2009 Ekim-Kasım - Mülkiyeliler Birliği
Transkript
2009 Ekim-Kasım - Mülkiyeliler Birliği
EKİM-KASIM 2009 SAYI 2009-7 150 YILLIK ÖYKÜMÜZÜ MERMERE YAZDIK 1 İÇİNDEKİLER mülkiye’den.......................................................................................................................................3 basından............................................................................................................................................................. 4 Ünsal hocanın ardından...................................................................................................................................... 6 İlhan hocanın ardından....................................................................................................................................... 9 11. Nüzhet Erman şiir ödülü Şinasi Özdenoğlu’na verildi................................................................................... 11 Mülkiye Türk Halk Müziği Topluluğundan 150. Yıla Armağan.......................................................................... 14 Öykümüzü Mermere Kazıdık (Heykel Sempozyumu).......................................................................................... 15 4 Aralık Çağrısı.................................................................................................................................................. 24 Yetştik Çünkü Biz (Atatürk’ün Anısına).............................................................................................................. 25 şubelerden........................................................................................................................................31 İzmir Şubesi....................................................................................................................................................... 31 İstanbul Şubesi.................................................................................................................................................... 32 Bursa Şubesi....................................................................................................................................................... 35 Eskişehir Şubesi.................................................................................................................................................. 36 üyelerden..........................................................................................................................................37 macır kızı........................................................................................................................................................... 37 vücudun su istemesinin 46 nedeni........................................................................................................................ 38 mülkiyeli sanatçılar...........................................................................................................................40 mülkiyeli şairler................................................................................................................................43 ankara tarihi.....................................................................................................................................45 konuk yazarlar..................................................................................................................................49 86. Yılında lozan................................................................................................................................................ 49 bir yildönümün düşündürdükleri......................................................................................................................... 59 siyasetin ve sinemanin sır hattı, hattatı .............................................................................................................. 60 çeviriler............................................................................................................................................63 en zayıf halka..................................................................................................................................................... 63 latin amerika ve sosyal-liberalizmin sonu............................................................................................................ 76 hatırlatma defteri .............................................................................................................................80 kitap tanıtımı ...................................................................................................................................108 E-Bülten Mülkiyeliler Birliğinin Yayın Organıdır. Mehmet Özer tarafından hazırlanmaktır. mülkiye’den Nehir” – İzmir; Felsefe Söyleşileri- Nabi Yağcı“Anadolu Düşüncesi Neden Ebru’dur?” – İzmir; Onur Öymen İle Söyleşi – Bursa; 5 Kuşak Mülkiye – Ankara), doğa yürüyüşleri düzenlendi (Gaziemir-Cihanbeğendi – İzmir; Narlıdere-Çatalkaya – İzmir; Beşpınar-Spil - İzmir), turnuvalar düzenlendi (Satranç Turnuvası - Bursa; 150.Yıl Basketbol Turnuvası - Ankara), geceler Düzenlendi (“ENVER GÖKÇE” ŞİİR GECESİ; CEMAL SÜREYA ŞİİR GECESİ – İzmir; EDİP CANSEVER ŞİİR GECESİ – İzmir; MÜLKİYELİ ŞAİRLER GECESİ – Bursa), piknikler yapıldı (150.Yıl Mülkiyeliler Pikniği – Ankara, İstanbul), başka sivil toplum örgütleriyle ortak ya da tek başımıza eylemler örgütlendi (8 Mart, 1 Mayıs, 12 Eylül Mülkiyeliler Onur Yürüyüşü ve Mitingi) ve daha birçok etkinlik başarıyla gerçekleştirildi. Yapılanlara ve programa Genel Merkezimiz internet ana sayfasından ulaşabilirsiniz. YENİ BİR SAYIYLA MERHABA, Büyük bir heyecanla “başlıyoruz, başladık, neler yapılacak, hangi komiteler kurulacak, hangi faaliyetler organize edilecek” derken 150. Yıl coşkusunun doruğa ulaşacağı 4 Aralık’a çok az bir zamanımız kaldı. Ocak ayından beri birçok arkadaşımız özveriyle çalışarak, farklı illerimizde birçok faaliyete önayak oldular. Biz de elimizden geldiğince her sayımızda yapılan ve yapılacak olan güzel şeylerden sizleri haberdar etmeye çalıştık. Yıl içerisinde konserler organize edildi (Türk Sanat Müziği Konseri – İzmir; Türk Halk Müziği Konseri – Ankara; Klasik Türk Müziği Konseri – Eskişehir; Türk Halk Müziği Konseri – İzmir; Beatles’ın Eserleri “Yaylı Çalılar Beşlisi”), hatıra ormanları dikildi ya da yenilendi (Mülkiye Ankara Hatıra Ormanı, Bursa Hatıra Ormanı, Eskişehir Hatıra Ormanı ), sempozyumlar düzenlendi (Mülkiye’nin Yüzellinci Hocamız Prof.Dr. Mümtaz Soysal’ın 80.Yaşında Türkiye’de Anayasacılık; Pazarlama Ve Girişimcilik” Uluslararası Sempozyum), sergiler düzenlendi (Çalışan Çocuklar Fotoğraf Yarışması Sergisi; Ahmet Soley’in “Irgat Çadırları” Fotoğraf Sergisi, Mersin; Mülkiyeliler Görsel Sanatlar Sergisi – Ankara, İstanbul, Bursa; Aydın Çetinbostanoğlu Fotoğraf Sergisi“Roman ve Düğün” – İzmir), konferans ve paneller düzenlendi (İstanbul’daki Mülkiye Binaları Konferansı – İstanbul; Yerel Yönetimlere Genel Bakış – İzmir; Dünya Ekonomisinin Geleceği Ve Dayatacağı Yeni Siyasal Düzen – Ankara; Prof.Dr.Ahmet Şükrü Esmer’i Anma Günü Çerçevesinde Kıbrıs Sorunu – Ankara; Midas’ın Altın Toprakları – Eskişehir; Ekonomik Krizin İş Ve Çalışma Hayatı Üzerindeki Reel Etkileri – İzmir), söyleşiler yapıldı (Ayşegül Devecioğlu ile Söyleşi “Ağlayan Dağ, Susan Yapılanları medya organları yoluyla kamuoyuna ve kendi kitlemize duyurma konusunda da elden gelenler yapıldı. Birçok etkinliğimiz görsel ve yazılı medyada yer aldı. Elbette küresel olarak konumlanmış belli finans gruplarınca yaratılmış ve tüm dünyayı etkilese de, sonuçları itibariyle en çok bizimki gibi bağımlı ekonomileri vuran (teğet geçmeyen) kriz içerisinde boğuşurken, her şey tam isteğimiz gibi de olamadı. Bu kadar mali ve sosyal problemle boğuşurken ve inanılmaz boyuttaki işsizliğin doğrudan ve dolaylı etkileri nedeniyle hem sponsor ve destekçi bulmak zorlaştı, hem de gönüllü çalışacak insan. Bunu, bir şekilde işlerin ucundan tutan arkadaşlarımız daha iyi biliyorlar. Bu nedenle bu kadar çeşitte ve adette her türlü faaliyeti başarıyla organize eden, katılan, destekleyen, duyuran ve sorumluluk alıp çorbada bir tutam tuzu olan tüm üyelerimize ve dostlarımıza teşekkür etmek gerekiyor. 3 Geçen sayımızdan bu yana 150.Yıl çerçevesinde şu etkinlikler gerçekleşti: • Heykel Sempozyumu çerçevesinde 4 ayrı sanatçı tarafından yapılan ve 150 yılın öyküsünün üzerlerine kazındığı “İz Bırakanlar”, Denge”, “Birlik” ve “Şemsiye” adlı heykeller, büyük amfide yapılan törenin ardından okulumuzun bahçesine yerleştirildi bahı saat 07:30’da Ankara Tren Garında Ankara’daki Mülkiyelilerle buluşacak saat : 07:30-08:30: Ankara tren garı salonda buluşma,karşılama töreni.saat:: 08:30: Ankara tren garından otobüsle Mülkiyeliler Birliği genel merkezine gidiş.saat:09:00-11:00: Mülkiyeliler Birliği genel merkezinde teraslı salonda açık büfe kahvaltı. saat:11:00-13:00: Serbest zaman. saat: 13:00: Mülkiyeliler Birliği genel merkezinden otobüsle Anıtkabir’e gidiş.saat: 13:30: Anıtkabir Aslanlı yolda buluşma. saat: 14:00: Anıtkabir’de tören. saat:15:00-15:30:Anıtkabir’den otobüsle ayrılarak,Cebeci kampüsü SBF’ne gidiş. saat :16:30 : SBF’de resmi tören.4 Aralık saat • Mülkiyeli sanatçıların resim ve fotoğraflarından oluşan sergi, Ankara’dan sonra İstanbul’da YMM Odasının sergi salonunda ve Bursa Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nde Mülkiyeliler ve sanatseverlerle buluştu. 14.00’ de SBF’ de tören yapılacak. Rektör, dekan ve hocalarımızın konuşmaları sonrasında, akşam 19.00’ da okulumuzda “150. Yıl Şenliği” başlayacak. • Aydın Çetinbostanoğlu Fotoğraf Sergisi “Roman ve Düğün” 28 Eylül – 12 Ekim 2009 arasında İzmir’de düzenlendi • 5 Aralık Cumartesi gecesi Ankara Swiss Otel’de “150. Yıl Balosu” yapılacak. 150 Yıl Balosu’nun önceki yıllarda yapılanlara göre daha görkemli geçmesi için tüm hazırlıklar yapıldı. Tüm şehirlerden gelebilecek arkadaşları baloya bekliyoruz. • Ege Üniversitesi İzmir Uygulama ve Araştırma Merkezi’yle ortaklaşa ve İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin katkılarıyla İzmir Şubemizce düzenlenen “İzmirli Olmak” konulu sempozyum 22 – 24 Ekim tarihlerinde gerçekleşti. • Mülkiye’nin kuruluşunun 150.yılını kutlama etkinlikleri kapsamında düzenlenen “ESKİ MEZUNLAR DİPLOMA TÖRENİ” 16 Ekim günü Bursa dernek merkezimizde gerçekleştirildi. Dekanımız Prof.Dr. Celal Göle nin de katıldığı törende toplam 15 eski mezunumuza diplomaları takdim edildi. • 29 Kasım tarihli Milli Piyango biletleri Mülkiye temalı olarak basılacak • PTT tarafından 4 Aralıkta Mülkiye konulu ilk gün zarfı ve hatıra pulu çıkarıldı. • Ankara’nın değişik yerlerine 150.Yıl nedeniyle hazırlanan afişler asılacak. Bu konularla ilgili detayları ve diğer yazıları bülten içerisinde bulacaksınız. Yılsonuna kadar yapılacakları ise özetle şöyle sıralayabiliriz: Hemen tüm hazırlıklar yapıldı ya da yapılıyor. Ekonomik kriz mutlaka etkileyecektir fakat bundan sonrası için yapılması gereken, tüm gücümüzle 4 Aralık kutlamalarının 150. Yılın tüm görkemiyle geçmesi için mümkün olduğunca katılım sağlamak olmalıdır. • “Mülkiye Treni” ile bir anlamda 73 yıl öncesinin anılarına yeni anılar ekleyecek olan bir tren yolculuğu gerçekleştirilecek. 3 Aralık Perşembe akşamı İstanbul’dan yola çıkacak arkadaşlarımıza, Eskişehir Garı’nda, Bursa ve Eskişehir’deki arkadaşlar katılacaklar ve birlikte Ankara’ya gelecekler. Bu yolculuğa, elbette dilerlerse, diğer illerden arkadaşlar da katılabilirler. Trenle gelenler 4 Aralık sa- Yeni bir sayıda buluşmak dileğiyle... A.Raif FALCIOĞLU 4 BASINDAN.... Birliğimizin 12 Eylül Askeri darbesinin 29. Yılında üyelerimizle birlikte, Birliğimizden okulumuza yapmış olduğu “ONUR YÜRÜYÜŞÜ” ne basın büyük ilgi gösterdi. “ONUR YÜRÜYÜŞÜ” ve Mülkiyelilerin 12 Darbesine karşı tavırları birçok gazetede yer aldı. 5 ÜNSAL HOCANIN ARDINDAN... ÜNSAL OSKAY Toplum bilimci ve iletişim biliminin önde gelen isimlerinden hocamız Prof. Dr. Ünsal Oskay 18 Ekim 2009 tarihinde hayatını kaybetti. İstanbul'daki evinde 70 yaşında vefat eden Oskay, 2008'de beyin damarlarında geçici pıhtı oluşumu tanısıyla kaldırıldığı hastanede bir süre tedavi görmüştü. Şanlıurfa'da 1939 yılında doğan Ünsal Oskay, üniversite eğitimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde tamamladı. Şanlıurfa'da 1939 yılında doğdu, üniversite eğitimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde tamamladı. ABD'de 1967-1968 yıllarında iletişim üzerine yüksek lisans-konuk öğrenci olarak eğitim alan Oskay, 1970'li yıllarda Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu'nda başlayan akademik hayatı sonrasında doçentlik tezi olarak ''19. Yüzyıldan Günümüze Kitle İletişimin Kültürel İşlevleri'' adlı çalışmasını yayımladı. Varlık, Agos, Gergedan ve Milliyet Sanat gibi çok sayıda bilim ve sanat kaynaklı dergilerde makale ve incelemeleri yayımlanan Oskay, Frankfurt Okulu'nun popüler kültür konusundaki çalışmalarının Türkiye'de tanınmasına yazıları ve çevirileriyle büyük katkıda bulundu. Siyaset bilim, iletişim teorileri, sosyoloji, estetik ve sosyal teori konularında çok sayıda eserin Türkçe'ye çevrilmesini sağlayan Oskay, 1980'li yıllardan itibaren İstanbul ve Marmara Basın Yayın Yüksek Okullarında dersler verdi. 1990'lı yıllarda Marmara İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Bölüm Başkanlığı ve 2000-2002 arasında İletişim Fakültesi Dekanlığı yapan Oskay, 2002 yılında Marmara Üniversitesi'nden emekliye ayrıldı. Prof. Dr. Oskay, Kültür, Beykent ve Yakın Doğu gibi özel üniversitelerde de öğretim üyeliği ve idari görevlerde bulundu. 6 ESERLERİ: Kitapları: Gelişim Açısından Kültür Değişimi, (doktora tezi, Ankara, 1971); Toplumsal Gelişmede Radyo ve Televizyon,(1972 TRT Büyük Ödülü); Göç ve Gelişme 1976; XIX. Yüzyıldan Günümüze Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri 1982; Çağdaş Fantazya 1982; Müzik ve Yabancılaşma 1982; Estetize Edilmiş Yaşam 1983; İletişimin ABC'si 1992. Çeviri kitapları: Walter Gellhorn, Amerikan Hakları Anayasasının Uygulanması 1965; Kitle Haberleşme Teorilerine Giriş 1968; Bertrand D. Wolf, Devrim Yapan Üç Adam 1968; T.B. Bottomore, Toplumbilim 1972; Maurice Duverger, Metodoloji Açısından Sosyal Bilimlere Giriş 1973; Wright Mills, İktidar Seçkinleri 1974; John King Fairbank, Çin'in Sömürgeleşmesi ve Amerika'nın Çin Politikası 1976; G. Osipov, Toplumbilim Teori ve Yöntem Sorunları 1977; Wright Mills, Toplumbilimsel Düşün 1979; Ernst Bloch, Georg Lukacs, Bertolt Brecht, Walter Benjamin, Theodor Adorno-Derleyen Fredric Jameson, Estetik ve Politika 1985; Lewis Henry Morgan, Eski Toplum 2 cilt 1987; Martin Jay, Diyalektik İmgelem 1989; Bernard Lewis, İslâm'ın Siyasal Söylemi 1993. kaynayan sağ eliyle gözyaşlarını silerdi. Onu böyle gördüğümde benim de gözlerim dolardı. Zamanla, o yokken de, onun ağlayacağı yerlerde ben ağlamaya başladım. Uyuşturan koşuşturmada insanlığımı hatırladığım bu anları ona borçluyum. Babam konforu hiç sevmedi. Kendine hep olur olmaz işler çıkarırdı. Bodrum’daki evin duvarını yıkar, yeniden yapar. Kargıları keser. Teknenin eve getirdiği motorunu yağlar, çalıştırır. Sürekli çalışma ve kavga hali onu ayakta tutardı. Sabırlıydı. Çevirilerini kaç yılda yapacağını planlarken, “İki hafta çevirsem, üç gün karımla kavga etsem, bir gün hasta olsam” diye kalem kalem hesaplardı. Bir gün bana “Ben çok zeki değilim. Benim kadar şu duvarlar çalışsa onlar bile adam olurdu” dedi. Tabii ki zekiydi. Asla acele etmezdi. Sabaha ders koydurmazdı. Öğlen saatlerinde başlardı. Mülkiye’de bazen eve gelip “Ünsal Hoca, ders başladı” diye sokaktan bağırırlarmış. Gelenleri azarlayıp geri gönderirmiş. Kendisini çeviri ve yazıları dışında sıkıntıya sokmazdı. Bir kez bile birinin önünde eğilmedi. Bilgisiyle, kendine güveniyle dimdikti. Teoriyi tahrik edici hale getiren bir entelektüel, popüler kültürü şahsına özgü maşasıyla deşen bir akademisyen... Frankfurt Okulu deyince akla onun ismi gelirdi; bizzat bir okuldu. Geçen hafta kaybettiğimiz Ünsal Oskay’ı, onun başka türlü tedrisatından geçmiş oğlu yazdı BABAMDAN NE ÖĞRENDİM? Babamla maceram doğumumla, beni mosmor gördüğü o ilk anda “Ege güzeli! Latince öğreteceğim! Adını Hefaistos koyacağım” demesiyle başlamış. Anneannemlerin yüreğine inmesiyle bu fikirden vazgeçmek zorunda kalmış. Ama dayılarım beni bir süre “Hefoş Hefoş” diye çağırmış. Babamla rengârenk bir çocukluk ve hayat yaşadım. Onu çok sevdim. Hayatım boyunca bir saplantı gibi onu kaybetmekten korktum. Ve geçen hafta bugün onu kaybettim. Benim kendisi gibi akademisyen olmamı istedi. Ben olmadım. Hayatı hep kavgayla geçti. Çalışma masasındaki lambasının salona yaydığı ışık, duvarda gölgeler oluştururdu. Hâlâ gözümün önündeler. Bitip tükenmek bilmeyen çevirileri, yazıları yazarken, daktilosu evdeki tüm sesleri bastırırdı. Çıt çıkmazdı. C. Wright Mills’i, Frankurt Okulu’nu Türkçe’ye çeviriyordu. Öfkeliydi. Yaptıklarını neden bir kavga gibi gördüğünü anlamazdım. Ben daha rahat bir hayatı seçtim. Ona yakın durarak kendimi onun ışığının bir parçasıymış gibi hissettim. Gideceği günü düşünmemiştim. Mobiletle Bodrum’a Çocukluk hikâyelerim bitmez. İlkokulda, ortaokulda sınıf birincisi olmak istememe kızardı. Çok çalışırsam dudak bükerdi, endişeyle bakardı. “Dördüncü, beşinciyi geçme” derdi. Sokakta çocuklarla oynamanın her şeyden önemli olduğunu öğretti. Beni kovalar “Çık sokağa, oyna” derdi. Asla belli bir saatte eve dön demedi. Herkesin yapabileceği şeyleri yapmamı istedi. Çakı, çelik çomak, uçurtma, balık tutmak... Babam bana hayatı bir macera gibi yaşamayı ve hiçbir şeyden korkmamayı öğretti. Ben ilkokul 2’nci sınıftayken satın aldığı mobiletle annemden gizlice İzmir’den Bodrum’a gitmeye karar verdik. Kışın ortasında. Haftalar öncesinden özel gocuklu kıyafetler hazırladı. Mobileti trenle Ankara’dan İzmir’e taşıdık. İzmir’den yola koyulduk. Söke’ye ulaştığımızda tir tir titriyordum, vücudumu ateş basmıştı. Bodrum’a ulaştığımızda kızılcık denilen ağır bir hastalığa yakalandım. Tüm vücudumu su kabarcıkları kapladı. Annem beni gördüğünde kriz geçiriyordu. Babam hep bu sayede maceracı ve korkusuz biri olduğumu anlatırdı. İki hafta yattım ama hayatımın en güzel anılarından biriydi. Bronzdan heykeller jenerasyonu “Bizim için artık çok geç. Sizin kadar okumamız, yazmamız mümkün değil” demiştim geçenlerde. Pes etmiyordu: “Çınar, evet, belki bizim kadar okuyamazsın. Ama o dönem farklı bir dönemdi. Bu senin suçun değil. O insanlar bronz heykeller gibiydi. Şimdi her şey plastik. Akademisyenler bile.” Bunları söylerken gözleri yaşarırdı. Babam için yaşamak, insanın insanca yaşamasına engel olan şeyleri göstermek, onlarla savaşmaktı. Bunun farkında olanları, iyi insanlar kabilesi gibi görürdü. Ama gruplaşmayı sevmezdi. TİP’in bir toplantısına gidip de “Alafranga mı, alaturka tuvalet mi?” diye tartışıldığını görür görmez “Hadi bana eyvallah” deyip tüymüş. Hep tek başına yaşadı, çalıştı, yazdı ama uzaktan uzağa akıllı adamları, iyi yazarları izlerdi. Kendisine kitaplardan, iyi filmlerden, belgesellerden, şiirden bir dünya yarattı. Her saniyesi büyük fikirlerin içinde geçiyordu. Ama bu dışlayıcı, seçkin bir yerde durma arayışı değildi. Mahler dinlerken tavuk suyuna çorba yapardı. Karpuz keserdi. Çoraplarını yıkardı. Sade zevklerini hep korudu. Yoksulluktan geldiğini hiç unutmadı. “İnsan hâlâ eksik bir insan” derdi. Bir insanın ortada bu gerçek dururken başka işlerle uğraşmasını anlamıyordu. Ama iyi marangozlara, araba tamircilerine, balıkçılara hayranlıkla bakardı. Vosvosta Guns N’Roses Ergenlik çağımda, babamın vosvosuyla Bodrum’daydık. Ben de o zamanlar rock müziğe merak salmış, arabada sürekli Guns N’Roses dinliyordum. ‘Welcome to the Jungle’ diye elektrogitar ağırlıklı hızlı bir şarkıyı birkaç kez üst üste çaldığımda birdenbire kasedi teypten çıkardı. Hızını alamayıp torpido gözündeki diğer kasetlerimi de aldı, “Yeter yav yeter!” deyip hepsini camdan dışarı fırlattı! Bir dakika sonra o mahcup sesiyle, “Çok özür dilerim. Seni çok seviyorum. Neydi o kasetler, yenisini alalım” dedi. Babam beni gülmekten öldürürdü. Ona hiç kızmadım, dargın kalmadım. Yaz tatilinin denizden çıkar çıkmaz duş yapıp terlik giymek Babamdan ağlamayı öğrendim Bir filmde, güzel bir sözde, asil bir jestte, hemen çocuk gibi tatlı tatlı ağlar, çocukken kırdığı ve kemikleri yanlış 7 olmadığını, manzaranın tadını çıkararak çardaktan bahçeye çiş yapmak olduğunu öğretti. Denize girdikten sonra tuzlu kalmayı, kumun üzerine yatmayı... Babamın develerle toprak getirerek elleriyle inşa ettiği yazlığında yılanlar, kelebekler, kurbağalar, kaplumbağalarla büyüdüm. Ondan doğanın masalsılığını öğrendim. Bir gün çocukken, ‘Indiana Jones’ filmini seyrediyorduk. Harrison Ford’un, karşısında saniyelerce kılıçla şık hareketler yapan korkutucu bir doğuluyu eli cebinde izleyip, adamın ritüeli bitince tabancasıyla tak diye vurduğu bir sahne vardır. Ben bu sahneye çok güldüm. Ama o, sahnenin alt metninin Batı’nın Doğu’yu küçümsemesi olduğunu söyledi, bana bozuldu. “Baba sen de her şeye böyle çılgınca şeyler yakıştırıyorsun. Bir ağız tadıyla film seyredemedik!” diye çıkıştım. “İlerde anlarsın” dedi. Babam kökünü hiç unutmadı. O bir Marksistti. Ama Atatürk’e de laf söyletmezdi. “Hiç kimse kendi tarihinden kaçamaz. Benim babam onun sayesinde matematik öğretmeni oldu. Babamın mektupla gönderdiği aritmetik çözümleriyle matematik öğrendim. Adam oldum. O başka bir şeydi” derdi. Kişisel tarihini bile kuramla açıklardı. “Teori elimizdeki fenerdir” derdi. Okuduğum her şeyin altını çizmeyi öğretti. Elimde kalem olmadan gazete bile okuyamam. Her şeyi, herkesin anlayacağı gibi söylerdi. Karmaşık, şık ifadelerle yazılmış fikir yazılarından nefret ederdi. “En büyük faşist bunlar” derdi. Seçkinci entelektüellerden uzak dururdu. Ağır akan, zorlama sanat filmlerinden hoşlanmazdı. Hemen dudak büker, birkaç dakika sonra horul horul uyumaya başlardı. Uyanınca da yönetmene “Ananı eşekler kovalasın” diye bağırırdı. Bilginin fetişleştirilmesine kızardı. Babam bana Amerika’da Jean-Jacques Rousseau’yu çocuklarını terk eden sorunlu bir adam olarak tanıtan okulumun efsanevi hocalarından birinin ‘hıyar’ olduğunu öğretti. Entelektüelin iyisinin, yenilginin ne olduğunu bilen toplumlardan çıkacağını da... Ben de zaman içinde o, Murat Belge, Mete Tunçay gibilerini, Amerika’da pek göremeyeceğimizi anladım. Ama bana akademisyen çocuğu olarak da kızların gözüne girilebileceğini gösterdi! Babama hayran güzel kızlarla tanıştığımda en yakın arkadaşımın “Oğlum, fabrikatör çocuğunu anlarım da akademisyen çocuğu olduğu için kız tavlayan bir seni gördüm. Ünsal Hoca hakikaten büyük adam!” dediğini hatırlarım. Kıkır kıkır gülüp Don Kişot okurdu Son günlerinde fiziksel gücünü yitirse de, zekâsı zehir gibiydi. Bu yüzden ona asla bir şey olmayacağını düşünüyordum. En kötü zamanında bile durmadan okuyordu. Bir gece, bahçesinde ben derginin düzeltmelerini yaparken, yanımda yeniden Don Kişot okuyup, kıkır kıkır çocuk gibi gülüyordu. Hayatımın en güzel anlarından biriydi. Sesi kulağımda. O kadar tatlıydı ki. Tesellim, ailemin ‘üşütük’ tiplerden oluşması. Bunda babamın payı var. Ablalarım Defne ve Dalya ile Alper ve İrina bana hep onu hatırlatacak. Ben, dayım gibi gazeteci oldum. Dayımın kızı Yasemin babamı çok severdi. Geçen yıl, New York’ta sosyoloji okumaya karar verdi. Babam bana biraz da deli olmayı öğretti. Mesela mezarlık ziyaretine gecenin köründe de gidilebileceğini... Geçen gün, geç de kalsak elimizde bir çakmakla babamın mezarını şıp diye bulduk. Kuralların hiçbir anlamı olmayabileceğini, onlardan kurtulmanın ne kadar kolay olduğunu gösterdi. Niye gidilmesin karanlıkta mezarlığa? Babamın hatırası kaderimde bana nasıl bir oyun oynayacak bilemiyorum. Ama onun istemeyeceği bir şeyi asla yapmayacağımı biliyorum. Pek çok oğul gibi babam benim kahramanımdı. Onun da kahramanları vardı. 1984’te, Paris seyahati sırasında, Walter Benjamin’in evinde zincirin üzerinden atlayıp Benjamin’in çalışma masasına oturmuş, kâğıtlara dokunarak, koklayarak hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Polis babamı gözaltına almış, arkadaşlarını aramış. “Burada uslu, efendi bir adam var ama sanırız akıl hastası” demişler. Arkadaşları, babamın ülkesinin önemli akademisyenlerinden biri ve Benjamin’i Türkçe’ye çeviren adam olduğunu anlatıp onu serbest bıraktırmışlar. İnsanın hâlâ eksik bir insan olduğunu hatırlatanlar dışında hiçbir şeye bu kadar tutkuyla bağlanmadı. Onun tanrıları Marx’tı, Walter Benjamin’di, Adorno’ydu. Eğer gerçekten bir tanrı varsa, ondan tek bir isteğim var. Babamı Melville’in, Cervantes’in, Ece Ayhan’ın, Âşık Veysel’in, Baudelaire’in, Walter Benjamin’in yanına götür. Babamın başını okşasınlar. Ona sarılsınlar.. Babamın tatlı vedası Canının istediği gibi pilav yiyemeyeceği, sigara içemeyeceği, motosiklet kullanamayacağı bir hayat fikrine onu ikna etmek için yıllarca didindik. İnsanın kendi istediği gibi yaşayamaması fikrini aklı almıyordu. Tuzlu bademden bile vazgeçmedi. Okumayı son güne kadar bırakmadı. İnsanların neler yaşadıklarına, buraya nasıl geldiklerine merakı hiç dinmedi. Yıllarca tek bir tabak üzerine desen işleyen Japon gravürcülerin ne kadar bastırılmış bir hayat yaşadıklarına da ağladı; bir savaştan diğerine gidip helak olmuş Mehmet dedesine de. Aşkın, çapkınlığın olmadığı bir hayatın hayat olamayacağını öğretti. Bugün eski dostlarından Mülkiye’deki çapkınlıklarını dinliyorum, katıla katıla gülerek. Babam 70 yaşında da benden daha çapkındı. ÇINAR OSKAY 8 İLHAN HOCANIN ARDINDAN... oylama yaptım ve bu soruları istemiyoruz diyerek sınıfı terk etmeye karar verdik. Dekan İlhan Unat beni çağırdı ve sınıfa yeniden girmemizi istedi. Bir çözüm üretecekti. Sınavı ertelediğini açıkladı. Böylece bir orta yol bulunmuş kriz önlenmiş oldu. *** 1968 öğrenci hareketleri, yalnızca öğrencileri değil, öğretim üyelerini, aileleri de derinden etkiliyordu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi o dönem öğrenci olaylarının merkezi konumundaydı. Okulun hemen bitişiğindeki kız-erkek öğrenci yurdu, yurdun altındaki kantin ve yemekhane Ankara’nın, hatta Türkiye’nin gençlik önderlerinin, eylemcilerinin buluşma mekânıydı. Siyasallılar, kendilerine geçmiş geleneğin devamı olarak ‘Mülkiyeli’ derler. Mülkiyeli olmak devlet kademelerinde özel bir imtiyaz gibidir. Aralarında da ciddi bir dayanışma söz konusudur. 1968 olayları, en çarpıcı ektilerini Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde gösterdi. Okul, öğrencileri, öğretim üyeleriyle bir bütün olarak 68’i karşıladı. Fakültemizin eski dekanı ve emekli hocası olan Prof. Dr. İlhan Unat (SBO- İdari Şube 1943 mezunu), 19 Ekim 2009 Pazartesi günü vefat etmiştir. Değerli hocamız için 22 Ekim 2009 22 Ekim 2009 Perşembe günü ise, saat 10.30’da Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinde kendisi için düzenlenen törenin ardından, Kocatepe Camiin’ de kılınan öğle namazının müteakiben Cebeci Asri Mezarlığı’nda toprağa verilmiştir. Oral Çalışlar’ın Radikal Gazetesinde yayınladığı 68 MÜLKİYE’SİNİN ‘İLHAN HOCA’SI makalesini hocamızın anısına yeniden yayınlıyoruz. 68 MÜLKİYE’SİNİN ‘İLHAN HOCA’SI... 1969 yılını üniversite işgalleriyle geçirmiştik. O yaz Ankara’daki eylemci öğrencilerin tamamına yakını hakkında tutuklama kararı çıkarılmıştı. Bir okulun öğrencileri hariç. O okul bizim okulumuz Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi öğretim üyeleri üniversite reformunu çoğunlukla desteklediler, öğrencilerine sahip çıktılar. O dönemin dekanı Profesör Dr. İlhan Unat’tı. İlhan hoca, olaylar karşısında sakin yaklaşımı, bir hukuk hocası olarak hukukun üstünlüğünü her koşulda savunmasıyla dikkat çekerdi. 1968 yılında okulumuzda belki de Türkiye’de ilk ve son olarak seçimle gelen bir kurul oluşturuldu. İlhan Unat’ın önderlik ettiği ve oluşmasını sağladığı bu kurulun adı ‘Fakülte Karma Kurulu’ydu. Bu kurulda dört öğrenci, dört asistan, dört doçent ve dört profesör yer alıyordu. Başkanlığını da dekan yapıyordu. Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ydi. Dekanımız Profesör Dr. İlhan Unat, polise, eylemci öğrenci listesini vermeyi reddetmişti. 1969 Haziran sınavlarında Profesör Dr. Şerif Mardin’in Siyaset Bilimine Giriş dersinin sınavındaydık. Mardin iki soru sormuştu. Birisi sene içinde anlattıklarımı özetleyiniz türünden bir soruydu. Diğer ise “Schumpeter’e göre Marks’ın kehaneti yorumlayınız”dı. Öğrenciler, ne diyeceklerini tam kestiremedikleri ilk sorudan hoşlanmamışlardı. Benim derdim ise Marks’ın görüşlerine kehanet denmesiydi. Sorulara itiraz ettim. O zaman okulun Sosyalist Fikir Kulübü Başkanı’ydım. Bir 9 Öğrenci temsilcileri tüm okul öğrencilerinin oy kullandığı bir seçimle belirlendiler. Asistanlar, doçentler, profesörler kendi temsilcilerini aralarından seçtiler. Cengiz Çandar, Hakkı Öcal, Hüsnü Erkan ve ben Oral Çalışlar öğrencilerin, Kurthan Fişek, Cem Eroğul, Ahmet Yücekök ve Yüksel Ersoy asistanların, Mümtaz Soysal, Türkkaya Ataöv, Tuncer Bulutay hatırladığım kadarıyla doçentlerin, Muammer Aksoy, Safa Reisoğlu, İlhan Öztrak, Aziz Köklü de profesörlerin temsilcisiydi. Bu kurul tam bir katılım örneğiydi ve yaratıcısı dekanımız İlhan Unat’tı. Bunun üniversite çapında uygulanmasını da umuyordu. İşte 1968-69 dönemini biz okulumuzda böyle yaşadık. Bu kurul birçok gerginliğin yumuşatılmasında, okul yönetimiyle öğrenciler arasında uyum sağlanmasında aracı rolü oynadı. *** Önceki akşam, Boğaziçi Üniversitesi’nde anlamlı bir tören vardı. İstanbul Mülkiyeliler Birliği yönetimi, İlhan Unat’a 1968 döneminde okul içindeki demokratikleşmeye katkıları nedeniyle bir ‘şükran plaketi’ sundu. İstanbul Mülkiyeliler Birliği Başkanı Müfit Erkarakaş’ın konuşmasıyla başlayan buluşmaya, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Profesör Dr. Celal Göle de katıldı. İlhan hocanın eşi hocamız Nermin Abadan Unat, hocanın kızları Ayşe ve Oya, Nermin hocanın oğlu Mustafa Kemal Abadan, o dönemin öğrencilerinden Prof. Dr. Zafer Toprak, Prof. Dr. Binnaz Toprak, Prof. Dr. Fazıl Sağlam, Prof. Dr. Nihal İncioğlu da bu mutlu anı hocamızla paylaştılar. Plaketi 68 döneminin okulumuzdaki etkin isimlerinden Profesör Safa Reisoğlu bir konuşmayla İlhan hocamıza sundu. Profesör Dr. Ruşen Keleş, bir öğretim üyesi olarak İlhan hocanın seçkin niteliklerini dile getirdi. İpek Çalışlar, Unat’ın 4 Aralık 1968 tarihinde yaptığı konuşmadan bölümler okudu. O ilginç konuşmada en dikkat çekici bölüm şuydu: “Üniversite gençliğinin yetişmesinden sorumlu eğitimciler olarak metodlarını ve uygulama şekillerini tasvib etmesek de, gençliğin uyarısının üniversitelerimizi silkelediği ve öteden beri çeşitli kademelerdeki üniversite mensuplarının zorunluluğunu duymakta birleştikleri üniversite reformunu tezelden gerçekleşme safhasına getirmiş olduğu bir gerçektir. Bu gelişmeyi sevinçle karşılar, reformun gerçekleşmesinde öğrencilerimizle karşılıklı güven ve anlayış zihniyeti içinde yürütülecek işbirliğinin temel unsur niteliği taşıdığına olan inancımı belirtmek isterim.” Cengiz Çandar, o dönem SBF Öğrenci Derneği Başkanı’ydı. İşgaller sırasında İlhan hocanın evine Mahir Çayan’la birlikte yaptığımız ziyaretin ilginç anlarını anlattı. Bizim ziyaretimizin sabahı dönemin İçişleri Bakanı Dr. Faruk Sükan, “İşgalci öğrenciler geceleri dekanlarla buluşup eylem planlıyorlar” diyerek, bizim buluşmayı Meclis’in gündemine getirmişti. Türkiye 68’inin bir boyutu da hocalarımızdı. İlhan Unat’ın onlar içinde seçkin bir yeri var. Bizleri bir hukukçu olarak, bir eğitimci olarak sakin haliyle etkiler ve daha sert eylemlerin yumuşatılmasında rol oynardı. Ona çok şey borçluyuz. Oral Çalışlar - Radikal 24.06.2009 10 11. NÜZHET ERMAN ŞİİR ÖDÜLÜ ŞİNASİ ÖZDENOĞLU’NA VERİLDİ 28 Nisan 1926 tarihinde İstanbul´ da, Sultanahmet’teki Nahilbent Sokağı’nda doğan Erman, Emniyet Amiri olan babasının görevi dolayısıyla ilkögrenimini Konya´da, orta ögrenimi Siirt ve Isparta´da tamamladıktan sonra liseyi Afyon´da okumuştur. 