Mart 2014
Transkript
Mart 2014
04 ÖYKÜ Kaya Genç Bir öykücü olarak Herman Melville 16 TARİH Ömer Ayhan 08 Münevver Ayaşlı’dan ‘edep’ kitabı Ahmet Doğru 17 Necati Tosuner’den Korkağın Türküsü Ali Emin Tunç Şairler ve yazarlar nasıl çalışır? Edebiyat tarihinde iz bırakan şiirler, öyküler, romanlar hangi koşullarda yazıldı? İlginç örnekleri derledik. SAYFA 10 Osman İridağ Avrupalı gözüyle Sultan Abdülhamid 19 ÖYKÜ İnan Çetin Başar Başarır’ın toplu öyküleri 21 FELSEFE Süreyya Su Bir metaforlar kitabı: Endişe Nehri Geçiyor 24 ŞİİR Ercan Yılmaz Haydar Ergülen’in şiir günlükleri 38 USTA GÖZÜYLE Recai Güllapdan ve İrfan Külyutmaz Z A M A N G A Z E T E S Ý ’ N Ý N Ü C R E T S Ý Z AY L I K K Ý TA P E K Ý D Ý R . Y I L : 9 S AY I : 9 8 3 M A R T 2 0 1 4 PA Z A R T E S Ý İLLÜ STRASYO N : ZAMAN , O RHAN N ALIN 06 Macar edebiyatının sıra dışı yazarı 4 1 âlim kitap Okul İnsan ve kıymetli âlim Fethullah Gülen Hocaefendi’yi tanıma adına ruh ve gönül dünyamızda farklı pencereler açacak dört eser… • Fethullah Gülen ve Edebiyat • Şiddetsiz Aksiyon • Fethullah Gülen’in Fıkhını Anlamak • Fethullah Gülen’in Sünnet Anlayışı Kulaktan dolma ile kitaptan bilme arasındaki fark “hakikat”tir. Ülkemizin ve dünyanın son yarım asrına ışıktan bir mühür vuran kıymetli âlim Fethullah Gülen Hocaefendi’ye dair hakikatli değerlendirmeler içeren bu eserleri, mutlaka okuyunuz… kitapkaynagi www.kitapkaynagi.com KAP A K 1 0 YAZARLAR NASIL ÇALIŞIR? Sarsıcı bir anne-kız ilişkisi 23 Şairin yazma sevinci 24 Dünya yok az ötede 25 İnsan fikrinin izinde 26 18 Kedi Şiirleri Antolojisi, Türk edebiyatının kedici şairlerini okura tanıtıyor. Yüzyıllar öncesinden günümüze farklı kuşaklardan ve edebiyat anlayışlarından isimlerin ortak noktası, kedi sevgisi. 20 Amerikan bilim çevrelerinin oldukça ilgisini çeken James Gleick’ın yeni kitabı, Enformasyon: Bir Tarih Bir Kuram Bir Tufan ismiyle dilimize kazandırıldı. 22 Amerikalı akademisyen ve çellist Lewis Lockwood’un kaleme aldığı Beethoven adlı biyografi, büyük besteci üzerine yazılmış en kapsamlı ve özgün kitaplardan biri. 28 Sibel K. Türker edebiyata öyküyle başlamış, daha sonra romanlarıyla adından söz ettirmişti. Yazar yeni kitabı Aşkın Kalplerimizdeki Mutat Yolculuğu’yla tekrar öyküye dönüyor. Bilinmeyen yönleriyle 28 Şubat 27 Şehrin ve kaçışların öyküsü 28 Fişleme cumhuriyeti 29 Uyum göstermek mi, yok olmak mı? 30 Sanatın felsefesi üzerine 32 Bediüzzaman ve zamanın hükmü 32 Kâinata müjde olan sözler 34 Kafası karışık sinema 35 Çalışmak şart! E debiyat tarihinde iz bırakan şiirler, romanlar, öyküler hangi koşullarda yazılmıştır? Şairler ve yazarlar nasıl çalışır; ne tür takıntıları vardır, yazı masasına oturmak için günün hangi saatlerini tercih ederler, el yazısıyla mı yazarlar klavyede mi, masa başında kaç saat geçirirler, ilham gelmesini mi beklerler, yürüyüşçü yazarlar kimlerdir, eline kalemi almadan aklına hiçbir şey gelmeyen yazarlar hangileri? Bu gibi sorular okurun daima ilgisini çekmiştir. Mason Currey’nin yenilerde dilimize çevrilen kitabı Günlük Ritüeller, yazarların nasıl çalıştıklarını öğrenmek için iyi bir başlangıç. Kitaptan yola çıkarak edebiyat tarihinden ilginç örnekleri derledik. Bütün örneklerin öğrettiği tek şey var: İyi bir edebi eserin yazılabilmesi için disiplin ve çalışma şart. Macar edebiyatının sıra dışı yazarı László Krasznahorkai, ülkemizde de bir okur kitlesi edinmeye başladı. Yazarın dilimize yeni çevrilen Savaş ve Savaş adlı romanını Ömer Ayhan tanıtıyor. Edebiyatseverleri sevindiren bir başka haber, Necati Tosuner’in yeni romanının yayımlanmasıydı; kitabı Ali Emin Tunç değerlendirdi. Ahmet Doğru’nun tanıttığı Münevver Ayaşlı’nın hatıraları ise kültürümüzün kaybolan güzelliklerini tanımak için iyi bir kılavuz. Özellikle öykü sevenleri mutlu edecek, iyi öykü kitaplarının yayımlandığı bir ayı geride bıraktık. İyi okumalar. ÝMTÝYAZ SAHÝBÝ: FEZA GAZETECÝLÝK A.Þ. GENEL YAYIN MÜDÜRÜ: EKREM DUMANLI Genel YayIn Müdür YardImcIsI: MEHMET KAMIÞ Genel YayIn EdÝtörü: ALÝ ÇOLAK EdÝtör: CAN BAHADIR YÜCE Görsel Yönetmen: FEVZÝ YAZICI Sayfa TasarIm: YUNUS EMRE YILDIRIM Sorumlu Müdür ve YayIn SahÝbÝnÝn TemsÝlcÝsÝ: HAYRÝ BEÞER Reklam Grup BaþkanI: MELİH KILIÇ Reklam Grup Baþkan YARDIMCISI: İskender YILMAZ REKLAM Sektör YönetÝcÝSÝ: Cenk AYTUĞU REKLAM SEKTÖREEL YÖNETİCİSİ: Kazım ARSLAN REKLAM SEKTÖREEL UZMANI: MELEK TINMAZ YayIn Türü: YAYGIN SÜRELÝ adres: Zaman GazetesÝ 34194 YenÝbosna-Ýstanbul Tel: 0212 454 1 454 (pbx) Faks: 0212 454 14 96 Reklam Tel: 0212 454 82 47 BaskI: Feza GazetecÝlÝk A.Þ TesÝslerÝ http:// kÝtapzamanÝ.zaman.com.tr E-POSTA: kÝtapzamanÝ@ZAMAN.COM.TR Her ayIn Ýlk pazartesÝ günü yayImlanIr twitter.com/kitap_zamani facebook.com/kitapzamanicom 30 Fransız romancı Gustave Flaubert’in 19 yaşında yazdığı, Türkiye okuru tarafından pek bilinmeyen novellası Kasım, Elif Gökteke’nin titiz ve akıcı çevirisiyle yayımlandı. 33 Amy Mills, Hafızanın Sokakları adlı kitabında Kuzguncuk’un tarihini, kültürünü ve geçirdiği dönüşümü inceliyor. Kitap, semt hakkında basılı kaynak- lar kadar Kuzguncukluların anlattıklarına da yer veriyor. 36 Kitapları Fazla Seven Adam, gazeteci Allison Hoover Bartlett’ın ilk romanı. Kitapları sevdiği için çalan bir kitap hırsızının hikâyesini anlatan eser, başarılı polisiye kurgusu ile dikkati çekiyor. 37 Tanıl Bora ile Ziya Adnan’ın birlikte kaleme aldıkları Kimi Başrol Kimi Karakter: Kulüp Hikâyeleri adlı kitap, Ada futbolundan ülkemize kadar farklı coğrafyalardan anekdotları bir araya getiriyor. ÖYKÜ KÝTAP ZAMANI 3 MART 2014 PAZARTESÝ Verandada gelecek hayalleri Amerikan edebiyatının büyük ustası Herman Melville hayattayken tek bir hikâye kitabı yayımlamıştı. Veranda Öyküleri adlı bu eser ilk kez Melville’in yaşarken gördüğü şekilde çıkıyor karşımıza. 1856 yılında yayımlanan kitapta unutulmaz Melville öyküleri de var, pek tat vermeyen vasat metinler de... VERANDA ÖYKÜLERİ, HERMAN MELVILLE, ÇEV.: ARZU ALTINANIT, ALAKARGA KİTAP, 320 SAYFA, 20 TL Y aşadığı dönemde tek bir hikâye kitabı yayımlamış Herman Melville. Adını da Veranda Öyküleri koymuş. Geçenlerde Arzu Altınanıt çevirisiyle Türkçesi yayımlanan bu kitap dışında bir de Elma Ağacı Masası ve Öteki Eskizler diye bir hikâye derlemesi var Melville’in. Ölümünden 31 sene sonra, 1922’de Princeton Üniversitesi tarafından basılmış. Amerikan edebiyat dünyasının bu büyük yazarı mezarından çıkardığı, “Melville’i diriltme dönemi” diye literatüre geçmiş bir dönemde yayımlanıyor Elma Ağacı Masası. Zamanlama manidar dediğinizi duyar gibiyim. Bir kenara itilmiş, parasız kalmış, unutulmuş bir adamın yaşarken yayımladığı Veranda Öyküleri bir yanda, Elma Ağacı Masası diğer yanda. Elimizdeki kitabı böylesine hüzünlü kılan da bu ikilik zaten. Veranda Öyküleri, 1856 yılında büyük umutlarla yayına hazırlanmış. İçindeki hikâyeleri Türkiyeli yayıncılar geçtiğimiz yıllar boyunca ayrı ayrı kitaplar halinde basmış; altmış yetmiş sayfa uzunluğunda, bir oturmada okunmalık ufak kitaplar bunlar… Veranda Öyküleri, ilk defa şimdi Melville’in yaşarken gördüğü şekilde toplu halde çıkıyor karşımıza. Sayfalarını Nabokov gibi not vererek karıştırınca “A” alacak kadar iyi hikâyelere de (“Bartleby” mesela), bırakın “A”yı, “C”ye layık olmak için birkaç fırın ekmek yemesi gerekenlere de rastlıyoruz (Nabokov’a hafakanlar basmış hissi veren türdeki alegorik hikâyeleri kastediyorum). Yine de Veranda Öyküleri’nin yayımlanış hikâyesi o kadar dokunaklı ki, insanın içi Melville’in yazdığı en iyi paragraflardan bazılarını da, pek bir tat vermeyenleri de bulabileceğiniz bu kitabı koruma isteğiyle doluyor. 30’lu yaşlarında yazdı foyası meydana çıkan Babo’nun başına gelenleri, Cereno’nun bu yaşananlar karşısında hissettiklerini anlatıyor. Bir sayfası mahkeme tutanağı, diğeri macera romanı görünümündeki böyle bir hikâyenin yanında “Bartleby” ile karşılaşmak tabii ki şaşırtıyor insanı. Bakmayı bilen gözler için Kitab-ı Mukaddes göndermeleri de var hikâyede, modern New York’un bir tablosu da. Ama biçimsel olarak diğer hikâyelerin aksine bir sadelik hâkim. Wall Street’te bir hukuk bürosu sahibi anlatıcımızın duru sesinden dinliyoruz ofise alınan yazıcı Bartleby’nin öyküsünü. Bu çalışkan elemanın günlerden bir gün anlatıcının kendisine verdiği bir kopya etme işini yapmamayı tercih ettiğini, diğer sorumluluklarından birer birer kendini kurtardığını, nihayetinde büroda durmak dışında hiçbir şey yapmadığını okuyoruz. KAYA GENÇ Melville değerli kitaplar, herkesin hayranlık duyacağı romanlar ve hikâyeler yazmak istemiş. Lakin iyi bir kitap yazmakla para kazanmak arasında doğru orantı olmadığını görmüş. Hatta ters bile olabiliyormuş bu orantı: Çıtayı ne kadar yükseltirse o kadar büyük bir sessizlikle karşılanıyormuş hikâye ve kitapları. Sevgili ahbabı Nathaniel Hawthorne’a ithaf ettiği Moby-Dick yayımlandığında 32 yaşında olan Melville, ne beklediği üne ve Herman Melville (1819-1891) paraya kavuşmuş ne de eleştirmenlerin övgülerine mazhar olabilmiş. London Athenaeum’da yayımlanan bir yazıda Melville’in İngilizcesi “kötü değil de delice” diye tarif ediliyormuş mesela (“mad rather than bad”). Moby-Dick’in bugün hayranlıkla okuduğumuz, farklı üslupları, yazım tarzlarını ve edebi türleri bir araya getiren ansiklopedik yapısı pek çok kişiye tuhaf gelmiş; ondan beş sene sonra, 1856’da yayımlanan kitabı Veranda Öyküleri ise 30’lu yaşlarının ortasındaki parasız Melville için Beckett’ın “yine dene, yine yenil, daha iyi yenil” düsturunun bir sağlaması gibi olmuş. Eleştirmenler yine sevmemiş yazdıklarını. Okurlar yine satın almamış. Edebiyat âleminde yine yer yerinden oynamamış. Veranda Öyküleri’nin tuhaf bir yapısı var. Tek bir tema yok kitapta. O yüzden de içindeki hikâyelere tek bir çerçeve çizmek kolay değil. “Efsunlu Adalar” başlıklı hikâye mesela: Her biri Edmund Spenser’ın dizeleriyle başlayan on tane eskizden oluşuyor. Bize kâh Galápagos Adaları’nı anlatıyor, kâh oradaki kaplumbağaları. Kâh oraların nasıl keşfedildiğini resmediyor, kâh vaktiyle adalara uğramış bir gemiyi. Bir National Geographic makalesinden alınmış da olabilirdi bu derken Melville uzaktan kumandanın durdurma düğmesine basıyor ve bizi hop diye Hıristiyan mitolojisine götürüveriyor. Sonra bir de bakmışız, Peru’nun bağımsızlık savaşının ortasındayız. “Efsunlu Adalar”ı okuma deneyimi, bu nedenle gerçekten de efsunlu bir yolculuğu getiriyor akla. Bir baş dönmesi ve merkezsizlik hissiyle okuyoruz hikâyeyi. Deniz meraklıları için “Benito Cereno” ise daha derli toplu bir hikâye. Vaktiyle tiyatroya da uyarlanmış. Gemicilik, deniz, isyan hikâyelerine meraklı olanlar için güzel bir keşif. Geçenlerde sinemalarda gösterilen Tom Hanks’li Captain Phillips’i beğenenler için de. Hikâyenin kahramanı Kaptan Delano, günlerden bir gün San Dominik isimli tuhaf bir gemiye rastlıyor. İspanyol gemisinin kaptanı, Don Benito Cereno adlı bir arkadaş. Lakin Cereno’nun kafasında bir tuhaflık var. Konuşması, hali tavrı, bakışları filan bir garip. Delano bu tuhaflığın ne olduğunu çözmek için kafa patlatıyor, bir yandan da gemiyi inceleyip San Dominik’in yaşadıklarını dinliyor. Cereno’nun kişisel kölesi olduğunu söylediği Babo, bir an olsun efendisinin yanından ayrılmıyor. Cereno mütemadiyen fenalaşır, baş dönmesi sonucu dengesini yitirir ve kendinden geçerken Babo hep yanında. Delano zamanla anlıyor ki kendi önüne çıkmasından evvel gemide bir isyan yaşanmış; Babo, Cereno’yu esir almış; adamın sıkıntılı hallerinin açıklaması da buymuş… Melville burada durmuyor, bizi hikâyenin devamına götürüyor, 4 Bartleby’Yİ farklı kılan ne? Pek çok genç insan tanıdım, Bartleby’nin hayatta en çok sevdikleri edebi karakter olduğunu söylediler bana. Bir önceki kuşak, Gonçarov’un Oblomov’unu okumuş, bu Rus kahramanın hareketsizliğini, ‘Oblomovluk’ denilen davranışını hayattaki temel konulardan biri olarak görmüştü. Bizim edebiyatımızda Oğuz Atay’ın Turgut Özben’inin oynadığı rol de belki benzer mahiyetteydi. Oblomov veya Özben’e kıyasla bugün insanlar Bartleby’de daha çok şey buluyorsa bunun nedeni hiçliğin, zengin insanların tembelliğinden de entelektüellerin kararsızlık ve harekete geçememe sıkıntılarından da daha sahici bir şey olması belki de. Belki kitaptaki asıl güzel hikâye, “Bartleby” kadar güzel ama hiç bilinmeyen hikâye ise en baştaki “Veranda” hikâyesi. Anlatıcı kır evinde yaptırdığı verandadan hayata baktığında onu büyüleyen bir manzara görüyor. Bu hikâyede anlattığı ev, Massachusetts’te bulunan ve 31 yaşındayken taşındığı evdi Melville’in. Verandayı taşınmasından bir sene sonra yaptırmıştı. Kitabı okurken yazarı bir günbatımında verandasından manzaraya, hayata, kendi geleceğine bakarken hayal ettim. Korunmasızdı, parasızdı ve kimse tarafından umursanmıyordu ama Melville hayatının geride kalan 40 senesinde yazmaya devam edecekti. Nedir diye soranlara duyurulur, yazarlık işte böyle bir şeydir. ROMAN KÝTAP ZAMANI 3 MART 2014 PAZARTESÝ Dünya: Kesintisiz bir kıyamet Macar edebiyatının güçlü ismi László Krasznahorkai’nin kendine özgü bir üsluba sahip, uzun cümlelerden oluşan Savaş ve Savaş adlı romanı dilimizde yayımlandı. Çok karamsar metinler kaleme alan Krasznahorkai, bugüne ait temaları işlemese de yaşadığı çağın farkındalığıyla yazan, gerçek anlamda çağdaş bir yazar. SAVAŞ VE SAVAŞ, LÁSZLÓ KRASZNAHORKAI, ÇEV.: GÜN BENDERLİ, CAN YAYINLARI, 320 SAYFA, 22.50 TL FOTO ĞRAF: Hart wig Kla p p ert M ÖMER AYHAN acar edebiyatı da tıpkı Türkçe edebiyat gibi sınırlı sayıda çevirmenle dünyaya açılabiliyor. Bu duruma bir de yayıncı ve okur önyargısı eklenince başka dillerde buluşmalar gecikebiliyor. László Krasznahorkai, adının yazılışı ve telaffuzuyla bile yabancı yayıncıları ve okuru ürkütebilir, ama işte talih rüzgârı birdenbire ‘doğru’ yönde esmeye başlayınca, altmışına merdiven dayamış bir yazar, sonunda dünya edebiyatında çok tartışılan, günden güne yeni hayranlar edinen bir fenomene dönüşebiliyor. Susan Sontag, Gogol ve Melville’le kıyaslanabilecek ölçüde büyük bir yazar olduğunu söylemiş ancak Krasznahorkai, yaşadığı çağın farkındalığıyla yazan, gerçek anlamda çağdaş bir yazar. Dolayısıyla akla daha ziyade günümüz yazarlarını getiriyor. Oysa Savaş ve Savaş adlı romanı geçtiğimiz günlerde dilimizde yayımlanan yazarın temalarının yeni olduğu söylenemez. Bir elyazmasının TUHAF hikâyesi Macaristan’da, başkente yakın bir kasabada arşivci olarak çalışan György Korin, İkinci Dünya Savaşı’na ait belgelerin arasında bir elyazması keşfeder. Yazarı belli olmayan elyazmasındaki hikâye Korin’i hayatını değiştirecek ölçüde etkiler. Evi dâhil elinde avucunda ne varsa elden çıkaran Korin çılgınca bir fikre kapılır. Arşivden yürüttüğü elyazmasıyla dünyanın merkezi olduğunu düşündüğü New York’a gidecek ve belgeyi ebediyete iletebilmek için noktasına virgülüne varasıya internete geçirecektir. Lanetli bir epiphany (aydınlanma) anıdır Korin’in yaşadığı. Aslında çoktan kanıksadığımız yüzlerce kuraldan başka bir şey olmayan gündelik hayata sırt çeviren ve çılgın damgası yiyen Korin’in başından geçenlere elyazmasındaki akıl almaz hikâye eklendiğinde, neden gemileri yaktığını yavaş yavaş anlamaya başlarız. Elyazmasında, zamanda yolculuk yapan dört arkadaş (Kasser, Bengazza, Felker ve Toot) ilkin milattan önce yara geçirirken, bir yandan da hikâyeyi tercümanın kız arkadaşına anlatmaya başlar. Ne var ki bir tür sağırlar diyaloğudur bu. Korin İngilizce bilmez, kadın da Macarca. Zamanla birbirlerini çok az ortak sözcük ve vücut diliyle anlayabildikleri tuhaf bir iletişim başlar aralarında. Korin’in bir taksinin camından New York’u ilk görüşü de gizemlerle doludur. Elyazmasında okuduklarının gerçek manasının bu gökdelenlerle dolu şehirde olduğunu hisseder. Şehirde saatlerce dolaşır, etrafına dikkatle bakar ama uzun süre önünde duran gerçeği göremez. Elyazmasındaki hikâyeyle kendi yaşadıklarını ve şehrin kaotik mimarisini birleştirebildiğindeyse yolculuk kaçınılmaz biçimde yön değiştirir. Krasznahorkai hikâye içinde hikâye anlatmayı seviyor, elyazmasından kendi hikâyesine, oradan tercümanla kız arkadaşının hikâyesine, sonra bir başkasına o kadar sağlam geçişler yapıyor ki, evini vitrin mankenleriyle dolduran umutsuz bir âşıktan şehirde tutunabilmek için her türlü yola başvuran yabancılara, şiddete boyun eğen çaresiz 1400’lerde Girit’te karşımıza çıkar. Bir başka hikâyede 19’uncu yüzyılda Köln’de büyük katedralin inşasına tanıklık ederler, Britanya’da inşa edilen Hadrian (Roma) Duvarı’na da ‘ışınlanan’ dört arkadaşın yolu 1493’te Cebelitarık’a düşer. Krasznahorkai, çok sık kullanılan bir klişeye yaslanarak söyleyeyim, adeta kanıyla yazan bir yazar, fantastik edebiyatın popüler kanadıyla karıştırılabilecek bir temayı ele aldığının da elbette farkında. Savunması ise o uzun cümlelerinde gizli: “...bir bu eksikti, bir tane daha, bir çağdan başka bir çağa geçiş, yani, neden amatör hayal gücünün yarattığı bu türden oyunların artık bıkkınlık verdiğini düşünmezler ki, demiyor insan, hayır, okurken kesinlikle böyle demiyor insan... başka türlü olamazdı...” Savaştan geriye kalan Elyazmasındaki hikâye Korin’in yolunu ilkin New York’a düşürür. Kahramanımız Macar bir tercümanın evinde kalmaya ve bir yandan elyazmasını bilgisa- 6 kadınlardan diğer insanlarla ilişki kurmaktan kaçınan yalnızlar kafilesine, ileri kapitalizmin açtığı yaraları iliklerinizde hissediyorsunuz. Elyazmasındaki dört karakterin zamanda yolculuğu hep aynı şekilde başlayıp sona eriyor. Dünyayı değiştirmeye dönük ümitler, savaştan, insana özgü o benzersiz şiddetten kaçma girişimleriyle sonuçlanıyor her defasında. Yazarın meseleleri eski demiştim, eski ama hâlâ eskimemiş, insan var olduğu sürece de eskimeyecek. Sözgelimi, elyazmasında M. S. II. yüzyılda geçen hikâyede “...ister Londinium’da ister İskenderiye’de Tarraco’da, Germanya’da ya da ölümsüz Roma’da olup biten hiçbir şeyin karanlıkta kalmaması için her şeyi ve herkesi mükemmelen denetleyen, ölümsüz Hadrianus’un hizmetindeki gizli sistem” yolumuzu dosdoğru Orwell’ın 1984’üne, zıtlıklar içeren Venedik tasvirleri ve iyilikle kötülüğün aynı kapta buluşması (“...mermer ve küf, şaşaa ve çürüme, altın ışıklı lal ve kurşunî loşluk...) başta Hesse’ninkiler olmak üzere birçok farklı romana çıkarıyor. Korin’in New York’taki yalnızlığını ve kentle kurduğu karmaşık ilişkinin benzerini Paul Auster’ın Cam Kent’inde de görürüz. Yazarı özgün kılan dil Peki, yazarı biricik kılan nedir? Krasznahorkai bütün bu temaları benzersiz bir üslupla anlatıyor. Romanı kısa kısa bölümlerden oluşturmuş. Gelgelelim her bölüm sayısız virgül ve noktalı virgülle uzayıp gidiyor. Cümlelerin sayfalarca sürmesi gözünüzü korkutmasın. Aslında birçok küçük ara cümleden meydana gelen görkemli bir ağ kurmuş yazar. Dolayısıyla Savaş ve Savaş için okuru zorlamayan, etkileyici, hatta paranoyakça bir dil şöleni diyebiliriz. László Krasznahorkai, edebiyatın belkemiğinin dil olduğunu gösteren ve dili kullanma biçimiyle okuru büyüleyen bir yazar. Ne var ki, hep kıyamet gününden bahsediyor bize, savaş ve savaş, diyor, kesintisiz bir kıyameti yaşadığımızı söylüyor. Peki ama, bu karamsar yazarın haksız olduğunu söyleyebilir miyiz? Eco ortaçağı “aydınlatıyor.” 2500. Kitap ECO ILAN.indd 1 27.02.2014 17:33 KÝTAP ZAMANI İlla edep, illa edep... HATIRA 3 MART 2014 PAZARTESÝ “Osmanlı için en kolay ve tabii olan şey edepli, terbiyeli ve nazik olmaktı. Kaba olmak, nâdân ve terbiyesiz olmak hatıra bile gelmezdi.” diyor Münevver Ayaşlı, Edep Yâ Hû adlı kitabında ve zengin hatıralar eşliğinde bu edepten örnekleri anlatıyor. EDEP Y HÛ, MÜNEVVER AYAŞLI, TİMAŞ YAYINLARI, 216 SAYFA, 14.50 TL M AHMET DOĞRU ünevver Ayaşlı’nın Edep Yâ Hû adlı kitabı Timaş Yayınları tarafından yeniden okura sunuldu. Günümüz nostalji meraklılarının hat levhalarından tanıdığı “edep yâ Hû” ifadesine pek bir kıymet atfediyor, Osmanlı’dan cumhuriyet dönemine intikal etmiş, vefat ettiği 1999 yılına kadar yalısında payitaht İstanbul’unun hatıralarıyla gün geçirmiş bu “münevver” hanımefendi. “Vaktiyle ‘teşrifat’ denilen resmî protokol, bizim medeniyetimizin yani İslam-Türk, kısacası Osmanlı medeniyetinin terbiyesini teşkil eden temel kaide ‘Edep Yâ Hû’ idi.” diyor. Yunus’un “Ehl-i diller arasında aradım kıldım taleb/ Her hüner makbûl imiş, illâ edeb, illâ edeb” diye övdüğü edebi de bu çerçevede tarif ediyor: “Edep, ‘edep yâ Hû’ ihtarına muhatap olmamaktır.” Saray İstanbul’unu gördü Münevver Ayaşlı, ucundan kıyısından da olsa Devlet-i Aliyye’ye yetişmiş. Selanik’te, türküsünde “Selanik içinde selâ okunur/ Selamın sedası câna dokunur” denilen Osmanlı Selanik’inde dünyaya gözlerini açmış. Üç yaşında iken İstanbul’a gelmiş. Babasının askerliği münasebetiyle bir kısmı bugün hudut haricinde kalan farklı şehirleri gezmiş. Avrupa-i Osmanî dediği Rumeli’ni, Osmanlı’nın uzak diyarlarını, sarayın, saraylıların, saray terbiyesinin mevcut olduğu İstanbul’u görmüş. Sadullah Paşazade Nusret Ayaşlı ile evlenmiş. Sadullah Paşa Yalısı’na gelin olmuş. Bu sayede Bayramî Melâmilerinin büyüklerinden Bünyamin-i Ayaşî Hazretleri’nin sülalesine dâhil olan Münevver Ayaşlı, yazar, çizer, şiir söyler kimselerden pek çoğuyla yakın dostluklar kurmuş. Serapa edep timsali insanları, cemiyetin her tabakasına sirayet etmiş üstün ahlâkın, asırlar boyu süzülüp gelen asaletin numunelerini görüp aralarında yaşamış. Edep Yâ Hû’da anlattıkları, bugünkü nesilden pek çokları için sanki başka bir dünyadan sesleniyor. Lafza-yı Celâl’e hürmetkârlık Louis Massignon’dan bir alıntı yapıyor Münevver Ayaşlı: “Öyle Müslüman kızları bilirim ki Lafza-yı Celâl’i söyledikleri zaman hicaplarından yüzleri kızarır, önlerine bakar ve ancak öyle Allah diyebilirler.” Ayaşlı, kendisi de bu müşahedeyi tasdik ediyor; çocukluğunda, gençliğinde Müslüman kızlarının hep böyle olduğunu, hatta yalnız kızların değil hiç kimsenin günlük konuşmalarında Münevver Ayaşlı (1906-1999) mekânları tarif ediyor. Yazarın, bilhassa saray edebi, saray hayatı, saray sofrası hakkında anlattıkları, başka yerde rastlanması pek mümkün olmayan bilgiler. Zira ekseriyetini hanedan mensubu ya da Osmanlı ricali dostlarından bizzat dinlediği, şahit olduğu hatıralar oluşturuyor. Ayaşlı, saraylıların birbirlerine hitap tarzlarındaki zarafeti anlattıktan sonra yeni devirde hanedan mensupları arasında bile bu durumun değişmesinden üzüntü duyduğunu belirtiyor: “Otuz senelik bir menfadan sonra memlekete avdetlerinde, bu hanedan kaidesinin değiştiğini esefle gördüm ve gayet laubali bir tarzda sultanlara ‘… Teyze’ veya ‘… Hala’ dediklerini hayretle ve büyük bir üzüntü ile müşahede ettim.” Münevver Ayaşlı, “nezaket ve şefkati müsellem olan Sultan Abdülhamid Han”ın, saltanat makamında bulunmasına rağmen hizmetindeki kızlardan bir şey istediği zaman bile “Yapar mısınız?”, “Verir misiniz?”, “Getirir misiniz?” dediğini; arzularını sual tarzında ifade ettiğini söylüyor. Abdülhamid merhumun kerimesi Refia Sultan’ın maiyetinde bulunan Kadriye Hanım’ın sonradan bir Mısırlı prensesin hizmetine girdiğini, gördüğü kaba muameleler karşısında yana yakıla içini döktüğünü anlatıyor. bugünkü kadar sık Lafza-yı Celâl’i ağzına almadığını, yemin etmediğini, kahkahayla gülmediğini söylüyor. Dindarlığını ispatlamak ya da o yolda tepkisini göstermek için kalabalıklara “Tekbiiir!” diye bağırmak, o mübarek ism-i şerif ile slogan attırmak nerede, bu hürmetkârlık nerede… Münevver Ayaşlı, içinde doğup büyüdüğü cemiyetin o günlerinde bir insanın Yüce Hâlık’ın isminden başlayıp kitabına, peygamberine, devletine, milletine, mahallesine, cümle yaradılmışa karşı devam eden edepten nasipsiz olmasına da anlam veremiyor. “Niçin terbiyesiz olsun ki?” diye soruyor: “Evi, muhiti, camii, tekkesi, medresesi, mektebi ve memuriyet hayatı, esnaflık hayatında da bütün çevresi edepli, terbiyeli idi. Ve bu edep, terbiye ve nezaket çerçevesinden çıkmak, bir Osmanlı için hakikaten güç ve hatta imkânsızdı. Evinde anasına, babasına, ağabeyine ve ablasına saygılı olan bir çocuk, camide, tekkede, medrese ve mektepte de büyüklerine karşı hürmetkâr ve saygılı olurdu. Osmanlı için en kolay ve tabii olan şey edepli, terbiyeli ve nazik olmaktı. Kaba olmak, nâdân ve terbiyesiz olmak hatıra bile gelmezdi.” Mahalle çeşmesinden evine su taşıyan on üç yaşındaki bir ahretlik kızın bile ceylan kadar ürkek, hassas, mahcup ve afif olduğunu; bütün davranışlarında bir saray cariyesi edası, inceliği ve zarafeti bulunduğunu anlatan Ayaşlı, kitabın sonraki bölümlerinde mahalle konağından saraya, bu edebin kemâliyle yaşandığı, yaşatıldığı, öğretildiği Rıza Tevfik’ten bir hatıra Kitaptaki şu hatıra ise Feylesof Rıza Tevfik’ten nakil… Rıza Tevfik Bey, bir gün sürgünde iken Londra’da eski dostu Nicholson’ı ziyaret eder. İngiltere’yi kast 8 ederek “Niye Sultan Abdülhamid Han ile bu kadar uğraştınız, sonunda yıktınız?” diye sorar. Nicholson şu cevabı verir: “Mecburduk, zira bizim ordumuzla, donanmamızla, açlık tehdidimizle yola getiremediğimiz Hintlileri, Hint Müslümanlarını Sultan Abdülhamid bir selamı ile yola getirebiliyordu, her istediğini yaptırabiliyordu. Binaenaleyh bu kuvveti yıkmak mecburiyetinde kaldık. Bu mücadelemizde yalnız değildik; bütün dünya devletleri ve Siyonizm bizimle beraberdi. Fakat Sultan Abdülhamid’in yıkılmasında biz en büyük yardımı içeriden gördük. Yeni Osmanlılar (Jeunes-Turcs) ve İttihatçılar bizim beşinci kolumuzdu.” Edep Yâ Hû muhtevası zengin olsa da küçük hacimde bir kitap. İlk kez 1984’te cep boy olarak neşredilmiş. Yeni baskısının ilk bölümü, bu kitabın gözden geçirilmiş halinden oluşuyor. İkinci bölüm ise Münevver Ayaşlı’nın 1967-1972 yılları arasında Yeni İstanbul ve Babıâli’de Sabah gazetelerinde yayımlanmış yazılarından bir seçki. Yazılar mübarek gün ve gecelerden, İslam tarihinden, din büyüklerinden bahseden makalelerden, Eşrefoğlu Rûmî’nin Müzekki’n-Nüfûs, İmam Gazâlî’nin Kırk Esas ve Mükâşefetü’l-Kulûb gibi klasik dinî/ tasavvufî eserlerinden alıntılardan oluşuyor. Mehmet Ali Özkardeş, Hali Can gibi zâtların Münevver Ayaşlı’nın sorularına verdikleri yazılı cevapların da yer aldığı bu bölümün adı, Ayaşlı’nın gazetedeki köşesinin de adı olan “Merak”. 