Hak Haberciliği
Transkript
Hak Haberciliği
Kontrast Foto g r af Der gisi Sayı:49 Ekim - K asım - Ar alık 2015 Sarıgül Tüylü, Gökhan Dalmaç, Elif Kanlıoğlu, Ali Deniz Uzatmaz, Hakan Dursun Akalın, Ercan Atsız, Gökhan Akman, Metin Kürklü, Yılmaz Elmascan, Canberk Bakış, Orhan Işıktaş, Abdulkadir Uyan, Nizamettin Bağcı, Kasım Otur, Eren Akın, Kübra Meltem Mollaoğlu, lut, Muhammet Veysel Fatma KarabuAtılğan, Gürhan Elmascan, Aycan Kaya, Uygar Çoşkun, İdil Güney, Fevzi Sert, Mehmet Hayta, Osman Turan Bozacı, Sevgi Öztekin, Şirin Kılıçalp, Rıdvan Akgül, Nevzat Sayan, Bilgen Parlak, Gazi Güray, Onur Tan, Korkmaz Tedik, Mehmet Tevfik Dalgıç, Emin Aydemir, İbrahim Atılgan, Erol Ekici, Resul Yanar, Başak Sidar Çevik, Adil Gür, Nurullah Erdoğan, Nilgün Çevik, Ramazan Tunç, Sevim Şinik, Azize Onat, Yunus Delice, Osman Erbasa, Umut Tan, Ziya Saygın, Seyhan Yaylagül, Niyazi Büyüksüçtü, Mehmet Ali Kılıç, Gülbahar Aydeniz, Kemal Tayfun Benol, Metin Peşmen, Ahmet Katurlu, Hacı Kıvrak, Sezen Vurmaz, İsmail Kızılçay, Mesut Mak, Nejla Duran, Dilan Sarıkaya, Vahdettin Ozğan, Muhammet Demir, Ayşe Deniz, Vedat Erkan, Ebru Mavi, Güney Doğan, Ramazan Çalışkan, Dilaver Kahraman, Gözde Aslan, Selim Örs, Meryem Bulut, Leyla Çiçek, Emine Ercan, Binalı Korkmaz, Berna Koç, Feyyat Deniz, Gökhan Gökbönü, Sadri Almaz, Muhammet Zakir Karabulut, Ali Kitapçı, Ali Arslan, Fatma Esen, Abdullah Erol, Şebnem Yurtman, Dicle Deli, Erhan Avcı, Özver Gökhan Arpaçay, Mehmet Şah Esin, Ahmet M.M. Alkhaldı, Cemal Avşar... Barış Şehitleri’nin Anısına... Barış Gazetciliği - Hak Haberciliği ana sponsorluğunda yayımlanmaktadır. . Murat Utku . Ragıp Duran . Yücel Tunca . Pınar İlkiz . Özcan Yurdalan . Orhan Alptürk . Hüseyin Can Ataç . Laleper Aytek Dosya Kontrast Konusu Editör 2015 Ekim Kasım Aralık Merhaba Her olmadığımı düşündüren bir olay yaşadığımda elime alıp okuduğum kitap; Erich Fromm “Sahip Olmak ya da Olmak”… Yine insanlık olarak olamadığımız bir olayın şahitliğinde evriliyor merhaba yazım… Fikrim atlamalar yaşıyor, sahip olmak ve ait olmaya takılıyor ziyadesiyle. Nerede olursak olalım, neye inanıyor olursak olalım, hangi ırk veya milletten olursak olalım; o sahip olduğumuzu sandığımız şeye ait olmayı öğrenmekle başlayacak olmak eylemi belki diyorum kendi kendime… Körü körüne bir aitlik de bahsi geçen; her kendini ait hissedenin düştüğü yanılgıdaki gibi… Acının kaynağında görebildiğim yegâne dürtü sahip olmaktan geçiyor şimdilerde fikrimden. Sahip olmaya çalışmasak, sadece ait olsak daha farklı olur muydu ve o zaman olur muyduk? Ne olmak dersek, ucunun dokunduğu bir tek şey kalıyor “insan” diyesim gelmiyor, “canlı” demek daha doğru olacak sanki. Hani düşünüyoruz, hissediyoruz ya, ayrılıyoruz ötekinden berikinden, üstünleşiyoruz ya! Üstün olduğumuzu sandığımız varlığımıza bile ait olamıyor sahip olmaya çalışıyoruz ve bir ötekine de… Dahası varlığı kesmiyor, bir ötekinin fikrine, ruhuna da sahip olasımız geliyor. Bu ait olamama halleriyle yok ediyoruz ne var ne yoksa… Bu ay dergide neler olacak sayfalarının içinde gizli, kapakta da duyurmuşuz zaten ne konuşmaya, ne düşünmeye çalıştığımızı, yazarlarımızla bu düşünceleri çeşitlendirmeye ve çoğaltmaya çalışmışız… Gerisi okuyucuya kalıyor. Gayet bireysel, gayet duygusal, gayet acımıza odaklanmış bir ruh halinde kaleme alıyorum bu karşılaşma yazımızı, şayet okursanız… Var olan acıya, barışa, neşeye, başarıya belirlenmiş bir grup olarak sahip olmaya çalışmak yerine, tek bir akılla ait olacağımız günlerin özlemiyle… İlk defa kapak tasarımımızı bir fotoğrafa değil acının çizgisel temsiline ayırmak durumunda kaldık. Ne söylemek istesek boğazımıza düğümlenirken sadece barış diyebiliyor ve teröre kurban giden tüm canları unutmamak üzere yine sözleşiyoruz… Kontrast AFSAD Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Adına Sahibi Eda ARISOY Yayın Yönetmeni (Sorumlu Müdür) Kamuran FEYZİOĞLU Yayın Kurulu Burak CİRİTCİ Ceren ÖZCAN Deniz KORAŞLI Derya ILDIRDEMİR Nilüfer ZENGİN Yiğit KOÇBAY Zeynep HAMURDAN Redaksiyon Nilüfer ZENGİN Derya ILDIRDEMİR Grafik Tasarım Cem DEMİR Reklam Cem DEMİR Yönetim Yeri (Dergi İletişim) AFSAD – Bestekar Sok. No: 28/21 Kavaklıdere – Ankara Tel: 0312 4172115 Faks: 0312 4172116 GSM: 0533 7388208 www.kontrastdergi.com www.afsad.org.tr kontrast@afsad.org.tr Üç ayda bir yayımlanır. Baskı Mattek Matbaa Ağaç İşleri Sanayi Sitesi 1354 Caddesi 1362 Sokak No: 35 İvedik ANKARA/TÜRKİYE Tel:0.312.433 23 10 Pbx Faks:0.312.434 03 56 Yayın Türü: Bölgesel Süreli ISSN: 1304-1134 Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan; yazı, makale, fotoğraf, karikatür, illüstrasyon, vb.’nin, elektronik ortamlar da dahil olmak üzere, kullanım hakları AFSAD (Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği)’a ve/ veya eser sahiplerine aittir. İzin almaksızın, hangi dilde ve hangi ortamda olursa olsun, materyalin tamamının ya da bir bölümünün kullanılması yasaktır. Sabırla… Dergide yer alan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Kontrast Yayın Ekibi Adına Yayın Yönetmeni Kamuran Feyzioğlu kamuranfeyzioglu@gmail.com 2 3 AFSAD Kapak Tasarım: Cem DEMİR İçindekiler 4 Barış Gazeteciliği / Hak Haberciliği Hazırlayanlar: Burak CİRİTCİ Nilüfer ZENGİN Yiğit KOÇBAY 4 Barış Kadrajından Bakmak: Barış Gazeteciliği Murat UTKU 8 Barış Gazeteciliği Yazının Yanında Barış Görüntüleri… Ragıp DURAN 12 18 Şiddetin Resmi ve Haber Fotoğrafçılığı Yücel TUNCA Hak Haberciliği; Senin Hakkın mı Yoksa Benim Hakkım mı? Pınar İLKİZ 24 F/64 26 Portfolyo 31 Portfolyo Hakkın Fotoğrafçısı, Barışın Fotoğrafı Özcan YURDALAN O Parto/ Doğum Gustavo GOMES Hazırlayan: Zeynep HAMURDAN Çeviri: Zeynep HAMURDAN Kapı Aralıkları/ Doorways Sevra Nihal ÜNAL Hazırlayan: Ceren ÖZCAN 37 Karşı-laşan Düşünceler 40 Usta İşi 44 Ve Sinema... 47 Fotoğraf Okuma 49 Okuyoruz Geçmişten Günümüze İkonik Fotoğraf Orhan ALPTÜRK Toprağıyla, İnsanıyla; Ülkesinin Savdalısı: “Fikret OTYAM” Hazırlayan: Deniz KORAŞLI Kare İçinde Kare (Frame in Frame) Hüseyin Can ATAÇ Nan Goldin ve Aile Fotoğrafları... Laleper AYTEK Hazırlayan: Deniz KORAŞLI İyi Fotoğraflar Çekmek İçin Bu Kitabı Okuyun Henry CARROLL Hazırlayan: Mebrur HATUNOĞLU Ekim Kasım Aralık 2015 Dosya Konusu Barış Kadrajından Bakmak: Barış Gazeteciliği Murat UTKU Gazeteci muratutku72@gmail.com Haber metinleri, toplumun geniş kesimlerine ulaşıyor. Özellikle de yaygın bir biçimde izlenen televizyon haberlerinin şiddet dili üzerinden yazılmaması, barışa katkı ve barışın özendirilmesi açısından önemli. Yaptığımız bu çalışma da bu çabaya vurgu yapıyor, yapılmaması gerekenleri yalın bir dil ile anlatmayı hedefliyor. Savaşın dilinin hakim olduğu medya, demokrasinin üzerindeki en büyük engellerden biri aslında. Toplumsal açmazların çözümü için adım atmak bir yana, basın organlarına genellikle devletin güvenlik kaygılarından hareketle yangına körükle giden, en azından açıkça güvenlikçi bir dil hakim. Yeni değil yıllardır süregelen devletçi bakış, hem genel anlamda toplumsal düzenin demokratikleşmesi önündeki bir engel, hem de kuşaktan kuşağa aktarılan gerilimli bir siyasi şiddet ortamına katkı. İşte barış gazeteciliği denildiğinde üzerinde durmamız gereken en mühim unsur da bu belki de; toplumun savaşı kutsamasının önüne geçmek, devlet dilinin ve bu dilin dayatıldığı medya; savaş, kan, kayıplar üzerinden güç devşiren bir nizamın parçasıdır çoğu zaman. Dil derken yalnızca kulanılan metinleri kastemiyorum elbette. Medyanın kullandığı her türlü görsel de bu tartışmanın bir parçası. Televiyonlarda kulanılan görüntüler, kameramanların kurduğu görsel cümlelerdir. Süreli yayınlarda ya da internet medyasında yer alan tüm fotoğraflar da kendi dilini hakim kılar. Vermek istediği mesajı görüntü-fotoğraf yoluyla vermek metinle vermekten daha etkili bir yol olduğuna göre foto muhabiri ve kameramanların da barış gazeteciliği ilkelerine uygun bir şekilde çalışmaları, ülkede çatışma kültürünün değil, barışın ha4 5 AFSAD kim olması açısından çok önemli. Bunu aşağıda detayları ile tartışacağız. Olumsuz örnekler Gazetecilik yaparken nice olumsuz örnek gördüm; ilkeli değil nabza göre haber yapmayı tercih eden çok sayıda gazetecinin bulunduğu basın dünyasında; boynuna, üzerinde kuru kafa simgeleri bulunan fularlar bağlayıp İsrail’in kuzeyinden Lübnan’a atılan bombaların özelliklerini sıralayan televizyon gazetecileri vardı, hâlâ varlar. Yine savaş jeti simülatörlerine girip askeri uçakların hedefleri nasıl bombaladığını canlandırarak bunu bir televizyon haberi haline getiren gazeteciler oldu. Yirmi yıllık meslek yaşamımda sadece kendi gördüklerim üzerinden bile onlarca kötü örneği arka arkaya tek nefeste sıralayabilirim. Savaşın eksik olmadığı bir coğrafyada savaşı kutsayan haberler yapıldı, bu marifet sayıldı, sayılıyor. Bunun önüne geçilebilir mi? Pek de kolay görünmüyor. Zira sadece metnin yazılması, fotoğraf ya da görüntünün çekilmesi değil, bunları gazete-dergi sayfalarına taşıyan, televizyonlarda yayınlayan editörlerin de barış gazeteciliği ilkelerine uyması önem taşıyor. Mülteci haberleri ve barış gazeteciliği Barış gazeteciliği, yalnız çatışma ve ihtilaflarda güvenlikçi dilini kulanmak ile değil, aynı zaman- da bölgesel, insani krizlerin anlatımında da tercih edilen tarza dikkat ederek kendisini gösterebilir. Denizde boğularak hayatını kaybeden Aylan Kurdî bebeğin fotoğrafının medyadaki kullanımı bunun son dönemdeki en çarpıcı örneği oldu. O malum fotoğrafın çekilmesi ne kadar anlaşılır da olsa, fotoğrafın bütün açıklığı ile medya organları tarafından kullanılması, bir çocuğun cesedi üzerinden mülteci sorununun boyutunu anlatmanın pek çok zararları var. Hak haberciliğinin en temel kurallarından biri uygulansaydı çok daha doğru olacaktı; fotoğrafı tüm açıklığı ile yayımlamak yerine görüntüyü flulaştırmak ya da bazı gazete ve televizyonların yaptığı gibi sadece jandarmanın Aylan’ı taşıdığı, bebek bedeninin ayrıntılarının görünmediği resmi kulanmak. Zira bugüne kadar o köşelerin, o ekranların sahibi olmak için ne yaptılar ise ellerine fırsatı geçirdikleri ilk anda aynı şeyi yapmaya devam ettiler. Müzakere ve barış süreci ile geçen bir kaç yılda kaybettikleri zamanı bir an evvel telafi etme yarışına girdiler. Her şey gözümüzün önünde oldu. 2,5 yıl sonra gelen ilk silahlı saldırı haberinin ardından bir gün içerisinde 1990’lı yıllarda kaldıkları yere bir anda geri döndüler. Bu konu ile ilgili çeşitli gazetecilerin gazetelerde yazdıkları arşivlerde. Barış gazeteciliğinin kökenleri Johan Galtung’un 1970’lerde ilk kez dile getirdiği Barış Gazeteciliği, TV gazetecileri Jake Lynch ve Anabel McGoldrick tarafından, ‘muhabirlerin Bunu tartışmak gerekiyor; zira Aylan bebeğin o çatışmaya ilişkin şiddet içermeyen tepkilere daha fotoğrafı üzerinden kapılarını açan Avrupa ül- fazla değer verilmesi açısından toplumu cesaretlendirecek -hangi haberlerin verileceği ve bunlakelerinin bu tavrı bir kaç gün rın nasıl sunulacağı konusunsürdü. Açılan kapılar mülteciBarış gazeteciliği, da- tercihler yapmaları’ olarak lerin yüzüne bir kaç gün sonra tanımlanıyor. daha sıkı bir şekilde kapandı. yalnız çatışma Tren garlarında ellerinde ‘hoşAna akım medyanın da katılve ihtilaflarda geldin’ yazılı pankartları tutan makta tereddüt etmediği, geçiyi yürekli Avrupalı insanlar, güvenlikçi miş yıllardaki deneyimlerin bir bir gün sonra bir daha görünbenzerinin yaşandığı günlerden dilini kulanmak memek üzere ortadan kaybolgeçerken, barış gazeticiliği fikdular. Oysa mülteci-sığınmacı rinin ve deneyiminin geçtiği ile değil, aynı meselesi, Suriye’de ve dünyazamanda bölgesel, yolları da hatırlamak gerek. nın pek çok başka ülkelerinde Barış Gazeteciliğini Prof. Dr. devam edegelen savaş ve şiddet insani krizlerin Sevda Alankuş’un tanımladığı olaylarından kaçanların yaşaşekliyle, “Herhangi bir çatışanlatımında da dığı zorlukları sadece bir gün, ma konusunu -ki bu etnik, dinmeseleyi tek bir fotoğraf ile gütercih edilen sel, ulusal topluluklar, farklı nübirlik vicdani hassasiyetlere cinsler, sınıflar ya da iki birey tarza dikkat dokunarak değil, sığınmacıolabilir- futbol söylemülteci politikalarını şekillenederek kendisini arasında minin temellendiği gibi ‘kazandirebilecek güçte ve ısrarlı bir mak -ya da- kaybetmek’ gibi bir takipçilik ile dünya kamuoyuna gösterebilir. ikili karşıtlıkla haberleştirmesunulacak haberler ile mümkün mek” olarak ele alırsak, haberolacaktır. Barış gazeteciliğinin önemi, böylesi vahim sonuçları olan insani krizlerde daha net lerde ‘taraftar dili’ni egemen kılan bir söylem her ortaya çıkıyor. Nitekim sığınmacılar üzerinden günkü ana akım televizyon haberlerinde alışılabaşta Türkiye olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ül- gelmiş bir yapı. Bundan kaçınmak için günlük kelerinde ortaya çıkan ırkçı söylem, ancak barış haber pratiğinde sık sık gördüğümüz gibi polisin dilinin hakim kılınması ile kırılabilir. Bunun aksi (dolayısıyla devletin) tavır, davranış ve muamele devam ettikçe basın mültecilere öyle ya da böyle biçimini meşrulaştırmaya dönük dili kullanmaçelme takmaya devam edecektir. Bütün o misa- mak, önemli bir ilk adım olacaktır. firperverlik de aslında bir halkla ilişkiler faaliyeti Empati kurmak olarak tarihteki yerini aldı bile. Haberin dilinde mutlak karşıtlık kurmak, sanki Barış gazeteciliğinin yeniden tesisi bir gruptaki bütün bireyler aynıymış gibi ‘biz ve Çok değil kısa bir süre önce ülkenin Kürt coğ- onlar’ üzerinden ötekileştirmeyi beslemek; devrafyasında yeniden başlayan savaş ile ilgili yazı- let, millet, ordu ve güvenlik güçlerini ‘bizimkiler’ lanlar ibret verici. Uzun bir dönem devam eden olarak, politik bir derdi olup, bunu yüksek sesçatışmasızlık biter bitmez hemen ertesi günkü le söylemek isteyenleri ise marjinalleştirerek ve gazeteleri açıp bakınca dönüşümü görmek ya da bunu yaparken diğerlerine söz hakkı tanımadan en azından yaşanan çatışmalar üzerinden savaşa yazılan bir haber, yaygın güvenlikçi dilin özellikmethiyeler düzenleyenlerin yazdıklarını okumak leri. Ve tabii diğerinin sesine kısmen ya da tamamen kulaklarını tıkamak… elbette şaşırtıcı değildi. ‘Öteki’ni anlamaya hiç gayret etmeyen, asla empati kurmayan, devlet tarafından telkin edileni haklı kılmayı amaçlayan, güvenlikçi-devletçi bir dil medyanın geneline yayılan sıkıntının temeli. Devletin ya da egemenlerin çıkarlarını önceleyip, bireylerin-toplumların gereksinim ve demokratik haklarını görmezden gelen gazetecilik dili, özelde