Sayı-18 Haziran 2008
Transkript
Sayı-18 Haziran 2008
1 Sevgili Okuyucu, Gönül kardeşliği yolunda Kardeş Kalemlerin yeni bir sayısıyla tekrar merhaba! Birliğimiz ve dergimiz gönül coğrafyamızdan derlediği ıtırları sizlere ulaştırmaya devam ediyor. Kardeş Kalemler, geçen sayılarımızda sizlerle paylaştığımız gibi, yalnızca muhteva olarak değil, hazırlanması bakımından da Avrasyanın ortak dergisi olma vasfını güçlendiriyor. Kardeş Kalemler’in yeni sayıları, birkaç sayımızdan bu yana, yalnızca Ankara’da yayın kurulumuz tarafından hazırlanmıyor. Her yeni sayının hazırlıkları için Türk Dünyası Edebiyat Dergileri Kongresine üye dergilerimizin editörlerinin ve yayın kurullarının teklifleriyle hazırlanıyor. Kongre üyesi dergilerin, Kardeş Kalemler’de yayınlanması için teklif ettikleri yazıları, o derginin belirteçleri (logo) ile yayınlıyoruz. Bu sayımızda Azerbaycan’dan Ulduz, Kırım’dan Yıldız, Kırgızistan’dan Kırgız Edebiyatı dergilerinin belirteçlerini bulacaksınız. “Peki, o dergilerde Kardeş Kalemlerin belirteçleri de yer alıyor mu?” diye aklınızdan geçirdiğinizi duyar gibiyim. Seviçle haber vermeliyim ki, evet Türk Dünyası Edebiyat Dergileri Kongresine katılan dergilerimizin sayfaları arasında da Kardeş Kalemler belirteçleri yer alıyor. Yani onlar da Kardeş Kalemler’den arzu ettikleri yazıları sayfalarına taşıyarak, dergimizin belirteciyle yayınlıyorlar. Yalnızca Türkiyeli kardeş kalemlerinin değil, Türk Dünyasının her hangi bir yöresinden beğendikleri şiir ve hikayeleri yayınlıyorlar. Böylelikle kalem kardeşliğimiz, gönül kardeşliğimiz her geçen gün artıyor. Sizlerle paylaşmaktan büyük memnuniyet duyduğumuz bir faaliyet de Türk Dünyasının ilk ortak hikaye yarışması… Türkçenin ilk ansiklopedik sözlüğünü hazırlayan büyük bilgin Kaşgarlı Mahmut’un Doğumunun 1000. Yılı vesilesiyle, Türkçenin değişik lehçe ve şivelerinin konuşulduğu ülkelerde yapılmak üzere Kültür ve Turizm Bakanlığımızın destekleriyle bir hikâye yarışması düzenliyoruz. Yarışma, “UNESCO 2008 Kaşgarlı Mahmut Yılı” programı kapsamında Türkçe konuşan bütün ülkelerde eş zamanlı olarak yürütülecek. “Türk Dünyasının UNESCO’su” olarak nitelenen güzide kuruluşumuz TÜRKSOY da, Türk Cumhuriyetlerinin kültür bakanlarının katıldığı bakanlar konseyi toplantısında, yarışmayı faaliyet programı içine aldı. Böylelikle Türk Cumhuriyetlerinin kültür bakanlıkları da “Kaşgarlı Mahmut Uluslararası Hikâye Yarışması’nın paydaşları oldular. TÜRKSOY yönetimine ve tüm ilgili bakanlıklarımıza teşekkürü borç biliyoruz. “Kaşgarlı Mahmut Uluslararası Hikâye Yarışması”, Avrasya Yazarlar Birliği’nin eşgüdümünde, Azerbaycan, Balkanlar (Batı Trakya, Bulgaristan, Kosova, Makedonya, Romanya) Başkurtistan, Çin, Gagauz Yeri, Irak, İran, Kazakistan, Kırım, Kırgızistan, KKTC, Özbekistan, Tataristan, Türkiye, Türkmenistan, Çuvaşistan, Sibirya (Hakasya, Yakutistan, Altay, Tuva) ülke ve bölgelerinde bulunan edebiyat dergileri veya yazarlar birliklerinin işbirliği ile gerçekleştirilecektir. Yarışma şartları ile ilgili daha geniş bilgiyi dergimizin bu sayısında bulabilirsiniz. Gelecek sayılarımızda yeni güzellikleri paylaşmak ümidi ve dileğiyle… Ali Akbaş Kardeş Kalemler Haziran 2008 2 Sahibi Avrasya Yazarlar Birliği Adına Yakup Deliömeroğlu Genel Yayın Yönetmeni Yazı İşleri Müdürü Ali Akbaş Yazı Kurulu Ekrem Arıkoğlu - İmdat Avşar Ayşegül Celepoğlu - Osman Çeviksoy Aysun Demirez Güneri - Mehmet İsmail Mahir Kalfa - Nesrin Karaca Hüseyin Özbay - Cihan Özdemir - Çetin Pekacar Orhan Söylemez - Ömer Küçükmehmetoğlu Danışma Kurulu Yavuz Akpınar (Türkiye) - Abdıldacan Akmataliev (Kırgızistan) Gül Arslan (Avusturalya) - Anar (Azerbaycan) Zeynel Beksaç (Kosova) - Sevil Emirzade (KKTC) Ayvaz Gökdemir (Türkiye) - A. Bican Ercilasun (Türkiye) İsa Habipbeyli (Nahcıvan) - Ali Rıza Hıyabanî (İran) İlya İvanov (Çuvaşistan) Şaban Mahmudoğlu Kalkan (Bulgaristan) Mehmet Ömer Kazancı (Irak) Abdulvahap Kara (Türkiye) - Hasan Kayıhan (Almanya) Mustafa Köker (İngiltere) - Muhtar Şahanov (Kazakistan) Lütfü Şahsuvaroğlu (Türkiye) - Şakir Selim (Kırım) Bayram Bilge Tokel (Türkiye) - Oraz Yağmur (Türkmenistan) Sadık Yemni (Hollanda) - Yuri Vasley (Sahaeli) Kapak Rahman UMAROV, Türkmenistan “Çarkı Felek” 70x90 Yağlı Boya Türksoy Kolleksiyonundan 10 5 Ali Akbaş Kaleme Kasîde 6 Baycan Adilpirşahverdi Bakü Destanı 14 Adem Yeşil Bir Tebessüm Et 15 Ömer Küçükmehmetoğlu Kül ve Gül 16 Bahar Hiçdönmez Babalar ve Kızları 16 Grafik-Tasarım Bengü Basın-Yayın İşletmesi Baskı Sistem Ofset Ağaç İşleri Sanayi Sitesi 521. Sk. 32-34 İvedik/ANKARA Tel: +90 312.395 81 12 Baskı Tarihi 06.06.2008 18 Meqsed Nur Şairin Vüsali 23 Gamze Karaca Ben Gördüm 24 Abdulkadir Öztürk Prof. Dr. Ümit Tokatlı ile Dîvânü Lügât-it-Türk Üzerine Söyleşi İdari Adres İzmir 2 Cd. 55/18 Kızılay-Ankara Tel: +90 312.418 31 07 Faks: +90 312.418 92 32 www.ayb.org.tr - kardeskalemler@ayb.org.tr 18 Abone - Dağıtım Ceyhun Atıf Kansu Cd. 52/2 Balgat-Ankara Tel: +90 312 287 80 43 Faks: +90 312 287 90 73 Abonelik Yurtiçi yıllık abone bedeli 60 YTL, kurum ve kuruluşlar için 120 YTL, Türk Cumhuriyetleri için 90 YTL, Türk Cumhuriyetleri kurum ve kuruluşları için 140 YTL, Avrupa için 130 Avro ve ABD için 200 $’dır. T.C. Ziraat Bankası Başkent Şubesi - Şube Kodu: 1683 Hesap No: 47095325-5001 Posta Çeki Hesabı: Avrasya Yazarlar Birliği No: 53 23 008 kardeskalemler@gmail.com © KARDEŞ KALEMLER Dergisi, Avrasya Yazarlar Birliği tarafından T. C. yasalarına uygun olarak yayımlanmaktadır. Kardeş Kalemler’in isim ve yayın hakları Avrasya Yazarlar Birliği’ne aittir. Dergide yayınlanan malzemelerin her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir. Yerel Süreli Yayın ISSN 1307-2382 Kardeş Kalemler Haziran 2008 11 Lütfü Şehsüvaroğlu Şairin Resmi 13 Suavi Kemal Yazgıç Amentü Gemisi Alarga 25 3 46 58 29 27 Emir Kalkan Ben Garip İlim Garip 29 Elçin Hüseyinbeyli Dezodorant Gız 34 İmdat Avşar Beyaz Bulut Osman Çeviksoy Gelin 41 Canıl Begalieva Kederli Gün Leniyara Selimova Türkolog Nikolay Konstantinoviç Dimitriyev 73 75 Ömer Kayır Mahtumkulu Ferâğî ve Hikmet Bulakları 77 Hacer Öztürk Sarayeva (Saraybosna) 34 62 Yusupcan Yasin Hunlarda Edebiyat 67 Abdulvahap Kara Zaman ve Mekân Sınırlarından Taşan Nasreddin Hoca 46 36 Bekir Sıddık Soysal Türk Dünyası Belediyeler Birliği Başkanı Erol Kaya ile Sohbet 69 77 79 Hüseyin Özbay Kırgız Şiiri ve Süyünbay Eraliyev 89 Nezir Temur Sovyetler Birliği Dönemi Folklor Politikalarının Manas Destanı Çalışmalarına Etkileri Kardeş Kalemler Haziran 2008 4 TÜRKİYE Kardeş Kalemler Haziran 2008 5 kaleme kasîde* ALİ AKBAŞ hey yaralı kalem, deli divit, al başını git, Saâdet Asrına! ateş düşsün Kisraların köşküne bir Fatiha oku, üç İhlâs, dağılsın “vesvâsül hannâs” dalıp okyanusa usta bir gavvas nasıl ayıklarsa inciyi kumdan öyle arıtmalı şiiri akıldan Şöyle kılıç çıkar gibi çık kından baht-ı bârân yağsın, sel sele gitsin diyâr-ı küfre velvele gitsin secdeye kapansın putlar yansın Avestalar, Talmutlar kahrolsun Ad ve Samut’lar bu meskenet bitsin bu riyâ bitsin yine gökten taş yağdırsın ebâbil dağılsın Ebrehe’nin orduları kahrolsun Ashab-ı Fil elleri kurusun Ebû Lehep’in yıkılsın Ebû Cehil kem gözlere dolsun savrulan kumlar uykuya mahâl yok vakit hayli dar bir sinsin alevinde yak benliği başlasın ruhlarda tevhit şenliği * Naat’tan Kardeş Kalemler Haziran 2008 6 GÜNEY AZERBAYCAN-İRAN Bakü destanı BAYCAN ADİLPİRŞAHVERDİ Bir güz sabahıdır düşerim yola Yönelip giderim kuzeye doğru Yol bana diyor ki uğurlar ola Gönlümde gül açar ilham sürûru Kuzey Astara’nın ormanlarında Göğüs dolusu bir nefes alırım Her taraf yemyeşil her yer çimendir Bu şen tabiata hayran kalırım Yol üstü sapsarı limon bahçesi Yoldan geçenlerin gözünü okşar Diyorlar ki “daha bu yurt köşesi” Cennete çevrilir yeşil sahralar Göklere yükselmiş ormanlı dağlar Aklımı fikrimi başımdan alır Zirvesi görünmez dumanlı dağlar O Hayran Gediği yadımda kalır Sağ kolda Hazar’ın mavi suları Kaynayıp şahlanıp neşeyle coşar Kayıklar suları yarıp yol açar Dalgalar üstünden kuş gibi aşar Sol kolda dağılan koyun sürüsü Yeşil meralarda yayılmaktadır Her derde şifadır bu hava bu su Gördükçe hastalar sağalmaktadır Kardeş Kalemler Haziran 2008 7 Lenkeran güzeli Göyçay’ın narı Ezelden bu yurdun şöhret şanıdır Ol ismet kisveli el iftiharı Bu cennet meyvesi can dermanıdır Saymakla biter mi bunca hüsnü an Bu zengin toprakta her ne desen var Boş yere dememiş bunu Zelim Han “Gezip dolaşmaya değer bu diyar” Celilâbâd, Bilesuvar ve Salyan Gözlerimden filim gibi uçuşur Perdeler değişir sanki bir umman Burulup kükreyip coşar deli Kür Yavaş yavaş han Bakü’nün ıtrını Yağış sinmiş topraklardan alırım Bu muhteşem şehrin hâl hatırını Candan aziz bilip fikre dalarım Sahi bu ben miyim, bura Bakü mü? Yoksa bir rüya mı gördüğüm şu an Hayır bu hakikat rüya değildir Bu Hüseyin Cavit, bu da Natüvan Bu gayret nişanı Kızkalesi’dir Bu da Şah İsmâil şahlar şahıdır Genç yaşta şöhreti tutmuş âlemi Türkoğlu, İran’ın padişahıdır Selam Bakü, güzel şehir, günaydın Var olsun bahtiyar devranın senin Her günün şen olsun gülsün evlâdın Dağılmasın toyun, bayramın senin Bu toprakta doğmuş Üzeyir, Celil Sanat semasının tan yıldızları Vahid, Samet Vurgun, Mirvâri, Halil Sabir gibi ulu söz sanatkârı Kardeş Kalemler Haziran 2008 8 Sen ey nazlı dilber, ey güzel peri Sen öz vatanının nağmekârısın Eski âbideler, mabetler yeri İlmin mûsikîsinin şen diyarısın Hazarın kalbinden coşan pınarlar Senin servetindir, bergüzarındır Suyun üzerine düşen şafaklar Âleme nur saçan ışıklarındır Bilirim yarının bugünden hoştur Daha ufuktadır şanlı devranın Bu kadar saadet kamına nuştur Mesut çocuğusun Azerbaycan’ın Gecedir Hazar’ın sahilindeyim Suların nağmesi gönlümü talar Sanki uzanmışım şepeler üste Mihriban Hazar’ım beni ırgalar Deniz kıyısında bir serin rüzgâr Güzellerin saçlarını tarıyor Göğsümde kuş gibi çırpınan yürek Kafesten çıkmaya bir yol alıyor Elvan boyalarla yanan çil çırak Akşamdan sabaha suda yunuyor Od ile su burda kardeş olarak Hayata bir yeni kanun konuyor Sanki sürme çekmiş ela gözlere Bakü bir gelindir bezemiş gece Bense görmemişim böyle manzara Bezenmiş hıyaban, bezenmiş bahçe Sahilde dolaşan genç yiğitlerin Özlerine layık hemdemleri var Ayın ışığında çimen üstünde Muhabbetleri var, âlemleri var Fahri’den geçerim burda hayat var İlahî bir nağme karşılar beni Konuşur heykeller, konuşur taşlar Bunlar yaşatırlar aziz vatanı Kardeş Kalemler Haziran 2008 9 Gezerim bahçeyi tam ihtiramla Şevket’e, Reşid’e baş eğerim ben Süleyman Rüstem’i sıcak selamla Bağrıma basarım can ciğerim ben Vahid babamın da elinden öpüp Ziyaret ederim gazel şahını Güzel endamına çiçekler sepip Yürekten severim ulu şahini Ne büyük insanlar ne büyük ruhlar Kavuşup birlikte yaşarlar burda Bence bu dahîler Azerbaycan’ın Şöhretle şanını taşırlar burda Yavaş yavaş Bakü adlı bu peri Kara örtüsünü yüzünden açar Işıldar denizin üryan peykeri Sudan mavi göğe süngüler saçar Artık güneş doğar şehir uyanır Kapılar açılır genç, yaşlı, kadın Yüce binalardan kuş gibi iner Arkasında durur azat hayatın Dudaklarda gülüş, yüzde metanet Bakışlarda sevgi, medeniyet var Gönüllerde îman, sözde sadakat Bu elde tükenmez bir nezaket var Ancak yürekleri yandırıp yakan Karabağ derdidir yalnız Karabağ Vatan evlatları bu derdi inan Asla hiçbir zaman unutmayacak Hocalı’da akan o nâhak kanlar Dönecek sonunda odlu volkana Şuşanın başına çöken dumanlar Od olup yağacak Ermenistan’a O gün uzak değil eminim buna Toprak da şad olup gülecek o gün Karabağ kavuşup vatan koynuna Kanlı gözyaşını silecek o gün 10 EKİM 2007 Kardeş Kalemler Haziran 2008 10 TÜRKİYE Lütfü ŞEHSUVAROĞLU Kardeş Kalemler Haziran 2008 11 şairin resmi LÜTFÜ ŞEHSUVAROĞLU Bir tabak asılı karşı duvarda Erzincan işi Üstündeki resimler canlanıyor Eski düğünlerden Ortada bir masa gıcırdar durur Üzeri muşamba örtülü Elma kabukları, portakal kabukları İzmarit kokusu yayılıyor odaya Bir vazo sallanıyor kurumuş çiçekleriyle F klavye bir eski daktilo Ve mentollü mendiller Anında resmetsem gördüklerimi Soyut resim diyecekler Yer beton, ayaklarım üşüyor Gün boyu ses vermeyen her şey Gece orkestra kesiliyor Bir kız türkü söylerken öksürüyor 24 saati üçe bölen okul kitaplarına inanmamıştım Poetikanıza da inanmıyorum ey şairler Tam karşı duvarda leke Sigara dumanına boğulmuş şair Picasso da ancak böyle çizerdi Bir şairi dört-bir cephesinden Sonra ışık oyunları duvardaki tabloyu Salvador’un resimlerine benzetiyor Tablolar asılıp asılıp indiriliyor Bir ressam şiir yazıyor Bir şair resim yapıyor Bir tabak sallanıyor duvarda Erzincan işi Kardeş Kalemler Haziran 2008 12 TÜRKİYE Kardeş Kalemler Haziran 2008 13 amentü gemisi alarga SUAVİ KEMAL YAZGIÇ yağmur “anlatılacak günlerimiz olmadı mı bizim?” bir hamlede ülkeler fethettiğimiz kırk adımda yolları tükettiğimiz şimdi ise kilitli kapılar kilitli yalanlar ardında bir yerdeyiz yağmur değmiyor yaralarımıza şifasız zehirler içiyor ama ölmüyoruz şimdi beynimizde birikmiş mermilerle bekliyoruz bir yağmurluk canımızı şimdi kafatasımızı dolduran kurşunla siyah-beyaz teoriler uyduruyoruz on beşliler için yakılan o türkü hakkında bir bulutluk kanımızla gülüyoruz benliğimizden firar edeceğimizi sanıyoruz nefs binitinde dörtnala giderek yalnızlığımız arttıkça yağmurlarımız azalıyor bereket sözlüklere hapsoluyor sonra ve saçlarımız dökülüyor tek kelime bile etmeden şimdi midemizde biriktirdiğimiz siyanür hangi şafağı bekler patlamak için? hangi şah inanır bir hamlelik canı kaldığına? yağmur asitle yüklü inerken ağan dualarımızdan neyi eksiltir? bu kargışlı geri sayım ne zaman biter? adaletnameler yayınladık adalet elden gitti gavura gavur denmeyecek zamanlara geldik şerefli yenilgiler aldık o günlerde mağlup sayıldık müttefiklerimiz yüzünden şanı büyük osman paşa plevneden çıktı çanakkale geçildi ve bir şarkı kaldı elimizde “titrerim bir mücrim gibi baktıkça istikbalime” bugün iki aralık ikibinaltı bugün yağmur yağmadı ve saçlarımdan akıp gitmedi otuz beş yılın biriktiridiği tozlar Kardeş Kalemler Haziran 2008 14 TÜRKİYE bir tebessüm et ADEM YEŞİL Her şafakta aklıma düşersin Karanlıktan borandan sıyrılarak Bir geceden en katran sevdanla Görür duvar görür pencere Ne hâl almışım Yeşilin cennet alımlı gözlerinden Çalmışsa da tavanda güzelliğini Neme döndürmüşse de zaman Demire kasvete çarpa çarpa Örseliyor hayâlin gözlerimi Tuğla dertle örmüş duvarı Dışarıdaki hayat sesinin Acı çığlığı kulağımda Yatmamla uyumam arasında Bir koca dünya Bir heyecan ver kalkarım ayağa Bir tebessüm et başlarım yazmaya Satırda başlar sözcük barut olmaya Ve birer birer patlar Her unutuşunda Bunların dışında Çatlamış ellerimle tutarım cigaramı Çekemem içime sevdan var… Kardeş Kalemler Haziran 2008 15 TÜRKİYE kül ve gül ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU Nedir aşk? Dipsiz bir kuyu, Çıkmaz bir sokak İrâdenin uçması belki Bir âhûnun gözlerinde varolmak Nedir aşk? Her seher Bülbüllerle beraber İnlemek, sızlamak Namütanahi azap Şair! Suları yaktı derûnundaki alev Serinlemek için ne kaldı? Söndürmek istersen ruhundaki ateşi Dindirmek istersen bu azabı Yan, kül ol! Karış toprağa Küllerinden bir gül açacak Götürsün rüzgâr sevgiliye doğru İşte saadet! Kardeş Kalemler Haziran 2008 16 TÜRKİYE Babalar ve Kızları BAHAR HİÇDÖNMEZ Kelimelerin kifayetsiz kaldığı o demlerden birindeyim yine. Omzumda bağlamam yavaş adımlarla çıkıyorum mermer basamakları. Bir dakika sonra duraktayım. İnsanların garip bir nesneye bakarmış gibi bağlamama bakmalarına biraz kızarak beklemeye başlıyorum. Anlaşılması zor bir durum bu… Müzik aletleri ile gayet barışık olan bir milletin torunlarıyız biz. Hele ki bağlama… Yüzyıllarca yüreğini tellere seren bir milletin çocukları, nasıl böyle tuhaf yaklaşımlarda bulunuyorlar anlayamıyorum. Merak bakışları değil bunlar. Sanki bir çeşit alay seziyorum. Umurumda değil aslında. Belki de bu gün biraz alınganım insanlara karşı. En iyisi kimseyle göz göze gelmemek. Otobüs, Güzeltepe meydanının köşesinden görünüyor. Biraz kalabalık da olsa, geç kalmamak ve bir an önce o alaysı bakışlardan kurtulmak için biniyorum otobüse. Biraz bekledikten sonra, kalkan yolculardan birinin yerine oturuyorum. O an tam yanımda oturan kişinin, geçenlerde anlattığım zihinsel özürlü adam olduğunu fark ediyorum. “Ne tuhaf” diyorum içimden. “Bu gün yürümekten caymış, otobüse binmiş yakalamaya gidiyor her gün adım adım takip ettiğini.” Gülümsüyorum. O Kardeş Kalemler Haziran 2008 da bana gülümsüyor. Sonra yanımdan kalkıp boşalan bir tekli koltuğa oturuyor. Ben de başımı bağlamama yaslayıp kapatıyorum gözlerimi. Bir sürü şey geçiyor aklımdan. Hiçbiri ipe sapa gelir cinsten değil. Trafik çileden çıkaracak kadar yavaş ilerliyor. İnsanlar sıkıntıyla bekliyor. Herkeste asık suratlar. Allah’ım, yoksa ben mi bu gün insanların o sevimli yönlerini göremiyorum. Kendime kızıyorum ve başlıyorum insanları incelemeye. Yanımda bir baba var. İki kızından birini kucağına almış. Diğerini de hemen önündeki koltuğa oturtmuş. Baharın tadını çıkarıyorlar. İlginç gelen ne varsa gözlerine, hemen minik kızının kulağına eğiliyor ve onun mavi gözlerinin şaşkın bakışlarını sanki defalarca görmek arzusu ile hem gösteriyor, hem anlatıyor: - Bak, martıları görüyor musun? Nasıl da uçuyorlar.. Kulağım baba ile kızın konuşmalarında. Bir taraftan da etrafı gözlemliyorum. Tam karşımda bir genç kız oturuyor. Uzun boylu, röfleli saçlı ve makyajlı… Oldukça bakımlı. Saçı, 17 kıyafeti, ayakkabı ve çantası uyum içinde… Hiçbir şey yapmadan öylece oturuyor. Acaba ne düşünüyor şimdi? Onun yanındaki genç bey de aynı tavırla oturuyor. Küçük yüzünde hiçbir mimik belirtisi yok. Hatta beklemenin sıkıntısı bile… Onları izlerken tepkisiz halime kızmaktan vazgeçiyorum. Bu arada baba, kızıyla konuşmaya devam ediyor: - Nereye götürüyorum ben kızımı? - Parka… Salıncağa da binecek miyim baba? - Tabi benim güzelim. Ablanla beraber binersiniz. Bizim akıl yoksunu Çengelköylüye ilişiyor gözlerim. Kimseye aldırmadan sağında biri varmış gibi konuşuyor ve gülüyor. Birden gözümün önüne kendi kendime konuşmalarım geliyor. Yüzüme bir gülümseme yayılıyor. Bunu da gördüm ya, artık deli olduğuma kanaat getirebilirim. Biraz sonra Üsküdar’a varıyoruz. Sırayla iniyoruz otobüsten. Ben hızlı adımlarla dolmuşlara ilerliyorum. Saat, 5:45. On beş dakikam kalmış. Oturuyorum ve ücreti uzatıyorum şoföre. - Çiçekçi… alır mısınız? Paramın üstünü alırken otobüste başladığım oyuna devam ediyorum. Ama o da nesi? Tam arkamda yine bir baba-kız oturuyor. Anne ve ağabey de var yanlarında. Baba, minik kızına soruyor. - Balık alayım mı ben kızıma? - Al babacım. Ama kılçık (bunu bebek lisanı ile ifade ediyor cimcime) çıkarsa yine? - Tamam o zaman, ben de et alırım kızıma. Ama eti de yemiyorsun. - Onda da kılçık var. - Ette kılçık olmaz ki. - Hayır var onda da kılçık var. Gel de anlat şimdi bu cimcimeye ette kılçık olmadığını, diyorum içimden. Annesi söze karışıyor: - Sus kızım biraz, kafamı şişirdin. Babası kızın kulağına fısıldıyor: “Susmayacağım, de kızım.” Muzip babanın dolduruşuna gelen küçük kız annesine dönüyor ve: - Susmıycam işte, diyor. Gülüşüyorlar. Ben de yüzlerini dahi görmediğim bu insanlarla beraber gülümsüyorum. Ne tuhaf ki, arkama döndüğümde bu küçük hanımın da diğer küçük hanım gibi masmavi gözleri olduğunu fark ediyorum. Bir de tatlı mı tatlı bir babası. Bu gün babalar ve kızlarının günü anlaşılan. Başımı ne yana çevirsem bir baba-kız manzarası ile karşılaşıyor gözlerim. Babam geliyor aklıma. En çok da liseye ilk başladığım o günler. Teknik lise mezunuyum ben. Yapı Ressamlığı. Babamla çizim masası almışız eve dönüyoruz. Sicim gibi yağmurun altında… Arabamız da yok. Babamın elinde masanın tablası, ağabeyimin elinde ayakları, benimkinde de taşıyabileceğim en küçük ne varsa o işte. Vapurdan iniyoruz ve her yerimizden sular süzülerek Toygar Hamza mahallesindeki evimizde alıyoruz soluğu. Ve babam, daha üstündeki ıslak kıyafetleri çıkarmadan masayı kurmaya girişiyor. Nasıl heyecanlı, nasıl hevesli! Ben eski botlarımın içinde buruşmuş olan ayaklarımı ısıtmaya çalışırken, onun umurunda bile değil üşümek. Hızla kuruyor masayı. Bir de masa lambası bağlıyor kenarına. - İşte, benim güzel kızım, artık rahatça çizim yapacaksın burada. Ulaaa! Bu da nasıl güzelmiş böyle, diyor ve o şen kahkahasını patlatıyor. Tüm bunları hatırlarken çiçekçiye vardığımızı anlıyorum. Yanaklarımdan süzülen yaşları saklamaya çalışarak inmek istediğimi söylüyorum. Küçük maviş hanımefendiye bir gülücük yollayıp yola koyuluyorum. Aslında ayaklarım kursa doğru gidiyor, ama aklım babamın hevesli ve şen halinde kalıyor. Bu Pazar da ‘Babalar ve Kızları Günü’ olsun. Hem babam da Karacaahmet’te tam yanı başımda işte. Kardeş Kalemler Haziran 2008 18 AZERBAYCAN Şairin Vüsalı (Küləkli şəhər silsiləsindən) Məqsəd NUR ... Dağılmağa başladıq... rayçılıq elədi... Pivəxanadan dönüb yerimizə sərmələnmişdik; şair saçını daramağa durdu və gözlənilmədən hamımızı söyməyə başladı: İki gün qabaq - ayın 19-da axşam dərsindən gələndə Nərimanın əlində qumbara partladı: qızları qorxudurmuş. Sağ qolu itdi. Buna görə şairi lənətliyirdim; dalaşmasaydıq, Nərimana dil-ağız eliyərdim, tırım tutmuşdu. Soyudum. Şair özü Nərimanın sağsoluna keçirdi. Mən də bıçağ udub oturmuşdum. - Əclaflar, tüklərim saralır, məni alkoqolik eləmisiz... ta mən pivnoya-zada getmərəm, tüpürüm sizin həyatınıza! Onu qandırmağa çalışdıq ki, saç uzandıqca ucları saralır, sonuncu dəfə bərbərə nə vaxt getdiyini bilirmi soruşduq, yox, bilmir, dedi və soyudu-oturdu. Dedik, bir gün pivədən kəsək, gedib saçlarını düzəltdirsin, ya keçəl qırxdırsın. Bir də bizi söyməsin dedik. Söz vermədi, amma nəsə donquldandı... Buna görə zirzəmidə qanqaraçılıq oldu. Şair yaddan çıxdı, nəsə bir siyasi mübahisəyə görə Nəriman məni yumruqladı. Bir-birimizin ağzıburnunu partlatdıq. Elə oldu ki, şair özü bizə haKardeş Kalemler Haziran 2008 Şair də yaltaqlanmırdı. Hələ yeri gəlsə, mənim eləyəcəklərimi də üstünə götürürdü: ara qarışdırdığına görə bağışlamağım gəlmirdi. Nəriman oxumağı atdı... istəseydi, sol əliynən də yazmağı öyrənə bilərdi. Özü bilər. Höcətiydi... ... Heç vaxt şairin dilindən söyüş eşitməmişdik. Biz qancıx kimi söyüşürdük: şairin məzəmmətli baxışı vardı, baxırdı, biz də bacardıqca könlünü 19 bulandırmırdıq. Hər sən deyəndə də mədəni olmaq olmurdu axı. Hərdən Nərimanın şitənməyi tutanda, zirzəminin girəcəyində çöməlib türmədəqayırma, broletdən asılı xırda insan kəlləsini baş barmağında yellədə-yellədə pafosla şairin şerlərini deyirdi. Ürəyi soyumasa ayağa durub gəzişir, şerlərin ardınca dodaqaltı murdar söyüşlər ifraz edirdi. Deyirdi yandırıcı yaz, şair, yandırıcı... Belə baxanda şairin nəsə bir zad olmağını beynimə Nəriman yeritmişdi. Klyonkanın üstünü yazmağı, pivə içməyi, bir az diribaş olmağı da Nəriman şairə öyrətdi. Deyirdi dərd səni öldürər, şairsiz qalarıq, arabir yüngülləşməkçün iç, söyüş söy, qızlarnan gəz. Sonuncunu deyəndə şair daş atıb başını tuturdu... Birinci kursda şair dərsdən qıraq vaxtlarda əlini qoynuna qoyub pəncərədən baxırdı. Kimsə onu dindirə bilmirdi: Nəriman qızları öyrədib şairə söz atdırırdı, hamı ona sürtüşür, o da qızarır və söz demirdi. Qızlardan qorxurdu (guya belə dəə, bunun bu işdən xəbəri yoxdu), yenə oğlanlarnan salamməleyki vardı. Şairə elə gəlirmiş ki, qıraqdan sevgilisinin gözləri ona tuşlanıb. Gözləri yaaa... Axırı, bulvara gedəndə Nəriman şairi gəzməyə dəvət elədi və açıqca dedi ki, təmiz oğlana oxşayır, onunla dost olmaq niyyəti var. Mən də bir qız tutub-gətirdim, üzünə baxmadı... Axır Xallı Klyonkanı şair də yazdı. Əlini qələmə atanda yanaqları qızardı... (guya də!) yaza bildi. İri hərflərlə “Xallı Kitabə”nin üstünə sevgilisinin adını yazdı. Altdan da o tarixi yazdı ki, həmin gün qıza ilk kəlməsini demişdi. Onda qızın 14 yaşı varmış... ...İki ildi baxırdım ona yazığın gözlərinə dərd çökmüşdü. Nəriman arada deyirdi, şair bir az da belə yaşayıb yazsa, dahi olacaq, Füzulini də, o birilərini də keçəcək. Mən deyirdim ərə verəcəklər - başına döyə-döyə, ya da özü qoşulub birinə gedəcək. (Axı biz bilmirik qız nə qızdı) Üzünü də görməmişik. Kəndçi qızlarda var axı: özgələrin çuğuluna inanar, bu yazığı sınağa çəkər, sonra da dədəsi verər (guya ha!) zornan gedər, hələ bir qarnı da dombalar... ... əl-əlbət Füzuliyə çatacaqdı. Biz belə bilirdik. Zalımın gözləri güləndə də dərddən gülürdü. İçəndə keflənmirdi, susub dururdu. Düz iki il gözlədi (ondan da qabaq nəqədə...). Qızın nazı- na dözdü. Nərimana qalsa, Füzulini ona görə ötə bilmədi ki... istədiyinə çatdı! Mənim küsüm yalan olmuşdu; illərdən sonra yola gələn sevgilisinə qovuşmaqçün bizi tərk edən şairi Nəriman bağışlamırdı, sonuncu günlər hər addımbaşı onu sancırdı. İçi xıltdı də. Şair də susurdu. Bizi atıb qızı tutduğuna görə cığallıq eliyirdik (Guya bizi alasıdı!). Hamımız bilirdik ki, bir yaxşı gün bu zirzəmidən çıxıb gedəcək, bir kişinin qızına evlənəcəydik. İndi neynəsin, şair qabağa düşdü... Sonuncu gün “Xallı Kitabə”nin üstünə bir şer də yazıbmış: Sağım divar, solum divar, Önüm divar, arxam divar; Yıxır məni bu divarlar, Sıxır məni bu divarlar, Səhər axşam hey o ki var... Köçəndə ortası düyməli kepkası başındaydı. Bilirdi, Nərimanın belə kepkalardan zəhləsi gedir. Nəriman kepkanın düyməsini barmaqlarının arasına alıb şairin başından çıxardı, dazlanan gicgahından öpdü, keçəl yerinə ərkyana bir çırtma da vurdu, qucaqlaşıb bir azca belə qaldılar. Şair kepkasını çıxarıb Nərimanın başına qoydu, sonra da qəfildən kepkanı qapıb Küləkli Küçənin görünməzliyinə tərəf fırıldatdı... *** ... tində gözdən itdi. Nəriman ta ona müqəddəs adam kimi baxmırdı, iki gün qabaq üzünə dedi. Şair də susdu. Eləcə qucaqlaşdılar, ayrıldılar. Mən də xeyli yüngülləşdim... Tros («Katastrofiklər» silsiləsindən) Necədi səninçün, vələdüznalar şəhərin ortasında gəlin maşınının qabağını kəsdilər. Trosnan. Nəmər almağa. Maşın dayanar-dayanmaz gəlin düşdü. Ədəb-ərkanla qollarını gədələrə tərəf açdı: gədələrin birinə çatdı, əyildi... *** Kardeş Kalemler Haziran 2008 20 Bir dənə şillə! İlişdirdi: dalınca şillə-təpik. Küprüyünü qaldırdı, kablukunun altıynan gədəni palçığa qarışdırdı, xancaladı... Boşqab sındırırdı eləbil zalım qızı. Çəkilib də oturdu maşına, “sür” dedi-getdi. Bəy “Mersedes”in pəncərəsini endirib mattım-mattım baxırdı. Belə keyfin istiyən bir oğlan ey. Əli ağzında qalmışdı... hörükdən qırılan at kimi özündən çıxmışdı. Gədənin dikbaşlığı qarıya da, qıza da ləzzət elədi. Gədəni keyf tutmuşdu. Amma şərvaxtı belə bir naxışa inanmamağı gəlirdi. Ətrafı, ötən maşınları, vadidən qalxan adamları sezdi. Niyə də bu qədər şenniyin içində bir qarı və qız nəvəsi ona məzə verməsin, boynunun arxasında pıqqıldamasın... *** Havadanıydı. Yüz faiz. Həmən gün mənim özümün də başım ağrıyırdı. Payız vaxtı belə olandaolur... Qənbərliyin yenişi veclərinə gəlmirdi. Qıznan qarı başlarını bir-birinə söykəyib nəsə xısınlaşırdılar. Dəli şeytan deyir: dön qarını qızdan arala, sifətini ovcuva al, götür, qaldır maqnitolaların üstünə qoy, bax... *** Dalınca “indi gör bunun doğduğu nə olacaq?”,dedilər. Tərs kimi (Katastrofiklər silsiləsindən) Xalçanı bir sürü hikkəli qadın gətirib evin ortasına atmışdı. Üstündə iki şir üz-üzə baxışırdı, içiçeşnili butalar da qıraqlarına düzülmüşdü. Özüm, haçansa demişdim satılsın, itsin o xalça gözümnən, bu evdən çıxsın, gödəkdi, köhnədi... İndi camaatın yaxasından yapışmışam. Nəsə o xalça fırransın gəlsin, buralarda hardasa yanyörəmdə olsun... Xalça da valikdədi - İstanbulda... Əvəzinə gödəkcə gəldi, deyirdilər it dərisidi. Deyirdilər bir sürü iti bəsləyib axırda sallaqxanaya doldururlar, dərisi bu yana, qalanı sabunafilana gedir... Yadımdadı, xalçanı gətirən arvadlar (soruşmasam da əminiydim ki, sallaqxanaya küşkürlənən itlərin hamısı qancığıydı) bir sürü qoyunu arxaşa yığıb ağula doldurur, sonra üç ayağını sarıyıb birini açıq qoyur və qırxıb buraxırdılar. Tərəkəmə arvadları... Bu səhnədən itlərin xoşu gəlirdi, qızıxıb şellənirdilər. Şirə dönürdülər. Həmin vaxt da kürsək başlanırdı... Dümsük (Katastrofiklər silsiləsindən) Maşın sürətlə döndüyü döngədə dayanclarını basdırıb yerə mıxlandı. Qarı nənəsinin qolundan yapışıb yolu keçirdən qız gözaltı içəri baxdı... Maşına oturdular. Qənbərliklə üzüaşağı, vadiyə tərəf gedirdilər. Maşın da, maşını sürən də Kardeş Kalemler Haziran 2008 Söz atmağa-zada macal tapmamış geridən bir az da bərk pıqqıltı gəldi. Elə beləcə - pıqqıltı içində də qarı ağzını yaşmadı, gümüşü çəliyiynən gədəni dümsüklədi: - Yavaş sür, ədə, uçarsan - dedi. Bu keyfdə də də nənə-qız uğunur-gedirdilər... Mazoxist (Katastrofiklər silsiləsindən) “İlk doğuşumda 17 yaşım vardı. Uşağı qeysər kəsiyiynən götürməyə pulumuz çatmadı: həm də belə danışdıq ki, özüm güc verib doğsam, daha yaxşı olar. Mən həmişə belə düşünmüşəm ki, qadın öz doğduğunun ağrısını çəkməlidi. Gərək qadın uşağını sevə bilsin. Gərək, ana balasına düşkün olsun. Mən doğuşdan sonra övladına biganə qalan anaları başa düşə bilmirəm. Doğuşdan qəbrədək bala baladı... Bəlkə də ana olmağa qədər həyatımın bir dövründə sevgi qıtlığını başım çəkdiyindən bu fikirdəyəm. Amma ilk doğuşdan yadımdadır ki, adamın içini qəssab kimi kəsib doğrayır, qaşıyır, özündən iyrəndirir və əzab verirdilər. Bu məşəqqəti yaşarkən, dişlərini dişinə sıxır, bağırmaqdan səs tellərin çatlayır, ürəyin hövr eliyir, huşun itir və... sonra lap on uşaq da doğsan, hər şey buna bənzər öz təkrarını yaşayır. Fəqət bütün bu iztirablardan sonra yalnız ana, yalnız əsl ana dönüb övladına baxır, sevinir, iztirabdan qurtulmağında sanki bu körpə varlığın da köməyinə görə az qala ona təşəkkür edir... “ 21 *** - Uşağı özün əmizdir, - deyirəm. - Mama, sən mazoxistkasan, - deyir qızım... . Əfrayıl (Rütubət sevgiləri silsiləsindən ) ...Yaylaq biçənəklərinin başından xətər sovuşmuşdu: qaymaqçiçəyinə bürünmüş yamaclara kotan çatası deyildi. Tütün bitməzdi orda; qaya diblərinə, orman arasındakı qaratorpaq düzənlərə, xırda daşlıqlı seltutmazlara sığınanda bu yarpaqtəhər andır iki metrdən çox boy atırdı. Yığımı gəldimi, dolu duasının əvəzinə, arvadlar “çiçəyindən yağ damır zəhərin” deyib işə girişirdilər... ...Kəndi sel yuyan il Əfrayıl təpik yemişdi: ana qarnında. Hələ qulaqlarını göstərirdi, dördkünc başına işarəynən anasının qarnında o təpiyin guppultusunu eşitdiyini deməyindəydi. Hər dəfə də milləti güldürüb özü qırpınmırdı, qulaqlarını elə tərpədirdi ki, xırçıltısından ət töküləsiydi... ...Dağbəyi qarğıdalı çörəyi yeyilən ili lap dilinə də, əlinə də yiyəsiliyi unutmuşdu. Erkəyinədişisinə baxmırdı. Əfrayılın da anası selyuyan il dolu duası yazdırmağa pul yığanların arasında əks-təbliğat aparmışdı. Doludağıdan top qoysunlar, deyirdi. Çəkişmənin kökü lap köhnə vaxtlardan boy vermişdi; dağbəyinin babası onun babasını bir söz üstdə güllələmişdi, onun babası bunun alaçığında nənəsinə bir təpik ilişdirib getmişdi... Haqqhesab otuzuncu ildə səngidi: dağbəyinin dədəsini güllələdilər. Dağbəyi də deyirdi, Əfrayılın babası o işə barmaq qoymamış deyil. Nooldu, o yenə dağbəyi, sonra kolxoz başçısı oldu... Və Əfrayıl da anasıyla bir yerdə təpiyi həmin selyuyan il yedilər. Susdular... ...Əfrayılın bir kimsəyə ziyanı dəyməzdi: uzağı sözü adamın üzünə vurar və soyuqdan göyərəndə cındır pencəyinin sallaq qollarını qoynuna dürtüb Zeynəbin dükanında məzə qalardı. Zeynəbin “Prima”sını pulsuz versə də, çəkməzdi. Özcə tütünündən “Kommunist”ə büküb sümürürdü. Və sümürüb zəhəri söyürdü... ... Əfrayıl təpik yeyən il dağlara tütün toxumu gətirmişdilər... Ceyhun Atıf Kansu Cad. 45 Sok No:13/2 Balgat –ANKARA Tel: 0.312.287 80 43 Faks: 0.312.287 80 53 e-posta: bilgi@ayb.org.tr 1988-1993 Kardeş Kalemler Haziran 2008 22 Kenan EROĞLU Kardeş Kalemler Haziran 2008 23 TÜRKİYE Ben Gördüm GAMZE KARACA Aslında o anı hiç yaşamadım. Elle tutamadım belki de; ama neden bilmiyorum, o anı bir daha yaşamak için can atıyorum. Çok değil, daha bu bayram gittik memleketimize…. Oranın ferah ve dinlendirici havasını solumak için de köye indik. Bir ev vardı ki; resmen aşık oldum. Odunları yaşlanmış; baykuşlar gibi… İçindeki eşyaların eskilerden konuşa konuşa dilleri tutulmuş. Bastonu kırık amcalar gibi ya düştü, ya düşecek ak sakallı ev… Bahçenin ortasında oyma ile yapılmış odun çeşmenin kenarı yeşil misafirlerle dolmuş yıllarca ama su durmadan hizmet etmiş onlara. Gitmeyeceklerini, misafirlerin düşüncesizi olduklarını bile bile… Hemen musluğun yanında toprak altında bir zamanların buzdolabı... Eskisi gibi dedikodu yapamıyor artık içine konan yiyeceklerle. Yalnızca ağlıyor, dedelerimizin gençlik yılları için… Babamın eviydi burası, benim kahramanımın… Bir kitabı var; çocukluğunu anlattığı… İşte orayı hissettim ben. Göremedim; ama gördüm… O - Dünyayı Dolduran Kiraz’a…kitaptaki her yeri gördüm. Babamı gördüm. Babamın bahsettiği dünyalar kadar kirazı gördüm o minik tepede… Pek ağacı kalmamış aslında, huzur evinde “belki bir gün” diyen yaşlılar gibi ileri derece gözlüklerini takmış; ama göremiyor sanki… Babamın yüreğini dolduran o kirazları ben gördüm… Bayırın tepesinden fırlayan o simsiyah kuşu da gördüm… Oyalı yamalarla bezenmiş o emektar divanın üstünde babamı gördüm ben. Karşı duvardaki gölgelerin mızıkçılık yaptığı oyunları, o simsiyah kuşu, kara bayırı ve babamın gözlerini gördüm. Başka kimse görmedi bunları. Hani çocuklar ister ya bir sürü çikolata; işte belki de babama duyduğum bu çikolata sevgisi gösterdi bana tüm bunları…. Gıcırtılı merdiven anlattı bana… Belki de düşmek üzere olan balkonun son sözleri bunlar, bir gazinin savaşı anlatması için… İçimde tatlı bir burukluk; çünkü görmedim; ama görebiliyorum. (Ekim-2004) Kardeş Kalemler Haziran 2008 24 TÜRKİYE Prof. Dr. Ümit Tokatlı ile Divânü Lügât-İt-Türk Üzerine Söyleşi MÜLAKAT: ABDÜLKADİR ÖZTÜRK Abdulkadir ÖZTÜRK: Sayın Hocam, Avrasya Yazarlar Birliğinin yayın organı olan Kardeş Kalemler dergisinde; “Kaşgarlı Mahmud’un, Kitâbü Cevâhiri’n-Nahvi fî Lügât-it-Türki” adlı kayıp eserini bulana, 1000 cumhuriyet altını ödül verileceği ilan edildi. Oysa siz, “Türkçenin Kaynak Eserleri” dersinde, bugüne kadar yazılıp da kaybolduğuna inanılan Kaşgarlı Mahmud’un Kitâbü Cevâhiri’n-Nahvi fî Lügâtit-Türki adlı kitabının, Dîvân’ın yazıldığında, henüz proje durumunda olduğunu söylemiş; dîvân’ın orijinal metninin yanı sıra Türkçe, İngilizce ve Farsça Tercümelerini de göz önünde bulundurarak, “Kitâbü Cevâhiri’n-Nahvi fî Lügât-it-Türki” adlı eserin yanlış tercüme sonucu ortaya çıktığını söylemiştiniz. Söz konusu kitabın yazılıp tamamlanmadığı hakkında görüşler ileri sürmüştünüz. Kardeş Kalemler dergisindeki bu ilan, kitabın varlığına bir işaret değil mi? Bu konuyu biraz daha açıklayabilir misiniz? -orada işlenecektir- demesi gerekirken, ‘orada bildirilmiştir’ diye kesin bir ifade kullanmıştır. Bu yanlış tercüme sözkonusu kitabın yazılıp tamamlandığı düşüncesini doğurmuştur. Ümit TOKATLI: Dîvânü Lügât-it-Türk, yazılıp tamamlandığında, “Kitâbü Cevâhiri’n-Nahvi fî Lügât-it-Türki” adlı kitabın henüz ortada olmadığı kanaatindeyim. Dîvânü Lügât-it-Türk’ ün orijinal Arapçasına bakarak bunu söyleyebiliriz. Nitekim Kaşgarlı Mahmud, bu kitapla ilgili bahsinde şöyle söylemektedir: “Ben bu konuya bir kitap ayırdım ve kitabın adını da Cevâhirü’n-Nahvi fî Lügât-it-Türki( Türk Dili Grameri’nin Temel Bilgileri) adını koydum. Allah isterse veya uygun görürse bu konular orada işlenecektir.” Besim Atalay, bu kısmı şu şekilde tercüme etmiştir: “Kitâbü Cevâhiri’nNahvi fî Lügât-it-Türki” adını koydum, yüce Tanrı’nın dileğiyle “nahv” ile ilişkili kurallar orada bildirilmiştir.” Atalay, tercümesinde Farsçada dua için ayrı bir kip var, ancak Türkçe ve Arapçada böyle bir kip yoktur. Dîvânü Lügât-it-Türk’ ün Farsça Tercümesinin, yayına hazır olduğunu; İran’da çıkan “Varlık” dergisinde Dr. Hüseyin-zâde Muhammed Sıddık ile yapılan bir röportajda öğrenmiştim. Bahsettiğim bu ifadenin Farsça Tercümesinde mutlaka dua kipiyle ifade edileceğini beklerken, bu şekilde ifade edilmediğini gördüm. Sıddık’ın Farsçayı çok iyi bildiği halde Arapçasının yetersiz olduğu kanatine vardım. Nitekim bu durum yaptığı Tercümeden de anlaşılmıştır. Şöyle ki; Sıddık, darda kaldığında Besim Atalay’ın Tercümesini alıp; kendi tercümesine aynen aktarmıştır, Dolayısıyla Sıddık da yanlış tercüme yapanlardan birisi durumundadır. Kardeş Kalemler Haziran 2008 Bazı bilim adamları Kaşgarlı Mahmud’un ilk kitabının Cevâhir, ikinci kitabının Dîvân olduğunu söylemektedirler ki, bu tamamıyla yanlıştır. Yani “Kitâbü Cevâhiri’n-Nahvi fî Lügât-it-Türki” yazılmış olsa bile bu kitap Kaşgarlı’nın ikinci kitabı ve te’lif tarihinin de mutlaka Dîvân’dan sonra olması gerekir. İngilizce Tercümesine baktığımızda da bu bölümün tercümesinde “devote” fiili kullanılıyor. Yani “ayırmak” anlamında kullanılıyor. Burada bir dua kipi var yani “inşallah” dediğimiz dua kipi var. Bilindiği üzere, inşallah, gelecekte yapılmasını istediğimiz, temenni ettiğimiz bir şey için kullanılır, yapılan bir iş için değil; ancak Allah’ın yardımına şükredilir. 