245x325 Subat ilan.indd 1 17.02.2014 23:16:01 KAPAK KÝTAP ZAMANI 3 MART 2014 PAZARTESÝ Yazarlar nasıl çalışır? Mason Currey, Günlük Ritüeller: Büyük Eserlerin Yaratıcıları Nasıl Çalışır? adlı kitabında büyük dâhilerin nasıl çalıştıklarının izini sürüyor. Kitap, edebiyat eserlerinin içeriğine değil, yazıldığı koşullara, “anlamdan ziyade üretime” odaklanıyor. Currey’nin kitabından yola çıkarak edebiyatçıların eserlerini araştırdık. P MEHMET ÖZTUNÇ hilip Roth yazma uğraşıyla ilgili şöyle der: “Kömür madenciliği zor bir iştir. Yazı ise kâbus… Mesleğin içine yerleşmiş muazzam bir belirsizlik, sizi bazı açılardan destekleyen ve sürekli devam eden bir şüphe dozu var. İyi bir doktor işiyle mücadele halinde olmaz; iyi bir yazarsa işiyle giriştiği mücadeleye hapsolmuştur. Çoğu mesleğin bir başlangıcı, ortası ve sonu vardır. Ama yazmak her zaman yeniden başlar. İşin doğası gereği yeniliğe ihtiyaç duyarız. Bu işte birçok yenilenme söz konusudur. Aslında her yazarın ihtiyaç duyduğu tek yetenek, bu son derece olaysız çalışma esnasında hareket etmeden oturma becerisidir.” Yazmanın nasıl harlı bir ateş olduğunu Roth’un bu tespitleri bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Her zaman yeniden başlayan, sürekli yeniliğe ihtiyaç duyan bir çalışma... Peki, yazar nasıl çalışır, hayranlıkla okuduğumuz yapıtlarını nasıl var eder? Mason Currey Kadim zamanların sorusu Sadece günümüzde değil kadim zamanlardan beri insanlar bu sorunun yanıtını aramışlardır. Bir Çin meseli tam da söz konusu arayışa ışık düşürüyor: “Çinli ressamların kendilerini tamamıyla doğaya kaptırmak üzere haftalarca dağlarda ve ormanda, hayvanlar arasında, hatta suyun içinde yaşadığı söylenir. Mi Fei, tuhaf bir şekilde bir kayaya kardeşim diyordu, Fan K’uan dağlarda ve ormanlarda yaşıyor, genellikle bütün gününü bir kayanın üzerine tüneyerek geçiriyor, kırın güzelliğini seyrediyordu. Yer karla kaplı olduğu zaman bile ay ışığında geziniyor, esinlenmek için kararlı bir tavırla ilerilere bakıyordu. Kao K’o-Ming karanlığı ve sessizliği seviyordu; yabanda dolanıyor, günlerini kendini kaybetmiş bir halde dağların ve ormanların güzelliğini tefekkür ederek geçiriyordu. Eve dönünce de bir odaya kapanıyor, kimsenin girmediği o odada ruhunun bu dünyanın sınırlarını aşması için çabalıyordu.” Susan Sontag, daha çok Pavese’nin günlüklerinden yola çıkarak yazdığı ufuk açıcı “Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş” adlı denemesinde, yazma sürecini şu sözlerle ifade eder: “Yazar, örnek bir Philip Roth çilekeştir çünkü hem acı çekmenin en derin katmanlarına inmiş hem de acısını yüceltmede profesyonel bir yöntem keşfetmiştir. Yazar, bir insan olarak acı çeker; yazar olarak da bu acısını sanata dönüştürür. Yazar, çektiği acıyı, sanatta elde edeceği kazanç uğruna kullanmayı keşfetmiş kişidir -tıpkı azizlerin, ruhların selameti için acı çekmenin yararlı ve gerekli olduğunu keşfetmeleri gibi.” Sontag dikkat çekici bir biçimde yazarı insan ve yazar kimlikleriyle ele alıyor. İnsan kimliği bu acıyı yüklenirken, yazar kimliği sanat katına çıkarıyor. Tanpınar, güç ve yavaş yazdığını söyleyerek söze girer ve “Yazarken çok değiştiririm. Çalışmaya başlayınca araya herhangi bir şey girmezse sonuna kadar aynı hızla devam ederim. Fakat aralık verince tekrar başlamaklığım için aylar ister.” dedikten sonra sözlerini şöyle sürdürür: “Çok defa devamlı çalışmam için eserin beni bırakmayacak kadar ilerlemiş olması ve kapıda matbaacının adamı beklemesi lazım olur. Hayatımda en mesut olduğum anlar sekizden bire kadar yazı masasının başında kalabildiğim anlardır.” ‘Zorluk ve sıkıntıyla yazarım’ Nurullah Ataç “Nasıl yazarsınız? Mevzularınızı arar mısınız? Ve sırf yazmak ihtiyacı ile masa başına hazırlıksız oturduğunuz olur mu?” sorusuna şu cevabı verir: “Öylesi de olur, böylesi de… Biliyorsunuz, ben bir gazeteye her hafta bir yazı veririm. Bir konu bulamadığım günler olur. Gene otururum yazmaya, konu gelir kendi kendine. Bir yazımı, gün olur, dört saat, beş saatte yazarım, kimi de çabuk biter.” Yaşar Nabi Nayır’ın bu sorusuna cevap veren yazarlarımızdan biri de Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. ‘Konu bulamadığım günler olur’ Nurullah Ataç, 10 Eylül 1955 tarihinde güncesine şu notu düşer: “O yazarların ne yaptıklarıyla, nasıl yaşadıklarıyla gerçekten ilgilenirler mi? İlgilendiklerini sanırlar, o başka. Çoğu, öğrenmeleriyle unutmaları bir olur. Diyelim ki unutmadılar, şu hikâyecinin ne biçim çalıştığını, bu şairin geceleri kaçta yatıp sabah kaçta kalktığını iyice biliyorlar, ne olacak bunu bilecekler de?” Öte yandan Ataç, Yaşar Nabi Nayır’ın Varlık dergisi için kendisine yönelttiği, 10 Yaban, Kiralık Konak, Sodom ve Gomore gibi edebiyatımızın klasikleri arasında sayılan romanların yazarı Yakup Kadri Karaosmanoğlu ise yazdıklarından hiç de hoşnut değildir. Kendisine karşı müsamahasızlığını ya da kendi ifadesiyle “müşkülpesentliğini” ilkgençlik yıllarında okuduğu Gustave Flaubert’in, Anatole France’ın eserlerindeki göz kamaştırıcı ifade yeteneğine bağlar ve nasıl çalıştığını şu sözlerle dile getirir: “O uzak zamanlardan kalma harâbatilikle ben, kendimi hâlâ edebiyatın bohème’i içinde hissetmekteyim. Öyle Avrupa’nın kalantor üstadları gibi muayyen ve hususi bir çalışma tarzım yoktur. Yalnız şunu söyleyeyim ki, yazılarımı büyük bir zorluk ve sıkıntıyla yazarım. Yazıp bitirdikten sonra da hiçbir ferahlık duymam.” Dâhiler nasıl çalışıyordu? Mason Currey, Günlük Ritüeller: Büyük Eserlerin Yaratıcıları Nasıl Çalışır? (Kolektif Kitap) adlı kitabında büyük dâhilerin nasıl çalıştıklarının izini sürü- KAPAK KÝTAP ZAMANI yor. Kadim Çin hikâyesindeki duruma benzer bir biçimde Currey de bir buçuk yıl boyunca hafta içi hemen her sabah beş buçukta kalkarak önce dişlerini fırçalar, sonra bir fincan kahve hazırlar ve son dört yüzyılın büyük dâhilerinin nasıl çalıştıkları üzerine yazmaya koyulur. Kitap, yazarın da belirttiği gibi, “anlamdan ziyade üretime” odaklanıyor. Currey yazarlar kadar besteciler, bilim adamları ve felsefecilerin de çalışma biçimlerini irdeliyor ama biz bu yazı da sadece yazarların nasıl çalıştıkları üzerinde duracağız. ‘Haftada yedi gün, her sabah yazarım’ Nobelli yazarların çalışma biçimleri, disiplinleri askerî bir düzeni ve titizliği andırır. 2013 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Kanadalı öykücü Alice Munro, ödülü almadan önce verdiği bir söyleşide kendisine yöneltilen, “Haftada kaç gün yazarsınız?” sorusuna şu cevabı veriyor: “Haftada yedi gün, her sabah yazarım. Sabah sekiz gibi başlarım yazmaya ve on bir civarında bitiririm. Günün geri kalan kısmında başka işler yaparım, eğer son müsveddemi yazıyorsam ya da üzerinde çalışmaya devam etmek istediğim bir şey varsa bütün gün küçük aralar vererek çalışırım.” Munro’nun bu çalışma disiplini karşısında kaçınılmaz olarak ikinci soru gelir: “Bir düğün ya da etkinlik olsa bile uyulan katı bir çalışma programı mıdır bu?” “Öylesine takıntılıyımdır ki, belirli bir sayfa kotam vardır. Belli bir günde bir yere gideceksem o sayfaları önceden yazarım.” diyen Munro, söyleşinin devamında bir öyküyü bitirdikten hemen sonra yeni bir öykü yazmaya koyulduğunu söylüyor. Orhan Pamuk: Günde on saat Orhan Pamuk ise Manzaradan Parçalar adlı kitabında yer alan ve The Paris Review’a verdiği söyleşide, yazı mekânının mutlaka hayatın diğer işlerinin görüldüğü yerden farklı olması gerektiğini; evcilleşmiş, ehlileşmiş günlük düzenin, hayal gücünün işlemek için ihtiyaç duyduğu öteki dünyaya duyulan özlemi soldurduğunu ifade ediyor. Pamuk, 1986 baharında eşiyle birlikte evli öğrencilere ayrılmış bir evde yaşadığını belirtiyor ve aynı mekânda hem yatmak hem de yazmak zorunda kaldığını, aile hayatını hatırlatan ayrıntıların çalışırken kendisini huzursuz ettiğini anlatıyor. Pamuk daha sonra sabahları karısıyla tıpkı işe giden bir adam gibi vedalaştığını, evden çıkıp sokaklarda dolaştığını ve ofisine yeni gelen biri gibi masasına geçtiğini aktarıyor. Yazar, 1994’te Cihangir’deki evinde her gün ortalama on saat çalışmış. “Günde on saat mi?” şeklindeki soruya şu cevabı veriyor: “Evet, çok çalışırım. Masamda oturmak, oyuncaklarıyla oynayan bir çocuk gibi hoşuma gidiyor. Yaptığım temelde bir iş, ama aynı zamanda oyun ve eğlence.” 3 MART 2014 PAZARTESÝ İkindi saatlerinde yazılan başyapıt Alice Munro Çocukların gürültü yapması yasak! Mason Currey, Thomas Mann’ın her gün saat sekizde uyandığını, yataktan çıktıktan sonra karısıyla bir fincan kahve içtiğini, daha sonra banyo yapıp giyindiğini, sekiz buçuktaki kahvaltının ardından dokuzda odasına geçtiğini ve hiç kimseyle görüşmediğini aktarıyor. Mann’ın esas yazma saatleri dokuz ile öğle saatleri arasıymış ve çocukların evde gürültü yapması kesinlikle yasakmış. Mann, “Her paragraf bir yolculuğa, her sıfat da bir karara dönüşür.” diye yazmıştı. Yazar için öğleye kadar oluşmayan her şeyin ertesi güne kalması gibi bir riski vardı, bu nedenle Buddenbrooklar, Doktor Faustus, Lotte Weimar’da ve Büyülü Dağ’ın yazarı “dişlerini sıkıp bir seferde yavaş adım atmaya” kendini zorluyordu. Mesaiden sonra yazı masasında Orhan Pamuk Ayakta yazan HemIngway Kısa cümlelerin ustası Ernest Hemingway, bilinenin aksine, her yazma seansına iki numaralı yirmi tane kalemin ucunu açarak başlamaz. Bu yanlışı şu açıklamasıyla düzeltir: “Bir seferde yirmi kalemim birden olduğunu hiç sanmıyorum.” Hemingway, üstünde bir daktilo ve onun da üstünde bir okuma levhası olan, göğüs hizasındaki bir kitap rafına dönük olarak ayakta çalışır. İlk müsveddeleri, levhanın üstündeki eğik duran pelür daktilo kâğıtlarına kalemle yazar, çalışma iyi gittiğinde panoyu kaldırıp yerine daktilosunu koyar. Günlük kelime randımanını bir çizelge üzerinden takip eder, yazmanın iyi gittiğine inanmıyorsa romana ara verir. 11 William Faulkner, “Ruhum beni harekete geçirdiğinde yazıyorum. Ve o ruh beni her gün harekete geçiriyor.” demişti. Döşeğimde Ölürken’i denetmen olarak çalıştığı üniversitenin elektrik santralindeki gece mesaisine başlamadan önce, ikindi saatlerinde yazmıştır. 1930’da büyük ve döküntü bir ev alan Faulkner, evi tamir etmek ve işleri hal yoluna koymak için istifa eder. Sonrasında erken saatlerde uyanan, kahvaltısını yapan ve bütün sabahı çalışma masasında geçiren bir Faulkner karşımıza çıkar. Öğle yemeğinden sonra evin tamiratına devam eder, ardından ya uzun yürüyüşler yapar ya da ata biner. Ernest Hemingway Tam yirmi yıl önce aramızdan ayrılan Tarık Buğra verdiği bir söyleşide Orhan Pamuk’un yazma imkânlarını kıskandığını söylemiş ve Pamuk’un başka bir iş yapmak zorunda olmadan bütün vaktini yazarak geçirebildiğini, oysa kendisinin sabahtan akşama kadar süren bir memuriyet mesaisinden sonra yazı masasına oturabildiğini anlatmıştı. ABD’li yazar Toni Morrison da çalışma koşullarından yakınan yazarlardandır. The Paris Review’a verdiği söyleşide, “Düzenli yazamıyorum. Bunu hiçbir zaman beceremedim; nedeni de daima dokuz-beş bir işim olmasıydı. Ya bu saatler dışında hızlı hızlı yazmam ya da hafta sonlarımın ve gün doğmadan önceki vakitlerimin büyük kısmını harcamam gerekti.” der. Morrison yazı masasına oturduğu anda hayatı bir kenarda bekletmeyi başaranlardandır: “Yazmaya oturduğumda asla derin düşüncelere dalmıyorum. Buna vaktim yok; çocuklarımla ve öğretmenlikle ilgili yapacak başka bir dolu işim oluyor. Düşüncelere dalma, fikirler üretme işini arabayla işe giderken, metrodayken veya çim biçerken yapıyorum. Kâğıdın başına geçtiğimde üzerinde çalışabileceğim bir şeyler oluyor ve böylece üretebiliyorum.” ‘Gün ışığına ihtiyacım var’ Tarık Buğra Günter Grass, “Gece mi yazarsınız, gündüz mü?” sorusuna, “Asla gece olmaz. Geceleri yazmak çok kolaydır. Sabah okuduğumda gece yazdıklarımın hiç iyi olmadığını görürüm. Başlamak için gün ışığına ihtiyacım var. Sabah dokuz ile on arasında okuyarak KAPAK KÝTAP ZAMANI ve müzik dinleyerek uzun bir kahvaltı yaparım. Kahvaltıdan sonra çalışırım ve öğleden sonra bir kahve molası veririm. Sonra tekrar başlar ve akşam yedide çalışmayı bırakırım.” şeklinde cevap verir. Hiç kuşkusuz şiirin süzülüp gelmesiyle öykü ya da romanın yazılma biçimi arasında fark vardır. Söz ya da dize esaslı şiir, bazen küçük bir kıvılcımla birden ortaya çıkabilirken, öykü özellikle de roman daha uzun soluklu bir çalışmayı gereksinir. Şairlerin nasıl yazdığı da bu tartışmanın bir başka yönü. Bilge şair T. S. Eliot bir söyleşide, “Dizelerinizi kaleme alırken alışkanlık olarak yaptıklarınızdan söz eder misiniz?” sorusuna şu cevabı verir: “Elle ya da daktiloyla fark etmez, düzenli saatlerle çalışırım, ondan bire kadar mesela. Ama daktiloyla yazarken hatırı sayılır değişiklikler yaparım. Gerçek anlamda yazabildiğim, üç saati geçmiyor. Aynı gün daha sonra yazdıklarımın üstünde çalışabilirim.” 3 MART 2014 PAZARTESÝ Günter Grass Sezai Karakoç Ziya Osman Saba W. B. Yeats Hızırla Kırk Saat nasıl yazıldı? Sezai Karakoç ise Hatıralar adlı kitabında Hızırla Kırk Saat’in yazılış hikâyesini şu sözlerle anlatıyor: “Mayıs, haziran aylarında (1976) akşamüzerleri Yenikapı’ya iniyor, deniz kenarındaki kahvelerde Hızırla Kırk Saat’i yazıyordum. Sanki denizle mülâkat yapıyordum da şiir bu mülâkatın notlarıydı. İki ay içinde aşağı yukarı 40 gün kadar deniz kenarına inip şiiri bölüm bölüm yazdım. Tabii ki ikindiden sonra gidiyor, akşam dönüyordum… Her gidişimde net bir saat yazmış olduğumu kabul edersek kitap için kırk saatlik net çalışma olmuş demekti.” Ziya Osman Saba ise nasıl çalıştığını şu sözlerle anlatıyor: “Çok şükür şiiri ne zaman, nerede olsa yazabiliyoruz. Tramvayda, vapurda, yürürken, otururken, yatarken hatta kim bilir uykuda bile… Kalemle yazmak bakımından yaptığım, fazla fazla, küçük kâğıt parçalarına not etmektir. Bu küçük kâğıt parçalarını, cebimde yine küçük kâğıt parçalarına not etmektir. Bazı şiirler inatçıdır, bitmek bilmezler; nihayet olmayacak der bırakırım. Notlarım o küçük kâğıtların üzerinde kalır. Ara sıra yoklarım, yine bana mısın demezler. Sonra ne olur bilmem, bazen senelerce sonra o şiirler yola gelmişlerdir, bitiverirler.” Ziya Osman demişken Cahit Sıtkı Tarancı’ya söz vermemek olmaz: “Nasıl yazdığımı ben de bilmiyorum dersem şaşırmayın. Şiirde bu belli olmaz. Yemek yerken veya yolda giderken bir mısra geliverir, galiba Valéry’nin yukarıdan inen mısraı gibi bir şey. Dairede çalışmanızı, yemeğinizi, gezmenizi, uykunuzu ona tahsis etmek mecburiyetindesiniz. Şiir bitmeden bu yükten kurtulamazsınız.” yacıyla masa başına ya da başka bir yere oturduğunu belirtse de, “Böyle hallerde daima ellerim böğrümde kalır.” der ve sözlerini şöyle sürdürür: “İnadına hiçbir şey yazamam. Hele yazmak istediğim bir şiir olursa. Bir şiir yazdıktan sonra uzun zaman başka bir şey yazmazsam belli belirsiz bir huzursuzluk duyarım. Sonra birden gelen bir iki mısra etrafında dönenir, ya tamamlarım yahut kalır.” Uyar’ın dikkati çeken açıklamaları ise daha sonra gelir: “Mektepten kalma bir alışkanlık olacak, şiir yazdığım zaman bir kabahat yapıyormuşum gibi gizli, hemen daracık vakitte, suçüstü yakalanacakmışçasına çabuk davranmamı gerektirecek şartlar ararım. İşimi bir an evvel ve en iyi şekilde (zira sonra kolay kolay düzetmem) bitirmeye zorlayacak sebepler bulunmalıdır.” Yeats: Çok ağır yazarım “Çok ağır yazarım.” diyen İrlandalı şair W. B. Yeats, günde beş ya da altı iyi cümleden fazlasını yazamadığını söyler. Edebiyat çevreleri onun her gün en az iki saat yazdığında hemfikirdir. Günlük düzeni bozulunca yazma gücünü kaybeden şair, “Her türlü değişiklik, benim hiçbir zaman güçlü olmayan çalışma alışkanlığımı altüst ediyor.” der. Şairlerin çok okumadığı yaklaşımını boşa çıkartacak şekilde Yeats, sabah ondan bire kadar düzenli okuma alışkanlığını sürdürmüştür. İkinci Yeni’nin usta şairi Turgut Uyar da içinden gelsin gelmesin yazma ihti- İlham beklenmez, çağrılır Cahit Zarifoğlu ise “Nasıl yazıyorsunuz?” sorusuna şu cevabı verir: “Eskiden böyle soruları ilham geliyor mu, diye sorarlardı. İlham önemlidir ama onun gelmesini beklemem. Çağırırım. Sanırım Balzac gibi kafama sargılar mı 12 doladığımı, bir dağ evine çekilmek, evden kaçmak gibi şeyleri öğrenmek istediniz. Böyle alışkanlıklarım yok.” Çok ilginç yazma yöntemleri olan yazarlar da var elbet. Sözgelimi Voltaire, yatakta okuyarak eserlerini sekreterine dikte ettirir. Victor Hugo romanlarını çıplak yazarken, Colette yazıya başlamadan önce kedisinin pirelerini ayıklar. Edgar Allan Poe da kedisi olmadan yazamayanlardandır. O yazarken kedisi mutlaka omzundadır. Schiller masasının çekmecelerindeki çürük elma kokuları içinde adeta kendinden geçer eserlerini yazarken, Alexandre Dumas ise sabahın ilk ışıklarıyla birlikte güne elma yiyerek başlar. Virginia Woolf da tıpkı Hemingway gibi ayakta yazanlardandır. Kemal Tahir ise romanlarını ses kaydediciye söyler, sonra de eşi Semiha Hanım yazıya aktarır. Selim İleri, Kemal Tahir’in eserlerine olan hâkimiyetini anlatırken, bir yandan art arda cümleler kurduğunu bir yandan da “Semiha, ünlem diyorum dikkat etmeyip nokta koyuyorsun!” sözleriyle karısını uyardığını aktarıyor. Savaş ve Barış sekiz defa yazıldı Sevim Burak, cümlelerini küçük kâğıtlara yazar, perdelere tutuşturur sonra da bunları toplayıp öykülerini tamamlar. Raymond Carver, öykünün ilk taslağını bir oturuşta çıkarmasına rağmen aynı öykünün birkaç versiyonunu yazmanın zaman aldığını, yaklaşık otuz-kırk taslak daha çıkardığını söyler. Carver, bu sözlerinin arasında Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı sekiz defa yazdığını da hatırlatır. Herman Melville her sabah ahıra gidip önce atını sonra da ineğini ziyaret edip yazı masasının başına geçerken, dindar bir Katolik olan Flannery O’Connor güne sabah altıda başlar, dualarını okur, sabah ayinine katılır ve sonra yazmaya koyulur. Elinde sigara ve kahvesi olmadan adeta düşünemeyen Truman Capote de yatarak yazanlardandır. Capote kopyaları daktilo ederken bile yataktadır ve daktilosu dizlerinin üzerindedir. “İnsanın hayatını bir kitap imal etmeye adaması gerçekten iğrenç.” diyen Marcel Proust kronik astımını rahatlatmak için Legras tozunu yakar ve bazen odası tamamen duman altı olur. Gümüş demlikte yanına bırakılan iki fincanlık sert kahve ve KAPAK KÝTAP ZAMANI Cahit Zarifoğlu tek kruvasan, yazı yazarken gün boyu idare ettiği azığıdır. “Öyküler uzunluklarına bağlı olarak en iyi bir ya da üç sıçrayışta yazılır. Üç sıçramalık öykü art arda üç günde yazılıp bitirilmeli, ardından gözden geçirilmeli ve sonra da işe gitmeli.” diyen F. Scott Fitzgerald, askerdeyken bile gizli gizli yazmıştır. Bu yazma aşkına rağmen Fitzgerald düzenli yazamamaktan yakınır. Graham Greene ise başyapıtını tamamlamak için karısından başka kimsenin giremediği özel bir atölye kiralar. Ev yaşamının hengâmesinden kaçmak için adresini ve telefon numarasını hiç kimseye vermez. Her gün beş yüz kelime sınırı olan Greene bu dönemde günde iki bin kelime yazar ve altı haftanın sonunda The Confidential Agent’ı (Gizli Ajan) tamamlar. Yazar, altmışlı yaşlarda ise beş yüz kelime çıtasını iki yüz kelimeye kadar düşürmüştür. Stephen King de her gün iki bin kelime kotasını doldurmadan çalışmaya asla ara vermez. Joyce Carol Oates geçirdiğini aktarıyor: “Sözüm ona düş ürünü yaşantının büyük bir kısmı, dikişle tutturulmadan birbirinin içine geçmiş gibi olan bu üç eylem tarafından çepeçevre sarılır. Bu sık sık yaptığım sözlüğe bakma eyleminden pek de farklı değil, bütün sabahlar böyle bir zihin meşguliyetinin mutlu sersemliği içinde akıp gidebilir. İnsanlar benim üretken biri olduğumu düşünüyor ama yakınlarımın bildiği gibi, zamanımın çoğunu pencereden dışarıya bakarak geçiriyorum ve bunu öneriyorum.” Fiziksel gücün sanatsal duyarlık kadar gerekli olduğuna inanan Japon yazar Haruki Murakami, koşmak ve sağlıklı beslenmek için Tokyo’dan taşraya taşınır ve sigarayı bırakır. Murakami yoğun yazma temposu içinde birçok daveti geri çevirir. Japon romancı, sabah dörtte kalkıp kesintisiz beş altı saat çalışır. Öğleden sonra ise ya koşar ya da yüzer. İkisini yaptığı zamanlar da olur. Günlük işlerin ardından müzik dinler. Saat dokuzda ise uyur. The Paris Review’a verdiği söyleşide, “Her gün hiç aksatmadan bu rutini sürdürüyorum.” der. ‘Soldan sağa doğru yazıyorum’ Sevim Burak Umberto Eco Yazma koşullarının, yazı araçlarının, görsel imkânların değiştiği, çeşitlendiği günümüzde çağdaş yazarların nasıl çalıştıklarına bakalım. Günümüz İtalyan edebiyatının en önemli romancılarından Umberto Eco, Genç Bir Romancının İtirafları adlı kitabında belki de “Nasıl yazıyorsunuz?” sorusuna verilebilecek yeni bir cevabın kalmayışını muhteşem ve ironik bir imkâna dönüştürerek, “Soldan sağa doğru yazıyorum.” demişti. Eco bunu söylese de romanları öncesinde belgeler topladığını, haritalar çizdiğini, bir binanın ya da geminin planlarını defterlerine geçirdiğini belirtiyor. Eco, Gülün Adı’ndaki keşişlerin portrelerini bile çizmiştir. İtalyan romancı, Gülün Adı için uzun zaman bir şatoda kaldığını, münzevi bir hayat yaşadığını aktarıyor. Foucault Sarkacı’nı planlarken de hikâyenin temel olaylarından bir kısmının geçtiği Conservatoire des Arts et Métiers’nin koridorlarında dolaştığını söylüyor. Düş kurarak yazmak Graham Greene 3 MART 2014 PAZARTESÝ El yazısıyla ve kurşunkalemle Amerikalı yazar Joyce Carol Oates, yazı yazarken zamanının çoğunu daima uzun uzun pencereden dışarı bakarak, düş kurarak ve düşüncelere dalarak Yaşar Kemal hâlâ kurşunkalemle ve el yazısıyla yazarken, yakın bir zamana kadar daktilo ile yazan Selim İleri artık 14 Yaşar Kemal şerit bulmakta zorlandığı için bilgisayara geçtiğini söylemişti. Selim İleri bir yazısında, Nazlı Eray’ın bilgisayarla yazmaya başlasa da bir süre sonra tekrar el yazısına döndüğünü belirtiyordu. Cemil Kavukçu ise yürümeyi adeta bir yazma öncesi seans gibi kurguladığını yürüme esnasında zihnine doluşan sözcükleri bir an önce kâğıda ya da bilgisayara aktarmak için eve döndüğünü söylüyor. Belirlenmiş bir güzergâhta yol almaktan, belirlenmiş bir hedefe doğru yürümekten hoşlanmadığını belirten Hasan Ali Toptaş, “Romanı romanın içinde düşünebiliyorum ben, orada, onunla birlikte planlayabiliyorum.” diyor. Bir yazarın nasıl yazdığı, bir magazin sorusu niteliği taşısa da yazıyla, yazarla kurulan ilişkiyi renklendiren, çeşitlendiren bir özellik de barındırır, bu ilişkiyi derinleştirir. Philip Roth, kömür madenciliğini zor bir iş, yazıyı ise bir kâbus olarak tanımlarken zorluktan öte nasıl bir azap olduğunu da tarif ediyor. Zor bir işten kaçmanın yollarını ararken çoğu zaman çekilen azaba ortak olmaktan kendimizi alamayız. Belki de yazarın nasıl yazdığının izini sürerken bir okur olmanın konforundan sıyrılıp örnek çilekeşlerin çektiği o azaba ortak olmanın peşindeyizdir, kim bilir. TARİH KÝTAP ZAMANI 3 MART 2014 PAZARTESÝ Avrupalı gazeteci gözüyle ‘ulu hakan’ Nicolas Nicolaides, 1800’lü yılların sonunda Paris’te gazete çıkaran, Sultan II. Abdülhamid tarafından maddi ve manevi olarak desteklenen bir gazeteciydi. Nicolaides’in padişahı anlatan Bir Gazeteci Gözüyle Abdülhamid adlı kitabı Erdoğan Keskinkılıç tarafından yayına hazırlanıp günümüz okuruna sunuldu. BİR GAZETECİNİN GÖZÜYLE II. ABDÜLHAMİD, NICOLAS NICOLAIDES, HAZ.: ERDOĞAN KESKİNKILIÇ, YİTİK HAZİNE YAYINLARI, 167 SAYFA, 8.50 TL D OSMAN İRİDAĞ ers kitaplarında Osmanlı Devleti anlatılırken dört dönem sayılır: Kuruluş, yükselme, duraklama ve dağılma dönemleri… Söğüt’te Osman Gazi tarafından temeli atılan ve kısa sürede fetihlerle büyüyerek üç kıtada hüküm süren Osmanlı Devleti, 600 yıl boyunca dünya siyasetine yön vermeyi başarmıştı. Toplam 36 padişah ülkeyi yönetirken, tarih kitaplarında ağırlıklı olarak ilk 10 padişah dönemi anlatıldı. Daha doğru bir ifadeyle, tarihe biraz meraklı olanların ilgisi hep ilk 10 padişah dönemiyle sınırlı kaldı. 