osmanlı idaresine geçeceğini açıklamıştır. Mütarekeden hemen sonra, 1.Kızıl ordu komtanı Arsak Cemalyan, Kürt, Türk ve Ermeni ileri gelenleri ile bir toplantı yaptı.bu toplantiya Ermeniler adina Muradov, kürtler adina Aliser ve alisan beyler, türkler adina istanbuldan gönderilen erzincan müftüsü katildilar. Bölgede nüfus sayımı na göre halk temsilcileri sayısı belirlendi ve en kısa zaman içinde Erzincan, Bayburt, Dersim bölgelerini kapsıyacak 25 (ermeni kaynaklari 75 temsilci oldugunu söyler)halk temsilcisinin hemen belirlemesi çalışmalarına başlandı. Kızıl ordunun desteği ile çevre bölgelere propaganda birlikleri seferber edildi. Birinci kızıl ordu parti ve askeri komitesi Türk, Kürt ve Ermeni halkına ve emekçılerine çağrısı adı altında ki bildiri bölgede büyük bir heyecan uyandırdı. Halk büyük bir heyecanla olanbitenleri anlamaya, istanbul hükümetini tanımamayı ve kendi hükümetini kurmaya başladı. Çarlık ordusu korkusuyla kaçanlar yerlerine döndünler. Doğu ve Batı Dersim adına toplantıya Katılan Alişan ve aliser beyler, Bir araba ve 16 Atlı ile Dersime gitti ve Dersim ileri gelenleri ile bir toplantılar yaptı. Bu toplantılarda Dersimli- kızılbaş - sayfa 15 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 lerin Şuura hükümetine aktif şekilde katılmas ı kararlaştırıldı ve yapılan seçimlerle Hozat, Polemor, kızılkilise Mazgert ve Plurdan halk temsilcileri seçildi. Bu temsilcilerden ismi bilinenler, Use Seydali, Ağaye Piremed, Memo Loliz,, Ali, ve Çeko dur..Batı Dersimdende Alişan Bey iki Delege ile gelir. Dersim delegeleri 8 bin kişilik bir askeri güçle Erzincan’a gelirler. Dersim Delegeleri Erzincan’a gelirken, Soveyt ordusu ve Ermeniler askeri törenle karşılar. Erizincan’da bulunan 5 Türk delegesi karşılama törenlerine katılmıyorlar. Ermeni temsilciler heyeti başkanı Muradof Paşa, törende bir konuşma yapar. Muradof Paşa, Ekim devriminin dünyadaki ve bölgedeki etkilerini anlattıktan sonra “ Türkler Kürtler ve Ermeniler kardeştir. Bizi birbirimize kırdıranlar emperyalistler ve onların yerli işbirlikçileridir. Biz çektiğimiz acıları unutuyoruz ve barış elimizi uzatıyoruz. Bütün Kürt, Ermeni ve Türk rençberleri ve amaleleri birleşerek kendi şuuramızı kuralım. Bizim Sultanlara ihtiyacımız yoktur. Rus amalesi zalim Çarı devirerek kendi hükümetlerini kurdular, bizde birleşerek kendi hükümetimizi kuralım. Lenin ve Ordusu bizi destekliyor” dedi. Daha sonra Dersim delegeleri, Belediye binasında düzenlenen, Türk, Ermeni delegeleri ve kızıl ordudaki siyasi komiserlerle tanışma toplantısına katıldılar. Dersim delegeleri toplu halde Kerimoğlu mahalesinde kendilerine tahsis edilen Misafirhanede kaldılar. Aynı hafta Cuma günü Erzincan Belediye Meydanında çevre köylerinde gelenlerinde katılımıyla büyük bir miting düzenlendi. Erzincan tarihinde ilk defa böyle çoşkulu bir kitle gösterisine sahne oluyuordu. Ermeniler, Kürtler ve Türkler bayramlaşıyor, birbirlerini kutluyor , kucaklıyor ve birkaç ay öncesine kadar sürüp gelen katliamları kınıyorlardı. Halk artık kendi efendisi olacak, artık kendi yöneticilerini kendisi seçecektir. Mitingde kızıl ordudan bir yetkili de konuşma yaptı Kızıl ordunun işgalci olmadığını, Çar generallerini işledikleri suçlardan dolayı yargılanacaklarını, işgalden zarar gören küçük esnaf ve zanaatçıların zararlarını karşılıyacaklarını, topraklarına el konulanların topraklarının iade edileceğini ve zararlarının giderileceğini belirterek, Kurulan Erzincan Rençber ve amale Şuurasına her türlü desteğin verileceğini söyledi. Mitingde Kürt Ermeni ve Türk temsilcileri adına da konuşmalar yapıldı. Miting bir bayram havasına dönüşmüş, eski düşmanlar barışıyordu, eski güzel anılarını anlatarak nasıl kapı-komşu ve iç içe kardesçe yaşadıklarını anlatıyorlardı. Kerimoğlu mahalesindeki İbiş’in büyük konağı şuura toplantıları için kulanılıyordu. İşçi köylü temsilcileri İbiş’in konağında aldıkları kararları Belediye binasında çalışmalarını sürdüren komisiyonlara aktarıyor, komisiyonlarda kararları icraya koyardı. Şuura bir halk iktidarı idi. Şuura kararları, Bayburt, Erzincan ve Dersim komisyonları kendi bölgelerinde yürütmekle görevli idi. Şuura kararlarını oy çokluğu ile alıyordu. Şuura tartışmaları Ermeni delegelerle Türk Delegeler arasında olurdu. Bir çok karar Türk delegelerin muhalefetine rağmen alınıyordu. Şuuraya Kızıl ordunun ve RSDP(B) üyelerinin askeri, sayasi, ve ekonomik desteği ile kısa zamanda gerçek bir iktidar oldu. İlk etapta, Sovyetlerdeki Kolhozların benzeri bir kolektif üretim çiftlikleri oluşturuldu. Türk delegelerinin muhalefetine ragmen istihbarat ve askeri örgüt ve polis teşkilatı kuruldu. Maliye kanunu çıkarıldı ve vergilerin Istanbul hükümetine değil, şuuraya ödenmesi ve vergi miktarları belirlendi. Toprak kanunu çıkarıldı, topraksız köylülere toprak dağıtıldı, tenkil komitesinin el koyduğu ermeni toprakları sahiplerine iade edildi. Türk temsilcileri toprak kanununa özellikle engel olmak için ellerinden geleni yaptılar. Dersim delegeleri de bu tartışmalarda ikiye ayrıldılar. Türk ve Ermeni delegeleri arasında çok sert tartışmalar yapıldı ve kanun oy çokluğu ile çıkarıldı. Osmanlı ordusu bölgeden çekilirken bölgede yeni bir illegal örgütlemeye gitti. Rus işgal güçlerini rahatsız edecek askeri eylemlilikler için bazı türk köylülerini örgütleyip silahlandırmış ve istihbarat ağını geliştirmişti. Osmanlı ordusu bölgeden çekilirken Ermenilerin eylemlerine karşı kendilerini savunmak için türk köylerinene askeri malzeme bırakmıştı. Ancak Rus ordusu bölgede olduğu sürece Ermeni ve Türk çatışmasına meydan verilmedi ve bu silahlar da kulanılmadı. Ancak savaş öncesinde ve savaş süresi içinde oluşturulan Tenkil komitesi, cemiyeti islamiye, Kararkol örgütü gibi İttihatçı örgütlenmeler, Çarlık ordusunun işgali dönemi boyunca faaliyetlerini gizli olarak yürüttüler. Şuura daki türk temsilciler Cemiyeti islamiye’nin insiyatifi altında idiler. Bu örgütlerin yöneticileri ise İttihat ve Teraki partisi yönetimi tarafından atanıyordu. Ekim devriminin bölgedeki etkisi hissedilince, Kızıl ordunun ve Ermeni taşnak partisinin halkların kardesliği propagandasi Cemiyeti islamiyenin etkisini çok zayiflatti. Şuura faaliyetlerine katılan Türk köylüleri eskiden Ermeni korkusuyla desteklediği Cemiyeti İslamiyeye desteklerini çektiler hatta karakol örgütün elamanlarını kovdular ve faaliyetlerini ifşa ettiler. İttihat teraki Cemiyeti islamiyeti yeniden canlandırmak için Cafer beyi bölgeye gönderdi. Ancak Ekim devriminin bölgede yarattığı halkların kardeşligi öyle güçlenmişti ki Cafer bey fazla etkili olamadı. Bunun üzerine Mazhar Bey bölgeye görevli olarak gönderildi, oda başarılı olamayınca yerine Abdulmabut atandı. Abdulmabut digerlerinden farklı bir strateji ile Erzincana geldi. O resmi olarak Erzincan Müftülügünü de üstlenmişti, ancak esas görevi Cemiyeti islamiyeyi canlandırmak ve Şuura hakimiyetini sınırlamak ve Türk ordusunun bölgeye girişinin zeminini hazırlamaktı. Abudulmabut Kızıl ordunun yavaş yavaş geri çekilmesinden cesaret alarak, Cemiyetin merkezini bizzat Erzincan Merkezdeki Camiilere aldırdı. Çalışma alanlarını 7 bölgeye ayırarak görevliler atadı ve propağanda grupları oluşturarak yoğun bir çalışma başlattı. Abdulmabut, görünürde Şuura çalışmaları karşışında lakayıtsız görünmesine rağmen, fiiliyatta şuura hakimiyetini kırmak için elinden geleni yapıyordu. Ermenilerin ve Dersimlilerin Müslümanların mallarına el koyacaklarını ve müslümanları bölgeden kovacaklarını, Camileri depoya çevireceklerini, müslümanlığın yasaklanarak Rusyadaki gibi dinsizligi getireceklerini, gibi klasik anti-komünist propağandayı geliştirerek kitle desteği sağlamaya çalışıyordu. Müslümanların vergilerini kızılbaş - sayfa 16 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Hırıstıyanlara ve dinsiz Şuura hükümetine verilmemesini, Vergileri ancak Allah adına Sultanın toplama yetkisi olduğunu söyleyip müslüman köylerini haraca bağladı. Kızıl ordunun, Kirbuz ve Kolhozların halk içinde etkili olmak için verdiği Maddi destek, bu kuruluşları yoksul köylülerin gözünde çok itibarlı kılmıştı. Cemiyeti İslamiye Kolhozların bu etkisini kırmak için İstanbul hükümetinden çok böyük bir ödenek aldı ve müslüman köylülere yiyecek ve giyecek yardımı olarak dağıttı. Bütün bunlara rağmen Cemiyeti İslamiye tecrit çemberini kıramadı. Müslüman ve Türk halkı da Ekim devriminin etikisi ile Şuura çalışmalarını destekliyordu. Bunun üzerine Cemiyeti islamiye ve Karakol örgütü provakasyonlara başvurmaya karar verdiler. Henüz kuruluş aşamasında olan Erzincan Şuura hükümetinin askeri ve istihbarat birimleri, Şuura çalışmalarını destekliyen türk ve müslüman halkın desteği ile Cemiyeti İslamiyeyi suç üstü yakaladılar. Erzincan’ın Zetkig ve Mola köylerindeki camiileri yakan Cemiyeti İslamiye “Ermeniler camiilerimizi yaktılar” diyerek ortalığı karıştırmaya, müslüman halkı ayaklanmaya çağırdılar. Aynı zamanda Karakol örgütünün ikinci adamı ve karakol örgütünün üyesi Tayyar Bey halka silah silah dağıtırken Şuura güçlerince suç üstü yakalandı. Bölge halkı bunun üzerine Cemiyeti islamiyeye karşı ayaklandı, Tayar ve Abdulmabut linç edilmek istenirken, Kızıl ordunun müdahalesi ile kurtarıldılar ve İstanbul hükümetinin isteği üzerine İstanbula gönderildiler. Kızıl Ordunun 1918 Şubat sonuna kadar erzincanı boşaltması gerekiyordu. Kürt ve Ermenilerin daha fazla kalma istekleri fazla etkili olmadı. Ermenilerin büyük çoğunluğu Taşnak ve hincak partisi taraftarı ve Erivanda Menşevik hükümet kurarak Bolşeviklere karşı savaşıyorlardı. Erzincandaki 1.Kızıl ordu çok acil olarak Kafkasyadaki Menşevik hükümetlere karşı harekete geçme emri almıştı. Erzincan ve Çevresindeki bazi Ermenilerin Bolşevik taraftarlığı fazla inandırıcı bulunmadı ve Kürtlerde ise sosyalist düşünce hakim eğilim değildi.Bu nedenle Kızıl Ordu, Cemiyeti İslamiye ve İstanbul hükümetinin işgal planlarına karşı fazla bir şey yapmadan, Şuuraya istenilen destegi ve güvenceyi vermeden çekildi hatta kafkasyada osmanli ordusu ile isbirligi yaparak kurulan ulusal mensevik hükümetlerine karsi birlikte savastilar. Kızıl Ordunun Erzincan’dan çekildigi gün Türk delegeler Şuura çalışmalarından çekildiklerini ve İstanbul hükümetine bağlı olduklarını açıkladılar ve azınlık olmasına rağmen Şuura adına 9. Osmanlı ordusunu bölgeye davet ettiler. Erzincan, Bayburt ve Dersimi saran şenlik ve coşkulu hava yerini tedirginliğe bırakıyordu.. Osmanlı Hükümetinin Sovyet hükümümeti ile yaptığı barış antlaşmasına uymıyacağı, böleyi işgal ederek Ermenileri kovacağı söylentileri yayılmaya başladı. Cemiyeti islamiye ise artık Ermenilere açıkça savaş çağrısı yapıyor ve Dersim delegelerini “cihad”a kazanmak için yoğun çabalar harcıyor, etkili kişileri ve Subayları araya koyuyordu. Bu heyetlerin başlarından biri de gizli Azadi örgütü sorumlusu Binbaşı Cibranlı Halit Bey idi. Cibranlı Halit Bey, Dersim ileri gelenleri ile gizli görüşmelerde yaptı ve onlara, henüz ayaklanma ve savaş zamanı olmadığını, kürtlerin belli bir hazırlıktan sonra topluca ayaklanmaları halinde sonuç alabileceklerini telkin ve tavsiyelerinde bulundu. Seyit Rıza ve birkaç Dersim ileri gelenleri Cibranlı Halit Bey’in önerilerini kabul etti, hatta yazılı bir kayıt olmamasına rağmen, bazı söylentilere göre, Seyit rıza Müfrezesiyle birlikte Halit Beyin yanında osmanlı ordusuna katılarak Erzurum’a kadar gitmiş ve burada ermenilere yapılan katliamları görmüş ve suçsuz insanların, kadınların çocukların öldürülmesine isyan ederek Binbaşı Halit bey ve Nuri Paşa nezdinde bazı çıkışlar yapmış, ancak onlardan azar işitince Erzurumu terk ederek Dersime dönmüştür. Ancak Türk hükümetinin bütün çabalarına rağmen, Dersimliler “Cihad”a karşı çıktılar ve “kim saldırıya geçerse ona karşı oluruz” açıklaması yaptılar. Ermeni Delegeleri de son kez iyi niyet girişimi yaptılar ve Türk tarafına “sorunları müzakere etme” çağrısı yaptılar. “Türk Komitesindeki” bazı isimler buna Cemiyeti İslamiye adına olumsuz cevap verdiler. Aynı Çağrıyı Dersim delegeleri yeniledi, bu sefer Türk Komitesi olumlu cevap verdi. Ancak “ uzlaşma andlaşma toplantısında hiç- bir sonuç alınmadı”. Türk komitesinin muhalefetine rağmen, çoğunluk kararıyla, her iki taraf beş gün içinde ellerindeki silahları Belediye Başkanı Mehmet Emin Bektaşi’nin adamlarına teslim etmesi gerekiyordu. Toplantıda Muradof Paşa Türk delegelere yönelik “ Osmanlının Ermenilere yaptıklarını herşeye rağmen, size mal etmeden unuttuk ve birarada yaşamak için çabaladık, barış elimizi uzattık. Ancak siz osmanlı ordusunun yaptıklarına sahip çıkıyor ve kışkırtıcılık yapıyorsunuz. Siz böylece kendi halkınıza ihanet ediyorsunuz. Siz sizi bize karşı kırşkırtanların köleliğini yapıyorsunuz. Teslim olmıyacağız ve savaşacağız. Yanımızda Sovyetler Birliğinin Amelesi, rençberi ve askeri var, Kürdistanın ve Anadolunun amalesi Rençberi ve milyonlarca yoksulu var.” Dedi ve Dersim delegelerine dönerek “ Dersimliler, Ittihatçılar ve Cemiyeti İslamiye sizi bize karşı kışkırtıyor. Ben 17 yıl Dersim Dağlarında yaşadım ve savaştım. Dersimliyi iyi tanırım. Dersimin savaş imkanını da bilirim. Ermeniler, Kürtler ve Türkler , Dersimde olduğu gibi, buralarda da kardeş gibi birarada yaşamalıdırlar. Tenkilden kaçan Ermenileri siz korudunuz, barındırdınız. Birliğimizi güçlendirelim, Türk, Kürt, Ermeni Rençberleri Şuurasını Osmanlı ordusuna karşı koruyalım, gerekirse savaşalım.” Şeklinde duygusal bir konuşma yaptı. Tanınan beş günlük süre içinde, Ermeniler, ellerindeki silahları, Türkler teslim etmediği takdirde geri almak kaydıyla silahlarını teslim ettiler. Beş gün sonra, Türkler silahları teslim etmediği için ermeniler silahlarını geri aldılar. Dersimlilerde Dersime döneceklerini bildirdiler. Dersim Delegeleri dönmeden önce Türk ve Ermeni komitesi ile görüştüler ve tavırlarını bildirdiler. “ Şuura hükümeti Erzindanda güvenlikte değildir. Hükümet Merkezini Dersime taşıyalım. Dersim Türkleri ve Ermenilerinin birbirine karşı düşmanlıkları yoktur, bunlar şuura hükümetinin ve Dersim güclerinin güvencesine sahiptirler. Bizim Erzincan ve Bayburtta olayları önliyecek ve osmanlı ordusunun işgalini önliyecek gücümüz yok, ancak Dersime karşı saldırıya kim geçerse, savunacağız. Dersim deki Ermenileri de Türk ordusuna karşı koruyacağız. Osmanlı Ordusunun veya Ermeni birliklerinin Dersim kızılbaş - sayfa 17 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 üzerinden Erzincana saldırmalarına da müsaade etmiyeceğiz. Murat Suyunun doğusunda Ermeni Türk çatışmasına izin vermeyiz. Dersimde Ermenilerde Türklerde barış içinde yaşıyabilirler.” Dediler. Böylece, savaş nedeniyle kan deryasına dönen dünyadan ve bölgeden Dersimi tecrit ederek barış ve huzur içinde yaşayacaklarını zanediyorlardı. Dersim delegeleri daha Dersime gelir gelmez başları Osmanlı ordusu ile derde girdi. İttihat ve Terraki Hükümeti, kızıl ordu çekilir çekilmez hemen bölgeyi işgal etme hazırlıklarına başladı. Sovyet hükümetinin Kafkasyada kurulan Menşevik hükümetlerle bu arada Menşevik Ermeni hükümeti ile savaştığı bir dönemde, barış antlaşmasını uyulmasını istemesi ve ermenileri koruması düşünülemezdi. Osmanlı ordusu kızıl orduya yardım adı altında da Menşeviktirler diye Ermenilere karşı savaş açabilirdi. Ancak Irak ve Suriye de İngiiliz ve Fransızlara karşı cepheye sürülen birlikleri geri çekmek mümkün değildi ve Bölgede yeteri miktarda osmanlı askeri birliği de yoktu. Erzincana en yakın askeri birlikler, Paluya 10 km. Uzaklıktaki Sekerat köyünde üsslenen 9. kolordu idi. Bu birlikler ancak Dersim üzerinden Erzincana gidebilirlerdi. 9. Kolordunun bazı birlikleri Doğu Dersim üzerinden Erzincana yürümek istedi. Dersimlilerin ihtarlarına kulak asmayan binbaşı Hasan Lütfü bey ve askeri birlikleri Kızılkilise yakınlarında kuşatıldılar ve çetin çatışmalar yaşandı. İstanbul hükümeti binbaşı Cibranlı Halit Beyi küçük bir askeri birlikle takrar arabulucu olarak dersime gönderdi. Halit Beyi, rus ordusu içindeki ayaklanmadan ve ekim devriminden etkilenen Erzincandaki şuura çalışmalarına delege olarak katılan ve Ermeni katliamına karşı çıkan ve 1917 de alay komutanı iken istifa ederek Dersime sığınan albay Hasan Vefa Bey karşılar. Hasan Vefa bey aynı zamanda, Merkezi Yeşilyazıya taşınan şuura hükümetinin de askeri komutanı idi. Erzincan hükümetindeki Dersim delegeleri, birkaç Ermeni delegesi ve veHasan Vefa Bey Şuura hükümetinin merkezinin Yeşilyazıya naklederek sürdürülmesi kararı almışlardı ve Cibranlı Halit bey Dersime gelirken, şuura üyeleri Dersim aşiret liderleri ile Yezilyazıda toplantı halinde idiler. Hasan Vefa Bey ve dersim ileri gelenleri, Hasan Lütfi bey komutasındaki 9.kolordu birliklerinin, tekrar Paluya geri dönmesi ve Dersim üzerinden Erzincana saldırılmaması koşulu ile kuşatmayı kaldıracaklarını bildirirler. Ancak Dersimlilerin uyarılarını dikate almadan gelen Hasan Lütfi bey dönüş için Dersimlilerden çekinmekte ve kendisine birkaç rehber verilmesini ister. Dersimliler yanlarına Mehmet Emin ile Hatifzade Yusuf beyi verirler. Hasan Lütfi bey, Peri suyuna kadar refakat ederek, oradan ayrılmak isterken bu iki kişiyi tutuklar, paluda “divanı harp”te şuura çalışmalarına katıldıkları, askere mukavemet ettikleri ve vatana ihanet ettikleri suçlamaları ile idama mahkum edilirler ve aynı gün asılırlar. bu olayda f kelenen Bazı Dersimliler Binbaşı Cibranlı Halit Beyin tutuklanmasını isterler, ancak Erzurumdan yeni dönen Seyit Rıza ve Hasan Vefa bey buna karşı çıkarlar. Dersim üzerinden Erzincana giremiyen Osmanlı ordusu Çapakçur ve Sıvas üzerinden Erzincana girdi. Direnen Ermeniler kurşuna dizilir. Ermeni halkı Erzincanda ikinci defa katliama uğrar. Kurtulanlar, çoluk çocuğu ile dağlarda gece gündüz ürkek adımlarla yürüyerek ya Dersime sığındı ya da Ermenistana gitmek için ızdıraplı yolculuğa başladı. Kimisi yollarda açlıktan, soğuktan öldü, kimisi katledildi, kimisi Ermenistana ulaşarak acı hatıralarıyla yaşamını sürdürdü. Kurtulanlar erivanda uzun süre Dersim isimli bir dergi çıkarak geçmişlerini canlı tutmaya çalıştılar. Siyasi uf ku Dersim sınırlarını aşamıyan Dersim ileri gelenleri ise kangölüne dönen dünyada bir barış adası yaratamadılar. Dersim önce, dinsel ve ulusal olarak dört taraftan kuşatıldı ve tecrit edildi. Kendilerini batı Dersim olarak tanıtan ve Yeşilyazıdaki şuura yönetimine bağlı hisseden koçkiri halkının 1921 katledilmesi karşışında ciddi bir varlık gösteremiyen Yeşilyazı şuura yönetiminin artak varlığının hikmeti harbiyesi kalmamıştı ve 1921 de fehsedildi. Artık Dersimin kendisini koruması, kötü kaderinden kurtulması zorlaşmıştı. Bir türküde söylendiği gibi artık “goça ma bena goça Ermenu”. M. Kemal Nutuk ta Dersim konusunu çarpıtarak yazıyor. Erzurum kongresinden dönerken Erzincanda, on gün zorunlu olarak kalıyor, gerekçesi de dersimlilerin yolları tuttuğu ve yol güvenliğinin olmadığıdır. Daha sonra Sıvas kongresi sırasında Dersimlilerin Elazığ valisi Ali Galip in yardımıyla Sıvasta kongreyi basacağı yönündeki iddiasıdır. Bu iki iddia da yalan ve çarpıtmadır. M. kemal Samsundan Erzuruma kadar gittigi bütün illerde askeri ve idarı erkandan ve ayandan biat görmüştür ama Dersimlilerden görmemistir, çünkü dersimliler M. Kemali değil, Yeşilyazıya taşınan hükümetin otoritesini tanımakta ve M. Kemalinde bu hükümeti tanımasını istemektedirler. M. Kemalin, Erzincan hükümetinin hükümranklık alanı olan Erzinzan ve dersimde izinsiz ve silahlı güçleri ile dolaşmasını istememektedirler. Erzincana müdahale edemiyorlar ama M. Kemalin silahlarıyla Dersim sınırları içinde seyhatına izin vermiyeceklerini bildirmişlerdir. Yine arabulucular ile yapılan görüşmelerde, ancak iki silahlı askerle geçişlerine izin verilmiştir ve geçiş güvenliğini de dersimliler sağlamıştır. M. Kemal silahlarını salklıyarak geçmiştir. Sivas’a vardıktan sonra da ilginç bir olay yaşanmıştır. 1911 yılında ABD ye çalışmaya giden 23 veya 24 kişi olduğu söylenen bir grup dersimli İstanbul samsun yolundan Dersime dönmektedirler. M. Kemalin sivasa vaardığı günlerde dersimlilerde sıvas cıvarlarındadır.Dersimli gurup güvenlik nedeniyle sıvaş şehir dışında konaklar ve şehire 4 kişi yiyecek için gönderir. Şehire yiyecek için giden guruptan birisin başında fötr şapkası vardır. Çarşıda dolanırken, M. Kemal 4 yabancının şehirde alış veriş yaptığını ögrenir ve yanina getirilmelerini emreder. M: Kemal kısa bir sohbetten sonra bunların dersimli olduğunu ve ABD 8 yıl çalıştıklarını ögrenir ve sorguya aldırır. Kendilerine Elazığdaki Vali Ali Galip ile ilişkelirinin olup olmadığını, ne amaçla geldiklerini soruşturur. Sonuçta bunların gerçekten amerikadan dönen işçiler olduğunu ögrenince, serbest bırakır ama o ara para sıkıntısı çeken M. Kemal bunların 8 yılda biriktirdiği bütün paralarında el koyar ve sıvas kongresini de bu para ile yapar. Konr- kızılbaş - sayfa 18 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 gre bittikten sonrada Amerikan kız lisesindeki paralara el koyarak ankaraya gider. Nutuk adlı eserinde M. Kemalin, Dersimliler Alip Galipin yardımı ile sıvası basacakları hikayesinin gerkçek öyküsü budur ve gercegi yansitmaz. _______________ SAYIN OKURLAR, Unutulan Tarih Erzincan Hükümeti 1917, 1921 isimli makalame gelen mesajların bazıları haklı eleştiriler, ki kaynak gösterilmesini istiyorlar. Bunları cevaplamam gerekecek. Bazıları da konuyla ilgisiz suçlamalar yöneltiyorlar. Bunları cevaplamayı gerekli görmüyorum, sadece konuyla ilgili açıklayıcı ek bilgiler vereceğim. Fransız düşünür Ernest Renan “tarihi yanlış yazmak millet olmanın ayrılmaz bir parçasıdır” der. Bu söz türk resmi tarihine çok uygundur. Gerçektende türk tarihi ayakları üzerine ve gerçeklere dayandırılarak yeniden yazılmalıdır ve bunun tartışılmaya başlanması sevindiricidir.Tabii bu işe arşivlerin araştırmacılara açılması ve yayınlaması ile başlanmalıdır. O zaman okuyucular kaynaksız tarih yazılarına itibar etmezler. Bizlere gelince, Dersimle ilgili arşivler açılmadıkça, tarihimizle ilgili arkeolojik kaynaklar sistemli yok edildikçe, elimizde sadece anlatımlara dayalı kaynaklar kalır ki, bunlarda yanıltıcı olur. Dış kaynaklarda bizim için referans olamazlar, çünkü her tarih yazarı, türkiyedeki gibi kendi resmi tarihinin yalanlarını yazmıştır ve amaçlıdır. Tarih sonuçta bir yorum sorunudur, kimisi eşkiya derken digeri kahraman diyor.Konumuzla bağlantılı olarak, yayınlanan resmi türk ve ermeni yayınlarının hiç biri Dersim ve kürtlerle ilgili doğruları yazmıyorlar. Ama kürtlerin bir tarih perspektifi ve anlayışı oluşmadı veya yazılı olarak elimize ulaşmadı. Bizim görevimiz kendi duruşumuzu kendi tarihimizi yazmaktır. Bunu yaparken gerçekleri diğerlerinin yaptığı gibi belgeleri çarpıtmazsak, gerçek ve sağlam tarih bilincini yakalıyabiliriz. Bende Unutulan tarih Erzincan hükümeti 1917-21 adlı makalemi yazarken, türk ermeni kaynaklarından okuduklarımı ve Dersimli yaşlılardan duyduk- larımı toparlıyarak kısa bir özeti vermeye çalıştım. Bu konudaki çalışmam daha geniş kapsamlıdır, ki ben sadece Rusyadaki ekim devriminin bölgemizde ki etkilerini ve sonuçlarını vermeye çalıştım. Daha sonra Dersimde çok rahat taban bulan sol sosyalist düşüncenin gelişmesinde bunun bir etkisi varmı sorusuna cevap bulmaya çalıştım. Guatemalanın, Eritrenin, Viyetnamın vs. tarihlerini öğrenelim ama evvela kendi tarimizin gerçeğini öğrenmemiz gerekmez mi? lerdi ve bazıları İstanbulda paralarını altın liraya çevirirken bazıları dolar olarak deklere etmişlerdi. Ben makalemi şu kaynaklara dayanarak yazdım. Site okuyucularınn makalemi sorgulayıcı bir perspektivle okumaları sevindiricidir, beklentim odur ki, aynı sorgulayıcı perspektivi resmi türk tarih yazımları için de göstersinler, o zaman benimle aynı sonuca varırlar. 1-Belgelerle türk tarih mecmuasi 2-Kazım karabekir, anılar 3-Erzincan valisi Ali Kemali, Erzincan tarihi 4-Erivan doğu bilimleri akademisi üyesi .,Astranyan.... 5-Erivanda 1986 yılına kadar çıktığı söylenen Dersim adlı derginin konuyla ilgili bir makalesi 6-1911-1919 yılları arasında ABD Detroit şehrinde demir dökümde çalışan bazı Dersimlilerin anlatımları, ki bunlarla 1960 larda anlatımlarına kulak misafiri olmuştum, ancak o zaman ki genclik dönemindeki algılarım çok farklı olduğu için, onları M. Kemal ile kavga edip kaybedip kaçanlar şeklinde algılamıştım.bunlardan bildiklerim, Usene Çıxhekız (çiçekli) ölümü 1964,Doude topağayi, ölümü 1927Sılemane Topağayı ölümü67 veya 68. Ayrıca 1911yılında gidip 1964 de gelen Heso Çek,(ABD vatandası olarak geldi ve türkçe bilmiyordu, ölümü 1970 lerin başı) O zamanlar gidip dönmeyen binlerce Dersimli hala bugün ABD de önemli bir yekün tutmaktadır. Mustafa Kemal Sıvasta kongre çalışmaları yaparken, içlerinde Doude Topağa”ninda olduğu 4 kişilik gurup Sıvasa alış verip yapmak için gitmiştir. Amerikadan geldikleri için giyinişleri dikat çekmiş, şüphe üzerine M.kemalin emri ile sorguya alınmışlardır, durumları anlaşılınca, kaçak döviz bulundurma gerekçesiyle paralarına el konulmuştur. Oysa İstanbulda inerlerken, ki İstanbul isgal güçlerinin denetiminde idi,ellerindeki parayı deklere etmiş- 7-Siyasi perspektivim geliştikten sonra yaşlı Dersimlilerden dinlediklerim, bunların içinde 1900 lerin başında doğan amcam Ali Kurun ile İmam Tarhanı özellikle anmam gerekecek. Bunların dışında, resmi türk tarih tezine karşı çıkan bir çok türk yazarlarının anlatımında bir çok veri mevcuttur. Türkiyede tarihin temelini m.kemalin nutku oluşturur, temel referans nutuktur, bütün tezler ancak nutuktaki görüşleri geliştirir ama karşı görüş ileri süremez, kemalizm eleştirilemezdi. Kürtlerde tarih araştırırken türk kaynaklarına dayanmak zorunda idiler, çünkü bildigimiz dil ve dayandığımız kaynaklar türkçe idi. Ama artık gerçekleri ögrenme değişik kaynaklara ulaşma imkanları mevcuttur. Resmi türk kaynakları ve nutuk, yakın tarihih olayları çarpıtıyor, eksik ve yanlışlarla doludur. Biz kendi açımızda ulaşabildiğimiz doğruları koymaya çalışıyoruz. Örneğin Nutukta ve resmi kaynaklar, M.Kemal ve arkadaşlarının Amerikan mandacılığına karşı cıktığını ve Wilson prensiplerine karşı çıktığını yazıyor ve mandacıları ihanetle suçluyor. Ama gerçek tam tersidir. M Kemal bizzat Wilson prensiplerini savunmuştur.Daha Erzurum ve Erzincanda iken, bölgeyi araştırmaya gelen Amerikan heyetinin başkanı bizzat M.Kamal tarafından resmi törenle karşılanıyor ve “Erzincan hükümet konağına asılan pankartta –vive l’Art.12 des Principes de Wilson” “,Yine Erzurumda iki askerin eline tutusturulan ‘yaşasın Wilson prensiplerinin 12.madesi”,yine M,Kemal’in 1926 yılında hakimiyet-i milliye gazetesine verdiği mülakatta “ittiraf etmeliyim ki bende milli sınırları Wilson prensiplerinin insani maksatlarına göre ifadeye çalıştım, hemen açıklıyayım: böyle yaptığımdandır ki kızılbaş - sayfa 19 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 türk süngülerinin ulaşabildiği yerleri sınır olarak tespit etmişimdir.”(M. kemal,bütün eserler) bu düşüncelerin bir sonucu olarak Sıvas kongresinde M. Kemalde mandacılığı savunmuştur ve Amerikan kongresine ve başkanına gönderilen mektupta M.Kamal ile Rauf Orbayın imzasi vardır. Bütün bu gerçeklere rağmen, kamalistler mandacıları ihanetle suçlamaktadırlar. ma daha kesin hükümler taşımaktadır. Bu antlaşmanın bir maddesinde, Trabzon, Erzincan, Van hattının doğusunda kalan hatta, yani kızıl ordunun çekildiği alanlarda, halkın seçimle kendi yönetimlerini oluşturmasını, bu yönetimlerinin bağımsız olacağını, osmanlı ve kızıl ordunun kesinlikle bu bölgelere müdahele edemiyeceğini hükme bağlamaktadır. Dersim konusuna gelince. M. Kemal gerçeği ters yüz etmiştir. Bu konuda geniş bir araştırmayı,belgeleriyle birlikte, tarihi kökenleri ile birlikte sunacağım. Yukarda belirttiğim nedenlerle, kemalistlerle bolşevikler arasında ittifak gelişince, İstanbul hükümeti ile yapılan anlaşmalar kadük oldu. Hatta kafkasyada ortak düşmana karşı birlikte savaştılar.hatta sovyet sınırları içinde olan Kars, Ardahan ve Batumu bile işgal etti türk birlikleri. Özetle, Erzincan hükümeti, ile ilgili Karabekir ve Ali Kemali’nin anlatımlarındaki sıfatları kaldırıp cıplak gerçeği görmek gerekir. Örneğin Ali Kemali kitabında Erzincan mütarekesinden hemen sonra binlerce “Dersim eşkiyası” Erzincanı bastı, ermeni komitacılarla işbirliği yaptılar vs. der. Ama halk oylamasından, mütareke geregi oluşturulan yönetimden, osmanlı ordusunun bu bölgeye mudahale etmemesinin mütarekede kesin hükme bağlandığından bahsetmez. Ama sorgulayan bir muhakeme, bilirki, sovyet ordusunun denetiminde binlerce “dersim eskiyasi “şehri basamaz, basmışsa kızıl ordu ile savaşıp yenmesi ve şehri işgal etmesi gerekir ki böyle bir olay da yok. Benzer bir çok akla aykırı söylemleri vardır. Karabekir Erzincana girerken, kızıl ordunun şura yönetimine bıraktığı levazım, askeri araç gereç ve askeri elbise vs. şuraya ait herşeyi, rus ordusunun ermenileri müslümanlara karşı silahlandırması olarak sunuyor,bunları ele geçirmenin sevincini açıklıyor. Oysa, kızıl ordu bir taraftan Erzincan ve Trabzonda oluşan yeni yönetimleri desteklerken, özel olarak ermenileri silahsizlandırmaya çalışıyordu. Çünkü Ermenilerin çoğunluğu menşevik taraftarıydı ve kafkaslarda, gürcü ve azerilerle birlikte bolşeviiklere karşı kafkasbirleşik hükümetini kurmuşlardı. Bu bütün sovyet kaynakları ve sosyalizme ait tarih kayıtlarında varken, bolşeviklerin menşevik ermenileri desteklediği şeklindeki türk iddiası gülünç olur. 1917 Erzincan mütarekesinden ayrı olarak istanbul hükümeti ile bolşevik hükümeti arasında baküde yapılan bir antlaşma daha var ki, bu anlaş- Bir dipnot olarak belirteyim ki, Erzincan mütarekesi ve şura yönetimden sonra türkler bölgeye gelince, Dersim ermenileri peyder pey göç ettiler. Çoğu yeni kıta amerika olmak üzere, ortadoğu ve istanbula gittiler. Ama kemalist iktidar sürekli Dersimliler le ermeniler arasındaki şura dönemindeki ittifakı sürekli sorun yaptı ve sürekli Dersimlileri suç ortağı yapmaya çalıştı. 1930 larda bile ve 1936 ya kadar 180 kişilik bir ermeni listesini Dersimlilere dayattı ve bunların kendilerine teslim edilmesini istedi. M. Kemal nutukta, Elazığ valisi Ali Galip’in Dersimlileri örgütlediğini ve Sivasta kongreyi basmak istedigini söylemektedir, ama bu konuda hiç bir belge verememektedir. O zamanlar, M. Kemalin isyan eden bir hükümetin meşru otoritesini tanımıyan isyan etmiş bir general olduğu için, istanbul hükümeti bütün valiliklere olduğu gibi Elazığ valisinede aynı genelgeyi göndermiştir. Ama Dersimlileri toplayıp sıvas üzerine yürüdüğüne dair hiç bir kaynak ve belirti yok. Sivasta yakaladığı Dersimli işçi gurubununda Ali Galiple ilişkisi yoktur. Ayrıca, Ali Galipin, bir ingiliz subayının K. Bedirxhanla birlikte bölgede dolaşırken, bölgedeki yetkililerle olduğu gibi Ali Galiplede görüşmesi çok doğaldır. Nitekim isyan eden bir general olarak M. Kemal bu heyetle görüşmek istemiş, ama onlar gelmeyince,bütün yetkililerin görüşmesini yasaklamıştır. İstanbul hükümetinin meşru valisi isyan eden bir generali değil, İstanbul hükümetinin emirlerini dinlediği için,düşman ilan edilmiş, ve Dersimlilerle birlikte M.Kemale karşı harekete geçtiği söylenmiştir. Ben bu konuda bir kaynak bulamadım. Kemalistlerin Dersime karşı harekatı aslında 1921de başlamıştır. Koçgiri katliamı dersime karşı bir harekattır. M. Kemal Sivas kongresinden sonra Hacı bektaşa uğrayarak destek istiyor ve istediği desteği şartlı alıyor ve bu destek kamuoyuna deklere ediliyor. Kemalistler Koçgiride katliama girişince Tokat ve Amasya alevi toplumu katliama isyan ediyor ve Koçgiriye destek olmaya çalışıyor. M. kemal, Hacıbektaştaki M. Çelebi ağzından bir açıklama yaptırıyor, kitleleri yatıştırmak için. Ama M. Çelebiyi görmek istiyenler, göremiyorlar. kapısında bekliyen iki doktor olduğunu söyliyen kişi, hasta olduğunu söyliyerek,sadece yakın dostu bir kişiyi görüştürürler ve bu durum tam bir yıl sürer ve taaki M. Celebi efendi vefat edene kadar. Daha sonra anılarını yazan oğlu Ulusoy, bu kişilerin özel yetkili kişiler olduğunu, onların oduğu dönemde babasının kimseyle görüştürülmediğini söyler. Bunu söylerken, acaba gerçeği mi söylemekte yoksa, babasının Koçgiri katliamına verilen zımni desteğin sorumluluğunu üstlerinden atmak içinmi söylemektedir, bilemiyoruz. Koçgiri katliamından sonra, kemalistler kısa vadeli hedefine ulaşmış, Dersime taşınan yerel yönetimi işlevsiz kılmış ve dağıtmış, Dersimi, dini olduğu kadar etnik ve askeri kuşatma altına almıştı. 