1944 yılında 10 kişilik Afyon Lisesi Fen Şubesinden 130 üzerinden 128 , Lise olgunluk sınavı sonucunda ise 40 üzerinden 38 alarak mezun olmustur. Çocukluğundan itibaren kitaplara ve okumaya olan düşkünlügünü söyle anlatır: ´TATIL GÜNLERINDE , GÜNLÜGÜ BEŞ KURUŞA ÖDÜNÇ KİTAP VEREN VE BENI TARZAN, MONTE CRISTO VE PARDAYAN’LA TANISTIRAN İZBE DÜKKAN, 10 METREKARELIK KITAP EVINI UNUTMAK MÜMKÜN MÜ ?´´ İlkokul ve Ortaokulda o dönemin tanınmış şairlerinden beğendiği şiirleri en güzel yazısı ile şiir defterlerine geçiren ve Çocuk Sesi gibi dergilerde şiirleri yayinlanan Erman, Lise yıllarından itibaren Ülkü, Servet-i Fünun ve Varlık dergilerine şiir yazmaya baslar. O sıralarda Ülkü Dergisi’ni yöneten Ahmet Kutsi Tecer ve Varlık Dergisi’ni yayınlayan Yasar Nabi Nayır Erman´ı mektupları ile yüreklendirmektedirler. ´´O GÜNLERDE LİSE FUTBOL TAKIMINDA OYNUYOR , 110 METRE MANİALI KOŞUDA FARUK ÜNAL ILE YARISIYOR; OKULDA KAĞIDIN BIR TARAFINA TRIGONEMETRI PROBLEMİ ÇÖZERKEN, DIGER TARAFINA DA SIIR YAZIYORDUM. ŞAİR OSMAN ATİLLA HALKEVINDEN, KENAN HARUN VE AHMET ARIF OKULDAN EN SAMIMI ARKADASLARIMDI´´ diye anlatır o günlerini Erman. Erman, Afyon Lisesi’nden mezun olduktan sonra, çocukken geçirdigi ölümcül bir ateşli hastalık sırasında onu iyileştiren Doktor Yüzbaşı Salih Bey’e öykünerek Istanbul Tıp Fakültesi’ne girmek ister. Ancak yurdun her yerinde görev yapabileceğine dair Heyeti Sihhiye Raporu alamadığı için Tıp Fakültesine kabul edilmez. Hayal kırıklığı ile Ankara’dan Istanbul Teknik Üniversitesi’ne kaydını yaptırmaya giderken: ´´BIR ESİNTİ İLE ESKIŞEHIR´DE TRENDEN İNDİM VE KAYITLARIN KAPANMASINDAN AZ ÖNCE MÜLKIYE´YE BAŞVURDUM. SINAV SONUCU 1918 NUMARA ILE YANI 18. OLARAK BU TARIHI MABEDE YATILI OLARAK ADIM ATTIM´´ diye anlatır torunları Nüzhet Cem, Tunç, Şeminur Müge ve Hande ´ye. Erman, 1947 yılında Mülkiye´den mezun olmuş ve Hukuk Fakültesi fark sınavını vererek Hukuk Diploması da almistir. Eskişehir´de trenden inerek egitimini Ankara´da devam ettirme kararinin en büyük nedeni olan, YESIL(1948) adlı ilk şiir kitabını ithaf ettigi, uzaktan akrabasi Seminur Aziz ile 1948 yılında evlenmistir. Demirköy kaymakamı iken oğlu DEMIR(1949) , Akçadağ Kaymakamlığı sırasında ise kızı Filiz (1954) dünyaya gelmistir. 1947 yılında Mülkiye´yi bitirdikten sonra Emniyet Genel Müdürlügünde 25 Lira maaşla komiser muavini olarak göreve baslamistir. Sonra sırasıyla Ankara ve Tekirdağ Il Maiyet Memurlugu, Kazan Bucak Müdürlügü, Demirköy Kaymakam Vekilligi , Güney, Akcadag, Kızılcahamam ve Altındağ Kaymakamliklarinda bulunmustur(1947-1960). 11 1960 yılında Altındağ Kaymakamı olarak Ankara Vali Muavinligine vekalet etmistir. 27 Mayis 1960 ihtilalinden sonra ise Ilgaz Kaymakamligina tayin edilmistir. 30 Temmuz 1960 da atandigi bu görevden 13 Ekim 1960 tarihinde büyük bir hayal kırıklığı ile istifa ederek ayrılmıştır. 1960-1966 yılları arasında Danıştay Kanun Sözcülügünde, Basyardımcılığında, Anayasa Mahkemesi Raportörlügünde bulunmustur. 1966 yılında cok sevdigi idarecilik meslegine tekrar geri dönmus ve Nevsehir´e vali olarak atanmis ve 54 yaşında resen emekliye sevkedildigi 1980 yılına kadar sırasıyla Antalya, Rize, Mugla ve Tekirdag illerinde valilik yapmıştir. 1980 yılından sonra Gazi Üniversitesinde iki dönem Inkilap Tarihi Dersi vermistir. Kısa süren rahatsızlığının ardından 11.11.1996 yılında Ankara´da evinde tüm ailesi ve sevenlerini arkasinda birakarak, hayata gözlerini kapamistir. Şiirleri 1942 yılından başlayarak Yedigün, Inkilapcı Genclik, Millet, Kaynak, Ülkü, Varlık, Hisar ve Türk Dili Dergilerinde yayımlanmıstır. Eserleri hür iradeli, bağımsız, sosyal güvenlik hakkkına sahip, sağlıklı ve okumuş insan özlemiyle dolu olan Erman ´in şiirleri kendine özgüdür. Erman, tarihi olayları şiirlestirmiş ve destanlastırmıstır. Gerek biçim, gerek içerik bakımından şiirlerini ayırt etmek mümkündür. Şiirlerinin merkezinde insan unsuru vardır. Meslek hayatının ona verdigi sorumlulukla birlikte, Anadolu insanını, onların yaşantılarını, onları anlayıp sevmenin, dertlerine ortak ve çare olmanın sart oldugunu anlamistır. ´´IYI VEYA KÖTÜ, FAKIR VEYA VARLIKLI, HERZAMAN SEVGI VE SAYGIYA VE HOSGÖRÜYE LAYIK OLAN INSANLARIMIZI SIIRLERIMDE BASKÖSEYE OTURTMAM TABII KARSILANMALIDIR´´ demistir. Şiirlerindeki bir diğer özellik de idareci kisiliğine rağmen olaylari tarafsız bir gözlemle yorumlayabilmesi, gerektiginde yanlış bulduğunu rahatlıkla eleştirebilmesidir. Ölüm yıldönümü olan 11 Kasım tarihinde Nüzhet Erman adina , ailesi tarafindan yapilan düzenleme ile, genc sairleri desteklemek,onlarin yazin hayatinda daha görünür olmasini desteklemek amaci ile, her yil NÜZHET ERMAN SIIR ÖDÜLÜ verilmektedir. KITAPLARI: YESIL (1948) A BENIM CANIM EFENDIM (1958) ANADOLU 1970 (1970) GAZI MUSTAFA KEMAL ATATÜRK (1973) HEM HÜRRIYET HEM EKMEK (1974) TÜRK (1990) HALK HAKTIR (1990) HER GÜN YENI DOGARIZ (1996) NASREDDIN HOCA - İPE UN SEREN ADAM (2000) Sanatçı ve saygın bir kişiliğin; Hisar Şairleri’nden Vali Nüzhet Erman’ ın anısını yaşatmak üzere her yıl ERMAN Ailesi tarafından verilen “NÜZHET ERMAN ŞİİR ÖDÜLÜ” nün onbirincisi,Prof. Talat Halman, Doğan Hızlan, Hilmi Yavuz, Mustafa Şerif Onaran ve Filiz Erman Immich’ten oluşan Seçici Kurul tarafından bu yıl Mülkiye’nin 150. kuruluş yıldönümü anısına; 1947 yılında Mülkiye’den mezun olarak Anadolu’daki hizmet yıllarında, ülke insanın gerçeğiyle bütünleşen ve Cumhuriyetimizin coşkulu şairlerinden biri olan Şinasi Özdenoğlu’na verilmiştir. 11.NÜZHET ERMAN ŞİİR ÖDÜLÜ, 9 Kasım 2009 Pazartesi günü saat 18.00’de Ankara’da Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde, Mülkiye’nin 150. kuruluş yılı kutlama etkinlikleri çerçevesinde Birliğimizin düzenlediği törende, konuşmalar ve konserden sonra ödül Erman ailesi tarafından Şinasi Özdenoğlu’na takdim edilmiş ve Mehmet ÖZER’in sunduğu tören kokteylle sona ermiştir. 12 NÜZHET ERMAN ŞİİRLERİ YUNANCA (Z) HARFİ Her Gün Yeni Doğarız << Gölge etme - başka ihsan istemem>> Gelin, kanlarımızdaki bir kaç tutam demiri Dostluk ateşine salip Kızdıralım bir güzel! Sıkıntısı güneş değildi herhalde Diyojen’in << Satmam - taş çatlasa - hürriyeti kulluğa >> Ask ile döve döve hoşgörünün örsünde, Gönül buzlarını kalıp kalıp Kıralım bir güzel. Derken - gerçekçiydi Mevlana Celalettin Öldürülecekti okuyanlar - Yunus’un nefeslerini Ha zerdali cicegi, ha karinca, ha insan! Gelin, karsilarinda elpence divan Ve de agzi acik hayran Duralim bir güzel. Fetvasına göre Ebussuut Efendi’nin Selamlamadı Despotun şapkasını ama ‘Gün yeni, günle gelen rizik da yeni! ‘ Demis, Geyikli Baba, Anadolu ereni. Zaten, bin su kadar yil, Ipek Yolundan Derleye derleye gelmisiz Nevruz ciceklerini. Ok atarken elleri titreyebilirdi Giyom Tel ‘in Yıldız Sarayında oturduğundan kelli Abdülhamid Yasaktır (Yıldız) demek – yıldızları yok bilin Yanlis olani biliyoruz artik! Yalana karnimiz tok! Dogruyu da ögrendigimize göre: Tabani her yer, tavani gökyüzü, Dayanaklari akil,sevgi, iz´an.. Hür ve (ölümsüz) anlamına gelir Yunanca’da (Z) harfi Tez alfabeden (Z) harfini silin İnsan bir yanda – oldum olasıya – hürriyet bir yanda Gelin su köhne, su canim dünyayi sil bastan Kotarip, kuralim bir güzel! Ey duvar oğlu duvarlar – ara yerden çekilin GÜL NİYETİNE OZAN VE ÜNİVERSİTE Güneş demişler güneş olmuş - her sabah açan çiçek İşte Sokrates’in - işte Pir Sultan’ın encamı Ne malum sabahları bir gülün doğmadığı (Diyen - no güzel demiş) << Bir Çiçek >> diye tanımlanır ama -Korkunun ecele faydası varmı Nerden belli güllerin hürriyet olmadığı Gün doğmaz - ay batmaz - anlarım ama Boşuna mı söylenir - toprağına - (ozanların ve yiğitlerin) Ozan ve üniversite Arada bir gül yağdığı Dut yemiş bülbül gibi – susar mı ? Kesin ve güzel olan - insanoğlunun Gül için öldükçe gülsüz kalmadığı 13 MÜLKİYE TÜRK HALK MÜZİĞİ KOROSUNDAN 150. YILA ARMAĞAN Mülkiye Türk Halk Müziği Topluluğu 17 Nisan 2009 tarihinde okulumuz Siyasal Bilgiler Fakültesi Prof. Dr. Aziz Köklü Salonunda vermiş olduğu konser kayıt edilerek 150. Yılın anısına armağan olarak dağıtılmak için çoğaltıldı. “Tarihimizin uzunca bir dönemine tanıklık eden Mülkiye, salt irfan yuvası olma özelliğiyle değil, kültür ve geleneksel değerlerimize yakın duruşuyla da topluma önder rolünü yerine getirmiştir. Bünyesinde 2005 yılında kurduğu Mülkiye Türk Halk Müziği Topluluğu; öz kaynaklarına dayalı, Mülkiye vizyonuna uygun bir duruşla, halkımızın imbiğinden süzülen sevdayı, acıyı ve umudu; ruhuna uygun biçimde seslendirmeye çalışmaktadır. Ebediyete akıp giden Mülkiye eserinin ilk 150. Yılı kutlamaları için, Mülkiye Türk Halk Müziği Topluluğu olarak Mahpusluk türkülerine ses verdik; “Özgür ve Bağımsız Türkiye” sevdamızla… Armağan olsun!..” MÜLKİYE TÜRK HALK MÜZİĞİ TOPLULUĞU 14 150 YILLIK ÖYKÜMÜZÜ MERMERE KAZIDIK nik düşmeyen ve taşın sabrı ile heykeller, Mülkiyelilerin düşlerini okulumuz bahçesinde anlatıyor. Dünümüzü bu güne çağırıp, bu günü yarına taşıyor. Çekiç ve murç darbeleriyle mermere kazınan bu öykü bir sonsuzluk ezgisi olarak yaşamayı sürdürüyor. Heykellerdeki güçlü formlar, dinamizm ve süreklilik bizim 150 yıldır biriktirdiğimiz ve paylaştığımız Mülkiyelilik bilincinin ifadesidir. Heykellerin taşıdığı kararlılık, güç, dayanışma, direngenlik, denge, devinim gibi Mülkiyelilerin özgün duygularını anlatan formlar ve imgelerin sıcaklığı dokunmak isteyeceğimiz kadar sahicidir ve bizim tarihimizin önemli parçalarıdır. Mülkiyelilik yürekleri yelken olan insanların dayanışma bilincidir. Bu bilinç yarınımızı bilimle sanatla eşit ve özgür kılma bilincidir. 150.Yıl etkinlikleri kapsamında düzenlediğimiz “Heykel Sempozyumu”nun gerçekleşmesinde emeği ve katkısı olan; Mülkiyelilerin 150 yıllık öyküsünü taşın dilinden ölümsüzleştiren heykel sanatçıları Ayhan Yılmaz, Nesrin Karacan, Gökhan Ercan, Mustafa Yılmaz’a; Heykeltıraş asistanlarına, Heykel Sempozyumu Çalışma Grubu üyeleri Hümeyra Kutbay ve Semra Erbay’a; Mekteb-i Mülkiye’nin kuruluşunun 150. Yılı nedeniyle Birliğimizin ve okulumuzun birlikte örgütledikleri 150. Yıl etkinlikleri panel, söyleşi, dinleti, konferans, sergi, gösteri, konser gibi etkinliklerle sürüyor. Üyelerimiz, öğrencilerimiz, hocalarımız ve dostlarımızla 150 yıllık bir geçmişi paylaşıyor, bugüne ilişkin sorunlarımızı tartışıyor ve gelecek düşleri kuruyoruz. Şüphesiz ki her etkinliğin tarihimizi güncellemede ve yeniden üretmede kendi dilinden önemli katkıları olmuştur. 150 yıl etkinlikleri kapsamında düzenlenen “Heykel Sempozyumu” ve bu sempozyumun ortaya çıkardığı heykellerin etkinliklerimiz içinde önemli ve ayrıcalıklı bir yeri olduğunun bilincindeyiz. 150 onur yılı heykel sanatçılarımız tarafından taşın dilindeki sonsuzluğa kazınarak ölümsüzleştirilmiştir. Şimdi zamana ye15 150.Yıl Organizasyon Komitesinde yer alan tüm Mülkiyelilere; Çankaya Belediyesi Başkanı Bülent Tanık, Başkan yardımcısı Ali Ulusoy ve belediye çalışanlarına; Ankara Vali Yardımcısı Mustafa Tapsız ve İscehisar Kaymakamı Yaşar Güneş’e; Cemil Sönmez anısına bağış yapan Celal Sönmez’e; Siyasal Bilgiler Fakültesi 84 mezunlarına; SBF-DER’e; Otel Marinem’e Birliğimiz adına teşekkür ederim. Ali ÇOLAK Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı HEYKEL SEMPOZYUMUNA KATILAN SANATÇILAR ÖĞR.GÖR.AYHAN YILMAZ (Tomarza-1965) 1988 yılında Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nü “Birincilik”le bitirdi. 1990 yılında Master Eğitimini, 1994 yılında da Sanatta Yeterlik Tez Çalışmasını tamamladı. Halen, Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nde Öğretim Görevlisi olarak çalışmalarını sürdürmektedir. Eseri: İZ BIRAKANLAR 150. Yıl anısına bir ‘Dikili Taş’ olarak düşündüğüm bu çalışmada, nasıl ki mimaride binanın taşıyıcı sütunları vardır ve bina bu ayaklar üzerinde durur, işte Mülkiye’ yi de böylesine taşıyan ve geçmişten bu güne oluşumuna emek veren, destek veren, bu kültürün oluşmasını sağlayan Mülkiyeliler birer el-parmak figürleriyle sembolize edilmiştir. Bu yapıyı ayakta tutan, mücadeleci ve dayanışmacı ruhun anıtlaşmasıdır. 16 YRD. DOÇ. NESRİN KARACAN 1968 Ankara’da doğdu. 1986 H.Ü G.S.F.Heykel Bölümüne Özel Öğrenci olarak başladı. 1991 H.Ü.G.S.F. Heykel Bölümünden Birincilikle mezun oldu. 1992 H.Ü.Yabancı Dil Hazırlık Sınıfına Devam Etti. 1994 H.Ü.Sosyal Bilimler Enstitüsü Heykel Anasanat Dalında Yüksek Lisansını tamamladı. 1994 H.Ü.Sosyal Bilimler Enstitüsü Heykel Anasanat Dalında Sanatta Yeterlik Programına ve Araştırma Görevlisi olarak çalışmaya başladı. 1998 Sanata Yeterlik Derecesi aldı. 1999 Hacettepe Üniversitesinden ayrıldı. 2000 Mersin Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nde Öğretim Üyesi olarak çalışmaya başladı, halen aynı görevi yürütmektedir. Adres: Fatih mah. 18.sok.Gülhan apt.16-5 Mezitli-Mersin Tel-fax:0324 358 65 70 gsm:0533 221 05 45 nesrinkaracan@yahoo.com Eseri: Çizgisel formlarla elde edilen figürsü elemanlar kompozisyonda dinamizm ve topluluğa işaret eden unsurlardır. Birlik, çokluk ifade eden bu elemanlarla birlikte üç taşın iç mekan oluşturacak şekilde yerleştirilmesi sarmal ve süreklilik ifade eden mekansal bir ifadeye dönüşmektedir. Maket dökümden sunulmuş olup taşa uygulanacak olan kompozisyon biçimi fotoğrafta görüldüğü gibi düşünülmektedir. Tarafımdan sunulan tüm projeler gibi bu projede de mavi renk taşa uygulanacaktır. Dökümde koyu renk olan tüm yüzeyler flamalardan uyarlanacak olan mavi renkle ele alınacaktır. Çalışma için önerilen taşların boyutlarının sağlanabilmesi çalışmanın etkisini belirleyecek unsurdur. 17 GÖKHAN ERCAN · İstanbul 1965 · Mimar Sinan Üniversitesi, Heykel Bölümü 1991 · Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nde 1991–95 “Araştırma Görevlisi” · Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nde 1994 “Yüksek Lisans’ını tamamladı.” · MSÜ – İstanbul Resim ve Heykel Müzesi, Heykel Bölümü’nde 1996–99 “ Okutman “ olarak görev yaptı. Halen Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nde “Öğretim Görevlisi” olarak çalışmakta ve kendi özel atölyesinde sanatsal çalışmalarına devam etmektedir. Eseri: Heykelinde temel unsur “ışık” ve “aydınlık”. Mülkiyeliliği ışıkla simgeliyor. Heykelin tepesinde yer alan parçadaki 15 adet delik sayesinde gün ışığı toprağa ve yağmura kavuşuyor.. Burada Mülkiyelinin Türkiye’yi aydınlatması ve ülkesine katkıları ifade ediliyor.. Resimlerle sempozyum Açılış töreninde İlk çalışmalardan (1-2 günlük) ilerlerken ( 5-6 gün) Sonlara doğru ( 9-10 günlük) bitiş (toplu fotolardan) 18 MUSTAFA YIMAZ 1972 yılında Rize Pazar’da doğdu.1996 yılında Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel bölümüne girdi.2000 yılında aynı bölümden mezun oldu. Atölye çalışmalarına devam etmektedir. Eseri: DENGE Heykel üç parça taş ve çelik halattan oluşuyor. Balta şeklindeki form, keskinliğiyle gücü simgelerken, Mülkiye’yle buluşturma fikrini ve bu şekilde somutlaşıp sanatsal objeye dönüşmesini sağlamıştır. Ortasında aşağıya doğru akan delik; gün doğumunu ve şeffaflığı temsil etmektedir. Çelik halatlar ile gücü yıkmaya, bağlamaya çalışanları, , ayak kısmındaki parça ile Türkiye zemininin ne kadar kaygan olduğunu, bu kayganlığa rağmen sağlam, dik ve dengede durabilmeyi heykel dilinde anlatmaya çalıştım. 19 FOTOĞRAFLARLA SEMPOZYUMUN ÖYKÜSÜ 20 21 22 Birliğimizin 150.Yıl etkinlikleri kapsamında düzenlediği “Heykel Sempozyumu” sona erdi. Sempozyuma katılan heykel sanatçılarının heykelleri 12 Kasım tarihinde okulumuz Prof. Dr. Aziz Köklü salonunda yapılan törenin ardından okulumuzun ön ve arka bahçelerine konukların ve mezun öğrencilerin katılımı ile açıldı. Törene Rektör. Vali yardımcısı Mustafa Tapsız, Dekan Celal Göle ve okulumuz hocaları, Eskişehir Şube başkanı, Çankaya Belediye Başkan yardımcısı Ali Ulusoy, SBF-DER, 86 Mezunları ve basın mensupları katıldı. AÜ. Siyasal Bilgiler Fakülte Dekanı Celal Göle, A.Ü. Rektörü ve Birlik Başkanımız Ali Çolak’ın konuşmalarından sonra okulun bahçesine yerleştirilen heykellerin kurdeleleri birlikte kesilerek tören tamamlandı. Mülkiyelilerin 150. Yıllık öyküleri mermere kazılarak ölümsüzleştirildi 23 4 ARALIK ÇAĞRISI 150. YIL ETKİNLİKLERİMİZİ ANKARA YOLCULUĞUMUZLA TAÇLANDIRIYORUZ İstanbul Şubemiz 3 Aralık Perşembe akşamı İstanbul’dan trenle Ankara’ya hareket edecek. İstanbul, Bursa ve Eskişehir Şubelerimiz 73 yıl önceki yolculuğun anılarına dönerek yolculuğu yeni anılarla zenginleştirecekler. Anılar daha uzun yaşar yolculuklardan. Bizi çağıran yolun kendisi değil, yolun bize armağan ettiği anılardır. Paylaştıkça çoğalacak ve aramızda sarsılmaz bağlar oluşturacaktır. Tren yol aldıkça arkada kalacak, uzaklaşacak İstanbul, Eskişehir. Akarak büyüyen nehirler gibi Bursa ve Eskişehir Şubemizin üyeleri Eskişehir garında katılacak gittikçe büyüyen yürüyüş koluna. Tren her makas değiştirdiğinde Ankara yaklaşacak bize ve bir ülkenin kaderine giden yolun gizemini yeniden duyumsayacağız. Yolculuğa anlamını veren üyelerimizin katılımıdır. Bu birliktelik yolculuktan ötedir çünkü, yol bize benzemektedir. Yolun yolcusundan ayrılma vakti geldiğinde 4 Aralık şafakertesi Ankara Tren Garında karşılayacak, İstanbul’dan, İzmir’den, Bursa’dan, Eskişehir’den, Kayseri’den, Samsun’dan, Adana’dan, Antalya’dan, Mersin’den, Datça’dan ve yurdun dört bir yanından gelen Mülkiyelileri, Ankara’daki Mülkiyeliler… Özlenen ve özleyeni buluşturan Ankara Tren Garı bir tarihe tanıklık edecek, tarihe bir dipnot olarak düşeceğimiz buluşmaya. Güzel bir gün olacak ve saat 14.00’te birlikte Anıtkabir’e gideceğiz, verdiğimiz sözü tutmayı sürdürdüğümüzü söylemeye. Saat 16.30’da okulumuzda tören var. Sevincimiz okulumuzun duvarlarına çarparak çoğalacak ve ait olmanın duygusunu yaşayacağız sessizce. Uzun bir yolculuğun güzel bir gecesi olacak ve 5 Aralık Cumartesi akşamı Ankara Swiss Otel’de “150. Yıl Balosu” bizi şarkılarla, ezgilerle buluşturacak. Bu tarihsel buluşmaya katılımınızı diler tüm Mülkiyelilerin 150. Yılını kutlarım. Ali ÇOLAK Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı KUTLAMA PROGRAMI 3 ARALIK 2009 İSMAİL YILDIRIM RESİM SERGİSİ ÇANKAYA BELEDİYESİ ÇAĞDAŞ SANATLAR MERKEZİ C GALERİSİ 4 ARALIK 2009 SAAT 07.30 ANKARA DIŞINDAN GELEN TREN GARINDA KARŞILANMASI SAAT 14.00 MÜLKİYE’NİN KURULUŞ YILI NEDENİYLE ANITKABİR ZİYARETİ SAAT 16.30 FAKÜLTE’DE 150. YIL KUTLAMA TÖRENİ 5 ARALIK 2009 ANKARA SWİSS OTEL SAAT 19.30 KOKTEYL SAAT 20.00 BALO 24 YETİŞTİK ÇÜNKÜ BİZ... Bir ulusun hayatında bu kadar az sürede bu denli kökten değişiklik pek seyrek gerçekleşir... Bu olağanüstü işleri yapanlar, hiç kuşkusuz kelimenin tam anlamıyla büyük adam niteliğine hak kazanmışlardır. Ve bundan dolayı Türkiye övünebilir. (Eleftherios Venizelos, Yunanistan Başbakanı, 1933) Bir insana ölümünden sonra bu derece sevgi ve yas gösterileri yapılması milletler tarihinde az görülen şeylerdendir.’ (ATHİNAİKA, Atina, 12 Kasım 1938) ‘Atatürk’ün Türkiye’de yaptığını hiçbir tarafta, hiçbir kimse yapmadı: Ne Cavour, ne Cromwel, ne de Washington... Atatürk’ün bulduğunu, hiç kimse bulmadı ve Atatürk’ün yaptığını da hiç kimse yapmadı. İlham ettiği kimselere ve kendi prensiplerine göre yarattığı yeni kuşak, O’nun eserine devam edecektir.’ 1922’de Türk ordularının zaferi neticesi Anadolu’daki emelleri gerçekleşmeyen İngiltere’nin Türk düşmanı olarak bilinen Başbakanı Lıoyd George, Parlamento’da kendisine yöneltilen suçlama ve tenkitleri şöyle cevaplandırmıştır: ‘Arkadaşlar, yüzyıllar nadir olarak dahi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki o büyük dahi çağımızda Türk Milleti’ne nasip oldu. Mustafa Kemâl’in dehasına karşı elden ne gelirdi.’ (Tipos Gazetesi) (D. Lloyd George, İngiltere Başbakanı, 1922) Atatürk öldü. Barış kubbesinin Doğu sütunu yıkıldı. Artık evrende barışı kimse garanti edemez. Nitekim Avrupalı devlet adamları; O’nun 1930’da yaptığı uyarı ve tavsiyeleri dinlememiş ve dünyayı 1939 yılında ikinci büyük savaş felâketinin içine sürüklemişlerdir. (Fransız Gazetesi Sanerwin) Tarih çok büyükler gördü. İskenderler’i, Napolyon’ları, Washington’ları gördü. Fakat yirminci yüzyılda büyüklük rekorunu Atatürk, bu Türk oğlu Türk kırdı. (L’Illustration, Fransa) 25 Sakarya Savaşı, Sakarya Zaferi, yirmi yaşımın en kuvvetli hatırası olmuştur. O zamanlar, kendi kendime diyordum: Acaba ben de ulusumu böylesine seferber edemezmiyim, onun ruhuna kurtarıcı hamleyi, bu dizgin tanımaz ihtirası aşılayamaz mıyım? (Habib BURGİBA, Tunus Devlet Başkanı, 1965) Atatürk, tarihin her devresi için, insanlığın bir mucizesidir. (Suriye) Atatürk’ün ölümü yalnız Türk Milleti için değil, onun örneğine çok muhtaç olan bütün Doğu milletleri için en büyük kayıptır. (ELEYYAM Gazetesi, Şam- 1938) Vatanını muhakkak bir parçalanmaktan kurtararak gemisini güvenilir bir limana götürdükten sonra milletinden bir taht istemedi. O, kelimenin bütün anlamıyla bir insan, eşsiz bir dahi, kahraman bir asker ve siyaset adamı idi. Hayatını milleti’nin mutluluğuna adadı, bu uğurda genç yaşda hayata gözlerini kapadı. İngiliz, Fransız ve İtalyanları Anadolu’dan uzaklaştırıp bizi de yenince,, karşımızda sıradan bir adam bulunmadığını ve O’nun gerçek yaratıcı kudretini kavramaktan uzak kalmış olduğumuzu kabul ettik. (1938) (Elifba Gazetesi, Şam- 1938) (Yorgi PESMAZOĞLU, Yunan Ekonomi Başkanı) Çok, pek çok devrimciler görüldü. Fakat hiçbiri Atatürk’ün cesaret ettiği ve muvaffak olduğu şeyi yapmadı.’ (Messager D’Athenes, Yunanistan Gazetesi, 11 Kasım 1938) Tarih, silinmez harflerle bu devlet adamın ismini hakedecektir. Atatürk bir halk adamıdır. Kırılmaz azmi, keskin zekâsı ve kudreti kendisini yendiği alın yazısının önüne getirmiş, böylece yeni Türkiye’nin yaratıcısı olmuştur. (Yugoslavya, Politika Gazetesi, 11 Kasım 1938) 26 Milletimiz, en büyük Türk’ün karşısında kederli bir saygı ile eğilmektedir. (Romanya) Atatürk, başı dumanlı doruklarda yüce bir dağ tepesidir. Siz O’na yaklaştıkça o yükselir ve aranızdaki mesafe sonsuza değin aynı kalır. Devirlerinde büyük gözüken, zamanla küçülen benzerlerinden farkı budur ve böyle kalacaktır. (Arriba Gazetesi, Portekiz, 1938) Uzun bir yol aşılmış, yüce bir eser ortaya konmuş, bir çok zaferler elde edilmiştir. Bütün bunlar Atatürk’ün eseridir. (Polanya, Kurjer Warzavski Gazetesi) O’nun ölümü, dünya için de derinliği ölçülmez bir kayıptır. O, Türkiye’yi kurmakla bütün dünya uluslarına Müslümanların seslerini duyuracak kudrette olduğunu ispat etti. Kemal Atatürk’ün ölümüyle Müslüman dünyası en büyük kahramanını kaybetmiştir. Atatürk gibi bir önder önlerinde bir ilham kaynağı olarak dikildiği halde Hind Müslümanları bugünkü durumlarına hâlâ razı olacaklar mı? (Sovyetler Birliği ) Adı, Türk Milleti’nin millî kurtuluş savaşında ve Türkiye’nin siyasi alanda yeniden örgütlenmesine gayet sıkı bir surette bağlı olan Kemal Atatürk’ün ölümü gerek Türkiye için, gerekse bütün dostları için derinliği ölçülmez bir kayıptır. (Muhammet Ali Cinnah-Kaidiâzam, Pakistan Cumhurbaşkanı, 1954) Türk Milleti’nin en samimi dostları arasında bulunan Sovyetler, zamanımızın bu örneksiz devlet adamının öneminden dolayı derin bir acı içindedirler. (İzvestia Gazetesi, Moskova, 1938) Atatürk, dünya üzerinde yeni bir devir açmış bir insandır. Ben, O’nun Türk kadınlarına hak vererek ve bir ülkede anayı, yakışır olduğu yüceliğe eriştirerek Batı’ya ders verdiğini nasıl unuturum. (Uluslararası Kadınlar Birliği Delegesi, Prenses Aleksandrina) Romanya’da Atatürk’ün ölüm haberi geldiği gün, bütün okullarda dersler tatil edildi. (Romanya-Rador Ajansı: Bükreş) 27 Harbiye Nazırı ve Budapeşte Belediye Reisi de, askeri binalar ve belediye binaları için aynı kararı almışlar ve Belediye Reisi ayrıca, halkı da siyah bayrak çekmeye dâvet etmiştir. (Namzetti Ujsang Gazetesi, Budapeşte-1938) Dünyanın çok nadir yetiştirdiği dahilerdendir. Dünya tarihinin gidişini değiştirmiştir. (An Nahar, Beyrut) Bizim aslımız rengi uçmuş bir kıvılcım iken, O’nun bakışı ile cihanı kaplayan ve aydınlatan bir güneş haline geldik. Yüzyıldanberi Küçük Asya’nın çıkardığı en büyük lider. (The Japan Chronicle, Kobe) (İkbal, Pakistan Millî Şairi) ‘Hayatının sonuna kadar milleti’nin mutlak güveni ile kurduğu devletin başında muzaffer kumandanının kişiliği, eşi görülmemiş bir karakter örneğidir.’ ‘Atatürk’ün yaptıkları insanoğlunun kolay kolay yapabileceği şeylerden değildir. O; büsbütün başka bir insandı.’ (El-Mısri Gazetesi, Mısır, 11 Kasım 1938) (Comte Carlo Sforza, İtalya Eski Dışişleri Bakanı) Türkler, Atatürk’ü olağanüstü bir tutkunlukla seviyorlar. Bursa’ya giderken trende rast geldiğim bir çocuğa İstanbul veya Ankara’dan hangisini sevdiğini sordum. Çocuk Ankara’yı sevdiğini söyledi. Nedenini sorduğumda: ‘Ankara’da Atatürk bulunduğu için..’ cevabını verdi. (Mısır, El Bela Gazetesi) Yüzyılımızda, ‘olmayacak hiçbir şey yoktur’ şeklindeki tarihi gerçeği isbatlayan ilk adam olmuştur. (Eski Ujsag. Macar.) Budapeşte, 20 (a,a) - Macar ajansı tebliğ ediyor: Başvekil İmredi, Atatürk’ün cenaze törenini yapılacağı 21 Kasım Pazartesi gününü Macaristan’ın millî yas günü sayarak bütün memlekette resmi binalara siyah bayraklar çekilmesini emretmiştir. 28 Üstün iradesi, tükenmez cesareti ve eşsiz seziş ile hasımlarını dize getirdi. Fazilet ve ciddiyeti, üç yılda memleketine yalnız askeri, aynı zamanda tam ve doyurucu bir siyasi zafer kazandırdı. (F. Perrone Di San Martino, İtalyan Yazarı) ‘Atatürk’ün ölümü ile dünya büyük bir liderini kaybetti.’ ‘Atatürk, bir medeniyet kaynağı idi.’ (Gazeta Del Popolo Gazetesi, İtalya, 11 Kasım 1938) (İsviçre) Modern Türkiye’nin yaratıcısı Kemal Atatürk’ün eserleri, memleketi için yaptıkları İsveç’te çok iyi bilinmektedir. Atatürk’ün liderliği altında Türkiye’nin kalkınmasını, fevkâlâde ileri hamlelerini hayranlıkla takibettik. Atatürk’ün, hukuk alanında olduğu gibi, diğer alanlarda da getirdiği reformlarla Türkiye, içinde bulunduğu çok zor durumdan kurtarılıp kuvvetli ve güvenilir temeller üzerine yerleştirilmiştir. (Lozan Üniversitesi salonunda, Lozan Türk Talebe Cemiyeti’nin hazırladığı törende.) ‘Siz Türk gençleri, bugün Büyük Şef’inizi kaybettiğinizden dolayı ne kadar ağlasanız haklısınız. Üniversite, sizin bu büyük yasınıza katılmaktadır. Atatürk’ün bu Büyük Adam’ın hayatını burada az bir vakit içinde bildirmeye imkân yoktur. Bu dâhinin, vatanının tarihinde işgal ettiği parlak sayfaları size hatırlatmak isterim. Türkiye’yi yaratan, tarihimizin bu en Büyük Adam’ın başımı en derin hürmetle eğerek selâmlarım.’ (ERLANDER, İsveç Başbakanı) (Profesör MORRF) ‘Mustafa Kemal Atatürk, kuşkusuz 20. yüzyılda dünya savaşından önce yetişen en büyük devlet adamlarından biri, hiçbir millete nasip olmayan cesur ve büyük bir inkılâpçı olmuştur.’ (Ben Gurion, İsrail Başbakanı, 1963) ‘Atatürk, askeri dehâ ile devlet adamı filozof dehâsını toplamıştır.’ (İspanya) İslam dünyasının büyük insan yetiştirme gücünü yitirdiğini öne sürenler, Atatürk’ü hatırlamalı ve utanmalıdırlar. (Tahran Gazetesi, İran, 1939) Atatürk’ün ölümü dolayısı ile Kraliyet Sarayı Şehinşâhi ve hükümet bir ay resmî yas ilân etmiştir. Majeste Şehinşah, gömme töreninin sonuna kadar İran’da askerî ve resmî binalar üzerinde ve yabancı ülkelerdeki İran temsilciliklerinde bayrakların 29 yarıya indirilmesini emir buyurmuşlardır. Bu irade-i Şehinşahî bugün bütün gazetelerde ilân edilmiştir. ‘Biz Çinliler, hepimiz bu yasa katılıyoruz. Zira büyük bir milletin, çok sevilen Büyük Ata’sının ölümü, yalnız Türkiye için değil, aynı zamanda bizim kıtamızda ve bütün dünyada büyük bir boşluk bırakmaktadır.’ (Tahran) (Çin Basını) Bugün Türkiye, büyük ve yeni bir memlekettir. Ve savaş sonrasının dehşet, sefalet ve bitkinliğinden çıkmış olan bu yeni Türkiye, Atatürk’ün dimağında vücut bulmuştu. O, bu Türkiye’yi kendi elleriyle dünyaya getirdi. ‘Hiç bir ülke, Atatürk’ün Türkiye’sinin gördüğü değişiklikleri bu kadar hızlı bir şekilde görmemiştir. Bugünün Türkiye’sinin tarihi Mustafa Kemal’in tarihidir.’ (Dela Mail Gazetesi) (Dness Gazetesi, Bulgaristan, 11 Kasım 1938) Kadınlar başka hiçbir ülkede bu kadar hızla ilerlememişlerdir. Bir ulusun bu derece değişmesi, tarihte, gerçekten eşi olmayan bir olaydır. Türkiye’nin uluslararası ünü, prestij ve otoritesi durmaksızın yükselmiştir. (İngiliz, Daily Telgraph Gazetesi) Milletine bu kadar az zamanda bu ölçüde hizmet edebilen tek devlet adamı Atatürk’tür. Atatürk, yalnız Türk Milleti’nin değil, özgürlüğü uğruna savaşan bütün milletler önderiydi. O’nun direktifleri altında siz bağımsızlığınıza kavuştunuz. Biz de o yoldan yürüyerek özgürlüğümüze kavuştuk. (Libre Belgique Gazetesi) Bir yenilginin uçurumuna düştüğü halde, ilkin neticesiz sanılan İstiklâl Mücadelesini yapan Türk Milleti, önünde saygıyla eğilmeden bu satırlara son veremez. (Bayan Sucheta KRIPALANI, Hint Parlamento Heyeti Başkanı) Zafer neşesiyle kendinden geçmiş bir diplomasinin kararını ‘hayır’ diyerek yırtmak ve yüzlerine fırlatmak örneğini biz Almanlar, Türklere borçluyuz. Denilebilir ki onsuz, İslâm alemi yolunu bulabilmek için elli yıl daha bekleyecekti. (Fransız, Berthe Georges-Gaulis) (Alman Askeri Dergisi Vissen Und Vehr) ‘Atatürk, yirminci yüzyılın en büyük mucizesidir.’ (National Tidence Gazetesi, Danimarka, 11 Kasım 1938) Benim üzüntüm iki türlüdür; önce böyle büyük bir adamın kaybından dolayı bütün dünya gibi üzgünüm. İkinci üzüntüm ise, bu adamla tanışmak hususundaki şiddetli arzumun gerçekleşmesine artık imkân kalmamış olmasıdır. (Franklin ROOSEVELT, A.B.D. Başkanı) Eğer tarih bir kalbe sahip olsaydı, Mustafa Kemal’i mutlaka kıskanırdı. (Tchang Yang Yee Pan Gazetesi, Çin, 1958) Derleyen Semra Erbay ‘Atatürk, bütün Asya kıtasının Ata’sıdır.’ (Çin) 30 şubelerden izmir şubesi GELENEK BOZULMADI 9 Kasım 2009 Aksami gelenek bozulmadi. Yine ayin ikinci pazartesi aksami Cumbali evde siirperverler bulustu.Hasan Huseyin Korkmazgil gormus gecirmis ellerini nereye koyacagini bilemez halde bir kosede oturmus bizi izliyordu. İlk kez katildigi icin heyecanliydi ya dort yildan beri suren her seferinde yeni mudavimler edinerek buyuyen Siir gecesi camiasi ise ilk olmanin degil ama yaz mevsimini kapayip yeni siir sezonuna yeniden baslamanin heyecanini tasiyordu. Dile kolay dort yil oldu. Baslangicta sadece siirlerimizi okuyorduk. Sarap herhalde vardi. Makineden yükselen muzik de... Sonra siiri bir ogrenme araci olarak kullanmaya karar verdik. Bunun icin akillarimizi birlestirmemiz gerekti tabii. Bir siir komitesi kurduk. Eylemin oldugu yerde teori de hayat buluyor. Daha guzelini yapmayi dusunuyorsunuz. Daha iyi nasil olur daha canli daha yaratici daha siirsel nasil olur? Bunu dusunuyorsunuz. Nihayetinde her siir gecesinde bir sairi konuk etmeye karar verdik. O sairi ve siirini tanitmaya.. Sonra yine siirleirmizi okuyacaktik. Dizelerimizi paylasmayacaksak neden yazalim ki? Ben sahsen bu gecelerde ne cok sey ogrendim. Furug Ferruhzad'la o korkunc siirli korkunc güzel şairle böyle tanistim. Soguk mevsimlerin baslangicina alismayi ondan ogrendim. Sonra 31 Umit Yasar Oguzcan'in siirleirin meger ne guzel olduğunu da o gecelerin birinde ögrendim. Sonra İkinci yeni neymis Edip Cansever siirini kapali carsinin hangi dukkaninda yazarmis yine o gecelerden birinde bir siir talebesinin ders notlarindan dinledim. Cemal Sureya, Enver Gokce, Sylvia Plath, Attila İlhan ... Daha kimler.. kimler konuk oldu cumbali evimizde... Biliyorduk cogunu ya yeniden tanismak gerekiyormus zamani gelince daha bir sevmek ve sindirmke icin . Bunu da ogrendik. Hayyam geldi. Sonra NEyzen Tevfik'i cagirdik... Ne cok seveni varmis bunca yil sonra... Sasirdik ikinci kata sigmayan hayranlarini gorunce... Sonra kadinlarin şiirle iliski uzerine konustuk. Gonul İlhan'in enfes sunumu esliginde kadinlarin siir yazabilme imkan ve imkasnsizligi uzerine tartistik. Ve ne cok sarki soyledik o siir gecelerinde. Pir istanbul şubesi Mülkiyeli sanatçıların resim ve fotoğraflarından oluşan sergi, 150. yıl kutlama programı etkinliklerinden biri idi. Sergi Ankara’dan sonra İstanbul’da 25 Eylül 2009 tarihinde YMM Odasının sergi salonunda Mülkiyeliler ve sanatseverlerle buluştu. Açılış kokteylinde sergide eseri bulunan sanatçılar, hocalarımız ve mezunlar bir aradaydı. 32 TERASIMIZIN AÇILIŞINI YAPTIK 08 Ekim 2009 Perşembe akşamı lokalimizin terasının açılış kokteylinde arkadaşımız A. Hakan Toker’in DJ liği ile geçmiş yılları hatırladığımız bir partiyi gerçekleştirdik. Kalabalık ve coşkulu gece yazın ara verdiğimiz buluşmalara güzel bir başlangıç oldu Yaz döneminde ara verdiğimiz aylık buluşmalarımıza 08 Ekim Perşembe gecesi terasımızın açılışını yaparak başladık. Birçoğumuzun aşkı, sevgiyi, neşeyi, hüznü melodilerinde ve sözlerinde bulduğu, artık hayatımızın fon müziği olmayı başarmış birçok eski ve yeni hitin çıkış seneleriydi unutulmaz 80'ler ve 90'lar. 80'ler ve 90'lar Türk Pop müziğinin gelişme sürecindeki en önemli yıllardı. Füsun Önal'dan Sezen Aksu' ya, Ajda Pekkan' dan Erol Evgin'e pop müziğin duayenlerinin unutulmaz hitlerini çıkardığı, anılarımızın bu şarkılarla hikayeleştiği siyah beyazın renkli olduğu senelerdi. Yurt dışında ise Elvis Presley, Beatles başta olma üzere başka fırtınalar esiyordu. Bizleri bu yıllara geri götürüp, hayatımızın sonuna kadar taşıyacağımız ve hafif bir tebessümle andığımız güzel çocukluk ve gençlik yıllarımızın kokusunu tekrar hatırladık. 33 YAZA VEDA... 3 Ekim akşamı boğazda tekne gezisindeydik. “Yağmur yağarsa, soğuk olursa” diye geziye gelemeyenler çok şey kaçırdı. Erken buluşmanın avantajıyla, yazdan kalma bir havada, güvertede güneşi batırdık. Yemek için hazırlanan kapalı bölümde yemekler biter bitmez yine güvertedeydi herkes. Boğazın ışıl, ışıl gece görüntüsü eşliğinde gece geç saatlere kadar süren gezimiz ile hep birlikte yazı uğurladık. 34 bursa şubesi 35 eskişehir şubesi Mülkiyeliler Birliği Eskişehir Şubesinin düzenlediği Ekim ayı toplantısında “Eğitim ve Laiklik” tartışıldı ve bu konuda çözüm önerileri getirildi. Konu ile ilgili olarak sunumda bulunan Anadolu Üniversitesi öğretim üyesi (eski rektör ve eski YÖK üyesi),1968 mezunu prof. Dr. Engin Ataç özetle: “Ülkemizde Milli Eğitim Politikalarını belirlemekle yükümlü Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri popülist politikalar, kolay yönetim adına laiklik girişimlerini en çok baltalayanların başında gelmektedir. Eğitim sistemi, yıllardır sürdürülen politikalar sonucu tam bir sorun yumağı haline gelmiş, okul öncesi eğitimden üniversite sistemine kadar eğitimin her düzeyi, en temel işlevlerini bile yerine getirmede güçlük içerisine düşürülmüştür. Birey için laik davranış tutum ve düşüncesini yaşamın bir parçası haline dönüştürmede eğitim ve ailenin işlevi tartışılamaz. Laik eğitimin başarısı laik düşünce yapısının ailelerde benimsenmesi ile olanaklıdır. 1950 yıllarından sonra izlenen sosyal-ekonomik politikalar ailelerde laik düşünce yapısı yerine anti laik uygulamalara neden olabilmiştir.Bir ülkede laik eğitim yapısının sürdürülmesi büyük ölçüde yurttaşların genel eğitim düzeyine bağlıdır. Demokratik yaşamın gerektirdiği bilgi, tutum ve becerilerle donatılmış bireylerin oluşturduğu toplumda laik davranışların yaşam biçimi haline gelmesi çok daha kolaydır.” dedi. Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı Ali Çolak ve genel sekreter Yalçın Doğan’ın da katıldığı toplantıda sayın Çolak, Mülkiye’nin kuruluşunun 150.yılı etkinlikleri ve genel merkez binaları hakkında üyelere bilgi verdi. Şube başkanı Necdet Bilgin de bu nevi toplantıların 150. yıldan sonra da devam ettirileceğini söyledi. 36 üyelerden Macır Kızı! Devran, şehirde herkeslerin birbirini çok yakından tanıdığı, yaşanmışlıkların göz önünde ayan beyan yaşandığı günlere dairdir. Küpeli Tahir iliklerine kadar yaşadığı şehri yaşayan bir şahsiyettir. Varlıklıdır. Kendi adının önündeki lakabıyla anılan bir yüzme havuzu, bir banyosu, birkaç konut amaçlı gayrı menkulü, Dicle Nehri yakınında da birkaç bahçesi vardır. Sesi de güzel mi güzeldir Tahir Beyin. O denli alımlı bir sese sahiptir ki, arada bir işyerinin yakınındaki minareye çıkıp o güzel sesi ile ezan dahi okumaktadır. Kırkına yaklaşıncaya kadar hayat böyle sürecektir. Bir gün şehre bir komiser gelir. Zevk û sefaya müpteladır komiser. Bir şekilde Tahir Bey de komiserin keyif verici âlemlerine iştirak eder. İşte tam da o âlem dönemlerinde bir şekilde Küpeli Tahir Beyin yolu “Macır Kızı” ile kesişir. O yıllar Balkan ülkelerinde Türk muhacirler Diyarbakır ve çevresine getirilip yerleştirilmiştir. Macır Kızı da onlardan biridir. Güzel mi güzeldir. Tahir Beyin aklını başından almaya yetmiştir Macır Kızı! Tahir Bey pek de uzun olmayan boyuna rağmen çok şık giyinen biridir. O denli gösterişlidir ki; etrafındakiler onu Kral Faruk’a benzetmektedirler. Hayat ayrı bir minval üzre süredurmaktadır. Günler ayları kovalarken Tahir Beyin kazancı artık Macır Kızının giderlerine ve isteklerine yetmemektedir. Ayrı bir ev açmıştır Macır Kızına. Elinde avucundakileri sırasıyla kaybetmektedir Küpeli Tahir Bey. Önce bahçeler, sonra, evler, akabinde banyo, en sonunda da Küpeli Tahir Beyin soyadı gibi tertemiz olan ve suyu her gün değişen Küpeli Havuzu elden çıkarılacaktır. Sonraki günler Küpeli Tahir Bey için artık ıstıraptır. Elde avuçta bir şeyler kalmayınca Macır Kızı terk etmiştir Küpeli Tahir Beyi. Hayatını sürdürmek için, yaşadığı saray kapı civarının muhtarlığı beraberinde berberlik, sonrasında da şehrin belediyesinde çalışmaktadır. Ama hikâyesi de artık şehirde herkeslerce bilinmektedir. Bir gün belediyedeki odasında çalışırken odaya arkadaşlarından birinin aniden girmesi eski filmin yeniden başa sarılmasına neden olmuştur. “Tahir, koş! Macır Kızı belediyede. Lağımları tıkanmış. Açtırmak için fen dairesinde” deyivermişler. Heyecanla koşar Tahir Bey. Onun kapıdan girdiğini gören Macır Kızı talebinin sonucunu beklemeden hızla kapıdan çıkıp belediyenin merdivenlerinden aşağıya seğirtir. Tahir Bey de peşinden… Tam da merdivenin başında kolundan yakalayıverir Macır Kızını! Ve o esnada çok içten bir yumuşaklıkla bir şarkının nağmeleri dudaklarından dökülür Tahir Beyin! “Bir fincan kahve olsam, Kırk yıl hatırım vardı. Ömrümü ben sana verdim. Dönüp baksan ne vardı!” Dönüp bakmaz Macır Kızı. Ve o gün bu gündür Küpeli Tahir Bey ile Macır Kızının hikâyesi Diyarbekir’de anlatılır durur. Ya da her radyo veya televizyonlardan “Bir Fincan Kahve” şarkısı duyulsa; Tahir Beyle Macır Kızı anımsanır. Şeyhmus DİKEN 37 VÜCUDUN SU İSTEMESİNİN 46 NEDENİ Suyun her zaman yararlı olduğunu biliyorduk da, şimdi onun, niçin doğanın en basit, en etkili, en güvenli ve en "yan etkisiz" mucizevi ilacı olduğunu öğrenmek zamanı… Yeni ve sağlıklı bir yaşama başlamak, şu an ellerinizin arasında tutacağınız bir bardak suda… Çünkü hayatımızın en vazgeçilmez ama bilinçli olarak, öneminin asla farkına varamadığımız birincil ögesi: Su!.. Su / Hasta Değil Susuzsunuz adlı kitapta konuyla ilgili oldukça orijinal ve dikkate alınması gereken tespitler var... Yalnızca canımız istediği zaman su içeriz. Öte yandan, Ay'ın milimetrik birtakım hareketlerinin dünyamızdaki suyu etkilediğini, böylelikle denizlerin yükseldiğini ve alçaldığını coğrafya kitaplarından da biliriz. Durum böyleyken,yani insan evladı da bu dünyanın malzemesinden oluştuğuna göre, vücudumuzdaki su seviyelerinin ne âlemde olduğunu aklımıza bile getirmeyiz. İçinde bulunduğumuz toplumun yeme içme alışkanlıklarının bir eseri olarak, edindiğimiz su içme alışkanlığı bütün hayatımıza egemen olur, örneğin acılı bir yemeğin üzerine iki bardak su içmek rahatlatır, yazın sıcaklarda canımız hep su ister, vesaire… İranlı hekim Batmanghelidj,Su / Hasta Değil Susuzsunuz adlı kitabında hiç de böyle düşünmüyor.. Tüm hastalıkların biricik nedeninin, vücudun susuz kalması olgusuna dayandığını öne sürüyor. Bu öne sürüşünü "binlerce su deneyimi" ile de açıkça ortaya koyuyor. Dr. Batmanghelidj, suyun bilumum hastalıklara iyi geldiğini, insanı iyileştirdiğini "tesadüfen" hapishanede öğrenmiş. Peki, bir hekimin, eğer cezaevi doktoru değilse orada işi nedir? Doktorumuz bir suçlu! Suçu, Şah döneminde rejim karşıtı devrimci örgüt Halkın Mücahitleri'ne yardım ve yataklık yapmak. Mollalar iktidara geldikten sonra da doğal olarak tutuklanıyor ve İran'ın en ünlü işkencehanesi Evin Hapishanesi'ne atılıyor. Malum, bilenler biler (!) hapishaneler yemeiçme, sindirim-boşaltım koşulları açısından bir insanın, özgürlüğüne kavuştuktan sonra bile hayatının sonuna kadar kendini toparlayamayacağı, cezalandırma mekânlarıdır.. Hal böyle olunca, alabildiğine maddi ve manevi işkence gören ve doğru dürüst beslenemeyen insanların ilk başına gelen midelerinin iflas etmesidir. Bir gün koğuşta, hapisliklerden birisi inanılmaz mide sancılarıyla kıvranmaya başlayınca, doktorumuz gayri ihtiyarı olaya müdahale ediyor ve adamcağıza iki bardak su içiriveriyor. Çok geçmeden sancıların dindiğini gözlemliyor. Bu olay, Dr. Batmanghelidj'in, suyun hastalıkların tedavisinde ne denli bir etkisi olduğunu ilk keşfettiği an oluyor. Bundan sonra su çalışmalarını yoğunlaştıran yazarımız, 2,5 yıl içerisinde Evin'in tezgahından geçen yaklaşık 2 bin tutuklu ve hükümlüyü birer iyileştiriyor, yalnızca suyla… Derken, 2,5 yıl kadar sonra tahliye zamanı geldiğinde, hapishane müdürüne ricada bulunuyor, "lütfen beni 1 yıl daha burada tutun, zira araştırmalarımın en önemli evresine girmiş bulunmaktayım ve bu kadar çok hastayı dünyanın hiçbir yerinde, bu koşullarda bulamam…" Böylece, yazarımız 1 yıl daha "gönüllü hapislik" hayatını sürdürüyor, sonra da doğru Amerika'ya… Araştırma ve çalışmaları yıllarca sürüyor ve nihayet bu kitap ortaya çıkıyor. Yazarımız, önsözünde şu anlamlı cümleleri kullanıyor: "Bu kitapta okuyacaklarınız yeni bilgilerdir ve bunlar fizyoloji bilimine yeni açıklamalar getirmektedir. Burada sözü edilen fizyoloji, ilaç üreticilerinin kullandıkları bilim değil, vücuttaki canlı dokularla organların doğal çalışmalarını tanımlayan bilim dalıdır. Bu kitap, bazı önemli sağlık sorunlarıyla bu sorunlarının nedenlerinden ve doğal yöntemlerle tedavilerinden söz etmektedir. Bir sağlık sorununun nedeni ve tedavisi açığa çıktığında, hiç kimsenin anlayamadığı tıbbi terimlere gerek kalmaz. Burada okuyacaklarınız kapsamlı bir klinik ve bilimsel araştırmaya dayanmaktadır. Bu kitaptaki bilgilerini derleyebilmek için, 1950'de Londra'daki St. Mary Üniversite Hastanesi Tıp Fakültesi'nde başlayan tıp eğitimimden sonra 22 yıldan fazla araştırma yaptım, çalıştım ve yazdım. "Bu kitapta, birçok ciddi hastalığın tedavi nedeni olan kronik gizli dehidrasyonun (susuzluğun) fizyolojik etkisi ve metabolik komplikasyonlarından söz edeceğim. Bugün, bunun çağdaş tıbbın en büyük gelişmesi olduğunu inananlar var." Çağımızın bazı sağlık sorunlarından söz eden bu basit sunum, bütün dünyada bilim ve mantığa dayalı tıbba geçiş için bir rehber olacaktır. Elinizdeki kitap, toplumun 38 ivedi çözüm isteyen sorunları için yazılmıştır. Özellikle 15 milyon astımlı çocuğun ailesinin bu hastalığın nedenini ve çocukların yaşamlarını kurtarabilecek basit ve ucuz tedavi yöntemini öğrenmesi çok önemlidir." 26- Su dünyadaki diğer bütün içeceklerden daha kolay bulunabilir ve hiçbir yan etkisi yoktur. 27- Stres, gerginlik ve depresyonun hafiflemesine yardımcı olur. 28- Uykuyu düzenler. 29- Yorgunluğun giderilmesine yardımcı olur ve bize Yazara göre vücudumuz tam 46 nedenle suya ihtiyaç gençliğin enerjisini verir. duyuyor. 30- Cildi yumuşatır ve yaşlılık belirtilerinin azalmasına 1- Hiçbir şey susuz yaşayamaz. yardımcı olur. 2- Göreceli su yetersizliği vücudun bazı fonksiyonlarını 31- Gözlere canlılık ve parlaklık verir. önce bastırır, sonra öldürür. 32- Glokomdan korunmamıza yardım eder. 3- Su temel enerji kaynağıdır, vücudun "nakit akımıdır." 33- Kemik iliğinde kan üretim sistemlerini düzenler, 4- Su vücudun her hücresinde elektriksel ve manyetik lösemi ve lenfoma oluşumunun önlenmesine yardımcı enerji üretir, bize yaşam gücü verir. olur. 5- Hücre yapısındaki maddeleri birbirine bağlayan bir 34- Vücutta enfeksiyon ve kanser hücrelerinin geliştiği yapıştırıcıdır. bölgelerde bağışıklık sistemini güçlendirmek için çok 6- DNA hasarını önler ve onarım mekanizmalarının gereklidir. daha iyi çalışmasına yardımcı olur, böylece üretilen 35- Kanı sulandırır ve dolaşım sırasında pıhtılaşmasını anormal DNA sayısı azalır. önler. 7- Bağışıklık sisteminin (bütün mekanizmalarının) 36- Kadınlarda, adet öncesi ağrıyı ve ateş basmasını merkezi olan kemik iliğinde, bu sistemi kanser de dahil hafifletir. olmak üzere, çeşitli hastalıklara karşı güçlendirir. 37- Kalp atışıyla birlikte kanı sulandırıp dalgalandırarak 8- Bütün besinlerin, vitamin ve minerallerin temel dolaşımdaki katı maddelerin dibe çökmesini engeller. çözücüsüdür. Vücutta besinleri küçük parçalara ayırır, 38- İnsan vücudunda dehidrasyon sırasında sindirimlerinde ve son metobolik aşamalarında görev kullanılabilecek bir su deposu yoktur. Bu nedenle gün yapar. boyunca düzenli olarak su içmemiz gerekir. 9- Besinlere enerji verir ve parçalanan besinler sindirim 39- Dehidrasyon cinsellik hormonunun üretimine sırasında bu enerjiyi vücuda aktarır. Susuz yenen yemeğin engel olur, bu iktidarsızlık ve libido kaybının başlıca vücut için hiçbir enerji değeri yoktur. nedenlerinden biridir. 10- Su, besinlerdeki gerekli öğelerin emilimini artırır. 40- Su içtiğiniz zaman susuzluk ve açlık duygularını 11- Bütün öğelerin vücuda taşınmasına yardımcı olur. ayırt edebilirsiniz. 12- Akciğerlerde oksijen toplayan kırmızı kan 41- Kilo vermenin en iyi yolu su içmektir. Düzenli hücrelerinin çalışma verimini artırır.. aralıklarla su için ve sıkı bir rejim yapmadan zayıflayın. 13- Hücreye ulaşan su, o hücreye oksijen verir ve atık Acıktığınız zaman aşırı yememeli, ama susadığınızda gazları vücuttan atılmaları için akciğerlere taşır. suyunuzu içmelisiniz. 14- Vücudun çeşitli bölgelerinden zehirli atıkları toplar 42- Dehidrasyon doku boşlukları, eklemler, böbrekler, ve atılmaları için karaciğer ya da böbreklere taşır. karaciğer, beyin ve deride zehirli çökeltilerin birikmesine 15- Eklem boşluklarındaki temel yağlayıcı maddedir, yol açar. Su bunları temizler. artrit ve sırt ağrılarının oluşumunun önlenmesinde 43- Su, gebelikte sabah bulantılarını azaltır. yardımcı olur. 44- Zihin ve vücut fonksiyonlarını bütünleştirir.. Karar 16- Omurgadaki diskleri "şok emici su yastıkları" na verme ve hedefleri belirleme yeteneğini artırır. dönüştürür. 45- Yaşlılıkta bellek kaybının önlenmesine yardımcı olur. 17- Bağırsakları en iyi çalıştıran yağlayıcı maddedir, Alzheimer, multiplskleroz, Parkinson ve Lou Gehring kabızlığı önler.. hastalıklarının riskini azaltır. 18- Kalp krizi ve felce karşı koruyucudur. 46- Kafein, alkol ve bazı ilaçlara duyulan bağımlılığın 19- Kalp ve beyin damarlarında pıhtılaşmayı önler. giderilmesine yardımcı olur. 20- Vücudun soğutma (terleme) ve ısıtma (elektrik) sistemleri için vazgeçilmezdir. Bu kitabı ilk okuduğundan bu yana artık "bol sulu bir 21- Düşünme başta olmak üzere, bütün beyin yaşam süren" kitap editörü de ısrarla bu kitabı tavsiye fonksiyonları için bize güç ve elektriksel enerji verir. etmektedir: Çünkü, vücudunuzu, yıllardır, bir "atık ilaç 22- Serotonin ve diğer nörotransmitterlerin (sinir deposu" haline getirmekten bir an evvel kurtarmanız ileticileri) üretimi için vazgeçilmezdir. gerekiyor... 23- Melatonin de dahil olmak üzere, beyinde üretilen bütün hormonların yapımı için gereklidir. Semra Erbay 24- Çocuklarda ve yetişkinlerde dikkat yetersizliği sorununa çözüm getirir. 25- Çalışma verimini artırır ve dikkat aralığını büyütür. 39 mülkiyeli sanatçılar BARIŞ AKAR 1976 yılında ankara’da doğdu. İlköğrenimini 120. Yıl İlkokulu’nda, Ortaokul ve Liseyi Ankara Yahya Kemal Beyatlı Lisesi’nde tamamladı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İşletme Bölümü 2000 yılı mezunudur. 2001 yılından beri Maliye Bakanlığı’nda bulundu. Muhasebat Kontrolörü olarak çalışmaktadır. Fotoğraf sanatına iş yaşamıyla birlikte ilgi duymaya başladı. Denetim ve incelemeler nedeniyle Türkiye’nin birçok ilini görme şansına sahip oldu. Gezdiği ve gördüğü yerlerin kalıcı olmasını istediği için amatörce fotoğraflar çekmeye başladı. Genelde doğa ve insan temalı fotoğraflar çekti. Zaman zaman doğa yürüyüşlerine katılarak gezi fotoğrafçılığı da yapmaktadır. 40 METİN İLYAS AKSOY 05.05.1939 tarihinde Kastamonu’da doğdu. İlkokulu Kastamonu’da, ortaokul ve liseyi Ankara’da okudu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirdi. 1963 yılında mezuniyetini müteakip kaymakam adayı olarak Ankara’da göreve başladı. Dereli, Espiye, Şenkaya ve Ilgın Kaymakamlıklarında bulundu. 1976 yılında Mülkiye Teftiş Kurulu sınavını kazanarak mülkiye müfettişi oldu. 1984 yılında Mülkiye Teftiş Kurulu Başkanlığı görevine başladı. 1985 yılında Erzincan Valiliği’ne atandı. Daha sonra Kayseri ve Samsun Valiliklerinde bulundu. 1997-1998 yılları arasında İçişleri Bakanlığı Müsteşarlığı yaptı. 2003 yılında merkezde görevli bulunduğu sırada kendi isteğiyle emekli oldu. Halen Başbakanlık Kamu Görevlileri Etik Kurulu üyesi olup, üç yıldır bu göreve devam etmektedir. Ayrıca 2001 yılında GRUP S Atölyesi’nde resim çalışmaktadır. 2001-2006 yıllarında çeşitli tarihlerde açılan altı sergide resimleri yer almıştır. Metin İlyas AKSOY suluboya, karakalem, pastel ve akrelik ile resimler yapmakta olup, vahşi doğaya ait çalışmaları daha fazla tercih etmektedir. Halen Atölye A Resim Grubu’nda resim çalışmalarına devam etmektedir. 4 Şubat 2008 tarihinde açılacak olan Mülkiyeli Sanatçılar Sergisi’ne resimleri ile Çankaya Çağdaş Sanatlar Galerisi’nde üçüncü defa katılacaktır. 41 AYŞİN ULUŞAN CEBECİ 1968 yılında doğdum. 1989 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi “Uluslararası İlişkiler” Bölümü’nden mezun oldum. Gazi Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yüksek lisans yaptım. Bir süre Turizm Bakanlığı’nda çalıştım. Halen Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim bölümü’nde yüksek lisans yapmaktayım. Resimlerimde daha çok yağlıboya ve akrilik kullanmaktayım. 42 mülkiyeli şairler SUNU (Düş Ağacı için...) Burada yazdım bu camın kenarında, kurumuş çimenlere, ezilmiş çiçeklere, kedi çişlerine, insan adımlarına bakarak yazdım. Birileri; yazmanın bilgiden uzak, o kutsal anların titrek aklına gönderme yapadursun, aklımı yitirdiğim yerden, perakende işçiliğin düşkün ağırlığıyla yazdım. Yağmur öncesi kararmadan gök, rüzgârı çağıran dalların kırık yerlerinden üç şarkı çıkartıp yazdım. Düş ağacı, it dalaşı ve hafta ortası. Dünya büyüktü. Kocamandı bilmediğim. Duyarlı bir güvenlik ve tanıklık ihtiyacıyla gitmedim kimseye. Adımı etime kazıyıp seçtiğim mahlaslara sakladım ruhumu. Var mıydı? Bilmem ama bedene sığdıramadığım ne ise, ona inandım. Dünya aklıyla inandım. Var mıydı? Bilmem ama aklımı gündeliğe yedirmediğim yerde müthiş rahattım. Dileklerin günahlardan ayrı yürüdüğü bir yaşam yokmuş. Kim anlattıysa bu masalları, acıların zamana yenilen yerlerinden ayrıntı toplayarak kendi masalımı yazdım. Hiç bir şeyi atmadığım için, tercihli bir belediye çöpçüsüne kadro için torpil bile yaptım. Boyacı kutusu Cohen şarkılarına eşlik ediyordu. Fırçanın tersi, süngerin gıcırtısı, cila düş'tü. Şaklabanların, eğleşerek gülenlerin boşa geçen vakitlerine, bir kurna böceği lazımdı. Rutubet örterdi dansı. Bozuk paraların tuz torbalarına yakıştığı dilenci ağzıyla, acının pazarlandığı metinlerin hepsini unutuldukları yerde tekrar yazan bir ebegümeci kuşu olaydım. Ah olaydım. Garip ama Achille Zavatta kaç gün yaşadı o kederle, nasıl güldü, güldürdü ? Ahmet Haşim kayıp bir mezar taşına sevdiği ama bir tek kendine yakıştırdığı kimsesizlik notunu nasıl düşürdü. Bunları bilmeden nasıl yazılırdı acı. Batum'dan gelen vapur göğsümüzden geçmeden. Kimsesizlik nasıl yer yatakları yaptırır öğrenmeden nasıl yazılır. Nisan Özer Aykut « * Resmi tek başına boyadı. Açlık kaç kişilik bir oyundu. Yorgunluk, sıcağı bölüp, tek başına sahibi olmuştu uykunun. Olsun varsındı, suyu bardağa taşıran hararet yeterdi geceye. Gündüzüne bulaşan rakamları, kuponları düşünüp Pazar sabahı sesler duydum dışardan. Balkondan geldiğini düşündüm. Bizim fıstık çamının sahibi kumrular didişiyorlar yine. Sonu sırt sırta varan uykuya hazırlık, cilveleşiyorlar sandımdı. Değilmiş. Yağmurun yapraklara emaneti, nasıl kocaman iniyor damlalar. Açtım perdeleri, pencereyi, çevirdim koltuğu dışarıya, Gökyüzü içindeki safrayı öğürür gibi kesik kesik kararıp kusuyor yağmuru. Şimdi rahatlar derken. Yağmura kansan beyazlık. İlkin küçük küçük sonra çoğalarak sahibi oldu göğün. Ayların en zalimin de kar. İzledim çocukların kaçışını, toplan kaldı arabaların arasında, çığlıkları. Ölülerimizi mezarların da bırakıp döndüğümüz ilk günleri gibi. Yaşlı Laz teyzenin giriş kapsının pervazına kuşlar için bıraktığı Yoğurt kaplan dolmuş, kar taneleri suyun içine düşüp eriyorlardı. Nasıl güzeldi. Nedir suyun üzerinde karın erimesi düşte? Yaşarken ne kadar benzer bir insanın ömrüne? Bunları düşündümdü. Baktım ki bulutlar uzaklaşıyor kuzeye. Mavilik yer açıyor kendine. Durduğu yerin yine sahibi oluyor güneş. Kuş sesleri doldurdu bahçeyi. Neden güneşe söyler kuşlar şarkılarını? Öğrendim-böylece. 43 yerini şaşırmış yerini şaşırmış, oradan oraya kendi kokusunun yatağını, karnında tadı bir kaşıntıdan kurtarılmış küçük bir yara gibi kimsesiz çarşaflara bürüyüp uyanmış bir çocuktum. Yana çevirirlerdi düşümü, korkardım. Kurum kar asıyla ısınıp, çürük tahta kokularıyla gıcırdayan, bir kuzey ranzanın birçok karanlık odasında, oturup bunları yazdım Karantina KALAN NE? Unuttuğun kibritinle yarım bıraktığın sigaranı yakıyorum ardından Dudaklarım bayram yeri Ciğerlerim oyuncakçı dükkanında çocuk yüzü Arefesiz bayram olmazmış Parasız oyuncak alınmazmış Gittin. ……… -Anladım. Çakılıp kalmış göç çocuklarının geldim gittim ruhlarına, gözetleme deliğini kapının bantlayan hiç'e... annemin anne özlemi sütüyle ağbimin gözlerine gözlerine gözlerine gözlerine... Bir yere yetişmiyorum ya, biliyorum çocuklarının şansına çektikleri piyango biletlerinde babaların ağır düşler kuruyorum, bölünmüş ve hayta Ebced ama korunaklı sayıklamalar buluyorum denize atılmış muskalarla kaçmayan balıkların, pir akışkanlığında rüya terini kokluyor elçekmedivanda kedi tekir Uykusu kadife kaşıntı huysuzluğunu cıbıl kuyruğuyla paçalarımda sınıyor hınzır Müstesna üçüncü kişiler kullanıyor iyi niyetimi Kolları sarılmalarda olan rastlantılar tepiyorum öksüzlüğüme Yağmuru beklediğimi saklamıyorum hiç laciverdi, aksayan laciverdi çiçek satan çocuklardan öğrendiğimi de Sürekli işe giden anne sonbahar Kuru bir yaprak gibi içe kıvrılmak bomboş bir eve uyanmak Bir yere yetişmiyorum ya, biliyorum Anne hastalanıyor Ağladığım kadar ıslanıyorum ben de Hiç uyanmıyorum dışıma hiç Böyle başlıyor yağmur içime. ankara tarihi HACI BAYRAM VELİ Bayramilik Tarikatının kurucusu, Türk mutasavvıfı, şair Hacı Bayram Veli’nin asıl adı Numan’dır. 1352 tarihinde Ankara’nın Solfrasol köyünde doğmuştur. Tevhid ( Allahın birliği, inanç ve fikri üzerine kurulmuş olan İslam dini )’in yeni bir yorumlanış biçimi demek olan Bayramilik Tarikatının temel ilkesi Vahdet-i Vücud, ‘varlığın birliği inancıdır.’ Hacı Bayram Veli’nin müritleri ekin ekip biçerek elde ettikleri gelirlerinin fazlasını yoksullara dağıtırlardı, bu yüzden Hacı Bayram Veli çiftçilerin piri olarak da anılır. Tarikata bağlı olanların bir iş ve zanaatla uğraşmalarının zorunlu oluşu ahilikle yakın bir bağ kurmalarını sağlamış Ahiler Bayramilik Tarikatına bağlanarak Anadolu’nun dinsel yaşamında önemli bir rol oynamışlardır. 1430 yılında ölen Hacı Bayram Veli’nin türbesi, adıyla anılan caminin bitişiğindedir. 45 ANKARA KALESİ Kentin adıyla özdeş olan kalenin ne zaman yapıldığına ilişkin kesin bilgiler yoktur. Hititlerin egemenlik alanı içinde olan Ankara’nın bir karakol olarak kullanıldığı düşünülmektedir. Ankara Kalesi tüm ovayı her yönden gözetleme olanağı veren bir yüksekliktedir. Ankara Kalesine ilişkin bilgiler Galatlar dönemine kadar uzanmaktadır. Kale, Roma İmparatoru CARACALLA (İ.S.- 217) tarafından onartılmış, Romalılar Perslerle girdikleri savaşta (260) kale yeniden tahrip olmuştur. Bir uç şehir olması nedeniyle Ankara Kalesi 668 yılında yeniden onartılarak dışkale yaptırılmıştır. 1073’de Selçukluların eline geçen Ankara Kalesi 1101 yılında yeniden Bizansların egemenliğine, 1227’de tekrar Selçukluların eline geçer. I. Alaeddin KEYKUBAD’ın onardığı kale Sultan II. KEYKAVUS döneminde kaleye eklemeler yapılmıştır. 1832’de kale surları İbrahim Paşa tarafından yeniden onartılmıştır. İçkalede bulunan Alaeddin Camisi (1178) en eski Selçuklu yapıtlarındandır. Kale iç ve dış kale olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Kalenin en yüksek yeri olan Kuzeydoğu köşesinde Akkale bulunmaktadır. Akkale’ye halk dilinde Ali Taşı da denmektedir. Kale surları kuzey ve güney doğrultusunda 350 metre doğu bölgesi ise 180 metre uzunluğundadır. Bölgenin ilk yerleşim yeridir. Kente egemen bir yükseklikte bulunmaktadır. Dışkapı ve Hisarkapısı olmak üzere iki büyük kapısı vardır. Dışkapı üzerinde İlhanlılara ait bir kitabe bulunmaktadır. Kaleden Hatip Çayına inen gizli bir geçit vardır. Ankara kalesi arkeolojik eserlerin bilinçsiz korunduğu olduğu önemli bir örnektir. Çeşitli dönemlerde onarılan kale surlarında Roma ve Bizans dönemine ait kaide, sütün, künk, heykel, lahit parçaları, bezeme taş bloklar görmek mümkündür. 17. yy’da yapılmış cami, mescit, çeşme, ambar, köşkleri görmek mümkündür. Yüzyıllardan beri Ankara Kalesi içinde hayat, geçmişin izlerini taşıyarak sırlarını saklayarak devam ediyor ve gece demeden gündüz demeden Kale, Ankara O vasını gözetliyor. 