11. padişah olan II. Selim’e (Sarı Selim) kadar olan süreç -12 yıllık Fetret Devri sayılmazsa- Osmanlıların hep yükseliş dönemiydi. Bu nedenle olsa gerek, ilk dönem padişahlarının kim olduğunu, neler yaptıklarını, hangi zaferleri kazandıklarını, ülkenin sınırlarını nasıl genişlettiklerini okuduk, öğrendik, hayal ettik. Duraklama dönemi ile beraber padişahların sırasını da karıştırmaya başladık; kimin kimden sonra geldiğini öğrenmeye pek hevesimiz kalmadı. Bu dönemlerde toprak kaybetmeye başlanması padişahların ‘büyüklüklerini’ anlamaya engeldi. Oysa bu süreçte de, Osmanlı’nın son yıllarında da dünya tarihine yön veren sultanlar çıkmıştı tahta. Onlardan biri de Avrupa’nın Osmanlı’yı “hasta adam” ilan ettiği yıllarda başa geçen Sultan II. Abdülhamid’di… Sultan Abdülhamid’in tahta çıktığı dönemde Devlet-i Aliyye dış borçları ödeyemez hale gelmiş, ordu arka arkaya alınan yenilgilerle dağılmaya başlamış, deniz kuvvetleri neredeyse yok olmuş ve dönemin büyük devletleri, özellikle de sıcak denizlere inmek isteyen Rusya için kolay lokma haline gelmişti. ‘Hasta adam’ı iyileştirmeye çalıştı Kardeşi V. Murat’ın kısa süren padişahlığının ardından sürpriz bir şekilde tahta çıkan Sultan Abdülhamid, 33 yıllık padişahlığı süresince özellikle dış politikadaki siyasetiyle ‘hasta adam’ın iyileşmesi için adımlar atmıştı. Büyük devletlerin kendisin- den önce başlatıp devam ettirdikleri planlara karşı reel politika şartlarında her devlete eşit uzaklık ilkesiyle barış ortamında bağımsız bir politika izledi. Kendi sağlığında politikasını beğenmeyen Fransız ve İngiliz yazarların “kızıl sultan”, “büyük cani” şeklindeki kampanyalarına karşılık yurtdışında Osmanlı Devleti lehinde kamuoyu oluşturmak için stratejiler geliştirdi. Avrupa başkentlerinde çıkan gazeteleri lehte yayın yapmaları şartıyla maddi olarak destekledi, çeşitli devlet nişanları ve madalyalarla ödüllendirdi. Hatta sadece lehte yayın için gazete çıkarılmasını sağladı. Gazetelerin yanında bazı haber ajanslarına abone adı altında maddi destek sağladı veya İstanbul’daki muhabirlerine para verildi. Yurtdışında kamuoyu oluşturma yoluna giden ilk Osmanlı padişahı olan II. Abdülhamid, Osmanlı Devleti sınırları içinde yaşayan gayrimüslimlerin sosyal ve ekonomik bakımdan Müslümanlarla eşit şartlar altında yaşadıklarını bu yayınlar aracılığıyla Avrupa kamuoyuna anlattı. Sultan II. Abdülhamid’in yurtdışında desteklediği gazetecilerden biri de Nicolas Nicolaides idi. Osmanlı tebaasından İstanbullu bir Rum olan Nicolaides, Paris’te ilk sayısı 1888’de yayımlanan L’Orient isimli haftalık bir gazete çıkarıyordu. Başlangıçta sadece Rumların hukukunu savunan gazete, 1892 yılından itibaren logosunda hem Rumların hem Osmanlıların gazetesi olduğunu duyurmaya ve ilk sayfasına Abdülhamid’in büyük bir turrasını koymaya başladı. 1893 yılından itibaren gazetenin logosuna “Organe special des Interes de l’empire Ottoman” ifadesi yazılarak Osmanlı Devleti’nin yayın organı olduğu tescillendi. Hizmetlerinin karşılığı olarak Devlet-i Aliyye’den aylık 200 frank ve çeşitli nişanlar alan Nicolaides, II. Abdülhamid ve Osmanlı Devleti ile ilgili üç kitap yazdı. Aynı zamanda bir Osmanlı tebaası olan Nicolaides’in Sultan Abdülhamid’le ilgili yazdığı üç kitaptan en dikkat çekicisi, Erdoğan Keskinkılıç tarafından hem günümüz hem Osmanlı Türkçesi ile yayımlanan Bir le ilgili istatistiklerin yazara verildiği izlenimini uyandırıyor. Yazara göre hükümdar, dönemin ağır şartlarına aldırmadan ülkesinin gelişmesi ve ilerlemesi için gece-gündüz çalıştığından, hürmetle anılmaya lâyıktır ve başarıları ne kadar övülse azdır. İyi siyasetçi, akıllı komutan, hayırsever II. Abdülhamid Gazeteci Gözüyle Abdülhamid adlı eser olsa gerek. Gazeteci bu kitapta amacının sultanın idari, siyasi ve askeri konularda yaptığı ıslahatları anlatmak olduğunu söylüyor. Tarihçi olmadığını belirten Nicolaides, II. Abdülhamid dönemini hiçbir kritiğe tabi tutmadan olduğu gibi anlatan bir tarzı tercih etmiş. Eserin bazı bölümlerinde Osmanlı Devleti’ne dair sayısal veriler ve ayrıntılı bilgiler var. Bu husus, devlet- 16 Padişahın 33 yıllık iktidarını dokuz bölümde anlatan Nicolaides onun sadece iyi bir siyasetçi, akıllı bir komutan değil, aynı zamanda iyi kalpli bir insan olduğuna dikkati çekiyor. Yaptırdığı aşevi ve imarethanelerin çokluğunu hatırlatan yazar; sel, deprem ya da yangın gibi felaket yaşanan bölgelere padişahın kendi hazinesinden para aktardığını söylüyor. Bizzat Abdülhamid’in nakit yardımlarıyla kurulan Darülaceze’de ayrım gözetilmeksizin her din ve mezhebe mensup, bakıma muhtaç kişilerin barındırıldığını anlatıyor. O dönemde Avrupa’da acizlere yardım için böyle bir yer olmadığını belirtiyor. Hac ibadeti sırasında hacılara gerekli tıbbi hizmetlerin sağlandığı, tabip ve ilaç gönderildiği ve bütün masrafların sultanın hassa bütçesinden karşılandığı da kitapta yer alan bilgiler arasında. Kitapta Abdülhamid’in maliye, bayındırlık, ticaret, sanat, ziraat, eğitim ve savunma alanlarında yaptıkları detaylıca aktarılmış. Her bölümde sultanın ‘büyüklüğüne’ şahitlik ediyor yazar. Biz tek örnekle yetinelim: Sultan Abdülhamid’in tahta çıktığı dönemde ülkedeki toplam demiryolu uzunluğu 1068 km. imiş. Tahttan indiğinde ise bu rakam 6159 km. olmuş. Üstelik İstanbul’a tarihin en eski tramvay yolu yapılmış ve yine payitahttan kutsal topraklara kadar bir tren yolu inşa edilmiş. Nicolaides’in kitabını okurken ders kitaplarında anlatılan kuruluş ve yükseliş dönemlerindeki Osmanlı padişahlarından birinin hayat hikâyesini okuyormuş hissine kapılabilirsiniz… Ve dönemin şartları düşünüldüğünde yazarın anlattığı Sultan Abdülhamid’in neden “ulu hakan” olduğu gerçeğiyle de yüzleşirken bulabilirsiniz kendinizi. ROMAN KÝTAP ZAMANI 3 MART 2014 PAZARTESÝ Korkaklar türkü söylemez Necati Tosuner’in yeni kitabı Korkağın Türküsü, 2008’de Attilâ İlhan Roman Ödülü’ne değer görülen Kasırganın Gözü ve 2012’de yayımlanan Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı adlı romanlarla bir üçleme oluşturuyor. Tosuner, bu yapıtıyla ustalığını pekiştiriyor. KORKAĞIN TÜRKÜSÜ, NECATİ TOSUNER, İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 190 SAYFA, 14 TL N ALİ EMİN TUNÇ ecati Tosuner, yazarlığının 50. yılında yeni bir kitapla çıktı okuyucusunun karşısına. 1964 yılında “yalnızlığa övgüler” dizerek başlamıştı yazarlık yaşamına. “Ben suçsuzum”, “insan sayılmak istiyorum” diyerek Özgürlük Masalı’nda öykülerini topladığında yıl 1965’ti. Ardından, 1969 yılında ikinci kitabı Çıkmazda’yı yayımladı. Bu kitabında da ‘eksik adam’ın bütün çizgilerini her sayfaya çizmişti. Ben suçsuzum, dedi; başkaldırıyorum, dedi, ilk kez adını koydu: Kambur, dedi. “Ben bir garip kalmış türküyüm, kimselerin söylemediği.” dedi. Artık eksik adam değildi; 1972’de çıkan Kambur’da da eksik adam değildi, 1977’de çıkan Sisli’de de. Dilini ve üslubunu bulmuştu. O günden bugüne bütün yazdıklarında iyiden iyiye damıttığı dilinin özelliklerini o ilk kitaplarında okuyucusuna duyurmuştu Tosuner. Sonra kendi dilini ince ince işlemeye başladı. İşledikçe fazlalıklarından arındırdı, parlattı, yeniledi, canlandırdı. Üçleme tamamlandı Necati Tosuner, 2008’de Attilâ İlhan Roman Ödülü’ne değer görülen Kasırganın Gözü ve 2012’de çıkan Susmak Nasıl da Yoruyor İnsanı adlı romanlarıyla bir üçleme oluşturan Korkağın Türküsü ile ustalığını pekiştiriyor. Yıllardır kendi içine işleyen o şiirsel üslubunu bir romanın içinde gezinen yeni bir şiir gibi bir üst basamağa koyuyor. Yazar/anlatıcı hem kendisiyle hem herkesle dertleşmeye/hesaplaşmaya soyunuyor Korkağın Türküsü’nde. Önceki eserlerinde “bireysel ve karamsar” olduğu gerekçesiyle bir anlamda olumsuz bir nitelemenin sınırları içerisinde değerlendirilen (bireysel ya da karamsar olmak her ne kadar bazı okur ve eleştirmenlerin beklentisini karşılamasa da, onların değil yazarın bileceği bir iştir bu) Tosuner, bu kez toplumsal olayların tam merkezinde yer alıyor. Yazar/anlatıcının belleğindeki silecek çalışmaz olduğunda bulutlar başka yerin bulutu olmaya gidiyor, gölgeleri başka yerlere düşüyor. Yorgun, öfkeli bir ses var okuyucunun karşısında. İtmeden, ezmeden, bükmeden duramayan, kendini bilinmez dağların bulunmaz çiçeği zanne- den, bir karabasan gibi, düş olsa korkunç gerçek olsa daha da korkunç biri bütün ülkeyi toza dumana boğarak dolaşıyor sayfalar arasında. Anlatıcı sesin öfkesi bu karabasan üzerinde yoğunlaşıyor. “Ben senin babanın uşağı değilim!” diyecek biri(leri) bekleniyor. “Herkes kendini bilsin diyen niye bilmez kendini?” diye soruyor anlatıcı ses. “Genç yazarlar tedirgin!” sözleri bu aşamada daha bir anlamlı hale geliyor. Belki de o yüzden, “üstgeçit”ler kuruyor yazar kitabın birkaç yerine. İkinci üstgeçitte: “Yahu gençler, ne iyi ettiniz.” diyor, “Atatürk de Yalova’da çınar ağacını kestirmeyip hani…” Durduk yere insanların öldürüldüğü yerler geçiyor kitabın içinden. Sonra karanlığın içinden karanlık geliyor, hem de daha karanlık. Ezilen kadınlar beliriyor kitabın içinde, komşu hakkını unutup muhbirliğe soyunanlar, kaybedilmiş vicdanlar… İnsanlar Tanrı’nın evine sığınınca ‘muktedir’ çılgına dönüyor, kan gövdeyi götürecekmiş, umursamadan. Sonra anlatıcı, çocuk oluyor yeniden. Sırtı ağrıyan bir çocuk. “Ölüm hiç değilse ders olmaz mı insana? Hele ölüm varken?” diye soruyor. Bütün bunlar gelip, artan, büyüyen, katmerlenen utancın kapısına dayanıyor. “Bana doğru gelince, durur dünya, -usançtır.” Sonra bir ses: “Var mı usanmayan!” Bir soru mu bu, bir çığlık mı? Hangi zalim kazdığı kuyuya düşmekten kurtulabilir? Zalimlerin kazdırdığı kuyular var kitapta. Hangi zalim kazdığı/kazdırdığı kuyuya düşmekten kurtulabilir? Zalimlik arttıkça derinliği artmaz mı kuyunun? Bir insanın kendine geçmiyorsa sözü, başkasına geçer mi? Anlatıcı, kendini kandırmaya gücü yetmeyenlerin başkasını kandıramayacağını söylüyor. “Evet, bir kez daha söylüyorum… Bunların gittiğini görmeye ömrüm yetse iyi olur. Yok göremezsem… Korkağın türküsü, -korkulu.” Vasiyet gibi acı bir sözle mühürlüyor kitabını Tosuner: “Mezarcıya söyleyin. Biraz çukur kazsın sırtımın geleceği yeri. Başka da bir beklentim yoktur kimseden.” Necati Tosuner, Gezi olaylarından başlayıp ülkede sürüp gitmekte olan siyasal ve toplumsal gelişmelere derinden, pırıltılı bir dil ve yorumla, cesurca bakıyor Korkağın Türküsü’nde. 17 II. ABDÜLHAMİD’E DAİR TÜM EZBERLER BOZULUYOR! Balkanlar’da çözülmeyi başlatan Resneli Niyazi isyanını bastırmak için II. Abdülhamid tarafından görevlendirilen Şemsi Paşa, İttihatçı Teğmen Atıf tarafından öldürülmüştür. Şemsi Paşa’nın ölürken dilinden dökülen, “beni zabitler bitirdi” sözü, sadece kendisinin değil; âdeta Abdülhamid’in de son sözü olmuştur… Drahor kıyısında Atıf’ın tabancasından çıkan kurşun, Manastır’da Şemsi Paşa’yı; İstanbul’da ise son imparator Sultan II. Abdülhamid’i devirmiştir. Hakan Özdemir ilk defa gün yüzüne çıkan kaynaklarla Abdülhamid’i deviren kurşunun peşine düşüyor... ŞİİR KÝTAP ZAMANI 3 MART 2014 PAZARTESÝ Kedi şiirdir, köpek düzyazı Saime Akat’ın derlediği Kedi Şiirleri Antolojisi Türk edebiyatının kedici şairlerini okura tanıtıyor. Necip Fazıl’dan Nâzım Hikmet’e, Asaf Halet’ten Orhan Veli’ye, Behçet Necatigil’den Hulki Aktunç’a kadar farklı kuşaklardan ve edebiyat anlayışlarından isimlerin ortak noktası, kedi sevgisi. KEDİ ŞİİRLERİ ANTOLOJİSİ, HAZ.: SAİME AKAT, YASAKMEYVE YAYINLARI, 144 SAYFA, 15 TL E MUSA İĞREK İLLÜSTRASYON: ZAMAN, CEM KIZILTUĞ debiyatçılarıın en çok sevdiği hayvanların başında kuşkusuz kedi gelir. Kedinin bu cazibesini neye borçlu olduğunu kestirmenin zorluğu bir yana, buna anlam vermek beyhude bir uğraştır. Bir kedisever olan Tomris Uyar’ın deyişiyle, “Çoğu edebiyatçıya ve sanatçıya esin kaynaklığı eden kedinin asıl hayranlık uyandıran yanı, belirsiz bir dünyanın sınırlarını çizmek ve o sınırlara ayak uydurmak becerisi olmalı.” Fakat resim sanatında köpekler kedilere oranla daha görünürdür, bu yüzden edebiyatın kedilere mahsus bir alan vaat ettiği söylenebilir. Özellikle şiirde bunun izleri daha açıkça görünür. T. S. Eliot bunun nedenini “Köpekler, mısralara dökülmeye kediler kadar uygun değil.” cümlesiyle açıklar. Komşu Yayınevi’nin yayın koordinatörlerinden Saime Akat’ın derlediği Kedi Şiirleri Antolojisi, Türk edebiyatının kedicilerini önümüze sererken, Türk şiirindeki dönüşümleri ve eğilimleri hakkında da kediler üzerinden ip uçlarını veriyor. Kitapta, Necip Fazıl’dan Nâzım Hikmet’e, Asaf Halet’ten Orhan Veli’ye, Behçet Necatigil’den Hulki Aktunç’a, Enis Batur’dan Arif Ay’a uzanan geniş bir liste var. Yalnızlığımıza eş kediler Kedi Şiirleri Antolojisi’nin hazırlanış öyküsünü Saime Akat şöyle anlatıyor: “Bu antolojinin çıkış noktası Jean Burden’in sözü oldu: ‘Köpek düzyazıdır, kedi şiir.’ Böyle iddialı bir söz söylenmişken ve köpeklerle ilgili kayıt altına alınmış, kitaplaşmış epeyce öykü varken neden Türkçede bir kedi şiirleri antolojisi yok diye merak ettik. Araştırmaya başlayınca gördük ki bir ilgisizlik söz konusu değil, yüzyıllar boyunca kediler şiirlerin konusu olmuş ve bu ilgi hiç eksilmemiş. Hatta şairler kediyi konu edinmelerinin yanı sıra başka temalarda yazarken bile kediyi bir şekilde misafir etmişler şiirlerine. Bir de baktık ki elimizde bir antolojinin sınırlarını aşacak kadar şiir birikmiş. Biz de yalnızca kediyi konu edinen şiirleri aldık antolojimize.” 99 şiirin yer aldığı kitap, Sururi Osman Efendi’nin (1163-1229) isimsiz şiiriyle başlıyor ve Emre Polat’ın (1989) “Bayan Tüy Yumağıyla Dramatik Bir Akşam Yemeği” şiiriyle sona eriyor. Kitaptaki şiirler şairlerin doğum tarihi- ne göre sıralanmış ve kitabın sonunda şairlerin doğum tarihlerine yer verilmiş. Türk şiirinden tematik şiirlerin derlendiği kitapların azlığı göz önünde bulundurulduğunda, Kedi Şiirleri Antolojisi özellikle kediseverlerin kitaplığının en güzel yerine konuverecektir. Antolojide Tevfik Fikret’in bir lahza elinden bırakamadığı kedisi, Halit Fahri Ozansoy’un kitaplarını farelerin kemirmesinden kurtaran kedisi, Nâzım Hikmet’in şiir yazarken uyuklayan kedisi, Asaf Halet’in “ahmak bir ayak”ın ezdiği kedisi, Necatigil’in kendi yalnızlığımıza eş tuttuğu kedileri okura eşlik ediyor. Kitaptan Kediler Evlerde hapis kediler Yalnız nedir söyledikleri Okşarsınız Bir kenara çekilirler. Kıvrıldıkları köşede Gene sizde gözleri Yerinizden kalksanız Peşinizden gelirler. Sizken tek sahipleri Kalabalık isterler Belki hepsi sizin gibi Yalnız kediler. Behçet Necatigil Kedi severken ağlayınız Kanuni Sultan Süleyman devri şairlerinden Meâlî’nin ölen kedisi için yazdığı mersiye, kedinin bir insanın hayatındaki yerini önümüze seriyor: “Her seher kalkar elini yüzünü yur idi 18 ol / Katı pâk idi ve her vech ile ma’mûr idi ol / Kimse bilmezdi ama anun kadrini bir nûr idi ol / Nidelüm âh pisi, neyleyeyüm vâh pisi”. Meâli’nin hüznüne İsmail Uyaroğlu’nun “Kedileri severken ağlayınız / Beyaz değil aslında mahzundur kediler / Bu şiiri okurken de ağlayınız / Görüldüğü gibi / Kemiriyor İsmail’i keder” dizelerini de ekleyebiliriz. Ya Hulki Aktunç’un “Pencereler içeriye döndüğünden / Bir ikindi vakti, yazgılı dünya / Bir kedinin adımlarıyla kilitlendi” dizelerine ne demeli? Ernest Hemingway, “Bir kedinin duygusal bir dürüstlüğü vardır: insanlar ise kendi duygularını saklarlar. Kedi ise bunu yapmaz.” deyişini, bir kenara yazarsak, şairler ve yazarlar duygularını anlatmak için kedilerin bu ‘duygusal dürüstlüğü’ne başvuruyor diyebiliriz. Her şairin kedisiyle ilişkisi, onun özgürlüğüne olan tutkusunu dile getirişi farklı. Enis Batur, uyuşukluğundan yakındığı kedisine şöyle seslenir: “ne bir eğitim görmüş, ne kültürden nasibini / almış: tek satır okumamıştır Bilge Karasu’dan, / Giacometti’nin adını olsun duymamıştır, / bırakın Mısır’a gitmeyi Heybeli’den çıkmamıştır / hiç – tekir olalı.” Bir yazısında “Kedilerin Sonsuzluğu” adını vereceği ve “Galiba bitirmeyeceğim, bitiremeyeceğim bu kitabımı.” diyen bir başka kedisever Haydar Ergülen ise “ilk gözağrım benim, ilk şiirkızım, küçük aşkım, Mısır’ım” diye seslenir kendisine. Nilgün Marmara’nın soruları ise sarsıcıdır: “Kimdi o kedi, zamanın / eşyayı örseleyen korkusunda / eğerek kuşları yemlerine, / bana ve suçlarıma dolanan? / Gök kaçınca üzerimizden ve / yıldız dengi çözüldüğünde / neydi yaklaşan / yanan yatağından aslanlar geçirmiş / ve gömütünün kapağı hep açık olana?” Şairlerin kedi tutkusunu bir bir gösteren kitaptaki şiirleri bitirdiğinizde Tomris Uyar’ın şu sözünün gerçekliği sizi düşündürüyor: “Hangimiz bir kedi kadar bağımsızız, barışığız dünyayla?” ÖYKÜ KÝTAP ZAMANI 3 MART 2014 PAZARTESÝ Hiçbir şey tesadüf değil Başar Başarır’ın yeni kitabı Bize Umut Gerek, yazarın daha önce yayımlanmış Düzenboz (2012), Çıktığınız Hevesle İniniz (2004) ve Getirin O Günleri Yakalım Bu Öyküleri (2003) adlı yapıtlarını buluşturuyor. BİZE UMUT GEREK, BAŞAR BAŞARIR, CAN YAYINLARI, 336 SAYFA, 24 TL B İNAN ÇETİN aşar Başarır’ın daha önce yayımlanmış Düzenboz (2012), Çıktığınız Hevesle İniniz (2004), Getirin O Günleri Yakalım Bu Öyküleri (2003) adlı kitaplarını buluşturan Bize Umut Gerek şu cümlelerle açılıyor: “Bu kitaptaki olayların ve karakterlerin tamamı elbette ki kurgusaldır. Ancak anlatılanların gerçek hayattaki olay ve karakterlerle benzerlikleri hiç de tesadüfi değildir.” Gerçek hayattan beslenen kurmacanın tesadüfi olmayan benzerliklerle inşa edildiğini baştan okura söylemek, kuşkusuz ki kışkırtıcıdır. Ancak bir dünyayı ve ona ait kurmaca olay ve kişileri gerçeğe uygun bir şekilde görmeyi, başka bir deyişle, gerçek hayattaki olay ve karakterleri kurmaca dünyada görmeyi her zaman arzu etmeyebiliriz. Başarır, Bana Umut Gerek’in ilk bölümünde yer alan Düzenboz’da belki de bu hakikati dile getiriyor. Hiçbir şeyin gerçekte olmuş haliyle yer almadığı Düzenboz’da tesadüfi olmayan benzerlikleri ve göndermeleri merkeze koyuyor yazar. Kitabın “Gören Gözler” öyküsündeki benzerliklerle kurmacanın iki yönünü de (hayal ve hayalin yanı başında duran gerçek) koruyor. Kuşkusuz ki gerçek hayattan alınmış olay ve karakterlerin gerçekle ne ölçüde örtüştüğünü yazarından başkası bilemez ama “Gören Gözler” öyküsü “benzerlikler tesadüfi değildir”in güzel bir örneği. Bir cinayet öyküsü Yazarın bir söyleşisinde belirttiği gibi, “… çok daha net, belirgin bir cinayeti” anlatan öykünün tüm çeperleri gerçeklikle örülmüş. 19 Ocak 2007 Cuma günü saat 15.00 sularında Şişli Halaskargazi Caddesi’nde bir gazeteci öldürülmüştür ve öykünün konusu bu cinayettir. Peki, öyküde yer alan adı konulmamış bilgilerin, yol göstericilik değil de ayıklık haline hizmet ettiğini söyleyebilir miyiz? Belki. Daha önemlisi, kurgunun gerçeğe hizmet ettiğini ileri sürebilir miyiz? Bu ve benzeri soruları sorarak Başarır’ın öykü dünyasında gezindiğimizde şunu görüyoruz: Bir tür sözdizim rüyası. Rüyanın hizmet ettiği kurgusal dünya ise gerçeğe dayalı, gerçeklikten besleniyor. Kitabın arka kapağında da yer alan şu cümleler okurun bir gerçeği yeniden anımsamasına yardım edebilir: “O sırada ürkek adımlarından ve her halinden şehrin yabancısı olduğu aşikâr beyaz bereli bir genç, heyecandan titreye tireye arkadan yaklaşıyordu, siz görmediniz. O sırada, ayakkabısının altı delik, canı sıkkın, içinde büyük bir boşlukla caddeye yeni inmiş gazeteci cigarasını yakmak için durmuş, rüzgârı kolluyordu, siz görmediniz. Hemen önünüzde olup biten onca kepazeliğe durup bir an bile bakmazken görülüyordunuz.” Öldürülen gazeteci kimdir? Kuşkusuz ki toplumun vicdanını kanatan böylesi olayları sezmek güç değildir okur için. Öldürülen gazetecinin ayakkabısının altının delik olması bile yeterli bir ipucudur. Bir de “beyaz bereli genç” var ki, derinleştirmek şöyle dursun, yüzeyde kalmış bir durumla karşı karşıyayızdır: Öldürülen gazeteci, Hrant Dink’ten başkası olamaz. Ele avuca sığmaz bir dil Başar Başarır’ın öykülerinde başat olan eleştirel dili ve ironiyi incelemek başka bir yazının konusu olabilir, ama ironiyle yürüyen anlatımın ve dilin içinde kendiliğinden yayılan eleştirel tavrın derece derece geliştiğini, yazarın dilsel bir gezintiyle bildik gerçekliği deforme ettiğini söyleyebilirim. “Ben” anlatıcının düşünsel dünyası da bu anlatım biçimiyle kendini gösteriyor. Yeri gelmişken söylemekte yarar var: Başar Başarır, ilk kitabından başlayarak ele avuca sığmaz bir dille, eleştirel tavrını çeşitli anlatım biçimleriyle sürdürüyor. Kuşkusuz, nerede olursa olsun, ele avuca sığmaz dilin bir doz ayarlamasına, ölçüye vurulmaya, sözcüklerin özelliğini, kökenini harmanlayan titiz bir çalışmaya gereksinimi oluyor. Kitapta kırk öykü var. Çıktığınız Hevesle İniniz ve Getirin O Günleri Yakalım Bu Öyküleri denebilir ki Düzenboz’a göre daha dizginsiz bir dili temsil ediyor. Düzenboz ise öncelikle “bireysel yatak” olarak adlandırılabilecek bir atmosferden “toplumsal yatak”a geçişiyle ötekilerden ayrılıyor. Kitabı okurken, hangi öyküde olursa olsun, kendinizi onun içinde bir yere koyma isteği belki duymazsınız ama soğuk, nedensiz, basit bir uzaklık, bir yabancılaşma da hissetmezsiniz. Düzenboz’daki bireyselden toplumsala uzanan hikâyeler dizisinde de, kitaptaki bütün öykülerin ortak özelliği sayılabilecek dilsel ve zihinsel atmosferde de... Bize Umut Gerek Başar Başarır’ın baştan beri yazdıklarının güzel derlemesi diyebiliriz. Uzun zamandır piyasada bulunmayan Çıktığınız Hevesle İniniz ve Getirin O Günleri Yakalım Bu Öyküleri kitaplarının yeniden okurla buluşması açısından da sevindirici. 19 KÝTAP ZAMANI Bir kuramın tarihi ARAŞTIRMA 3 MART 2014 PAZARTESÝ Amerikan bilim çevrelerinin oldukça ilgisini çeken James Gleick’ın yeni kitabı, Enformasyon: Bir Tarih Bir Kuram Bir Tufan ismiyle dilimize kazandırıldı. İsveç Parlamentosu’nda bir parlamenter yıllar önce şöyle demişti: “Karl Marx bugün yaşasaydı Das Kapital’i değil Die Information’u yazardı.” ENFORMASYON, JAMES GLEICK, ÇEV.: ÜMİT ŞENSOY, OPTİMİST KİTAP, 456 SAYFA, 45 TL Ü Burada “bilgi” kavramı ile “enformasyon” kavramlarının karıştırılmaması gerektiğini belirtmekte fayda var. Enformasyonun mesajın içerdiği anlamla hiçbir ilgisi yoktur. Enformasyon haber, istatistik, rapor, kayıt, vergi cetveli, mahkeme kararı gibi birçok şey demek. Bunların ezici çoğunluğunun bilgi kavramı ile ilişkisi yok. Bilgilenmek bir bağlama oturtup yorumlamak, şerh etmek, ilişkilendirmek ve kavramlaştırmak anlamına geliyor. CEM MERT nlü gazeteci ve popüler bilim yazarı James Gleick ülkemizde TÜBİTAK Yayınları’ndan çıkan Kaos isimli kitabıyla tanınıyordu. Glecik’ın Amerikan bilim çevrelerinin oldukça ilgisini çeken yeni kitabı, Enformasyon: Bir Tarih Bir Kuram Bir Tufan ismiyle dilimize kazandırıldı. İsveç Parlamentosu’nda bir kadın parlamenter yıllar önce şöyle demişti: “Karl Marx bugün yaşasaydı Das Kapital’i değil Die Information’u yazardı.” Gleick da aynı görüşte: “Enformasyonun dünyamızın üzerinde döndüğü şey, onun kanı ve yakıtı, yaşamsal ilkesi olduğunu görebiliyoruz. Bütün ilim alanlarına tepeden tırnağa sinerek, bilginin her dalını dönüştürüyor. Enformasyon kuramı matematikten elektrik mühendisliğine doğru bir köprü kurarak başladı, şimdi biyoloji bile bir enformasyon bilimi, mesajlar, talimatlar ve kodlar konusu oldu çıktı.” Demir Çağı ile Buhar Çağı’nın ardından gelen yeni dönemi Enformasyon Çağı diye adlandırıyoruz. Nabi Avcı’nın Enformatik Cehalet’te belirttiği gibi, iletişim ilkçağlardan beri herhangi bir toplumsal örgütlenmenin ön şartı oldu, iletişim olmaksızın “topluluk” mümkün değildi. Bu açıdan bütün insan toplumları aslında enformasyon toplumuydu. Ancak yeni teknolojik gelişmelerin doğrultusu ve etkileri ile bambaşka bir durumla karşı karşıyayız. Enformasyonun tarihi James Gleick İletişimin bireyselleşmesi İletişim teknolojisinin geçirdiği bir dizi devrim niteliğindeki değişimin ardından bu teknolojinin üretim, depolama, işleme, aktarma ve alma yeteneği olağanüstü arttı. Böylece seçme imkânlarının çokluğu ve esnekliği görünür hale geldi. Artık birbirinden farklı teknolojileri, yöntemleri ve sistemleri birbirine ekleme imkânına sahibiz. Bu, iletişim araçları ve kanallarının bireyselleşmesi ve bağımsızlaşmasıdır. İletişim alanının en temel üç değişkeni teknolojik olabilirlik, iktisadi elverişlilik ve toplumsal gerekliliktir. Teknolojik olabilirlik bir engel olmaktan çıkınca diğer iki değişken belirleyici rol oynamaya başladı. Telekomünikasyon, bilgisayar ve diğer elektronik enformasyon endüstrilerinden oluşan “endüstri kompleksi” dünya ekonomisinde birinci sıraya yükseldi. Acaba bu gelişmeler insanoğlunu homo economicus indirgemeciliğine benzer bir homo informaticus durumuna mı sürük- lüyor? Enformasyonu diğer bütün mallar gibi pazarda alınıp satılan, üretilip dağıtılan bir meta olarak görme eğilimi onun toplumsal, siyasal ve kültürel boyutlarını gölgeliyor. Enformasyonu bir meta gibi değerlendiren yaklaşım kapitalist ekonomilerde ortaya çıktı, bu yaklaşımın yaygınlaşmasıyla yeni yeni meslekler türedi, enformasyon toplamak, üretmek ve satmak bir uzmanlık işi oldu. Bugün birçok ticari kuruluşun en değerli varlığı, elindeki enformasyondur. Böylece enformasyonun toplanması ve aktarılması esasına dayanan yeni bir sanayinin ortaya çıktığı söylenebilir. Burada, acaba toplumda enformasyon zenginliği ve fakirliği olarak adlandırılabilecek yeni bir sınıflaşma mı ortaya çıkıyor, sorusunu sormakta fayda var. Kitapta James Gleick’in bu ve benzeri sorulara ve eleştirel yaklaşımlara karşı olumlayıcı bir tavır takındığını görüyoruz. Yazar Babil Kitaplığı’nın insanlığın biriki- mi açısından son derece sembolik oluşunun yanında onun modern kuzeni olan enformasyon çağının kendimizi biraz daha anlamamıza yardım edecek sonsuz imkânlara sahip bulunduğunu düşünüyor. Enformasyon, alanında yazılmış en kapsamlı kitaplardan biri. Kitabın merkezinde enformasyon kuramı var. Enformasyon kuramının öncüsü, Amerikalı elektrik mühendisi ve matematikçi C. S. Shannon, bilginin iletilmesi ya da işlenmesini etkileyen koşulları ve parametreleri matematiksel olarak ifade etmeyi başarmıştı. Enformasyon, Shannon’a göre bir sistemin kendi durumunu başka bir sisteme bildirmesi demekti. Kuram çeşitli iletişim cihazlarının verimini artırma ve onları daha ekonomik hale getirme imkânını sağladı, yalnız iletişim sistemlerinin tasarımını değil, otomasyon, psikoloji, dilbilim ve termodinamik gibi alanları da etkiledi. 