38 katliamın gerekçesi olarak öner sürülen vergi sorunu ve çevre illere yapılan saldırılar iddiasına değineceğiz. Dersimliler meseleyi kendi gerçekliginde değerlendirebilmeleri için gerçekleri tarihi kökleriyle birlekte bilmeleri gerekir. Saygılarımla, Davut Kurun. Kaynak: http://yilanli.info/index. php?option=com_content&view=ar ticle&id=795:erzincan-huekuemeti1917-1921&catid=58:davutkurun&Itemid=72 kızılbaş - sayfa 20 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kızıl Korsanlar’dan Diyanet’e çifte “bayram” darbesi Polisin sitelerini vurarak adını duyuran sosyalist bilgisayar korsanları grubu RedHack (Kızıl Korsanlar), bu kez de Diyanet İşleri Başkanlığı’nı hedef aldı. Yargının bilgisayarlarından başka araçları olmamasına karşın “silahlı terör örgütü” kapsamına sokmaya çalıştığı RedHack, dün gece Diyanet İşleri Başkanlığı’nın adresi “www.diyanet. gov.tr” olan internet sitesini çökertti. Siteye uzun süre ulaşılamadı. Diyanet İşleri Başkanlığı uzmanlarının onarmaya çalıştığı siteye Redhack bugün bir kez daha saldırdı. Site bugün tekrar çökerken, ana sayfasının büyük bölümünü bu akşam 17.30 sıralarında dahi halen açılmıyordu. Sadece ana sayfadaki alt ve yan menülerdeki bağlantılar açılıyordu. Siteye RedHack mühürü ve Fetullah Gülen figürünün yer aldığı, altında Yunus Emre’nin “Emeksiz zengin olanın, kitapsız bilgin olanın, sermayesi din olanın rehberi şeytan olmuştur” dizelerinin yer aldığı bir karikatür yerleştiren RedHack, siteye uzunca bir mesaj bıraktı. Mesajın bir bölümü şöyle: “Cuma'da HAK yersen, Bayramda HACK yersin ;) Ne NURCuvazi ne BURJUvazi bizleri durduramayacak.. Cami altlarini BIM yapan ticaretcilerin ensesindeyiz! Din ticaretine son, esit adil somurusuz sinifsiz bir dunya mumkundur! Mezhep catismasi yaratmak isteyen Diyanet bu oyunun tutmayacak.. Cumhuriyet Resepsiyonum yok diye üzülme RECEPsiyon var!” Korsan grubu, siteyi kırarken çektikleri görüntüleri internet de yayınladı: İşte o görüntüler: http://www.gazetecileronline.com/ newsdetails/8113-/GazetecilerOnline/ kizil-korsanlar39dan-diyanet39e-cifte-bayram-darbe kızılbaş - sayfa 21 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 SUÇLARI KIZILBAŞ OLMAK… SEYİD RIZA’NIN AKRABASI OLMAK… DERSİMLİ OLMAK! Hatice ÇevikMustafa Köse ve kızı Suna Çelik Mustafa Köse 38 yılında topraklarından koparılan nice kızılbaşdan biri.. İlerleyen yaşına rağmen dün gibi hatırladığı ve unutamadığı sürgün yıllarını Kızılbaş dergisine anlattı. Seyit Rıza’nın aşiretine mensup olan Köse aynı zamanda idam edilen Dersim mebusu Hasan Hayri Bey’in de damadı… Kangozadelerin damadı ve torunu ile beraber bazen gülümseyerek bazen gözyaşını gizleyen hüzünler paylaştık. Söyleşi; Katliamın ve sürgünün yarattığı acının hala ne kadar derin izler bıraktığını ortaya koyuyor… Hatice Çevik - ANKARA M. Köse: Kimliğe göre 1922 doğumluyum fakat 1sene geç yazdırmışlar. Ummuhat varya… Bu sene 5 Mayısta 91 e girdim. Duyduklarımı ve bizim başımıza aile olarak Kösezade ailesi olarak başımıza gelenleri geçenleri anlatayım. Ben babam ve büyük babam Erzincan’ın içerisinde doğma büyüme fakat biz aslen Dersim’den gelme Büyükbabamın babası Dersim’den geliyor. Erzincan’a yerleşiyor. Abasuşağı aşiretindeniz, Seyit Rızanın aşiretindeniz. Büyük babamın babası Hüseyin Erzincan’a geliyor, orada yerleşiyor. Büyükbabamın adı Ahmed, babamın adı Ali… Kösezadeler derler Erzincan’da bize.. Bende Mustafa Köse… Kayınpederim ilk Dersim mebuslarından ve asılan Hasan Hayri bey.. Kangozadelerden, Karabal aşiretinin reisi.. Dersimliler ihtiyaç görmek için geldikleri zaman Erzincan’a (büyükbabam tüccardı, manifaturacıydı) onlar dükkana gelir giderlerdi. 38 de bizi ileri gelenlerin hepsini.. (büyükbabam sayılır insanlardandı.) O zaman ben ortaokulu yeni bitirmiştim. 38 hadisesinde biz Erzincan’ın yerlisi olarak.. taaa 100-150 sene önce gelmiş, büyük babam Erzincan’a yerleşmiş. Babamı okutmuş ve amcamı okutmuş. Fakat 38 de babam büyükbabam ticaretle iştigal ediyordu. Büyük babam da hayvancılık olarak, yani 3 kişiyle onlara da ortaktı. 35-36 da ortaokulu bitirdim. 38 hadisesinde ben Erzurum-Sivas demir hattı yapılırken ben orda okulu bıraktım maalesef. Bir akraba taşeron vardı. 10 kmlik bir yerde buranın mütehadi olarak çalışırdı ben onun yanında katipliğe başladım. İşçileri, iş malzemelerini puantörlerini yapıyordum. Kızılbaş: Erzincan’dan nasıl çıkartıldınız, neler yaşandı? M. Köse: Şimdi 38 de bir gün Erzincan’a geldim. Kaldığım yer yarım saat sürüyordu şehrin merkezine, şehire babamın yanına geldim. 1 gün istirahat edeyim dedim. Gelince orada bir kahveye gittim. Kahvede tanıdığım arkadaşlar vardı. Onlara dediler ki kahve sahibi çok tanıdığım bir arkadaş, dedi ki; ‘’Bizi karakoldan istediler, bizi sürüyorlar bu Dersim hadisesinden dolayı..’’ Öyle deyince ben şüphelendim tabi hani bizde iyi kötü şehrin ileri gelenlerinden sayılır bir aileydik. Ben hemen dükkana geldim ki büyükbabam var babam yok, babam nerde dedim. Dedi ki; ‘’karakola çağırdılar.’’ Niye dedim bilmiyorum dedi. Ve ba- bama karakolda diyorlar ki ; ‘’Sizler 24 saatin içerisinde Erzincan’dan çıkacaksınız.’’ Babam diyor ki; ‘’Amca bey ben 24 saatin içerisinde değil şehri dükkanımın manifaturasını dahi devir veremem nasıl çıkayım diyor. 80-90 senelik bir ev nasıl bırakıp çıkarım ‘’ Valla çıkacaksınız mecbursunuz diyorlar. Ve babam o zaman dükkana geldi. Dükkanı hemen devir için birini çağırdı. Evde büyük babam vardı. O arada babam bir kamyon tuttu. Büyük babam kapının önüne durdu. Yani afedersiniz insanlığa yakışmayacak şeyler oldu. Erzincan’ın Sünnileri gelip kapıyı açtı. Eve girdiler aldıklarını çıkardılar. Para mara yok yani… Tasavvur edin, istediği yerde verirse, üç beş kuruş isterse büyük babama veriyorlar.. Vermezlerse alıp götürüyorlar yani.. Anladın mı? Hatta bir tanesi biz rızavrat diye hitab ederiz orada tereyağ dolu aldı çıkıyor.. Büyükbabam dedi ki ‘’yav Kemal nere götürüyorsun ? ‘’ O da ‘’Canım siz gidiyorsunuz sizi öldürecekler yağı sen ne yapacaksın bir de para mı vereyim sana‘’ dedi. Aldı götürdüler… Buna şahitim gözümle gördüm. Babam valiye çıkıyor. Vali beye ‘’ Bana 24 saatte Erzincan’dan çık diyorsunuz. Ben 24 saatin içerisinde dükkanımın malını kızılbaş - sayfa 22 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 dahi veremem bana birkaç gün müsaade edin’’ diyor. Vali; ‘’Oğlum senin için para mı mühim? Canın mı mühim? Namusun mu mühim? ‘’ diyor. Babam namusumu hiçbir şeye değişmem. Mühim olan namusumdur diyor. Öyleyse şu ahlaksız memleketten biran evvel çık diyor. Çünkü ‘’ 24 saat evvel 6 kişi Davut, kardeşi Ağa, şöför Şükrü, yağcı Ali, bir Ali daha vardı bunları götürdüler bize 24 saat evvel bunları götürdüler inin gediğinde kurşuna dizdiler.’’ Babama diyor ki; Sen bu memleketten biran evvel çık! Neyse amcamı da çarşıda birisi görüyor. Kasabın bir tanesi Hüseyin Efendi haberiniz var mı? Ne var diyor? Yav diyor sizi Kemah boğazında tamamen erkekleri öldürecek kadınları dereye dökecekler diyor. Aynen böyle… Amcam geliyor babamı çağırıyor Ali bi gel diyor yav bunlar böyle diyorlar… Ali namusumuzu bırakalım da kaçıp gidelim mi? Eğer namusumuzu öldüreceklerse bizi öldürsünler diyor. Biz ve Mustafa Kartal, Cemal Kartal iki kardeş onlarda bir kamyon tuttular, onlarla beraber biz Divriği’ye kadar kendi paramızla geldik. Divriği’e gelince orda bizi erkekler bir tarafa kadınlar bir tarafa dediler. Öyle deyince biz korktuk tabi.. Bizden önce götürdüler öldürdüler ya… Ben de öyle kadınların içerisine ve benim amcamın oğlu vardı. Ona sen büyüksün şu tarafa geç dediler. Bize komutan dedi kumanya vereceklermiş. Gaye buymuş, korkuyoruz tabi.. Orda Yolda bizi Divriği’de, nehir var orda bizi üç gün beklettiler. Etrafımıza jandarmaları dizdiler, jandarmadan da askerden de polisten de bekçiden de başka kimse hareket edemiyor. (çok afedersin) tuvalete dahi zor gidiyorduk. Tuvalete anladın mı? Mustafa Kösenin dedesi Ahmet Köse çileri çağırmışlar. Ve bizi orada halka şöyle anons etmişler; ‘’Bunlar Türkçe bilmez ve bunlar insanları yer, bunlar insan yerler.’’ demişler. Bizi öyle empoze etmişler yani. İnsanlar şöyle tedirgin tedirgin kalıyorlar bize karşı.. Neyse kaymakam geldi, jandarma komutanı geldi. Kimliklerinizi tespit edecez, sizi köye göndereceğiz dediler. Babam dedi ki büyükbabam ve cemal kartalın yakınları; Kaymakam bey biz çiftçilik yapamayız, köye gidip ne yapacağız dediler. Mümkünse bize yer gösterin de pazar yeri iskan ettirin de ticaretle iştigal edelim dediler. Sizi iki saatlik köye götüreceğiz sizi birazdan alcaz dedi. Tabi gönderdikleri köy maalesef Kızılbaş: Karavagonla nereye gideceğinizi biliyor muydunuz? Zorunlu iskan neler yaşattı ailenize? M. Köse: Oradan bizi kara vagona bindirdiler. Bilmiyorduk nereye götürüyorlar. Kara vagonla Konya’nın Çumra kazasına bizi gönderdiler. Biz amcamlar bir de o öldürdükleri şoför şükrünün karısı hamile ve daha ilk karısı doğumda yakın bindirdiler. Bir de Ali’nin hanımını kara vagona bindirdiler. Kara vagonla bizi Çumra’ya indirdiler. Etrafımızı sarmışlar bütün askerler jandarmalar köylerden de bek- Hasan Hayri Kango 2 saat değil 5 saat… Bizim köye, Cemal Kartal’ları nahiyeye.. Şimdi bu köye de aynı empoze etmişler, bu şarktan gelenler adam yerler. Bizi eşyalarımızla beraber gece at arabasına bindirdiler at arabasıyla caminin önünde bizi indirdiler. Şimdi çocuklar da etrafımızı sarmışlar adam yiyenler geliyor diye.. Büyük babam gezerken çocuklar kaçıyorlar… Nihayet bizi de amcamgil 16 nüfus bizi verdiler bir köy odası var. Köy odası dedikleri yer at eşek bağlanan hayvanlarını koydukları yer. 16 kişiye verdikleri yer aşağı yukarı 10 metrekare ancak var. Arka tarafta 1 oda ön tarafıda ocak olan… Arka tarafa biz geçtik ön tarafı da amcamlar aldılar. 15-20 gün biz elbise soymadık. Tabi 10 kişi bir odada kalıyoruz. Çoluk çocuk nasıl soyunalım. En nihayet bir Cuma günü büyükbabam babamı aldı caminin önüne gitti. Camiden çıktılar, orada muhtar Sadık var. Sadık’a gelsene oğlum buraya dedi. Nerden geliyorsun dedi. Nerden gelecem camiden geliyorum. ‘’Ulan dedi Müslümanız diye camiye gelip namaz kılıyorsunuz. Bize yaptığınız insanlığa bakın! Bizi 16 kişi 10 metrekare yere sıkıştırdınız. Ulan dedi senin bir senede yediğini misafire kahve çay parası veriyordum. Oğlum bunları İstersen nahiyeye bildir. Bak oğlum Ankara’ya gidecek büyük millet meclisinde bunları anlatacak ve kendini de intihar edecek’’ dedi. Şöyle oldu böyle oldu hemen geldik eve tekrar oturduk dedem dedi ki nahiyede okul var siz okula gideceksiniz. Hüseyin efendi var orda kaldık. Cemal Kartallar yakındı. Memlekette de onlarla samimiyetimiz vardı. Oraya gittik. Nahiyede biri bizi görmüş nahiyeyle köyün arası 20 dk… Ziyaret ettik akşam döndük geldik. Muhtar çağırdı babamı çağırmış. Babanız Mustafa Beyle beraber nahiyeye gitmiş, nahiye müdürü bize telefon ettiler. Köyün hududu dışına çıkamaz tasavvur edin köyün hududundan dışarıya izinsiz çıkamıyoruz. Ya nahiye müdüründen ya da muhtara söylüyeceğiz muhtarda nahiye müdüründen izin alacak ve ihtiyacını göreceksin. Köyde ne ihtiyacını görebilirsin. Nihayet orda 1 sene kaldık. Ben müracat ettim tahsile devam etcem dedim. Bakalığa müracat ettim. İstanbul’da akrabalarımız var büyükbabamın yiğenleri vardı. Onlara adres verdik, orda da tahkikat yapılmış dediler tamam. Bana izin verdiler ben İstanbul’a gittim. İstanbul’da tophane- kızılbaş - sayfa 23 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 de dükkan açtım, böyle işte.. Kızılbaş: Dersim isyan etti mi? Seyit Rıza’nın asılması nasıl oldu? M. Köse: Evet Dersim isyan etti diyorlar. Dersimli bir vatandaş gelipte Erzincan’ın içerisine 1 kilo sabun, 1 kilo gazyağı, 1 kilo şeker alamazdı. Ve bu adamların arkasına yazı yazardılar; eşşek kürt diye hitap ederlerdi. Ve bu adam böyle olduğu halde bu adam artık dağa çıkarsa anlar mı hükümeti. Ha dersin ki dersim isyan etti evet asker vermiyorlar, vergi vermiyordular niye bakım yoktu yol yoktu gidecek yol dahi yoktu yani… Dersim’den gelen bir vatandaşın arkasına teneke taktılar.. Bir gün köyden gelip Mercan köyü vardı. Mercan’dan gelip babamın dükkanına gelirdiler. Onlar tereyağ peynir bal bunları getirirlerdi başka yok ki. Bitanesi daha dükkana gelmeden birisi yakalıyor, adam arkasına vurmuş yağ getiriyor sırtında ta Dersim’den satacak çoluğuna çocuğuna ihtiyaç alacak. Adam geldi yağını tarttı hesapladı bilmezler bazıları çoğu Türkçeyi çoğu düzgün bilmezler. Babamınan hesabını gördü. Gidecekleri zaman bir jandarma bir astsubay bir polis bekçi geldi. Sen eşkıyasın diye.. O yağı isteyen adam gitmiş ihbar etmiş bu adam eşkıyadır diye.. Çarşının ortasında bunlar adamı sürüyerek götürdüler jandarma karakoluna… Ve babam gitti jandarma komutanına rüşvet verdi adamı kurtardı geldi adam gitti. Dersim hadisesi duyduğuma göre şahsen bilmiyorum da; Oraya karakol kuralım dediler. Bunlarda karakolu kabul ettiler tamam getir kur dediler. Karakolu kurdular. Fakat karakol komutanı bir ağanın ağa evde yok hanımı tutuyor bunlara kuzu kesiyor. Yediriyor içiriyor. Fakat bu meyanda ağanın çok sevdiği gelini varmış ve bunlara hizmet ediyor. Hizmet ederken karakol komutanı buna olmadık şeyler söylüyor. Yani fikri bozuk.. Askerin bir tanesi gidiyor hanıma diyor ki sakın diyor bundan sonra gelini hizmete gönderme diyor. Bu şerefsizin durumu iyi değil kadına sarkıntılık yapacak diyor. O da göndermiyor. Tabi ağa geliyor diyor ki hanım diyor ki durum böyle böyle… Ağa geliyor karakola; Ulan diyor şerefsiz herif benim evime geldin mi diyor. Sana kuzu kesildi mi diyor sana yedirdiler mi sen bunları yiyorsun bir de on- Hasan Hayri Kango'nun eşi Faika Kango dın mı… Çünkü bizim aşiretin reisi.. Erzincan’dan geldik ama aslımızı kaybetcek değiliz biz. Seyit Rızanın yaşını küçültüyorlar. Bir de şahit getiriyorlar. Şahit diyor ki efendim Hakim bey bu benim oğlum yaşında diyor. Seyit Rıza bunun şahitliğini nasıl kabul ediyorsunuz diyor. Benim oğlumun yaşında diyor. Ve adamı Elazığ’da idam ettiler. Biliyorsunuz; Ve adamın halen daha cenazesi nerde mezarı nerde olduğu dahi belli değil. Torunu geldi dedi ki böyle böyle.. Büyükbabamın dedi hiç olmazsa mezarını bildirinde bir dua okuyalım. Bunu dahi bildirmediler. Kızılbaş: Mustafa bey ailenizi neden çıkartıyorlar Erzincan’dan? Neden sürüyorlar? dan sonra benim gelinime kötülük yapmak istiyorsun! Orda herhalde bir iki tane vuruyor buna.. Neymiş efendim bu sefer de Dersim isyan etti. Tamam bitti! İsyan etti lafı burdan geliyor. Haa Seyit Rıza’ya dediler ki; Seyit Rızaya haber gönderiyorlar; Seyit Rıza gelsin teslim olsun batıda ona çiftlik verecez. İskan ettireceğiz diyorlar. Konuşacağız diyorlar. Seyit Rıza da oğluylan beraber geliyor yanında birisi daha var. Üç kişi geliyorlar… Karadağlara kadar geliyorlar ordan haber gönderiliyor. Erzincan’dan bu ihbarın bunlarla aracılık yapanların Seyit Rıza’yı alıyor geliyor adama bir hafta traş ettirmediler adama.. Ve bu adam işte Dersim’in ağası isyan etti diye çarşının ortasında üç gün gezdirdiler. Üç gün gezdirdikten sonra Elazığ’a gönderdiler. Seyit Rıza 85-86 yaşında bulunuyor, büyük babam biliyor yaşını anlaMustafa Kösenin babası Ali Köse M.Köse: Seyit Rıza’nın aşiretindeniz biz, Erzincan’da iyi kötü sayılı ailelerdeniz. Zaten o zaman Erzincan’da sayılır Alevilerdeniz de.. Biz Dersimden 15-20 hane olarak geldik. Mesela şey vardı bu adam Kürt Tunceli milletvekiliydi, Pülümür’de otururdu Erzincan’da oturmazdı. Onu dahi köyünden getirip Kayseri’ye sürgün ettiler. Kızılbaş: Kimliğinizi gizlemek gereği duydunuz mu? M. Köse: Maalesef ! Kimliğimi hiçbir zaman unutmadım. Aslını inkar eden haramzadedir derler. Niye iftihar etmeyim. Ama her yerde söylenemiyordu tabiki.. Alevilik denilen şey eline diline sahip olacaksın.. Alevinin şartı budur. Yalnız şunu yaşadım ben Cemal Kartal’ın kardeşi kazaya nakli için Konya’ya gitmişti. Muhtar Konya’ya gitti. Muhtarla beraber ihtiyaçları almak için Konya’ya geldim. Beni orda Mustafa Kartalla emniyete aldılar. Nerelisin dedi Dineksaray köyündenim dedim. Siz de göçmen misiniz dedi. Evet Erzincan şark göçmenlerindenim dedim. Karakola gideceğiz dediler. Beni aldılar karakola götürdüler. Karakolda oturuyorum. Komiser bey benim kabahatim ne ? Bileyim yani.. Siz izinsiz gelmişsiniz. Muhtar getirdi beni dedim. Öğlene kadar orada bekledim. Hiç bir şey yok, bana kelepçe takacak. Sonra bana şuraları süpür dedi bekçi. Bana baksana dedim kim olduğumu biliyor musunuz dedim. Senin gibi iki tane üç tane kardeşim var Besiağzı’nda hamallık ediyor dedim. Ben ne süpürecem. Aynen öyle… Kızılbaş: Sürgünden sonra döndünüz mü? M. Köse: Valla babam sürgünden sonra artık Erzincan’dan nefret etti geri dönmedi. Kardeşim ticarete başladı. Köyden (ben İstanbul’dayken) babam kazaya naklini istedi uğraştı bakanlıkta izin vermiş kazaya geldi. Bir otel ve altı kahve olmak üzere orayı kiraladı. Bir de dükkan açtı orayı işletti. Kardeşim de besicilikten hayvancılıktan uğraştı. Ben de zaten Konya’da memurdum. Çumra’da kaldık. Tekrar Karaman’a tayinim çıktı orda kaldım. Kızılbaş: Çocuklar okula gönderildi mi? M. Köse: Maalesef okul yoktu ki! Kardeşim İbrahim ortaokulu bitirmiş. Rahmetlik oldu diğer kardeşim ilkokulun 4.sınıfındaydı. Dineksaray köyü evet Dinek nahiyeydi… Köyde hiçbir şey yoktu. Kızılbaş: Kayınpederiniz Hasan Hayri Beyin idam edilmesini anlatırmısınız? M. Köse: Milletvekili Hasan Hayri Kango benim kayınpederdir. Atatürk’le İnönü’nün sınıf arkadaşıdır. Kayınpederim harbiyede okudu. Harbiyeden mezun oldu. Mezun olduktan sonra nihayet süvari binbaşı olarak başlar göreve. Sonra bir gün şeyde Elazığ’da Şeyh Said isyanı duymuşsunuzdur. Şeyh Said Elazığ’a gelmiş Elazığ’ı zapetmiş askerleri de esir almış. Ve bu meyanda ondan evvel bu Dersimliler hakkında Kayseri milletvekili ismini hatırlayamayacağım şimdi bunlar şöyledir böyledir falan deyince kayınpeder de müdahale ediyor. Müdahale edince ondan sonra kayınpeder ona tabanca çekiyor. Tabanca çekince oda Atatürk’e çekti diye bunu başka türlü Hasan Hayri bey Atatürk’e tabanca çekti diyorlar. Bak sen nerden tutturuyorlar. Ve Şeyh Said isyanı da başlayınca Elazığ’da geliyor çalıyor kayınpederlerin kapısını, evleri çok eski ve konak derler eskiden konakmış yani Elazığ’da kayınvalidem falan orada kalıyorlar. Kendisi Ankara da kalıyor. Ve kayınpeder Şeyh Said Hasan Hayri Kango'nun damadı Mustafa Köse Zaten dedi müstahak olmasaydı sizi buraya sürmezlerdi dedi. Sizin ukalalığınızdan boyun eğmediğinizden sizi buraya sürdüler dedi. Dedim ki komser bey suçum varsa ifademi al, cezaeviyse cezaevine, döveceksen döv hem dedim benim üzerimde param yok muhtarla geldim, gelecek onunla gideceğim dedim. Ben öyle deyince yanıma bir bekçi kattı. Muhtar nerde dedi handa dedi. Gitti muhtarı aldı geldiler. Muhtar dedi evet ben getirdim. İhtiyaçları var ben götürecem dedi. Muhtardan imza aldılar tekrar beni köye gönderdiler. Ben 39 da memuriyete girdim. 34 sene memuriyetim var. Bir gün Konya’da istasyonda gezerken nahiyemizden birini gördüm. O hani bana izinsiz niye gönderdiniz diyen memuru.. Müdür bey beni tanıdınız mı dedim. Tanıyamadım delikanlı dedi. Ben dedim Erzincan göçmenlerinden, şark göçmenlerinden Dineksaray köyünde iskan edilen Ali Köse’nin oğlu Mustafa’yım tanıdın m ı beni? Bir gün nahiyeye geldim de ilçeye telefon ettiniz. Muhtara köyün hududundan bunları dışarıya çıkarmayın dediniz.. Bak ben devlet memuruydum halen postanede memurum dedim. Tanıdım, efendim bize gelen emir öyleydi dedi adam. Hasan Hayri Kango'nun Kızı Mustafa Köse'nin eşi Hayrunisa Köse (Kango) kızılbaş - sayfa 24 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 isyanında Atatürk çağırıyor diyor; sen git şu Şeyh Said’i ikna et diyor. Gelmiş zaten öyle deyince kayınpeder gidiyor Şeyh Said orda.. Şeyh Said’i tutuyor kayınpederin evine gönderiyorlar. Şeyh Said seninle görüşmek istiyor. Koltuğa otutturuyor yanında ki adamlarla beraber kayınpeder diyor böyle böyle.. Sizin yaptığınız nedir diye soruyor kayınpeder. Şeyh Said; bize bir komutan lazım, ordan ayrıl gel bizim başımıza komutanlık yap diyor. Yav diyor sen nasıl bir teklif yapıyorsun. Evvela bu tuttuğun askerleri bırakacaksın. Yav diyor sen dört tane adamınla Türkiye Cumhuriyetine nasıl karşı geliyorsun. Sen de hiç akıl yok mu diyor. Neyin var da, sen neyine güveniyorsun diyor. TC. hükümetine isyan ediyorsun diyor. Şeyh Said dönüyor. Vay Şeyh Said’le görüşmüş ordan tutuyorlar, oysa sen gönderiyorsun. Tutuyorlar bundan dolayı idam kararı veriyorlar. sen gelip Atatürk’ten özür dilersen seni affedecek diyor. Ben ne yaptım da özür dileyeceğim diyor. Ben hatam mı oluyor da özür dileyeceğim diyor. Benim bir hatam yok ki, kendisi gönderdi beni buraya diyor. Şeyh Said’i geri gönderdiler daha benden daha ne istiyor. Onların başına mı geçmemi istiyordunuz diyor. Özür dilemediği için kayınpederi idam ettiriyorlar o zaman… Kızılbaş: Hasan Hayri Bey kürtçe konuşma yapmış… M. Köse: Evet, Atatürk sizin diyor bir resmi kıyafetiniz var mı diyor. O giysiyi giy bir gün meclise onla beraber gel diyor. O da tutuyor kıyafetini giyor sarığını sarıyor çizmesini çekiyor, eline kırbacını alıyor. O kıyafetle meclise geliyor. Mecliste dedikodu yapıyorlar, özel kıyafetiyle meclise geliyor diye… Onu dahi mevzu yapıyorlar. Ben diyor, bazı şeyler, hatalar oluyor diyor. Siz bu Koçgiri, Dersim aşiretini niye bozuyorsunuz? Ne istiyorsunuz bu adamlardan? İsyan ettiyse Şeyh Sait isyan etti diyor. Dersimliler alevi Şeyh Said şafidir. Niye bunlarla uğraşıyorsunuz ne istiyorsunuz? Neden bunu Dersim’e mal ediyorsunuz diyor. Yok diyor efendim meclis böyle karar verdi. Meclis değil bunu paşalar istedi diyor. Kızılbaş: Bir de Lozan’da imza meselesi var. Telgraf olayı nedir? kızılbaş - sayfa 25 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 M. Köse: Şimdi İnönü Lozan’a gittiği zaman Lozan’da diyorlar ki sizin bir de Dersimli kürtler kızılbaşlar var (şimdi olduğu gibi) onlarında muvafakatı var mı diye soruyorlar. İnönü diyor ki; Bizim TC. bayrağı altında Türk-Kürt, Sünni-Alevi diye bir şeyimiz yok. Biz de 3 kürt milletvekili de var diyor. Hasan Hayri bey var diyor. Bir Diyap Ağa vardı. Diyap Ağa aşiret reisiymiş ama cahilmiş. Birde Niyazi bey vardı. Hasan Hayri beyin amcasının oğlu Niyazi bey. Böyle böyle diye anlatıyor orda. İnönü Atatürk’e telgraf çekiyor. İngilizler Lozan’da böyle bir şey soruyorlar. Mebusanda Kürtler temsil ediliyor mu diye? Siz ordaki Tunceli milletvekillerinin ağzından telgraf çekin diyor. Bizi de temsilen gelmiştir diye. O zaman Atatürk kayınpederi çağırıyor. Hasan Hayri efendi durum böyle böyle… Sen bir telgraf çek aramızda alevi sünni diye bir şey yoktur diye söyle… Hasan Hayri bey; daha 2 gün evvel Dersimliler hadisesinde bir sürü laf söylediniz diyor. Senin meclisinde söylendi bunlar diyor bu Hasan Hayri bey. Benim 3 tane daha arkadaşım var, Tunceli milletvekili… Onlarla da görüşmem gerek sonra telgrafı çekeyim diyor. O zaman Atatürk Diyap Ağayı çağırıyor. Diyap Ağa aşiret reisi ama( cahilmiş o) vekile telgraf çektiriyor. Kayınpeder bunu duyunca içeri giriyor. Diyap Ağa’ya ulan ben seni davandan dolayı cahil olmana rağmen mebus yaptım. Ben seni insan adam yerine koydum, arkadaşlarla görüşeyim dedim. Sen benim haberim olmadan niye telgraf çekiyorsun diyor. Bu hadise geçiyor. Kızılbaş: Hasan Hayri bey’in kızı, baldızınız Naciye Erenler’in katliamdan sağ kurtulmasını anlatırmısınız? M. Köse: Benim baldızımın yaşadıkları var onları da anlatayım sizlere… Naciye Erenler; Kızlık soyadı Kango.. şimdiii… Kayınpederim aslen Hozatlı. Hozat’ta Karabaluşağı aşireti reisi, Amcasının oğlu, benim kayınvalidem (ve benim hanım daha o zaman çocukmuş babam asıldığında 2,5 yaşındaymış) ve Elazığ’a geliyor. Amcasının oğlu orda askerlik yapıyormuş. Benim baldızı istemiş çocuk sevmiş istemiş. Onlan evleniyor baldız. Evleniyor Hozat’a gidiyor. Bu Dersim hadisesinde bu Hasan Hayri beyin Kangozadeler’in kim varsa hepsini topluyorlar, kurşuna diziyorlar. İmha ediyorlar. Yalnız 2 Hasan Hayri Kango'nun Kızları Naciye Erenler (Kango) ve Hayrunnisa Köse (kango) tane çocuk kurtarıyor amcasının oğullarından.. Biri orta okulda 1de biri lise birde çocuk.. Bunları benim baldız alıyor, dağa gidiyor. Kendini kurtarıyor. Dağa kaçarken 1 hafta dağda geziyor. Bana anlattı diyor ki biz dağdan bakıyoruz Hozat’ta diyor yaz zamanı böyle ekinleri serdiler. Ortasına çocukları koydular etraflarına gazyağı döktüler yaktılar diyor. Ve çıkanı içine atıyorlar. Bunu gözümle gördüm diye bana anlattı. Ve bir hafta sonra bakıyor başka çare yok bu geliyor karakola teslim oluyor. Karakol komutanı bir yüzbaşıymış. Kızım sen nerdensin diyor, ben türküm diyor. Peki niye gönderdiler Dersimlilerin arasına diyor. Sevdim diyor kocam çok yakışıklıydı sevdim diyor. Peki diyor ben seni şimdi nasıl göndereyim diyor. Askere güvenipte gönderemem diyor. Hozat’ta bir tanıdığınız var mı diyor. Hozat’ta tekelde hasan bey var onu tanıyorum diyor. Hasan beye haber gönderiyorlar. Hasan beyin son aldığı adam mütahitmiş. O geliyor baldızı alıyor. Baldız çocuklar benim yanımda diyor. Kiki tane o çocuğu almışlar. Dereye götürdü vurdular diyor. Hala bizi bırakma diyor çocuklar. Jandarma iade etmiyor. Hasan bey adam gönderiyor baldızı aldırıyor. Baldız sonradan evlendi tabii, ben türküm deyince aleviyim, Dersimliyim ve ya Hasan Hayri beyin kızıyım falan bir şey söylememiş yani söylese tabi ölecek. Hasan Hayri beyin amcası kaymakammış emekli olmuş Hozat’a gelmiş bahçeler yapmış yeşillendirmiş. Bir bahçesi vardı diyor hayret edersin girdin mi çıkamazsın diyordu. Adamı aldı götürdüler hepsini kurşuna dizdiler. Sonradan Hasan Hayri beyin idam haberi gelince oğlu Dersim’e kaçıyor. Kayınbiraderi getir diye kayınvalide mi çağırıyorlar. Diyorlar ki oğlunu getir diyorlar. O sırada tabi idam haberi gelince kayınbirader dersime kaçıyor. Diyor ki benim oğlum kaçtı gitti. Üvey oğlu var Hasan Hayri beyin ilk hanımından olan oğlunu gidin getirin diyor. Ve kayınpederi kayınvalideyi götürüyorlar karakolda 24 saat bekletiyorlar. Oğlum Dersim’de gidin getirin diyor. Ve 38 de onları da sürüyorlar. Onları da Karaman’ın Ermenek kazasının Kazancı nahiyesine sürdüler. Sonra Cemal Bardakçı Konya valisi kayınbiraderi çok seviyor muş Elazığ’da valilik yapmış çünkü ve ona kayınbirader mektup yazıyor. Diyor ki Naci bey birkaç ay sabret, ben seni istediğin yere alacağım diyor. Ve 6 ay sonra Karaman’a getirtiyorlar orada iskan ettiriyorlar kayınbiraderi. Kayın birader baldız ve benim hanım çocuklarla beraber Karaman’a iskan ediyorlar. İşte Çumra ile Karaman arasında gidip gelirken Karaman’da bizim akrabalardan vardı. Onların vasıtasıyla hanımla tanıştık. Kader böyleymiş işte… Kızılbaş: Sizler nasıl hayatta kaldınız ? M. Köse: Biz sevindik kurtulduğumuza, diyorum ya adamlar amcama resmen sizi böyle böyle öldürecekler dediler. Kabahatimiz alevi olmamız. Ve Dersimdeki aşiretin kökenimiz dersim, büyükbabam Erzincan’a geldiği zaman ticarete başlıyor. Çocuklarını okutuyor, benim babam eski mezunlardan.. Suna Çelik Hasan Hayri beyin torunu, Mustafa Kösenin kızı şimdi Ankara’da yaşıyor. Tanık olduğu ve yaşadıklarını şöyle anlatıyor. Kızılbaş: Kızılbaş olarak nasıl bir yaşam sürdünüz, ne sıkıntılarla karşılaştınız? S. Çelik: Biliyorsunuz aleviler ramazanda oruç tutmaz o zaman çok sıkıntı çekiyorduk. Herkese oruçluyuz diyorduk. Desek bize naparlardı, saklıyorduk tabiki.. sofralarımızı saklıyorduk mesela birisi geldiği zaman hemen saklıyorduk. Bazen ağzımıza kül sürüyorduk dudaklarımızı kuru göstermek için. Çumra’da yaşıyorduk. Ben 10 yaşıma kadar Çumra’da yaşadım. Ee orada rumen göçmenleri vardı. Bulgar göçmenleri vardı. Onlarda tabi tutucuydu. Bizim çektiğimiz tabi bunlardı. kızılbaş - sayfa 26 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ondan sonra dedelerimiz gelirdi cemlerimiz olurdu evlerimizde.. Ama kimsenin haberi olmazdı. Kendi içimizde orda kaç aile varsa.. bir evde toplanırdık orda cemler olurdu. Ama kimseye bahsetmezdik cemlerimizden kimse bilemezdi bunları… Benim teyzem anlatırdı bizi kara vagonlara koydular getirdiler teyzem çok iri yapılı bir kadındı. Çokta cesurdu teyzem. Diyor ki; geldiler bir yerde mola verdiler tuvalete gideceğiz diyor bekçi bırakmıyor tuvalete oturun orda yapın diyor. Zaten babamların çoluk çocuk diyor yapmış etmiş. Ondan sonra bir bekçide şöyle dolaşıyor bir baştan başa gidiyor geliyor ufak tefekte bir şey iyi oldu iyi olsaydınız böyle bir şey olmazdı diyor kim bilir naptınız da böyle oldu derken teyzem şöyle iki eliyle tutuyor bekçiyi havaya kaldırıyor. Küfrediyor adama biz bunları yaparken sen yanımızda mıydın diyor. Çok konuşma bak nolacağımız belli değil senin ağzını yırtarım öldürürüm seni şuracıkta diyor. Adam korkuyor gidiyor siniyor. Babamın anlattığı gibi dağda gezdiğini anlatırdı. Biz dinlerdik ve korkardık hiç kimseye bir şey söyleyemezdik. Kazancıya gelince bir yer gösteriyorlar orada kalıyor. Ev sahibi geliyor Naciye teyzem; siz ne yaptınız da sizi niye buraya sürdüler diye soruyor. Diyor ki bize dediler orda Ermenek diye bir yer var oranında kazancı diye bir nahiyesi var, çok vahşi terbiyesiz adamlar var. Gidin bunları terbiye edin diyor. Sonradan teyzemleri çok seviyorlar. Çok gözetiyorlar. O kadar cahil insanlar mış, Atatürk’ü Türkiye’yi bilmeyen insanlarmış. Mesela Atatürk ölmüş buraya gömecekler miş çünkü Kazancı’dan büyük yer mi var ki gömsünler. Türkiye’yi bilmiyorlar yani o kadar cahil insanlar. Sonra Karaman’a geliyor annemler çok sıkıntı çekiyorlar. Hiç çalışmamış babaanne anneanne dayım böyle el üstünde tutmuş. Dayım telgraf katipliği yapıyormuş. Teyzem ona buna nakış işlermiş geçimlerini sağlarlarmış. Ama sıkıntımız işte camiye gitmemek oruç tutmamak kendi inancını gizli saklı yapmak. Yapıyoruz bizde böyleyiz diyorduk açık açık söyleyemiyorduk. Aleviyiz diyorduk ama Kızılbaş onlar için ayrı bir şey onlar için çok kötüydü. Kızılbaşız diyemiyorduk. Sadece aleviyiz diyorduk. Alevilerinde Kızılbaş olduğunu bilmiyorlardı. Mustafa Köse'nin annesi Sultan Köse M. Köse: Esma isminde bir kadın vardı karamanda. Karamana bir hakim tayin olmuş onun hanımı falan gün yapıyorlar. Orda yeni gelen hakimin hanımı demiş ki; Kızılbaşlar varmış burda hiç biliyor musunuz? Kızılbaşlar ne yapar ne yapıyorlar işte bir yere toplanıyorlar mum yakıyorlar mış, horoz bağlıyorlar mış. Mum söndürüyorlarmış (çok afedersiniz) herkes tuttuğunla beraber oluyormuş diyor. Peki sen orda bulundun mu demiş oda evet demiş peki hangi alevi seni tuttuda böyle yaptı demiş. Öyle deyince renk kalmadı kalktı gitti diyor. Kızılbaş: Suna hanım teyzeniz yaşadıklarını sizlere de anlattı mı? S. Çelik: Teyzem yaşadığı herşeyi anlatırdı, bilin derdi. Şimdi teyzem der ki, dağda gezerken gündüz seyrediyorduk. Teyzemin kayınları kayınpederi hepsini götürüp vuruyorlar. O arada küçük iki kardeş biri ortaokul diğeri lise çağlarında teyzemle dağa kaçıyorlar. Teyzemler o zaman Hozat’ta oturuyorlar. Gece yiyecek falan topluyor dağda ne bulurlarsa artık.. Gündüzde mağarada saklanıyorlar. Çünkü asker var gündüz. Sığındığımız mağaradan bakıyoruz herşeyi görüyoruz. Harman zamanı yürüyemeyen küçük çocukları sapların içine koyup gazyağı döküp yakıyorlar. Sürünerek emekleyerek kaçan çocukları tekrar süngünün ucuyla içine atıyorlar diyor. Hamile kadınların karınlarını yarıp çocukları çıkartıyorlardı. Ben bunları gözümle gördüm diye anlatırdı ağlardı hep… Ondan sonra da birkaç gün sonra açlıktan ya- pacak bir şey kalmayınca biraz durulur gibi oldu diye teslim olursak herhalde bir şey olmaz diyor. Teyzem sünniyiz deyince çocuklar da eteğine yapışıp kurtuluruz zannediyorlar. Teyzem ben sünniyim diyor sen sünnisinde bu adamla nasıl evlendin diyorlar ona. O da askeri depolar yapılırken sevdim ve kaçtım demiş. Ailem vermedi, ben zorla kaçtım demiş. Ailemle halen görüşmüyorum demiş . Teyzem diyorki o sırada iki kaynımı alıp götürdüler taşın ardında vurdular. Ayaklarıma kapandılar çocuklar abla bizi verme diye, ben vermiyorum ama elimde bir şey yok el kol bağlı… Çocukların ben bağırtısını duyuyordum. Sonra teyzeme soruyorlar seni kime verelim diye.. Teyzem korkuyor kimin ismini versem başını yakacağım. Sünni tekel müdürü var iyi ahbaplarıymış. O adam geliyor teyzemi alıp gidiyor ona teslim ediyorlar. Teyzemin sonradan evlendiği eniştemde orda mütahitmiş. Akrabadan sülaleden köye haber gidiyor Naciye’yi gelin tekel müdüründen alın diye.. Kimse gidemiyor köyden korkuyorlar. Bu eniştem diyor ki (zaten eskiden de istermiş teyzemi) ben gider alırım Naciye’yi.. Beraber ölürsek ölürüz kalırsak kalırız. Ve gidiyor teyzemi alıyor. Teyzemin hikayesi bu… Karaman’a geldikten sonra da bir sürü sıkıntılar çekiyorlar. Alevilik Sünnilik yüzünden; çocuklar çeşmeye gittiğinde dayak yiyorlar dövülüyorlar… Yani bir sürü şeyler işte… Ama çok aşikare böyle kendini rahat ifade etmen mümkün değil. Şimdiki gibi mümkün değil. Hatta babam memur olduğu için işten atarlar diye sesini çıkaramıyorsun, onlardanmış gibi görünüyorsun! Kızılbaş: Memurluk yaptınız Mustafa Amca hiç sorun yaşadınız mı? M. Köse: Bir gün müftü şüpheleniyor, anladım buyur çayımı iç dedim. Sen alevisin tartışırız dedi. Neyse geldi içeriye… Sizin bir hatanız var dedi. Hz Ali, Hz Muhammed bunlar camiye geldiler değil mi? Sizin burda ki aleviler hiçbiri gelmiyor dedi. Dedim ki; Benim herkesin dinine saygı ve hürmetim sonsuzdur. Ben alevi sünni diye ayırt etmem. Sen bugün camiye gittiğin zaman Hz. Osman’dan falan bahsediyorsun dedim. Peki Hz. Ali’den, 12 imamdan, Ehl-i Beytten bunlar peygamberin sülalesidir. Onlardan niye bahsetmiyorsun dedim. Sen bugün camide Hz. kızılbaş - sayfa 27 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ömer, Hz. Osman’ın ifade ettiği gibi Aleviliğinde ne olduğunu açık açık meydana koy ben bugün kaç tane alevi varsa hepsini camiye getiririm dedim. Güldü ne yapalım bize gelen emir böyle dedi… Bak tasavvur edin yani bir müslim bunu söylüyor bana.. Benim 34 sene memuriyetim var. 20 sene bir fiil muhabere memurluğu narasın onlar. Mors alfabesi kullandım. Onlar nerden bilsin. 