46 47 STANOZ – İSTANOZ – ZİR (YENİKENT) KAZASI: Birinci Dünya Şavaşı’ndan önce, Ankara’nın 30 kilometre batısında yer alan Stanoz’un (Zir) nüfusunun tamamı Ermenilerden oluşuyordu (3142 kişi, 668 hane). Ankara’da yaşayan Ermenilerin büyük bir bölümü gibi Zir vadisine yerleşen Ermeniler de 15. yy’ın başında Kilikya’dan göç etmişlerdi. Yöredeki ikinci büyük göç dalgası 1605’te İran’dan gelen sığınmacılardan oluşuyordu. Tutkulu Hristiyanlar olan Stanozlular, Surp Pırgiç ve Karasun Manug kiliseleriyle bir Protestan ibadethanesine sahiptiler. Kente hakim bir tepede yer alan Surp Pırgiç Kilisesi, özellikle ilkbaharda ziyaret edilen bir haç yeriydi. Kentte yer alan iki eğitim kurumunda 500 öğrenci okumaktaydı. Çok sayıda hanın ve kıraathanenin bulunduğu bölgede bir Pazar yeri ve hamamlar vardı. Kentteki zanaatkarlar, 17. yy’dan beri Ankara keçisinin kılından ürettikleri alpakaya (sofe) yakın bir tür kumaşla ün salmışlardı. Büyük bir olasılıkla bu teknik, bölgeye 17 yy’da İran’dan göç eden sığınmacılarca getirilmişti. Bu uğraştan başka ipekböcekçiliği, halıcılık, işleme, boyama ve dericilik bölgede görülen önemli zanaatlar arasındaydı. Tarım alanında, bağcılık ve meyvecilik başta geliyordu. Avcılığın yanı sıra bölgede manda ve keçi yetiştiriciliği de önemliydi Bağlar, meyve bahçeleri vadi boyunca yamaçlar üzerinde setler (teras) halinde uzarındı. Bugün Stanoz’un geçmişine tanıklık eden birkaç harabe ve mezar taşlarından başka, yörede varlığını günümüze kadar sürdürebilen hiçbir şey kalmamıştır. Mehmet ÖZER 48 konuk yazarlar 86. YILINDA LOZAN ANTLAŞMASI VE TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ Prof. Dr. Ahmet SALTIK* G i r i ş: Türkiye Cumhuriyeti’mizin uluslararası hukuk ve diplomasi alanında onaylanması ve bir tür TAPU SENEDİ olan Lozan Barış Antlaşması’nın üzerinden 86 uzun yıl (?!) geçti. Aslında tarihsel ölçek açısından yeterince uzun bir Antlaşma ömrü sayılmayabilir. Ancak bir başka ölçü daha var dayandığımız : 1. Dünya Paylaşım Savaşı’nın ardından bağıtlanan antlaşmalardan hâlâ yürürlükte olan ender metinlerden Lozan Antlaşması.. Dolayısıyla, hem sağlıklı temellere oturtulmuş olması hem de çok yönlü güç dengelerine dayalı olarak ayakta kalabilmiş olması, Lozan Antlaşması’nın temel nesnel yapısını da açıklıkla ortaya koyuyor.. Başdelege İsmet İnönü’nün ısrarla, bilerek, tasarlayarak, bıktırırcasına, hatta bir psikolojik savaş ögesi olarak kullandığı tekerleme şöyleydi : "Bütün uygar uluslar gibi, özgürlük ve bağımsızlık istiyoruz!" Türkiye Cumhuriyeti, ülkesi ve ulusuyla asla bölünmez bir bütün olarak bugün de aynı haykırışı gökkubbeye yükseltmektedir. Küresel zeminlerde yankılanan tarihsel ulusal ve meşru istencin karşı konulamaz gücüdür ki, Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün en büyük yapıtı Türkiye Cumhuriyeti, tüm emperyaistkapitalist küresel abanma ve kuşatmaya karşın dimdik ayaktadır. Sorunlarımız yok mudur? Elbette vardır.. Dünün düvel-i muazzama’sı günümüz topludurumunda (konjonktüründe) acımasız bağlaşımlarla (ittifaklarla) üzerimize gelmeyi durdurmuş değildir ki! Tarihin karmaşık kulvarlarında dün olaylananlar, nitelik değişimi ile yinelenme eğilimindedirler. Dolayısıyla, sonsuza dek tam bağımsız kalması, çağdaşlaşması, uygarlaşması gereken Türkiye Cumhuriyeti’nin; geçmişten, bilimsel tarih incelemesi yöntemleriyle beklenen “dersleri çıkararak” güne ve geleceğe yönelik çıkarsamalarda bulunması, öngörüler üretmesi, yaşamsal önem ve işlev taşımakta. Yoksa, Tarih baba, ders al(a)mayanlar için hiçacımadan yinele(n)meyi sürdürmekte. Yasası böyle.. Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 yıldız, tarih içinde kurduğumuz Türk devletlerini simgeliyor.. Ya madalyonun öbür yüzündeki çarpıcı gerçek ne? Nerede tarihe karışan (yıktığımız!?) 15 Türk Devleti? 16 ncısı için “yukarısı” ile göksel (ilahi) bir bağışıklık sözleşmemiz mi var ??! Dolayısıyla, 86 yaşına basan Lozan Antlaşması’nı, kat ettiği tarihsel bilinç ve ağır sorumlulukla bir kez daha irdelemek, yeni kuşaklara vazgeçilmez sürgit tarih öğretisi yükümüdür. Lozan’da yükselen özgürlük haykırışı Barış Konferansı, 20 Kasım 1922 Salı günü saat 16.00'da, Lozan’ın Mont Benon Gazinosu'nda toplandı. Tarafsız İsviçre Konfederasyonu’nun Başkanı Habab'ın konuşması ile oturum açıldı. Bir yanda Türkiye; karşı yanda Yunanistan, İngiltere, Fransa İtalya, Japonya ve Sırp-Hırvat-Sloven (sonradan “eski” Yugoslavya) Devleti vardı. Mağrur İngiliz Lordu Kürzon'dan sonra söz alan İsmet Paşa (İnönü), daha ilk andan başlayarak Bağımsızlık ve Egemenlik davasını en yüksek önem ve ısrarla belirtmiş; "Bütün uygar uluslar gibi, özgürlük ve bağımsızlık istiyoruz!" diyerek sesini tüm dünyaya duyurmuştur. Mahmut Soydan, 1929’larda yazdığı makalesi ile günümüze ışık tutmakta : “ Lozan Konferansı, basit bir sorunu çözümle uğraşmıyor. Yeni Türkiye Devleti’nin üçbuçuk yıllık sorunlarını çözümle yetinmiyor. Lozan Konferansı, başlangıcı çok eski olan bir mücadelenin derin aşamalarını tahlil ederek onu olumlu bir sonuca bağlamaya çalışıyor. Kuşku yok ki, karışık bir dengeyi belirgin bir sonuca ulaştırmak kolay değildir. Özellikle karışık hesapların sorumlusu da biz değiliz. Düşmanlarımız, yalnız bize ait hesapları sormak gibi adil, insancıl bir anlayışa sahip olsalardı, sorun iki günde biterdi. Fakat, öyle işe başladılar ki, yüzyılların birikmiş sorunlarını bizden soruyorlar. Bağlaşık (İtilâf) Devletleri olumlu bir sonuca varmak istiyorlarsa, mutlaka eski anlayışlarını terk etmek zorundadırlar. Benim gördüğüme göre varılan zemin, sonuçta barışla sonuçlanacaktır. Bütün ulusça arzuya değer ki barış olsun. Cihanda barışın kurulması hem cihanın çıkarı, hem bizim çıkarımız gereğidir. Herhalde biz, hem kendi çıkarımıza aykırı olan, hem de dünyanın çıkarına uymayan savaşın sürmesine asla yandaş değiliz. Böyle olmadığımızı şimdiye dek çok kezler duyurduk, kanıtladık. Eğer uygarlık dünyası, bizim bu işte ne denli içten olduğumuzu anlarsa, barış için hiçbir engel kalmayacaktır. Fakat, eğer barış isteyenlerin fikri, savaş yandaşlarına baskın gelmezse, bütün iyi niyet ve içtenliğimize karşın biz de bu sonucu yazgı ve zorunlu sayacağız, yazgıya bağlı olacağız ve hiç kuşku duymuyorum, bugünkünden daha verimli sonuçlar alacağız.” (1923, Gazi ve İnkılâp, Milliyet gazetesi, 5-6.12.1929) 49 I. ve II. DÖNEM LOZAN KONFERANSI'NA KATILAN TÜRK TEMSİLCİLER Lozan görüşmelerinde yer alan ulusal kahramanlarımızı tanımak ve anmak vefa borcumuzdur: Gazi Mustafa Kemal, 1 Kasım 1922’de Saltanat’ı kaldırmakla ülkede yönetim birliğini sağlamıştı. Mudanya Ateşkesi (11 Ekim 1922) ve üzerinde güneş batmayan Naum, Baha Bey Basın Danışmanları: Ruşen Eşref Ünaydın, Yahya Kemal Beyatlı Genel Skr. ve Danışmanlar: Reşit Saffet Atabinen. Yazmanlar: Ali Türkgeldi, Mehmet Ali Balin, Cevat Açıkalın, Celal Hazım Arar, Saffet Şav, Süleyman Saip Kıran, Rıfat Bey, Dr. Nihat Reşat Belger, Atıf Esenbel, Sabri Artuç. Mustafa Kemal Paşa, silah arkadaşının bu kezki görkemli hizmetini “tarihi bir başarıyla taçlandırma” olarak tanımladı, İnönü’yü ve çalışma arkadaşlarını kutladı. Yüce Atatürk, Lozan kahramanı İnönü için aşağıdaki anlatımı kayıtlara geçirmiştir : " Lozan Barışı, Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır. Türk ulusu için siyasal bir utku (zafer) oluşturan bu Antlaşma’nın, Osmanlı tarihinde benzeri yoktur. Ulusumuz, bununla gerçekten övünebilir ve Türk Ulusu’nun yüksek bir yapıtı (eseri) olan bu Antlaşma’nın yüksek değerini değerlendirmesi, gençliğin, bunu geçmişte yapılmış antlaşmalarla karşılaştırması gerekir. Bu nedenle, Lozan görüşmelerinde her türlü siyasal imparatorluğun (!) başbakanı Lloyd Georg’un, Anadolu’da aldığı ağır yenilgi yüzünden istifa etmek zorunda kalarak düşmesi ile gerçekçi bir barışın yolu açılmıştı. Lozan Barış Konferansı’na Başdelege olarak, Mustafa Kemal’in tercihiyle, Meclis tarafından İsmet Paşa seçilmişti. İkinci delege olarak Maliye Bakanı Hasan Saka, üçüncü delege olarak da Sağlık Bakanı Dr. Rıza Nur uygun bulunmuştu. Baş temsilci: İsmet İnönü (Dışişleri Bakanı) Temsilciler: Dr. Rıza Nur (Sağlık Bakanı), Hasan Saka (Maliye Bakanı) Danışmanlar: Prof. Dr. Veli Saltık, Münir Ertegün, A. Muhtar Çilli, Zülfü Tigrel, Zekai Apaydın, Mahmut Celal Bayar, Şefik Başman, Seniyettin Başak, Şevket Doğruker, M. Tevfik Bıyıklıoğlu, Tahir Taner, Nusret Metya, Yusuf Hikmet Bayur, Zühtü İnhan, Fuat Ağralı, Mustafa Şeref Özkan, Şükrü Kaya, Hamit Hasancan, Cavit Bey, Hayım mücadelelere göğüs gererek sonucu elde etmede bir zekâ göstermiş olan İsmet Paşa Hazretleri’ni saygı ile anmak görevimdir.” (1927, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, Cilt V, syf. 47) Lozan görüşmelerinde Lord Kürzon ile aralarında geçen bir konuşmayı İnönü şöyle aktarmaktadır : Lord Kürzon : “ Aylardır müzakere ediyoruz. İstediklerimizin hiçbirini alamıyoruz. Biliniz ki, geri çevrilen isteklerimizin hepsini cebimize atıyoruz. Yorgun ve yoksul bir ulussunuz. Ülkeniz yıkık. Yarın, bunları onarmak ve kalkınmak için bizden yardım isteyeceksiniz. -ABD temsilcisini işaret ederek- para bende, bir de O’nda var. O zaman cebimizdekileri çıkarıp birer birer önünüze koyacağız.” (15 Eylül 1980, DTCF, Ankara) İsmet İnönü : “Biz haklıyız. Lozan’da hakkımızı mutlaka alacağız. Bugün biz bunları alalım. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı başlatan Kemal Paşa’nın hedefi, “İSTİKLAL-İ TAMME!” idi. Günümüz Türkçe’siyle TAM BAĞIMSIZLIK! Gazi’nin üzerine titrediği temel, ana erek.. “Bu ise mali bağımsızlıkla gerçekleşebilir. Mali bağımsızlığın korunması için ilk koşul; bütçenin ekonomik bünye ile denk ve uygun olmasıdır. Herhalde Türk yurttaşı kesin olarak bilmelidir ki; bir ulusun insanlık ve uygarlık dünyasında yükselmesi ve başarılı olması yalnız ve ancak kendi gücüne dayanarak özgürlük ve bağımsızlığını dokunulmaz bulundurmasıyla olasıdır. Bunun başka çözüm yolu yoktur..” diye de eklemekteydi. 50 Şayet yarın kapınıza gelirsek, siz de dilediğinizi yaparsınız.” İngiliz Başbakan W. Churchill’in, 2. Büyük Dünya Paylaşım Savaşı’nın ardından İnönü’ye mektubu son derece öğretici ve kıvanç vericidir : “ Tarih, general olarak kazandığınız zaferlerden başka, Türkiye’yi 2. Dünya Savaşı’nın ürkünç (vahim) tehlikeleri içinden nasıl sıyırıp geçirdiğinizi, aynı zamanda Mustafa Kemal tarafından çetin mücadelelerle kurulmuş olan liberal ve gelişmiş hükümeti nasıl koruduğunuzu hayranlıkla yazacaktır. ” Lozan Antlaşması Genel Olarak Ne Getirdi ? Lozan görüşmelerine Osmanlı Devleti’nin de çağrılması bardağı taşıran damla oldu. 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılarak, Lozan görüşmelerinde Türkiye’nin biricik temsilcisi TBMM Hükümeti oldu. İngiliz Muhipleri (Sevenleri) Derneği üyesi, 36. ve son Padişah VI. M. Vahidettin, 15 gün sonra bir İngiliz zırhlısıyla İstanbul’u terketmek zorunda kaldı. Kemal Paşa’nın, 31 Ekim / 1 Kasım 1922 gecesi, Saltanat’ın kaldırılması görüşmeleri sırasında TBMM’de yaptığı tarihsel uyarıda vurguladığı üzere, “600 yüz yıldır Türk ulusunun egemenliğini gaspeden Osmanoğulları” nın Saltanatı böylece son buldu. Uzun ve çetin görüşmelerden sonra 24 Temmuz 1923’te İsmet Paşa tarafından imzalanan Lozan Antlaşması’yla yeni Türkiye Devleti’nin bağımsızlığı, bütün dünya devletlerince kabul edildi, ulusal sınırlar (Misak-ı Milli) onaylandı; ekonomik alanda Osmanlılar döneminden kalma pürüzler temizlenerek kapitülasyonlar kökten kaldırıldı. 13 Ekim 1923’te Ankara devlet merkezi oldu. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilân edilerek, Gazi Mustafa Kemal Paşa ilk Cumhurbaşkanı seçildi. 3 Mart 1924’te artık hiçbir gereği kalmayan, aksine zararlı bir kuruluş durumunu almış bulunan Halifelik de kaldırıldı ve son Halife Abdülmecit’le birlikte Osmanlı hanedanı yurt dışına çıkarıldı. (Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Utkan Kocatürk. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi yayını, 1999, syf. 23) 1914’ten beri süren savaşa son veren Lozan Antlaşması, 143 maddelik asıl antlaşma ile 18 ek belgeden oluşmaktadır. Antlaşma’nın ilk 22 maddesi sınırları saptamaktadır. Trakya sınırı Karaağaç tren istasyonu Türkiye’de kalmak üzere Meriç Talweki olarak kabul edilmiştir. Gökçeada, Bozcaada ve Tavşan adaları dışında kalan adalar Yunanistan’a bırakılıyordu. Ancak bunlardan Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya Limni adalarında bir deniz gücü ve istihkâm yapılmayacaktı. Bu adalardaki asker, yöreden silah altına alınıp eğitilecek askerle sınırlı olacaktı. İtalya’nın 1911-1912’de işgal ettiği ve Quichy Antlaşması ile geri vermeleri gereken Rodos, Onikiada ile Meis adaları onlara bırakılıyordu. Esasında 12 Ada, 1912’de Berlin Antlaşmasıyla Osmanlı Devletince İtalyanlara verilmişti! Suriye sınırı Fransa ile varılan Ankara Antlaşması (1921) ile kabul edildiği gibi kalıyordu. Irak sınırı ise dokuz ay içinde barış yoluyla çizilecek, bu olanaklı olmazsa, konu Milletler Cemiyeti’ne götürülecek, her iki yan da alınacak kararı beklerken herhangi bir askeri girişimde bulunmayacaktı. Hatay, Kemal Paşa’nın ciddi çabaları sonucu 1939’da, gecikerek anayurda katılmış oldu. Lozan Barış Konferansı'nda, yalnız Yunanistan'la bir hesaplaşma ve savaşa son veren bir barış antlaşması yapma söz konusu değildi. Aynı zamanda, I. Dünya Savaşı'nın yenginleri (galipleri) ile hesaplaşma, hukuksal ve siyasal yönden uyuşmazlıkları çözümleme, yüzyıllardan beri süregelen sorunlara çözüm aranmaktaydı. Açıkça, "Doğu Sorunu", emperyalizmin en az 400 yıllık Os Politik (Şark Politikası) planları ekseninde bütün Konferansın ağırlık merkezini oluşturuyordu. Lozan Barış Antlaşması önsözünde, devletlerin bağımsızlık ve egemenliğine saygı gösterilmesi ilkesine yer vermiştir. Bu ilke, yeni Türkiye'nin 1. Dünya Savaşı'nın yenginleri (galipleri) ile eşit koşullar altında, Lozan'da siyasal bir savaşıma (mücadeleye) giriştiğini gösteren bir maddedir. Türk bağımsızlık ve egemenliğinin tanınması bakımından da büyük önem taşır. Lozan Antlaşması, bir önsöz ve beş bölümden oluşan 143 maddedir. Prof. Dr. Seha L. Meray Fransızca özgün metninden Türkçe’ye çevirmiştir. Önsözde yer alan “..devletlerin bağımsızlık ve egemenliğine saygı gösterilmesi ilkesi..” günümüzde de mazlum ülkelerin emperyalistler karşısında dayanabikeceği bir uluslararası hukuk kanıtı olarak görülmektedir. Türkiye, uluslararası diplomaside ısrarla, kendisine insan hakları ve demokrasi dersi vermeye kalkışan, elleri kanlı ve beyinleri-yürekleri kapkara kirli emperyalistlere karşı bu meşru belgeleri başı dik olarak ileri sürmelidir. Lozan Barış Antlaşması, Kurtuluş Savaşı'nın sağladığı, Anadolu halkının yaşamsal haklarını ve emellerini gerçekeştirdiği bir yapıttır. Lozan aynı zamanda, Orta Doğu’nun en önemli bölgesinde, barış ve güvenliği kurmak ve sürdürmekle dünya barışına da hizmet etmiştir. Türkiye Lozan'da genel olarak, son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ında benimsenen Misak-ı Milli'yi gerçekleştirmiştir. İsmet Paşa, TBMM’ndeki Lozan görüşmelerinde yaptığı konuşmasında Lozan Antlaşması’nın uyumlu (mütecanis), yeknesak bir vatan yarattığını, bu vatanın iç yönetimi bakımından ayrıcalıklardan kurtulmuş, özgür bir vatan olduğuna dikkati çekti. Sonuçta 2. Meclis, 14’e karşı 213 oyla Antlaşma’yı onayladı (23 Ağustos 1923). Antlaşma’nın onaylanmasının ardından 15 Eylül’de Karaağaç, 21 ve 22 Eylül’de Bozcaada ve İmroz (Gökçeada) Yunanlılardan teslim alındı. Lozan görüşmeleri neden kesildi ? Konferans, 4 Şubat 1923’te anlaşmazlık yüzünden 51 kesilmişti. Mustafa Kemal Paşa, Konferansın tartışmalarını günü gününe izlemiş, zaman zaman İsmet Paşa’yı yüreklendirici iletiler göndermişti. İsmet Paşa’nın yurda dönüşünde, 18 Şubat 1923’te onunla Eskişehir’de buluştu. Konferans 23 Nisan 1923'te 2. kez toplanarak, 24 Temmuz 1923'te Barış Antlaşması bağıtlanmıştır. Lozan Barışı 8 aylık çetin ve uzun bir görüşme devresinden sonra, Lozan Üniversitesi'nin tören salonunda imzalanmıştır. Lozan'da bağıtlanan belgeler, esas Barış Antlaşması, 18 adet sözleşme, protokol, bildirge ile bir de son senetten oluşur. Lozan'da benimsenen bu belgelerle yalnızca bir barış antlaşması yapılmamış; aynı zamanda Türkiye ile Batı devletlerinin siyasal, hukuksal, ekonomik ve sosyal ilişkileri köktenci biçimde yeni baştan düzenlenmiştir. 20 Kasım 1922’de başlayan zorlu görüşmelerin 4 Şubat 1923’te tıkanmasının arka planında, hemen hemen hiçbir klasik tarih kaynakçasında yer almayan çok çarpıcı bir gelişme daha vardır! Bu tıkanmanın perde arkasındaki asıl gerekçe, aşağıdadır Yıl 1922, “Açıktır ki, dünya 50 veya 60 bağımsız devlete bölünmüş olarak kaldığı sürece insanlık için barış ve gönenç olmayacak ve yine açık olarak, eğer her ulusun kendini güvene almak için girişmekte olduğu diplomatik savaşımı bitirecek bir uluslararası sistem oluşturulmazsa, geri kalmış insanların uygarlaşmasında ve kendi kendilerini yönetmeleri konusunda süreklilik gösteren bir ilerleme olmayacak. Bugünün gerçek sorunu, tek dünya devleti sorunudur.” (Foreign Affairs, CFR, sayı 2, Aralık 1922, The Shadows of Power, The CFR and the American Decline, p. 11, James Perloff, 1988, Appleton, Wisconsin, USA, ISBN : 0-88279134-6) Dikkat; Yıl 1922! Buyruk büyük yerden, emperyalizmin ağababalarından, Elit’ten gelmiştir.. “TEK DÜNYA DEVLETİ” hedefi açıkça belgelenmiştir. Savaş meydanlarında toprağa, Çanakkale’de denize gömülen emperyalizm, masada son satrancını oynamaktadır. Zaten allanıp pullanan, saygın (!) bir anlam yüklenmeye çalışılan “diplomasi” sözcüğü de köken olarak “diplo” (çift, iki) ve “macia” (maske, yüz) sözcüklerinin birleştirilmesiyle türetilmemiş midir? Oysa yiğit asker İsmet Paşa, Lozan’a yengin (galip) devlet olarak katılmakta ve ortamdaki çarpık psikolojinin katı ve acımasız dayatmacılığını, -hiç “diplomatik” (!) deneyimi olmamasına karşın- aşmaya çabalamaktadır. Kahredici bir kuşatma sergilenmektedir. Çelikten bir istenç (irade), taşları çatlatan sabır ve olağanüstü diplomatik (!) ustalık gerekmektedir. İnönü, Gazi’ye Lozan’dan yazdığı bir mektupta, “Velinimetim Efendim!” diye başlamakta ve “..beni görseniz tanıyamayacaksınız.. birkaç ayda saçlarım bembeyaz oldu..” diye sürdürmektedir. Bu küçük (?) ayrıntılar, sürecin ne denli zorlu olduğunu belgelemektedir. Mustafa Kemal Paşa emperyalist Batı’nın kurgusunu kavramış, iletisini almıştır. İşte tam da bu araya, Lozan görüşmelerinin kesildiği araya bir Ulusal İktisat Kongresi zamanlar. İzmir özellikle seçilir.. O zamanın olanaksızlıkları ve nüfusun azlığı, hastalığı, genç-yetişkin-erkek-eğitimli-subay nüfusun savaşlarda kırılmasına karşın “kılıç artıkları”ndan 1150’yi aşkın temsilci (delege) 15 gün boyunca toplanır, çözüm üretir.. İleti Batı emperyalizminedir (günümüzün ABD-AB bağlaşıklığına!) : Türkiye, siz masa başında engelleseniz de İKTİSADEN de varolacaktır! Batı emperalizmi iletiyi alır.. “Deli Kemal” pes etmeyecektir. En iyisi uzlaşmaktır.. Lozan görüşmeleri -çaresiz- İtilaf Devletleri’nin çağrısıyla yeniden başlatılır. Emperyalizm pek yamandır.. Anadolu coğrafyasında milyonlarca cana mal olan tarihin en kanlı kurtuluş savaşı, Lozan’da masa başında diplomasi oyunlarıyla boğulmak istenmektedir. Atatürk’ün laik hukuk devriminin başka bir sonucu da, Lozan Antlaşması gereğince, Hıristiyan (Ermeni ve Rum) ve Musevi (Yahudiler) azınlıklara tanınmış olan hukuksal ayrıcalıkların gereksiz duruma gelmesidir. Nitekim müslüman olmayan cemaatlar, hükümete başvurarak, yeni Yurttaşlar Yasası kurallarına bağlı olmak istediler. Bu yolla Türkiye Cumhuriyeti’nde, yurttaşlararası ilişkilerde din, mezhep, etnik köken vs. ayrı hukuksal düzenlemelerin yerini, tek laik hukuk sistemi ve onun evrensel yasaları aldı. Artık yabancı devletlerin; Musevi ve Hıristiyan azınlıkların haklarını korumak gerekçesi ile, yüzyıllardan beri içişlerimize yaptıkları karışmaların da kapıları kapanmıştır. Lozan Antlaşması’nda Azınlıklar : Birinci Dünya Paylaşım Savaşı'na son veren barış antlaşmalarında azınlıkların korunmasına ilişkin kurallar vardır. Lozan Antlaşması'nın bu konuyla ilgili düzenlemeleri incelendiğinde, azınlıklar bir ayrıcalığa sahip olmamışlardır. Türk uyruğundan sayılan gayri müslimlerin yasa ve hukuk düzeni önünde eşitliği sağlanmıştır. Antlaşma’nın 42. maddesi ile müslüman olmayan azınlıklar yararına kabul edilen kişisel haklar ile aile hakları, Yurttaşlar Yasamızın (Medeni Yasa) 17.02.1926’da yürürlüğe girmesi ile önem ve anlamını yitirmiştir. Böylece Patrikhaneler salt ruhani işlevli kalmış; Dünya işlerinde ve azınlıkların kişisel işlemlerinde hiçbir yetkileri kalmamıştır (Laiklik!). Lozan Antlaşması’nda Kapitülasyonlar: Kapitülasyonlar; dar ve teknik anlamda hukuksal (adli), akçalı (parasal, mali) ve yönetsel vb. alanlarda yabancılara tanınan ayrıcalık ve bağışıklıklardır. Sözcük anlamı ise “başından bağlama” demektir. Etimolojik 52 olarak Latince “Capita” sözcüğü kökenlidir. Ekler alarak türetilmiş son biçimiyle Kapitülasyon, “kafasından yakalama” anlamındadır. Daha açık bir anlatımla, bir köpek balığının kurbanını başından yakalaması ile emperyalistlerin bir ülkeyi kapitülasyonlara bağlaması arasında sonuç bakımından fark yoktur. Sonuç ölümdür! Yüce Atatürk, bu iğrenç retorik tuzağın ayırdındadır ve aynı retorik ustalıkla yanıt vermektedir : “ Bizi yutmak isteyen kapitalizme ve bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşıt bir doğrultuda hareket etmiş, ..emeğiyle geçinen zavallı bir halk olmanın gerektirdiği bir yapılanmayı hedefliyoruz..” (Bu Kemalist “yapılanma” gerçekte kurulabilseydi, Türkiye günümüzde emperyalizme maşa ve neredeyse “2/3 postmodern sömürge” olmazdı!) Latince “Capita” (baş) sözcüğünden türetimli “Kapitalizm”, sermayesine verdiği sınırsız değeri, “baş” anlamına gelen bir sözcükten türeterek ortaya koymaktadır. Dolayısıyla eşsiz dahi Gazi Mustafa Kemal Paşa, yukarıdaki tarihsel değerlendirmesinde “kapitalizm” in amacının “bizi yutmak” olduğunu bilerek, sözcüklerini seçerek aktarmaktadır. Kapitalizm “kapitülasyon” larla bizi “yutmak”, emperyalizm ise “mahvetmek” istemektedir. Bu dün böyleydi, bu gün de böyledir! Yarın ?? Gazi’nin öngörüsüne göre “..sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yokolacak...” tır. Lozan Antlaşması’nın 28. maddesiyle, kapitülasyonlar bütün sonuçları ile birlikte kaldırılmış ve yeni Türkiye, yüzyıllardan beri çekilen bir beladan sonsuza dek kurtulmuştur. Lozan görüşmelerinde Gazi’nin, İnönü’ye mutlak buyrumlarından (direktif) biri, kapitülasyonların kesin reddidir. rehini bulunan beş milyon altın ve savaş yıllarında İngiltere'ye sipariş edilen donanma bedeli de kendi ellerinde bulunduğundan, bizlere geri verilmemiş ve savaş onarımı karşılığı el konmuştur. 1. Dünya Paylaşım Savaşı'na giren yenilen devletlere ciddi akçalı yük olan bu beladan, geleceğe bir borç bırakılmadan, yalnızca fiilen elimizde olmayan tutar karşılık gösterilerek, büyük bir başarı ile sıyrılınmıştır. 115 milyon, yineleyelim, 1954’e dek çeyrek yy. ödenmiştir. Türkiye, Yunanistan'ın savaşın sürmesinden ve bunun sonuçlarından doğan yoksulluğunu dikkate alarak, savaş onarımı konusunda her türlü istemlerinden, Venizelos’un önerisiyle Karaağaç ve çevresinin (4 x 2 = 8 km2) Türkiye’ye bırakılması koşulu ile vazgeçmiştir. Lozan Antlaşması’nda Boğazlar Sorunu: Lozan'da bağıtlanan en önemli belgelerden biri de, Türk Boğazları’nın durumu ile ilgili sözleşmedir. Boğazlar sorunu, madde 23‘te genel olarak yer almış, Barış Antlaşması'na ek Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile ayrıca ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Boğazlardan serbest geçişi, Boğazlar Komisyonu’nun kurulmasını, Boğazların ve çevresinin askersiz duruma getirilmesini hedefleyen ve Milletler Cemiyeti'nin de güvencesini sağlayan kuralları içeren bu Sözleşme, 1936'da Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile değiştirilmiştir. Ulusal egemenliği sınırlayıcı Kurullar kaldırılmış, ulusal çıkarlarımıza uygun duruma getirilmiştir. Atatürk, Montrö’yü bir bayram günü olarak nitelemiştir. Şu sözler, Montrö Sözleşmesi’nin bağıtlandığı günün gecesi (18/19 Temmuz 1936) Yüce Atatürk tarafından yazdırılmıştır : “ Bugün bayram günüdür; sevinç günüdür. Niçin bilir misiniz, ey sevgili yurttaşlar? Çünkü Lozan, Montrö’de taçlandırılmıştır. Lozan tamdır ve tamlığını sürekli tarihte okutacaktır. Fakat, onu rahatsız eden ufak bir şey, Boğazlar vardı. İşte o Montrö’de çözümlenmiştir. Eğer Türk yüksek duyarlığı bununla ilişkiliyse, mutlak sevinmektedir, seviniyor ve sevinmelidir.” (1936, Cevat Abbas Gürer, Cumhuriyet gazetesi, 10.11.1941) Lozan Antlaşması’nda Savaş Giderimleri : 1854'ten başlayarak 1. Dünya Savaşı sonuna dek büyüyen Osmanlı kamu borçları, 1. Dünya Paylaşım Savaşı'nda alınanlarla birlikte, büyük bir toplam oluşturuyordu. Sene tertipleri üzerinde borcun taksimi yerine, sermaye üzerinden borcun taksimi ile asıl borç toplamı oldukça azaltılmıştır. Öbür yandan bu borçlar, Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrılan devletlere de gelirle orantılı olarak bölünmüştür. Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu’nun Almanya, Avusturya, Macaristan ve Bulgaristan'a olan borçları, bu devletlerle de yapılan antlaşmalarla 1. Dünya Paylaşım Savaşı'nın yenenlerine devredilmiştir. Osmanlı kamu borçlarının, özellikle faizlerin öbür çetin aşaması da, hangi para birimi ile ödeneceği sorununda kendini göstermiştir. Karşı yan, altın veya Sterlin olarak ödeme istemiştir. Türkiye, Türk parası ve Fransız Frangı olarak ödemeyi önermiş, aradaki farkın çok büyük tutarlara varmasına karşın, burada da görüşümüz kabul edilmiştir. 1929-1954 arası 25 yıl borç ödenmiştir.. 1. Dünya Savaşı'nın yenginleri (galipleri), TBMM hükümetinden Savaş nedeniyle ödence (tazminat, giderim) istediler. Buna ek olarak, -hiç utanmadan- işgal giderlerini (!?), kendi uyruklarının zarar ve yitiklerini de eklemişlerdir! Savaş içinde Almanya'dan borç karşılığı Lozan Antlaşması’nda Nüfus Değişimi (Mübadele): Lozan'da çözümlenen bir başka önemli sorun da, İstanbul'da yaşayan Rumlarla Batı Trakya'da yaşayan Türkler dışında, Türkiye'deki bütün Rumlarla Yunanistan'daki Türklerin değiştirileceğini öngören sözleşmenin, Barış Antlaşması'na ek olarak konmasıdır. Böylece 1 milyon 250 bin Rum Yunanistan’a göçerken, yarım milyon Türk de Türkiye’ye göç etmiştir. Bu rakamlar, dönemin çok sınırlı olanaklarıyla gerçekten dev rakamlardır ve yoksul, yıkık Türkiye, yarım milyon soydaşını yerleştirerek toprak, konut, iş edinmesini büyük özverilerle sağlayabilmiştir. 53 var olduğunu bir kez daha kanıtlayacak harikalar gösteriyor. İşte o harikaların doğal sonucu olarak Lozan Konferansı’na davet olunuyoruz. Fakat Efendiler, esasen bizden sorulacak hiçbir hesap yoktur. Geçmişe ilişkin hataların gerçek sorumlusu biz değiliz; Türk ulusu değildir. Bu böyle olmakla birlikte Dünya ile karşı karşıya gelmek bize düşüyor. Ulus ve ülkeyi gerçek bağımsızlık ve egemenliğine sahip kılmak için çalışmak yükümü bizim üzerimizde kalıyor. Lozan’da henüz hiçbir olumlu sonuç yoktur. Fakat, bu olumlu sonuç mutlaka olacaktır. Ulus, varlığı için, egemenliği için mutlaka elde etmeye zorunlu olduğu esasları Misak-ı Millî olarak belirgin biçimde tüm dünyaya ilan etti. Misak-ı Millî’nin anlamını bütün cihan onaylamaya zorunludur ki, Türkiye gücüyle, süngüsüyle ve bütün zorunluluğuyla bunu elde etmiştir. Arta kalan şey, maddeten elde edilmiş olan bu şeyin Konferansta, salonda, masada, nerede olursa olsun usulen ve resmen onaylanmasından ve ifadesinden başka bir şey değildir. Bu sonuç er geç, mutlaka elde edilecektir! Bütün isteklerimiz haktan ibarettir. Bu hak, en doğal ve en açık haklardandır. Hukukumuz bu denli açık olduktan başka, bu hukuku mutlaka korumak için kudretimiz de vardır, kuvvetimiz de yeterlidir.” (1923, Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet Gazetesi, 26.12.1929) Lozan Antlaşması’nda Musul-Kerkük Sorunu: İngiltere ve Türkiye’nin büyük önem verdikleri MusulKerkük sorunu kuliste çözümlenemedi. Resmi toplantıda Türk delegesi; etnik, coğrafyasal, tarihsal ve siyasal gerekçelere dayanarak Musul bölgesinin geri verilmesini, bunun için de halk oylamasına başvurulmasını istedi. Kürzon ise, halkoylamasını kabul etmedi. Hakeme başvurulmasını, bu kabul edilmezse Milletler Cemiyeti’nin müdahalesini isteyeceğini belirtti ve bağlaşıklarınca (müttefiklerince) desteklendi. İngitere’nin kışkırtmasıyla 1925’te çıkan Şeyh Sait kalkışması (isyanı), Musul-Kerkük’ün geri alınamamasında, çıkartılma amacına uygun olarak belirleyici oldu. Lozan Antlaşması ve Yunanistan: Lozan, Yunanistan’ın Anadolu serüvenini noktalamıştır. Büyük düşlerin çekimi ve emperyalist devletlerin itkisiyle, başedebileceğinden çok daha ağır bir Ege yayılmacılığına girişen Yunanistan, Anadolu felaketiyle çok ciddi bir darbe yemiş, yıllarca süren siyasal dengesizlikler içinde kalmıştır. Anadolu’dan gelen 1.25 milyon Rum ile sosyal ve ekonomik sıkıntısı daha da büyümüştür. Ciddi yenilgiyle sonuçlanan Anadolu serüveninin başka bir sonucu da, Megali İdea -Büyük Yunanistan- düşleri, ne yazık ki sonsuza dek değil, bir süre için Yunan politikacıların gündeminden düşmüştür.. Komşumuz, emperyalist kışkırtmalara, maşa rolüne artık kendini indirgememelidir. “ Lozan Konferansı düne ve bugüne ilişkin, üç beş yıla ilişkin hesapların sonuca bağlanmasıyla uğraşmakta değildir. Belki, üç, dört yüz yıllık birikmiş ve yoğunlaşmış hesapların görülmesiyle meşguldür. Onun için bu denli derin, bu denli karışık, bu denli kirli hesapların az zamanda içinden çıkmak kolay değildir.” (1923, Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soydan, Milliyet Gazetesi, 24.12.1929) Stratejik Müttefik ABD (!) ve Lozan Antlaşması : Türk Ulusu, Küllerinden Yeniden Doğdu : Türk temsilciler, görüşmelerin başından beri eşitsiz (dezavantajlı) durumdadır. Diplomatik deneyimleri pek az, haber kaynakları çok sınırlı, yabancı dil bilgileri de sınırlıdır. Üstelik Lozan-Ankara haberleşmesi de Gizli Servis’in denetimi altındadır. Müttefik kuvvetlerin Boğazlardaki askeri varlığı ağırlığını duyumsatmaktadır. Yoğun bir Ermeni, Rum propagandası Avrupa ve özellikle İsviçre basınını etkisi altına alma çabası içindedir. Müttefikler aralarında görüş birliği sağlamıştır. Siyasal konularda İngiltere’nin, akçalı konularda Fransa’nın, hukuksal konularda İtalya’nın görüşmeleri yönetmesi benimsenmiştir. Ayrıca Balkan devletleri de “büyüklerin” arkasında destekleyici bir kümelenme oluşturmuşlardır. Temsilcilerimiz içinde hiç Petrol mühendisimiz yoktur örneğin. Ya karşı tarafta?? Irak sınırı nasıl da ustalıkla adeta bir “demarkasyon hattı” gibi petrolü ayırmıştır?? ABD Konferans’a, gözlemci olarak katıldığından, belgeye imza koymadı. Aslında TBMM Hükümeti Konferans’ta ABD’nin desteğini sağlamak için oldukça çaba göstermişti. Bu bağlamda, Lozan görüşmelerine ara verildiği dönemde 9 Nisan 1923 günü ABD’nin Chester Projesi (Doğu Anadolu Demiryoları Projesi) TBMM hükümetince kabul edilmişti. Ancak, Türkiye’nin tüm iyi niyetli çabalarına karşın, ABD Senatosu Lozan Barış Antlaşması’nı reddetti. Çünkü Kurtuluş Savaşımız sırasında Yunanistan’ın yanında yer alan ABD Parlamentosu, kapitülasyonları temelli ortadan kaldıran ve Büyük Ermenistan düşlerini yıkan TBMM Hükümeti’ni içine sindirememişti. (Fizan’dan Lozan’a, Ş. Osman Aras ve “İsmet İnönü ve Lozan Barış Konferansı” İlhan Turan, İnönü Vakfı, Nisan 2003) M. Soydan’ın Gazi Paşa’dan aktardığı aşağıdaki dizeler çok düşündürücü ve ders vericidir : “Ölmüş sanılan ulus, mahvolmuş sanılan bu ülke, yeniden bütün yaşama yeteneğini gösterebilecek bir durum alıyor. Bütün kadınlarıyla, erkekleriyle, yaşlılarıyla el ele vererek kendisinin cihanda ABD Senatosu’nda yapılan, aşağıya çıkarılan konuşma, 82 yıl sonra yorumsuz olarak sunulmaktadır : “Antlaşma Timurlenk kadar hunhar, Korkunç İvan kadar 54 sefih ve kafataslarından