Türkiye’deki devam eden sorunların çözümsüzlüğüne hizmet etmek dışında bir işe yaramadı, bugün de yaramıyor. Burada Galtung’un özgün tablosunda sözünü ettiği savaş/şiddet odaklı gazeteciliğin neredeyse tüm unsurlarını bilmek gerek; polisin kullandığı gücü ve devletin halk karşısında kurmaya çalıştığı güç eksenli egemenlik üzerinden tarif edebileceğimiz pek çok olayı arka arkaya sıralayabiliriz. Barış gazetecisinin yaklaşımıyla savaş gazetecisininkini karşılaştıran Galtung’un özgün tablosu, 1998 tarihli “Barış Gazeteciliği Seçeneği” yayınında yer aldı. Galtung, “gazeteciliğin içine barış katmanın” yollarını ararken dört odaktan söz ediyordu: “Barış odaklı, gerçek odaklı, halk odaklı, çözüm odaklı bir gazetecilik yapmak”. Görüntü kullanımı Şimdi de bilhassa televizyon haberciliğinde görüntü kullanımının önemine değinelim. Zira TV 6 7 AFSAD de kullanılan görüntü, dilin en önemli parçasıdır. Kameramanın topladığı görüntü ve o görüntünün metin ve kurgu yoluyla kullanılma biçimi, çekim sırasında oluşturulan kadraj, kimin gösterildiği, kime odaklandığı, kimin gösterilemediği, kameranın açısını, haberin dilini ve hakim anlatıyı yeniden üretir, pekiştirir ve doğrudan etkiler. Bir kameraman, aslında görsel cümleler kurar; o görsel cümleler haberi oluşturur, çünkü TV haberi görüntüye göre yazılır. Dolayısıyla haberi hazırlarken kullanılan her görüntünün tek tek önemli olduğunu söylemek gerekir. Örneğin, bir televizyon muhabirinin bir protesto haberi içinde kullandığı anons (diğer adlarıyla stand up ya da PTC -Piece to camera-) yapılırken fonda polis araçları ve bekleyen polisleri kulanarak kendisine o kare ile devletin kendisi öncelenir, güvenlikçi bakış pekişir. Eski alışkanlıklar… Haber metinleri, toplumun geniş kesimlerine ulaşıyor. Özellikle de yaygın bir biçimde izlenen televizyon haberlerinin şiddet dili üzerinden yazılmaması, barışa katkı ve barışın özendirilmesi açısından önemli. Yaptığımız bu çalışma da bu çabaya vurgu yapıyor, yapılmaması gerekenleri yalın bir dil ile anlatmayı hedefliyor. Aslında barış gazeteciliği, yaratıcılık kullanılarak kadrajın azıcık değiştirilmesiyle bile yapılabilir bir şey. McGoldrick’in bu konudaki yazı ve video örneklerinin ne kadar yol gösterici olduğunu da bir kez daha ifade etmek gerekiyor. Bu konuda yazıda da sıkça değindiğimiz Galtung’un özgün tablosu, bizim de bu sayfada gördüğünüz çalışmamızda esinlendiğimiz Lynch ve BARIŞ/UZLAŞMAZLIK GAZETECİLİĞİ SAVAŞ/ŞİDDET GAZETECİLİĞİ I. BARIŞ/UZLAŞMAZLIK ODAKLI • Uzlaşmazlığın oluşumunu keşfeder: x taraf, y hedef, z sorun I. SAVAŞ/ŞİDDET ODAKLI • Uzlaşmazlık alanına odaklanır: iki taraf, bir hedef (kazanmak), savaş • Genel “kazan-kazan” yönelimi • Genel “elde var sıfır” yönelimi • Açık uzam, açık zaman; uzlaşmazlıkları saydamlaştırn herhangi bir yerdeki nedenler ve çıktılar, tarih ve kültür dahil • Kapalı uzam, kapalı zaman; uzlaşmazlık alanının nedenleri ve çıkışları, ilk taşı kim attı • Savaşları saydamsız/sır kılmak • “Onlar-biz” gazeteciliği, “bizimkilerin” sesi bütün • “Onlar”ı sorun olarak görmek, savaşta kimin önde gittiğine odaklanmak savaş/şiddeti • Reaktif: Haber yapmak gerçeklemesini beklemek • Şiddetin görünmeyen etkilerine odaklanmak (travma ve zafer, yapıya/kültüre zarar) • “Onların” insanlıktan çıkarılması; bir tarafın silahını olumsuzlaştırır • Şiddetin görünür etkilerine odaklanmak (öldürülen, yaralananlar ve maddi hasar) • Bütün tarafların sesini duyurmak; duygudaşlık, uzlaşmalığı/savaşı bir sorun olarak görüp anlamak, uzlaşmazlıkla ilgili yaratıcılığa odaklanmak • Bütün tarafların insanlaştırılması; silahları olumsuzlaştırır • Proaktif: Herhangi bir gerçekleşmeden önce önlemek II. GERÇEK ODAKLI • Bütün taraflardaki gerçek dışılıkları ifşa etmek/ bütün üstünü örtmelerin üstünü açmak III. HALK ODAKLI • Bütün acılara odaklanmak; kadınlara, yaşlılara, çocuklara, bütün sesi duyulmayanların sesini duyurmak propaganda, için şiddetin II. PROPAGANDA ODAKLI • “Onların” gerçek dışılıklarını ifşa etmek / “bizim” üstünü örtmelerimize/yalanlarımıza yardımcı olmak III. SEÇKİN ODAKLI • “Bizim” acılarımıza odaklanmak; güçlü kuvvetli seçkin erkeklere odaklanmak, onların borazanı olmak • Bütün haksızlık yapanları adlandırmak • “Onların” haksızlık yapanlarını adlandırmak • Halkın içindeki barıştırıcılarına odaklanmak • Seçkinlerin barıştırıcılarına odaklanmak IV. ÇÖZÜM ODAKLI • Barış=şiddetsizlik+yaratıcılık IV. ZAFER ODAKLI • Barış=zafer+ateşkes • Barış girişimlerine dikkat çekmek, aynı zamanda daha fazla savaşı önlemek • Zafer elde edilmedikçe barış girişimlerini örtbas etmek • Yapıya, kültüre, barışçıl topluma odaklanmak • Antlaşmaya, yerleşik kurumlara, dizginlenen topluma odaklanmak • Başka bir savaş için ayrılmak, eski alevler yükseldiğinde geri dönmek • Sonuç: Çözüm, yeniden inşaa, uzlaşma Ekim Kasım Aralık 2015 Dosya Konusu Barış Gazeteciliği Yazının Yanında Barış Görüntüleri… Ragıp DURAN Medya Eleştirmeni @ragipduran …savaş döneminde gazeteciler, sadece olup biteni aktarmakla yetinmemeli, 90’lardan bu yana geliştirilen “barış gazeteciliği” tekniklerini/yöntemlerini kullanarak, savaşan iki taraf arasında bir tür arabuluculuk yapmaları talep ediliyor. Bu arabuluculuk işlevi, iki tarafın öldürülen askerlerinin ailelerini bir araya getirmekten, savaşın rakamsal yanına değil nedenlerine ve tabii bu arada ve her zaman barışın gerekliliğine dikkat çeken haberler yaparak gerçekleşiyor. “Kendimden geçmek üzereydim. Çöktüm, sırtımı bir kolona dayadım. Boş gözlerle etrafa bakınıyorum. Üstüm başım kan içinde, ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Tam o sırada karşımda genç bir çocuk gördüm. Flulaşıyor çocuğun görüntüsü. Gazeteci yeleğini gördüm, yüzünü tam seçemedim. Tam karşıma geçmiş o da hafif çökmüş, tık diye bir ses duyduğumda çocuğun foto muhabiri olduğunu anladım. Ve önce elindeki kamerayı seçebildim. Bir iki kare çekti, sonra kamerayı sağına alıp, doğrudan bana baktı. Bir anda göz göze kaldık. O zaman gözümün önünden böyle bir film şeridi gibi, Afganistan’da, Lübnan’da, İsrail’de savaş bölgelerinde çektiğim insanların simaları geldi. Ben de o zaman bu genç foto muhabirinin konumundaydım. Bu kez ise objektifin öbür tarafındaydım. Acayip bir his...” Bu cümleler Türkiye’nin önde gelen foto muhabirlerinden kıdemli meslektaşımız Ergun Çağatay’a ait. 15 Temmuz 1983 tarihinde Paris-Orly havalimanında meydana gelen terörist saldırıda ağır yaralanan Ergun Çağatay, fotoğraf çeken ile 8 9 AFSAD çekilen arasındaki ilişkiyi böyle anlatmıştı özel bir sohbette. Bir foto muhabirini olgunlaştıran bir deney... Daha genç kuşaktan Coşkun Aral da, yine Lübnan, Afganistan ve Diyarbakır’daki çalışmalarını anlatırken bazıları yürek kaldırmayacak kadar trajik fotoğraflar çekmişti. Öyle kurşunla delik deşik edilmiş ceset ya da kan gölüne dönmüş ortam fotoğrafları değil, ama yine de yüz ifadelerinde acı ve çaresizlik olan savaş mağduru, yaralı, evsiz barksız, mülksüz yaşlı insan portreleri, sesi fotoğraf karesini delen ağlayan çocuk ve bebek resimleri... ‘Coşkun neden bu kareleri seçtin?’ diye sordu bir arkadaş. ‘Zor soru. Aslında global fotoğraf ajansları daha çok kurşun, bomba, ceset, kan ve gözyaşı talep ederdi 80’li-90’lı yıllarda. Savaş muhabirliği öyle ilelebet yapılacak bir iş değil. Zaten bizim çok uluslu savaş muhabirleri grubundan her seferinde bir iki eksiklik oluyordu. Kendi aramızda da konuşurduk bu soruyu, sorunu. Vallahi ben bir daha böyle resimler çekmemek için seçtim bu kareleri. Yani savaş muhabiri olarak savaşın acımasızlığını, belki çok çıplak, çok direkt olmasa da, bu karelerle sergilemek istedim. Bu fotoğrafları gören insanlar savaşın ne kadar feci bir şey olduğunu anlasınlar, görsünler istiyorum...’’ Barış Fotoları / Foto barışları Barış gazeteciliğinin önemli bir boyutu da barış foto muhabirliği olsa gerek. Savaş bölgelerinde ya da çatışma alanlarında ne tür fotoğraflar yayınlanabilir/yayınlanmalı? Gazeteciliğin/medyanın çatışma alanlarında ve savaş dönemlerinde özel bir önemi/konumu var. Her zaman geçerli olan kural ve ilkelerin yanı sıra, bu olağanüstü zamanda, hem daha çok sayıda yurttaş medyaya rağbet ettiği için hem de kullanılacak bir sözcüğün bile şiddeti tırmandırma riski olduğu için, gazetecilerin böyle durumlarda yazdıklarına, söylediklerine, gösterdiklerine özel bir ihtimam ile yaklaşmaları gerekir. Genel ilkeyi hatırlatalım: ‘’Gazeteci; başta barış, demokrasi ve insan hakları olmak üzere, insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur. Milliyet, ırk, etnisite, cinsiyet, dil, din, sınıf ve felsefi inanç ayrımcılığı yapmadan, tüm ulusların, tüm halkların ve tüm bireylerin haklarını ve saygınlığını tanır. İnsanlar, topluluklar ve uluslararasında nefreti, düşmanlığı körükleyici yayından kaçınır. Bir ulusun, bir topluluğun ve bireylerin kültürel değerlerini ve inançlarını (veya inançsızlığını) doğrudan saldırı konusu yapamaz. Gazeteci, her türden şiddeti haklı gösterici, özendirici ve kışkırtan yayın yapamaz’’. Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’nin E bölümündeki ‘Gazetecilerin Temel Görevleri ve İlkeleri’ alt başlığının bu 3. maddesi şimdiye kadar defalarca ihlal edildi. Şimdi sık tekrarlanan temel temaları sıralayalım: * Savaş, politikanın silah aracılığıyla devamıdır. Sözün bittiği yerde şiddet başlar. * Savaşta insanlarla birlikte belki de önce gerçek öldürülür. * Gazetecilik barış mesleğidir. Çünkü söze, yazıya, görüntüye dayanır. Savaş, askerlerin ve askerleşen politikacıların işidir. Bu nedenle savaş boyunca gazetecilerin ürettiği söz, ses, görüntü yani kısaca her türlü bilgi, haberde, esas olarak hayat değil, askerlerin tezahürü olan top, tüfek, bombalar, kanlı cesetler; yani ölüm ağır basar, öne çıkar. Savaş muhabirliği, aslında normal muhabirlikten çok da farklı bir uğraş, bir alan değildir. Ne var ki, savaş döneminde ajitasyon/propaganda, yalan haber, kötü haber, tahrifat ve gizleme, somut olarak barış dönemindekilere oranla daha fazla sorun çıkarır hatta cana bile kastedebilir. Bazı sözler incitir. Bazıları da öldürebilir. Bu gerçek, fotoğraf ya da bazı hareketli görüntüler (film/ video) için de geçerli olabilir. Eleştiri ve özeleştiri lazım Gazetecilik/savaş ilişkisi konusunda son dönemde yayımlanan birkaç önemli makaleden özetler ve değerlendirmeler: Öncelikle Fransız Ulusal Bilimsel Araştırmalar Merkezi (CNRS) sosyologlarından Pierre Bourdieu’nün meslektaşı, aynı zamanda Fransız medya eleştiri grubu ACRIMED’in yöneticilerinden Patrick Champagne’ın değerlendirmeleri ve yerel yorumları: Medya olağan üstü bir rekabet ortamı. Her gazete, televizyon kanalı ya da radyo istasyonu, keza her internet sitesi, ötekilerden ayırt edilebilmek için çalışır. Özel haber, atlatma haber için çırpınır. Bu nedenle de her medya organı rakibini/ rakiplerini yakından izler. Onların olası hatalarını, eksikliklerini ya hemen yüzüne çarpmaya çalışır ya da o boşluğu doldurmak için gayret eder. Sadece medya eleştirmenleri ya da medya akademisyenlerinin yaptığı gibi değil, tüm medya mensupları, kendilerini diğer medya organlarına, diğer gazetecilere göre konumlandırır. Medya biraz da bu sayede, içeriden de gelen eleştiriler, okur mektupları ve akademisyen değerlendirmelerinin yanı sıra okur ve toplum nezdinde inanılırlığını ve güvenilirliğini muhafaza edebilmek için zaman zaman eleştiri ya da özeleştiri yapmak zorunda kalabilir. Bizde bu konuya nadir olumlu örneklerden biri, toprağı bol olsun Mehmet Ali Birand’ın “Asker ne dediyse yazdık, hiç sorgulamadık. Kürt meselesinde çoğu zaman asker gibi düşündük ve onların görüşlerini yansıttık” demesidir. ABD’de New York Times olsun, CNN’den Amanpour olsun, Irak operasyonu sonrasında, Pentagon’un başta “Irak kitle imha silahlarına sahiptir” bilgisi olmak üzere Amerikan medyasını yönlendirdiğini, gazetecilerin de bu resmi açıklamaları pek deşmeden, neredeyse olduğu gibi, yani gazeteciliğin temel ilkelerinden birine uygun biçimde “en az iki kaynaktan doğrulatmadan” yayınladıklarını, bu nedenle de gerçekler ortaya çıkınca toplum ve okur nezdinde olumsuz bir konuma düştüklerini açıkça ilan ettiler. Champagne, söz ederken “Profesyonel hemen ekliyor: gazeteci”den “Yani, özerk gazeteciler.” Gazetecinin özerkliği burada, “Çeşitli iktidar odakları, çeşitli silahlı güçlerin kaba propagandasına uysal bir alet olmamak” anlamında... En iyi gazeteci hayatta kalandır 80’lerden bu yana iç savaşlar, gazeteciler için daha da tehlikeli ortamlar oluşturmaya başladı. Çünkü eskiden beyaz bayraklı basın mensuplarının, çatışmalarda her iki tarafça da nispeten saygı gördüğü bir ortam vardı. Hatta o zamanlar gazeteciler, resmi ordu saflarında görev yapabildiği gibi isyancı güçlerin saflarına da kabul edilebiliyor, liderleriyle söyleşiler yapabiliyordu. Bugün bu ortam ortadan büyük ölçüde kalktı. Artık gazetecilerin büyük çoğunluğu, futbol takımı tutar gibi, savaşan taraflardan sadece birisinin safında görev yapıyor ve haber ile yazılarını da o perspektiften yazıyor. Merkezi New York’ta bulunan Gazetecileri Koruma Komitesi CPJ üyelerinden Lübnan’da uzun süre esir tutulan Amerikalı gazeteci Terry Anderson, -ki Türkiye’ye de gelip toprağı bol olsun Işık Yurtçu’ya Saray Cezaevi’nde 1996 CPJ ödülünü vermişti- savaş muhabirliği alanındaki tecrübesini şu cümle ile özetliyor: “Savaş alanındaki gazeteci, her zaman, sürekli olarak, her dakika aldığı risk ile Gazetecilik, yapacağı işin getireceği yarar arasındaki dengeyi kollamalı. 1980’lerden Ve bu dengenin bir noktada bozulduğunu hissettiğiniz sonra bütün anda, yani kendinizi dünyada neorahatsız hissettiğiniz anda, hiç durmayın, hemen çıkın liberal ideolojinin bulunduğunuz yerden, orayı terk edin. Bir süre daha orada bir aracı haline kalmaya değmez. Hiçbir haber öldürülmeye değmez”. Bizdeki bir başka deyimle, en iyi gazeteci yaşayan gazetecidir. Gerçekten de Anderson’un sözünü ettiği denge önemli, hatta tayin edici. getirilirken, savaş ve çatışmaların yoğunlaşıp artması üzerine 90’lardan bu yana Barış Gazeteciliği gelişiyor. Savaş alanlarında çalışan TV kameramanları ve foto muhabirleri için durum daha da zor. Çünkü basın fotoğrafçılığının piri, savaşlar görmüş geçirmiş büyük usta Robert Capa’nın önemli bir tespiti var: “Çektiğiniz fotoğraf iyi değilse, konuya yeterince yaklaşamamışınızdır”. Bu ilkeyi savaş alanında uygulamaya kalkarsanız, Anderson’un risk/ yarar denklemini daha ilk baştan tehlikeye atmış olursunuz. İç savaşlarda muhabir çok sıkıntılı Gazeteciler, Uluslararası İnsancıl Hukuk terminolojisine göre iki tür savaşta muhabirlik yapıyor: Birincisi iki devlet savaşa girdiğinde, mesela İran-Irak savaşı, buna “Uluslararası Silahlı Çatışma” adı veriliyor. İkincisi ise bir devlet, onun resmi ordusu ile aynı devlet içindeki bir başka silahlı gücün savaşa girmesine ise “Uluslararası Olmayan Silahlı Çatışma” adı veriliyor (Kuzey İrlanda’da Birleşik Krallık ordusu ile IRA ya da Türkiye’de TSK ile PKK arasında olduğu gibi). 