25 Hatta Sıddık, orada Atalay’dan daha da ileriye giderek şöyle demektedir: “Ben bu konuyla ilgili Kitâbü Cevâhiri’n-Nahvi fî Lügât-it-Türki isminde bir kitap yazdım ve Allah’ın inayetiyle bütün gramer konularını, hepsini ben orada işledim.” Sıddık, Atalay’dan daha kesin bir ifadeyle Kaşgarlı’nın Kitâbü Cevâhiri’n-Nahvi fî Lügât-it-Türki adlı eseri gerçekten yazdığını ifade etmektedir. Bizler, Besim Atalay’ın bu yanlış tercümesi sonucu, bugüne kadar bu kitabın ortaya çıkmasını beklemekteyiz. Temennimiz odur ki, Kaşgarlı Mahmud, Dîvânı bitirdikten sonra, Cevâhirü’n-Nahvi kitabını da te’lif etmiş olsun; bu kitap daha sonra kaybolsun ve inşallah bu eser, günün birinde ortaya çıksın. Ancak Avrasya Yazarlar Birliği Yönetim Kurulunu ve Kardeş Kalemler dergisini, böylesine önemli bir konuda göstermiş oldukları duyarlılıktan dolayı kutlamak gerek. Abdulkadir ÖZTÜRK: Hocam, Avrasya Yazarlar Birliği, Kardeş Kalemler dergisinde, Cevâhirü’n-Nahvi fî Lügât-it-Türk” adlı kitabını bulana “1000 Cumhuriyet Altın” ödül vereceğini ilan etmiş ve bu ilan basın da haber olarak yayımlanmıştır. Bu ilanda ve bu ilanı konu alan yazılarda eserin adının da yanlış transkiribe edildiğinden bahsettiniz. Derginin bu ilanıyla ilgili 25 Şubat 2008 tarihindeki dersimizde, Arapça tamlama kurallarını ayrıntılarıyla işlemiş ve eserin doğru transkribe edilmiş ismini ortaya koymuştuk. Şimdi bu konu ile ilgili söyleyecekleriniz nelerdir? Kendileri basit bir Arapça tamlamanın bile üstesinden gelemezken; Kaşgarlı’nın Arapça bilgisini ölçer nitelikteki bilimsel açıklamalar yapmaktadırlar. Bahsettiğim bilim adamlarının Kaşgarlı Mahmud’a çok büyük bir saygısızlık yaptıklarının kanaatindeyim. Bazı bilim adamlarının görüş beyan ederken Kaşgarlı ile ilgili Arapça, Farsça birçok kaynaklara baktık ama bulamadık şeklinde sözler sarf etmelerini de doğru bulmadığımı söylemek istiyorum. Çünkü bunu söylemek için ciddi bir donanım gerekir, bu kişilerin de bu donanıma sahip olmadıklarını biliyorum. Kaşgarlı ile ilgili Arapça, Farsça birçok kaynaklara baktık ama bulamadık diyenler; Blouché’nin Collection Orientale, (Paris 1883, s. 75. ) kitabından habersizdir. Yazar bu kitabında; “Arapça ve Farsça kaynaklarda Türklerle ilgili bilgi bulunmamaktadır. Şayet bulunsa bile Türkleri kötüleyen veya yanlış bilgi veren ifadelere rastlanır” demektedir. Bu tip görüşler ileri süren bilim adamları şayet adı geçen kaynağa bakmış olsalardı bu kadar zahmete girmelerine gerek kalmayacaktı(!) Bu nedenle İnşallah bu yıl, “Kaşgarlı Espirili Yılları” olmaz. Bakın şimdiden espiri konuları başladı, ama olmaması gerekir. Şayet bilen biri varsa ortaya çıkar açıklamalarda bulunur, bilmeyenlerde Ümit TOKATLI: Kardeş Kalemler Dergisinin Ocak sayısında arka iç kapakta, “1000 Cumhuriyet Altını Ödülü” bahsi geçerken; kitabın adı orada da yanlış yazılmıştır. Kitabın adı sadece burada değil başka yerlerde de yanlış yazılmaktadır. Ancak bu kitabın ismi Besim Atalay’ın tercümesinde doğru olarak yazılmıştır. Dergide Atalay’ın tercümesinde yazılmış şekline uyulmuş olsaydı; cevâhir kitabının adının doğru yazılmış olurdu. Dergideki ilanda yapılan bu hata sehven yapılmış olabilir. Benim itirazım bu hatayı yapan bazı bilim adamlarına. Kaşgarlı Mahmud “çok iyi Arapça bilirdi, iyi dilcidir” şeklinde görüşleri ortaya atanlar acaba bunu nereden anlamışlardır? Kardeş Kalemler Haziran 2008 26 kalkıp birilerini yanıltmak ve kendilerine bir şeyleri mal etmek adına bu tip işlere girişmemelidirler. Çünkü bu tip açıklamalar her şeyden önce bilime karşı bir saygısızlığa; öte yandan da Kaşgarlı Mahmud’u da hafife alma noktasına götürülmemelidir. Abdulkadir ÖZTÜRK: Peki Hocam! Diriözler Armağanı’nda sayfa 150’de Namık Aslan’ın Kaşgarlı Mahmud’un Dîvân’ından yaptığı bir tespit vardır. Onun için ne diyorsunuz? Ümit TOKATLI: Aslan’ın asıl tespiti “İçel Kültür” dergisinde yayımlanmıştır. Cevâhirü’nNahvi’yi ararken, böyle cevherlere de rastlayabiliyoruz. Bu güzel. Abdulkadir ÖZTÜRK: Bildiğiniz üzere UNESCO’nun bu yılı, yani 2008 yılını “ Kaşgarlı Mahmud ve Dîvânü Lügât-it-Türk Yılı” olarak kabul etmesi de bizler için büyük bir onur kaynağı olsa gerek. Bu konu hakkında da düşüncelerinizi alabilir miyiz? Ümit TOKATLI: Bu yıl, aslında çok iyi bir fırsattır. Yalnızca Kaşgarlı için değil Türk dili için de çok iyi bir fırsattır. Şimdi Kaşgarlının veyahut daha doğrusu Dîvânü Lügât-it-Türk’ün bilmediğimiz taraflarını, bu yılda ciddi şekilde akademik çalışmalarla ortaya koymamız gerekir. Tabi ki bunu bilmeyenlerle değil, bilenlerle yapmak gerekir. Kardeş Kalemler dergisinin bu ilanı ve bizim bu görüşlerimiz belki bir tartışmayı da beraberinde getirecektir. Son olarak biraz da Dîvânü Lügât-it-Türk hakkında bilgi vereyim. Kaşgarlı, kitabını yazdığında, Arapça da ilk sözlüğü yazan Halil bin Ahmed’il Farâhidî “El- Ayn” yani ayın harfi ile başladığı için El- Ayn sözlüğünü örnek almıştır. Kaşgarlı, Halil’in kullandığı yöntemi, biraz değiştirmek suretiyle sözlüğüne almıştır. Aslında Kaşgarlı’nın eseri, Halil’in sözlüğünden fazla, Farabi’nin Arapça için uyguladığı ve kafiye düzenine dayanan sözlük sistemine daha çok benzemektedir. Farabi, orada şu şekilde yapmıştır: Dîvânü’l-Edeb fî Beyâni Lugati’lArab adlı eserinde; şunu altı bölüme ayırmıştır. Birinci bölümde; kitâbü’l sâlim, ikinci bölümde; kitâbü’l muzâ’af, üçüncü bölümde; kitâbü’l misâl olmuş ondan sonra zevâtü’sselâse olmuş yani üç harften oluşan kökler, diKardeş Kalemler Haziran 2008 ğer bölümde zevâtü’l arbaa yani dört harften oluşan kökler, sonuncusu da; altıncı bölümde hemze bölümüdür. Bunlarda da önce isimleri daha sonra da fiileri incelemiştir. Orada Arapçaya göre de özel bir sıralama vardır. Kaşgarlı, Farabi’nin bu kitabının sırasını almış ve Türkçenin fonetik yapısına göre; Arapçada olmayan sağır kef’i ve kelime sonunda çift ünsüzleri ayrı bir başlık altında veya ayrı bir bölümde incelemiştir. Dolayısıyla Kaşgarlı’nın sistemi sıralaması şu şekilde olmuştur: Hemze kitabı, sâlim, muzâ’af, misâl; üçlüler ve dörtlüler, daha sonra sağır kef ve en sonda da; kelime sonunda gelen çift ünsüz kitabı şeklinde vermiştir. Şimdi şurası çok önemlidir; aslında Kaşgarlı’nın Dîvânını yeniden baştan alıp; bunu gramer bakımından incelememiz gerekir. Biz, yüksek lisans öğrencilerimizle yaklaşık beş hafta boyunca bunu; Dîvân’ın gramer bölümlerini, incelemiş bulunmaktayız. Kaşgarlı’nın hemze dediği, aslında bizim -a, -e ünlüleridir. Tûranî dillerde hemze yoktur. Sümer çivi yazılarında “he, hi, hu” hecelerini gösteren şekil birleşimini; Sami dillerinden Akadçada hemze için kullanıldığını bilmekteyiz. Türkçede aslî uzun ünlüleri, Kaşgarlı çift a yani iki tane elif işaretiyle veya Arapçada üstün hemze birleşimi, daha sonra Osmanlıcada keşideli elif denen işaretle göstermiştir. Aslında Kaşgarlı’yı tenkit edebileceğimiz bir takım yönlerde bulunmaktadır. Fakat bunu yaparken de Türkçenin ve Arapçanın yapılarından istifade ederek yapmamız gerekir. Dîvân’ın bir Türk tarafından sağlıklı bir şekilde kullanılması mümkün değildir. Kaşgarlı’nın, Türkçenin sistemine aykırı olan Arapça kalıpları uygulamakla, Araplara da bir şey öğretemediği ortadadır. Dîvân’dan istifade etmemiz ancak kelimeleri alfabetik sıraya koyduktan sonra mümkün olmuştur. Aynı sıkıntı Clauson’un sözlüğünde de yaşanılmaktadır. Abdulkadir ÖZTÜRK: Son olarak, Kardeş Kalemler dergisi okuyucularına bir mesajınız var mı? Ümit TOKATLI: Selam ve saygılarımı sunuyorum. Ümit ediyorum ki, 2008 yılı Kaşgarlı Mahmud’u ve onu eserlerini idrak ettiğimiz bir yıl olur. 27 TÜRKİYE Ben Garip İlim Garip EMİR KALKAN “Ben garip ilim garip Ağzımda dilim garip..” Ne zaman efkârlansa, elini kulağına atıp bir türkü söylerdi babam. ”Ben garip ilim garip, ağzımda dilim garip…” Sonra, kendini bir türlü nüfus kütüğüne geçmeyen Misis livasının o ünlü Başefendi’si gelirdi ki aklına her hâl: ”Gurban!” derdi. “Gurban… Adamlar kuşdilinden anlıyor da, benim dilimden anlamıyor.” burası. Vay benim ilsiz babam, ağızsız dilsiz babam, vay ! ... Önümde beş genç oturuyorlar, üçü kız, ne hoş, ne güzel yüzleri var. Tavırları ne alımlı, hareketleri ne rahat… Yeşil gözlüsü: Yirmi yıl geçti aradan. Yirmi koca yıl… … Yoğun bir çalışma var tiyatroda. Konuşmalar, inip çıkmalar, ”al- ver, getir-götür, dur-vur” buyrukları… Paspas gıcırtısı, su uğultusu, birbirine karışan sesler, parlatılan camlar, yeniden yeniden silinen koltuklar, süslenen, donatılan sahne, renk renk ampuller… Merdiven başlarında kapı aralıklarında anlık sohbetler… Herkes telaş içinde, herkes bir şeyler yapıyor. Koşuyorlar, onlara uyup ben de koşuyorum; duruyorlar, ben de duruyorum. Toplum psikolojisi zahir! - Sopranoyu, Viva Leanolainden anımsıyorum diyor. Prafan… Finalde telmatek zumdu. - Müge diyor öteki. Sup? - Janbon, sandviç? Ç’ye öyle basıyor ki. - Konçerto, diyor yine yeşil gözlü. Tek obua, tek rautel, orkestra self! Bach’da do minor, ailegrato… Resital varmış bu akşam. - Siz, diyor okul müdürü. Paradiye çıkacaksınız. Parter komple… Parter komple, paradiye çıkmak, bunlar ne demek bilmiyorum. Böyle anlarda en iyisi kalabalığa uymak. Üst kata koşanlara katılıyorum. Arkalara, kenarlara bir yerlere oturuyorlar, ben de oturuyorum. Demek ki paradi Donmuş gibi duruyorum. Sessiz, soluğumu yutarak. Gözüm sahnede. Bunca süsün püsün ardından olağanüstü bir şeyler bekliyorum. Perde bir açılsa… Hiçbir şey anlamıyorum. Ama yüzünü öyle buruyor ki memnun değil her hâl. Ahh, ah bir şeyler bilebilmeyi ne çok isterdim. Dondurma yalayan gülüyor. Korkunç bir küçümseme var gülüşünde. - Şopinde izledin mi? Hıh… Kokana… Üstelik kokainmanmış! Ya kılık! Smokin değil ropdöşambr, piyano şuze, jigolası donet, aptal, boşa lanse, mena… - Ama skoline grandal? Krovuze… Büzülüp kalıyorum. Neden bir şey anlamıyoKardeş Kalemler Haziran 2008 28 rum ben, neden? Sonra çın ediyor zil. Lambalar yanıp sönüyor. - Ooo, diyor önümdeki. Uvertür Çaykovski! ki? Yüreğime kara bir şeyler doluyor. İçmek, ölesiye içmek… Ve unutmak, uyuşup dalmak, zehirlenmek… Bir koltuk meyhanesi, kapıda yırtılırcasına bağıran biri; “Çay, çay… Rize, alın teri, emek, yakıcı güneş, yokluk… Erkan Kamil anlatmıştı; Al vala bağlarmış Rizeli kızlar ve çayı sürgünde kopartmazlarmış. Çayı sürgünde koparan sevdiğine kavuşamaz… Çay…” - Kokoooreççççç!…. - Uvertür Çaykovski… Tavşan yüzlü, kel, korkak, nokta nokta gözlü bir adam: Perde açılıyor, kadınlı erkekli kapkara giyinmiş bir yığın adam. Savaşa gidecekmiş gibi bir havası var hepsinin; göğüsleri çıkık, başları yukarda, gözleri kısık. - Çaykovski do minör, diyor öndeki kara elbiseli. Yapış yapış bir salon, kir sis, duman… - Rakı, diyorum. Rakı.. - Sek mi, diyor. Kahroluyorum. - Rakı, diye bağırıyorum. Rakı, su!… Karga gibi titriyor. - Off bre, of bre! Çaykovski! Çıt yok içerde. Sahnede boğazlanıyormuş gibi bağırmaya başlıyor biri ve korkak bir hırsızın ayak sesleri gibi tapırtılı, sinsi, tel tel dökülen, anlamsız, cızırtılı, bulaşık bir müzik. Cehennem gibi yanıyor her yanım. Bunalıyorum, kaçar gibi çıkıyorum içerden, caddeye atıyorum kendimi. Gece; bulanık, sisli, ıslak bir gece… Bütün ‘cafeteryalar’ açık. Clüp Nank, Cafeterya Dame, No Şan Bar, Lokal Flamingo, karşıda ışıl ışıl Gazino Gril, Piyer Loti Restorant, yanda Mercırr Tower, Avidiyye Showroom, Proses Dizayn... Media Center, Arabia Plaza... Malik ül Mülk apartmanının penceresinden sarkan tabelalar. Jinekolog, Ürolog, Dentist... Vitrinlerde sıra sıra Sahihi Kübrevi ciltleri… Hoparlörden caddeye yayılan yılışık bir kadın sesi; Ello mello mello mee... Kaçacak yer arıyorum. Ne tanıdık bir yüz, ne anlaşılır bir ses… Başım uğulduyor, yüreğime kara bir şeyler doluyor. “Ben garip ilim garip, ağzımda dilim garip.” derdi babam. Niye derdi ki acep, niye derdi Kardeş Kalemler Haziran 2008 … Diyarbekir kal’asına dönmüşüz; ağzımız var dilimiz yok. Şimdi anama gitmek, koşmak ona… Yüreğim, sevdam, ana dilimi anamla doyasıya konuşmak istiyor canım. Atlıyorum dolmuşa, adamı bulandıran, kusturan bir şeyler uğulduyor kasette. Bunalıyorum. Dal dal oluyor sinirlerim. - Off, demek istiyorum derinden, bağırırcasına. Off!... Diyemiyorum, yasakmış! Arabesk serbest, of demek yasak. Yüz liram var, uzatıyorum muavine. Sırtlan gibi biri, pis pis bakıyor yüzüme, şoföre uzatıyor; - Kulacı kasar usta, dört evlek parsala. Gidorlar maftii, kekoya dikiz, sağ boş! Of bre, gene de of, yasaksa da off.. Yıkılası kahpe dünya; neredeyim ben? Kavaklarından karga kovaladığım Ankara değil mi burası? 29 AZERBAYCAN Dezodorant Gız ELÇİN HÜSEYİNBEYLİ O şəkli, yəqin, çoxları görüb. Metroda qatarların divarlarını bəzəyir. Qızla oğlan «Caldion» firmasının dezodorantlarını reklam edir: «So him, So her»1. Hər səhər metroda işə gələrkən onlara baxıram. Cütlüyün üzündə o qədər sevgi və ehtiras var ki, adam gözlərini onlardan çəkə bilmir. Şübhəsiz, kişilər hamısı, mən qarışıq, qıza baxır. Qız o qədər gözəldir ki, dərisi, sanki, ipəkdəndir. Əynində atlas ağ dekolte var, elə bil indicə sürüşüb yerə düşəcək və qız lüt qalacaq. Düşünürəm ki, yəqin o da Züskindin qəhrəmanı kimi kimyagərdi. Alman yazıçısının qəhrəmanı ətir düzəldədüzəldə özü də ətirə çevrilib. Qız da ehtirasından seksual manekenə dönüb. Qızın fındıq burnu, ehtiraslı dodaqları var, gözlərindən məsumluq və sevgi tökülür. Günah kompleksi ona yaddır. Qız, sanki, utandığından ehtiras predmetinə, yəni oğlana yox (onun yerində mən də ola bilərdim), kənara baxır. Sevən qadının birinci gözlərinə baxmaq lazımdır. Bunu mən yox, klassiklərimiz deyib, o gözləri vəsf eləyib. Sevən 1 Onun (erkek) için neyse, onun (bayan) için de o qadının (elə kişinin də) gözləri parıldayır, bəbəkləri genəlir, ağzı azca aralanır, dodaqları ürəyindən qalxan sevgi buxarından yaşlanır, məmələrinin gilələri dikəlir, qanı o qədər durulur ki, yanaqları allanır…Ona vurulmamaq mümkün deyil. Vurulmaq öz yerində, bəs görən yataqda necədir? Yəqin səhərlər qar altından təzəcə çıxmış novruzgülünə bənzəyir. Yuxulu gözlərini ovuşdurur, alabəzək yuxusunu xatırlayır. Və bir gün, bax beləcə həmin şəklə baxırdım, daha doğrusu, gözümü qızın ehtiras tökülən dodaqlarına və ağappaq yumru çiyninə dikmişdim. Birdən kimsə qolumdan yavaşca çəkdi. Fikir vermədim. Həmin hərəkət təkrar olundu, ürəyimdə şeytana lənət oxuya-oxuya qanrılıb baxdım. Köhnə tanışım böyrümdə dayanmışdı. Təəccübləndim. Çünki o, metroya minməzdi, cavanlıqda atasının xidməti maşınında, böyüyəndən sonra isə öz maşınında işə gedib-gələrdi. Tanışım hündür boylu, idmançı görkəmli və yaraşıqlıdır. Nəinki qadınların, hətta kişilərin də ona tamahı düşür. -Yolları elə töküb-dağıdıblar ki, maşınla işə getməyə hövsələm çatmır. Ona görə mən də Kardeş Kalemler Haziran 2008 30 metroyla gedib-gəlirəm,-deyə o şikayətləndi. Mən başımla onun dediklərini təsdiqlədim və nədənsə metroya möhtac qalmış tanışıma yazığım gəldi. Peşəsi vəkillikdir. Dil qabliyyəti olmadığına görə, proseslərə çıxmır, bir vəkil kantoru açıb, oranı idarə edir. Pis məşğuliyyət deyil, özü demiş, beş-on manat qazana bilir. Bir-birimizlə hal -əhval tutduqdan sonra yenidən şəklə baxmağa başladım və fikir verdim ki, tanışımın bir gözü şəkildə, bir gözü də məndədir. deməli, tanıyırsan, gecə yuxularında da onu görə bilərsən, deməli, tanıyırsan, sadəcə adını bilmirsən, amma o səni tanımır, bu, başqa məsələ, çünki səni görmür. Tanışlıq təkcə kiminsə adını bilməklə ölçülmür ki… İndi köhnə tanışıma rast gəldiyimə peşiman olmuşdum, çünki təxminən yarım saat ala biləcəyim zövqdən məni məhrum eləmək istəyirdi. -Gözəl qızdır, eləmi?-deyə qulağıma pıçıldadı. -Bilirəm, nə fikirləşirsən, deyirsən, haqq-hesaba basır, tanıyıb eləmir, amma tanıyıram. Çox sirli qadındır. Bu şəklin arxasında hansı sirlər gizləndiyini bilsəydin, ona bu qədər baxmazdın. -Çox gözəldir,-dedim. -Nə sirr? -Bilirsən, onun gözəlliyi nədədir?-Mən dinmədim, çünki onun sualına hazır cavabım yoxuydu,-sirdə, onun gözəlliyi sirdədir,-özü mənim əvəzimdən cavab verdi. -Uzun söhbətdir, amma sənin üçün maraqlı olar, yazıçı adamsan, nə bilmək olar, birdən götürüb yazarsan da, amma mənim adımı çəkmə. -Ola bilər, -dedim və yenidən şəklə baxmağa başladım. -Yaxşısı budur, bizim ofisə gedək. Qızlar, yəqin, bizə çay da verərlər. Mənim prinsipim belədir, işə gələnə kimi çay hazır olmalıdır, özü də bizim ofis yertənidir, sizin ki kimi quş damında deyil. O: Bu dəfə qızın ehtiraslı dodaqlarının arasından azca görünən sədəf dişlərinə baxırdım. Yerişini, duruşunu təsvir eliyirdim. «Bu qədər ehtiras və gözəllik onda hardanıdı?»-öz-özümə soruşurdum. Tanışım: -Mən onu tanıyıram,-deyə yenidən qulağıma pıçıldadı. Mən bu dəfə köhnə tanışıma tərəf dönüb diqqət və təəccüblə onun üzünə baxdım. -Bilirəm, buna inanmaq çətindir, sən desən, mən də inanmazdım. Amma doğrudan da mən o qızı tanıyıram,-tanışım çox inamlı danışırdı və əlavə elədi,-özü də Moskvada yaşayır. Biz bir müddət susduq, mənə elə gəldi ki, tanışım, nəsə demək istəyir, ancaq çəkinir. -Onu hardan tanıyırsan ki? -Sən hardan tanıyırsan, mən də ordan. -Mən onu tanımıram,-dedim. -Tanımaq nəyə deyirsən ki? Şəklini görürsən, Kardeş Kalemler Haziran 2008 -Gedək bizim otağa, orda danış,-dedim. Razılaşdım biz onun iş yerinə gəldik. Ofis «Nizami» kinoteatrından bir az yuxarıda, mağazaların arasında yerləşir, üstündə heç nə yazılmayıb, tanımayan oranı çətin tapa. Doğrudan da, o deyən kimi oldu, içəri girəndən bir-iki dəqiqə sonra pürrəngi çayı, limonu, qəndi, şirnini, çərəzi qabağımıza düzdülər. Mən darıxırdım, onun öz hekayətinə başlamasını səbirsizliklə gözləyirdim. Nəhayət, o, danışmağa başladı. Və inanın ki, o qədər gözəl, səlist danışmağa başladı ki, mən onun danışığına heyrətləndim, dil qabliyyəti olmayan bir adamın belə rəvan danışması qəribəydi, bəlkə onu danışdıran tamam başqa bir qüvvəydi, özü demiş həmin sirr idi. Qadın açan dili heç kim aça bilməz. -İstəyirsən inan, istəyirsən inanma, amma danışacağım əhvalat mənim öz başıma gəlib. -Köhnə tanışım danışmağa başladı: -O gözəl qızın şəkilləri çox yerdə var: curnallarda, istəsən televizorda da görə bilərsən. 31 Reklam modelidir. Mən onun şəklini ilk dəfə «Kosmopolitan» curnalında gördüm. Qara, qırçınlı alt paltarı reklam eliyirdi. Ağappaq bədən və qara alt paltarı, təsəvvür eliyirsən də!? Şəklin altında reklam agentliyinin İnternet ünvanı, telefon nömrələri də yazılmışdı. Gözümü ondan çəkə bilmirdim. «Bu qədər ehtiraslı və gözəl olmaq mümkün deyil»,- deyə düşünürdüm, onu huri-mələyə oxşadırdım. Gecə-gündüz o şəklə baxmaqdan doymurdum, yuxum də ərşə çəkilmişdi, gecələr onu fikirləşirdim, hətta xəstəlik də tapmışdım, yuxu dərmanı atmasam, yata bilmirdim, axırda həkim dostlarımdan biri dedi ki, bu, ürəyə ziyandır və belə davam eləsə, sən bu gözəl simaynan vidalaşmalı olacaqsan. Həkim dostum xəstəliyimin səbəbini bilmirdi, amma fəhmnən başa düşürdü ki, mən kiməsə vurulmuşam. Arvadım da məndən şübhələnmişdi. Amma ciddi əsası olmadığına görə susurdu, yəqin ürəyində qara gününə lənət yağdırırdı. Bir gecə ağlıma qəribə fikir gəldi. Bəlkə o qızı axtarıb tapım!? Pulum var, ağlımdan da şikayətim yoxdur, ofisi işlətməyə adam nə qədər desən. Elə həmin gecə İnternet ünvanına məktub göndərdim, o qız barədə məlumat almaq istədim. Üstündən bir neçə gün keçdi, cavab gəlmədi. Axırda telefonla Moskvaya zəng elədim. Reklam agentliyi orada yerləşirdi. Agentliyin əməkdaşı dedi ki, modellər haqqında heç bir məlumat vermirlər. -Heç olmasa deyin görüm, o ərdədir? Telefonun o başında güldülər. Mən Bakıdan zəng eliyirəm,dedim. -Bunun məsələyə dəxli yoxdur. Biz modellər barədə məlumat vermirik. Əlacım kəsilmişdi. İstəyirsən inan, istəyirsən inanma. Moskvaya uçası oldum. Tələbəlik xatirələrim hələ köhnəlməmişdi, Moskva on beş il əvvəlki kimi araq qoxuyurdu, amma şəhər dəyişmişdi. Mən tanıdığım mehmanxanaların əksəriyyəti sökülmüşdü, «Rossiya» mehmanxanası isə olduğu kimi qalırdı, aralıdan tükü yolunmuş qartallara oxşayırdı. Nömrə aldım, rahatlandım, yuyunandan sonra saçımı qurulaya-qurulaya telefonun dəstəyini götürdüm, tanış reklam agentliyinə zəng elədim. Bakıda eşditdiklərimi yenidən təkrar elədilər: -Biz modellər barədə telefonla məlumat vermirik, ümumən məlumat vermirik. May ayıydı, yağış təzəcə kəsmişdi, gün çıxmışdı. Bu cür hava adamda xiffət hissini artırır, arzusuna çata bilməyən adam özünü «uf» demədən asa bilər. Yəqin, intiharların yazda çoxaldığını bilirsən. Nə başını ağrıdım, həmin agentliyi tapmaq elə də çətin olmadı. «Arbat»ı tanıyırsan da? Başımı buladım: -Mən Moskvada olmamışam,-dedim. -Bizim «Torqovı» kimi bir yerdir, amma çox genişdir. Arbat küçəsində ətir dükanı vardı, agentlik indi onun yerində yerləşirdi. Qafıqazlı olasan, özü də Moskva qızlarının qabağına əliboş çıxasan.Yüngülvari bazarlıq elədim: duxi, şampan, şokolad aldım. Zövqümə, yəqin inanırsan. Amma agentlik işçilərinin zövqü xoşuma gəlmədi. Heç biri o qızı xatırlaya bilmədi. Təsəvvür eliyirsən, heç biri xatırlaya bilmədi. Qızı nə qədər təsvir eləsəm də, yadlarına düşmədi. Mənim əliboş qayıtmaq fikrim yoxuydu. Agentliyin direktoru yaşlı qadınıydı. Cavanlar «o çox qocadır», yaşlılar «canı suludur», qocalar «cavanlıqda yaman şey olub» deyərdilər. Bizimkiləri tanımırsan? Nəsə bir şey fikirləşərdilər. Amma mehriban qadınıydı. Onun bu mehribançılığında bağışladığım «Şanel» duxisinin də təsiri varıydı. Nə olsun ki, imkanı çoxdur, hədiyyə açan qapını heç kim aça bilməz. Qadının açıq- aydın məndən xoşu gəlirdi. «Kavkazskiy oryol»2-elə beləcə utanmadan və yorulmadan təkrar edirdi. O, fotoqrafları birbir çağırıb, həmin qızı tanıyıb-tanımadıqlarını soruşdu. Oleq adlı saqqallı fotoqraf: -A, bildim kimi deyir, bizim Yuliyanı. -Yuliyanı!?-agentliyin direktoru Təəccübləndi. Düzü, onun təəccübünün səbəbi mənə aydın deyildi.-Nədənsə hamı onu axtarır. Bednaya Yulya!3 O, indi bizdə işləmir, -deyə qadın üzünü mənə çevirdi,- hansısa restoranda striptizyorşalıq edir. Mənim əl çəkmək fikrim yoxuydu. O qədər yolu basa-basa gəlməmişəm ki, əliboş geri qayıdam… -Köhnə tanışım danışdıqca mən onun üzünə baxırdım, danışdıqlarının nə dərəcədə səmimi 2 Gafgaz gartalı 3 zavallı Yulya Kardeş Kalemler Haziran 2008 32 olmasını öyrənmək istəyirdim. Onun üzündə uşaq təbəssümü vardı, bu cür adamlar yalan danışmağı bacarmır. -Həmin Oleq dedi ki, Yuliya şəhərin mərkəzindən kənarda, çinlilərin işlətdiyi restoranda striptiz göstərir, çünki ora varlılar teztez baş çəkir. Mən restorana axşam gəldim. Ona qədər Arbatda xeyli fırlandım, «Leninskiye qorı»da oldum, universitetin4 yataqxanasına baş çəkdim, amma mühafizəçilər bir zamanlar yaşadığım otağa baxmağa qoymadılar. Pərtliyimi aradan götürmək üçün parkda gəzişən qızlara çataşdım, daha doğrusu, komplimentlər dedim. Amma mənim komplimentlərim, deyəsən, köhnəlmişdi ona görə də məni vecinə alan olmadı, qızlar eləcə gülüşdülər. Restoran deyilən yer binaların arasında suvağı tökülmüş, heç kimin diqqətini çəkməyən birmərtəbəli binaydı. İçəridə iki salon vardı, biri yemək-içmək üçün, biri isə striptizə baxmaq üçünüydü. Xidməğçilər çinlilər idi, amma başçıları rusuydu. Mən səhnə ilə üzbəüz oturdum, «Russkiy standart» arağı və göbələk salatı sifariş elədim. Yeməkləri tanımadığıma görə heç nə istəmədim. Çinliləri tanımırsan, it-pişik əti də yeyirlər. Bir azdan aparıcı elan elədi ki, «Yeddi gözəl» rəqsi başlayacaq. Onun ardınca rəngbərəng pünyüarlar geymiş gözəllər səhnəyə çıxdılar. Bura kinoda gördüyümüz striptizxanalardan deyildi. Onlar əsil tamaşa göstərirdilər, sonra paltarlarını soyunmağa başladılar. Mən qızı dərhal tanıdım, o da sanki məni tanıdı, gözlərimiz bir-birinə sataşdı, həminki ehtiraslı baxışlarıydı. Gözümü ondan çəkmirdim və nömrə göstərməyə hər dəfə çıxanda birinci ona baxırdım, hərdən araqdan da gillədirdim, qəribədir ki, piyan5 olmurdum. Bir qədər aralıda bir qrup çinli oturmuşdu, aralarında xırda, çalsaqqal qoca da vardı. Qızlar tez-tez onun başına fırlanırdılar və ənam alırdılar. Düzü, qısqanırdım, adını yalnız bu gün eşitdiyim, şəklini curnallarda gördüyüm bir qızdan ötrü az qala dəli-divanəydim. Qısqanclıq kişini ələ verən ən pis hissdir, cəsus, xəfiyyə kimi bir şeydir. Birdən hardansa yaşlı bir qadın böyrümdə peyda oldu. -Xoşuna gəlir, qərib oğlan?-deyə qadın bic-bic 4 Moskva Dövlet Universiteti nazarda tutulur 5 sarhoş Kardeş Kalemler Haziran 2008 soruşdu. Üzünün makiyacı həddindən çoxuydu. O saat başa düşdüm ki, bu mama-rozadır. -Gözəldir,-dedim. O: -Hə, gözəldir, canıyanmış çox gözəldir,-dedi. Mən söhbətin bu yerində köhnə tanışımdan: -«Canıyanmış» sözü rus dilində necə səslənir?deyə soruşdum. Onu sınamaq üçün yox, maraq xatirinə. O: -Nədi, mənə inanmırsan?-inciyən kimi oldu. -İnanıram, elə-belə soruşdum. -Söz yadımda qalmayıb, mənası yadımdadır. -Davam elə - dedim. -Mən dedim gözəldir, o da dedi ki, istəsə onu bir gecəliyə mənə arendaya6 verə bilər və elə bir qiymət dedi ki, onu dilimə gətirmək istəmirəm. Desəm də inanmazsan, ona görə də qoy bu sirr qalsın. Gecə saat 1-də restoran bağlandı. Qadın pulun əlli faizini məndən alandan sonra qızı gətirməyə getdi. Yuliya nazik gödəkcədə və qısa yubkadaydı, fiqurasına7 söz ola bilməzdi, sanki paltarı onun əyninə yox yox, bədənini paltarın içinə geyindirmişdəlir. Mama-roza dedi ki, yatacaq problemi onların boynunadır və taksi bizi lazım olan ünvana aparacaq, işimizi sabah saat onbirə kimi görüb qurtarmalıyıq. Elə belə də dedi: «Vsyo dolcno zakançivatsya do odinatsti utra»8. Mən arzuma çatmışdım. Gecə lampasının işıqlandırdığı geniş yataq otağında çoxdannan arzuladığım xanımla bir çarpayıdaydım. Amma bir şey mənə qəribə gəlirdi. Qızda sanki nəsə çatışmırdı. O, manekenlərə oxşayırdı. Şəkildə gördüyüm ehtiras yoxa çıxmışdı. O, quru kötük idi. Bədəni o qədər soyuq idi ki, sanki məni hiss eləmirdi, amma xətrimə dəyməmək üçün hərdən məni öpüb sığallayırdı. Mən ona vurulmağım barədə bir xeyli danışdım, haradan olduğumu dedim. O güldü. Gülüşündə də qəribə, sirli nəsə vardı, elə bil, onun yerinə başqası gülürdü. Ehtirassız, hissiz. 6 icara, kiraya 7 endamına 8 her şey 33 Mən səhərə kimi yatmadım, onun isə dünya vecinə deyildi, körpə uşaqlar kimi mışıldayırdı. Səhər açılanda ona dedim ki, Bakıya dönmək istəyirəm. Amma məni bir şey maraqlandırır. O, sözümü ağzımda qoydu: -Ya tebya razoçorovala, da?9-deyə soruşdu. elə yuxular görürdüm ki, anama danışanda «Bacının ruhu sənə keçib, çünki bu hadisə həqiqətən də olub» deyirdi Məsələn bacımın ağ pişiyi olub, pişiyin ayağı qapının arasında qalıb, qırılıb. Mən həmin yuxunu indi də görürəm. Hadisə var, amma hiss yoxdur. -Ne to slova10,-dedim. -Bəlkə sənə elə gəlir?-deyə soruşdum. Ona yazığım gəldi. O bir qədər mənə baxdı,dikəldi, dolabın üstündən bir siqaret götürüb yandırdı, tüstüsünü çölə üfürəndən sonra: -Bəs sənə necə? Sənə elə gəlmir ki, mənim hissiyatım yoxdur? -Çox şeyi bilmək insan orqanizminə zərərlidir,deyə zarafata saldı və güldü. -Mən səni tanımadım,-dedim, -qəribəsi də budur. -Tanıya da bilməzsən,-o yenə zarafata saldı və gülmək də davam elədi. -Hər halda, bilmək maraqlı olardı. -Sən buna əminsən?-deyə o yenidən soruşdu. Başımla təsdiqlədim. O bir müddət dinmədi, gözlərini harasa zilləyib durdu, sonra diqqətlə üzümə baxıb: -Bilirəm ki, inanmayacaqsan, amma deyəcəm, çünki əvvəlcə heç kim mənə inanmır. İnanmırsa, deməli, sevmir. Sevmək inanmaq deməkdir. Bəlkə buna ehtiyac da yoxdu. Bir o qədər yolu… demək istəyirəm ki, bir o qədər yolu gəlmiş adama demək olar, yəqin. İndi o, hər nə desəydi, inanmağa hazır idim. Hətta kərtənkələ balası olduğunu desə də. Deyəsən, ürəyimdən keçənləri duydu və çox kədərli, məsum səslə: -Mən ruham,- dedi. -Həm varam, həm də yox. O, indi şəkildəkinə oxşayırdı. -Necə yəni yoxsan?! Əlimi vururam, bu sənsən. -Bacım beş yaşında öləndə atamla anam yalnız onun barəsində düşünüblər, hətta yataqda da. Ona görə də bacımın ruhu mənə keçib. Mənə elə gəlir. Bir müddət bu barədə düşünmüşəm, parapsixologiya ilə maraqlanmışam. Uşaqlıqda 9 seni meyus etdim, elemi? 10 bu, yumşak sözdür Yalan danışmaq istəmədim, ona görə də susdum. -Hərdən elə vəziyyətdə oluram ki, bədənimin bir hissəsini kəssələr, hiss etmərəm. Bu sözlərdən üşəndim və onu axtararkən agentliyin direktorunun «U neyo bıla dva muca, oba poknoçili s soboy»11-sözlərini xatırladım. O, yatağına uzandı, yerini rahatladı, sanki hansısa yükdən qurtulmuşdu. Mən qapıdan çıxanda o arxamca: -İstəsən, gələn dəfə pulsuz qala bilərsən,-dedi və güldü. Mən cavab vermədən qapını örtdüm…. Bakıya qayıdandan sonra onun kəsib saxladığım şəkillərinə baxdım. İndi onlarda heç bir sehr və gözəllik yoxuydu. Bütün bunlar mənə saxta gəldi. Bəlkə də həmin sehrli və gözəl bacısı ilə bağlı macəranı özündən uydururdu. Uydururdu ki, hansısa kişiyə bağlanmasın. Belə həyat onunçün rahat olardı. Mən şəkilləri yandırdım. Köhnə xatirələrdən qurtulmaq üçün. Qəribədir, şəkillər yananda, sanki kimsə ocağın içində inildəyirdi. İstəyirsən inan, isrəyirsən inanma,-köhnə tanışım dedi və qəribə şəkildə güldü, sanki ağzı əyildi. Mən həyacanımı boğmaq üçün çaydan bir qurtum almaq istədim. Çay soyumuşdu. -Bəlkə çayını təzələsinlər?