yaptığı piramidin üstünde oturan Cengiz Han kadar kepaze olan bir diktatörün zekice yürüttüğü politikasının bir toplamıdır. Bu canavar, savaştan bıkmış bir dünyaya bütün uygar uluslara onursuzluk getiren bir diplomatik antlaşmayı kabul ettirmiştir.” (ABD Tems. Mec. Üyesi Upshow, 18.01.1927) etmesi gereken gençliğin, bunu geçmişte yapılmış antlaşmalarla kıyaslaması gerekir. » (26.07.1927, Dolmabahçe Sarayı, Lozan Barış Antlaşması Hakkında) “ Saygıdeğer Efendiler: Lozan Barış Antlaşması’nın içine aldığı esasları, öbür barış teklifleriyle daha çok karşılaştırmaya gerek olmadığı kanısındayım. Lozan Barış Antlaşması, Türk Ulusu’na yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşmasıyla tamamlandığı sanılmış büyük bir suikastin yıkılışını anlatan bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri bulunmayan bir siyasal utku eseridir! ” Atatürk’e Göre Lozan Antlaşması: Gazi Mustafa Kemal Paşa, Lozan görüşmelerinin her aşamasını izlemiş ve gerektiğinde devreye girerek Türk çıkarlarına uygun bir barışın bağıtlanmasını sağlamıştır. Gazi Mustafa Kemal Paşa, Söylev’inde Sevr ve Lozan’ın değerlendirilmesine geniş yer verir : “İtilaf devletlerinin Türkiye'ye uygulamak istedikleri koşullarla, ulusal eylem sonunda elde ettiğimiz sonuç arasındaki farkı açıkça belirtmek için, Sevr ve Lozan arasında bir karşılaştırma yapmak yararlı olacaktır : Ülke sınırları açısından Sevr, Trakya sınırımızı Çatalca yakınından geçiriyorken, Lozan'da Meriç ırmağı sınır oldu. Sevr'e göre İzmir bölgesinde Türkiye egemenlik hakkının kullanılmasını Yunanistan'a bırakacak, bölge meclisi de beş yıl sonunda İzmir bölgesini Yunanistan'a katabilecekti. Lozan'da böyle birşeyin sözü bile edilmemiştir.” “Suriye sınırı, Sevr'e göre Karataş burnundan başlayarak Osmaniye, Gaziantep, Urfa ve Mardin'in epey kuzeyinden geçiyordu. Lozan'da, 20 Ekim 1921 günlü Ankara Antlaşması'ndaki gibi kaldı. Sevr, Kafkasya'da Türk Ermeni sınırının saptanmasını ABD Başkanı Wilson'a bırakmış, O da Giresun'un doğusundan, Erzincan'ın batı ve güneyinden Bitlis ve Van Gölü güneyine giden çizgiyi sınır olarak göstermişti. Lozan'da bu sorun ortadan kalkmıştır. Sevr, Boğazlarda asker bulundurma ve askeri harekatlar yapma yetkisini yalnız İtilaf Devletlerine tanıyordu. Lozan'a göre hiçbir yerde İtilaf Devletlerinin işgal güçleri kalmadı.” “Sevr, Fırat'ın doğusunda ve Ermenistan, Suriye ve Irak arasında bir özerk Kürt bölgesi öngörüyordu. Lozan'da elbette söz konusu edilmemiştir. Sevr, Fransa ve İtalya'ya sömürü bölgeleri tanımaktaydı. Lozan'da söz konusu bile edilmemiştir. Sevr, Antlaşma doğru uygulanmazsa İstanbul'un bile bizden alınmasını kabul ediyordu. Lozan'da böyle bir şey söz konusu değildir. Sevr, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya hatta Ermenistan ve Yunanistan'a yargısal, ekonomik ve akçalı kapitülasyonlar tanıyorken, Lozan bu gibi bağlayıcı kuralların tümünü kaldırmıştır.” « … Lozan barışı Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır. Türk ulusu için siyasal bir utku (zafer) oluşturan bu Antlaşma’nın Osmanlı tarihinde benzeri yoktur. Ulusumuz bununla haklı olarak övünebilir ve Türk ulusunun yüksek bir yapıtı olan bu Antlaşma’nın yüksek değerini takdir (1927, Söylev, II, syf. 76, 24.07.1933, Hakimiyet-î Milliye Gazetesi) AB VE LOZAN ANTLAŞMASI : Patrikhane sorunu : AB ve ABD’nin ısrarla dayattıkları ve sözde AB üyeliği için vazgeçilmez koşul saydıkları Fener Rum Patrikhanesi’ne Ekümeniklik (Evrensellik) statüsü sağlanması tam bir dayatmadır. Lozan’da bu konuda varılmış bir anlaşma yoktur. Kaldı ki, yukarıda da belirttiğimiz üzere, 17 Şubat 1926’da İsviçre kökenli Yurttaşlar Yasası’nın (Medeni Kanun) kabulü ile, Lozan’da tanınan Müslüman olmayan 3 uyruğumuz (Gayrımüslim yurttaşlarımız), Cemaatları aracılığıyla Dışişleri Bakanlığımıza başvurarak, yeni Yurttaşlar Yasası’na bağlanmak (tabi olmak), ondan yararlanmak istediklerini bildirerek, Lozan Antlaşmasıyla kendilerine sağlanan ayrıcalıklı azınlık statüsünden vazgeçmişlerdir. Kendileri ve tüm Dünya görmüştür ki, Yüce Atatürk’ün önderliğindeki Yeni Türkiye Cumhuriyeti evrensel hukuka bağlıdır ve laik, eşitlikçi bir demokrasi olmaya kararlıdır. Böylelikle, Osmanlı döneminde çok hukukluluk bağlamında cemaatlarının hem ruhani (dinsel, ilahi) hem de dünyasal kimi işlerini (evlenme, mal edinme, cemaat içi kimi anlaşmazlıklar vb.) üstlenen Patrikhane, tümü ile ruhani işlevlere indirgenmiştir. Günümüzde bu Ortodoks Patrikhanesi’nin cemaatı ülkemizde 1500 dolayındadır. Laik ve tekil hukuk sistemimiz (AB hukuku da böyle!), Patrikhane ya da benzeri başkaca bir kuruma ruhani alan dışında bir yetki tanımaya olanak bırakmamaktadır. Patrikhane, Eyüp Kaymakamlığı’na bağlı olup, örneğin Eyüp Müftülüğü ile benzer statüdedir. Yüce ATATÜRK’ün Patrikhane ile ilgili değerlendirmeleri yeterince açıktır : « …Lâkin bir fesat ve hiyanet ocağı bulunan, memlekette nifak tohumları ve uyuşmazlık saçan, hiristiyan hemşehrilerimizin huzur ve refahı için de uğursuzluk ve felâket nedeni olan Rum Patrikhanesi’ni artık topraklarımız üzerinde bırakamayız. Bu tehlikeli teşkilâtı memleketimizde muhafazaya bizi mecbur etmek için ne 55 gibi vesile ve sebepler gösterilebilir? » (25.12.1922, Le Journal Muhabiri Paul Herriot’ya demeci) « Hilafetle beraber Türkiye’de mevcut olan Ortodoks ve Ermeni kiliseleri, patrikhaneleri ve Musevi hahamhanelerinin ortadan kaldırılması lazımdır. Hilafet ve bu muhtelif patrikhaneler asırlardan beri ruhani yetkilerinin sınırları dışında çok büyük ayrıcalıklar aldılar. Halkın anlayışına dayanarak bahşedilen hukuk dışı ayrıcalıklar ile Cumhuriyet idaresinin uygulanması mümkün değildir. » (04.05.1924, New York Herald Tribune muhabirine demeci) Tarihin ve yaşamın böylesine işlevsizleştirerek güdükleştirdiği “Patrikhane kalıntılarına”, üstelik kendileri Ortodoks olmayan AB ülkeleri (Yunanistan.. dışında) ve ABD neden Ekümeniklik statüsü dayatırlar?? Nedeni açıktır : Türkiye’nin tekil laik hukuk sistemini delmek, 2. bir Vatikan’ı ülkemizde yaratmak ve ardından öbür dinsel cemaatların da ayrışmasını sağlayarak Türkiye’yi çok hukuklu, laik olmayan, Hilafetin zemin taşlarının döşendiği bir eğik düzleme itmek.. Ekümenik bir Ortodoks Patrikhanesi’ne gerçekten gereksinim varsa (?), nüfusunun çok büyük bölümü bu Hıristiyan mezhebinden olan komşumuz Yunanistan’ın başkenti Atina ya da daha iyisi, -biraz soğuk kaçmazsa- nüfusunun yarısı (75 milyon!) Ortodoks olan kadim kuzey komşumuz Rusya’nın başkenti Moskova daha uygun merkezler değil midir? Heybeliada Ruhban Okulu’na Gelince : Ermeni ve Rum kökenli yurttaşlarımız (Museviler de eklenebilir..) cemaatlarına din adamı yetiştirme gereksinimi içindeler ise, ilköğretim ve lisede nasıl Türk Milli Eğitim sistemine bağlıysalar, Yüksek Öğrenime dayalı İlahiyat (Teoloji) eğitimi için, Egemen bir Devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin YÖK sistemine bağlanmak zorundadırlar. İlahiyat Fakültelerimizde olduğu gibi.. Ya da, Başbakan Erdoğan’ın ağzına sakız ettiği -sözde- “Medeniyetler İttifakı” bağlamında, İlahiyat Fakültelerimizde açılacak uygun Bölümlerde 3 semavi dinin kardeşçe ittifakı ve etkileşimi ile Ekümenik (Evrensel) nitelikli din adamları yetiştirseler, Türkiye’yi kasten ayrıştırmak yerine, Dünya barışına, dinlerarası kaynaşmaya, müteveffa (rahmetli diyemiyorum) Prof. Samuel Huntigton, CIA siparişi malum kitabıyla “Medeniyetler Çatışması” tohumlasa da; daha çok katkı sağlanmış olmaz mı? AB, Müzakere Çerçeve Belgesi ve Lozan Antlaşması 3 Ekim 2005’te AKP hükümetince AB ile imzalanan Müzakere Çerçeve Belgesi'nin (MÇB) 6. paragrafında, ülkemizin bugününü ve geleceğini kritik durumlara düşürebilecek kimi anlatımlara yer verilmiştir. Metinde ; "Türkiye'nin iyi komşuluk ilişkileri konusunda açık taahhüdü ve BM Şartı doğrultusunda uyuşmazlıkların ve önemli sınır uyuşmazlıklarının gerekirse Uluslararası Adalet Divanı'nın zorunlu yetkisini de içeren barışçı yollarla çözülecektir." anlatımı yeralmıştır. Buna göre, Türkiye'nin sınır sorunlarının (!?) çözümünde La Haig’deki Uluslararası Adalet Divanı yetkili kılınmaktadır. Böylece “Misak-ı Milli sınırlarının sorun olabileceği”, inanılmaz bir aymazlıkla kabul edilmektedir! Bu düzenleme, özelikle Yunanistan, Saklı/açık hedef; sözde ılımlı islami rejimli, Neo-Osmanlıcı Ortadoğu jandarma vekili, emperyalist maşası Türkiye’dir ne yazık ki !? 56 Ermenistan ve Kuzey Irak için avantajlıdır. Ancak süreç içinde oyuncular artabilir de! Türkiye ile sınırdaş olan başka ülkeler de ülkemizle sınır anlaşmazlığı olduğunu savlayabilirler. BOP kapsamında Irak'ın kuzeyinde de facto yaratılan siyasal oluşum, gelecekte Türkiye'ye yönelik sınır istemleri bildirebilir. Bu durumda AB MÇB 6. paragrafa göre “anlaşmazlık” Uluslararası Adalet Divanı'na taşınacak ve ABD ve AB'nin tavrı belirleyici olacaktır. Gelişmeler ülke bütünlüğümüzü tehdit eden nitelik kazansa bile, bu paragrafa göre Türkiye, “güç kullanma” hakkını işletemeyecektir. TSK, “güç kullanMAma” olarak düzenlenen 2 sözcükle devre dışı bırakılmıştır. Ülke bütünlüğünü korumak için tersi yapılırsa, bu kez AB, MÇB’nin çiğnendiğini ileri sürerek Türkiye ile görüşmeleri askıya alabileceği gibi, yaptırım da uygulayabilecektir. Bu paragrafın derin tuzakları, akla bir başka sorun daha getirmektedir : BM'nin İkiz Sözleşmeleri TBMM’de onandığına göre, 6. paragraftaki düzenlemeler, bu Sözleşmelerin olanak sağlayabileceği siyasal haklar, Türkiye sınırlarını yeniden çizmeye dayalı güvence olarak kullanılabilir! MÇB'nin 11. paragrafı ise, AB mevzuatına uymadığı gerekçesiyle Türkiye'nin daha önce taraf olduğu ikili antlaşmalarla uluslararası antlaşmaların sona erdirileceğini kurala bağlıyor. Bu paragrafa göre Türkiye'nin hangi ikili veya uluslararası antlaşmalarının geçersiz kılınacağı açıkça belirtilmiyor fakat; KKTC'nin kuruluşu, 1959-1960 Londra ve Zürih Antlaşmaları, bu maddeye dayanılarak Türkiye açısından geçersiz sayılabilir. Açılımın Lozan'a veya Montrö'ye dayanmayacağını kimse güvenceleyemez. Türkiye, ne yazkı ki, AB serüveni yolunda son derece tehlikeli adımlar atmayı sürdürmektedir. Bütün Türkiye’yi uyarmak isteriz.. Lozan’da İsmet Paşa’ya kan kusturan, emperyalizmin dönem sözcüsü Lord Curzon, aşağıdaki dehşet verici sözlerin de sahibidir : Ülkeler, dünya egemenliğine yönelik büyük bir oyunun oynandığı satranç tahtasının üzerindeki piyonlardır .S o n u ç: Lozan, gerçeklere dayalı ve dengeli bir barış antlaşması niteliği ve Türkiye’nin yetenekli yöneticilerinin yönetimi ile ülkeye, 2009’da, 86 yıllık tarihinin en uzun barış dönemini sağlamıştır. Bu sayede Atatürk Türkiye’si güçlenmek ve çağdaşlaşmak için gerekli zamanı kazanmış, Atatürk devrimleriyle her bakımdan yeni bir yapılanmaya girişmiş, yepyeni, çağcıl (modern) bir görünüm kazanmıştır.. Gazi Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’dan 24 Temmuz 1923’e dek geçen, Halide Edip Adıvar’ın usta nitelemesiyle Türk’ün ateşle sınav edildiği 4+ yıllık dönemde, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kaynağı, ışığı olmuş; güçlü kişiliği, üstün örgütçülük ve komutanlık nitelikleri, bitip tükenmeyen enerjisi, ileriyi önceden görebilme ve sezebilme ve gerçekçi davranabilme yetileri; zaman, yer ve olanak etmenlerini en iyi kullanabilmek yeteneğiyle, yok edilmenin eşiğine gelen Türkiye’yi yeniden ve daha güçlü olarak ayağa kaldırmış ve bağımsızlığını sonsuza dek koruyabilmesi için O’nu çağdaş ufuklara yönlendirmiştir. Üzerinde güneş batmayan Büyük Britanya İmparatorluğu’nun (günümüz ABD’si!) anlı şanlı Başbakanı L. George, daha Mudanya Mütarekesi’nin ardından (11 Eki,m 1922), istifa etmek zorunda kalmıştı. Ülkesinin Parlamentosunda yaptığı konuşma ibret dolu ve çok öğreticidir : “Tarih, yüzyıllar içinde ender olarak dahi yaratır. Çağımızda o dahi Türk Milleti’ne nasip olmuştur. Ben O’na yenildim, başkasına değil!” İngiliz Başbakanı, neredeyse yenilgisiyle övünerek, “diklenerek” hesap vermektedir.. Yunan Başbakanı Konstantin de Lozan sonrası istifa etmek zorunda kalmıştır. İlginçtir; 1934’te Yunanistan Başbakanı Venizelos, Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermiştir! Müttefikler 2 Ekimde (1923) Türk sancağını selâmlayarak İstanbul’u terk ettiler. Türk birlikleri 6 Ekim’de İstanbul’a girdiler. İşgalciler, Gazi’nin öngörüsüyle, “geldikleri gibi gitmişlerdi.” İstanbul’u 1453’te fetheden Osmanlı, 30 Ekim 1918’de Bizans’ın torunlarının işgaline terketmişti.. O’nu yeniden kurtaran Gazi Mustafa Kemal Paşa ve ulusumuz oldu.. Bu acı/tatlı gerçeği de “29 Mayıs 1453 fetihçileri”ne anımsatmak pek gerekli ve yerinde olacaktır. S o n s ö z: 86 yıl önce 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması imzalandı. Bu Antlaşma Türkiye Cumhuriyeti için büyük bir başarıdır, adeta O’nun tapusudur. Çökmüş Osmanlı Devleti’nin yıkıntısı üzerinde kurulmuş genç Türk Devleti, uluslararası alanda eşit haklara sahip, tam bağımsız ve özgür bir ülke olma gururuna erişmiştir. Oysa 1. Dünya Savaşı’nı sonlandıran antlaşmaların hepsi, yenik ülkelere zorla dayatılmıştı. Lozan Barışı, bütün umutlarını yitiren, Kurtuluş Savaşı’nı en ağır ve acımasız koşullarda bitiren Türk ulusunun, 4 yıl gibi kısa bir süre içinde nasıl onurlu bir antlaşmaya imza koyarak varlığını uluslararası topluma kabul ettirdiğinin tarihte tek örneğidir. 4 yıl içinde, yenik iken yenen olmak ve büyük devletlerin (Düvel-i Muazzama’nın veya günümüzün G-8 ülkeleri, AB-ABD!) karşısında eşit koşullarda konuşarak tam bağımsızlığını kazandığını kanıtlamak, gerçekten akıllara durgunluk veren büyük bir tarihsel başarıdır. Bu başarının sahibi Türk ulusu ve yüce önderi ATATÜRK ve çalışma arkadaşlarıdır. Özellikle İsmet İNÖNÜ’yü, aylarca süren çetin Lozan görüşmelerindeki olağanüstü başarısından dolayı anmamak ağır değerbilmezlik olur. Lozan Barışı günümüzde kimi çevrelerce eleştirilmektedir. 57 Fener Rum Patrikhane’sinin İstanbul’dan çıkartılamaması, 12 Ada, Boğazlar rejimi, Musul sorunu gibi.. Ancak bu eleştiri sahiplerinin, Lozan’ın yapıldığı koşulları gözardı etmemeleri gerekir. Türk ulusu, son gücüyle utkuyu kazanmıştır. Yeni bir çatışmayı kaldırabilecek güçte değildir. Yurdun büyük bir bölümü tam bir yıkıntı içindedir. Mudanya Ateşkesi’nin ardından ordu önemli ölçüde terhis edilmiştir. Çünkü, “askerin yatacağı bir dam altı bile yoktur”. (Prof.Dr. Ahmet MUMCU, Tarih Açısından Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi. İnkılap Kitabevi, 11. Bs., syf. 102) Ordunun ve halkın hiçbir ekonomik ve psikolojik yedeği kalmamıştır. Lozan’da görüştüğümüz devletler bu durumumuzu ayrıntılı olarak biliyorlar ve kullanıyorlardı. Atatürk’ün görevlendirdiği İsmet Paşa başkanlığındaki Türk Kurulu, Lozan’da bugün eleştirilen tüm noktaları bütün gücüyle azimle savundu. Hatta bu yüzden görüşmeler birkaç ay kesildi. İnsanüstü çabalarla, yapayalnız bir devlet olarak elde edilebilenler bu kadardır ve hiç de küçümsenemez. Yurdumuzun savaş sonrası koşullarını çok iyi değerlendiren Gazi M. Kemal Paşa, kapitülasyonların kaldırılması gibi çok önemli bir alanda ödün verdirtmemiş; öbür konularda ise çok gereksinim duyduğumuz barışa hızla ulaşabilmek için esnek davranmıştır. 143 maddelik antlaşma ile genç Türk Devleti, bugünkü Ulusal Ant (Misak-ı Milli) sınırlarını onaylatmıştır. Karaağaç bölgesi Yunanistan tarafından bize savaş ödencesi olarak verilmiştir. Yargısal, yönetsel, parasal, ekonomik kapitülasyonlar kaldırılmıştır. Genç Türkiye Cumhuriyeti tam bağımsız ve egemen bir devlet olmuştur. Bugün, dünya uluslar ailesi içinde eşit haklara sahip, bağımsız ve egemen bir devlet olmamızı Lozan tansığını (mucizesini) gerçekleştiren atalarımıza borçluyuz. Koruma-kollama reçetesi de Büyük Kurtarıcı tarafından yazılmıştır : “ Ulusumuzun güçlü, mutlu ve güvenlik içinde yaşayabilmesi için, Devletin tümüyle Ulusal bir siyasa izlemesi ve bu siyasanın, iç kuruluşlarımıza tümüyle uygun ve dayalı olması gereklidir.” “ Düşman yalnızca dışarıda değildir. İçte de bu ulusun yaşamı ile oynamak isteyen düşmanlar var. Dış düşmana karşı aldığımız önlemleri, gösterdiğimiz birliği, iç düşmana karşı da daha sertlikle daha uyanıklıkla göstermeliyiz .” “Ulusların tarihinde kimi devirler vardır ki, belirli amaçlara erişebilmek için maddî ve mânevî ne denli güç varsa hepsini bir araya toplamak ve aynı yöne yöneltmek gerekir. Yakın senelerde milletimiz, böyle bir toplanma ve birleşme hareketinin önemli sonuçlarını kavramıştır. Ülkenin ve Devrimin içeriden ve dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı korunması için, bütün ULUSÇU ve CUMHURİYETÇİ güçlerin bir yerde toplanması gereklidir. Aynı türden olan güçler ortak amaç yolunda birleşmelidir. ”1931 (Atatürk’ün S.D. III, s. 90) “ Bizi yutmak isteyen kapitalizme ve bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşıt bir doğrultuda hareket etmiş, ..emeğiyle geçinen zavallı bir halk olmanın gerektirdiği bir yapılanmayı hedefliyoruz.. ” Efendiler, “ Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz Devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını modern ve bütün anlam ve görünümüyle uygar bir toplumsal yapıya dönüştürmektir. Devrimimizin asıl hedefi budur. Bu Devrimi kabul edemeyen zihniyetleri yerle bir etmek (tarumar etmek) zorunludur. ” (30 Ağustos 1925, Kastamonu) Genç kuşakların, kendilerine özgür bir yurdu Türkiye Cumhuriyeti’ni kanları ve canları pahasına bağışlayan bu şanlı Türk devrimcilerini iyi anlamaları, onlara gönülden bir vefa borcu duymaları ve Türkiye Cumhuriyeti’ni Ata’nın buyurduğu gibi sonsuza dek özgür ve tam bağımsız yaşatmaları boyunlarının borcudur. Bu yolda, Atatürk devrim ve ilkeleri kendilerinin şaşmaz yol göstericisi olacaktır. Bu tarihsel bilinçle Lozan’a ve kazanımlarına tüm gücümüzle sahip çıkmalıyız. Türkiye, Lozan’ın 86. yıldönümünde tarihsel doğrultusunu, Batı ile sözde “mütefik” (!?) ilişkilerini, 50 yıllık tek yanlı AB karasevdasını gözden geçirmek ve köklü düzeltmelerle yeni seçenekler üretmek zorundadır. Kendisini de parçalamayı açıkça yayınlanan haritalarla pervasızca planlayan BOP Eşbaşkanlığı gafletini........ derhal bırakmalıdır. Ancak böyle davranılırsa aşağıdaki görkemli vasiyet-hedef yerini bulacaktır.. “ Benim ölümlü bedenim elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır ve Türk Ulusu, güvenlik ve mutluluğunu temel alacak ilkelerle uygarlık yolunda tereddütsüz yürümeye devam edecektir. “ Hiç ama hiç aklımızdan çıkarmayalım: Lozan hem Tapumuz, hem de Tabumuz’dur! O’na kesinlikle dokundurtmayalım! Kaynak: Metinde gösterilenlere ek olarak başlıca; “Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Millî Bağımsızlık ve Çağdaşlaşma Önderi : Hayatı ve Eseri. Prof. Dr. Abdurrahman Çaycı, yayına haz. Berna Türkdoğan, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara-2002”, ve “İsmet İnönü- Lozan Barış Konferansı- Konuşma, Demeç, Makale, Mesaj, Anı ve Söyleşileri”, Turgut Özbay’ın “Lozan’dan Sevr’e Türkiye ” ile Ali Naci Karacan’ın “Lozan Konferansı ve İsmet Paşa”... adlı yapıtlardan kapsamlı olarak yararlanılmıştır. *Ankara Üniversitesi Tıp Fak. Halk Sağlığı Anabilim Dalı Atatürkçü Düşünce Derneği Eski Genel Başkan Yrd. 58 BİR YILDÖNÜMÜN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ 7 Kasım 2009, Rusya'da Bolşevikleri iktidara getiren Ekim Devrimi'nin 92. yıldönümüdür. Kanlı bir iç savaşın ardından beş yıl sonra Sovyetler Birliği kurulacak; altmış dokuz yıl sonra da, 8 Aralık 1991'de, Beyaz Rusya'daki bir köşkte, Rusya, Ukrayna, Beyaz Rusya Cumhurbaşkanları tarafından imzalanan bir anlaşmayla son bulacaktı. Anlaşmayı Rusya adına imzaladıktan sonra Yeltsin'in içki masasında sızdığı; Kravçuk ve Şuskeviç (Ukrayna ve Beyaz Rusya cumhurbaşkanları) tarafından taşınıp yatırıldığı söylenmiştir. Üç liderin imzaladığı bu belge, hukuken geçersizdi; ama, on yedi gün içinde işler kitabına uyduruldu: 21 Aralık'ta SSCB'yi oluşturan Cumhuriyetlerin (dördü hariç) liderleri Alma Ata'da bir araya geldiler ve SSCB'nin son bulduğunu belgeleyen bir protokolde anlaştılar. Üç gün sonra Gorbaçov Sovyet Cumhurbaşkanlığı'ndan istifa etti. Bir gün sonra da SSCB Yüksek Sovyeti (parlamentosu) kendini feshederek bu trajikomik olaylar zincirine noktayı koydu. Bugün Ekim Devrimi'ni, 1991'deki hazin sonun "ilk perdesi" olarak hatırlamıyoruz. Onu, sınıflı toplumların uzun tarihinde, hem üreten, hem sömürülen yüz milyonlarca emekçi insanın eşitlik, adalet ve özgürlük arayan uzun mücadelelerinin bir ürünü olarak, "imkânsızı birdenbire mümkün kılan" bir büyük "kopma" olarak anıyoruz. Ekim Devrimi'ni gerçekleştiren Bolşevikler hayatlarını sınıfsız, âdil, eşitlikçi bir ütopyayı gerçekleştirme mücadelesine adayan insanlardan oluşan uzun geleneğin temsilcileriydiler. Yedi düvelin emekçilerini birbirine kırdıran emperyalist savaşa karşı çıktılar; bu savaşa yol açan egemen sınıfları iktidardan uzaklaştırmayı hedeflediler ve Ekim Devrimi'yle Rusya'da başarıya ulaştılar. Bolşevikler eski yoldaşlarıyla, sosyalizmin revizyonist kanadıyla, Menşeviklerle yolları ayrılarak, mücadele ve kavga ederek devrimi gerçekleştirdiler; yeni toplumu oluşturmanın ilk adımlarını atarken, taktik ve strateji tartışmalarını katı, insafsız üsluplarla sürdürdüler. Bütün bunlara rağmen, Lenin ve arkadaşları, sözünü ettiğim o uzun geleneğin bir halkası olduklarını hiç unutmadılar. Bu olguyu, Sovyet devriminin ilk yıllarının tarihçesine girerek belgelemeye burada imkân yok. İki sıradan örnek vermekle yetineceğim. Birinci örnek, Moskova'da Kremlin yakınlarındaki Aleksandrovski Bahçeleri'ndeki bir Dikilitaş'la ilgili. İki Sovyet yazarının (D. Valovoi ve H. Lapshina'nın) imzalarını taşıyan 1983 tarihli bir kitapçıkta fotoğrafını gördüm ve öğrendim ki, bu Dikilitaş Ekim Devrimi'nin ilk yıldönümünde Lenin'in direktifiyle "devrimci hareketlerin liderlerini ve öncü sosyalist düşünürleri anmak amacıyla" dikilmiş. Dikilitaş'a Rusya Federatif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin baş harfleri ve on dokuz tarihsel şahsiyetin isimleri işlenmiş. Devrimin ilk yıldönümünde Bolşevik liderlerin, "öncü sosyalist düşünürler ve devrimci hareketin liderleri" olarak kimleri seçmiş oldukları ilgi çekicidir. Dikilitaş'taki isimler şunlardır: Marx, Engels, Liebknecht, Lassalle, Bebel, Campanella, Mellier, Winstanley, Thomas More, Saint Simon, Vaillant, Fourier, Jaures, Proudhon, Bakunin, Çernişevski, Lavrov, Mikhailovski ve Plehanov... Bu, uluslararası sosyal muhalefet tarihinin birkaç yüzyıl öncesine kadar uzanan ütopik, devrimci ve reformist akımlarını temsil eden bir listedir. Bolşevikler, düzen karşıtı sosyal muhalefeti ve "başka bir dünya inşa etme" çabalarını içeren aile ağacının bir özetini Dikilitaş'a yerleştirivermişler. Üstelik, bu aile ağacındakilerin araları da her zaman iyi olmamıştır. Marx'ın Proudhon'la, Bakunin'le, Lassalle'le anlaşmazlıkları; Bolşeviklerin Plekhanov'la kavgaları ünlüdür. Buna rağmen 1918'deki anlayışa göre, bu kavgalar aile-içi ayrılıklardı; "aynı yolun yolcuları" arasındaydı. Farklılaşmalar, "sınıfsız, eşitlikçi, adil ve özgür bir başka dünya inşa etme" hedef ve özleminde değil, o amaca ulaşmanın yol ve yöntemlerinde söz konusuydu. Bu listeyi gördüğümde, anarşizmin tarihsel liderlerinden Bakunin'in yanında diğer ünlü bir Rus anarşistinin, parlamenter sosyalizmle ve Alman Marksizmi'yle hep mücadele etmiş olan Kropotkin'in niçin yer almadığını merak etmiştim. Sonraları, Kropotkin'in, Bir Devrimcinin Anıları başlığı altında Türkçe yayımlanan iki ciltlik nefis yapıtı (Mazlum Beyhan çevirisi, Öteki Yayınevi) elime geçince, kitabın önsözünden öğrendim ki, Dikilitaş yerleştirildiğinde Kropotkin Moskova'da, hayatta imiş. bir halk iktidarının yerleştirilmesi için düşündüklerini ve eleştirilerini mektuplarla Lenin'e iletmekte olduğu anlaşılıyor. Lenin ise onun için, "bütün o güzel geçmişiyle ve yaptığı işlerle bizim için çok değerlidir" diye yazmış Ve 1921'de öldüğünde Kropotkin'in mezarına, Sovyet Halk Komiserleri adına konan çelengin üzerinde "Çarlığa ve burjuvaziye karşı yılmadan savaşan P.A. Kropotkin'e saygıyla" sözcükleri yer almaktaymış. Ekim Devrimi'ni gerçekleştiren Bolşevikler, sözünü ettiğim "büyük aile"nin mensubu oldukları için; ailenin "büyükleri ve yaşdaşları" ile zaman zaman anlaşmamalarına rağmen kendilerini böyle gördükleri için saygıyla WWanılmalıdır. "Defterin kapandığı" tarihteki hazin manzaranın sorumluluğu ise Ekim Devrimi'nde değil, çok sonralarında aranmalıdır. Korkut Boratav Bu Makale 10 Kasım 2009 tarihinde Birgün Gazetesinde yayınlanmıştır 59 SİYASETİN VE SİNEMANIN SIR HATTI, HATTATI SEZAİ SARIOĞLU “… şairin hep ‘kısa sahanlığı’ndan ses etmesi, bütün ‘yükledimlerini’ oraya boşaltır olması, Grek mitolojisine bunca fazla bağlanması, hatta daha uygun söylersek, o mitolojiyi her planda edinmesi, Türkçesinin güzelliğine, bir yerde yüceliğine karşın, okuyanda bir yabancılık duygusu da uyandırıyor.. Şiirlerde güzellik bir çeviri güzelliğiymiş gibi geliyor. Melih Cevdet’in ‘Anadolu Tanrıları’ üstüne ne düşündüğünü biliyorum. Uygarlık görüşünü de şiir görüşünü de biliyorum. Kendi düşüncesi kendi şiiri içinde bunun tutarlılığını da biliyorum. Biliyorum ya, söylemeden edemeyeceğim, bana ters geliyor içinde döndüğü mitoloji. Melih Cevdet işi Anadolu duyarlığından oldukça uzak bir noktaya götürüyor sanısındayım. Ali’yi sadece Muhammed’in damadı görüyor da, Akilheus’un mızrağına çiçekler atıyor. Poseidon’un denizleri bizim de eski denizlerimizdir. Ama o denizlerden şimdi getirilecek aygırların şiirimizde damızlık şansını az buluyorum ben” (Cemal Süreya) Hapishane arkadaşları, özel çevresi bir yana Sırrı Süreyya Önder’in bizim mahallenin çocuklarının hayatına girmesi yeni sayılır. Tanışmanın hemen ötesinde bir bulaşmadan, ses alıp ses vermeden, hatta temas etmesek bile sır kâtibi olmaktan bile söz edebiliriz. Hal böyle olunca onu ismindeki “sır”dan el alarak siyasi-sinemasal sır’ını okuyarak, delillere bakarak bendeki Sırrı’nın fotoğrafını çekip paylaşmak isterim. Eski bir bilgiden başlayayım: Bir kuşun bir mevsimde bir kanadından çıkardığı, hattatların kalem olarak kullandıkları özel bir tüydür sır. Hattatlar, yazılarına sır’larını gizlerlerdi. Osmanlı sır satardı Avrupa’ya… Bizim mahalle onun sır’ıyla somut olarak “Beynelmilel” filmiyle tanıştı… Sonra “O… Çocukları.” 1850’lerde kurtların indiği Beyoğlu’nda (Yeşilçam’da) daha şimdiden kendine açtığı yer, iki filmden çok fazlaya delalet ediyor. Sonrası malum; birden, çat film, çat televizyon görünür oldu. Ne var ki, kuralın tersine görünürlük onda zaaf olarak yansımadı. Bu bizi sevindirdi hatta korkularımızı hafifletti. Açık örtük eleştirileri bir yana, bizim mahallenin lehine söyleyip eylemesi tarihen ve siyaseten önemliydi. Meksika Sınırı’na dördüncü kişi olarak dâhil oldu ne var ki kıs(s)a zamanda varlığını ve ağırlığını kabul ettirerek mühim bir yer kapladı. Bu durum Kafa Dengi programında da tekerrür etti. Kavramlar, imgeler, kıssadan hisseli cümlelerle odak olmayı başarmasını sahiciliği ile ilişkilendirebiliriz. “Turner’in tablolarından önce Londra’da sis yoktu” cümlesi geliyor aklıma… Dolaylı veya doğrudan 12 Eylül zulmünü işleyen pek çok film çekildi… Ne var ki, Beynelmilel’den önce sinemada sanki 12 Eylül yoktu gibi bir duygu kuşatması yarattığı söylenebilir. Bu film, nev-i filmine münhasırlığıyla diğerlerine baskın çıktığı söylenebilir. Kökü içerdedir. Sinemanın Nâzım Hikmet’i Yılmaz Güneydoğu’dan el alır. Ezilenlerin, yoksulların, dışlananların makamıdır makamı… Belleksizleştirilen bir toplumda, filmleriyle, diktatörleri eleştirmesi, hatırlamanın ve hatırlatmanın ötesinde bir hatır içeriyor. Sırrı, kötülüğün gündelik hayatta nasıl işletildiğini, yığınların diktatörlerin dilini nasıl devraldıklarını, öte yandan kendi bilgelikleri içinde Diktatörleri nasıl eleştirdiklerini sinema diliyle seyirciye göstererek önemli iki filme imza attı… Aldığı ödüller mi? Geçiyorum. Dilber Ay’ın, Kahtalı Mıçı’nın (Mıço) Beynelmilel filimde oynamaları, oyunculuğun ötesinde kıssadan hisseli başka okumaları gerektiren kıymettir. 60 bilir. Bizim mahallede yaygın olan, bazen doğruyu bile yanlış söyleme geleneğinin tersidir. Marksizm’den, devrimciliğinden ve tüm modernist okumalarından edindiği doğrularını kadim doğu bilgisiyle de bezeyerek aktarır. Yanlışı bile doğru söyleyip karşısındakini ikna edebilir. Okumak, demişken… Söz kitaplara ve hitaplara gelmişken… Benim için en temel özelliklerinden biri, kendini salt batı bilgisine, modernizme kayıtlamamasıdır. Gerek yaşadığı kasaba, gerek babası gerek dayısı üzerinden Anadolu’daki değişik kültürel bilgileri de rahle-i tedris etmesi onda bir kompleks olarak durmaz. Tersine, bu bilgi onda, kendini başka bir zihin dünyasıyla tanımlayanlarla tartışmalarında veya muhabbetlerinde üstünlük demeyelim kendine güven olarak durur. Evet, Sırrı bin dereden bir kendini getirmiştir ama bu en temelde Marksizm ile ilişkilidir ama salt bu aidiyetin icadı değildir. Sosyalist kültürün ihmal ettiği, ilkesel olarak reddetmese de bilinçaltında reddedip uzak durduğu hatta ötekileştirdiği bilgi alanlarına da el atarak ezber bozar. Bu müjde, tarihimizden ders çıkarmanın yanı sıra, politik İslam dâhil, tasavvuf, mistisizm, yaradılış teorisi vb. bu dünya ile kendini tanımlayanlarla tartışmalarda da önemli bir özellik, düzey olarak belirir. Bütünlük duygusu… Büyük anlatıların kötülendiği, bütün karşısında parçanın, evrensel karşısında yerelin kutsandığı bir dünyada bu tamlık değilse de bütünlük duygusunu söylemi ve eylemiyle ikinci, üçüncü şahıslara geçirmesi önemli. 