20 Gleick kitapta enformasyon kuramını merkeze almakla birlikte enformasyon tarihini de detaylı ve kapsamlı olarak anlatmış. Çalışmasına Afrika’da binyıllar öncesinde iletişim aracı olarak kullanılan konuşan davulların şifrelerini çözmekle başlamış. Sonra yepyeni enformasyon kanallarının açılmasına olanak tanıyan ve insanlığın en büyük buluşu olan yazıyı ve yazının gelişimini incelemiş. Yazı mantığın ve matematiğin doğmasına yol açmıştır. Aristoteles yazı ve mantıkla tecrübenin dışına çıkılıp sözcüklerle bilgi üretilebileceğini savunmuştu. Yunanlıların alfabeyi, Babillilerin ise matematiği bulmaları enformasyon tarihinin köşe taşlarıdır. 1604 yılında Robert Cawdrey ilk alfabe tablosunu, 1822’de Charles Babbage ise ilk hesap makinesini geliştirdi. Bunlar daha sonra bulunacak olan telgrafın habercileriydiler. Yazar, C. S. Shannon’ın enformasyon kuramını ortaya atmasını “Enformasyon Dönemeci” olarak tanımlıyor. Bu dönemeçten sonra telefon, faks makinesi ve sonunda bilgisayar ve internet bilgiyi hafızada tutmak, kullanmak ve iletmek için birer birer icat edildiler. Geleceğin dünyası nasıl olacak? Gleick kitabın diğer bölümlerinde enformasyonun genetik bilimi ve kuantum mekaniği ile ilişkisini incelemiş. Geleceğin dünyasının nasıl olacağına ilişkin çıkarımlarda bulunmuş. Bu bağlamda 20. yüzyıl ile 21. yüzyıl fiziği arasında köprü kuran kuantum fizikçisi J. A. Wheeler’ın kehanet niteliğindeki sözleri kitabın ana fikri olarak okunabilir: “It from bit (Her şey bit’ten gelir). Enformasyon her şeyin, her parçacığın, her güç alanının, hatta bizzat uzay-zaman sürekliliğinin kaynağıdır. Fiziksel olan ne varsa kökeni bakımından enformasyon kuramına uyar niteliktedir ve bu katılımcı bir evrendir. Böylelikle evren karşımıza bir bilgisayar, bir kozmik enformasyon işleme makinesi olarak çıkar. Bir gün evreninin tamamını enformasyon diliyle anlamayı ve ifade etmeyi öğrenmiş olacağız.” FELSEFE 3 MART 2014 PAZARTESÝ Bu nehri geçmek kolay değil Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme ait en önemli felsefecilerinden Hans Blumenberg’in Endişe Nehri Geçiyor adlı kitabı dilimizde. Kitap daha önce süreli yayınlarda okurla buluşan deneme, anekdot, mesel ve aforizmaların tematik olarak düzenlenmiş bir derlemesi. “Halid, ölümle arkadaştı.” Amr bin Âs (r.a.) ENDİŞE NEHRİ GEÇİYOR, HANS BLUMENBERG, ÇEV.: CEMAL ENER, METİS KİTAP, 200 SAYFA, 18 TL ans Blumenberg, Türkçede şimdiye kadar tanınmamış, sadece Almanca konuşan ve çağdaş Alman düşüncesine aşina sınırlı bir entelektüel çevrenin bildiği bir isim. Gerçi yıllar önce Gemi Batıyor Seyrediyorlar adlı kitabı, dilimizde yayımlanmıştı ama bu kitap onun tanınması için yeterli olmadı. Diğer taraftan, Blumenberg’in İngilizce konuşulan dünyada tanınması da oldukça yenidir; İngilizceye tercüme edilen ilk kitabının yayın tarihi 1980’lerin başlarına rastlar. Şimdi, Endişe Nehri Geçiyor adlı kitabı Türkçede. Hans Blumenberg, Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme ait en önemli felsefecilerinden biri. 1920’de Lübeck’de doğdu. Savaş nedeniyle çalışmaları yarıda kesildi. Bu zaman içinde Yahudi kimliği yüzünden zulme uğradı ve gelecekte karısı olacak kişinin ailesi tarafından saklandı. Savaşın bitiminden sonra alelacele doktorasını ve doktora sonrası tezini tamamladı. Sonra sırayla Hamburg, Giessen ve Bochum üniversitelerinde hocalık yaptı, nihayet Münster’de kalarak 1970 ile 1986 yılları arasında ders verdi. 1966’dan itibaren hacimli kitaplar yayımladı. Bunların en önemlileri Modern Çağın Meşruiyeti, Mit Üzerine Çalışmalar ve Kopernik Çağının Oluşumu’dur. 1996’daki ölümünden sonra hazırlanan kitaplarının düzenli olarak yayımlanması, Almanya’da çalışmalarına ilginin canlı kalmasını sağladı. ‘Mutlak metaforlar’ Blumenberg’in eserlerinin temel konusu, insanın tarihi nasıl deneyimlediği meselesi ve buna bağlı olarak tarihin retoriği ve metaforlarıdır. Daha ilk metinlerinden itibaren “mutlak metaforlar” kavramını düşünce tarihinden örneklerle inceledi. 1957’de “Bir Hakikat Metaforu Olarak Işık” adlı makalesini yayımladıktan sonra 1960’ta Bir Metaforoloji İçin Paradigmalar adlı kitabını yayımladı. Orijinal baskısı 1987 tarihli olan Endişe Nehri Geçiyor, Blumenberg’in bir metafor bilimi önerdikten sonra, yaklaşık otuz yılda metaforları ele alış tarzının değişmiş olduğunu gösteriyor. Burada ele alınan hikâyeler ve felsefe tarihinden anekdotlar, artık anlamın yüzyıllar içinde değişen ufuklarına açılıyor. 1980’lerden itibaren Blumenberg’in felsefi söylemi zenginleştirici bir ifade aracı olarak metafor tarafından icra edilen yaratıcı eser nosyonu, onun yazılarının biçim ve biçemini temelden şekillendirmeye başlamıştır. Blumenberg, 1970’lerdeki gibi metaforlar için bir tarihyazımı yapmak ya da bir teori üretmek yerine, felsefe tarihindeki çeşitli boşlukları keşfetmek üzere kısa edebi denemeler yazmayı tercih etmiştir. Edebi bir tutkuyla felsefi ve bilimsel hedeflerin yer değiştirmesi onun düşüncesinin tarzı ve nesnesi arasında daha büyük bir uyum meydana getirmiştir. Kitapta bir araya gelen anekdotlar, meseller, aforizmalar ve denemeler, metaforların sıklıkla çarpıtılan ve kavranamayan anlamları için başka türlü yorumlar öneriyor. Blumenberg bu kısa denemeleri ilkin Akzente adlı edebiyat dergisinde ve Neue Zürcher Zeitung gazetesinde yayımlamıştı. Endişe Nehri Geçiyor daha önce süreli yayınlarda çıkmış bu edebi denemelerin, tematik olarak altı bölüm halinde düzenlenmiş bir derlemesi. YENi 352 SAYFA H SÜREYYA SU Entelektüel tutarlılık Bu kısa denemeleri çarpıcı şekilde farklı kılan özellik, Blumenberg’in metafor üzerine daha erken tarihli çalışmalarından hem biçim hem biçem olarak farklılık göstermesidir. Bu kitap ayrıca felsefecinin tematik ilgilerinde ve entelektüel yönelimlerindeki tutarlılığa örnek teşkil ediyor. “Denizciliğin Tehlikeleri” ve “Muhtemel Kayıplar” adlı ilk iki bölümde, deniz seyahati ve deniz kazası metaforlarındaki varyasyonlar tartışılıyor. “Temel Farklılıklar” adlı üçüncü bölümde, Blumenberg Almancada hem “zemin” hem “akıl” anlamına gelen grund kelimesiyle oynuyor. Üçüncü bölümdeki mahcup, sıkılgan sorgulamalar, “Dünya Düzeni Gibi Bir Şey” adlı dördüncü bölüme kolay bir geçiş sağlıyor. Bu bölümdeki ilk deneme mutlak metaforların sürekliliğini zımnen tasdik eden bir paragrafla başlıyor. “Kaçırılmış Buluşmalar” adlı beşinci bölüm, ressamlar, müzisyenler, yazarlar ve filozoflar gibi tarihi figürlerin birbirleriyle karşılaşmalarını anlatıyor. Blumenberg’in burada odaklandığı konu yanlış anlamalar ve kaçırılan fırsatlar. “Dasein’ın Endişesi” adlı altıncı bölüm, başlığın da ima ettiği gibi, Heidegger’den esinlenen ve ona cevap olarak yazılmış metinlerden oluşuyor. Blumenberg metaforları seven ve onlarla uğraşıp düşünen bir felsefeci, bu yüzden metinleri oldukça kapalı ve farklı çağrışımlarla yüklü; metaforların güçlü aktığı bir nehirde iyi yüzme bilmeniz gerek. 21 Bir yanda atalarının bozuk akidesi, diğer yanda güneş gibi doğan yeni din. Ne yapmalı? İnatla atalarının yolunu mu takip etmeli? Yoksa amcaoğulları gibi ışığın peşinden mi koşmalı? Işığa daha fazla direnemez. Tarih, o güne kadar kaydetmediği savaş taktiklerini öğrenmeye hazırdır artık! Zamanın iki süper gücünden birinin yok olacağı, diğerinin ise kabuğuna çekileceği günler yakındır. Halid bin Velid, gönlünden Allah’ı, elinden kılıcı bırakmayan bir kahramanın romanı... 336 SAYFA 6. BASKI KÝTAP ZAMANI MÜZİK KÝTAP ZAMANI 3 MART 2014 PAZARTESÝ Unutulmaz bir Beethoven portresi Amerikalı akademisyen ve çellist Lewis Lockwood’un kaleme aldığı Beethoven adlı biyografi, besteci üzerine yazılmış en kapsamlı ve özgün kitaplardan biri. Ebru Kılıç’ın başarılı çevirisiyle dilimize kazandırılan çalışma, hem bir insan ve besteci olarak Beethoven portresi sunuyor hem de sanatçının eserlerini derinlemesine inceliyor. BEETHOVEN, LEWIS LOCKWOOD, ÇEV.: EBRU KILIÇ, İŞ BANKASI KÜLTÜR YAYINLARI, 640 SAYFA, 52 TL Ö ALİ PEKTAŞ lümünün üzerinden neredeyse iki asır geçti. Besteleri klasik olarak tanımlansa da popülerliğini hiç yitirmedi. Adının önüne gelen sıfatlar ve hakkında yapılan yorumlar neredeyse bir kitap oluşturacak hale geldi. Kimilerine göre bir müzik dâhisi, kimlerine göre filozof, kimilerince de bir devrimci. Mozart’la birlikte gelmiş geçmiş belki de en büyük besteci. Ludwig van Beethoven (17701827), 56 yaşında hayata veda ettiğinde ardında dokuz senfoni, beş piyano konçertosu, bir keman konçertosu, piyano, keman ve çello için bir üçlü konçerto, otuz iki piyano sonatı ve birçok oda müziği eseri bıraktı. Alman bestecinin hayatının son on yılını sağır olarak geçirdiğini ve bugün Avrupa Birliği marşı olan Dokuzuncu Senfoni’yi hiç dinleyemediğini sanırım bilmeyenimiz yoktur. Beethoven hakkında bugüne kadar yüzlerce biyografi yazıldı. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan Lewis Lockwood’un kaleme aldığı Beethoven bunlardan belki de en özgün ve farklı olanı. Ebru Kılıç’ın güzel çevirisiyle okuduğumuz kitabın içeriğine geçmeden, yazarını kısaca tanımakta fayda var. Lewis Lockwood, Princeton, Harvard ve Boston üniversitelerinde ders veren Amerikalı bir müzikolog ve Beethoven uzmanı. Akademisyenliğinin yanı sıra bir diğer özelliği, dünyanın tanınmış Beethoven yorumcularından bir çellist olması. Yazarın bu iki özelliği yaptığı çalışmayı farklı kılıyor. tan daha ağır bastığı bir portresini çizme yönündeki tercihini ortaya koyuyor. Kitap her ne kadar Beethoven’ın eserlerinin izini sürse de bestecinin yaşadığı dönemin tarihsel, siyasal ve kültürel çevresine ilgi duyan okurlar için de doyurucu bir okuma sunuyor. Fransız Devrimi döneminin çalkantılı Avrupa’sı, sanayi devrimi, Romantik devri getiren büyük dönüşüm… Elbette satır aralarında ‘insan’ ve ‘sanatçı’ olarak Beethoven’ı bütün detaylarıyla görmek mümkün. Viyana’ya Mozart’ı aramaya gitmesinden Haydn ile birlikte çalışmalarına, yayın dünyasına atılmasından kadınlarla ilişkilerine kadar bestecinin hayatındaki bütün durakları görme imkânına sahip oluyoruz. Kitaptaki bazı detaylar çoğumuzun kafasındaki Beethoven imgesini yerle bir edecek cinsten. Özellikle dönemin bir sanatçı var karşımızda. Kraliyet arabasını gördüğünde sırtını dönüp uzaklaşarak aristokrasiye tepkisini gösteren bir düşünür aynı zamanda. Kitaptaki “Beethoven’ın İç ve Dış Dünyaları” isimli bölüm yıllardır telif hakları konusunda araştırmalar yaptığım için özellikle ilgimi çekti. Bu bölümde sanatçının müzik yayıncıları ile ilişkileri kafa karıştırıyor. Çok üretken olduğu ilk yıllarda Beethoven’ın yayıncılarla ilişkilerinin de iyi olduğunu görüyoruz. Eserlerinin her birine yüksek bir rakam alabilmek için durmadan pazarlık yapabilen besteci, çoğu zaman parasını nakit alabilmek maksadıyla daha tamamlamadığı eserleri tamamlanmış göstermeye çalışmış. 1822 yılında kaleme aldığı ve özel belgeleri arasında kalan “Bütün Eserleri Üzerine Açıklama Taslağı” başlıklı yayımlanmamış Ludwig van Beethoven ( 1770-1827) Kapsamlı biyografi Lockwood, bestecinin hayatındaki en küçük parçayı bile es geçmemiş. Her parça yerli yerinde ve yeterli büyüklükte kesilip biçilmiş. Bütün bu parçalar birleşince karşımıza kapsamlı bir Beethoven portresi çıkıyor. Bu portrenin de genel olarak iki ana renge/katmana sahip olduğunu söyleyebiliriz. Biri arka fondaki biyografik katman: Beethoven’ın hayatı, karşılaşmaları, kariyeri, karakteri, duyguları… Yani bir insan ve besteci olarak Beethoven. İkincisi ise eserleri: Konçertolardan yaylı kuartetlere, piyano için yazdığı eserlerden senfonilere kadar bestelerinin oluşum süreci... Bu hacimli çalışma esasen yazarın kendi müzik tecrübelerinden kaynaklandığı için kaçınılmaz olarak onun bakış açısını ve ilgilerini yansıtıyor. Aynı zamanda Beethoven’ın, müziğin hayat- “Neşeye Övgü”dür; yani sadece melodi, melodinin doğduğu incelikli ve karmaşık hareket değil. Diğeriyse eksiksiz bir eser olarak; devasa finalin solo ve koral sesleri ilk kez senfoni türüne dâhil ettiği, dört hareketli geniş ölçekte bir halka olarak senfoninin kendisi. “Neşeye Övgü” melodisinin dünya çapında ulaştığı konum, 19. yüzyılda yazılmış Beethoven efsanesinin nasıl yeniden şekillendiğinin en gözle görülür örneklerinden. Son olarak her şeyde ustalaşmayı hayal eden Beethoven’ın, opera hayali kurduğunu okuyoruz kitapta. Yazara göre, ikinci bir Mozart olacağı tahminini boşa çıkarmamak için dikkat çekici enstrümantal eserler bestelemesinin yeterli olmadığını, bir noktada operayla, Mozart’ın rekabet çıtasını hayal edilemeyecek kadar yukarılara taşıdığı bu müzi- ileri gelenleriyle ve müzik yayıncılarıyla mektuplaşmaları bazen insanı hayrete düşürüyor. Beethoven’ın karakteri ve yaşam tarzı ile eserleri arasındaki büyük tezat ise gözden kaçacak gibi değil. Kitabın sunuş yazısında da ifade edildiği gibi, düşünülebilecek en pis ve dağınık evlerde yaşayan, ömrünü huysuz, kaba, savruk, pasaklı bir adam olarak geçiren Beethoven’ın beste çalışmalarınaysa büyük bir titizlik, kesinlik ve ayrıntıcılık hâkim. Alkolik ve zalim bir baba ile başlayan, sürekli sağlık sorunları ve giderek işitme güçlüğü ile devam eden hayatını en az dehası kadar büyük irade gücü sayesinde kabullenmiş ama kurulu düzenin kendini konumlandırdığı yere hayatı boyunca razı olmamış satırlarda onun müzik yayıncıları ile ilgili hislerini daha iyi görmek mümkün. Beethoven sadece aristokrasiye değil, sanatın ticarileşmesine, yayıncıların izin almadan ve yeterince telif ödemeden eserlerini basmasına da itiraz etmiş. Dokuzuncu Senfoni efsanesi Lockwood kitabında Beethoven’ın bütün eserlerini ayrıntılarıyla anlatıyor. Bunları ilgilisine bırakıp onun en ünlü eseri Dokuzuncu Senfoni ile ilgili birkaç noktayı hatırlatalım. Dokuzuncu Senfoni’nin final bölümü “Neşeye Övgü” 1956 yılından beri bütün olimpiyatlarda çalınıyor, bugün Avrupa Birliği’nin marşı. Yazara göre kamuoyunun zihninde aslında iki tane Dokuzuncu Senfoni var. Biri koral marş olarak 22 kal biçimle yakından ilgilenmesi gerektiğini biliyordu Beethoven. Ama opera ona zor geliyordu. Çünkü opera pratiği yaparak yetişmemişti. Ayrıca Beethoven, Viyana’da sahne projeleri üzerine düşünmeye başladığı sıralarda, 1803 yılı civarında, sağırlığı da iyice ilerlemiş; durumu şarkıcılarla, emprezaryolarla, sahne yönetmenleriyle, tiyatro izleyicileriyle, gişeyle, kısacası opera yapımının kalabalık dünyasıyla uğraşmasını zorlaştıracak kadar kötüleşmişti. Belki de büyük sanatçının en büyük ukdesi buydu. Elimizdeki kitap, esasen müziğine odaklanarak ama hayatına, kariyerine ve yaşadığı çevreye de büyük bir dikkat göstererek Beethoven’ı bir insan ve sanatçı olarak başarıyla resmediyor. HATIRA KÝTAP ZAMANI 3 MART 2014 PAZARTESÝ Sarsıcı bir anne-kız ilişkisi Amerikalı yazar Maya Angelou, Annem ve Ben ve Annem adlı otobiyografik kitabında annesiyle olan karmaşık ilişkisini anlatıyor. Okuyucuya sevginin, iletişimin, bağ kurmanın meydana getirdiği farkı göstermeye çalışan bir büyüme ve iyileşme öyküsü... ANNEM VE BEN VE ANNEM, MAYA ANGELOU, ÇEV.: SİNEM ER, EVEREST KİTAP, 152 SAYFA, 12.50 TL A AYŞE BAŞAK merikalı yazar Maya Angelou, Annem ve Ben ve Annem adlı otobiyografik kitabında annesiyle kurduğu ilişkiye odaklanmış. Onlarınki alışılmışın dışında, trajedilerin yaşandığı, şiddetin baş gösterdiği, rollerin değişip iç içe geçtiği, hem kişiliklerinin hem de koşulların eseri olarak daha da zorlaşan bir anne-kız ilişkisi. Yıllar sonra annesini “olduğu gibi” kabul eden Angelou, ona bu kitapla teşekkür etmiş. Elbette bu ‘kişisel’ şükranın, başka annelere ve kızlarına yol göstermek, onların ‘kişisel’ gelişimlerine katkı sağlamak gibi bir misyonu da var. Angelou’nun uzun yaşamı Maya Angelou, Amerikan toplumu için, özellikle de Afro-Amerikalılar için önemli bir figür. 1928 yılında doğan Angelou, bugün 86 yaşında ve hâlâ aktif, üretmeye devam ediyor. Yazarlık, uzun ömründe edindiği mesleklerin en bilineni. Dansçı, koreograf, oyun yazarı, öğretmen, şarkıcı, şair, aktivist, televizyon yapımcısı gibi pek çok şapkası var. Hatta yaşamının erken dönemlerinde toplumun kabul etmekte zorlandığı yollara sapmak zorunda da kalmış. Amerikan Başkanı Bill Clinton’ın yemin töreninde şiir okuyan Angelou, Kennedy’nin töreninde aynı görevi üstlenen Robert Frost’tan sonra ikinci kez o kürsüye çıkan nadir şairlerden olsa da şairliği konusunda ciddi eleştirmenlerin karşı karşıya geldiği, şiirini beğenenler kadar beğenmeyenlerin de bulunduğu bir isim. Ama iş yazarlığa geldiğinde Angelou çarpıcı otobiyografik eserleriyle herkesin üzerinde fikir birliğine vardığı önemli bir hikâye anlatıcı. Çünkü o, AfroAmerikan hayatların sesi olmayı başarabilmiş, siyahların özgürlük mücadelesinde üzerine düşeni yapmaktan kaçınmamış bir kadın. Kurgu kurbanı anılar Angelou, yaklaşık 40 kitap yazdı. İçlerinde şiir, çocuk ve yemek kitapları da var. İlk otobiyografik eseri I Know Why the Caged Bird DÜNYAYA HÜKMETMEYE BİR ADIM KALMIŞKEN… Sings 1969’da yayımlandığından bu yana en çok ilgi gören eserleri hep kendi hikâyesini anlattıkları oldu. Annem ve Ben ve Annem yazdığı sekizinci ve son otobiyografik eser. 2013 yılında, Angelou 85 yaşındayken yayımlandı. Kitap, yazarın çocukluğuna, hatta annesi Vivian Baxter’ın ilkgençliğine ışık tutarak başlıyor ve onun ölümüne dek yaşadıkları sıra dışı ilişkiyi anlatıyor. Özetle, annesine adanmış, anne-kız ilişkisinin mahrem yönlerine sınırsızca yer veren, okuyucusuna sevginin, iletişimin, bağ kurmanın meydana getirdiği farkı göstermeye çalışan bir büyüme ve iyileşme öyküsü diyebiliriz. Biyografisinden farklı Kitaba 85 yaşında bir kadının anlatısı olarak baktığımızda ise işin rengi değişiyor. Aslına bakarsanız, Angelou’yu hiç tanımayan dikkatli okur bu durumu kolaylıkla fark edecektir. Çünkü okuyucu için bile hazmetmesi çok zor anılara, bizzat tecrübe etmesine rağmen neredeyse günlük olay muamelesi yapan, çok şeyi unutup affetmiş, hesaplaşmalarını bitirmiş ve hayata olumlu bakmayı öğrenmiş bir kadının tavrı açıkça görülüyor. Bu durum belki biraz da aynı hikâyeleri, detaylarıyla önceki eserlerinde anlatmasından kaynaklanıyor olabilir. Okuyucuya, “sen bunları nasılsa biliyorsun” diyerek anne-kız ilişkisinin dinamiklerine odaklanmaya da çağırıyor gibi bir tavrı var yazarın. Fakat bu noktada başka bir sorunla karşılaşıyoruz. Hayat hikayesinin can alıcı denebilecek bölümlerinin, önceki eserlerinde -mesela kapsamlı otobiyografisi, onu Amerika’ya tanıtan I Know Why the Caged Bird Sings’te- anlatıldığından çok farklı bir biçimde yansıtılması. Kitapla ilgili fazla ipucu vermek istemediğimden detaylara girmiyorum ancak üç çok önemli ve sarsıcı olay bilinenden farklı ele alınmış. Yaşamöyküsündeki çelişkiler bununla sınırlı kalmıyor, kitap boyunca karşımıza farklı anlatılan daha pek çok durum çıkıyor. İşte kitabın otobiyografiden bir nevi kişisel gelişim kitabı eksenine kaydığını düşündüren de bu oluyor. 23 Timur, biri savaş dehası olarak anılan, dünyanın tek hâkimi olmaya cehdetmiş, önüne çıkacak her engeli devirmeye ant içmiş bir savaşçı. Yıldırım Bayezid, Anadolu’dan yeşeren koca çınarın, Osmanlı’nın genç padişahı. Niğbolu fatihi, azmiyle, gözü karalığıyla Haçlılara korku salmış bir Sultan. İki büyük komutan, iki cengâver hükümdar, Ankara’da, Çubuk Ovası’nda çarpışan iki ordu ve hiç bitmeyen nefis muhasebeleri… Bugüne kadar yüz binlerce okura ulaşan Okay Tiryakioğlu bu sefer de Devlerin Savaşı’yla geliyor. DENEME KÝTAP ZAMANI Şairin yazma sevinci Y 3 MART 2014 PAZARTESÝ Şiirdir, kalbimizden geçer Şair Mustafa Aydoğan’ın çeşitli dergilerde ve kitap eklerinde yayımlanan denemeleri Yazma Sevinci adıyla kitaplaştı. Altı bölümde bir araya getirilen yazıların odağında şiir ve şairler var. Kitabın sonuna ise şairle yapılan dört söyleşi eklenmiş. Haydar Ergülen’in şiir günlüklerini topladığı Şiirdir, Geçer deyiş yerindeyse gayriresmî bir edebiyat tarihi. 80 sonrası Türk şiirinin ve kültür hayatının önemli ve ilginç ayrıntılarını barındıran kitapta şairler, hatıralar ve şahitlikler Ergülen’in samimi üslubuyla anlatılıyor. YAZMA SEVİNCİ, MUSTAFA AYDOĞAN, EDEBİYAT ORTAMI YAYINLARI, 275 SAYFA, 18 TL ŞİİRDİR GEÇER, HAYDAR ERGÜLEN, MÜHÜR KİTAPLIĞI, 137 SAYFA, 15 TL P “ TURAN KARATAŞ aklaşık yirmi yıldır tanıdığım Mustafa Aydoğan, hayat tasavvurunun mühim bir yerine sanatı, daha özelde şiiri koymuştur. Kendi ifadesini ödünç alarak, yaşamak onun için “şiirsel bir üslup ve varoluş biçimidir” dersem, abartmış olmam. O okur, yazar ve yaşar. Altı yıldır, neredeyse tek başına çıkardığı Edebiyat Ortamı dergisi, dört senedir hazırladığı şiir yıllıkları söz konusu yaşama tasavvurunun bir gereğidir. Yeridir, söyleyeyim: Mustafa Aydoğan, Edebiyat Ortamı şiir yıllıklarıyla, farklı zihinlerin, beğenilerin, ideolojilerin şiir kamusuna; hakkaniyetli, liyakatli ve iyi niyetli bir tutumun nasıl olabileceğini gösterdi. Şairin bilhassa son 10 yıl içinde çeşitli dergilerde, kitap eklerinde yayımlanan denemeleri bir kitapta toplandı. Yazma Sevinci’nde altı bölümde bir araya getirilen yazıların odağında elbette şiir ve şairler var. Ayrıca, genel olarak ‘sanat’a eğilen, dergiler üzerine yoğunlaşan yazıları da anmalıyım. Son bölüme ise şairle yapılan dört söyleşi konmuş. Her şiir insana dair haber taşır Mustafa Aydoğan haklı, “poetik metinlerin sıkıcı bir yanı vardır.” Birçok okur, bu nedenle şairlerin şiir üzerine düşüncelerini kolay kolay okumaz. Azdır ilgilisi bu türden yazıların. Şairler içinde ise poetik metinler yazmaya heves edeni çoktur da başarılı olanı azdır. Yazma Sevinci’ndeki metinler, bir ‘dert’in, bir özgörevin gereği olarak ortaya konmuş ve hemen hepsi okunmayı hak ediyor. ‘Geçmişe övgü, geleceğe müjde’ olan şiirin karanlıkta kalmış kimi veçhelerini bu yazılarda aydınlanmış görüyoruz. Sözgelimi, insan eliyle de olsa şiirin ‘yaratılış’ anının yani doğum anının şairine de nihan kaldığını söylüyor Aydoğan. Bir bakıma, şiirin kendisini yazdırdığını… Bu, yaygın bir görüştür. Şairin iradesiyle/istemesiyle vücut bulan, yani ‘yapılan’ metinlerin iyi şiir olma ihtimali azdır. Büyük şiir, şaire bir yaşama anında gelir. Elbette şairin buna yetenekli, hazır ve arzulu olması gerekir. Bugün birçok şiirde önemli bir sorun, özündeki ‘yeni haber’den yoksunluk. Zayıf bile olsa, diyor Aydoğan, her şiirin insana dair bir haber taşıdığını düşünmek zorundayız. Salt düşünmek değil, bu haberi şiirde görünür kılmak şairin vazifesidir. Okur olarak bizim hakkımız da, bu ışıyan haberi, çok zaman muştuyu beklemek. Tıpkı oruçlunun iftarı bekleyişi gibi. Hoş bir benzetmeyle şiirin okurla buluşmasını ‘iftar’ istiaresiyle açıklıyor yazar: “Şairin kelimelere yüklediği oruç ruhu, okurun ruhunda karşılığını bulduğunda iftar anı gelmiş demektir.” Okuyucu şiirle buluştuğunda o ana özgü bir ilişki biçimi vardır. Bu tutum kişiden kişiye değişebilir. Aydoğan bu edimin, bazı kurallar çerçevesinde olması gerektiğini söylüyor. Bir şiirin okunma anında diyor, okurun farkında olması ya da uyması gereken şartlar vardır: 1. Şiiri ciddiye almak. 2. Şiirden bize yansıyacak bir değer olduğuna inanmak. 3. Şiir okuduğunun bilincinde olmak. 