-o dedi və bic-bic gülümsədi. -Lazım deyil,-dedim və onunla xudahafisləşərək ofisdən çıxdım. Mayıs 2007 11 Onun iki yari olub, ikisi de intişar edib. Kardeş Kalemler Haziran 2008 34 TÜRKİYE Beyaz Bulut İMDAT AVŞAR Kuşluk vakti gelirdi. Bir ılık yel eser, bir rahmet bulutu gibi geçerdi mahalleden. Bembeyaz bir ses yankılanırdı sokak aralarında. Çocukları, çığlık çığlığa arkasından koşturan bir ses. “Kendisi gidiyoooor! Kendisi gidiyooor!” Bu sese aşina çocuklar, uzun bir koşuya hazırlanırdı. Bir yayla meltemi yalardı yüzlerini. O, beyaz ses, hep aynı güzergâhtan geçerdi. Onun geçeceği yolun iki yakasında kimi ayakkabılarının bağlarını sıkılar kimi bilyelerini cebine doldururdu telaşla. Oyunda ebe olan çocuklar bağışlanır, yakalananlar salıverilirdi. Bütün oyunlar yağmur sonrasına ertelenirdi.Bir beyaz yağmura tutulurdu çocuklar. Şeker burcuna girerdi güneş. Mevsim akide, saatler sormuk şekeri olurdu birden. Muştular çarpardı evlerin camlarına. Havaya fırlatılan çelik çomaklardan ürken kuşlar havalanırdı ağaçlardan. Beyaz bulutun geldiğini birbirlerine müjdeleyen çocukların neşeli sesleri yükselirdi tozlu yollarda. “Hacı Dede geliyooor! Hacı Dede geliyoooor!” Her hafta dolu gibi yağıp geçerdi Hacı Dede. İri, beyaz kanatlı bir kuş gibi uçarak gelirdi. Çocuklar ona doğru koşarak giderlerdi. Hacı Dede, mahalleye girince, bisikletinin direksiKardeş Kalemler Haziran 2008 yonunu bırakır, iki elini yana açardı. Rüzgârın dalgalandırdığı beyaz önlüğünün etekleri havalanır, beyaz bir güvercin gibi kanatlanırdı. Hacı Dede ve çocuklar birbirlerine yaklaştıkça sesler de karışırdı. Yüzünden eksik olmayan o gülümsemeyle çocuklara şeker yağdırır, bağırarak yoluna devam ederdi. “Kendisi gidiyooor! Kendisi gidiyooor!” Çocuklar, kendisi giden o beyaz ve bereketli sesin arkasına düştüklerinde, mahallede bir kahkaha tufanı ve çok sesli bir koşu başlardı. Çocuklar, dillerinde neşeli bir tekerlemeyle, bir ırmak olup akarlardı bisikletin arkasından. Hacı Dede, neşeli bir tekerlemeydi çocukların dilinde. Koşarken hep bir ağızdan bağırırlardı. Hacı Dede beri bak! Kulağına deri tak! Hacı Dede beri bak! Kulağına deri tak!” Tüm varını şeker yapıp çocuklara savuran, beyazlara bürünmüş bir gönlü deliydi Hacı Dede. Bir yayladan inip geçtiği tarlalara bereket bağışlayan ak köpüklü bir çağlayandı. Pamuk gibiydi sakalları. Başındaki şapka, ayaklarındaki naylon ayakkabılar, elbisesinin üzerine giydiği uzun önlüğü, bisikleti, bisikletinin direksiyonuna bağladığı kurdeleler, ön 35 tekerleğin iki yanındaki rüzgârgülleri, çocuklara yağdırdığı akide şekerleri, söylediği ilahiler… hepsi beyazdı. Çocukların ufkunda bembeyaz bir buluttu. Geçtiği sokaklara şeker olup yağardı. O bulutun yağdırdığı şekerleri, kapabilmek için delice koşardı çocuklar. Hacı Dede, elini cebine her daldırdığında, tekerlemeler söyleyen çocukların sesi kesilirdi bir an. Yağmuru beklerlerdi. Hacı Dede, şekerleri havaya doğru fırlattığında, çığlıklar yeniden yükselirdi. Çocuklar, cami avlusunda yem atılmış güvercinler gibi şekerlerin düştüğü yere üşüşürlerdi. Yemleri toplayan güvercinler, “Hacı Dede beri bak! Kulağına deri tak!” diye bağırarak yeniden bisikletin arkasına düşerlerdi. Çocukların bu çığlıklarını duymuyormuş gibi ardına hiç bakmazdı “kendisi giden.” Her gün başka bir mahalleye yağan o bereketli, beyaz bulut, her gelişinde arkasına şekerler ve mutlu çocuklar serpiştirirdi… Çocuklar yorulduğunda onun da sesi uzaklaşır, kollarını bir kuşun kanatları gibi çırparak uçar; süzülür, kaybolurdu. Hiç kimsesi yoktu Hacı Dede’nin. Tek başına yaşardı. Şeker yağdırdığı mahallelerden eski teyp, radyo, saat, gaz ocağı… ne bulursa satın alır, onları tamir ederek kasaba pazarında satardı… Kazandığı tüm paraları şekere tahvil eder, çocukların mutluluğu için harcardı. Bazen bisikletinin arkasında kocaman bir limonata küpü ile gelirdi. Bir limonata sebili gibi akardı. Okulların kapısında bekler, çocuklara limonata dağıtırdı. Teneffüs zili çaldığında çocukların hücumuna uğrardı. Elindeki uzun kepçesiyle bardakları doldurup doldurup çocuklara verirdi. Öğrenciler onun etrafına yığılır, her biri bir yanından çekiştirir, üstünü başını yolarlardı. Yaramazlar, onun kollarına, omzuna asılır; kimi sırtına biner, kimi eteğini çekiştirirdi. Tamir ettiği eşya, radyo olursa “kendisi konuşuyoooor!” Gaz ocağı olursa “kendisi yanıyooor!” diye bağırarak satardı. Tamir ettiği eşyaları pazaryerine dizerdi. Bir kasete kendi sesini kaydeder, teybin düğmesine basar, oradan uzaklaşırdı. Tamir edilen teyp, hem kendi reklâmını hem de diğer eşyaların reklâmını yapardı. Hacı Dede uzaklaşınca, akşamdan kendi sesini kaydettiği kaset çalmaya başlardı. Tamir edilen teyp, meraklı alıcılara uzun uzun anlatırdı. “Ben konuşurum. Konuşmayı biliyorum. Türkü de söylerim, ilahi de. Hatta ezan okurum. Bakın bu gaz ocağı da kendisi yanar. Bu saat, vakti kendisi söyler. Bu radyo beş dil biliyor… İsterseniz size bir ilahi söyleyeyim mi?” Reklâm faslı bittiğinde Hacı Dede’nin sesinden bir ilahi başlardı. Ben yürürüm yane yane Aşk boyadı beni kane Ne akılem ne divane Gel gör beni aşk neyledi. Bazen gözden kaybolurdu. “Yine uçtu bizim deli” derlerdi arkasından. Hacdan dönenler, yemin billâh edip Hacı Dede’yi Kâbe’de gördüklerini anlatırlardı. Deli miydi? velî miydi? Kimse bilmezdi ama o,“aklın sırdaşı deliliktir ey canlar” derdi hep. Hac mevsiminde “uçtum gittim, uçtum geldim. Kendim gittim, kendim geldim” diye geçerdi mahalleden. Çocukların üstüne şeker yerine hurma yağdırırdı. Ocak ayıydı. Kar, üç gün boyunca aralıksız yağmıştı. İhtiyarlar, o güne kadar öyle bir kış görmediklerini anlatıyordu. Rüzgâr hiç susmuyor, geceler boyu yağan karları savuruyordu. Evlerin kuzey tarafları dam boyu kar olmuştu. Çatılar dahi görünmüyordu. Bütün kasaba beyaz bir örtüye teslim olmuştu. Öğle ezanından önce bir sala sesi yükseldi minarelerden… Beyaz bulut ölmüştü. Bembeyaz gelirdi mahalleye. İri, beyaz bir kuş gibi uçardı sokaklarda. Bir şeker yağmuruydu o. Kuşluk vakti, ılık bir rüzgârla, beyaz bir sesle gelirdi. Bembeyaz bir günde, bir fırtınayla gitti ve bir daha hiç gelmedi kendisi giden. Ne o ses geçti mahalleden ne de şeker burcuna girdi mevsimler… O günden sonra oyunlarını hiç ertelemedi çocuklar… Kardeş Kalemler Haziran 2008 36 TÜRKİYE Gelin OSMAN ÇEVİKSOY Acelesiz, sakin hareketlerle damatlık giysilerini çıkardı. Pahalı ipek kumaştan yapılmış damatlık pijamasını giydi. Alışık olduğu bir işi yapıyormuşçasına becerikli el hareketleriyle yatak örtüsünü kaldırdı. Yatağa girip benden yana arkasını dönerek yorganı başına kadar çekti. Bu hareketi, gelinliğimi rahatça çıkarıp geceliğimi rahatça giyebilmem için yapmış olmalıydı. Ben de tıpkı Nazif gibi hiç acele etmeden hazırlandım. Yatağın bana bırakılmış tarafına yavaşça girip yorganı üzerime çektim. Uyumamıştı. “İyi geceler sultanım!” dedi. “İyi geceler!” dedim çekingen bir sesle. Yarım saat geçmeden uyudu. Sabaha kadar hep uyudu. Bazen horladı, bazen öksürdü, uyandı, sonra yine uyudu. Sanki uzaktan gelen, yorgun olan ben değildim de oydu. Ben uyuyamamıştım. Şaşkınlığım geçince ağlamaya başlamış, sabaha kadar düşünmüş, kıvranmış, ağlamıştım. Göğsümde sakladığım mendil defalarca ıslanmış, defalarca kurumuştu. Sabah olunca dünya yeniden kuruldu sanki. Nazif’in gece boyu uyumuş olmasına sevindim. Gün boyu gelin görmeye gelenlerin ardı arkası kesilmedi. Kayınvalidem, görümcelerim, çalışanlar, gelenleri güler yüzle karşılıyorlar, ikramda bulunuyorlar, gidenleri avlu kapısına Kardeş Kalemler Haziran 2008 kadar uğurluyorlardı. Ben, yıkanmış, giyinmiş, süslenmiş taze bir gelin olarak köşede oturuyordum. Görevim, gelen hanımlara güler yüzlü görünmek, gençlere sevgi, yaşlılara saygı göstermek, ne konuşulursa konuşulsun söze karışmamaktı. Gelinlik buysa kolaydı. Sabah kahvaltısıyla öğle yemeği tepsilere hazırlanmış olarak gelin evine gelmişti. Akşam yemeğine büyük eve, babamla ustasının yaptıkları üç katlı eve, yani asıl konağa çağırıldık. Konak girişinin çatıya yakın yerinde külünk kabartması vardı. Bu da babamın ustasının damgasıydı. Mutfak bağlantılı büyükçe bir odaya iki sofra hazırlanmıştı. Birine; Nazif, babası, enişteleri, söz kesimi duasını yapan, vekâletle dinî nikâhımızı kıyan imam oturdu, diğerine; kadınlar ve çocuklar oturdu. Doğal olarak bana ikinci sofrada yer ayrılmıştı. Bundan rahatsız değildim. Bir yanımda kayınvalidem, bir yanımda bekâr görümcem, annem ve kardeşimmiş gibi bana yakın olmaya çalışıyorlardı. Yatılı konukların kaldığı otele de yemek gönderildiğini konuşmalar sırasında öğrendim. Yemekten sonra büyük evin büyük odasına geçildi. Erkek kadın çoluk çocuk aynı odada oturduk. Herhangi bir konuya bağlı kalınmadan, sohbet edildi. En çok düğünden konuşuldu. Söze, kayınvalidemin, görümcelerimin hatta çocukların katıldığı da oldu. Onlar da 37 erkekler gibi dinlenildi. Ailede haremlik, selamlık olmayışı, kadın, erkek, çocuk, herkesin söz hakkının bulunuşu, herkesin fikrine saygı duyuluşu hoşuma gitti. Kayınpederim, sözünün torunları tarafından kesilişine bile kızmıyordu. Babam olsa kaşlarını çatar, surat eder, bağırıverirdi. Kayınvalidemin “Yoruldunuz, yatın!” ısrarıyla gelin evine geçerken ilk yirmi dört saati geride bıraktığımı, ikinci yirmi dört saatten de neredeyse altı saat eksilttiğimi düşündüm. Geçmez sandığım zaman nasıl da geçmişti? Bu eve, bu evdekilere alışabileceğim konusunda kendime güvenmeye başladım. Yatak odamıza girip de kapımızı mandallayınca: “Yorgun görünüyorsun.” dedi Nazif. “Evet, doğru!” dedim. “Ev bir dakika boş kalmadı. Akşama kadar ayaktaydım.” “O hâlde iyi geceler!” dedi, sabahtan özenle katlayarak şaseye yerleştirdiğim pijamasını giydi, yatak örtüsünü kaldırmaya kalkıştı. Buna izin vermedim. Ben dururken onun yatak açması uygun değildi. Örtüyü katlayarak kaldırdım. Beni memnuniyetle, hayranlıkla izledi, yattı. Bu, ikinci akşam arkasını dönmedi. Yorgundum ya dokunmadı da. Az yer kapladığından yatağın büyük bölümü bana kalıyordu. Çok geçmeden uyudu. İkinci gece ağlamadım, fazla düşünmedim, ben de uyudum. Uyandığımda güneş çoktan doğmuş, Nazif kalkmış, giyinmişti. Ondan sonraki günlerde gelen giden sayısında belirgin bir azalma oldu. Hane halkıyla daha çok baş başa kalmaya başladık. Günler geçtikçe birbirimizi daha yakından tanıdık. Kayınpederim, kayınvalidem, görümcelerim bana bayılıyorlardı. Beni gelin gibi değil de evin kızı gibi görüyorlardı. Bana yabancılığımı hiç hissettirmediler. “Akkız’ım, sen bize Turan Ustamın emanetisin!” diyordu Sabit Ağa. Konakta ilk Sabit Ağayı sevdim. Her zaman dağ gibi arkamda durdu. İkinci olarak bekâr görümcem Songül’ü sevdim. Beni, geldiğim ilk günden itibaren “abla” bildi, bana öz ablalarına verdiği değerden daha fazlasını verdi. Sonra kayınvalidemi sevdim. Beni Songül’den, öteki kızlarından hiç ayırmadı. Bir gün olsun annelik yapmayı bırakıp da kaynanalık yapmadı. Daha sonra tanıştığım, konuştuğum akraba, eş, dost ve konakta, toprakta çalışanlardan hemen hepsini sevdim, bir Nazif’i sevemedim. Kültürlüydü, kibardı, mahcuptu, sabırlıydı, saygılıydı, “Sultanım!” diyerek konuşuyordu, konuşurken gözlerimin içine bakıyordu, ne desem yapmaya hazırdı ama sevemedim. O evde yokken zaman su gibi akıyor, o evdeyken zaman geçmek bilmiyordu. Nazif eve girince ben çıkıp gitmek istiyordum. Onunla yalnız kalmak, baş başa olmak, aynı yastığa baş koymak bir yana, başkalarının da bulunduğu mekânlarda bile ona yakın olmak istemiyordum. Anneme, babama, İlhan’a kızıyor, kimselere göstermeden gizli gizli ağlıyordum. Gözyaşlarımı, yüreğimin üstünde sakladığım ipek mendille siliyordum. Bazen ona acıdığım oluyordu. Mademki bu iş gelmişti başıma, ona sabredeyim, onu kabulleneyim istiyordum. Olmuyordu. Onu kabullenemiyor, sevemiyor, İlhan’ın yerine koyamıyordum. İlk zamanlar saatlerin, günlerin hesabını tutarken, haftalar aylar tükenmeye başladı. Konağa gelin geldiğim gün üzerinden tam dokuz ay geçti. İkinci aydan sonra kayınpederim, annemi babamı özleyip özlemediğimi sürekli sormaya başladı. Ziyaretlerine gitmek istersem hemen gönderebileceğini söylüyordu. “Hayır, özlemedim, gitmeyeceğim!” diyordum her seferinde. “Siz bana değer veriyor, evladınıza nasıl davranıyorsanız öyle davranıyorsunuz. Annemden, babamdan farkınız yok! Onları niye özleyecekmişim ki? Özlemedim! Onlar beni özlerse gelirler, burada görürler. Gitmeyeceğim!...” Yalandı. Köpekler gibi özlemiştim. Annem de babam da burnumda tütüyorlardı. Babamın bastığı yere yüz sürebilirdim. Azarlanmayı göze alıp boynuna sarılabilir, saatlerce onu koklayıp ağlayabilirdim. Azarlaması bile güzeldi canım babamın. Azar işitmeyi bile özlemiştim. Hadi ben küsmüştüm de aramıyordum, gitmiKardeş Kalemler Haziran 2008 38 yordum. Ya o? O, niye aramaz, “Fikrini sormadan gurbet ellere attığım bir kızım var!” deyip de niçin gelmez. Bir baba, biricik evladını görmeden, sesini duymadan dokuz ay yaşayabilir mi? Ya annem? Annem, babamın emir ve yasaklarına uymaktan ve gözyaşlarını saklayarak ağlamaktan başka ne yapabilir ki… Garibim; soranlara “Pek iyiymiş, pek rahatmış. Turan gidip geliyor. Bir eli yağda, bir eli baldaymış.” diyordur. İyi ve rahat olduğuma belki kendisi bile inanıyordur. Ah güzel annem, biliyor musun, ben sana ne kadar çok benzedim. Aynen senin gibi her şeyi oluruna bıraktım. Hayata hiç müdahale etmiyorum. Zaman, beni nereye, nasıl sürüklerse oraya, öyle sürükleniyorum. Seni ne kadar özlediğimi tahmin etsen, bir biçimde babamı mecbur bırakır, kendini buraya taşıtırsın. Sen, sadece anneler özler sanıyorsun. Evlatlar da özler güzel annem! Evlatlar da anneler kadar, belki daha fazla özler, bunu düşünemiyorsun. Bağrına taş basma, yeter! Benim bağrım taş oldu, gel gayri… Ah İlhan! Ağırbaşlı yetim çocuk! Sabırlı, vefalı çocuk. Aşağıladığım, kıskandığım, düşman olduğum ve sevdiğim çocuk, nerdesin? Var mısın, yaşıyor musun? Ben her akşam ölüp her sabah yeniden dirilirken sen hangi cehennemde yaşıyorsun? İnsan, iyi kurgulanmış bir bahaneyle bunca zamandır bir kerecik olsun yüzünü göstermez mi? Sen beni unutmuş olsan da ben seni unutmadım, âdi çırak!... Gelinlik giydiğimde eylüldü, üç mevsim ağladıktan sonra, babam ziyaretime, haziran başında geldi. Yanında annem ve İlhan da vardı. Avlu kapısından giriverdiklerinde ben henüz gelin evinden konağa geçmemiştim. Konakta kahvaltı için bekleniyorduk. Yatak odamın sonuna kadar açılmış penceresi önünde ya bir örtü çırpıyordum ya temiz hava almak için öylece duruyordum. Rüya görüyorum sandım. Hem de üçü birlikteydi. Babamla İlhan’ın omuzlarında gözleri doldurulmuş süslü yün heybeler vardı. Annem, düğünden önce aldığı yün atkısına bürünmüştü. Rüya görmediğimden emin olunca koştum. Onları, konak çalışanlarıyla birlikte karşılaKardeş Kalemler Haziran 2008 dım. Sevinçten ağlıyordum. Önce anneme sarıldım. Kucakladım, bırakmadım. İçime çeke çeke kokladım. Sonra babamın bağrına koydum başımı. “Nihayet hatırladınız mı? Uzaklarda bir evladınızın bulunduğunu bunca zaman sonra hatırladınız mı?” diye sitemde bulundum. Babam duygusallıktan uzak sesiyle: “Bu güne kısmetmiş kızım, iş güç…” dedi. İçimden gelmesine rağmen tuttum kendimi, İlhan’a sarılmadım. Annem babam gibi İlhan’ı da kucaklasam, yanlış anlaşılmayacak, “Kardeşi sayılır, çok özlemiş.” yorumu yapılacaktı. Özellikle kayınpederim, kesinlikle böyle düşünecekti. Ben, kayınpederinin akıllı, güzel ve düşünceli gelini olarak İlhan’a tokalaşmak için elimi bile uzatmadım. Bıraktığı damlacıklarla yanaklarımı ıslatmaya devam eden gözlerimi, İlhan’ın dolu dolu olmuş gözlerine dikerek: “Sen de hoş geldin Çırak!” dedim. Ardından bir kere daha, kelimelerin üstüne basa basa: “Çırak! Hoş geldin!” dedim. O, “Seni unutmadım İlhan. Seni çok seviyorum!” demek istediğimi anlamış olmalıydı. Konağa birlikte yürüdük. Kahvaltıda birlikte olduk. Günü birlikte geçirdik. Benim sınırsız sevincime kayınpederim, kayınvalidem, Songül de katıldı. Dışarıda önemli işleri bulunduğundan Nazif ancak yemek ve çay saatlerinde bizimle birlikte olabildi. Bize katıldığı zamanlar dolaylı olarak beni övdü, anneme babama iltifatlar yağdırdı, az öksürmeye çalıştı, genellikle mahcup çocuklar gibi yere baktı. Akşam geç saatlere kadar oturduk. Babamla kayınpederimin doyumsuz sohbetlerini dinledik. Gece yarısına doğru annemle babam, konağın baş konuk odasına; ilhan, konuk gelen yakın akrabaların ağırlandığı, babamın damgasını taşıyan ek binalardan soldakinin üst katına buyur edildi. Çok geçmeden konak ve çevresi sessizliğe gömüldü. Işığı söndürdükten sonra Nazif: 39 “Evliliğimizin iyi yürümediğini sizinkilere anlatacak mısın?” diye sordu. Cevap vermedim. “Anlatma sultanım!” dedi. Bu, açık bir yalvarmaydı. Yine ses çıkarmadım. Uyudu. Benim aklımda İlhan vardı. Evli bir kadın, yatağında kocasıyla birlikteyken aklına bir başka erkek düşmüşse, şeytandan bilinmeliydi. Ben de öyle bildim, yine de yataktan sessizce çıkarak, pencere önündeki kadife koltuğa oturup perdeyi araladım. Evet, o karşımdaydı. Şeytanın aklıma düşürdüğü gibi İlhan karşımdaydı. Belli ki uyuyamamış, perdesini açarak pencere önüne oturmuş, güya geceyi seyrediyordu. Bilerek ya da bilmeyerek yatak odamızın penceresine bakıyordu. Odasında lamba yandığından ben onu rahatlıkla görebiliyordum. Hüzünlü görünüyordu. Dikkatle bakmadan onun beni göreceğini sanmıyordum. “Kendimi göstermeliyim!” diye düşündüm. Bunca zamandır unutmadığımı anlamalıydı. Uzandım pencereyi açtım. Bununla da yetinmeyip yanımdan hiç eksik etmediğim ipek mendili çıkardım, salladım. Gördü ve tanıdı. Görüp tanıdığını belli etmek için yavaşça el salladı. Bizi başka birilerinin görebileceğinden çekinmiş olmalıydı ki aceleyle kalktı, odasının ışığını söndürdü, döndü, yerine oturdu. Ben de pencereyi kapattım. Şimdi onu, odaya yansıyan ay ışığında hayal meyal görebiliyordum. O da beni hayal meyal görebiliyor olmalıydı. Önemli olan birbirimizi görebiliyor olmamız değil, birbirimizin pencere önündeki varlığını hissedebilmemizdi. Sabaha kadar ne o ayrıldı pencere önünden ne ben ayrılabildim. İpek mendil kaç kez ıslandı, kaç kez kurudu, bilmiyorum. Kayınpederimin, kayınvalidemin, Songül’ün ısrarlarına rağmen bir gece daha kalmayı kabul etmedi babam. Ben istedim, beni de dinlemedi. Öğle yemeğinden sonra yola koyuldular. Önce Osmancık’a varacaklar, taşıt bulabilirlerse hemen, bulamazlarsa orada da bir gece kaldıktan sonra İskilip’e geçeceklerdi. İskilip’e varmak, köye varmak demekti. Babamların gidişiyle konak halkında gözle görünür bir durgunluk başladı. Neşeleri kaçmıştı. Az konuşuyorlar, çok düşünüyorlardı. Onlar da benim gibi babama darılmış olabilirler miydi? Bunca zaman sonra, bunca yoldan gelip de yirmi dört saat bile kalmadan dönüşlerine içerlemiş olabilirler miydi? Böyle bile olsa benim ne suçum vardı? Bana, önceden olduğu gibi yakın olmamaları gerçekten anlaşılmazdı. Ne olduğunu anlamıyordum. Sadece annem, kayınvalidemin yanında “Bebek var mı?” diye sormuş, ben de gülümsemeye çalışarak “yok” anlamında başımı sallamıştım. Yoktu, olmayan şeye var diyemezdim ya… Bu yüzden bana tavır koymaları anlamsız olurdu. Üç ay daha geçti. Bu süre içinde konak halkının bana karşı davranışları eski düzeyine yükselmedi. Araya giren bu soğukluğun sebebini bir türlü öğrenemedim. Babamla kayınpederim tartışmışlar mıydı, annem mi bir şey söylemişti, yoksa İlhan’la gece boyu bakışmalarımızı bir gören mi olmuştu, çözemedim. Evliliğimizin birinci yılını geride bıraktıktan bir kaç gece sonraydı. Zaman zaman olduğu gibi yine Nazif’in çenesi düştü. İçkiliydi. Bu gece her zamankinden daha fazla içmişti. Susmak bilmiyor, konuştukça konuşuyordu. Ayıkken hiç girmediği, yanından bile geçmediği konulara cesaretle dalıyor, bazen duygusallaşıyor, bazen acımasızlaşıyor, bazen de sözü nereye bağlayacağını unutuyor, saçmalıyordu. En sonunda: “Sultanım, artık umudumu yitirmek üzereyim!” dedi. Bütün dikkatimle ona yöneldim. O, büyük bir anlayışlılıkla devam etti: ”Sanırım biz bu evliliği kurtaramayacağız. Karar vermeyi sana bırakıyorum: Bir süre daha deneyelim mi, bitirelim mi? Sen ne dersen ben saygıyla karşılayacağım. Deneyelim dersen, böyle gitmez, bana karşı değişmelisin. Bitirelim dersen, avukatla görüştüm, şiddetli geçimsizlikten bir celsede ayrılabilirmişiz. Her ikisine de varım ben. Birkaç gün düşün, kararını ver, tamam mı?” Üzerimden bir dağ kalkmış gibi ferahladım. Kardeş Kalemler Haziran 2008 40 “Tamam, Nazif!” dedim. mutlaka bir şeyler anlamış olmalıydı. Utanmasam, hiç yapmadığımı yapıp onu kucaklayacak, iki solgun yanağından öpecektim. Tuttum kendimi. “Rahat değil misin kızım?” diye sordu. Ve sorular… “Niye?” Bu sözleri gerçekten Nazif mi söylemişti? Böyle bir karardan ailenin haberi var mıydı? Yoksa bu kararı aile almıştı da Nazif sadece duyuruyor muydu? Bir oyunla ya da tuzakla mı karşı karşıyaydım? Her şey meçhul olsa da güzeldi. Hiçbir şey sormadım. “Geçinemiyoruz. Herkesle iyiyiz, Nazif’le geçinemiyoruz.” Zaten sormaya da fırsat bırakmadı. Günlük kıyafetini çıkarıp pijama giydi. Biraz öksürdü. Oldukça sarhoş görünüyordu. Yatağa girdi, sızdı. Ben, kafesinin kapağı açılmış, istediği an özgürlüğü seçip sonsuzluğa doğru kanat çırpabilecek bir kuş gibiydim. Öyle hissediyordum kendimi. Sevinçten uçuyordum desem abartmış olmam. Yine de her şeyi iyi düşünmeli, iyi hesap etmeliydim. Bir yanda beni bekleyen, ne zaman ve nasıl varırsam varayım, öylece kabullenecek olan, babamın çırağı, yoksul İlhan, diğer yanda çaba göstersem de sevemediğim, hasta ama para, mal, mülk sahibi Nazif vardı. Bir gün Songül’le hamamdan eve dönerken çarşıda babamla karşılaştık. O da biz de çok şaşırdık. “Ben de size uğrayacaktım!” dedi. “Değilim baba!” dedim. Gözlerini benden kaçırıp uzak noktalara bakarak ve şakağını kaşıyarak düşündü, döndü, sordu: “Dövüyor mu yoksa?” “Hayır!” “Peki ne olacak?” “Ayrılacağız.” Babam çok şaşırdı. Şaşkınlığını sesine de yansıtarak: “Ne diyorsun kızım sen?” diye adeta azarladı beni. “Konuştuk, ayrılacağız baba!” dedim. Bu kez daha derin, daha uzun düşündü babam. Düşünürken sakinledi. Sakin, kararlı bir sesle: “O halde hazırlan götüreyim seni.” dedi. Babamı, böyle önemli bir sorun karşısında ilk kez bu kadar sakin ve anlayışlı görüyordum. İlhan’la birlikte Gümüşhacıköy’den, hatırını kıramadığı bir dostunun konağını tamirden kereste kamyonuyla dönüyorlarmış. Babam inmiş, İlhan yola devam etmiş. “Olur!” dedim. Konakta kayınpederim de kayınvalidem de yoktu. Bunu fırsat bilerek babamı kendi evime (Gelin Evi) davet ettim. Oturma odasına aldım. Elini öptükten sonra boynuna sarılıp ağladım. Ben yol hazırlığı yaparken babam, Nazif’e uğrayıp beni götüreceğini söylemek ve taşıt ayarlamak üzere çarşıya çıktı. Bir faytonla geldiğinde ben hazırdım. Başka kimse bulunmadığından Songül’le, konak çalışanlarıyla vedalaştık. Avukata imza verip yola çıktık. Lâçin’e kadar faytonla, oradan sonrasını da kömür kamyonu, çeltik kamyonu, pikap, otobüs ne denk gelirse onunla gidecektik. Hamamözü’nden ayrılırken gözlerim doldu. “Niye ağlıyorsun kızım?” dedi. “Sevinçten!” dedim. Pek de inandırıcı bulmadığını kaşlarını kaldırarak boynunu büküşünden anladım. Karşılıklı oturup konuşmadan, öylece bakıştık. Babam Kardeş Kalemler Haziran 2008 Sonra her şeyi anlattım. “Isınamadım baba, olmuyor!” dedim. Şubat / 2008 41 KIRGIZİSTAN Kederli Gün CANIL BEGALİEVA AKTARAN: MAYRAMGÜL DIYKANBAEVA Ernist’in okuduğu “İstikbal” okulu, Gagarin Caddesi’ne çok uzak değildi. Caddeye çıkar çıkmaz, Lenin Sokağı’nda çok katlı apartmanlardan hemen sonra, “İstikbal” okulu geliyor. Ernist, bu yıl dokuzuncu sınıfta okuyor. Okula doğru acele adımlarla giderken Ernist, aniden annesini görür gibi oldu. Sanki annesi, otobüse biniyordu. Ernist, gördüklerine inanamamıştı. Mantosunu ve baş örtüsünü annesininkine benzettiği bu kadın, onun yüreğini hoplatmıştı. “Anne, anne !” diye içinden çağırası geldi. Var gücünü toplayıp, otobüsün peşinden koşmaya başladı. Otobüs postanenin yanındaki durakta durdu. Kadın inmedi. Otobüs devam etti; Ernist de peşinden koştu. Bu sefer otobüs, sonraki durakta parkın yanında durdu; kadın inip yola doğru yürümeye başladı. Ernist, Anne! Anne! diye seslenerek kadının yanına yaklaştı. - Affedesiniz! dedi Ernist; mahcubiyetten yüzü bembeyaz oldu. Sonra avuçlarıyla yüzünü kapatarak, büyük alış veriş merkezine doğru yürüdü. Orada, köşede, bir duvara yaslanarak, içini döktü, ağladı. Eğer demin gördüğü kadın, annesi olsaydı, yüzünden doya doya öper onu evine götürürdü. Özlemini giderene kadar yanından hiç ayrılmazdı; annesinin dediklerini geri çevirmeden yapardı. - Hey delikanlı, niye ağlıyorsun? Biri mi dövdü seni? diye seslendi, orta yaşlarda bir adam. - Hayır, kimse dövmedi, dedi Ernist kekeleyerek, sonra çantasından mendilini çıkarıp gözyaşlarını sildi. - Hangi okulda okuyorsun? - “İstikbal”de. - “Haa, çok iyi; ‘İstikbal’ ilçedeki en kaliteli okul. Burada hiç Kırgız okulu yoktu, bakanlığa yaza yaza bu okulu zar zor açtırdılar” dedikten sonra, “Annen, baban var mı?” diye sordu. - Babam Petrovka’da yaşıyor. Annem üç senedir kayıp, dedi ağlayarak Ernist. - Ya öyle mi? Gagarin caddesinde bir genç kadın kaybolmuştu. Yoksa o kadın, senin annen miydi? Daha bulunamadı mı, o? dedi, Ernist’e bakarak. - Hayır, dedi Ernist boynunu büküp. - Vah, vah yavrum, bu ne talihsizlik! Peki, şimdi ne düşünüyorsun? Büyümüş, kocaman adam olmuşsun. Artık ağlamayı bırak. Sen erkek adamsın, haydi şimdi dersinden geç kalma, deyip, adam, alış veriş merkezinden aşağı doğru gitti. Ernist ilçe adliyesine doğru Kardeş Kalemler Haziran 2008 42 yürüdü. Binanın önüne gelince, yol kenarında bulunan küçük bir taşa oturdu. Düşüncelere daldı. Bundan üç yıl önce, üç Eylül günü, Ernist yeni giysilerini giymiş, çantasını alıp, sabah okula gitmişti. Annesi iki küçük kardeşini alıp, adliye binasının yanındaki kreşe gelmişti. Çocukları kreşe bırakıp eve dönerken tam burada, arabadan inen iki adam, annesini zorla arabaya bindirip kaçırmışlardı. Bağırış, çağırış seslerini duyan kreş öğretmeni, koşarak sokağa çıkmış ve Ernist’in annesini, iki kişi zorla arabaya bindirirken görmüş. O günden beri Ernist’in annesi evine dönememişti. Bu olay sadece Moskova ilçesinde değil, bütün Kırgızistan’da duyuldu. “Ölmüştür” deyip bu acı olayı kapatmak mümkün olsa da kadının cesedinin bulunamaması, hâlâ yaşadığına dair bir umudun var olmasını sağlıyordu. Birçok kişi, cesedinin bulunmasına dair umutlarını yitirseler de Ernist hep, annesini bekledi. Okulunu bitirince daha serbest kalacak ve annesini mutlaka bulacaktı. Bu hayalle gözlerinden akan yaşı mendili ile silip, ayağa kalkarken “Ernist!” diye bir ses duydu. Bu ses, Ernist’in sınıf arkadaşı Bolot’un sesiydi. Bolot, Ernist’i görünce durmuş ve beklemişti. Ernist, hızlı adımlarla Bolot’a yaklaşıp selam verdi. - Ernist, okula gitmedin mi? dedi Bolot. - Geç kaldım da şimdi gideceğim, dedi Ernist. - Dün babam eve gelmedi. Babamı arıyorum. Gece çok korktum. Eve hırsız girdi. Yalnızdım, uyuyakalmışım; mutfaktan sesler geliyordu, ben de babam birileri ile geldi zannettim. Yavaşça kalkıp kapıdan bakınca onların hırsız olduğunu anladım. O kadar çok korkmuştum ki, kanepenin altına kendimi atabilmişim, dedi, Bolot. - Polisi arasaydın ya, dedi Ernist endişeli bir sesle. - Telefon parasını ödeyemediğimiz için kapatmışlardı. Üstelik hırsızların ellerinde uzun demirler vardı. Benim odamı da açıp baktılar. Biraz sonra gittiklerini fark ettim. Kalkıp ışıkları yaktım; kapıların kilitlerini kırdıkları için, tekrar kilitleyemedim. Neleri çaldılar, diye Kardeş Kalemler Haziran 2008 baktım. Yemek yaptığımız tencereyi, çaydanlığı, kaşıkları ve sizin bana doğum günümde hediye etiğiniz teybi çalmışlar, dedi, Bolot, nerdeyse, ağlayacak bir sesle. - Keşke, odana koysaydın onu, dedi, Ernist üzülerek. - Ernist biliyor musun? Annem öldükten sonra bana verilen ilk hediyeydi o teyp. O günün doğum günüm olduğunu unutmuştum bile. O güne kadar hiç doğum günüm yapılmamıştı.. Babamı biliyorsun “Doğum günün”, diye dostları ile içer, öyle gelirdi. Oysa, o gün, hepiniz para toplayıp, bana hediye almıştınız. Kızlar, pasta getirmişlerdi. Çok mutlu olmuştum. - Bolot üzülme, daha iyisini alırsın. Haydi derse gidelim, dedi, Ernist, Bolot’un elinden tutup. - Ernist, haydi babamı arayalım, sarhoş olup parkın bir yerinde kalmıştır, dedi Bolot Ernist’e yalvarır gibi. - Peki, dedi Ernist. İkisi Lenin caddesinin sol tarafından geçerek parka geldiler. Parkın her tarafını aradılar; babası hiçbir yerde yoktu. Sonra Ernist ile Bolot heykellere doğru saptılar. Birden, babasının yerde yattığını gören Bolot koşarak yanına gitti. Peşinden de Ernist koşarak geldi. Bolot’un babası paltosuna kusmuş, hiçbir şey hissetmeden horlayarak uyuyordu. İki çocuk, onu yerinden kaldırıp, kollarını omuzlarına atarak, eve doğru sürüklemeye başladılar. Bolot’un evi, Belovodski’deki postahanenin yanında bulunan dört katlı apartmanın üçüncü katındaydı. İki zayıf çocuk, güçlerinin yetmemesine rağmen, zar zor sürüklüyorlar ve arada yere yatırıp dinleniyorlardı. Nihayet sarhoş adamı eve getirdiler. Şubat ayı olmasına rağmen, yerler fazla donmuş değildi. Bolot’un babasının giysileri pislik içindeydi. Pantolonuna çiş yapmış olmalı ki, sertleşmiş, hafif donmuştu. Bolot ile Ernist, adamın giysilerini çıkarıp, temizlerini giydirdiler. Kirli giysilerini de küvete koydular. Onu kanepeye yatırdıktan sonra üstüne kalın yorgan örtüp mutfağa girdiler. Bolot, beyaz dolabı açıp, çiçekli çaydanlığı çıkardı. - İlginç, gece hırsızlar bunu görmemişler, dedi, Bolot, gülümseyerek ve ocağa çay koydu. Ernist düşüncelere dalmıştı; Bolot’un yap- 43 tıklarından memnundu. - Gel, çay içelim, babam da içsin. Dün gece patates kavurmuştum, ısıtayım, diye patatesi ocağa koydu Bolot. - Baban sonra evlenmedi mi? dedi Ernist. ağladım. Babam önce, yüzümdeki kanı temizledi. Kolumu da gösterdim babama. Kollarımdan çekip hışımla mutfakta oturan üvey annemin yanına götürdü. - Ne yaptın, kaltak, deyip kadına bir tokat indirdi. - Annemin “kırkından” sonra akrabalar Ak– Torpoklu bir kadınla evlendirmişlerdi. O, üç ay yaşadıktan sonra annemin kilimlerini, halılarını, yorganlarını çalıp kaçmıştı. Sonra Belovodski’de hastanede temizlik işlerine bakan, iki erkek çocuklu bir kadınla evlendi. Çocuklarından birisi benimle yaşıttı. İkisi de aşırı derecede yaramazdı. Hep benimle uğraşırlardı. Kitaplarımı karalar, defterlerimi yırtar, bazen de saklarlardı. Kalemlerimi, cetvellerimi alırlar, sahiplenirlerdi. Bazen de ikisi bir olup beni döverlerdi. Anneleri, akşam işten dönünce, olmadık yere şikâyet ederlerdi. Üvey annem de “Sen böyle uğursuz olduğun için anneni yemiş, yutmuşsun”, deyip beni döverdi. Yaklaşık bir sene yaşadık beraber. Bir kere, üvey annem sarhoş gelmişti ve beni oklava ile dövmüştü. O, geldiği zaman biz oynuyorduk, hiç kavga falan yoktu. Beni yanına çağırdı, elindeki çatalla, “gözlerini oyarım” diyerek bana yaklaştı. Ben de korkudan başımı arkaya çekiverdim ki tam o sırada çatal kaşlarıma batmış, kan durmadan akıyordu. İki çocuğu da çok korkmuştu. Ben, korku içinde ağlıyordum. “Ağlama, gebermeyeceksin!” diye diye, bir eliyle kollarımı tutarak, öbür elindeki oklava ile vurmaya devam etti. Canım çok yanıyordu. Dayanamayıp, kollarımı sert bir şekilde çekmiştim ki oklavayla çok kuvvetli bir darbe indirdi. Hemen kollarım uyuşup şişti. - Ben bir şey yapmadım, okulda çocuklarla kavga etmiş, deyip kendini savunmaya başladı. Babam, “Dur sen hele, acele etme; dönünce ben bunun hesabını senden sorarım ” diyerek beni hastaneye götürmek için dışarı çıktı. Hastaneye gelince, doktorlar kaşlarıma dikiş attılar. Kolum iki yerinden kırılmış olduğu için hemen alçıya aldılar. Eve döndüğümüzde üvey annem kaçmıştı. O günden sonra babam hiç evlenmedi. Benim kollarım iyileştikten sonra anneme kuran okuttuk, köye mezarına gittik, çiçek bıraktık, diyerek devam etti. Üvey annemin iki çocuğu çok zor ayırdı bizi. Ben hemen banyoya sığındım. Her tarafım kan olmuştu ve giysilerim lime limeydi. Ernist inanır mısın? Ben o gün intihar etmek istemiştim. Cebimde, kırık kurşun kalem vardı. Tuvalet kâğıdına “Baba ben öldüm, hoşça kal”, yazdım, kapıya astım ve tekrar içeri girip kapıyı kapattım. Kana bulanmış gömleğimi çıkarıp, bir ucunu kapı koluna, diğer ucunu boynuma bağladım. Tam o sırada babamın sesi duyuldu. Babam, “Bolot, Bolot!” diye çığlıklar atarak kapıyı vurup açtı. Beni gören babamın korkudan ödü patlamıştı. O gün babam yetişmeseydi, ölmüştüm. Babamı görünce çok - Haydi oğlum, ne olursun, komşulara sor. - Ernist biliyor musun? Annemin mezarını görünce sanki onu görmüş gibi oldum. Annemin mezarına sarılarak çok ağladım; çektiğim eziyeti anlattım ona. Babam ve bizimle gelenler da ağladılar. O zaman ben beşinci sınıftaydım diye sözünü bitirdi, Bolot. Ernist, hiç ses çıkarmadan, gözyaşlarını akıtıp, Bolot’u dinliyordu. Tam bu sırada öbür odadan Bolot’un babasının homurdanır gibi sesi geldi. İkisi birden kalkıp yanına vardılar. Bolot, babasına sıcak çay getirdi. Babası zor nefes alarak “Çay içmem, en iyisi sen votka getir, ölüyorum! diye inledi. - Baba param yok, votka içmezseniz olmaz mı? Bir de şu var ki, siz sarhoş olduğunuzda arkadaşlarımdan utanıyorum. - Dün komşulardan ekmek almak için para istedim, yok dediler. - Haydi, Ernist tanıdık dükkânlara soralım, diyerek evden çıkıp, caddeden aşağıya doğru ilerlerken, son model bir araba gelip, korna çalarak çocukların yanında durdu. Arabadan Ernist ile Bolot’un sınıf arkadaşları Azat indi. - Oo, yeni araba mı aldın; hayırlı olsun, tebrik ederiz, diyerek iki çocuk ellerini uzattılar. - Dün babam getirdi. Yepyeni, kullanmayı öğKardeş Kalemler Haziran 2008 44 reniyorum, dedi Azat sevinçle. - Dün neden derse gelmedin? dedi, Bolot gülerek. - Ya siz nereye gidiyorsunuz? Siz de mi dersten kaçtınız? Haydi, atlayın arabaya da sizi müdüre götürüyüm, diye Azat, şaka yaptı. - Azat, bize on veya yirmi lira verebilir misin? Babamın ayılıp iyileşmesi için votka almam lazım, dedi Bolot Azat’a bakarak. - Haydi, gidelim, babamdan alır veririm, diyerek iki çocuğu arabaya bindirdi. Azat’ın evi Belovodski’de yeni ve büyük bir evmiş. Onlar geldiklerinde annesi ile babası yolda Azat’ı bekliyorlardı. Azat, arabayı avlu kapısına kadar getirdi. Çocuklar arabadan inip, Azat’ın anne ve babası ile merhabalaştılar. - Ey sen nerdesin, bakalım. Trafik polisi yakalarsa ne olur? diye çıkıştı Azat’ın babası. - Buraya gelir misiniz, diye babasını çağırdı Azat, “ Baba, Bolot’un babasına votka lazımmış, dün çok içmiş. Para verebilir misiniz, dedi. “Evde votka var,” deyip evinden bir şişe alıp çıktı Azat’ın babası. Çocukları arabasına alıp, hep beraber Bolot’un evine geldiler. Onlar geldiklerinde Bolot’un babası kanepeden yere düşmüş, yüzükoyun yatıyordu. Azat’ın babası,” Abi, haydi beraber içelim,” deyip adamı kaldırmaya çalıştı. Bolot’un babası mosmor olmuş, ağzından kan akmış, nefessiz yatıyordu.” Baba, baba!” diye Bolot sarılarak, uyandırmaya çalıştı fakat babası ses vermedi. Azat’ın babası Kemel, Bolot’un elinden tutup kendine çekti, sarıldı. “Bir şey yok, korkma; sabret, deyip onu sakinleştirmeye çalıştı. Bolot yüksek sesle ağlamaya başladı. “Baba, baba beni yapayalnız bırakma! Ben sensiz yapamam. Baba, bak sana votka getirdim, içseydin de ölmeseydin,” diye ağlarken, Ernist ile Azat da dayanamayıp Bolot’a sarıldılar. Hep birlikte ağlaştılar. Acil servis çağırdılar ama gecikmişledi. Doktorlar , “Morga kaldırın,” deyip gittiler. Bolot’un babasının Çeçerin köyünden olduğunu öğrenen Kemel, komşulara haber verdi. Cesedi köyüne götürmeye karar verdiler. Bolot’un babasını keçeye sarıp, arabanın arkasına yatırdılar. Bolot durmadan ağlıyordu, Kardeş Kalemler Haziran 2008 kimse onu avutamadı. Kemel, çocuklarla cesedi alıp kendi evine geldi. Araba evin önüne gelir gelmez Kemel’in hanımı evden çıktı. Kemel hanımına, Bolot’un babasının öldüğünü, onu kendi köyüne götüreceğini söyleyince hanımı; “Ne, ne! Sen mi haber vereceksin? Park et arabayı, çabuk. Senin hiç kafan çalışmıyor mu? Yepyeni arabayla ceset taşımak nerde görülmüş!” diye bağırmaya başladı. Kemel kızarak, “Gir eve kadın! Burada bir adam ölüyor, çocuk yetim kalıyor, sense neler söylüyorsun, diyerek onu içeriye doğru itti. Kemel’in hiddetlenmesine karşılık kadın pes etmedi. “Gitmeyeceğim işte! Park et arabayı; yepyeni arabaya ceset koymana izin veremem. ahmaksın mısın, ne?!” deyip bağırıyordu. Anne ve babasının bu tartışmasından Azat çok utandı: “Yeter artık anne”, dedi. Fakat annesi söz dinleyecek durumda değildi. Bunun üzerine Kemel daha da öfkelenerek, - Dırdır etme be kadın, git başımdan! Bağırıp durma orda! Gir içeri! Yarın, bir gün ben ölürsem, bu araba sana kalır! deyip şiddetli bir şekilde onu, içeri itti ve arabayı çalıştırdı. Çeçerin köyüne doğru yola koyuldular; yol boyunca kimse konuşmadı. Bolot’un gözyaşları yolculuk boyunca hiç dinmedi. Nihayet, Çeçerin’e geldiler. Köylüler, akrabalar toplanıp Kırgız geleneğine göre çadır kurdular. Bolot’un babasının ön yıkama işini yaptılar, çadıra yatırdılar. Örf âdetlere göre, erkekler dışarıda sesli ağladılar, kadınlar içeride ağıt yaktılar. Kemel, emaneti bırakıp geri döndü. Azat, Ernist’i evine bıraktı. Ernist, hep Bolot’u düşünüyordu. Annesini kaybettikten sonraki üvey anneden çektiği eziyeti, şimdi de babasız yalnız kalmanın, Bolot için ne kadar zor olduğunu hissetti. “Artık ben yetimim”, diyerek ağlayan Bolot’un sözlerini hatırlayınca içi yandı. Ernist, eve geldiğinde anneannesi dışarıdaydı. Ernist’i görünce çok sevindi. - Geldin mi? Okuluna uğradım, yoktun. Çok merak ettim seni. Hadi, içeri girelim, dedi anneannesi. Eve girdiler. - Anneanne, anne ve baba nasıl da gerekmiş bu hayatta; ben bundan sonra babama küsmeyeceğim, dedi, Ernist. 