34 kişi imtihana girdi 7 kişi kazandık. Kızılbaş: Siz Seyit Rıza’yla hiç karşılaştınız mı ? Aşiret ilişkileriniz nasıldı? M. Köse: Şahsen ben hiç karşılaşmadım. Erzincan’a dahi geldiğinde ben yoldaydım. Babam dedem gitmiş gelmişler yanına.. Hatta Ermeniler ilk Erzincan’a girer girmez büyükbabam zaten ben 5 ay Ovacık’a gitmiş Ovacık’ta kahraman ağa varmış ve onun yanında kalmış. Hatta bir gün dedemle büyükbabam bir inek almış başkasınınkine bakmasın diye. Başka aşiretten biri gece ineği çalıp götürüyor. Kendi milletimin içinden gece gelip ineği çalmışlar diyor. Seyit Rızanın sülalesi, köken ordan gelmedir. Kürt alevilere kürt diyorlar. Dersim hadisesinden evvel Dersime 3 kere asker girdi benim bildiğim. Dersime asker gittiğinde hemen babamı alıp karakola götürdüler. Babamla beraber diğer alevi ileri gelen 5-6 kişiyi topladılar. Dedem babam amcam bazı aleviler.. Babamı tek olarak askeri tavlada 15 gün dövdüler babamı… Sen Seyit Rıza’ya yardım ediyorsun diye! Babamın nerde olduğunu bilmiyoruz biz. Nihayet 15 gün sonra bir tanıdık o geldi bize söyledi. Eli kolu bağlı mahmuzla vuruyorlar. Tutanak tutuyorlar; evet seyit rıza benim adamımdır evet seyit rızaya yardım ediyorum her konuda yardımda bulunuyorum diye… Babam imzalamıyor. 37-38 ler de yaşandı bunlar. İmzalamayınca 15 gün işkence yapıyorlar. 15 gün sonra öğreniyoruz babamın askeri tavlada olduğunu anlıyoruz. Zor günler Adam bir gazyağı bir şeker alamıyor. Ne yapacak bu adam? Zulüm bitmedi devam ediyor! Kızılbaş: Anılarınızı paylaştığınız, söyleşinin bir kısmının yayınlanmasına izin verdiğiniz ve evinize konuk ettiğiniz için dergimiz adına sizlere çok teşekkür ederiz. AÇLIK GREVİ DÖNEMİNDE MİT ÖCALAN'LA 3 KEZ GÖRÜŞTÜ VE YARDIM İSTEDİ.. Açlık grevi krizini MİT-Öcalan görüşmesi çözdü. MİT görevlileri ile Öcalan son iki ayda üç kez görüştü. BDP, Adalet Bakanlığı'ndan yardım istedi; Öcalan'ın kardeşi yeni alınan kosterle Cuma günü İmralı'ya götürüldü ve açıklama geldi. Açlık grevlerinde kritik evreye girilmişti. Her an bir ölüm haberi gelebileceği kaygısı vardı. Bu kriz, ne hükümet ne de BDP açısından sürdürülebilir görülmüyordu. Hükümetin durduğu nokta belliydi. Açlık grevi yapanların sıraladığı 3 talepten birisi (anadilde savunma) karşılanıyor. Diğer ikisi devlete şantaj görülüyordu. Başbakan, milim geri adım atmıyordu. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın “Kriz her an çözülebilir” cümlesi Ankara’da bazı gelişmelerin olduğunun işaretiydi ve sevindirici açıklama akşam üzeri geldi. Olayın perde arkasına gelince... Çözümün altyapısı Ankara- İmralıarasındaki diyalogla kuruldu. Ankara’da bir süredir Öcalan ile MİT yetkililerinin görüştüğü söyleniyordu. ‘İyi haber alan kaynaklara’ göre, Öcalan ile bu kez Kürt Sorunu ve PKK değil açlık grevleri masaya yatırıldı. Tam üç kez İmralı’ya heyet gitti. Bu gidişlerin birisine MİT’in üst düzey bir yetkilisi de katıldı. Ve Öcalan’dan ‘açlık grevlerini sona erdirilmesi’ için devreye girmesi istendi. Leyla Zana “Krizi Başbakan çözer” dese de Hükümetin eğilimi Öcalan üzerinden çözüme gitmek şeklinde belirdi. Bu yüzden BDP muhatap alınmadı. Başbakan Erdoğan’ın ‘idam çıkışı’nın bir sebebinin de Öcalan’ı çözüme zorlanması olduğu söylendi. Öcalan’dan ‘olumlu’ sinyal alınınca sıra mesajın iletilmesine geldi. BDP Diyarbakır örgütü, kardeş Mehmet Öcalan’ın İmralı’yla görüşme istediğini Adalet Bakanlığı’na iletti. Bakanlık, yeni alınan kosterle kardeşi Öcalan’ı İmralı’ya gönderdi. Abdullah Öcalan’ın açlık grevinin sona erdirilmesi yönündeki açıklaması da bu süreçte geldi. (Radıkal) Savas Kalenderidis Öcalan'ın Türkiye' ye teslimi olayında Şam - Atina - Moskova, Roma - Moskova - Atina - Nairobi arasında geçen ve devletler arasında bir diplomasi savaşı haline gelen, sonuçta CIA-Türkiye mutabakatıyla İmralı'da son bulan hikayenin an be an tanığı olmuş, Yunan genelkurmayı tarafından görevli bir milli casustur. Türkiye'de okur bu tarihi olayın perde arkasını ilk kez bu kitapla ve bütün detaylarıyla öğrenecektir. (Arka Kapak) İletişim Adres: Pavlonya Sokak Nuhoğlu İşhanı No:10/6 Kadıköy İSTANBUL - TURKEY Tel: (0216) 414 64 41 Telefax:(0212) 414 64 41 E-mail: pencereyayinlari@hotmail.com kızılbaş - sayfa 28 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Qazî Muhammed'in idam sehpasında vasiyetini sunuyoruz. Bağışlayan ve Yüce Allah'ın adıyla, di de size diyorum ki artık Acemlere inanmayın, onların Kuran'a el basarak verdikleri söze inanmayın. Size nasihat ediyorum ki yüce Allah aşkına vaatlere artık kanmayın. Çünkü onlar ne Allah'ı tanıyorlar, ne peygambere, ne kıyamet gününe, ne Allah huzurunda hesap vermeye inanıyorlar. Onların nezdinde, Müslüman da olsanız, Kürt olduğunuz için suçlusunuz, onların düşmanısınız, malınız onlara helaldir. Ey Kürt halkı! Değerli kardeşlerim! Zulüm ve baskı gören halkım! Ben ömrümün son saatlerini yaşıyorum. Allah aşkına artık birbirinize düşmanlık etmeyin, sırt sırta verin, zorba düşmana ve zalimlere karşı durun. Kendinizi düşmana bedava satmayın. Kürt halkının düşmanları çoktur, zorba ve acımasızdırlar. Her halkın, ulusun başarı sembolü, birliktir, işbirliği ve dayanışmadır. Birliğini sağlamayan, uyumu olmayan her halk, her zaman düşmanın baskısına maruz kalır, ezilir. Kürtlerin, yeryüzünde yaşayan öteki halklardan eksik bir yanı yoktur. Hatta siz yiğitliğinizle, fedakârlığınızla, baskıdan kurtulan halklardan daha ileridesiniz. Düşman, işinin gerektiği kadarıyla sizi ister ve işi bittikten sonra size hiç acımaz, sizi hiç affetmez. Düşmanlarının baskısından kurtulan halklar da sizin gibiydiler, ama onlar kurtuluş için birliklerini sağlamışlardı. Yeryüzündeki tüm halklar gibi artık siz de ezilmeyin. Birlik olursanız, birbirinizi kıskanmazsanız, kendinizi düşmana satmazsanız, siz de kurtulursunuz. Kardeşlerim, Artık düşmanlarınıza aldanmayın, Kürtlerin düşmanları hangi ulustan ve guruptan olurlarsa olsunlar, düşmanlarımızdırlar, merhametsizdirler, vicdansızdırlar, size acımazlar. Sizi birbirinize kırdırırlar, yalan dolanlarla, para-pulla sizi karşı karşıya getirirler. Kürt halkının düşmanları içinde en zalimi, en mel'unu, en Tanrı tanımazı, en acımasızı Acem (İran)'dır. (İran) Kürtlere yönelik her türlü suçu işlemekten geri kalmaz, tüm tarihi boyunca Kürtlere düşman olmuş, kin gütmüştür, gütmektedir. İsmail Ağa'yı (Simko), kardeşi Cevher Ağa'yı, Mengur'lu Hamza Ağa'yı ve daha nice- lerini, Kuran'a yemin ederek kandırdılar, kalleşçe öldürdüler. Onlar, Acemlerin kendilerine iyi davranılacağına dair Kuran üzerine ettiği yemine safça inandılar. Bugüne kadar olan tarih boyunca hiç kimse, Acemlerin sözlerine sadık kaldıklarını, Kürtlere verdikleri sözü tutup vaatlerini yerine getirdiklerini görmemiştir. Küçük bir kardeşiniz olarak size diyorum ki, Allah aşkına, birbirinizi tutun, birbirinize destek olun. Emin olun ki, eğer Acem size bal veriyorsa mutlaka içine zehir katmıştır. Acemlerin yalan vaatlerine, sözlerine kanmayın, eğer Kurana bin kez el basıp söz verse de amacı sizi kandırmaktır, hile yapmaktır. Ben ömrümün son saatlerini yaşıyorum. Diyorum ki size doğru yolu göstermek için elimden gelen her şeyi yaptım, canla başla mücadele ettim, bu uğurda gevşek davranmadım. Şim- Benim verdiğim söz "Sizi kötü kalpli düşmanın eline bırakıp gitme" değildi. Ben geçmişimizi ve Acemlerin söz vererek, hileyle kandırıp yakaladığı, öldürdüğü büyüklerimizi çok düşündüm. Onlar her zaman aklımdaydılar ve ben hiç bir zaman Acemlere güvenmedim. Ama onlar buraya (Mahabad) dönmeden önce, yolladıkları mektuplarla, elçi olarak gönderdiği ünlü Kürt ve Farslarla, Acem devletinin, Şah'ın kendisinin kötü amaçları olmadığına, Kürdistan'da bir tek damla kan akıtmayacaklarına dair söz verdiler. Onların verdikleri sözün neticesini şimdi siz kendi gözlerinizle görüyorsunuz. Eğer aşiret reislerinin ihaneti olmasaydı, onlar kendilerini Acem hükümetine satmasaydılar, bunlar da bizim ve Cumhuriyetimizin başına gelmezdi. Sizlere nasihatim, vasiyetim odur ki; çocuklarınızı okutun. Eğitim dışında, bizim diğer halklardan hiç bir eksiğimiz yoktur. Halklar kervanından kopmamak için okuyun, okumak düşmana karşı en etkili silahtır. Emin olun, bilin ki, eğer uyumunuz, birliğiniz, eğitiminiz iyiyse, düşmana karşı zafer kazanırsınız. Benim, kardeşimin ve amcaoğullarımın öldürülmesi, gözünüzü korkutmasın. Amaçlarımıza ulaşana kadar daha bizim gibi birçok kişi, bu yolda öleceklerdir. Eminim ki bizden sonra da başka kişiler riyakârca aldatılarak ortadan kaldırılacaktır. Eminim ki bizden sonra birçok kişi, bizden yetenekli ve bilinçli de olsalar, Acemlerin kurduğu tuzağa düşecekler. kızılbaş - sayfa 29 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Ama umut ederim ki bizim ölmemiz, bağrı yanık Kürtlere, ibret olur, ders alırlar. Size bir diğer vasiyetim de şudur: Halkın mutluluğunu, iyiliğini isteyin. Halk sizin yardımcınız olursa, eminim ki siz de Allah’ın yardımıyla başarıya ulaşırsınız. “Sen niye başarıya ulaşamadın” diyebilirsiniz. Cevap olarak diyorum ki, “Vallahi ben başarılı oldum. Ben halkın ve vatanın uğruna malımı, canımı veriyorum. Bundan daha büyük bir başarı, nimet olur mu?” İnanın ki ben her zaman Allah’ın, onun resulü, halkım ve vatanın huzuruna yüz akıyla çıkacak bir ölümü istedim. Bu, benim için bir zaferdir. Sevdiklerim, Kürdistan tüm Kürtlerin evidir. Her evde, ev sakinlerine bildikleri iş verilir. Artık ötekilerin kıskanma hakkı yoktur. Kürdistan da böylesi bir evdir. Eğer siz birisinin bu evde çalışabileceğini biliyorsanız, bırakın çalışsın. Onun işine taş koymak olmaz artık. Sizden birisinin omuzlarında büyük sorumluluklar olmasından, yerine getireceği, sorumluluk duyacağı bilinenlerin payına büyük işler düşmesinden ve onun da bu işleri yapmasından üzüntü duymak olmaz. Emin ol ki Kürt kardeşin kindar düşmandan daha iyidir. Eğer omuzlarımda büyük sorumluluk olmasaydı, ben bugün darağacı altında olmayacaktım. Birbirinize karşı tamahkar olmayın. Bizim emirlerimizi yerine getirmeyenler, sadece emirleri yerine getirmemekle kalmıyorlardı, bize tam bir düşman gibi davranıyorlardı. Şimdi onlar çocukları arasında ve derin uykudalar. Biz kendimizi halkın hizmetçisi olarak gördüğümüz için, halka hizmet ettiğimiz için darağacının altındayız ve ben son saatlerimi vasiyetimi yazarak geçiriyorum. Eğer omuzlarımda büyük bir sorumluluk olmasaydı, ben de çocuklarımın arasında, derin uykuda olurdum. Oysa ben şu anda ölümünden sonra yapmanız gerekenler konusunda nasihatlerimi yazıyorum. Ve eminim ki eğer sizden biri benim sorumluluğumu almış olsaydı, şimdi o darağacı altında olacaktı. Allah’ın rızasını almak için, halkının hizmetkârı olan bir Kürt olarak, omuzlarımdaki sorumluluk gereği aşağıdaki nasihatları ediyorum. Umud ederim ki, şu andan itibaren dersler çıkarır, nasihatlarıma uyarsınız, Allah’ın yardımıyla düşmana karşı zafer kazanırsınız. 1- Allah’a, peygambere (Allah’ın selamı üstüne olsun) ve Allah’ın yanında olan her şeye inanın, iman edin, dini vecibeleri yerine getirmede güçlü olun. 2- Aranızdaki birlik ve uyumu koruyun, birbirinize kötülük yapmayın, özellikle sorumluluk ve hizmet alanında tamahkâr olmayın. 3- Düşmanın sizi aldatmaması için, eğitim seviyenizi yükseltin. 4- Düşmana özellikle Aceme inanmayın. Çünkü Acem birkaç açıdan sizin düşmanınızdır. Dininizin, ülkenizin, halkınızın düşmanıdır. Tarih ispat etmiştir ki Kürtler aleyhine sürekli bahane aramıştır. En küçük suçlarda dahi Kürtleri öldürüyorlar, Kürtlere karşı her türlü suçu işlemekten geri kalmıyorlar. 5- Bu dünyada, birkaç günlük ve önemsiz bir bir yaşam uğruna kendinizi düşmana satmayın, çünkü düşman düşmandır, düşmana güvenilmez. 6- Birbirinize, siyasi, maddi, manevi ve namus alanlarında ihanet etmeyin. Çünkü hain, Allah’ın, insanların huzurunda suçludur, ihanet döner haini vurur. 7- Eğer sizden birisi, ihanet etmeden işini yapıyorsa, kendisine yardımcı olun, kıskançlık ve tamah için kendisine karşı durmayın, ya da Allah gös- termesin onun hakkında yabancıların ajanı olmayın. 8- Bu vasiyetimde cami, hastane ve okullar hakkında yazdıklarımın yerine getirilmesini talep edin, bunlardan yararlanın. 9- Diğer halklar gibi baskı ve zulümden kurtulmak için mücadele etmekten geri durmayın. Dünya malı önemli değildir. Eğer vatanınız varsa, özgür ve serbestseniz, o zaman her şeyiniz var demektir, malınız, mülkünüz, devletiniz, ülkeniz, saygınlığınız da olacaktır. 10- Allah’a olan can borcu dışında, kimseye borcum olduğunu zannetmiyorum. Ama eğer az ya da çok, borçlu olduğum birisi çıkarsa, ben geriye çok mal-mülk bıraktım, gidip varislerimden borcunu istesin. Birbirinizi tutmadığınız müddetçe başarılı olamazsınız. Birbirinize zulüm etmeyin. Çünkü Allah zalimleri çok erken yok eder. Zulüm ortadan kalkacak, bu Allah’ın sözüdür, Allah zalimden intikam alır. Bu sözleri kulağınıza küpe edeceğinizi umud ediyorum. Allah sizi düşmanlarınız karşısında zafere ulaştırsın. Sadi’nin buyurduğu gibi: Amacımız nasihatti, yaptık. Sizi Allah’a havale ettik, gidiyoruz. Halkının ve vatanının hizmetçisi Qazî MIHEMED avesta kızılbaş - sayfa 30 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Hevpeyvîna bi Elewiyekî kamîl re Bektaşiyan diçûn zêdebûne û îro hêjî gelek jê dêjin, tarîqata Bektaşiyan serkaniya Elewiyan e. Lê, em Elewî tu carî Hecî Bektaşî Welî ji bîr nakin. Osmanliyan dixwastin bi van kesayetan Elewîtiyê asîmlebikin û bidine ji bîrkirin. Ez dikarim niha mînakekê ji asîmlasiyona Elewiyên Bektaşî, yên ku li goriya rêzaniya Balim Sultan îbadet dikin û min bihîstiye bidim. .................. Kemal Tolon Foto; Kazim Eryaşar ve Kemal Tolan Navê te çi ye, tû kengî û li kurê çê buyî? ye bicîh buye. Kalê min Keleş axa, li Pûsazê ji ber derebegê Kamaxê derketiye û hatiye Eymerê yê ku di herêma Kangal/Sivasê de ye. - Navê min Kazim Eryaşar(Keleşoĝlu) e. Ez di 02.07.1942 de ji diya xwe Rukiye û bavê xwe Reşit ra, li gundê Keleşaxa(Eymir) yê ku di herêma Kangal/Sivasê de ye çêbûme. Dînê te çi ye? 3:27 - Dînê min Mûmîntiya Elewîtiyê, ya gelekî beriya Misilmanetiyê ye. Navê eşîr û terîqat(ocax)a te çi ye? - Ez ji eşîra Şadîa me û li ser ocaxa Pîr Cemal Abdal im. Zimanê ku te dîn û tariqeta xwe ê naskiriye (yanî zimanê we yê zikmakî) çiye? - Zimanê ku min dîn û tariqeta xwe pê naskiriye Kurdî ye Bav û kalên min, tenê bi Kurdî diaxivîn û heta wextê zarokatiya min jî, tu kesî ji me zêdeyî zimanê Kurdî bi tu zimanên dinê nizanî bû. Gava yek ji te bipirse û bibêje, mileti(netewî- qewmiyetî)ya te çi ye , gelo wê bersiva we çi be? - Netewiya min, ez Kurd im. Navê welatê te çiye? - Welatê min Kurdistan e . Li goriya ku ji min ra hatiye gotin, berê pêşiyên bav û kalê min li Xoresanê bûne. Dûre ew hatine gundê Kirî-Bicîlî, yê ku di herêma Çewlik/Bîngölê de bû. Kalê min yê mezin Şahbaz Oĝuları, ji wir jî tê li gundê Pûsasê (Yazigedigi), yê ku li ser herêma Refayê/ Ezînganê Li gor dîtina te, ola Elewiyan bingeha ola xwe ji kîjan olên cîhanê girtiye? -Min got , hinga ku dinya hêja tev av buye, di hingê de jî batiniya bingeha Elewîtiya me li ezmanan hebuye.Tê bîra min, wexta ku ez zarokbûm, hingê gelek Dedên me Elewiyan digotin, me di beriya misilmanetiyê de ji roj, ax û av bawerdikir. Elewiyan pêşîn berê xwe didane rojê û îbabet dikirin. Ji xwe em vê dîtina Dedên me yên ku hingê digoten, îro di gelek kitabên dîrokî de jî dixwînin. Di wî wextê ku bisilmanetî peyda buye û pêve, sûniyan gelek ferman li ser serên me Elewiyan çêkirine. Îbadeta me îbadeta qirkleran e . Li gor dîtina te, çi cûdetî(ferqiyet) di navbêna Elewiyên Bektaşî û Qizilbaş de heye? - Li goriya ku ez dizanim, Elewî û Qizilbaş yekin. Wextê ku derwêş û olzanê mezin Hecî Bektaşî Welî(12091271) emrê Xwedê kir û dinya xwe guhast pê ve, Osmanliyan çûn Balim Sultan ji Maceristanê anîn, dahne xwandin. Hinga ku Balim Sultan di medresên Osmaniyan de xwandina xwe qedand û şûn de, hat li ser tirba Hecî Bektaşî Welî, tarîqata Bektaşiyan li goriya desthilatdariya çêkir. Osmanliyan dixwastin bi alîkariya vê tarîqata Bektaşiyan, ya ku Balim Sultanê kurê Papazekî Maceristanê damezirandiye, Elewîtiyê tûne(xilaz) bikin. Lewma Elewiyên ku li pey tarîqata Min bi çavên xwe ne dîtiye, lê gelek kesên ku çûne ber dergaha Hacî Bektaşî Welî dêjin: Wexta Elewiyên Bektaşî, li ber dergaha Hacî Bektaşî Welî îbadet dikin, ew pêşîn berdaqek araq vedixwin. Min jî li bajarê Delmenhorst/Almaniya yê, di semînareke Profesor Melîkof bihîst û ewî jî digot: „Wexta ez çûme nav Elewî-Bektaşiyên li Bulgaristanê dijîn, min dît ku ewan jî îbadetan xwe mîna Bekatşiyên li Tirkiyê, bi alkohlê vedikirin“. Osmanliyan di pey mirina Balim Sultan re jî, Şêxekî Naxşîbendi (Nakşibendi) yê bi navê „Mehmed Said Efendi“ anîne danîne ber turba Hecî Bektaşî Welî. Lê wexta ku Şêxê Naxşîbendî demekê li şûna Balim Sultan ma pêve, ewî dît ku baweriya Elewîtiyê ya raste, ewî jî dev şêxantiya xwe berda û bû Elewî. Gava siltanên Osmaniyan dîtin ku „Mehmed Said Efendi“ naxşîbendî jî buye Elewî, ewan êdî zilma xwe ya li ser Elewiyan hîn gelekî zêdetir kirin. Tekk(Dergah)ê Hecî Bektaşî Welî vekirin û çi tiştên pîroz têde hebûn, tev birin. Heta îro hêjî, ewqas tiştên me yên pîroz şûnde ne anîn. Elewî, îro hêjî bi peran, biletan distînin û diçine dergahê Hecî Bektaşî Welî ziyaretdikin. Ev dergehê pîroz, heta îro hêjî dibin bandora wezareta çandê ya Tirkiyê de ye. Ez dizanim, îro gelek federasiyonên me Elewiyan hêja jî dahwa wan tiştên pîroz, yên ku ji tekê Hecî Bektaşî Welî hatine derxistinê dikin û wê qezanca ku li ber vî dergahê pîroz tê tomarkirin ji bo parastina baweriya Elewîtiyê kızılbaş - sayfa 31 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 serf bikin. Ama dewlet hîna jî vî dengê xelqê Elewî na bihîze û tiştekî jî nade tu Elewiyan. Bi wê qazenca ku ji ber dergahê Hecî Bektaşî Welî tomardike, camiyan avadikin ûhwd. ez nikarim navên tevan li virê birêz bikim, lê ez dizanim meriv dikare li vê çavkaniyê “http://www.aleviforum. com/showthread.php?t=55968” fêrî navên gelek ocaxan bive. Ji xeynî vî dergahê Hecî Bektaşî Welî yê pîroz, wekî dinê kîjan paristgehên Elewiyan di herêma we de hebûn û navên wan çine? Çima Elewî ji peyva Qizilbaş yê acisin û mahna vê peyvê çi ye? -Belê navê hinek paristgehên Elewiyan yên pîroz wehane; Xidir Abdal, di navbêna gundê Ocaxkoyî, Dîvrikê û Kamaxê de ye. Çiyayê Ortê li gundê me Eymerê, Oklu Baba li gundê Xanê, Samut Baba li gundê Tekê/Kangal, Ziyareta Solê li gundê Daban Özü, Jan û Jûn li gundê Dahul Bazê, Gul Baba li gundê Gul Baba, Abdal Musa li Antaliya yê ûhwd.gelekî din jî di kitêba Hamza Aksut ya ku bi navê Alevi-Ocaklar de hatine nivîsandinê hene. Lê pîroziya dergahê Hecî Bektaşî Welî, serkaniya vanên ku hatine binavkirin tevan e. Dergahê Hecî Bektaşî Welî, ciyê Heca hemî Elewiyan e. Di nav baweriya Elewîtiyê de, gelek ocax(xwedan) jî hene û her yekê ji wan jî xwe girtiyê Hecî Bektaşî Welî ne. Di wextê hinga ku Hecî Bektaşî Welî saxbuye de, hingê 12 ocax(post)ên mezin, her yekê ku dibin bandora Dede/ Pîrên deverên de bûne, hebûne. Sinsil(daramal)a van 12 ocaxzadehan jî diçûn digihîştine wan 12 îmamên ku ji daramala Hz.Alî/Huseyîn in. Kirîvê Kazim bi destên xwe vî wênê ku bi dîwarê oda wî ve dalqandiye nîşandike û dêje, em dikarin navên van 12 îmaman jî, ji vê çavkaniyê (http:// alevilikvebektasilik.blogcu.com) bidine xwanê: 1. Hz. Ali, 2. İmam Hasan , 3. İmam Hüseyin, 4. Zeynel Abidin, 5. Muhammed Bakır, 6. Caf er Sadık, 7. Musai Kazım , 8. Ali Rıza, 9. Muhammed Taki, 10. Ali Naki, 11. Hasan Askeri, 12. Muhammed Mehdi Em ji wan kesên ku ji sinsila îmam Hz.Huseyin in re dêjin, Seyîd. Seyîdên ku ne ji sinsila Hz.Huseyin bin, ew nabine seyîd. Vêga hêjî gelek navên ocaxan hene û - Weke ku min got, tu cudatî di navbêna Elewî û Qizilbaşiyê de tûnen û wateha herdû peyvan jî yeke. Lê, Sunî (misilman) ji Qizilbaşan (Elewiyan) acisin. Sedemê wê jî, wexta ku Hz. Ali bi Muaviyan re getiye cengê, hingê bawerî (înanc), ziman û sema (libas) ên leşkerên herdû aliyan jî yek û weke hevûdinê bûne. Dûre ji bo ku sem (şikêl-bîçim)a leşkerên Hz. Ali, ji bîçima leşkerên Muawiyan cûde bive, leşkerên Hz.Ali, ser û milên xwe bi kevnikeke sor pêçane. Suniyan ji hingê pêve, ji leşkerên Hz. Ali re gotine, Qizilbaş (Kesên kumsor). Li goriya ez dizanim mahneya Elewîtiyê jî weha ye: Wextê ku Hz.Ali, bi Miawiyan re kete cengê û xelqê gelekî hiz ji wê batiniya ku Hz.Ali xwe pênasdikir û leşkerê Hz.Ali dikirin. Înca Suniyan û milet ji wan kesên ku xwe dane terefê Hz.Ali, çûn û hatine mala wî ra gotin, Ali evî – Ali beyt(hizkiriyên mala Elî) Wekî ku min da xwanêkirin, dive em Elewî bi lêvkirina peyva Qizilbaş acis nebin û heta em pê serbilind bin. Em wan fetwa û gotinên ku miftî, xoce, mele û îmamên Suniyan, di kîtabên dîrokê û xutbayên Camiyan de dianîne ziman ji bîra bikin. Naveroka wan îbadet û wahzan tev li ser asîmlasiyona netew û Elewîtiya me bû. Ewan miftî, xoce, mele û îmamên Suniyan em Kurd berehevûdinê dane û em kirine perçe perçe. Mînakeke leystikên ku ewan em Kurd û bi taybetî jî, me Kurdên Êzdî û Elewî ji hevûdinêre kirine neyar weha ye: -Gelek miftî, xoce, mele û îmamên Suniyan û desthilatdarên Osmaniyan digotin/hêjî dêjin: Miletê Êzdî bermayên Yezidî bin Muaviye, yê ku di 10.10. 680 de li Kerbelayê serê Hz. Huseyin jê kiriye, ne. Ji bo ku em Elewî ji birayên xwe yên Êzdî, acis û nefretbikin, ewan desthilatdarên Osmaniyan, miftî, xoce, mele û îmamên Suniyan, bi hemda xwe navê Êzdîtiyê kirine Yezidî û baş dizanim ku tu alaqa bawermendên Êzdiyan bi Yezidî bin Muaviye re tûne. Bila şîn û rojiyên wan kesên ku ji bo 12 îmaman girtine, li ba pîrê mezin qebul û Xocê Xizir alîkarê me tevan be. Kemal Tolan 28.11.12 Min gotinên vê hevpeyvîna bi Elewiyê Kamîl re, peyv bi peyv ji ber gotinên kirîvê xwe Kazim Eryaşar girtine û wê hîna berdewam bike. kızılbaş - sayfa 32 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 BAŞBAKAN RECEP TAYYİP ERDOĞAN VE CHP GENEL BAŞKANI KEMAL KILIÇDAROĞLU HAKKINDA SUÇ DUYURUSU DİLEKÇESİ... nın AİHM KİMLİKLERDEN DİN HANESİ KALDIRILSIN KARARI hakkındaki düşünceleri sorulduğunda, basına yansıyan ve tekzip edilmeyen beyanatı özet olarak “ KARARI NORMAL BULDUĞU“ şeklinde olmuştur… İzmir Cumhuriyet Savcılığına Şikayet Eden: Sinan IŞIK Adresi: Sanık: Recep Tayyip ERDOĞAN Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Adresi: Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisi – ANKARA Sanık: Kemal KILIÇDAROĞLU Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Adresi: Türkiye Cumhuriyeti Büyük Millet Meclisi – ANKARA Suç Tarihi : 02-02-2010 tarihinden beri devam ediyor. Olaylar 1. Şikayetim üzerine 07-05-2004 Tarihinde İzmir 11. Asliye Hukuk Mahkemesinde başlayan KİMLİĞİMDEN İSLAM İBARESİNİ SİLİN, YERİNE GERÇEK İNANCIM OLAN ALEVİLİK-İ YAZIN istemli dava, yerel mahkemece görüşülüp, Diyanet İşleri Başkanlığından (DİB) alınan görüş doğrultusunda reddedildikten sonra, davayı temyiz etmem nedeniyle, dava Yargıtayca yeniden görüşülüp, yerel mahkemenin vermiş olduğu karar uygun bulunarak talebim reddedildi… 2. Bu aşamadan sonra anayasal ve uluslar arası hukuktan edinilmiş olan hakkımı kullanmak üzere davayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi-ne (AİHM) götürdüm… 3. 2005 tarihinden başlayarak devam eden AİHM yargılama süreci, 02-02-2010 tarihinde açıklanan karar ile sonuçlanmış oldu… 4. 02-02-2010 tarihinde açıkladığı kararında sayın AİHM, şikayetimi haklı buldu ve kimliklerdeki din hanesinin hem laikliğe aykırı bir uygulama ve hem de AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİNİN ( AİHS ) DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜNÜ DÜZENLEYEN 9. MADDESİNE AYKIRI VE İNSAN HAKLARI İHLALİ olduğu tespitine vararak, bu sorunun çözümü anlamına gelen KİMLİKLERDEN DİN HANESİ KALDIRILSIN kararını verdi… 5. Türkiye Cumhuriyeti devletinin altına imza attığı AİHS sözleşmesinin, iç hukukun üstünde olduğunu vurgulayan anayasasının 90. maddesinde de ifadesini bulan ve AİHS-nin uluslar arası yargı organı olan AİHM-nin 02-02-2010 tarihli KİMLİKLERDEN DİN HANESİ KALDIRILSIN KARARI yazılı ve görsel medya tarafından dünya kamuoyuna duyurulduktan sonra, dönemin ve günümüzün de Türkiye Cumhuriyeti Devleti Başbakanı sıfatını taşıyan sayın Recep Tayyip ERDOĞAN-a basın mensupları- 6. AİHM kararlarının uygulanma şekli itibariyle, verilen bir karara 3 ay içinde itiraz edilmediğinde o karar yürürlüğe girer ve gereği yapılır… Ortaya konulan AİHM kararının üzerinden 3 ay geçmesine rağmen, devleti temsilen yürütmenin başındaki sayın başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN ve dolayısıyla kabinesindeki ilgili bakanlıkça AİHM kararına itiraz edilmediği görüldükten sonra, konunun önemi ve hassasiyeti nedeniyle ilk günden itibaren yazılı ve görsel basında bol miktarda yer alması ve sayın başbakanın yukarıdaki beyanatı sonucu bu konuda oluşan kanaat, AİHM kararının en kısa sürede hayata geçirileceği yönünde olmuştur… Bir çok ünlü gazetecinin köşe yazılarında belirttiği görüşleri de genel kanaat yönünde olmuştur… Şahsen buna inanan biri olmasam da, basının ve ulusal vede uluslar arası kamu oyunun baskısı sonucu mecbur kalınıp yerine getirileceğine dair bir kanaat bende de oluşmuştu…. Tüm bu baskı unsurları bir tarafa, zaten ortada duran bir AİHM kararı vardı ve uygulanmak zorundadır diye düşünmekteydim… 7. Tüm beklentilerim ve gereklilik hallerine rağmen, kararın uygulanmasında karşılaşılacak zorlukları da düşünerek, sayın hükümet-e ve dolayısıyla icranın başındaki sayın başbakan-a makul bir süre tanımak kızılbaş - sayfa 33 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 amacıyla bekledim… 02-02-2010 tarihinde verilen AİHM kararının üzerinden 8 ay geçmesine rağmen, sayın başbakan veya ilgili bakanlık tarafından bu konuda hiçbir açıklama yapılmadığı ve olumlu bir adım atılmadığı görülünce, sayın başbakanı uyarmak ve AİHM kararını bir an önce hayata geçirmesini istemek amacıyla, 2010 yılının Ekim ayında bir uyarı yazısı yazıp, AİHM kararının bir an önce uygulanmasını talep ettiğim ve kendilerine bir ay daha süre verdiğimizi içeren dilekçeyi basın önünde açıklayarak başbakanlığın ilgili birimine imza karşılığı avukatımla birlikte elden teslim ettik… 8. Şikayet dilekçemizde belirttiğimiz 30 günlük süre dolduğunda tıpkı daha önce olduğu gibi, sayın başbakan veya ilgili bakanlık tarafından konuya ilişkin olumlu bir adım veya açıklama gelmeyince, yine AİHM uygulamaları gereği olarak, AİHM kararlarının uygulanıp uygulanmadığını takiple görevli olan Avrupa Bakanlar Komitesine (ABK) bir uyarı yazısı yazarak durumu kendilerine bildirdik… 9. 2010 yılının Aralık ayı başlarında yazılı dilekçeyle durumu bildirdiğimiz Avrupa Bakanlar Komitesi (ABK) duruma müdahale ederek, davalı ve aynı zamanda suçlu konumundaki Türkiye Cumhuriyeti Devleti temsilcilerine yani sayın hükümete uyarıda bulunarak, kararın uygulanmama gerekçesini sormuşlardır… Bunun üzerine ABKne yazılı açıklama ile cevap veren sayın hükümet inandırıcı olmayan bazı gerekçelerle kendini savunmuştur ve fakat kararın ne zaman uygulanacağına dair her hangi bir bildirimde bulunmamıştır…Aradan geçen yaklaşık üç yıllık süreye ve uluslar arası baskıya rağmen, KİMLİKLERDEN DİN HANESİ KALDIRILSIN yönündeki AİHM kararı hayata geçmemiş ve, geçeceğine dair beklenti, kanaat ve umutlar giderek azalmıştır… 10. KİMLİKLERDEN DİN HANESİ KALDIRILSIN yönünde verilmiş olan AİHM kararının hayata geçmesi için vatandaşlık kanununda yasal düzenleme yapılması gerekmektedir… Hal böyle olunca bu işlemin yapılması için öncelikle ülkeyi yöneten hükümetin başındaki başbakanın gerekli emirleri vermesi gerekmektedir… Bu zaman zarfında demokrasimizi ileri götürecek adımlar atıyoruz iddiasıyla 2010 yılının 12 Eylül tarihinde bir Anayasa referandumu da yapılmasına rağmen KİMLİKLERDEKİ DİN HANESİ konusunda hiçbir adım atılmaması sayın başbakanın bu konuda ki tutumunun habercisi olmuştur… 11. Şahsım, yargı/AİHM ve devlet yönetimi arasında bu olaylar cereyan ederken, devlet yönetiminin dizaynında hükümetten sonra ikinci derecede ve hatta ileri demokrasilerde hükümetten de öncelikli sorululukları bulunan Ana Muhalefet Partisi konumundaki Cumhuriyet Halk Partisi-nin, AİHM kararının hükümet tarafından BİLEREK UYGULANMAMASI KONUSUNDA ne bir itiraz ve ne de her hangi bir girişimde bulunulmamış olması, bu haksızlığın ve YARGI KARARINA KARŞI DİRENİŞİN DAYANAKLKARINDAN BİRİ HALİNE GELMİŞTİR… Türkiye Cumhuriyetini kuran ve Laiklik ilkesini devlet yönetimine yerleştiren parti olarak on yıllarca oy verdiğim Cumhuriyet Halk Partisinin (CHP) bu duyarsızlığı, bende derin üzüntü ve hayal kırıklığı yaratmış, kendimi açıkça ALDATILMIŞ hissetmeme sebep olmuştur… Hal böyle olunca, bu konuda en az hükümet kadar suçlu olduğuna inandığım CHP-nin genel başkanı sayın Kemal KILIÇDAROĞLU-nun da suç işlediğine inanmaktayım… 12. 