4. Dikkat ve sükûnet içinde bulunmak. Kitabın “Şair ve Şiiri” bölümünde Aydoğan’ın kimi şairlerimiz ve şiirleri üzerine kuşatıcı yazıları yer alıyor. Necip Fazıl, Asaf Hâlet, Ahmet Muhip Dıranas, Behçet Necatigil, İlhan Berk, Ece Ayhan, Cahit Zarifoğlu gibi tanınmış olanların yanında, Türkiye’de bazı çevrelerin bile isteye görmezden geldiği Erdem Bayazıt, Akif İnan, Alaeddin Özdenören, Arif Ay, Cahit Yeşilyurt, M. Ragıp Karcı gibi şairlerin şiirleri hakkında ilgilisine yetecek yazılar bunlar. “Sanatçının Tutumu” kısmında bir Mehmet Akif yazısı var ki, defaatle okunsa sezadır. Yazarın her dediğine katılmak, her düşüncesine ortak olmak elbette mümkün değil. Kabullerimizi bir yana bırakalım, görüş/fikir ayrılıklarımız, itirazlarımız bile bizi yeni düşünme kapılarına vardırabilir. Örnekse, Aydoğan şiir çözümlemesi bahsinde “şiir, ayrıntısına inildikçe şiirsel imkânlarını boşaltır ve bir kelime yığını haline gelebilir” diyor. Bu endişeden, şiirin bütüncül ve derin yapısına müdahalede ne kadar donanımlı ve dikkatli olmak gerektiği sonucunu çıkarabiliriz. Kanaatim şu; Yazma Sevinci’ndeki yazılar, bilhassa birinci bölümde yer alan pür poetik metinler ve “Sanatın Boyutları” bölümünde toplanan kuramsal yazılar, tekrar tekrar okunmalıdır. Şiire önem atfedenlerin, sanatın ilkelerini tevarüs etme hevesinde olanların, hem şiirin/şairin kimi özelliklerini tanıması hem de sanatın derin yapısını kavraması için buna ihtiyaç var. ERCAN YILMAZ eki kime yazıyoruz, kimin için yazıyoruz? Ya da şiir gitgide niye daha az okunuyor?” diye soruyor Haydar Ergülen Şiirdir, Geçer adlı yeni kitabında. Soruyor ve cevap veriyor: “Çünkü yitirdiğimiz bir dünyayla, o dünyanın değerleriyle, insani değerlerle birlikte, o değerlerin sahibi ve taşıyıcısı olan insanları da yitiriyoruz, onlar da şiir gibi azalıyor. Böylece bir bakıma kendimiz gibi olan, kendimiz gibi olacağına umut bağladığımız bir ‘azınlık cemaati’ için yazıyoruz. Yaşamın tümüyle bir ‘eğlence’ye dönüştürüldüğü, her sanatın ‘eğlendirme gücü’yle ölçüldüğü bir çağda, elbette ‘romantik’lerin en soylu uğraşı olan, biricik aracı olan şiirin payına da gitgide daha fazla karamsarlık ve keder düşecektir. Turgut Uyar’ın ‘şiir çıkmazda, çünkü insan çıkmazda’ sözünü ve şiirlerini hatırlayalım. Büyük usta, ‘şiir çıkmazda’ derken çağdaşı şairleri suçlamak yerine, daha temelli bir şeyi, ‘insanın çıkmazda’ oluşunu da dile getirdiği için büyüktür. Ben de bugün ‘kötü şiirler yazıldığı için, eskisi gibi büyük şiirler yazılmadığı için şiir okunmuyor’ diyenlere katılmıyorum. Bu hem çok kolay hem de çok haksız bir yargı çünkü. Zengin ve çeşitli bir şiirimiz var bugün de, ama onu alımlayabilecek, şiirin hayatındaki önemini ve yerini kavrayabilecek bir ‘okur’ yok ortada.” İNCE ŞEYLERE VAKTİ OLANLAR İÇİN Haydar Ergülen’in, durup ince şeyleri anlamaya vakti olanlar için, o talihli diyebileceğimiz azınlık için tuttuğu şiir günlüklerini topladığı Şiirdir, Geçer deyiş yerindeyse gayriresmî bir edebiyat tarihi. Bilhassa 80 sonrası Türk şiirinin ve kültür hayatının önemli ve ilginç ayrıntılarını da barındıran günlüklerde neler yok ki? Yayımlanan kitaplar, dergiler, şairlerin özel hayatları, hatıralar, şahitlikler, kültür olayları... Ergülen, o kendine özgü samimi ve vefalı üslubuyla sayfalara taşıyor bütün bunları. Kitap, Haydar Ergülen’in 20072010 arasında Varlık dergisinde yayımlanan yazılarından oluşuyor. Bu yazılara, şiir günlüğü demek daha doğru olur. “Şiirin kalbi dergilerde atar.” sözünün somut bir kanıtı bu günlükler. Kâh “ölü şairler antolojisi”, kâh “genç şairler antolojisi”, kâh “şahsî edebiyat tarihi”, kâh “hüzün güncesi”... Ne dersek di- 24 yelim Haydar Ergülen kalbini yazıyor, kalbine yazıyor, kalbinden yazıyor... “Tuğrul Tanyol’un güzel suçlamasıyla ‘çok şairsever’ olduğum bilinir.” diyor Haydar Ergülen kitabın bir yerinde. Öyle, ‘çok şairsever’ bir şair o, kendi kuşağının önemli şairlerinden V. B. Bayrıl’ın “Şiir iyidir, şairler hariç” mottosunu deyiş yerindeyse “şiir de iyidir şairler de” şeklinde yeniden kuran bir şair... Ama aynı zamanda ‘hayli filmsever’ bir şair Ergülen. Ve elbette ‘kedisever’. Bütün bunları Ergülen’in şiirle kurduğu ilişki dolayımında söylüyorum. Dokunduğu şeyi ‘şiir’ kılma hünerini hayatının düsturu haline getirmiş bir şairin günlükleri olarak okumak mümkün Şiirdir, Geçer’i. Bu arada kitabın ismi üzerinde de durmalı. Ergülen, “şiirdir, gelir geçer, geriye insanlık kalır” diyor sanki. Kitap boyunca bu duygunun hakkını veriyor. GENÇ ŞAİRE ÖĞÜTLER “Aranızda bilenler vardır ama bir kere daha tekrarlamak yerinde olur, İstanbul’da yayın yapan ‘Açık Radyo’nun bir sloganı vardır, bu sloganı çok beğenirim ve benimserim: ‘Kâinatın bütün seslerine, renklerine, titreşimlerine açık...’ Doğrusu benim şiire bakışım da biraz böyle.” Bu bakış açısıyla kaleme alınan yazıların toplamı olmanın yanı sıra kitapta yer yer aforizmaya yaklaşan tespitlerine de rastlamak mümkün Ergülen’in. “İyi şairler, birbirinin şiirine gönderen şairlerdir.” cümlesi gibi... Şiir üzerine düşünceler de içeren kitabın genç şairlere öğütler niteliği taşıdığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunu bir bilge ya da usta edasıyla yapmıyor Ergülen. Bu tevazuun da genç şair için bir ders niteliğini taşıdığı âşikâr. “Şiir ölüyor mu?” sorusunun cevabı, bu günlüklerde saklı. Şiirinin kalp atışlarını duyuruyor bize Ergülen. Büyük bir şiir medeniyetinden tevarüs edilen parıltılarla dolduruyor gönlümüzü. Vefa, muhabbet, incelik, dostluk, kardeşlik, samimiyet kalıyor insanda, kitabı bitirdikten sonra. Şiirin kalbe değen yanını hatırlıyor, hatırlatıyor, kendini şiirin aynasında seyrediyor, şiirle güzelleşiyor insan Şiirdir, Geçer’i okurken. ‘İnsan çıkmazda’ ama şiir dünyayı kurtaracak güzelliğin bir parçası hâlâ… Anılar atölyesi, muhabbet treni, şiir kardeşliği, veda töreni... Ne derseniz deyin, ‘şiirdir geçer’, geriye insanlık kalır! Öyle değil mi Haydar Abi? ŞİİR KÝTAP ZAMANI 3 MART 2014 PAZARTESÝ Dünya yok az ötede Genç şair Nadir Aşçı’nın yeni kitabı Fi’d-dünya sıkıntı, varoluş, melankoli, hüzün, yokluk gibi kavramlar etrafında değerlendirilebilecek bir kitap. Şair “çocukluk”, “düş”, “baba”, “ev”, “yalnızlık” gibi kavramlar etrafında kuruyor şiirini. Dört padişah, bir usta: MİMAR SİNAN Fİ’D-DÜNYA, NADİR AŞÇI, GRANADA KİTAP, 80 SAYFA, 8 TL “Dünyada rahat yoktur” mottosuyla başlayan bir kitabın ‘anne’ye ithaf edilmesinin manası nedir? Orada, dünyada, şairane konaklamanın yolunu bulmuş mudur şair? Acının kral yolu şiir midir? Nadir Aşçı’nın Fi’d-dünya’sı bu sorulara cevap vermiyor ama daha önemli bir şey yapıyor. Bu soruların cevapsız olduğunu ima ediyor. O da, Şem’î gibi, bir yaş gibi düşürmüş dünyayı gözünden. Dünyada-olmak bir şiiri imlemiyor artık onda. Hüznün bile hüzün vermediği bir dünyada teselliden başka bir şey değil yine de şiir! Günlük hayatın, sıradanın metafiziğini barındıran bir dili var Aşçı’nın. Deyiş yerindeyse Dil’de inzivaya çekilmeyi tercih ediyor. Fi’d-dünya’nın ilk bölümünde Nedim’i Divan şiirinin, ikinci bölümünde Karacaoğlan’ı Halk şiirinin, üçüncü bölümünde de Yahya Kemal’i modern Türk şiirinin ‘mü- ‘Ev’ imgeli şiirler “Sessizlik iyi geliyor her türlü hastalığa/ ıska geçmek nasıl da güzel bazı şeyleri” diyor bir şiirinde Aşçı. Noksanlığın, yoksunluğun, uzaklığın tadını biliyor sanki. Ama insanı ıska geçmeyen bir şiiri var onun. İnsanı, dünyanın gözbebeği kabul eden duyarlıktan hareket eden bir şiir… ‘Ev’ imgesinin öne çıktığını görüyoruz kitapta. Hilmi Yavuz bir şiirinde, “ev içleri daima hüzünlü olur/ öyleyse o ev içlerinden biriyim” demişti. Aşçı da “o ev içlerinden biri” sanki; kalbi de yalnızlığın misafir odası… “Çocukluk”, “düş”, “baba”, “ev”, “yalnızlık”… Nadir Aşçı’nın şiirindeki başat kelimeler. Bu kelimelerin sıkça kullanılıyor oluşu, onun şiirinin bir bakıma ‘çocukluk temrinleri’ olarak algılanmasına imkân tanıyor. Aşçı, ‘çocuk’ saflığının, şiirin o gerçek özünün peşinde olduğunun farkında. Bachelard’ın Düşlemenin Poetikası’ndan hareketle okumak da ilginç bir tecrübe olabilir Fi’d-dünya’yı. Söylese de hüzün oluyor çünkü şair, söylemese de; “ağzı var dili yok, daha ne söylesin kalbim” diyor… Susacağını, belki susarak cevap vereceğini bile bile soruyoruz şaire: “Yaşarken kaybettiğimiz Hayat nerede?” Ve “sade, söylediğinden hesaba çekilmez insan”, değil mi? 25 Osmanlı’nın en ihtişamlı yüzyılı. Anadolu’nun bağrından devşirilen bir genç: Sinan. Çetin seyahatlerde yetişen bir mimari deha. Azmin açtığı yolda emin adımlarla yürüyen derviş yürekli bir bilge. Ve dile getirilmeye korkulan imkansız bir aşk: Mihrimah! Tükenmek bilmeyen bir arayışın zirvesinde doksandokuz yılın nefes kesen hikâyesi: Taşları Konuşturan Adam. Kitabı incelemek için mobil cihazınızdan barkodu okutabilirsiniz. 336 SAYFA 3. BASKI ‘Dünyada rahat yoktur’ YENi 304 SAYFA 5. BASKI S. Eliot bir şiirinde şöyle fısıldar: “Where is the Life we have lost in living?” (Yaşarken kaybettiğimiz Hayat nerede?) Nadir Aşçı, yeni şiir kitabı Fi’d-dünya’da aynı soruyu soruyor, fakat başka kelimelerle… Granada Kitap tarafından yayımlanan Fi’d-dünya sıkıntı, varoluş, melankoli, hüzün, yokluk gibi kavramlar etrafında değerlendirilebilecek bir kitap. Aşçı’nın kavramdan imgeye yolculuğunda Dünya’nın metafizik görüntülerine odaklandığını, bu görüntülerin güncel hayattan devşirildiğini, ân’ın romantizminin zamanı gölgelediğini söylemek mümkün. “Sıkıntının ilk büyük kuramcısı” Pascal’ın çözümüne kulak vermiş gibi Aşçı; Tanrı ile ilişki. Yaşarken kaybedilen hayatın O’nda olduğunun bilinçdışı argümanlarla dışavurumu sayılabilecek kitapta şair, “Hayata uyma yeteneğimin sırrı mı? –Gömlek değiştirir gibi ümitsizlik değiştirdim.” diyen Cioran’dan da el almış gibi görünüyor. Bir yandan Batı’nın ‘bilge’lerine bir yandan da Şark’ın ‘ârif’lerine atıflarla ilerletiyor şiirini… meyyiz’ şairleri olarak konumlandırıyor Nadir Aşçı. Böylece lirik bir imtidâdın peşinde olduğunu hissettirerek poetik zeminini hazırlıyor. ‘Sahih’ şiirin yollarının nerelerden geçtiğini, köklerinin nerelere uzandığını bilen bir şairin tavrı bu. “Eksik-oluş’u şiirle telafi ediyor gibisin; -ama gibi’sin” diye sormuştum bir söyleşide ve şöyle bir cevap almıştım Aşçı’dan: “‘İnsan bu, doğar doğmaz eksiliyor işte’ diye bitirmiştim bir şiirimi. İnsan eksilen bir şey ve kendini sürekli şarj etmek durumundadır. Ben bunu şiirle yapmak istiyorum. Ama sadece yapmak istiyorum. Yapabildiğim konusunda tereddütlerim var. Başka bir şiirimde ‘olmuş da sanki hiç olmamış bütün olanlar’ diyerek itiraf da etmiştim bunu.” 288 SAYFA T. KEREM GÜNEŞ KÝTAP ZAMANI İnsan fikrinin izinde DÜŞÜNCE 3 MART 2014 PAZARTESÝ Peter Watson’ın, Türkçeye çevrilen ilk çalışması olan Fikirler Tarihi: Ateşten Freud’a adlı kitabın nihai yapısını ve tezini üç fikir belirliyor: “Ruh, Avrupa ve deney”. Toplam beş bölüm ve 36 alt başlıktan oluşan kitap, Lucy’den Gılgamış’a, Vico’dan Freud’a uzanan fikirler tarihini gözler önüne seriyor. FİKİRLER TARİHİ, PETER WATSON, ÇEV.: KEMAL ATAKAY-NURETTİN ELHÜSEYNİ-BAHAR TIRNAKÇI-KAYA GENÇ-BARIŞ PALA, YKY, 1088 SAYFA, 65 TL E EMRAH PELVANOĞLU rgenliği doksanlı yıllarda geçmiş orta sınıf şehirli çocukların hemen hatırlayacağı bir bilgisayar oyunu vardır: “Civilisation”. En son beşinci sürümü çıkan oyunda belirleyeceğiniz rakiplerle eşzamanlı olarak M. Ö. 4000 dolaylarından itibaren tarih sahnesinde rekabete çıkıyor ve diğerlerini alt ederek uzay çağını imleyen bir gelecekte, yine sizin belirlediğiniz bir rejimin iktidarı ile mutlu sona ulaşmaya çalışıyordunuz. Oyunun, “ulus” ve “devlet”i ta en baştan verili kabul ederek anakronik bir düzlemde “ilerleyen” sanal bir tarihi canlandırmasından gayrı; savaşlar, antlaşmalar ve büyük adamlara dayanan başat tarihyazımından önemli bir farkı daha bulunmaktaydı: Rekabet büyük oranda düşünce düzlemindeydi ve ön almak isteyen oyuncular doğru strateji ile en önemli fikrî atılımları (yazı, çömlekçilik, din, demir vb.) gerçekleştirerek ilerliyorlardı. Bir kitap eleştirisine bilgisayar oyunu tanıtarak başlamak biraz sıra dışı gelebilir ama söz konusu olan Fikirler Tarihi: Ateşten Freud’a (IDEAS: A History From Fire to Freud) gibi ilgi çekici bir yapıtsa durum değişecektir. Kitabın Türkçe çevirisi için belirlenen isim aslında farklı ve biraz da yanlış bir algı yaratıyor. Zira Peter Watson’ın (d. 1943) yapmaya çalıştığı, bir kavram olarak “fikir”in tarihinden ziyade, kendi tabiri ile “geleneksel tarihe alternatif” bir “insan tarihi” yazmak ve bunu yaparken de tıpkı “Civilization”ın hızlandırılmış sanal tarihinde olduğu gibi insanın yeryüzündeki varlığını değiştiren/geliştiren “fikirler”i takip etmek. EN ÖNEMLİ KİTABI Fikirler Tarihi, Peter Watson’ın Türkçeye çevrilen ilk çalışması. Farklı ve son derece geniş bir alanda hem kurmaca hem de kurmaca olmayan onlarca kitabı bulunan Watson akademi dışı bir figür ve önemli bir gazetecilik kariyeri var. Bu ilgi çekici yazarlık serüveninin en önemli ürünü olan Fikirler Tarihi (2005), 2001 yılında çıkan The Modern Mind: An Intellectual History of the 20th Century’nin bir nevi “öncesi” olarak tasarlanmış. Nitekim The Telegraph’a Fikirler Tarihi için yazdığı yazıda Noel Malcolm, bu sıra dışı yazma iştahını biraz da tiye alan bir mizansen kurgulayarak, Watson’ı Modern Mind’ın basılmasının ardından yayıncısıyla çıktığı bir kutlama yemeğinde tasavvur eder. Bir devam kitabı niyetini belirten Watson’a yayımcısı hâkimiyetinde olan insanın, soyut düşünce ve kategoriler geliştirerek tekamül eden düşünce kapasitesinin ilk önemli verimi olarak değerlendiriyor. Din, felsefe ve birey gibi kurumların önceliği olan bu fikir özellikle ikinci bölümde detaylandırılıyor. “Tarihin Büyük Menteşesi” başlıklı üçüncü bölüme kadar nispeten evrensel bir düzlemde ilerleyen Watson, bu bölümden itibaren Avrupa fikrinin izini sürmeye ve kurgusunu Batı merkezli standart modele uygulamaya başlıyor. Özellikle Avrupa fikri ile Ruh fikrinin bir araya geldiği dördüncü bölümden itibaren bu kurgu başat bir hal alıyor ki, Watson’ın bu bağlamda imlediği, günümüz insanını belirleyen fikirlerin ancak bu model uyarınca anlaşılabileceği... Birey fikrinin ortaya çıkışını modernliğin başlangıcı olarak ele alan Watson, bu bağlamda genelgeçer anlatıdan koparak Rönesans düşüncesinden önceye, “Tanrı ile İnsan Arasında” oluşan soyut müzakere alanının şekillendiği skolastik döneme işaret ediyor. Son derece doyurucu ve derli toplu bir modernite tarihi sunan bu bölümde, bu güncellemeden başka yeni bir şey ortaya konulduğunu söylemek zor. MODERN TUTARSIZLIKLAR Peter Watson “19. yüzyılı mı kastediyorsun?” diye sorar. Watson’ın cevabı, “Hayır, 20. yüzyıldan evvelki bütün insanlık tarihini kastediyorum.” olur. “Australopithecus’a kadar”. Yaklaşık 1000 sayfalık bu muazzam çalışmanın tek bir insanın elinden bu kadar kısa sürede çıkmış olması gerçekten de inanılması güç gibi dursa da, Watson külliyatının çizdiği geniş manzara bu. Ancak kitabı mümkün kılan en önemli unsur, büyük oranda ikincil kaynaklara dayanan büyük ama hazır bir malzemeye dayanması. Ancak hemen belirtmeliyim, kitapta bu son derece değerli malzemenin bir araya getirildiği bir kaynakça yok. Dipnotlarda verilen kaynakların bu şekilde bir araya getirilmemiş olmasının, konuyla ilgili araştırmacılar için gereksiz bir okuma zorluğu meydana getireceğini söyleyebiliriz. Yine de iyi kotarılmış “Kavram Dizini” ve “Özel Adlar Dizini”nin yanında, Watson’ın yazdığı “Tarihteki En Önemli Fikirler: Bazı Adaylar” başlıklı giriş yazısı da bu bağlamda kısmi bir kolaylık sağlı- yor. Giriş bölümünde Watson, hem biricik olmayan yöntemini açıklıyor hem de yöntemine öncülük eden ikincil kaynakların geniş bir serimini gerçekleştiriyor. “Bu kitapta toplam 58 sayfalık 3550 kadar referans var.” diyen Watson, kendi çalışmasına öncülük eden bu büyük anlatılardan entelektüel tarih için “üçlü yapı” modeline kaynaklık edenleri ayırarak (kitabın boyutu düşünüldüğünde) küçük bir tartışma yapıyor. Bacon, Carlyle, Vico, Gellner gibi düşünce insanlarının kendi entelektüel tarih modelleri için daha önce belirlediği üçlü yapılarda öne çıkan kimi kavram ve eylemlerden farklı olarak Watson, “kitabın nihai yapısını ve tezini belirleyen üç fikir” tespit ediyor: “Ruh, Avrupa ve deney”. Toplam beş bölüm ve 36 alt başlıktan oluşan kitapta bu üç fikir, günümüz Batılı-seküler insanını belirleyen en önemli aşamalar olarak genel bir çerçeve çiziyor. “Lucy’den Gılgamış’a” ve “Yeşeya’dan Cu Şi’ye” başlıklı ilk iki bölümde Watson, “Ruh” fikrini, dışsal fenomenlerin mutlak 26 “Vico’dan Freud’a” başlıklı beşinci bölümden itibarense, ruh fikrini cogito/zihin ile değiştiren modern (Batılı) insanın, dış dünya ile kurduğu yeni ilişki çeşitli düşünsel aşamalarla anlatılıyor. Dördüncü bölümden itibaren karşımıza çıkan “deney fikri”, Watson’a göre dış dünyayı kendi zihinsel hegemonyasında yeniden şekillendirebilen insanın temel dayanağı. Bu bölümden itibaren anlatının Modernlik/Batılılık düzleminde yeniden evrensel tona döndüğünü söyleyebiliriz. Watson’ın yine bu bölümde dikkat çektiği bir diğer önemli nokta ise deney fikri ile çelişen ruh fikrinin beraberliğinde açığa çıkan “Paralel Hakikatler: Modern Tutarsızlık”. Giriş bölümünden sonra gelen “Zamanın Keşfi” başlıklı bölüm ise tam da bu tutarsızlığın, 19. yüzyılda hızlanan paleontolojik keşiflerle bilim adına nasıl aşıldığını anlatıyor. “Eski Ahit”in belirlediği ve Tanrı failliğinin doğrudan vuku bulduğu insan merkezli bir tarih öncesi bilgisinin ortaya çıkan yeni bulgularla kazandığı yeni seküler çizgi, biz modernlerin zamanı nasıl algıladığının da hikâyesini içeriyor. Uzman olmayan ama meraklı bir genel okur profiline hitap eden Fikirler Tarihi, beşeri bilimler derslerinin sıkıcı klişelerinden yılmış öğrenciler için de iyi bir kaynak. Modern Mind ve diğer Watson kitaplarının da bir an evvel çevrilmesi dileğiyle. ARAŞTIRMA KÝTAP ZAMANI 3 MART 2014 PAZARTESÝ Bilinmeyen 28 Şubat 28 Şubat sürecine gazeteci olarak tanıklık eden Emine Dolmacı, yaşadıklarını 28 Şubat’ın Haber Dükkânı: Yalanlar Üstüne isimli kitabında detaylarıyla anlatıyor. Dolmacı, 28 Şubat’tan bu yana medyada pek bir şeyin değişmediğini gözler önüne seriyor. 28 ŞUBAT’IN HABER DÜKKÂNI: YALANLAR ÜSTÜNE, EMİNE DOLMACI, POZİTİF YAYINCILIK, 328 SAYFA, 20 TL T TUĞBA KAPLAN ürk siyasi tarihi, geçmişte yaşanmış olmasına rağmen hâlâ tazeliğini koruyan kritik olay ve dönemlerle dolu. Bunlardan biri de şüphesiz 28 Şubat. Ülkenin ilk kez gördüğü farklı bir darbe girişimi... Asker yine devrede ama bu kez farklı olan, askerin sivil toplumu da harekete geçiren unsur olması. “Sivil toplum” diye ortaya çıkan, darbe sürecini hızlandıranların kim ve ne olduğu, bir anda hangi maksatla türediği sonraki yıllarda anlaşılır. Elbette o dönem askerin destekçisi sadece sivil toplum değildir. Her darbe döneminde darbeyi yapanların eli ayağı, dili kulağı olan medya da görevini askerin istediği gibi kusursuzca yerine getirir. Özetle tanımlamaya çalıştığımız, “en uzun şubat”ın şartlarını, ülkenin içinde bulunduğu atmosferi ve özellikle medyayı, o günleri yaşayan gazeteci Emine Dolmacı 28 Şubat’ın Haber Dükkânı: Yalanlar Üstüne isimli kitabında detaylarıyla anlatıyor. Dünün mağdurları bugünün aktörü olursa… 28 Şubat’ta yaşanan kamplaşmanın bir benzerinin bugün Türkiye’de ve her zamanki gibi medya üzerinden yaşandığına şahitlik ediyoruz. Emine Dolmacı bunu “Dünün mağdurları, yeni medyanın aktörleri oldu” sözleriyle anlatıyor. Diğer darbe dönemlerinde olduğu gibi, toplumun bütün kesimleriyle beraber medyanın da yaşadığı olağanüstü bir dönemin kodlarına dikkati çekiyor. Meslek ilkeleri ve medya ahlâkına taban tabana zıt davranışlar, toplumu ve süreci yönlendirmek için yapılan mühendislik haberleri, yalan ve iftira dolu manşetlerle bir algı zemini oluşturulduğu görülüyor. Aslında toplumun adım adım bir darbeye, örtülü bir müdahaleye hazırlandığı, üzerinden yıllar geçince anlaşılıyor. Bununla bağlantılı olan bir diğer nokta ise, kitapta da vurgulandığı gibi, aslında 28 Şubat’ın hiç bitmediği gerçeği. Zira bu tarihten sonra yapılan değişiklikler de bunun üzerinden gerçekleşiyor: Zorunlu eğitimin kesintisiz sekiz yıla çıkarılması, imam hatip liselerinin orta kısmının kapatılması, Kur’an kurslarına sınırlamalar getirilmesi gibi. Yani önce algı oluşturulup, sonra bunlar tek tek uygulanıyor. Bugün ülkenin içinde bulunduğu siyasi atmosfere ve medya kurumlarının, gazetecilerin sırf çıkarları uğruna, işbirlikleri zarar görmesin diye hem avukat hem savcı hem yargıç görevini üstlenmeleri 28 Şubat’tan bu yana medyada pek de bir şeyin değişmediğini gözler önüne seriyor. Neo-28 Şubat mı? Emine Dolmacı o gün gazetelere yansıyan haberlere ve bütün detaylara kitabında yer vermiş. Aslına bakarsanız, kitap sadece 28 Şubat’ta başörtülü bir gazetecinin yaşadıklarından ibaret değil. Emine Dolmacı, 2014 Türkiye’sinde meydana gelen, dönüm noktası denilebilecek Gezi Parkı ve 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet iddiası operasyonu gibi önemli olayları da anlatarak aslında dünden bugüne Türk siyasetinin fotoğrafını çekiyor. Nitekim o günlerde yaşananlar, bugün olacakların habercisi gibi. Mesela bugünlerde dolaşımda olan “cemaat, silahsız terör örgütü” ifadesi, 28 Şubat’ın da argümanları arasında yer alıyor. Günde sayısız kez “paralel yapı” ithamına maruz kalan Hizmet Hareketi, 28 Şubat’ta Nuh Mete Yüksel’in hazırladığı iddianameye konu olmuştu. Bugün yaşananlar neredeyse aynen o günlerde de cereyan etmişti. 1999 yılında Yüksel’in “Fethullah Gülen Örgütü” olarak isimlendirdiği yapının suçu, “Laik devlet yapısını değiştirerek yerine dinî kurallara dayalı bir devlet kurmak amacıyla, yasa dışı örgüt kurup bu amaçlar doğrultusunda faaliyetlerde bulunmak” şeklinde tanımlanmıştı. 35 ülkede açılan toplam 279 eğitim kurumu bu yapının suç organları olarak gösterildi. Örgütün en büyük 20 kuruluşunun başında Zaman, Samanyolu Televizyonu, Cihan Haber Ajansı, Aksiyon ve Sızıntı dergileri gösterildi. Bu vesileyle yayın organlarını kapayıp yönetici ve çalışanlarını hapse atma planları yapıldı. Bugün Hizmet Hareketi’ne yönelik söylemler 16 yıl önceki 28 Şubat’tan farklı değil. Hatta bütün bu yönleriyle Neo-28 Şubat ifadesini kullanmak doğru olabilir. Keşke 28 Şubat’ın mağduru, bugün medyanın aktörü olan, 28 Şubat zulmüne maruz kalan o dönemin gazete ve gazetecileri, bugünlerin de yazılıp bir gün kendilerine hatırlatılacağını unutmasa... 