45 - A çocuğum, çocukluk yapıyor da babana küsüyorsun, karı koca kavga eder, sonra barışırlar. Çocuğun koruyucusu, direği anne babadır. İşte, görüyorsun ki Bolot yetim kaldı. Şimdi ne olacak? Hangi akrabası bakacak da onu büyütecek? Kendisi akıllıysa iyi de, değilse horlanıp durur. Bolot’a göre senin durumun iyi. En azından baban var, dedi anneannesi, Ernist’e. - Ama anneanne, eğer o zaman babam annemle kavga etmeseydi biz buraya gelmezdik, annem de kaybolmazdı, dedi, Ernist. - İyi ama senin baban alkol almıyor. Sana yardım ediyor. Annen olmasa da, senin hiçbir şeyini eksik etmedi. Seni üniversitede okutmaya çalışıyor, sınavlarında yardım ediyor. Sen çocuksun, babana küsemezsin. Zavallı baban sana kaç kere geldi, yalvardı. O kadar yalvartmak da sana yakışmaz, dedi, anneannesi. Bu sözlerin etkisinde kalan Ernist, içinden, babasına acıdı. - Anneanne yarın babama gidip geleyim mi? Haklısın, bir kere bile ona gitmedim. Beni görünce hem babam hem babaannem sevinir, değil mi? dedi Ernist anneannesine. - Git oğlum, iyi olur. Bir gün ben ölürsem, nerde kalacaksın? Sana kim bakacak? Ben ölmeden babana, akrabalarına git, dedi ve masayı toplamaya başladı. Ernist, babasını düşündüğü için mutlu oldu. Bolot’un yetim kalışından dolayı içine düştüğü üzüntüden bir nebze sıyrıldı. Kararını veren Ernist, yarın babasına Petrovka’ya gidecekti. “Baba beni affet! Affet beni! Bundan sonra ben seni hiç yalvartmayacağım. “Petrovka’ya gel!” diye kaç kere bana yalvardın. Artık kendim geldim. Bolot, çalışmayan, alkol alan babası için ağlıyor. Onu sevdiğini söylüyor. Babam benim! Alkol almayan, sigara içmeyen, hayvanlarına bakıp, pancar eken babam! Artık sana yardım edeceğim, hep yanında olacağım. Yarın beni görünce çok sevineceksin. Bundan sonra dediklerini hep yapacağım”, diye kendi kendiyle konuştu ve babasına içi ısındı. Onu, sevmeye başladı. “Baba sen, bana lazımsın. Ben yarın mutlaka sana geleceğim,” diye mırıldanırken uykuya daldı. Ceyhun Atıf Kansu Cad. 45 Sok No:13/2 Balgat –ANKARA Tel: 0.312.287 80 43 Faks: 0.312.287 80 53 e-posta: bilgi@ayb.org.tr NOT: Bu hikâye yaşanmıştır. Kardeş Kalemler Haziran 2008 46 TÜRKİYE Türk Dünyası Belediyeler Birliği Başkanı Erol Kaya İle Sohbet* MÜLAKAT: BEKİR SIDDIK SOYSAL - Sayın başkan, muhtemelen bir yıl kadar önce şehir ve şehirlilik üzerine kısa bir sohbetimiz olmuştu... Doğrusu şehircilik tasavvurlarımız beni derinden etkilemişti. Daha sonra sizin konu çerçevesindeki kitaplarınızı da okudum... Sizin diğer meslektaşlarınızdan çok farklı bir yerde olduğunu düşünüyorum. Kitaplarınızda ciddi, akademik bir tarz ve disiplin var. Bu konularla ilgili olanlar için istifade edilecek kitaplar... Bu itibarla şehircilik ve şehirlilik meselelerinde bir kültür maslahatı göreceğine inanıyorum. Konu çerçevesinde ilmi ve felsefi arka plana sahip ender rastlanan şehir yöneticilerinden birinin bakış açısını yansıttığı için, özellikle de akademik çevrelerde ilgi göreceğine ve dolayısıyla Kardeş Kalemler dergisinin tarzına müsemma şeyler söyleyeceğinize gayet yürekten inanıyorum. Konumuzun asıl ağırlık tarafını Avrasya boyutunda –dergimizin hedef kitlesini göz önünde bulundurarak- değerlendirecek olursak; o coğrafyanın hemen hepsinde, hakikaten ciddi bir sanat ve edebiyat dokusu var, siz de mutlaka tespit etmişsinizdir. O alâkalara dair sizin kuruluşunuzun bakış açısını öğrenmek istiyorum... Ama öncelikle şehir yöneticileri dışındaki -Avrasya bağlamında- genel kamuoyunun henüz tanıma fırsatı bulamadığı Türk Dünyası Belediyeler Birliğinin teşekkülü üzerine konuşalım. - 1994 yılları Türkiye’sinde yerel yönetim kültürü ve heyecanının getirdiği büyük bir hamle yaşandı. Medeni ihtiyaçlardan yoksun olan şehirler ve devamlı yenilenmiş şehirlerden, yaşanılabilir şehre çok kısa zamanda bir dönüşüm süreciydi bu. Özellikle 1994 yılında Başbakanımız Tayyip Erdoğan’la beraber daha farklı neler yapabileceğimiz noktasında sorgulayabileceğimiz, merak ve heyecanımıza cevap verecek yerler üzerine yoğunlaşmış ve arayışlar içine girmiştik. Bu arayışlarla Orta Asya istikametinde seyahatlerimiz oldu... Bunlardan bir bölümü de * Pendik Belediye Başkanı Kardeş Kalemler Haziran 2008 47 Azerbaycan’aydı. Onlar bizim 150 yıllık tecrübemizden, biz de onların kültür ve sanattaki, şehir planlamalarındaki başarılarından istifade etmek istiyorduk. Karşılıklı görüşme ve fikir alış-verişlerinde, herkesin tecrübelerini aktaracağı ya da havuzda toplayacağı ve ihtiyacı olanların alacağı bir birliğin faydasından bahsedildi. Oradaki toplantıya katılan milletvekilleri ve belediye başkanları “bu birlik kurulmalı ve hem de siz kurmalısınız” dediler... “Siz Türkiye’de 150 yıllık bir yerel yönetim geleneği ve tecrübesinden bahsediyorsunuz. O zaman bu işe öncülük etmek Türkiye’ye yakışır” dediler. Sanırım 2001 idi... Tayyip Bey’in tam o parti kurma çalışmalarını başlattığı süreçte projeyi kendisine açtım. Sıcak baktı, çok da hoşuna gitti ve 2002 yılında projemizi daha somut hale getirip Sayın Başbakanımıza arz ettiğimizde -o zaman genel başkandı kendisi- tamam dediler. Türk dili ve lehçelerinin konuşulduğu ülke ve coğrafyalar ve burasıyla ilgisi olan alanları kapsayacak şekilde bir birlik kurduk. Ve adına da Türk Dünyası Belediyeler Birliği dedik. Türkiye’den on belediye başkanımızın katılımıyla kuruluş süreci başlatıldı. Kurucular; Pendik, Bayrampaşa, Zeytinburnu, Çavuşbaşı, Kartal, Düzce, Trabzon, Hayrat, Bursa, İznik belediyelerimizin başkanları... Farklı yer ve partilerden belediye başkanları... Hatta bize kuruluşta -sıkıntı olur diye- on belediye bile çok demişlerdi. Neticede kuruluş aşaması 2003’te tamamlanınca, uluslararası bir teşekkül olarak Türk Dünyası Belediyeler Birliği kuruldu. Kuruluş amacı ve gayemizi bir bakıma İstanbul uygulamalarındaki tesbit ve tecrübelerimiz belirledi... Bugün birliğimizin; başta Türkiye olmak üzere Moğolistan, Kırgızistan, Azerbaycan, Dağıstan, Moldova, Bosna, Makedonya, KKTC ve Kosova’dan 1080 belediyeyi kapsayan üyesi var. Türkiye dışındaki her ülkede bir temsilciliğimiz ve aynı zamanda başkan yardımcılıklarımız var. Moldova’da Nikolay Dudoğlu Bey (bir Gagavuz Türkü), Kırgızistan’da İskender Gaipkulov Bey ( aynı zamanda ülkesinin Sayıştay Başkanı) ve KKTC’de Güzelyurt Beledi- ye Başkanı Mahmut Öztuna Bey birliğimizin başkan yardımcıları. Farklı coğrafyalardan katılımlarla sürekli büyüyen bir yapı oluştu. Hemen tanıtım faaliyetlerine başladık. Bu faaliyetleri entelektüel bir zemine oturtmak için İstanbul’da iki sempozyum düzenledik. Ve gerek Avrupa’dan gerekse Asya’dan belediye başkanlarını bir araya getirdik... Bu toplantıların ana iki amacı vardı: Avrupa’ya kendimizi tanıtmak, Asya’daki arkadaşlarımızla diyalogumuzu geliştirmek... Avrupa yerel yönetimler ajansı Coppen (Avrupa Akdeniz Yerel Yönetimler İşbirliği Komitesi), CEMR (Avrupa Belediyeler ve Bölgeler Konseyi) ve WALD’la (Dünya Yerel Yönetim ve Demokrasi Akademisi), ortaklık ya da karşılıklı işbirliği protokollerine imza atıldı. Ayrıca İtalya, Çek Cumhuriyeti, Belçika, Danimarka gibi ülkelerin ulusal yerel yönetimler ajanslarıyla protokoller imzalandı. Ve Orta Asya’da ise bu süreç, Azerbaycan ve Kırgızistan ile başlatıldı. Bugün birliğimiz, hamdolsun artık hem hedeflediği amaca doğru yürüyen, hem de üyelerine inanılmaz katkılar sağlayan bir merhaleye ulaştı. – Doğuda ve batıda belediyecilik alanında hizmet veren uluslararası kurum, kuruluş ve belediye başkanları ile üzerinizdeki misyon sebebiyle yoğun ilişkiler içindesiniz. Bu ilişkilere bakarak onların, yönetim anlayışları ve müktesebatları ile uygulama tarzları üzerine neler söylenebilir. - Şunca zamandır belediye başkanlığı yapan bir insan olarak şunu söyleyeyim dünyanın hiçbir belediye başkanı bir başkalarından üstün değildir. Ben bunu gördüm hep hayatımda... Her belediyenin kendine göre artıları var. Ve her belediye başkanının da başkasından alacağı dersler var. Böyle bir anlayışla biz bu birliği oluşturduk. Şehirlerdeki artı birikimlerimizi bir diğerine örf ve gelenek olarak, bilgi deneyim paylaşımı adı altında aktarmak. Ortak projeler yapmak, kardeş belediye ilişkilerini güçlendirmek ve tarihi mirasın gelecek nesillere sağlıklı aktarılmasıyla ilgili en azından tahrip edilmemesiyle ilgili bir süreci koKardeş Kalemler Haziran 2008 48 ruma hedefleri ile faaliyetimizi başlattık. Bişkek ve çeperlerinde 26’ya yakın gecekondu bölgesi oluşmuş... Bakü keza aynı şekilde aldığı göçlerle ve içerdeki yapılaşmada düştüğü sıkıntılarla zorlanan bir şehir. Biz 1960’lı yıllarda İstanbul’un Anadolu Yakasında tramvayları sökerken, Bakü bunu 19961998 yıllarında yaptı. Yani 50 yıl sonra bizim yaptığımız hataya düştü. Belki biz İstanbul’da, Bişkek’in veya Marı’nın ya da işte Taşkent’in, Buhara’nın, Semerkand’ın 50 yıl önce düştüğü herhangi bir hataya, bugün düşmekteyiz. - Az önce söz ettiğiniz Avrupalı kuruluşların temsil ettiği ülkelerdeki mütecanis yapıya nisbetle – zannediyorum bu alan özellikle Batı Avrupa’yı kapsamaktadır- birliğinizin kapsamındaki üç kıtaya yayılmış irili ufaklı ve farklı anlayıştaki belediye ilişkilerinin düzenlenmesi, standardize edilmesi oldukça zor görünüyor, ne dersiniz? - Yeni küresel süreç bütün dünyayı –Marshall McLuhan’ın ifadesiyle- büyük bir köy haline getirdi... Ve -ne kadar farklı bayraklarımız, topraklarımız, devletlerimiz olsa bile- bu köyde hep birlikte yaşıyoruz ve bu birliktelikten de gelecek nesillere aktaracağımız çok şeyler doğmalıdır. Bir başka husus çeyrek asrı aşan bir süre içinde şunu gördük, artık ulusların yarışması, karşılaştırmalı üstünlüğü yerine şehirlerin karşılaştırmalı üstünlüğü var. Dolayısıyla şehirler artık ülkelerini taşıyor... Şehirler bunu iki şekilde gerçekleştiriyor. Rekabet ederek, ya da işbirliği içine girerek yapıyorlar. Yani Türkiye’nin İtalya, Yunanistan ne bileyim Rusya rekabeti, yerine bugün İstanbul‘un; Bakü’yle, Bağdat’la, Atina’yla efendim Moskova’yla ya da Bişkek’le veya Brüksel’le münasebeti söz konusu... Burada İstanbul bunu, ya rekabet ederek ya da işbirliği içine girerek yapıyor... Dolayısıyla küçük ölçekli şehirlerimizin de hemen yanında bulunanla bir rekabeti var. Mesela Pendik’in; Kartal’la, Maltepe’yle, Beşiktaş’la, Kadıköy’le bir rekabeti söz konusu... Herkes pastadan daha fazla pay almaya çalışıyor. Bu, ister deneyim paylaşma adı altında kendi şehrine bir şey katmak, ister rekabet ederek bir Kardeş Kalemler Haziran 2008 adım önde olmak şeklinde, daha fazla arz ve talebin oluşturulmasını sağlamakla olabiliyor. Biz bu anlamda öncelikle bir dizi konferansla hem kendimizi tanımak, hem de şehircilik tecrübelerimizi alma ve verme gibi çalışmalar yaptık. - Bu çalışmalar hakkında bilgi verir misiniz? - Eğitime yoğunlaştık. Asıl hedefimiz oydu... Kırgızistan’da ilk demememizi yaptık ve buradan akademisyenlerimizin yanında -pratik ve deneyimlerimizi paylaşmak amacıyla- belediye başkanlarımız ile konusunun uzmanı bürokratlarımızı da Bişkek’e gönderdik. Oradaki öncelikli problemlere göre eğitim programı formatlanmıştı. Çöpün toplanması, bertaraf edilmesi, ayrıştırılması, yoğun kış şartlarıyla mücadele, alt yapı problemleri, gecekondu problemi ve planlama gibi konular tespit edilmişti. Bişkek’teki eğitimin ardından gördük ki – oradan belediye başkanları, meclis üyeleri ve bürokratlar katılmıştı- teorik olarak anlatılanların, uygulama pratiği olmadan anlaşılması zor... İçişleri Bankalığımızın desteğiyle, Suriye yerel yönetimleriyle bir eğitim projesi de Suriye’de gerçekleştirildi. Bunu, Avrupa birliği finanse etmişti ve Türk Dünyası Belediyeler Birliği, proje ortaklarından biriydi. Orada da aynı şeyle karşılaştık ve gördük ki teorik olarak anlatılanlar yeterli olamıyor. Pratiğini görmeleri gerekiyor... Pratiğe dönük bir işbirliğini nasıl yaparız diye düşündük ve Tika’ya ihtiyaç ve amaca uygun bir proje teklif ettik, onlar da bizi desteklediler sağ olsunlar. İlk eğitimimizi geçen nisan ayı içerisinde gerçekleştirdik. Kosova, Makedonya ve Batı Trakya’daki belediyelerimizden 20 belediye başkanımız geldi. Bu belediye başkanlarımız teorik eğitimi birlik merkezindeki eğitim ofisimizde aldılar. Pratik eğitimleri yerinde (İSKİ ve İSTAÇ’ta); birliğimizden görevli arkadaşlar, akademisyenler ile bu uygulama alanları ve işletmelerde görevli uzmanlar nezaretinde verildi. Bu eğitimlerin bazılarına ben de katıldım. Şehirle ilgili yaptığımız diğer uygulamaları da önce nazari olarak anlatıyor, sonra uygulama alanlarında pratiğini gösteriyoruz. 49 Yani bir çevreyle ilgili eğitim veriyorsanız, çevrenin uygulamasını yerinde göstermek, orada sorulara cevap vermek ya da bizzat onu fotoğraflamak, projelerini, planlarını almak isteyenlere bunları temin ederek, araziden geriye dönmek şeklinde olmalı... Ülkelerine dönerlerken bu belediye başkanları ve diğer katılımcılarla görüştüm: “Biz umduğumuzun ötesinde istifade ettik, en uygun eğitim programı yanında, çok iyi ve ileri teknolojiye sahip örneklerle karşılaştık” diye görüş belirttiler... İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin inanılmaz kalitedeki katkıları sayesinde ulaşılan bu memnuniyet intibaı, birliğimize büyük bir itibar kazandırdı. Bizi de daha fazla sorumluluk üstlenmek ve gayret etmek yönünde şevklendirdi. Eğitim programlarımız on gün sürüyor. Şimdi KKTC gelecek. Arkasından Moldova. Ondan sonra üyelerimiz ağırlıkta olmak üzere Kırgızistan, Azerbaycan ile devam edecek. Ayrıca bu faaliyetlerimizi bilimsel bir disipline bağlamak için, birliğimizin üçüncü yılında bir eğitim enstitüsü kurduk... Ve şu anda faaliyete geçti. - Eğitim işi bununla kurumsal bir nitelik kazanmış... Tebrik ederim. Enstitüsünüz planlamayı hangi şekilde yapıyor? -Üç program şeklinde başlatıldı ama biz de merak ediyorduk, nasıl bir program sürdürebileceğimizi... Mesela şunu gördük; belediye başkanları için on günlük süreli bir programın çok uzun olduğunu söylüyorlar... Beş ya da yedi günle sınırlandırılması ve bürokratlarınsa 10-12 gün arasında olması daha uygun sanki. İlk eğitimden edindiğimiz izlenim bu... 2008’de üç program şeklinde geçireceğiz ama gördüğümüz tablo şunu gösterdi ki bizim bunu, üç yerine beş programa çıkarmamız gerekecek. Her halde bu tecrübelerin ve artan taleplerin ışığında TİKA ile oturup, durumu yeniden müzakere edeceğiz. - Mevcut uygulamada gruplar, kaç kişiden oluşuyor ve hangi periyotlar halinde tekrar ediyor eğitim süreci? - 20 kişi geliyorlar ve 10 gün burada kalıyorlar. - Bir kur tamamlandığında müteakip grup hemen arkasından mı geliyor? Ayrıca eğitime gelenleri nasıl yerleştiriyorsunuz, eğitim merkezinin çevresinde mi kalıyorlar? -Hayır, hemen değil... Belli bir süre sonra diğer grup geliyor. 2008 yılı eğitim planlaması talep sahibi belediyelerimizin gelebilecekleri tarihler belirlenerek, karşılıklı teyit ve koordine edilerek düzenlendi. 2009 yılı planlaması henüz yapılmadı ama artan talepler göz önünde bulundurarak 40 kişilik gruplar halinde almayı düşünüyoruz. Gelenler en yakın otellerde ve yine çevredeki öğretmenevi ile resmi kuruluşların misafirhaneleri gibi yerlerde kalıyorlar. - İşin bütçesini, yükünü kim karşılıyor. TİKA mı? - Sadece yol masrafları TİKA’ ya ait... İstanbul Valiliği, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve üye belediyelerimizden (özellikle İstanbul’daki üye belediyelerimiz) destek alıyoruz. Yani biz mümkün olduğu kadar birlik olarak, her türlü paydaşımızın katıldığı bir organizasyon gerçekleştiriyoruz. Ama tüm irade, planlama ve uygulama bize ait... Yani birlik başkanlığı bunu götürüyor ve üyelerimizden destek alıyoruz. - Enstitü olarak vasıflandırdığımız faaliyet alanında eğitim dışında bu adlandırmanın içini dolduracak başka hangi çalışmalarınız var? - Kitap çalışması var şu anda... Yirmiye yakın akademisyenimizin yaptığı bir çalışma bitti. Şu anda baskı aşamasına geldi. Çağlar Boyu Yerel Yönetimler adlı kent yönetimiyle ilgili bir kitap çalışması. Biliyorsunuz yerel yönetimlerle ilgili batı tecrübesi; asırlarla ifade edilecek boyutta, ihatalı ve çok büyük bir birikim. Çünkü orda, önce şehirler kurularak, devlete daha sonra geçilmiş. Doğuda ise devletler kurulmuş, şehirler daha sonra, özerk bir yapıya dönüştürülmüş. Bizim de 150 yıllık bir yerel yönetim tecrübemiz var. Bunu derken 1850’den Kardeş Kalemler Haziran 2008 50 beri gelen bir tecrübeden söz ediyorum. Ama öncesinde hiç şehir yönetimimiz yoktu gibi de bir haksız ve yanlış anlayış söz konusu. Bunun doğru olmadığını düşünüyorum. - Bu 150 yıllık tecrübe ile batılı mânâda bir yönetim tarzı kastediliyor olmalı... Muhakkak ki klasik dönemlerde de şehirlerimize ait bir yönetim tarzı, şehri tanzim eden bir yapı mevcuttu. - Aynen böyle... Bununla ilgili olarak çalışmamızda; Halep, İstanbul, Tokat, Bahçesaray, Saraybosna gibi şehirlerimizin, planlama, su yönetimi, pazar denetimi gibi konularda, özellikle kendi coğrafyamızda, Türklerin yönetimde bulunduğu yerlerde, nasıl bir yönetim tarzı oluşmuş sorularına cevap arandı. Şehir-şehir bunların çalışması yapıldı... Şu anda inanıyorum ki Türkiye’de yerel yönetim kültürüne, farklı perspektiften bakış açısı oluşturacak veya geçmişteki tecrübemizi su yüzüne çıkaracak güzel bir çalışma kazandırıldı. Türkistan bibliyografyası basıldı. 2500’e yakın makale, doktora tezi, kitap, makale, belge vb. kaynak eser taranarak, hakkındaki bilgiler bir araya getirildi. Şimdi Türkistan’la ilgili çalışma yapacak olanlar bizim kitabımızı açtığında hangi konuda ne çalışma yapılmış, kim yapKardeş Kalemler Haziran 2008 mış bunu görecekler. Hicaz Almanakları (6 cilt), onun da çalışması şu anda bir noktaya geldi. Hicaz eyalet olarak yönetilen bir şehirdi, buranın, idari, siyasi, hukuki, mali yapısını Osmanlı nasıl yapmış: çok hoş bir çalışma... Sanıyorum Ağustos gibi tamamlanır. - Kaç yayın planlandı? – 20008 yılı itibariyle dört. - Söz konusu çalışmalar fevkalâde hacimli şeyler. Görülüyor ki ciddi bir araştırma arka planı da var. - E tabii yani, öyle olmak zorunda... Türkiye ve Türkistan İlişkileri adlı çalışmamız da çok önemli... 1600’lü yıllardan itibaren bizim bu coğrafya ile ilgili, özellikle Orta Asya coğrafyasına dönük ilişkilerimiz hangi düzeyde olmuş ve neler bugüne kadar sorgulanmış ve yapılmış, bu kitabımız da zannedersem ağustos sonu, eylül başı gibi çıkmış olacak. Bu yayınlarımızla beraber kendi medeniyet havzamızda üretilmiş olan geçmiş tecrübeleri de gün yüzüne çıkarmış oluyoruz. Bu coğrafyayla olan bağlarların tesbiti ile geçmişten bu güne ışık tutulması, bunlar çok heyecan verici 51 ve hoş şeyler... Yine hocalarla yaptığım müzakerelerde bugün Türkiye’de bilinmeyen yapıları öğreniyorum... Mesela Osmanlı döneminde hac sirkülâsyonu... Bunun güzergâhı Hazarın doğusundan başlıyor. Hazar’ı geçiyorlar, yine gemilerle Kara Denizden İstanbul’a geliyorlar. İstanbul üzerinden güneye doğru işleyen bir seyrüsefer... Geri dönüş de aynı güzergâh üzerinden yapılıyor. Bu hac seyahatlerinde, diğer bir çok görgü yanında, yönetim yapısına ait ilmi, bedii, idari, siyasi, hukuki ve mali tecrübelerle geri dönme fırsatı sağlayan bir bilgi, görgü ve kültür sirkülasyonu oluşmuş. Şu çıkıyor ki Türk Dünyası Belediyeler Birliği’nin kuruluş amacı sadece, işte birliğe üye olmak bu üyeler arasında kardeşlik bağlarını güçlendirmek değil. Bunun yanında yerel yönetimlere, geçmişteki tecrübe ışığında, bu günkü yönetim tarzına farklı katkılarda bulunacak çalışmayı vücuda getirmek... Ve adım- adım buna yürüdüğümüzü söylemem de mümkün. Mevcut ilişkilerin sağladığı şevkle artık, Türk dilinin ve lehçelerin konuşulduğu yerler dışında kalan, ancak ortak bir tarih yaşadığımız çevrelere de açılarak yeni üyeler kazanıyoruz. -.Eski Sovyet hinterlandındaki belediyecilik formatı ile bizimki ya da batınınkini mukayese edersek, ortaya nasıl bir sonuç çıkartırsınız? - Şimdi tabii, mesela medeniyet havzamıza tabi doğu toplumundaki durumu söyleyeyim: Geçmişte, sivil toplumun daha ağırlıkta olduğu bir yönetim tarzı var: Vakıflar... Bugün bunu Amerika yapıyor. Amerika’daki su yönetimi özerk bir yapı tarafından yönetiliyor. Yani sanki bir devletmiş gibi özerk bir şirket yönetiyor. Tamamen yerel yönetimin dışında bir yapı... Onlar böyle bazı şeyleri yönetimin dışına çıkartmaya başlamışlar. Biz görüyoruz ki gerek Osmanlı’da gerekse ondan önce şehir yönetimlerinde sivil toplumlar, vakıflar, dernekler inanılmaz görev yüklenmişler. Bugün Batı bunu yapıyor aslında, bugün Batı’nın ulaştığı en mükemmel nokta katılımcı ve paydaşların daha çok yer aldığı bir yönetim tarzı. Sovyet Rusya’da ise merkezi otoritenin atadığı bir yetkili ile (vali, icra başçısı, vb.) katı merke- ziyetçi bir sistem işliyor. Katılımcı değil de, buyurgan bir yapı söz konusu... Türkiye’de sivil toplum örgütlerinin kendi konseyleriyle beraber, paydaşların katıldığı farklı etkinlik alanları yanında, stratejik planlama gibi argümanlar da geliştirildi. Ortak etkinlikler gibi... Batı tarzı modeli kendimize almaya çalışıyoruz. Aslında kendi değerlerimizin içinde zaten bunun var olduğunu biliyoruz. Bu bir zaaf... Ancak kaybettiklerimiz ihtiyaç olarak varlığını hissettirince, başkalarından edinmenin vazgeçilmez sürecini yaşıyoruz. Çok da bunun neden ve niçinini sormak yerine -doğruya hangisi ile gidersek gidelim- sonuçta, şehirde yönetime geniş katılımlar sağlayabiliyorsak bu iyi bir şeydir. Çünkü Türk siyasi hayatında şunu gördük ki -bütün dünyada da bu var- yerelde ulaşılabilinir ve genelde ise moral değerlere sahip olmak, bence en büyük başlangıç noktası... Türk yerel yönetimlerinde ulaşılabilinir olmanın en önemli yolu da derneklerimizin, vakıflarımızın sizinle arada bir buluşması ve sürece katılmaları... Türkiye şu anda bunu yapıyor. Ama şu anda bunu Sovyetler Birliği’nden ayrılan ülkelerde görmemiz çok zor. Ne vakıflar var, ne de dernekler var. - Bu çerçevelediğiniz yapıyı anlayabiliyorlar mı, bunu kendi tarzlarına yakın görebiliyorlar mı? - Şöyle söyleyeyim Rusya’yı eleştiriyoruz ama şehir planlamasında adamlar güzel şeyler yapmış. Yani bunu kabul etmek lâzım... Ha bugün planlanan bu şehirler; daha ileriye taşınma noktasında, çeperlerde yeni planlanacak alanlar açmak yerine, var olan şehir içlerinde dokuda yoğunlaşma sağlanarak tahrip ediliyor. Bu bir sıkıntı, bunu görüyor ve söylüyoruz. - Serbestlik dönemin getirdiği bir intibak problemi olarak görmek lâzım biraz da... - Evet öyle, yeni bir problem. Dolaysıyla da Sovyet Rusya‘da bu coğrafyanın geçmişi, kendilerine ait inkâr edilemez bir vak’adır. Geçmişi reddetmek yerine bunun artı taraflarını alarak yeni şeyleri; örflerimizi, kültürümüzü, değer yargılarımızı yansıtacak şekilde büyütmemiz gerekirken mevcudu zorluyorlar. Mesela Bakü’de bunu çok iyi görüyorsunuz. 6 metrelik sokaklara 10 katlı 15 katlı binalar diKardeş Kalemler Haziran 2008 52 kilmeye başlandı. Bununla ortaya çıkan insan ve ulaşım sirkülasyonunun getireceği problemi, mevcut alt yapının kaldırması asla mümkün görünmüyor... - Evet Bakü çok cins bir örnek... Bu tesbitleriniz geçmişte yaşanan benzer doku uyuşmazlığı problemini hatırlattı... Geçtiğimiz asrın başında Hazar’da ortaya çıkan petrol zenginliğini hortumlamak için -aceleci ve parçacı anlayışla- şehrin tenasübünü bozan, her türlü ithal mimari tarzı uygulayarak eklektik, çirkin bir yığın oluşturmuşlar... Eski şehir (Köhne Bakü) ile mukayese ettiğinizde uyum estetiği açısından ciddi bir problem ilk bakışta görülebiliyor. Eski şehirde rahat, sıcak ve estetik bir bütünlük var. Sözünü ettiğim yığında ise modern binalar bir karabasan şeklinde şehrin üstüne çöreklenmiş. - Şimdi ise Türkmenistan ve Kazakistan’da modern şehirciliğin güzel örneklerini görüyoruz. Yeni çeperlerdeki, açılımlar şehrin dokusunu tahrip etmeden sizin tabirinizle ya da onların tabiriyle köhne şehir - teze şehir arasında farklı ama yaşanabilir mekânlara dönüşebilen bir yapı var. Mesela Türkmenistan bu anlamda iyi örnekler veriyor. - Benim bir şey dikkatimi çekmişti Sayın Başkan Aşkabat’ta... O canım binaların yüzünü mermerle kaplayıp, yeknesaklaştırarak, önceki sıcak havasını soğutmuşlar. Daha vahim olanı, binaların taşıma kabiliyeti hesaplanmadan, deprem felaketi yaşamış zemin üzerine aşırı bir yükleme yapılmış. Birkaç senedir gidemediğim için yeni gelişmelerden bihaberim. Yine şehrin sıkletini basan heykeller, şadırvanlar, meydan tanzimleri vb. yapılarda da aynı durum söz konusu... Oysa Aşkabat ilk gördüğümde beni çok etkilemişti. - Evet o yönüyle öyle... Görkemi gelmiş, ruhu bitmiş. - Nesiyle etkilenmiştim; mesela binaların girişlerindeki Selçuklu tarzı taç kapı uygulamaları ile... Bu insan boyutundaki binaya abidevi bir heybet sağlıyor ve hem de estetik cephe oluşturuyor. Binaların pencere ve kapı şekillerindeki bu yerli esinti, tekrara düşmeden ahenkli bir doku oluşturmuş ve şehre kimlik sağlamışKardeş Kalemler Haziran 2008 tı. Bu bizim modern dönemlerde yapamadığımız bir şey... Aşkabat şimdiki yerinde ilk defa 1881de kurulmuş... 1940’larda depremden sonra yeniden yapılmış. Kimi yazarların kimliksiz diye bahsettiği bu şehirin dokusuna bakarak, bizim kimlikli diye iddia ettiğimiz şehirlerimizden çok daha bizden yüze sahipti orası... Ama işte bu dediğim anlayışla oranın ruhunu ve şehrin yüzüne sıcaklık intibaını sağlayan o yerli rengi bozdular. - Evet bu tarz müdahalelerle şehirleri aynı zamanda kimlik bunalımına itiyoruz. Kimlik bunalımına itince, içinde yaşayanlara da bir başka sıkıntı getiriyor. Şimdi tabii biraz fazla o coğrafyada kaldık, kendimize dönsek daha iyi olacak. Biz ne yaptık? - Birliğinizin ve dergimizin şümulünden dolayı o coğrafyalarda kaldık biraz da. Evet biz ne yaptık? - Şimdi bizim kendi şehirlerimize baktığımızda, mesela Birinci 5 Yıllık Kalkınma Planı’nda Türkiye’de kır-kent dengesini değiştirmek için göç devlet tarafından teşvik edilmiş. Ancak bu göç kontrollü göç olsun diye de düşünülmüş. Köydeki kasabaya, kasabadaki şehre gelsin şeklinde bir hareket üzerinden. Bu düşünülürken, özellikle 50’li yıllarda ulaşımın biraz daha rahatlaması, Türkiye’nin biraz daha özgür bir ortamının olmasıyla tetiklenen göçün, batıya, büyük şehirlere doğru yöneldiğini görüyoruz. Sanayideki gelişme, yeni istihdam sahaları, eğitim, sağlık kültür sanat alanlarındaki yeni ufuklar derken bakıyoruz İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Adana, Bursa nasibini alan, dokusu ve ahengi bozulan şehirler olmuş. Bu kontrolsüz ve çılgın selin tahribatıyla tarihi, tabii, kültürel ve sosyal doku, -bir manada söz konusu plan sayesinde- mahvolmuş. İkinci ve Üçüncü 5 Yıllık Kalkınma Planı da böyle... Dördüncü 5 Yıllık Kalkınma Planına gelindiğinde, önceki planların hatasını tamir derdine düşüldü... Sanayiyi batıda oluşturarak, doğurduğu taleple istihdamın doğudan çekilmesi ile Türkiye’nin şehir dengelerini bozduk, gibi bir sorgulamaya cevap ve çareler aranmaya başlandı. Ancak bozulan, tahrip olunan yapıyı tamir ve ihya etmek pek kolay bir iş değildi. Mevlana’nın dediği gibi “Dün geçti cancağızım, şimdi yeni şeyler söylemek 53 lazım” noktasına gelinmişti ve İstanbul mahvolmuştu. İstanbul ki tarihin bize bıraktığı en büyük mirastır. 80’li yıllarda artık bu akışın önüne geçilemez olmuştu. Gelinen yer ile varılan arasındaki farklardan kaynaklanan intibak problemi baş edilmez bir hal almıştı. Şehirlerimiz bir gerilim ortamına dönüşmeye başladı. Hizmetin alınamadığı varoşlarda gettolaşmanın getirdiği korkunç bir çatışma kültürünü besleyen yapı ortaya çıktı. - Bu işin tabiatına uygun bir sonuç... Her türlü içe kapanma zaten giderek vahşileşmeye yol açıyor. - Evet aynen öyle. Şimdi 94’te belediye başkanı olduğum ilçemde işe başladığımız zaman çok düz düşünen insanlardık, ama samimi ve hakikaten şehre bir şeyler katma gayret ve emelindeydik. İki temel problemli mahallemiz vardı ve bu iki mahalle terörün beslendiği, otobüslerin yakıldığı, polisin panzerlerle ya da özel korumalı araçlarla girebildiği yerlerdi. Ne yapabiliriz diye düşündüğümüzde gördük ki, bizim bu iki mahallemiz uç noktamız, kör noktamız... Bir çıkış noktası olmayan bu fiziki kapalılıkta sorun gelişiyor... Birisinin Tuzla ile diğerinin de Sultanbeyli ile çok basit bir operasyonla bağlantısını kurduktan sonra baktık ki terör bitti. İnsanların medeni ihtiyaçlarını karşılayıp, verdiğimiz sözleri tutma gayretinde olunca halet-i ruhiye değişti. 95-96’da bizim şehrimizde ciddi bir fakirlik vardı ve yerel yönetim ise güçsüzdü. Evleri yanan insanlar vardı... Peş peşe evler yanıyordu... Ne yapmak gerekir diye düşündüğümüzde, yangın meclisleri yapmaya başladık. Türkiye’de değil dünyada duyulmuş bir şey değildi. (Kosovalı belediye başkanına anlattığımda “sizin hikâyenizin bizimkinden hiçbir farkı yok. Sizin 15-20 yıl evvel yaşadıklarınızı biz bu gün yaşıyoruz” demişti). Sokakta su yok, yol yok, asfalt yok, her taraf perişan bir şekilde, hercümerc... İlan edip, insanları kendi ortamlarındaki kahvehanelerde topladık. Gönül okşayıcı bir söylemle tek-tek soruyordum; eviniz yansa benden ne istersin, komşudan ne beklersin filan... Herkes diyordu ki her şey bekleriz. O zaman, muhtar başkanlığında, oradakilerden birkaç kişi kata- rak bir komisyon kuruyorduk... Bütün işleri bu kurduğumuz komisyon yapıyordu, biz hiçbir şeye karışmıyorduk... Bu gönüllü organizasyonla yanan evler imece usulü inşa edildiği gibi evin her türlü ihtiyacı da bu yardımlarla tamamlanıyor ve problem ortaya çıktığı yerin imkânlarıyla hallediliyordu. - Dayanışma kültürünü yeniden inşa ettiniz. - İnanılmaz bir kültür ve bu, şehirlerimizin o sertliğini yumuşatıp, gerilimini geri iterek, barış, anlayış ve asayişe zemin oldu. Biz onların karakterinde olan bir şeyi, dayanışma ve hamiyet şuurunun üstündeki örtüyü kaldırdık. Bu motivasyon şimdi artık en ücra ve en uç noktalarda, gecenin en ıssız saatlerinde güvenle yürüyebileceğiniz medeni bir şehre has huzuru tesis etti. Demek ki şehirlerimizin dokusu tahrip edilince, göç eden insanlar göç ettikleri şehirle uyum problemi yaşayınca, aidiyet ortadan kalkıyor. Kente gelen insanın kentlileşmesiyle ilgili problemler yaşadık. Dolayısıyla bizim 50’li yıllardan itibaren yaşadığımızı Bişkek bugün yaşıyor. Güneyden inanılmaz göç alıyor... Bakü keza aynı durumda... Karabağ’dan gelen insanlarını iskân edememişken bir de kırsaldan gelen göçle cedelleşiyor. 1800’lü yıllarda Batı’da Amerika’da kuzey güney savaşıyla yok edilen şehirlerin yeniden inşasında yaşananı, biz 50’lerde yaşadık. Yani bizim bu yaşadığımız sürece ait tecrübemizi birlik üyesi şehirlerle paylaşmak söz konusu... Hepimizin birbirine öğreteceği o kadar çok şey var ki... Birlik olarak işte bunu öğretelim derken aynı zamanda kardeş belediye ilişkileri kuralım diye uğraşıyoruz. Şimdi ben kendi ilçemden örnek vereyim. 23 Nisan nedeniyle ülkemize 7 ülkeden Bulgaristan, Romanya, Azerbaycan, Yemen, Çin ve Moldova’dan öğrenciler geldi; 19 Mayısta da zannedersem bizim çocuklarımız Bulgaristan’a gidecekler. Üye belediyelerimizle karşılıklı kabullerimiz artarak sürecek. Birliğimiz artık uluslararası ilişkilerin de odağı durumunda. Benim iş adamlarım Bulgaristan’ın Smolen bölgesindeki kardeş belediyenin bulunduğu yerde yatırım için gidiyorlar... Bir kaç tanesi de yatırım yapıyor. İnsanlarımız başka bir ülkeye gittiklerinde oradaki belediye başkanımız onlara rehberlik Kardeş Kalemler Haziran 2008 54 yapmaya çalışıyor. Onlar buraya gelince de bana yönlendiriyorlar. Artık dünyada belediyecilik yeni bir muhteva kazandı... Belediye başkanlarımız da yurt dışına giderken yanında sivil toplum örgütlerinin temsilcileri ve işadamlarıyla gidiyor. Özetlersek artık Türk belediyeciliği kurum yönetiminden, şehir yönetimine geçti. Şehir yönetiminde de sadece klasik belediyecilik anlamında fiziki bir kalkınma değil, aynı zamanda sosyal, kültürel, ekonomik kalkınmayı hedeflemek zorunda. Demokratik kalkınma, katılımcı bir yapı... Şehirlerimizi yönetirken tek başına değil, paydaşlarımız kabul ettiğimiz üniversiteler, meslek odalarımız, sivil toplum örgütlerimizle beraber yönetmemiz gereken bir kültüre dönüştü. Biz bunu yeni öğreniyoruz... Avrupalılar bu konuda bizden epeyce eski... Coğrafyamızın doğusunda ise henüz bu anlayış için erken. Kurumsal yapı daha yeni, hukuk yeni yerine oturuyor, statüler yeni belirleniyor. Bizim 30’lu-40’lı yıllardaki güçsüz belediye yönetimlerimiz var şimdi oralarda. Devletin bürokrasisi daha güçlü yani... Birlik ilişkileri ile edinilen bilgi ve görgü, öyle anlaşılıyor ki bu yeniden yapılanma sürecini hızlandıracak. coğrafyanın tamamına yapıldı. Gıda organizasyonları ile aşağı yukarı 500 fakir aileye yardım yapıldı. Mesela biz Gürcistan’da, Acara bölgesindeki üç yetimhaneye el uzattık, iz bırakacak şekilde yetim sırtı okşama fırsatı sağladık. Şimdi tabii bunlar bizi bir devlet gibi görüyorlar. Diyorlar ki bunlar için, sizin bir kaynağınız mı var? Hayır diyoruz, bütün bunları, müteşebbislerimiz, derneklerimiz, vakıflarımız ve işadamlarımızın marifetiyle gerçekleştiriyoruz. Yani onlar için çok alışıldık olmayan, anlaşılamayan bir şey. - Dernek kültürü yok... Yani gönüllü kuruluşlar olmadan sivil irade teşekkül edemiyor. - Evet böyle bir şey... Bu ülke binlerce yıllık tarihi boyunca ürettiği değerleri ve yaşama biçimiyle bence dünyada örnek ve önder bir ülke. Bunun mensupları olarak yerel yönetimlerde de bu birikimi sadece kendi coğrafyamızda, ülke sınırlarında sıkışık tumanın bir anlamı olmadığını biliyoruz... Bunu yaymak zorundayız. Bir merkez ülke olmanın vizyon, şuur ve sorumluluğuyla, üç kıtayı kapsayan genişlikteki çevremizden gelen her türlü yardım ve destek talebini, hamiyet sahibi, fedakâr - Belediyelerimizin sosyal yardımlaşma fa- insanlarımızdan aldığımız cesaret ile karşılıaliyetleri, ekonomik ilişkilerdeki öncü rolü, yoruz. Bunu genellikle Kızılay veya TİKA ile eğitim-kültür faaliyetleri, üye belediyeler işbirliği içerisinde, gerçekleştiriyoruz. nezdinde nasıl değerlendiriliyor... Çünkü bu açılımlar bizim ülkemizde de henüz -bazı ke- - Şimdi bunlar çok olağan üstü şeyler hakisimlerce- anlaşılabilmiş değilken onların bu katen, hayal edilemeyecek gerçekler. Çünkü meselelere yaklaşımını nasıl değerlendiriyor- böylesine bir gönüllü organizasyonun -kamu şemsiyesi altında teşekkül etse bile - böylesunuz? sine sınırları aşan fevkalade sürekli ve etkili - Şöyle söyleyeyim, bir adım ötesini söyleye- faaliyetleri yüreğimi kabarttı... Ancak bütün yim, Türk Dünyası Belediyeler Birliği 2006 bunların yeterince anlatılmadığını ve tanıtılyılından beri organizasyonlar yapıyor. Her madığını düşünüyorum. Demek ki iş yapmakyıl Avrasya boyutunda, 7-8 ülkede etkinlikler tan kendimizi tanıtmaya, anlatmaya fırsat bugerçekleştiriyoruz. lamamışsınız. Bu sene de nasip olursa biraz daha alanı büyüterek bu etkinlikleri sürdüreceğiz. Bu programlarda, karşılıklı sanatçılarımızın bir araya geldiği, sanat gösterileri, konserler ile yardımlar organize ediyoruz. Mesela engelli araçlarıları sayesinde geçen sene Gürcistan’da, -inanamazsınız- ilk defa evinden çıkan insanlar oldu... Bu tarz özürlü yardımları, bütün bu Kardeş Kalemler Haziran 2008 - İyi ve doğru işler yapıyorsanız, anlatmak için fırsata pek gerek kalmıyor. Çünkü iyi, doğru ve güzel kendiliğinden anlaşılıyor. - Sayın Başkan, bu bakış açınızı teyiden bazı kültür faaliyetleriniz üzerine bir değerlendirme yapmak istiyorum: Geçtiğimiz günlerde Dünya Şiir Günü münasebetiyle Ahmet Ok- 55 tay adına tertip ettiğiniz gecede, çeşitli çevrelerden şairliğini isbat etmiş genç 10 şair, şiirimizin meselelerini konu alan panelde görüşlerini belirttikten sonra bir de şiir matinesi sundular. Burada beni en çok etkileyen, belediyenizin, şair Ali Ural Bey’in hocalık ve yönetimindeki şiir atölyesinden yetişen 5 çocuğun okuduğu şiirlerdi. Hakikaten kaliteli ve fevkalade özgün sesli şiirleriyle başta, şairliği tescil edilmiş büyükleri olmak üzere herkesi şaşırttılar. Adı-sanı olan şairlerin pabucunu dama atacak seviyede -sağlam dokusu, öz ve biçim estetiği, ve ruhaniyeti itibarıyla- ciddi şiirler çıktı oradan... İnsanımız doğru eğitildiği, motive edilip, irade koyduğu zaman neler olabiliyor diye düşündüm. Bu şiir atölyenizin yanında, resim, müzik, tezhip, hat, ebru kursları da veriyorsunuz... Çini ve halı atölyelerinizi gezdim. Bu atölyelerde Hereke tarzı ipek halıcılığı ve İznik çiniciliğini örnek alıp öğretmek suretiyle, bunlar üzerinden ilçe halkına maişet kapıları açarak, bu rafine klasik sanatlarımızı yeniden ihya ediyorsunuz. - Şehri inşa eden asıl doku, sanatın ve kültürel faaliyetlerin olmasıdır. Bir yeri şehir yapan bunlardır. Demin saydığımız sosyal organizasyonlar, hizmet organizasyonları, alt yapı çalışmaları gibi şeylerin, yani formel şeylerin ötesinde enformel gibi görünen ve işin ruhunu tesis eden, toplumsal cevheri biçimleyen asıl alan, entelektüel faaliyetlerdir. Çünkü şehirlilik vasıfları bu çerçevede ortaya çıkıyor. Çünkü kavramın içini dolduracak yetkinlikte şehirlisi yoksa, o yerin adına şehir denemez. Orasını altından yapsanız, camdan yollar yapıp, altından masmavi ırmaklar akıtsanız veya havasına misk-i amber