02-02-2010 tarihinde AİHM-nin vermiş olduğu KİMLİKLERDEKİ DİN HANESİ KALDIRILSIN KARARI, sizinde çok iyi bileceği- niz gibi kişiye özgü bir karar değildir… 75 milyon civarında olduğu söylenen ülkemiz nüfusunun tümünü ilgilendirmektedir… Bu kararla yalnız şahsıma ait kimlikteki din hanesi kaldırılmayıp, tüm vatandaşlarımızın kimliklerindeki din hanesinin aynı anda kaldırılması anlamına gelmektedir… AİHM kararlarının bağlayıcı ve aynı zamanda iç hukukumuzun da üstünde olduğu hükme bağlandığına göre, sayın başbakanın İNSAN HAKLARINI VE KANUNLARI HİÇE SAYARAK AİHM KARARINA BİLEREK DİRENMESİ ULUSAL BİR SUÇ İŞLEDİĞİ ANLAMINA GELMEKTEDİR. .. Aynı zamanda CHP-nin de böylle bir hukuksuzluğa sessiz kalması SUÇA İŞTİRAK ANLAMINA GELMEKTEDİR… 13. Bu nedenlerle, sayın başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN ile Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı sayın Kemal KILIÇDAROĞLUndan şikayetçiyim… 14. Sanıkların eylemi suç teşkil ettiğinden gerekli cezai kovuşturmanın yapılarak kamu davası açılması ve sanıkların cezalandırılması için Savcılığınıza müracaat zorunluluğu hasıl olmuştur. Saygılarımla arz ederim… Deliller: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Karar No : Sinan IşıkTürkiye 21924/05 Karar tarihi: 02-02-2012 Ayrıca bu dava hakkında yazılı ve görsel basında çıkan haberler elimde mevcuttur… Dava açıldığında tüm bilgi ve belgeleri sayın mahkemeye sunacağımı beyan ederim… kızılbaş - sayfa 34 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Uzun zamandır mutfakta bekleyen bir kitabı daha ortaya çıkardık. "Dersim: Seyahatname" 1890-1900'lerin Dersim'ine ilişkin ilgi çekici tanıklıklar barındırıyor. Ermeniceden çeviri: Payline Tomasyan Yayına hazırlayan: Ardaşes Margosyan Kapak tasarımı: Aret Gıcır Kapak fotoğrafı: Şal-şapikli kıyafetleriyle Dersimli köylüler, (Hasan Saltık arşivi) ISBN 978-605-5753-35-1 İstanbul, Aralık 2012 13x19.5 cm, 200 sayfa, 16 TL Sonunda Bunuda Gördük Adıyaman Kahta İlçesinde CEMEVİ'nde AKP İlçe Başkanlığı ve AKP'li Belediyenin Hazırladığı Aşure Etkiliğinde Saçmalıklar Ötesinde Şeyler Yapıldı Mehmet Metiner Gibi Bir Devşirme, Müftülük, İmam Hüseyin Derneği Gibi Alevileri Asimile Etme, Sünnileştirme Çalışan Cemaat, AKP Destekli Bir Dernekle Hiçbir İşimiz Olamaz 1-Cemevine Cümbüş Evi Diyenlerle Nedir Bu Etkinlikler 2-Cemevlerini Yasal Statüye Koymayan İbadeti Gelin Camide Yapın Diyenlerin Cemevlerimizde Ne İşi Var 3-CEMEVİN'de OKUNAN İLAHİLER NEDİR GÜLBENGLER, DEYİŞLER NERDE 4-CEMEVİNDE NAMAZ KILARAK NE YAPMAYA ÇALIŞIYORSUNUZ 5-CAMİDE SEMAH DÖNMEYE MÜSADE EDİLİR Mİ 6-ALEVİ DEDELERİNİN, KANAAT ÖNDERLERİNİN BU SAÇMALIKLARIN İÇİNDE NE İŞİ VAR CEMEVLERİ ALEVİLERİN İBADET MERKEZİDİR ALEVİLİKTE NAMAZ, İLAHİ YOKTUR BUNLARI YAPACAK OLANLAR CAMİYE GİTSİNLER ELLERİNİ İBADETİMİZDEN CEMEVİMİZDEN ÇEKSİNLER Pervari'de ölen Helikopter pilotunun babasın dan sonra ablası da cenaze töreninde devlet yöneticilerine bağırdı '' ÇOCUKLARIMIZI SAVAŞA GÖNDEREN SİZ, ÖLDÜREN SİZ VE ŞİMDİ DE CENAZEYE GELDİNİZ, NE YÜZLE GELDİNİZ?... DURDURUN BU SAVAŞI '' dediği öğrenildi. kızılbaş - sayfa 35 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 METAFİZİKÇİNİN CAN KORKUSU Ab KOMAZAN Onbinlerce yıllık insanlık tarihinde, egemen güçlerin tüm inkar, yok etme ve saptırma çabalarına rağmen, diyalektik doğruluk, kendi rayında ilerleyişini sürdüre gelmiştir... Verimli yarım ay coğrafyasının en olgun medeniyetini yaratan ARİA alanı; yarattığı toplumsal DİNSEL olgunluğu diğer alanlar; Akdeniz yöresi, indiaçin platosuna kaynak olacak değerde, insanlık kullanımına sundu... ZERVAN-MAZDA dinsel kültü tüm diğer Dualist ve semavi dinlerinin ilham kaynağı oldu... Toplumsallaşmaya başlayan, üreten ve depolayan konumuna gelince, biriktirilene sahip-egemen durumuna gelmek isteyen elit kesim bu “KORUMAYI” salt zorbalıkla oluşturamayacağı bilincine varmış ve onu korumanın “içgüdüsel” dürtüsüyle “MANEVİ” baskıyı icat etmiş; “DİNTANRI” XEDA kültünü yaratmıştır... Bu temelde, “VE İNSAN TANRIYI YARATTI” formülü en gerçekçi ve bilimsel olanı olmalıdır... “MAZDAİZM”i yaratıncaya kadar çeşitli kütle ve varlıklara “TANRI” yakıştırması yakıştıran insan, onbinlerce yıllık deneme-yanılma metodu sonucu, nihayet erişemediği ve her varlığı ısıtan ve canlandıran MİTHRA-MİRA-MİRROJ-GÜNEŞ-AR-ALAW Kültünü yaratmış, binlerce yıllık birikimiyle onu daha da yetkinleştirerek son yol koyucusu ZERDEŞT kanalıyla AVESTA'da en yetkin şekline koymuş VE ATEŞTEN HAVA, HAVADAN SU, SUDAN TOPRAK, TOPRAKTAN BİTKİ, BİTKİDEN HAYVAN, HAYVANDAN İNSAN OLUŞMUŞTUR... Diyalektik formülünü oluşturarak, DARWİN'e ilham kaynağı olmuştur. Temeline “İnsan-İnsan mutluluğu koyan, ZERVAN-ZERDAN, MAZDA, MİTHRA-MİRA-MİR-PİR AR-ARİ, ALAW-ALAW-İ; RİYA HAQ, KUM SUR-KIZILBAŞ Kültü hiç bir felsefi temelde altedilemez; unutkanlık ve başkalaşıma uğrayamazdı... ZORBALIK hariç... Felsefesinde CİHAD; GANİMED ve FETİH olmayan ZERDEŞ felsefesi, onbinlerce yıllık etki döneminde kendinden olmayanı “YOKETME” barbarlığına esir etmemiştir kendisini... Arap felsefesi ve Türk barbarlığı “JENOSİD”ine karşı korunma “felsefik” iç güdüsüyle, döneme uygun çağrışım, ALAW-AR, ALAW-İ ARİ çağrışımını Arap çelişki ve çekişmesine denkgelen ALİ, ALİCİ, ALİVİ’yi ALAW-AR, ALAW-İ ile harmanlayarak “SİLAHLI BİRİMİ” ni yaratma potansiyeli eridiğinden, “jenosid”den yok olmaktan kurtulmak için “EM ALAW-İ” ne demişlerdir... İSTİLACIYI, İŞGALCIYI SÖMÜRGECİYİ kandıramamış ama kendisi süreç içersinde kanmış ve kısmen benzeşmiştir... “Ya XIZIR” yerine “Ya ALİ” imdat koluna sarılarak YANILGI ve UNUTGANLIK içine girmiştir... (Aslında SELÇUK-OSMANLI, TC işbirlikcisi; secereli DEDELER kanalıyla iğdiş edilmişlerdir.) Diğer taraftan da yakınlarının mezarları üzerinde antik tapınma refleksiyle AR-ALAW oluşturmayı ihmal etmemektedirler... AVRUPA demokratik ortamında ve TEKNOLOJİNİN de nimetiyle araştır- masını BİLİMSELLİĞE sadakat temelinde yapan “KISMİ” Alaw-i ler, yukarıda ki tespitleri keşfetme olgunluk ve dürüstlüğünü yakalayabilmektedirler... Bilimi objektif olarak yansıtma gayreti içine girmeyi becerebilmektedirler... Bu listeye UTANGAÇ-ÜRKEK ALİCİ görünümü veren, Hüseyin DEMİRTAŞ kişiliğini eklemek istiyorum... Tesadüfen düymesine bastığım YOL TV (genelde KURD kanallarını izlerim) de 15 NİSAN akşamı bu utangaç ve ÜRKEK ALAW-İ yi izledim... Şİİ liğin SÜNNİ ler tarafından önceleri “mezhep” olarak kabul görmediğini, fakat daha sonra “Bilmem ne toplantılarında” beşinci “mezhep” olarak kabul edildiğini belirttikten sonra ALİVİ-ALİCİLİĞİN de altıncı “mezhep” olarak kabul edilmesi gerektiğini önermişlerdir... Aksi durumda Alivi-Aliciliğin “Ayrı bir din” ilan edilmesi, ALAW-İ olması gerektiğini dile getirmişlerdir... Ayrı “DİN” ilan edilirse sakınca ve risklerini de sıralıyor ürkek .........n... Türklerin “GAYRI MÜSLÜMLER”e uyguladığı katliamlar hala belleklerdeymiş... ve ALAW-İ liğin islam içinde “altıncı mezhep” olarak kabul görmesi daha uygunmuş... ALAW, ALAW-İ liğin islam dışı ayrı bir “DİN” olduğu bilimselliğini görebilen bu ürkek dostumuz; katliamlardan da korkarak ALAW-İ yi ALİVİ alici yaparak “altıncı mezhep” takiyecilik ve oportünüstlüğüne soyunuyor... KURDLAR cahiller ve işbirlikçilerden çok çekti... sıra ALİCİLERDE galiba... sipar iş için: kiz ilbasdergisi@kiz ilbas.biz kızılbaş - sayfa 36 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Holokost ve Türkiye ALİ SAİT ÇETİNOĞLU “Tarihe hakikat’in ne lüzumu var? Osmanlı tarihi, bu sebeple, bir yalan âlemi olmuştur, Yalan Şarkta ayıp değildir.”[1] Falih Rıfkı Atay yukarıdaki sözleri söylerken bir gerçeği işaret ediyordu. Bu gerçek Osmanlı için ne kadar doğruysa ardılı olan T.C. için de aynı derecede doğrudur. Resmi tarih baştan sona bir yalan manzumesidir. Bu yalan manzumesi içindeki karanlık noktalardan biri de Holokost sürecinde Türkiye’nin tavrı ve TC’nin diplomatlarıyla birlikte Türkiye kökenli ve TC vatandaşı uyruklarını Holokost’tan koruduğu ve kurtardığı yalanıdır. Son yıllarda keşfedilen bu yalan bir anlamda işlevseldir de 1915 soykırımının inkar ve perdelenmesinde kullanılmaktadır. “[H]olokost ve Yahudilerin Türkiye tarafından kurtarılmış olmaları varsayımları Türkiye gündemi için bir konu olarak ansızın keşfediliverdi. Ancak bu ilgi, o dönemde gerçekten neler yaşandığının ortaya konulmasına yol açmadı. Savaş esnasında kurtarılmaktan imtina edilen Yahudiler, artık Türkiye'ye yöneltilen uluslararası eleştirilere cevap vermekte kullanılıyorlardı. Ayrıca, göstermelik bir şekilde holokost kur banlarının yanında yer alma tavrı, sık sık Ermeni soykırımını inkâr etmekte kullanılıyordu.” Oysa gerçeklik farklıdır, Türkiye’nin holokost sürecindeki tutumu Türkiye kökenli ve Türkiye vatandaşı binlerce Yahudinin tehciri ve ölümüyle noktalanmıştır: “Wannsee Konferansı'nın tutanaklarından, Nazilerin "nihai çözüm"e dair planlarının, tarafsız ve müttefik devletlerde yaşa yanlar da dahil olmak üzere, Avrupa'daki tüm Yahudilerin öldürülmesi olduğu anlaşılmaktadır. Tutanaklarda bulunan ve Avrupa devletlerinde yaşayan Yahudilerin sayısını gösteren bir listede, Türkiye'nin Avrupa'daki topraklarında 55.500 Yahudinin yaşadığı belirtiliyordu… Avrupa'da yaşayan 20.000 ila 25.000 kadar Türkiyeli Yahudi, Nazilerin orada uyguladığı Yahudi takibatına uğradı, binlercesi tutuklandı, toplama kamplarına gönderildi, büyük kısmı öldürüldü. Türkiye Yahudilerinin Avrupa ülkelerindeki dağılımı çok farklıydı, en büyük bölümü Fransa'da yaşıyordu. Pek çok ülkede Nazi makamlarının gerçekleştirdiği yabancı tabiiyetli Yahudilerin sayımında "Türkler" üçüncü veya dördüncü sırada yer alıyordu. Türkiye Yahudileri hakkındaki bilgilere genellikle diğer Yahudilerin soykırıma ilişkin anlatımlarınd a tesadüf ediyoruz.” Corry Guttstadt Türkiye, Yahudiler ve Holokost[2] adlı kapsamlı ve titiz incelemesi ile bu yalanın üstünü açarak hakikati gözler önüne serer. Türkiye kökenli veya Türkiye vatandaşı binlerce Yahudi holokost esnasında Auschwitz ve Sobibor ölüm kamplarına, Ravensbrück, Buchenwald, Mauthausen, Theresienstadt, Dachau ve Bergen-Belsen kamplarına tehcir edildiler. “Birçoğu buralarda hayatını kaybetti. Bir kısmı ise Drancy ve Westerbork kamplarındaki mahkûmiyet koşullarına daya namadılar ve ya vurularak öldürüldüler ya da Gestapo'nun işkencesi altında can verdiler.” Guttstadt’ın çalışmasında gerek Osmanlı döneminde gerekse TC döneminde çeşitli Avrupa ülkelerine giden Yahudilerin sosyo - ekonomik durumlarını, Savaş öncesindeki çeşitli ülkelerdeki şehirler bazındaki nüfuslarını okuyucularla paylaşarak, Osmanlı topraklarından Avrupa’nın çeşitli şehirle- rine serpilen Yahudilerin ayrıntılı bir portresini çizer. Ölüm kamplarında ve ölüm yürüyüşlerinde can veren Türkiye kökenli ve TC vatandaşı Yahudilerin rakamlarını, istatistiklerini ve isimlerini vererek tarihe bir not düşerken çok önemli bir noktanın altını çizer: “Holokostta ölen Yahudi kurbanların sayısını tespit etmek için yapılan her girişim, aslında bu insanların başlarına gelen akıl almaz acıların, yaşadıklarının üzerini örtmek, hattâ bunlar ı hafife almaktır, çünkü yıllarını tutuklanma korkusuyla geçirenlerin, tavan aralarında, duvar boşluklarında, küçücük hüc relerde veya ormanlarda saklanmak zorunda kalanların ya da tehcir edilmemek için canlarına kıyanların çektiği acıları göz ardı etmek anlamına gelmektedir. Ve kendileri tehcirden kurt ulan, ancak çocukları veya eşleri öldürülenlerin acıları neyle, nasıl ölçülebilir?” Nazilerin iktidarından sonra başlayan somut takipten Holokost’a uzanan süreçte Yahudilerin, Almanya ile işgal ettiği ülkelerde ve nüfuz altındaki çeşitli Avrupa ülkelerindeki Yahudilerin ölüm yolculuklarını ve Holokost sürecinde TC'nin politikasını mercek altına alınırken TC'nin sistematik ayrımcı politikasını ve gayrimüslimleri bu coğrafyadan yok edilme sürecinin karanlık /kör noktalarından birine ışık tutar. Türkiye birkaç diplomatın kişisel tavrı istisna edilirse ezici çoğunluk Ankara’nın holokostu soğukkanlı bir şekilde seyretme politikasını istisnasız uygulamıştır. “Almanya'nın yürüttüğü savaşta tarafsız kalan Türkiye, Almanya için önemliydi[3]. Hem bu hem de Türkiye'de yaşayan çok sayıdaki Reich Almanı, Türkiye'nin Avrupa'da yaşayan Yahudilerini koruması için mükemmel ve muazzam imkânlar sağlıyordu. Çok sayıda Türk diplomatı Yahudi yurttaşlarını Yahud i karşıtı tedbirlerden muaf tutmak için bu durumu başarıyla kullandı ve yine çok sayıda münferit vakada tutuklanan Yahud ilerin serbest kalması için kararlı girişimlerde bulundu. Türk Konsoloslukları, bazı istisnai durumlarda Türkiye vatandaşı olmayan Yahudileri veya eskiden Türkiye vatandaşlığına sah ip olanları da himayesi akma aldı. Bunlar her zaman hümanist nedenlerden kaynaklanan eylemler olmasa bile, ülkeler bölümünde belirtilen koşullar Türk diplomatların sahip olduğu serbest hareket alanının altını çiziyor. Rodos Konsolosu Selahattin Ülkümen örneğinde de kızılbaş - sayfa 37 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 görüldüğü üzere, Türk diplomatlarının bir Yahudinin Türkiye vatandaşı olduğunu onaylaması dahi o insanın hayatının kurtulması demekti[r].” Oysa Türkiye Avrupa’da mültecilerin sınırlarından vizesiz geçemediği tek tarafsız ülkedir. Vize koşulları ve kullanılışı o kadar ağır hükümler içermektedir ki bir anlamda ülke sınırlarından geçiş imkansızdır: “Türk makamlarınca verilen transit vizelerin hepsi kullanılmış olsaydı bile, son mültecinin de kurtulabilmesi için 200 yıla ihtiyaç olacaktı” Oysa ölüme karşı bir yarışa dönüşen bir durumdan söz ediyoruz. Başbakan refik Saydam yaşanan insanlık dramına seyirci kalmakta tereddüt etmez: “Burası hiç kimsenin istemediği kişilere yurt olmaz” sözlerini insaf sınırlarında açıklamak güçtür. Nadir Nadi 15 Temmuz 1938 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki yazısında geçen “… Musa’nın serseri ahvadının düşüncesiz ve gayesiz yollarını lütfen Türkiye’ye düşürmemelerine dua edelim” sözleri de bu cümledendir. “Türkiye, Yahudilerin ülkeye girişinin ve göçünün engellenmesine dair kararnameleri savaşın başlamasından ve Almanya’yla yapılan ittifaktan üç yıl önce çıkarmıştı, yani bu kararnameler özgün Türk siyasetiydi.” Sözleriyle genel blokaja işaret eden Guttstdat, “Cumhuriyetin kurulduğu dönemden itibaren gayrimüslimler çok sayıda kısıtlamaya tabiydi. Ermeniler ve Rumların pek çok yere yerleşmeleri, hatta buralarda geçici olarak bulunmalar ı bile yasaklanmış, bu düzenleme kısmen Yahudilere de uygulanmıştı. Haziran 1923 itibarıyla gayrimüslimlerin serbest dolaşım hakkı kaldırılmıştı. Türkiye içinde yapacakları seyahatler için özel bir izin almak zorundaydılar; bazı bölgelere girmeleri ise tümüyle yasaklanmıştı.” Sözleriyle genel kısıtlamaların yanında, TC’nin vatandaşı olan gayrimüslimlere karşı Kemalistlerin (2. Jöntürk) kuruluştan itibaren İttihat ve Terakki’den (1. Jöntürk) devraldıkları ayrımcı, dışlayıcı ve bu coğrafyadana kazınmalarına yönelik siyasetin örneklerini vererek, kırılma noktalarına işaret eder: Azınlık karşıtı kampanyalar, Ekonomik Türkleştirme: İşten atmalar ve meslekten uzaklaştırmalar, Lozan anlaşmasıyla düzenlenmiş olan azınlık haklarının içinin boşaltılması, “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları, Mecburi iskan, 1934 Trakya olayları, 1941- 42’de Gayrimüslim erkeklerin zorunlu çalışmasına yönelik 20 Kur’a askerlik, 1942-44 Ekonomik ve kültürel jenocid örneği Varlık Vergisi uygulaması ve ardından gelen zorunlu çalışma kampları… gibi Lozan azınlıkların bu coğrafyada yer kalmadığını ifade eden uygulamaları özetler. Başbakan İnönü bize başkaca yorum yapmamıza gerek bırakmayan sözleri bu politikanın en tepedekinin pervasız itirafıdır: “Başbakan İsmet İnönü, azınlıklara yönelik olarak gayet net bir ifadeyle şunları söylüyordu: Vazifemiz Türk vatan ı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türklüğe muhalefet edecek anâsırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.” Bu sözler gerek Ankara ve gerekse Türk diplomatların, Avrupa’da bulunan yurttaşı Yahudiler ile Türkiye kökenli Yahudilere yönelik gerçekliği göz önüne sererken, bu tutumun daha iyi anlaşılabilmesi için Guttstdat’ın sunduğu, Türkiye’nin içerideki gayrimüslim vatandaşlarına karşı kurucu antlaşması Lozan’dan başlayarak süren dışlayıcı sürecin ayrıntılı bu özetinden, bu politikanın bir uzantısının yurt dışındaki yurttaşlarına da uygulayarak binlercesini ölüme yollamasını daha iyi kavrıyoruz. Kemalist rejim, kendi eliyle yok edemediklerini Nazilere yok ettirmekte oldukça cömert davrandığını anlıyoruz: “İki Gestapo memuru bir kişiyi belgelerinin kontrol edilmesi için konsolosluğa getirmişlerdi, bu da ilgili kişi için bir ölüm kalım kararı anlamına geliyordu. Belçikalı Yahudiler in heyetiyle görüşmekte olan konsolos muavini, Gestapo memurlarını kabul etmiş ve bir an bile düşünmeden onlara söz konusu kişiyi Türkiye vatandaşı olarak kabul etmediğini söylemişti. Oysa onu kurtarmak için elindeki belgenin gerçekliğ i konusunda bir şey diyemeyeceğini söylemesi yeterliydi.” ve olası muhalifleri vatandaşlıktan çıkararak malına ve mülküne de el koymuştur. “Daha cumhuriyet kurulma dan önce, 1922 yılında, geçici Kemalist hükümetin yaptığı düzenlemeye göre, ülkeden ayrılan gayrimüslimlere ne pasaport, ne de vatandaşlık belgesi veriliyordu.” Ayrıca “savaş döneminde yasal olarak Türkiye’den çıkan ve cumhuriyetin kurulmasından sonra tekrar Türkiye’ye dönmek isteyen bazı Yahudilerin ülkeyi giriş izni almakta zorluk çektiklerini, Türkiye’de yaşayan Yahu dilerin de cumhuriyetin ilk yıllarında kimlik belgesi almakta sıkıntı yaşadıkları” da sık dile getirilen şikayetler arasındadır. Savaş döneminde kaybedilen topraklardan Gayrimüslim muhacirlerin ülkeye girişlerine izin verilmediği de bir gerçektir. Ankara da bu uygulamayı sürdürmüştür. Kemalistlerin ilk kabul ettikleri yasal düzenleme de savaş döneminde gayrimüslimlerin (özellikle Ermeni, Süryani, Rum ve Pontos) el konulan malların iadesine yönelik İstanbul hükümetini yaptığı düzenlemeyi iptal etmek olmuştur: “Kurtuluş savaşı zaferinden sonra kabul edilen ilk Türk kanunlarından biri, İstanbul Hükümeti’nin 8.1.1920 tarihinde kabul ettiği, savaş ve tehcir esnasında çalınan malların sahiplerine iade edilmesini öngören kanunu ortadan kaldırıyordu. Dolayısıyla bu yeni kanun, Ermenilerin mülksüzleştirilmelerini onaylıyordu” Bir çok vakada, -Erzurumda oturan Nisim,Nisan ve Simon adlı üç Yahudi vatandaşında olduğu gibi- “Türkiye’de yaşayan Yahudiler vatandaşlıktan bile çıkartılıyordu.” Kurtuluş savaşına katılmamalyailgili “1041 No’lu Kanun uyarınca vatandaşlıktan çıkartılan insanların birçoğu, savaş döneminde henüz askerlik çağında bile değildi.” Bu gerekçeyle vatandaşlıktan çıkarılıp mal varlığına el konulan Osmanlı Hariciye veziri Noradukyan 75 yaşındaydı. Kitleler halinde vatandaşlıktan çıkarılanlar arasında kurtuluş savaşına katılmayan kadınlar da bulunmaktadır! Türkiye daha savaş başlamadan “bir ceza olarak vatandaşlıktan çıkarma” uygulamasıyla bünyesinde istemediği yurttaşlarını sudan sebeplerle kitlesel olarak vatandaşlıktan çıkartarak yurttaşlarını ölüme göndermekten çekinmemiştir. “Türkiye siyaseti vatandaşlıktan çıkarmayı aynı zamanda kendi içindeki siyasi muhaliflerine karşı bir baskı aracı olarak da kullanıyordu.” 150’likler listesiyle muhalif unsurları “Türkiye’nin yurt dışı temsilcilikleri, 1920’li yılların sonund an itibaren yurt dışında yaşayan Türkiye veya eski Osmanl ı vatandaşlarının durumuna dair genel bir inceleme başlatt ı. Türkiye Hamburg Başkonsolosluğumun Kiel Emniyet Müdür lüğü’ne yazdığı 9 Haziran 1928 tarihli bir yazıda şöyle den iyordu: Türkiye Hükümeti’nin aldığı kararlara göre, yabancı bir ülkede 6 aydan uzun bir süre ikamet eden kızılbaş - sayfa 38 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 her Türk pasaportunu ilgili Türk konsolosluğuna teslim etmek ve yerine bir kimlik belgesi almak zorundadır.… [B] u uygulamanın, yurt dışında yaşayan Türkiye vatandaşlarının durumlarının incelenmesinin, azınlık mensuplarının birçoğunun vatandaşlıktan çıkarılmasıyla sonuçlandığı döneme denk geldiğini görüyoruz.” Pasaportlarını telim edenler yenileriyle değiştirilmemekte vatandaşlıktan çıkarılmaktadırlar. O güne kadar düzeli olarak pasaportları yenilenen Russo ailesi bu uygulamanın örneğidir: “[K]endisine söylendiğine göre Ankar a’dan gelen bir talimat üzerine pasaportların kendilerinden alınd ığını ve bir daha da geri verilmediğini, yeni pasaport taleplerin in de (...) geri çevrilmiş olduğunu belirtiyordu. Russo Ailesi bu konudaki tek örnek değildir. Ankara’daki Başbakanlık Arşivi’nde incelediğim dosyalardan, 1928’e kadar verilen vatandaşlıktan çıkarılma kararlarının başka bireyleri de kapsadığı anlaşılmaktadır. Kitlesel vatandaşlıktan çıkarma işlemi, ilk defa 1929’da başladı” Kasım 1929’da alınan beş kararla yurt dışında yaşayan 497 kişi kurtuluş savaşına katılmadık ları ve dört yıldan beri Türkiye’ye geri dönmedikleri gerekçesiyle 1041 No’lu Kanun’un hükümleriyle vatandaşlıktan çıkar ıldı. Uygulama her bir milliyet için farklıdır: “O yıllarda çıkmakta plan Almanya için Türk Ticaret Odası Mecmuası’nda da açıklandığı üzere Müslümanlar, Ermeniler, Rumlar ve Yahudilerin her biri için farklı kararlar vardı. Müslümanlar, Osmanlı döneminden kalma eski yazı bir pasaporta sahip olsalar bile kolaylıkla yeni bir pasaport alabiliyor, Ermeniler ise, ancak yeni Türk hükümetinin verdiği pasaportla yurt dışına gittikleri ve Türkiye vatandaşlığını kaybetmedikleri takdirde yeni bir pasaport alabiliyor ve Türkiye’ye dönebiliyorlardı. Diğer gayrimüslimlere kıyasla 1930’da Yahudiler az da olsa daha iyi bir pozisyona sahiptiler: Yeni hükümetin pasaportu olmadan yurt dışına çıktıkları takdirde, durumlarının incelenmesini isteyebiliyorlard ı.” “1929’da başlamış olan kitlesel vatandaşlıktan çıkarma işlemleri 30’lu yıllarda düzenli olarak sürdürülmüştü. Sadece 1931 yılında 13 ayrı Bakanlar Kurulu kararıyla toplam 1.152 kişi, 1932-1937 zaman dilimindeyse neredeyse 3.000 kişi vatandaşl ıktan çıkarılmıştı.” Vatandaşlıktan çıkarılan bu kişilerin mal varlıklarına da el konulduğunu söylemeye gerek yok. “1945’te Belçika’da yayımlanan bir raporda, 1935-36’dan itibaren yurt dışında ya şayan Türkiye Yahudilerinin pasaportlarının ellerinden alındığ ı yazmaktadır. Mağdurlara genellikle vatandaşlıktan çıkarıld ıklarına dair bir belge bile verilmediği için, hukuki olarak itir az etme imkânı da bulunmuyordu.” Üstelik bu uygulamalar hükümetin aldığı açıklanmayan gizli bir kararnameye dayanmaktadır. Türk Dışişleri bakanlığı arşivi halen açık olmadığından bu kararnameye ulaşamamaktayız. “Ağustos 1937’de Almanya Ankara Büyükelçiliği’ne Türk hükümetinin yurt dışında yaşayan ve Türkler in anavatanıyla ortak bağlan olmayan (...) Türkiye vatandaşlar ını vatandaşlıktan çıkaracağını, bunların çoğunun Yahudiler olduğunu bildirir. Konsolosluklar bu arada bu kişilerin birçoğunun pasaportlarını ellerinden almış bulunmaktadır. Türkiye Berlin Büyükelçisi’nin bazı istisnalar sağlamak için Ankara’da İçişleri Bakanlığı nezdinde başlattığı girişimler, söz konusu kişiler in bir kısmının bu güne dek vergi ve benzeri yükümlülüklerin i eksiksiz yerine getirmiş olmalarına rağmen bir sonuca ulaşamamıştır. Böylece, Berlin’de Türk Ticaret Odası üyesi olan ve Türkiye Büyükelçiliği’yle düzenli ilişkiler içinde bulunan Türkiye Yahudileri de vatandaşlıktan çıkartılmış oldu.” Bu kararlar diğer milliyetlerden T.C. yurttaşları için de önemli olduğu gibi Yahudi vatandaşlar için ölümcüldür zira vatandaşlıktan çıkarılan bir kişi bir daha ülkeye geri dönememektedir. Bu nedenle vatandaşlıktan çıkarılma, Holokost sürecinde Yahudiler için ölümcül sonuçlara neden olmuştur. “Başlangıçta Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlığa kabul veya vatandaşlıktan çıkartma siyasetinin, nasyonal sosyalistler in Yahudi takibatıyla en küçük bir ilgisi yoktu. Yurt dışında yaşayan insanların kitlesel olarak vatandaşlıktan çıkartılması 1933 yılından önce başlamıştı. Ancak 30’lu yılların sonund a ve 40’h yılların başında vatandaşlıktan çıkarmalar asıl olar ak Avrupa’da yaşayan Yahudilere uygulanmış, bu şekilde Nazi rejiminin takibatına karşı sahip oldukları himayeden mahr um bırakılmışlardı. Bu uygulamadan ilk etkilenenler, Alman ya’da yaşayan Türkiye Yahudileri olmuştu. Bunların birçoğu 1939 yazından itibaren Türkiye vatandaşlığından çıkartılmışlardı.” Üstelik konsolosluk vatandaşlıktan çıkardığı kişileri listeler halinde Nazilere bildirmektedir: “Türkiye Yahudi vatandaşlarını vatandaşlıktan çıkartırken, Alman Nazi makamlarının idari yardımına başvuruyordu. Berlin’de ve daha sonra işgal altındaki Prag’da Türkiye Yahudileri mahkemeye çağrılıyor, sorgulanıyor, sonra da kendilerine vatandaşlıktan çıkarılma tezkeresi tebliğ ediliyordu. Bütün bunlar, en geç 1937’den itibaren Gestapo’ya bağlı olan Yabancılar Polisi tarafından ger çekleştiriliyordu.” Bu duruma ilişkin çarpıcı bir örneği Berlin konsolosluğunun işleminde görüyoruz: “ Berlin’de ikamet eden başka bir Türkiyeli Yahudi için Berlin Emniyet Müdürlüğü’ne başvuruda bulunan Berlin Türkiye Konsolosluğu’nun 22 Kasım 1936 tarihli yazısından da belli oluyor: Konsolos, Berlin polisinden yukar ıda ismi belirtilen kişiye ekteki onayı [vatandaşlıktan çıkarılma tezkeresini] imzalatmasını ve ardından kendilerine gönder ilmesini rica ediyordu.” Görüldüğü gibi Türk konsoloslar ile Gestapo arasında idari paslaşmalar olağan işlerdendir. Vatandaşlıktan çıkarmanın yanında “Türkiye Yahudileri için Türk vatandaşlığının onaylanmasının reddedilmesi bir ölüm-kalım meselesine dönüşmüştü[r].” Türkiye Yahudilerinin Avrupa’da en kalabalık kolonisini teşkil ettiği Fransa’da cami imamının Büyükelçilikten daha fazla verdiği sahte belgeler Türkiyeli Yahudilerin korumasında çok daha fazla işlevseldir. “Paris Konsolosluğu desteğini bedelsiz olarak vermiyordu. Komite, 20 Eylül tarihli bir duyurusuyla hem maddi du rumu iyi olmayan Türkiye Yahudilerinin konsolosluk ücretler inin karşılanabilmesi hem de Türk Kızılayı’na bağış yapabilmek için Belçika’daki üyelerini büyükçe bağışlar yapmaya davet ediyordu. Anlaşılan, Türkiye’deki Yahudiler Türk devletinin hoşgörüsünü nasıl gönüllü bağışlarla satın almak zorunda kal ıyorlarsa, ölüm tehlikesi altında bulunan Belçika’daki Türkiye Yahudilerinin de vatandaşlıklarının tanınması veya Türkiye’ye geri dönüş izni alabilmeleri için para ödemeleri gerekiyordu. Gösterdikleri ciddi çabalara rağmen, Belçika’da yaşayan Türk iye Yahudilerinin büyük çoğunluğu Türkiye’ye geri dönüş için Türk makamlarından onay almayı başaramadılar.” kızılbaş - sayfa 39 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Gusttstadt, en fazla Türkiye kökenli Yahudi kolonisin bulunduğu Fransa’da Türkiyeli Yahudilerin kitlesel olarak katledilmesinin kültürel sonuçlarına işaret eder: Sefarad kültürü de holokost kurbanları arasındadır. “Fransa sadece çok sayıda Türkiye Yahudisi kurban olarak hayatını kaybetmekle kalmadı. İki dünya savaşı arasındaki dönemde Fransa’da, bilhassa Paris’te yeşeren ve gelişmekte olan Sefarad kültürünün yeni merkezi de böylece yok olup gitti… Sefaradlar’ın yaklaşık üçte biri İs tanbul’da, İzmir’de, İzmit’te, Edirne’de, Bursa’da, Mersin’de, Adana’da, Ankara’da, Manisa’da, Çorlu’da, Adapazarı’nda, Çanakkale’de, Çanakkale Boğazı çevresinde ve Türkiye’nin Avrupa’da ve Asya’da kalan kısımlarında bulunan bir dizi başka yerde doğmuştu. Onlar saydığımız bu yerlerde büyüdüler, sonra Fransa’ya yerleştiler, ancak dillerini, örf ve âdetlerini, geleneklerini, anavatanın kültürünü teşkil eden ne varsa, hepsini muhafaza ettiler. Bu zavallılar, nüfus kayıt dairelerinin bazı talimatlarına uymayı ihmal etmiş olsalar bile, gururla şunu söyle mekten hiçbir zaman vazgeçmediler: ‘Ben bir Türk’üm!’Savaş onları yakalayınca her biri anavatanlarının himayesi altına girmeye çalıştılar. Türkiye Konsoloslukları ise, üst mak amların kendilerine gönderdiği resmi talimatlara uyarak onlar a yardımcı olmadılar, gözyaşlarını Konsoloslukların kapıları na döken yardıma muhtaç mağdurları geri çevirdiler. Ankara ve İstanbul’a dilekçeler, arzuhaller yazıldı, heyetler gönderildi. Hiçbiri fayda etmedi. Bütün bu yazıların hepsi boşaydı. Türkiye Hükümeti bütün bu dilekçelere ve ricalara, en yüksek seviyeden ceza ödeme tekliflerine karşı acımasız tutumundan taviz vermedi.” Avrupa’da yaşayan kendi vatandaşlarına karşıTürkiye’nin aldığı bu “pasif tutum nedeniyle yurt dışında yaşayan vatandaşlarını himaye yükümlülüğüne uymadı.Elbette ki, Türkiye’nin tavrına yönelik eleştiriler, kesinlikle Almanların işlediği suçları hafif göstermek ve azaltmak amacıyla kötüye kullanılamaz.” Guttstadt’ın bu sözleri sanki 1915 Soykırımında İttihatçıları nafile aklama çabasında olanlar için söylenmiş gibidir. Guttstadt, Soykırım sürecinde, Türkiye’ nin elindeki imkanlarını kullanmayarak Avrupada yaşayan yurttaşı Yahudileri ölüme yollarken, Yahudi kurbanla- rın yanında olan az sayıda Türkiyeli konsolosluk yetkililerine de yer verir. Bunlardan biri; “1989 yılında Yad Vashem Soykırım Araştırma Enstitüsü tarafından, yaptıkları için Uluslararası Dür üst İnsanlar Madalyası’yla taltif edilen Rodos Konsolosu Selahattin Ülkümendir: “46 kişiyi kurtardı. Bunların 26’sının gerçekten Türk pasaportları vardı. Kurtarılanlar arasında, Rodoslu olmayan, babası Türk ordusunda olan bir hanım vardı. Konsolos onu da kurtardı. Orada asl ında Türk olmalarına karşın vatandaşlıklarını yitirmiş Yahudiler vardı ve Türk konsolos onları da kurtaracak kadar insancıldı.” Bazılarının çabası Ankara’nın müdahalesi ile sonuçsuz kalır. Milano Konsolosu “Nebil Ertok’un Türkiye Yahudilerini Türkiye’ye geri götürmek için gösterdiği çabalar sonuçsuz kalmıştı. Bunun sebebi, muhtemelen sadece Almanların Türkiye Yahudiler ini tehcir etmiş olmasına bağlı değildir. Ankara’nın veya Türk iye Berlin Büyükelçiliği’nin İtalya’daki Türkiye Yahudileri için adımlar atmış olduğuna dair herhangi bir işaret bulunmamakt adır. Milanolu Türkiye Yahudilerinin hiç olmazsa bir kısmın ın Bergen-Belsen’e götürülerek Auschwitz’e tehcir edilmekten kurtarılmış olmaları, büyük ihtimalle Milano konsolosunun çabalarına bağlıdır.” Geri dönüşlerde Milano Konsolosluğundan verilen belgelerin dikkate alınmaması bu çabanın gereği olsa gerek. Bir Bulgar kaynağında Gümülcine’deki Türkiye konsolosunun takibata uğratılan Yahudileri kurtarmak için gösterdiği gayrete değinilmektedir. “Bu kaynaktan Bulgar işgal kuvvetlerinin yaptığı bir operasyon esnasında, Yahudi bir ailenin Türkiye konsolosluğuna sığınmasına izin verildiğini, konsolosun aileyi Bulgarlara teslim etmeyi reddettiğini öğreniriz.” Yahudi kurbanların kurtarma faaliyetleri içinde direniş örgütleri ve direniş içinde yer alan birçok Yahudi militanın da rollerine yer verilir: “Spengler-Axiopoulos ve Bowman, Yunanistan’daki Yahudiler in Yunan Direniş Hareketi’nden ve saflarında çok sayıda Yahud inin de çarpıştığı EAM-ELAS partizanlarından aldıkları desteğ i de vurgulamaktadır. Yunan direnişinin Türkiye’deki Yahudi aktivistlerle ve İngiliz Gizli Servisi’yle işbirliği yapması sayesinde, Yunanistan’dan 1.000 kadar Yahudi Türkiye’ye kaçırılarak kurtarı- labilmişti.” Türkiye belgelerine sahip olmanın sağladığı güvenlik, Belçika’da birçok Türkiye Yahudisinin direniş faaliyetlerine kat ılmasını da kolaylaştırmıştır: “Joseph Fachler, Frankfurt/ Main’den Antwerpen’e kaçmış olan (sonraki yılların Marksist teorisyeni ve IV. Enternasyonal’in lider üyesi) Ernest Mandel ve babası Henri Mandel’le’birlikte çalışıyordu. Fachler, Het Frije Woord gibi dağıtımına düzenli olarak katıldığı sol görüşlü yeraltı gazetelerine makaleler yazıyordu. Jacques Sephiha ise, Siyon ist La Gordonia Grubu’nun bir üyesi olarak önceleri yeraltına geçen kişilerin barındırılması ve ihtiyaçlarının karşılanmasıyla görevliydi. Onun girişimiyle Yahudilerin çeşitli grupları Hechaloutz adı altında bir araya geldi. Sephiha’nın ayrıca Belçik a direniş hareketi Mouvement National Belgele de ilişkisi vard ı. Birkaç kez tutuklandı, ancak Türkiye vatandaşı olması sayesinde her defasında serbest bırakıldı. Ezra Natan, Belçika di renişinin askeri örgütlenmesi O.M.B.R. için yaralıların ve Malines’ten kaçan kişilerin tıbbi bakımının yapıldığı bir merkezde görev yapıyordu… Çok sayıda Yahudi bilhassa komünist örgütlerde ve Bağımsızlık Cephesinde yer alıyordu… Çeşitli direniş örgütlerinin yardımıyla Belçika’da yaklaşık 25.000 Yahudi yeraltına geçmek suretiyle hayatta kalabildi.” Fransa’da Yahudiler yer altı faaliyetlerinde önemli rol oynadılar ve Nazilere karşı büyük bir direniş örneği verdiler. Bu sayede bir çok Türkiyeli Yahudi ölümden kurtarılmıştır. Bu direnişte yer alan Türkiyeli Yahudiler de önemli roller üstlenmişlerdir: “Naziler tarafından işgal edilmiş olan Avrupa’nın her yerinde olduğu gibi, Fransa’da da Yahudiler Alman ölüm çetelerine karşı direnişte önemli bir rol oynuyorlardı. Aktivistlerin büyük çoğunluğu, özellikle sol ve Siyonist Aşkenaz çevrelerden Yahudi göçmenlerdi. Ancak Armee Juive, Organisation juive de combat veya Yahudi izcileri olan Eclaireurs Israelites de France (EIF) gibi direniş örgütlerinde de çok sayıda Sefarad Yahudisi bulunuyordu.: 1925 doğumlu Suzanne Catarivas Türkiye Yahudisi bir göçmen ailesinin kızıydı ve Lyon’daki Eclaireurs Israelites de France Yahudi İzcileri üyesiydi. Yahudileri saklanacak yerlere götürüyor, gıda paketlerinin tutsaklara kızılbaş - sayfa 40 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 veya hastalara gönderilmesini örgütlüyor ve bizzat üstleniyor, çeşitli kimlik kartlarının sahtesini hazırlıyor ve buna benzer başka işler yapıyordu. 