27 Hayat bağlanmalardan ibarettir. Önce anneye… Sonra babaya… Aileye… Ardından “yaşama” ve “yaşamaya”… Yani bağlanmak hayatla ilgilidir, hayatidir. Pedagog Adem Güneş hayatın en temel konularından biri olan ‘güvenli bağlanma’yı bütün boyutlarıyla anlatıyor. CNR FUARI - HALL 4 C 02 Konferans: 09 Mart Pazar Saat: 14.00-15.00 İmza: 09 Mart Pazar Saat: 15.00-17.00 BURSA FUARI - SALON 4 / 304 İmza: 20 Mart Perşembe Saat: 15.00-17.00 ÖYKÜ KÝTAP ZAMANI Gerçek ile gerçeküstü arasında S 3 MART 2014 PAZARTESÝ Şehrin ve kaçışların öyküsü Sibel K. Türker edebiyata öyküyle başlamış, daha sonra romanlarıyla adından söz ettirmişti. Yazar yeni kitabı Aşkın Kalplerimizdeki Mutat Yolculuğu’yla tekrar öyküye döndü. Kitapta Türker’in gerçek ile gerçeküstü arasında gidip gelen metinleri yer alıyor. Nuhan Nebi Çam, Yolcu ve Eşkıya adlı kitabında yeni öykülerini bir araya getiriyor. Şiirsel ve görsel bir anlatımın egemen olduğu öykülerde yazar, münzevi ve kendisiyle hesaplaşan karakterleri anlatıyor. AŞKIN KALPLERİMİZDEKİ MUTAT YOLCULUĞU, SİBEL K. TÜRKER, CAN YAYINLARI, 160 SAYFA, 14 TL YOLCU VE EŞKIYA, NUHAN NEBİ ÇAM, ÖTÜKEN NEŞRİYAT, 109 SAYFA, 9.50 TL KÂMİL AVCI ibel K. Türker’in önceki kitabı Hayatı Sevme Hastalığı kimi eleştirmenlerden olumsuz eleştiriler alsa da iki önemli ödüle değer görüldü. Bir tarafta eleştirmenlerin pek de beğenmediği bir roman, diğer tarafta taltif... Bu tartışmayı yeniden açmak yerine belki de şunu hatırlamak gerekiyor: Denemeyi seven, var olan anlatım biçimlerinin sınırlarını zorlayan bir yazar Sibel K. Türker. Uçlarda gezinmesi, farklı biçimlerden yepyeni deneyimler çıkarması (tıpkı Hayatı Sevme Hastalığı romanında olduğu gibi) her zaman başarılı olamıyor ama yine de bu çabası ilgiyle takip ediliyor. Kısa zamanda kendi okur kitlesini edinmesi de, aldığı ödüllerle dikkati çekmesi de bu çabasından kaynaklanıyor. Elbette bütün bu ilgiye karşın eleştirilmesi de yine aynı nedene bağlanabilir. Ortak temalı öyküler Sibel K. Türker edebiyata öyküyle adım attı ama daha çok romanlarıyla adından söz ettirdi. Yeni kitabı Aşkın Kalplerimizdeki Mutat Yolculuğu’nda yazarın yeni öyküleri var. On dört öykünün yer aldığı kitap, ortak temalara odaklanıyor. Yazarın romanlarıyla da ortak bu temalar zaman zaman başvurulan ironiyle daha da ilginç hale geliyor. Yine verili öykü kalıplarının dışına çıkıyor yazar. Öykülerdeki olaylar ilginç, hatta büyülü. Kimi zaman bozkır ortasında unutulmuş bir iç denizi, kimi zaman ilahi sesle uyanan insanları, kimi zaman da birbirini gözetleyen iki kişinin hikâyesini anlatıyor Sibel K. Türker. Ama sayfalarda ilerledikçe yazarın olaydan çok onun işaret ettiği duyguyla ilgilendiğini anlıyoruz. Örneğin, kitaptaki “Nöbetçi” öyküsünde bir kadın ile onu izlemekle görevli bir gece bekçisinin öyküsü anlatılıyor. Bu öykünün pekâlâ ilginç noktalara çekilebilecek olay örgüsünden çok, dayandığı temel duyguyu açık etmeye çalışıyor yazar. Yazının başında sözü edilen ayrıksılık tam da bu noktada başlıyor. Öykülerin anlatıcısı, kendini olayın S çekimine kaptırmaktansa hep aynı noktada durup üzerinde çok da düşünmediğimiz insanlık hallerine çekiyor dikkatleri. İSA DARAKCI eslerin var gücüyle ortalığı inlettiği, türlü velvelenin arşı tuttuğu vakitlerde insanın saflığını muhafaza edecek olan nedir? Dünya ve içindekiler cifeden ibaretse, çamura çirkefe bulanmadan yaşamak mümkün müdür? Ya da toza çamura bulanmış halimizin nedir çaresi? İyi kitaplar bile derman olamazken, sığınılacak liman neresidir? Sorular uzayıp gidedursun, bilinen bir şey varsa, o da güneşli günler ihtimalinin insanı ayakta tuttuğudur. Piyasanın can simidi gibi yapıştığı özel günlerden biri geçenlerde yediden yetmişe herkesçe kutlanırken, aynı güne denk gelen Dünya Öykü Günü sessiz sedasız geçiverdi. Silkelenip öze dönmenin, insan olduğumuzu, bir kalp taşıdığımızı hatırlamanın bahanesi olabilirdi pekâlâ. Geçmiş ola. Ursula K. Le Guin’e göre öykü bir eve benzetilecekse, okurun orada yaşayabileceği, gönlünce gezebileceği, türlü oyunlara dalabileceği bir evdir. “Ya da okura pencerelerden, daha önce hayal edilmemiş manzaralar gösterebilir, büyülü pencere kanatlarını hayali ülkenin tehlikeli denizlerinin köpüklerine açabilirsiniz.” diye eklemeyi ihmal etmez fantastik dünyaların anlatıcısı. Aşktan çok yalnızlıkla ilgili Aşkın Kalplerimizdeki Mutat Yolculuğu her ne kadar ilk elde aşka dair bir kitap olduğu zannı uyandırsa da aşktan çok yalnızlıkla ilgili. Zaten yazar, Hafız-ı Şirazi’nin “Önce kolay göründü aşk/ Nice müşkül olduğu sonradan anlaşıldı” beytine yer vererek asıl istikametinin aşk değil, ondan geriye kalan yalnızlık tortusu olduğunu ima ediyor. Kahramanların çoğu, başka insanlarla iletişim halindeyken bile bu yalnızlık duygusunu üzerinden atamıyor. Ankara’da bir deniz olduğuna kimseyi inandıramayan kahramanların, yalnız kaldığı için mecburen kötülüğü seçen, gece bekçisi tarafından izlenirken bile yalnız olduğunu hisseden yaşlı kadınların, kitapları büyük ilgi görmesine rağmen evde hayaletlerle söyleşen bir yazarın yalnızlığını anlatıyor Türker. Bu yalnızlık duygusuna zamanla korkular ve rüyalar da karışıyor. Kaçmaktansa bu duygularla yüzleşmeye çalışıyor öykü kahramanları. Nitekim kitaptaki en dikkat çekici öykülerden olan “Ev Arkadaşı”nda şunları söyler öykünün yazar kahramanı: “İnsanlar korkuyu aciz bir duygu sayar. Ama korku duyguların en acizi değildir. İnsanlar korkmaktan kurtulmayı anlar ve hemencecik bir iktidar aygıtı kurarlar kafalarında. Bense korkmaktan bir inancı anladığımdan olacak, inancı her daim inançsızlığa yeğlerim. İnançta ses vardır çünkü, bu evde de o kaba, hantal suskunluğa karşı bir sesin barındığını hemen anlamıştım. Vazgeçiş mümkündü, fakat aynı derecede imkânsızdı.” Gerçek ile gerçeküstü arasında beliren bir noktada kuruyor öyküsünün çatısını Sibel K. Türker. Aşkın Kalplerimizdeki Mutat Yolculuğu’ndaki öykülerin bildik, sıradan, alışılmış kalıplara uymamasının bir nedeni bu. Öyküler şaşırtmıyor çoğu kez, okuyanı heyecanlandırmıyor belki ama üzerinde uzun uzun düşündürmeyi başarıyor. ‘Hüznün resmini çizmek’ Nuhan Nebi Çam’ın Yolcu ve Eşkıya’sını okurken bana hangi pencereleri açtığını soruyorum kendime. Bundan önceki öykülerini Yangın Sonrası Ölmek ve Kaçış adıyla yayımlayan Çam’ın on sekiz güzel öyküsünü barındıran üçüncü kitabı bu; yeryüzü sürgününde paylarına “hüznün ve acının resmini çizmek” düşmüş hayatlara ayna tutuyor. Kitabın ilk öyküsündeki, John Fowles’un Fransız Teğmenin Kadını’nı çağrıştıran, sahilde sevgilisini bekleyen mahzun kadın da, bileklerini keserek canına kıymaya kalkan Derviş Musa da, kocasıyla birlikte “hikâyesini de kaybeden” kadın da bu aynanın içinde. Ayna; münzevi, kalplerini evirip çevirip kendileriyle hesaplaşan kişileri gösteriyor. Bu hesaplaşma bazen tutunacak bir şey bulamamayla, bir boşlukla, bir kaçışla da sonuçlanabiliyor. Önceki kitabında da ‘kaçış’ı mesele edinen yazar, bir söyleşisinde nelerden kaçtığını şöyle sıralıyordu: “Metropolden, soğuk ilişkilerin, iletişimsizliklerin olduğu bir 28 coğrafyadan… Anlamsız ve iğreti bir zamandan… Şehrin yapmacık hallerine ayak uydurmayı başarabilen kendimden… Belki sekülerizmden, belki idealizmden…” Çare nerededir o halde? Çare, şehre dönmekten çekinene bir balıkçı kasabasının tenhalığıdır; ölümden kaçana ıssız bir kulübedir. Sonuçta ideallerinin ve umutlarının altında kalmak ise kaçınılmazdır. Hayal kırıklığının özeti: “İdealler sanki kısa, özensizce yazılmış kötü bir hikâyeden ibarettir.” Öykülerde şiirsel ve görsel bir anlatım egemen. Kavgayı ve hırsı bilmeyen, kendini şair olarak gören bir öykücünün şu satırlarına şaşırmamak gerekir o yüzden: “Sonbahar… Bir ömrün en arkadaki zamanları. Her eylül, korkunç mevsimler. Korkunun ürpertileri…” Olaydan ziyade durum hikâyesine yakın duran metinlerin yanında, tahkiyenin başarıyla uygulandığı olay öyküsü “Kayıp Hikâye” yazarın bu kulvarda da başarılı olduğunu göstermesi açısından dikkate değer. Sait Faik, iyi hikâyeci diye sitayişle bahsedilen birini “balık isimlerini bile bilmiyor” yollu yermişti. Bu kitapta çevre, envai çeşit ağacı, kuşu, denizi ve rüzgârıyla arz-ı endam ediyor. Fonda İstanbul var Şiire göz kırpan öykülerin fonunda hep İstanbul var. Denizi, Boğaz’ı, “şehrin akşam çavuşu” güvercinleri, martıları, Sultanahmet ve Firuzağa Camii müezzinlerinin ahenkli ezanları, gündelik hayatın yanı başında sakin medreseleriyle İstanbul... Şehre sevgi her satırda kendini belli ediyor. Yazar da bunu saklamıyor: “Bu şehre âşık olmayanları, kentin sokaklarında adımlamaktan mahrum kalanları üzüntüyle düşünüyorum.” O halde seviyorsak bu gösterilmeli, şehir “adım adım, santim santim gezilmelidir.” Modern zamanların bize unutturduğu ne varsa haykırıyor kitap: Bir şehri sevmeyi, sevildiğini bilmenin verdiği çocuksuluğu, kuşları, ruhları ferahlatan dağ yelini, sedir ağacı gölgesinde isten kararmış bir demlikten içilen köz çayını... Belki de haykırmıyor, ‘sessizlik iyidir’ düşüncesiyle umudu fısıldıyor: “Akşam, bütün kiniyle nefretiyle çöktü ama Boğaz’da ışıklarıyla gezinen gemileri kim karartabilir?” O halde soralım, geceden sonraki gündüzü kim karartabilir? ARAŞTIRMA KÝTAP ZAMANI 3 MART 2014 PAZARTESÝ Fişleme cumhuriyeti Genç gazeteci Bayram Kaya, Zaman Kitap’tan yayımlanan Sakıncalı Bürokratlar kitabında, ağırlıklı olarak mağdurların gözü ile bir 28 Şubat okuması yapıyor. Kaya, konu bütünlüğünü iyi yakaladığı için, rahat okunacak bir eser ortaya koymayı başarmış. SAKINCALI BÜROKRATLAR, BAYRAM KAYA, ZAMAN KITAP, 256 SAYFA, 12 TL G HARUN ODABAŞI azeteci Cengiz Çandar 28 Şubat 1997’deki Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) irtica ile mücadele kapsamında aldığı 18 maddelik kararın ardından başlayan sürece Postmodern Darbe ismini uygun görmüştü. Sonra bu ifade o kadar beğenildi ki, dönemin adı haline geldi. İçinde “post” ve “modern” gibi iki naif ifade geçse de, asker fiilî olarak Meclis’i feshedip yönetime el koymasa da 28 Şubat “buz gibi” bir darbeydi. Ve yine her darbenin sebep ve sonuç ilişkileri bakımından tarihî, sosyolojik, psikolojik ve ekonomik birçok sonucu olduğu gibi, gerçek mağdurları ve sahte kahramanları vardı! İşte genç nesil gazeteci kuşağın temsilcilerinden Bayram Kaya, Zaman Kitap’tan yayımlanan Sakıncalı Bürokratlar kitabında, ağırlıklı olarak mağdurların gözünden bir 28 Şubat okuması yapıyor. Kaya, bir kitapta aranan en önemli özelliklerden biri olan konu bütünlüğünü çok iyi yakaladığı için, kitabı sıkıcı hale getirmesi muhtemel kurum, tarih ve kişi isimleri bolca geçmesine rağmen, rahat okunacak bir eser ortaya koymayı başarmış. 6 MİLYON KİŞİ FİŞLENDİ Bütün darbeler ‘düşman’ inşasına dayanır. Önce devleti ele geçirmek isteyen son derece tehlikeli bir düşman olacak ki, askerin siyaset kurumuna ve sivil halka karşı hegemonik güç kullanması meşru bir zemine otursun. 1980 İhtilali’nde müdahalenin meşru gerekçesi kardeş kavgası iken 28 Şubat’ı tasarlayanların düşmanı ‘irtica’ oldu. Cuntanın elinde yasal olmayan bir kurum olan Batı Çalışma Grubu marifeti ile dönercilik yapan kişilere varıncaya kadar çok geniş bir mürteci (!) listesi vardı. İşte hukuk dışı oluşturulan bu listelere fişleme adı veriliyor. Bayram Kaya’ya göre fişleme, bürokrasinin en büyük hastalıklarından biri ve bize özgü ilk fişleme İttihat ve Terakki’ye kadar uzanıyor. Cumhuriyet tarihinde Bediüzzaman Said Nursi, Necip Fazıl Kısakürek, Nâzım Hikmet gibi isimlerin eserlerini okudukları için binlerce insan fişlendi. Bu kişiler genel olarak komünist, irticacı ve milliyetçi olarak tasnif edildi. Fişleme mağdur- ları arasında bugün Türk siyasetinin en belirleyici isimleri; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu da var. Ayrıca Ergenekon, Balyoz ve 28 Şubat sanıklarının ev ve işyerlerinde yapılan aramalarda elde edilen fişleme belgeleri, fişleme hastalığının boyutlarını gözler önüne seriyor. Rakam oldukça ürkütücü: 28 Şubat ve sonrasındaki süreçte ülke genelinde fişlenen kişi sayısı yaklaşık 6 milyonu buluyor. DARBENİN MALİYETİ Darbenin ekonomik boyutu ile ilgili rakamlar ise Türk milletinin ödediği bedeli ortaya koyuyor. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’a göre postmodern darbenin maliyeti 450 milyar lira. “Türk halkı magazin tadındaki ‘Türkiye İran olmayacak’ haberlerini izlerken devletin üst düzey bürokratları ve komutanlarının da içinde bulunduğu bir çete, banka kasalarında toplanan halkın paralarını kendi ceplerine indirmekle meşguldü.” Yine BDDK verilerine göre bu dönemde içi boşaltılan banka sayısı yirmiyi buluyor. Müdahale o kadar vahim bir boyuta tırmandı ki, süreçte fona devredilen bankaların yönetim kurulları Genelkurmay toplantı odalarına dönmüştü. Sakıncalı Bürokratlar kitabının baskıya veriliş tarihi, 17 Aralık 2013 Yolsuzluk Operasyonu’nun hemen sonrasına denk geldiği için kitap adeta henüz bitmeyen bir film tadında. Ama AKP’nin dershane kapatma kararının ardından gündeme gelen MGK’daki “2004 Gülen Cemaatini Bitirme Planı”nın ayrıntılarını vererek fişleme hastalığının sadece olağanüstü dönemlerde değil, istikrar dönemlerinde de sürdüğü net bir şekilde vurgulanıyor. Hatta 17 Aralık’ın hemen ardından bürokrasi havuzunda MİT tarafından yapılan fişlemelerin bulunduğu dosyalar birer birer raflardan indirildi. Emniyet ve yargıda binlerce memur tasfiye edildi, görev yerleri değiştirildi. Bayram Kaya’nın kitabı bu olağanüstü gelişmelerin arefesinde nihayete eriyor. Fethullah Gülen Hocaefendi’yi hukuksuz dinlemeden tutun, pek çok ses ve görüntü kasetine kadar sırlar orta yere saçıldı. Ortalığın durulmasının ardından kitabın ikinci bölümünü de bekliyoruz. Dileğimiz, filmin ülke için en hayırlı sonla bitmesi… 29 ROMAN KÝTAP ZAMANI Madam Bovary’nin habercisi R 3 MART 2014 PAZARTESÝ Uyum göstermek mi, yok olmak mı? Başyapıtı Madam Bovary ile tanıdığımız Fransız romancı Gustave Flaubert’in 19 yaşında yazdığı, Türkiye okuru tarafından bilinmeyen novellası Kasım, İthaki Yayınları tarafından Elif Gökteke’nin titiz ve akıcı çevirisiyle yayımlandı. İspanyol yazar Carlos Ruiz Zafón, 2001’de Rüzgârın Gölgesi ile başladığı Sempere ve Oğulları’nın gerilim dolu hikâyesine, üçüncü kitap Cennet Mahkûmu ile devam ediyor. Romanın iyi tarafı, serinin önceki kitaplarından bağımsız okunabilmesi... KASIM, GUSTAVE FLAUBERT, ÇEV.: ELİF GÖKTEKE, İTHAKİ YAYINLARI, 104 SAYFA, 10 TL CENNET MAHKÛMU, CARLOS RUIZ ZAFÓN, ÇEV.: FÜSUN DORUKER, ALTIN KITAPLAR, 304 SAYFA, 18 TL SAKİNE KORKMAZ ealizmin dünya edebiyatındaki ilk güçlü örneklerinden biri, hiç şüphesiz Gustave Flaubert’in başyapıtı Madam Bovary’dir. Flaubert o güçlü karakterle “okuduğu romanları yaşama sevdasına düşüp gerçek hayatla yüzleşince ya salt trajik ya da trajikomik bir hale sürüklenen tip”i ifade eden Bovarizmi literatüre sokmuştur. Bu tip aslında Madam Bovary’den çok önce Cervantes tarafından Don Kişot’ta yazılır. Aynı tip Türk edebiyatında da başta Araba Sevdası olmak üzere birçok romanda karşımıza çıkar. Gerek dünya gerek Türk romanında yazarların “okuduğu romanlardaki hayatı yaşamaya çalışan” tipleri sergilerken hiç şüphesiz başka meseleleri vardı. Türk romanında bu tip genellikle “yanlış Batılılaşma” ya da Şerif Mardin’in deyişiyle “aşırı Batılılaşma” ve “modernizm eleştirisi” olarak kullanılmıştır. Flaubert’in elbette böyle bir meselesi yoktu. Fakat başka bir meselesi vardı: Emma Bovary üzerinden romantizm eleştirisi yapmak. Flaubert neredeyse bütün tiplerini temsil ettikleri durumları eleştirmek için kullanır. Türkçeye Bilirbilmezler adıyla çevrilen romanının iki karakteri Bouvard ve Pécuchet de ‘yarı aydın’ tipinin temsilcileridir ve “Aydınlanma’nın ansiklopedik bilgiyi üst bir değere taşıması”nın eleştirisi için vardırlar. 19 yaşında yazdı Flaubert’in 19 yaşında yazdığı, ülkemiz okuru tarafından bilinmeyen novellası November (Kasım) Elif Gökteke’nin titiz ve akıcı çevirisiyle yayımlandı. Flaubert’in Louise Colet’ye kitap hakkında, “November’a iyi kulak verdiysen, kim olduğumu belki de açıklayan ama söze dökülemeyecek bin türlü şeyi tahmin etmişsindir. Ama o yaşlar geçti. Bu yapıt gençliğimin kapanışı oldu.” dediği novellanın kahramanı, belki de bu ifadelere dayanılarak Flaubert’in kendisi şeklinde yorumlanmıştır. Yazarın böyle bir ifadesi olsa da metni yazara bağımlı okumanın zamanı çoktan geçti. Metnin, bir gencin aşk ve ruhsal sancılarının ötesinde bize söylediği bir şey var ki, R o da Bovarizmi önceleyen bir duruma işaret etmesi. Adının özellikle verilmediği bir gencin ruhsal sıkıntılarının, aşk ve cinsellikle ilgili yoğun arayışlarının, hayal kırıklıklarının ilk iki bölümde birinci tekil şahıs ağzından anlatıldığı novellada son bölüme gelindiğinde bir sürprizle karşılaşırız. Gerek elyazması aracılığıyla kahramanın ağzından, gerekse son bölümdeki anlatıcıdan okuduğumuz bu bilgilerde de yine özellikle aşkı şiirlerden, romanlardan okuyup öğrenen ve bu öğrendiklerini hayatta arayan bir karakterle karşı karşıyayızdır: “Şairlerde aşk sözcüğünü öyle çok okumuştum, o sözcüğün tatlılığıyla kendimden geçmek için öyle çok tekrarlardım ki…”, “Yaşamak istediğim bu tutkuları kitaplarda inceliyordum.” “Şairlerin çektiği acıyı düşlerdim.” “Belki de bütün bunlar yüzünden şair olduğuma inandım.” Üçüncü bölümde anlatıldığına göre kahramanımız, “bakan olmaktan çok André Chénier okumayı” sever. André Chénier yani romantizmin müjdecisi şair. HATİCE HANDAN ARIKAN omanın başında kitabevi vitrinini Noel dekoruyla süsleyip satışları a r t ı r m a y ı hedefleyen Sinyor Sempere ve oğlu Daniel, arkadaşı Fermin’in huysuz itirazlarına şu soruyla cevap arıyor: “Uyum göstermek mi, yok olmak mı?” Aslında biraz çabayla sen de mutlu olabilirsin der gibi... Ancak Fermin hiç düşünmeden, “Yok olmak.” diye cevap veriyor. Anlıyoruz ki Fermin’in bize anlatacak çok şeyi var. Geçmişi sırtında bir yük, sırları ve karanlığı ile hayatı dönemin İspanyasına da ışık tutuyor. Cennet Mahkûmu’nu elime ilk aldığımda gerilim romanlarıyla arama koyduğum mesafeyi fark ettim. Bu alanda tecrübeli bir okur değildim, bazen önyargılarım, bazen edebiyat zevkim sanırım bu gizemli hikâyelerin gerçek tadını almamı engellemiş. İspanyol yazar Carlos Ruiz Zafón’un 2001’de yetişkinler için yazdığı ilk romanı Rüzgârın Gölgesi, aynı zamanda bir serinin de ilk kitabı. 40’tan fazla dile çevirilen, yalnızca İngiltere’de bir milyondan fazla satan bu kitap ile başlayan Sempere ve Oğulları’nın hikâyesi, takip eden diğer kitaplar Meleğin Oyunu ve son olarak Cennet Mahkûmu’nda kronolojik bir sıra izlemiyor. ACILAR GERÇEK DEĞİL Mİ? Okuduğu kitapların etkisinde kalan sadece kahramanımız değildir; kendisi gibi aşk macerası yaşamak isteyen, aşk ve sevilme arzusunun peşinde koşmaktan sefih bir hale düşen Marie’nin de yüz kere okuduğu kitap Paul ve Virginie’dir. Paul ve Virginie, romantizmin bütün öğelerini bünyesinde taşıyan kitap. Flaubert’in biyografisini yazan Frederick Brown, yazarın bu kahramanını Chateaubriand’ın René’si, Goethe’nin Werther’i, Musset’nin Octave’ı gibi romantizmi temsil eden kimliklere benzetiyor. Fakat Flaubert’in kahramanının yaşadığı acılarda, arayışlarda, sıkıntıda gerçek olmayan bir şey vardır. Bunu okura son bölümde anlatıcı örtük ve ironik bir biçimde dile getirir: “Artık yakınmamayı uygun buldu, gerçekten acı çekmeye başladığının bir kanıtı bu belki de.” Böyle derken bütün novella boyunca sonradan bir el yazmasından okuduğumuzu anladığımız o sıkıntılar, arayışlar ve derin acıların gerçek olmadığını mı söylemek istiyor acaba? Yoksa November’ın isimsiz kahramanı, Emma’nın habercisi miydi? KLİŞEDEN UZAK BİR HİKÂYE Altın Kitaplar, Cennet Mahkûmu adlı romanı Füsun Doruker’in zaman zaman aksayan ancak genel olarak sorunsuz ilerleyen çevirisiyle yayımlandı. Çizgisel bir zaman takibi olmayan hikâyelerden oluşması, seriye üçüncü kitaptan başlayan biri olarak benim için bir teselli oldu. Bu tercihi ile Zafron, postmodern edebiyatın imkânlarını kullanması, hatta bunu gerilim türü için epey elverişli bir zemin olarak adapte etmesi ile son derece başarılı. Cennet Mahkûmu bir gerilim ve suç romanı olduğu kadar aynı zamanda edebiyat ve seçkinci aydınlar üzerine ince dokundurmalar ile söyleyecekleri olan bir hikâye. Ancak yazar, türün klişelerinden uzak durmayı da biliyor. II. Dünya Savaşı sonrası İspanya’nın karanlık atmosferinde başlayan roman, Sempere&Oğulları adlı küçük bir kitapçıda, kitabevinin sahibi Sinyor Sempere, oğlu Daniel ve Daniel’in yakın arkadaşı Fermin karakterlerinin geçmişe dönen, beklenmedik anlarda 30 kesişen hikâyeleriyle ilerliyor. Kitapçıyı sisli, soğuk bir günde bir yabancının ziyaret etmesiyle başlar her şey. Bu beklenmedik ziyaret ve yabancının gizemli bir notla birlikte Fermin’e vermesi için Daniel’e bıraktığı Monte Kristo Kontu romanı, artık hiçbir şeyin bu iki dostun arasında eskisi gibi olamayacağının işaretidir. İÇ SAVAŞIN YIKINTILARI Hikâyenin ana karakteri Daniel, üzerine hayatını kurduğu yalanları Fermin’in gizemli geçmişi üzerinden keşfeder. Roman içinde başka bir hikâyeye kapı açan Zafón, bizi 1940’ların, yani yine bir savaş sonrası İspanya’sına götürüyor. Bu kez iç savaşın yıkıntıları ile boğuşan sistem ve karakterler, zamanın ruhuna uygun olarak hapishaneye keyfi bir şekilde, kurmaca delillerle atılan mahkûmların, soğuk, karanlık duvarlar arasında geçirdiği dehşet dolu günlerde, Fermin ve Daniel’in kesişen hayatlarının izini sürüyor. Fermin her iki dönemi de yaşayan karakter olduğu için olsa gerek, romanda politik sistemden ümidini kesmiş, inancını yitirmiş tam bir modern çağ Avrupalısı; karamsar ve öfkeli. Öyle ki, Daniel’e, “varoluşçuluk kürsüsünü bir kenara bırakıp en azından iş saatlerinde koronun bir üyesiymişsin gibi davranmanı isteyeceğim” diye isyan ettirecek kadar da keskin. Daniel ise sanki umuda sarılan, geleceğin belki de o kadar da kötü olmayacağını bize kurduğu hayatla anlatan bir karakter. Romanın kalabalık bir kadrosu yok, ancak diğer karakterler de hikâyenin içinde var oldukları ölçüde gerçekçi. Cennet Mahkûmu, çok farklı iki açıdan okunabildiği için başarılı. Yazar, sağlam bir şekilde kurduğu gotik atmosferin içinde, geçmişe uzanan bir suç ve giz ağını soğuk süprizlerle anlatırken, diğer yandan edebiyat, romanlar ve seçkinciliğin bir ülkenin siyasi ve toplumsal hayatına etkisini de takip etmeye, art arda gelen savaşlarla inancı kırılan İspanya’yı daha iyi anlamaya imkân tanıyor. Nihayetinde Fermin belki yeni bir hayata başlıyor. Peki, Daniel mutluluğunu içini kemiren şüphelerden arındırıyor mu? Bunun cevabını vermek zor. Çünkü seriye bir kitap daha eklenecek ve okur bu iç içe geçmiş, aydınlandığını zannettiği sırlar hakkında daha pek çok şey öğrenecek. DÜŞÜNCE KÝTAP ZAMANI Sanatın felsefesi üzerine B 3 MART 2014 PAZARTESÝ Bediüzzaman ve zamanın hükmü Süreyya Su, Çağdaş Sanatın Felsefi Söylemi adlı kitabında sanatın temel konularını ele alıyor. Kültür endüstrisi, avangart sanat, postmodernizm, özne meselesi, göçebelik kavramı ve yaşama sanatı olarak etik, kitapta tartışılan belli başlı konular. Prof. Dr. Yunus Çengel’in Şahdamar Yayınları’ndan çıkan Zamanın Hükmü: Zamanın Değerlerine Said Nursi’den Farklı Bir Bakış adlı kitabı, Bediüzzaman’ın çağın değerleriyle birlikte okunması gereğini hatırlatan bir çalışma. ÇAĞDAŞ SANATIN FELSEFE SÖYLEMİ, SÜREYYA SU, PROFİL KİTAP, 256 SAYFA, 15 TL ZAMANIN HÜKMÜ: ZAMANIN DEĞERLERİNE SAİD NURSİ’DEN FARKLI BİR BAKIŞ, YUNUS ÇENGEL, ŞAHDAMAR YAYINLARI, 175 SAYFA, 9 TL ALİ GALİP YENER atı medeniyeti paradigmasından modern sanata bakan bir kitap daha okurla buluştu. Sanat sosyolojisi ve sanat felsefesi alanlarında yayımladığı makalelerle bilinen sosyolog Süreyya Su, konuyu bu defa Çağdaş Sanatın Felsefi Söylemi adıyla bir kitap bütünlüğünde ele alıyor. Su, modern sanatın esas amacının izleyene haz vermek olmadığı, eleştirmeyi ve izleyiciyi rahatsız etmeyi amaçladığı görüşünde. Kitapta modern sanatın temel konularında derinlemesine analizler içeren 12 makale yer alıyor. Barok, kartezyen felsefenin barok müzikle ilişkisi, kültür endüstrisisanat bağı, sanatın çeşitli meselelerle ilişkileri, avangart sanat, postmodernizm, özne meselesi, göçebelik kavramı ve yaşama sanatı olarak etik kitapta tartışılan belli başlı konular. İçeriğin esasını; kendiliğindenlik ve olay, gösteri ve görüntü, yüce ve varlık, fark ve başka, flaneur ve göçebe gibi kavram çiftlerinin mukayeseli analizi oluşturuyor. Modern aklın dayatmaları ve estetik Süreyya Su, Terry Eagleton’ın yaklaşımından yararlanarak estetiği, modern aklın dayatmaları ve Aydınlanma’daki tiranlaşmış akıl karşısında yabancılaşmamış bir hikmeti ihya edebilmeye dair bir formül arayışı şeklinde sunuyor. Bu arayış, estetiğin felsefede duyusal alanın akıl tarafından tahakküm altına alınması projesi olarak ortaya çıkışı ile modern estetik söylemde Aydınlanmacı tiranlığın basıncının aşılmasına dair gayretin bir sentezini içerir. Yazar, Nietzsche düşüncesinin merkezinde Platon’dan itibaren önem kazanan bir fikrin, Batı metafiziğini tersine çevirme fikrinin bulunduğunu belirtiyor. Batı sanatının felsefi köklerini Nietzsche-Heidegger çizgisi bağlamında ele alarak felsefenin estetiğe dönüşümünü inceliyor. Süreyya Su, Aydınlanma’ya karşı en radikal eleştiriyi yapan Frankfurt Okulu mensuplarının eleştirel teorisinin, sanatı toplumsal ilişkilerden bağımsız olarak, hem bu ilişkilere isyan hem de onları aşma potansiyeli şeklinde değerlendirmesinin öne- İ mine dikkati çekiyor. Adorno’nun Aydınlanma’yı, vaat ettiği özgürleşmeye rağmen insanı ve doğayı esarete götüren diyalektik bir süreç olarak görmesinin önemi de kitapta vurgulanan noktalar arasında. Su, eleştirel teori ve yapısalcılık sonrası teorilerle modern sanata sıkça gönderme yapan kavram ve fikirler arasındaki ilişkiyi inceliyor. Güncel sanatın, aklın sınırlamalarının ötesinde başka bir fikir için taşıdığı önemi vurgularken, modern sanatın rasyonel olma amacı gütmediğini, aklı hayrete düşürmekten hoşlandığını tespit ediyor. Yazar, modern sanatın krizinin, sanatın majörlerinin tükenişi yani Batılı metafiziğin güzellik, iyilik, doğruluk tariflerinin geçersizleşmesi anlamına geldiği iddiasında. Modern sanatın krizini postmodernliğin argümanlarıyla okuyan Su, krizin altında yatan sosyo-ekonomik ve politik dinamiklere değinmiyor. Felsefe, sanat, edebiyat arasındaki sınırların silindiğini iddia ederken, bir bakıma modern sanatın felsefi söylemini sadece estetik ve karşıestetik verilerin sunduğu imkânlar içinden okumakla yetiniyor. KEMAL SUSKUN slam dünyasının uzun zamandır “öteki” kaldığı dünya düzeninde, yeniden var olabilmesinin ve “devletler muvazenesi”nde yeniden eşit bir aktör olarak yerini alabilmesinin vazgeçilmez koşullarından biri, fikrî diyalog olarak görülebilir. Elbette bu diyalogların, karşılıklı konuşmaların zeminini Batı’dan ve Doğu’dan âlimlerin, o âlimlerin fikirleri etrafında örgülenen düşünce sistematiğinin karşılıklı konumlandırılmasının oluşturacağını belirtmek gerek. Bu durumda, artık geri dönülmez bir biçimde küreselleşen ve meseleleri ortaklaşan toplumların, aralarındaki konuşma ve fikir alışverişinde kullanabilecekleri metotlardan biri de, fikirler arası benzerlikleri ve asgarî müşterekleri ön plana çıkarmak, ortak meselelerde istişare etmek olmalıdır. Burada küreselleşme karşıtı, daha yerelci fikirlerin dikkat çektiği, “farklılıkların korunması” esasını akılda tutmakla birlikte, insanlığın yaşadığı krizleri artık daha geniş paydalarda ve çeşitli çözüm havuzlarında ele almak gerekiyor. Kültürün kırılganlığı Adalet, hürriyet ve kalbî hayat Yazar, kitabında Batı medeniyeti referansının dışına çıkamamış. Batı kültüründe estetik problemine yaklaşım biçimi ve modern estetiğin felsefi söylemi, Aydınlanma karşıtı ekoller bağlamında detaylı şekilde ele alınırken, bütüncül bakışla meselenin Batı dışı medeniyetlerde nasıl ele alındığına değinilmiyor. Süreyya Su, Batı’yı Batı medeniyeti paradigması içinden eleştirmekle yetiniyor. Süleyman Seyfi Öğün, kültürün kırılganlığına dikkati çektiği bir yazısında, modern estetik süreçlerin estetiği gelenekteki bağlarından kopardığına ve sanatın metalaşmasının, ticarileşmesinin estetik alana nasıl zarar verdiğine işaret etmişti (Yeni Şafak, 14.02.2013). Bu bağlamda, sanatın felsefi söylemle ilişkisini tartışırken gelenek-modernlik ikilemi üzerinde durmak ve geleneğin gücünü unutmamak zorunlu. Süreyya Su, ele aldığı konunun hakkını veren analizler içeren kitabında modern sanatın felsefi söylemini başarılı bir şekilde ortaya koyuyor. Prof. Dr. Yunus Çengel’in Şahdamar Yayınları’ndan çıkan Zamanın Değerlerine Said Nursi’den Farklı Bir Bakış isimli kitabı, Bediüzzaman’ın çağın değerleriyle birlikte okunması yönünde anlamlı bir gayret. Prof. Çengel, Bediüzzaman’ın özellikle toplumsal meselelere ve bireysel hürriyetlere atıf yapan eserlerini, çağımızın özgürlük, demokrasi, akıl, istişare, laiklik, terör, baskı gibi kavramlarıyla yan yana getirerek eşzamanlı bir diyalog öneriyor. Böylece, “küfrün cehaletten değil, ilim ve fenden geldiği” bir dönemde, yanlış anlaşılmaların yine “ilim ve fen” dairesindeki konuşmalar ile çözülebileceğine dair önemli bir katkı sunmuş oluyor. 