katsanız da kokuya bürünse bile şehir, neticede o yerde yaşayan insan ruh inceliği ve olgunluğu edinememişse, yine kendi bildiği şekilde o ortamı kirletip, tahrip ederek ya da dejenerasyona sebep olacaktır. fı yani kimliği olmayacaktı... Peki, o kimliğin arkasında şehir; ruhunu ve insanla buluşma vasfını, nerede kazanıyor? İşte bu entelektüel alanda kazanıyor... - Birliğinizin entelektüeli destekleme noktasında bir irade aktarımı oluyor mu? Yani üyeniz olan belediyelerin yöneticilerine: “Şehrinizdeki entelektüel çevreleri nasıl destekliyorsunuz? Bakın biz şunları yapıyoruz, siz de yapabilirsiniz” şeklinde bir telkin veya örnekleme söz konusu olabiliyor mu? - Şimdi şöyle söyleyeyim, rahmetli Faik Baysal, Adapazarılı bir yazardı... Bir hatırasını nakletmişti, benim hayatım boyunca unutamayacağım bir hatıradır bu... “1960’lı yıllar, Paris’te Şanzelize’de bir hanım arkadaşımla beraber bir kafede sohbet ediyorduk. O sırada motosiklet eskortlu bir araba geçti. cumhurbaşkanı ya da devlet ricalinden önemli biri geçmiş. Kim olabilir üzerinde durulmamış, çevrenin de ilgisini çekecek hiçbir tesir oluşmamıştı. Siren sesi benden başka kimsenin dikkatini çekmemişti... Bir süre sonra trafiğin durduğunu, insanların belli bir noktaya odaklandığını gördüm, yani bir gariplik fark ettim. İnanılmaz bir şey oluyor caddede... Arkadaşıma ne Şehir fiziki görüntüsü itibariyle de siluetinde kimlik kazanır ki bu bizim İstanbulumuzun dünya klasmanında en güzel belirleyicisidir. Eğer Moskova’da Kremlin olmasaydı Kazan’da Kremlin olmasaydı, bu iki Kremlin olmasaydı o şehirlerin silueti, dolayısıyla belirleyici vasKardeş Kalemler Haziran 2008 56 oluyor diye sordum. Dedi ki ressam bilmem kim karşıdan karşıya geçiyor. Ve sanki o anda Paris’te hayat durmuştu” dedi. Şimdi bizim şehirlerimizin geleceğinden bahsediyorsak bu şehirleri siyasilerin, idarecilerin geleceğe taşıması mümkün değil. Şehirleri geleceğe taşıyacak olan ancak sanatçılarıdır. Entelektüel birikimidir. Eğer yerel yönetim entelektüel birikimin yeşereceği zemini inşa edemiyorsa, var olanı yaşatma noktasında ona imkân sağlamıyorsa gelecekten bahsetmek mümkün değildir. Bunun için biz kendi şehrimizde (Pendik’te) bir şeyi biliyoruz ki bu şehrin dünü yok. 1950’li yıllarda 3-5 bin nüfusu olan, 70’te 20 bin, 80’de 50 bin, ama bugün 500 bin nüfusu olan bir şehir... Bu şehrin geleceğini benim inşa etmem mümkün değil... Ben fiziki olarak yaparım, yarın herhangi bir şey olur, hepsi hercümerc olup gidebilir. Ama bu şehirde yaşayan her bir sanatçının, bunlar yazar olabilir, şair olabilir, efendim romancı olabilir, bir ressam, heykeltıraş, minyatürcü, hattat, kim olursa olsun bu şehrin biçimlenmesine ve binlerce yıl sonra dahi anılmasına sebep olacağına inanıyorum. Bu söylediklerimi en veciz şekilde delillendiren şehirlerden bir tanesi İstanbul, yani tarihte inanılmaz izler bırakan... İşte yeni oluşan bir şehir olarak Pendik’i yöneten bizler; hemen yanı başımızdaki o muhteşem İstanbul’a bakarak, onun bu değerli geleneğinden ilham alarak geleceğini, şehir ve şehirlilik vasfı ekseninde inşa edebilmenin, böyle bir entelektüel tecrübeye bağlı olduğunun bilincindeyiz. - Üye belediyelerinizin mensubu olduğu ülkelerde bir hayat tarzı olarak entelektüel bir gelenek tesis edilmişti... Motivasyon aleti veya propaganda niyetiyle de olsa rejim, varlığını sanatçıların ve yazarların üzerinden ifade etmişti. - Köylere bile kültür merkezleri yapmışlar. - Evet... Bu kültür ve sanat ortamlarından başka bir de bizde olmayan bir şey var onlarda... Bütün şehirlerde “icadevi” diye yazar ve sanatçı kampları yapmışlar... Sanatçıların istediği zaman gidip iaşe ve ibate endişesi Kardeş Kalemler Haziran 2008 taşımaksızın, kendini alelâde olandan, günlük hayattan tecrit edebilmesine, fırsat sağlamışlar... Üretip, ibda edebilecekleri, (özellikle Özbekler bu işlevinden ötürü icat evi diyorlar) yerler yapmışlar. Sovyetler Birliği yıllarında bütün sanatçıları devlet istihdam ve himaye etmiş. Zaten klasik hayatımızda; Selçuklu ve Osmanlı asırlarında olsun, Orta Asya’da Timur, Hüseyin Baykara, Harezmîler ya da Hint’te Baburîler dönemlerinde olsun, o ihtişamlı dönemlerde, sanatçıları himaye eden bir yapı var... Bu gün bize medeniyet mirası olarak kalan da himaye gören o insanların eserleri... Eğer o himaye olmasaydı, Türk Sanatı diye bir tarzla dünyanın belli başlı orijinal sanatlarından birine ait böyle muhteşem bir birikim olamazdı. - E... tabii olamazdı. Çünkü sanatın gayesi ve gereği güzele ulaşmaktır. Bu sebeple de güzeli kavrayamadan medeniyet yaratmak mümkün değil... Güzeli kavrayamadan insanı anlamak da mümkün değil... Geçmişte Sovyet Marksizm’i propaganda temelli de olsa işte sanatçılar üzerinden güzeli tesis etme gayretine düşmüş, onları himaye etmiş, istihdam etmiş. Biliyorum şimdi sahipsiz kaldı o insanlar, yani himayesiz kaldılar. Sanatçılık vasıfları dışında başka bir iş yapmaları da pek mümkün değil galiba. Bizdeki gibi ikinci bir meslekleri de yok... Eskiden sistem bu insanların kitaplarını 100 bin basıp dağıtıyormuş. Şimdi geçiniz 100 binleri, bin basacak irade ve güç de yok arkalarında... Oysa hakikaten oralarda müthiş bir birikim var. - İşte tam burada sormak istiyorum: Bu ülkelerin çok yakın dönemde kaybettiği himaye ve destek kültürüne örnek bir tarz oluşturabilir misiniz? Oralardaki sanatçı ve yazarlara destek için... Özellikle birinci sınıf olanlara, hiç olmazsa... Belki başlangıç olarak 100 yazar ve şair üzerinden böyle bir proje düşünülebilir mi? - Valla tabii kuruluşumuz, henüz çok yeni... Bu Birliğimizin; başta şehir yönetimlerimizin kaliteli yönetilmesiyle, tecrübe ve birikim aktarımı yanında, sanatın ve kültürün korunması, 57 hele-hele var olan sanatçıların destek ve himayesi ile ilgili mutlaka yapılması gerekenler üzerine, muhakkak ki ciddi projeleri olmalıdır. Ancak şu an itibariyle böyle bir teklife cevap teşkil edebilecek bizim gündemimizde -acaba neler yapılır diye- bir şey yok. Ama inşallah yönetim kurulumuzun ilk toplantısında bu konuyu gündeme koyup görüşmeye açacağım... Zaman içinde bir tarz oluştururuz inşallah... Fakat sizin söylediklerinizden yola çıkarak, o coğrafyadaki üye meslektaşlarımıza da; kendinizi tanıtma, ifade etme noktasında sıkıntı çekebilirsiniz ama yanınıza bir şairinizi, yazarınızı, sanatçınızı alın, onunla yola çıkın... Böyle bir entelektüel refakatin prestiji ile inanılmaz şeyler başaracağınıza inanıyorum diyerek, kestirmeden bu hayati meseleye bir çözüm teklifi ile başlayabiliriz. Belki bu yol beraberliği ile şimdilerde ihmal edilen sanat ve sanatçıya yönelik o eski alâka, daha sağlıklı bir şekilde yenilenerek sistematik bir himaye maslahatına dönüşür. - Maşaallah... İşi hamasete bırakmıyorsunuz. Anında çözüm üretiyorsunuz. - Öyle, pratik akla hayat verir. - Başarının ruhu bu zaten. Şimdi bu uzun sohbetimizin ardından ortaya konan etkileyici iradeye bakarak ve bu ilhamla kendimce -müsaade ederseniz- bir belediye başkanı profili çıkarmak istiyorum. bu az önce sözünü ettiğim karakter çözümlemesi; ibda eden ya da tasarlayan, geleneği yaşatan, taşıyan ve gelecekle illiyetini kuran ve güzeli tesis eden, irade adamının portresidir desem ne dersiniz? - Bu ideal portreyi adeta gönlümden çıkarmış gibisiniz desem siz ne dersiniz? Tabii ideal olanla, olunan ayrı şeyler. Dünya ve mensubu olduğunuz ülke, ya da toplum konjonktürü, emanetinizdeki şehrin geleneği, o şehrin maddi ve manevi imkânları ile siz ancak bu ideal hedefe ulaşabiliyorsunuz. İnşallah şehirlerimiz, sözünü ettiğiniz vasıfları taşıyan ve şehrinin çehresini de idealize edebilen yöneticileriyle buluşur. Ben başkanlığı kısaca şöyle tanımlıyorum; aşk ve sabır arası bir şey... - Evet böylece söze, sohbetimizi taçlandıran bu son cümleniz ile hatime çekelim. Ülkemiz ve soydaşlarımızın geleceğini, doğru ve kararlı bir şekilde inşa edecek, kutlu bir maslahatın önünde yer alıyorsunuz... Tebrik ve başarı dileklerimi sunuyor, açıklamalarınız için teşekkür ediyorum. -- Ben teşekkür ederim. - Estağfirullah... Hoş bir profil çıkaracağınıza inanıyorum... - Belediye başkanı, şehrin hadimi ve –emaneten, süreli de olsa- sahibidir. Şehrin eminidir. Maddi alanıyla beraber, mânevî alanının da sorumluluğunu taşımak zorundadır... Yani şehri düzenleyen, inşa eden, koruyandır... Bu inşa ve düzenleme maslahatı insan unsuru için de geçerlidir ve hatta aslî olanıdır. Şehrin fiziki yapısından daha önemli ve öncelikli olanı, şehirlilik vasfını haiz insanlarının olmasıdır. Şehrin ruhu işte bu vasıftadır. Ve dolayısıyla -işin önü ve arkası insan olunca- başkan, şehrin vicdanı, yani manevi ve yüksek değerlerinin de sorumlusu olmak zorundadır. Olamadığı zaman şehrin alelâde, rutin işlerinin düzenleyicisi durumunda kalacaktır. Çünkü Kardeş Kalemler Haziran 2008 58 KIRIM Türkolog N. K. Dimitriyev (1898-1954) LENİYARA SELİMOVA AKTARAN: IŞILAY IŞIKTAŞ SAVA 2008 senesi büyük dil bilimci, Türkolog Nikolay Konstantinoviç Dimitriyev’in doğumunun 110. yılıydı. Ünlü akademisyenin Kırım’daki ve diğer Türk cumhuriyetlerindeki faaliyetlerini bu makalede anlatmak istedik. HAYATI VE FAALİYETLERİ N. K. Dimitriyev 28 Ağustos günü 1898 senesi Moskova’da, bir memur ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelir. Altın madalya ile liseyi bitirdikten sonra, Moskova Üniversitesinin tarih-filoloji fakültesine okumak için girer. Bu üniversitenin üç ayrı bölümünde (Türk, Fars ve Arap) dersler alır ve bu sahada en yüksek başarılara erişir.1 N. K. Dimitriyev 40’tan fazla dil bildiğini, bunların arasında 10 Türk ve 5 Batı -Avrupadili olduğunu söylemeliyiz.2 Şark bilimi mevzulu makaleleri İngiltere, Almanya, İtalya, Fransa ve İsveç gibi ülkelerin ilmî mecmualarında basılır. 1 Garipov. T., Korufey Oteçestvennogo Yazıkoznanya, Vatandaş, 1998, Nu: 7-S 192 2 Age. 1998, Nu: 7-S 192 Kardeş Kalemler Haziran 2008 N. K. Dimitriyev 32 yaşında iken iki ayrı üniversitenin -St. Petersburg üniversitesi ve Moskova üniversitesinin - profesörü olur. 1943 yılında N. K. Dimitriyev SSCB İlimler Akademisi’nin muhbir azası (haberci üyesi) olarak kabul edilir. 1945 yılında ise Rusya Federasyonu’nun Pedagoji Akademisi’nin faal azası seçilir. Cenkten sonraki yıllarda Moskova Devlet Üniversitesinde (MGU) Türk filolojisi kürsüsünün ve Şark bölümünün başkanı olur. Bütün Türk halkları N. K. Dimitriyev’i usta pedagog olarak sayarlar. İz bırakan birçok Türk bilimci onun talebesiydi.3 Akademisyen N. K. Dimitriyev, Kırım, Başkurdistan, Kırgızistan ve diğer memleketlerin dil bilimi ve halk bilimi çalışmalarına büyük iler3 Age. 1998, Nu: 7-S 192 59 lemeler kattı.4 Uygur, Kazak, Kumuk ve diller üzerine köklü gramatik çalışmalar meydana getirir.5 Akademisyen N. K. Dimitriyev, 22 Aralık 1954 tarihinde Moskova’da kalp krizi sonucunda vefat eder.6 Kırım Tatar Dil bilimine Katkıları N. K. Dimitriyev Kırım Tatar dil bilimi sahasında, ilk kez faaliyet gösteren âlimlerin arasında mühim bir yere sahiptir. Özellikle Kırım Tatar halk bilimi ve dil bilimi hakkında: “Folklor bize verilen dilin tarihinde canlı olayları veren tek edebî kaynaktır.” demişti.7 Bununla beraber Kırım’da halk edebiyatı ve ağız araştırmalarını geniş çapta ve acele başlatmak gerektiğini yazmıştı. Bu mevzuların daha evvel elbette yapıldığını, ancak yetersiz kaldığını söyler: “Kırımla ilgili yapılan ilmî çalışmalarda, etnografya, arkeoloji, müzik ve tiyatroda büyük başarılara sahip olunmasına rağmen, Kırım Tatar edebiyatının ve ağızlarının sistematik ve geniş olarak öğrenilmesinde yetersiz kalınmaktadır.”8 20. yüzyılın 1920’inci senelerinde, N. K. Dimitriyev, Leningratlı âlime ve halk bilimci O. İ. Şatskaya’yı Kırım’da halk bilim ve fonetik araştırmalar yapmaya teşvik ederek ilmî işlerine eleştiriler yazar.9 Şatskaya kendi işini yüksek seviyede yaparak 1926 senesinde, bir Fransız Türloloji mecmuasında, Aluşta’nın Tuvak ağzı hakkında geniş bilgi verir.10 Şatskaya makalesinde “Elif dedim be dedim”, “Araba hapu”, “Sepet yumurta”, “Obana” gibi o devirde Tuvaklı Kırım Tatarları arasında meşhur olan şarkıları toplar ve bu materyal üzerinden Tuvak ağzı fonetiğini yazar.11 Bu türkülerden birini merak edenler için 4 Dimitriyev. N.K., Gramatika Başkirskogo Yazıka M.L, 1950 5 Dimitriyev. N.K., Gramatika Kumukskogo Yazıka M.L, 1940 6 Garipov. T., Korufey Oteçestvennogo Yazıkoznanya, Vatandaş, 1998, Nu: 7-S 192 7 Dimitriyev. N. K., O Metodike İzuçeniya Krımsko-Tatarskix Dialektov i Folklora, Ekonomika i Kultura Krıma, 1934, Nu: 9-12. S. 29 8 Dimitriyev. N. K., Krımskaya Yazıkovaya Ekpeditsiya, Revolitsiya i pismennost, 1936, Nu: 2. S.158 9 Garipov. T., Korufey Oteçestvennogo Yazıkoznanya, Vatandaş, 1998, Nu: 7-S 192 10 Chatskaya O.I. (Avec İntroduction N.K. Dimitriyev)., Chansons Tatares De Crımée, Journal Asıatıque, 1926, Tome SSVII. Nu: 13, S. 343 11 Chatskaya O.I. (Avec İntroduction N.K. Dimitriyev)., Chansons Tatares De Crımée, Journal Asıatıque, 1926, Tome SSVII. Nu: 13, S. 346-366 Şatskaya’nın kaydettiği Tuvak telaffuzu ile veriyoruz. Mektup Mektup yazdım oturup Hoş selâmlar doldurup Mektup gitti, ben kaldım Yine sizi düşünüp. Mendilimin ucuna Hakikî sedef bağladım Yârimin gittiği yollara Figân edip ağladım. Mendilim dalda kaldı Gözlerim yolda kaldı Candan seven yârim Cenkte yaralı kaldı O benim yârim Asker içinde kaldı. Gülizâr Mulla Ömer, Tuvak.12 1930’lu seneler gelince yalnız Kırım’da değil, birçok cumhuriyette dil konferansları düzenlenir. Bu konferanslar genel olarak alfabe değişimi (Arap harflerinden Kiril harflerine geçme) üzerine yapılır ama diğer dil meseleleri de inceleniyordu. Kırım’daki ilmî işlerin faal iştirakçisi olan N. K. Dimitriyev, Kırım Tatar ağız çalışmalarını Kırım’da nasıl yapılabileceğini ve nasıl başlatıldığını şöyle anlatır: “Bütün Kırım’da yapılan konferanslar büyük başarıyla geçmiş, bu konferansların sonucunda Kırım Tatar dilinin, edebiyatının ve halk biliminin nasıl öğrenileceği soruları gündeme gelmiştir.13 Folklorik malzeme kimlerden ve nasıl toplanır, ne gibi anekdot ve kayıtlar tutulması gerekir, hangi yollar takip edilecek gibi her bir ince noktayı Dimitriyev kendisi tek tek belirleyerek sebeplerini de açıklar.14 N. K. Dimitriyev ayrıca Akmescit Eğitim Enstitüsü öğrencilerine millî folklor nasıl toplanır, ka12 Chatskaya O.I. (Avec İntroduction N.K. Dimitriyev)., Chansons Tatares De Crımée, Journal Asıatıque, 1926, Tome SSVII. Nu: 13, S. 359 13 Dimitriyev. N. K., O Metodike İzuçeniya Krımsko-Tatarskix Dialektov i Folklora, Ekonomika i Kultura Krıma, 1934, Nu: 9-12. S. 28 14 Dimitriyev. N. K., O Metodike İzuçeniya Krımsko-Tatarskix Dialektov i Folklora, Ekonomika i Kultura Krıma, 1934, Nu: 9-12. S. 2941 Kardeş Kalemler Haziran 2008 60 ideleri nedir, gibi mevzuları Kırım Tatar ağızlarının araştırmaları başlangıcında anlatır.15 Profesör N. K. Dimitriyev başkanlığında Kırım dil araştırma seyehati 1935 senesi yazında başlatılır. Bu seyahatin diğer başkanı İ. H. Yumankulov idi. Bu araştırma seyahatinin tertibi hakkında şöyle bilgi görüyoruz: “Araştırma seyahatini yönetmek için VTSKNA’dan iki kişi seçilir. Bilim bölümüne N. K. Dimitriyev, mâli işler ve organizasyon işlerine de A. A. Ahmedov.”16 Kırım’ın bütün cumhuriyet gazeteleri Krımnarkompros (Kırım Basın Kuruluşu) tarafından davet edilen Leningratlı üç bilim adamı ve bazı enstitü talebeleri bu araştırma seyahatinde yer alarak çalışmaların yürütülmesinde yardım ederler.17 Bu kişilerden 4 ekip güzergâhlara yollandılar: oluşturarak şu 1Seyitler-Canköy-İşuñ-Akşeyh-AkmeçitKezlev 2- Kerç-Kefe-İslâm Terek-Eski Kırım 3- a) Bahçesaray-Fötisala-Kökköz b) Kefe-Eski Kırım-Karasubazar 4- Akyar-Baylar-Yalta-Aluşta-Sudak-Otız18 Ancak araştırma gezisi sırasında hatalar ve noksanlar olur, bunların sebepleri Enstitü Millî Kültür müdürü Asanov ve aynı esntitünün çalışanı Batır-Mirzayev, diye kaydedilir.19 Kısacası bu araştırma, Kırım’ın bütün seyahatinde MTSleri, KrımSTİK ve halkının kendisi yer aldı. İlim nokta-i nazarından araştırma seyahati içinde beş ayrı ilmî grup çalıştı: Kelime hazinesianlam bilimi grubu, cümle bilgisi grubu, ses bilimi ve şekil bilgisi grubu, halk arasında edebî dili anlamayı tespit etme grubu.20 İki ay boyunca yürütülen bu araştırma seyahatinin neticesinde çok büyük malzeme toplanır. Bu malzeme Kırım Tatar ağızlarında demircilik, çamçakçılık, marangozluk, balıkçılık, 15 Dimitriyev. N. K., O Metodike İzuçeniya Krımsko-Tatarskix Dialektov i Folklora, Ekonomika i Kultura Krıma, 1934, Nu: 9-12. S. 28 16 Dimitriyev. N.K., Krımskaya Yazıkovaya Ekspeditsiya, Revolitsiya i pismennost, 1936, Nu: 2. S.159 17 Age. 1936, Nu: 2. S.159 18 Age. 1936, Nu: 2. S.159 19 Age. 1936, Nu: 2. S.159 20 Age. 1936, Nu: 2. S.160 Kardeş Kalemler Haziran 2008 balcılık ve diğer ustalık ile meslekler hakkında birçok Kırım Tatar özel terimlerin kullanıldığı gösterildi. Yumankulov raporunda şöyle yazıyordu: “Toplam 20.000’e yakın terim bulundu. Gerçek disiplinler, sanayi malzemeleri, sosyoekonomi terimleri vb. Akyar-Otuzlı köyüne kadar 5.300 terim toplandı, onların arasında % 35’i tamamen yeniydi ve daha önceki sözlüklerde yer almamışlardı.” Kendi makalesinde Yumankulov hayvan bilimine ait bir tek terimin üzerinde farklı ağızlardaki telaffuzlarının mevcudiyetini gösterir.21 Aşağıda bu terimin ağızlara göre düzenlenmiş cetveli açıklaması ile gösterilmiştir: Çorgun Köyü Kecertke Değirmenköy Kşofla Üsküt Koroçafla Otuz Kestankere Gaspıra Kecertke Aluşta Surka Ayserez Karaşafla Dereköy Karaşofla Körbek Kolokşafa Taraktaş Kecekere Gurzuf Kursofla Küçük-Üzbek Kşafla Kultlak Kortavnere Ne yazık ki bugün o yıllardan kalma (bu araştırma seyahatinden netice olarak kalan) ne temel bir ağız sözlüğü ne de en azından köklü bir ağız çalışmasını içeren makale basıldı. Bu araştırma seyahatinin neticeleri, görüldüğü gibi 1944 yılı faciasına takılarak uzak köşelere atılmışa benziyor. Dil âlimi Dimitriyev, bu araştırma seyahati sırasında bazı meraklı noktaları da ortaya çıkarıyordu. Mesela, 1930’lu senelerde Kırım Tatarlarının hâlâ eski yazıdan (Arap harfli yazıdan) zor vazgeçtiklerini Yumankulov’un makalesinde görüyoruz: “Hatta kolhoz ve köy idaresinin yöneticileri de Kırım Tatar dilinde eserleri okumuyorlardı. Bu durum Karasubazar, Eski Kırım bölgelerinde ve Kefe’den kaydedilmiştir. Bu bölgelerde gizli olarak Arap alfabesi kullanılıyordu. Karasubazar, Eski Kırım bölgelerinde ve Kefe’de nüfusun en az % 25-30’u yeni kiril harfli Kırım Tatarcayı okumayı ve yazmayı bilmiyordu.”22 Ancak ne yazık ki, Yumankulov, herkes artık kiril alfabesine geçsin diye bunu özellikle bir cahillik olarak kaydediyordu. Halbuki Kırım Tatar halkı, okuma yazmada hiçbir zaman cahil olmamıştı. 21 Yumankulov. İ. X., K. İtogam Krımskoyk Peditsiya, Revolitsiya i pismennost, 1936, Nu: 2. S.167 22 Age. 1936, Nu: 2. S.167 61 Dimitriyev, Türk-Tatar halkını incelerken kendi ilmî araştırma ve çalışmalarında mühim kayıtlar bırakır. Kazan Tatarlarının halk şarkıları olan (Halk şarkıları türlerine giren çın, cır) bazı cır (türkü, şarkı) türlerini araştırdığı sırada Kırım Tatarları arasında yaşayan ve söylenen halk yırları (türkü, şarkı) türlerine de değinir (çın, yır, mane, ayneni, aytış). Yani Dimitriyev’in diğer Türk halklarının dili ve edebiyatı için yazdığı ve bastırdığı ilmî çalışmalarında, mutlaka Kırım Tatar dili ve edebiyatı veya halk bilimine bağlı bazı hususları görüyoruz.23 N. K. Dimitriyev, Kırım Tatar dili ve edebiyatı, halk bilimi ve ağız araştırmaları üzerine çalışırken kendinden önce yapılan bütün mühim çalışmaları göz önüne alır. Bu şekilde birtakım ses bilgisi kıyaslamaları meydana getirerek, ilmî açıdan açıklamalarını da yapar. Böylece “Kırım Tatar dili tarihi” gibi mühim bir ilmin kronolojisini çıkarıp, bu ilme şahsî katkısını yapar. Bu âlimin doğumunun 110. yılında adını anarak Kırım Tatar dil bilimciliğine katkısı bulunan diğer mühim şahısları ve N. K. Dimitriyev’i de daima hatırlayacağız. KAYNAKLAR Battal-Taymas A., La Littirature Des Tatars De Crımée, Philologiae Turcicae Fundamenta II., Wiesbaden, 1965, 785-792 Dermenci E., Şemseddinova A., Kırım Tatar Dili Dersliği (Gramatika ve Doğru Yazma), Akmescit, Kırım, ASSR Devlet Neşriyatı, 1940 Doerfer G., Das Krımosmanische, Philologiae Turcicae Fundamenta I., Wiesbaden, F. Steiner, 1959, 272-280 Doerfer G., Das Krim-Tatarische, Philologiae Turcicae Fundamenta I., Wiesbaden, F. Steiner, 1959, 369-390 Doerfer G. (çeviren M.Argunşah), Kırım Tatarcası, Türk Dünyası Araştırmaları, 1995 Şubat, 177-203 Milıh M.K., Ob İzuçenii Karaçayevo-Blkarskih, Krımskih i Nogayskih Govorov, Trudı I, Dialektologiçeskoy Konferentsii, Rostov, 1939 Radloff W., Proben Der Volkslitteratur Der Nordlichen Türkischen Stämme, St. Petesburg, Akadémie İmperiale Sciences, 1896, VII. Theil Reşetov V.V., Monografiçeskoe İzuçeniye Dialektov (Na Materiale Nekotorıh Türkskih Yazıkov). Türk Dillerinin Dialekologiyası Meseleleri, Bakû, Azerbaycan SSP İlimler Akad. Neşriyatı, 1960 Borhanova N., Yakupova G., Dialektologik Süzlik, Kazan, Tatgosizdat, 1953 Samaylovıc A.N. (çeviren R. Uygun), KırımTürk Yazı Dili Tarihçesi, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, 1960, 373-379 Borhanova N., Mahmutova L.T., Sadıykova Z.P., Tatar Tilinin Dialektologik Süzligi, Kazan, Tataristan Kitap Naşriyatı, 1969 Samoyloviç A.N., İzbrannıye Trudı O Krıme, Akmescit, “Dola”, 2000 Budagov L., Sravitelniy Slovar TüretskoTatarskih Nareçiy (S Bklliçeniyem Upotrebitelneyşis Slov Arabskih i Persidskih i s ih Perevodom na Ruskiy Yazık). St. Petersburg: İmp Akasemiya Navuk, 1869-1871 Camanaklı K. Kırım Tatar Folkorunun Birinci Toplantısı, Akmescit, 1936 23 Dimitriyev. N.K., Chansons Populaires Tatares. Et leur formation (Recueıl d’Abdollah Mougınov), Journal Asıatıque, 1926, Tome SSVII. Nu: 13, 331 Selimova L., Kırım Tatar Diyalektologiyası, Yıldız, 2005, Nu: 5, S. 102-111 Sevortyan, E.V. (çeviren M. Aliyeva), Kırım Tatarcası, E.Ü. Türk Dili ve Edebiyatı Araştırmaları, 2001, cilt 10, s. 329-355 Çobanzade B., Türk-Tatar Diyalektolojisi, Bakû, Azerbaycan Tedkik ve Tetebbu Cemiyetinin Neşriyatı, 1927 Kardeş Kalemler Haziran 2008 62 UYGUR Hunlarda Edebiyat YUSUPCAN YASİN Araştırma sonuçları ve arkeolojik buluntulardan Hun kültürüne ait bilgilerimiz gittikçe çoğalmaktadır. Bilindiği gibi, herhangi bir millette yazılı edebiyat ürünleri, yazının ortaya çıkması ve geniş mikyasta kullanılmasının tabii bir sonucu olarak vuku bulmuştur. Esik Kurganı’ndan elde edilen buluntular arasındaki gümüş tabak üzerine yazılan ve araştırmacılar tarafından Türk yazısının başlangıçı olarak kabul edilmekte olan 26 harf, Türk yazısının 2500 yıllık bir tarihe sahip olduğunu göstermektedir. Aynı harfle yazılan bir kaç satırlık bir kelime, Türk edebiyatının ilk ürünleri olarak düşünülebilir. M.ö. 3. asırda Orta Asya’da büyük bir imparatorluk kurmuş ve Türk soyundan gelmiş kavimleri ilk defa tek bayrak altına toplamış olan Hunların aynı yazıyı kullandıkları bilinmektedir. Moğolistan’da Noin-ula’da ve Baykal gölü dolaylarındaki Hun mezarlarından çıkan buluntular arasında Türk yazısına benzeyen 20 tane oyma harf bulunmuştur. Bazı araştırmacılar bu harflerin sonra geniş ölçüde kullanılan Türk yazısına temel olduğunu ileri sürmektedir.(1) Orta Asya’daki büyük dağ silsilerinin yamaçlarına işlenmiş ve tarih itibariyle m.ö. 4000 yıllarına kadar dayanan bazı kaya resimleri içinde de bolca rastlanan ve Türk damgalarını temel alan bu harflerin, milattan çok önceleri Türkler arasında bir çeşit yazı olarak kullanılmaya başladığı şüphe ile karşılanmaz. İlk belirtileri Batur (Türkiye yayınlarında yanlış olarak Mete denilmektedir.) zamanında görülen Hun Tanrı kutlarının Çin Kardeş Kalemler Haziran 2008 hükümdarlarına gönderdiği bazı mektuplarının muhtevası eski Çin yıllıklarına geçmiştir; ama eski Çinli müellifler bahsi geçen mektupların hangi yazı ile yazıldığınından bahsetmemiştir. Kimi araştırmacılar tarafından aynı mektupların Çinçe yazıldığı ileri sürülmüş ise de, bu doğru değildir; çünkü Hun İmparatorluğu kurulup genişlediği sıralarda, Çinliler kültürce Hunları etki altına alabilecek bir duruma yükselmiş değildir. Diğer bir bakımdan kendi milli benliğinden çok gurur duyan Batur’un, küçümsediği veya tahkir ettiği Çin hükümdarlarına Çinçe olarak mektup göndermesi hiç düşünülmez. Batur’un haleflerinin de bunu takip etmesi normal sayılır. Şayet, kimi araştırmacıların ileri sürdüğü gibi, Hunların mektupları Çinçe yazılmış olsaydı, bu Çin tarihinde büyük bir övgü konusu olarak zikredilirdi. Çünkü, diğer kavimlerde görülen herhangi bir kültür belirtisini menşe itibariyle kendi kültür çevresine bağlamaya alışmış, Çin Kültürünün ufak-tefek izlerini abartarak yabancı kavimlerin kültürünün temeli olarak göstermeyi geleneksel bir düşünce haline getirmiş olan Çinliler, böyle büyük bir olay karşısında bir türlü susmazlardı. Hunların Türk yazısını kullandığı son zamanlarda yaşayan Çinlilerce açık olarak belirtilmiştir. M.s. 250’de Kamboçya’ya giden Çin elçilik heyetinin üyelerinden Kangtai, Kamboçyalıların kullandıkları yazının Hun yazısına benzediğinden bahsetmiştir. Aynı sıralarda Kamboçyalılar, Hint yazısını kullanıyordu. Hun yazısı ile Hint yazısının farkına varamayan Kang-tai, bu iki tür yazıyı bir biri- 63 ne benzetmekle yetinmiş olabilir. Asıl mühim olan şey, m.s. 3. asırda yaşayan Çinlilerin de Hunların kendine özgü bir yazı kullanıldıkları hakkında bilgi edinmiş olmasıdır.(2) Bahsedildiği gibi, Türk yazısının ortaya çıkması ve üstelik Batur’un vücuda getirdiği kuvvetli siyasi birlik, Türk dilinin büyük bir edebî dil hüviyetini kazanmasını sağlamıştır. Maden aletler üzerine hayvan tasvirlerini yaparak, Moğolistan’dan Tuna’ya kadar uzanan bölgelerde ünlü bir “sanat stili”ni ortaya koyan Hunların, dikili taş, marmardan yapılmış anıtlar veya maden eşyalar üzerine edebi bir mahiyet taşıyan eserleri işledikleri düşünülebilir. Fakat günümüze kadar yapılan kazıların ekseriyetle kurgan vaya mezarlık çevresine merkezleştirilmiş nedeniyle, elde edilen buluntular çoğunlakla kurgan içine konmuş olan ahiretlik eşyalardır. Dolayısıyla, Hunların, büyük bir edebi yadigâr olarak işlediği anıtlara daha henüz rastlanmamaktadır. Böyle olmasına rağmen, Hun edebi ürünlerinin er geç bulunabileceği kanaatindeyiz. Günümüze dek Asya Hunlarının yazılı edebiyatı hakkında hiçbir şey elde edemesek de, Çin yıllıklarında Hun sözlü (halk) edebiyatın bazı örneklerine rastlamaktayız. Bu örnekler de Hunların diğer kavimlerle yaptığı savaşlar ile ilgili olarak oluşmuştur. Çin yıllıklarına dercolunan Hun sözlü edebiyatının ürünleri üç tanedir. Biri, Hunlar ile Yue-çiler (Türkçe adı “Yavçi”dir, fakat Tohar veya Tohri adını takmak isteyenler de vardır) arasında geçen bir savaş dolayısıyla söylenmiştir. Diğeri, Hunların Alçı dağlarını Çinlilere kaptırması nedeniyle çok acılı bir biçimde söylenmiş bir türküdür. Üçüncüsü ise savaş hazırlığı hakkındadır. Bu üç şiirin muhtevasında büyük tarihî hâdiseler ve kültür belirtilerinin barındığı bellidir. Çin kaynaklarından öğrendiğimize göre, Yue-çilerin ana yurdu Kansu bölgesindeki Dun-huang ile Chi-lien-shan (Uygur Türkleri tarafından Tilev veya Tanrı dağları diye tercüme edilmektedir) arasındaydı ve kuzey’deki Hunlarla komşu olarak yaşıyorlardı. Hunlar daha imparatorluk haline gelmeden önce, Tung-hular güçlüydü, Yue-çiler de gittikçe kuvvetlenmekteydi. O devirde Yue-çilerin 100,000’den 200,000’e kadar varan okçuları vardı. Hunları ihmal ediyorlardı. Sonra Hun hükümdarı Tümen, Yue-çilere savaş açmıştır. M.ö. 209 da Batur, Hun tahtına geçmiş ve önce doğuda yaşayan Tung-huları büyük bir yenilgiye uğratmış. Ondan sonra batıya saldırarak Yüe-çileri sürmüştür. Ağır darbe sonucunda yerini terk etmek zorunda kalan Yue-çilerin kalabalık bir grubu batıya doğru göç etmiş, geride kalanlar ise güneye doğru kayarak Chianglar arasına sığınmıştır ve Küçük Yue-çiler adı ile anılmıştır. (3) Araştırmalara göre, Yue-çiler Batı’ya göç ederken, o sıralarda Dung-huang dolaylarında yaşayan Usunların yerinden, çok şiddetli bir çarpışmalar yapmak suretiyle geçerek İli vadisine gelmiş ve erken tarihlerden beri burada yaşayan Sakaları kovmuştur. Bu tazyikten sonra Usunlar da batıya doğru sürülmüş ve Kumul, Bariköl (Böriköl), Beşbalık, Cimsar ve Urumçi dolaylarına kadar yayılmıştır. Kumul Hükümet merkezi olmuştur.(4) Bu yüzden, Yue-çiler ile Usunlar arasında derin bir düşmanlık oluşmuştur. Hunlara bağımlı bir kavim olarak yaşayan Usunlar, aynı mağlubiyetin öcünü Hunların himayesi ve desteği ile almak isteğinde bulunuyorlardı. Hunlar ile Yue-çiler arasında da savaşlar bir türlü nihayet bulmamıştır. M.ö.176’de Batur’un Çin hükümdarına gönderdiği mektuba göre, bu tarihten az bir zaman önce, Hunlar yine bir kez Yue-çileri ağır hezimete uğratarak tarumar etmiş ve kılıçtan geçirmiştir.(5) M.ö.174’de Kayuk Hun tahta geçmiş. Kun Beg ünvanı alan Usun kralının daveti üzerine Kayuk, m.ö.161’de Hun ve Usunların müttefik bir ordusu ile gelerek Yue-çilere bir saldırı yapmıştır. Neticede, müttefik ordu tarafından ağır yenilgiye uğratılan Yue-çiler, yeniden yurt tutuğu İli vadisinden ayrılmış ve Batı’ya doğru göç ederek Baktırıye’ye yerleşmiştir. Onların boşalttığı yerlere de ise Usunlar yerleşmiştir. Türk tarihinde büyük öneme hâiz bu savaşta, Kayuk, Yue-çi hükümdarını öldürmüş ve kafatasından kadeh yapmıştır. Bu kadeh Hun sarayında iyice muhafaza edilmiş ve Hun hükümdarları yemin ederken veya antlaşma yaparken aynı kadehte kan karıştırılmış şarap içerlerdi.(6) Kardeş Kalemler Haziran 2008 64 Bu Tarihten sonra Yue-çiler, Hunlar ile hiçbir ilişkileri olmamıştır. Çok şiddetli olduğu bilinen bu savaş, Orta Asya tarihinde derin bir etki bırakmıştır. Çin Kaynaklarından öğrendiğimiz Hun koşmalarından biri, m.ö. 161’de vuku bulan aynı savaş ile ilgili olarak söylenmiştir. Bu koşma şöyledir: “içme oğlum nehir suyunu, eğer susasan da belki, düşman nehir suyuna atmıştır zehir, susarsan iç düşman kanını, ölsen de eğme oğlum başını, ölsen de, cesedini tabut içinde gösterme bana, zırh, miğfer içinde cesedin götürülsün bu yana.”(7) Savaşçılık, yiğitlik ve kahramanlık ideal hayat tipi olarak kabul edilen Hunlarda, herkes savaşta gösterdiği çabaları ve başarılarıyla toplumda yerini bulurdu, Hunlar savaş alanında can vermekten gurur duyarlardı. Bu, kavmine ve vatanına olan bağlılığın en açık bir belirtisi sayılırdı. Sözlü edebiyatın ikilik tarzında veya günümüze kadar Doğu Türkistan’da Kumul ve Turpan illerinde düğünlerde söylenmekte olan beyitler şeklinde geçen koşmalar da yukarıda bahsedilen özellikler ifade edilmiştir. Hun sözlü edebiyatının Çin yıllıklarında geçen diğer bir örneği, m.ö.121 de vuku bulan büyük bir savaş ile ilgilidir. İlk meskunları Türklerden müteşekkil olan ve bu yüzden Türkçe “geniş su” anlamında “Kansu” adı verilen (sonradan Çinçeye Gan-su şeklinde geçmiştir) bölgede, m.ö. 3. asırda Usun ve Yue-çilerin yaşadığını biliyoruz. Hun Hükümdarlarından Batur ve Kayuk döneminde bu iki kavim Batı’ya göç etmiştir. Bu tarihten sonra aynı bölgeye Hunların Konşar ve Şutuk adlı kabileleri yerleştirilmiştir. Bol suları ve geniş yaylaklarıyla hayvancılık ekonomisinin gelişmesine çok elverişli olan Kansu bölgesi, Çin’in Batı’ya doğru genişlemesi için ilk merhale sayılırdı. Aynı bölgeyi ele geçirmek Çin için büyük öneme hâiz bir başarı zannedilirdi. Ayrıca, Hun imparatorluğunun kurulmasıyla Doğu ve Batı arasında yeniden canlılık gösteren ticaret ilişkilerinde Kansu bölgesi önemli bir kavşak noktasını teşkil ediyordu. Böyle bir durum da Çin’i kendine çekiyordu. Bu yüzKardeş Kalemler Haziran 2008 den Çin, Hunlara karşı üstünlük kazanmak ve Kansu bölgesini ele geçirmek için etraflı bir hazırlık yapmıştır. Çoktan Hunlara haraç ödemek ve prenses evlendirmek yoluyla varlığını koruyan Çin, imparator Hen-Wu-Di döneminde (m.ö.1417-87) Hunlara karşı savaşa yapmıştır. M.ö. 121’de ünlü kumandan Ho-Chü-Ping’in komutanlığı altında harekete geçen Çin ordusu, Kansu’daki Hunlar üzerine iki defa saldırmış, savaş sonucunda Çin ordusu Hunları yenmiş ve onları kuzeye sürüp Tilev ve Alçı dağlarını ele geçirmiştir. Bu mağlubiyet Hun tarihinde büyük bir dönüm noktası olmuştur; çünkü bu tarihten sonra imparator tarafından burada birkaç şehir kurulmuş ve Çin’in iç bölgelerinden göçmenler, suçlular ve yoksullar getirilip yeşleştirilmiştir. İmparator, bu yolla Kansu bölgesini tam bir Çin eyaleti haline getirmek istemiştir. Demek ki, bu savaş Hunların kaderine çok olumsuz bir etki göstermiş, neticede bu olay Hunlarda acılı bir koşma olarak söylenmiştir. Bu koşma şöyledir: “Kaybettik Tilev dağını, Çoğalmaz oldu hayvanlarımız, Kaybettik Alçı dağını, Üzüldü, ağladı kadınlarımız.”(8) Türkler arasında günümüze kadar gelen nazım tekniğine uygun bir tarzda söylenen ve bilhassa ikinci ve dördüncü mısraları bir birine çok benzemekle Türk nazmının asıl vasıflarını gösteren bu koşmada ifade edildiği gibi, Tilev ve Alçı dağları Hunların en önemli hayvancılık bölgelerindendi. Böyle bir bölgeyi düşmana kaptırmak, asıl gücü hayvancılığa dayanan Hunlar için ağır bir darbe ve büyük bir zarar sayılırdı. Ayrıca, Alçı dağlarının ağaçlarından Hun kadınlarının süslenmesi için lüzumlu olan bir çeşit pudra malzemesi elde edilirdi. Aynı malzemeden yapılmış kırmızı renkli pudraya da alçı adı verilmiştir. Bunu, yüzlerine süren Hun kadınları, daha da güzel görünürdü. Hatta Tengri kut hatunlarına Alçı adı verilmiştir. Böyle bir yenilgi sonucunda güç kaynaklarını ve neşesini kaybeden Hunlar, üzüntülerini acılı ve güzel bir koşma ile bildirmiştir. Aynı zamanda bu koşmanın şarkı olarak söylendiği de bildirilmektedir.(9) 65 Şunu belirtmek icap eder ki, bu koşma, yalnız Hunların yenilgi karşısındaki hislerinin bir tür ifadesi olmakla kalmamış, aynı zamanda vatanseverliğin ve kuvvetli bir millî vicdanın da yankısıdır. Eski Çin tarihçilerinden Pang-Xuan-Ling, m.s. 329.da geçen bir olay vesilesiyle Hintli rahip Fo-Tu-Teng tafından kehanet olarak söylenen iki mısra Hunca beyiti asıl telaffuzuna göre Çin karakteriyle yazıya geçirilmiştir. Aynı zamanda Hun dili üzerinde çok önemli bir bilgi verecek mahiyette olan bu koşmanın telaffuzu ve anlamı hakkında P. Pelliot, B. Karelgren, E. G. Pulleyblank, K. Shiratori, G. J. Ramestedt, L. Bazin, A. Won Gabain, T. Tekin gibi birçok bilim adamları tarafından ciddî araştırmaların yapılmış olduğunu biliyoruz. Burada kendilerinin bu husustaki görüşlerini bir bir göstermeyi lüzumlu bulmuyoruz. Fakat P. Pelliot’un ileri sürdüğü görüşü dile getirmekle yetineceğiz; çünkü onun ileri sürdüğü görüş kehanet olarak söylendiği cümlenin ifade tarzına uygun gelmektedir. Ona göre, “Su gi ti lay gen, Bu gu tura gan” şeklinde söylenen bu koşma “Ordu sefere geçti, Bugu tutsak edildi” anlamına gelmektedir.(10) Hunların sözlü edebiyatında destan türünün de görüldüğünü söyleyebiliriz. Bu hususta elimizde bir delil bulunmuyorsa da genel Türk tarihi ve edebiyatının esas özelliği, bu konu hakkında söz söylemek için yardımcı olabilir. Bilindiği gibi, her çağda kahramanlık, bir destan edebiyatını yaratmıştır. Türk tarihi kahramanlıkla başlamış ve öyle devam etmiştir. Bu yüzden Türk edebiyatı da destanla başladığı gibi yine destanla gelişmiştir. 