1944 yılında yaşları 5 ile 12 arasında değişen ve Grenoble yakınlarındaki bir şatoda saklanan Marsilyalı 50 çocuktan sorumluydu. 1917 Bursa doğumlu Corinne Diamant, 1940-1944 yılları arasınd a Lyon, Grenoble ve civar bölgelerde Organisation juive de combat isimli Yahudi direniş örgütünde mücadele etti. biydi, benim için yaptıklarını asla unutmayacağım. Bana Türkçe ‘Ye, oğlum ye’ derdi. Yiyecek neyimiz mi vardı? Kendi boğazından arttırdığı bir lokma ekmeği bana verirdi, ben yerdim. Benim gıda karnem yoktu, Caroline gider biraz tahıl dilenir, havanda döverek un yapardı.” Estella Dora da anlatımında kurtarıcı Helen’den söz eder: “Hıristiyan olan Yunan bir dostumuz gece sokakta bize eşlik ederek saklanacağımız yere götürmüştü. Hollanda örneği de çarpıcıdır: “Hollanda’ nın ayırt edici bir özelliği, halkının belli bir kısmın ın Alman işgali esnasında takip edilen Yahudilerle aktif dayan ışma içinde olmasıdır. Bu, örneğin Şubat 1941 greviyle,414 Yahudileri saklamaya nispeten daha eğilimli olmaları ya da Yahudi Yıldızı uygulamasına karşı yapılan protesto gösterileri ile kendini göstermiştir. Buna rağmen Batı Avrupa devletleri arasında Yahudi soykırımına yüzde olarak en büyük kurban veren ülke Hollanda olmuştur… 22 ve 23 Şubat 1941 tarihinde yapılan Yahudilere yönelik bir operasyon ve 400 civarında Yahudi erkeğin Mauthausen Toplama Kampı’na tehcir edilme si sonucunda Hollandalı komünistler. Kuzey Hollanda’da genel olarak uyulan bir genel grev çağrısında bulundular. Grev, Alman işgalciler tarafından kanlı bir şekilde bastırıldı, liderleri kurşuna dizildi.” Rodos’ta Müslüman bir din adamı “Rodos’ta Müslüman bir din adamı Tevrat rulolarını ve cemaate ait dini eşyaları kendi camisine götürerek bunları koruma altına aldı ve savaştan sonra onları sağ kalan Yahudilere teslim etti” bu Müslüman din adamı da kendi çapında Yahudi kurbanlara yardımını esirgemez. Türkiye’den kovulan diğer halkların da dayanışma örnekleri verilir. Viktor Algazi’nin uzun anlatımında kurtarıcı bir Ermenidir. Ermeni arkadaşlarımız, ‘Biz takibatın ne olduğunu biliriz’ diyerek bizi yanlarına davet ettiler… Gavotte’ta altı kişi küçük bir odada kalıyorduk. Bizi yanına alan {dostumuzun ismi Caroline Kaldiremdjian’dı. Tanrı ondan razı olsun, 103 yaşında öldü. Caroline Ankaralıydı, Ankaralı Ermeniler Ermenice konuşamıyorlardı, çünkü bunu yaptıkları takdirde dillerini kesiyorlardı. Bu yüzden kendi dillerini unutmuşlardı, iki-üç kuşak sonra yalnızca Türkçe konuşuyorlardı. Caroline’nin altın gibi bir kalbi vardı. I Kendisine nasıl sigara sardığı hâlâ gözlerimin önünde, onun için so-kaktan izmarit toplardım. Caroline uykusuzluk çekiyor ve bütün gece şarkı söylüyordu, o söyler, ben dinlerdim. Şarkılarını Türkçe söylerdi. Caroline benim için bir büyükanne gi- Az sayıda Türkiyeye gelebilerin durumuna gelince genel politika gereği “Türkiye Yahudilerinin yurda götü rülmeleri sadece bireysel bazda gerçekleşmeye devam etmeliyd i. Türkiye Yahudilerinden sadece askerlik yükümlülüklerini yerine getirecek olanların ve Geri dönmeleri ülke menfaatine olanların dönüşüne izin verilmeliydi.” Bu bakımdan Türkiye’ye dönebilmek az sayıda Türkiyeli’ye nasip olmuştur. Ancak bunların da durumunun iç açıcı olduğu söylenemez: “WJC’nin 13 Temmuz 1944 tarihli bir raporunda, ağırlık lı olarak Makedonya ve Trakya’dan Türkiye vatandaşı yaklaşık 200 Yahudi’ye Türkiye’ye gitme izni verildi. Şu anda bulundukları İstanbul’da çok kötü durumdalar; temel ihtiyaç maddelerin in dahi sıkıntısını çekiyorlar ve yardım kuruluşlarının desteğ ine muhtaçlar denmektedir. Askerlik yükümlülüğü dolayısıyla dönmelerine izin verilenlerin taş kırmaya gönderildiğini söylemeye gerek yok. 1944 yılında Türkiye’deki Naziler ile Almanya’da bulunan Türkiyelilerin takas edilmesi sırasında , takas edilenler arasında Türkiyeli Yahudiler de bulunmaktadır: “Takas müzakerelerine dair şu ana dek bir belge bulunamadığı için, Türk makamlarının takas edilecek kişilerin sayısı ve seçim kriterlerin in tespitine ne ölçüde katıldığı bilinmemektedir. Takas edilecek Türk grubu 319 kişiden oluşuyordu: Bunlar, diplomat ve ailelerinin yanı sıra bazı özel kişilerin de bulunduğu 64 kişilik bir resmi grup, 127 üniversite öğrencisi ve diğer Türkiye vatandaşları ile ayrıca 128 Yahudiden oluşuyordu. Türkiye Yahudilerinin takasa Türk diplomatlarının baskısı üzerine mi, yoksa Yahudi örgütlerinin İsviçre’deki faaliyetleri nedeniyle mi katıldığı belli değildir.” Birlikte yapılan geri dönüş yolculuğunda Almanyadaki türk kolonisi mensuplarının yol arkadaşları olan Türkiyeli Yahudilere olan tavırları da ibret vericidir. “Ancak gemideki çeşitli Türk gruplardan yolcular arasında hoş olmayan sahneler de yaşandı. Türk öğrencilerin hiç de az olmayan bir kısmı, Almanya’da öğrenim görürken antisemitizmden etkilenmişlerdi. Bunlar Ravensbrück Toplama Kampı’ndan kur tulan Türkiye Yahudisi kadınlara pis Yahudiler diye hakaret ettiler ve Yahudilerin ortak yemek salonuna alınmamasını isted iler, ancak kaptan bu talebi öfkeyle geri çevirdi. Türkiye’ye gelişlerinde de Türkiye geri dönüşlerine izin verdiği Yahudilere eziyet etmekten çekinmediğini anlıyoruz: “Diplomat grupları, öğrenciler ve diğer Türk yolcular gemiden ayrılırken, Türk makamları Yahud i takas grubunun büyük kısmının Türkiye’ye ayak basmasına izin vermedi. Zorlu kontrollerden sonra nihayet Yahudi yolculardan 19’u gemiden inebildi. 118’inin Türkiye’ye girmesine izin verilmedi. Bu kişiler sonraki günleri İstanbul açıklar ında küçük bir şalupada bekleyerek geçirmek zorunda kaldılar. Aubert de la Rüe, raporunda, Türk sınır polisinin bu kişiler in vatandaşlıklarını onaylayıp onaylamamakta gösterdiği alen i keyfiyeti şöyle anlatıyor: “Pasaportu olmayan Türk öğrenciler, İstanbul polisi tarafından en küçük bir sorun çıkarılmadan kabul ediliyordu. Ancak örneğin Türkiye Milano Konsolosluğ u tarafından verilmiş nüfus tezkerelerine sahip olan kişiler ger i çevriliyordu. Resmi Türk takas grubunun içinde, Ankara hük ümetinin bilgisi dahilinde üç haymatloz bulunuyordu: Bay ve Bayan Löwenstein ile Bayan Hahn’ın vizeleri Türkiye Bern Büyükelçiliği’nin görevlendirilmesiyle koruyucu devlet isviçre tar afından verilmişti, ancak İstanbul polisi onların ülkeye girmesine izin vermedi.” İbret verici tavır gösteren Türk basını da bizi şaşırtmakatadır: “Türk basını da Drottningholm’le gelenlerin arasın- kızılbaş - sayfa 41 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 da toplama kamplarından kurtarılmış Türkiye Yahudileri de bulunduğund an bir süre tek kelimeyle olsun söz etmedi”. Gelenler tecrit koşullarında yerleştirildiler: “Jewish Agency’nin ve Amerikan temsilcilerinin Türk makam ları nezdinde bulundukları girişimler neticesinde, beş günlük sıkıntılı bir bekleyişin ardından, masrafları Yahudi örgütlerine ait olmak üzere polis gözetiminde üç küçük pansiyonda tecr it edilmeleri koşuluyla gemiden ayrılmalarına izin verildi. Bu pansiyonlardan biri Beyoğlu’nda, diğer ikisi ise Moda’da bulunuyordu. İstanbul’da akrabaları olanların bile tecrit edildik leri pansiyonlardan ayrılmalarına izin verilmedi. İlk başlarda kendilerini ziyarete gelen akrabalarıyla dahi görüşemiyorlardı. Türk siyasetçilerinin düşüncelerini değiştirmek için gös terilen çabaların hiçbiri işe yaramadı. Joint, Jewish Agency ve İstanbul Yardım Komitesi’yle birlikte “geri getirilenlerin” ihtiyaçlarını gidermeye çalışan Uluslararası Kızılhaç temsilcisi, Haziran’da şunları yazıyordu: Türkiye Dışişleri Bakanlığı konuyla ilgilenmeyi ve tehcire tabi tutulan bu kişileri Türkiye vatand aşı olarak tanımayı kesin olarak reddediyor. Oysa Joint’in kapsamlı dosyalarında Drottningholm’la gelen Türkiye Yahud ilerinin büyük kısmının muntazam Türkiye belgelerine sahip oldukları, üstelik bunları (savaş ve işgal koşullarında mümkün olduğu kadarıyla) uzatmış oldukları da belgelendirilmiştir. Birçok Türkiye Yahudisi, kimlik belgelerinin tutuklandıktan sonra Almanlar tarafından alıkonulduğunu veya (geri götürülmeye hazırlık olarak) Avrupa’daki Türk makamlarına gönderildiğ ini beyan ediyordu.” Türkiye’nin bu dayatmaları ve istenmediklerinin her an hissettirilmesi şartlarında bu insanların burada daha fazla kalması düşünülemez: “Holokost esnasında tekrar Türk vatandaşlığına kabul edilen ya da değiş tokuş edilen yaklaşık 850 Yahudinin büyük bir kısm ı savaştan sonra tekrar Avrupa’ya döndü ya da Filistin/İsrail’e göç etti. Bunlar bulundukları ülkelerde hâlâ Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak kabul edildikleri için, Almanya’nın absürd düzenlemeleri nedeniyle Almanya’dan tazminat alamadılar ya da bunu ancak uzun uğraşlardan sonra başardılar.” Guttstadt, kitabının sonunda soykırım bürokrasisine dair geniş bir bibliyografyaya yer verir. Bu soykırım bürokratlarının yeni dönemde de görevlerine devam ettiğini görmek bize yabancı değildir. Biz 1915 Soykırımı bürokratlarının da terfi ederek görevlerine devam ettiğini biliyoruz.[4] Guttstadt bir soykırım bürokratının hukuk mekanizmasında yer almasının şaşırtıcı olduğunu söylese de bu bize ve bu coğrafyaya yabancı değildir. Ayaş Mutasarrıfı Hüseyin Memduh Özoran, Ali Seyit Bey, Mustafa Reşat Mimaroğlu…ve başkaları gibi… Holokost sürecinde Almanları Türkiye’deki borazanlarının da baş tacı edildiklerini unutmayalım: “Alman örneğinden ilham alan antisemitler ve faşistler, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen dönemde Türkiye’nin polit ik sisteminde önemli bir güç oldular. Nihal Atsız ve onunla ayn ı düşüncede olanlar, 1962 yılında, 70’li yıllarda pek çok solcu öğrencinin, sendikacının ve aydının katlinden sorumlu faşist MHP’nin öncülü olan Türkçülük Derneği’ni kurdular. Bu hareketin lideri, Atsız’ın dava arkadaşı Alparslan Türkeş oldu. Cevat Rıfat Atilhan 1945’ten 1967’deki ölümüne dek Türki ye’deki antisemit yayıncılığın öncüsü olma rolünü sürdürdü, kitapları bugün bile çok sayıda baskı yapıyor, islamcı ve faşist gazetelerin ve internet sitelerinin çok satanlar listelerinde yer alıyor. Türkiye’nin Kültür Bakanlığı’nın internet sitesinde de Atilhan (2008’e kadar!) bir “yazar” olarak tanıtıldı.” Corry Guttstdat’ı, bu yalan imparatorluğunda bir yalanı daha berhava ettiği için kutluyoruz. Kaynak: Birikim Dergisi, 12.06.2012 [1] Atay,Falih Rıfkı , Zeytin Dağı Remzi Y. 1938 s 7 [2] Corry Guttstdat, Türkiye, Yahudiler ve Holokost, Çev. Atilla Dirim, İletişim, 2012 [3] Türkiye Cumhuriyeti savaşa katılmamış ancak tarafsız değildir. Aksi halde “Sovyet donanmasına ve Karadenizden çekilmekte olan Alman donanmasına ait gemiler arasında çıkan çatışmalar”ı açıklamak güçleşir. Alman donanmasına ait bu gemiler Türkiye’nin izni yada en hafifiyle göz yumması ile Karadenize geçmişlerdir. “Alman savaş gemileri Türklerin göz yumması sonucu 1944 yazına kadar Boğazları geçerek Karadenize çıkıyordu… Hem Montrö Antlaşması, hem de İngiltere ve Sovyetler Birliği’yle imzalanmış olan Antlaşmalar uyarınca Türkiye’nin buna izin vermemesi gerekirdi. Sovyet temsilciliği bu durumu birkaç kez boş yere protes- to etti.” Yani “Türkiye 1944 yazına kadar Almanya lehine tek taraflı bir tarafsızlık siyaseti izliyordu” Ayrıca “Hem Almanların isteği üzerine 1942 yazında Tsürk birliklerinin Sovyet sınırına kaydırılması, hem de Alman ve türk gizli servisleri arasındaki yakın işbirliği, Almanların Sovyetlere karşı yürüttüğü savaşa destek olma anlamına geliyordu” Guttstadt tarafsız Türkiye’nin politikacı ve bürokratlarından örnekler verir: “Almanların Sovyetler Birliği’ne saldırması Türkiye’de -sadece Nazi sempatizanları arasında değil- genel bir sevinçle karşılandı. Milletvekili Faik Ahmet Barutçu, Türkiye meclisinde oluşan havayı Alman-Sovyet savaşı, ülkemizde bir bayram havası yaratmıştır, bütün kalpler, Almanların zaferi için çarpmaya başladı sözleriyle tasvir ediyordu. Dışişleri Bakanı Saraçoğlu, Almanlara başarı dileklerini sunmak için von Papen’i bizzat aradı ve Cumhurbaşkanı İnönü de Türk halkının gönlün ün bu savaşta Almanya’dan yana olduğunu söyledi. Ekim 1941’de yüksek düzey bir Türk askeri heyeti Almanların doğu cephesini gezdi ve Temmuz 1942’de onları resmi bir basın heyeti izledi. Her iki grup da Almanya’nın başarılarından hayranlıkla söz ediyorlardı… Meclis koridorlarında milletvekilleri ve bakanlar birbirlerine gazanız mübarek olsun dileklerini sunuyorlardı.” Türk politikacılarının Nazi yanlısı olmasının yanında gerek diplomatları da nazi yanlısı ve sempatizanları oluşu Türkiyeli Yahudilerin holokost sürecinde kurtarılmalarını engellemiş ve kaybını yükseltmiştir. Başbakan Saraçoğlu ve Dışişleri Bakanı Menemencioğlu’nun Nazi yanlısı tutumlarını saklamaya gerek görmedikleri gibi Berlin Büyükelçisi Hüsrev Gerede de açıkça Nazilerden yana tavır alır. Berlin büyükelçiliği ikinci katibi 1915 Soykırımı sürecinin Van ve Başkale kasabı Enver’in eniştesi Cevdet’in kardeşi Fikret Belbez’de aynı görüşleri paylaşmaktadır. [4] Meraklısı için: Sait Çetinoğlu, 1915 Soykırımında Exterminators- yok Ediciler ve Erdemli Müslü kızılbaş - sayfa 42 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Taner Akçam ve Ümit Kurt ile "Kanunların Ruhu" üzerine söyleşiler komisyonlar kuruluyor, bölgeleri geziyor ve mahkemeler kuruluyor v.b... İnsanlar konusunda gösterilmeyen aşırı titizlik mallar konusunda gösterilmiş olduğunu gördüm. Bu belgelerin bir kısmını 2008'de"Ermeni Meselesi Hallolunmuştur" kitabında yayınlamıştım. Akçam: 'Yüz kızartıcı bir suç işleyen devlet yıllarca bizlerle alay etmiş' Ümit Kurt: 'Türkiye'de yalan hakikate, hakikat de bir rejime dönüştürüldü' [Sesonline] Prof. Dr. Taner Akçam'ın öğrencisi Ümit Kurt ile birlikte yazdığı kitap, ‘Kanunların Ruhu'(Emval-i Metruke Kanunlarında Soykırımın İzini Sürmek) adıyla İletişim Yayınları'ndan çıktı. Kitapta, İttihat - Terakki ve Cumhuriyet dönemlerinde, soykırımın hukuk sitemi içine nasıl yerleştirildiği, çıkartılan kanun ve kararnameler üzerinden anlatılarak, pek çok bilinmeyen gün ışığına çıkarılıyor. Taner Akçam: "Soykırım Türkiye toplumunun ortak sırrıdır. Tapu kayıtları herkese açık hale gelirse bu kollektif "sır" ortadan kalkacaktır. Toplum olarak, kimlerin malları üzerine nasıl oturduğumuz ortaya çıkacaktır. Bu nedenle tapu kayıtlarını gizli tutmak 'ulusal güvenlik meselesi' olarak telakki edilmektir. Kitabımızda örneklerini verdik, sadece Milli Güvenlik Kurulu değil, koca koca Hukuk profesörleri bile meselenin "ulusal güvenlik" ile ilgili olduğunu ve bu kayıtların saklı tutulması gerektiğini söylüyorlar. Güvenliği, 1915'deki binaların tapusu kime aitti, sorusuna bağlı bir toplum ve devletin ne kadar güvenli olabileceğini ise okuyucunun taktirine bırakıyorum." "Toplumsal sır meselesi bir tek tapu kayıtları ile sınırlı değildir. Son aylardaki Sarkis Torosyan'ın anıları etrafındaki tartışmalara bakınız. Aynı "sır"rı orada da göreceksiniz. Torosyan tartışmaları, iyi tarihçi oldukları iddiasındaki bazı entelektüellerimizin el birliği ile bu sırrın üstünü örtme çabasından başka bir şey değildir. Konuşanı-konuşmayanı ile Ayhan Aktar'ın açtığı ufacık bir kapı, el birliği ile yüzümüze kapatılmaya çalışılıyor. Torosyan'ın anıları Osmanlı Ordusundaki Hristiyan askerler ve bu askerlerin ve onların ailelerinin imhası sorunu ile doğrudan ilgili olmasına rağmen bu konuda tek bir kelime, tek bir tartışma duydunuz mu?" [Agos Gazetesi'nden Funda Tosun'un Taner Akçam'la röportajı...] (» Yalçın Ergündoğan Taner Akçam'la 'Kanunların Ruhu' adlı yeni kitabı üzerine konuştu: "Yüz kızartıcı bir suç işleyen devlet yıllarca bizlerle alay etmiş" /// » Yalçın Ergündoğan Ümit Kurt'la 'Kanunların Ruhu' üzerine konuştu: "Türkiye'de yalan hakikate, hakikat de bir rejime dönüştürüldü") » Bugüne kadar Ermeni soykırımı üzerine çok geniş bir külliyatta çalışmalarınız oldu. Bu kitapta kanun ve kararnameler üzerinden soykırımı okuyup, soykırım ve hukuk arasındaki ilişkiye odaklanıyorsunuz. Bu noktaya nasıl geldiniz? Taner Akçam: - Soykırım üzerine yapılan çalışmaların doğal mecrası bu... İlk önce, insanların fiziksel olarak niçin ve nasıl imha edildiklerini anlamaya çalışıyorsunuz; daha sonra da, imhadan geriye ne kaldı sorusu kafanıza takılıyor. Holocaust araştırmalarında da böyle olmuştu, bu nedenle benim hikayem de farklı olmadı... Başlangıçta, dönemin Osmanlı belgelerini incelendiğimde, İttihatçı yöneticilerin, soykırımın ekonomik boyutu konusunda çok titiz olduklarını fark ettim. Sürgüne-ölüme yollanacak Ermenilerin geride kalan mallarının ne olacağı, bunların nasıl kullanılacağı sorusu ile Mayıs başlarında uğraşmaya başlıyorlar. Kanunlar kararnameler yayınlanıyor, bunlara uymayan devlet memurları hakkında soruşturmalar açıyorlar, Konu hakkında bilgilerim arttıkça soykırımın ekonomik boyutuna hak ettiği önemi vermediğimi anladım. Bir de, sözünün çok edilmesine rağmen, kimsenin kanun ve kararnameleri okumadığını fark ettim. İçeriklerine yönelik tuhaf bir vurdumduymazlık vardı, kimse bunların ne anlama geldiklerini bilmiyordu. Okudukça, ağır ve ağdalı dili nedeniyle anlaşılmalarının son derece zor ve ama aynı ölçüde ciddiye alınması gereken metinler olduklarını fark ettim. Konu kendi başına ayrı bir çalışmayı hak ediyordu ve bu nedenle 2008 sonrası konuya ilişkin bulabildiğim tüm belgeleri toplamaya başladım. Ümit Kurt'un doktora çalışmasına başlaması konu ile doğrudan ilgilenme şansını verdi. Ümit, 1915'de Antep'te Ermeni zenginliğinin nasıl el değiştirdiği konusunu çalışıyordu ve bu nedenle konuya ilişkin kanun ve kararnameleri çok iyi bilmesi gerekiyordu. Bir yıl boyunca, bulabildiğimiz her kanun ve kararnameyi beraberce okuduk, tartıştık ve anlamaya çalıştık. Daha sonra, meselenin sadece ulusal-iç hukukla sınırlı olmadığını ve Lozan bağlantısında Uluslararası hukuk ile de ilgili boyutları olduğunu fark ettik. Sonuçta bulabildiğimiz tüm metinleri bir araya topladık, onları anlamaya çalıştık ve bu doğrultuda yorumladık. Elinizdeki kitap böyle ortaya çıktı. Fakat yanlış anlaşılmasın, kitapta hukuk tartışmıyoruz. Sadece hukuk metinlerini sosyal bilimci gözüyle anlamaya çalışıyoruz. » İttihat ve Terakki’den kalan “miras”ın Cumhuriyet döneminde “başarı” ile üstlenildiğini ve genç cumhuriyetin “Ermeniler’in geri dönme ihtimalinin ortadan kaldıracak şekilde hukuk sistemini oluşturduğunu söylüyor ve bu anlamda hukuğu bir soykırım rejimi olarak nitelendiriyorsunuz. Türk hukuk sistemindeki esas gerilim ve çelişki kızılbaş - sayfa 43 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 noktasının Emval-i Metruke üzerinde olduğunu söylüyorsunuz. Bunları açar mısınız? - Açılım kitapta tabii ki... İşin özeti şu; kitabın ana tezi, soykırımın sadece fiziksel imha demek olmadığıdır. Genel kanı, soykırımın sadece öldürmek, imha etmek anlamına geldiği yolundadır. Bu nedenle de soykırım deyince, işleyen hukuk sistemin işlemez hale getirilmesi gerektiği zannedilir. Yani bir anlamda barbarlık gösterisidir soykırım ve ne hukuk vardır ne de düzgün işleyen bir devlet mekanizması... Kitapta bunun yanlış olduğunu söylüyoruz. Soykırım, imha ettiği kadar inşa da eder, yani bir devlet-toplum kurar. Hukuk bu sürecin en önemli aracıdır. Söylediğimiz şu; eğer İttihatçılar, Hristiyanlara (özellikle Ermenilere yönelik) soykırım sürecinin ağırlıklı olarak imha kısmıyla uğraşmışlarsa, Cumhuriyet kadroları da ağırlıklı olarak inşa kısmıyla uğraşmışlardır. Cumhuriyet'in ana ruhu, Hristiyansız bir devlet-toplum inşa etmektir. Zaten Hristiyanların imha edilecek kadarı imha edilmiş, hayatta kalanların bir kısmı Cumhuriyet sınırları dışına düşmüş, çok azı da içeride kalmış. Eğer Hristiyansız bir devlet-toplum yaratacaksanız, yapacağınız şey, 1915'de oturtulan hukuk sistemini devralmak ve devam ettirmektir. Öyle de yapıyorlar. Oluşturdukları hukuk sistemi, dışardaki Hristiyanları (Ermenileri) içeri sokmamak ve içeridekileri de ellerine fırsat geçtikte yavaş yavaş dışarı atmak esasına göre oluşturuluyor. Dolayısıyla kitapta, 1915-7 ile bitmeyen ve bugün de hala devam etmekte olan bir süreçten söz ediyoruz. Türkiye, devleti ve toplumu ile esas olarak Hristiyan yokluğunu garanti altına alacak ve bunun sürekliliğini sağlayacak bir zihniyet esasına göre kurulmuştur. Hukuk bu inşanın en temel direğidir. Emval-i metruke kanunları (ve bu anlamda Vakıflar Genel Müdürlüğü) bu sistemin en önemli ayağıdır. Kitapta, tüm bir Cumhuriyet döneminin hikayesi budur, diyoruz. Sözünü ettiğimiz gerilim veya çelişki konusu biraz daha farklı... O da şu; "soykırımı temel almış bir rejim" kurmak istediklerinde, Hristiyanları içeri sokmamak konusunda fazla zorlanmıyorlar. "Güvenlik" diyorlar, başka bahaneler ileri sürüyorlar ve nasılsa hayatta kalmış ve dönmek isteyen insanların yüzüne kapıları kapatıyorlar. Asıl sorun mallar konusunda çıkıyor. Şimdi, Hristiyansız özellikle Ermenisiz rejim kuracaksın ama bu insanların malları ne olacak? Rumlar konusunda iş biraz kolay; Yunanistan ile nüfus değiş-tokuşu çerçevesinde mantıki bir zemin var ve bu zeminde halledilmeye çalışılıyor. Peki Ermenilerin malları ne olacak? "El koyduk, vermiyoruz", diyemiyorlar. Çünkü açıktan hırsız durumuna düşecekler. Bu nedenle buldukları kılıf, "kaçak ve kayıp olan vatandaşların mallarını onlar adına korumak ve idare etmek" oluyor. Ama, o vatandaş, "geldim malımı geri istiyorum", deyince de vermiyorlar. Bütün Cumhuriyetin hikayesi budur. Hırsızlık olduğunu bildikleri bir işin üstünü örtmek... Hukuk sisteminin içinde var olan çelişki dediğimiz şey bu. Mevcut hukuk, Ermenilerin geride bıraktıkları malların hakiki sahibi oldukları gerçeğinin üstünü örtemiyor; bunun için de gürültü kopartıp, hırsızlığı saklamaya çalışıyorlar. » Emval-i Metrukeler sorunun Lozan’ daki yansıması nasıl oldu? - Lozan'daki "en derin" konulardan biri bu... Ama açıktan açığa "emval-i metrukeler" diye bir görüşme başlığı yok. Bu nedenle bazı araştırmacıların, Lozan'da konu gündeme gelmemiştir, ya da sadece Genel Af kapsamında gündeme gelmiş veya Lozan'da Türkiye konuyu geçiştirmiş ve görüşmeyi ret etmiştir biçimindeki yorumlarını biraz ağzımız açık kalarak okuduk... Oysa Lozan'da en çok tartışılan konulardan birisi bu. En genel ilke olarak söylemek isterim ki, Lozan'da Türkiye soykırım nedeniyle tazminat ödemeyi dolaylı yollardan kabul etmiştir ve bu kapsamda Emval-i Metrukelerin gerçek sahiplerine verilmesi konusunda anlaşma sağlanmıştır. Açık bir Lozan hükmüdür bu. 6 Ağustos 1924 tarihi itibarıyla malının başında olmayı başaracak her Ermeni kendi malını geri alma hakkına sahiptir. Konu Lozan'ın Mallar Haklar ve Çıkarlar başlıklı bölümünde 65 ve 72'inci maddeler arasında düzenlenmiştir. Daha sonra Türk iç hukukunda da bu esasa göre değişiklikler yapılmıştır. Yani, malının başında olmayı başaran Ermeni'ye veya mirasçısına malı veya değeri geri verilecektir. Kanun budur. Bu nedenle Türkiye'nin bütün stratejisi, dışardan hiç bir Ermeniyi içeri sokmamak üzerine oturmuştur. Çünkü girerlerse mallarını alacaklardır. Bu nedenle bin-bir türlü ayak oyunlarıyla insanların Türkiye'ye girişleri engellenmiştir. Yurt dışındaki Ermeniler deyince, da iki ayrı topluluk söz konusudur. Birincisi, çok küçük miktarda da olsa, İngiliz, Fransız ve Amerikan gibi müttefik devletleri vatandaşı olan Ermeniler vardır. Diğeri ise, 1914-8 ile 19191922 yılları arasında iki büyük dalga olarak ülke dışına düşmüş olanlardır, ana ve esas gövde budur. Bilindiği gibi, 1918'den sonra 250,000 civarında Hristiyan (Rum ve Ermeni) Anadolu'ya geri dönmüştü. Bunlar, daha önce sürülmemiş ve içerde kalmış diğer Rum ve Ermenilerle birlikte 1918-22 arasında yeniden sürülürler. Dolayısıyla Lozan'da sadece Cihan Harbi yıllarındaki Ermeni soykırımı ve Ermenilerin el konulan malları (Emval-i metrukeler) ile sınırlı bir tartışma yapılmamıştır. Hatta, 19181922 arasında ülkeyi terk edenlerin geri dönmesi ve bu insanların malları meselesi daha ağırlıklı bir sorun olarak tartışılmıştır. Lozan'da, Ağustos 1914'den önce İngiliz, Fransız, İtalyan vb. vatandaşı olan Ermenilerin zararlarını tazmin sorunları tehcir ve öldürmeler de dahil esas olarak çözülmüştür. Türkiye bu insanların tehcirden uğradıkları zararları tazmin etmeyi (kağıt üzerinde) kabul etmiştir. Burada iki ayrı hüküm vardır. Birisi Lozan'ın 58'inci maddesi, diğer Mallar Haklar ve Çıkarlar başlığı ile düzenlenen 65-72'inci maddelerdir. Lozan Antlaşmasının 58'inci maddesine göre, Berlin'de bir bankaya yatırılmış, o zamanki değeri 5 milyon sterlin olan altının, Müttefik devletler vatandaşlarının zararlarının tazmin edilmesi için kullanılması kararlaştırılır. Konuya ilişkin 1923 yılında Paris'te bir komisyon kurulur ve komisyon hangi zararların tazmin edileceğine ilişkin bir liste çıkartır. Tazmin edilecek zararlar arasında, tehcirde öldürülen kadın ve çocuklar için ailelere ödeme yapılması da vardır. Tek ön koşul elbette, ailesi öldürülen Ermeni'nin 1914 Ağustos öncesinde İngiliz, Fransız veya İtalyan vatandaşı olduğunu ispat edebilmesidir. Bunu ispat edenlere tazminat ödemeleri yapılıyor. kızılbaş - sayfa 44 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Benzeri düzenlemeler, öldürmelere değil ama mallara ilişkin olarak 65-72'inci maddeler arasında da yapılır. Bu maddelere göre, devletler, karşılıklı olarak diğer devlet vatandaşlarının zararlarını tazmin etmeyi kabul ederler. Buna göre, Ağustos 1914 öncesi ilgili devletlerin (Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya vb.) vatandaşı olan Ermeniler sadece kendilerinin el konulmuş mallarını geri alma hakkına sahip olmakla kalmazlar; eğer mirasçısı olduklarını kanıtlayabilirlerse, akrabalarının el konulmuş mallarını da alırlar. Çıkabilecek sorunlar için ise Karma Hakem Mahkemeleri kurulur. Lozan'ın 92-98'inci maddeleri bu mahkemelerin çalışma koşullarını düzenler. Buna göre mahkemeler ikili ülkeler arasında kurulacaktır (Türkiyeİngiltere; Türkiye-Fransa vb. gibi) Bu mahkemelere başvuran Ermeniler var. Eğer Ermeniler, ilgili ülkeler (İngiliz, Fransız vb.) vatandaşı olduğunu ispat edebilirlerse zararları tazmin edilir ödenir. Karma Hakem Mahkemelerinde bu konuda lehte veya aleyhte alınmış onlarca karar vardır. Sözünü ettiğim gibi, Türkiye dışında bulunan ikinci büyük topluluk, her hangi bir ülke vatandaşı olmayan ve 1915 tehcir ve sürgünü sonrası ve özellikle de 1919-1922 arasında Türkiye'nin sınırları dışına düşmüş Hristiyanlardır. Lozan'da en çok baş ağrıtan soru, bu Hristiyanların (özellikle Ermenilerin) geri dönmelerine müsaade edilecek midir, sorusudur. Edilecek veya edilmeyecekse bu insanları malları ne olacak? Hemen hemen her oturumda, dipten ve derinden tartışılan mevzuların başında gelir bu konu... Başlangıçta müttefik kuvvetler, bu insanların geri dönmesi konusunda çok ısrarcı olurlar ama sonra siyasi nedenlerle bundan vaz geçerler. Bu nedenle Ermeniler sahipsiz kalır. Sonuçta Türkiye Ermenilerin toplu geri dönmelerini engellemeyi başarır ama bireysel geri dönüşleri yasaklaması imkansızdır. Lozan'da, "evet, bireysel olarak gelebilirler", diye söz vermek zorunda kalır. Bu nedenle, daha sonra bu insanlar gelmek ve mallarını almak istediklerinde bugün artık komedi sayabileceğimiz rezillikler yaşanır. Hakkı olduğu halde geri dönmek isteyen Ermeniler sınırlarda tutuklanırlar, zorla dışarı atılırlar. Konu örneğin ABD ile Türkiye arasında diplomatik sorunlara yol açar. Parası olan birkaç Ermeni ise rüşvet verip girmeyi başarır ve bu sefer de konu Türkiye'de skandal olur. Birkaç Ermeni ülkeye girdi diye, bakan ve bürokratların kellesi istenir vb. vb. Kitapta buna ilişkin ayrıntılı hikayeler bulacaksınız. Fakat Türkiye'nin, Ermenileri içeriye sokmayaraksorundan kurtulma şansı yoktur. Çünkü yine Lozan antlaşmasının vatandaşlık ile ilgili hükümleri düzenleyen 30 ve 36'inci maddelerine göre de sorun açık olarak "tazminat" diyebileceğimiz bir yönde çözülmüştür. Buna göre, eğer Türkiye dışına düşmüş, Osmanlı vatandaşı Ermeniler, geri dönmeyip de, şu anda yaşadıkları ülkelerin (Suriye, Lübnan, Irak vb.) vatandaşı olmaya karar verirlerse, geride kalan mallarını veya değerlerini bulundukları ülkeye götürme hakkına sahiptirler. Kitabımızda, Lozan'ın bu açık hükümlerine rağmen, Türkiye'nin nasıl bin bir türlü cambazlıklar yaparak, Suriye, Lübnan vb. gibi yerlerdeki Ermenilerin mallarını veya karşılıklarını vermediklerini ve Lozan'a aykırı biçimdebunların üstüne yattığının hikayesini okuyacaksınız. Son bir söz olarak, Lozan ve sonrası belgelere ilişkinbir şey söylemek isterim. Konuya ilişkin tüm belgeler (örneğin Türkiye'de toplanma kararı alan ve toplan Karma Hakem Mahkemelerine ilişkin belgeler) Dışişleri Bakanlığı Arşivindedir ve hala araştırmacılara kapalıdır. Türkiye Lozan ve sonrası ile ilgili diplomatik belgeleri hala saklı tutmaktadır. Bu tam bir skandal veya kelimenin gerçek anlamıyla bir rezalettir. Düşünebiliyor musunuz, bizler bugün ülkemizin kurucu antlaşması olan Lozan ve sonrasına ilişkin diplomatik belgeleri okuyamıyoruz. Böyle devlet, böyle tarih görülmüş müdür? Bence sayın Davutoğlu, Ortadoğu ülkelerine demokrasi dersi vereceğine önce bakanlığının arşivini araştırmacılara açarsa çok iyi yapar. » Emval-i Metruke kanunlarının bugün nasıl uygulanıyor. Bu noktada tapu kayıtlarının bir devlet “sır”rı olmasının manası nedir? - Zannediyorum yukarda anlattıklarımdan tapu kayıtlarının niye saklı olduğunu anladınız. Çünkü soykırım Türkiye toplumunun ortak sırrıdır. Tapu kayıtları herkese açık hale gelirse bu kollektif "sır" ortadan kalkacaktır. Toplum olarak, kimlerin malları üzerine nasıl oturduğumuz ortaya çıkacaktır. Bu nedenle tapu kayıtlarını gizli tutmak "ulusal güvenlik meselesi" olarak telakki edilmektir. Kitabımızda örneklerini verdik, sadece Milli Güvenlik Kurulu değil, koca koca Hukuk profesörleri bile meselenin "ulusal güvenlik" ile ilgili olduğunu ve bu kayıtların saklı tutulması gerektiğini söylüyorlar. Güvenliği, 1915'deki binaların tapusu kime aitti, sorusuna bağlı bir toplum ve devletin ne kadar güvenli olabileceğini ise okuyucunun taktirine bırakıyorum. Yalnız eklemek isterim, toplumsal sır meselesi bir tek tapu kayıtları ile sınırlı değildir. Son aylardaki Sarkis Torosyan'ın anıları etrafındaki tartışmalara bakınız. Aynı "sır"rı orada da göreceksiniz. Torosyan tartışmaları, iyi tarihçi oldukları iddiasındaki bazı entelektüellerimizin el birliği ile bu sırrın üstünü örtme çabasından başka bir şey değildir. Konuşanı-konuşmayanı ile Ayhan Aktar'ın açtığı ufacık bir kapı, el birliği ile yüzümüze kapatılmaya çalışılıyor. Torosyan'ın anıları Osmanlı Ordusundaki Hristiyan askerler ve bu askerlerin ve onların ailelerinin imhası sorunu ile doğrudan ilgili olmasına rağmen bu konuda tek bir kelime, tek bir tartışma duydunuz mu? Hiç,ne oldu bu Hristiyan askerlere; ne oldu bunların ailelerine sorusunu soranı duydunuz mu? Varsa yoksa Çanakkale; varsa yoksa gemiler; efendim gemi batmış mı batmamış mı, yok tarih 18'mi 19'u muydu; o tepe miydi bu tepe mi? Neresinden tutsanız elinizde kalan tartışmalar. İnsanın utanası geliyor, yüzü kızarıyor yapılan tartışmaya bakınca. Aydınlarının bile böyle olduğu bir ülkedesoykırımın bir sır olması, tapu kayıtlarının da ulusal güvenlik nedeniyle saklı tutulması şaşırtıcı değil elbette... » Tüm bunlar bugün yaşanan soykırım tartışmalarında Türkiye’nin izlediği politikayı nasıl etkiliyor? Emval-i