10 11 AFSAD Oysaki savaş döneminde gazeteciler, sadece olup biteni aktarmakla yetinmemeli, 90’lardan bu yana geliştirilen “barış gazeteciliği” tekniklerini/ yöntemlerini kullan-arak, savaşan iki taraf arasında bir tür arabuluculuk yapmaları talep ediliyor. Bu arabuluculuk işlevi, iki tarafın öldürülen askerlerinin ailelerini bir araya getirmekten, savaşın rakamsal yanına değil nedenlerine ve tabii bu arada ve her zaman barışın gerekliliğine dikkat çeken haberler yaparak gerçekleşiyor. Savaşan taraflar, savaş hukukunu bile ihlal eden yüzlerce uygulama gerçekleştirdikleri için gazetecilerin savaş alanlarında özgürce çalışmalarını engellemeye çalışıyor. Çünkü çatışmaları izleyen gazeteci, savaşın bitiminde La Haye’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne tanık olarak çağrılır ve tanıklığı nedeniyle taraflardan birinin insanlık suçu işlediği yolunda belge ve kanıt sunarsa mahkeme bu durumu değerlendirir. Bu mesele tartışmalı. Çünkü meslek erbabının çoğunluğu, La Haye’e çağrılsa bile gitmiyor, gitmek istemiyor. İki nedeni var: Birincisi, “Ben gazeteciyim, savaş sırasında gördüğüm, duyduğum, öğrendiğim, tanık olduğum her şeyi zaten haberlerimde, söyleşi ve röportajlarımda ya da TV filmlerinde yansıttım. Edindiğim bilgilerin, haber değeri olan hiçbirini kendime saklamadım, yurttaşı/okuru bu bilgilerden mahrum etmedim. Dolayısıyla La Haye’de hâkim karşısında söyleyecek yeni bir sözüm, yeni bir bilgim yok. İkincisi, ben bugün sanık sıfatıyla yargılanan devlet başkanı ile birçok söyleşi yaptım. Bu söyleşileri kendi gazetem, radyom ya da televizyonum için yaptım. Uluslararası Ceza Mahkemesi adına herhangi bir görevim, misyonum olmadı, olmaz da zaten. Ben sadece gazetecilik yapıyorum. Üstelik bana daha önce söyleşi veren bir devlet başkanının sanık sandalyesinde oturduğu bir duruşmada benim çıkıp onun aleyhine tanıklık yapmam mesleki açıdan doğru değil. Ben söz konusu başkan hakkındaki bilgi ve kanaatimi haberlerimde, röportajlarımda zaten yazdım. Bunu ben yaparsam, bunu herhangi bir gazeteci yaparsa, savaş halindeki hiçbir devletin hiçbir sorumlusu bir gazeteciye demeç vermez, söyleşi yapmaz”. Bu yaklaşımı La Haye’e gitmeyi reddeden Amerikalı kıdemli meslektaşımız Jonathan Randal’dan bizzat dinledim. Randal’ın Avesta Yayınları’nda iki kitabı Türkçe’ye çevrildi ve yayımlandı: “Bunca Bilgiden Sonra Ne Bağışlaması? - Kürdistan İzlenimlerim” ve “Usame: Bir Teröristin Doğuşu”. Savaş alanında can güvenliği Savaş muhabirlerinin can güvenliği ve çalışma koşulları sorunu da sıkıntılı. Bu konuda Cenevre Konvansiyonu Ek Protokolleri, CPJ (Comittee to Protect Journalists-Gazetecileri Koruma Cemiyeti), RSF (Reporters Sans FrontièresUluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler) gibi meslek örgütleri ve iletişim akademisyenlerinin önemli çalışmaları var. İlke olarak savaş muhabiri, “sivil kişi” olarak kabul ediliyor. Dolayısıyla da askeri hedef olması önlenmeye çalışılıyor. Ne var ki embedded (orduya gömülü, entegre, ankastre) gazetecilikte, gazeteci savaş öncesi ve sırasında sürekli olarak askerlerle birlikte olduğu için, kışlada hazırlık dönemi, savaş alanında tankların içinde bulunmak gibi durumlarda kaçınılmaz olarak askeri hedef olabiliyor. Gazetecinin savaş alanında askeri üniforma giymemesi, silah taşımaması da önemli bir koşul. RSF’ın konuyla ilgili ilkelerinde önemli bir ayrıntı göze çarpıyor: “Gazeteci, sivil kişi statüsünü bozabilecek hiçbir eyleme girişmemeli ya da bu tür herhangi bir davranış sergilememeli. Mesela savaşa doğrudan katkı sağlayabilecek bir girişim, silah taşımak ya da casusluk faaliyetlerine girişmek sivil kişi statüsünü ortadan kaldırır”. Bizim pek sivil gazetecilerimiz bunların hiçbirini yapmadığı için vicdanları ve gönülleri tertemizdir herhalde! Gazetecilik ve savaşta sosyal medya Son olarak, kişisel ve toplumsal hayatımızda dolayısıyla mesleki yaşantımızda da giderek önem kazanan sosyal medyanın savaşla ilişkisi konusunda birkaç gözlem ve değerlendirme: İnternette e-mail, e-mail grupları, Twitter, Facebook gibi araçlar sayesinde olağanüstü miktarda bilgi, belge, fikir ve görüş üretiliyor. Yurttaşlar artık istedikleri bilgi ya da görüşü binlerce, on binlerce insanla anında paylaşabildikleri gibi, resmi sansür ortamında da iktidarın egemen medya aracılığıyla engellediği haberlere internet üzerinden ulaşmak mümkün. Biz de Roboskî Katliamı ve Gezi Direnişi’nde sosyal medyanın esas olarak olumlu bir rol oynadığını gördük, yaşadık. Arap Baharı da büyük ölçüde sosyal medya üzerinden aktarıldı, geliştirildi. Sosyal medya artık profesyonel gazeteciler açısından son derece önemli bir kaynak. Ne var ki sosyal medya, gazetecilerin temkinli olması gereken bir alan. Çünkü gazetecilik faaliyetinde bir haber, muhabirin üretiminden sonra en az 4 (Fact checking/Olgu doğrulayıcı, düzeltmen, editör, yazı işleri) kademeden geçip doğrulanıp düzeltildikten sonra yayımlanabiliyor. Sosyal medyada ise profesyonel gazeteci olmayan kişiler, istedikleri bilgi ya da görüşü, herhangi bir denetim mekanizmasından geçmeden, anında yayımlayabiliyor. İşte bu nedenle sosyal medyada yayımlanan her bilginin kolay kolay yayımlanabilir haber olmadığının bilincinde olan profesyonel gazeteci, bu mecrayı belki de bir duyum kaynağı ya da bir iddia olarak ele alıp inceleyebilir, gazetecilik ilke ve kurallarına uygun hale getirdikten sonra haber olarak yayımlayabilir. Sosyal medyadaki bilgi ve görüş sayısının, yabancı dil de biliyorsanız, milyonlara ulaştığını hesaba katarsanız, profesyonel gazeteci, sosyal medyadan olağanüstü titiz bir şekilde seçici davranarak, çok sıkı bir tarama yaptıktan sonra haber malzemesi olarak yararlanabilir. Gazetecilik, temas ve mesafe mesleğidir (Hubert Beuve-Méry). Habere ulaşmak için haber kaynakları ile kişiler ve kurumlarla temas edeceksiniz ama sonra haberi yazarken de tüm taraflara, tüm kişi ve kurumlara eşit uzaklıkta mesafeli duracaksınız. Bu zor bir uğraş. Zaman ister. Dikkat ister. Bilgi ister. Akıl ister. Vicdan ister. Sosyal medyada herhangi bir bilgiyi ya da görüşü paylaşan kişinin ise bu tür ilkeleri, çalışma koşulları yoktur. O, tanık olduğu ya da duyduğu, okuduğu, öğrendiği bir bilgi ya da görüşü, anında, kontrol (check) etmeden paylaşabilir. Sosyal medya kullanıcısının temas ya da mesafe gibi zorunluluğu, sorumluluğu yok. Çünkü o gazeteci değil. Tüm bu nedenlerle gazeteci, barış ya da savaş döneminde, sosyal medyayı bilgi ve görüş yelpazesini genişletmek amacıyla, olası bir istihbarat almak için izler, izlemek durumundadır. * Bu yazıda yer alan bazı bölümler daha önce, 28.07.2015’de www.apoletlimedya.blogspot.com’da yayımlanan ‘Yandaş Medya Savaş Çığırtkanı’ ve 27.08.2015’de Yeni Özgür Politika gazetesinde yayımlanmış olan ‘Savaş Döneminde Gazetecilik’ başlıklı makalelerden alınmıştır. Ekim Kasım Aralık 2015 Dosya Konusu Şiddetin Resmi ve Haber Fotoğrafçılığı Yücel TUNCA Galata Fotoğrafhanesi Fotoğraf Akademisi Kurucu/Koordinatör yuceltunca@gmail.com Fotoğraflar fotoğrafçısının meramından başka bir şey de söyleyebiliyor. Konuşma ve yazı dili de böyle değil mi zaten? Hele ki anlatılarımız biraz karmaşıklaştığında, katmanlar oluşmaya başladığında iletişimin tam anlamıyla kurulması güçleşiyor, çok daha özel bir emek istiyor. Suruç’taki patlamaya tanık yüzlerce kişiden biri olmadığımız için bunu sadece “32 insan öldü” üzüntüsüyle mi atlatacağız yoksa bu büyük travmaya ortak mı olacağız? Zor günlerin içinden geçiriyoruz. Pek çoğumuz gibi benim de aklım epeyce karıştı. Olabilse de kendime format atabilsem, diyorum. Bildiğim şeylerin doğruluğundan ciddi biçimde şüpheye düşmüş durumdayım. Bildiklerimi gözden geçirmeye çalışıyorum. Özellikle gazeteciliğe ve basın fotoğrafçılığına dair anlamını bildiğimi sandığım kavramların, etik değerlerin ve hatta savunduğum doğruların zemininin boşaldığını, temellerinin sarsıldığını görüyorum. Bu bir yandan da iyiye işaret aslında… Gelinen her uğrakta doğruların, düşüncelerin gözden geçirilmesinde yarar var. Doğru bildiklerimizin, emek verip geliştirdiğimiz düşüncelerin de tartışmaya açılması son derece geliştirici olabilir. Fotoğrafçının Meramı Görsel bir iletişim biçimi olan fotoğrafın arkasında bilincin ürünü bir düşüncenin var olması gerekiyor. Kendi ürettiklerimiz de dâhil, tüm görsel üretimlerin çok yönlü irdelenmesi lazım. Bir yandan fotoğrafçının niyeti büyük bir önem taşırken, bir yandan da izleyicinin, fotoğraf ile karşı karşıya kalanın bilinci ve inançları devreye giriyor. Aynı görsel üretim farklı insanlarda farklı bir algıyla alımlanabiliyor. Fotoğraflar, fotoğrafçısının meramından başka bir şey de söyleyebiliyor. Konuşma ve yazı dili de böyle değil mi zaten? Hele ki anlatılarımız biraz karmaşıklaştığında, katmanlar oluşmaya başladığında iletişimin tam anlamıyla kurulması güçleşiyor, çok daha özel bir emek istiyor. Sorumluluk Fotoğrafçılık da, haber metni yazarken olduğu gibi bir dizi sorumluluğun bilincinde olmayı gerektiriyor. Fotoğrafını çektiğimiz insanlara, 12 13 AFSAD içinde bulunduğunuz mecraya, yani yayın organlarına ve tabii ki iletişimin diğer ucunda bulunan izleyiciye, okuyucuya karşı sorumlulukları var fotoğrafçıların. Bu sorumluluklar üzerine nitelikli biçimde kafa yormadan üretimlerimizin etkisini, sonuçlarını kestirmemiz de mümkün olamıyor. Etik Meselesi nihayetinde korunaklı, güvenlikli bir alan içinde yaşarken görüyoruz. Özellikle şiddet ortamlarının görüntüleriyle yüzleşmek pek de kolay olmuyor koltuklarımızda otururken. Çıplak ve sert gerçeklikle, yumuşak koltukların iyice yumuşattığı yüreklerimiz yan yana gelmekte zorluk yaşıyor. Tartışma Kapandı mı? Bir basın fotoğrafçısı, bir belgesel fotoğrafçı olarak Uluslararası ölçekte bir medya etiği oluşturma karşılaştığımız çıplak ve sert gerçekliği izleyicilere çabası yıllardır devam ediyor. Bir takım uzlaşı nasıl aktaracağız? Bu sorunun cevabı son on yirmi kriterleri oluşturulmaya çalışılıyor. Bunlar yıl içerisinde büyük ölçüde verilmiş, tartışma daha ziyade teorik düzlemde ve çoğu zaman kapanmış gibi görünüyor. Ancak… En azından pratikle çelişen uzlaşı benim için bu tartışma yeniden noktaları. Kurumsallaşmış gündeme geldi. Şimdilerde Özellikle şiddet yayın organlarının bazıları bunun tekrar sorgulanması uluslararası etik çerçeveyi kendi gerektiğine dair bir düşünce ortamlarının koşullarına göre yorumlayıp içindeyim. Sert görüntülerle, görüntüleriyle daraltabilirken, bazıları da şiddet görüntüleriyle karşı sınırları olabildiğince zorluyor. karşıya kalınması hali neden yüzleşmek pek Etik kuralları daha didaktik tarafımızdan azaltılmaya de kolay olmuyor bizim biçimde daraltarak tavır çalışılıyor? Susan Sontag oluşturan yayın organları gibi birçok düşünür şiddet koltuklarımızda mesleki güvenilirliklerini tekrarının otururken. Çıplak görüntülerinin koruma gerekçesini ileri kanıksamaya yol açabileceğine sürerken, kuralları esnek ve sert gerçeklikle, işaret ediyor. Kimileri de şiddetin biçimde yorumlayanların yeniden üretimi olarak algılıyor yumuşak bazıları bunu ticari kaygılara bu tür görüntüleri. Hatta The dayandırıyor, bazıları da New York Times’ın fotoğraf koltukların iyice ideolojik gerekçeler üretiyor. editörü geçtiğimiz yıllarda, yumuşattığı “Neyin ne olduğunu bilmiyor Bu gibi nedenlerle hiç bir zaman muyuz? Neden ihtiyacımız olsun yüreklerimiz yan ortak noktada net bir buluşma bu aleni şiddet görüntülerine?” gerçekleştirilemiyor. Sanırım yana gelmekte diyerek medyanın köklü biçimde şaşırılacak bir durum da değil tavır değiştirmesi gerektiği zorluk yaşıyor. bu. Hele ki bu günlerde! Çok düşüncesini ileri sürüyordu. ciddi bir çatışma ortamının Daha düne kadar benim de gelişmeye başladığı, tırmandığı açıkça görünüyor. tekrarladığım bu düşünceler karşısında şimdi Böyle bir ortamda yine kaçınılmaz olarak çok aynı netliği taşımadığımı söyleyebilirim. Bunun farklı duruşları çok farklı biçimde ortaya koyan gerekçelerini yazının devamında sıralamaya yayın organları ile karşı karşıya kalıyoruz. çalışacağım. Ezberi Bozmak Bir Örnek: Et Tüketimi Böyle zamanlarda ezbere geçirdiğimiz kavramların da yeniden gözden geçirilmesine ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Başlarken de söylediğim gibi keşke kendimizi formatlayabilsek… Bunu yapamayacağımız için hiç değilse değişmez olduğunu düşündüğümüz düşünceleri de sorgulama cesareti göstermeliyiz, buna muktedir olduğumuzu umut ediyorum. “Ben bunu çok iyi biliyorum, bu konuda kendimden çok eminim, bu konularda değişmez düşüncelerim var” demeden bazı noktalara tekrar tekrar bakabiliriz. Bir fotoğrafın, bir haberin aktarabileceğinden çok daha büyük ve karmaşık gerçekliklerin olduğu bir ortamda, oldukça sert bir ortamda yaşıyoruz aslında. Biz bu gerçekliklere ilişkin fotoğrafları en Konforlu olduğu yanılgısıyla sürdürdüğümüz hayatlarımızdan ırak tutmaya çalıştığımız pek çok sorunlu konunun aslında öznesi olduğumuzu görmek rahatımızı kökten sarsabiliyor. Bunlardan bir tanesini örneklendirmek istiyorum: “Et tüketimi”. Zaman zaman basın fotoğrafçılığı derslerime katılan arkadaşlara bu konuda bir soru yöneltip, tartışmaya açıyorum. Aslında tek bir içeriğe dayalı bu soruyu üç farklı biçimde soruyorum. Sorulara da ikişer fotoğraf eşlik ediyor. Özetle: Dünyada et eğiliminde olduğuna dair araştırmanın sonucunu verdiğimizi varsayıyoruz. tüketiminin azalma -gerçekte olmayan- bir haber yapmaya karar Aynı haberi hayali bir yayın organı için “Dünyada et tüketimi azalıyor” yaklaşımıyla oluşturuyoruz önce. Bu haber için iki fotoğraf seçeneğimiz var. İlki şık bir tabak içinde, süslü bir et yemeği fotoğrafı; ikincisi ise herhangi bir marketin et reyonunda çekilmiş paketlenmiş etlerin fotoğrafı... Soru şu: “Hangi fotoğrafı kullanalım?” Aynı konuyu ele alacak haber, hayvan hakları konusunda duyarlılık geliştirmeye çabalayan bir yayın organında ele alınıyor. Bu kez haberin içeriğini “Hayvanların beslenme amaçlı öldürülmelerine karşı duyarlılık artıyor” biçiminde oluşturmaya karar veriyoruz. İki fotoğraftan birinde bir mezbahada kesilerek öldürülmüş ve derileri yüzülerek çengellere asılmış hayvan bedenleri (kan görünmüyordu fotoğrafta); diğerinde ise kurbanlık satışı yapılan bir alanda sırtlarına numaralar verilmiş koyunlar yer alıyor. 