13. asırda Uygur harfleriyle kaleme alınmış “Oğuzname”, Hun hükümdarı Batur’un fetihlerini anlatmakla en eski ve en büyük Türk destanı olma vasfını kazanmaktadır. Destan muhtevasının, ona temel olan vakıaları takip ederek ortaya çıkmaya başladığı göz önüne alırlarsa, “Oğuzname”nin de Batur zamanında söylenmeye başladığı düşünülebilir. Sonra bu destana Türk tarihinin diğer büyük olayları ve kahramanlıkları da eklenmiş ve kulaktan kulağa sözlü olarak gelmiş, nihayet 13.asırda yazıya geçmiştir. Gerçekten Hun edebiyatı da destan türünün pek inkişaf ettiğini Avrupa Hunlarının kültür hayatı da desteklemektedir. 4. Asrın son yarısında Avrupa’ya göç eden ve Macaristan’ı merkez yaparak büyük siyasi ve harbi gelişmeler gösteren Avrupa Hunlarında, sözlü ve yazılı edebiyatının paralel olarak geliştiği bilinmektedir. Bu hususta Priskos (410-472) ve Jor Danes (6.asırda yaşamış) değerli bilgiler vermiştir. Buna göre, Avrupa Hunlarında destan, sagu ve piyes türleri oldukça gelişmiştir. Attila’nın sarayında özel şairlar bulunuyordu. Attila, şairlerin söyledikleri kahramanlık destanlarını memnunlukla dinlerdi. M.s. 448’de Attila’nın başkentine giden Bizans elçilik heyeti üyelerinden ünlü tarihçi Priskos, eserinin bir yerinde, büyük Hun hükümdarının elçilik heyeti şerefine verdiği ziyafeti tasvir ederken şunları anlatmaktadır: “Akşam olunca meşaleleri yakmışlardı. İki Hun içeri girip Attila’nın karşısında durdu ve kendi hazırladıkları destanlarla hükümdarının zafer ve cengâverliklerini terennüm ettiler. Davetliler gözlerini onlara dikmiş ve bazıları destanlardan zevk almış, bazıları da savaşı hatırlayarak düşüncelere dalmışlardı.”(11) Hun tarihinin edebi bir tasvirinden ibaret olmakla Hunların ilham kaynağını teşkil eden bu destanlar, günümüze kadar ulaşamadığından, onların Türk edebiyatı tarihindeki yerini tesbit etmek hususunda fazlaca bir şey söyleyemeyeceğiz. Ama Hunların ve destan edebiyatının Avrupa milletlerinde destan edebiyatının doğmasına vesile olduğu kesinlikle kabul edilmektedir. Potanın isminde bir Rus âlimine göre, Slavların, Finlerin, Germenlerin ve Fransızların eski halk edebiyatındaki “Destan, Epique” motiflerinin ilk nümuneleri Hunlar dâhil Türk ve Moğollara aiddir. Merkezî Avrupa kavimlerinin vücuda getirdikleri destanların ilk esaslarını, bu suretle Avrupa Hunları oluşturmuştur. Hakikatte de Attila’nın ve Hunların Avrupa’nın orta çağdaki destanları üzerinde tesirleri o kadar büyüktür ki, Alman edebiyatının bazı tarihçileri onun German destanındaki ehemmiyetini Yunan destanındaki “Agamennon”a benzetmektedirler.(12) Got Tarihçisi Jordanes’a göre, Attila’nın ölümü üzerine yapılmış çok büyük bir yuğ töreninde, Hun şairleri sagu söylemiştir. Jordanes bunu şöyle anlatmaktadır “Attila’nın cenazesi, kral Kardeş Kalemler Haziran 2008 66 sarayının önünde kurulan büyük bir ipek çadırda süslü bir katafalk üzerine konulmuştur. Yuğ töreni, en seçkin Hun yiğitlerinin katıldığı savaş oyunlarıyla başlamıştır. Aynı zamanda Hun şairleri güzel bir sagu söylemişlerdir.” Jordanes, bu saguda ifade edilen düşünce ve duyguları şöyle kaydetmektedir: “Hunların en büyük kralı, Muncuk’un oğlu, en cesur kavimlerin hükümdarı Attila, kendisinden önce hiç duyulmamış bir kuvvetle kendi başına Skitya ve Germania ülkelerine sahip olmuştur. O, birçok şehirler ele geçirmek suretiyle her iki Roma imparatorluğunu korkutmuştur. Doğu ve Batı Roma, ellerindeki diğer topraklarının da onun eline geçmesi korkusundan Attila’dan aman dilemişler ve yıllık vergi ödemek suretiyle Attila’yı yatıştırmışlardır. Attila, bütün bunları talihin özel bir lütfu ile yaptıktan sonra, düşmanların darbeleri altında veya kendi adamlarının hıyanetiyle değil, düğün neşeleri içinde, kuvveti hiç bozulmamış olan milleti arasında, en ufak bir acı duymadan ölmüştür. Hiç kimsenin öç istemiyeceği bu ölümü kim ölüm sayabilir.” Çadırın etrafında bir daire teşkil eden Hun savaşçıları, bu saguyu elemli sesleriyle tekrar ediyorlardı. Attila bundan sonra gömülmüştür.(13) Ahenkli ve üzüntülü bir tarzda söylenen bu sagular, Hun şairlerinin bediî mahareti ve ifade sanatının oldukça ileri bir düzeye ulaştığını bildirmektedir. Şunu belirtmek icap eder ki, kültüre ve okumuş adamlara yüksek derecede önem veren Attila, edebî yeteneklere de sahip bir adamdı. Şimdi elimizde bulunan konuşma veya söylevleri ve hikmet savları bu hususta teferruatlı bir bilgi vermektedir. Türk medeniyet tarihi ile ilgili kaynaklarda, yine Avrupa Hunlarında piyes eserlerinin de ortaya çıktığı dile getirilmektedir. 1932’ de Türkiye’de yayınlanan “Tarih” adlı kitapta, bu husustan şöyle bahsedilmiştir: “Batı’ya Göç eden Hunlarda, edebiyat bilhassa tiyatro türünde çok ileri gitmiştir. Pek çok piyesler ve sanatçılar ortaya çıkmıştır.”(14) Bütün bunlar, Avrupa Hunlarında sözlü edebiyatın yanı sıra yazılı edebiyatın da ihmal edilmeyecek derecede inkişaf merhalesine kavuştuğunu göstermektedir. Kardeş Kalemler Haziran 2008 KAYNAKLAR: (1)Yanoş Eckman, Orta Asya Medeniyeti Tarihi, Çinçe, 2.cilt, 122.s, 2002, Pekin, Çin Dışişleri Tercüme Yayın Şirketi (2) ELMAS, Turğun, Hun Kavmi Üzerinde Tarihsel Özet, Uygurca, 234.s, 1986, Kaşgar Uygur Yayınevi. (3) Si-Ma-Chian, Tarihî Anılar, Uygurca, 397,491.s, 1989, Urumçi, Şincang Halk Yayınevi. (4) Su-Bei-Hai, Batı Ellerinin Tarihi Coğrafyası, Çinçe, 368.s, 1990, Urumçi, Şincang Üniversitesi Yayınevi (5) Si-Ma-Chian, Tarihî Anılar, Uygurca, 407.s, 1989, Urumçi, Şincang Halk Yayınevi (6) Ban-Gu, Henname, 784-902.s, 1994, Urumçi, Şin cang Halk Yayınevi. (7) Chen-cheng-zhi, İli Dumanları Üzerine Hatıralar, Çinçe, 1945, Nan-jıng, zhong-hua Devlet Kuruluş Yayınevi (8) Lin-Gan, Umumî Hun Tarihi, Uygurca, 305.s, 2004, Urumçi, Şincang Halk Yayınevi. ELMAS, Turgun, Hun Kavmi Hakkında Tarihsel Özet, Uygurca, 236.s, 1986, Kaşgar Uygur Yayınevi (9) Shue-Zong-Jing, Çin’e bağlı Şin cang’da eski Toplumsal hayat, Çinçe, 90.s, 1997, Urumçi, Şincang halk Yayınevi. (10) ELMAS, Turgun, Hun Kavmi Hakkında Tarihsel Özet, Uygurca, 227.s, 1986, Kaşgar Uygur Yayınevi, AKAR, Ali, Türk Dili Tarihi, Türkçe, 62.s, 2005, İstanbul, Ötüken Neşriyat, B.ERCİLASUN, Ahmet, Türk Dili Tarihi, 61.s, 2007, Ankara, Akçağ Yayınları. (11) Türk Ansiklopedisi (“Attila” maddesi), Türkçe, 4.cilt, 204.s, 1950, Ankara, Milli Eğitim Yayınları. (12) KÖPRÜLÜ, Fuad, Türk Edebiyatı Tarihi, Türkçe, 88.s, 2004, Ankara, Akçağ yayınları. (13) Türk Ansiklopedisi (“Attila”maddesi), Türkçe, 4.cilt,194.s, 1950, Ankara, Milli Eğitim Yayınları (14) KERİM, Hüseyin, Hun Musikisi Üzerinde Denemeler, Şincang Sosyal Bilimler Araştırmaları, Uygurca, 1989, 4.sayı,180.s. 67 TÜRKİYE Zaman ve Mekan Sınırlarından Taşan NASREDDİN HOCA Uluslar arası Nasreddin Hoca Sempozyumundan İzlenimler ABDULVAHAP KARA 8-9 Mayıs 2008 tarihinde Konya Akşehirde “21. Yüzyılı Nasrettin Hoca ile Anlamak” konulu uluslar arası bir sempozyum gerçekleştirildi. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi, Akşehir Kaymakamlığı, Akşehir Belediyesi ve TİKA tarafından düzenlenen sempozyuma 21 ülkeden 84 bilim adamı Nasreddin Hoca ve fıkralarına çeşitli açılardan bakan bildirilerini sundu. Üç ayrı salonda 22 oturumda dinlenen 84 bildirinin tamamını elbette bir kişinin baştan sona takip etmesi imkansızdı. Siz bir salonda otururken, diğer iki salonda başka iki bildiri daha okunmaktaydı. Demek ki, bir kişi sempozyumun azami üçte birini takip etme imkanına sahip oldu. Bu üçte birlik kısım bile bize çok faydalı oldu. Ayrıca sempozyum ve Akşehir’in manevi havasından çok istifade ettik. Burada aldığımız izlenimlerimizi bu yazıda sizlerle paylaşmaya çalışacağız. Öncelikle Akşehir Belediyesi ve Kaymakamlığına teşekkür etmek isterim. Mütevazı imkanlarına rağmen bizi samimiyetle çok güzel ağırladılar. Ellerinden geleni esirgemediler. Nasreddin Hoca’nın yaşadığı mekan Akşehir’de bulunmak başlı başına bir ayrıcalıktı. Sultan Dağı’nın yanıbaşında çok şirin bir ilçe olan Akşehir’de Nasreddin Hoca varlığını hissetmemek imkansız. Parklarda çok güzel Nasreddin Hoca heykellerini gördük. Bir yerde Nasreddin Hoca fıkralarının heykellerle canlandırılmaya çalışıldığını müşahede ettik. Ayrıca sempozyum sonunda Akşehir’deki müzeleri gezdik. Bunlar, Kurtuluş Savaşı’nda Büyük Taarruz’a karargah olan ve şimdi Batı Cephesi Karargahı Kardeş Kalemler Haziran 2008 68 adıyla müze haline getirilen bina ve içindeki tarihi eşyalar, belgeler, Nasreddin Hoca Arkeoloji ve Etnografya Müzesi, Taş Eserler Müzesi’dir. Hepsi çok değerli tarihi eserlerle dolu kıymetli müzelerdi. Henüz yapım aşamasında olan Taş Eserler müzesinde yüzlerce yıllık taş anıtlara rastlamak mümkün. Neoloitik çağlardan beri var olan ve Lidya döneminde Krallar Yolu’nun üzerinden geçtiği ve Roma döneminde Philomelium (Bal Sevenler Diyarı) olarak adlandırıldığını bilinen Akşehir Selçuklu döneminde Nasreddin Hoca gibi ölmez tarihi şahsiyete mekan, Kurtuluş Savaşı’nda da Büyük Taarruz’a karargah olmuş. Yani şehrin kaderinde her döneme tarihe tanıklık etmek yazılmış sanki. Şehrin bu tarihi zenginliklerinin sergilenmesi için bu müzelerin ne kadar elzem olduğu aşikardır. Adı geçen müzelerin kurulmasında ve zenginleştirilmesinde emeği geçenlere teşekkür ediyorum. Bu sempozyumda, esnasında şahsıma özel bir ayrıcalığım oldu. İstanbul’dan Konya yaptığım seyahatlerde İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin değerli hocalarından Prof. Dr. Nuri Yüce ile yol arkadaşlığı etme fırsatı buldum. Tüm yolculuk boyunca bugün 66 yaşında olan ve Türkoloji sahasının bugün hayatta bulunmayan yerli yabancı büyük hocalarının bir çoğuyla anıları bulunan Yüce hocamızın sohbetinden feyiz aldık. Hocamızın da bizim gibi resim çekme merakı olması, kendisinden istifademizin ölçüsünü arttırdı. Genel olarak sempozyumda Nasreddin Hoca kültür hayatımızdaki yerinin sandığımızdan daha fazla olduğunun ve buna karşılık Nasreddin Hoca’ya layık olduğudan çok daha az ilgi ve alaka gösterildinin farkına vardım. Sempozyumdan edindiğim izlenimleri, farklı oturumlarda ifade edilen görüşleri ana başlıklar altında toplayarak bir bütün halinde vermeye çalışacağım. Sempozyum bugüne kadar yapılanların en kapsamlısı Prof. Dr. Saim Sakaoğlu’nın belirttiğine göre, ilk Nasreddin Hoca sempozyumu 1989 yılında Ankara’da yapıldı. O günden bu güne geçen 19 yılda Konya, Ankara, İzmir ve Bulgaristan’da Nasreddin Hoca toplantıları yapıldı. Akşehirde yapılan sempozyum içlerinde en kapsamlı olanıydı. Bu sempozyum ile ilgili bir ilginç bir yorum da Kardeş Kalemler Haziran 2008 Prof. Dr. Fikret Türkmen’den geldi. Hocamızın deyişine göre, abidevi tarihi şahsiyetler gelin, toplanın, bir araya gelin dermiş. Toplanın da hepinizi bir arada göreyim, sizler de birbirinizi görün dermiş. Nasreddin Hoca abide şahsiyettir. O da bizi çağırdı bizleri, gelin toplanın diye. İşte biz onun için bugün buradayız. Mevlana ile Nasredin Hoca arasında rekabet var mı? Elbette bu iki büyük şahsiyetin kendi hayatlarında birbiriyle rekabet ettiğini söyleyemeyiz. Ama günümüzde gizliden gizliye böyle bir şey var mı diye sormamak elde değil. Çünkü, hoşgörünün bu iki büyük abidesinin ikisinin de Konya şehrinde olması sanki rekabet ortamı doğuruyor. Mevlana zamanımızda Konya ile bütünleşmiş durumda. Konya deyince Mevlana, Mevlana deyince Konya akla geliyor. Peki niçin Nasreddin Hoca gelmiyor? Oysa ikisi de aynı devirde yaşamışlar. Mevlana Hazretleri sadece bir yaş büyük Hocamızdan. Mevlana 1207’de, Nasreddin Hoca ise 1208’de doğmuş. İkisi de aynı dönemin şahsiyetleridir. Burada şunu da söylemek gerekir, bu iki büyük şahsiyetten biri Belh’ten, diğeri Eskişehir’in Sivrihisar Hortu Köyü’nden Konya’ya geliyor. Yani, Konya’nın o dönemde böyle büyük insanları kendine çekebilme özelliğini ayrıca değerlendirmek gerekir. Günümüzde, Konya İl Yönetimi Mevlana’yı bağrına basarken, Nasreddin Hoca sanki üvey evlat gibi görüyor. Çünkü Nasreddin Hoca sadece Akşehir ilçesinde var. Bunu Akşehir Belediye Başkanı Mustafa Baloğlu’nın açılışta yaptığı konuşmadan anlamak mümkün. Baloğlu, “Türkiye’de Nasreddin Hoca’ya Akşehirli’den başka hiç kimse sahip çıkmıyor. İlçe olduğumuz için bir çok Nasreddin Hoca projemiz, ilçe için bir şey istemek için bahane olarak görüldüğünden ciddiye alınmıyor. Reddediliyor.” diyor. O zaman çözüm, Akşehir ayrı bir şehir yapmakta veya özel statüye sahip bir ilçe yapmaktan geçiyor. Yani bir şekilde Akşehir ve Nasreddin Hoca Konya ve Mevlana’nın gölgesinden çıkarılmalıdır. Nasreddin Hoca Mutluluk Dağıtıyor Akşehir Kaymakamı Kenan Çiftçi söylediğine göre, günümüzde Gayri Safi Milli Hasılanın yanında Gayri Safi Milli Mutluluk Hasılası da hesaplanmaya çalışılıyor. Ulusal arası kurumlar 69 Kardeş Kalemler Haziran 2008 70 insanlar ne kadar gülüyor, ne kadar mutlu, onu da araştırmaya başlamışlar. Bu açıdan Nasreddin Hoca fıkralarına ihtiyacımız var. Hoca en kötü durumlarda gülebiliyor. Bu da bize örnek olabilir. Mutluluk maddi imkanlarla ölçülmez. Mesela, dağda bayırda koyun otlatan ve soğan ekmekle karın doyuran bir çoban, villada, yatta, katta yaşayan insanlardan çok daha mutlu olabiliyor. En çok Nasreddin Hoca Fıkrası Özbeklerde Özbekistan’dan gelen gazeteci yazar Tahir Kahhar, en çok Nasreddin Hoca fıkrasının Özbekistan’da olduğunu söyledi. Özbekistan’da 700 civarında olan fıkra sayısı Nasreddin Hoca’nın yurdu Türkiye’de bile 500’ü geçmediğini ifade etti. Özbeklerin sosyal ve siyasal olayları Nasreddin Hoca ile ifade etmekte pek mahir oldukları aşağıdaki fıkra ile anlamak mümkün. Nasreddin Hoca ile ilgili Özbekistan’da Sovyet döneminde türetilen bir fıkraya göre, Komünist Partisi’nin toplantısında herkesten parti için ne yapabileceği soruluyormuş. Sıra Nasreddin Hoca’ya gelince, “Ben parti için her şeyimi veririm. Bütün servetimi veririm. Bütün malımı veririm. Hatta canımı da veririm.” demiş. Toplantı bittikten sonra, yakın arkadaşları Nasreddin Hoca’nın yanına gelmişler. “Hocam ne yaptın? Anladık, malını, mülkünü verebilirsin, ama ateist, komünistlere senin gibi bir hoca, din adamı nasıl olur da canımı da veririm.” demişler. Nasreddin Hoca cevap vermiş: “Ne yapayım böyle yaşamaktansa, canımı verip ölürüm daha iyi.” En Eski Nasreddin Hoca Kitapları Prof. Dr. Saim Sakaoğlu Nasreddin Hoca konusunda ilk yazmanın 1480 tarihli olduğunu söyledi. Sakaoğlu Nasreddin Hoca üzerine bir araştırma merkezi veya enstitü kurulması gerektiğini ifade etti. Hocanın bu fikrine katılıyoruz. En eski eserlerden en yenisine tüm Nasreddin Hoca fıkraları bu merkezde toplanmalıdır. Fıkralarının hangisinin hocaya ait, hangisinin ait olmadığı ayıklanmalıdır. Aksi halde Sakaoğlu’nun deyişiyle, Cuha veya Ezop’un fıkralarını Hocaya mal etmeye devam ederiz. Nasreddin Hoca eğitim felsefesi üzerine 650 sayfalık bir kitapta Ezop’un fıkralarını Nasreddin Hoca fıkraları diye ele alır yorumlarsak yanlışlık yaparız. Kardeş Kalemler Haziran 2008 Nasreddin Hoca araştırmalarıyla tanınan Sabri Koz de, Hocanın fıkraları konusunda XV. Yüzyıldan itibaren bir çok elyazması kitabın meydana getirildiğini söyledi. Bunlardan biri olan 185556’da yazılan Azmi Efendi’nin Letaifnamesinde 505 latife vardır. Koz’un anlattığına göre, Hoca külliyatlarında musiki meselesinin araştırılması konusunda İTÜ’den müzikolog Süleyman Şenel meşgul oldu. Şenel bu hususta önemli neticeler elde etti. Ancak bu konudaki çalışmalar devam ettirilmelidir. Ayrıca Koz’a göre XV-XX. yüzyıllar arasındaki Nasreddin Hoca külliyatlarının kültür özellikleri incelenmelidir. Saltukname’de geçtiği gibi, Nasreddin Hoca sıradan bir mizah kahramanı değildir, o bir aziz, bir bilge kişidir. Ona en uygun kimlik evliyalıktır. Dünyada ilk Nasreddin Hoca kitabı 1837’de İstanbul’da basıldı. Sabri Koz, konuşmasında Nasreddin Hoca’nın Bilenler bilmeyenlere atsın fıkrasının çoğu kimsenin bilmediği dördüncü bölümünün var olduğunu söyledi. Onun anlattığına göre, dördüncü bölümde, cemaat anlaşır ve Hoca hutbeye çıkıp, “Anlatacağım hutbeyi kim biliyor?” diye sorunca, herkes susar ve hiçbir şey demez. Bunun üzerine hoca “Burada kimse yokmuş.” der ve kürsüden iner. Nasreddin Hoca mı Cuha’dan Çıktı, Cuha mı Nasreddin Hoca’dan Çıktı? Nasreddin Hoca araştırmalarında en büyük tartışma budur: Nasreddin Hoca mı Cuha’dan Çıktı, Cuha mı Nasreddin Hoca’dan Çıktı? Çünkü, Nasreddin Hoca ve Cuha adına dolaşan fıkraların bir çoğu birbirisinin aynısıdır. Bu durum doğal olarak kimin kimden aldığı konusunu gündeme getirimşitir. Bu konuda özellikle Avrupalı araştırmacılar tarafından şu görüşler ortaya atılmaktadır: 1. Aslında Nasreddin Hoca diye biri yaşamamıştır. IX. Asırda Araplar arasında yaşayan Cuha’nın fıkralarını Türkler Nasreddin Hoca’ya mal ederek anlatmaktadır. 2. Cuha ve Nasreddin Hoca ayrı ayrı kişilikler değil, ikisi de bir kişidir. 3. Cuha ve Nasreddin Hoca ayrı ayrı şahsiyetlerdir. Ama Cuha, Nasreddin Hoca’dan beş asır önce yaşamıştır. Türkler onun fıkralarını Nasreddin Hoca’ya mal etmişlerdir. 71 Bu tartışmalar yıllardır tartışılır durulur. Nasreddin Hoca ile Cuha’nın ayrı kişiler olduğu bilinse de, kimin kimden aldığı bugüne kadar tespit edilememişti. İşte bu tartışmalara son noktayı sempozyumda Nasreddin Hoca araştırmalarıyla tanınan Mustafa Duman koydu ve Nasreddin Hoca fıkralarının Cuha’dan alınmadığını ve hatta aksine Cuha’nın Nasreddin Hoca’dan fıkralar aldığını tartışmaya mahal bırakmayacak bir biçimde ortaya koydu. Duman’ın ifadesine göre, Polonyalı Simeon 1618’de Akşehir’i Nasreddin Hoca’nın türbesini ziyaret etti. Anılarını yazdı. 1638’de Evliya Çelebi Akşehir’i ziyaret etti. Türbeyle ilgili gördüklerini yazdı. Evliya Çelebi seyahatnamesinde Cuha’nın mezarının Mekke’de, Nasreddin Hoca mezarının Akşehir’de olduğunu yazar. Demek ki, ikisi de yaşamış şahsiyetlerdir. Cuha ile Nasreddin Hoca arasında 500 yıl var. İddia edildiği gibi, Nasreddin Hoca Cuha’dan değil, Cuha Nasreddin Hoca aldı. Cuha, Arapların fıkra kahramanı olup VIII. yüzyılda yaşamış gerçek bir kişidir. İlk Cuha kitabı 908 yılında Kitab-ı Nevadir-i Cuha adıyla yazılmıştır. Mevlana’nın Mesnevi’sinde de dört Cuha hikayesi vardır. Nasreddin Hoca ve Cuha fıkraları XIX. yüzyıla kadar birbirinden bağımsız gelişti. Nasreddin Hoca Karadeniz, Kırım ve Orta Asya ülkelerinde yayılırken, Cuha da güneyde Arap ülkelerinde revaç buldu. 1837’de yazılan Letaif adlı ilk Nasreddin Hoca kitabı 1868’de Arapçaya çevrildi. Ancak kitap çevrilirken Nasreddin Hoca ismi değiştirilerek yerine Cuha yazılmıştır. Böylece kitap Cuha’nın Latifeleri olup çıktı. Kitapta yer alan 238 fıkranın 100’ü Nasreddin Hoca’ya aittir. Hatta kitabın sonunda yer alan Akşehir’deki Nasreddin Hoca türbesinin resmi alt yazıda Cuha türbesi olarak gösterilmektedir. Bu Arapça kitap daha sonra Farsça’ya çevrildi. Çevirmen bu fıkraların Cuha’nın değil, Molla Nasreddin’in olduğunu fark etti ve kitabın ismini Cuha’nın Fıkraları yerine Nasreddin Hoca’nın Fıkraları olarak değiştirdi. Böylece Nasreddin Hoca’nın Letaif’ten alınıp Cuha’ya mal edilen fıkraları Farsça’da tekrar Molla Nasreddin olarak geri döndü. Ancak bu durum iki karakterin Kardeş Kalemler Haziran 2008 72 fıkralarının birbirine karışmasına yol açtı. Mustafa Duman’ın belirttiğine göre, bu karışıklığı XXI. yüzyılda bazı Türk yayıncıları daha beter karıştırmaya devam ediyor. Hepiniz bilirsiniz, Nasreddin Hoca fıkralarının çeşitli dillerdeki tercümeleri turistik yerlerde satılır. İngilizce, Almanca, Fransızca ve hatta Rusça tercümelerde Nasreddin Hoca fıkraları olarak satılırken, ne hikmetse Nasreddin Hoca fıkralarının Arapça tercümelerinde Cuha Fıkraları olarak satılmaktadır. Böylece XIX. Yüzyılda başlayan karışıklığı ve Nasreddin Hoca fıkralarını Cuha’ya mal etme yanlışlığını turistik yayınlar yoluyla XXI. yüzyılda Nasreddin Hoca’nın bazı torunları kendi eliyle devam ettirmektedir. Duman bundan dolayı, “Bunlar hangi akla hizmetle böyle yapmaktadır? Anlaya bilene aşk olsun.” demekten kendini alamadı. Duman’ın ifadesine göre, Nasreddin Hoca ile Cuha fıkraları birbirinden farklıdır. Çünkü, bir milletin folkloru toplum kültürünün ifadesidir. Cuha fıkraları Arap toplumunun kültürel özelliklerini yansıtırken, Nasreddin Hoca da Türk toplumunun özelliklerini yansıtır. Bu konuda ilginç bir tespit de İlhan Başgöz’den geldi. Fıkra kahramanlarını halk yaratır. Ancak Nasreddin Hoca fıkraları Türk halkını yaratmıştır. Türk halkının dünya görüşü, hayat tarzı Nasreddin Hoca fıkralarıyla beş yüz yıldır yoğrulmuştur. SSCB döneminde Komünist Partisine üye yapılan Nasreddin Hoca 21 yüzyılda çıkacak fıkralarda internet kafelerde chat yapacak, cep telefonlarıyla konuşacak, çok katlı binalarda asansörde kalacaktır. Nasreddin Hoca Siyasete Alet Ediliyor Türkmenistan’dan sempozyuma katılan Orazdurdı Yağmurov’un fikrine göre, Nasreddin Hoca’nın en etkili propaganda aracı olduğunu keşfeden Komünist Partisi’dir. Yağmurov’a göre, Türkmenler arasında fıkra anlatımı II. Dünya Savaşı’ndan önce yaygın değildir. Çünkü Türkmenler boş konuşan insanları “ağzı boş, boş konuşuyor” diye sevmezler. Bu sebeple bugün Türkmenlerde yaygın olan Kemine fıkraları da 1940’tan önce yoktu. Sonradan uydurulmuştur. Yağmurov’un belirttiğine göre, 1940’larda Türkmenistan’da Komünist Partisi yetkilileri bilim adamlarını köylere yolladı. Fıkra bulun diye. Kardeş Kalemler Haziran 2008 Bunun için onlara yol parası ve yolluklar verildi. Çünkü Sovyet dönemine has deyişler, atasözleri ve fıkralar icat etmek gerekiyordu. Bilim adamları da fıkra bulamadıkları zaman, aldıkları yollukları hak etmek için fıkra uydurmaya mecbur oldular. Bu meyanda halk arasındaki Nasreddin Hoca fıkraları da toplandı. İsa Özkan 1999’da yayınladığı Nasreddin Hoca fıkraları isimli eserinde Türkmenlerdeki Nasreddin Hoca fıkralarının normalden uzun olduğuna dikkat çekmektedir. Yağmurov’a göre, bunu sebebi basittir. Komünist Partisi fıkra toplayan ilim adamlarına ayrıca sayfa başına telif ödüyordu. Dolayısıyla, fazla telif almak için o dönemdeki araştırmacılar buldukları fıkraları uzattıkça uzatıyorlardı. Bu dönemde fıkralar Sovyet ideolojisi için araç olarak kullanıldı. Toplanan fıkralarda tarihi şahsiyetler, özellikle hanlar, beyler zalim ve acımasız gösterilmeye çalışıldı. Zenginler de kötü gösterildi. Bunun dışında dine karşı unsurlar yerleştirildi. Böylece halktaki din inancı zayıflatılıp ateizmi yaymaya etkili propaganda aracı olarak fıkralar kullanıldı. Özbek bilim adamı Tahir Kahhar da aynı konuya temas ederek SSCB döneminde Nasreddin Hoca ile Timur arasında geçen uydurma fıkraların çokça üretildiğine dikkat çekti. Bununla toplumun tarihi kişilikleri yıpratılmak istenmiştir. Bağımsızlıktan sonra, Özbek aydınları bu tip ideolojik uydurma fıkraları ayıklama sürecini başlattılar. Nasreddin Hoca’yı siyasete alet edilmesi Bulgaristan’da da yaşandı. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra bunun için özel bir gayret gösterildiği dikkatleri çekiyor. Bulgaristan Komünist Partisi ideolojik amaçlı fıkra üretme hususunda karar almış ve bu dönemde Kurnaz Petre diye fıkra kahramanı, aynen Türkmenistan’da olduğu gibi Bulgar halk araştırmacıları tarafından üretilmiştir. Bu fıkralarda zaman zaman Kurnaz Petre Nasreddin Hoca ile karşılaştırılır. Diyaloglarda Kurnaz Petre Nasreddin Hoca’yı hep gülünç duruma düşürür. Böylece Bulgaristan’daki fıkralar, ideolojinin de ötesine taşarak, Bulgar – Türk düşmanlığına alet edilmiştir. Bu fıkralarda Türklere karşı hasmane duyguların Kurnaz Petre’nin önünde Nasreddin Hoca küçük düşürülerek devam ettirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Bu fıkralar Rusya’daki Nasreddin Hoca kitaplarına da girmiştir. Maalesef bunlardan 73 birisi geçen sene Kazak Türkçesine çevrilerek Astana şehrinde yayınlanmıştır. Bu durumun Kazakistan’da Nasreddin Hoca’nın doğal tarihi karakterine zarar vereceği aşikardır. Bu sebeple, Akşehir’de bir Nasreddin Hoca Araştırmaları Merkezi’nin kurulması elzemdir. Dünyadaki tüm fıkralar burada toplanmalı ve incelenmelidir. Gerekirse, başka dillere sahih, orijinal Nasreddin Hoca fıkraları burada çevrilerek dağıtılmalıdır. Böylece bir dönemin ideolojik ve başka amaçlarla üretilen sahte Nasreddin Hoca fıkralarının yayılmasına fırsat verilmemelidir. Nasreddin Hoca Türk Dünyasının ortak şahsiyeti Sempozyumda sunduğumuz bildiride, Nasreddin Hoca’nın Kazakistan’da bir Kazak, Özbekistan’da Özbek, Türkmenistan’da Türkmen, Kırgızistan’da Kırgız ve Tataristan’da da bir Tatar gibi algılandığını söyledik. Bizim bu görüşümüzü destekleyen bir olay, 1994 yılında Prof. Dr. Ali Berat Alptekin’in başından geçmiş. Alptekin Hoca, Kazakistan’da Yesevi Üniversitesinde hoca ve öğrencilerle yaptığı bir toplantıda, söz Nasreddin Hoca’dan açılınca, Türkiye’de yaşamış Akşehirli bir şahsiyet olduğundan bahseder. Bunun üzerine, bir Özbek öğrenci atılarak, “Amma yaptınız ha, size kalırsa, her şey Türkiye’den geliyor. Bu kadarı da fazla. Nasreddin Hoca’yı kendinize mal edemezsiniz. O öz be öz Özbektir. Herşeyi kabul ederim, ama Nasreddin Hoca’yı Türk yapmanızı asla” diyerek itiraz etmiş. Daha sonra aynı öğrenci Alptekin Hocayı Buhara’ya götürerek “İşte bizde Nasreddin Hoca heykeli var, bizim olmasa onun heykelini yapar mıydık?” şeklinde konuşarak Nasreddin Hoca’nın Özbek olduğunu kanıtlamaya çalışır. Değerli hocamız Orazdurdı Yağmurov’un şu teklifine de katılmamak mümkün değil: “Nasreddin Hoca sempozyumlarını hep Türkiye’de yapmayalım. Her sene başka bir Türk ülkesinde yapalım. Böylece Türk Dünyası’nın ortak şahsiyeti olduğunu gösterelim.” Sempozyum sonunda bir çağrı: Sempozyumun kapanışında söz alan Akşehir Nasreddin Hoca ve Turizm Derneği Başkanı Taner Serin “Derneğimizin 2006 yılında Akşehir Dünyanın Merkezi patentini aldığını kıvançla duyurmak isterim. Ayrıca derneğimiz her sene Akşehir’de Nasreddin Hoca şenlikleri düzenlemektedir. İlkini 1959’da yaptığımız şenliklerin bu sene 49.su 5-10 Temmuzda yapılacaktır. Herkesi bekliyoruz.” dedi. İşte tüm bunlar bizim 21. Yüzyılı Nasreddin Hoca ile Anlamak Sempozyumundan aldığımız izlenimlerdir. Ümidimiz, bu sempozyumundan sonra, Nasreddin Hoca araştırmaları ve yayınlarında yeni bir dönemin başlamasıdır. Özbekistan’dan sempozyuma katılan Mahmut Yoldaş bu konuda en doğru tespiti yapıyor. Diyor ki: “Nasreddin Hoca ne Özbek, Türk, ne Kazaktır. O Türk Dünyasının ortak şahsiyetidir. Herkes Nasreddin Hoca çok sevdiği için kendisinin olmasını istiyor.” Azerbaycan’dan Kamil Veli Nerimanoğlu’nun tespiti de yerindedir: “Nasreddin Hoca zamanı ve mekanı olmayan bir şahsiyettir. Akşehir onun sembolik vatanıdır. Bilgeliğin ve mizahın merkezidir.” Kardeş Kalemler Haziran 2008 74 Mahtumkulu’nun Anıt Mezarı - İRAN Kardeş Kalemler Haziran 2008 75 TÜRKİYE Mahtumkulu Ferâğî ve Hikmet Bulakları ÖMER KAYIR Mahtumkulu Ferâğî, yalnız Türkmen Edebiyatının değil, aynı zamanda Türk dilli halkların edebiyatlarının ve hatta bütün doğu edebiyatının parlak yıldızlarındandır. Mahtumkulu Ferâğî’nin şiir burcunda bulunduğu yeri anlamak için onun yaşadığı dönemdeki Türkmen elinin ruh dünyasına bakmak gerekir. Türkmen elinin o günkü ruh dünyasında İslam’ın ve tasavvufun bütün güzellikleri vardır. Bu güzellikler Türkmen yiğitliği ve onun sade tabiatı ile birleşip daha önceki şiir mirasının üzerine oturunca dünyada Türk/Türkmen var oldukça söylenecek Mahtumkulu şiirleri ortaya çıkmıştır. Mahtumkulu’nu anlamak için Ahmet Yesevî, Yunus Emre gibi ona öncülük eden mutasavvıf şairlerin oluşturduğu geleneğe bakmamız gerekir. Mutasavvıf şair sözünü bilerek ve ısrarla kullandım. Gerçekten de Mahtumkulu Ferâğî sadece bir söz ustası ve şair değil, aynı Hoca Ahmet Yesevî ve Yunus Emre gibi ilim ve irfan sahibi, hikmet sahibi, Allahın velî bir kuludur. Tasavvuf ve şiir… Şiir ve tasavvuf… Türkmen ve Türkistan kocalarından akıp gelen ve Türk boylarının kimliğine mührünü vuran iki ana direk. Birbirbirini besleyerek Türk boylarının varlıklarını şekillendiren omurgalar. Tasavvuf büyükleri, mutasavvıf Türkmen kocaları (pirleri) şiire neden bu kadar önem verdiler? Bunun temelinde Hz. Peygamberin şiirle ilgili hadîsleri ve Türkmen ve diğer Türk boylarının insanların ruhî ve manevî eğitimlerinde şiirin ve aydımın (türkünün) kullanılmasına izinleri yatmaktadır. Peygamber Efendimiz (SAV) Ebu Davud’dan nakledilen bir hadîsi şerifinde: “Nice şiirler vardır ki içinde hikmet pırıltılarını saklar” demiştir. Peygamber Efendimizin (SAV) bu hadîsi şerifle- rinde şiiri hikmetle birlikte anması Türkistan ve Türkmen kocalarını derinden etkilemiştir. Hikmetli şiir (hikemi şiir) buradan çıkmıştır. Peki hikmet nedir? Bu bahiste söylenecek söz o kadar çok ki… 14 asırdır İslam âlimleri hikmet üzerine kütüphaneler dolduracak söz söylemiş ve yazmışlardır. Türkiyeli büyük müfessir Elmalılı Hamdi Yazır meşhur tefsirinde hikmetin 23 manası olduğunu yazmıştır. Cenab-ı Hak Nahl suresinin 125. ayetinde “Rabbinin yoluna hikmetli sözlerle çağır” buyurmuştur. Peygamber Efendimiz de (SAV) Darimi’den nakledilen hadîsi şeriflerinde “Hikmete sarıl. Çünkü hayır hikmettedir” buyurmuştur. Ayrıca, Tirmizi ve İbn-i Mace’nin naklettiği hadîslerinde: “Hikmet müminin yitiğidir” ve “Ben hikmet eviyim. Ali onun kapısıdır” buyurmuşlardır. Hikmet, kişinin söz ve işte isabetli olması, yaptığı işin ve konuştuğu kelamın dine uygun ve yerli yerinde olmasıdır. İslam ahlâkında en önemli fazilet hikmet sahibi olmaktır ve bunu sırasıyla şecaat, iffet ve adalet sahibi olmak takip eder. İslam’da hikmet sadece çalışmakla ve gayretle elde edilecek bir şey değildir. Allah vergisidir. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de “Allah hikmeti dilediğine verir; şüphesiz kendisine hikmet verilene büyük bir hayır da verilmiştir” (Bakara,269) buyurmuştur. Hikmet her şeyin en doğrusunu, en isabetlisini ve etkileyici olanını, tam olması gerektiği şekilde tespit edebilme yeteneğidir. Hikmet sahibi insan bu özelliği ile diğer kişilerden hemen ayırt edilir. Böyle bir kişinin konuşması, aldığı kararlar, tüm hali ve tavırları olabilecek en akılcı ve isabetli şekilde olur. Allah bir insana hikmet verdiyse, o Kardeş Kalemler Haziran 2008 76 insan bir konuyu en doğru, en özlü, en akılcı, en vurucu şekilde tam olarak anlatabilir. Teşhisleri de gösterdiği yollar da isabetlidir. İşte bu noktada altını çize çize tekrar ve tekrar söylemek gerekir ki: Mahtumkulu kelimenin tam manasıyla Allah’ın hikmet verdiği seçkin bir kuldur. Bizim kültürümüzde hikmetle şiiri bütünleştiren güzel bir deyim var: “Hikmet bulakları (pınarları)” deyimi… Bu deyimin Arapçası da meşhur: Yenâbî-i Hikmet… Bu deyimin kaynağı tasavvuf ehlinin büyük itibar gösterdiği birbirini tamamlayan hadîsler zinciridir. Peygamber Efendimiz (SAV) Darekutnî’nin naklettiği bir hadîsi şeriflerinde: “Her kim Allah için kırk gün ihlaslı olursa, dilinde hikmet bulakları (pınarları) zuhur eder” buyurmuştur. Peygamberimizin hikmet bulaklarına ilişkin hadîsi şerifleri çoktur. Bütün bu hadîslerde geçen ihlaslı olmak, içinin ve dışının temiz olması, helâl yeyip, içmek, sadece Allah rızasını gözeterek ibadet etmek gibi fiillerin 40 gün boyunca devam etmesi “hikmet bulaklarını” akıtmaya başlar. Gönülden dile hikmet pınarlarının akması için kalp temizlenerek pak bir aynaya dönüşmeli ki Rabbânî ilhamların tecelligahı olmalı. de ve o sözü nakledenden de bîzârım, Allah katında şikayetçiyim…” Mahtumkulu’nun şiirlerinin bu kadar yayılması ve sevilmesi, 200’den fazla türküye güfte olması, 275 yıl sonra binlerce, onbinlerce insanı kabrinin başına toplaması, böyle toplantılara konu olması onun kerametlerindendir. Bugün Ferâğî’yi siz din ve dil kardeşlerimizle birlikte anıyoruz. Ne mutlu Türkmen kardeşlerimize ki Mahtumkulu Ferâğî gibi bir Allah dostu şaire sahipler… Hiç şüpheniz olmasın ki Ferâğî’yi söyleyip, dinlediğiniz sürece dininiz de diliniz de yaşayacaktır… Diliniz ortadan kalksa geri getirmek için Ferâğî yeter. Türkmenistan gibi dinin kaldırıldığı bir yerde sadece Ferâğî’nin şiir ve aydımları dini yaşatmaya yetmiştir. Hiç şüpheniz olmasın Ferâğî’nin şiirleri insanlara İslam’ı öğretecek niteliktedir. Mahtumkulu Ferâğî yalnız Türkmenlere ve Türk dünyasına seslenen bir şair değildir. Onun şiirleri dünya dillerine çevrildikçe onun her dilden ve dinden insanın kalp ve ruh dünyasına hitap ettiği kolayca görülecek ve onun büyüklüğü bütün insanlık tarafından anlaşılacaktır. Mahtumkulu Ferâğî’nin dilinden dökülen hikmet pınarlarının haddi hesabı yoktur. Mahtumkulu’nun her şiiri hikmettir. En iyi Türkmenlerin bildiği bu hikmetlerden ben bahsetmeyeceğim. Günümüz dünyasında Türk dillerini ustalıkla kullanan şairlerimiz Allah’a şükür hiç de az değil. Ancak Türk dillerinde kaleme alınan şiirlerde hikmet neredeyse kaybolmak üzere… Hikmetin neredeyse kaybolmasının, hikmet pınarlarının kurumasının acısını bütün Türk dilli toplumlar çekiyor. Ahlakî çözülme, mâneviyattan kopuş, özden uzaklaşma ve yozlaşma bizim coğrafyamızda artık kol geziyor. Hikmetin kaybolmasıyla İslâmın bütün Türk dünyasında zayıflamasının ve tasavvufun ortadan çekilmesinin çok yakından bir ilgisi var. Haram dolu kursaklardan, içi başka dışı başka olanlardan, ihlassız dudaklardan, Allah rızasını unutanlardan hikmet sadır olmayacağı ortadadır. Ancak bir hususa dikkat çekmek istiyorum. Birisi çıkıp derse ki Ferâğî’nin şiirlerinde İslam’a aykırı tek bir mısra var… Buna katiyen inanmayın. Ferâğî’den Allah’ın kitabına ve Rasûlüne aykırı tek bir söz sadır olmaz. Kim ki ondan Allah’a ve Rasûlüne aykırı bir söz naklederse Mevlana Celaleddin-i Rûmî’nin ölçüsünü aynen kullanmak gerekir: “Ben Ahmed-i Muhtar’ın Muhammed Mustafa’nın ayağının tozuyum. Kim ki benden ona aykırı bir söz naklederse o sözden Kazak kardeşlerimizin bir atasözünde: “Söz bilmesen köhnelerdin sözün söyle.” deniyor. Türkiye Türkçesi ile: “Söz bilmiyorsan, eskilerin sözünü söyle.” demek. Kazak kardeşlerimizin bu atasözü hepimize yol göstermeli… Yitirdiğimiz hikmeti geçmişin büyük ustalarından devşirmeliyiz... Yeni çağın Ahmed Yesevî’lerini, Yunus Emre’lerini, Mahtumkulu’larını beklerken geçmişin ustalarından süzülüp gelen hikmet pınarlarından içmeye devam ediyoruz. İyi ki onlar var. Mahtumkulu gibi dilinden bir ömür boyu hikmet bulakları dökülen büyük zatlar, bir ömür boyu sıdk ve ihlasla Allah’a ibadet etmiş, helal yiyip, helal içmiş, zahirini ve batınını temiz tutmuşlardır. Mahtumkulu Ferâğî dilinde hikmet bulakları olan mutasavvıf bir şairdir. Kardeş Kalemler Haziran 2008 77 BOSNA Sarayeva (Saraybosna) HACER ÖZTÜRK Şehirler de insanlar gibi, kimi çekingen, kimi kibirli, kimi cana yakın, kimi mağrur… Bazısı sana kucağını açmaya hazırdır. İlk kez geliyor olmana rağmen eski bir dost gibi karşılar seni… Rahatsızlık duymaz, yabancılık hissetmezsin. Sanki evinden çok evindir senin. Mekke ve Medine gibi… Kimi mağrurdur. Farkındadır güzelliğinin ve değerinin. Derinlere götürür seni. Senden de bunu bekler. Kendini ispatlayamazsan tutunamazsın onda. Öylece eğreti bırakır seni. Kimsenin ona sahip çıkamayacağını göstermek ister. Şehirler şahı İstanbul gibi… Bazıları mesafeli ve soğuktur. Sevmek zorunda kaldıkça iter sizi. Süsüyle gururlanan bir kadın gibi yukardan bakar. Konuşmaz sizinle, yokmuş gibi davranır. Sanki onun bağrında yürümüyorsunuzdur. Ayrılana dek rahat vermez size. Londra gibi… Kimi biraz çekingen ve gariptir. Acının olgunlaştırdığı yetim bir çocuk gibi. Kimsesiz, kırgın ama sıcak… İlk karşılaştığınızda hafif bir ürperti uyandırır sizde. Ancak yağmurunu teninizde hissettiğinizde, güneşine gülümsediğinizde yakınlığını gösterir. Sonra sıcacık sarmaş dolaş olursunuz. Sarayeva’yla benim tanışmam da tıpkı böyle oldu. Tabii bu yakınlığın çabuk olmasında şehrin baharı hissetmesinin de etkisi çoktu. Sarayevo’da bahar, kimi ağaçlara yeşil bir toz olarak serpilmiş, kimisine ortasından akan Milyaçka gibi beyaz köpükler kondurmuştu. Ağaçlardaki yeşil Kardeş Kalemler Haziran 2008 78 tozların ne ara parlak, narin yapraklara dönüştüğünü anlamadığım gibi şehre bir anda alışmış oluverişimi de hayretle hatırlıyorum. Buraya eğer uçakla gelmişseniz şehre tepeden bakmayı ve Milyaçka’nın uzun ince endamıyla salınışını seyretmeyi ihmal etmeyin. Kendisi gibi nehrin çıkış yerinin güzelliği de bir ayrıdır. Cennet’in varlığına şahitlik eden bu yerde, su sesine eşlik eden yaprak hışırtılarına tüm dertlerinizi bir iç rahatlığıyla bırakabilirsiniz. Milyaçka, küçük damarların birleşmesiyle büyüyerek koca, güçlü bir nehre dönüşür. Sonra kimi yerde camilere selam vererek, kimi yerde kiliselere göz kırparak akar da akar… Kenarındaki ıhlamur ağaçlarının sağlık, huzur vadeden kokuları ve serinliği altında nehri takip etmenin zevki ise ayrı bir yaşam sevinci verir. Tüm bu güzelliklerin yanında insanı hüzne sürükleyen şeyler de vardır. Mesela nehrin üzerindeki şirin köprülerden biri…1.Dünya savaşının ve milyonlarca insanın ölümünün başlangıcı sayılan katlin yapıldığı taş köprü... Köprüden baktığınızda nehir, Cihan harbini anlatan bir tarih kitabının sayfaları gibi serilir karşınıza. Hemen sonrasında, çok da uzak olmayan Bosna savaşının, duvarlardaki kurşun yaralarında görülen derin izleri... Kış mevsiminde daha hazin bir görüntüye sebep olan bu izler baharda dikilen renk renk çiçeklerle görünmez olur. Belki de bu sebeple Sarayeva pazarlarında sebze ve meyveden çok çiçek bulmanız mümkündür. Ayrıca barışın simgesi olan çiçeklerin yanı sıra barış ateşi de sarı bir zambak gibi şehrin ortasında sürekli yanmaktadır. Ve Sarayeva’nın bizim açımızdan en önemli kısmı, Osmanlı mirası… Özellikle şehrin en önemli merkezi de olan Başçarşı’da camisinden şadırvanına pek çok Osmanlı eseri tüm yıkımlara ve kıyımlara rağmen ayaktadır. Gazi Hüsrev Bey(Begova) Camii içinde ayrı, etrafı güvercinlerle dolu şadırvanında ayrı hissedilir Osmanlı. Anadolu gibi, Bursa gibi, Eminönü gibi, Göynük gibi… Osmanlı’yı yaşatır Avrupa’da. Hele Camiin avlusundaki yüz yıllık çınarların iri gövdelerine sarılıp geçmiş ve yurt özlemini gidermeye çalışmak işten bile değildir. Beni bir başka etkileyen yer ise İmparator Camiinin küçük avlusundaki huzur oldu. Belki Kardeş Kalemler Haziran 2008 küçük bir bahçede elliyi aşkın sarıklı mezarın, belki de farklı bir geometrik şekilde yapılmış minik şadırvanının derinlere götüren şırıltının sağladığı bu huzuru mutlaka tatmalısınız. Yine çarşının etrafındaki eski handa, şu an kahvehane olarak işletildiği için, geleneksel Boşnak kahvesinden içebilirsiniz. Küçük, bakır cezvesi ve kulpsuz fincanlarıyla ikram edilen kahvelerin yanında taze gül kokulu lokumları da keyfinize keyif katacaktır. Bu Osmanlı hatıralarını yüksek ve gösterişli binalarla çevreleyerek kapatmaya çalışan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu bu konuda pek de başarılı olamamıştır. Bu yapılar tüm süsüne ve gösterişine rağmen, belki de tarumar ederek yerine geçtiği eserlerin etkisiyle, kasvetli bir görüntüye sahiptir. Bu binaların biraz ilersinde nehre bakan Sarayevo Kütüphane binası ise, savaşın sadece insanları ve tarihi eserleri değil kültürü de yok etmeye çalıştığının acı bir göstergesidir. Osmanlının yazma eserleri açısından zenginliğiyle ünlü bu bina, içindeki eşsiz hazinesiyle beraber yanmış olmasına rağmen, ışığını kaybetmiş kara gözleriyle hala nehre bakmaya devam etmektedir. Sarayeva’yı çevreleyip havasını güzelleştiren uzun çam ağaçlarının bulunduğu tepelere çıkarsanız, nehir boyu uzana şehri tam olarak görebilirsiniz. Yeşilliğinin dışında dikkatinizi celbeden şey, bazısı büyük bir uzantı halinde bulunan, bazısı tek tek serpiştirilmiş beyaz kümeler olacaktır. Renkte yeni açan bahar çiçekleriyle aynı; şekil ve manada göğe uzanan minarelerle bir mezar taşları… İnsanlığın kara ayıbının beyaz lekeleri olan mezar taşları… Çokluğuyla insanı suçlu hissettiren, hüzünlendiren mezar taşları… Huzuru getirmek uğruna kanlarını akıtan şehitlerin mübarek mezar taşları… Osmanlının sarıklı mezarlarıyla kucak kucağa olan uzun, beyaz mezar taşları… Sarayeva hüznün ve mutluluğun, felaketlerin ve yaşama sevincinin; kiliseleri, sinagogu ve camileriyle farklı ırk ve kültürlerin bir arada yaşadığı kozmopolit bir yerdir. 