metruke kanunları ve tazminat arasında bu bağlamda bir ilişki var mı? - Emval-i metrukeler ile tazminat sorunu arasında doğrudan bir bağ vardır; fakat tazminat mal-mülk ile sınırlı değildir. Genellikle Emval-i metruke meselesi, mallarına el koyulan Ermenilerin bireysel olarak bu malları geri alıp alamayacakları ile ilgili olarak tartışılır. Son yıllarda, ellerinde tapuları kızılbaş - sayfa 45 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 olan bir çok Ermeni'nin dava açmaya ve mallarını geri almaya çalıştıklarını biliyoruz. Bu onların hakkıdır, elbette yapacaklardır. Ama tazminat bundan daha kapsamlı ve geniş bir şeydir. Birincisi, bir milyonun civarında insan imha edilmiştir (1918 resmi Osmanlı rakamlarına göre bu sayı 800,000 dir); bu insanların çoğunun bugün takipçisi olacak kimse yoktur. Şu anda hayatta olan Ermeniler ancak soykırımda kurtulan sınırlı bir grubun temsilcisidirler. Bu insanların büyük çoğunluğunun elinde de zaten her hangi bir belge kayıt vb. de yoktur. Yani Emval-i Metrukelerin sahiplerine geri verilmesi, deyim yerindeyse, devede kulak gibidir. Tazminat, bireysel olarak malını geri almakla sınırlı değildir, kollektif bir sorundur. Bir halkın varlığının ortadan kaldırılması ile ilgilidir. Bu anlamda emval-i metrukelerin ötesinde bir boyuta sahiptir. Gideni geri getiremezsiniz ama en azından bu gideni ve imha edileni anladığınızı gösteren bir tutum içine girebilirsiniz. Tazminat, bireylerle Türkiye devleti arasında değil, diyaspora ve Ermenistan devleti dahil tüm Ermenilerle, devleti ve toplumu ile tüm Türkiye arasındaki bir sorundur. Mesele ancak ve ancak her iki tarafın vicdanında, hakkaniyet temelinde çözülebilir. Türkiye'nin soykırımı niçin inkar edi- yor sorusuna verilen cevaplardan birisi Türkiye'nin tazminat vermekten korkuyor olduğu söylenir. Bence, geçmişten yapılmış haksızlıkları gidermenin, hataları kabul etmenin, özür dilemenin önünde tazminat meselesinin bir engel olmaması gerekir. Bu konuyu değişik biçimlerde halletmek mümkündür, yeter ki halletmeye niyetiniz olsun. Ama kabul etmek gerekiyor ki, tazminat meselesi, tarihi hakikatleri inkar etmenin bir bahanesi olarak kullanılıyor. Ama sırf böyle diye, insanların bu haktan vazgeçmesi de düşünülemez. Ayrıca eklemek gerekir ki, Türkiye, "tazminata gerek yok sadece bu haksızlığı kabul et" biçimindeki bir çok çağrıya da sessiz kalmıştır. yaşanmış bir haksızlık nedeniyle, tazminat istemek bugünkü uluslararası hukuk ilkelerine göre hemen hemen imkansız gibidir. Fakat bunun nedeni tek başına hukuk değildir, politikadır. Yani örneğin, 1915'de yaşananları ve bazı sonuçlarını, Uluslararası Hukukta mevcut "devam etmek olan suç" kavramı ile açıklayabilir ve buna göre Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde dava açabilirsiniz. Ama mahkemenin bu doğrultuda olumlu bir karar vermesi imkansız gibidir. Çünkü o zaman Sovyetler Birliği dahil, tüm Doğu Bloku ülkelerinde 1945 öncesi yaşanmış haksızlıkların tazmin edilmesine kapı açarsınız. Bu tek başına hukukun altından kalkabileceği bir sorun değildir. » Tüm bu tabloda Ermeniler’in gasp edilen mallarına ilişkin hukuki bir mücadeleyi kazanma ihtimali var mı? Bir konuyu çok ama çok sık tekrar etmemiz lazım; 1915 soykırımı etrafındaki sorun hukuki bir sorun değildir. Ahlaki bir sorundur. Konu etrafındaki hukuk tartışmalarını, lehte ve aleyhteki tüm argümanları bilen birisi olarak söylemek isterim ki, sorunun çözümünün cevabı hukuk metinlerinde değil vicdanlarda yatmaktadır. - İlerde neler değişir bilemem ama şu anda hem iç hukuk hem de uluslararası hukuk, Ermenilerin veya daha genel deyişle mallarına el konulmuş insanların aleyhinedir. Mor Gabriel Manastırı örneğinden bildiğimiz gibi, hukukun sizden yana olmasının işe yaramadığı çok durum vardır. Mevcut Uluslararası hukuk açısından da benzeri bir durum söz konusu. Tüm iyi taraflarına rağmen Uluslararası Hukuk esas olarak ulusal devletlerin haklarını korumayı esas alır. Bu nedenle, 100 yıl önce (Funda Tosun, 23 Kasım 2012, Agos Gazetesi.) » Kanunların Ruhu, Emval-i Metruke Kanunlarında Soykırımın İzini Sürmek, Taner Akçam-Ümit Kurt, İletişim Yayınları, 272 sayfa, Kasım 2012, 18 TL. prof.dr. taner akçam’ın kitaplarını bizden sipariş verebilirsiniz kizilbasdergisi@kizilbas.biz tel: +49 (0) 177 502 88 53 kızılbaş - sayfa 46 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 OSMANLI'YI YÖNETEN 36 PADİŞAHTAN SADECE İKİSİNİN ANNESİ TÜRK: OSMAN GAZİ VE ORHAN GAZİ'NİN... I. Murat’ın annesi Bizanslı Horofira yani Nilüfer Hatun. Yıldırım Bayezid’in annesi Bulgar Marya yani Gülçiçek Hatun. Çelebi Mehmet’in annesi Bulgar Olga Hatun. II. Murat’ın annesi Veronika. Fatih Sultan Mehmed’in annesi Sırp Despina yani Hüma Hatun. II. Bayezid’in annesi Kornelya. Yavuz Selim’in annesi; Ayşe takma adlı Pontuslu bir Rum. Kanuni Sultan Süleyman’ın annesi; Polonya Yahudisi Helga yani Hafza Sultan. II. Selim’in annesi Yahudi kızı Roksalan yani meşhur Hürrem Sultan. III. Murat’ın annesi Yahudi Raşel yani Nurbanû Sultan. III. Mehmet’in annesi Venedikli Bafo yani Safiye Sultan. I. Ahmet’in annesi Yunan Helen yani Handan Sultan. Genç Osman’ın annesi Sırp Evdoksiya yani Mahfiruz Sultan. IV. Murat’ın annesi Sırp Anastasya yani Mahpeyker Sultan. IV. Mehmet’in annesi Rus Nadya yani Turhan Sultan. II. Süleyman’ın annesi Sırp Katrin yani Dilaşüb Hatun. II. Ahmet’in annesi Polonya Yahudisi Eva yani Hatice Sultan. II. Mustafa’nın annesi Rum Evemia yani Emetullah Sultan. III. Ahmet’in annesi de aynı.. Yani Mustafa ile aynı anneden. I. Mahmut’un annesi Aleksandra yani Saliha Sultan. II. Osman’ın annesi Sırp Mari yani Şehsüvar Sultan. II. Mustafa’nın annesi Fransız Janet yani Mihrişah Sultan. I. Abdülhamit’in annesi Fransız İda yani Şermi Sultan. III. Selim’in annesi Cenevizli Agnes yani Mihrişah Sultan. IV. Mustafa’nın annesi Bulgar Sonya yani Sineperver Sultan. II. Mahmut’un annesi Fransız Rivery yani Nakşidil Sultan. 1. Abdülmecit’in annesi Rus Yahudisi Suzi yani Bezm-i Âlem Valide Sultan. Abdülaziz’in annesi Roman Besime yani Pertevniyal Sultan. V. Murat’ın annesi Fransız Vilma yani Şevkefza Sultan. II. Abdülhamit’in annesi Ermeni Virjin yani Tirimüjgân Sultan. Mehmet Reşat’ın annesi Arnavut Sofi yani Gülcemal Sultan. Mehmet Vahdettin’in annesi Çerkes Henriet yani Gülistan Sultan. MÜMİN SEKMAN'DAN ALINTILANMIŞTIR kızılbaş - sayfa 47 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kanla şiddet ile uygulanan bu siyasetin açık itirafı olan “İşte Kürt Bilinen Ünlü Ermeniler...!” (İttahatçı) Prof. Dr. Yusuf HALAÇOĞLU yazısında da görmek mümkün Ermeni soykırımından ardakalanların durumunu görmek açısından ibret vericidir!... Devşirme İttikatçı Halaçoğlu türk olmayanları düşman görmesi (İT) ırkçılığıdır...... Şimdi bu (İT) siyaseti görülmeden hiç bir kesimin demokratikleşmesi insanlaşması kesinlikle mümküo olamaz. (aşağıdaki yazıyı (İT) ırkçılığının farşedilmesi amacıyla yayılıyorum) SAKİNE POLAT İşte Kürt Bilinen Ünlü Ermeniler...! KENDİLERİNİ KÜRT DİYE TANITIYORLAR AŞİRETİ Ermeni Soykırımı iddialarının gerçeği yansıtmadığını dile getiren Halaçoğlu, şuanda Türkiye'de yaşayan 20 kadar Ermeni Aşiretin kendilerini Kürt Aşireti olarak tanıttığını belirtti. PKK 35 bin kişinin kanını ellerinde taşıyan PKK lideri Artin Agopyan (APO) ermenidir. “Parmaksız Zeki” kod adlı Şemdin Sakık, Ermeni’dir. Nenesinin Ermeni olduğunu kendisi açıklamıştır. Bölücü Kürt partisi milletvekili Sırrı Sakık Ermeni’dir. Bölücü Kürt partisi sözde “eş başkanı” Emine Ayna, katıksız bir Ermeni’dir. PKK’nın önderlik ettiği, şimdi pek adı duyulmayan “sürgünde Kürdistan hükümeti” delegesi, 1959-Silvan doğumlu Semra Bakır, Ermeni’dir. Semra’nın kardeşi Orhan Bakır’ın asıl adı Armenak’tır. Ermeni terör örgütü TİKKO mensubu idi, Örgütün merkez komitesine kadar yükselen Orhan Bakır, güvenlik güçleriyle girdiği çatışmada öldürülmüştür. 1977-Silvan doğumlu Bülent Bakır Ermeni’dir. “Sürgündeki hükümet” delegesi Meryem Tabaş Ermeni’dir. Dedesi Hokar, nenesi Haykanuş’tur. “Zazan Bertin” kod adlı 1980-Silvan CK/403: Uyuşturucu madde ticaretinden yargılanarak 6 yıl 8 ay ağır hapis cezasına çarptırılmıştır. Büyük dedesi Serkis, nenesi Şuşi’dir. 1975-Afşin doğumlu Özgür Erbil Ermeni’dir. Sahte belgeler ile yurtdışına çıkmıştır. Almanya’da, uyuşturucu tâciridir. Büyük dedesi Akup (agop), nenesi Lüsye’dir. doğumlu Ruşen Tapancı Ermeni’dir. Dedesinin adı Ohannis’tir. “Mavi Çarşı”nın yakılması eylemine katılmıştır. 1975 doğumlu Yusuf Cihangir Ermeni’ dir. Dedesinin adı Vartan’dır. 1965-Karakaçan doğumlu Adnan Dizin Ermeni’dir. Dedesinin adı Kirkor’dur. 1970-Siirt doğumlu Nihat Türksoy, hiç de TÜRK soylu değildir, Ermeni’ dir. Dedesinin adı Serkis, nenesinin adı Zerdo’dur. 1977-Bozova doğumlu Mehmet Güzel Ermeni’dir. Dedesinin adı Mıgırdıç, nenesinin adı İlsevik’tir. “Cihan” kod adlı, 1974-Pertek doğumlu Akif Yadigâroğulları Ermeni’dir. Büyük dedesi Apkar, nenesi Maryam’dır. 1973-Ömerli doğumlu Metin Gümüş Ermeni’dir. Büyük dedesi Artin, ninesi Dihram’dır. 1948-Palu doğumlu Zülküf Demirtaş Ermeni’dir. Bu hıristiyan herif, “HADEP İmamlar Birliği” üyesi olmuştur!.. 1978-Silvan doğumlu Sidar Şimşek Ermeni’dir. DEHAP ilçe teşkilatında görev yapmıştır. Büyük dedesi Bedros, nenesi Luşin’dir. 1977-Diyarbakır doğumlu Sami Geniş Ermeni’dir. Mehmet Uyuşturucu madde kaçakçısıdır. Yakalanıp, 11.12.2002 tarihinde İstanbul; 6.DGM mahkemesinde CK/405 ve 1977-Silvan doğumlu Orhan Olsen Ermeni’dir. Büyük dedesinin adı İliyo, nenesinin adı Mari’dir. Sahte çürük raporu alarak askere gitmemiştir. 1968-Muş doğumlu Kutbettin Akşula Ermeni’dir. 1992 yılında Muş ilinde PKK terör örgütüne maddî yönden destek sağlamak amacıyla silah kaçakçılığı yapmaktan tutuklanmıştır Büyük dedesi Vartan, nenesi Zelha’dır. Sahte çürük raporu alarak askere gitmemiştir. 1979-Yurtbeyi doğumlu Barış Başak Ermeni’dir. Büyük nenesinin adı Kotine’dir. DTP kurucu üyesidir. 1953-İdil doğumlu Abdülaziz Özdemir Ermeni’dir. Dedesi Yusuf, ninesi Kazo’dur. 21.2.1991 günkü çatışmada ölü ele geçirilmiştir. 1972-Siverek doğumlu Levent Kayadağ Ermeni’dir. Dedesi Migdat, ninesi Havuş adındadır. 16.10.1993 günü çatışmada ölü ele geçirilmiştir. 1954-Beştüşşebap doğumlu Mehmet Öztunç Ermeni’dir. Dedesinin adı Musa, nenesinin adı Miran’dır. PKK’ya yardım ve yataklıktan tutuklanmış, daha sonra HADEP Antalya İl Kurulu’na seçilmiştir. 1977-Karayazı doğumlu İdris Sefil Ermeni’dir. Terörden hapis yatmış, sonra bir ara Konya HADEP Gençlik Komitesi üyeliği yapmıştır. Sahte çürük raporu alarak askere gitmemiştir. İdris’in akrabası Ersin Sefil de Ermeni’ dir. Kuzey ırak’ta çatışmada öldürülmüştür. 1974-Hazro doğumlu Haci İçer’in ha- kızılbaş - sayfa 48 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 cılıkla hocalıkla alâkası yoktur, Ermeni’dir. Dedesi Ali, nenesi Gule’ dir. HADEP Hazro İlçe Yönetim Kurulu üyesi idi. O da sahte çürük raporu alarak askere gitmemiştir. 1973-Yaylayanı doğumlu Dilâver Öncü Ermeni’dir. HADEP Konak Şubesi Yönetim Kurulu üyesi idi. İzmir’de misyonerlik faaliyetinde bulunmuş, kilisede vaaz vererek hıristiyanlık propogandası yapmıştır. 1965-Firke doğumlu Edip Yıldız Ermeni’dir. Büyük dedesi Gaço, nenesi Rihan’dır. HADEP Parti Meclisi üyesi idi. PKK’lı suçluların avukatlığını yapmaktadır. Nevşehir E tipi cezaevinde yatan PKK terör örgütü mensubu Nimet Can’ın avukatlığını yapmıştır 1964-Benek doğumlu Haşim Benek Ermeni’dir. Büyük dedesinin adı Şiho, nenesinin adı Kitro’dur. 16.03.1985 günü Şırnak ilçesi Dereler Köyü civarında, Eşek Mağaraları mevkiinde güvenlik kuvvetleri ile teröristler arasında çıkan çatışmada sağ olarak ele geçirilmiş ve Diyarbakır mahkemesinde CK/ 1 68 : yasa dışı silahlı örgüt kurmak veya katılmaktan yargılanmıştır. Hapis yatmış, sonra DEP Antalya-Muratpaşa Belediye Encümeni adayı olmuştur. 1954-Kamberşeyh doğumlu Mahmut Hakkı Eşiyok Ermeni’dir. Büyük dedesinin adı Hokar, nenesinin adı Haykanuş’tur. HADEP İstanbul il teşkilatı sekreterliği yapmıştır. 1959-Urfa doğumlu İzzettin Kalaycı Ermeni’dir. 11.7.1986 tarihinde Diyarbakır 1. As. mahkemesinde CK/168 : Yasadışı silahlı örgüt kurmak veya katılmaktan yargılanmış 8 yıl 8 ay hapis yatmış, sonra Şanlıurfa HADEP il teşkilatında görev almıştır. 23.06. 1 996 tarihinde Ankara’daki HADEP 2. olağan kongresinde Türk bayrağının indirilerek PKK bayrağı asılması olayına karışmıştır. 1948-Kölük doğumlu Mehmet Cantekin Ermeni’dir. Büyük dedesi Bedros, nenesi Meryem’dir. Diyarbakır merkez Kayapınar Belediye başkanlığı yapan Mehmet Cantekin, 1 995 tarihli milletvekili seçimlerinde Diyarbakır HADEP Milletvekili adayı olmuştur. Mehmet Cantekin Kulp Karpuzlu da köy koruyucularını yönlendirerek terör örgütü PKK’ya lojistik destek sağlamaktadır. 2003 yılında PKK’nın 1978′de kurulduğu Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Fis köyünde DEHAP ve Göç-Der yöneticileri ile birlikte ‘barış ağacı’ adı altında ağaç dikmek töreni düzenlemiştir. Törende bölücü başı Öcalan’ı övücü sloganlar atılmıştır. 1953-Siirt doğumlu Maruf Altın Ermeni’dir. Büyük dedesi Ohanis, ninesi Pori’dir. Ama babasının dönme adı Hüseyin, anasının dönme adı Nafiye’dir. Böylece pek çok kişinin yaptığı gibi Ermeni olduklarını gizlemişlerdir. DEP İzmir-Konak ilçe teşkilatı üyesi idi. 23 Eylül 1998 tarihinde TCK 1 68 : Yasadışı silahlı örgüt kurmak veya katılmaktan 1 2 yıl 6 ay ağır hapis cezasına mahkûm olmuştur. 1973-Urfa doğumlu Mehmet Sait Yalçın Ermeni’dir. Dedesi Girbuş, ninesi Varti’dir. Ancak babasının dönme adı Mehmet Kerim, anasının dönme adı Mevlude’dir. 1997′deki Bodrum bombalı saldırısının sorumlusudur. Müebbet hapse mahkûm olmuştur. 1975-Hazro doğumlu Zanamazak Yezidî’dir. 1973-Nusaybin doğumlu Mehmet Zeki Şaşmaz Yezidî’dir. 1971-Nusaybin doğumlu Abdullah Şaşmaz, kendini hiç de ALLAH’ın kulu saymaz, Yezidî’dir. 1975-Hazro doğumlu Nevzat Tedik Yezidî’dir. Halit-Revzete’ den olma Nevzat Tedik’in nenesi Hüsna Tedik Diyarbakır il teşkilatı HADEP üyesi de olan PKK’nın gençlik örgütlenmesi içinde yer alan Nevzat Tedik, 11 Ekim 2001 tarihinde TCK 1 68: Yasa dışı silahlı örgüt kurmak veya katılmaktan 12 yıl 6 ay ağır hapis cezasına çarptırılmıştır. PKK’nın Avrupa’daki kasası Nuriye Kesbir Yezidî’dir. Aynı zamanda Kongra-Gel PKK’nın cephe örgütü Avrupa Kürt Demokratik Toplum Koordinasyonu (CDK) sözde meclis üyesidir. Eylül 200 1 ‘de Hollanda’ya yasadışı yollardan girmek isterken yakalanmıştır. 1980-Midyat doğumlu Şevkiye Atalan Yezidî’dir. 1966-Midyat doğumlu Fahrettin Şahin Yezidî’dir. Adana’da yakalanan PKK’lı canlı bomba Hatice Arat Yezidî’dir. Dedesi Hasso, nenesi Meryem de Yezidî’dir. 1955-Beşin doğumlu Osman Ergin Yezidî’dir. DTP Merkez Yönetim Kurulu üyesidir. Batılılar’ın aleyhimize kullanmak için sözüm ona “Türkler” arasından seçtirdiği, Avrupa Parlamentosu üyesi Feleknaz Uca, Yezidî’dir. Feleknaz’ın babası Abdullah Uca, “Yezidî Kürdistan Birliği” başkanıdır, Elbette o da Yezidî’dir. Televizyonlar- da boy gösteren Metin Uca nedir, size kalmış… Çünkü bu bölücü-militanların yumuşak uzantısı tüm medya, bürokrasi, parlamento ve hatta asker içindedir. 1971 -Midyat doğumlu Seyithan Alpar Süryânî’dir, yani SEYYİT Peygamber torunu) falan değil, düpedüz Hıristiyan’dır. 1976-Midyat doğumlu Metin Kesenci Süryânî’dir. “Beth Nehrin” adlı Süryânî ve Asurî örgütünün kurucusudur. 1975-Midyat doğumlu Adnan Kesenci Süryânî’dir. 1983-Nusaybin doğumlu Bilal Yürek Süryânî’dir. 1980-Pervari doğumlu Salih Boğdu Süryânî’dir. 1937-Ceylanpınar doğumlu Şemsi Emen Süryânî’dir. HADEP üyesi idi. 1969-Kurtalan doğumlu İhsan Kaya Süryânî’dir. Romanya’da PKK insan, silah, ve uyuşturucu kaçakçılığı yapmaktayken sahte pasaport ve kimlikle yakalanmıştır. Büyük dedesi Görgis, nenesi Şemuni’dir. 1962-Siirt doğumlu Basri Kaysi Süryânî’dir. Büyük dedesi Gorgis, ninesi Şemuni’dir. İHD Siirt Şubesi üyesi, ve DEHAP Siirt il teşkilatı delegesi idi. 1980-Siirt doğumlu Ayhan Kaysi Süryâni’dir. Büyük dedesi Gorgis, ninesi Şemuni’dir. Pek çok olaya karışmış, 1997′de teslim olmuştur. İtirafçı olmuş, 1999′da tahliye edilmiştir. 1952-Nusaybin doğumlu Mehmet Zeki Kanşiray Süryânî’dir. Büyük dedesi Zeytun, ninesi Meryem’dir. İzmir Köy Hizmetleri soygununa katılmıştır. 16.7.1990 günü Bornova Tarım ve Orman Bakanlığı İzmir İl Müdürlüğü Personeli maaşlarının silah zoruyla gasp edilmesi olayında tutuklanmıştır. Hapis yatmış, sonra HADEP Gaziemir İlçesi Yönetim Kurulu üyesi olmuştur. 1968-Derik doğumlu Fethi Oktay Süryânî’dir. Dedesi Turnas, nenesi Mennuş’tur. 1 997′de yakalanmış, müebbed hapse mahkûm olmuştur. 1948-Palu doğumlu Zülküf Demirtaş Ermeni’dir. Büyük dedesi Kinkos, ninesi Nazlı’dır. Ikisi de Ermeni idi. Hala bu ermenilerin peşinden giden kürtlere şaşarım..... Prof. Dr. Yusuf HALAÇOĞLU Kaynak: http://www.yerelgundem.com/yazarlar/serbest_kursu/4978/iste_kurt_bilinen_unlu_ermeniler.html kızılbaş - sayfa 49 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Suriye nereye gidiyor İbrahim Seven Suriyede barışçı ve demokratik başlayan muhalefet bir iç savaşa doğru ilerledi gerek hükümetin olayları şiddetle bastırması gerekse muhalefet içinde en gülcü örgüt olan Müslüman kardeşlerin sorunu şiddetle çözmeye kalkması ve dar mezhepçi şeriatçı eğilimleri sorunun demokrat çözümü yerine şiddete dayalı bir çözüme yöneldi. 07 temmuz da kendilerini Suriyenin dostları diye nitelendiren ABD, TC Fransa Suudi, katar vs Pariste diplomatları toplandı. Burada bayan Clinton Başar ESED'IN GÜNLERI SAYILI DEDI. Bugün 26 eylül belli ki bu hanimin öngörüsü çıkmadı. O sırada ABD TC Suudi Israil vs istihbarat teşkilatları bir suikast hazırlığı içindeydi. Nitekim Hıristiyan olan genelkurmay başkanı Esed'in Damadı ve iki yüksek rütbeli general öldürüldü ABD VE diğer müttefikleri bu cinayetle rejimin çökeceğini tahmin ediyorlardı. Suriye rejiminin karakteri konusunda yanlış bir yaklaşım içinde olan bu zati muhteremler Şam da karışıklılar çıkararak diş müdahaleye ortam hazırlamak istediler. Şam'da feci bir yenilgiye uğradılar. Bu sefer Lazkiye'den sonra muhalefetin en zayıf ve rejim güçlerinin en güçlü olduğu Halepte şiddet ve karışıklılığa başladılar. Asurilerin kurduğu Hale bu şehrinde bu güne kadar çoğu 1915 Ermeni, Süryani katliamından kaçan Süryani ve Ermenin yasadığı bu şehri tahrip ettiler. El kaide, selefist, Müslüman kardeş ve benzeri katillerin Haleb'e sızmasının sebebi tc ye en yakin şehir olması ve sinirin öbür tarafında Antep, Urfa Hatay illerinden askeri mali ve diğer lojistik desteği almaktadırlar. Yoksa askeri olarak hiç bir başarıları yok. ABD TC ve sairenin bir planı da Kürt- leri Müslüman kardeşlerle müttefik yapma planıydı. Bunun için Davutoğlu, Mesud Barzani'yi muhatap kabul edip Kerküklü bir şekilde Kürt şehri kabul etme pahasına ki TC nin uzun müddet iddiası Kerkükün bir Türkmen şehri olduğu idi Irakta Maliki yönetimini de kızdırarak bu planı yürürlüğe girdi. Ancak PKK ye yakin Kürtlerin ister kendi inisiyatifleri ister Başar Esed'in taktiği ile yasadıkları bölgelerde yönetimi aldılar. Böylece ABD nin ve daha fazla da TC nin planı olan Barzanici Kürtler artı Müslüman kardeşler ittifakı dogmadan öldü. Beklenen Libyadaki gibi Halep'in işgali ve böylece Libya'aki Bengazi gibi bir geçici merkezle saldırma planı suya düştü. Oysa bugün Suriye devleti 1 milyonun üstünde memurun ve 300000 civarında asker ve gizli servisi mensubunun maaşını vermekte. Örneğin Kamışlıda bile memurlar maaşlarını halen Esed rejiminden almakta. Rusya ve IRAN, Suriye rejimini desteklemekte bunlara Lübnan ve Irakı da eklemek mümkün. Yani Suriye rejimi hem tecrit edilmemiş hem de çökmek üzere değil buna karşılık muhalefet darmadağınık her kafadan bir sesin çıktığı bir anarşi ortamında. ABD nin ne Suriye rejimi ile ne de Esed'le problemi yok. Onun problemi Iranla ve Suriye müttefiki olduğu için Iranın zayıf halkası olarak görmekte ve Israile düşman politika güden Hizbullah'ı çökertme peşinde. Ancak Libya da ABD elcisinin ilkönce ırzına geçilerek sonrada binanın yakılması ve bombardıman neticesinde elcinin iki elcilik mensubu ile öldürülmesi ABD de Suriye'de her çeşit katil cani Müslüman alçakları desteklemenin sonunun ne olacağını ABD düşünmeye başladı. Suriye rejimi çöktü çökecek diye her gün dezenformasyon yayan ABD ve TC vs ise Mısırın yeni lideri Mürsi'nin Çinin ardından Tahran ziyareti ve Müslüman çözüm önerisi Iranı tecridi düşünen ABD ve Suudi ve Katar'a soğuk bir duş yaptırdı. Kahirede yapılan toplantıya Suudiler katılmazken her gün Esed katildir düştü düşecek diyen Erdoğan Davutoğlu nu kahire ye gönderdi. Şii SÜNNI KAVGASI ISTEYEN SUUDI ABD VESAIREYE KARSI COK ZAYIF DA OLSA SÜNNI ŞII KOALIASYONU Mısır ve Iran arasında olabilecek bir ittifakın nüvelerinin oluşması bu planları iyice suya düşürdü. MISIR Iran yakınlaşması olur mu bilemem ancak Mübarek döneminin anti Iran politikası terk edilmiş durumda bundan Suudi rahatsızlığını okumak isteyenler Suudi gazetesi Sharkül ewsattan takip edebilir. Beni bütün bu yorumlarda ilgilendiren: halkımız, mazlum halkımızın durumu. Halkımız büyük ölçüde örgütsüz ve bu olaylarda ya seyirci ya da figüran rolünde. Büyük ölçüde taraftarlarının kaybetmiş halkımız içinde tecrit bir durumda olan ADO Süryanice bilenen adi ile Mtakesto daha fazla Mferfesto durumunda iken hem maddi çıkar hem kariyer hem de basın yayında gücü ile mütenasip olmayan bir reklam için ruhunu Şeytana satıp Müslüman kardeşlere zamk gibi yapışmış durumda. Müslüman kardeşlerin ve diğer Müslüman canilerin Hıristiyan düşmanı katil yüzü dünyada ve özellikle Avrupa ve ABD de bu çirkin ve katil yüzlerini örtmek için Tevrattaki incir yaprağı gibi pislik ve katilliklerini örtmek için Hıristiyan bir yalancı şahide ihtiyaçları vardı. Iste ADO bu fonksiyonu görüyor. Basta Türk istihbarat teşkilatı mit ve Diğer istihbarat teşkilatlarının Kirveliğinde kurulan Suriye ulusal konseyi ne stayfo bu incir yaprağı görevini basari!!! ile sürdürmekte ve kurulacak Müslüman kardeş hükümetinde bakanlık hayalleri görmekte. Halepte her çeşit katil Islamcı her gün el kaide bayrağı ve Allahü+ ekber diye bağırırken Saitin burada getirdiği romada sözüm ona Plüralist bir Suriye açıklamasının üzerinde yazıldığı kağıt kadar kıymeti yoktur. Sadece INCIR YAPRAGI görevini görmekte. Bu arada METODLARINI BEGENMESEM DE TC ye düşman bir politika güden acsa tv, NE ZAMANDIR MIT DAVU kızılbaş - sayfa 50 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 TOGLU REJISÖRLÜGÜNDEKI suk un lobisi gibi çalışmakta bir Sait Yıldızı çıkarıp suk ne cici, bir Müslüman kardeşler ne plüralist yahut düne kadar halkımızı fişleme görevlisi elciyi yağlayıp boyayıp demokrat göstermekte. Gelelim Dawronoye her gün yeni bir muhalefetin terk ettiği bu taife ilk basta şaşkın ördek gibi davranan bu insanlarımız bir müddet sonra ABD tren kaldırıyor mit para veriyor kaçırmayalım diye muhtemelen basta mit ve benzeri istihbarat teşkilatlarının teşviki ile Suriye elciliğine saldırdılar. Incir Yaprağı olmaya biz de talibiz dediler. Nitekim vandal baskından sonra yayınladıkları bildiride Suriye muhalefetinin terörist olmadığını Esed’in terörist olduğunu kiliselerimizi Esed’in yıktığını iddia ettiler. Bu sırada basta Homs olmak üzere Suriye şehirlerinde Islamcı teröristler Hıristiyanları katlediyor kiliseleri tahrip ediyor. Hıristiyanları yerinden yurdundan ediyordu. Islamcı teröristleri masum gösteren bu bildiri için bakiniz esu nun resmi sayfası. Ado ile rekabetlerinden dolayı daha da ileri gidip Istanbulda bir basın toplantısı yaparak bu toplantıda niçin Istanbul’da ve Ankara’da büro açıyor- sunuz sorusuna verdikleri cevap daha da mit sponsorluğunda olduğunu gösteriyor. Bu taifenin mensubu TC Demokrat mis Suriye’ye örnekmiş diye cevap veriyor. Cezaevlerinde gazeteciden geçilmeyen 8000 kürdün siyasi sebeplerden tutuklu olduğu ve Mor Gabriel’imizin arazisine hukuki !!! kararla el konulduğu bir dönemde bu utanmazca cevabi verebiliyorlar. IŞIN DAHA DA VAHIM CEVABI SONRA GELIYOR ESKIDEN TARIHTE OLUMSUZLUKLAR OLMUŞ AMA KENDIMIZE TARIHE HAPSETMIYORUZ. Yani Seyfo gibi önemsiz!!!! konuları gündeme getirmeyelim demek istiyor. Bu açıklama için de esu nun resmi sayfasına bakılabilinir. Bu iki örgütümüzün ABD Suudi Müslüman kardeş ve benzerleri için incir yaprağı görevi görmesinin yanında bir fonksiyonları daha var. TC ACISINDAN OLUSACAK BIR KÜRT SÜRYANI VE HATTA ALEVI ITTIFAKINI BOZMAK bu örgütleri Kürtlere ve özellikle TC de ve Suriye’de PKK YE karsı kullanma bu bizim için daha tehlikelidir. HERGÜN ONLARCA ASKER VE KÜRT SAVASCININ BETHNEHRIN VE DIGER YERLERDE ÖLDÜGÜ BIR DÖNEMDE TC YI DurDe'den 24 Nisan'da Taksim'de 1915 anması için çağrı - ;Ö.S; Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De girişimi, 1915'te Ermeni soykırımının başlatıldığı tarih olan 24 Nisan'ın yıl dönümünde, önceki iki yılda olduğu gibi bu sene de Taksim'de bir anma çağrısı yaptı. Saat 19:15'te başlayacak olan anmada buluşanlar "Bu acı bizim acımız, bu yas hepimizin" diyecekler. DurDe'nin çağrısı şöyle: Bu acı hepimizin 24 Nisan bir kin günü değil. Bir küfür günü de değil. Gelin, önce o gün ne oldu, onu paylaşalım. 1915 yılının o gününde Anadolu'nun en eski halklarından Ermenilerin 250 kadar aydını apar topar evlerinden alınıp Çankırı ve Ayaş'a, dönüşü olmayan bir yola sürüldü. Mebusu, doktoru, çevirmeni, öğretmeni, gazetecisi, yazarı, sanatçısı bütün bu insanlar bir halkın sesiydi. Meşrutiyet sonrasının özgür ve eşit günlerine inanmıştı. Düşleri, dönüşsüz yollarda kendileriyle birlikte kayboldu gitti. Sesini yitiren bir toplumun başka neyi kalır ki geriye? Çoluk çocuk, genç yaşlı kafilelerle Ermeni halkı Anadolu'nun dört bir bucağından çöllere sürüldü. Evin erkekleri öldürüldü, kiliseler, okullar harabeye döndü. Mal mülk el değiştirdi. O korkunç soykırımın sonunda Ermenilerin varlığından geriye sadece yasaklı fısıltılar kaldı. Susulunca unutulmadı ama. İnkâr edildikçe yok olmadı. Aksine yara iltihaba döndü, çözümsüzlükte kemikleşti. Birçok vicdanlı Müslüman ellerinden geldiğince Ermeni komşularını kurtarmaya çalıştıysa da Anadolu'daki tahribat kalanlar için büyük oldu. Bu topraklar bir daha iflah olmadı. Ömrünü Anadolu halklarının barışına adayan ve bu uğurda canından olan DEMOKRATIK ÖRNEK DEVLET OLARAK GÖSTERME BASHKA NASIL IZAH EDILEBILINIR. Yazımda Mtakesto ve Dawronoye taifesi ile ilgili eleştirilerimi sert bulan özellikle Dawronoye taifesini halen terk etmemiş bazı tanıdıklarım bana kızacağını biliyorum. ANCAK EZILENLERI VE MAZLUM HALKIMIZI VE HAKLARINI HER ZAMAN SAVUNDUM. ZALIMLERIN VE KATILLERIN YANINDA YER ALANLARI TANISIKLIGIMIZ OLUP OLMAMASI HATTA AKRABAM BILE OLSA KAALE ALMAM. 1915 TE ÖLDÜRÜLEN AILE EFRADIM VE HALKIMIZIN UZUN ISLAM ZULMÜ ALTINDA YASADIGI DÖNEMI SON BÜYÜK KATLIAMI 1915 OLAN BU UĞURSUZ DÖNEM BANA KATILLERI SAVUNAN MÜSLÜMAN CINAYETLERINI HOŞ GÖSTERENLERE KARŞI TOLERANSLI OLMA LÜKSÜNÜ YASAKLIYOR. Kaynak: h t t p: // w w w. n e t w o r k 5 4 . c o m / Fo r u m /594 414/message/1348739111/ Suriye+Nereye+Gidiyor+-+Ibrahim+Seven Hrant Dink, yarayı sarmanın gereğini hatırlatmış, "Bugün hâlâ unutmayı savunanlar, aslında sadece geçmişten değil, gelecekten korkanlardır. Unutulmamış geçmiş, geleceğin de teminatıdır" demişti. Bir de hayali vardı: "Bir 24 Nisan'da bu topraklarda hep birlikte tüm bu insanları hatırlamak, ruhları şad etmek, acıda ortaklaşarak sevinçler üretebilmek, yalnızca Ermeni halkının duyduğu ıstırabı dindirmekle kalmayacak, Türkiye'nin de demokratikleşmesinin ta kendisi olacaktır." Geleceğimiz için el ele yapabileceklerimiz var. Gelin, bu 24 Nisan'da meydanları dolduralım. Geçmişteki bu büyük acıya ortak bir yasla sahip çıkalım. Ve bir kez de ortak yastan çıkan umutta buluşalım. 24 Nisan, 19:15'te, Taksim'de Irkçılığa ve Milliyetçiliğe DurDe Girişimi (DurDe Girişimi olarak her inançtan, her düşünceden, her siyasi görüşten kişi ve kurumları, adını her ne koyarlarsa koysunlar, 1915 kurbanlarını anmak için kendi özgün çağrılarını yayınlamaya ve anma alanlarına katılmaya davet ediyoruz) kızılbaş - sayfa 51 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ÇİROK A SILEMANE BAFFILE BABASI ERMENİ SÜLEYMAN’IN HİK AYESİ ABDURRAHMAN ADA Ermenice olan ismi başına bela olmasın diye belkide müslüman ismi olan Sıleman koymuşlardı. Buna rağmen dışlanmaktan, horlanmaktan kurtulamamıştı. Ömür boyunca aynı köyde yaşamamıza rağmen onu ne bir düğünde ne bir cenaze yerinde görmedim. Köyde olması gereken hiç bir katılımda görmedim. Koskoca dünyada yalnız yaşadı beş kişilik bir ailede, gündüz nahırın peşinde gece taş duvarlı penceresiz bir damda kendi dilini konuşmadan, kendi dinini yaşamadan, mensup olduğu toplumun en ufak izlerini taşımadan başka hayatları, inanışları, hakaretleri yaşamak zorunda kalan SILEMANE BAFFILE.. Sılemane Bafılle’yi tanıdığımda kamburu çıkmış ak saçlı,aksakallı, ağzında dişleri kalmamış bir ihtiyar idi... Başköy’ün nahırcılığını yapıyordu. Oğlu Ali, kızı Hewe, kızı Zero ile beraber. Yüzelli hanelik köyün büyükbaş hayvanlarını otlatıyordu Nebiyurt Yaylası’nda. İlkbaharın başladığı ilk günlerinden sonbaharın son günlerine kadar... Aşağı yukarı yedi sekiz ay kadar çoluğu ve çocuğu ile kendisine yüklenen bu görevi canla başla yapardı. Yılın üçte ikisini kapsayan ayların emeğinin karşılığı olarak bir kod(bir tenekeden biraz fazla ölçü birimi)arpa verirdi köyün herbir hanesi. Birileri bu hakkı bu aileye böyle paha biçmişti. Sılemane Bafılle ve çoçuklarının emeğinin karşılğının çeyreği bile değildi ama yinede bu haksızlğa en ufak bir tepki dahi dahi gösteremiyordu. Çünkü koca köyde dışlanan bir aile idi. Adına Sılemane Bafılle deniliyordu. Yani kürtçe açılımı Ermeni oğlu Sıleman olduğu içindi. Dili, dini ve başka ırktan olduğu için dışlanmıştı, ötekileştirilmişti. Köyün erkekleri kadınları, gençleri, çocukları herkes onları kendi dünyalarının dışında görüyorlardı, başka gezegenin insanları gibi görüyorlardı. Dışlanmış, horlan- mış koca bir köy içinde yalnız yaşıyorlardı. Ne hikmetse bir kerecik bir insaf duygusuyla onu gözleri ama Hélé teyze ile evledirmişler: Müslüman ama bir kadınla evli olmasına rağmen Sılemane Baffılle önyargılara, cehalete dışlanmaya ailesi ile yaşamak zorunda bırakılmıştı. Sılemane Bafılle ile benim hayatımın kesiştiği dönem onun yaşlılığının son demleri, benim hayatımın ilk yıllarıydı yani çocukluğuma tekabül eden yıllar. Biz çocuklar da o dönem yaşadığımız çevrenin tüm etkilerini yoğunlukla yaşıyorduk deyim yerindeyse büyüklerin küçük kopyaları idik. Büyük kara cehaletin küçük nüveleri idik. Biz de o zamanlar onu ve ailesini fılle (ermeni) görüyor, nefret duyuyor ve yeri geldiğinde o yaşlı adama hakaretler yapmayı bir onur görüyorduk çocuk aklımızla. İnsanın insana hakaretini din ve imanımızın bir gereği görüyorduk. Yaylada o büyükbaş hayvan nahırcılığı yaparken biz de küçükbaş hayvanlara gidiyorduk.Yani kuzuculuk yapardık. Sılemane Baffıle’ye yakınlaştığımız ve yaklaştığımız zaman çocuk aklımızla bir fılleye taş atmak ve küfürler savurmak sanki bizi bir zafere ulaştırıyordu. Oysa karanlık bir cehaletin vahşi küçük yaratıkları idik. Nahırcı Sılemane Baffıle’ye yayla çocukları olarak öylesine taş atardık ki vücudunun her yerine isabet ediyordu. Bazen kafası darbe almasın diye iki eli ile öylesine kolluyordu ki vücudunun diğer bölgeleri darbe almış almamış hiç umursamıyordu. Çocuk aklımızla ona ana avrat, din iman, ata babasına küfür savurduğumuzda şu sözünü hiç mi hiç unutamıyorum: -Çocuklar neyime küfür ederseniz edin ama benim anneme küfür etmeyin,o beni emzirmiş, ak sütünü vermiş çok zoruma gidiyor, derdi... Kendini yaşamıyordu Sıleman. Muhtemelen kendi ismi ile de yaşamıyordu. Ermenice olan ismi başına bela olmasın diye belkide müslüman ismi olan Sıleman koymuşlardı. Buna rağmen dışlanmaktan, horlanmaktan kurtulamamıştı. Ömür boyunca aynı köyde yaşamamıza rağmen onu ne bir düğünde ne bir cenaze yerinde görmedim. Köyde olması gereken hiç bir katılımda görmedim. Koskoca dünyada yalnız yaşadı beş kişilik bir ailede, gündüz nahırın peşinde gece taş duvarlı penceresiz bir damda kendi dilini konuşmadan, kendi dinini yaşamadan,mensup olduğu toplumun en ufak izlerini taşımadan başka hayatları, inanışları, hakaretleri yaşamak zorunda kalan SILEMANE BAFFILE.. Çocukluk çağını biz bitirdiğimizde on- kızılbaş - sayfa 52 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 un çileli yaşamı sona ermişti. Ardında bir iz bırakmadan, hayat denilen çizgiden gizemli bir sona ulaştı. Başköy’de mezar taşlarına kélık derler. Baş ve ayak taraflarına kélık dikilir. ölenin adı soyadı,ölüm ve doğum tarihleri yazılır.Sılemane Bafılle’nin mezarında böyle bir kélık bile yoktur. Mezarlık içinde bile mezarı dışlandı. Ölümünde bile izler kalmadı. Belki de mezar taşları müslüman mezarlığında belli olsa fılle diye yine de taşlanır ve kırılırdı. Gençliğimiz döneminde başlayan aydınlama hareketlerinin etkilerinden dolayı cehalet perdesini yavaş yavaş gözlerimizin önünden çekerken dinlerin ve dillerin, kültürlerin çeşitliliğinin dünyannın en güzel zenginlikleri olduğu bilinci ile tanıştık.Vicdan muhasebesi, geçmişi irdeleme,geleceği kurcalama,haklı ve haksızlığın ayırdına varma bilinci geliştikçe cehaletimiz ve çocukluğumuzun pişmanlıklarını yaşadık. Geçmişe dönük pişmanlıklarımın en büyüğü ve vicdanımı en sızlatan olay Sılemane Baffılle olayı oldu. Yıllarca beynimin içinde dolandı durdu. Yüzelli haneli müslüman köyde tek nefer fılle nin ne işi vardı ,neden toplumunun dışında yaşıyordu, niçin bir ömür boyunca bir akrabasıyla hiç görüşmedi, onu bu yalnızlık dünyasına iten etken nedir diye sorgulamaya başladım, merak etmeye başladım.Onun Başköy’e nasıl gelip kaldığını araştırdım.