14 15 AFSAD Soru yine aynı: “Hangi fotoğrafı kullanalım?” Son olarak, haberi sert bir aktivizm örneği ortaya koyan bir yayında ele alıyoruz. “Hayvanları katlederek yok eden canilerin sayısı azalıyor” diyecek haberimiz. Fotoğraflardan birincisinde bir kesimhanede bileklerine kadar kana bulanmış insanlar ve paramparça hayvan bedenleri, diğerinde ise hiçbir hayvan görünmemesine karşın her yanı kan içinde olan, parlak metalden sanayi tipi, giyotine benzeyen bir kesim makinesi görünüyor. Soru elbette yine aynı: “Hangi fotoğrafı kullanalım?” Haberi hangi üslup ve dille verirseniz verin özü aslında değişmiyor: Hayvanları beslenme gerekçesiyle öldürüp yiyen insanların sayısında azalma var. Haberin değişmeyen özüne karşın yansıtma biçimimiz okuyucuda farklı düşünsel ve duygusal tepkiler yaratıyor. Bu durumu bir de fotoğraflarla iyiden iyiye belirleyebiliyoruz. Yukarıdaki soruları ve fotoğrafları ister fotoğrafçı olalım, ister okuyucu, üzerine detaylı biçimde düşünmek, ayna tutmak amacıyla kendimize sorabiliriz. Cevaplarımızın gerekçelerini uzun uzun düşünmek kaydıyla elbette… geciktirme olduğunu gösteriyor. Sınıfsal, cinsel ve ırksal hegemonyaların diğeri üzerindeki şiddeti hiçbir zaman aralığında kendiliğinden ortadan kalkmadı, kalkmayacak. Böyle bir realitede dahi, hele ki hak odaklı gazeteciliği savunup uygularken nasıl olur da salt diyalog ile uzlaşı yollarında çözüm aranabilir? Köklü hak kazanımları ve iktidar değişimleri zor yoluyla, açık ifade edecek olursam, şiddet yöntemleri kullanılarak sağlanabiliyor. Korkutucu gelebilir kulağa. Ölümcül sonuçlara gebe bir yola işaret ettiğimin farkındayım. Diğer yandan da biliyoruz ki, köleler/kaybedenler, efendiler/ kazananların muhtelif tercihleri ölmeye devam ediyor Bundan sonra ne nedeniyle zaten. Pazar kavgaları, doğal sömürülmesi yapalım? Konforlu kaynakların gibi nedenlerle çıkarmaktan evlerimizde, bize kaçınılmayan savaşlarda bahşedilmiş serbest yine hep köleler/kaybedenler hayatını yitiriyor. Ya da zamanlarımızda iktidarlarının sarsıldığını gören egemenler güçlerini yeniden köleliğimizi kazanmak, hâkimiyet kurmak unutup, için kölelerini ölümcül bir oyunun içine atıveriyor. huzurumuzu, Hayvanları yemeye, diğer bütün canlı ve cansız varlıklarla paylaştığımız dünyayı yok etmeye devam eden bizler için şiddeti ortadan kaldırmak, barışı kurgulayıp kalıcı ve esas kılmak mümkün mü? Barış Gazeteciliği Barış kavramını son yıllarda “cümle içinde” çok fazla kullanıyoruz. Var mıydı, hiç mi yoktu, gerçekten hiç anlayamadığımız “barış süreci” örneğin… Barış için hatırı sayılır miktarda insan büyük bir çaba gösteriyor. Geçtiğimiz günlerde yapılmak istenen “Büyük Barış Yürüyüşü”nün İstanbul Valiliği tarafından yasaklanması üzerine Aksaray’da bir basın açıklaması gerçekleştirilmişti. Barış istemek nasıl bir şey olmalı ki böyle bir yürüyüş yasaklanarak engellensin? Barışın devam etmesi gerektiğini söyleyenler kadar, barış ancak savaşarak kazanılacağına da inananlar var. keyfimizi, tadımızı kaçırmamak için ölenleri birer sayı olarak haberleştirmeyle mi yetinelim, yoksa her daim canımıza kasteden bir gerçeklikle yüzleşelim mi? Bu noktada, birbirimize sık sık önerdiğimiz, savaş gazeteciliğinin yerine ikame etmeye çalıştığımız barış gazeteciliğine değinmek ve genel kabul gören anlamına da bakmak gerekiyor. Barış gazeteciliği, her türlü çatışma olasılığının veya çatışmalı durumun şiddete başvurulmadan çözümünü sağlamaya odaklanmış bir gazetecilik anlayışı olarak biliniyor. Yapılacak haberlerin konu bazında seçiminden, haber diline kadar her noktada ötekileştirici üslup ve yaklaşımdan uzak durmayı, düşmanlaştırıcı söylemlerden arınmayı önerir. Özü itibariyle son derece hümanist bir yaklaşım olduğu kuşkusuz… Öte yandan bunun, “doğayı alt ederek ona hâkim olma” hedefinin peşinde bir uygarlık oluşturmuş, “efendiler/kazananlar ve köleler/kaybedenler” olarak ayrışmış insanlık için isabetli bir yaklaşım olup olmadığı konusunda ciddi şüphelerim var. Bu hümanist yaklaşım sakın bizi oyalıyor olmasın? Binlerce yıllık insanlık tarihi korkarım bunun bir oyalama, kaçınılmaz sonu Efendi ile köle arasındaki çatışma aileden başlayıp hayatın tamamına yayılmasına karşın, bunun görünmez olmasını sağlamak amacıyla elden ne gelirse yapılıyor. Aile kurumu içindeki rol tanımları, kâr odaklı veya ücretli çalışma hayatı, ulus veya çoklu ulus temelli yapay sınırlarla belirlenmiş devlet yapılanmaları, dinsel ve ahlaki normlar kölenin köleliğini fark etmeyeceği kadar içselleştirmesi görevini yerine getiriyor. Kutsal olduğuna ikna edildiğimiz aslında tümüyle anlamsız birçok değer bir bölümümüzü güya birbirine bağlarken, diğerlerini de tehdit olarak görmemizi, öylece bellememizi sağlıyor. Bizler bütün bunlarla yatıp kalkarken ve hatta bu nedenlerle birbirimizi öldürürken en temel çatışmayı göremez hale geliyoruz. Her şeyimizin ama her şeyimizin egemenler tarafından sömürülüp yok edilmesine karşı isyan etmemiz böylelikle engelleniyor. Bir de şu var elbette: Bütün bunları arkaik yaklaşımlar, tepkiler olarak görmek, sıkıcı bulmak gibi bir öğreti de damarlarımıza bin bir yolla zerk ediliyor. İyi Kötü Yaşayıp Gitmek Örgütsüz sivil tepkiler ortaya koymanın, sadece diyalog yolu ile çözümler üretmenin tek seçenek bile hislerimizi değiştiriyor ama nitelemelerin ne önemi var? Hayata veda eden 32 insandan bahsediyoruz! Patlama anının videosunu izlediğimde kahroldum. Fakat hemen sonrasında gördüğüm üç dört kare fotoğraf bütün duygusal tepkimi ve düşüncelerimi de değiştirdi. olduğuna ikna olduğumuzda da teslimiyeti ifade eden beyaz bayrağı cebimizden çıkarmış oluyoruz. Üstelik bu çoğumuzun işine de geliyor. İyi kötü yaşayıp gidiyoruz neticede. Köleliğin bu biçimini, yani şiddetin bu şeklini kolayca, hatta iştahla kabul edilebiliyoruz. Bu kabul sayesinde en azından hayatımızı alenen riske etmemiş olduğumuzu varsayıyoruz. Bu yüzden olsa gerek, Wikipedia’da şöyle tanımlanıyor barış: Kötülüklerden, kavgalardan, savaşlardan kurtuluş; uyum, birlik, bütünlük, sükûnet, sessizlik, huzur içinde yaşamak” olarak tanımlanıyor. Türk Dil Kurumu’nda da barış: “Uyum, karşılıklı anlayış ve hoşgörü ile oluşturulan ortam” tanımıyla veriliyor. Olmayacak duaya âmin dediğimizin farkında mıyız? Adaletli ve huzurlu bir yaşam sürdürmek için bütün kimliksel farklılarımızdan arınmadan, insan odaklı bütün ideolojilerden kurtulup doğanın basit bir parçası olduğumuzu kabul etmeden ve egemenlerin iktidarını yıkmadan barış sadece bir ütopya olarak kalmaya mahkûm bir kavram. Ve Suruç Şiddeti tek başına bir yol olarak değil, olanaklardan biri olarak değerlendirmeme ve bu noktada gazeteci tavrını, yaklaşımını yeniden düşünmeme sebep olan olay ise Suruç’ta gerçekleştirilen bombalı saldırıydı. İlk olarak patlamada 28 kişinin öldüğünü duyduğumda çoğumuz gibi ben de bu ölümlerin tarifsiz acısını derinlerimde hissettim. Baş etmesi zor bir duyguydu. Sonra sayı 31’e çıktı ve ardından 32’ye. Ancak ölüm sayılarla ifade edilemiyor. 32 insan hayatını kaybediyor. 32 genç insan! 32 arkadaşımız! 32 kardeşimiz! 32 devrimci! Çocuklara oyuncak götürmek üzere yola çıkmış 32 gencecik insan… Nitelemelerimiz 16 17 AFSAD Facebook’ta siyah bir slaytta “Bu linke tıklarsanız sizi üzebilecek, rahatsız edebilecek, dehşete düşürebilecek görüntülerle karşılaşacaksınız, emin misiniz?” sorusu vardı. “Patlama anının dehşete düşüren görüntüsünden daha fazla ne olabilir ki?” dedim kendime. Gazetecilik yaptığım dönemde ölmüş, öldürülmüş insanları görmüştüm. Ve yıllar içerisinde de dünyanın çeşitli yerlerinde kaydedilmiş katliam videoları ve fotoğrafları da hafızamda duruyordu. Tıkladım. Parçalanmış bedenleri görmeden önceki ben ile sonrasındaki ben artık misliyle farklı düşünüyor ve hissediyordu. Bu basit bir şok etkisi miydi? Bu tür fotoğraf ve videolar kimilerinin iddiasına göre insanların şok beklentisini karşılar. Pornografiktirler; etkileri hemen kaybolur. Bende de böyle olacak sandım. Hayır, ilerleyen günlerde hislerim ve düşüncelerim değişmedi. Bu fotoğrafları görmezden önceki zamanlarda “Şiddeti anlamak için gerçeklikle bu kadar çıplak bir biçimde karşılaşmamız gerekmiyor, aklımızla neyin ne olduğunu bilebiliriz, şiddetin fotoğrafları şiddetin yeniden üretildiği yerlerdir”, diyen biri olarak şimdi çok daha farklı şeyler düşünüyorum. Daha doğrusu içinden çıkamamaktan korktuğum sorularla dolmuş durumdayım. Biraz da kendimi anlamak için küçük çaplı bir deneme yaptım ve üç gün içerisinde 54 kişiye bu fotoğrafları gösterdim. Tamamına yakınında aynı etki oluştu. O fotoğraflara bakmadan önceki iki üç gün boyunca bu katliam haberini biliyor olmalarına rağmen gördükleri andan sonra çoğunun tepkileri değişti. Öfkelerinin dozu arttı. Ve o üç gün öncesine göre daha mutsuz insanlar oldular. Pekiyi, öfkemizin büyümemesi ve mutsuz biri olmamak için bu fotoğrafları gizleyecek miyiz birbirimizden? Suruç’taki patlamaya tanık yüzlerce kişiden biri olmadığımız için bunu sadece “32 insan öldü” üzüntüsüyle mi atlatacağız yoksa bu büyük travmaya ortak mı olacağız? Gazetelerde, dergilerde, internet medyasında okuyucularımızla, izleyicilerimizle bu sert, ayıltıcı gerçeği nasıl paylaşacağız? “Fotoğrafları Görmek İster Misiniz?” Amerika’da yıllar önce çarpıcı bir çalışma yapılmıştı. Associated Press (AP) bir grup gazete okuyucusuna sorular yöneltti. “Şiddet ortamlarında ölenlerin fotoğraflarını okuduğunuz gazetelerin birinci sayfasında görmek ister misiniz?” sorusunu ezici bir çoğunluk “hayır!” cevabını vermişti. Bu türden fotoğrafların iç sayfalarda yer alması uygun görülüyordu çoğu kişi tarafından. Temel gerekçeleri çocukların bu fotoğrafları görme ihtimalini azaltmaktı. İkinci soru, “savaş alanında ölmüş Amerikan askerlerinin görüntülerini görmek ister misiniz?” biçimindeydi. Okuyucular bu kez “hiç bir sayfada görmek istemiyoruz” cevabını vermişlerdi. Dolayısıyla “ölmüş insanlar, parçalanmış insan cesetleri bizden değilse biz bakarız, yeter ki çocuklar görmesin” demiş oldu Amerikan halkı. Ötekinin cesedine bakabiliyorlar ama kendi toplumlarından birinin cesedine bakmak istemiyorlar. 11 Eylül saldırılarında tek bir ölü görüntüsünün medyada yer almaması da bu araştırmanın sonuçlarını destekler nitelikteydi. Güven ve huzur duygusundan -bu bir yanılsama olsa da- kopmak istememişlerdi. Hayat kaldığı yerden devam etsin, diyorlardı kısacası. Bundan sonra ne yapalım? Konforlu evlerimizde, bize bahşedilmiş serbest zamanlarımızda köleliğimizi unutup, huzurumuzu, keyfimizi, tadımızı kaçırmamak için ölenleri birer sayı olarak haberleştirmeyle mi yetinelim yoksa her daim canımıza kasteden bir gerçeklikle yüzleşelim mi? Kobane’ye götürülememiş oyuncakların görüntüsü, patlamadan geriye kalmış ayakkabılarla mı o kâbusu anlatmaya çalışalım? Hayatımızın her anına musallat olmuş, sıradanlaşmış saldırıları planlayan, uygulatan egemenler mi gaddar, bu şiddetin sonuçlarını göstermek mi gaddarlık? (YT/HK) * Bu makale 07.08.2015 tarihinde bianet internet haber portalında yayımlanmıştır. http://bianet.org/bianet/ medya/166621-siddetin-resmi-ve-haber-fotografciligi ** Yücel Tunca’nın metni Okuldan Haber Odası’na (OHO) 2015 Fotoğraf Atöyesi’ndeki sunumunun gözden geçirilerek yazıya dökülmüş versiyonudur. MURAT AZAKLI fotoğraf malzemeleri A. Konur Sokak 27/3 Çankaya / ANKARA T. 0 312 417 52 12 C. 0 532 252 60 50 C. 0 538 777 70 70 W. www.muratazaklifoto.com.tr M. muratazaklifoto@gmail.com Ekim Kasım Aralık 2015 Dosya Konusu Hak Haberciliği; Senin Hakkın mı Yoksa Benim Hakkım mı? Pınar İLKİZ Hak Haberciliği Eğitmeni pinar.ilkiz@gmail.com “Hak haberciliğinde doğru ya da yanlış yoktur, bunun yerine tercih edilen ve edilmeyen vardır.” Hak haberciliği... Aslında bildiğimiz anlamıyla habercilikten bahsediyor olmamız gerekiyor ama tabii her kavram her insanın zihninde başka şekillerde yankı bulduğu için en iyisi başlamadan önce şöyle bir ortaklaşmak adına bir tanımla başlayabiliriz belki: “İnsan haklarına dayalı bir habercilik yani haklar haberciliği sadece günümüzde evrensel geçerlilik kazanmış insan hakları ile ilgili konuları ve sorunları öne çıkartarak değil, habere konu olan her şeyin insanla ve insan haklarıyla zaten içsel olarak bağlantılı olduğunu fark ettiği ölçüde gerçekleştirilebilir.” 1 Hak haberciliği ile ilgili birkaç okuma yapmak isterseniz eğer Bianet’in “İnsan Hakları Haberciliği” kitabını öneririm. Kendi tanımıyla: “İnsan Hakları Haberciliği, kamusal ve özel yaşama dair bütün haberlerin haklara odaklı kılınmasını gerektiren ve haberi de haklar doğrultusunda dönüştürmeyi hedefleyen bir gazetecilik/habercilik yaklaşımını irdeliyor.” BBC muhabiri Jake Lynch ve Annabel McGoldrick’in tanımıyla2 barış gazeteciliği; editörlerle habercilerin toplumdaki çatışmalara şiddet dışı yöntemlerle yaklaşılmasını sağlayacak ‘öyküleri’ seçip, haberleştirmek konusunda yaptıkları bir tercih. Bu madem bir tercih, neden barış gazeteciliğini tercih etmiyoruz ki? Tiraj? Daha fazla tık? 18 19 AFSAD Bunun yanı sıra Süleyman İrvan’ın “Barış Gazeteciliği” 3 çalışmasına da göz atmakta fayda var. Genelde okuma listesi ya da kaynaklar yazının sonunda verilir ama içeriklerinin önemi sebebiyle burada yazanları hatırlayarak aslında neden bahsettiğimizi hatırlamak hepimize iyi gelecektir. Aslında zaten hali hazırda var olan kurallar dizisini hatırlamak gerekirse: Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin yayımladığı “Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi”nin gazetecinin temel görevleri ve ilkeleri bölümünün 3. maddesi aynen şöyledir; “Gazeteci, başta barış, demokrasi ve insan hakları olmak üzere, insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur. Irk, etnisite, cinsiyet, dil, milliyet, din, sınıf ve felsefi inanç ayrımcılığı yapmadan tüm ulusların, tüm halkların ve tüm bireylerin haklarını ve saygınlığını tanır. İnsanlar, topluluklar ve uluslararasında nefreti, düşmanlığı körükleyici yayından kaçınır. Bir ulusun, bir topluluğun ve bireylerin kültürel değerlerini ve inançlarını (veya inançsızlığını) doğrudan saldırı konusu yapamaz. Gazeteci, her türden şiddeti haklı gösterici, özendirici ve kışkırtıcı yayın yapmamaya özen gösterir.” UNESCO’nun 1983 yılında Paris toplantısında kabul edilen “Profesyonel Gazetecilik Etiği Uluslararası İlkeleri” adını taşıyan belge de gazetecinin evrensel değerler yanında taraf olması gerektiğinin altını çizmektedir. Örneğin, evrensel değerlere ve kültürel çeşitliliğe saygı başlıklı 8. maddede şöyle denilmektedir: “Gazeteci, barış, demokrasi, insan hakları, toplumsal ilerleme ve ulusal özgürleşme gibi evrensel insani değerleri savunur…”. Savaşların ve insanlığı tehdit eden diğer kötülüklerin ortadan kaldırılması başlığını taşıyan 9. maddede ise, evrensel insani değerlere bağlı bir gazetecinin savaşı, şiddeti, nefreti, ayrımcılığı, ırkçılığı, baskıyı haklı çıkaracak bir gazetecilik anlayışından uzak duracağı ve barış için çaba göstereceği vurgulanmaktadır.4 Şimdi eğer bütün bunları -Edip Cansever’in de kulaklarını çınlatarak- masanın üzerine koyarsak, aslında gazeteci dediğimiz ayrımcılık yapmayan, şiddeti övmeyen ve hatta okuyucuyu/halkı kışkırtmayarak gazetecilik mesleğini icra eden kişidir. Hedef göstermez, kendinde olmayan gücü, kendine verilmiş gibi kullanarak kendi ideolojisi doğrultusunda suçlu gördüğü kişinin cezasını “kesemez”. Peki, gerçekten öyle midir? Okulda öğretilenlerle gündelik hayat ne kadar örtüşmektedir? Daha da önemlisi satılacak fazladan bir gazetenin ya da alınacak bir ‘tık’ın kârı ne zaman habere konu olan kişinin haklarının önüne geçmiştir? empoze etme gayreti içinde olabileceklerinin değerlendirilmesi gibi hedefleri içermektedir. Yani medya okuryazarlığı, kaynağı her ne olursa olsun, bilgiyi değerlendirip onu yerinde kullanabilen bireyler olmayı, böyle bireyler yetiştirmeyi hedeflemektedir.” 