1800’lerin sonlarındaki istibdat tartışmalarını, 1900’lerin başındaki demokrasi ve din-siyaset ilişkilerine dair fikirleri, küreselleşme ve terör gibi çağın iki büyük fenomeni hakkında görüşlerini Bediüzzaman’ın satırlarından okuyoruz. Adalet, hürriyet ve bi- 32 reyin kalbî hayatı diyebileceğimiz üç ana eksende, toplumsal hayatın nasıl şekillenmesi gerektiği, bireylerin nasıl geliştirilebileceği gibi meselelerde çağın ihtiyaçlarına uygun görüşlerini yaklaşık bir asır evvelinden dinliyoruz. Bediüzzaman merkezli okumalar Bediüzzaman’ı bu çağın fikrî çeşitliliği içerisinde kendi sözünü söyleyen bir mütefekkir olarak okumanın ötesinde, onun muasırları ve hatta kendisinden önceki devrin meseleleri ile birlikte okunması da önem arz ediyor. Nitekim, Bediüzzaman topyekûn Avrupa medeniyeti ile hesaplaşmak yerine, Avrupa medeniyetinin özellikle küfre götüren, materyalist düşünce yapısıyla bir mücadele içinde görülebilir. Bu küfür fikrinin yegâne mirasçısının Avrupa medeniyeti içerisindeki bir kısım düşünürler olmadığı da açık. Bu durumda, Bediüzzaman’ın hem kendinden önceki fikrî birikim açısından 19. yüzyıldaki konumu ve tarihselliği, hem de bugünün düşünce hayatı adına bir diyaloğa vesile olabilecek değerler ve idealler sistematiği önem arz ediyor. Yunus Çengel’in, “zamanın hükmü” diyerek 19. yüzyıldan itibaren değişen ve önceki devirlere göre farklı esaslar üzerinde yükselen “zaman” için Bediüzzaman merkezli okumaları, bu yönüyle, yukarıdaki iki türlü değerlendirmeye de uyarlanabilir. Ancak Bediüzzaman’ın Kur’anî bir perspektifle inşa ettiği çağa uygun değerler sisteminin, bugünün giderek ortaklaşan meseleleriyle eşleştirilmesi konusunda hâlâ yeterli derinlikte ve yaygınlıkta çalışmaların olmadığını vurgulamak gerekir. Bu eksiklik, Risale-i Nur’un yaygın bir okuyucu kitlesine ulaşmasından öncelikli olarak, onun manasının, toplumsal düzlemdeki fikrî çeşitliliğin içinden devâsâ bir mıknatıs gibi geçirilmesini ve o mıknatısa takılacak meselelerin hallini engelliyor. Cemil Meriç’in tabiriyle, Said Nursî hâlâ münzevi bir münevver olarak, günümüz dünyasının tartışmalarına anahtar kavramlarla birlikte dâhil edilmeyi bekliyor. Prof. Yunus Çengel’in kitabı, bu yönde atılmış önemli bir adım. ŞEHİR KÝTAP ZAMANI 3 MART 2014 PAZARTESÝ Diren Kuzguncuk! Kore’de 316 gün 316 GÜN, HAZIRLAYANLAR: PUNA PAMİR, ERHAN ÇİFTÇİ, YKY, 326 SAYFA, 29 TL Amy Mills, Hafızanın Sokakları adlı kitabında İstanbul’un en güzel semtlerinden Kuzguncuk’un tarihini, kültürünü ve geçirdiği dönüşümü inceliyor. Semt hakkında basılı kaynaklar kadar Kuzguncukluların anlattıklarına da yer veren yazarın sözlü tarihe kayan üslubu, kitabı akademik sıkıcılıktan uzaklaştırıyor. İ FOTOĞRAF: ZAMAN, TURGUT ENGİN HAFIZANIN SOKAKLARI, AMY MILLS, ÇEV.: CEM SOYDEMİR, KOÇ ÜNİVERSİTESİ YAYINLARI, 344 SAYFA, 28 TL ALPER SARI stanbul çok kültürlü yapısı, hoşgörü zemini, değerlerine bağlılığı ve yeniye uyum sağlama pratikleri ile akademisyenlere özgün örnekler sunuyor. Sakinleri için her gün önünden geçtikleri, havasını soludukları mekânlar kimi zaman pek bir şey ifade etmese de, dışarıdan bakan bir çift göz bu karmaşa içinde bir bütünlük bulabilir ve kendisine farklı görünen bu durumu paylaşma ihtiyacı hissedebilir. Amerikalı akademisyen Amy Mills de bu paylaşımcılardan biri. İstanbul’un güzide semtlerinden Kuzguncuk’un tarihi, kültürü, geçirdiği kentsel ve toplumsal dönüşüm hakkında basılı kaynaklara olduğu kadar Kuzguncukluların anlattıklarına da yer veren yazarın sözlü tarihe kayan üslubu, Hafızanın Sokakları adlı çalışmasına akademik sıkıcılıktan uzak, samimi bir hava katıyor. II. Abdülhamid ve Sultanbeyli SULTAN II. ABDÜLHAMİD VE DÖNEMİ, EDİTÖR: COŞKUN YILMAZ, 327 SAYFA Sultanbeyli’nin tarihiyle ilgili çalışmaların ortaya koyduğu bilgilere göre Sultanbeyli ile Sultan II. Abdülhamid arasında özel bir bağ var. Sultanbeyli Belediyesi de bu ‘tarihsel bağa’ dayanarak ‘Ulu Hakan’ adına geçtiğimiz yıllarda sempozyum düzenlendi. Bu sempozyumda sunulan tebliğler Coşkun Yılmaz tarafından bir araya getirildi. Alanında uzman akademisyenlerin araştırmaları sadece Abdülhamid dönemine değil, Sultanbeyli’nin tarihine dair de önemli veriler sunuyor. Gazeteciliğin modernleşmeye katkısı OSMANLI MODERNLEŞMESİ, GAZETECİLİK VE EDEBİYAT, ALİ BUDAK, BİLGE KÜLTÜR SANAT, 464 SAYFA, 28 TL Tarihî bostan için verilen mücadele Kitap, Kuzguncukluların semtlerinde bulunan tarihî bostanı kaybetmemek için verdikleri ve zaferle sonuçlanan mücadeleyle açılıyor. Bostan ve semtin tarihî dokusuna sahip çıkmak için Kuzguncuklular Derneği, dernek üyeleri ve diğer mahalle sakinlerinin anlattıkları, Türkiye’deki mülkiyet sorunu ve gayrimüslim azınlığın misafirperverliğinin yanı sıra, geçmişte yaşanan acı hadiseler sebebiyle büründükleri sessizlik kendine yer buluyor. Kuzguncuk’tan yola çıkarak yer yer İstanbul’un başka meselelerine de değinen yazar; üçüncü köprü projesi, kentsel dönüşüm ve Gezi Parkı eylemleri gibi halkın duyarlı olduğu olaylarla AK Parti iktidarının gayrimenkul ve inşaat temelli ekonomik büyüme göstergelerini de bir noktada karşı karşıya getiriyor. Altı bölümden oluşan kitabın girişinde ilginç bir tespit göze çarpıyor: “Türkler birisiyle tanıştıklarında söze hemen ‘Nerelisiniz?’ diye başlar.” Türklerin birbirleriyle bağ kurmakta anahtar olarak kullandıkları bu soru cümlesi, Kuzguncuk’un etnik yapısı hakkında bir girizgâh oluşturabilir. Tarihte Boğaz kenarında merkeze uzak, küçük bir balıkçı ve zanaatkâr köyü olarak kurulmuş olan Kuzguncuk, fetihten önce Bizans’ın küçük dinî merkezlerinden biriydi. Buradaki Rum varlığının yanı sıra Ermeni ve Yahudilerin yerleşimiyle gayrimüslimlerin yoğun olarak yaşadığı Kore Savaşı’nda şehit düşen en yüksek rütbeli Türk subayı Nuri Pamir’in Kore’de tuttuğu günlük, YKY tarafından okura sunuldu. 316 Gün: “Küçük Kartal”ın Kore Günlüğü’nde Albay Nuri Pamir’in Kore Savaşı günlüğü ve eşiyle mektuplaşmaları bulunuyor. Günlükte, Kore Savaşı’na ilişkin şimdiye kadar duyulmamış ve kayda geçmemiş bilgiler yer alırken, Nuri Pamir’in savaşın çetin şartlarında yazdığı mektuplarda bazen yufka yürekli bir insanı, bazen savaş şartlarını kolaylıkla kabullenen bir profesyoneli, bazen savaşın bir an önce bitmesi için gün sayan bir askeri, çoğunlukla da ailesini özleyen bir erkeği görüyoruz. Kuzguncuk bir yer haline gelen semte, 19. yüzyıldan sonra buharlı gemilerin seferlere başlamasıyla Karadeniz şehirlerinden gelen göçler Türk nüfusunda artışa sebep olmuş. “1914 yılında Kuzguncuk’ta 1600 Ermeni, 400 Yahudi, 250 Rum, 70 Müslüman vardı.” diye özetlenebilecek nüfus durumu, cumhuriyet sonrasındaki bazı millileşme politikaları sebebiyle değişime uğramış ve birçok insan başka yerlere göç etmek zorunda kalmış. Bir dönem yapılan “Vatandaş, Türkçe Konuş” kampanyası, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları ve 1964 yılında Yunan kökenlilerin sınır dışı edilmesi gibi pek çok örnek bu göçlere yol açan asıl unsurlar olarak toplumsal hafızada derin izler bırakmıştır. Kitapta anılarını paylaşan birçok insan Kuzguncuk’un eski günlerinden bahsederken bu küçük semtle beraber aslında Türkiye’deki sancılı bir sürecin gizli kalmış yanlarını açığa vuruyor. Kitabı okuduktan sonra daha önce yapmadığım bir şey yaptım; Üsküdar’dan otobüse atlayıp İcadiye Caddesi durağında inerek yukarıya doğru yürümeye başladım. Kitapta geçtiği şekliyle tarihî bostanı, yan yana duran cami ve kiliseyi, küçük şirin dükkânları, dizilerin çekildiği bazı mekânları tek tek seyrederek Kuzguncuk’ta kısa bir tur attım. Caddenin iki yanında binalar eski sahiplerinin hüznünü paylaşır gibi mahzun sıralanmıştı. Geçmişte var olan birçok şey artık yoktu; tıpkı sokak ve parklardaki yaşlı nüfusun geçip giden gençliği gibi... Bir kitap kaybolanı geri getirmez elbette ama belki Kuzguncuk ve İstanbul’un genelinde kaybolan başka şeyleri hatırlamaya ve yeniden yaşanmaması için acı tecrübelerden ders almaya yardımcı olabilir. İstanbul’un çok kültürlü manzarasına Kuzguncuk penceresinden bakmak ya da kaydedilmiş onlarca anının rehberliğinde ‘hafızanın sokakları’nda çekinmeden dolaşabilmek için okunması gereken bir eser. 33 Osmanlı’nın son dönemlerine dair araştırmalarıyla tanınan akademisyen-yazar Ali Budak, bu kez o dönemin gazetecilik faaliyetlerini ele alıyor. Osmanlı Modernleşmesi, Gazetecilik ve Edebiyat adlı kitap, Batılılaşma sürecimizi siyasal, sosyal ve kültürel boyutlarıyla incelerken, kadın hareketlerinin modernleşmeye katkıları, Ziya Paşa’nın Londra’da gördüğü saltanat “rüya”sı, Fransız İhtilâli’nin imparatorluğa armağanı gazeteler ve bunların medeniyet değişimindeki rollerini inceliyor. Şiirler arasında ŞİİRİN SOĞUK SARAYINDA, HAZIRLAYAN: EMEL KOŞAR, MÜHÜR KİTAPLIĞI, 240 SAYFA, 15 TL Şiirimizin 1980 kuşağı temsilcilerinden, Üç Çiçek ve Poetika dergilerinin kurucusu Tuğrul Tanyol, imge merkezli şiirleriyle tanınıyor. Popülaritenin uzağında duran Tanyol, müzik ve resim gibi diğer sanat dallarından da beslenerek şiirde estetiğe önem verir. Şair ve akademisyen Emel Koşar’ın hazırladığı Şiirin Soğuk Sarayında, Tanyol’un poetik yolculuğunu, gelenek, müzik ve resim ile ilişkisini, şiir dilini ve şiirlerinde hangi temaları hangi imgelerle işlediğini farklı kalemlerden okuma imkânı sunuyor. DİN KÝTAP ZAMANI 3 MART 2014 PAZARTESÝ Kâinata müjde olan sözler İstanbul’un sekiz hali BENİM ADIM İSTANBUL, ALİ ZENGİN, SÜTUN YAYINLARI, 152 SAYFA, 8 TL Öykücü kimliğiyle tanıdığımız Münire Daniş, son kitabında hadis öyküleri anlatıyor. Saadet asrına ışık tutan Dinle Sözü Sevgili’den, Peygamber Efendimiz’in kutlu sözlerini derinlikli düşünme imkânı sunuyor okura. Ali Zengin’in kaleme aldığı Benim Adım İstanbul, bu kadim şehrin sekiz halini anlatıyor okuyucuya. Sekiz hayatın söz konusu olduğu romanda, sekiz farklı zaman tek bir şehirde akıyor. İlgi çekici kurgusuyla okurunu, tarihin şahitliğinde bir aşk hikâyesine ortak eden yazar, seyyahların, ressamların, şairlerin sevdiği, yazarların tutulduğu İstanbul’un bize söylediklerini fısıldıyor. DİNLE SÖZÜ SEVGİLİ’DEN, MÜNİRE DANİŞ, TİMAŞ YAYINLARI, 176 SAYFA, 9.50 TL S ASLIHAN KÖŞŞEKOĞLU öyleyeni bu dünyadan göçüp gitmiş olsa da her zaman kalıcıdır “söz”. İki dudak arasından çıkmışsa bir kere, iyisiyle kötüsüyle sahibine aittir. Bu yüzden muhatabında bıraktığı etki güçlüdür. Hele ki kâinata bir müjde olarak gönderilen, yaşantısı ve davranışları bütün zamanlara örnek kılınan, hiçbir kelimesi doğruluktan şaşmayan kutlu bir Nebi’ye (sallallahu aleyhi ve sellem) aitse kelimeler, etkisi asırlar geçse de devam eder. Hatta yüzyıllar önce dile gelmiş bu mübarek sözleri öğrenmek bile sevap hükmündedir: “Kim ümmetime helâl ve haramlar hakkında bilgi vermek için Allah’ın rızasını isteyerek kırk hadis öğrenirse, Allah onu kıyamet gününde âlim olarak haşreder (diriltir). Ben de kıyamet günü ona hem şefaatçi hem de şahit olurum.” Evet, Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) bu müjdeyi bize veriyor. Onun dudaklarından dökülen, bizi hayra ve hakiki kulluğa davet eden cümleleri idrakine vararak, gösterdiği istikameti kavrayarak ezberlemek ve bu bilinçle insanlığa aktarmak, ödüllerin en güzeline lâyık görülüyor. Öykücü kimliğiyle tanıdığımız Münire Daniş, Dinle Sözü Sevgili’den adlı son kitabında bu şefaat müjdesine mazhar olmak isteyenlere güzel bir fırsat sunuyor. Daniş’in hadis öykülerine yer verdiği çalışmasının en dikkati çeken yönü, hadis-i şerif öğrenmeyi kolaylaştırması. Samurayların sonu SAMURAYLAR ÇAĞI, ERDAL KÜÇÜKYALÇIN, İNKILAP KİTABEVİ, 240 SAYFA, 15 TL Japon ekonomisi ve tarihi üzerine çalışmalar yapan Erdal Küçükyalçın, Japonya tarihinde önemli kırılma noktalarından olan Samuraylar Çağı’nı ele alıyor. Yazar, Samuraylar sınıfının nasıl oluştuğunu, mücadelelerini, savaşları ve Japon kültürüne özgü uyumun oluşmasında nasıl bir fonksiyon üstlendiğini detaylarıyla gözler önüne seriyor. Eser, popüler kültürde bile saygı duyulan Samurayların ortaya çıkışını ve damga vurdukları dönemleri anlamak için önemli bir kaynak. meyi sürdüren zaman sahnelerinden biri…” Yazarın bu girizgâhından sonra, “Nihayet insan emeline doğru didinip dururken bir de bakar ki (şu) ecel oku gelmiş, onu bulmuş.” hadis-i şerifinin hikâyesi anlatılıyor. PEYGAMBER TAVSİYELERİ Münire Daniş KUR’AN’DAN SONRAKİ TEMEL KAYNAK Efendimiz’in kutlu sözleri, hikâyeleriyle birlikte veriliyor kitapta. Yazarın derinlikli bakışıyla yorumladığı hikâyeler, lezzetli bir dille sunuluyor okura. Daniş’in, kitabın girişinde, Cenâb-ı Hakk’ın sünneti nasıl Kur’an’dan sonra asli ikinci kaynak gösterdiğine dikkati çekmesi önemli. “Emel ve Ecel” başlıklı birinci hikâyenin giriş cümleleri, yazarın üslubuna güzel bir örnek: “Zaman bir yerde eskiye dâhil olur, anılar yavaş yavaş silinir ve kaybolur. Hep akacağı zannedilen zaman bitmek üzere uzaklaşır, eskir ve yabancılaşır. Ama bir zaman var ki eskimiyor. İçinden geçenler, içinde yaşananlar ilerleyen ve yenileyen bir sırla hep şimdiye ait olabiliyor; şimdinin ideali, şimdinin hasreti, şimdinin arzuladığı… Bir zaman ki, insanın anlamı onda… İşte bir gün Mescid-i Nebevi avlusunda, Allah Resulü’nün elindeki bir dal parçasıyla toprağa çizdiği tablo, kendini yenile- Kitabın kapağında yer verilen “Size kendi aranızdan öyle bir peygamber geldi ki, zahmete uğramanız ona ağır gelir. Kalbi üstünüze titrer, müminlere karşı pek şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe, 128) ayeti, onun sözlerini hayatımıza şiar edinmenin aslında hiç de zor olmadığına dikkat kesilmemizi sağlıyor. Peygamberimizin tavsiyeleri bizi yormuyor, aksine dünya ve ahiret hayatımızı doğru yola sevk edecek, bize zahmet değil rahmet kapılarını aralayacak bir istikamet gösteriyor. Manevi, sosyal, kültürel hayatımızın her anına dokunan hadis-i şeriflerin özenle seçilmesi de bunu destekliyor. Kâh ırklar arasında üstünlük olmadığına ve toplumsal barışa dikkat çekiliyor, kâh kişinin öfkesini yenmesinin erdemine değinilerek insanlar arası iletişim vurgulanıyor. Timaş Yayınları’ndan çıkan kitapta Buhari, Darimi, İbn Kesir, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Heysemi gibi farklı hadis ravilerinden aktarılan 40 hadis-i şerife yer verilmiş. Yazar, önsözde şöyle diyor: “Bu kitap; Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ne yapmış, nasıl yapmış, ne söylemiş, niye söylemiş; halimizin, huyumuzun, düşüncemizin, hissiyatımızın, sözlerimizin ve amellerimizin O’na yaklaşması ve benzemesi için bir vesile olabilirse, maksadına ulaşmış olur.” Ahmet Kabaklı’nın yazıları Yalnız şairler BİR ESKİ SOKAK SESİ, SEVİNÇ ÇOKUM, KAPI YAYINLARI, 215 SAYFA, 12.50 TL Sevinç Çokum’un 2003 yılında yayımlanan Bir Eski Sokak Sesi adlı öykü kitabı, yeni baskısıyla Kapı Yayınları tarafından okura sunuldu. Aslında eser, Çokum’un 1972-74 yılları arasında yayımlanan ve çok sevilen ilk öykü kitapları Eğik Ağaçlar ve Bölüşmek’in toplamı. Yazarın yaşanmışlıklardan seçtiği çizgiler ve gözleme dayalı renklilik bu öykülerin dünyasını oluşturuyor. Kitapta şehir dokusu ve insani değerleri bakımından farklılaşmaya başlayan İstanbul dekoru içinde dayanışmalar ve kırılışlar incelikli bir üslupla sergileniyor. Askeri ‘zayiatlar’ MERHABA ASKER, SEÇKİ: MURATHAN MUNGAN, METİS YAYINLARI, 160 SAYFA, 15 TL Murathan Mungan, farklı yazarların kaleminden çıkmış asker ölümlerine dair öyküleri bir araya topladı. Merhaba Asker, Türkiye’nin özellikle son yirmi otuz yılının önemli ve acılı bir gündem maddesini oluşturan şüpheli asker ölümlerinin etrafında dolaşan, her yazarın konuyu kendi yazarlık meşrebine uygun bir tutum ve yaklaşımla ele alıp işlediği, özel olarak bu kitap için yazılmış on altı öyküyü içeriyor. Mungan’ın seçkisinde Sibel K. Türker, Müge İplikçi, Behçet Çelik, Sema Kaygusuz, Aslı Tohumcu, Murat Özyaşar, Şule Gürbüz gibi isimlerin öyküleri yer alıyor. Sâmiha Ayverdi’nin gözünden BU DÜNYADAN KİMLER GEÇTİ, AHMET KABAKLI, TÜRK EDEBİYATI VAKFI YAYINLARI, 160 SAYFA, 13 TL SÂMİHA AYVERDİ’NİN İSTANBUL’U, KUBBEALTI NEŞRİYAT, 168 SAYFA, 15 TL Bu Dünyadan Kimler Geçti, 1300 yıllık edebiyat eserlerimizi beş ciltte özetleyen Ahmet Kabaklı’nın kaleminden, şair ve yazarlarımızın farklı yönleriyle okura sunan bir eser. Yazarın, Tercüman gazetesi ve Türk Edebiyatı dergisinde çıkan yazıları, kültür dünyamızda edebi bir gezinti yapma imkânı sunuyor. Sait Faik’ten Peyami Safa’ya, Nurettin Topçu’dan Halide Nusret’e kadar edebiyatımızın farklı isimleri, bilinmeyen anekdot ve değerlendirmelerle okura ulaşıyor. Kubbealtı Akademisi’nde düzenlenen Sâmiha Ayverdi sempozyumunun bildirileri bir kitapta toplandı. Sâmiha Ayverdi’nin İstanbul’u adlı eser, Uğur Derman’dan Kazım Yetiş’e, Fatih Andı’dan Sema Uğurcan’a, Abdullah Uçman’dan Kenan Gürsoy’a kadar alanında uzman isimlerin makale ve tebliğlerinden oluşuyor. Eserde, Sâmiha Ayverdi’nin gözünden İstanbul’u anlatan kalemler, okuyucuyu da ‘farklı’ bir şehirle tanıştırıyor. ŞİİRİN YALNIZLARI, TÜLAY ÖZEKİN, NEVA KİTAP, 462 SAYFA, 20 TL Akademisyen Tülay Özekin, Türk şiirinin ideoloji bahsinde isimleri öne çıkan iki şairini bütün yönleriyle incelemeye çalışıyor. Özekin, Türk şiirinde günümüze kadar sevgi, nefret, inkâr ve ötekileştirme söylemleriyle yaklaşılan Necip Fazıl ve Nâzım Hikmet’in, yaşamları, iktidarla ilişkileri, polemikleri, sanatçı yönleri ve şiirlerinden yola çıkarak karşılaştırmalı olarak inceliyor. Bu çetin mukayesede ortaya beklendik farklılıklar kadar ilgi çekici ‘aynılıklar’ da çıkıyor. Eski İstanbul öyküleri 34 SİNEMA KÝTAP ZAMANI Kafası karışık sinema Camus’nün özgürlüğü Postmodern çağın sinemasını nasıl anlayacağız, neye göre yorumlayacağız? Dr. Rıdvan Şentürk’ün Postmodern Kaos ve Sinema adlı kapsamlı çalışması, bu konuda yol gösterici. Kitap, hiçbir filmin sadece kendinden ibaret olmadığını hatırlatıyor sinemaseverlere... POSTMODERN KAOS VE SİNEMA, DR. RIDVAN ŞENTÜRK, AVRUPA YAKASI YAY., 528 SAYFA, 25 TL İ GÜNSELİ IŞIK lk sinema gösteriminin Lumière kardeşler tarafından Salon Indian du Grand Café’de gerçekleştirildiğini biliyoruz; seyircilerin, üstlerine doğru gelen tren görüntüsüne korkarak tepki verdiğini de. Ama bugünden sonrası için tahminlerimiz, teknolojinin hızına yetişemiyor. Sinema salonlarında 35 mm ile yapılan gösterimler tarihte çok kısa sayılabilecek süre içinde yerini önce Betamax ve VHS kasetlere, ardından CD’lere, DVD’lere, derken Bluray’lere ve hatta serçe parmağımız kadar USB’lere bırakırken, salonlar da yavaş yavaş devasa 35 mm projektörlerini DCP sistemlerle değiştiriyor. Bu kadarla kalmayacağı da kuvvetle muhtemel. Bilimkurgu filmlerinin sonsuz hayal gücünü bir parçacık ödünç almama müsaade edilirse, geçenlerde izlediğim bir haberden yola çıkarak şunu söyleyebilirim: Yakın gelecekte filmleri, gözümüze taktığımız özel bir gözlükle istediğimiz her ortamda izleyebiliriz. Haberde İstiklâl manın bu doğrultuda gerçekleşmesi gibi Caddesi’ndeki bazı vatandaşlara bir gözüzerinde pek düşünülmeyen fakat hayli lük taktırılarak deneyimlerini paylaşmalaehemmiyetli mevzular söz konusu. rı isteniyordu. Gözlük, gözlüğü takan kişi Peki, buraya nereden geldik? Çok için çeşitli yazılı ve sesli komutlar içeriözetle ‘aydınlanma’ akabinde dünyanın yordu. İleride buna uydu vasıtasıyla ya da merkezine insan, onun merkezine de ufak bir çiple film yükleyerek izletmek de ‘akıl’ yerleştirildikten sonra tüm düşünpekâlâ mümkün görünüyor. ce sistemleriyle beraber sanat algısı da Tabii bu şekilde film izlemenin debu yoldan ilerleyerek ‘şuur’a seslendi. ğerlendirilmesi, o yapılan işleme ‘izleme’ Sinema tarihi boyunca takip ettiğimiz mi deneceği, takip edilen türlü akımlar kâh buna omuz görüntülerin ‘film’den mi savererek kâh bunun karşısınyılacağı veya bu tecrübenin da durarak ama referans insan algısına, ruhuna yapanoktası olarak ‘aklı’ almak cağı tesirler de muhtemelen suretiyle insanlara seslendi. yepyeni tartışmalar armağan Modernizmin insan ihtiyaçedecektir bize. Ama doğrularına cevap vermekte yetersunu söylemek gerekirse şu siz kalışının -zımnî- ilanıyla an da bu tarz tartışmalardan ise karşıt bir bakış oluşmaya çok uzak değiliz. Postmobaşladı. Ancak bu karşıtdernizmin estetiğinin hem DR. RIDVAN ŞENTÜRK lık da alternatif bir referans sanat eserinin biçimine hem noktasından değil sadece de muhatabın algısına yaptığı değişiklik‘değilleme’den hareket etti. ler koca bir tartışma külliyatına tekabül Bunun görsel algıya ve özelde sineediyor bile. En basitinden, bir filmi sinemaya yansıması ise modernizmin vazetmada izlemekle evde DVD’den izlemek tiği logos’un yerine ‘şuur ötesi’ni konumarasındaki tek fark, izleme alanının bülandırma biçimindeydi. Logos’a hitap yüklüğü/küçüklüğü değil, sinemada keeden modernist sinema kâh -Godard’ın sintisiz ilerleyen akış içinde filmin inanyaptığı gibi- sinema biçiminde radikal dırıcılığına kapılma... Oysa DVD’yi başa/ değişimler kâh -Eisenstein’ın yaptığı sona sarar ya da sadece belli bir sahneyi gibi- montajı kullanarak ‘söylem’ inşa izlerken filme yapılan müdahale ile filetmeye çalıştı. Postmodernist estetiğin min ‘kurgu’ olduğunun idraki ve alımlasineması ise aklın iflas bayrağı çektiği 3 MART 2014 PAZARTESÝ ALBERT CAMUS ÖZGÜRLÜK VE DEVRİM, GÜLSER ERÇEL, KAFEKÜLTÜR YAYINCILIK, 350 SAYFA, 25 TL 20. yüzyılın önemli yazarlarından Albert Camus’nün hayatına ve eserlerine dair şimdiye kadar birçok eser yazıldı. 44 yaşında Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldıktan üç yıl sonra hayata veda eden yazar, 47 yıllık hayatında geriye bıraktıklarıyla çağının önemli düşünür ve yazarlarından biri oldu. Gülser Erçel’in hazırladığı Albert Camus Özgürlük ve Devrim kitabı Camus üzerine yeni bir şey söylemese de onun hayatına özgürlük penceresinden bakan kapsamlı bir eser. Çağına tanıklık eden kadın ÇAĞIN OLAYLARI ARASINDA, EDİTÖRLER: BETÜL ÇOTUKSÖKEN, GÜLRİZ UYGUR, HÜLYA ŞİMGA, TARİHÇİ KİTABEVİ, 512 SAYFA, 29 TL Türkiye Felsefe Kurumu’nun başkanı olan İoanna Kuçuradi, bu alandaki çalışmalarıyla Türkiye’de öncü akademisyenlerin başında geliyor. Betül Çotuksöken, Gülriz Uygur ve Hülya Şimga’nın hazırladığı Çağın Olayları Arasında adlı eser, Kuçuradi’ye armağan kitabı. Ana izleği “arada olmak” olan kitap, Kuçuradi’nin “düşünce akrabaları”na çok şey borçlu. İoanna Kuçuradi, “çağın olayları arasında” olduğu kadar eleştirici, tartışmacı, sorgulayıcı kimliğiyle de çağdaşı okurlarının arasında. Balıkesir’in tünelleri KUVAYI MİLLİYE’NİN HAZİNESİ, METİN SAVAŞ, ÖTÜKEN NEŞRİYAT, 496 SAYFA, 27.50 TL noktada söylemin yerine ‘figür’ü kullanarak şuurun ötesine seslenmeyi tercih etti. (Aslına bakılırsa hem -bilim değil de- sanat oluşu itibarıyla hem de diğer sanat dallarından farklı olan yanını ortaya koyması itibarıyla sinemanın asıl gücü baştan beri ‘figüratif’ olmasındaydı.) Postmodern dönem filmleri, modernist sinema anlayışının konvansiyonel yapısını bozarak, olay örgüsünü parçalayarak, hikâye anlatımını alaşağı ederek, zaman ve mekân kullanımını bambaşka anlayışla inşa ederek “gerçekliğin, görerek ve zihinle ihata edilemeyeceği” tezini savunuyor. Dr. Rıdvan Şentürk’ün Postmodern Kaos ve Sinema kitabında burada çok kısaca özetlerini verebildiğim meselelerin çok daha şümullü anlatımına ve elbette enine boyuna ele alınan pek çok sinema örneğine ulaşmak mümkün. Seyrettiğimiz her bir filmin yalnızca kendinden ibaret olmayıp uzunca bir felsefi, sosyolojik ve psikolojik sürecin sonundan süzülerek seslendiğini hatırlatıcı olma bakımından kitabın önemi büyük. Kaldı ki Şentürk bununla bile yetinmeyip meseleleri en başından ele alırken girizgâhı da fizik biliminin tarihçesiyle yapıyor. Bütün bu interdisipliner okuma içinde terimler arasında koştururken nefes nefese kalmamanız için kitabın sonuna eklenen “lügatçe” de hediyesi! 