79 Kırgız Şiiri ve Süyünbay Eraliyev HÜSEYİN ÖZBAY Oşol tilde ulu Manas söylögön Bu til menen cazam okuym üyrönöm Rahmetli Cemil Meriç, Fransız edebiyatını anlamak için birçok Fransız yazarını okumak yerine sadece Balzac’ı iyi okumanın daha yararlı olduğunu hem beyanıyla hem de Fransız edebiyatına olan derin hâkimiyetiyle bize göstermiştir. Bence Kırgız şiirini iyi anlamak için de Süyünbay Eraliyev temel alınmalıdır. Çünkü Eraliyev 20. yüzyıl Kırgız şiirini bütün yönleriyle temsil etmiştir ve etmektedir. Yani o temsili bir şairdir. Sembol ve marka değeri yüksektir. Kırgız edebi dilinin oluşmaya başladığı yılların içinde (1921) doğmuş ve hemen ikinci nesilde yazan şairler arasında bu gün hala devam eden yerini almıştır. Represiya dönemini atlatması ve ikinci dünya savaşına katılmış olup yaralanması ve olgunluk eserlerini Stalin sonrası dönemde vermesi, Aali Tokombayev gibi bir kraldan fazla kralcı, rejim- den fazla rejimci bir Molla Kasım’ın elinden kurtularak yol alması gerçekten de hem Kırgız şiiri hem de Türk dünyası şiiri için bir şans olmuştur. ( Kasım Tınıstanov, Sıdık Karaçev gibi yazar ve şairlerin öldürülmelerine karşı Süyünbay Eraliyev, gençliğinden ve savaşa katılmasından, A. Osmonov ise sürekli verem hastalığıyla boğuşmasından dolayı kurtulmuşlardır. Yoksa Aali Tokombayev onlarla da az uğraşmamıştır ) Bugün Kırgızistan’ın güzel başkenti Bişkek’te eşiyle birlikte mütevazı ve örnek bir hayat sürdüren Süyünbay Eraliyev’i Türkiye’de tanıtmak benim için hem bir görev hem de bir şereftir. Kırgız şiiri başta Manas olmak üzere çok güçlü bir şifahi (oogzagi) edebiyatın ve kültürün Kardeş Kalemler Haziran 2008 80 üzerinde inşa olunmakla şanslıdır. Bu şansın iyi kullanılıp iyi kullanılmadığına dair tabii ki edebî analizler yapılabilir.( İlk yazılı örnekleri veren şairler hakkında Salican Cigitov’un isabetli analizleri dikkate alınmalıdır) Bazen çok yüksek bir sözel edebiyatın üzerine aynı derecede paralel bir yazılı edebiyatı koymak zordur. Sözel edebiyatın en güçlü kaynaklarından biri olan türküler üzerine türkü, yine bu alanın en güçlü ve içli örneklerinden biri olan ağıtlar üzerine bir ağıt yazmaya benzer bu. Anonim türkü ve ağıt ayarında güçlü şiir yazmak çok zordur. Duyguların kendiliğinden etkileyici bir olayla ortaya çıkması ve tarihi süreç içinde rafine hale gelmesi bu türlerin gücünü gösterir. Hele hele Manas destanının büyük etkisini canlı olarak yaşayan ve yaşatan bir toplumda edebî dil henüz kurulma aşamasındayken büyük şiirin doğması zordur. Böyle bir Kırgız edebiyatının prestij ve moral olarak da içten içe güçlü Rus dili, edebiyatı ve şiiriyle boy ölçüşmek sorumluluğunda olması gerektiğini de unutmamak gerekir. Sovyetler Birliği kuruluş aşamasında sancılı ve şaşkındır. Ne var ki gittikçe güçlenen, otokratik ve bürokratik bir ideolojik imparatorluğa doğru gitmektedir. 1937–38 sürgün, vurgun ve kırgın yıllarından sonra bütün Sovyetler Birliğinde yaşanan savaş korkusu ve yenilme tehlikesi Batının ve bilhassa Amerikanın Almanları durdurmasıyla şanslı bir şekilde bitmiştir. Milyonlarca insan kaybına rağmen bu savaş Sovyetler Birliği için şanslı bitmiş, bu ülke süper bir güç olmuştur. Böyle bir gücün kendisine bağlı minimal ülkeler için sadece siyasî bir otorite olarak değil aynı zamanda dil, sanat ve kültür bakımından da etkili olmaması imkânsızdır. Bu etki ikinci dünya savaşından sonra o kadar güçlüdür ki artık sistem övgüsü kısmen Rus övgüsüne dönüşmüştür. Özbekistan’ın milli marşından Rus’un büyük ağabeyliği övülür. Hikâyelerde, romanlarda Rus bir kurtarıcı kahraman olarak işlenir. Stalin tanrılaştırılır. Öyle bir savaş sonrası imajı samimi ya da gayri samimi olarak böyle bir övgü edebiyatını doğurmuştur. Kırgız Edebi dilinin ilk büyük şairi olan ve genç yaştaki talihsiz ölümünün de etkisiyle Kırgızlar arasında çok sevilen ve vatanı için “Süyöm seni süygöndügüm süttön ak/ Seni süygön tagdırıma ıraxmat/ Ölgöndö da senin tattu cıtıngdı/ Catkım kelet kökürökke kuçaktap” diyebilen lirik romantik şair Aalikul Osmanov bile “Ey Rossiya bir boor enem/ Men öndü too Kardeş Kalemler Haziran 2008 kuşuna koynun kenen/ Çın sözdü tura aytuuda taymana albaym/ Biz elbiz, biz kişibiz, seni menen demiştir. Böyle baskın bir sosyal ve kültürel akımda tarihin en önemli olayları cereyan ederken henüz 1920’lerde yeni bir yazı diline sahip olan Kırgızlar’ın kısa bir süre sonra Kasım Tınıstanov, Sıdık Karaçev, Aalikul Osmanov, Süyünbay Eraliyev, C. Turusbekov, Mukay Elebayev, Ümötaliyev gibi güçlü şairleri yetiştirmeleri dikkat çekicidir. 13. yüzyılda henüz yeni bir yazı diline kavuşmuş olan Batı Türklüğü’nün hemen Yunus Emre gibi dahi bir şairi yetiştirmiş olmasına benziyor bu. Sovyetin ilk dönemini çocukluk, ikinci dönemini gençlik, Stalin sonrası dönemini olgunluk ve bağımsız Kırgızistan dönemini aksakal olarak gören Eraliyev, yaşayan ve daima kalem oynatan bu büyük yazar tabii ki Kırgız şiirini temessül mevkindedir. A.Osmonov’la birlikte bu iki büyük şairin bin yıldan beri Kırgızca söyleyen ama yazmayan bir soyun temsilcileri olduğunu unutursak değerlendirmemiz noksan kalır. Moskova’nın otoritesine ve müdahale edilmedik alanın kalmamasına rağmen Kırgız şiirinin şansı Kırgızca ile yazılmış olmasıdır. Üniveresitelerde, devlet dairelerinde, aydınlar kesiminde hatta hemen her yerde büyük oranda kullanılan Rusça’nın şiirde kullanılmamasına dikkat çekmek istiyorum. Sadece Kırgız edebiyatında değil diğer soydaş edebiyatlarında da durum aynıdır. Kanaatimce bu durum şiirin özelliğinden kaynaklanır. Şiir özel ve hassas bir dilidir. Bir milletin genetik şifresi gibidir. Bu türün dili, adeta imbikten geçmiştir ve büyük bir geleneğin üzerine inşa olunmuştur. Elbette Aytmatov dışında başta Kasım Tınıstanov olmak üzere, birçok Kırgız nesir yazarı da edebî dil olarak Kırgızca’yı kullanmıştır. Bu takdir edilmesi gereken bir süreçtir. Bu konuda şu tespitte yanılmam her halde. Diğer soydaş ülkelerinde olduğu gibi Kırgızistan’da da iletişim ve bilim dili Rusça olmakla birlikte edebiyat dili büyük oranda millîdir. Rahmetli Hocamız, büyük insan Salican Cigitov, hem bireysel hem de sosyal olarak bir şiirin ve edebiyatın gelişmesini “tohum metaforuyla” izah eder. Şiir bir yazarın ya da bir toplumun içine atılmış tohum gibidir. Tarlaya atılmış tohumun uç verip yeşermesi, güllenmesi ve meyve vermesi nasıl belirli sebep ve şartların sonucuysa 81 şiir de böyledir. Yirminci yıllarda ilk toprağın üstüne çıkıp yeşeren ve kısa bir müddet sonra meyveye duran Kırgız yazılı şiiri tarihi, siyasi ve sosyal şartların ve süreçlerin bir sonucudur. Cigitov’un bu süreçte Süyünbay Eraliev için söylediklerini onunla aynı zamanı ve edebî kaderi yaşayan diğer yazarlar için de düşünmek mümkündür. Cigitov’a göre Eraliev doğuştan şair olarak dünyaya gelmiştir. Milletin zengin şiir geleneği üzerine oturmuştur. Eraliev kullandığı ince, rafine dili sadece mekteplerde okuyarak ya da kitaplardan öğrenemez. Onun dili geleneksel söyleyişle kitap dilinin bir sentezidir. Ama S. Eraliev, edebi Kırgız dilinin teşekkül aşamasından önce yaşasaydı birçok benzeri gibi saz çalan ve söz söyleyen bir folklorist şair olurdu. (Süyünbay Eraliyev, Tandangan Çıgarmalar 1, Frunze 1981) İşte devrin, sürecin etkisi ve edebi kader budur. Kırgız edebî dilinin formalaşmasına yakın bir dönemde yetişip ilk harcı atanlar arasında ismi unutulmayacak kişiler: Moldo Niyaz, Moldo Kılıç, Togolok Moldo ve Toktogul’dur. Rahmetli Cigitov, bu şairleri siyasî propagandanın yükseltip teklin ettiğine inanır. Bunca şöhretlerinin edebi başarılarından ziyade Sovyet Sisteminin ideolojik tutumundan kaynaklandığına dair eleştiriyel görüş, diğer Türk soydaşlarımızın edebiyatlarında da görülmektedir. Kazak edebiyatında Cambıl, Özbek Edebiyatı’nda Hakimzade Niyazi buna örnek olarak gösterilebilir. Eğitime önem verilmesi ve yeni tarz okulların kurulmasıyla (özellikle Yerli Okullar ve Rus Tuzem okulları) yetişen yeni bir nesil 20.yüzyılın başlarında “Zamana” adı verilen bir heyecanlı akım yarattılar. Motivasyonları daha çok cahillikle mücadele ve sosyal problemler oldu. Bir nevi cedidcilik olarak da yüz gösteren bu hareket sosyalizmin Çarlığa, esarete, cahilliğe ve açlığa karşı başlattığı büyük ideolojik hareketle renk değiştirdi. Bu dönemde gerek irticali-şifahi, gerekse yazılı olarak gördüğümüz örnekler, daha çok Devrimi, Lenin’i ve Komunist Partisini öven propaganda şiirleridir. Toktogul Satılganov, Togolok Moldo, Barpı, Moldo Kılıç, Aldaş Moldo, İsak Şaybekov, Osmonaalı Sıdık Uulu gibi isimleri bunlar arasında sayabiliriz. Bu temsilcilerin genel olarak anlayışlarını göstermek bakımından; Toktogul Saatılganov’un “Kanday Ayal Tuudu Eken Lenindey Uulu” ve “Caşagın Kengeş Ökmöt; Barpı Alıkulov’un, “Irımdın Atı Oktyabr”, “Lenin Ata”, “Erkindik Kedeylerge”, Togolok Moldo’nun “Nasıykat” ve “Erkindik”, İsak Şaybekov’un “Bolişevikter Partiyasında (1919-Kömekte çıkan ilik Kırgızca şiir) şiirleri örnek verilebilir. 1926 yılında Özerk Kırgızistan Cumhuriyeti kurulunca edebî vasıtalarla birlikte edebî faaliyetler de hızlandı. 1924 yılında Erkin Too (Şimdiki Kırgız Tuusu), 1926 yılında Lenincil Caş, Cangı Madaniyat Colunda, Kommunist gibi gazete ve dergiler neşredildi. Kırgızistanda ilk yazılı şiirler de bu organlarda yayımlandı. Aalı Tokombayev’in “Oktyabırdın Kelgen Kezi” Lenin ölünce aynı yazarın “Lenin Tuuralı” şiir kitabı ile 1929’da neşredilen Ayaldar Aynegi, Abdulkasım Cutakayev’in Lenin Koşogu, Üç Door, Cangı Ökmöt, Kırgızistan’da basılan ilk eserlerdendir. Kasım Tınıstanov’un, 1920’lerin başlarında yazdığı Ala Too şiiri ile Cangıl Mırza Poeması henüz Kırgızistan’da matbaa olmadığı için Kazakistan’da basılmıştır. Aynı yazardan “Kasım Irlarının Cıynagı” seçmesi ise 1925 tarihinde Moskova’da basılıp yayınlanmıştır. Kırgız yazılı edebiyatı ve şiiri kısa bir müddet içinde çok gelişti. Okullu yazarların çoğalması, yeni sistemin bir az daha kurumsallaşması, Rusça yoluyla Rus ve Avrupa şiirinin öğrenilmesi bunda şüphesiz etkili oldu. Öncekilere oranla çok sayıda şiir yazıldı ve hatta şiir kitabı yayımlandı. Rus şiirinin etkisine örnek teşkil etmesi bakımından ilk kuşak şairlerinden Coomart Bökönbayev’in, ünlü Rus şairi Mayakovski hakkında yazdığı uzun şiirden bir bölüm çeviri yazıyla şöyledir: MAYAKOVSKİ AMERİKA’DA Köçö körköm, Carkıragan Taştarı. Tütün taptap, Bulut Baksan asmandı. Kök tiregen Biyik üylör Zanggırap, Köz cetpestey Alıs ketken katmarı… Kardeş Kalemler Haziran 2008 82 Eç bilinbeyt Kayda Bara catkanı. Birde Şanduu, Birde Katuu ugulat, Uzun boylu ir kişinini baskanı… (C.Bökönbayev, Bir Tomduk Çıgarmalar, Frunze 1960) Bu devirde kendini geliştiren şairlerle, yeni yazmaya başlayan şairleri, bir arada görüyoruz. Kırgız şiirinin büyük şairleri boy ve kalite gösterdiler: Bunlar arasında M. Elebayev’i A. Tokombayev’i, C. Turusbekov’u, C. Bökönbayev’i, T. Şemşiyev’i, A. Osmonov’u, T. Ümötaliyev’i vb. sayabiliriz. Emek, emeğin değeri, emekçiler, Sovyet üretimi genel olarak işlenen temalardır. Bu dönemde de edebiyat Sovyet Sistemini öven bir araç olarak kullanıldı. Adı geçen yazarlar bu sebeple şiir dışında da aşağı yukarı her türe el attılar. Bu durum bizim Tanzimat edebiyatçılığına benzer. Kırgız edebiyatının doğuşu ve ilk cazgıç şairler hakkında ünlü bilim adamı ve edebiyat eleştirmeni Salican Cigitov’un değerlendinmesi şöyledir. “Bizim ilk yazarlarımız hem eğitim açısından hem de yazarlık denilen mesleğe bakış açıları bakımında gereken kıstasların çok uzağında bir çizgide edebî ürünler ortaya çıkarma gayreti içerisine girmişlerdir. Aslında bu kalemler yazarken de; sanat eseri yaratmak, millî edebiyatın temellerini atmak ya da isimlerini ortaya koydukları eserler vasıtasıyla ölümsüzleştirmek gibi ideallerden ziyade, kendilerine yeni bir hayatın başlangıcını veren Sovyet yönetimine hizmet etmek, karanlıkta kalan halkı aydınlatmak, fakirlerin kederi ile kederlenip şarkısını söylemek şeklinde ifade edebileceğimiz ideallerle yola çıkmışlardır.” (S.Cigitov, Adabiyatka Adal Kızmat, nakleden Kemal Göz). Böyle olunca da bir türün istenildiği ölçüde gelişmesi beklenemez. Buna rağmen, güçlü Kırgız şifahi (oozogı) edebiyatının ve şiirinin etkisiyle başarılı ve tema olarak farklı örnekler de görülmeye başlandı. Turusbekov’un “ Enem”, Malikov’un “Capar Menen Şaripa” Temirkul Ümötaliyev’in “Aysulu” adlı poemaları örnek olarak gösterilebilir. 1940’lar Kırgız edebiyatı ve şiiri diğer Sovyet Kardeş Kalemler Haziran 2008 edebiyatları gibi ikinci dünya savaşı, Sovyet vatanseverliği ve enternasyonalizme odaklandı. Savaş korkusu ortak bir dayanışma ruhu sağladı. Kırgız şiirinin en büyükleri arasında sayabileceğimiz birçok yazar cepheye gönderildi. Kırgız şiirinde bir ekol yaratmış olan Aalikul Osmonov, Süyünbay Eraliyev, Temirkan Ümötaliyev, C. Turusbekov, Mukay Elebayev, savaşa katılan şairler arasındaydı. Muhakkak ki savaş insanı, duygularının en uç ve karmaşık noktalarına kadar götürüp getiren bir süreçtir. Açlık, yokluk, propaganda, korku, endişe, hastalık, ölüm, gurbet, hasret, dayanışma vb. temalar bizatihi savaşı yaşayan hatta Eraliyev gibi yaralanan şairlerde büyük etki ve iz bırakmıştır. Hem savaşın bizatihi kendisi ve hem de savaş sonrası dünya, bu devir şiirinin temel motivasyonu oldu. Diğerleri yanında savaş sonrası genç ve yetenekli şairler bu temaları işlediler. Bunlar arasında A. Kılıçev, S. Eraliyev, N. Baytemirov, Ş.Beyşenaliyev gibi şairleri sayabiliriz. 1960 sonrası yeni ve genç şairler arasında; C. Urmatbetov, E. Tursunov, T. Moldobayev, M. Abdılkasımova, C.Turgunbayeva, S. Şatmanov, R. Rıskulov, O. Sultanov, G. Momunova, T. Koşomberdiyev, M. Bularkayeva, K. Taşbayev, C. Mamıt’u sayabiliriz. Bunlar arasında gelecek kuşakları da etkileyecek derecede başarılı olanlar ve iz bırakanlar ise R. Rıskulov, O. Sultanov, T. Koşomberdiyev, M. Abdılkasımova, C. Turgunbayeva ve C. Mamıtov olmuştur. Sovyet sisteminin nisbeten yumuşadığı bu dönemde klasik Lenin, Devrim, Sosyalist gerçekçilik temalarının yanında büyük ölçüde lirik şiire dönüldüğünü, şiirin hem biçim hem de tema bakımından bariz olarak gelişip değiştiğini söyleyebiliriz. Beşeri istekler, peyzaj, felsefi derinlik, gerçekçilikle kurmaca gerçekçilik, köy, kır ve şehir hayatı, kafiyede geleneklik ve serbestlik bu şairlerde görülür. (Kırgız Poeziyasının Antologiyası 1, Giriş, Bişkek, 1999) 1970–80 arası Kırgız edebiyatına yeni bazı şairlerin eklendikleri ve bu edebiyatın kuruluşundan beri yazmaya devam eden şairlerin yeni hayat tarzına doğru edebi eser ürettikleri dönemdir. 90 öncesi Soyetlerin en liberal zamanıdır. T. Samudinov, C. Akmatbekova, A. Ömürkanov, C. Bekniyazov, O. Koçkonov, R. Mukaşeva, R. Karagulova, K. Sabırov, A. Ruskulov ilk şiirlerini bu devirde yazdılar. 83 1990 sonrası Kırgız şiiri, tabir caizse “fetret devri”ndedir. 1990’da gelen bağımsızlık, hazırlığı yapılmış, gençliği, aydınları, siyasetçileri ve halkı tarafından istenmiş bir hareketin sonucunda gerçekleşmediği için daha çok bir karmaşa ve şaşkınlık yaratmıştır. Devlet tarafından beslenen edebiyat kaynakları kuruyunca edebi üretim de azalmıştır. Özellikle genç yazarlar birliğinde ve üniversite öğrencileri arasında yeni döneme ve dünya gerçekçiliğine uygun temalar yerine sosyal konulara ağırlık veren bir şiir anlayışı zorunlu olarak benimsenmiştir. Sosyal problemler ve ekonomik sıkıntılar böyle bir zarureti ne yazık ki doğurmuştur. SÜYÜNBAY ERALİYEV: YÜZYILA SIĞMAYAN ADAM Süyünbay Eraliyev, Kırgız şiirinde yaptığı yeniliklerle de tartışma yaratmış kişidir. Bu yönüyle bizdeki 1.Yeni Hareketinin ve özellikle de Orhan Veli’nin misyonunu taşır. Ak Möör, Col, Atam, Cerim Cana Men, Kosmos Poeması, Ak Cıttar, Ayıl Irları gibi gibi önemli poemaları arasında Cıldızlarga Sayakat ve Zamanga Sayakat bilhassa üzerinde durulması gereken dönüm noktası destansı şiirleridir. Alıkul Osmonov’u üstat bilen Eraliyev, Onun 1950 yılında daha 35 yaşındayken vefat etmesi üzerine Kırgız şiirinde esaslı yenilik yapan şair oldu. Sürekli ölüm düşüncesiyle birlikte yaşayan ve bunun getirdiği bir psikolojiyle içli ve felsefi şiirler yazan Osmonov biçim bakımından yenilik getirmedi. Onun yeniliği daha çok kullanmış olduğu dille lirik felsefi temalarda oldu.Eraliyev’in Osmonov’la ülfetine, Osman Arıcan şöyle temas etmektedir: Eraliyev’in şiirlerinde Alıkul Osmanov’un tesiri vardır. Zaten Eraliyev Alıkul Osmanov’u üstadı olarak kabul eder. Konuyla ilgili olarak Eraliyev şöyle der: “Yazdığım şiirlerimi hemen Alıkul Osmanov’a gösterirdim. O bunları çok beğenirdi. Böyle yazmaya devam et derdi”.(Arıcan, Osman; Süyühbay Eraliyev’in Lirik Şiirlerinde Kelime Dünyası, Kırgız Türk Manas Üni. Sosyal Bilimler Ens. Basılmamış Yüksek Lisans tezi Bişkek 2006) Osman Arıcan, adı geçen çalışmasını yaparken S. Eraliyev’in poetikasını da onun ağzından şöyle aktarmıştır : “Şairliğinin temellerini iyi atan Eraliyev aynı zamanda Kırgız nazmının yenilikçi şahsiyetlerinin başında gelir. Bu yenilikçilik hem şekil hem içerik anlamındadır. İçerik açısından şairinden birbirinden orijinal temalara sahip poemaları (Cıldızlarga Sayakat, Ak Möör, Kök Suluu, Cañıl Mırza…) vardır. Şekil olarak ise, yenilikçiliği kafiye konusundadır. O dönemlerdeki kafiyeli şiir yazma anlayışını kırmış ve bu sebepten dolayı dönemin önde gelen şairlerinden büyük tepki görmüştür. Bazı şairler ve dönemin önde gelenleri tenkitle yetinmemiş tehdit de etmişler ve parti yönetimine de şikâyet etmişlerdir. Konuyla ilgili görüşlerine başvurduğumuz şair “Serbest tarzda (kafiyesiz) şiir yazdığım için başta Alı Tokombayev olmak üzere dönemin önde gelen yazar ve şairler beni parti yönetimine şikâyet ettiler. Tehditler de bulundular. Sen, Kırgız nazmını bozuyorsun, halkı aykırı düşüncelere sevk ediyorsun diye olmadık girişimlerde bulundular. Parti temsilcileri geldi, şiirleri incelediler ve son karar olarak beni haklı buldular. Bu haksız saldırılara son verdiler” der. Konuyla ilgili belgeleri arşivlerden bulduğunu söyleyen şair, her zaman yenilik tarafında olduğunu, kendi fikirlerini bu yeni formada yazıya döktüğünü her fırsatta dile getirmektedir. Süyünbay Eraliyev kafiyeli ve kafiyesiz şiir konusunda şöyle demektedir. “Eğer kafiye şiirinizde ön planda olursa yani şiirin gücünü kafiyeyle vermek isterseniz her zaman sağlam kafiyeyle yola çıkmalı. Eğer serbest tarzda şiir yazacaksanız burada önemli olan kelimelerdir. Vurgu ve düşünce şiirin her tarafına yayılmalıdır. İşte böyle şiirler kelimelerin de iyi seçilmesiyle gerçek anlamda başarılı şiirlerdir” der Modern bir şiir nasıl olmalıdır? Sorusuna cevap olarak Eraliyev şöyle der: “İlk önce şiir çok güzel olmalı. Daha sonra insanı içine çekmeli. Hatta insanı şaşırtmalı. Hem de çok şaşırtmalı. Karnı aç insanı bile ekmeğe değil kendi sözlerine, şiirin içine çekmeli. Bir düşünce böyle de dile getirilemez! Dedirtmeli. Güzel bir şiir insanda güzel düşünceleri de beraberinde getirir… İşte modern, gerçek şiir gönülde yer edinendir” der. Gerçek bir şiiri yazmak her zaman zordur. Bazen saatlerce, günlerce bazen yıllarca o şiir üzerinde uğraşmak gerektirir. Belki de sanatın Kardeş Kalemler Haziran 2008 84 gerçekliği budur. Bu durumla ilgili olarak Eraliyev , bazen bir şiiri bir oturuşta tamamlarım, bazen günlerimi, haftalarımı, aylarımı alır. Bazen de yıllarca uğraştığım olur, der.” Lira Turdumambetova Cıldızlarga Sayakat şiiriyle ilgili şu tespiti yapıyor. “‘Cıldızlarga Sayakat’ adlı uzun şiirin önemi, yazılış şeklinin özelliği ve içeriğinde yer alan (Sadece Kırgızlara ait değil) bütün insanoğluna ait ebedî konuların varlığıdır. Ayrıca şiir ortaya çıkınca büyük tartışma ve tenkitlere uğramış ve geniş okuyucu çevresine ulaşmasında zorluklar çıkmıştır” (L. Turduumambetova, Süyünbay Eraliyev ‘in Cıldızlarga Sayakat Adlı Uzun Şiiri ve Üzerinde Yapılan Tartışmalar”adlı basılmamış yüksek lisans tezi, Manas Üniversitesi, Bişkek) Bir bakıma yazılı Kırgız şiirini; biçimi, uzay düşüncesiyle birleştirilen varlık, yokluk, bu dünya, öbür dünya, ölüm gibi felsefi sembolleri ile Cıldızlarga Sayakat’tan Önceki Kırgız şiiri ve Cıldızlarga Sayakat’tan Sonraki Kırgız şiiri olarak da tasnif edebiliriz. Bir kere bu şiirde düzgün kafiye ve vezin kullanılmamış buna karşılık ahenk temin edilmiştir. Adeta biçimin serbestliğiyle birlikte tema da serbest bırakılmış ve kendi içinde bir prozodi sağlanmıştır. Bu şiirdeki duygular çok değişik semboller arkasından başarıyla verilmiştir. Bir anlamda bu şiir başarılı bir mizantropi örneğidir. Çünkü kasavetli dünyadan kaçılabilecek en iyi mekân sonsuz ferahlığı ve özgürlük havasıyla gökkubbe ve yıldızlardır. Yıldızlar hem güzelliğin hem de sihirli bir âlemin etkisini yaratır. İnsanoğlu, düşüncesiyle, duygusuyla, kendisini reddetmeyen bu sihirli güzellik mekânına göç etmek ister, oraya sığınır. Uzay çalışmalarının güzel bir ülkeye göç hevesi ve heyecanından daha çok uzay çatışmasına dönüşmesi, bu konuda büyük hayak kırıklığı hatta karamsarlık yaratmıştır. Hayat yaşanılan yer olmaktan çıkıp öldürülen yere dönüşünce şair de şöyle bir metafor kurgular. Cıldızlarga Sayakat’tan bir bölüm: ... solmuş ağaçlar matem tutuyorlar, başlarını eğerek bir dalı üzülmüş gibi kendinden. Bağırıp sular geliyor Yaş akıp gözlerinden. Kardeş Kalemler Haziran 2008 .. karardı bütün dünya güneş nerede? Bakıyorum güneş yerinde değilmiş. Mezarlık ağzı gibi apaçık Sadece simsiyah tek bir delik. Yer karadır, evler kara, kara kara… Yıldızsız gece, Ateşsiz gece v.s. Kozmonot’un dünyayı perişan görmesi uzay bakışının getirdiği bir açıdır. Eraliyev en çok bu yüzden eleştiri aldı. “ Vay sen Sovyet’i beğenmiyorsun” dediler. Sevginin, insanın, sevgilinin ölümü ve dünyanın çökmesi Eraliyev’in yeni bir dünya manzarası yorumudur. Perişan dünyam yoldan çıkmış Sevgim ise dönüşmüş harabeye, Onların yanından geliyorum yalnız Sesleniyorum Ah kutsal yer! Niçin böyle erken ölüyorsun? Cengiz Aytmatov romanda neyse Eraliyev şiirde odur. Keza yazılı Kırgız şiirinde en beğendiği şair Süyünbay Eraliyev’dir. Onu modern Kırgız şiirinin dünya çapında şairi ve ressamı olarak görür. Eraliyev’in bilhassa poemalarındaki renkli ve ayrıntılı tasvirler onu şiirin ressamı yaptı. Şiirinin hikâyesi, hayatının hikâyesidir. Süyünbay Eraliyev’in lirik şiirlerinde armoni, ritim, duygu, düşünce, çağrışım birleşir. Serbest şiirlerinde de ahenk ve aramoni vazgeçilmez unsurdur. Süyünbay Eraliyev şiirlerinde şahsî duygu ve hayallerine, düşünce ve hatıralarına da geniş yer vermiştir. O aynı zamanda büyük bir duygu ve hayal şairidir. Tecrübeleri benimseyerek hem de kendi başına şiir yolunu araştırmayı amaçladı. “Birinçi Cañırık” 1949 yılında basılmıştır. Bu ilk şiir kitabından sonra “San Toolor”, “Kırgız Canı”, “Ayıl Irları”, “Kıştak Keçteri,” “Düynö”, “Süygongo Kat” adlı eserleri yayımlanmıştır. Ak Cıttar, Suluu, Cangıl Mırza’nın Kereezi, Ak Mör gibi poemaları Kırgız edebiyatının başeserleri arasındadır. Mezgil Vokzalı, Koşoydung Ceri ile birlikte bu şiirler, aşkı, insanı, onun problemlerini, felsefi düşünceleri, tabiatı ve onun türlü reenklerini başarıyla anlatır. Onun derin lirik duyarlılığını, aşağıdaki mısralar ne güzel anlatır. ………Biz adamdar Kelatabız tıvıştardan, Ündördön, 85 Kelatabız Te bayırkı kündördön. Tamandan tartıp, mına bul “Manday” attu Kubattu oylorgo çeyin tınımsız. Bul kiçine aralıktı biz anda Ming-mingdegen cıldar boyu basakanbız,,, (Ak Cıttar’dan, Tandalgan Çıgarmalar ) 1964 yılında Ala Too dergisinde yayımlanan ve birçok yabancı dillere tercüme edilen “Cıldızdarga Sayakat” poeması 1964 yılında basılmıştır. Basılır basılmaz olumlu olumsuz tepkiler alamış daha sonraları adeta bir fenomen olmuştur. Tvardovskiy’den çevirdiği, “Vasiliy Terkin” tercümesi diğerleri arasında çok önemli bir çalışmasıdır. Bu eserin tercümesine, aslını aratmayan hatta bazı yönleriyle onu geçen bir paye verilmiştir. S. Eraliyev’in eserlerinin çoğu Rus, Ukrayna, Moldova, Kazak, Özbek, Tacik, İngiliz, Çek ve Polonya dillerinde yayımlandı. Ak-Möör bir poemadır ve Sovyetler birliği çapında aşk konusunda yazılmış en önemli eserler arasındadır. Adeta aşkın ve Kırgız milli sanatının remezi gibidir. “Cangıl Mırza’nın Keerezi” adlı poema tarihî bir destansı kahramanı yansıtıyor. Bu eserde sadece lirik kahraman değil her insanoğlunu ilgilendiren evrensel duyum ve duyarlılıklar son derece başarılı bir şiir diliyle anlatılmıştır. O bir taraftan, köyü, toprağı, vatanı, onun üstünde her türlü kaderi yaşayan insanı ele alıp işlemiş diğer taraftan da yüzünü, kulaklarını ve gözlerini sonsuz hürriyetler ülkesi olan uzaya dikmiştir. Ayıl Irlarını, Kıştak Keçteri’ni yazan da o, metaforik bir felsefi dille dile getirdiği Cıldızlarga Sayakat, Zamanga sayakat poemalarını yazan da. Onu gök yere, yer göğe; her ikisi de geleneğe ve zamaneye bağlar. Dünya edebiyatında 19. yüzyıl şiirinin; gerek temasında gerekse şeklinde büyük değişmeler oldu. İçeriği yani meali ve mesajı hallettik diyen kimi Sovyet yazarları 1950’lerde Rus Formalizmi denilen bir akım yarattılar. “İçerik sorunumuz olmadığına göre şiirin biçiminde değişiklik yaratabiliriz” anlayışı bu akımın teemel açıklaması ve motivasyonudur. Bizdeki serbest müstezata benzeyen şekiller, basamak mısralar, uzun şiirlerde değişen temaya uygun değişik ritmik mısralar, kısaca klasik kafiye ve ölçüyü ya değiştiren ya da hiç kullanmayan bir biçimicilik anlayışı aslında Batıdaki toplumsal ve siyasal evrimin sonucudur. Toplum dinamizminin, her türlü farklılıkların, yeni duyuş ve düşünce şekillerinin temsilinde, yeni ve hayatta olan bitenle paralel bir biçim anlayışı, büyük ölçüde gelişmelerin kendiliğinden sonucudur. Formalizm, Moskova’da Sovyetler Birliğinin ideolojisi olan Proleterya ile bağdaştırılarak açıklandı. Dünyada ve Rusya’daki bu yeni akımlar daha sonra onları izleyen bazı Kırgız aydınları ve yazarlarını da etkiledi. Henüz 25–30 yıllık yazılı şiir geçmişi olan Kırgız edebiyatında Eraliyev’in bu akımı Kırgızcayı adeta bir sihirli dile çevirerek temessül ettiğini görüyoruz. Bazı yarı serbest denemeler daha once de (Mesela, R. Şükürbekov, M.Alıbayev gibi) yapılmakla birlikte bu akımı Kırgızistan’da en iyi S. Eraliyev gerçekeleştirdi. O. Sooronov ve R. Rıskulov’u da Eraliyev’in şiir yoldaşları arasına koyabiliriz Keza Rıskulov sadece biçim bakımından ounun yoldaşı değil tema bakımından da Kosmos Manifesti adlı şiiriyle onunla uzaydaşlık göstermiştir. 1960’laardaki uzay faaliyetlerinin ve özellikle de Gagarin adındaki astronotun uzaya gönderilmesinin bu tip temaları hem gerçek hem de metaforik temsiliyle uyandırdığını söyleyebiliriz. Uzayda yıldızların etrafında işlenen; uzay, sonsuzluk, hayat, dünya, tabiat, ölüm, korku, vatan, insan gibi fikirleri işleyen Cıldızlarga Sayakat poemasını, Atam, Cerim Cana Men (1967) Col (1968), Ak Cıttar (1968) poemaları izledi. S. ERALİYEV’İN MAHKEMESİNDE HAMİLER VE RAKİPLER: ‘AYTMATOVTOKOMBAYEV’ Cıldızlarga Sayakat birçok şeyi temsil eden bir şiirdir. Adeta temsili bir istiaredir. Dünyayı ve insanları anlamanın ve kuşatan problemleri farkına varmanın ilginç bir yolu uzaydan bakıştır. Bir hali veya hengâmeyi yaşarken insane dramı fark etmiyor. Dramı ya da problemi onu gözleyen iinsan fark eder. Uzay sonsuzluğu ve hürriyetiyle hem heyecan uyandıran bir bir mekân hem de oradan dünyaya bakılan yerdir. Buna “uzay fonu” diyebiliriz ki rahmetli Osman Türkay şiirlerinde bu fonu bol bol kullanmıştır. “Cıldızdarga Sayakat” şiirinin tema ve şekil ile onu yaratan yazarın ülfeti bakımından eleştiriilecek yönleri bulunmuştur. Yaşadığı hayat ve bunun kendisine verdiği imkân ve fırsatlar bakımından S. Eraliyev yıldızlar ve uzay konusuyla aynileşmemişKardeş Kalemler Haziran 2008 86 tir. Sadece kitabi düşüncenin, hayalin ve buna odakalanmanın yetmeyeceği de açıktır. Bu şiirin evrensel prolemidir. Şair yazdığı her temayla aynileşemez ki. O zaman edebi ürünler yaşanan hayat kadar olurdu ve sınırlanırdı. Onun için uzayla aynileşmemekle birlikte Eraliyev’i iki şey şiiri için motive etti. Birincisi, uzay alegori olarak kullanılmaya müsait evresnel bir kavramdı; ikincisi ise şiirini sağmak için bir hayale veya ütopyaya yönelme ihtiyacıydı. “...çektiğimde uçarcasına roketimi – yerin kanı dökülüp Ümitlerin yumuşak elinin yönettiği şırınga gibi yıldızlara doğru yönelip zaman damlamadan tam yerinde donarak mesafeler çakılan taş gibi hızla arkaya düşüyor. ... “ yerin kanı gibi tek bir damla olup Gökada (galaksi) damarlarında hızla koşuyorum, arayarak onun kalbini” Şair kendisi hakkındaki büyük destanı gökyüzünde yazıyor. Destan gibi gökyüzü de büyüktür, sınırsızdır. Yükseklik ve ufuk genişliği darlaştırmaları ve duygusal esareti yok eder. Yıldızların gelecekteki varlığı yazarın özgün projeksiyonudur. “Ben gökyüzüne kendim hakkında büyük epope yazmaya başladım, İşte, onun şu satırları, benim izlerimdir. Dikkati çeken izlerdir onlar tarihte. yıldızlar, yarınki benim... Geceyi söküyorum nazlanan bembeyaz şafak olup... Gece, baykuştur, kapkara gözlerini alevlendirip, kanadıyla dalgalanarak oturuyor her yerde. Yıldızlar hem söner, hem yanarlar çekirge gibi cıvıldayıp” Gökkubbe ile yeryüzünü şair güçlü tasvirlerle birleştiriyor. “...Yer Annem, uzaktaki benim yıldızım Kardeş Kalemler Haziran 2008 neredesin sen şimdi? Beni dinliyor musun? Evet, evet, ben de seni dinlemeye başladım” “Yıldızlar, yerküredir.” Bu şiir önemi derecesinde tartışılmışıtır. Rejim muhafızı A. Tokombayev şiiri sapma olarak görür. Şiirdeki büyü, ufuklu ve evrensel duyarlılıkları burjuvazi duyaralılık olarak suçlar. Proleter akımla çatıştırır. Yazarı Dekadanlıkla suçlar. Serbest şiirin devrimci ruhu öldürdüğünü, sınıf çatışmasını yok saydığını, geri ve karşı devrimci fikirleri özendirdiğini yazar.(Aalı Tokombayev, Dekadent cana anın cıyıntıktarı, 1964) A. Tokombayev şiiri; karamsarlık yaratmak, gerçekleri gizlemek, Sovyet gücünü azaltmaya kalkmak, İslami motiflere yüz verme, materyalist düşünceye karşı dini mistisizmi savunmak gibi gerekçelerle suçlar. Suçlayıcı yedi sorusu aşağıdadır. 1. Yazar, kendi eserinin başkahramanı olarak kozmonotu gösterirken niçin onun gerçek şeklini vermiyor. O kozmonot kime, hangi ülkeye bağlıdır? 2. Kozmonotun ölen kıza karşı olan sevgisi ne sevgidir? Yazar bu sembolle neyi söylemek istedi? Olay nerede ve ne zaman geçer? 