1950 kuşağının edebiyattan siyasete köprü kuramadığı, 1960 kuşağının ise siyasetten edebiyata köprü kurmakta zorluk çektiği söylenir. Dünyayı yorumlamayı ve değiştirmeyi ilke edinmiş sonraki kuşakların siyaset-edebiyat/sanat ilişkisinin sorunlu olduğu, eleştiriye muhtaç olduğu bilgisini buna ekleyerek sürdürelim. Sırrı’nın söylemi ve eylemi, her şeyi siyasete indirgeyen “tek boyutluluk” olarak gelişmesine razı olan akla ve pratiğe itiraz olarak okunabilir. Siyaset, müzik, sinema, edebiyat alanındaki eski ve yeni okumalarıyla Sırrı’nın tek boyutlu bireyin ötesinde bir tarihsel figür oluşturmaya çalışmasını önemsemek gerekir. Sırrı’nın sır’ında, sosyalist kültürün eleştiriye ve tamire muhtaç bilgi-bilinç-bilgelik ilişkisini yeniden kurmayı öneren bir duruş, dil ve eda içkin. Batı bilgisi/kültürü karşısında Doğu bilgisine ve hikmetli metinlere, kişiliklere de yönelmesi, ne kadar batıya gidilirse doğuya yolumuzun düşeceğini, ne kadar doğuya gidilirse batıya yolumuzun düşeceğini biliyor olması aslında geçmişe bir tür şerh olarak da okunabilir. Sanki bizim mahalleye, Cemal Süreya’nın, M. Cevdet Anday’ın pozitivizmine, salt modernizmine ve batı mitolojisiyle ilgisine ince ayar eleştirisini kendi varlığı ve ürünleriyle Nurdan Gürbilek’in saptamalarından el alarak söylersek; Benim gibi, 12 Eylül sonrasında taammüden üretilip tüketilen “pop tarihi”, imgeleri, kavramları ve hatta hayatları tarihsel-siyasal anlamlarından azat ederek “geçmişi bir alıntıdan ibaret kılan”, keyfi, nedensiz bir dilin hayata egemen olmasını sorun eden, bu dili reklamcılığın, medyanın kışkırttığını bilen, “Kültürle ilişkiyi bir jest ve büyülenme, bir ani uyarı ve şok, bir vitrin ve seyir ilişkisi haline getiren”akılla derdi olan, bir yanda muhalif sözü bastırırken öte yanda nesnesinden koparılmış sentetik dili özendiren hayatlara karşı direnenler açısından “görünür olmak” hem bir riski hem de bir kazanımı içerir Medya yengeç sepetine girenlerin çoğunun, medyanın aklına ve araçlarına teslim olduğu düşünüldüğünde Sırrı’nın aykırı ve kıymetli bir yerde durması önemli… Politik, etik ve estetik olarak “iyi yer tutmasının” ötesinde, onu eline ovuşturarak kendi zihniyet dünyaları için avlanacak av olarak görenler karşısında, avcı aldatan, avcı atlatan bir özelliğe sahip… Onu av sananların fena yanıldıklarını delilleriyle görmek bize iyi geliyor, demek mümkün. Sırrı’nın sır’ı “Muhabbet” sözcüğünde de gizli. Onu “muhabbet” sözcüğü ile tanımlama durumu, TİP’li babasıyla, tarikat ehli dayısıyla, Behice Boran’ın, Deniz Gezmiş’in ziyaret ettiği evleriin mekanın poetikasını ve politikasını içermesiyle de ilgilidir. Öte yandan, Adıyaman gibi kasaba özelliklerine sahip bir yerde, halk ile iç içe edindiği sindirilmiş bilgelik de buna eklenmeli. Sanki yıllarca sıra gecelerinde, uzun kış gecelerinde köy odalarında hikmetli sözler biriktirmiştir. Gereğinde sıkı münazaracıdır… Tatlı-sert münakaşa etmeyi sevdiğini hissettiriyor. Hele de karşısında devlet veya devletsiler onun değerler sisteminin mücavir alanına girerek karalama kampanyası sürdürüyorlarsa muhabbet erbaplığının, kendine güvenin, bilgeliğinin altında ilkesel bir damarı anında harekete geçirir. Sevginin halleri ile öfkenin halleri hemhaldır kişiliğinde. Öfke uyku halindedir. Somut şartların somut tahlili gereğince, her an biri diğerine dönüşebilir. Öfkesini faşizme ve kapitalizme saklar… “Öfkesi temiz yanıdır onun…” cümlesinin ötesine geçip şöyle söylemeliyim: Öfkesi devrimci yanıdır onun. Sevgisi de… Gereğinde sözcükleriyle ısırır, gereğinde kıssadan hisselerle “kuşa bak!” yaparak tersinden de konuşarak ders verir karşısındakilere. Sure alayları üzerine konuşurken, konuyu birden, devrime, emeğe getirir ve bu hiç de nahoş kaçmaz. Kendi zihin dünyasının en önemli entelektüellerinden Dücane Cündioğlu ile tasavvuf, din, madde, mana üzerine muhabbet ederken, birden konuyu Güler Zere’ye getirmesini ve dillenmesini 61 hatırlatıyor gibidir. Filmlerinde, söyleminde ve hatta beden dilinde içkin manayla süslü maddeci ironiye, evet… Ama salt bu kadar değil. Kılçıklı bir ironiden söz edebiliriz. En yalınken bile “Gayrisafi” bir dil. Çapaklı… Bir dünya görüşüne kayıtlı olsa da, takımdan ayrı düz koşu yapan birinin, çapaklardan hikmet üretmesi… Bu bağlamda sinemasının veya konuşmalarının darasını almak kolay görünse de müşküldür. Darası zor ama darısı diğer sinemacıların başına… Devrimcilerin ve hatta devrimin yenildiği olağanüstü dönemler, eski aidiyetlerin parçalanmasına, yeni akımların ortaya çıkmasına da delalet eder. 12 Eylül sonrasındaki dönemin en önemli özelliklerinden biri, ideolojik, felsefi, siyasi ve kültürel planda nihilizm (“Ne güzel bir hiç!”) ve mistisizm (Madde öldü… Yaşasın ruh!”) sarmalını yürürlüğe sokmasıdır. Marks, sosyalizm, diyalektik, çelişki, devrimci sözcüklerinin cümle içinde kullanılmasının bir “cahillik!”, “alıklık!” olarak algılandığı bir dünyada ve ülkede bu sözcükleri sakınmadan yerli yerinde kullanır. Dinin, tasavvufun, mistisizmin riskli alanlar olduğunu biliyor, yüzlerce yıldır kitleleri etkileyen bu tür kültürel, dini aklı ve onun siyasi hallerini bilmeden onları eleştirmenin mümkün olmadığını da biliyor. Bu nedenle muhabbetlerde slogan atmak yerine, bu bilgilerle ve onları taşıyan kişilerle düzeyli bir tartışmayı yeğliyor. Usul adap bilir. Fasıl, sıra gecesi, makam bilir. Devrimci harflerden gamlar yapar. Cümbüş çalar. Divan edebiyatındaki, bir mecliste üç kadehten sonra yanlışların bağışlanması, kimsenin ayıbına bakılmaması anlamına gelen selase-i gassale (üç yıkayıcı) maznunu da hatırlatıyor Sırrı. Sırrı’nın içki ile ne denli sırdaş olduğunu bilmiyorum ama biz burada, düz rakının, imkânlı içkinin kalbini kırmadan bu üç yıkıcıyı ve yıkayıcıyı, devrim, sinema ve edebiyat olarak da hülasa edebiliriz… Mayakovski’nin sadece kadınlar için kullandığı bir sesi olduğuna dair bir edebiyat rivayeti vardır. Bizim mahallenin ajitatörlerinin sadece devrim için kullandıkları sesleri vardır. Sırrı’nın türkü için kullandığı sesini bilmiyorum ama meydanı ırkçı-milliyetçilere ve maddenin, tarihsel ve diyalektik maddeciliğin ve haliyle sosyalizmin öldüğünü vazedenlere karşı dünyayı güzelleştirmek için kullandığı bir sesi, şiir okuması, muhabbeti var… Medya alanında görünürlüğün hem bir imkân hem de risk olduğundan söz ettik… O şimdiye kadar medyada görünürlüğünü imkân olarak kullanan çok az sayıda muhaliften biri. Masallarından ve dilinden öldürülen Ceylan kızdan sonra, o mevziden, “Ceylan’dan sonra hiçbir baba kızlarını sevmesin!”mealindeki cümlesini fırlatır dünyanın ortasına… Kafa dengi programında, sözü Güler Zere’ye getirerek, egemenlere ve onların adına “adaleti!” bile isteye, egemenlerin tarihsel kinleriyle geciktirenlere görenlere dik başı ve dik diliyle şöyle seslenir: “Devletin bir mahkûma ihtiyacı varsa, ben gireyim Güler Zere’nin yerine hapishaneye… Zaten hapishane de burnumda tütüyor…” Böylesi kritik eşiklerde kendinin ve sözünün çok fazlasıdır Sırrı. Kendisi istese de istemese de o an’da bu cümlelerle bizim mahalleyi de temsil eder… Bizim yerimize de konuşur, bizim yerimize de öfkelenir… 12 Eylül’den bu yana bastırılan sözü yeniden yürürlüğe sokar. Devlete yenilenlerin birbirlerini yenmeleri trajedisi yerine, kötülüğün gerçek adresini diline dolar, esastan ve usulden eleştirir. Kalbimizi cümlelerinin yanına tarih süsü olarak koyarız. Attığı taşlar, Komün’den buyana attığımız taşlara tekabül eder. Taşları, taşlarımızdır… Onun tartışmaları muhabbet makamında sürdürdüğünü gördükçe Sabiha Sultan’ın “Bre çirkin! Hakaret aileyi sultana aittir” cümlesi geliyor aklıma… Hakaret etmenin devletin ve devletsilerin hakkı olduğu bir kötülük toplumunda o, hakaret etmeden tartışır, derdini anlatır. Bizim mahallenin çocuklarından Anatolia Gramsci’nin siyasal hayatımıza kattığı nitelikli bir hegemonya mücadelesidir bu… Rakibin kayıtlı olduğu dünya görüşünü bilmek ama hakaret etmeden tartışmak. Sırrı’nın sır’ını, nefsini yedi devrim(ci) yılı hapiste örste dövmüş, yeni okumalar, yeni akıllar edinen Yusuf Makamı’nda da arayabiliriz. Sözcükleri biçimli tutmayı bilmesi, biraz da harfleri, cümleleri, anlamları zindan makamında eğitmesindedir. Sırrı Süreya Önder… Bizim mahallenin özgün ve özgür çocuğu. Düşünmesi bile devrim kıymetinde: Bizim mahallenin çocuğu, elinde pankart, dilinde sloganlar, alıntılar, elinde cümbüş ve arkasında kıymetli bir tarih gelerek, İstanbul’un orta yeri sinemada pankartını açıyor. Halk yavaş yavaş toplanmaya başlıyor. Devlet bir yandan onu gözlüyor. Kitle biraz daha birikince sanki slogan yerine “Motor!” diyerek yeni bir filme başlayacak. Yani eyleme geçecek. Sonra da ,“Eylem bitti slogan atmadan dağılabiliriz!” deyip yeni bir film için kendine kaçacak… Sahici... Beni en çok cezbeden özelliği budur. Cümleleri, sineması, üstüne başına yakışır. Dil ile hakikat ilişkisinin koptuğu, dilin nedenini yitirdiği dünyada bu sahicilik kıymetlidir. Duruşu ve filmleri geçmişle hesaplaşmayı çağıran niteliktedir. Evvel emir, cunta ve kapitalizm eleştirisidir bu filmler. Sırrı’nın sırrı bununla kalmaz, o bize, doğrudan ve dolaylı olarak bizim mahallenin teorik ve pratik siciliyle hesaplaşmayı da önerir. Demem o ki, bizim mahalleye de bir çift sitemi, istihzası hep vardır… Bu istihzadan, anlayana Beynelmilel saz, anlamayana Enternasyonal marşı az, cümlesini bile üretebiliriz. Şimdiden onun için sinemanın sır vitamini diyebilir miyiz? Delillere bakarak, iki, üç daha fazla deriz… Bizim mahalleye Sırrı şart... Bizim mahalleye Sırrı’nın sır’ı da şart… 62 çeviriler EN ZAYIF HALKA LATİN AMERİKA’DA NEO-LİBERALİZM Emir SADER Yeni yüzyıl Latin Amerika’da şaşırtıcı bir başlangıç yaptı. İlk kez burada -Şili ve Bolivyauygulanan neo-liberalizm için ayrıcalıklı bir alan olan kıta, hızlı bir biçimde yalnızca neo-liberalizme karşı bir direniş değil, onun alternatiflerinin inşası için de önde gelen bir arenaya dönüştü. Madalyonun iki yüzü: tam da neo-liberal deneylerin laboratuarı olduğu içindir ki, Latin Amerika artık onun sonuçlarıyla baş etmek zorunda. 1990’lar ve 2000’ler birbiriyle taban tabana zıt iki onyıl oldu. 90’lar boyunca, neo-liberal model -Küba dışında- kıtanın hemen her ülkesine çeşitli ölçülerde dayatıldı. İlk Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşmasını (NAFTA) imzalamak üzere Rio Grande’yi kat etmeyen Clinton, uzun olmayan bir süre sonra, yeni modelin ilk krizi Meksika’da patlak verdiğinde Washington’dan bir süper-istikrazı onaylamak zorunda kaldı. ABD bunun ardından, serbest ticaret politikalarının kesintisiz bir uzantısı olarak yarıküre ölçeğinde bir Amerikalar Serbest Ticaret Bölgesi’ni (FTAA) dayatmayı sürdürdü. 2000’de, Kanada’daki bir Amerikalar zirve toplantısındaVenezüella’nın Hugo Chávez’i Clinton’un FTAA önerisine karşı oy kullanan tek lider olurken, Cardoso, Menem, Fujimori ve meslekdaşları uysalca sıraya girmişlerdi. Chávez katıldığı ilk İberik-Amerikan zirvesinde, Castro’nun kendisine, üzerinde ‘En azından buradaki tek şeytan ben değilim,” yazılı bir pusula ilettiğini aktarmıştı. Bu nedenledir ki, bizzat -kendisi 1998’de Venezüella devlet başkanı seçilen- Chávez’in 2003’de Brasilia’da Lula ve Buenos Aires’de Néstor Kirchner’in; 2004’te Montevideo’da Tabaré Vázquez’in; 2006’da La Paz’da Evo Morales’in; 2007’de Managua’da Daniel Ortega ve Quito’da Rafael Correa’nın; ve nihayet 2008’de Asunción’da Fernando Lugo’nun yemin törenlerini izlemesi bu nedenle bir bakıma ferahlatıcıydı. Bu arada, 2000’de neredeyse oybirliğiyle kabul edilen ABD serbest ticaret önerisi, 2004’e gelindiğinde çoktan ölmüş ve gömülmüştü. O tarihten itibaren Chávez’in kendisi ve 2006’da da Lula yeniden seçildi; o yılın Nisan’ında Kirchner yerini eşi Cristina Fernández’e bıraktı; Paraguay’da ise Lugo, Colorado Partisi’nin neredeyse altmış yıllık yönetimine son vererek seçim zaferi kazandı. Kıtanın tüm tarihi boyunca gördüğünden daha fazla sayıda sol ya da orta-sol, ilerici hükümetin göreve gelmesine yol açan, şimdiye dek geçirdiklerinin en hızlısı bu radikal değişimin anlamı nedir? Kıtanın yeryüzündeki en yüksek eşitsizlik düzeylerini, neoliberal onyılın daha da vahimleştirdiği bir gelir uçurumunu sergilediği doğrudur; yine de, geçmişteki halk mücadelelerini cezalandıran sert darbelerin yanısıra, neo-liberal kurulumun sağlamlığı, böylesi hızlı bir dönüşü olanaksız kılmaktaydı. Aşağıda, Latin Amerika’yı neo-liberal zincirin en zayıf halkasına dönüştüren koşulları anlamaya çalışacağız. 63 MODELİ DAYATMAK 1980 ve 90’larda Latin Amerika ülkelerine birbiri ardı sıra dayatılan özelleştirme programlarının bir önkoşulu, önceki sol ve örgütlü işçi hareketlerinin yenilgisi ve edilginleştirilmesiydi. Kalkınma onyılları boyunca -özellikle Meksika, Arjantin ve Brezilya’da, ama daha sınırlı ölçülerde Kolombiya, Peru, Şili, Uruguay ve Kosta Rika’da da- vurgu ithal ikameci sanayileşme üzerineydi. Bu kalkınma girişimlerinin ardında, milliyetçi ideolojiler ve kimlikler bağlamında işçi sınıfı ve sendikalarının güçlendirilmesini teşvik eden, yerel parti oluşumları ve demokratik-ulusal blokların desteğindeki geniş çaplı siyasal-ideolojik projeler bulunuyordu. Bunun inşa ettiği potansiyel, uzun büyüme çevriminin, Küba örneğinin kapitalizmin ve ABD emperyal tahakkümünün sınırlarını aşan alternatiflere işaret ettiği, işçi hakları konusundaki çatışmalarda tükendiği 1960’larda radikal bir kuvvet olarak siyaset sahnesine çıktı. Bu mücadelelerin karşılığı, ilkin 1964’te Brezilya ve Bolivya’da, 1966 ve 1976’da Arjantin’de ve nihayet 1973’te Uruguay ve Şili’de görüldüğü üzere, bir dizi askerî darbe oldu. Askerî diktatörlük ve neo-liberal modellerin uygulanışı birleşik ve birbiriyle sıkıca ilintili süreçleri, toplumsal sınıflar arasındaki güçler dengesinde aşırı bir gerileme yaratacak tarzda birlikte işleyecekti. Önce halkın kendi çıkarlarını savunma yetisi yerle bir edilmeden, ulusal sınaî kaynaklarının, en sert şekli Şili, Uruguay ve Arjantin’de gerçekleştirilen topyekûn satışlarını kotarmak olanaksız olacaktı. İç pazarın genişletilmesinde düzenleyici bir kapasite ve rol üstlenen devletlerin yönetiminde, nüfusun toplumsal refahını güvence altına alan ve kamu hizmetlerini sağlayan ileri toplumsal koruma sistemlerine sahip bu üç ülke, başarılarıyla öne çıkmaktaydı. Tarihleri boyunca tanığı oldukları en acımasız baskılar, devletin işlevlerini özelleştiren -Arjantin’de neredeyse tüm kamu kaynaklarını özel sermayeye aktaran- ve binbir çabayla edinilmiş toplumsal hakları ilga eden neoliberal politikaların önünü açmaya yönelikti. Kısacası, kıtadaki en aydınlanmış ülkelerinden üçü, tümüyle çözülmeye uğramıştı. Neo-liberalizm 1990’lar boyunca siyasal spektrum boyunca Latin Amerika’ya nüfuz etti. Program ilkin Pinochet’nin Şili’sinde aşırı sağ tarafından uygulamaya sokuldu. Peru’daki Alberto Fujimori gibi başka sağcı şakirtler buldu, ama aynı zamanda tarihsel olarak milliyetçilikle ilişkili kuvvetleri de massediyordu: Meksika’daki PRI (Kurumsal Devrimci Parti); Carlos Menem döneminde Arjantin Peronizmi; Bolivya’da 1952’de Víctor Paz Estenssoro yönetimindeki milliyetçi devrimi yöneten Milliyetçi Devrimci Hareket… Bunun ardından, neoliberalizm sosyal demokrasiye yönelerek Şili Sosyalist Partisi’nin, Venezüella’daki Acción Democrática’nın, ve Brezilya’nın Sosyal Demokrat Partisi’nin desteğini kazanarak, hemen tüm Latin Amerika kıtasında hegemonik bir sistem hâlini aldı. Yine de, neo-liberal model istikrar kazanması için gerekli toplumsal güçlerin konsolidasyonunda başarısız kaldı ve böylelikle gidişatını engelleyecek krizler erken denilebilecek bir zamanda birbiri ardı sıra patlak verdi. En büyük üç Latin Amerikan ekonomisi en dramatik krizlere sahne olacaktı: 1994’te Meksika, 1999’da Brezilya ve 2002’de Arjantin; program vaatlerini yerine getiremeden un ufak oldu. Hiperenflasyonun yıkımları ancak devasa bir maliyetle denetim altına alınabildi. On yıl, ya da daha uzun bir süre boyunca iktisadî gelişme felce uğradı, servet yoğunlaşması her zamankinden daha fazla arttı, kamu açıkları büyüdü ve nüfus yığınlarının hakları, özellikle de istihdam ve emek ilişkileri alanında gasp edildi. Üstüne üstlük, ulusal borç katlanarak büyürken, bu üç ülkenin her birinin pahalı bir biçimde keşfettiği üzere, spekülatörlerin saldırıları karşısında çaresiz kalan bölgesel ekonomilerin kırılganlığı büyük ölçüde arttı. Neo-liberalizmin Latin Amerika’daki iktisadî başarısızlığı pek çok durumda ona öncülük eden hükümetlerin yıkılmasına yol açtı. Bunlar arasında Peru’da Alberto Fujimori, Brezilya’da Fernando Henrique Cardoso, Arjantin’de Menem, Venezüella’da Carlos Andrés Pérez ve Bolivya’da Gonzalo Sánchez de Lozada sayılabilir; yanı sıra Meksika’daki PRI, Uruguay’da iki geleneksel parti arasındaki tahterevalli, ve neo-liberalizmi çöküşü ötesinde dahi sürdürmeye çabalayan politikacılar da -örneğin Arjantin’de Fernando De la Rúa, Ekvator’da Lucio Gutiérrez ve Bolivya’da Sánchez de Lozada yok olup gitti. Onu sürdürmeye çalışan Meksika’daki Felipe Calderón, Şili’deki Michelle Bachelet, Peru’daki Alan García ya da Kolombiya’daki Alfonso Uribe gibi liderlerin tecrit duruma düştüğünü kaydetmek de önemlidir. (Bu arada Uribe, yönetişim konusu etrafında dönen son yerel seçimleri kaybetti; prestiji ‘terörizm’e karşı ‘demokratik güvenlik siyasaları’nı uzlaşmaz bir biçimde sürdürmesinden kaynaklanmakta ve ona istikrarlı bir tarzda yüzde 80’lere varan bir iç destek sağlamaktadır.) Artan sayıda başkan, neo-liberal iktisadî modelin iflasına tepki olarak seçilmiş ya da kimi vakalarda yeniden seçilmiştir. 64 POLİTİK TERSYÜZLÜKLER Küba devriminin 1959’daki zaferinden sonra Latin Amerika siyasetinde bir dizi çevrimin, yükseliş ve çöküşün, zafer ve yenilginin izini sürebiliriz. Yükseliş ve çöküşler, Avrupa solunun zaman aralıklarına kıyasla hızlı bir biçimde birbirini izlemiştir. Sonuç güçler dengesindeki, 1929 çöküşünden bu yana revaçta olan ithal ikameci modelin yakıtı nihayet tükendiğinde bölgeye hâkim olan uzatmalı hegemonya krizini yansıtan bir dizi yeniden değerlendirmedir. 1959’dan 1967’ye uzanan ilk çevrim, Küba devrimine ve kırsal gerilla hareketinin Kolombiya ve Nikaragua’dakilere öykünürcesine Venezüella, Guatemala ve Peru’ya yayılışına sahne oldu. Bu dönem, birkaç ülkede kitlesel devinimlere de tanıklık etti; buna Brezilya’da 1961-64 hükümeti ve bu ülkede 1964 darbesini izleyen diktatörlük karşısındaki geniş tabanlı direniş de dahildir. Latin Amerika solu için bu dönem, Küba’daki başarıdan doğrudan etkilenen, ancak Che Guevara’nın 1967’de Bolivya’da öldürülmesiyle önü kesilen bir yükseliş dönemiydi. İkinci çevrim 1967’den 1973’e dek uzanır. Kırsal gerillanın gerileyişi ve Uruguay, Brezilya ve Arjantin’de yeni kent gerillasının yükselişi bu döneme denk düşer. Allende Şili’de devlet başkanı seçildi (1970-73); aynı yıllar Bolivya’da Juan José Torres’in hükümetine (1971) ve Peru’da Juan Velasco Alvarado (1967)’nun, Panama’da ise Omar Torrijos (1968) ’un ulusalcı hükümetlerine tanıklık etti. Özetle bu, askerî darbeler ve diktatörlüklerle damgalanmış bir geri dönüşler çağını başlatan karma bir dönemdi. 1973’ten 1979’a uzanan yıllar, Güney Koni’de askerî diktatörlüklerin konsolidasyonuna sahne oldu. Brezilya’da olduğu gibi, Bolivya’da 1971’de, Şili ve Uruguay’da 1973’te ve Arjantin’de 1976’da cuntalar iktidara geldi. Peru’da Velasco Alvarado devrildi. Neo-liberal model Pinochet’nin Şili’sinde devreye sokuldu. Bu, ikircimsiz bir çöküş dönemiydi. Buna karşılık, 1979’dan 1990’a uzanan uzun onyıl, Nikaragua’da Sandinista zaferini, Grenada’da devrimi ve Surinam’da ulusalcı bir hükümeti devreye soktu. Castro Bağlantısızlar hareketinin başkanı seçildi; El Salvador ve Guatemala’da ise gerilla kuvvetleri mevzi kazandı. 1980’ler bütününde ilerleme yıllarıydı. Yeni bir dönemeçle, 1990 - 1998 arası Sandinista yenilgisine, Küba’da “özel dönem”in başlangıcına ve neo-liberal hegemonyanın, Meksika’da PRI’nin, Arjantin’de Menem’in, Venezüella’da Pérez’in, Brezilya’da Cardoso’nun ve Peru’da Fujimori’nin işbirliğiyle ve Şili’de Sosyalistlerle Hıristiyan Demokratların Concertación koalisyonunun Pinochet’ci iktisadî neo-liberalizmi sürdürmesiyle, kıta ölçeğinde yaygınlaşmasına sahne oldu. Bu kesin bir gerileme dönemiydi. Yine de, 1998’den itibaren Venezüella’da Chávez’in seçilmesiyle rüzgâr tersine dönecekti; bu olayı 2001’de Porto Alegre’de Dünya Sosyal Forumları’nın başlatılması, Lula’nın 2002’deki seçim zaferi ve Arjantin, Uruguay, Bolivya, Nikaragua, Ekvator ve nihayet Paraguay’da sol ve merkez solun yeni kazanımları izledi. Mercosur Venezüella, Bolivya veEkvator’u kapsayacak şekilde genişletilirken, Alternativa Bolívariana para las Américas -ya da ALBA, ‘şafak’- Andlar-Karayipler ekseninde yeni bir sol gruplaşmayı bir araya getirdi. Bu, şimdiye dek takdire değer bir ilerleme dönemi oldu. Bu hızlı değişen iniş ve çıkışlar kıtanın istikrarsızlığına ve alternatif programları pekiştirme kapasitesindeki zaaflara işaret etmektedir; yine de, aynı zamanda solun, ne denli yıkıcı görünürse görünsün Che’nin katledilişi, Şili’deki darbe, Sandinistaların uğradığı bozgun, neo-liberal süreçlerin basıncıyenilgilerinden ayağa kalkma yolundaki olağanüstü yetisinin de göstergesidir. Bir ülkede bastırılan bir halk hareketi, tıpkı bir köstebek gibi, bir başkasında günyüzüne çıkmıştır. Kıtanın güneyinden kuzeyine, kırdan kente, eski solun söylemlerinden yeni ifade biçimlerine, parti yapılarından daha gevşek toplumsal hareketlere ve bunlardan, yeni siyasal ve ideolojik kuvvetlere doğru tüneller kazarak ilerlemiştir. Oysa dünyanın başka bölgelerinde burada yaşanılan ölçeklerdeki yenilgiler, uzun süreli sürünceme durumlarına yol açmıştı: örneğin Almanya ve İtalya’daki kayıplarda ya da İspanya İç Savaşı’ndan sonra Cumhuriyetçiliğin yok edilişini izleyen dönemde olduğu gibi. Çevrimlerin kısalığı da şaşırtıcıdır: Che’nin öldürülüşü ve ilk guerrillero dalgasının geri çekilişiyle (1967), Allende’nin seçilmesi arasında yalnızca üç yıl vardır. Şili ve Uruguay’daki 1973, Arjantin’deki 1976 askeri darbeleri ile Sandinistaların 1979 zeferi arasında geçen süre, yalnızca üç ile altı yıldır. Ve Sosyalist dünyanın yıkılışı, Küba’da “özel dönem”in başlangıcı, Grenada hükümetinin 1989’daki devrilişi ve Sandinista rejiminin 1990’daki sonlanışından Chávez’in ilk seçilişine kadar geçen süre, yalnızca sekiz ya da dokuz yıldır. NAFTA’nın imzalandığı, Zapatista ayaklanmasının patlak verdiği ve Brezilya’da Cardoso’nun göreve geldiği yıl olan 1994’te Meksika’daki ilk krizi patlak verdiğinde, neo-liberal model daha yeni kök salmaktaydı. Ancak, Küba ve Nikaragua devrimlerinin zaferi ve Allende, Chávez, Morales ve Correa hükümetlerini kapsayan üç ilerici çevrim toplam 29 yıl yaparken, Che’nin ölümü, Şili darbesi ve Sandinista yenilgisini içeren gerileme dönemleri, 14 yılı doldurmaktadır. 65 SOLUN STRATEJİLERİ Latin Amerika solunun bu siyasal çevrimleri kesen üç stratejisi ayırt edilebilir. 1940’lara dayanan ilk silsile, ithal ikameci modelin hegemonyasıyla çağdaş büyük yapısal reformlar sekansıydı. Sol, iktisadî modernleşme, tarım reformu ve Kuzey emperyalizmi karşısında bir nebze özerklik adına tercihini iş dünyasının ulusal seçkinleriyle ittifaktan yana kullandı. Bu strateji Brezilya’da Getúlio Vargas, Meksika’da Lázaro Cárdenas ve Arjantin’de Juan Perón gibi efsanevî ulusalcı liderler tarafından, sol ya da merkez-sol partilerle uyum içinde yürürlüğe konulmuştu. Şili’de bu yaklaşımın ders kitaplarına girecek örnekleri 1938 Halk Cephesi ve 1970-73 Allende yönetimi idi. Ancak program, ekonomilerin uluslararasılaşmasının, ileride neo-liberal modele zemin hazırlayacak şekilde şirket elitlerini uluslar arası sermayeyle ittifaka itmesiyle birlikte, sanayileşme çabasıyla aynı zamanda başarısızlığa uğradı. Aynı girişimciler kıta güneyindeki askerî diktatörlükleri de desteklerken, yoğun emek sömürüsüne dayalı, lüks iç tüketime dönük ihracat merkezli bir ekonomi uğruna halk hareketlerini gözlerini kırpmadan tasfiye etmeye hazır olduklarını gizlemeye gerek duymadılar. Allende’nin, Komünist ve Sosyalist partilere dayanan ve 150 önde gelen şirketin millîleştirilmesini öngören bir programa sahip hükümeti, reformist siyasalardan kapitalizmin sosyalist bir tarzda üstesinden gelişe doğru ilerleme girişiminin en ileri örneğini oluşturuyordu. Yenilgisinin bir çok nedeni arasında, hiç kuşku yok ki, Allende’nin işe yalnızca yüzde 34’lük bir oyla başlayıp üç yıllık hükümeti boyunca bu oranı yalnızca yüzde 44’e çıkartabilmiş olması ve bu desteğin böylesi radikal bir programı hayata geçirmeye yeterli olmayışı bulunuyordu. Unidad Popular aynı zamanda devletin sınıfsal doğasını önemsemedi. Bu nedenle de geleneksel aygıtın dışında alternatif bir erk tesis etmeyi ihmal etti - bu ise yürütmenin köşeye sıkıştırılıp boğulmasına yol açtı. Şili ve Uruguay askeri darbeleri, uzun bir büyüme çevriminden, 1973 petrol krizinin tetiklediği bir resesyon çevrimine geçişi vurgulayan yılda gerçekleştirilmişlerdi. Tarihin bir sayfası kesin olarak kapanmış ve onunla birlikte Latin Amerika solunun bir stratejisi de sone ermişti. İkinci bir büyük strateji, Küba devrimiyle birlikte ortaya çıkmıştı. 1917 Rus ve 1949 Çin deneyimlerinden bildiğimiz üzere her devrimci zafer -özellikle de bütün bir bölgede kendi türünün ilk örneğiyse- karizmatik bir ikna gücüne sahiptir. Küba zaferi, 1940’lı ve 1950’li yıllar boyunca kıtanın büyük bölümünde başat olan, halkçı hükümetler ve demokratik rejimler altında iktisadî büyüme çevriminin sonuna denk düşmüştü. İlk Arjantin darbesi 1955’te, ikincisi 1966’da gerçekleştirildi; Brezilya ve Bolivya darbeleri 1964’te yapıldı, ve 1954’e gelindiğinde Guatemala karşı-devrimin pençesine düşmüş durumdaydı. Demokratik hükümetler iktisadî krizle birlikte dönemlerini tamamlamış gözüküyorlardı. 66 Öteki ülkelerdeki halk mücadelelerinin geleneksel önderliklerinin yönetiminde girdikleri çıkmazın aksine, Küba’nın beklenmedik bir biçimde alternatif bir yol sunması bu günlere denk düşer. Latin Amerika gerilla hareketlerinin yabancısı değildi; 1930’larda Nikaragua ve El Salvador’da görüldüğü üzere kırsal ayaklanmalarla olduğu kadar, 1910’larda Meksika’daki ya da 1952’de Bolivya’daki ulusaldevrimci mücadelelere de yabancı değildi. Yine de, Küba’daki olaylar özel bir çekicilik arz ediyor, sol için yeni bir çağa açılan bir yola işaret ediyordu. Latin Amerika ülkelerinin çoğunun bu dönemde ulaştığı gelişkinlik düzeylerinin benzerliği nedeniyle, Küba devrimi bölgede Rus devriminin zamanında Avrupa’da olduğundan çok daha etkili oldu. Régis Debray’in Küba deneyimi ve başka ülke ve kıtalarda nasıl tekrarlanabileceği konusundaki -yanlış da olsa çekici- anlatıları sayesinde bu daha da geçerliydi. Küba’nın ev sahipliğini üstlendiği kitlesel kongrelerTricontinental (1965) ve OLAS (1966)- yeni stratejiye devasa bir itim ve dünya ölçeğinde bir tanınmışlık sağlamada araçsal oldular; bu durum Che Guevara’nın Afrika ve Latin Amerika’daki faaliyetleri ile de örneklenmektedir. İzleyen onyıllarda gerilla mücadeleleri üç ayrı evrede süregitmiştir. 1960’larda Venezüella, Guatemala ve Peru’da merkezlenen ilki, kırsal bir karakter sergilemekteydi; Uruguay, Brezilya ve Arjantin’de boy göstermeye başlayan diğer hareketlerle eşgüdümü sağlamaya çalıştığı bir sırada Che’nin Bolivya’daki ölümüyle sona erdi. İkinci evre bu üç ülkedeki kent gerillası evresiydi ve 1960’ların sonu ile 1970’lerin başlarında etkindi. Üçüncü evre bir kez daha kırsal kesimde üslenmişti ve Sandinistaların 1979’daki zaferinden esinlenip, 1980’lerde esas olarak Guatemala ve El Salvador’da sahnelenmişti. 