İlginç mi ilginç bir çirok (hikaye) karşıma çıktı. Aslında Sılemane Baffıle Zığçı doğumlu imiş.Şu anda Digor’a bağlı Yağlıca Köyü diye bilinir. Zığçıda o zamanlar yoğunluklu olarak ermeniler, sonra yezidiler ve müslüman kürtler yaşarmış. Çarlık Rusya’sının 1910 lu yıllarıdır. Sılemane Baffıe dilini, dinini, kültürünü yaşayan toplumsal gelenek ve göreneklerini yaşayan kendi köyünde, aile ortamında kendini yaşayan bir gençtir o dönemde.Anlatılana göre boylu boslu civan bir delikanlı. Yarış atları gibi enerjik,hareketli, yakışıklı bir gençmiş... Neden kaynaklandığı anlaşılmayan bir sebepten dolayı Zığçı’da bir kavga olur. Bu kavgaya Sılemane Baffıle de katılır. Muhtemelen bu dönemde ismi Sıleman değildir.Bu ermeni genci bu köy kavgasında adı bir cinayete karışır. Öldürüleceğini veya devlet güçleri tarafından yakalanacağını hissettiğinden bir yolunu bulup köy- den bir gece vakti kaçar. Kağızman’ın engebeli yollarına ve ıssızlığına atar kendisini. Aras Nehir’i kenarında kurulu olan Aşağı Başköy’e sığınır. Aşağı Başköy’ün bölgede saygınlığıyla bilinen Ali Keleş’in evine sığınır. (Bölgede Ali Ağa bilinir). Ali Ağa bu ermeni gencine himaye eder, yıllarca evinde saklar. Çok deşifre olmasın diye ve ermeni olduğu anlaşılmasın diye ismini Sıleman diye anarlar. Ermeni genci izini kaybettirmek için adeta minnet borcunu Ali Ağa’ya ödemek için evinde hizmetkarlık işleri yapar, çobanlık yapar. Askerlik çağında bile olmayan bu ermeni gencin yaşamı evde hizmetkarlık, kırlarda ve dağlarda çobanlıkla geçer bütün ta yaşlanana kadar. Bu firari ermeni gencin izi epey yıllar saklı kalır. Öldürülmesin ve yakalanmasın diye bir kürt ağası olan Başköy’lü Ali Keleş tarafından yıllarca kollanır. Bu gizli yaşam altı yedi yıl devam eder. Taa ki Çarlık Rusya’sının buhranlı yıllarına kadar. Son yıllarını yaşayan Çarlık Rusya’sı bünyesindeki ulusları ve etnik grupları tehcire zorlar, saldırganlaşır. Buna karşılık Anadolu’da da müslüman olmayan etnik gruplar da tehcirden nasibini alır. İşte Zığçı Köyü’ndeki ermeni nüfusu da kıyım ve tehcire uğrar. Zığçı ermeni kıyımları özellikle de cahil kürt katillere yaptırılmıştır. Şu ana kadar sirayet eden hazin ermeni kıyım hikayeleri cahiller tarafından hala anlatılır ama erdemli ve yüreği insan sevgisi ile dolu insanlar ise hala o dramatik ötesi saylan hazin hikayeleri yürekleri parçalanarak anlatırlar. O cahil kahramanlarından GEL ÇELE hikayesi unutulmayacak acılar acısı bir durumdur. Hikaye şöyle gelişiyor: Zığçı Köyü’de ermenilere karşı yoğun bir kıyım ve kırım başlatılmıştır. Kaderin başka bir cilvesi de vardır ki ermenileri katletmek yetmiyormuş gibi müslüman kürtler yezidi kürtleri de gavur diye katletmişler. Yaşam tarzları, dili, kültürü aynı olan ve yıllarca aynı köyde yaşamış kaynaşmış insanlar savaş katilleri ve tüccarları yüzünden birbirine düşman olmuş ve birbirlerinin kanını içmeye başlamışlar. Halbuki daha önce bu insanlar birbirinin kapı komşusu,sevinçte ortak sevinmişler, acılarını ortak paylaşmışlar. Birbirlerinin sofrasında yemek yemişler, Zığçı Dağı’nın soğuk pınarlarında akan soğuk sulardan beraber içmişler. Ot biçme ve tahıl biçme dönemlerinde birbirlerine imece usulü çalışmışlar. Zığçı Dağı’nın yüksek yamaçlarındaki köylerinde yllarca zor doğa koşullarında hayatın bütün sıkıntılarını ortak omuzlamışlar. Komşu olmuşlar, kardeş olmuşlar,kirve olmuşlar yıllarca. Ama ne yazık ki soykırım bütün bu değerleri alt üst etmiş, dini kullanarak kardeşçe yaşayan insanları birer katile dönüştürmüşler. İşte bu gerginlik ve kan ortamında Sılemane Bafılle’nin ailesi de ölümden, kandan, kaçıştan nasibini almıştır. Ailesinin bazı fertleri öldürülür, bazı fertleri de canını kurtarmak için Ermenistan’a kaçarak kendilerini zor kurtarırlar. Böylelikle Sılemane Bafılle’nın ailesiyle olan bağları tamamıyla kesilmiş oluyor. Kimi akrabaları doğdukları köyünde katliama kurban gidyor, kimisi de Çarlık Rusya’sı yerine kurulan Sovyetler’de bir demir perde ardında ölene kadar dünyadaki herhangi bir akrabalarıyla bir daha görüşmeden ölümü tadarak nesillerinin yokluğa itilişini ömürleri boyunca gözyaşları ve yürek kramplarıyla sadece andılar.Bu tarihsel olay Sılemane Bafılle için bir yalnızlığın başlangıcı, bir kahredilişin, ötekileşmenin dayanılmaz acısı olur.Bu aşamadan sonra onun için ne köy,ne anne baba,ne kardeş ve akrabalar,ne vatan ne din dil, ne kültür ne de bir yere ait olma duygusu kalır. Horlandığı ve hakarete uğradığı için kendine ait bütün değerleri unutarak,içine gömerek yaşadı. Sessizliğe büründü, dili çok konuşma gereği duymadığı için lal olmayı yeğledi... Yaşamı boyunca ölene kadar Başköy’de nahırcılıkla geçti.Belki de ona hakaret etmeyen,onu hor görmeyen, ötekiler kategorisine koymayan sadece hayvanlardı. 0 yüzden hayvanlarını çok iyi otlatırdı. Sadece bu yönünü gören köylüler bu yüzden onun için şöyle derlerdi: ‘Sılemane Bafılle naxırçi ki zew başe’. Yaşamı boyunca ona verilen paye nahırcılık ve bir kod arpa miktarı.... Büyüklerimizin bahsettiği ve bu tarihlere denk düşen Sılemane Bafılle’nin akrabalarının katledilişi ile ilgili bir GEL ÇELE katliamı anlatılır ki hala insanın kemiklerini kanser eder kişi duyduğu an... Katliama karışan lakap adı GEL ÇELE, esas adı Ahmet (kuyuya gel)olan Zığçılı müslüman kürt olan zat kana ve katliama öyle susa- kızılbaş - sayfa 53 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 mış ki kaçamayan yaşlı, çocuk, hasta, hamile olan ermenilerin kulağından tutup GEL ÇELE diyerek onları boş olan tahıl kuyularına canlı canlı atarmış .Aradan nerdeyse bir asır geçecek bu katliam bölgede hala anlatılır acı izleriyle. Bu şekilde tam yetmiş kişi kuyuya canlı olarak atılır. Bu katliamdan bir hafta sonra Başköylü bir köylü herhangi bir iş için Zığçı Köyüne vardığında köyün ortasında toplu bir inilti sesleri duyar, sorar bu neyin nesi, bu ses yerin deriliklerinde geliyor sanki der. Zığçılı köylü ‘doğru’der. GEL ÇELE denilen kişi tam yetmiş kişi kuyuya attı, bir hafta geçmesine rağmen hala onların iniltileridir, der. Tahıl kuyusunun dehliz derinliklerinde üst üste atılan bu insanlar çaresiz iniltiler içinde can verirler. Hayvanın hayvana yapamadığı bu katliamı GEL ÇELE denilen vahşi insan yaratığı yapar. Bu vahşi insan yaratığı yaptığı bu katliamla 1917’den beri katliamıyla hala anılıyor. Şu anda bile bu zatın sülaslesine bile hala MALA GEL ÇELE diye anılır. Şu anda bile cehaletin izlerini taşıyan örümcek kafalılar bunu bir kahramanlık olayı olarak anlatırlar, yüreği insan sevgisi ile dolu olan insanlar ise kara bir vahşet ve kara bir katliam olarak yad eder dururlar. Resmi bir kıyımın Serhat Bölgesi’ndeki uzantısı Hamidiye Alayları ve kara cahil katiller nice yaşamları böylece yok ettiler, hayatta kalanlarında hayatlarını kararttılar. Sılemane Bafılle’nin akraba ve yakınları da bu katliamdan nasibini alır. Katliamdan canını kurtaranlar da Tiflis’e ve Yerevan’a hasarlı bedenlerini, hasarlı ruhlarını atarlar. Hani derler ya Anadolu’da bir deyim var: ’Arabanın arka tekerlekleri ön tekerleği takip eder’.. Basit gibi algılansa da hayatın gerçeğini anlatıyor. Sılemane Bafılle’nin çocuklarının yaşamı da babalarından farklı olmadı; onlar da aynı kara kader yolunun kara yolcuları oldular. Oğlu Ali de hala yaşamını bu çağda bile çobanlıkla devam ettiriyor, ne bir eğitim imkanından faydalandı ne toplumun bir bireyi olabildi aynı yazgı ile ömürünün sonuna yaklaşıyor. Kızı Héwe bir genç kız iken yaşlı denecek kadar yaşı ileri olan Reşite Epe ile evlendirildi Başköy’de.. Kızı Zero ise komşu köy olan Karakale ‘de kendisinden epey yaşlı biri ile evlendirildi. Kendilerine hitap edilirken Eliye Sılemane Bafılle, Héwa Sılemane Bafılle, Zera Sılemane Bafılle hitap edilir ve hala cahillerce horlanırlar. Oysa anneleri Hélé müslüman kürt olmasına rağmen, melek gibi bir kadın olmasına rağmen fılle çocukları olarak hala anılırlar. Oysa bu vahşet günlerinde canını zor bela kurtararak Tiflis’e ve Erivana’a sığınan ve katliamdan bir mucize eseri kurtulan ermeni ve yezidi kürt çocuklarının hayatına göz atmakta fayda var diye düşünüyorum. Anne ve babaları katledilmiş, tüm akrabalarını bu kıyım döneminde kaybetmiş bu kimsesiz çocuklar kimlerdir biliyor musunuz? Hepsi ya YEMENÇAYIR, ya KIZILKULA, ya SUSUZ, ya HASOCAN,ya ZİBİNİ, ya ZIĞÇI, ya BACELU, ya YENİKOY, ya da MEWREK köyündendir. Digor’un bağrından kopan ermeni ve yezidi kürtlerdir. Sığındıkları ülkelerde BM’in desteği ile bu ülkelerde yetimhanelerde yaşayarak hayata tutunmuşlar. Acılarını yüreklerine gömerek çareyi okumakta bulmuşlar. Kimi bu ülkelerde filolog, kimi profesör, kimi antrapolog, kimi öğretmen, kimi edeiyatçı, kimi müzikolog, kimi acıyı seslendiren dengbej, kimi gazeteci, kimi yazar, kimi çizer olmuştur. Sılemane Bafılle’nin köyünden firarı, kıyım ve sürgünler, Rus Çarlığın yıkılışı, Ekim Devrimi hep aynı tarihlerde çakışıyor. Muhtemelen Zığçı’dan kaçıp canını zor kurtaran bu gelişen insanlar Sılemane Bafılle’nin akrabalarıdır. Çok ilginçtir ki Digor’dan katliamdan kılpayı kurtulan bu yetimler hayatlarını kürt dili ve edebiyatına, kültürüne adamışlar. Bedenleri her ne kadar Gürcistan’da ve Ermenistan’da, ya da SSBC’de yaşasa da ruhları hep doğdukları topraklara tutunmuş. Yetmiş yılın üzerinde demir perde ve demir kutulu ülkelerde yaşamalarına rağmen öylesine filiz vermişler ki sonradan bu filizler bir şekilde sızarak dünyada yok olmak üzere olan toplumların kültürlerinin, müziklerinin, edebiyatlarının tohumları olmuştur. Toparlarsak bizde kalan bir fılleyi biz dışlayarak hayatını kararttık, bizden katliamdan kaçıp kılpayı kutulanlar ise en üst seviyede eğitim görerek, insan olma onurunu en zirvede yakalayarak hem yaşadıkları topraklara hayat verdiler hem de kürdün dilini, kültürünü, edebiyatını bilimsel anlamda dünya arenasına taşıdılar, yok olan bir dili yaşattılar. Bunlardan Prof. Heciye Cindi, Ferike Usıv, Nura Cewari, Zeyneva İbo, Karapete Xaço, Erebe Şemo, Emina Evdal, Qnate Kurdo, Tosine Reşit, Susuka Simo, Seyade Semedin, Usıve Beko, Egide Cımo, Tifale Efo, Miroye Esed, Sehide İbo, Emerike Serdar, Şıkoye Hesen, Eliye Ebdılrehman, Mikayile Reşit, Qaçaxe Mırad, Casime Celil, Mehmede Musa ,Zozana Ozmanian, Zina Cewari, Aram Tigran gibi yıldızlar yaşarken insani iradenin üstünde bir çaba sarf ederek bir ulusun diline, edebiyatına, müziğine hizmet ettiler, yaşattılar. Bence onlar gökyüzünde tepemizde hep birer yıldız olarak yaşıyorlar eserleriyle. Yerevan Radyosu ve Riya Teze Gazetesi’ndeki çabaları hep devam edecek bir çığır, hep akan bir şelale olacaktır. Bu yıldızların huzurunda Ape Sıleman, kara cahillik deyimiyle Sılemane Bafılle sana yapılanlar için (öldükten sonra da olsa) ne kadar üzülüyorum bir bile bilsen.. Sana yapılanlar yıllarca beynime işleyen bir şarapnel parçası gibi duruyor. Seninle ilgili, çocuklarınla ilgili kara yaşamı, kara yazgıyı hep üzüntü ile yaşadım. Sende takdir edersin ki din, dil, ırk ayrımının kimler tarafından çarpıtıldığını, cehaletin nerden beslendiğini... Sana, ruhuna bir fatiha olur hikayem inşallah... ÇİROKA SILEMANE BAFILLE emmi.. Yaralı ruhun,kendi benliğini yaşamayan yaşarken tavşan ürkekliği yaşayan ruhun şad olsun... 30 EYLÜL 2009 kızılbaş - sayfa 54 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ALEVİLERE TEKKE VE ZAVİYELER KANUNUYLA YENİ TUZAK KURULUYOR Pek çoğumuz farkında değil ama Alevilere yine belli çevreler tarafından yeni bir tuzak hazırlanıyor. Bu tuzağın adı, 30 Kasım 1925 tarihinde Atatürk’ün Devrim Yasaları kapsamında çıkarılan 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasına dair kanunun kaldırılmasına yönelik şimdilik utangaçta olsa başlatılan girişimlerdir. Gariptir ki, bu yasanın kaldırılması, cem evlerinin ibadethane sayılması bağlamında ve bizzat Aleviler tarafından gündeme getiriliyor. Konu en son 21 Kasım’da Dünya Ehl-i Beyt Vakfı Başkanı Fermani Altun’un verdiği Muharrem “iftarı”nda yaptığı konuşmada dillendirildi ve yemeğe katılan Devlet Bakanı Bekir Bozdağ da bunun üzerine yasanın kaldırılabileceği sinyalini verdi. Gerçi AKP Hükümeti bütün Devrim Yasalarına olduğu gibi bu yasaya da savaş açmış durumda. Ancak her nedense Tekke ve Zaviyelere getirilen yasağı kendileri bizzat pek gündeme getirmezken, daha çok AKP’ye yakın Fermani Altun benzeri Alevi şahıslardan yararlanıyorlar. Hakkını yemeyelim, Yeni Şafak Gazetesi köşe yazarı ve aynı zamanda Alevilik-Bektaşilik konulu birçok araştırma ve makalesi bulunan Müfit Yüksel de, yemekte yapılan konuşmalara ve Bakan Bozdağ’ın Altun’un teklifine gösterdiği ilgiye dikkat çeken 24 Kasım tarihli bir makale kaleme aldı. Yazısında yıllardır Sünniler yanında Alevileri de mağdur eden bu yasağın kaldırılması için mücadele ettiğini ifade eden Yüksel, Tekke ve Zaviyeler üzerindeki yasağın yürürlükten kaldırılmasıyla, zaten fiilen faaliyet gösteren Nakşibendîlik, Kadirilik, Halvetilik, Cerrahilik gibi Sünni tarikatlarla birlikte, Bektaşiliğin de rahatlayacağını öne sürüyor. Bu yasayla yukarıda adı geçen Sünni tarikatlara ait olanlarla beraber Bektaşi tekkelerinin de kaldırıldığının altını çizen Yüksel, Alevi ve Bektaşilerin kullandığı dedelik, seyitlik, halifelik, mürşitlik, babalık, çelebilik benzeri unvan ve sıfatların kullanılmasının da yasaklandığına işaret ediyor. karşı yapılan açıklamalarda da Bakan Bozdağ’a, “Biz bu oyuna gelmeyiz” ve “Cem evlerini bahane edip bizi kullanmak istiyorsunuz” denildi. *** Peki, tuzak diyoruz da, tuzak ve hile bunun neresinde? D r . H ü s e y i n D E M İ RTA Ş Müfit Yüksel yazısının devamında, “Son yıllarda büyük kentlerde birbiri ardına açılan cem evleri, 677 sayılı yasa engeli yüzünden dergâh ve zaviye statüsünde açılamamakta, dolayısıyla 'İslâm'dan ayrı bir dinin tapınağıymış' algılamasına sebep olmakta, bu anlamda İslam dışı bir zemine itilme tehlikesi doğurmaktadır” cümlesiyle baklayı ağzından çıkarmaktadır. İşte Alevilere hazırlanan tuzak bu cümle içinde kendisini açığa vurmaktadır. Malum gerek Aleviler gerekse de, başta CHP olmak üzere Kemalist ve laik kesimler Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasıyla ilgili kanunun yürürlükten kaldırılmasına şiddetle karşı çıkıyorlar. Buna gerekçe olarak, AKP’nin cem evlerini bahane ederek bu yasağı kaldırıp, asıl Sünni tarikatları yasal hale getirmeyi ve Türkiye’yi bir adım daha şeriat devletine götürmeyi hedeflediğini ileri sürüyorlar. Ayrıca Ehl-i Beyt Vakfı’nın verdiği yemeğin ardından, Alevilerin cem evleriyle ilgili taleplerinin karşılanabilmesi için bu yasanın kaldırılması gerektiği yönünde açıklama yapan Bekir Bozdağ, “CHP gelsin bunu konuşalım” demişti. Arkasından AKP’li bazı milletvekillerinin CHP’nin Alevi milletvekili Sabahat Akkiraz’ı ziyaret ederek, “Yasanın kaldırılması için teklifi siz verin, biz destekleyelim. Cem evi sorununu da çözelim” dedikleri ortaya çıktı. Alevi örgütlerinden bu hazırlığa Şurada; aslında cem evlerinin ibadethane olarak kabul edilmesinin önündeki en büyük engel Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasına dair kanun değildir. Çünkü tekke ve zaviye kavramı Alevilikte mevcut değildir. Aleviler cem yaptıkları mekâna hem tarih boyu hem de günümüzde, kutsal bir anlam atfetmedikleri gibi, buraları “pirevi”, “meydanevi” ya da “dergâh” diye isimlendirmişlerdir. Kaldı ki zaten cem evlerinin resmen ibadethane kabul edilmesinin önündeki engellerin başında da, söz konusu yasadan çok Türkiye’yi yönetenlerin zihniyet sorunu gelmektedir. Bu tekçi zihniyetin başını da hükümet, Diyanet ve yargı çekmektedir ve ortak yorumları, cem evleri camiye eşit ve denk konumda bir ibadethane olamaz ve kabul edilemez şeklindedir. Buradan hareketle de, cem evlerini bir ibadet yerinden çok tarikatlara has tekke ve zaviye kurumlarıyla bir tutarlar. Aslında bunu da tam yapmazlar. Aksine bu zihniyetin mensupları Aleviliği tarikat olmaya bile layık görmediklerinden kendileriyle de çelişirler. Çünkü Alevilik onlara göre, tarikatın da altında, İslam’ın bir alt-kolu ve meşreptir. Haliyle alt-kol, meşrep olunca da ana gövdenin yani İslam’ın Şii’siyle Sünni’siyle ortak ibadet mekânı sayılan cami ve mescitler otomatikman Alevilerin de ibadet yeri ilan edilir. Hâkim İslam yorumuna göre cami-mescit, bir kere ortak ve birincil ibadethane sayılınca da, ikincil nitelikteki tekke ve zaviye gibi mekânlara doğrudan ve öncelikli bir ihtiyaç kalmaz. Dolayısıyla Alevi ibadet ve erkânının yürütüldüğü cem evleri kendiliğinden gereksiz ve lüzumsuz hale gelir. Bu yorumdaki gizli amaç ise Sünni tarikatların camiden sonra vazgeçilmez ayin ve kızılbaş - sayfa 55 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 zikir mekânı olan tekke ve zaviyelerin üzerindeki yasağı kaldırmaktır. Yani bir taşla iki kuş vurulmak istenmektedir. Böylelikle aslında yerine getirmeyecekleri cem evlerinin statüsünü tanıma vaadini öne sürerek, Tekke ve Zaviyeleri yasaklayan kanun iptal edilecektir. Tarikat sınıfına bile sokulmayan Alevilik ise görmezden gelinecek; zaten fiilen bu kanunu çiğnemiş olarak faaliyetlerini sürdüren pek çok Sünni tarikatın önü açılacaktır. Hatta yasağın kaldırılmasıyla 1925’te el konulan mülk ve vakıflarına tekrar kavuşabilecekler ve kendilerine çok geniş bir rant alanı doğacaktır. rından birinin kaldırılmak istenmesi, cem evlerine ve dolayısıyla Aleviliğe büyük bir darbe vuracaktır. Eğer bu kanun yürürlükten kaldırılırsa, artık cem evlerinin, cami, kilise ve sinagoglarla eşit bir ibadethane statüsüne kavuşması hayal haline geleceği gibi, buralar ibadethanedir demenin zemini bile tamamen ortadan kalkacaktır. Hatta böyle bir iddiayı sürdürenlere ceza bile verilebilecektir. O takdirde cem evleri, tekke ve zaviyelerle yalnız görünüşte eşit bir yapıya kavuşacağından, yine birincil (primary) değil ikincil-tali (secondary) bir dini mekân seviyesinde kalmaya mahkûm olacaktır. Cem evlerinin payına ise buradan ibadethane olmak yerine sadece tarikat zikir ve ayinlerinin yapıldığı mekân sayılan tekke ve zaviyelere eş iğreti bir denklik statüsü düşecektir. Ancak bu yeni statü pratikte hiçbir işe yaramayacaktır. Zira Tekke ve Zaviyelerin kaldırılmasına dair kanunun çıktığı 1925 tarihinde, şehirlerde cem evi benzeri mekânlar henüz oluşmadığından, Alevilere iade edilecek neredeyse hiçbir mal-mülk ve vakıf bulunmamaktadır. Az da olsa mevcut olanlar ise Bektaşilere aittir. Üstelik onlara mülkleri iade edilse bile Sünni tarikatlarla karşılaştırılınca devede kulak miktarında kalmaları bir yana, aslında bu durum Alevileri ve Aleviliği de doğrudan pek ilgilendirmemektedir. Zira Alevilik hem Osmanlı hem de Cumhuriyet döneminde resmen tanınmamıştır. Üstelik sürekli büyük baskı, takibat ve katliamlara maruz kalan bir inancın mensuplarının da, kendilerini cellâtlarının önüne gönüllü atan bir yaklaşımla “Burası bizim ibadethanemizdir” diyerek cem evi benzeri kayıtlı mekânlarının olması da beklenemez! Nitekim cem evlerinin bu yolla elde edeceği belirsizlik vasfını hala koruyan bu statü sayesinde, “Gidin İslam’da birinci derecede önemli, temel ve farz bir ibadet kabul edilen namazlarınızı camilerde kılın, arkasından da isterseniz bizim ayin-zikir saydığımız erkânlarınızı cem evlerinizde yerine getirin” denilerek, Alevilere yine cami ve mescitlerin yolu gösterilmeye devam edilecektir. Sonuçta yine mevcut statüko değişmeyecek, aynı hamam aynı tas yerinde kalacaktır. Bir de üstüne üstlük, devlet ve belediyeler imar planlarında sadece cami, kilise ve sinagoglar için bir yer gösterebildiklerinden ve de dolayısıyla cem evi bu yeni statüde de şimdiki gibi adı geçen ibadethanelerle eş ve eşit sayılmayacağından, yine devlet nezdinde üvey evlat muamelesine tabi tutulacaktır. Belediyeler hala cem evi için arsa tahsis etmeyecek, mevcut olanların statüsünü tanımayacak; elektrik, su ve diğer altyapı giderlerini karşılamayacaktır. Öyle ya, cem evleri yeni yasal düzenlemede de resmen ibadethane kapsamında değildir. Ya nedir onların cem evine biçtiği yeni rol? Cem evi özele aittir. Tekke ve zaviye gibi dinen zorunlu olmayan, isteğe bağlı faaliyetlerin yürütüldüğü kültürel bir mekândır. O nedenle bir hak iddiası durumunda kolaylıkla çıkıp, “Nasıl ki, diğer tarikatlar tekkelerini kendi öz kaynaklarıyla yürütüyorsa, Aleviler de öyle yapsın” denilecektir. Kısaca devlet olası bu yeni konumda da, sadece birincil ibadet mekânı saydığı camilere ve mescitlere desteğini sürdürecek; cem evleri özel ve keyfe keder yerler sayılarak yine şimdiki gibi mevcut sorunlarıyla baş başa kalacaktır. İşte Fermani Altun gibi bazı Aleviler, bu oyuna alet olarak, cem evlerini *** Diğer taraftan bazı köy ve kasabalarda Alevilerce cem yapmak için kullanılmış mevcut gayri resmi tarihi mekânlar ise zaten o dönemde resmi bir kurumda kayıtlı olmadıklarından Tekke ve Zaviyelerin kaldırılmasına dair kanundan doğrudan etkilenmemişlerdir ve varlıklarını gizli de olsa fiilen günümüze kadar sürdürmüşlerdir. Özetle cem evlerine statü kazandırılması bahane edilmek suretiyle, tekke ve zaviyeleri yasaklayan ve kaldıran Devrim Yasalarının en hassas olanla- ibadethane sayılmayacak bir konuma getirmek isteyenlere kendi elleriyle büyük katkı sunmaktadırlar. *** Öte taraftan kendilerini ister Müslüman saysın ister saymasın Alevilerin ezici çoğunluğu, cem evlerinde yürüttükleri erkânları geçmişte ve günümüzde her zaman birincil ve temel ibadet saymış; camileri kendilerine hitap etmeyen hatta sürekli aleyhlerinde faaliyet gösterilen yabancı birer mabet olarak görmüşlerdir. Aleviler arasındaki bu olgu ve algılayış, tüm eritme ve yabancılaştırma çabalarına rağmen çok canlı ve görünür bir şekilde varlığını sürdürmekteyken, hem camiye hem cem evine giden Alevilerin oranı hala çok küçüktür. Üstelik böyle davranan Aleviler, çoğunluk tarafından dışlanmakta ve Sünniliğe geçiş yapmanın ön aşamasında bulunan yolunu şaşırmış zavallılar (Proto-Sünniler) olarak görülmektedir. Şüphesiz ki, Aleviler için camiye gidip namaz kılmak, bırakın birincil, temel ve öncelikli bir ibadet olmayı, böyle inanıp yaşamak ibadetten bile sayılmaz. Bu toplumsal gerçeklikte sonradan olma, yani arızi bir şey değil, Aleviliğin kendine has bir özelliğidir. Aleviler ve Alevilik cem evini kutsal bir mekân olarak görmez. Normalde cem müsait ve temiz olan her mekânda yapılır. Ancak günümüzde böyle mekânlar, eskiden kırsalda olduğu gibi değişken ve geçici olmaktan çıkmış, kentleşmeyle birlikte yerleşik ve kalıcı bir niteliğe bürünmüştür. Bu da resmi tanınma ve kabul edilme ihtiyacını beraberinde getirmiştir. Devlete ve onu yönetenlere düşen görevse, Alevi inançlı vatandaşlarının, bu ihtiyacına en iyi şekilde bir karşılık vermek ve bu gerçekliği eğip bükmeden olduğu gibi kabul eden yeni bir yasal ortam hazırlamaktır. Bu konum ise ancak ve sadece cem evlerinin, cami ve mescitlerle aynı ve eş değerde bir ibadethane olarak resmen tanınmasıyla mümkün olabilecektir. Kaldı ki, gerçeklerden bir süre kaçabilirsiniz ama bunu ebediyen devam ettiremezsiniz. Tekke ve zaviyeleri tekrar yasal ilan etseniz de, Aleviliğe ruhuna aykırı tanımlar getirseniz de, bütün bunlar cem evlerinin yaşadığı mevcut yasal boşluğu ve statü belirsizliğini kızılbaş - sayfa 56 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ortadan kaldırmaya yetmeyecektir. Sonuçta Alevilerin cem evlerini kendi algılayış ve kabul ediş biçimlerinin tersine her arayış hüsrana uğramaya mahkûmdur. *** O halde sorunun çözümü, Aleviliği İslam’dan az veya çok etkilenen yönleri bulunmakla birlikte kendine has –sui generis- inanç, itikat, ibadet ve pratikleri olan bir öğreti olarak kabul etmekten geçiyor. Keza cem evleri de bu Anadolu’ya özgü inanç biçiminin özgün ibadethanesidir diye resmen tescil edilmelidir. Zira camisiz Alevilik olur/oldu/oluyor ama cem evi olmadan Alevilik olmaz ve varlığını sürdüremez. Cemlerin icra edildiği cem evi Aleviliğin olmazsa olmaz bir şartı ve kurumudur. Bunun en büyük kanıtı da, gidin Alevi köylerine, yasak olduğu halde cem yapılmak için kullanılan şahsa ait veya ortak kullanılan çok sayıda yapı bulabilirsiniz ama adı cami olarak geçen hiçbir mekâna rastlayamazsınız. Bulduklarınız ise Hacıbektaş’taki gibi genellikle sonradan yapılmıştır ve cemaatsiz camilerdir. Bütün bu gelişmeler yaşanırken Alevilerin somut gerçeklikleri kabul edilmeyecekse, sorunlarının çözümü için en kolay adımlar bile atılmayacaksa söylenen ve yapılan her şey laftan ibaret kalır. Çözümsüzlük ve gerginlikler devam eder gider… Tekke ve zaviyelerin yasağının kaldırılmasıysa, ancak Türkiye’yi laiklikten daha da uzaklaştıran ve şeriat devletine yaklaştıran bir adım olmaktan öte bir işe yaramaz. Tekke ve zaviyeler üzerindeki yasak illaki tartışılacaksa da, ki ben tartışılmasından yanayım, bu cem evleri üzerinden değil bir başka zeminde yapılmalıdır. Zira Alevilik bir tarikat olmadığı gibi cem evleri de tekke-zaviye cinsinden ikincil-tali bir ibadethane değildir. Cem evleri aynen cami-kilise-sinagog gibi Alevilerin birinci dereceden eşit ve eş ibadethaneleridir. Kesin olan şu ki, tam da buradan hareketle Aleviler, bunun aksini iddia edenlere, “Sen bunları külahıma anlat. Git işine be kardeşim!” demeye inatla devam edecek gibi görünüyorlar. ---------- o O o -----------Butzbach/Almanya, 12 Aralık 2012 kültür ürünlerinizi tanıtımı için: tel: +49 177 502 88 53 k izilbasdergisi@kizilbas.biz 2. baskı yeni çıktı kızılbaş - sayfa 57 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Kitlesel direnişi yükseltme zamanı ların ölüme yatmasını desteklemek değil, ölümü göze aldıkları demokratik talepleri için onların ulaştıramadıkları sesleri yükselterek taleplerin çözüm yolunu açmaktır. Bu yüzden Ölüm Oruçlarına son verilmesi sevindirici olmakla birlikte, bunun direnişin çökmesi biçiminde değil, dışarıya devredilmesi biçiminde yapılmasının daha doğru olacağı inancındayım. Recep Maraşlı Öcalan, "hiçbir tereddüde kapılmadan ölüm oruclarına son verilmesi" çağrısı yaptı; BDP'nin bu girişimi organize ettiği ve desteklediği biliniyor. Tutsaklar kararlarını açıklamamakla birlikte, eylemi bitirme yönünde olacağı bekleniliyor. bir durumdur. Bu gün itibariyle Öcalan'ın çağrısı dışında Açlık Grevlerinin talepleriyle ilgili somut bir çözüm yoktur. Böyle bir şey varsa bu nedir, kamuoyunun bunu bilmek hakkı vardır. Eylem açıksa, anlaşma gizli kapaklı olmaz!.. Öcalan’ın Kardeşiyle görüşmesi zaten “tecrit dönemi” içinde de birkaç kez yapılmıştı. Hatta Öcalan, sürecin hassas olduğunu, kardeşinin bazı şeyleri yetersiz aktarabileceği endişesiyle görüşmeye kendisi de çıkmıyordu. Tecrit’ten kastedilen şey Öcalan’ın avukatlarıyla düzenli yaptığı görüşmelerin kesilmesi, bu avukatların tamamen tutuklanmış olmaları, Öcalan’ın tem başına 12 yıldır bir hücrede tutulması vb gibi uygulamalardır. Esas olarak da “diyalog” sürecinin ve Öcalan’ın devre dışı bırakılmış olmasıydı. Yüzbinleri, milyonları ayağa kaldırdıktan, dostları harekete geçirdikten sonra onlardan bir tahmin ve temenni üzerine durmalarını talep edemezsiniz. Anadilde eğitim ve savunma hakkı konusunda tek somut ilerleme AG’ler devam ederken yapılan “anadilde savunma hakkı” ile ilgili yetersiz düzenlemeden ibarettir. Hükümet anadilde eğitim konusunda “seçmeli ders”ten öte bir perspektifi olmadığını defalarca deklere etti. Bu talepler konusunda da yeni ve ileri bir adım söz konusu olmamıştır. Öcalan, bulunduğu yer itibariyle zaten ne zaman kendisine sorulsa "Açlık grevlerine devam edin, benim için ölüm orucuna yapın" demezdi, diyemezdi. Zaten görüşme yolları açık tutulan kardeşiyle görüştürülüp, başka türlü vermesi çok zor olan “ölüm oruçlarını bırakın” mesajı üzerinden “zafer” açıklamaları yapmak çok zorlama O halde geriye “perde arkası bir şeyler konuşulmuştur, bir şeyler üzerinde anlaşılmıştır” gibi bir tahmin ve temenni kalmaktadır. Böyle bir şey var mıdır yok mu? Kitlesel destek ve eylemlilikler Açlık Grevi ve ölüm oruçlarının taleplerini sahiplenerek onları aşmıştır. Ölümlerin yaşanmasını kesinlikle istemeyiz... Açlık grevi eyleminin esas hedefi büyük oranda yerine gelmiştir, hedef kitlede büyük bir destek ortaya çıkmış ve demokratik kamuoyunda önemli bir dayanışmacı dinamik harekete geçmiştir diyebiliriz. Bu anlamda başarılıdır da. Yarım kalan şey bu kitlesel aktivitenin iktidar üzerinde caydırıcı, sonuç alıcı bir güce dönüşmemiş olmasıdır Açlık Grevlerini desteklemek, insan- Ölüm oruçları bitmeli ama kitlesel direniş ise taleplerini yükselterek devam etmeli diye düşünüyorum. Eğer bu haliyle direniş çökerse, devlet Kürtlerle oynamaya, yap-boz yapmaya devam edecektir. Oya şimdi bu serhildanın daha da büyüyerek sonuç alıcı bir “Kürt baharı^na dönüşme imkanı ve potansiyeli vardır. Dünyanın pek çok yerinde toplumlar bu kitlesel aktivitelerin çok daha düşük profiliyle ama başarılı politik hamlelerle sonuç alabildiler. Kürt ulusal demokratik hareketinin dağlara, cezaevlerine ya da parlamentarizmin dar koridorlarına hapsolmadan etkili olabileceği çok büyük bir siyaset alanı vardır. Kitle desteği anlamlı ve yüksektir o halde bu alanın inisiyatifini, barışçıl ama etkili kitle muhalefetini öne çıkarmanın zamanıdır. Eğer sorun Öcalan’ın liderlik gücünün test edilmesi düzeyine tutulursa, bu kendisiyle beraber Bu potansiyelin de tutsak edilmesi, şantaj altında tutulması anlamına gelir. Oysa Kürt kitlesel hareketi Öcalan’ı aşmayı başarır, ona rağmen ve onsuz da yürüyebileceğini gösterirse çok şey kazanacaktır. Tutsak edilmiş bir liderine sahip çıkmak önemlidir, ama onunla beraber ve ona tutsak olmak kabul edilemez. Asıl olan bütün bir toplumun özgürlük talebidir, diğer sorunlar ancak buna bağlı olarak çözülebilir. Denklemi ters kurmak bizi her zaman baş aşağı düşürecektir. Kaynak: ht t p://w w w.gelawej.net /index.php/ recep-marasli/7703-kitlesel-direniiyuekseltme-zaman.html kızılbaş - sayfa 58 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 EKSİKLİĞİMİZ KENDİMİZDEDİR YERYÜZÜNÜN YAŞAYAN ÖLÜMSÜZ İNSAN TANRISI HIZIR - (8) Derviş Yunus söyler sözün, yaş doludur iki gözün Bilmeyen ne bilsin bizi, bilenlere selam olsun…! Yunus EMRE DOKUZUNCU TABLET Gılgamış, arkadaşı Engidu için acı gözyaşları döküp kırlara koşarak dedi: "Ben ölmeyecek miyim? Ben de Engidu gibi ölmeyecek miyim? Gönlümü üzüntü kapladı. Bana olum korkusu geldi. Şimdi kırlara koşuyorum. Ubar - Tutus'un oğlu Utnapistim'e gitmek için yol aldım. İvedilikle oraya gidiyorum. Dağın geçitlerine gece vardım. Aslanları görüp korkuttum. Başımı yukarı kaldırıp Ay Tanrısı’na yalvardım. Bu yalvarışım bütün tanrılara yöneldi: Korkulu yerde