3. Bu haşmetli cenaze, korkunç cenaze alayı nedir? Yerin, insanoğlunun, güneşin, sevginin ölümü töreniyle neyi düşünüyor? 4. Bu yıkıntı, bozulma, karanlık, bütün tebiyatın ağlayışı nedir? 5. Yıkılmış dünyada doğan, ağlayan çocuk kimdir, o neyi istedi? 6. Bu eser hangi gerçekçi malzemeden meydana geldi? 7. Niçin yazar olayın geçtiği yerini, vatanını, kahramanın ideallerini ima etmekten bile korktu? Tokombayev ikinci bir yazısında da şiiri yerden yere vurur. Bir yerde şunu söyler: “Komunist Eraliyev’in şiirinde ise bizim sovyet vatanımız, partimiz ve halkımızla ilgili ima bile yoktur. Eğer bu şiir burjuvazi ideologların eline geçerse mutlaka seve seve dekadan edebiyatının devam edicisi olarak övgüyle yayımlayacaklardır.” 87 “Serbest eserin” koruyucuları için bunun gibi olgu özgüdür. Tartışmaya kadar daha çok önce yazarın eline C. Aytmatov ve Saliyev şiiri kimse daha eleştirmediği takdirde koruma mesajını göndermişler. Onlar gelecek eleştiricileri kötüleyici olarak saydılar. Mesajın yazarları bu şiirin fikir yönünden yanlış olduğunu, edebiyat bakımından ise çaresiz olduğunu ve şüphesiz toplum tarafından eleştiriye uğrayacağını önceden bildikleri mantıklı olarak ortaya çıkıyor. Bu yüzden onlar böyle öfkeli ve vakitsiz korunmaya hazırlanmışlar. Bu programlı mesajlar iki yazarın adından törenle ve gösteriyle okundu: Bu “serbest eserin’’ birbirini izleyen ve sırnaşık koruyucuları olarak Kırgız edebiyatı adından C. Aytmatov, A. Saliyev, S. Eraliyev söz alıyorlar. Aslına bakılırsa onlar çeşitli toplantı ve görüşmelerde, cumhuriyet ve merkez basınlarda kendini övmeye, karşılıklı birbirini övmeye, başka namuslu ünlü yazarları inkâr etmeye ve yerini kötülemeye çalışıyorlar. Bunu tastiklemek için bir örnek getirebiliriz.” Sovyet ideolojisinin Molla Kasım’ı olan A. Tokombayev; hem Eraliyev’i ve onun gerçekten çığır açan şiiri Cıldızlarga Sayakat’ı, hem de onu savunan ünlü yazar Cengiz Aytmatov’u eleştirimekle kalmıyor doğrudan doğruya Kominist Partisi vasıtasıyla tehdit de ediyor.Aynı makalesinden devam edelim : “Cumhuriyet ideolojik teşkilatları Kırgız Yazarlar Kurulu hariç C. Aytmatov’un bilerek “Pravda’’ gazetesini aldatmasına isyan ediyorlar. Eninde sonunda eminim ki “serbest eser’’ teorisini taşıyanlara ve bunları koruyanlara parti cezası verilecektir” Aalı Tokombayev’in yukarıdaki makalesine, eserin savunuculuğunu yaparak olumlu fikirler belirten ünlü yazar Cengiz Aytmatov karşıt bir makale ile cevap verir. (AYTMATOV, C, Akın cönündö (Şair hakkında), Kırgızistan madaniyatı, 1981) Cengiz Aytmatov’un bu makalesi, ” 25.11.1964 tarihli Pravda gazetesinde “Otkrıtiye berega” (Yeni ufukların açılışı) adıyla yer almıştır. Aytmatov bu polemik makalesinde kısaca şu tespitleri yapmaktadır : “Sisli uzaklıkta bilinmedik kıyının gizli olduğu ve silueti daha net olmadığı kayıkta bulunanlar arasında mutlaka tartışılacaktır . O kıyı mı ? Öyleyse ona yanaşmak gerekir mi? Orada kayalık ve tehlike var mı ? Orada duralım mı yoksa yolumuza devam mı edelim Geri dönmek isteyen de var mı ?. O sırada kim uyanık ve gözü açıksa ve kendi gücüne güvenip cesareti varsa, o başkaları için kendisini feda edereke istediği amaca ulaşır. Yani yeni bir kıyıyı keşfeder. Kâşif, yoldayken büyük sıkıntılara uğrar, çünkü keşif zordur. Böyle bir zorluğu S. Eraliyev de çekmiştir. O sadece Kırgız şiir sanatının değil bütün Türk dilli edebiyatın yeni ufuk çizgisini keşfetti. Bu yüzden benim gönlümde büyük sevinç yaşıyor. Ben gerçek ve yüce şiiri sevenler için S. Eraliyev’in bu eserinin her satırıyla, her harfiyle bütün gönüllere girmesini istiyorum.. Bütün halka, eski Kırgız şiirinin yeni şekilli sesini duyması için bu şiiri ezbere okumak istiyorum. Kırgız şiirinin bu yetenekli ressamı hakkında bir şeyler söylemek istersem önce onun tecrübeli, olgun bir şair olduğunu beliritmeliyim.. Şairimiz, daha çok gençken, ikinci dünya savaşa katıldı. Bu onun gözlerinde o yılların sert mühürü olarak kazındı. Belki bu savaş insanı, vatanı ve hayatı ona derin bir duyguyla sevmeyi öğretti. S. Eraliyev yeni serbest nazım şeklini büyük bir cehtle yarattı.. Çünkü o da daha önce geleneksel lirik epik tarzda yazıyordu. Onun her satırı ezgili ve her dokunuşta güzel ses veren nazlıbir tel gibi sağlam kafiyeli aşk efsanesini anlatan “Ak Möör” adlı uzun şiirini Kırgız okuyucuları iyice bilirler. Geleneksel şiir yapısını güzel kullanan ve benimseyen bir şairin; heyecanını, duygusunu, düşüncesini, çağdaş zamanın yeni konusunu derinlikle, heyecanla ifade etmek için Kırgız şiirinin biçimini, duyarlılığını ve ritmini değiştirmesi tabii ki kolay değildir. S. Eraliyev’in “Yıldızlara Seyahatı”, uzayı fetheden adamın şahsında bir destandır. Daha doğrusu XX. yy’ın büyük adamının monologudur, onun düşüncesidir, onun dünyaya olan ilişkisi, felsefisi ve ruhsal niteliğidir. Bu adam, bilimin zirvesine ulaşmıştır. İçtenlikle o bize kendi dünyasını açınca, onun ne kadar sade, akıllı ve açık olduğunu; vatanına, tabiata, insanlara olan sevgisinin ne kadar büyük olduğunu öğreniriz. Kardeş Kalemler Haziran 2008 88 Biz onun ruhuyla kuvvetli ve güçlü olduğunu bu şiirle anlıyoruz. Çünkü insanoğlunun çok zor tarihinde uzaya uçuşu, onun tarihi devam ettirdiğini belli ediyor. S. Eraliyev’in bu eseri genel poetik ve teknik bakımından çok cesurdur.. Bu şiirin değeri, insanlığın timsali olan lirik kahramanın bilgisinde ve duygusunda saklıdır. Aynı zamanda biz her birimiz bu kahramandan kendimizi ve kendi çağımızı öğreniriz……” Kırgız Şiiri ve Süyünbay Erayliyev’le ilgili bu değerlendirmemi , Kırgız edebiyatında “serbest şiir”in ilk örneği olan Cıldızlarga Sayakat şiirinin girişinden bir bölümü paylaşarak bitirmek istiyorum. YILDIZLARA SEYAHAT I 1Start verildi: Kalk! diye./Kırıldı sonsuz yer kösteği./ Ve başladı derin özgürlük!/Bir az sağa sola sallanarak/Çektiğimde uçarcasına roketimi /yerin kanı döküldü./Ümitlerin yumuşak elinin yönettiği şırınga gibi/ yıldızlara doğru yönelıp/ zaman damlamadan tam yerinde donarak/mesafeler çakılan taş gibi hızla arkaya /düşüyor./ Araziler sanki şimdi bitecek/Göğsümle çarpılacak gibi yerın öbür tarafına /kayıp oluyorum gökyüzünde/ kanadsız yer üstünde yatıyorum/ güçsüzlüğüm/ eskimiş kurallarla karışık/ kıpkırmızı alev olarak vücudumdan düşüyor soyunup../.Ansızın yenı âlem açılıp yönümden/ tanıdığım âlem kaldı/ /boşlukları sıkarak. II Tam sessizlık,/tam sükûnet,/karanlık,/yüreği üsüten ıssızlık/ sanki kaplayacak gibi beni,/ sanki yutacak gibi beni/Ben ilk önce irkilirim / buzlu soğuk geceyi vücuduma dökmüş gibi,/ sonra/yine ısınırım/kucağımdan uyanırlar yerde alışmış yankılar:/yaprak otlar hışırtısı,/yel fısıltısı.../Ezgi söyleyen dağa dönüşürüm,/yine şarkı söyleyen su olacağım ben./Taşıyın, doğal afet!/ Savrul kaynayıp,/vurarak yeşil gözlü yıldızları./ Neredesiniz, kabiliyet arayan şairler,/dalga kanadında uçan büyük çalgıcılar!/Dinleyın etiri! / güneş candır,/yıldızlar ufak/çanlardır,/şuleler kıllardır,/çarpılıp dalgalarına gökyüzünün/yankılanıyorlar./dönüşüp/dünyaca büyük gürültüye/çalınıyor ebedi huzurun senfonisi,/Dinleyin hepiniz etiri! Kardeş Kalemler Haziran 2008 III Yerin kanı gibi tek bir damla/Galaksi damarlarında/hızla koşuyorum,/arayıp onun kalbini. IV Yer Annem,/benim uzaktaki yıldızım/neredesin sen şimdi?/Beni dinliyor musun? Evet,/evet,/ben de seni dinlemeye başladım:/ Kutsallığın kutsalısın anneciğim,/sevincinden neyi söyleyeceğini bilemeyip/şaşarak acele ediyorsun./Benim de karıncalanıp tüm bedenim eriyor,/Az kalsın sana damlayacağım/bu dünyada değerli olan ancak/tek bir senin müphem çizgindir./Gidecekken kendin uğurlayıp/başımı dilber tutup göğsüne/ne direnir, ne azap çeker demiştin/“Çocuğu annesini bırakır mı?/ İnsanoğlu hiç gitmeyen zor yoldur/ne olacak kaderin?!/gönderirim seni, fakat/hayatım nasıl geçecek?!”/Fakat ben ısrarla demiştim:/“Bir şey olmaz hiç korkma Anne!”/Ben kendinden yükselmeye başlarken/Yine korktun kaderimden diyerek:/“Hayır oğlum, hayır seni göndermem!/ dökmüş gibi bedenime kurşunu/hep arkaya / büyük güçle çekilir/Fakat benim şaşırtıcı düşüncem/Hücûm ederek çevremi/yıldızlardan inerek/yükarıya çekiyor./Bedeninde bütün benim damarlar/hep devamlı çatırdayıp/kesilmeden uzuyor./Benimse sevgilerim sana ait,/uzaklaşınca/yağmur gibi/yine sana dökülüyor./o sırada sana dönen yüreğim/uzaklarda alıyordu nefesi./Affet, Anne, affedin,/gittiğim için bırakıp/ya Ama anla, insanoğlu/gök altında doğar, büyür/ gök altında cesedini defneder./“Bu dünya nedir?” diye/bilmek için ileriye atıldım. Defalarca ileriye atılıp Defalarca düşmüştüm./Hep pencereye “pırr” diye vurup kendini/dışarıyı isteyen kuş gibi/her an ümitlerim hücûm ederek/kalbur gibi deliyor gökyüzünü,/Alp doğurduğun için beni sen/bin defa yenilsem de/tek bir düşüncem vardı yenilmez./Anlamıştım, Anne, ben de/ilk olarak yol açmak/her şeyden korkunç olacak,/her şeyden zor olacak,/ilk olarak yol açmak/Büyük iftihar olacak Kırgızca’dan Türkiye Turkçesine uyarlayan Lira Turdumambetova 89 Sovyetler Birliği Dönemi Folklor Politikalarının Manas Destanı Çalışmalarına Etkileri NEZİR TEMUR* Richard M. Dorson 20. yüzyılda folklora yönelik politik yaklaşımları “İdeolojik Folklor Kuramı”1 çerçevesinde değerlendirmiştir. Dorson’a göre, halk şiirinin millî kimliği ön plana çıkaran ve koruyucu rolüne dikkat çeken Johann G. Von Herder’in izindeki Avrupa’nın her ülkesinden bilim adamları yerel ağızlarla söylenen halk masalları ve halk şarkılarında, halkbilimi konularını geliştiren edebiyatta ve millî kahramanları anlatan tarih eserlerinde açığa çıkan halk ruhunu aramışlardır. Folklor, Nazi Almanyasında ve Sovyet Rusya’da olduğu gibi faşist ve komünist politik ideolojilerle bütünleştirilmiş ve halkbilimi bu ideolojilerin geniş halk kitlelerini etkilemesinde propaganda aracı olarak kullanılmıştır.2 Almanya’da Hitler, Sovyetler Birliğinde Lenin ve Stalin, İtalya’da Musolini, İspanya’da Franco 20. yüzyılda, folkloru yaratmak istedikleri yeni toplum modelinde bir araç olarak kullanmışlar ve bu liderler folklor ürünlerinde âdeta kutsanmışlardır. Çarlığın ve kilisenin folklor ürünlerine karşı bu yaklaşımı Rusya’da folklora olan ideolojik yaklaşımın ilk örneği olarak kabul edilebilir. Bolşeviklerin iktidarda olduğu dönemde ise folklor ürünleri Sosyalist sistemle çatışmadığı ölçüde kabul görmüş ve yayımlanmıştır. Rusya’da halkbilimine ve halk edebiyatına karşı ilgi diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi romantik akımla başlar. Ancak Propp, kendilerinin romantik akımın görüşleriyle yönlendirilmeye ihtiyaçları olmadığını vurgulayarak kendi çağına ve ülkesinin şartlarına uygun yeni bir disiplin yaratmanın gerekliliği üzerinde durmuştur. Ayrıca Propp, folklorun politize edilmesine karşı olduğu yönünde görüşler öne sürmüştür.3 Rus aydınlarında millet olma bilinci Napoleon savaşları ile birlikte ortaya çıkmıştır. Halk edebiyatı ürünlerine Ortodoks kilisesi mesafeli yaklaşmıştır. Bu eserler Çarlık ve kiliseyle çatışmadığı sürece yayımlanmıştır. Rusya’da Türk boylarının folklor ürünlerine yönelik çalışmaları iki ana döneme ayırmak mümkündür. İlki Çarlık dönemi; ikincisi ise Sovyetler Birliği dönemidir. Çarlık Rusyası’nın Türk topluluklarının folkloruna olan ilgisi bilimsel amaçlardan ziyade, izlediği milliyetler politikası çerçevesinde işgal etmiş olduğu veya işgal etmeyi planladığı topraklardaki Türklerin kültürel yapılarını daha yakından tanımak istemesidir. Bu bölgelerdeki Türkoloji çalışmalarının şekillenmesinde İlminsky ve onun öğrencilerinin büyük rolü olmuştur. 1 Richard M. Dorson, Günümüz Folklor Kuramları, Çev. Selcan Gürçayır, Yeliz Özay, Geleneksel Yay., Ankara 2007 s.25. 2 Doç. Dr. Özkul Çobanoğlu, Halkbilimi Kuramları ve Araştırma Yöntemleri Tarihine Giriş, Akçağ Yay. Ankara 1999. 3 Miller, Folklore for Stalin: Russian Folklore and Pseudofolklore of the Stalin Era, M. E Sharpe Armonk, London 1990, s.xi. Türkistan coğrafyasının 19.yüzyılın sonlarında Ruslar tarafından tamamen işgalinden sonra burada yaşayan toplulukların hem daha iyi tanınması hem de Rus kültürüne ve Ortodoksluğa entegrasyonunun sağlanması amacıyla bunların kültürel unsurları mercek altına alınmaya başlanmıştır. Bu amaçla Türk topluluklarının sözlü gelenekleriyle ilgili geniş çaplı ilk derleme çalışmaları seyyahlar ve misyonerlerin de içinde olduğu heyetler tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmalar neticesinde Türk halk edebiyatına ait birçok ürün derlenmiş ve Sovyetler Birliği dönemi folklor çalışmaları için zengin bir halk edebiyatı arşivi miras kalmıştır. Misyonerlerin çalışmaları neticesinde Eski Tös ve Ongunlar yerlerini Ortodoks azizlerine bırakmıştır. Çarlık Rusya’nın misyonerler aracılığıyla sokmak istediği Hristiyanlığa mahsus kültler -bunların yerini Sovyetler Birliği dö- ∗ Gazi Üniversitesi Türk Dili Okutmanı Kardeş Kalemler Haziran 2008 90 neminde Lenin, Stalin ve diğer parti liderleri alacaktır- eski kamlık dini tarafından benimsenip yeni bir şekil almıştır. Kamlık inancının taşıyıcısı ve koruyucusu olan kamlar bile “Rus ilhanlarının tahripkâr faaliyetleri karşısında aciz kaldıklarını” ifade etmişlerdir. Ayrıca çeşitli Türk boylarının halk edebiyatı ürünlerinde Rus istilasının doğurduğu acılar da dile getirilmiştir.4 Bunun yanı sıra Manas Destanı hakkında önemli çalışmalarda bulunan Radloff, destanda adı geçen ak padişah’a ve Manas’ın ona itaatine(padişah değenge batır Manas baş koydu.) dair parçaların sırf Rus memurunu memnun edebilmek için Kırgız halk şairi tarafından uydurulmuş olabileceğini iddia etmiştir.5 Radloff’un derlediği Manas Destanı’nda Ruslarla ilgili şu ifadeler geçmektedir: Cardı barıp bayıgan, Cılanaç barıp kiyingen, Açka barıp toyungan Arık barıp semirgen. Orustun curtu booruker Orustan barıp cay algın, Kiyimin çeçip berüüçü Orustan catıp olut al.6 Fakir gitti zenginleşti, Çıplak gitti giyindi, Aç gitti doydu, Zayıf gitti tavlandı. Rus’un yurdu yardımsever Rus’tan gidip ev alırsan Giysisini çıkarıp verir Rus’tan gidip yer al. Rus işgalinin halk edebiyatına ait türlerin içeriğine olan olumsuz etkisinin yanında, söz konusu dönemde Türk boylarının halk edebiyatına dair ilk çalışmalar da yapılmıştır. Bu dönemde Manas Destanı dünya kültür hazinesine dahil edilmiştir. Manas Destanı’nın derlenmesi ve incelenmesi sürecini Ekim Devrimine kadarki ve Sovyetler Birliği devrindeki çalışmalar şeklinde iki safhaya ayırmak mümkündür. Manas’tan ilk olarak 16. yüzyılda Ferganalı Seyfeddin Aksıkenti ve oğlu Nooruz Muhammed’in7 kaleme almış olduğu tarihî menkıbeler efsaneler ve dinî nitelikli hikâyelerden oluşan Tarıhtardın Cıynagı adlı eserde bahsedilmiştir. Ayrıca burada 9. ve 15. yüzyıllar arasında meydana gelen tarihî olaylar anlatılmıştır. Bu eserde Manas’ın bir destan kahramanı olmadığı tarihî bir kişilik 4 Abdulkadir İnan, “Türk Kavimlerinin Halk Edebiyatında Rus İstilasının Yankıları”, Makaleler ve İncelemeler, C. II, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1991, s.119. 5 İnan, a.g.e., s.117 6 S. Ibikeyev, Kırgız Elinin Oozeki Adabiyatındagı Ateizmdin Elementteri, Kırgızstan Basması, Frunze 1966, s.55. 7 Bak. Tarıhtardın Cıynagı (Macmu Atut – Tavorih), (Hazırlayanlar: Moldo Mamasabır Dosbolov ve Omor Sooronov), Bişkek 1996. Kardeş Kalemler Haziran 2008 olduğu vurgulanmıştır. Çarlık Rusyası döneminde Manas Destanı’nın derlenmesi ve incelenmesi konusunda iki isim ön plana çıkmaktadır. Bunlardan ilki Ç. Velihanov diğeri ise W. Radloff’tur. 1917 yılında gerçekleşen Ekim Devrimi’yle iktidara gelen Komünist Parti önceliği, kendisine Çarlık Rusyası’ndan miras kalan milliyetler problemine vermiştir. Bu çerçevede kurulan Milliyetler Komiserliği’nin başına Stalin getirilmiştir. Devrimden önce ve devrimin ilk yıllarında bu konuda iyimser mesajlar veren Komünist Parti ve yöneticilerinin daha sonraki uygulamaları bu iyimser havanın yok olmasına sebep olmuştur. Milliyetler politikası konusunda 1920’li yılların başında daha hoşgörülü bir tutum sergilenirken Sovyet merkeziyetçiliğinin daha da belirginleşmesiyle 1920’lerin sonunda bu tutum katılaşmıştır. Siyaset bilimciler tarafından Stalin diktatörlüğü olarak tanımlanan Stalinizm kavramı, Marksizm ve Leninizm’in önüne geçmiştir. Stalin’in önemli amaçlarından birinin de bütün kültürel kimliklerin içerisinde eridiği yeni bir Sovyet Kimliği ya da Sovyet İnsanı yaratmak olduğu söylenebilir. Stalin’e göre bu kimliğin dili Rusça olmalıydı. Sovyetler Birliği’nin izlediği Milliyetler Politikası diğer kültürel ürünlere ve folklora olan bakış açısını da belirlemiştir. Sovyetler Birliği döneminde milliyetler politikası çerçevesinde farklı ulusal kimliklerin oluşturulması yönündeki çalışmalar içerisinde Türklüğün ortak geçmişinde meydana getirdiği sözlü ve yazılı edebî ürünlerin değişik topluluklara mal edilmesi önemli bir yer tutmaktadır. Azerî millî kimliği Dede Korkut Destanı, Nizamî, Fuzulî; Kırgız millî kimliği Manas Destanı; Türkmen millî kimliği Köroğlu Destanı, Magtımgulı; Özbek milli kimliği Alpamış Destanı ve Ali Şir Nevai etrafında şekillendirilmeye çalışılmıştır.8 Sovyet dönemi yöneticilerinin “Halk edebiyatı geçmişteki iktidar tabakasına ait unsurları ihtiva etmektedir. Söz konusu edebiyat sosyalist topluma karşıt iki güçten, din ve milliyetçilik 8 Doç. Dr. Mehmet Aça, “Orta Asya’da Uluslaşma Süreci ve Türkiyat Araştırmalarında Rus İlminskiy ve Ardıllarının Rolü”, Orta Asya’nın Sosyo – Kültürel Sorunları: Kimlik, İslâm, Milliyet ve Etnisite, Haz. Dr. Pınar Akçalı, Dr. Ertan Efegil, Gündoğan Yay., İst. 2003, s.39. 91 akımlarından derin izler taşımaktadır. Rus masalları ise Çarı ve Çariçeyi gerçek olmayan çizgilerle kahramanlaştırmaktadır.” şeklindeki yaklaşımının bilhassa Türk toplulukları söz konusu olunca daha da belirginleştirildiği gözlemlenmiştir. İktidarın folklor ürünlerine müdahalesinin olmadığı bir dönemde (1917– 1924) Azeri, Başkurt, Kazak, Kırgız, Türkmen destan külliyatları toplanmış bu dönemde Manas Destanı’ndan iki milyon dize, Özbek halk hikâyelerinden de 200 tanesi derlenmiştir.9 Ancak 1924’ten sonraki folklor çalışmalarında iktidarın müdahalesi kendisini hissettirmeye başlamıştır. Bu tarih aynı zamanda sınırların çizilmeye ve her topluluğa farklı ulusal kimliklerin dayatılmaya başlandığı bir tarihtir. Sovyet yönetiminin ilk yıllarında Manas Destanı’nın araştırılmasında devrime değin yapılan derlemelerdeki materyaller temel alınmıştır. 1922 yılında Türkolog P. A. Falev’in “Kara Kırgızların Destanları Nasıl Oluştu?”10 adlı çalışması “Nayka i Prosveşeniye” adlı gazetede yayımlanmıştır. Falev bu çalışmasında destanların farklı edebî özellikleri, değişik Türk boylarının destanları ile karşılaştırarak incelemiştir. Ayrıca 1920’li yıllarda Manas Destanı K. Miftakov ve I. Abdırahmanov tarafından derlenmiştir. İ. Abdırahmanov, dört yıl boyunca usta manasçı Sagımbayla birlikte yaşayarak bu usta manasçıya ait varyantı yazıya geçirmiştir. 1940’lı yıllarda Manas Destanı’nı inceleme ve değerlendirme faaliyetleri yoğun şekilde yürütülmüştür. K. Rahmatulin, A. N. Bernştam, S. M. Abramzom, V. M. Jirmunskiy, M. İ. Bogdanova, Ö. Cakişev, I. Abdırahmanov v.b. araştırmacıların incelemeleri destanın günlük meselelere ilişkin yönleridir. 1957 yılında Kırgız SSSR İlimler Akademisinin Dil ve Edebiyat Enstitüsünde Manas bölümü kurularak, destan ait materyalleri bir sisteme dâhil edip basıma hazırlama ve ilmî açıdan destanı inceleme faaliyetlerini yürütmekle görevlendirilmiştir. 1940’lı yılların başından itibaren Manas serisi adı altında bir dizi kitap yayımlanmıştır. Bu 9 Azadovski, a.g.e., s.21 10 Bak. P. A. Falev, Kak Stroitsya Karakirgizskaya Blina, Taşkent 1922. serinin ilk kitabı “Kanıkeydin Comogu”11 adlı çalışmadır. I. Abdırahmanov tarafından 1941 yılında hazırlanan ve 228 mısradan oluşan söz konusu çalışma Sayakbay Karalayev’in varyantı göz önünde tutularak yazılmıştır. Aynı yıl yayımlanan başka bir kitap ise “Manastın Balalık Çagı”12 adlı çalışmadır. Togolok Moldo’nun varyantına göre hazırlanan söz konusu kitapta Manas’ın doğumu, ata binmesi gibi olaylar kısaca anlatılmıştır. 1941 yılında yine bu seriye ait birçok kitap hazırlanmıştır. Ibırayım Abdırahmanov tarafından hazırlanan çalışmalar “Alooke Kan”13, “Makel Döö”14, “Ürgönç”15, “Semeteydin Bukardan Talaska Kelişi”16 adlı kitaplardır. 1474 mısradan oluşan Alooke Kan adlı bölümde Alooke Kan’ın Kırgız ve Kazaklar’a yaptığı zulümler anlatılmıştır. Makel Döö adlı kitapta “Çoñ Kazat” epizotunda adı geçen Makel Döö’nün Manas’la mücadelesi konu edilmiştir. Ürgönç adlı çalışmada ise Ayçürök’ün hileyle Semetey’in Akşumkarı’nı alması, Semetey’in arkadaşları Kançoro ve Külçoro’yu yanına alıp Akşumkar’ı bulması anlatılmıştır. Kitabın son bölümünde destanda geçen bazı kelimelerin açıklaması verilmiştir. Bu çalışmada Akmat Rısmendeyev’in varyantı esas alınmıştır. “Semeteydin Bukardan Talaska Kelişi” adlı çalışmada Togolok Moldo’nun varyantı esas alınmış ve Semetey’in diğer varyantlarıyla karşılaştırmalar yapılmıştır. Manas Destanı’nın etnografik açıdan incelenme işi Rus araştırmacılar tarafından hızla yürütülmüştür. Etnograf S. M. Abramzon Kırgızların etnografyasının araştırılmasında bir hayli emek harcayan bilim adamlarındandır. S. M. Abramzon “Kırgızların Yaratıcılığı”17, “Kırgızlardaki Askerlik Teşkilatının ve Tekniği11 Bak. Kanıkey’in Comogu, Manas Serisi, Sayakbay Karalayev’in Varyantına Göre, Basıma Hazırlayan I. Abdırahmanov, Frunze 1941. 12 Bak. Manastın Balalık Çagı, Manas Serisi, Sagımbay Orozbakov’un Varyantına Göre, Basıma Hazırlayan I. Abdırahmanov, Frunze 1940. 13 Bak. Alooke Kan, Manas Serisi, Sagımbay Orozbakov’un Varyantına Göre, Basıma Hazırlayan I. Abdırahmanov, Frunze 1941. 14 Bak. Makel Döö, Manas Serisi, Sagımbay Orozbakov’un Varyantına Göre, Basıma Hazırlayan I. Abdırahmanov, Frunze 1941. 15 Bak. Ürgönç, Manas Serisi, Akmat Rısmendeyev’in Varyantına Göre, Basıma Hazırlayan I. Abdırahmanov, Frunze 1941. 16 Bak. Semeteydin Bukardan Talaska Kelişi, Manas Serisi, Bayımbet Abdırahmanov’un Varyantına Göre, Basıma Hazırlayan I. Abdırahmanov, Frunze 1941. 17 Bak. S. M. Abramzon, Tvorçestvo Kirgizkogo Naroda, Soviet Etnografiya, 1940. Kardeş Kalemler Haziran 2008 92 nin Özellikleri”18, “Manas Destanı’nın Etnografik Muhtevası” adlı çalışmalarında Kırgızların geleneklerini, âdetlerini ve asker toplum döneminde kullandıkları hukuk kurallarını, yağmacılara karşı mücadeleleri, giyimleri, günlük hayattaki araç-gereçlerini araştırmacı destandan çıkarmıştır. Abramzon, araştırmalarında, Kırgızların Orta Asya ve Güney Sibirya halklarıyla etnogenetik, tarih ve sosyokültürel bağları konuları üzerinde özellikle durmuştur. Ayrıca 1926-1955 yılları arasında Kırgızistan’da yapılan çalışmalara çok büyük katkıları olmuştur. Abramzon, çalışmalarında sık sık komünizmi övmüş ve Kırgızların komünizm sayesinde medenî bir halk olmaya başladıklarını söyleyip yazmışsa da, devrin Kırgızistan Komünist Partisi birinci sekreteri T. U. Usubaliyev tarafından Kırgızları ve Kırgız kültürünü bilim âlemine yanlış tanıttığı için sert bir dille eleştirilmiştir. Usubaliyev’i takip eden tarihçilerden K. K. Orozaliyev, S. İ. İlyas ve A. G. Zima da, onu, parti karşıtı çalışmalar yapmakla suçlamışlardır. Çünkü onlara göre, boyların-urukların ve halkların sosyo-kültürel yapılarını, geçmişlerini incelemek, gençlerin Sovyet vatandaşı olmalarını engelleyici bir faktördür. Abramzon’a göre Çarlık Rusya’sı, Rus olmayan milletleri Ruslaştırma siyaseti yapıyordu. Ancak aynı Abramzon şunları da yazarak kendisiyle çelişkiye düşer: “Ekim İhtilâliyle geleneksel Kırgız ailesi yeni sisteme ayak uydurmaya başlamıştır. Ekim İhtilaliyle Kırgızların geleneksel çocuk yetiştirme anlayışlarının yerini, Rus kültürü almaya başlamıştır. Böylece Kırgız köylerinde Sovyet ailesi oluşmaya başlamıştır. Gençler Rusça öğrenmeye çok çaba harcıyorlardı. Bazıları arkadaşları ve tanıdıklarıyla Rusça mektuplaşıyorlardı. Ekim İhtilâli Kırgız hayatını kökten değiştirdi. Sosyalist düzen çağdaş Kırgız hayatını ortaya çıkarmıştır. Şüphesiz Ekim İhtilâli Kırgız ekonomisine önemli katkılar yapmıştır. Çünkü bunun örneklerini, çeşitli şehirlerdeki fabrika kalıntılarından anlıyoruz.”19 Bütün Avrupa’yı derinden etkileyen ve 1939’da patlak veren İkinci Dünya Savaşı, 18 Bak. S. M. Abramzon, Çertı Voennoy Organizatsii i Tehniki u Kirgizov, AN SSSR, Frunze 1944. 19 Zekeriya Karadovut, Mustafa Aksoy, “Kırgız Gelenekleri ve Abramzon”, ??? Kardeş Kalemler Haziran 2008 Sovyetler Birliği’nde sosyal bilimlerin bütün dallarında olduğu gibi folklor çalışmalarına ve halk edebiyatı ürünlerine de yeni bir boyut kazandırmıştır. Bu durum Sovyetler Birliği içinde yer alan Türk boylarının folkloruna yeni bir bakış açısı getirmiştir. Bu dönemde propaganda konuları değişmiş, Nazilere karşı savaşan askerleri motive etmek amacıyla halk şairlerinden vatanseverlik ve kahramanlık temalarının öne çıkarıldığı destan geleneğine bağlı olarak oluşturulan destanlar ve bunlara benzetilerek üretilmiş destanlar derlenmeye başlanmıştır. Bu dönemde halk edebiyatı ürünleri socialist realizm (toplumcu gerçekçilik) anlayışı ile üretilmeye başlanmıştır. Savaş süresince halk edebiyatı ürünlerinde rejimin ideolojisinden ziyade kahramanlık ve vatanseverlik motifleri ön plana çıkartılmıştır. Bu dönemde Sovyet Patriotizm’i (Sovyet Vatanseverliği) icat edilmeye çalışılmıştır. Özellikle büyük destan kahramanlarının vatanseverlikleri değerlendiren çalışmalar yapılmıştır. Bu amaçla yapılan çalışmalara örnek olarak 1942 yılında Türkmenistan’da yayımlanan Dede Korkut, Yusuf – Ahmet, Köroğlu destanları20; Kırgızistan’da Rahmatulin’in, “Uluu Patriot Ukmuştuu Manas (Büyük Vatansever Manas)” adlı kitabı gösterilebilir. Bunların yanı sıra destan kalıpları içerisinde şiirler yazılmış ve bu şiirlerde askerler destan kahramanları ile özdeşleştirilmiştir: Alıp – Manaş baatırdıy Alıp-Manaş bahadır gibi Öştüge kilebes katu bol! Düşmana acıma sert ol! Altay – Buuçay baatırdıy, Altay-Buuçay bahadır gibi Ölbös möñkü iydelü bol! Ölümsüz ebedî güçlü ol!21 ... Almambettey aybattuu Almambet gibi heybetli Çolponbay çıktı kırgızdan. Colponbay çıktı Kırgız’dan. Külçorodoy küülöngön Külçoro gibi kükreyen Düyşönkül çıktı kırgızdan. Düyşöngül çıktı Kırgız’dan Kocoçaştay közgö atar Kocoçaş gibi gözden vuran Mergen çıktı kırgızdan. Nişancı çıktı Kırgız’dan.22 1950’li yıllar büyük Türk destanlarına(Dede Korkut, Alpamış, Manas Destanı...) halkçı olmadıkları için, daha doğru bir ifadeyle Pantürkist ve Panislamist ideolojileri ihtiva ettikleri iddiasıyla yapılan karalama kampanyalarının yaşandığı bir dönemdir. Bu dönemde Sovyet Bilimler Akademisi, Yazarlar Birliği üyeleri 20 Özkan, a.g.e., s. 172. 21 İbrahim Dilek, Altay Türkleri Edebiyatı, Türk Dünyası El Kitabı, IV. C., Ankara 1998, s. 451-483. 22 C. Taştemirov, S. Zakirov, Kırgız Elinin Oozeki Çıgarmaçılık Tarıhının Oçerki (Kırgız Halkının Sözlü Edebiyatının Tarihine Bakış), İlim Basması, Frunze 1973, s.659. 93 söz konusu destanları mercek altına almış ve büyük bir titizlikle destanlardaki hakim ideolojiye ters düşünceler taşıdıklarına inanılan unsurlar(Panislamist ve Pantürkist) ayıklanmıştır. Bu çalışmalar sonucunda harmonize metinler ortaya çıkarılmıştır. 1952 yılında Manas Destanı ile ilgili büyük bir konferans düzenlenmiş ve bu konferansta destanın halkçı unsurlar taşıyıp taşımadığı tartışılmıştır. 6–10 Haziran 1952 tarihinde toplanan konferansta, belirlenen bilim adamlarının ve yardımcılarının hazırladıkları raporlar doğrultusunda konferansın en önemli meselesi, destanın halkçı olup olmadığı konusunda yoğunlaşmıştır. Bu konudaki raporlar iki grupta toplanmıştır: 1. Destanın halkçılığı hakkındaki raporlar 2. Manas Destanı’nın varyantlarından tanzim edilmiş yeni bir metnin (Kurama Varyant) hazırlanması gerektiği konusundaki raporlar23 Konferanstan çıkan önemli kararlardan biri de Manas Destanı’nın çeşitli varyantlarından müteşekkil yeni bir Kurama Varyantı’nın oluşturulmasıdır. Bu doğrultuda 1958 yılında Kurama Varyant hazırlanarak yayımlanmıştır. Sagımbay’ın varyantında Türkler’den oluşan ordu Pantürkist unsur olarak algılandığı için rejim tarafından Kurama Varyant’ta dağıtılmıştır. Söz konusu varyant her ne kadar şiir estetiği açıdan bazı bilim adamları tarafından beğeni kazanmışsa da sonuçta bir folklor metni olmaktan çıkmıştır. Çünkü söz konusu eser sistem tarafından oluşturulan bir heyet tarafından hazırlanmış ve çeşitli manasçıların varyantlarından ayıklamalar yapılarak oluşturulmuştur. Söz konusu konferansın bizim için asıl ilgi çekici yönü bir folklor metninin sisteme adapte edilmesi için bu kadar büyük bir tartışma konusu olmasıdır. Fakat aradan geçen zaman baskıcı bir rejimin bile bir folklor metnini tamamen değiştiremeyeceğini ortaya koymuştur. 1991’den sonra Manas Destanı üzerine yapılan çalışmalarda hiç şüphesiz metnin orijinal olanı araştırmacılar tarafından tercih edilmiş ve bundan sonra da tercih edilecektir. 23 Naciye Yıldız , Manas Destanı (W. Radloff) ve Kırgız Kültürü ile İlgili Tespit ve Tahliller, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Dil Kurumu Yayınları: 623, Ankara, 1995. Ceyhun Atıf Kansu Cad. 45 Sok No:13/2 Balgat –ANKARA Tel: 0.312.287 80 43 Faks: 0.312.287 80 53 e-posta: bilgi@ayb.org.tr Kardeş Kalemler Haziran 2008 KAŞGARLI MAHMUD ULUSLARARASI HİKÂYE YARIŞMASI 94 Avrasya Yazarlar Birliği UNESCO -T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı-TÜRKSOY Doğumunun 1000. Yılı Dolayısı ile 2008 KAŞGARLI MAHMUD YILI KAŞGARLI MAHMUD ULUSLARARASI HİKÂYE YARIŞMASI Türkçenin ilk ansiklopedik sözlüğünü hazırlayan büyük bilgin Kaşgarlı Mahmut’un Doğumunun 1000. Yılı vesilesiyle, Türkçenin değişik lehçe ve şivelerinin konuşulduğu ülkelerde yapılmak üzere bir hikâye yarışması düzenlenmiştir. Yarışma, “UNESCO 2008 Kaşgarlı Mahmut Yılı” programı kapsamında Türkçe konuşan bütün ülkelerde eş zamanlı olarak yürütülecektir. “Kaşgarlı Mahmut Uluslararası Hikâye Yarışması”, Avrasya Yazarlar Birliği’nin eşgüdümünde, Azerbaycan, Balkanlar (Batı Trakya, Bulgaristan, Kosova, Makedonya, Romanya) Başkurtistan, Çin, Gagauz Yeri, Irak, İran, Kazakistan, Kırım, Kırgızistan, KKTC, Özbekistan, Tataristan, Türkiye, Türkmenistan, Çuvaşistan, Sibirya (Hakasya, Yakutistan, Altay, Tuva) ülke ve bölgelerinde bulunan edebiyat dergileri veya yazarlar birliklerinin işbirliği ile gerçekleştirilecektir. Kaşgarlı Mahmut Uluslararası Hikâye Yarışması birinci kademe değerlendirmeleri, 17 jüri ile yapılacaktır. Avrupa’da ve diğer ülkelerde yaşayan Türkler, Türkiye jürisine, diğer lehçeleri konuşanlar ise dünyanın hangi ülkesinde yaşarlarsa yaşasınlar, hikâye yazdıkları lehçenin jürisine müracaat edebileceklerdir. Ayrıca, yarışmaya katılmak için, hikâye yazarının ana dilinde yazması gerekmemektedir; Türk dilinin her hangi bir lehçesini sonradan öğrenenler de kendi yazdıkları lehçenin jürisi aracılığı ile yarışmaya müracaat edebilirler. Dolayısı ile, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın, Kaşgarlı Mahmut Uluslararası Hikâye Yarışması’na katılmak isteyen, Türk dilinin herhangi bir lehçesini bilen herkese yarışma açıktır. Her ülkede, belirtilen dergiler, birlikler aracılığı ile yarışmanın duyuruları yapılacak, jürileri teşekkül ettirilecek, dereceye girenler belirlenecek ve ödül törenleri yapılacaktır. Ülkesel derecelendirmelerde ilk üç dereceye girenlere ödül verilecektir. Ayrıca, bir esere mansiyon verilecektir. Ülkelerde dereceye girenler belirlendikten sonra, her bölgenin birincileri arasında, uluslararası bir jürinin yeni bir değerlendirmesi ile UNESCO 2008 Kaşgarlı Mahmut Yılı Kaşgarlı Mahmut Uluslararası Hikâye Yarışması dereceleri açıklanacaktır. Uluslararası değerlendirmede ilk üç ve üç mansiyon ödülü verilecektir. Kardeş Kalemler Haziran 2008 KAŞGARLI MAHMUD ULUSLARARASI HİKÂYE YARIŞMASI KAŞGARLI MAHMUD ULUSLARARASI HİKÂYE YARIŞMASI 95 Hikâyelerin uluslararası değerlendirilmesinde şu yol takip edilecektir: 17 jüride dereceye giren birincilerin hikâyeleri, Türkiye Türkçesine çevrilecek ve yarışmanın yapıldığı değişik ülkelerden Türkiye Türkçesi bilen yazarlar arasında kurulacak uluslararası jüri tarafından değerlendirme yapılacaktır. Kaşgarlı Mahmut Uluslararası Hikâye Yarışması Konu : “Serbest” Türkiye’de Son Teslim Tarihi: 30 Ekim 2008 Türkiye Derecelerinin Açıklanması: 30 Kasım 2008 Türkiye Türkçesi ile Yazılmış Hikayelerin Gönderileceği Adres: Avrasya Yazarlar Birliği Ceyhun Atıf Kansu Cad. 45. Sokak 13/2 Balgat- Ankara TEL: +90 312 287 80 43 www.ayb.org.tr www.kasgarlimahmut.org e-posta: km1000hy@gmail.com Türkiye Ödülleri Birinciye : 500 EU İkinciye : 300 EU Üçüncüye : 200 EU Mansiyon : 100 EU JÜRİ 1. Emir Kalkan 2. Osman Çeviksoy 3. Aysun Demirez Güneri 4. İmdat Avşar 5. Hüseyin Özbay YARIŞMA ŞARTNAMESİ 1. Yarışmaya katılacak eserler belirtilen adreslere elden, e posta veya posta yolu ile teslim edilecektir. 2. Yarışmaya katılacak olan eserlerin daha önce hiçbir yarışmada ödül almamış ve herhangi bir yerde yayımlanmamış olması gerekmektedir. 3. Hikâye konusu serbesttir. 4. En çok iki ayrı hikâye ile katılmanın mümkün olduğu yarışmada, gönderilecek hikâyelerin her birinin en az 300 (üç yüz) en çok 35.000 (otuz beş bin) kelimeden oluşması gerekmektedir. 5. Yarışmaya gönderilecek hikâyelerin üzerinde sadece rumuz bulunacaktır; rumuz dıKardeş Kalemler Haziran 2008 KAŞGARLI MAHMUD ULUSLARARASI HİKÂYE YARIŞMASI KAŞGARLI MAHMUD ULUSLARARASI HİKÂYE YARIŞMASI 96 şında yarışmacının kimliğini belirten her hangi bir işaret bulunması halinde hikâye yarışma dışı bırakılacaktır. 6. Yarışmacı, kimliğini, açık adresini ve biyografisi ile birlikte 1 adet fotoğrafını ayrı bir zarfa koyarak üzerine sadece rumuzunu yazıp, hikâyenin yer aldığı büyük zarfın içine koyacaktır. 7. Bilgisayarla 12 punto olarak yazılacak hikâyeler, 6 nüsha olarak gönderilecektir. Ayrıca, daha sonra dereceye giren hikâyeler kitaplaşacağı için, word formatında hazırlanacak hikâye dosyası, CD veya diskete yüklenerek hikâye nüshalarının gönderileceği zarfa konacaktır.. 8. Yarışmaya katılan hikâye metinleri, kesinlikle geri verilmeyecek ve metin sahibi, bu konuda hiçbir hak iddia edemeyecektir. 9. Yarışmada ödül kazanan eserlerin her türlü hakları, Avrasya Yazarlar Birliği Derneği’ne ait olacaktır. Kaşgarlı Mahmut Uluslararası Hikâye Yarışması Uluslararası Değerlendirme Jürisi 1. Azerbaycan : Anar 2. Balkanlar : Zeynel Beksaç 3. Irak : M. Ömer Kazancı 4. Kazakistan : Fadıl Ali 5. Kırgızistan : Egenberdi Askarov 6. Özbekistan : Tahir Kahhar 7. Türkiye : Ali Akbaş 8. Türkmenistan: Oraz Yağmur 9. Uygurlar : Yusupcan Yasin Uluslararası ÖDÜLLER Birinciye : 6.000 EU İkinciye : 4.000 EU Üçüncüye : 2.000 EU Üç Mansiyon : 1.000 EU Uluslararası ödüller Ankara’da basın toplantısıyla açıklanacaktır. ÖNEMLİ NOT: Türkiye Türkçesinden farklı lehçelerle yazılan hikayeler, eğer kendi lehçe jürilerine ulaştırılamaz ise Avrasya Yazarlar Birliği’ne veya km1000hy@gmail.com adresine gönderilebilir. Bu durumdaki hikayeler AYB tarafından ilgili jüriye ulaştırılacaktır. Kardeş Kalemler Haziran 2008 KAŞGARLI MAHMUD ULUSLARARASI HİKÂYE YARIŞMASI