35 Zemheri Kuyusu adlı romanıyla adını duyuran Metin Savaş, yeni romanında okurunu Kurtuluş Savaşı’na götürüyor. Balıkesir’in Kurtuluş Savaşı’ndaki rolünden hareket eden yazar, şehrin altında var olduğu iddia edilen esrarengiz tünellerin izini sürüyor. Yazar, Zağanos Paşa Camisi’nin ön cephesindeki sembolik mermer saatin çözülemeyen şifresini ve bu saatin niçin daima iki buçuğu gösterdiğini anlatırken, bir taraftan da yetişkinlerin tüketim kültürü aymazlığı ile gençliğin hercai atılganlığına varıncaya dek iç içe geçmiş hikâyeleri harmanlıyor. Karun’un düşüşü KARUN, SUAT AÇAR, KARMA KİTAPLAR, 240 SAYFA, 14 TL Suat Açar ilk romanı Karun’da, “madeni parayı icat eden ülke” olarak bilinen Lidya’nın son kralı Krezüs’ün, namıdiğer Karun’un hikâyesini anlatıyor. Zenginliği ve mağrurluğu nedeniyle Batı Anadolu’da, ”Karun” diye bilinen Krezüs’ün Helen kültürüyle yönettiği ülkesi, M. Ö. 547 yılında Kızılırmak yakınlarındaki bir savaşta tarihten silindi. Savaştan sonra kral, Persler tarafından esir alındı. Müreffeh bir ülkenin kralı iken, ihtiraslarına yenilip esir edilen bir adamın iç dünyası, kurgusal mitolojik bir romana dönüşmüş. POLİSİYE KÝTAP ZAMANI ‘Masum’ bir kitap hırsızı! Müfettiş Rebus geri döndü Kitapları Fazla Seven Adam, yazıları New York Times ve Washington Post gibi gazetelerde yayımlanmış Allison Hoover Bartlett’ın ilk romanı. Kitapları sevdiği için sürekli çalan bir kitap hırsızının gerçek hikâyesini anlatan eser, başarılı bir polisiye kurgusuna sahip. KİTAPLARI FAZLA SEVEN ADAM, ALLISON HOOVER BARTLETT, ÇEV.: SEDA ÇINGAY, PALOMA YAYINLARI, 208 SAYFA, 16.50 TL O “ söylendiği gibi, Bartlett gerçek bir kitap hırsızlığı anlatıyor. Romanın kahramanı, kumak” ile “kitap” araazılı kitap hırsızı John Charles Gilkey. sında bir “sevgi” bağı kuracak Bir gün, Bartlett’ın bir arkadaşı intihar olsak herhalde şöyle bir önereden ağabeyinin eşyalarını düzeltirken eski me çıkar ortaya: “Okumayı seven, kitapları bir kitapla karşılaşır. Üzerinde, kitabın bir da sever.” Peki, kitapları sevmek, ne kadar üniversite kütüphanesinde çalışan bir arkadaşı tarafından ödünç alındığını açıklayan okumayı sevmektir? Kitapları fazla seven bir not vardır. Ne var ki ağabey kitabı iade biri, okumayı sevmeyebilir mi? Evet, pek etmeye vakit bulamamış ve bu görevi karçokları kendi çevresinde de görmüştür, kitap deşine bırakmıştır. Ortaçağa ait bir ‘bitkiler okumaktan çok kitap almayı seven, zengin kitabı’dır bu (The Kräutterbuch). Eseri değerli bir kütüphaneye sahip olma arzusuyla yanıp tutuşan bir ‘okur’ türü var… Bir de bu kılansa, o yıllarda kitapların çoğunun yakılmasıdır. Bugüne ulaşan kitabın hikâyesini işi meslek haline getiren nadir kitap tutkunları… Sahaflardan çıkmaz, hangi elyazması merak eden Bartlett, biraz araştırma yapar. kimdedir, hangi kitabın ilk baskısından kaç Kısa sürede kitabın çalıntı olduğunu anlar. tane vardır, yazarından imzalısı kimin kolekAraştırma yaparken de bir sürü hırsızlık siyonundadır… Hepsinin bilgisi onda mevhikâyesiyle karşılaşır. Akademisyen hırcuttur. Ortak paydaları; kitap görünce dayasızlar, rahip hırsızlar, kâr amaçlı olanlar ve namazlar… Ne yapıp edip o kıymetli parçayı daha neler... Fakat en ilgi çekicileri sırf kitap koleksiyonlarına dâhil etmek isterler. Kitap aşkı için çalan kitap müptelalarıdır. İşte Bartlett, amatör bir dedektif olan nadir kitap saartık onun kitaplığını süsleyecektir. ‘Belgezâr’larıyla meşhur kitap müptelası tıcısı (Türkçenin güzelliğiyle söyleyecek olursak, sahaf) Ken Sanders’ın adına bu sırada Yusuf Çağlar, bir gün sahafta kitaplar arasında gezerken bir başka ‘kitap delisi’ şikâyet rastlar. ‘Bibliyohafiye’ Sanders, son yılların etmeye başlar: “Kitabı görünce dayanamıen ‘başarılı’ kitap hırsızını üç yıllık uğraş soyorum. Onu almak, bir emanunda yakalamıştır. netçi gibi sıkıca kavramak Bartlett tıpkı bir koleksiyoncu gibi bu hikâyenin ve kütüphanemdeki eksik parçalarının peşine düşer. karelerden birini sevinçle Önce New York Antitamamlamak çaresizliği içindeyim. Ben tam anlamıyla ka Kitap Fuarı’nın yolunu müptelayım. Onun için bu tutar ve kitap hırsızlarını söz bana tam uyuyor: Lâ yakalamaktan zevk alan takrabü’l-kitabe (Kitaba yakKim Sanders’ı bulur. Kitap laşma). O an kitap müptekoleksiyonculuğu ve nadir lası işi biraz daha ileriye taşır kitap hırsızlıkları hakkında pek çok şey dinledikten ve şöyle der: Lâ takrabü’ssonra Gilkey’i sorar. Sansahhafe! (Sahafa yaklaşma).” AllIson Hoover Bartlett ders onun çoktan serbest Neden mi? Bilirler ki, kaldığını düşünse de, Bartlett onu bir hasahafa girip eli boş çıkan pek az müptela pishanede bulur ve konuşmaya ikna eder. vardır. Antika koleksiyonculuğu, Freud’un Gilkey, ilk hırsızlığını 1997’de, Burda dediği gibi, “bağımlılık konusunda yalnızca nikotinden geri kalır.” Peki, cüzi bir bank’teki antika kitap fuarında karşıücretle posta idaresinde çalışan biri antika lıksız çek ve limitsiz kredi kartı ile yapve nadir kitapları fazla severse ne olur? Hele mıştır. Ama kitap çaldığı için değil daha bu kişi hırsızlığa eli yatkın, profesyonel bir sonra karşılıksız çeklerle dolar aldığı için dolandırıcı ise… Ne mi olur? Kitapları Fazla yakalanır. Hapse girer, çıktığında kuSeven Adam romanına ilham olur. marda kaybettiklerini ödemek için karşılıksız çek yazar. Yine hapse girer. Tekrar çıktığında kitaplara sahip olma tutkusu GERÇEK BİR KİTAP HIrSIZLIĞI devam etmektedir. Bu sefer içeri girmeye Kitapları Fazla Seven Adam, yazıları New hiç niyeti yoktur. York Times ve Washington Post gibi ga Lüks bir mağazada bulduğu iş, ona istedizetelerde yayımlanmış gazeteci Allison ği kitapları almak için sonsuz bir imkân sunar. Hoover Bartlett’ın ilk romanı. Kitabın O yıllarda makbuzda kredi kartı numarasının üst başlığı ise şöyle: “Bir Hırsız, Bir Detamamı yazmaktadır. Babası ile bir seyahate dektif ve Edebî Saplantılarla Dolu Bir çıkar ve sistemli bir çalma işine girer. Önce Dünyanın Gerçek Öyküsü”. Kapakta da 3 MART 2014 PAZARTESÝ YAVUZ ULUTÜRK Ortaçağdan kalma bitkiler kitabı: The Kräutterbuch kitapçıları gezmekte, sonra da telefonla arayıp belirlediği kitapları, ücretini kredi kartı numarası ödeyerek almaktadır. Kitabı bir arkadaşının alacağını söyleyip kendisi almaktadır. Böyle böyle Gilkey, çalıştığı süre içinde pek çok makbuzu kendine saklar. Böylelikle Gilkey, 1999 sonundan 2003 başına kadar toplam değeri yüz bin dolara yakın kitap çalar. Daha doğrusu, kendisinin olduğunu düşündüğü kitabı alır. Fakat kimse çalınan bu kitapların izini süremez. Çünkü Gilkey çaldığı hiçbir kitabı satıp para kazanmak derdinde değildir. O, kendisine hayranlık duyulmasını istemekte bu nedenle de Modern Library’nin en iyi yüz İngilizce kitap listesinde yer alan kitapları tercih etmektedir. Bartlett’ın da dediği gibi, “çoğu kitap koleksiyoncusu gibi Gilkey’in bağlılığı da hikâyeden ziyade kitabın temsil ettiği şeylere” yöneliktir. BİR GAZETECİLİK BAŞARISI Aynı zamanda bir gazetecilik başarısı da olan Kitapları Fazla Seven Adam, yer yer nehir söyleşi tadında ilerliyor. Bartlett, çalmaktan usanmayan ve sadece kitap tutkusu için çalan Gilkey ve onu yakalamayı başaran Kim Sanders ile uzun görüşmeler yapıyor. Kendisi sahafların cezbeden ve bağımlılık yapan dünyasına dâhil olmakla kalmıyor, okuru da kısa sürede maceranın içine çekmeye başarıyor. Sayfalar ilerledikçe Hemingway’den H. P. Lovecraft’a, Nabokov’dan E. L. Doktorow’a, Thomas Mann’dan A. Conan Doyle’a uzanan geniş bir yelpazede kitap hırsızlığına şahit oluyor okur. İster istemez kendini bir sahafın ortasında kitaptan duvarlara bakarken buluveriyor. Dönüp dolaşıp şu soruya geliyor: Dünün nadir kitapları, imzalı eserleri, ilk baskıları hâlâ kıymetli… Yarın da böyle olacak gibi. Acaba ilk baskısı yüz binler yapan ve imza kuyrukları metrelerce uzayan kitapların âkıbeti ne olacak? 36 BAŞKASININ MEZARI, IAN RANKIN, ÇEV.: DİLEK ŞENDİL, YKY, 412 SAYFA, 22 TL İskoç polisiyesinin önemli isimlerinden Ian Rankin, yirmi beş yıl önce başladığı Rebus serisine yeni bir kitap ekledi: Başkasının Mezarı. Serinin ilk macerası Knots and Crasses 1987’de yayımlanmış ve 2007’de Exit Music romanı ile Rebus polislikten emekli olmuştu. Bu romanla birlikte Müfettiş John Rebus beş yıl aradan sonra (kitap, ülkesinde 2012’de yayımlandı) geri dönüyor. Artık polis teşkilatı adına sivil memur olarak görev yapmaktadır. Kitap adını Jackie Leven’ın Another Man’s Rain (Başkasının Yağmuru) adlı şarkısından alıyor. Dilek Şendil’in titiz çevirisine kaliteli bir baskı eşlik ediyor. Kitabın konusuna gelince: On yılı aşkın bir süre içinde beş genç kız birer birer ortadan kaybolur. Davaya Müfettiş Siobhan Clarke ile Rebus birlikte bakmaktadırlar. Olayın üzerinden yıllar geçmesine rağmen Rebus, çözümsüz kalan kayıp vakalarından birini, işlenen yeni cinayetle ilişkilendirmeyi başarır. Ve macera başlar… Kat ettiği kilometrelerce yol, uykusuz kaldığı geceler, her şeyini ortaya koyarak adandığı bu dava, bir yerden sonra Rebus’ın yaşama sebebi olur. İnsanlık tehlikede, çare kim? ON İKİ, JUSTIN CRONIN, ÇEV.: DOST KÖRPE, DOĞAN KİTAP, 596 SAYFA, 35 TL Gerilim sevenler için ayın kitabı Justin Cronin imzalı On İki. Yazarın “Hiçlikten Gelen Kız” üçlemesinin ikinci kitabı olan roman, Dost Körpe’nin çevirisiyle Türkçede. Amerikan ordusunun yürüttüğü Nuh Projesi korkunç bir felaketle sonuçlanmıştır. İnsanlık virallerin hüküm sürdüğü vahşi bir dünyada var olma mücadelesini sürdürmektedir. Projeye dâhil edilen 12 denekten yayılan virüsü durdurmanın tek yolu, onları bulup ortadan kaldırmaktır. Kitap, klasik Amerikan gerilimlerini sevenler için farklı bir seçenek olabilir. Derin çeteler iş başında DERİN ÇETEYE PUSU, ALİ ERKAN KAVAKLI, NESİL YAYINLARI, 324 SAYFA, 14 TL Ali Erkan Kavaklı’nın “Derin Çete Serisi” altıncı kitaba ulaştı. Mafya Kıskacında Vurgun, İtiraf Ediyorum, İntikam, Cehennem Vadisi ve Ergenekon Şifreleri adlı serinin önceki kitaplarında olduğu gibi son romanda da Türkiye gerçekleri merkeze alınıyor. Kavaklı, Derin Çeteye Pusu’da Dağlıca’da meydana gelen baskında 12 şehit, 16 yaralı ve 8 kayıp veren yarbayın neden plaketle ödüllendirildiği, Aktütün karakoluna baskın yapılacağına dair ihbarlara rağmen neden önlem alınmadığı ve daha pek çok benzer olayda yaşananları roman kurgusunda anlatıyor. SPOR KÝTAP ZAMANI Dünya ve Türk futbolunun romanı Tanıl Bora ile Ziya Adnan’ın birlikte kaleme aldıkları Kimi Başrol Kimi Karakter: Kulüp Hikâyeleri adlı kitap futbolla ilgili harika öykülerle dolu. Dünyanın en önemli derbilerinden seçmelerle başlayan çalışma, Ada futbolundan ülkemize kadar farklı coğrafyalardan anekdotları bir araya getiriyor. KİMİ BAŞROL KİMİ KARAKTER: KULÜP HİKÂYELERİ, TANIL BORA-ZİYA ADNAN, DİPNOT YAYINEVİ, 344 SAYFA, 20 TL B Osmanlı’da Amerika rüyası HARPUTLU HASAN, BÜLENT GÜNAL, UFUK KİTAPLARI, 490 SAYFA, 19 TL Bülent Günal’ın yazdığı Harputlu Hasan, bir göç hikâyesini konu alıyor. Roman, hayallerinin peşinden koşan, hayatlarında deniz görmeden okyanus aşmak için yola çıkan 14 yaşlarındaki üç Harputlu arkadaşın, Hasan, Hamit ve Kişmo’nun yol hikâyesini anlatıyor. ‘Fırsatlar ülkesi’ Amerika’ya 18. yüzyıldan itibaren dünyanın çeşitli yerlerinden yüz binlerce insan göç etti. ‘Amerikan rüyası’nın peşinden koşanlar arasında Osmanlı vatandaşı üç Harputlu da yer alıyordu… ‘Öteki’ surda gedik açmak AHMET ÇAKIR aştan söyleyeyim, Kimi Başrol Kimi Karakter adlı kitabı tanıtmak için uzunca bir alıntı yapmak zorundayım. İşin kolayına kaçmaktan değil, “Kulüp Hikâyeleri” alt başlığını taşıyan kitabı çok iyi anlattığı için bunu yapacağım. Yoksa bu kitap üzerine birkaç saat içinde beş ayrı yazı yazabilirim, yayımlatacak yer bulabilmek koşuluyla tabii: “Her futbol kulübü bir nevi roman kahramanıdır. Haydi deyin ki, hikâye kahramanı! Bu kitaptaki yazılar, dünyanın dört bir köşesinden, bu hikâye ve roman kahramanlarının bir öbeğinin resmi geçididir. Nasıl ve nerede başlamış hikâyeleri, renkleri nasıl doğmuş, nasıl büyümüşler ya da önemsizliğe sürüklenmişler, zaman içinde kimler giymiş formalarını, neler kazanmış, neler kaybetmişler, şimdilerde ne yaparlar, ne âlemdedirler, sevdalıları kimlerdir? (...) Futbol birkaç renkten, birkaç büyük takımdan ibaret değil ki. Hep parlak ışıklar altında yaşayanlar var, gözünün feri sönmüşler var. Uzun ömründe ‘ikbali de idbarı da görenler’ var. Kimi eski günlerine ağıt yakarken, kimileri manşetlerden düşmeyen… Kimi endüstriyel futbolun zenginliğinde giderek büyürken, kimi zor zahmet ayakta kalmaya çalışan… Kimi pek meşhur, kimi uzaktan aşina, kimi gözden ırak, adı bile bilinmez… niceleri var.” Evet, Tanıl Bora ile Ziya Adnan’ın birlikte kaleme aldıkları kitapta bu söylenenlerin hepsi, hatta çok daha fazlası var. O kadar ki, futbolun magazin yanıyla ilgilenenler bile unutulmamış diyebiliriz. Kuşkusuz yazarlarımızın böyle bir dertleri yok ama Barcelona savunmasının iki temel direğinden biri olan Gerard Piqu’nin hayat arkadaşı Kolombiyalı ünlü şarkıcı Shakira’nın Real Madrid taraftarı olduğundan haberiniz var mıydı? Sadece bu değil, bunun gibi daha neler neler... Kitap değişik zamanlarda yazılmış yazılardan oluşuyor. İki yazarımız bunları belli bir düzen içinde derlemiş ve ortaya bu eser çıkmış. Dünyanın en önemli derbilerinden seçmelerle başlıyor kitap. Bu da benim için kışkırtıcı bir konu; mesleğimin ahir zamanında dünyanın en büyük 10 derbisini yerinde izleyip bir kitap yazarak mesleğe nokta koymak gibi bir hedef ve özlemim var. 3 MART 2014 PAZARTESÝ AZINLIKLAR, ÖTEKİLER VE MEDYA, DERLEYENLER: YASEMİN İNCEOĞLU, SAVAŞ ÇOBAN, AYRINTI YAYINLARI, 368 SAYFA, 23 TL İnsanlık tarihinde hemen her coğrafyanın ve devletin ‘öteki’si olmuştur. Bu açıdan, Türkiye’nin de, günümüzde bile ‘ötekisinin’ hayli çok olduğu söylenebilir. Bu kesimleri, grupları veya toplulukları tek tek saysak satırlar yetmez. Ötekilerin ve onların medyayla ilişkilerini ele alan Azınlıklar, Ötekiler ve Medya demokrasiye, özgürlüğe, farklılığa, çoğulculuğa, hukukun üstünlüğüne, Müslümanlara, Kürtlere, Alevilere, Müslüman olmayanlara çekilen duvarlarda bir nebze olsun gökyüzü görebileceğimiz gedikler açma umudu taşıyor. Üçüncü dünya savaşının provası Derbiler arasında en çok ilgimizi çeken El Ahli-Zamalek oluyor. Niye ötekiler değil de bu, sorusu gereksiz çünkü başka herhangi bir derbi “Üçüncü dünya savaşının genel provası” olarak nitelendirilmiyor. Bizim Fenerbahçe-Galatasaray derbisi de şiddet yönünden hatırı sayılır bir potansiyele sahip ama yabancı bir gazeteciye “gitmeyin, öldürülürsünüz” denilecek kadar değil. Bu derbiyi konu etmeden Mısır üzerine konuşmuş olamazsınız denilebilecek kadar ileri noktada iş… Kızılyıldız-Partizan derbisi de ondan geri kalır gibi değil… Aralarındaki mezhep ayrılığına karşın Celtic-Rangers rekabeti bunların yanında romantik kalıyor. Zaten Rangers’ın küme düşürülmesi nedeniyle bu derbinin yeniden başlaması için birkaç yıl beklememiz gerekiyor. Roma derbisinde şiddet, nefret ve ırkçılık var. Schalke-Dortmund rekabetinin içinde biraz biz de yer alıyoruz. Ajax-Feyenoord rekabetinin Yahudilerle köylülerin çatışması olarak görüldüğünü işitmiş miydiniz? Brezilya’nın Fla-Flu derbisinin eğlence yanının ağır bastığını kestirebiliriz. Ancak “Brezilya’da futbol, adalet ve demokrasinin ilk öğretmenidir.” gibi önemli bir sözü de atlamayalım. Ardından sertçe bir geçişle Ankara futbolunun haline bakıyoruz. Ankaragücü ve Gençlerbirliği ağırlıklı olarak dünden bugüne yolculuk yapıyoruz. Elbette ki hüzün tarafı ağır basan bir yolculuk bu. Zaten yazarlardan Ziya Adnan ağırlıklı olarak İngiltere’den değişik bakımlardan çarpıcı örnekler verirken, bizdeki fiyasko düzeyindeki aksaklıklara sık sık göndermede bulunuyor. Gerçekten iki dünya arasında o kadar büyük farklar var ve bunlar öylesine aleyhimizde ki, sık sık hatırlayıp hayıflanmamak elde değil. Londra: Bir futbol kıtası Ankara bölümünden “Avrupa’nın Büyükleri”ne zıplıyoruz. Real Madrid, Barcelona ve Bayern Münih’e birer selam çakıp Londra’ya geçiyoruz: “Bir Futbol Kıtası”. Evet, kenti ya da bölgesi filan değil kıtası. Bence de Londra bir futbol kıtası, belki daha da fazlasıdır. Burada o kadar çok futbol romanı ve öyküsü var ki, benzerini ancak bir kıtada bir araya toplayabilirsiniz. “Ada’nın Taşrasından” bölümündeki yazılar da bu iddiayı pekiştiriyor. “Avrupa Taşrasından” bölümünün sürprizi İsveç’teki Süryani takımı. Zaman zaman Türk kökenli oyuncular da bu takımda yer alıyor. Ceyhun Eriş bunların transferle Türkiye’den gideni olarak aralarına katılmıştı... “Dünyanın Taşrasından” bölümünden inanılmaz bilgiler edineceksiniz. Örneğin, Cezayir’in bağımsızlık savaşında futbolun önemli bir rolünün bulunduğunu öğrenmek gerçekten ilginç. İlk cumhurbaşkanı Ahmed Ben Bella, Marsilya’da oynamış bir futbolcu imiş. Daha fazlası da var. “Unutulmuş… Ve Unutulmayan” ile “Sol Kale Arkası” bölümleri kesinlikle ayrı bir yazıyı hak ediyor. Tanıl Bora ismi zaten bu alanda bir kalite güvencesi. İki arkadaşımız hazine değerinde bir kitap ortaya çıkarmış. Payınızı almak ister misiniz? Siz bilirsiniz. 37 Vahiy kültüründe iletişim KUR’AN’DA İLETİŞİM DİLİ, SÜLEYMAN GÜMRÜKÇÜOĞLU, NESİL YAYINLARI, 312 SAYFA, 14.00 TL Hayatın temel unsurlarından biridir iletişim. İnsan, bir etkileşim içerisinde öğrenir, olgunlaşır, kemal bulur ve hakkıyla insan olur. İşte bu sebepledir ki, âlemlerin Rabbi de bir ‘iletişim’ imkânı sunar insana. Tenezzül buyurur, insan ile konuşur. Kur’an’dır Yaratan ile yaratılan arasındaki iletişim sürecini oluşturan mesajları içeren ilahî kitabın, ezelî kelamın adı. Kur’an’da İletişim Dili, çağdaş iletişim unsurları, modelleri, türleri, şekilleri ve iletişim engellerini vahiy kültüründe değerlendiriyor. Felsefe ile tasavvuf karşılaşınca… İSLAM FELSEFESİNDE MİSTİK BİLGİNİN YERİ, ŞAHİN FİLİZ, SAY YAYINLARI, 384 SAYFA, 20 TL Akademisyen Şahin Filiz, İslam ve felsefe konusundaki birikimlerini İslam Felsefesinde Mistik Bilginin Yeri adlı çalışmasında ortaya koyuyor. Mistik bilgiyi önce genel anlamda ve sıradan sezgi ile karşılaştıran Filiz, Descartes’tan Kant’a, Bergson’dan Russell’a kadar zaman zaman ele alınan “genel sezgi”nin bize sadece fenomenlere ait yüzeysel bilgi sağladığını ama bizi eşya ve olayların gerisinde saklı hakikatlere eriştirmediğini tespit ediyor. Aynı zamanda, tasavvuf disiplinini Muhâsibi, Gazali ve İbn Arabi gibi önde gelen mutasavvıflardan yararlanarak epistemolojik açıdan ele alıyor. USTA GÖZÜYLE KÝTAP ZAMANI ‘Ne olacak bu memleketin hali’ne dair 3 MART 2014 PAZARTESÝ Kırk satır mı arzu buyurulur, kırk katır mı, takdir sizin ey azizler! Efendim, bendeniz sinnen bir hayli umur görmüş, eyyam geçirmiş bir kardaşınız olarakdan nevmîdî içindeyim: Ne olacak bu memleketin hali? Söz arasında sıkça imâen veya alenen, “Ah Recai Bey gibi bir liyder başımızda olsa, bizi şu fırtınalı deryada selâmete eriştirirdi” nevinden târizler gelse de sükûnet ve asâletimi muhafazaya gayret edeyorum. İRFAN KÜLYUTMAZ RECAÝ GÜLLAPDAN C ânımdan muazzez kaarilerim, efendim, Cenâb-ı Hakk’ın lûtf u ihsaniyle bu def’a da mulâkıy olduk. Rabbime binlerce hamd ü senalar ederekden lakırdıma başlayorum. Efendim, bendeniz sinnen bir hayli umur görmüş, eyyam geçirmiş bir kardaşınız olarakdan nevmîdî içindeyim: Ne olacak bu memleketin hali? ‘SEMİHA, NE OLACAK BU MEMLEKETİN HALİ?’ Bendeniz şahsen bu suali kaç def’a sorduğumu bilmeyorum: Lâkin şurası muhakkak ki, bu sual bugün olduğu gibi âtîde de sorulmaya devam edecek gibi görüneyor. İstitraden arz edeyim: Rahmetli Kemal Tahir’e ıtlak edilen hoş bir hikâye vardır: Kemal Ağabey, bir akciğer ameliyatı geçirdikden sonra nekahet devresinde iken, rivâyet o ki, bir gece sabaha karşı refikası Semiha Yenge’yi uyandırır: Rahmetli yenge, sabahın o saatinde Kemal Ağabey’in uyandırmasından fevkalhâd endîşe ederekden, “Ne oldu Kemal, bir şeyin mi var?” deye, halecan ve telâş ile yatakdan fırlayarak Kemal Ağabey’e doğru seyirttiğinde, ondan şu cevabı alır: “Semiha, ne olacak bu memleketin hali?” Semiha Yenge’nin, mekânı cennet olsun, nûrlar içinde yatsın [ki kendisi muazzez kardaşım Hilmi Bey’in ikinci izdivâcında nikâh şâhidi idi!] Kemal Ağabey’in bu cevabı üzerine “İlâhi Kemal! Sabahın bu saatinde sorulacak sual mi bu?” deyince, mumaileyhin aslanlar gibi kükreyerek “Semiha! Semiha! Memleketi düşünmenin günü, saati mi olur?” dediği rivâyet olunur. Bendenizce de Kemal Ağabey’in bu cevabı fevkalhâd yerindedir. Hakiykaten muazzez kaarilerim, memleketi düşünmenin günü, zemanı yokdur! Eyi de, bendenizin yetmiş şu kadar senedir bu suali günü ve zemanı hisab etmeden sormakda R ahmetli Mehmet Akif Ersoy’un, “Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırmasın” meâlindeki cümlesi mâlumunuzdur; aklı başında her evlâd-ı melmeket bu temennîye âmiin der ve fekat aziz vatanımızın ne kara bir bahtı var imiş ki, buyrunuz yeniden birileri vâsıtasıyla kurtarılması lâzım gelen bir duruma gelmiş bulunayor? Kerrât ile buracıktan âleme ilan ettiğim içün müsteriyhim; ey azizler, ne zaman melmeket kurtarılmak raddelerine getirildiğinde lütfen ve keremen bizzat şu kendime, şahsıma doğru mânidar bir tarzda nazarlarınızı mıhlamayınız! Yapamayacağımdan değil, bilakis bilürsünüz ki kendi şahsım itibariyle melmeket idare etmek, esasen damarlarımda mevcut ve meknûz bulunan asîl ecdâd kanında kâfi ve vâfi, hatta hayli mebzûl miktarda mevcut bulunan bir cevherdir fekat ele güne karşı, “Gördünüz mü, Türkiya yine darda kaldı, Recai yetişti kurtardı; Recai olmasa bu Türkiya’nın hâli nic’olur?” dedirtmem! olduğum niyçün fark edilmemektedir? Şindilerde de bendeniz, Kemal Ağabey gibi aslanlar misali kükreyerekden sual edemesem de “N’olcak bu memleketin hali?” deyip durmakdayım. Haydi fark edilmeyor deyelim, lakin ben bu suali sormakdan ne zeman halâs olacağım, ya Rabbi? Agleb-i ihtimal, “N’olacak bu memleketin hali?” diye sorulmaya ilelebed devam edeceğe benzemekdedir. Hal-i pür melâlimiz, Samih Rif’at Bey’in o güzelim hicâz şarkısında ifade edildiği vechile, “günden güne efzûn” olmaya devam edecek midir? Rabbim bizi her türlü kaza ve belâdan muhafaza etsin; ziyâde müteellimiz, Cenab-ı Hak bize millet olarak, takatimizin fevkınde bir yük tahmil etmesin. Amin! İŞİMİZ SADECE DUA ETMEK! Üzülüyoruz elbetde! İslam’la şereflenmiş olan insanlarımız birbirlerine düşmüş vaz’iyyetdeler. Üzülmemek elde değil, zira biz öyle yetişdirilmedik! Nâmık Kemal üstâdımızın buyurduğu gibi, hüzn-ü umûmî, kendi derdimizi hatırlamamıza mâni teşkil edeyor. Ne Muallim Naci Efendi gibi, “ihtilâfatıyla dehrin” uğraşmayıb onu “mirsâd-ı ibretden temâşâ” edebiliyoruz, ne de üstad Yahya Kemal’in ifâdesiyle “bülend servilerin gölgesine” yatıb “dehrin hây u hûyuna mecbûl-ü hande” olabiliyoruz! İlle de memleketin derdi, ille de “ne olacak bu memleketin hali?” [Her ne kadar Yahya Kemal bu beyti ölüler için söylemişse de, bugün halimizin ölümden beter olduğu esbâb-ı mucibesiyle tekrarlamakda bir beis görmedim!] Şimdilik işimiz sadece dua etmek! Rabbim müslümanı müslümana düşürmesin. Rabbim adaleti zulme taglib edecekdir, inşallah… Efendim, bu ay da bu kadar. Telakıy gelecek aya inşallah. O vakde Rabbime emanet olunuz, zâtınıza hoşca bakınız. Au Revoir, canlarım benim… RECAİ BEY GİBİ BİR LİYDER OLSA İDİ! Bizim kahvede sabahtan yatsıya kadar bu meseleler münakaşa edileyor; nefsime pek gîran gelmekle beraber lâfa iştirak etmeyorum. Söz arasında sıkça imâen veya alenen, “Ah Recai Bey gibi bir liyder başımızda olsa, bizi şu fırtınalı deryada selâmete eriştirirdi” nevinden târizler gelse de sükûnet ve asâletimi muhafazaya gayret edeyorum. Niyçün, diyeceksiniz? Zira efendiler, cumhurî idâre, alelhusus demirkırasî esasda kendi ayağı üzerinde durmayı becerebilen, temyiz ve tefrik kudretini haiz, meslek sahibi ve kendi hukuku mevzuunda titiz ve salâbet sahibi fertlerle kaimdir. 38 Bakınız, şu yokarıda tesâdüfen, sözün gelişi itibariyle irâd buyurduğum cümle, melmeketin bütün resmî dairelerine, mekteplerine, bilumum kıraathane ve cemiyyetlerine altun ile yazılarak çerçevelenip asılması iycab eden mühim bir veciyzedir. Altına “Recai” yazılsa da olur yazılmasa da... Bir mahz-ı hakiykattir. Pekiy, bu vecize ile aceba ne demeye getiriyorum, iyzah edeyim: Aziz kaarîlerim, âgâh olalım; bizim melmeket içün en elverişli siyasi usûl padişahlıktır; netekim yeni yeni va’zolunan kanunlar da bir nevi pâdişahlık tesisine doğru atılan hatvelerdir. Padişahlık eyidir hoştur fekat, lâyıkıyla randıman almak içün –bizzat kendi şahsımı kasdediyorsam delikanlılığımın hayrını görmeyim!- evsafı itibariyle şu fakiyre pek benzeyen âdil, âlim, fâzıl, gani gönüllü, tok sözlü, müşfik, müdebbir, metîn, celâdet ehli, mehîb, müdrîk, mes’ul, mülâyim, mergûb, fatîn, zeyrek, ferâsetli, izanlı, basîretli, zekî, mârifetli bir zâtı bulub padişahlığa razı etmek lâzımdır. DEĞNEK İLE KOVALAMAK CAİZDİR Şahsan kendim itibariyle ben bu vaziyfeye gönüllü olmam; esasen padişahlık, böyle birini bulunca yalvar-yakar kabul ettirilecek bir mesuliyet mevkiidir. Her kim ki padişahlığa gönüllü ise o kişiyi oracıktan uzak tutmak, hatta değnek ile kovalamak caiz ve şartdır. Anlayacağınız, eyi padişah vardır; eyi padişahlık yokdur muhteremler. Şu dakiyka itibariyle demirkırasi, padişahlıktan evlâdır fekat o kadar “ferd”i nereden bulacaksınız? Padişah bir tanecik, ferdden ise milyonlarca lâzım? Ben sözümü dosdoğru ortaya bıraktım efendiler. Karar size aitdir. Yine de sizleri bîkarar ve bîhuzur komamak içün minik bir çıtlatma ile meseleye hitam vereyim: Benden şahsan daha iyisini bulur iseniz kadr ü kıymetini bilip başınıza geçiriniz; bulamayor iseniz ferd olunuz; şüdtemam, vesselâm! kitap a n ı r a kurtl n ü g r e h fuar , 300.000’e yakın kitap i, v e ın y a y e d in r e z ü n ’i 4.000 r! le im ir d in n a r a v ’a 0 9 % kitapla buluşmanın en kolay yolu! kitapyurdu.com /kitapyurducom ı r a l Fuar r a l n a r ı ç ) ka : n i s e m l üzü