5 O zaman basit anlamıyla “Okuduğumuzu anladık mı?” sorusundan bahsediyoruz aslında. İki kavramı birleştirecek olursak; okuduğumuz haberde sadece olan olay mı bize aktarılıyor yoksa okuduğumuz medyumun (gazete, televizyon, radyo, dergi, vs.) sahibinin ya da çalışanlarının düşünceleri doğrultusunda taraflı bir haber mi yazılmış bunu anlamamızdan bahsediliyor. Masa bayağı kalabalıklaştı Masa bayağı kalabalıklaştığına göre artık başlayalım. Hak haberciliği yaparken odağınız insan olmalı. İyi güzel de bu nasıl olacak? Sokrates’in idealist felsefesine bakacak olursak, tüm bilgiler insanın kafasında vardır, ama berrak ve uyanık halde değil, üstü örtülü ve uyur haldedir. O bilgileri gün ışığına çıkarmak için doğru soruları sormanız gerekmektedir. Şunu düşünün; yaşadığınız kentin uzak bir noktasına fabrika yapılacağı haberi düştü ajanstan. Sizin bu haberi alıp götüreceğiniz ilk departman ekonomidir. Ama eğer şu soruları sorarsanız: - Fabrikada engelli istihdamı oranı ne kadar olacak? - Fabrikada bir kreş olacak mı? - İlgili Belediye ya da fabrikanın kendisi ulaşımı sağlıyor mu? - Fabrikanın atık dönüşüm politikası nedir? isterseniz yaşam, isterseniz kadın, isterseniz çevre sayfasında haberinize yer bulabilirsiniz İçinde başka saikleri barındıran bir haber yapıldığı zaman bunun algılanması konusunda Türkiye’deki medya okur-yazarlığına bir bakmak gerekir. Haberi hangi açısından ele almak istediğinize göre haberinizi şekillendirebilirsiniz. Bu soruların cevabı ve bu cevaplara verdiğiniz ağırlık ile haberinizin içeriği değişecektir. Medya okuryazarlığı nedir derseniz, mesela RTÜK www.medyaokuryazarligi.org.tr adresindeki internet sitesinde şöyle bir tanım yapmış: Her haber bir fabrika kurulması haberi gibi olmayabilir. Savaş haberleri, cinayet haberleri, toplumun dışına itilmiş bireyler ya da azınlıklarla ilgili haberlerde şiddeti öven ve hatta mağdurları daha da mağdurlaştıran bir dil ile karşılaşabiliyoruz. Hatta bu dilin yanı sıra bir de fotoğraf kullanımı ya da fotoğrafın kullanım şekli (hangi fotoğrafın seçildiği, görüntünün hangi kısmının verildiği, kesilip-kesilmediği, mozaiklenip-mozaiklenmediği vb.) bile aslında haberi servis eden gazetenin görüşüne ve duruşuna dair bir fikir verir. Bazen, şansımız “Medya okuryazarlığındaki amaç ise; medya mesajlarının doğru algılanması, eleştirel bir bakış açısıyla alınabilmesi, gerçeklik-kurgusallık ayrımının yapılabilmesi, medyanın sunduğu dünyanın gerçeğin kendisi olmayabileceğinin anlaşılması, medyanın yönlendirme ve yönetme fonksiyonlarının olduğunun farkına varılabilmesi, mesajı gönderenlerin kendi düşüncelerini varsa, tarafsızlığına dair de fikir verebilir. Bunun çok güzel bir örneğini 17 Eylül 2013’te bize sundu. Hatay’ın Yayladağı Bianet 6 İlçesi’ndeki Topraktutan Karakolu’na 400 metre uzaklıkta düştüğü bildirilen Suriye helikopterinin Türk Hava Kuvvetleri’ne ait F-16 savaş uçakları tarafından vurulduğunun açıklanması üzerine gazetelerin manşetleri ne olmuştu? Hürriyet: Vurduk Habertürk: Esad’a ‘korsan’ tokadı Sabah: Esad al sana misilleme Güneş: Vururuz demiştik Star: Düşürdük Vatan: Uyardık, dinlemedi Türkiye: Sınırı aştı, vurduk Posta: Misilleme Yeni Şafak: Önce Uyarı Sonra Füze Okur, bir gazeteci olarak sizin ne düşündüğünüzle ilgilenmemelidir, bunun için köşe yazarları vardır. Okur, bir gazete olarak sizin ne düşündüğünüzle de ilgilenmemelidir ki, bu cümleyi yazarken bile imkânsızlığı aşikâr. Yukarıda Bianet’in sıraladığı manşetlerin çoğu bir ideolojinin ürünü. Olayın 5N1K (Ne, Nerede, Ne zaman, Nasıl, Neden, Kim soruları) açısından verilmesi maalesef bu başlıklar için geçerli değil. “Uyardık dinlemedi” ya da “Vururuz demiştik” gibi başlıklar okuyucuya haberi ulaştırmaktan ziyade gövde gösterisi/meydan okuma niteliğinde başlıklar. Ne olmayacağını biliyorsak peki ne olabilirdi? Taraf, Zaman ve Cumhuriyet’in başlıklarına bakacak olursak haberin ne olduğuna dair bilgiye sahip olabiliyoruz. Herhangi bir yorum katmadan, hüküm vermeden. Fakat her başlıkta seçilen kelimeler aslında bize bir şey anlatabilir. “Vurdu” kelimesini kullanmakla “düşürdü” kelimesini kullanmak arasındaki fark gibi. Taraf: Türk jetleri Suriye helikopterini vurdu Radikal: 2 kez uyarıldı, 2 dakikada vuruldu Zaman: Türk jetleri, Suriye helikopterini vurdu Milliyet: Sınır ihlaline jet yanıt Cumhuriyet: Türk jetleri Suriye helikopterini düşürdü Özgür Gündem: Helikopter savaş için mi düşürüldü? Sadece fotoğraflar üzerinden bir okuma yaparsak Haber Türk Gazetesi Posta Gazetesi Hürriyet Gazetesi Milliyet Gazetesi 20 21 AFSAD Şok Gazetesi Vatan Gazetesi 24.com.tr / Çilem Doğan ve daha nice kadınlar hayatlarını savunuyor viewerscorner.com / Çilem Karabulut neden kocası Hasan Karabulut’u öldürdü? evrensel.net / Eşini öldüren kadın, kadınlar ölmesin, biraz da erkekler ölsün eğer Çilem Karabulut haberi sanırım son döneme dair iyi bir örnek olacaktır. Fakat fotoğraflara geçmeden önce birkaç başlığa bakacak olursak: Hürriyet: ‘Hazırlan fuhuş yapacaksın’ dedi öldürdüm Habertürk (1): Dayakçı kocayı öldüren kadın yakalandı Habertürk (2): ‘Hep kadınlar ölmesin, biraz da erkekler ölsün’ Cumhuriyet: Eski eşine kurşun yağdırdı Milliyet: Eski kocasına kurşun yağdırdı Habere konu olan olay şuydu: Adana’da 28 yaşındaki Çilem Doğan, boşandıktan sonra aynı evde birlikte yaşamaya devam ettiği 33 yaşındaki Hasan Karabulut’u yatak odasında tabancayla vuruyor. Hasan Karabulut’a altı kez uzaklaştırma cezası verilmiş, Çilem Karabulut eşini altı kurşunla öldürmüş, burada yaptıkları kelime oyunlarını gelin siz düşünün. Bu habere dair başka ilginç bir nokta ise -eğer siz de fark ettiyseniz- yazıda Çilem’in adı üç kere geçti fakat iki farklı soyadı ile, “Doğan” kızlık soyadı ve bazı basın kuruluşları Doğan yazarken bazıları Karabulut şeklinde geçti haberi. Gelelim fotoğraflara, haberde kullanılan fotoğraf mansethaber.com.tr / Eşini öldüren kadın namusum için yaptım bazen haberden çok daha akılda kalıcı olabilir. Seçtiğiniz fotoğrafla da haberinize konu olan kişiyi yüceltebilirsiniz, küçük düşürebilirsiniz ya da sadece habercilik yapar, haberi ilgili görüntü ile servis edersiniz. Çilem’in üç farklı fotoğrafı mevcut. Birinde kolluk kuvvetleri tarafından götürülürken, birinde iki asayiş memurunun ortasına oturmuş onlarla sohbet ederken, bir diğerinde ise iki elinin başparmaklarını kaldırmış şekilde fotoğraflanmış. Başparmakların havada olduğu fotoğraf ile “Hep kadınlar ölmesin, biraz da erkekler ölsün” başlığını birleştirirseniz ortaya çıkacak manzara ile “‘Hazırlan fuhuş yapacaksın’ dedi öldürdüm” başlığı ile diğer iki fotoğraftan birini kullanırsanız ortaya çıkacak manzara arasında bir fark var. Bütün bunları göz önünde bulundurunca bir sonraki gazete okumanızda, başlığın sizi yönlendirip yönlendirmediğine, seçilen fotoğrafın arkasında başka bir saik olup olmadığına dair bir durup düşünmeniz bile hak haberciliğine iyi bir giriş olacaktır. bilginin kesinlikle doğru olarak kabul edilmesi, savunuculuk yaptığı bir alan ile ilgili bir haberde ifşa, hedef gösterme gibi yöntemlere başvurmaktan çekinmeme, adaletin tesis edilmesi işini devlete bırakmak yerine birey olarak tesis etmeye çalışma çabası içine girme… Haberi yazmak İnteraktivist İrvan’ın makalesindeki “Barış Yanlısı Habercilikte Temel İlkeler”in 5. maddesi şöyle başlar: “Tarafları, sadece liderlerinin ağzından bildik talepleri ya da pozisyonları içeren açıklamalarla tanımlamaktan kaçının”. Gazeteci bir olayla ilgili hiçbir zaman sadece bir tarafın vereceği bilgi ile yetinmemelidir. Olayın tüm taraflarından görüş almaya çalışmalıdır. Aynı şekilde okur da gazeteyi eline aldığında bu bilgiyi talep ediyor olmalıdır. isteyen ne istiyor: Bir diğer yandan da sizinle hak haberciliğinin nasıl algılandığının diğer tarafını göstermeye çalışacağım. Kasım 2013- Nisan 2014 arasında Yeşil Düşünce Derneği’nin İnteraktivist projesinde eğitmen olarak yer aldım. İzmir, Trabzon, Bursa, Ağrı, Kayseri, Mersin ve Diyarbakır’da dörder günlük eğitimlerin düzenlendiği projede “Hak Haberciliği” ve “Tarafları, sadece “İnternet Kampanyası Araçları” konularında bilgi aktarımında liderlerinin bulundum. Bilfiil gazetecilik yapmak ile bu alana ilgi duyan insanların hak haberciliğini nasıl algıladığı sanırım biraz daha değerli bir veri. Katılımcılar çeşitlilik gösteriyordu; üniversiteler, sivil toplum kuruluşları, siyasi parti çalışanları ve devlet kurumu çalışanları vardı. ağzından bildik talepleri ya da pozisyonları içeren açıklamalarla tanımlamaktan kaçının.” Hak haberciliğini anlatmaya başladığımda ilk söylediğim hep şu oluyor: “Hak haberciliğinde doğru ya da yanlış yoktur, bunun yerine tercih edilen ve edilmeyen vardır”; bunun sebebi de medyanın ekonomi-politiği. Bu çok uzun bir konu ama değinmeden geçemezdim, bazı basın organlarının neden bazı haberleri görmediğini sorgulamadan önce hangi sektörlerde nasıl çıkar ortaklıkları olduğuna bakmak gerek. Bunun için de Ceren Sözeri ve Zeynep Güney’in “Türkiye’de Medyanın Ekonomi Politiği” çalışmasını iyice bir okumak gerek. Medya okuryazarlığı tanımındaki “bilgiyi değerlendirmek” aslında en çok burada değerleniyor. Benden önce Yeşil Gazete’den Durukan Dudu “Haber Yazımı” atölyesi veriyordu ve ben de bir gün öncesinden “Hak Haberciliğine Giriş” bağlamında yazılan haberlerin okumasını yapıyordum. Bu esnada bazı katılımcıların “Bu bilgiyi polisten aldık, neden başka yerden de bilgi alalım ki?” gibi sorularının yanı sıra “Fakat bu başlığı kullanırsak o zaman diğer kesime ayrımcılık yapmış olmaz mıyız” gibi ince eleyip sık dokuyan tespitleri ile de karşılaştık. Eğitimler sırasında tespit ettiğim endişe verici birkaç nokta; devlet güçleri tarafından verilen 22 23 AFSAD Ha keza haklar arasında hiyerarşi yapamayacağınız için sizin savunuculuk yaptığınız bir alanda bir başka haberde kullanmamanız gereken yöntemlere başvurmamanız gerekmektedir. Başa dönecek olursak hak haberciliği dediğimiz kavram aslında düzgün haberciliktir. Yazıyı hak haberciliğine dair algının atölye sonrası nasıl bir hal aldığına dair değerlendirme formlarından iki katılımcının yorumuyla bitirmek istiyorum: - “Hak haberciliğinin tarafsızlık iddiasını evrensel insan hakları beyannamesine ve hukuka dayandırılması ideolojik bir seçim ve bence yanlış”. - “Hak haberciliği bence bir gazetecilik değil farklı bir şey :) bana göre değil.” Kaynakça: 1- Hak Haberciliği Dizisi – İnsan Hakları Haberciliği – Syf. 108 (Bia Kitaplığı) www.bianet.org Sevda Alankuş Barış Gazeteciliğini Anlatıyor - 12 Haziran 2015 - www.bianet.org 2- 3 Süleyman İrvan - Barış Gazeteciliği - www.bit.ly/19anc0R Süleyman İrvan - Barış Gazeteciliği - www.bit. ly/19anc0R 4 5 www.medyaokuryazarligi.org.tr Helikopterin Düşürülmesini Gazeteler Nasıl Gördü? - 17 Eylül 2013 - www.bianet.org/bianet/siyaset/149973 6 Demokratikleşme Programı Medya Raporları Serisi - 2/ Türkiye’de Medyanın Ekonomi Politiği: Sektör Analizi www.tesev.org.tr 7 Ekim Kasım Aralık 2015 f/64 Doğaçlama Hakkın Fotoğrafçısı, Barışın Fotoğrafı Özcan YURDALAN Fotoğrafçı, Yazar ozcanyurdalan@yahoo.com “Hak haberciliği ve barış gazeteciliği” mevzusu, fotoğraf gibi, varlık nedeni tanıklık üretmek olan bir iletişim ortamının doğrudan ilgi alanına giriyor. Fotoğraf bir taraftan ne niyetine kullanırsan ona hizmet eden kolektif bir eğlence aracı ama öte yandan haber ve medya denince ilk akla gelen medyumlardan biri. Fotoğrafların enformasyon maksatlı kullanımı oldukça eski tarihe dayanıyor. Avrupa ve Amerika’da kameralar sokağa çıktıktan hemen sonra uzak coğrafyalardan bilgi toplamak için kullanıldı. İlk başlarda temiz amaçlarla insanlığın hayrına hizmet edermiş gibi görünen fotoğrafçılık, sömürgeci ve işgalci maksatların hizmetine koyulmakta gecikmedi. Adalet, barış, hak getire tabi… Fotografi denince oldum olası “hakikat sözcülüğü” akla geliyor. Dün öyleydi, hala böyle. Haber ve belgesel fotoğrafçılığının zaafları üstüne kafa yoranlar da, bu alanda eylediği halde yeterince kafa yormayanlar da meseleyi bu zemine basıyorlar hala. Birbirine ters düşünseler de hareket noktaları bu ön kabul. Hâlbuki o fazdan geçtik. Fotoğrafın doğası, gerçeğin sözcülüğünü kendiliğinden yapabilecek bir yapıya sahip olmadığı gibi, yeryüzünde saf hakikat sözcülüğü yapabilecek ne bir canlı, ne de bir alet mevcut. Bunu geçelim. Geçer geçmez karşımıza çıkan ilk soruya bakalım: Fotoğraflarla hak haberciliği ve barış gazeteciliği yapmanın imkânları ve kriterleri nelerdir? “Barış Gazeteciliği” kavramını ilk kullanan Prof. Johan Galtung, “gazeteciliğin içine barış katmanın” yollarını ararken dört odaktan söz ediyor: “Barış odaklı, gerçek odaklı, hak odaklı, çözüm odaklı bir habercilik yapmak...” Genel çerçevesiyle konuya böyle yaklaşan