1990’daki Sandinista seçim yenilgisi ABD’nin emperyal hegemonyası altındaki tekkutuplu dünyaya kayışa denk düştü - bu olay aynı zamanda gerilla stratejilerinin uygulanabilirliğine son vermekteydi. Diğer ülkelerdeki askerî zaferin olanaksızlığı Guatemala ve Salvador savaşçılarının ana-akım siyasal kurumlara eklemlenmelerine yol açtı, guerrillero stratejilerinin altın çağı temelde sona ermişti. Aynı zamanda, 1990 sonrasındaki küresel yeniden dizilimin, gerek ulusalcı, gerekse sosyaldemokrat geleneksel sol partiler açısından uzun erimli sonuçları oldu. Neo-liberal siyasalara bağlanmaları ve bizatihî bu siyasaların sonuçları, sendikal hareketleri ve sol kanat güçlerin daha geniş erimini kötürümleştirdi. SSCB ve sosyalist kampın çöküşü tüm kıtadaki Komünist partilerin nihai krizini hızlandırdı. Brezilya KP gibi bir kaçı adlarını, hatta doğalarını bile değiştirdiler; diğerleri sadece sönüp gitti; hayatta kalabilenler ise, toplumsal, siyasal ve ideolojik karantinada sürdürebildiler varlıklarını. Solun diğer güçleri yeni koşullardan çeşitli biçimlerde etkilenmişti. Brezilya İşçi Partisi (PT), Uruguay’ın Frente Amplio’su ve Nikaragua’nın Frente Sandinistası, muhalefetteyken mücadele ettikleri iktisadî modelleri iktidara geldiklerinde kabul eden orta sol partilere dönüştü. Eski gerilla grupları arasında, yalnızca El Salvador’un Frente Farabundo Martí’si silah bıraktıktan sonra önemli bir siyasal güç olarak hayatta kalmayı başardı. Şili’deki MIR, Arjantin’deki Montonerolar ve PRT-ERP, Brezilya’daki ALN ve VPR, Peru ve Venezüella’daki gerilla grupları tümüyle dağılırken, Uruguay’daki Tupamarolar gerilla geçmişleriyle hiçbir ilişkisi kalmamış bir siyasal harekete dönüştüler. ÜÇÜNCÜ BİR YAKLAŞIM Latin Amerika’daki siyasal ve ideolojik mücadelenin tüm çerçevesi neo-liberal hegemonya altında böylelikle yeniden yoğrulmuştu. Önceki onyılların diktatörlüklerinin dayattığı güç dengesindeki radikal altüstlüğü, yeni dünya düzeni payandalamaktaydı. Eski ulusalcı ya da sosyal demokrat müttefiklerin halk güçlerini terk edişi, serbest piyasa iktisadının sert toplumsal sonuçlarıyla birleştiğinde toplumsal hareketleri neo-liberalizme karşı direnişin cephesine taşıdı- bu aşağıdan stratejilerin üçüncüsü ve en sonuncusuydu. Zapatistalar, Brezilya’daki topraksız köylü hareketi (MST), Bolivya ve Ekvator’un yerli hareketleri, Arjantin’deki işsizler hareketi piqueteros - bunlar, bu yeni militanlık türünde öncülük eden gruplardan bazılarıdır. Neo-liberalizm devletleri işlevlerinden soyar, kamu girişimlerinin topyekûn özelleştirilmesine dümen kırar, formel istihdam, sağlık ve eğitim haklarını gasp ederken ellerinden geldiğince direndiler. NAFTA’ya muhalefet 1994’te ortaya çıkan Zapatista platformunun ana gündem maddesiydi. Brezilya’daki topraksız köylüler tasfiye satışlarına karşı eyleme geçti; suyun özelleştirilmesine karşı 2000’de Cochabamba’nın sahne olduğu direniş Bolivya solunun tarihinde dikkate değer bir yeni evrenin başlangıç noktasıydı. Benzer bir durum, yerli hareketlerin iki neo-liberal yönetime karşı- ilki 1997’de istifa etmek zorunda kalan Abdalá Bucaram, ikincisi 2001’de koltuğunu bırakan Jamil Mahuad yönetimleri- veto güçlerini sergiledikleri Ekvator’da da ortaya çıktı. Bu kez yurttaş haklarını savunmak üzere biçimlenen kentli hareketlerin başını çektiği sonraki eylemlilikler ise 2005’te üçüncü bir hükümeti, Lucio Gutiérrez hükümetini devirecekti. Bizatihî neo-liberal modelin Meksika, Brezilya ve Arjantin’de karşılaştığı güçlükler, buna karşı halk direnişinin basıncıyla birleştiğinde, sol kampın kıta ölçeğindeki hegemonya krizi bağlamında acil alternatifleri formüle ettiği yeni bir evreye kapıyı araladı. Bu kimi toplumsal hareketlerin olumlu tepki verirken diğerlerinin geri durduğu açmazları getirmişti gündeme. İkinciler arasında ortak bir tutum, geleneksel sola, neo-liberal devlete ve standart siyasal pratiklere yönelik eleştirilerini genelde partiler, devlet ve siyaseti reddedişlerini haklı göstermek için kullanmaları, “toplumsal hareketlerin özerkliği” dedikleri şeye sığınmalarıydı. Neo-liberalizm piyasa lehine devlete, iktisat lehine siyasete; şirketler lehine siyasal partilere yönelik saldırılarını şiddetlendirirken, siyaset, partiler ve devletler aleyhine “toplumsal” boyuta sahip çıkan hareketler ile aynı neo-liberal argümanlar arasındaki ayırım bir çeşit ikircimle gölgelenmekteydi. Sol ya da neo-liberalizme karşı bütünsel direniş içerisinde, toplumsal hareketler ile STÖ’lerin benimsediği ve “devlete karşı sivil toplum” dikotomisi çerçevesinde eklemlediği yeni bir eğilim baş gösterdi. Toplumsal hareketlerle STÖ’leri bünyesine kabul ederken, bu mekânın sivil topluma ait olduğu savıyla siyasal partilere kapılarını kapatan Dünya Sosyal Forumu bu eğilimi güçleştirmekteydi. Bu konum içerisinde iki esas sorun ortaya çıkmaktadır. İlk olarak, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, devlet ve parti politikalarını başlıca düşmanları olarak gören neo-liberal söylem ile sınırları muğlâklaştırmaktadır. İkinci olarak, neoliberalizmin hakların topyekûn gaspıyla karakterize olduğu göz önünde bulundurulduğunda, ancak devletin yönetici yetkesi tarafından hayata geçirilen hakların evrenselleştirilmesi aracılığıyla siyasal alanda alt edilebileceği ortaya çıkacaktır. Yoksa kendi gerçeklenmesi için gerekli siyasal araçları elden çıkartan bir neo-liberalizm karşıtı mücadele sürekli savunuda kalacaktır. Görünüşte direniş merkezlerini kapsayan, ancak, toplumsalın siyasal ile yeni bir eklemlenmesi üzerinden neo-liberal hegemonyaya meydan okuyamayan kimi hareketler bu paradoksa sıkışıp kalmıştır. Devlete yönelik eleştirileri, neo-liberalizmin, devlet ile özel arasındaki kutuplaşma çevresinde yapılanmış kuramsal söyleminin terimlerine tabidir. Bu kutupsallık devleti canileştirmek, (piyasa ilişkilerinin içine gömülü olduğu) özel alanın denetimini ele geçirmek ve demokratikleşme ve neo-liberalizmin yenilgisi için vazgeçilmez olan çerçeveyi, kamusal alanı lağvetmek üzere tasarlanmıştır. Neo-liberal proje piyasa ilişkilerini sonsuza dek yaygınlaştırmayı hedeflediği ölçüde 67 gerçek kutuplaşma, kamusal alan ile piyasa alanı arasındadır, devletse bir kutuptan çok, iki alan arasındaki hegemonya mücadelesinin mekânını oluşturmaktadır. Anti neo-liberal bir alternatifin inşası, devletin kamusal alan lehine yeniden örgütlenmesi ya da dökümü, yurttaş haklarının evrenselleştirilmesi ve devlet ve genelde toplumsal ilişkilerle piyasanın ayrıştırılmasıyla işe başlamalıdır. Demokratikleştirme, piyasadan uzaklaştırmak, neoliberalizmin piyasanın eline teslim ettiğini halkın hakları alanına geri kazanmak anlamına gelmektedir. Eylem alanının “toplumsal” ile sınırlandırılması, toplumsal hareketlerin özerkliğinin bir ilke olarak ilan edilmesi, kişinin kendini iktidarsızlığa ve nihaî olarak da yenilgiye mahkûm etmesi anlamına gelir. Bolivya, Ekvator ve Arjantin vakaları, bu alternatiflere ilişkin öğretici örnekler sunmaktadır. LA PAZ, QUITO, BUENOS AIRES Bolivya’da yeni sol, geçim araçları küçükölçekli kırsal üretim olarak tanımlanabileceğinden, yerlileri salt campesinos -köylüler- olarak sınıflandıran geleneksel solun kör ekonomizminin eleştirisi üzerine yerleşmişti. Bu ekonomizm Aymara, Quechua ve Guaraní halklarını derin ve kadîm kimliklerinden yoksun bırakmıştı. Bolivya’nın hâl-i hazırdaki başkan yardımcısı Alvaro García Linera’nın açıkça dile getirdiği bu yeni eleştiri, yeni bir siyasal öznenin inşasını olanaklı kılmıştı: yerli hareketi. Diğer toplumsal güçlerle ittifak hâlinde bu hareket, siyasal alanda etkin eylem ve ulusal düzlemde hegemonyayı sağlamak üzere 2000’den bu yana biriken güçleri, Evo Morales’in adaylığı ve başkanlığı aracılığıyla birleştirebilmek için MAS’ı -Movimiento al Socialismo- kurdu. Yerli hareketin militan eylemciliği 2000’den bu yana ve altı yıl sonra Evo’nun seçilmesine yol açacak bir tarzda, bir Fransız şirketinin işletmesine talip olduğu suyun özelleştirilmesini engellemeyi başardı ve Sánchez de Lozada ile yardımcısı Carlos Mesa’nın neo-liberal hükümetlerini devirdi. Morales doğal kaynakları millîleştirmeyi, tarım reformu gerçekleştirmeyi ve bir Bolivya’yı çok-uluslu, çoketnili, çok-kültürlü bir devlet olarak tanımlamakla yükümlü bir Kurucu Meclisi toplamayı vaat eden bir platform temelinde seçilmişti. Yerli hareketi -su gibiözgül konulardan ulusal hükümete karşı mücadeleye, toplumsal hareketler içerisine kök salmış bir partinin kurulmasına ve nihayet Bolivya için, yeni hatlar doğrultusunda yeniden kurulmuş bir devlet tarafından hayata geçirilecek alternatif bir anti neo-liberal projenin inşasına yöneldi. Benzer olaylar, neo-liberalizme karşı, başını yerli hareketlerin çektiği direnişin iki hükümetin devrilmesine yol açtığı Ekvator’da da gerçekleşti. Movements such as Pachakutik ve CONAIE gibi hareketler şimdilik ikinci hükümetin devrilmesinde rol oynayan, Porto Alegre’deki Dünya Sosyal Forumu’na katılan ve hükümetinde birkaç yerli temsilcisinin bulunacağını taahhüt eden bir askere, Lucio Gutiérrez’e güveniyorlardı. Ancak daha göreve dahi başlamadan, Gutiérrez Washington’a gidip Bush yönetimiyle anlaşmalar imzaladı; böylelikle iktisadî politika ve birliklerin konumlandırıldığı Manta askerî üssü konusundaki kampanya vaatlerine ihanet etmiş oldu. Yerli hareketleri desteklerini çekerek hükümetten çekildiler, ancak bölünmüşlerdi. Kimi önderler sonuna dek Gutiérrez’e bağlı kaldılar; yerli güçler bu süreçte öylesine zaafa uğramışlardı ki, Gutiérrez’in devrilmesine yol açan ve çoğunlukla kentli hareketlerin eseri olan 2005 ayaklanmalarında pek az rol alabildiler. 2006 başkanlık seçimlerinde solu, Gutiérrez’in yardımcısının hükümetinde kısa bir süre görev alan ve kendini son yılların taban hareketlerinin siyasal devamı olarak sunan anti neo-liberal bir platforma dayanan genç bir Hıristiyan iktisatçı olan Rafael Correa temsil etti. Yerli hareketleri, Gutiérrez hükümeti ve Kurucu Meclis’teki deneyimlerin ardından, kurumsal katılıma güvensizlikleri nedeniyle başlangıçta edilgin kaldılar. Sonunda önderleri Luis Macas kimliğinde kendi adaylarını sahaya çıkarttıklarında, soldaki boşluk -yerli nüfusunu bir bölümünün gönlünü kazanmış olsa da destekçilerinin ana gövdesini kentli izleyicilerin oluşturduğu- Correa tarafından doldurulmuştu. Ekvator’daki hareket, “toplumsal olanın özerkliği” ile siyasal alanla yeniden bağlanma arasındaki ikilemi aşmayı başaramamış ve üç seçenek arasında bölünmüştü: hükümetlere destek verme ve katılmanın geleneksel biçimi; kurumsal siyasal mücadeleden çekilme; ve oyların ancak yüzde 2’sini alabilen güven verici, ama yalıtılmış bir adayın gecikmeli olarak sahaya sürülmesi. Böylelikle olağanüstü bir tarihe sahip bir hareket, salt direniş yolundan alternatiflerin inşasına doğru ilerlemede başarısız kaldı ve sıra neoliberalizm sonrasını planlamaya geldiğinde, kendini dışlanmış buldu. Buna karşılık Bolivya’da yerli hareketler bu geçişin gerçekleştirilmesinde eşit olduklarını kanıtladılar. MAS’ın kuruluşu ve önderi Evo Morales’in adaylığı, toplumsal hareketler ile siyasal alan arasındaki bağlantıyı kurmanın yeni bir yolunu ifadelendiriyordu. Evo, Bolivya solunun önde gelen adayı olduğu, hatta Devlet Başkanlığı seçimini kazandığında dahi, doğum yeri olan Cochabamba’da Koka Yetiştiricileri Federasyonu 68 başkanlığını sürdürüyordu. Bu başarı, Latin Amerika solunun, özellikle de neo-liberalizm karşıtı ve sonrası mücadelelerin tarihinde bir kilometre taşıdır. Arjantin piquetero’ları da yeni hareketlerin karşı karşıya olduğu ikilemi sergilemektedir. Bu gruplar -malî neo-liberalizmin aşırı ve radikal bir örneği olan- peso-dolar paritesi nihaî krizi sırasında, kitlesel gösterileri ve yol kapatmaları örgütleyerek öne çıktılar ve kur çıpası uygulamasıyla yoksullaşan pek çok kişi için bir çekim merkezi oluşturdular. Yanı sıra, işçiler pek çok fabrikayı işgal edip, sahiplerinin kapatıp terk ettiği işletmeleri kurtardılar. -Dolar paritesini Menem yönetiminden devralıp yüzlerine patlayana dek sürdüren De la Rúa hükümetiyle bu erken çatışma, Arjantin devletinin karşılaştığı en derin krizin başlangıcına işaret etmektedir. Aralık 2001’de, hükümeti karşıtı öfkeli gösterilerin ardından, De la Rúa bir helikopterle Pembe Köşk’ten (Buenos Aires’deki Başkanlık sarayı-ç.) kaçtı. İzleyen günlerde birkaç başkan daha geldi geçti. İktisadî modelin iflası belirgindi ve neo-liberal-olmayan bir hükümet olasılığı açıkça tartışılmaya başlamıştı. Yeni seçimlere karar verildiğinde, Carlos Menem daha da radikal bir öneriyle ortaya çıktı: Arjantin ekonomisinin tümüyle dolarizasyonu. Bu, darbenin etkisinden tam olarak kurtulamamış, dahası Menem’in iki ülke arasında iki taraflı bir anlaşma imzalayarak serbest ticaret hırslarını dizginden boşaltma planlarıyla daha da zarar görecek olan ülkenin bölgesel entegrasyon süreçlerinden kopartılması anlamına gelecekti. Partido Radical’in De la Rúa’nın istifasıyla darmadağın olması, Peronistlerin parçalanması sonucu geleneksel siyasal partilerin hegemonya kriziyle karşı karşıya kalan toplumsal hareketler, ünlü ¡Que se vayan todos! sloganını icat ettiler: Topu çekip gitsin! Bu, iktidar üzerinde yeniden düşünme ya da örgütlemenin yeni bir yolunu önermeksizin seçim sürecine katılımın reddi anlamına gelmekteydi. Bu, siyaseti küçümseyen ama başka bir alternatif de sunmayan “toplumsal hareketlerin özerkliği”nin özlü bir ifadesiydi. Bir güç konumundan “topunun birden çekip gitmesini” sağlamak, gerçekten de mümkündür. Oysa örgütlü siyasal güçler olmaksızın, slogan alternatif bir hegemonya mücadelesinden çekilme anlamına gelir sadece. Arjantin vakasında, bu Menem’in 2002’deki ilk seçim turunu, göreli bilinmeyen bir taşra valisi olan Néstor Kirchner’in ise ikinciyi kazanmasına yol açtı. Kirchner Peronizm içerisinden Menem’e, Lula ya da Tabaré Vázquez kalıbında ılımlı bir alternatif biçimlendirme işine girişti. Böylelikle, hegemonya krizinin üzerinden gelinebilmişti. Kirchner sokakların öfkesini ve Menem ve De la Rúa hükümetlerine duyulan nefreti temellük etti. Orta-sol bir konumdan, devlet meşruiyetinin çatlaklarını onarmaya ve piqueteroların geniş kesimlerini kazanırken daha radikal kesimlerini tecrit etme işine koyuldu. Tüm bu vakalarda toplumsalın özerkliği nosyonu siyasal eylemin yeni biçimlerini örgütlemeye niyetli kitle güçlerinin yeniden toparlanmasına olanak sağlamaya, ya da alternatif iktidar biçimlerinin inşasına hizmet etmek bir yana, iktidara değgin konularla yüzleşmenin reddi işlevini görüyordu. Bu tip eğilimler en açık ifadesini Toni Negri ve John Holloway’in çalışmalarında bulmaktadır. İktidarın, popüler olanı temsil biçimleri içsel olarak kusurlu ve çarpıtıcı olduğundan, her şeyi yozlaştırdığı gerekçesiyle, siyasal alanın terk edilmesini açık biçimde savunmaktadırlar; halkın iradesi meşru olarak ancak toplumsal alanda temsil edilebilir. Dahası, Negri devleti küreselleşmeye tutucu bir fren olarak betimler. Yine de, her ikisi de somut anti neoliberal stratejiler inşa etme konusunda herhangi bir girişimde bulunmaz; reçeteleri yalnızca toplumsal hareketlerin devinimsizliğine yol açmaktadır. DSF ise, kendi açısından malî sermaye akışlarını düzenleme gereksinimini kurucu tezlerinden biri hâline getirmiştir, oysa bu ancak -örneğin Venezüella’da olduğu gibi- yalnızca devlet edimi aracılığıyla mümkün olabilecektir. - Neo-liberal modelin tükenip, serbest ticaret politikalarının süregitmesiyle- Latin Amerika’yı kuşatan hegemonya krizine bir başka yaklaşım, Zapatismo’da bulunabilir. Bu hareket Chiapas’daki yerli grupların taleplerinden doğup bir süre ulusal ölçekte büyük bir rağbet görmesine karşın, Meksika’nın güney-doğusu ve tek bir kesimin talepleriyle sınırlı kaldı. Zapatistaların, PRI’nin krizinden yararlanmak bir yana, -mahkûm ettikleri- kurumsal atışmalardan uzak durmaları sonucu, boşluk bir başka sağ-kanat seçenek olan PAN tarafından dolduruldu. Nor did they participate in the 2006 Başkanlık seçimlerine de katılmayıp resmî yarışa koşut bir “Öteki Kampanya”yı yürütmeyi tercih ettiler: ve bu vesileyi, eleştiri oklarını rakiplerindense ana akım sol aday Manuel López Obrador’a yöneltme doğrultusunda kullandılar. Bir kez daha, bu kez çok küçük bir farkla ve haklı temellere dayanan sahtecilik suçlamaları arasında da olsa, seçimlerin galibi PAN oldu. Felipe Calderón öncelinin neo-liberal politikalarını sürdürdü. Pemex’in özelleştirilmesine yol açan bir projeyle petrol konusundaki devlet tekeline meydan okuyarak halk protestoları üzerindeki baskıları yoğunlaştırdı. 69 MERKEZ SOL BÜKÜLMELER Hegemonya krizine bir başka tepki de, ülkelerinin toplumsal hareketlerinden -sendikalar, kırsal hareketler, sağlık ya da eğitimdeki kamu sektörü çalışanları- kısmen de olsa eleştirel bir destek gören, Lula, Kirchner, Vázquez ya da Ortega hükümetlerinde bedenlenen geleneksel solunkidir. Bu hükümetler neoliberal modeli sürdürürken, -özellikle Brezilya, ama aynı zamanda Arjantin, Uruguay ve Nikaragua’dakendilerini ortodoks neo-liberal yönetimlerden ayırt eden daha esnek sosyal politikalar uygulamaya çalışmaktadırlar. Dahası, dış politikaları, Mercosur ve daha yakın zaman öncesinde kurulan Unasur üzerine vurguyla, ABD ile serbest ticaret anlaşmaları yerine bölgesel entegrasyona sıkı sıkıya bağlıdır. Günümüzde Latin Amerika’yı bölen temel konu budur: bu türden anlaşmaları imzalayan Şili, Meksika, Peru ya da Kosta Rika gibi ülkelerle, Arjantin, Brezilya, Uruguay, Paraguay, Venezüella, Bolivya, Ekvator, Nikaragua ya da Küba gibi, bölgesel entegrasyonla daha ilgili olanları birbirinden ayıran hat. Bu, Batı medyasının geliştirdiği ve Latin Amerika sağının sözcüsü Jorge Castañeda gibi kişiler tarafından ılımlıları kayırıp radikalleri tecrit ederek solu bölmek amacıyla dillendirilen ve Forgotten Continent (2007)’inde neo-liberalizmin sol alternatiflerine verip veriştiren Economist’in Latin Amerika editörü Michael Reid tarafından da tekrarlanan “iyi” ya da “ılımlı” merkez sol ile “kötü” ya da radikal bir sol arasındaki ayırımdan tamamen farklı bir ayırımdır. Bu arada, dört Latin Amerika hükümeti başat modelden kopma hedefiyle bölgesel entegrasyonun önceliğini bir adım ileri taşıyarak post neoliberal alternatif diyebileceğimiz şeyin inşasına girişmişlerdir. Venezüella, Bolivya, Ekvator ve Küba -Ekvator şimdilik gayrıresmî olmakla birlikteentegrasyon süreci daha uzun erimli olan Amerikalar İçin Bolívarcı Alternatif’in inşasını üstlenmişlerdir; ALBA artık Haiti, Nikaragua ve Honduras’ı da dahi etmiştir. ALBA piyasasızlaştırılmış mekânlar yaratıp Dünya Sosyal Forumu’nun “adil ticaret” dediği, piyasa oranlarının ya da DTÖ’nün serbest ticaret normlarının yönetiminde olmayan mübadeleleri destekleyerek neoliberal modele karşı mücadele etmektedir. Bu deneyim alternatif mübadele tarzlarının uygulanışında eşsizdir ve “başka olası dünya”nın neye benzeyebileceği konusunda fikir vermektedir. Burada her bir ülke sahip olduğuna göre verir ve gereksinimlerine göre alır. Böylece, ALBA’nın iki kurucu ülkesi, Venezüella ve Küba, karşılıklı gereksinim ve olanakları açısından ilkinin petrolünü ikincinin eğitim, kamu sağlığı ve spordaki uzmanlığı konusunda takasa sokar. Bu işlemler sayesinde Venezüella Latin Amerika’nın, BM ölçütlerine göre okur-yazarlık oranının yüzde yüz olduğu ikinci ülkesi hâline gelmiştir. Bu başarı kamusal, piyasadan arındırılmış bir alanda sağlanabilmiştir; piyasa koşullarında ya da Arjantin, Meksika, Brezilya gibi göreli daha gelişmiş ülkelerde dahi geleneksel hükümetlerin eğitim bütçelerine tabi olarak değil; üstelik Brezilyalı Paulo Freire’nin yöntemi gibi, hükümet desteğinde yürütülen gelişkin bir okur-yazarlık programının da ürünü değildir. Bolivya, yine Kübalı uzmanların doğrudan katkılarıyla, 2008 sonunda cehaletten arındırılmış yeni bir bölge olarak Venezüella ve Küba’nın yanında yer alacağını duyurdu. Diğer başarılar arasında, Küba, Venezüella ve Bolivya’da bedava ameliyatlarla yüzbinlerce Latin -hatta Kuzey- Amerikalı’yı göz sağlığına kavuşturan “Mucize Operasyonu” da bulunmaktadır; örneğin binlerce Arjantinli bu son ülkede bu uygulamadan yararlandı. Bu arada, Latin Amerika Tıp Okulu, Kuzey Amerikalılar dahil mütevazı kökenlerden gelme ilk doktorlar kuşağını ücretsiz olarak eğitmektedir. Venezüella petrol gelirlerini, ABD’deki yoksul sektörleri destekleyen bir dayanışma mübadeleleri alanının inşasında kullanırken -Petrocaribe- ALBA da Haiti, Bolivya, Nikaragua ve kıtanın diğer yerlerinde dayanışma programlarını yürütmektedir. Banco del Sur tasarısı gibi bölgesel entegrasyon projeleri, kıtasal gaz boru hattı ve Telesur, malî kaynakları ve malları kendi hedeflerini gerçekleştirmeye hasrederek bölgenin dünya piyasasıyla ilişkilerini değişime uğratacak diğer girişimlerdir. 70 ÖNCÜ DEVLETLER Kapitalizme karşı kapsamlı bir meydan okuma neden ortaya çıkamamıştır? Bunun yanıtı, Soğuk Savaş’ta Batı’nın zaferini izleyen küresel güçler dengesinde aranmalıdır. Bunun yol açtığı yaygın deregülasyon ve piyasalaştırma süreçleri uzun süreli bir iktisadî büyüme çağına yol açmamıştır; bunun yerine, üretken yatırımlar büyük ölçüde spekülatif malî alana kaydırıldı. Servetin toplumsal ve coğrafî yoğunlaşması katlandı. Kapitalist sistemin sınır ve çelişkileri her zamankinden daha büyük bir ölçekte gözler önüne serildi. Yine de alternatiflerin inşası için gerekli öznel etkenler -kolektif örgütlenme ve bilinç biçimleri, siyaset ve devlet- aynı süreçler tarafından yetisizleştirilmişti. Devlet ve kamusal alan, durmaksızın serbest ticaret öğretisini va’zeden uluslar arası kuruluşların desteğinde, rant peşindeki sermayenin saldırıları karşısında büzüştü. Ideolojik açıdan, liberalizmin zaferi kendi dünya yorumunu hegemonik bir tekel olarak dayatmıştı: demokrasi yalnızca temsili parlamentarizm; ekonomi yalnızca kapitalist piyasa ekonomisi anlamına gelebilirdi; müşteri ve tüketici yurttaş ve işçiyi perdeliyordu; rekabet hakların yerini alırken piyasa kamusal alanı temellük etmekteydi. Bu nedenledir ki neo-liberal iktisadî modelin birbirini izleyen krizleri, bu hâliyle kapitalizme açık bir meydan okuma oluşturmadı. Latin Amerika’da, neoliberalizme karşı mücadelede en ileri gitmiş ülkeler, onun en az tutunabildiği ülkelerdi. Venezüella’da serbest piyasa siyasalarının ilerleyişini Carlos Andrés Pérez ve Rafael Caldera yönetimlerinin başarısızlığı durdurdu; Ekvator’da ise birbiri ardı sıra üç hükümetin devrilmesi. Bolivya’da yerli cemaatleri yalnızca kırsal kesimde değil, en yoğun olarak yığıldıkları La Paz, El Alto ve Cochabamba gibi kentlerde de kimliklerini korumayı başardılar. Ideolojik bakımdan, neoliberalizm Meksika, Brezilya, Şili, Arjantin gibi göreli daha gelişmiş ülkelerde daha derinlere kök salmıştı. Brezilya on yıl boyunca kesintisiz bir neo-liberal hükümetler dizisi tarafından yönetildi; Arjantin’de, Menem de on yıl boyunca iktidarda kaldı; neo-liberal orthodoksluk hem PRI hem PAN iktidarları tarafından bütünüyle uygulandı. Brezilya ve Arjantin’de neoliberal model, kimi esneklik alanlarına karşın, hükmünü sürdürmektedir. Post-kapitalizme nazire, ‘post neo-liberal’ olarak adlandırılabilecek hükümetler -Venezüella, Ekvator ve Bolivya-Latin Amerika solunun, Brezilya, Şili, Arjantin ya da Uruguay gibi klasik kalelerinden hiç birinde ortaya çıkmadı. Sanayileşme süreçleri ve siyasal solun tarihsel deneyimleri sayesinde işçi sınıfı ve işçi hareketlerinin en fazla zemin kazandığı ülkelerde boygöstermedi. Özelleştirmelere karşı mücadelelerde ve neo-liberalizmin toplumsal maliyetine yönelik halk protestolarında biçimlenmiş yeni tarihsel özneler olarak ortaya çıktılar. Bolivya’da bu özne, maden işçileri hareketinin yitip gitmesinden sonra, açık bir biçimde yerli hareketidir. Venezüella’da askerî kökenlere sahip anti-emperyalist, milliyetçi bir harekettir. Ekvator’da yerli hareketlerinden kentsel demokratik kampanyalara, yolu üzerinde sendikacılar, öğrenciler ve eleştirel entelijensiya üyeleri dâhil pek çok sektörü sürükleyen büyük halk hareketleri dalgalarının oluşturduğu birkaç birliğin toplamı, melez bir öznedir. Bunların tümü anti neoliberal toplumsal güçlerdir, ama zorunlu olarak antikapitalist değil. Toplumsal ve siyasal önderliğin mücadeleyi o yöne büküp anti neo-liberal ittifaka anti-kapitalist bir dinamik katma yetisine bağlı olarak öyle olabilirler. Hugo Chávez’in öne sürdüğü ve pek çok başka güç tarafından geliştirilen XXI. yüzyıl sosyalizmi projesi, her şeyden önce, anti neoliberal mücadeleyi, anti-kapitalist bir mücadeleyle kaynaştırmayı hedefleyen eşsiz bir tarihsel inşadır. Latin Amerika’daki -hatta, bu projenin en fazla ileri gittiği yerin burası olduğu göz önünde bulundurularak tüm dünyadaki- en ileri siyasal süreçler, post neoliberal olarak adlandırılabilecek siyasal projeleri dizayn etmeye çalışıyorlar. Bu terimi birkaç devlet işlevinin restorasyonunu birleştiren yaklaşımları tanımlamada kullanıyoruz: doğal kaynaklar üzerindeki ulusal egemenliği savunmadaki düzenleyici yetisi; toplumun geniş çalışan kesimlerinin temsilcisi olarak evrensel olarak içleyici toplumsal siyasaları sürdürme yetisi; yeni siyasal katılım mekanizmaları yaratma ve toplumsal ile siyasal arasındaki bağları yeniden tanımlama perspektifi. Böylesi ekonomilerde, yeniden biçimlendirilmiş devlet hegemonyasını uygularken, denetlenebilir bir özel sektör varlığını sürdürmektedir; toplumsallaştırılmış özellikler farklı biçimler alabilir kooperatifler, küçük aile işletmeleri, vb. Hedef, XXI. yüzyıl sosyalizminin kamusal alanın rehabilitasyonu, hakların evrenselleştirilmesi ve kapsamlı bir piyasadan arındırma anlamına geldiği fikriyle devleti kamusal alan çevresinde yeniden kurarak yeni bir toplumsallaşma modelini yaratmaktır. Başarı, nihaî olarak, post neo-liberal modelde gerçekleştirilen piyasadan arındırmanın ölçeğine bağlı olacaktır. MEYDAN OKUMALAR Bir öfori döneminin ardından, bu Latin Amerika hükümetlerinin artık yüzleşmeye hazırlanmaları gereken yeni bir evrenin belirtilerini seçmek, olanaklıdır. Fernando Lugo’nun Paraguay’daki -Parti-Devlet rejiminin onlarca yıllık diktatörlük rejimine son veren- zaferi, bölgedeki yeni hükümet tiplerine bir yenisini eklemiştir. Lugo’yu heterojen bir partiler ittifakı destekliyor, ama özellikle kırsal kesimde, yeni Başkan’a bir dizi güçlükle (tarım reformu, yolsuzluklar, vergi reformu, Brezilya (Itaipú) ve Arjantin’le (Yacyretá) hidroelektrik enerji anlaşmalarının gözden geçirilmesi) yüzleşirken, azımsanmayacak bir meşruiyet sağlayacak geniş bir toplumsal desteğe sahip. El Salvador’da, Frente Farabundo Martí’den Mauricio Funes’in Mart 2009’da devlet başkanı seçilme olasılığı hayli yüksek.[**] Yine de, bu gelişmeler yeni engellerin ortaya çıkmasına denk düşüyor. Chávez’in Kasım 2007 referandumundaki yenilgisi ve Kasım 2008 yerel seçimlerinde, birleşik bir muhalefet önünde karşılaşması olası güçlükler, bugüne değin, bazıları muhalefet boykotu sayesinde olsa da, yerel konseylerin hemen tümünü elinde tutan bir hükümetin önemli kayıplarla karşılaşabileceğini göstermektedir. Morales’in Ağustos 2008’deki geri çağırma referandumundaki zaferine karşın -yüzde 84’lük bir katılımın yüzde 68’i- Bolivya hükümetini kuşatan sorunlar varlığını sürdürmektedir; yeni Anayasa’nın içinden çıkılmaz gibi görünen sorunlarını çözüme kavuşturabilmek için müzakerelere yeniden 71 başlamak gerekecektir. Yine de, bu hükümetlerin arkasındaki halk desteği medyada göründüğünden çok daha büyüktür; örneğin, son referandumda Morales 2006 Başkanlık seçimlerinde elde ettiği oyları yüzde 14 oranında arttırdı. Lula’ya gelince, yolsuzluk iddialarının yarattığı kriz henüz tümüyle yatışmamış olsa da, ikinci dönem seçimleri kazandı ve hâlâ yüzde 70’lik bir desteğe sahip. Bu destek, göreli istikrarlı bir iktisadî büyümenin ödülü olmanın yanı sıra, hükümetin sosyal politikalarının etkileri de hissediliyor. Bu durum ise, 2010 seçimlerinde Lula’yı izleyecek bir aday üzerine uzlaşmadaki güçlüklere işaret etmekte. Frente Amplio -sol tarafından neo-liberal olarak damgalanan, ancak Tabaré’nin iktisadî istikrar konusunda övgüler yağdırdığı - ılımlı şansölye Danilo Astori’yi destekleyenlerle daha solcu bir adayı, olasılıkla da eski Tupamaro José Mujica’yı tercih edenler arasında bölünmüş olsa da,Tabaré Vázquez ardılını daha kolay seçeceğe benzemektedir. Morales ve Chávez gibi, Cristina Fernández de sağın ateş hattındadır. Başta transgenetik soya fasulyesi olmak üzere, Arjantin’in dış ticaretinin başat felaketli bir tarzda hiçbir ayırım gütmediği büyük, orta ve küçük kırsal üreticilerin şiddetli protestolarına yol açtı. Nisan 2008’de görevi eşi Néstor Kirchner’den devraldıktan sonra, başkana yönelik destek yönetiminin ilk aylarında, Fernández’in yenilgiye uğradığı neredeyse tek seçim bölgesi olan Buenos Aires’de yoğunlaşan geleneksel kentli orta-sınıf muhalefetinin yol kapatma ve lokavt eylemlerinde et ve tahıl üreticileriyle güçlerini birleştirmesi sonucu baş aşağı seyretti. Küba “özel dönem”de yürürlüğe koymak zorunda kaldığı katı politikaları gevşetmeye başlıyor. Böylesi reformlar zorunlu olarak Fidel Castro’nun dümenden çekilmesinin sonucu değil; daha çok sosyalist kampın uzun erimli iktisadî planlama sisteminin çöküşünden sonra ulusun kemerini sıkmak zorunda kalması sonucu bastırılan popüler özlemleri yansıtmaktadır. Hükümetin ilk düzenlemes daha genç siyasetçileri göreve getirmedi; aksine, reformların ancak devrimin ideolojik çerçevesi dahilinde sürdürüleceğine işaret edercesine eski devrim muhafızları pekiştirildi. Ne ki, 2009’da gerçekleştirilmesi programlanan Parti Kongresi, Latin Amerika solunun tarihini değiştiren 1959 devrimci zaferinden elli yıl sonra, Fidel-sonrası Küba’nın gelecekteki olası şekline işaret edecek tarzda, önderliği gençleştirmenin bir fırsatı olarak değerlendirilmelidir. HEGEMONİK ÇEKİŞMELER Latin Amerika bu ilerici hükümetler dalgasının ardından nasıl bir yer olacak? Mevcut siyasal süreçler güvenceye alınamazsa, ne tip bir regresyona sürüklenebilir? Neo-liberal karşıtı stratejiler -küresel, bölgesel ve ulusal düzlemlerdeki güçler dengesi göz önünde bulundurulduğunda, alabilecekleri olası sektörünü oluşturan tarım ihraç ürünleri üzerindeki tek biçimde-hegemonya konusunda uzatmalı bir vergiyi arttırma girişimi, yeni verginin aralarında çekişmeye işaret etmektedir: ne başat burjuva 72 sektörleriyle eşitsiz bir ittifak (reformcu strateji), ne de düşmanın yok edilmesi (silahlı mücadele perspektifi). Bunun yerine, bu stratejiler hegemonya çekişmesinin, piyasalaşma süreçlerini tersine çevirme ve toplumsal özneleri “kendileri için” yeniden biçimlendirme amacıyla, yasama dâhil iktidarı ele geçirme terimleriyle yeniden ifade edilmesini içermektedir. Bunun ötesinde, daha yüksek bir evrede, belli başlı toplumsal bloklar arasındaki yeni güçler dengesini temsil eden yeni bir devletin kurulması anlamına gelir. Örneğin Bolivya’da iktidarın sandıkta ele geçirilmesi, bir devletin çözülmesi konusunda kıtanın tanık olduğu en kapsamlı girişimin ardından gerçekleşti. Bu, kalay madenlerinin tasfiyesiyle başlayıp devlet mülkiyetindeki başlıca şirketlerin özelleştirilmesiyle -Bolivya neo-liberalizminin dilinde “sermayeleştirme”-, doğal kaynaklar üzerindeki devlet denetiminin lağvıyla ve hükümetin her türlü düzenleme dayatma yetisinin felce uğratılmasıyla sonlanan bir süreç oldu. Derhâl stratejik platformunu uygulamaya koyulan (başta doğalgaz olmak üzere doğal kaynakların millîleştirilmesi; Kurucu Meclis’in oluşturulması; tarım reformuna doğru ilk adımlar) Morales hükümetinin devraldığı durum, buydu. Devlet tek başına yatırım yükünü omuzlayabilecek durumda olmadığından ve Bolivya doğalgaz şirketi teknik ve idarî uzmanlıktan tümüyle yoksun bırakıldığından, millileştirme tasarımı yabancı firmaların işbirliğini gözden çıkartabilecek durumda değildi. Hükümetin elinden gelen, özellikle de çocuklara ve yaşlılara yönelik olarak sosyal programlara yönelik hükümet harcamalarının ana fonunu oluşturmak üzere doğalgaz ihracat vergilerini yüzde 18’den yüzde 84’e yükseltmek oldu. Kurucu Meclis dizaynıyla bağlantılı olarak hükümet başlangıçta, siyasal partileri dışlayıp yerli halklarla tüm toplumsal hareketlerin doğrudan temsilini öngörmüştü; bu ise muhalefete karşı ezici bir zaferi güvence altına almak olacaktı. Ama Bolivya güçlü -ve ulusal petrol şirketinin denetimini ele geçirmekle daha da güçlenen- bir devlete, ama siyasal boykot girişimi çarşafa dolanmış ve sınırlı bir darlık ve enflasyon dışında hiçbir sonuç vermemiş, göreli zayıf bir şirket sektörüne sahip olan Venezüella’dan farklıdır. Bolivya’da, iktisadîgüç büyük ağırlıkla özel ellerdedir ve sağın kalesi olan doğu bölgelerinde yoğunlaşmıştır. Doğrudan yenilgi olasılığıyla karşı karşıya kalan muhalefetin hükümete zarar verici bir iktisadî boykota girişip ülkenin bölünmesi riskini derinleştirebileceği konusunda haklı kaygılar söz konusuydu. Böylelikle Meclis nihaî olarak mevcut partiler çevresinde yapılandı; bu ise hükümete mutlak çoğunluğu sağlamakla birlikte, Anayasa projesini 73 kabul ettirecek üçte ikilik çoğunluğu vermedi. Muhalefet Kurucu Meclis’idevirme umuduyla ortak bir cephe oluşturdu. Tartışmaları sürekli açmaza sürükleyerek kurumsal bir krize yol açıp, MAS’ın öngördüğü üzere yerli halklara değil, bölgesel hükümetlere yönelik özerklik konusunda referandum talebinde bulundu. Bu, onların tarım reformunun önünü kendi bölgelerinde tıkama ve gaz ihracatının sağladığı gelirlerin önemli bir oranını ceplerine indirme olanağını sağladı. Dolayısıyla, “özerkliği” Bolivya tarihinde ilk kez, 2007’ye dek olduğu üzere Başkan tarafından atanan değil, prefectura sakinleri tarafından doğrudan seçilen bölgesel yöneticilere ilişkin olarak yorumlamaktaydılar. Hükümet, toplumsal devinim aracılığıyla güçlerin birikimi üzerine temellenen bir strateji arkaplanında, güçler dengesini düzeltip yeni bir hegemonya elde etmek üzere, çatışkıyı