beni sağ bırakın! "Gılgamış sonunda uykuya daldı ve gördüğü bir düşü onu irkiltip uyandırdı. Gılgamış şöyle bir düş gördü: O ayın parlak ışığında yürüyerek bir suru aslana rastladı. Bunları görünce yaşamından zevk aldı; satırını kaldırıp koluna astı ve kemerine takılı kılıcını kınından sıyırıp aslanların arasına daldı. Bunlardan ikisini öldürüp gerisini dağıttı (84). Öldürülen bu iki aslanın yeşim tasından yontularını yaptı. Yontuları boyadı ve üzerlerine aslanların adlarını kazıdı. Birisine ..., ötekine de ... dedi ve her iki yontuyu, gece kendisini aslanların tehlikesinden koruması için, Ay Tanrısı’na armağan etti (85). (22 satırlık boşluk. Gılgamış bir dağa geldi.) Dağın adI Mâsu'dur (86). Gılgamış bu Mâsu dağına gelince, günü gününe güneşin çıkmasını ve girmesini bekleyen (87), başları gökyüzüne kadar yükselen ve göğüslerine kadar cehenneme batmış bulunan iki akrep insanın, bu dağın kapısını beklediklerini gördü. Bunlar öylesine korku vericiydi ki, korkudan yüzlerine bakılmazdı. Bunların görünüşü olumdur. Bunların korkunç görünümü tüyleri ürpertiyor ve dağları deviriyor. Bunlar, günesin dağdan çıkmasını da ve dağa girmesini de bekliyorlar. Gılgamış, bunları görünce korkudan ve dehşetten gözü karardı ve o, aklını başına toplayıp bunların yanına yaklaştı. Akrep adam karısına seslendi: "Buraya, bize gelenin vücudu tanrı etinden midir?" Akrep adamın karısı ona yanıt verdi:"Onda üçte iki tanrılık, üçte bir insanlık vardır!" Akrep ADNAN CANGÜDER adam, insan yüzlü, tanrıların çocuğuna seslenip su sözleri söyledi: "Neden ötürü bu denli uzun yol yürüyüp buraya benim yanıma kadar geldin? Geçit vermez Irmakları geçtin? Başına gelenleri bilmeyi pek isterdim." (28 satırlık boşluk. Gılgamış yanıt verdi:) Utnapistim için, atam olan Utnapistim'in yolunda! O, tanrıların arasına girdi ve tanrıların toplantısında yasama kavuştu. Ondan oğlum ve yaşamı soracağım!" Akrep adam ağzını açıp Gılgamış'a dedi: "Gılgamış, bunu bilecek insan yoktur! Dağların kapuzuna (88) kimseler girmedi. Dağların içinde iki kez on iki saat uzaklığında bir boğaz vardır; içi koyu karanlıktır. ışık yoktur. Güneş doğduğu zaman dağın kapısı açılır, battığı zaman kapı kapanır." (73 satırlık boşluk. Görünüşe göre Gılgamış Akrep adama yalvarıp yakararak dağdan geçmek için izin almak gereğini duymuştur.) Akrep adam konuşmak için ağzını açıp Gılgamış'a su sözleri söyledi: "Yürü Gılgamış, korkma! Sana Mâsu dağlarının yolunu acıyorum. Dağları ve tepeleri güvenerek as! Ayakların seni sağlıkla yurda götürsün! Dağın kapısı önünde açılsın!" Gılgamış bunu duyar duymaz, Akrep adamın sözüne uyup, Samas'ın yolunda dağın kapısından içeri ayak bastı. O, bir kez iki saat ileri gidince koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi.Küçük bir Işık sızıntısı, karanlığın arkasında ne olduğunu ona göstermedi. O, iki kez iki saat ileri gidince: koyu karanlığa düştü. ışık görünmedi. Küçük bir Işık sızıntısı, karanlığı arkasında ne olduğunu ona göstermedi. O, iki kez üç saat ileri gidince: koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi, küçük bir Işık sızıntısı, karanlığın arkasında ne olduğunu ona göstermedi. O, iki kez dört saat ileri gidince: koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi, küçük bir Işık sızıntısı, karanlığın arkasında ne olduğunu ona göstermedi. O, iki kez beş saat ileri gidince: boyu karanlığa düştü. Işık görünmedi. Küçük bir Işık sızıntısı, karanlığın arkasında ne olduğunu ona göstermedi.O, iki kez altı saat ileri gidince: koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi. Küçük bir Işık sızıntısı, karanlığın arkasında ne olduğunu ona göstermedi. O, iki kez yedi saat ileri gidince: koyu karanlığa düştü. Işık görünmedi. Küçük bir Işık sızıntısı karanlığın arkasında ne olduğunu ona göstermedi. O, iki kez sekiz saat ileri gidince yorgunluktan soluyordu; fakat karanlık koyuydu, Işık yoktu. O, iki kez dokuz saat ileri gidince: onun alnına kuzey yeli vurdu. O, iki kez on saat ileri gidince: kapıya yaklaştı... (Bir satır eksik) O, iki kez on bir saat ileri gidince: güneş girmeden, o dışarı çıktı (89). O, iki kez on iki saat ileri gidince: aydınlık parlıyordu. O, cins taslarla dolu bir bahçeye girdi. Bunların görkemini görünce rahatladı. Akikten meyveler taşıyan üzüm salkımları (90) dallarda asılıdır. Görünüş çok hoştu. Lacivert taşı goncalar taşıyor, meyveler taşıyor; görünüşü bir zevktir. (6'ncı sütunun küçük kalıntıları cins taşlar bahçesini sonuna dek betimliyor.) ONUNCU TABLET Sâkiye Siduri (91), denizin Issız bir kösesine yerleşmiştir. O tahtında oturuyor. Sâkiye için ağaçtan ayaklar yapılmıştır. Bu ayaklar üzerine altından yapılmış sıra fıçıları konmuştur. Tanrıca sık bir duvak örtünmüştür. Yüzü görünmemektedir. Gılgamış koşup onun yanına geldi. Kirle örtülüdür. Bir posta bürünmüştür. Bedeninde tanrı eti vardır. Gönlü üz- kızılbaş - sayfa 59 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 gündü. Yüzü uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne benziyordu. Sâkiye, onu uzaktan görünce içinden düşünerek kendi kendisine şöyle söylendi: "Her halde bu adam bir yabanıl hayvan oldurucusudur; ama yolu neden buraya düştü?" Sâkiye onu görünce, kapıyı dışardan ve içerden sürgüledi. Ancak Gılgamış onun ne yaptığına iyice dikkat etti. O, çenesini kaldırıp bağırmaya başladı Gılgamış ona, Sâkiye'ye seslendi: "Sâkiye, ne gördün de kapını sürgüledin? Kapını sürgüleyip, sürgü üstüne sürgü vurdun. Senin iç kapını döverim ve sürgüsünü kırarım!" (Bundan sonraki boşlukta, olasıdır ki, Samas'ın günlük dönüsü sırasında Sâkiye Siduri'ye uğradığı zaman Siduri'nin Gılgamış hakkında Samas'a verdiği bilgi anlatılmıştır). "O, yabanıl hayvanları avlayıp postlarını giyiyor ve etlerini yiyor. Gılgamış şimdiye dek hiç kimsenin varamadığı hedefe ne zaman varacaktır? Ne zaman uygun yeli izleyecektir?" Samas düş kırıklığına uğrayarak ona donup, Gılgamış'a dedi: "Gılgamış, nereye koşuyorsun? Sen aradığın yaşamı bulamayacaksın!"Gılgamış ona, yiğit Samas'a dedi:" Kırlarda şuraya buraya koştuktan ve dolaştıktan sonra, yerin altında başımı dayayıp bütün yıl uyuyacak mıyım? Hayır! Gözlerim güneşi görmek istiyor. Kendimi güneşin Aydınlığına kandırmak istiyorum. Benim için karanlık, aydınlık kadar uzaktır. Fakat ölüm, ne zaman güneşin ışığını görebilmiştir? (Bundan sonraki boşlukta, Samas'ın Gılgamış'a avutucu bir yanıt verip vermediği pek belli değildir. Bu arada Samas gittikten sonra Gılgamış, Sâkiye Siduri'yle yine baş başa kalmıştır). Gılgamış ona, Sâkiye'ye dedi: "Ben gökyüzünden aşağıya inen boğayı yakalayıp yok ettim. Ben katran ormanının bekçisini vurdum. Katran ormanında oturan Humbaba'yı öldürdüm. Dağların geçidindeki aslanları öldürdüm. "Sâkiye ona, Gılgamış:" Eğer sen bekçiyi vuran, katran ormanında oturan Hum baba’yı öldüren, dağların geçidindeki aslanları öldüren, gökyüzünden aşağı boğayı yakalayıp yok eden Gılgamış'san ne diye yanakların erimiş? Ne diye yüzün çarpılmış? Ne diye gönlün hoş değil? Ne diye yüzün arıklamış? Ne diye gönlünde üzünç var? Ne diye yüzün uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmüş? Ne diye yüzün ayazdan ve güneşin sıcağından çökmüş? Ne diye krallığı unutup kırlarda dolaşıyorsun? "Gılgamış ona,Sâkiye'ye dedi:" Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim arkadaşım, benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim Engidu, insanlığın yazgısına kavuştu (92). Onun için gece ve gündüz ağladım.. Onun gömülmesine razı olmadım. Acaba arkadaşım sesime uyanacak mı diye. Yedi gün yedi gece böyle yaptım. Burnundan kurtlar düşünceye kadar. O, oraya gitti gideli yaşamı bulamadım. Bir haydut gibi kırların ortasında dolaşıyorum. Sâkiye, simdi senin yüzüne bakıyorum. Sonsuz derdim olan olumu görmeyim diye! "Sâkiye ona, Gılgamış'a dedi:" Gılgamış nereye koşuyorsun? Sen aradığın yaşamı bulamayacaksın. Tanrılar insanları yarattığı zaman, onlar insanlara olumu verip yaşamı kendi ellerinde tuttular. Ey Gılgamış! Karnın dolu olsun, gece gündüz kendini eğlendir! Her gün bir senlik yap! Gece gündüz hora tepip oyna!Üstün temiz olsun. Başın yıkansın. Suyla yıkanmış ol! Elindeki küçüğe bak. Karın kucağında gününü görsün!" (Küçük boşluk). Gılgamış ona, Sâkiye'ye dedi:"Simdi, Sâkiye, Utnapistim'e giden yol hangisidir? Haydi bana onun ismini (93) ver! Bana simi versene! Olursa denizi aşayım; olmazsa kırdan geçim gideyim! Sâkiye ona, Gılgamış'a dedi: "Gılgamış, şimdiye dek böyle bir geçit yoktu. Eskiden beri denizi hiç kimse asmamıştır. Denizi asan yalnızca yiğit Samas'tIr. Samas'tan başka, öte geceye kim gider? Geçiş güçtür. Deniz yolu çetindir. Bundan başka orada olum suyu da vardır. Bu, denizin onunu kapar! Gılgamış,şimdi denizi assan bile, ölüm suyuna varsan bile, yine ne yapacaksın? Gılgamış orada bir Ursanabi var. O, Utnapistim'in gemicisidir. Onunla birlikte Tastan kiler (94) var. Ursanabi, orman içinde kertenkeleyi toplar. Onu sen kendin bulmalısın. Olursa onunla birlikte as; olmazsa geri don!" Gılgamış bunu duyar duymaz, satırını kaldırıp koluna astı ve kemerine takılı kılıcını kınından sıyırıp ormanın içine dalarak,Tastan kilerin yanına indi ve bir ok gibi onların arasına duştu. (Belki küçük bir boşluk) O hırsla onları darmadağın etti. Bu sırada Ursanabi geri dönüp Gılgamış'ın tepesine dikildi ve onun gözlerine baktı. Ursanabi ona,Gılgamış'a dedi: "Söyle bakalım senin adın nedir? Ben uzaktaki Utnapistim'in kölesiyim! "Gılgamış ona, Ursanabi'ye dedi:" Benim adım Gılgamış'tır. Ben, Anu'nun evi olan Uruk'tan gelenim. Ben,dağlarda iz güdenim. Uzun bir yoldan, günesin çıktığı yoldan gelenim. Ursanabi, simdi seninle yüz yüzeyim. Bana uzaktaki Utnapistim'i göster! "Ursanabi ona, Gılgamış'a dedi:" Ne diye yanakların erimiş? Ne diye yüzün çarpılmış? Ne diye gönlün hoş değil? Ne diye yüzün arıklamış? Ne diye gönlün üzgün? Ne diye yüzün uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmüş? Ne diye yüzün ayazdan ve güneşin sıcağından çökmüş? Ne diye krallığı unutup kırlara düşüyorsun?" Gılgamış ona, gemici Ursanabi'ye dedi:"Ursanabi, yanaklarım erimesin mi, yüzüm çarpılmasın mı, gönlüm üzgün olmasın mı, yüzüm uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmesin mi,yüzüm ayazdan ve günesin sıcağından çökmesin mi, krallığı unutup kırlara düşmeyim mi? Benim dostum, dağlarda tek başına gezen yaban eşeğini kovalayan katırcığım! Ey çölün parsı! Dostum Engidu! Yoldaşım! Dağlarda tek başına dolasan yaban eşeğini kovalayan katırcığım! Biz isteğimize kavuşmuş, dağlara tırmanmıştık. Gökyüzünün boğasını yakalamış ve onu öldürmüştük. Kimsenin girmediği yere girmiş, Humbaba'yı yok etmiştik. Dağların yolaklarında aslanlar vurmuştuk! Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim arkadaşım; benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan aşırı sevdiğim Engidu'yu insanlığın yazgısı yakaladı. Onun için altı gün yedi gece ağladım Onun gömülmesine razı olmadım, burnundan kurtlar düşünceye kadar. Arkadaşımın başına gelenler, benim de başıma gelecek diye korktum. Ölümden korktuğumdan kırlara düştüm. Arkadaşımı düşünmek beni daha çok sıktığından, kırlarda uzun yolculuk yapıyorum. Engidu'yu düşünmek beni daha çok sıktığından, kırlarda uzun yollar yürüyorum! Ah, nasıl susayım? Ah, nasıl susayım? Kırlarda şuraya buraya koştuktan sonra,yerin altına başımı dayayıp bütün yıl uyuyacak mıyım? Hayır! Gözlerim güneşi görmek istiyor. Kendimi günesin Aydınlığına kandırmak istiyorum. Benim için karanlık, aydınlık kadar uzaktır. Ama olu, ne zaman güneşin ışığını görmüştür?" Gılgamış ona, gemici Ursanabi'ye dedi: "Şimdi, Ursanabi, Utnapistim'e giden yol hangisidir? Haydi bana onun simini ver! Bana simi versene! Olursa denizi aşayım; olmazsa kırdan geçim gideyim!" Ursanabi ona, Gılgamış'a dedi:" Ey Gılgamış, kendi ellerin geçişe engel oldular! Sen Tastan kileri darmadağın ettin... sen kürekçileri yok ettin. Tastan kiler darmadağın oldukları için geçit yoktur! Gılgamış, baltayı eline al! Hemen aşağı ormana geri git, karşına çıkacak olan beş kez on iki endaze uzunluğundaki yüz yirmi küreği kes ve sonra onlara meme biçiminde ayna (95) yapıp bana getir!" kızılbaş - sayfa 60 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Gılgamış, bunu duyar duymaz baltayı eline aldı ve belinden kılıcı sıyırıp aşağı, ormana geri gitti. Beş kez on iki endaze uzunluğunda gördüğü yüz yirmi küreği kesti ve onlara meme biçiminde ayna yapıp Ursanabi'ye getirdi. Gılgamış ve Ursanabi gemiye bindiler. Gemiyi dalgaların üzerine oturtup denize açıldılar. Bir ay on beş günlük yol üç günde kestirildi. Ursanabi, böylece olum suyuna dek vardı. Ursanabi ona, Gılgamış'a dedi: "Sakın Gılgamış! Bir kürek al! ölüm suyu eline değmesin. Gılgamış ikinci küreği, üçüncü ve dördüncü küreği al! Gılgamış, besinci küreği al! Altıncı ve yedinci küreği al! Gılgamış, sekizinci, dokuzuncu ve onuncu küreği al! Gılgamış, on birinci küreği, on ikinci küreği al!" Gılgamış, böylece bu yüz yirmi küreği kullanmıştı. O, bu sırada kemerini çözdü... Gılgamış, üstündeki giysiyi çıkarıp, geminin ambarını (sintine) pençesiyle boşaltarak gemiyi yukarı kaldırdı.Utnapistim, onu uzaktan görünce, içinden kendi kendine şöylece söylendi:"Geminin Tastan kileri niçin kırılmış? Geminin sahibi olmayan biri niçin gemiye bindi? Buraya gelen benim adamlarımdan biri değildir."(Üç satır eksik) "...günlün benden ne diliyor?" (20 satırlık boşluk. Gılgamış Utnapistim'e vardı:) Utnapisim ona, Gılgamış'a dedi: "Ne diye yanakların erimiş? Ne diye yüzün çarpılmış? Ne diye gönlün hoş değil? Ne diye yüzün arıklamış? Ne diye gönlün üzgün? Ne diye yüzün, uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmüş? Ne diye yüzün ayazdan ve günesin sıcağından çökmüş? Ne diye krallığı bırakıp kırlara düşüyorsun?" Gılgamış ona, Utnapistim'e dedi: "Utnapistim, yanaklarım erimesin mi, yüzüm arıklamasın mı, gönlüm üzgün olmasın mı, yüzüm uzun yolculuk yapan bir yolcunun yüzüne dönmesin mi, yüzüm ayazdan ve güneşin sıcağından çökmesin mi, krallığı unutup kırlara düşmeyim mi? Benim dostum, dağlarda tek başına dolaşan yaban eşeğini kovalayan katırcığım! Ey çölün parsI! Dostum Engidu!Yoldaşım! Dağlarda tek başına dolasan yaban eşeğini kovalayan katırcığım! Biz, isteğimize kavuşmuş, dağlara tırmanmıştık. Gökyüzünün boğasını yakalamış ve onu öldürmüştük. Kimsenin girmediği yere girmiş, Hum-baba'yı yok etmiştik! Dağların yolaklarında aslanları vurmuştuk! Benimle birlikte bütün güçlüklere katlanan, aşırı sevdiğim Engidu'yu,insanlığın yazgısı yakaladı. Onun için altı gün yedi gece ağladım. Onun gömülmesine razı olmadım,burnundan kurtlar düşünceye kadar. Arkadaşımın başına gelenler, benim de başıma gelecek diye korktum. Ölümden korktuğumdan kırlara düştüm. Arkadaşımı düşünmek, beni daha çok sıktığından kırlarda uzun yolculuk yapıyorum! Engidu'yu düşünmek,beni daha çok sıktığından, kırlarda uzun yollar yürüyorum! Ah, nasıl susayım? Ah, nasıl susayım? Sevdiğim arkadaşım toprak oldu! Sevdiğim arkadaşım Engidu toprak oldu! Ben de onun gibi yatmayacak mıyım ve onun gibi sonsuza dek uyumayacak mıyım? "Gılgamış ona, Utnapistim'e dedi:" Hadi gidelim. Herkesin ağzında dolasan, uzaktaki Utnapistim'i görmek istiyorum (96). Bütün ülkeleri yürüyerek geçtim. Sarp dağlar astım.Bütün denizleri gece geldim. Gözlerim tatlı uykuya doymadı. Her zaman gecelemeden özeğim tükendi. Organlarımı sızı kapladı. Daha Sâkiye'nin evine varmadan ustum başım paralandı. Ayı, sırtlan, aslan, pars, kaplan, yağmurca ve dağ keçisi oldurdum. Bunların etlerini yiyip derilerini giyiyordum. Çektiğim bu yıkım, artık önüme kapısını kapasın. Zift ve katran bu kapıyı tıkalı tutsun. Artık bana çocuk sevinci verilsin." (Bir satır anlaşılmamıştır) Utnapistim ona, Gılgamış'a dedi: "Ey Gılgamış, sen bir tanrı çocuğu olduğun halde niçin yoksulluğa düştün? Niçin tanrıların ve insanların alınyazılarına karşı geliyorsun? Baban ve anan sana hep iyi şeyler gösterdi. Ey Gılgamış, niçin aptala dondun? (30 satırdan çok suren bir boşluktan sonra, Utnapistim'in sözü kesilmiyor gibi görünüyor:) Kızgın olum, insanı sinsi hep arkadan izler. Herhangi bir zamanda bir ev yaparız, herhangi bir zamanda bir belge damgalarız. Herhangi bir zamanda kardeşler arasında miras pay ederler. Herhangi bir günde bu kardeşler arasında kavga çıkar (97). Herhangi bir günde Irmak tasar ve ülkeyi su basar. Balıkçıl kuşları Irmak boyunca uçarlar.Irmağın yüzü güneşin yüzüne bakar; ama, eskiden beri hiçbir şeyde kararlılık görülmez (98). Çalınan da, ölen de birdir. Ölümün biçimi çizilmez. Be hey insan oğlu, be hey adam; beni kutsadıktan sonra (99), büyük tanrılar olan Anunnaki (100) toplandı. Yazgıyı oluşturan Ant (101) tanrıçası, onlarla birlikte alınyazısını belirledi. Olumu ve yaşamı onlarla birlikte saptadı; ama onlar ölümü ..................... (84) Bu aslan olayı, geriye kalan ve yok denebilecek kadar silik olan izlerden çıkarılmıştır, bununla birlikte tamamladığımız, bu kırık ve belirsiz yer, son zamanlarda ele gecen Etice yazılmış bir metinparçasıyla doğrulanmış görünüyor. (85) Gılgamış'ın düşü burada bitmiş gibi görünüyor. (86) ikizler dağı. (87) Mâsu dağı çatal biçimindedir. Güneş bu çatalın arasından çıkıyor (Prof. Landsberger). (88) Dağlarda bulunan iki yanI dar ve yüksek yarmalar (CN). (89) Gılgamış, karanlık boğazdan geçerken güneşle karsılaşmamak için adımlarını sıklaştırıyordu. (90) Uzum salkımı gibi akikler. (91) Bir tanrıça olan bu Sâkiye, mitolojik bir kişidir; günlük dönüşü sırasında, yorgunluğuna karşı güneşe taze bir içki sunar (Prof. Landsberger). (92) Oldu (Prof. Landsberger). (93) Sim, im ve belirti anlamlarına gelir. Bu sözcüğü bir Türkmen’den duymuştum (CN). (94) Tastan kilerin ne oldukları belli değildir; ancak, metnin bağlamından bunların kürekçi oldukları çıkarılabilir. Çünkü olum suyunun damlası bir insana sıçrayınca, o insanI olduruyor. Dolayısıyla, böylesine tehlikeli suyu geçsek için belki tastan kürekçiler kullanılmıştır (Prof. Landsberger). (95) Küreğin suya giren enli bolumu. Destan dönemlerinde bu aynaların turlu biçimlerde yapıldıklarını, ele gecen resim ve kabartmalardan anlıyoruz. Nuh' un gemisinin kullandığı küreklerin aynasının da meme biçiminde olduğunu, bu destandan öğreniyoruz (CN). (96) Gılgamış, Utnapistim'i tanımıyor; karşılaştığını başka biri sanıyor (Prof. Landsberger). (97) Bu, dünyanın geçici olduğuna bir örnektir. Bir aile ve bir mal kuruluyor, bunlar sonuçta yok oluyor. (98) Dünyanın gelip geçici olusu, Irmağın akışıyla karsılaştırılmak istenmiyor. (99) ilerde de göreceğimiz gibi, Utnapistim'e ayrıcalıklı davranıp ona sonsuz dinçliği verdiler; ancak o zamandan beri, tanrıların bu ilgisini bir daha kimse kazanamadı. (100) Anunnaki: Gök tanrılarının tersine olarak yeraltI tanrılarıdır. (Prof. Landsberger). (101) And: Değişmeyen yazgının simgesidir. Her kim günah islerse, içtiği andI bozmuş olur. insanlar günahı olduklarına göre, yazgıları değişir demektir (Prof. Landsberger). kızılbaş - sayfa 61 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 1915’ te Dedem İğneyle Öldürülmüş! Rafael Demircan Ankara yakınındaki Stanoz kasabası.4.000 kadar nüfusu olan bu Ermeni kasabası şimdi haritadan tamamen silinmiş. Burada bir zamanlar yerleşim olduğunun kanıtları, sadece yarı yıkık bir binadan, daha sonra da kullanılan birkaç ağıldan ve son dönemde Ergenekon silahlarının gömülü bulunduğu mezarlıktan ibaret; eçmişe ilişkin başka hiç işaret kalmamış. 1915’te dedem iğneyle öldürülmüş ER MENİLER Sur p Hagop 'u kutluyor Adını aldığım Rafael dedem 1914’te askere alınmış. Geri geldiği gün sapsarıymış ve ertesi gün ölmüş. Tek bir laf edebilmiş: “Bir şeyim yoktu, bana ‘hadi askerliğin bitti’ deyip bir iğne yaptılar.” 1915'e dair çok hikâye var ailede. Onlarla büyüdük. 63 yaşındayım. Hiç aklımdan çıkmadı. Bilhassa babaannem anlatırdı. Babam biraz korkardı, bir şey görmedim derdi, ama hayal meyal babasının geldiğini hatırlıyordu. 15 aralık 2012, Cumartesi, Saat: 20.00 Babaannem, “Zir çayı günlerce kan aktı” derdi. Anneannemin babası, amcası ve amcasının çocukları, askere alınma çağı olan 25-45'in dışındakilerin hepsi öldürülmüş. Bir amcamız vardı, ömür boyu korktu. Hiç konuşmamıştı, Avustralya’ya beni ziyarete gelince anlattı neden korktuğunu. 7 yaşındaymış, kafasını jandarmalar Zir çayına sokuyormuş. Çıkarınca bir daha, “Sok kafanı lan!” diye bir daha… Bu işkencenin etkisini unutmamıştı hiç. SALON FİGARO Hürriyet Mah. Dr. Cemil Bengü Cad. No: 15/5 Çağlayan-İstanbul Benim anneannem ve babaannem ısrarla anlatıyorlardı. Kadınlar anlatıyor, erkekler susuyordu genelde. Adıyamanlı, Amasyalı, Arapgirli, Dersimli, Diyarbakırlı, Harputlu, Hemşinli,İstanbullu, Kastamonulu, Kayserili, Malatyalı, Musadağlı, Sasonlu, Sinoplu, Sivaslı, Tokatlı ve Zaralı Ermeniler Surp Hagop'u kutluyor. İrtibat Tel: 0532 252 33 86 Kaynak: aykırıdogrular.com kızılbaş - sayfa 62 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 Son yıllarda art arda yayımladığı prestij kitaplara bir yenisini daha ekleyen Aras Yayıncılık, Fransalı tarihçi Raymond H. Kévorkian ve Paul B. Paboudjian'ın ortak çalışması olan 1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu'nda Ermeniler adlı eseri yayımladı. Fransa'da yayımlandıktan 20 yıl sonra Türkiyeli okurla buluşan kitap, 1915 öncesinde Ermeni nüfus barındıran 2900'ü aşkın yerleşim biriminin (vilayet, sancak, kaza ve köyler) dökümünü sunuyor. 20'nci yüzyıl başlarında taşra bölgelerindeki Ermeni din görevlilerince hazırlanmış olan nüfus istatistiklerini ilk kez gün yüzüne çıkaran kitapta, söz konusu yerleşim yerleri; tarihsel arka planları, sahip oldukları okul, kilise ve manastırlar, eski-yeni isimleri, haritalar ve 1000 kadar görsel eşliğinde yer alıyor. şim birimlerinin bugünkü adlarının da Türkçe basımda ilave edilmiş olması, eseri daha da işlevsel kılıyor. 1915 Öncesinde Osmanlı İmparatorluğu' nda Ermeniler, 19'ncu yüzyıl sonu ve 20'nci yüzyılın başında uğradıkları katliamlarla yaşadığı coğrafyadan bugün artık tamamıyla silinmiş olan kadim bir halkın detaylı bir fotoğrafını sunuyor. 2900'ü aşkın kent, kasaba ve köyün dökümü 1000 kadar tarihsel öneme sahip görselle birlikte Kitap Dili: Türkçe İki bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde, 19'uncu yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte modernleşme sürecine giren Osmanlı İmparatorluğu'nda Ermeni halkının yaşadığı çalkantılı döneme ışık tutuluyor. Ermenilerin eğitim, basın-yayın, din, ekonomi ve politika alanlarında yaşadığı gelişmelerin irdelendiği 'Tarih ve Toplumsal Yapı' başlıklı bu bölüm, imparatorluğun son 150 yılının Ermeniler özelinde bir panoramasını sunuyor. bölümde, Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan Ermeni nüfusunun köy köy, kasaba kasaba, ayrıntılı bir dökümü çıkarılıyor. Kévorkian, bunu yaparken yerleşim birimlerinin Ortaçağ'a, çoğu zaman Roma İmparatorluğu dönemlerine uzanan tarihsel arka planlarını da sunmayı ihmal etmiyor. 20'nci yüzyıl başında, taşradaki Ermeni din görevlilerince hazırlanmış nüfus dökümlerini temel alan Kévorkian, birkaç kişi de olsa, Ermeni nüfusu barındıran her köyü 20'nci yüzyıl başlarında bağlı olduğu kaza, sancak ve vilayet bazında ele alıyor. İstanbul, İzmir, İzmit, Ankara, Sivas, Trabzon, Kayseri, Adana, Diyarbakır, Erzurum, Van... 'İnsanlar ve Yaşadıkları Topraklar' adını taşıyan ikinci Fransızca orijinalinde Ermenice, Rumca, Kürtçe vb. eski adlarıyla anılan, ancak ulus-devlete geçiş sürecinde Türkçeleştirilen köy, bucak gibi yerle- Çevirmen: (Fransızcadan) Mayda Saris - Çeviri redaksiyon: Sosi Dolanoğlu Basım Bilgisi: 608 sayfa, 1. baskı, Kasım 2012 Kitap Özellikler: Garda 90 gr, 23.5 x 31.5 cm ISBN: 978-605-5753-32-0 Aras Yayıncılık İstiklal Cad. Hıdivyal Palas No: 231/Z - Tünel / Beyoğlu 34430 İstanbul - Türkiye Tel: +90 (212) 252 65 18 Fax: +90 (212) 252 65 19 E-posta: info@arasyayincilik.com kızılbaş - sayfa 63 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 ΣΗΜΕΡΑ (*13/10) Η 107η ΕΠΕΤΕΙΟΣ ΤΟΥ ΜΑΚΕΔΟΝΙΚΟΥ ΑΓΩΝΑ 1904-1908. ΕIΣΑΓΩΓΗ Ο Μακεδονικός Αγώνας θα μείνει στη μνήμη των περισσοτέρων ως ένας ανορθόδοξος πόλεμος ελληνικών και βουλγαρικών ενόπλων σωμάτων μέσα στην τουρκική επικράτεια. Σκοπό ς των ελληνικών σωμάτων ήταν να περιφρουρήσουν το εθνικό φρόνημα των χωριών, ν' αποκαταστήσουν την τάξη σε όσα χωριά είχαν σημειωθεί αποσκιρτήσεις μετά από πιέσεις των αντιπάλων, να εξουδετερώσουν τις ένοπλες ομάδες και να περιορίσουν τη δράση των ληστρικών σωμάτων, τα οποία κινούνταν μεταξύ παρανομίας και εθνικού αγώνα, ταλαιπωρώντας τους αγροτικούς πληθυσμούς. χική και γλωσσική αφομοίωση του ελληνικού πληθυσμού, ώστε να έχουν να επικαλεστούν στοιχεία ενισχυτικά των επιδιώξεών τους. Η προσάρτηση στη Βουλγαρία της Ανατολικής Ρωμυλίας τους ενίσχυσε, ώστε να στραφούν απερίσπαστοι στην απόσπαση του μακεδονικού χώρου. γνωρίζοντας πως το ελληνικό στοιχείο δεν θα υπόκυπτε εύκολα, έριξαν το σύνθημα "η Μακεδονία για τους Μακεδόνες" ζητώντας και τη συνδρομή των Ελλήνων γι' αυτόν τον "κοινό αγώνα". Ο αγώνας αυτός άρχισε ουσιαστικά το 1903 και πήρε τέλος το 1908, όταν θεσπίστηκε το τουρκικό σύνταγμα με το κίνημα των Νεοτούρκων. Σ' αυτό το χρονικό διάστημα, δύο ήταν οι κυριότεροι εχθροί του ελληνικού στοιχείου: οι Βούλγαροι κομιτατζήδες και οι Τούρκοι σωβινιστές. Παρά τον διμέτωπο αγώνα, εναντίον Βουλγάρων και Τούρκων, τα ελληνικά σώματα κατόρθωσαν σταδιακά να περιορίσουν τα βουλγαρικά ερείσματα και ν' αποκαταστήσουν την εθνολογική ισορροπία. Ιδιαίτερα σκληρός ήταν ο αγώνας στην ελώδη λίμνη των Γιαννιτσών, σημείο στρατηγικής σημασίας για τον έλεγχο των οδικών αρτηριών, ενώ πολυάριθμες και φονικότατες μάχες έγιναν στα βουνά της δυτικής Μακεδονίας για την τελική επικράτηση σε διαφιλονικούμενα σλαβόφωνα χωριά. Από το 1906 ο τουρκικός στρατός ανέλαβε σημαντικές εκκαθαριστικές επιχειρήσεις και περιόρισε αισθητά τη δράση των ενόπλων ομάδων, ελληνικών και βουλγαρικών. Πάντως κατά τη διετία 1907-1908 τα ελληνικά σώματα είχαν κερδίσει σημαντικό έδαφος σε όλη την έκταση της Μακεδονίας και είχαν διασφαλίσει είτε την παραμονή, είτε την επανασύνδεση με το Πατριαρχείο πολυάριθμων ελληνικών κοινοτήτων. Είναι γεγονός, ότι ποτέ οι Έλληνες δεν υπολόγισαν θυσίες, προκειμένου να γλιτώσει η Μακεδονία από τους Βουλγάρους, οι οποίοι χρησιμοποιούσαν κάθε μέσο, προκειμένου να την κάνουν Βουλγαρική. Η τακτική τους αυτή, αφύπνισε τους Έλληνες, πολλοί και από όλα τα μέρη της Ελλάδος, έτρεξαν εθελοντές, για να βοηθήσουν τους Έλληνες Μακεδόνες στο σκληρό και άνισο αγώνα τους. Ανάμεσά τους και οι Μανιάτες εθελοντές, που δυστυχώς ακόμα και σήμερα η εθελοντική προσφορά τους αποσιωπάται ή δεν προβάλλεται όσο της αξίζει, ενώ «ενοχλούν» οι προσπάθειες προβολής των αγωνιστών της Μάνης. Η προσπάθειά μας αποσκοπεί να αναδείξει τους λησμονιμένους εκείνους ήρωες, που αγωνίστηκαν (και πολλοί «έμειναν») για τη δοξασμένη γη του Αλεξάνδρου. ΠΡΟΠΑΡΑΣΚΕΥΗ Πρώτη συστηματική εξόρμηση των Σλάβων ήταν να πετύχουν την ψυ- Άρχισαν την επίθεση τους με τη λεηλασία ναών και μοναστηριών και τη σφαγή ιερέων και καλόγερων. Ο άτυχος πόλεμος του 1897, ενώ αποθάρρυνε το μακεδονικό ελληνισμό, έδινε φτερά στους κομιτατζήδες. Παράλληλα - και επίσημα - οι Βούλγαροι αναλάμβαναν ζωηρή και συστηματική προπαγάνδα στην Ευρώπη. Οργάνωσαν μικρά ευέλικτα σώματα που είχαν δυο στόχους: να εισπράττουν χρήματα με αναγκαστικές εισφορές και να εξοντώνουν όποιον αντιστεκόταν στο βουλγαρικό κομιτάτο. Τον Απρίλιο του 1903 αναστατώνεται η Θεσσαλονίκη από βόμβες στους κεντρικούς δρόμους, καίγεται η Οθωμανική Τράπεζα, καταστρέφονται οι εγκαταστάσεις αεριόφωτος και ανατινάζεται ένα μεγάλο γαλλικό εμπορικό πλοίο. Αυτά τα γεγονότα έδωσαν αφορμή να επέμβουν οι τότε Μεγάλες Δυνάμεις, Ρωσία και Αυστρία, και να πετύχουν κάποιες μεταρρυθμίσεις στο καθεστώς της Μακεδονίας. Έτσι τους πρώτους μήνες του 1904 σχηματίστηκε στους τρεις νομούς Θεσσαλονίκης, Μοναστηρίου και Σκοπίων, σώμα χωροφυλάκων με διοικητή Ιταλό στρατηγό που είχε στις διαταγές του πέντε ανώτερους Ευρωπαίους αξιωματικούς. Όμως καθεμιά από τις δυνάμεις απέβλεπε σε δικούς της σκοπούς. Έτσι, τίποτα δεν άλλαξε, ενώ το βουλγαρικό κομιτάτο συνέχιζε με περισσότερη ένταση τη δράση του, εξαφανίζοντας Έλληνες πρόκριτους kızılbaş - sayfa 64 - sayı 21 - aralık 2012 - kizilbasdergisi@kizilbas.biz - tel: 00 49 (0) 177 502 88 53 (γιατρούς, δασκάλους, ιερείς κλπ.) και σφάζοντας άοπλους χωρικούς στις πλατείες των χωριών, μπροστά στα μάτια των συγχωριανών τους. Την άνοιξη του 1903 όμως, σχηματίζεται η πρώτη επιτροπή, η Μακεδονική Φιλική Εταιρεία από τον Αργύριο Ζάχο, τον Θεόδωρο Μόδη και τον Θεόδωρο Καπετανόπουλο. Σκοπός ήταν να πειστεί η Ελληνική κυβέρνηση να ενισχύσει την ένοπλη άμυνα των ελληνικών πληθυσμών της Μακεδονίας. Έτσι την άνοιξη του 1904, έρχονται στη Μακεδονία για να μελετήσουν την κατάσταση και να υποδείξουν πρακτικά μέτρα οι λοχαγοί Αναστάσιος Παπούλας και Αλέξανδρος Κοντούλης και οι ανθυπολοχαγοί Γ. Κολοκοτρώνης και Π. Μελάς. Παράλληλα στην Αθήνα στις 22 Μαΐου 1904 ιδρύθηκε το Μακεδονικό Κομιτάτο, στα γραφεία της εφημερίδας «Εμπρός». Εμπνευστής, ιδρυτής, αλλά και Πρόεδρος του κομιτάτου ήταν ο διευθυντής της εφημερίδας «Εμπρός» Δημήτρης Καλαποθάκης (1862-1921) από την Αρεόπολη και μέλος της πρώτης οργανωτικής επιτροπής ο Πέτρος Κανελλίδης (1846-1911) από το Κουτήφαρι της Έξω Μάνης, διευθυντής της εφημερίδας «Καιροί». Το κομιτάτο, μέλη του οποίου είναι οι Ν. Πολίτης, καθηγητής πανεπιστημίου, Ιωάννης Ράλλης, Πέτρος Σαρόγλου κλπ. αποφασίζει να δράσει άμεσα στέλνοντας ένοπλα σώματα και οπλισμό στους ελληνικούς πληθυσμούς της Μακεδονίας. Ο Καλαποθάκης, που ως δημοσιογράφος και ως άνθρωπος είχε την καθολική εκτίμηση κράτους και λαού, κρατάει ουσιαστικά στα χέρια του το σχεδιασμό του Αγώνα στο κέντρο. Οργανώνει τα αντάρτικα σώματα και τα αποστέλλει στη Μακεδονία, αλληλογραφεί και συντονίζει, ενημερώνει το κράτος για τον Αγώνα και τον άξιο πρόξενο της Θεσσαλονίκης, τον Λάμπρο Κορομηλά. Στο γραφείο του γίνονται οι στρατολογήσεις και η οργάνωση των εθελοντών και φυσικά των Μανιατών εθελοντών. Σ' όλα τα ελληνικά προξενεία αποσπάστηκαν αξιωματικοί του στρατού και δημιούργησαν ένα θαυμάσιο δίκτυο συνεργατών και αγωνιστών. Στόχος τους ήταν η εξουδετέρωση της βουλγαρικής και ρουμανικής προπαγάνδας, η εμπιστευτική αλληλογραφία, η κατασκοπεία, η μεταφορά τραυματιών, η τροφοδοσία των Ελλήνων ανταρτών και γενικά η υπεράσπιση του ελληνικού στοιχείου. ENOΠΛΗ ΔΡΑΣΗ Ο Παύλος Μελάς ήταν αξιωματικός του πυροβολικού και γαμπρός επ' αδελφή του Ίωνα Δραγούμη. Έλαβε μέρος στον πόλεμο του 1897 και μπήκε μυστικά για πρώτη φορά στη Μακεδονία τον Φεβρουάριο του 1904, μαζί με τον Κοντούλη, τον Παπούλα και τον Κολοκοτρώνη. Για δεύτερη φορά επέστρεψε τον Ιούλιο, ως δήθεν ζωέμπορος με το όνομα Πέτρος Δέδες. Για τρίτη και τελευταία φορά πέρασε τα σύνορα από τη μεριά της Κοζάνης στις 27 Αυγούστου του 1904 με σώμα 35 ανδρών από Μακεδόνες, Κρητικούς, Λάκωνες κλπ., ως αρχηγός των Σωμάτων Μοναστηρίου – Καστοριάς. Έδρασε με το ψευδώνυμο καπετάν Μίκης Ζέζας, σύνθεση των ονομάτων των παιδιών του. Ο θάνατός του από τουρκικό βόλι στη Στάτιστα Καστοριάς -το σημερινό Μελά- στις 13 Οκτωβρίου του 1904, συντάραξε τους Πανέλληνες και τον έκανε ήρωα και σύμβολο του Μακεδονικού Αγώνα. Ο Μητροπολίτης Γερμανός Καραβαγγέλης έλεγε σε γνωστό του: «Όπου να ‘ναι φτάνουν από κάτω και Ελληνικά σώματα. Κρητικοί και Μανιάτες. Θα δεις κάθε κλαδί και παλικάρι». Και πραγματικά δεν διαψεύσθηκε ο μάρτυρας Ιεράρχης, μεγάλη επίσης μορφή του Μακεδονικού Αγώνα, αφού ακολούθησαν άλλα αντάρτικα σώματα, που η παρουσία τους και η δράση τους εμψύχωνε τους Έλληνες Μακεδόνες. Αρχηγοί και οπλαρχηγοί των ελληνικών σωμάτων, στο μακροχρόνιο και σκληρό εκείνο αγώνα, ξεκίνησαν από όλα τα μέρη της ελεύθερης Ελλάδας και είναι αναρίθμητες οι πράξεις ηρωισμού και αυτοθυσίας ενός αγώνα που παρατάθηκε ως το καλοκαίρι του 1908, οπότε θεσπίστηκε το νέο τουρκικό Σύνταγμα. Δεν φτάνουν αλήθεια χίλιες σελίδες για ν’ απαριθμήσει κανείς ονόματα και δράση Μανιατών στα χώματα της Μακεδονίας. Πηγή: http://koukfamily.blogspot. com/2011/10/107-1904-1908.html *13/10 προστέθηκε στη 00:12 π.μ. της 14/10