Galtung’un bu dört kriteri Annabel McGoldrick ve Jake Lynch tarafından barış 24 25 AFSAD gazeteciliği eğitimlerinde ayrıntılarıyla işleniyor. Öncelikle işi habercilik olan fotoğrafçıların esas alması gereken bu meslekî ve etik duruş, fotoğrafçının dünyaya hangi pencereden baktığıyla yakından ilişkili. Bizim gibi haberi ya batılı kaynaklardan ya iktidar bağlantılı odaklardan ya da sermaye bağımlı ana akım medyadan almaya mahkûm toplumlarda, foto muhabirlerinin işlerinde barış ve hak haberciliği kavramı gündemde bile değil. Az sayıda foto muhabiri bu kavramın içeriğinden haberdar ve derinlemesine bilgi sahibi. Gel gör ki ne mesleki gündemde ne de günlük haber trafiği içinde barış ve hak haberciliğinin bir yeri var. Alternatif ve bağımsız medya ise meseleyi ilkesel bazda dikkate alsa bile etkili bir şekilde gündemine taşıyarak yaygın biçimde görünür kılamıyor. Öte yandan fotoğrafçılığı profesyonel ilişkiler içinde yapmayan ancak toplumsal olaylara hak ve barış mevzularına yakından ilgi duyan geniş bir fotoğrafçı grubu için durum biraz daha farklı. Bu fasla geçmeden önce söze biraz geriden başlamakta fayda var. Foto muhabirliği sadece çekilen fotoğrafın türüyle, haber vasıflarıyla, fotoğrafçının niyetiyle tamamlanabilecek bir alan değil. Haber fotoğrafının en hasını çekmek yetmiyor. Bir fotoğrafın “haber” olabilmesi için öncelikle bir “medya” zincirine dâhil olması gerek. Burada “medya”dan kasıt kavramın düz anlamıyla “iletişim ortamı” mahiyetinde kullanıldı. Fotoğrafın sunulduğu her alan sergi, gösteri, sosyal medya vs. elbette bir iletişim ortamıdır, ancak bu ortama sunulan fotoğrafın haber olabilmesi için gerekli unsurlardan başlıcası da “zaman”dır. Fotoğrafa konu olan olayın gerçekleşme anı ile izleyiciye ulaştığı an arasında geçen zaman bir fotoğrafın haber olabilmesi için temel unsurlardan biri. Haberi haber kılan bu unsur, belki geçen yüzyılda günler hesabıyla ölçülüyordu ama çoktandır saatler esas alınıyor, hatta dakikalar, saniyeler söz konusu. Yani bir haber fotoğrafı çekilmişse en doğru biçimde ve en tez vakitte izleyicinin önüne gelmeli ki haber olabilsin. Bu temel ilkeyi hatırlatıyorum, çünkü görüntüleriyle toplumsal süreçlere müdahale etme niyeti taşıyan gönüllü fotoğrafçılar özellikle bu unsuru ihmal ederek çalışıyorlar. Sonuçta haber fotoğrafçısı gibi olayları yakından izleyen, gerilimli ortamlarda risk alarak fotoğraf çekmeye çalışan, basın açıklamalarında en ön saflarda yer alan fotoğrafçıların sayısı hiç de az değil. Az olmasın zaten. Bu ilgi ve emek son derece değerli. Toplumsal olayları sadece medya mensubu fotoğrafçılar haber yapabilir demiyorum. Demiyorum ama bir olayı haber fotoğrafı olarak ele alan fotoğrafçılar aynı zamanda bir iletişim kanalına da sahip olmalılar. Çektiklerini arşivlerinde değerlendirmekle yetinmemeli, bir araya gelmeli, kendi medyalarını en güvenilir görsel haberler verecek biçimde oluşturmalılar. Olaylardan çektikleri fotoğraflar, ancak bu sayede haber olabilmek için gerekli unsurları tamamlayabilir. Bu noktadan itibaren de haberin inşa süreçlerini tartışır, etiğini ve içeriğini değerlendirilebiliriz, barış ve hak haberciliği vasıflarını gündeme getiririz. Haber fotoğrafı çeken her kim olursa olsun, ama mutlaka bir medyası bulunsun. Bu medya ister ana akım, ister alternatif, ister bağımsız olsun ama mutlaka olsun. “Ben toplumsal olayların, durumların fotoğrafını çeker arşivime koyar, portfolyomda değerlendirir, bir ara gösteri yapar, sergi açar, kitap yayınlarım” şeklindeki yaklaşımlar pek isabetli olmamakla birlikte kimi zaman sakıncalı durumlar da ortaya çıkarabiliyor. Asıl söylemek istediğim mevzuya geldim sanırım. Toplumsal olaylarda foto muhabiri gibi davranarak özellikle gerilimli durumlarda aktif çalışmak kuşkusuz heyecan vericidir. Macera, hareket, gerilim, özellikle toplumcu dünya görüşüne sahip fotoğrafçıyı cezbeder. Üst sınırı kestirilebilen şiddet ortamlarında fotoğraf çekmek, bünyeye adrenalin pompasıyla birlikte çarpıcı deneyimler yaşatır. Aynı zamanda toplumsal sorumluluklarını yerine getirme hissi yaratır. Dezavantajlı grupların yaşam alanlarına fotoğraf aracılığıyla dâhil olmak da pek farklı değildir. Dezavantajlı gelir gruplarından insanların sosyal ve ekonomik faaliyetlerini fotoğraflamak, kişide toplumsal görevini yaptığı hissi uyandırır; hak fotoğrafçılığı, barış haberciliği yaptığı, adalete, özgürlüğe hizmet ederek sorumluklarını yerine getirdiği izlenimi verir. Ancak bu bir yanılsamadır. Ezilenlerin, yoksulların fotoğraflarını çekerek, marjdaki hayatlardan fotografik tanıklıklar üreterek, eylemler, mitingler, direnişler, işgaller fotoğraflayarak yapılan işin adına “hak ve barış fotoğrafçılığı” diyemeyiz. Bir sosyal duruma tanıklık etmek, enformasyon mahiyetinde fotoğraflar çekmek, eğer ki bu fotoğraflar haber vasfı taşıyamıyorsa, haberin temel unsuru olan okuyucuya/izleyiciye en kısa sürede ulaşamıyorsa nafiledir. Hak ve barış fotoğrafçılığı eksenindeki davranış biçimi, bu nedenledir ki haber fotoğrafçısının tavrından, tutumundan, işleyişinden ve beklentilerinden farklı olmalı. Olayları sadece göstermekle yetinen foto muhabirliği tarzı yerine, olayların ortaya çıkışındaki nedenleri araştırıp anlamaya çalışan hikâyeler çekilmeli. Fotoğrafçı, sokağa yansıyarak görünür hale gelmiş sonuçları değil, o sonuçları yaratan nedenleri, toplumsal meseleleri göstermek için çalışmalı. Bu fotoğraflama tarzıyla birlikte üretilen hikâyeler bize hak ihlallerini derinlemesine anlatabilir, barışa olan ihtiyacımızı yaşanmışlıklar üstünden hikâye edebilir. Tanımlayıcı belgesel, sosyal belgesel, toplumcu belgesel ya da ne diyeceksek adına sorumluluk hissederek objektifini toplumsala çeviren fotoğrafçılar, “hak ve barış fotoğrafçılığı” meselesini, sokaktaki sonuçları değil onların arkasında yatan toplumsal nedenleri gösterecek fotoğraflama tarzının içinde tartışmaya başlayabiliriz diye düşünüyorum. O Parto/ Doğum Ekim Kasım Aralık 2015 Portfolyo Doğaçlama Gustavo GOMES Bu fotoğrafların, bizim kişisel hikâyemizi anlatıyor olmasının yanı sıra, Brezilya’da doğal yoldan ve evde yapılan doğumlar hakkında farkındalık yaratmasını umuyoruz. Bizim ülkemiz dünyada en yüksek sezaryen doğum oranına sahip olan ülke -devlet hastanelerinde gerçekleşen doğumların yaklaşık %50’si ve hayrete düşürecek biçimde özel hastanelerdeki doğumların %87’si-. Bu uygulamanın yapılmasının sebebi tıbbi sebepler de değil, tek sebebi bu tip doğumların gününün belirlenebiliyor olması ve doktorlar için daha hızlı bir işlemle gerçekleşiyor olması. Kız arkadaşım Priscila ve ben tüm süreç boyunca doğum koçumuz, ebemiz ve çocuk doktorumuz sayesinde hiç çaresiz hissetmedik. Umarız bu fotoğraflar doğal ve evde yapılan doğumlar hakkında insanlara fikir vererek gelecekte anne olacak kadınları gereksiz 26 27 AFSAD şekilde sezaryenle doğum yapmaması yönünde cesaretlendirir. Süreci fotoğraflıyor olmam, benim Priscila’ya destek olmamı ve sürece dâhil olmamı engellemedi. Bu sebeple kızım Violeta’nın doğum fotoğrafları yok, çünkü o gün ışığına çıktığında onu ilk kucaklayan olmak için oradaydım. Sanatçının diğer çalışmaları için aşağıdaki kişisel internet sitesini ziyaret edebilirsiniz; www.gustavominas.com www.instagram.com/gustavominas Hazırlayan ve Çeviri : Zeynep HAMURDAN 28 29 AFSAD 30 31 AFSAD 2015 Kapı Aralıkları/ Doorways Portfolyo Doğaçlama Ekim Kasım Aralık Sevra Nihal ÜNAL Dünyadan ümidi kesmeye başladığımda gidip uzanıyorum, sunanın güzelliğini suya emanet ettiği ve balıkçıların beslendiği yere... Durgun suyun huzuruna çıkıyorum. Dünyanın zerafetine dinginlik bulduğum bu an için, ö z g ü r ü m… …“aman tanrım diye bağırır, sen kim oluyorsun da işime karışıyorsun, beni şu küçük zavallı misinayla yukarı çekmeye nasıl cürret edersin? O zaman ben, yani akıl, şu cevabı veririm, “Sevgili dostum, çok uzağa gidiyordun”, sakin ol, derim, kıyıda öfke ve hayal kırıklığı içinde nefes nefese otururken. Elli yıl kadar beklememiz gerek yalnızca. Elli yıl içinde bana getirmeye hazır olduğun bütün bu tuhaf bilgiyi kullanabilir hale geleceğim. Ama şimdi olmaz. Görüyorsunuz ki onu sakinleştirmeye çalışıyorum, bana söyleyeceklerini, örneğin kadınların bedenlerine dair, tutkularına dair söyleyeceklerini kullanamam, çünkü uzlaşımlar hala çok güçlü. Uzlaşımları yeneceksem eğer, bir kahraman kadar güçlü olmalıyım, oysa bir kahraman değilim ben.” Ursula “Kadınlar Rüyalar Ejderhalar” Hazırlayan: Ceren ÖZCAN 32 33 AFSAD 34 35 AFSAD 36 37 AFSAD 2015 Geçmişten Günümüze İkonik Fotoğraf Karşı-laşan Düşünceler Doğaçlama Ekim Kasım Aralık Orhan ALPTÜRK Fotoğraf Sanatçısı, Yazar orhanalpturk@gmail.com Günümüzdeki ikonik fotoğrafa bakabilmemiz için öncelikle tarihsel, toplumsal ortaya çıkışını anlamamız gerekmektedir. İkon her şeyden önce bir görsel imge demektir. İlk olarak Hristiyanlıkta, özellikle de Ortodokslukta daha çok görülür ve kullanılır. Tamamen dinsel ve simgesel bir yapıdır. Simgeseldir çünkü resim tamamen Tanrıya olan inancı temsil eden bir gösterge, bir kod sistemi olarak üretilmekte ve işlev görmektedir. Yani, en baştan itibaren bu şekilde tasarlanmakta ve üretilmektedir. İzleyici de bu amaçla tüketmektedir 1839 yılında Fotoğrafın ortaya çıkışından itibaren böyle bir kavram fotoğraf adına hemen üretilmemiştir. Çok daha sonraları, fotoğrafın üretim ve tüketiminin yaygınlaşması, görsel medya’nın fotoğrafı bolca kullanması ile bu kavram fotoğraf adına da kullanılmaya başlamıştır. Peki; nedir İkonik Fotoğraf ? Hangi tür fotoğraflara, neden bu adı vermekteyiz? Bu fotoğrafları üretmenin belirli kuralları, yapısal ve önceden belirlenmiş tasarım kuralları ve ölçütleri var mıdır? Herşeyden önce, hiçbir ikonik fotoğraf öncelikle ikonik fotoğraf türü olarak üretilmez, üretilemez. Bir fotoğrafın ikonik fotoğraf olabilmesi klasik bir fotoğrafın -yani doğrudan fotoğrafın- ancak tüketim bağlamlarında izleyici ile belli bir süre için buluşmasından, izlenmesinden sonra gerçekleşir. Çünkü ikonik özellik bir fotoğrafın ontolojik (varlık bilimsel) özelliği değil aksine tamamen tarihsel, toplumsal ve kültürel bir özelliktir. Hiçbir fotoğrafçı önceden çektiği fotoğraf’ın bir ikona dönüşüp dönüşemeyeceğini bilemez. Bilindiği gibi Klasik fotoğraf türü her şeyden önce üretilirken bir kayıt; bir var olanı, bir olayı kayıt altına almak, toplumsal bellek yaratmak vb. anlayışlar üzerinden Yukarıda gördüğümüz 5 Haziran 1989 tarihinde çekilen fotoğraf Pekin’deki öğrenci eylemleri sırasındaki bir görüntüdür. Bütün dünya basınında, hatta karşıt iki ideolojinin yayın organlarında yer almış, bir süre sonra da özgürlüğün, direnişin tüm dünyada simgesi haline gelmiştir. Bulvarda ayakkabı boyacısı. Daguerre, 1839/Paris üretilir. Bu fotoğrafların bir kod ve görsel dil sistemi olarak, dünya üzerinde bir yanıyla öznel bir yorum olduğu çok sonraları anlaşılmaya ve kabul edilmeye başlanmıştır. Gerek üretici, gerekse tüketici tarafından genelde uygulanan anlamlandırma rejimi; fotoğrafın, neredeyse görmeye eşdeğer olduğu, dolayısıyla temsil edilen nesnenin ya da olayın gerçekten olduğu, yaşandığı ön kabulü şeklinde çalışır. İkon’a dönüşen fotoğraf artık bir simgeye, bir sembole karşılık gelecektir. Yani bir göstergeye, bir kod sistemine dönüşmüştür. Toplumsal bellekte olayın kendisinden, yerinden, tarihinden, hatta fotoğrafçısının adından çok kabul edilen simgesel anlamıyla yerini alınacak, hafızalara kazınacaktır. 38 39 AFSAD İkinci fotoğraf ta aynı olayın başka bir görüntüsüdür. Fakat bu fotoğraf aynı işlevi görüp tüketim dolaşımda diğeri gibi uzun süre yerini alamamıştır. Çünkü iki fotoğrafa dikkatle baktığımızda tank man adını alan yoldan geçen işçi ikinci fotoğrafta sanki tanklara sadece hayretle bakan bir insanı göstermektedir. Halbuki ilk fotoğraftaki duruş tam anlamıyla bir BİREY olarak insanın DİRENİŞ’ini simgelemektedir. Bu nedenle kısa sürede bir ikona dönüşebilmiştir. Tabi ki çok belirli özelliklerinin dışında bir fotoğrafın önceden bir ikona dönüşüp dönüşemeyeceğini bilmemiz pek mümkün değildir. Çünkü yukarıda da belirttiğim gibi bir fotoğraf izleyici karşısında dolaşıma girdikten sonra ancak bir ikon konumuna yerleştirilmektedir. Evet, onay görme, bir olayı ya da artistik bir duruşu mükemmel yakalama, farklı insanlar, farklı toplumlar için çoklu çağrışımlar yaratabilmek, duyguları tahrik edebilmek, yönlendirebilmek gibi bazı temel özelliklerden söz edebiliriz. Ama bunlar hiçbir zaman bir fotoğrafın ikona dönüşmesi için yeterli gelmeyecektir. En temel nedenlerden biri de önceden toplumsal izleyicinin fotoğraflar karşısında ne tür bir tepki vereceğini bilememektir. Ama İKONİK FOTOĞRAF özelliği olarak tek bir kesin oluşturucu görsel öğeden söz edebiliriz. Bu da fotoğraflarda izleyicinin kendisini görmek istemesidir. Yani, İZLEYİCİ; insanın insan ile, toplum ve dünya ile iktidar sistemleri karşısındaki insanı görmek istemektedir. Kısaca bunun adına ‘İNSAN HALLERİ’ de diyebiliriz. Ancak bu fotoğraflar çeşitli bağlamlarda dolaşıma girdikten sonra bir ikon’a dönüşebilmekte ve kabul görebilmektedir. Zaten tüm ikonik fotoğraflardan görsel olarak insan figürünü çıkarttığınız anda bir uzamın anlamsızlığından başka bir şey de kalmamaktadır. bilinmeden sembolik anlamı ile izleyicileri hala etkilemeye, yönlendirmeye, duygusal olarak tahrik etmeye devam edebilmektedir. Görüntülerin çok farklı medya araçları ile hızla tüketime sokulması ve anında yarattığı duygusal ilişki ile hızla unutulmakta, ikona dönüşmesine akılsal, anlamsal, sorgulama boyutlarında fırsat bile kalmamaktadır. Bu nedenle de yakın dönemlerde pek az fotoğraf ikonik bir konuma dönüşebilmekte, toplumsal belleği sembolik anlamda oluşturamamaktadır. 1990’lı yıllara gelince bu eski ikonik fotoğrafların sembolik anlamlarının dünyaca bir toplumsal bellek oluşturduğunu, hatta bu sembolik anlamları ile gündelik yaşam nesnelerinde kullanıldığına tanık olmaktayız (tişört baskılarından bardak baskılarına kadar). 90’lardan itibaren gelişen sayısal teknoloji ve sosyal medya ikonik olabilecek fotoğrafları bile hızla tüketmekte, adeta fotoğrafın ikonlaşmasına izin dahi vermemektedir. Halbuki, ikonik fotoğrafların en önemli özelliklerinden biri de fotoğrafın her tür toplumsal varlık karşısında bir özne gibi etki eder duruma gelmesidir. Anlamsal olarak o ikonik fotoğrafın tarihsel, toplumsal ve kültürel yanı Tabi ki toplumsal olaylara yönelik ikonik oluşumlara karşın bir de toplumca, dünyaca tanınmış meşhur bireylerin (artistler, oyuncular, siyasi liderler, bilim insanları vb.) bazı fotoğrafları ikonlaşabilmektedir. Bunlarda gündelik tüketim nesnelerine malzeme olabilmektedir. Hatta bazı ikonik görüntüler bazı sanatçılara hizmet etmektedir (özellikle de pop sanatında bu görüntüler bolca kullanılmış ve kullanılmaya devam edilmektedir). Ekim Kasım Aralık 2015 Usta İşi Doğaçlama Toprağıyla, İnsanıyla; Ülkesinin Savdalısı: “Fikret OTYAM” Fikret Otyam’a göre “Dünyada üç tane güzel göz vardır. Birincisi; Doğu Anadolu kadını gözü, ikincisi; eşek sıpası gözü ve üçüncüsü; ceylan gözü.” 19 Aralık 1926 tarihinde Aksaray’da doğmuştur Fikret Otyam. İlk ve ortaöğrenimini Aksaray’da tamamlayan Otyam’ın lise öğrenimi kesintili olarak Ankara ve Kayseri’de sürmüştür. Liseden sonra İstanbul’a gitmiş, Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümü’nden mezun olmuştur. Burada ünlü ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun öğrencisi olmuştur. Gazeteciliğe 1950 yılında henüz Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğrenci iken “Son Saat” gazetesinde başlamıştır. Sonra Falih Rıfkı Atay’ın çıkardığı Dünya Gazetesi’nde yazar ve Yazı İşleri Müdürü Ali İhsan Göğüş’ün yardımcısı olmuş; ardından Ulus Gazetesi’nde ve Cumhuriyet Gazetesi’nde çalışmış ve köşe yazarlığı yapmıştır. Özellikle Anadolu ile ilgili yazdığı röportajlarla tanınmıştır. Bu röportajlarını çok sayıda kitapta toplamıştır. Ayrıca Aydınlık Dergisi’nde haftalık yazılar yazmıştır. Röportaj ve fotoğraflarında olduğu gibi tuvallerinde de Anadolu insanını resmetmiş, sık sık keçi ve başı örtülü Anadolu kadınlarını figür olarak kullanmıştır. Anadolu kadınlarını iri gözlü, küçük burun ve küçük ağızlı olarak betimlemiştir. İFSAK (İstanbul Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Klubü) ile bir süre başkanlığını yaptığı ve bir dönem başkanlığını üstlendiği (1977-1979) ve Onur Üyeliği’ne sahip olduğu AFSAD’da (Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği) ülke sorunlarını dile getirdiği, eleştirel yaklaşımla aktarıldığı çalışmalar yapmıştır. Emekli olduktan sonra resme ağırlık vermiş, Antalya’ya yerleşmiştir. Akdeniz Gazetecilik Vakfı ve Altın Portakal Kültür Sanat Vakfı’nın kurucu üyelerindendir. Maalesef 9 Ağustos 2015’te aramızdan ayrılmıştır. Ustayı elbet sizlere özetle anlatmak çok zor… Bu kadar kimliği taşımış birini sizlere aktarmakta yine bir usta olarak kendisi imdadımıza yetişmekte. Sayısız röportaja imza atmış biri olarak kendini, eserlerini, ülkesine hizmetini, halkına sevgisini verdiği çoğu röportajında bakın kendi dilinden nasıl aktarmıştır. 40 41 AFSAD Resimle tanışmasından başlarsak; “Aksaray Orta Okulunda çok değerli bir resim öğretmenimiz vardı. Çok yardımcı olmuştu, kontrplak üzerine kutu yağlıboya ile resim yapmayı öğretmişti bana. Bir gün belediyenin önünde yabancı bir çocuk gördüm, yardım ettim. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğrenciymiş. Okul hakkında bilgileri topladım ve babama durumu anlattığımda ‘tabelacı mı olacaksın?’ dedi ama ben İstanbul’a gittim. İbrahim Çallı’nın atölyesinde bir yıl ‘misafir öğrenci’ oldum, 2. yıl sınav vererek gerçek öğrenciliğe geçtim. Çallı, akademideki bütün hocaların hocası ama bir de Bedri Rahmi Eyüpoğlu var. Çallı’dan izin alarak, şairliği, yazarlığı, ressamlığı ve üstüne üstlük türkü severliği ile bana çok yakın bulduğum ‘can adam’ Bedri Rahmi Atölyesine geçtim, buradan da 1953 yılında mezun oldum.” İsmet İnönü Otyam’ın sergisini gezdikten sonra, sergi defterine düştüğü notta şunları yazmıştır: “Otyam’ın sergisi, öğrenmek için bir cilt kitap sayılır”. Fotoğraf tutkusu ise; Ortaokulda iken Fransızca öğretmeni olan Emekli Albay Lüleci Haşim Bey “Lenduha ayaklı, cama çeken fotoğraf makinesini” sanatçıya armağan etmesiyle başlamıştır. Babası İsmet İnönü’nün silah arkadaşlarındandır. “24 Temmuz 1942, Reisi Cumhur İsmet Paşa, Adana’dan Ankara’ya geçerken öğle yemeği için evlerini ziyarete geldiğinde ilk kez Paşa’nın fotoğrafını o gün çekmiştir ve sonrasında bunu anılarında “Nereden, nasıl bilebilirdim ölünceye kadar fotoğraflarını çekeceğimi” diye paylaşmıştır. Güzel sanatlar eğitimi devam ederken 1950 yılında aslında resim haricindeki hayali gazeteciliğe “Son Saat” gazetesinde başlamıştır. 1953 yılı onun için oldukça mühim bir yıl olmuş, Akademi’nin resim bölümünü bitirdiğinde Falih Rıfkı Atay’ın çıkardığı Dünya Gazetesi’nde yazar ve Yazı İşleri Müdürü Ali İhsan Göğüş’ün yardımcısı olmuştur. Aynı yıl ilk kez patronundan aldığı izinle çok merak ettiği Güneydoğu Anadolu’ya -bu yörelerdeki çeşitli toplumsal sorunları, bu sorunları ortadan kaldırmaya yönelik bir anlayış ile- gitmiştir. Yaşar Kemal de bölgeye Cumhuriyet Gazetesi’nden aynı görev için gitmiştir. Bu doğu gezisi Otyam’ın ‘Gide Gide’ adını verdiği röportajlarının ilkini ortaya çıkarır. Röportajda Ferrania kutu fotoğraf makinesiyle çektiği fotoğrafları da yayınlanır ve çok ses getirir. Basında ilk kez Doğu fotoğrafları yayımlanmıştır. İki gazetede de aynı zamanda yazı dizileri başlayınca Fikret Otyam’ın fotoğraf üstünlüğü ilgiyi artırır. Otyam; “Benim üstünlüğüm fotoğrafta. Oyuncak gibi bir kutu makinem var, eskiden ‘ön arka net’ denilen bir sistem. Bu makine hem röportajı kurtardı hem de adımı duyurdu” demiştir. Gazeteciliği Ulus ve Cumhuriyet Gazetesi’nde sürdürmüş, daha sonra uzun yıllar Cumhuriyet Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapmıştır. Otyam henüz gazetecilik yaşamına başlamadan fotoğrafla tanışmış hatta profesyonel oluşumların içinde bulunmuş olmasına karşın, foto-röportajcılığa başlaması zorunluluktan kaynaklanmıştır. Tanınmasını sağlayan Anadolu ve Güneydoğu Anadolu ile ilgili yazdığı röportajları çok sayıda kitapta toplamıştır. 1979 tarihinde gazeteden emekli olduğunda Antalya’ya yerleşerek özgürce resimler yapmaya başlamış, ilk tutkusu olan resim yapmayı hiç bırakmamıştır. Bir yandan da Aydınlık Gazetes’inde haftalık yazılar yazmaya devam etmiştir. Akademiden, fotoğrafçılıktan, gazetecilikten biriktirdikleri, Anadolu’ya duyduğu aşkla birleşmiş, Fikret Otyam’ın resimlerinde yeni görsel imgelere bürünmüştür. Fotoğrafla yakaladığı ayrıntılar ve ifadeler resimlerinde yine ifadeci bir anlayışla ortaya çıkmıştır. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun resim öğretileri, Anadolu-Batı sentezi aktarımları onun fotoğraflarında lekeci üslupta, resimlerinde benzer bir anlayışla insan duyarlılığı ve Fikret Otyam’ın kişiliği ile birleşmiştir. Resimlerinde göz figürleri üzerinde özellikle durmuş, gözleri iri ve dikkat çekici olarak betimlemiştir. Fikret Otyam’a göre “Dünyada üç tane güzel göz vardır. Birincisi; Doğu Anadolu kadını gözü, ikincisi; eşek sıpası gözü ve üçüncüsü; ceylan gözü.” Anadolu kadınlarının resimlerinde gözlerini iri olarak betimlerken burunları ve ağızlarını küçük olarak betimlemeye gayret etmiştir. Onun resimlerinde Türk geleneksel sanatı ürünlerinden camaltı resimlerinin “masal/sahiciliği” vardır. Şahmeran’ın gözleri gibidir genç kadınların gözleri, giysileri rengârenk çiçekler gibidir, yani figürler doğanın bir parçasıdır. Önce kalemi ve fotoğrafları sonra fırça ve tuvaliyle insanın peşine düşmüştür Fikret Otyam. Özentisiz, taklitsiz, kuvvetli bir görme ve algılama gücüyle, zaman zaman durağan, zaman zaman hareket halindeki tuvalleriyle, bir uçtan bir uca beyaz ya da simsiyah hareli atlarıyla, yalın ve sevecen tarzı Fikret Otyam’ı “O” yapan en önemli özellikleridir. Röportajlarının yanı sıra hem gazetede yayımlanan fotoğrafları, hem de açtığı sergileri ve kartpostalları ile Fikret Otyam, fotoğrafın toplumsal amaçlar doğrultusunda kullanımı konusunda, “Toplumsal belgeci fotoğraf” alanında en yetkin örnekler veren fotoğrafçımızdır. Fikret Otyam, yazı ve röportajlarında eğildiği toplumsal kesimi şu sözlerle ifade etmiştir: “Ezilen, horlanan, sahipsiz, gözü olup da görmeyen, kulağı olup da duymayan, dili olup da söylemeyen kesimin, sömürülen, ezilen halkımın dili, gözü, kulağı olmayı yeğledim.” Bu açıdan fotoğraf çalışmalarında bir yandan özellikle Anadolu insanının sorunlarını aktarma işlevini üstlenirken, bir yandan da çözüm bulmaya yönelik yaklaşımı yeni kuşakların yetişmesinde de etken olmuştur. Fikret Otyam için; İsmet İnönü Otyam’ın bir sergisini gezdikten sonra sergi defterine düştüğü notta şunları yazmıştır: “Otyam’ın sergisi, öğrenmek için bir cilt kitap sayılır.” Fotoğrafın ustalarından Ozan Sağdıç’tan Otyam için; Susuzluktan kuruyarak çatlamış topraklar, o topraklara bile sahip olamayan topraksız köylüler, bakımsızlıktan, ilaçsızlıktan kırılan bebeler, yaşamın bütün yükünü sırtlanmış çilekeş kadınlar, devletten şefkat yerine jandarma zulmü gören garibanlar, yersiz yurtsuz göçerler, toprağın bilmem kaç kat altında ölüm tehlikesiyle burun buruna yaşam savaşı veren güneşe hasret madenciler… Ve daha nice çilekeş insanlar, somut çileleriyle, yurdun o köşe bucağından habersiz kişilerin gözüne sokuluyordu. Fikret Otyam, kendisi de farkında olmadan 60’larda ve 70’lerde yetişen çoğu amatör bir kesim olan fotoğrafçılar tarafından idol olarak görülmüştür. Sık sık Doğu’ya, Güneydoğu’ya gidiyor, dağ tepe, köy köy, mezra mezra dolaşıyordu. Çabuk dost olabilmesi, insanlarla hemen kaynaşabilme yeteneği sayesinde topluluklara ustaca nüfuz etmesini iyi beceriyordu. Ama her seferinde gittiği, gezdiği yerlerden insanın yüreğini burkan fotoğraflarla dönüyordu. Bu sergileme, halkın olduğu kadar kimi yöneticiler üzerinde de etkili oluyordu. Biraz bilinçsizce, işin özüne varmadan gerçekçi fotoğraf sanatının sadece sefalete yönelmekle elde edilebileceği kanısı yaygınlaştı. Benim kişisel görüşüme göre, sol felsefeye hümanizmden çok slogancı basma kalıpçılık çöreklendi, “Gördüğün ve görüntülediğin sefil manzara, realizm adına yapılmış bir başyapıttır. Sanat mı? orada sergilediğin çıplak gerçek sanatın kendisidir. Estetik mi? o da ne ki canım, onu da es geçiver bir kalem…” Sümüklü çocuk fotoğrafı deyimi bizim Türk milletine özgü bir kavramdır. Otyam’ın röportaj fotoğraflarındaki amacı, kuru kuruya bir sefalet edebiyatı yapmak ve bunu sömürmek değildi. Dünyadan habersiz bir halkı bilgilendirmek, bilinçlendirmek ve yönetici kesimini çare bulmaya sevk etmekti. Onun çilenin içine girerek, çileyi yaşayarak, görmeyen gözlere sundukları bambaşka bir dünya görüşüne dayanır. Nitekim Jandarma dayağı mı? üzerine gidilmiştir. Bebeleri yaşamı tanımadan melek yapan sıtma mı? kızamık mı? kökü kurutulmuştur. Yersiz yurtsuz göçerleri mi yazmıştır? iskân edilmişlerdir. En en önemlisi de, GAP projesi diye anılan, bütün Güneydoğu Anadolu’yu kapsayan dünya çapındaki su projesinin anasının babasının Otyam’ın çektiği Harran Ovası’nın kuraklıktan çatlamış toprakları ile oralarda yaşayan çilekeş insanların fotoğraflarıdır. Otyam sohbet adamıydı; sözü baldan tatlıydı. O başından geçenleri anlatırken ağzı açık dinlerdiniz. Müthiş bir hikâye kurucusu ve anlatıcısıydı. Anlatımlarına zaman zaman duygusallık da karışırdı. Gözle görünenlere Otyam bir de gönül penceresinden bakıyor olmalıydı. Ama onun fotoğrafları çıplak gerçeğin abartısız bire bir tanıklıklarıdır. Bu yüzden çok da etkin olmuşlardır. Yazılarıyla ve fotoğraf kareleriyle o röportajların ve 42 43 AFSAD asıl onlara eşlik eden fotoğrafların tarihi belge niteliği taşımaları bir yana, o günlerin kimi sorunlarını dile getirmesi ve etki alanına çekmeyi başardığı sorumluları harekete geçirmesini sağladığı için çok önemlidir”. İbrahim Demirel’den… “Otyam’ın fotoğraflarıyla, gazetelerdeki röportajlarında, bir de 1966 yılında İstanbul’da açtığı “Gide Gide” sergisinde tanıştım. Fotoğraf tutkumun başlamasına bu fotoğraflar neden oldu.” Ustayı saygıyla anıyoruz. Not: Yazının derlemesi ve alıntılar Merter Oral’ın “Toplumsal Belgeci Fotoğraf ve Fikret Otyam Örneği” kitabından ve çeşitli röportajlardan sağlanmıştır. Kaynakça: 1- Oral, M. “Toplumsal Belgeci Fotoğraf ve Fikret Otyam Örneği,1996,Espas Sanat Kuram Yayınları 2- www.gazetecilercemiyeti.org.tr/soylesi 3- www.antalyayerelhaber.com/roportajlar 4- hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster 5- www.renklidergi.com/kultur-sanat/roportaj/FikretOtyam-Ile-Renkli-Sohbetler-Bolum-1-Gulcin-ErtuncRoportaji Hazırlayan: Deniz KORAŞLI Ekim Kasım Aralık 2015 Ve Sinema... Kare İçinde Kare (Frame in Frame) Hüseyin Can ATAÇ can35mm@gmail.com Yüz yılı aşkın bir süredir sinema tarihinde yönetmenler ve sinematograflar, görsel anlatımın izleyiciye aktardığı duygu ve anlamı yönetebilmek için çok çeşitli görsel anlatım metotları geliştirdiler. Oluşturulan mizansen içerisinde bu duygu ve anlam yönetimi bazen müzikle, bazen sanat yönetimi ile bazen de sadece doğru kadrajın kurulması ile sağlandı. Doğru kadraj kurmanın sinematografideki yeri tartışılmaz. Sahne içerisindeki kişilerin veya objelerin yeri, kameranın açısı anlatımı kuvvetlendirir ve belki de çok farklı anlamlar yükleyebilir. Bazı durumlarda özel kadrajlar kurmak gerekebilir. Kadraj içerisinde yeni bir kadraj kurma, diğer bir deyişle, kare içerisinde başka bir kare oluşturma özel yöntemlerden birisidir ve izleyici üzerinde oluşan bu duygu ve anlamı yönetmede etkin bir yöntem olmuştur. Bir sahnede kare içinde kare, kadraj içerisindeki bir kişi ya da objeyi odak noktası olarak tayin etmekte kullanılabilecek bir metottur. Kurulmuş mizansen içerisinde izleyicinin algısını yönetirken hangi objenin daha önemli ve öne çıkması gerektiğini, Citizen Kane, 1941 - Orson Welles 44 45 AFSAD hangisinin önemsiz ve geri planda kalması gerektiğini belirleyebilir. Bazen bir kapı, bazen bir pencere veya bir arabanın dikiz aynası bile, kare içerisinde kurulmuş ikinci bir kare görevi üstlenebilir. Bunun en çarpıcı ve öne çıkan en iyi örneklerinden birisi, 1941 yılında Amerikalı dahi yönetmen Orson Welles’in ilk uzun metrajlı filmi olan Yurttaş Kane’in ünlü pencere sahnesidir. Sahnede çocuk Kane karakteri, dışarıda karda oynarken ve olaylardan habersizken, Kane’in ailesi ve bir bankacı, Kane hakkında onun geleceğini etkileyecek bir karar almaktadır. Konunun merkezinde Kane vardır, ancak o konuşmalardan tamamen uzak ve bahçede olmasına rağmen, Welles’in ustaca hazırlamış olduğu sinematografisi sayesinde, Kane hakkında konuşan insanlar arasında halen fiziksel olarak vardır ve pencere sayesinde, kare içinde oluşturulmuş başka bir kare ile, onun kapana kısılmış hali imgesel olarak seyirciye aktarılmıştır. Kare içinde kare metodu sadece anlamı ve duyguyu yönlendirmek için değil, eş zamanlı olayları aynı anda izleyiciye sunma olanağı da sağlar. Ünlü yönetmen Alfred Hitchcock’un Rear Window (Arka Pencere, 1954) filminde, ayağı sakatlanmış bir fotoğrafçının can sıkıntısından karşı apartmandaki evlerin Rear Window, 1954 - Alfred Hitchcock Duel, 1971 - Steven Speilberg Sevmek Zamanı - Metin Erksan pencerelerini gözetlemesi ve bu evlerden birinde yaşayan bir apartman sakininin bir cinayet işlediğine inanması konu alınıyor. Filmde Hitchcock çokça kare içinde kare tekniğinden faydalanıyor. Ancak bu kez Welles’in çalışmasındaki gibi bir odak noktası yaratmak amacıyla değil, aynı anda farklı apartman dairelerinde cereyan eden olayları anlatmak için. Elbette, izleyiciye “gözetleme” hissini vermesi de bu tekniği bu filmde çok başarılı kılıyor. ve çokça kare içinde kare metodunu kullanmıştır. Zamanının çok ötesinde bir film olan Sevmek Zamanı, son sahnesine kadar, bir çerçeve içinde Meral’in fotoğrafını sahnenin geri kalanından -hatta Meral’in kendisinden bile- ayırarak, kare içinde kare ile anlatışını sürdürüyor. Bir diğer başarılı örnek ise Steven Speilberg’ün Duel (1971) filminde görülebilir. Film, Amerika Birleşik Devletleri’nin uçsuz bucaksız çöllerinde, uzun bir yolculuğa çıkan bir iş adamının, yolda başına musallat olan gizemli bir kamyon tarafından terörize edilmesini konu alıyor. Yönetmen Speilberg, Dennis Weaver’in canlandırdığı ana karakterin korku dolu yüz ifadelerini ve aynı anda kendisini takip eden dehşet verici kamyonun hareketlerini, yalnızca arabanın dikiz aynasını kullanarak, dâhice izleyiciye verebilmişti. Türk sinemasında da başarılı örnekler mevcut. Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı (1965) adlı filminde, Meral’in portre fotoğrafına âşık olan boyacı Halil’in hikâyesi anlatılıyor. Usta yönetmen, başkarakter Halil’in, Meral ile Meral’in sureti arasındaki gelgitlerini izleyiciye görsel olarak da yansıtabilmiş Kare içinde kare kurmak, sinemada özgün bir anlatım çeşidi olmaktan ziyade, artık klasikleşmiş bir tekniktir. Ancak doğru mizansen ile kullanıldığında görsel açıdan izleyici üzerinde bıraktığı etki büyüktür. Yönetmene, çerçeve içindeki kişinin, objenin veya alanın önemini vurgulama şansı tanır. Bazen anlatıcının dünyasına açılan bir kapı, bazen önemli bir şeyi merkezine almış bir koza ya da bazen sadece estetik bir ayraç görevi üstlenir. Sinema sanatında, görsel estetik kaygısı taşıyan filmlerde, adeta kült olmuş bir metot olarak var olmaya devam edecektir. Kaynakça: 1- Treske, Andreas. Frames within Frames – Windows and Doors. www.academia.edu 2- Anne Friedberg, The Virtual Window: From Alberti to Microsoft, Cambridge: The MIT Press, 2006, p. 200 3- www.listology.com/afterhours/story/citizen-kane-welles1941-full-review-analysis-part-1 4- www.tr.wikipedia.org/wiki/Sevmek_Zamanı. FOTOĞRAF / PRODÜKSİYON / DİJİTAL BASKI , Laminasyon, Poster, Fotoğraf, Canvas, Fotoblok, Laminasyon, P Fotoğraf, Canvas, Fotoblok, Laminasyon, Poster, Fotoğraf, Ca Fotoblok, Laminasyon, Poster baskıları, Reprodüksiyon, Fotoğraf, Canvas, Fotoblok, Laminasyon, Poster, Slayt tarama Slayt - Negatif banyo sergi fotoğraf baskıları Selanik Caddesi, 27/B Kızılay/ANKARA 46 47 Tel: 0 312 4180558 pbx Fax: 0.312.4181756 AFSAD www..ratcolor.com 2015 Nan Goldin ve Aile Fotoğrafları... Fotoğraf Okuma Doğaçlama Ekim Kasım Aralık Laleper AYTEK Fotoğrafçı, Akademisyen Koç Üniversitesi Medya ve Görsel Sanatlar Bölümü laleperaytek@gmail.com Her karesi o kadar anlık enstantaneler gibi ki, adeta herkesin, “ben de çekerim” diyebileceği türden çok yakınmış gibi duran fotoğraflar, hikâyeler, zamanlar, çok bildik, tanıdık gibi... O kadar hayatın herhangi bir köşesi gibidir ki, özensiz, kirli, pozsuz, kolay gibi ya da öylesine, tesadüfen deklanşöre basılmış gibi... Ve ama hayatın kendisi olan, hayatın kendisine bu kadar birebir, bu kadar yakından karşılık gelen, karşılık arayan ve sorular soran. Nan Goldin, fotoğraflarıyla en çok soru soran, çok kolaymış, hepimiz çekermiş gibi duran fotoğraflarıyla kesintisiz bir iç yolculuk ve sorgulama sürecini yaşayan fotoğrafçıların başında gelmektedir. Bilmediğimiz, bakmadığımız ya da görmezden geldiğimiz, yok saydığımız, bizden değilmiş, başkalarının, ötekilerin hayatıymış gibi kaçtığımız, uzak durduğumuz hayatların aslı’dır baktığı, sureti değil. “Güzel” değildir kareleri, hikâyeleri, “estetik bir arılık” yoktur görsel dilinde fotoğraflarının ve “kesintisiz bir olumlama çabası” içine de girmez Alfred Stieglitz gibi ya da “Korkunç olan şeyin estetiğini alçaltma çabasına” girişmez ya da Edward Steichen’in 1955 yılında düzenlediği “Family of Man” (İnsanlık Ailesi) sergisinde olduğu gibi, “68 ülkeden, 273 fotoğrafçının çektiği 503 fotoğrafla, insanlığın ‘tek’ olduğunu, insanların – bütün kusurları ve alçaklıklarına rağmen- çekici yaratıklar olduklarını kanıtlamak amacıyla bir sergide bir araya toplama” yaklaşımını benimsemez. Ama kesintisiz bir yüzleşme zamanı içindedir ve izleyiciyi de buna davet eder her karesinde... Susan Sontag, Fotoğraf Üzerine’de, “Arbus’un fotoğraflarını çektiği insanların hepsi ucubeydi ....sapkın insanların ve ucubelerin fotoğrafları, o kişilerin çektikleri acıdan ziyade, hayattan kopukluklarını ve hayat karşısındaki özerkliklerini öne çıkarır” der Arbus’un fotoğrafları için. Aynı şeyi Nan Goldin’in fotoğrafları için de söylemek mümkündür. “Arbus’un fotoğrafları güzel görünüşleri ve insana özgü davranışlarıyla dikkat çeken kişiler yerine, sıra sıra canavarları ve onların sınırda olma hallerini yan yana koymaktaydı.” Nan Goldin’in serilerinde de kişileri(ni)n sınırda olma halleri öndedir. Toplumun içinde yaşıyor olmakla birlikte, yok sayılmaları öndedir, adeta ötekileşmiş ya da ötekileştirilmiş kişilerdir. Ve bu kişiler Nan Goldin’in de üyesi olduğu büyük bir ailenin fertleridir. Nan Goldin bu ailenin güncel ya da yitmekte olan anılarının görsel hafızası, avcısı gibidir, belki de henüz on iki yaşındayken kaybettiği ablası Barbara’ya (ablası on sekiz yaşında intihar ederek hayatına son verir) dair hiç biriktiremediği fotoğrafların yerine... Kan bağıyla akraba olmadığı ama onlardan çok daha yakın olduğunu hissettiği ve bildiği büyük bir ailesi vardır Goldin’in. Fotoğrafları onların iç içe geçmiş, kişisel hayatlarını bir mesafesizlikle gösterir biz izleyicilere. O kadar yakındırlar ki, bir arkadaş toplantısındaymışsınız ve siz de elinize bir makine alsanız rahatlıkla böyle kareler çekecekmişsiniz gibi. Oysa hele fotoğrafta böylesi bir yakınlık ve mesafesizlik, kat edilmesi en zor mesafedir. Tam ulaştığınızı düşündüğünüz anda aslında uzağındasınızdır ve bunun farkına varmazsınız. İşte Nan Goldin belki de Ed van Der Elsken’den, Weegee’den ve Diane Arbus’tan sonra bu mesafeleri gerçek mesafesizliklerle eşitleyebilmiş fotoğrafçıların başında gelir. Tıpkı Anders Petersen’in, Antoine D’Agata’nın, Daido Moriyama’nın sokaklarını, odalarını ve o odalardaki yüzleri çekmenin benzer mesafesizlik anlamında o kadar kolay olmaması gibi. Görüntüler(in)deki “acı”yı çağrıştıran duygunun yalnızlıkları çoğaltan ya da keskinleştiren yanını hissedersiniz. Nan Goldin’in diğerlerinden en büyük farkı, onun yüzleri, kişileri ve mekânları 48 49 AFSAD tanıdıktır, bildiği kişileri, kendi mekânlarında görüntüler. Caravaggio gibi, Pasolini ya da Fassbinder gibi. Caravaggio tanıdığı insanların resmini yapıyordu, Fassbinder filmlerinde sadece tanıdığı insanları oynatmıştı, Pasolini ise sokakta görüp aşık olduğu ve arzuladığı genç erkekleri oynatmıştı filmlerinde. Bir röportajında Arbus’un bir fotoğraf dehası (bu yorumu Berlin sergisinin açılışında yaptığı söyleşide de tekrarladı 20 Kasım 2010’da), kendisinin ise olmadığını söylerken şunu da eklemeyi ihmal etmiyordu; “Eğer bir deham varsa bu, dia gösterilerimde, fotoğraflarımdaki hikâyelerde ve yaptığım kurgudadır”. Nan Goldin de bu yazıda anılan pek çok fotoğrafçı gibi geniş açı ve prime lens kullanarak çekim yapıyor; yakın olmak, yakınında olmak için, dolaysız bir ilişki için, hikâyeye kendini de katmak, izleyiciye orada olduğunu hissettirmek için ve en önemlisi de zaten hep orada olduğu için… “Bunuel, bir keresinde o filmleri niçin yaptığı kendisine sorulduğunda, “Bu dünyanın aklın hayal edebileceği bütün dünyalar içinde en iyisi olmadığını göstermek için” demiş. Bu yakınlığı göze alarak farklı sınırlarda dolaşan bu fotoğrafçıların, başka bir dünya daha olduğunu göstermek için fotoğraf çekiyor olduklarını söylemek mümkün müdür acaba? Öyle bir dünya ki, kusurlu, asla mükemmel olmayan, gerçek acılar ve eşitsizliklerle yaşanan ve hepimizin içinde yaşadığı dünyanın önemli bir parçasını oluşturan. Ve pek çok fotoğrafçı tarif edemedikleri bir “büyülü anın” peşinden koşuyorlar, kusursuz görüntülere ulaşabilmek adına ve “dengesizliği açığa çıkaracak -gerçekliği savunmasız yakalayacak ara(daki)anların peşinden gitmeyi” tercih etmiyorlar. Çünkü fotoğraf her şeye rağmen güzelleştirir diye düşünüyorlar ve güzelleştirsin istiyorlar. “Güzel”i çekmek, “güzel” çekmek istiyorlar. Oysa asla kesintisiz bir güzellikler dünyasında yaşamıyoruz hiçbirimiz... Ve Nan Goldin bizlere görmek istemediklerimizi, unutmak istediklerimizi, bizden olmadığını düşündüğümüz, aşina olmadığımız kişileri ve hallerini gösteriyor ve rahatsız ediyor... “Tek bir karar anı yoktur, her an karar anıdır” diyerek, Susan Sontag’ın, “her ana aynı derecede önemliymiş gibi yaklaştığını” söylüyor. Ve o da tıpkı Weegee gibi, tıpkı Ed van Der Elsken gibi, tıpkı Diane Arbus gibi, “başarılı hayatın” karşısına “başarısız hayatı” koyuyor, görmezden gelmeme eşiğini yükseltebilmek adına, acılarla daha cesaretle yüzleşebilmek adına her karesinde görüyor, kurguluyor, çekiyor ve gösteriyor, bir de en önemlisi izleyicisini de bu suça ortak olmaya çağırıyor. İyi ki... Not: Yazı içindeki tüm alıntılar Susan Sontag’ın “Fotoğraf Üzerine” adlı kitabındandır. Hazırlayan: Deniz KORAŞLI Fotoğraf Kitaplarının Türkiye’deki Adresi www.homerbooks.com | HomerKitabevi | Homerbooks | homerbookstore | homerkitabevi Fotoğraf kitaplarımızın güncel listesini www.homerbooks.com sitemizden inceleyip satın alabilirsiniz. Homer Kitabevi Merkez: Yeni Çarşı Caddesi, No: 12/A, Galatasaray, 34433, Beyoğlu/İstanbul, Tel: +90 212 249 59 02 - Faks: +90 212 249 67 86 Homer Kitabevi Ankara: Bestekâr Sokak, No: 35, Kavaklıdere, 06680, Çankaya/Ankara, Tel: +90 312 426 07 77 - Faks: +90 312 465 04 20 Ekim Kasım Aralık 2015 Okuyoruz İyi Fotoğraflar Çekmek İçin Bu Kitabı Okuyun Henry CARROLL Remzi Kitabevi, Haziran 2015, 128 sayfa Özgün adı: Read This If You Want to Take Great Photographs Şimdi sihir vaktidir… “Inzajano Latif’in bu imgesi bana fotoğrafın bir tür sihir olduğunu hatırlatıyor” diyor son sayfalara doğru yazar. “Fotoğraf –harika fotoğraflar– görünür dünyanın altına nüfuz ederek altta yatanı biraz olsun fark etmemizi sağlar” diyerekte devam ediyor. Bu son cümlelerine, kitabın ilk sayfasından başlayarak iyi fotoğraf için neler yapılması gerektiği ile ilgili bilgiler aktararak geliyor aslında. Kitabın sonuna kadar size, yaklaşık elli usta fotoğrafçı fotoğrafları ile eşlik ediyor; Henri CartierBresson, Richard Learoyd, Martin Parr, Sabastiao Salgado, Ernst Haas, Nadav Kander, Ansel Adams, Bill Brant, Dorothea Lange, Daido Moriyama gibi ustaların fotoğraflarından yola çıkarak bir izlek oluşturuyor. Girişte, bir deyimle kalıpları yıkmaya çağırıyor yazar; “Her şeyi görmezden gelerek başlayın…” Fotoğrafa yeni başlayanlar için bir kılavuz niteliğinde hazırlanmış kitaptaki ana başlıklar sırası ile; Kompozisyon, Pozlama, Işık, Objektifler ve Görmek. “Çoğu zaman bir imgeye en çok zarar veren şey mesafenizi korumanızdır”; kompozisyonda kadrajı konunuz ile doldurarak en başta ilginizi çekmiş olan gözleminizi iletmelisiniz. Kurallar kitabını pencereden fırlatın; “iyi fotoğraf kurallara uyar, gerçekten harika fotoğraflarsa kuralları genellikle çiğner” diyerek Bill Brandt’ın figüratif ekspresyonizm akımının en önemli ressamı, Francis Bacon’a ait fotoğrafını örnek gösteriyor. Pozlama başlığı altında, yarı otomatik modlar olan P, S (Tv) ve A (Av) modları yazar tarafından iyi kategorisinde ele alınıyor ve yaratıcılığı ortaya çıkarmak için bu modları öğrenmek yeterli olacağını vurguluyor. Kötü ve çirkinler ise tam otomatik 50 51 AFSAD modlar olan makine hâkimiyetini kesinlikle sağlayamadığımız modlar olarak kategorize edilmiş. P modu pekiyi olarak değerlendirilmiş. Makine ışığı ölçümü için gerekli hesaplamaları bırakın sizin için yapsın, siz gözünüzü eğitin yeter ki. Fotoğraf derneklerinde sıkça dile getirilen “manuel mod iyiiii, otomatik kötüüüü” söyleminin safsata olduğuna ve zaman kaybından başka bir işe yaramadığına özel vurgu yapılıyor. “Hocam ISO’yu kaç yapalım” sorusuna kısaca “Bulutlu bir gün için 400 iyi bir ISO değeridir. ISO’yu ayarlamak için kendinize şu an ortam bulutlu bir günden daha mı aydınlık yoksa daha mı karanlık diye sorun” diyerek pratik açıklamalara yer vermiş. “Harika fotoğraflar çekmek için ışığı bir nesne olarak görmeye başlamanız gerekir” diyor Henry Carroll. Bakmayın Görün… Bakmak ile görmek arasındaki farkı ‘Kraliçeye bakmakla Elizabeth’i görmek’ Chris Levine’nin Var Olmanın Hafifliği adlı fotoğrafıyla anlatılıyor. Fotoğraf makinası ile değil gözlerinizle görün. İyi fotoğrafçı akrobattır (Fotoğraf yogası) gibi öğütleri aslında aklımıza kazımamız gereken öğütler. Son olarak iyi fotoğrafçı tek seferde işi bitirmeye kalkmaz doğru kareyi yakalamak bir süreçtir; gözlem yaparak, ne aradığınıza karar vererek, odaklanarak ve bir seri olarak fotoğraf çekmeliyiz. Fotoğraflar fotoğraflara ihtiyaç duyar. Birbirleriyle ilişkisi olmayan fotoğraflar çektiğinizde, yeterince güzel bir sürü fotoğrafınız olur ama fotoğrafın tüm potansiyelini keşfetmenin yanından bile geçmemiş olursunuz. Hazırlayan : Mebrur HATUNOĞLU Değeri azalmaz, aksine hep artar. Profesyonellerin vazgeçilmez objektifi 50mm F:1.4 yeniden yaratıldı. Bugünün olağanüstü yüksek çözünürlüğe sahip görüntü algılayıcıları için yeni bir standart. Olağanüstü keskinlik, kusursuz dar netlik estetiği, düşük ışık koşullarında yüksek performans. Sigma'nın yeni nesil yüksek performanslı, geniş diyafram açıklığına sahip standart sabit odaklı objektifi: Fotoğraf: Orhan Cem Çetin / KALİMBA SIGMA 50mm F1.4 DG HSM Yeni nesil objektiflerimiz hakkında daha geniş bilgi için: www.sigma-global.com | www.fotopro.com.tr