sağ açısından verimli bir zemine çekebilecek ve içeride polis ile silahlı kuvvetlerin, dışarıda ise ABD’nin desteğini sağlayabilecek şiddetli çatışmalar ve silahlı ayaklanmalardan uzak durmaya gayret etmekteydi. Bu nedenle taktik muhalefeti Meclis’e çekerek onu yeni hegemonyanın pekiştirilmesinde kullanmaktı. Çıkarlarının ciddi tehdit altında olduğunu gören sağ, şiddetli tepki verdi - ayrılıkçı girişimler, şiddetli saldırılar, ırkçı patlamalar; ne ki genel eğilim bütünsel eğilim özellikle de Santa Cruz de la Sierra’nın zengin tarımcıları için son derece kârlı olan transgenetik soya ihracatına daha az vurgu yapan yeni bir iktisadî model peşindeki siyasalara yönelirken ortam bu tepkilere elverişli değildi. Bu örnek, uzun bir sabit pozisyonlar savaşında manevra oyununu göstermektedir - bu ülkelerdeki solun, muhalefetin iktisadî ve medya gücünün karşısında dahi, geniş bir halk desteği ve geniş bir inisiyatifler erimiyle, hükümet düzleminde mücadele ettiği bir savaştır bu. Hiçbir kazanım geri dönülmez değildir. Yine de, en ortodoks neo-liberal hükümetlerin tecridi ya da devrilmesiyle sağın yaşadığı sıkıntılar, bize bugünün sol ve merkez sol hükümetlerinin yerine iktidara geçecek olsalar, mevcut hükümetlerin sosyal planlarını bir kısmını muhafaza edeceklerini ya da kendi versiyonlarını uygulamaya sokacaklarını düşündürtmektedir - bu ise daha önce tahayyül dahi edilemeyecek bir şeydir. Yine de kuşkusuz ki, özelleştirme programını yeniden başlatır, bölgesel entegrasyon sürecine son verir ve ABD ve genelde Kuzey ile yakınlaşmaya çalışırlardı. En ılımlısı dâhil bugün iktidardaki ilerici hükümetlerin tek alternatifi kendi sağlarında yatmaktadır: bugünkü hâliyle sol hiçbir yerde yeterince güç ve destek ya da yeterince açık bir söylem sergileyememektedir. Kimi bölgesel ölçekli projeler mevcut hükümetler döneminde anlamlı bir ölçüde ilerletilebilirse, geriye dönüşleri çok zor olacaktır: örneğin kıtasal gaz boru hatta ya da Banco del Sur. Günümüzde solun arkasında, aynı anda bu kıtanın bugüne dek tanık olduğu en çok ülkede en yaygın halk desteği bulunmaktadır ki bu da neo-liberal yönetimlerinkiyle tezat sosyal politikalar sayesindedir. Bu destek, tüm bölgede seçimlerde tekrarlanan bir senaryoyla elitlerin iktisadî ve medya gücünden daha etkili olduğunu kanıtlamıştır. İster like Chávez, Correa ve Morales gibi radikaller, ister Lula, Vázquez, Néstor ve Cristina Kirchner, Ortega, Lugo ve López Obrador gibi ılımlılar olsun, bu adayların tümü, medyanın güçlü tekeliyle desteklenen bir neo-liberal blokla karşı karşıya kalmıştı. Bu tekel kamuoyunu gündelik olarak şekillendirip saatlerin konusunu belirleyerek “konsensüs imal eder”. Yine de, iş seçime geldiğinde halk-Venezüella, Arjantin, Bolivya, Brezilya, Ekvator ve Uruguay- oyunu başka türlü kullanmaktadır. YANKILAR Latin Amerikan gelişmelerinin genelde dünyaya ne gibi bir etkisi olabilir? Soruyu çağdaş gücün üç büyük sütunuyla bağlantılı olarak inceleyebiliriz: silahların gücü, paranın gücü ve sözcüklerin gücü. Açıktır ki Latin Amerika, özellikle Brezilya’nın kurduğu Hindistan, Çin, Rusya ve Güney Afrika ile ittifakların ötesinde küresel iktisadî durumu pek az etkileyebilir. Bölgesel entegrasyondan kaynaklanan Güney-Güney mübadelelerinin artışı -özellikle Çin ve Hindisan ile, ama aynı zamanda İran ile de- iki yanlı serbest ticaret anlaşmaları imzalamış ülkeler dışında ABD’nin ağırlığının eskiye göre daha az olduğu farklı bir uluslar arası ticaret ilişkileri tarzına yönelik adımlardır. Benzer şekilde, silahlar konusunda da Latin Amerika’nın, Washington’un Irak’ın işgali konusunda Güvenlik Konseyi’nde oybirliği sağlamadaki, Meksika ve Şili gibi yakın iktisadî müttefiklerinin dahi desteğini alabilmedeki başarısızlığında yaptığı gibi, ABD imparatorluğunun askerî yayılmacı planlarını desteklemeyi reddeden edilgin bir rolden fazlasını oynaması beklenemeyecektir. ABD etkisinin merkezi Kolombiya’nın tecridi Ekvator’u istilasının tüm kıta ulusları ve Amerika Devletleri Örgütü tarafından mahkûm edilmesiyle iyice açığa çıktı. Latin Amerika’ya özgü bölgesel entegrasyon projeleri, Washington’un pazarladığı serbest ticaret anlaşmalarına yönelik alternatif arayışlarıyla birlikte, ABD’den göreli bağımsız bir yol sunmaktadır. Dünyada Kuzey Amerika emperyal hegemonyasına açıkça meydan okuyan pek az sayıdaki hükümet de burada bulunmaktadır: Küba, Venezüella, Bolivya, Ekvator. Kuşkusuz bunlardan hiçbiri ABD’ye siyasal ve askerî bir alternatifin inşası için yeterli değildir. Kıta, en iyi ihtimalle, iktisadî prestiji neoliberalizmin dayattığı iktisadî açılımların sanayiyi tasfiye edicietkileri sonucu çok azaldığı bir bölgede direnmekte ve kendi entegrasyon biçimleri üzerinde çalışmaktadır. Mayıs 2008’de tüm Güney Amerika ülkelerinin entegrasyonunu hedefleyen UNASUR’un kurulması ve, and the proposal for a Güney Amerika Savunma Konseyi önerisinin dile getirilmesi -her iki inisiyatif de ABD’nin dışında gelişmiştir- Uribe’nin ABD’nin toprakları üzerinde askerî üs inşa etmesine izin vermesi nedeniyle Kolombiya’nın formel katılımı durumu güçleştirmekle birlikte, kıtasal entegrasyon konusunda yeni bir mekân ve modele işaret etmektedir. Bir bütün olarak bölgenin önemi başta petrol olmak üzere enerji kaynakları ile ihracat ürünleri, özellikle de soyadan kaynaklanır. Ancak iç pazarlar tüketim kapasiteleri genişledikçe daha cazip hâle gelmektedir; öte yandan, G-20’nin DTÖ ile ilişkilerinde görüldüğü üzere, bölgesel entegrasyon siyasal müzakere gücünü arttırmaktadır. Neo-liberal modelden kopuş ve ALBA gibi alternatif ticaret mekânları oluşturma süreci, kıtayı neo-liberalizme alternatifler üzerine her türlü tartışmanın vazgeçilmez referansı hâline getirmiştir. Chávez’in önderliğinin kıtanın sınırları ötesinde ün kazanmasının nedeni kısmen budur. Yine de, post neo-liberal süreçlerin en kırılgan veçhelerinden biri, küresel tecrit edilmişlikleridir; başka müttefiklerin yokluğunda Venezüella ABD ile çelişki içindeki her hükümetle ilişkilenmek zorunda kalmıştır: Rusya, İran, Belarusya ve Çin. Yanısıra, modelden kopma yolunda somut hamlelerde bulunan Latin Amerika ülkeleri göreli en gelişkin ülkeler değildir; en büyük iktisadî değerleri Venezüella’nın petrolüne güvenebilecek olmalarıdır. İdeolojik düzlemde, Latin Amerika tartışma başlıklarını müzakereye sunma konusunda daha iyi konumlanmıştır: çok-uluslu, çok-etnili devlet; XXI. yüzyıl sosyalizmi nosyonu; ALBA gibi alternatif bölgesel entegrasyon formülleri… Ne ki, bu yeni fikirleri yayma, onları kitle iletişim araçlarının durmaksızın yaydıkları pensée unique ve kuramları karşısında dile getirme konusunda az sayıda platform bulunmaktadır. Uzun bir uzak görüşlü yorumlar ve kuramsal yenilikler geleneğiyle övünebilecek olan Latin Amerika eleştirel düşüncesi, yeni milliyetçilik, yerli halklar, yeni birikim modeli, toplumsallaşma ve piyasadan arındırma süreçleri ve kıtanın tarihsel ve siyasal geleceği gibi konularda yeni meydan okumalarla yüzyüzedir. Bazı ülkelerde -en önemlisi Bolivya- deneyimlere zengin tefekkür ve kuramsal 74 irdeleme süreçleri eşlik ediyor. Başkalarında, entelijensiya ile ülkenin geri kalan kısmının giriştiği süreçler arasında çelişki denemese de önemli kopukluklar gözlemlenmekte: bunun en çarpıcı örneğini ise Venezüella oluşturuyor. Brezilya, Arjantin ve Meksika gibi güçlü bir üniversite-temelli entelijensiyanın bulunduğu ülkelerde, eğitimli elitin önemli bir kesimi, yüksek bir entelektüel tartışma standardını sürdürmekle birlikte, toplumsal ve siyasal mücadelenin belli başlı alanlarına katılmaktan geri durur. Mevcut kuramsal potansiyel, post neo-liberal modellerin inşasında önemli bir rol oynayabilir. değişiklikleri gündeme getirmekte. Yükselen fiyatlar ve Kuzey Amerika’daki resesyonun uluslar arası etkisi -tarımın hâlen önemli bir rol oynadığı- Latin Amerikan birincil ürünlerinin ihracatında elverişli bir iklim yaratmaktadır. 2009’dan sonra ABD’de yeni bir Demokrat yönetim söylemi değiştirip Washington’un bölgede karşı karşıya olduğu eşi görülmedik tecriti kırmayı hedefleyebilir. Bu bölgesel entegrasyon süreçlerinde ve post neo-liberal bir modelin inşasında yeni bir meydan okumayı temsil edecektir. Washington’un geleneksel müttefikleri Kolombiya ve Meksika, artı yakın zaman önce ABD ile bir serbest ticaret antlaşması imzalayan Alan García’nın Peru’su üzerinden yeni bir kooptasyon denemesine girişmesi, olanaklıdır; ancak Beyaz Saray merkez-sol hükümetleri de -Brezilya, Arjantin ve olasılıkla Uruguay- bölgesel entegrasyon blokundan uzaklaştırmaya ve Venezüella, Bolivya, Ekvator ve Küba’yı tecrit etmeye çalışacaktır. Ne ki, Kuzey Amerikan resesyonu Çin gibi ülkelerle bölgesel ticaretin çeşitlenmesini teşvik edip, bu tip hükümetlerin ve entegrasyon projelerinin konsolidasyonu koşullarını güçlendirirken, işlerlikteki diğer süreçler -Mercosur, ALBA, Unasur, Banco del Sur, kıtasal boru hattı, vb.- daha da ileri gidebilecektir. İktisadî resesyon ile Demokrat yönetimin karışımının nasıl bir örüntüye yol açacağını zaman gösterecek. Entegrasyon blokunun aslî bileşenleri Venezüella ve Bolivya ile yeni Anayasal kurumlara doğru hızla ilerleyen Ekvator ve Paraguay’ın yeni hükümetinin iç gelişmeleri, bölgenin gelecekteki siyasal senaryosu için pek çok bakımdan aslî önem taşımaktadır. Ancak bütününde, kıtada olayların akışını tayin edecek olan, Meksika, Arjantin ve Brezilya’daki gelişmelerdir. Cristina Fernández’in hükümeti mevcut krizinin üstesinden gelmeyi başarabilir, ve Lula 2010’daki ardılını tayin edebilir-ve böylelikle de Brezilya’nın Serbest Ticaret Antlaşması yandaşı, entegrasyon karşıtı kampa kaymasının önüne geçebilir- ise, Latin Amerika’da yeni bölgeci güçlerin yönetiminde ikinci bir onyıla ilişkin güçlü göstergeler mevcut demektir. N O T LAR DÜNYA BAĞLAMI Geriye bakıldığında, neo-liberalizmin uluslararası yükselişi, konsolidasyonu ve gerilemeye geçişinin, üç ayrı evrede incelenebileceği görülecektir. İlki, Thatcher-Reagan ekürisinin damgasını taşır ve en otantik bölgesel muadilleri olarak Şili’de Pinochet ve Bolivya’da Jeffrey Sachs ile, en güçlü ve en açık biçimde gerici ideolojik dışavurumlara denk düşer. İkinci evre, Clinton ve Blair’in temsil ettiği, ağır işçilik -özelleştirmeler, piyasanın sınırsız tahakkümü, ekonominin açılması- tamamlandıktan sonra modeli konsolide etmeye yönelik ve sözüm ona ‘light’ bir versiyonu izleyen Üçüncü Yol denilen hükümetlere tekabül etmektedir. Şimdi sanki Latin Amerika’da da benzer eğilim taşıyan hükümetlere-sosyal-demokrat ve ulusalcı- yeşil ışık yakılmış gibidir: Buenos Aires’den Mexico City’ye, the Washington Konsensüsü silip süpürmüştü. Üçüncü evre Meksika peso kriziyle ve küreselleşen ekonominin türbülansa girmesiyle başladı; Bush-Cheney yönetiminde Beyaz Saray 2001 saldırılarına tepki olarak daha sert ve muhafazakâr bir ton benimserken, Washington’un saldırgan siyasaları durgunluk ekonomisiyle birleşmekteydi. Bu1990’ların sonları ve 2000’lerin başlarında, Latin Amerika’da neo-liberal hükümetlerin birbiri ardına devrilmesinin arkaplanını oluşturmaktaydı. Gelen liderler Serbest Ticaret Bölgeleri Anlaşması’nı geçersizleştirmede Amerikan siyasal ve iktisadî önderliğinin göreli zaafa uğramasından yararlanıp bölgesel entegrasyona yönelik alternatif siyasalar [*] İngilizceden çeviren Sibel Özbudun, http://www. geliştirmeye koyuldular. Bu evre aynı zamanda ABD newleftreview.org/?view=2730 ekonomisinin uluslar arası başatlığının düşüşüne [**] Mauricio Funes Mart 2009’da El Salvador devlet ve dünya piyasasında Çin ve Hindistan’ın talebinin başkanlığına seçildi. (ç.n.) yükselişine de denk düşmekteydi- özellikle ÇHC bölgedeki pek çok ülkeyle geniş ölçekli doğrudan ticarete girişmişti. Dördüncü bir evre neler getirebilir? Kimi hükümetler -özellikle Venezüella, Bolivya ve Arjantin- son zamanlarda kimi aksiliklerle karşılaştılarsa da, bizatihî dünyadaki gelişmeler yeni 75 LATİN AMERİKA VE SOSYAL-LİBERALİZMİN SONU JAMES PETRAS SERBEST PİYASA, SERBEST TİCARET DOKTRİNİ: 1990’LAR 1970’lerin ortasından itibaren ABD yanlısı askeri ve sivil otoriter rejimlerin iktidara gelişi ve ABD serbest piyasa akademisyenleri ve ABD eğitimli ekonomistlerin rehberliğinde Latin Amerika, serbest piyasa-serbest ticaret politikalarının bir laboratuarı hâline dönüştü. Koruyucu ticaret engelleri düşürüldü veya kaldırıldı, böylece sübvanse edilmiş ABD ve AB tarım ürünleri, yerel tüketim için gıda üreten küçük çiftçileri büyük oranda yok ederek engelsiz bir şekilde ülkelere girebildi. ‘Göreceli fayda’ doktrini altında, politikacılar buğday, soya, mısır ve büyükbaş hayvan gibi temel gıda maddelerinin ihracına yoğunlaşan ve uygun fiyatlara, uygun pazar imkânlarına tarım makinelerini üretebilecek ve tarım-dışı ithalatı ucuza yapabilecek imkânlara sahip büyük ölçekli tarım işletmelerini finanse ve teşvik ettiler. Ekonominin bütünsel olarak kontrol dışılaştırılması ve kamu işletmelerinin özelleştirilmesi kapıları yabancı yatırıma sonuna kadar açtı ve stratejik sektörlerin devralınmasını kolaylaştırdı. Böylece ekonomik büyüme ve ödemeler dengesini sağlamak için yabancı yatırıma bağımlılık arttı. Yönetimlerin genel stratejisi, ülke içi pazarı (kitlesel yerel tüketim) derinleştirme ve genişletme pahasına ihraç pazarlarına dayanıyordu; yerel emek masraflarını ucuzlaştırma ve tarıma ve madene dayalı zengin yönetici sınıfın yüksek kazancını süreklileştirme… Rejimlerin bütün kilit ekonomik bakanlıklarındaki bu sonuncu varoluş, kendi hizmetlerindeki bu politikalara ‘rasyonel etkili pazarlar’ kavramı çerçevesinde, uzun süreli istikrarlı bir dünya ekonomik pazarı yaratma tarihine başarısızlık notu düşerek ideolojik bir cila yapıyorlardı. Güncel dünya bunalımı ve bazı ülkelerin olası toparlanışı, geleneksel ‘ihraç piyasası’ –serbest ticaret-, göreceli fayda doktrinlerinin zayıflıklarını açığa vurdu. Bu hiçbir yerde son Latin Amerika deneyiminde olduğu kadar açık değildir. Bölge ülkelerinin çoğunda ortaya çıkan son halk ayaklanmalarına ve merkez-sol rejimlerin yükselişine rağmen, dış ekonomik ilişkiler başta olmak üzere, izlenen ekonomik yapılanmalar, stratejiler ve politikalar, öncellerinin ayak izlerini takip etmekten kurtulamadı. Özellikle tarım, maden ve enerji alanındaki ürünlere şiddetli talep ve fiyatlarındaki artışın etkisiyle bir dizi kritik alanda yapılması gereken değişikliklerden vazgeçtiler ve neoliberal seleflerinin politik ve ekonomik miraslarına adapte oldular. Böylece şu an 2008’de başlayan dünya ekonomik durgunluğuna bağlı olarak ciddi sosyal sonuçları olan keskin ekonomik gerilemeyi yaşamaktalar. Sosyo-ekonomik krizler önemli dersler sunuyor; yatırım, ticaret alanlarındaki derin yapısal değişikliklerin ve stratejik ekonomik sektörlerin mülkiyetini devralma gibi adımların adil ve istikrarlı bir büyümeyi garantilemek için temel noktalar olduğu düşüncesini güçlendiriyor. GELENEKSEL NEOLİBERAL REJİMLERİN KRİZİ Kontrol dışılaştırılmış mali sistem ve 20002001 dünya ekonomik durgunluğu, ekonominin ve kamu hazinesinin serbest piyasa uygulayıcıları tarafından ve devasa yolsuzluk nedeniyle talan edilişi, 76 işçilerin, köylülerin ve kamu çalışanlarının vahşi sömürüsü bölge çapında ayaklanmaları üretti. Seçim yarışlarında bir dizi ABD destekli rejim devrildi ya da başarısızlığa uğratıldı. Ekvador, Arjantin, Bolivya, Brezilya, Uruguay ve Paraguay, seçim kampanyaları sırasında iktidarın yapısında, sosyal harcamalardaki artış ve kırsal alanda toprağın yeniden dağıtımını noktalarındaki değişiklikleri de içeren ‘derin yapısal değişimleri’ vaat eden merkez-sol rejimlerin iktidara gelişine yolaçan halk ayaklanmalarına tanıklık etti. Ancak pratikte, yerleşik sağcı partilerin politik yenilgisi ya da ekonomik elitlerin zayıflaması geniş çaplı ve uzun vadeli sosyo-ekonomik dönüşümler için bir temel oluşturmadı. Yeni merkez-sol rejimler ekonomik elitleri, ekonomiyi yeniden canlandırmaları, yoksul ve işsizleri sübvanse etmeleri için çaba sarfetmeye zorlayarak onları ‘reform’e etmeyi deneyen sosyo-ekonomik politikalar izlediler. Partiyi -politik sistemi- dönüştürmek için ciddi bir çaba göstermeksizin politik elitler iktidardan uzaklaştırıldılar, büyük basınç altındaki birkaç rüşvetçi mahkemeye sevkedildi. Diğer bir deyişle, serbest piyasa politikalarının tetiklediği krizde neoliberal elitlerin ölümü tam olarak gerçekleşmedi, merkez-sol rejimlerin devlet müdahalesini içeren kriz yönetim politikaları nedeniyle dönemsel olarak muallakta kaldılar. MERKEZ SOL POLİTİKALAR: KRİZ YÖNETİMİ VE EKONOMİK PATLAMA Yeni merkez-sol hükümetler iş dünyasına ekonomik teşvikler sunmak ve mali düzenlemeler yapmaktan, yoksulluk programlarına ödeneklerin artırılması, geniş kapsamlı ücret artışları ve halk örgütlenmelerinin liderleriyle danışmaya kadar bir dizi politikayı benimsediler. Politik düşmanlarını ve önceki dönemlerde bazı özel şirketlerin iflasına müdahale eden suçluları reddettiler. Bu sembolik ve dikkat çekici politikalar dönemsel olarak kitlesel seçim desteğini güvence altına aldı ve halk hareketlerinin daha radikal kesimlerini böldü ve onları izole etti. Yine de bir taraftan merkez sol rejimler tabandan gelen radikal taleplerle mevcut tüm kapitalist elitleri (yabancı çokuluslu şirketler, tarım ve maden şirketleri, mali, ticari ve sanayi elitleri) de kapsayan kendi politik icraatlerini normalize etme ve kapitalist gelişimi canlandırma noktasında denge kurmaya çalışırken, diğer taraftan da daha geniş ve daha derin değişim talebi kitlelerin birinci gündemi olmaya devam ediyordu. Merkez solun bu açmazı, büyük oranda dinamik talep ve Çin başta olmak üzere Asya ekonomilerindeki büyümenin tetiklediği ürün fiyatlarındaki ani artış sayesinde çözüldü. Merkez-sol rejimler bütün yapısal değişiklikler bahanesini anında terkettiler ve temel ürünlerin ihracına dayalı ‘ihracata dayalı büyüme’ kervanına katıldılar. Yabancı yatırım eleştirisi ve stratejik özel şirketlerin ‘kamulaştırılması’ talebini terkeden merkez-sol rejimler, düzenleyici kontrol mekanizmalarının bazılarını iptal ederek büyük ölçekli yabancı sermaye akışına kapıları açtılar. 2003-2008 ürün patlaması dönemi, merkez sol (ve sağcı) rejimlerin muhalefeti ‘satın almasına’ izin verdi: sendikacılar yüklü ücret artışları, iş dünyası yüklü teşvikler aldılar, yabancı yatırımcılara kolaylıklar sağlandı, yabancı ülkelerdeki işçilerin havaleleri yoksulluğun düşürülmesine katkı olarak teşvik edildi. Tek kelimeyle Latin Amerika’nın hızlı büyüyen ihraca dayalı stratejisinin bütünsel sosyoekonomik bünyesi, dünya pazarındaki talebe ve emperyalist ülkelerdeki ekonomik koşullara bağlıydı. Ekonomi uzmanlarının, finans yazarlarının ya da ‘rasyonel piyasaların’ politik savunucularının çok azı ‘ihraç pazarı’ modelinin sürdürülebilirliğine dair şüphelerini ifade ettiler. Bu ekonomilerin aşırı etkilenirliği, çabuk patlayıp-sönen piyasalara, sınırlı sayıdaki ihraç ürününe ve sadece bir iki pazara bağımlılıkları, yabancı ülkelerde istikrarsız işlerde çalışan işçilerin dış havalelerine bağımlılıkları, herhangi bir ekonomistin ve politikacının düşüncesinde kırmızı bayrağı yükseltmiş olmalıydı. Harward İşletme Okulu, Penn’s Wharton Okulu ve diğer prestijli yüksek öğrenim merkezleri (kendi ön tahminlerini ifade eden matematiksel denklemlerine sevdalı) tarafından yollanan yüksek ücretli danışmanlar ve uluslararası istişare misyonları yürütenler en az düzenlenmiş piyasaların en başarılı olanlar olduğunu iddia ediyorlardı ve merkez soldan sağa kadar Latin Amerikalı meslektaşlarını, ticaret engellerini düşürmeye ve sermayenin akışına izin vermeye ikna ettiler. İhraç pazarının hızlı büyüyüşü daha beş yıl sürmüştü ki Latin Amerika ekonomileri çöküşle karşı karşıya kaldı. Birleşmiş Milletlerin 2009 yılında Latin Amerika ve Karayip ülkelerinden yapılan ihracatı araştıran komisyonuna göre, bu konuda son 72 yıldaki (son dünya bunalımından bu yana) en keskin düşüş kaydedildi. Bölge ihracatı yüzde 11, ithalatı da yüzde 14 olmak üzere hacmen 1982 dünya durgunluğundan bu yana en yüksek azalmayı yaşadı. (Tam rapor, Şili’nin başkenti Santiago’da Ağustos 2009’da yapılan ‘2008-2009 Dünya Ekonomisinde Latin Amerika ve Karayipler’ isimli konferans belgelerinde bulunabilir.) 77 ÜRÜN İHRACATINDA ÖZELLEŞMENİN TEHLİKELERİ Karşılaştırmalı veriler ticaret yapısındaki uzun süreli taahhütlerin ve zayıf noktaların göstergesidir: geçmişteki ve şimdiki durgunlukların Latin Amerika üzerindeki etkileri şiddetli olmaktadır, çünkü hem geçmişteki hem de şimdiki ekonomileri, kendi iç krizlerini hızla Latin Amerikalı ticari ortaklarına yansıtan emperyalist pazarlara yaptıkları tarım ve hammadde ihracatına bağımlıdır. Ticaretteki tarihsel düşüş ihraç sektöründeki işçiler arasında işsizlik oranını kaçınılmaz bir şekilde ikiye-üçe katlıyor ve bu düşüşün dış ticaret tarafından üretilen harcama ve tüketime bağlı olarak bunlarla ilintili şube şirketler üzerinde birçok etkisi oluyor. Tarım ve hammadde ihracatına yoğunlaşma, başka ekonomilerde varolan alternatif istihdam yaratma imkânına sahip olamıyor. Devlete, onun tarım-hammadde ve enerji ihracından gelecek gelirlerine bağımlılık, kamu yatırımlarında ve sosyal hizmetlerdeki harcamalarda kesinti anlamına geliyor. Latin Amerika ticaret krizleri özellikle geleneksel olarak tarım, maden ve enerji ürünlerinde ihracata göre yapılanmış ülkelerde etkili olagelmiştir: Venezüella, Ekvator (petrol), Kolombiya (petrol ve kömür) ve Bolivya 2009’da kıta ortalamasının çok üstünde yeralarak yüzde 33’lük bir düşüş yaşadılar. Ticaretinin yüzde 80’i ABD’ye bağlı olan (petrol, turizm, göçmen havaleleri, otomobil) Meksika, GSMH’sındaki yüzde 11’lik düşüş ile bu yarıküredeki ülkeler arasındaki en büyük zararı yaşadı. İhracata dayalı tüm ekonomiler krizden ciddi bir şekilde etkilenmişken, petrol ve maden ihracatında özelleşmiş ülkeler yüzde 50’lik bir düşüş yaşarken, daha çeşitli karma ticarete (imalat, tarım, hizmet sektörü) sahip ülkeler yüzde 20 civarı düşüş yaşadılar. ticaret patlaması sonucu meydana getirilen yüksek kâr avantajınından yararlanarak artarak akar. Ticaret, gelir ve kârlardaki düşüşle birlikte yabancı yatırım kârlarını alarak, krizi ve artan işsizliği daha da kötü hâle getirerek geldiği yere geri döndü, yatırımlarını geri çekti, Yabancı yatırım kolay giriş ve hızlı çıkış pratiklerini izler- gelişme için yüksek derecede güvenilmez ve istikrarsız bir organizasyon. TEK PAZARA BAĞIMLILIĞIN TEHLİKESİ Farklı pazarlara ve ticari ortaklara sahip ülkeler, özellikle Latin Amerika kıtası içinde ve Çin ile ticaret yapanlar, yüzde 35’ten daha fazla düşen ABD ve AB pazarlarına bağımlı ülkeler olan Meksika, Venezüella ve Orta Amerika ile karşılaştırıldığında daha küçük bir düşüş yaşadılar. Ticaret, Latin Amerika’yı olumsuz etkileyen dört farklı cepheden yalnızca biriydi: doğrudan yabancı yatırım, yurtdışında çalışan işçilerden gelen havaleler, mal fiyatlarının artışı, Bütün yumurtaları yüksek ürün fiyatları ve yurtdışı pazarları sepetine koyarak merkez-sol hükümetler dış tahrikli krizden ulusal ekonomiyi korumak için, iç pazarlarını, ithal yedekli sanayileşme, toprak reformu, tarım ve maden ile ilşkili üretim yapısındaki kamu yatırımları ve enerji kaynaklarını geliştirme yoluyla derinleştirme noktasında büyük bir imkânı kaçırdılar. DENİZAŞIRI ÜLKELERDEN GELEN İŞÇİ HAVALELERİNE BAĞIMLILIĞIN TEHLİKELERİ Latin Amerika rejimleri, yurtdışında çalışan vatandaşlarının son derece kırılgan yasal ve ekonomik durumlarını görmezlikten gelerek, buralardan gelen milyarlarca dolarlık gelire dayalı projelerin sürekliliğini esas aldı ve bunu ekonomi politikası olarak yapısallaştırdı. Yurtdışında çalışan işçilerin büyük çoğunluğu oldukça kırılgan bir pozisyondalar: birçoğu kâğıtsız (illegal göçmenler), durgunluk ve ekonomik çöküş dönemlerinde çabucak işsiz kalıyorlar. İkincisi inşaat, turizm, bahçıvanlık ve temizlik gibi durgunluk nedeniyle şiddetle etkilenen sektörlerde çalışıyorlar. Üçüncüsü ya az ya da hiç kıdeme sahip olmayıp ve ‘en son işe alınıp, en önce kovulan’ durumundadırlar. Dördüncüsü, birçoğu işsizlik sigortası elde edebilecek durumda değiller. Hayatlarını sürdürebilecek imkânlara sahip değillerse yurtdışı edilmeyle yüzyüze kalıyorlar. Yurtdışında çalışan işçilerin yüksek düzeyde olumsuz etkilenişini, yoksulluğu ve ödemeler dengesindeki olumsuz eğimi artıran Latin Amerikaya yurtdışından gelen multimilyar dolarlık işçi havalelerindeki düşüşte görebiliriz. Ürün Fiyatlarındaki Dengesizlik SOSYAL LİBERALİZMİN (‘MERKEZSOL’) SINIRLARI VE EKONOMİK KRİZ Yeni milenyumun ilk on yılı boyunca, yeni YABANCI YATIRIMA BAĞIMLILIĞIN anlamdaki merkez-sol rejimler neo-liberalizme sövüp TEHLİKELERİ saydılar ve kendilerini ‘XXI. yüzyıl sosyalistleri’ Latin Amerika’nın yabancı yatırıma dönük olarak adlandırdılar. Pratikte bunun anlamı, mevcut açık kapısı krizin başlıca sebebidir. Yabancı yatırım ekonomik yapılara ve ticari politikalara, ticari Latin Amerika’nın iç büyümesine bağlı olarak, mal/ ortaklarlıklarda ve yabancı yatırımcılarla yapılan 78 bazı durumlardaki ‘ortak işletmeler’de birtakım ayarlamalar yapmak suretiyle sosyal harcamalardaki artışları eklemek oldu. Dönem süresince rejimlerin tümü çağdaş Avrupa sosyal demokrat yönetimlerine benzer sosyal liberal politikaları hayata geçirdiler: yoksulluk-karşıtı programlar, işsizlik yardımları ve asgari ücretlerde artış için büyük harcamalarla serbest ticaret ve yabancı yatırım için açık kapı politikasını kombine ettiler. Diğer taraftan da kârlar, ticareti, tüketimi ve borç kredi uzatımlarını finanse eden tarım-maden ve banka elitlerine aktı. Yine de bütün sosyal liberal model ürün ihracına dayalı strateji krizinin kırılgan yapılarına, çabuk değişen ticari gelirlere ve kırılgan yurtdışı işçi havalelerinden gelen gelirlere dayanıyordu. Latin Amerika ihraç piyasası kuruyunca ve ürün fiyatları düşünce, gelirler azaldı ve işçiler işsiz kaldı. Sosyal liberal model negatif büyümeye girdi, istihdamdaki ve yoksulluk azalımındaki önceki kazanımlar tersine döndü. ALBA’nın kurucusu Venezüella Başkanı Chávez hâlen petrolünün satışının yüzde 80’lik bölümüyle ABD pazarına, petrol satışından gelen yüzde 70’lik devlet gelirine ve ABD askeri işbirlikçisi Kolombiya’dan yapılan yüzde 50’nin üzerindeki gıda ithaline bağımlıdır. Bölgesel entegrasyon tamamlayıcı yatırımların ve maden, petrol ve diğer hammadde ürünlerinin endüstrileştirilmesi için ortak kamu işletmelerinin hayata geçirilmesinin planlanmasıyla mümkündür. 7. ABD-Kolombiya askeri üslerine ve ABD askerileştirme stratejisine karşı koymayı amaçlayan Latin Amerika rejimleri arasındaki ortak güvenlik paktlarının aynı zamanda ortak silah sanayisi kurma ve dışardan alımları azaltma gibi ekonomik fonksiyonu da olabilir. 8. Ticaretin Asya’ya doğru çeşitlendirilmesi ve ABD, AB’ye bağımlılığın azaltılması gereklidir ancak eğer ihracat muhtevası ağırlıklı olarak temel ürünler olacaksa bu yeterli değildir. Ticari ortakları değiştirmek ancak ‘sömürgeci biçim’deki ticari şablonlar kırılganlığı azaltmaz. Bolivya, Brezilya, Peru ve Ekvador başta olmak üzere Latin Amerika, temel ürünlerinin sanayileştirilmesinde ve Çin’e, Hindistan’a, Japonya’ya ve Kore’ye ihraç edilmesinden önce değerinin eklenmiş olmasında ısrar etmeliler. Özet olarak, güncel dünya krizi sosyal liberal politikaların ve rejimlerin sınırlarını ve sürdürülebilinemezliğini ortaya çıkardı. Kırılganlığın ve dengesizliğin kabulü, toprak sahipliğinde, ticaret biçiminde ve stratejik sanayinin mülkiyetinde değişikliğe dayanan daha titiz bir yapısal dönüşüm için ön çalışma yapmayı gerektiriyor. Güncel kriz hem neo-liberal hem de sosyal liberal reçeteleri boşa çıkardı ve sosyal mülkiyete dayanan sosyal harcamaları işaret eden yeni düşünceye kapıları açtı. (Eylül 2009.) SOSYAL LİBERAL MODELİN ÇÖKÜŞÜNDEN ÇIKAN DERSLER Sosyal liberal rejimlerin süregiden deneyiminden birçok önemli ders çıkarılabilir. 1. Pozitif sosyal programlar dıştan gelen etkileri azaltan yapısal değişiklikler olmaksızın sürdürülebilir değildir. 2. Dıştan gelen etkileri azaltabilme, yabancı temelli sermayenin tipik davranışı olan sermaye uçuşunu engelleyebilmek için stratejik ekonomik sektörlerin kamu mülkiyetinde olmasına bağlıdır. 3. Ekonomik kırılganlığı azaltma, krize uğrayan, mali olarak kontrol edilen emperyalist merkezlerden uzak pazarları çeşitlendirmeye bağlıdır. Daha büyük ekonomik dayanılırlık, iç bölgeler arası ticareti yükselten ve ticareti hızlı büyüyen bölgelere yönlendiren iç pazarın derinleştirilmesine bağlıdır. 4. Sosyal harcamalar anlık gerekli geçici çarelerdir ancak yoksulluğun ve düşük gelirlerin James Petras’ın Lahaine.org adlı sitesindeki kökenine inmez. Tarım ve maden üretimi ile ilişki İngilizce orjinalinden Türkçeye Canan Ateş tarafından kuran ve onunla bütünlenen yerel gıda üretimi ve yerli çevrilmiştir, 14 Eylül 2009, Caracas. sanayilerdeki büyük ölçekli gelişme finansmanı ve yatırımı ile bağlantılı geniş çaplı toprak dağıtımı, dış pazarlara bağımlılığı azaltacak ve ekonomiyi istikrarlı hâle getirecektir. 5. Yabancı ticaret ve stratejik maden işletmeleri üzerindeki devlet kontrolü, ekonomik çeşitliliğin ve yeniliğin finanse edilmesi için ekonomik artı değerin yakalanmasına hizmet eder. 6. Bölgesel bütünleşme güzel sözlere dayalı deklarasyonlardan güncel icraata ve pratiğe geçmelidir. Bölgesel entegrasyona öncülük eden ve 79 hatırlatma defteri TÜRKÜLERİN BAS BARİTONU: Ruhi SU 1912'de Van'da doğdu. 20 Eylül 1985'te İstanbul'da yaşamını yitirdi. Bas bariton, Türk hal müziği yorumcusu, besteci ve şair. Birinci Dünya Savaşı sırasında ailesinin bütün üyelerini kaybetti. 10 yaşına kadar yoksul bir ailenin yanında büyüdü. İlköğrenimini Adana Öksüzler Yurdu'nda yatılı olarak yaptı. Bu dönemde müzik yeteneği ve sesinin güzelliğiyle dikkat çekti. Müzik öğretmeninin desteğiyle keman dersleri aldı. Bir süre askeri liseye devam etti. Ortaöğrenimini Adana Lisesi'nde parasız yatılı olarak tamamladı. 1936'da Ankara Müzik Öğretmen Okulu'ndan mezun oldu. Aynı Yıl Riyaseti Cumhur Filarmoni Orkestrası'nda (Cumhurbaşkanlığı Filarmoni Orkestrası) kemancı olarak çalışmaya başladı. Bir süre sonra kemanı bırakarak şan çalışmalarına yöneldi. Ankara Devlet Konservatuvarı'nda yeni oluşturulan Opera Bölümü'ne kabul edilen ilk 4 öğrenci arasındaydı. 1942'de konservatuvardan mezun oldu, Ankara Devlet Opera ve Balesi'nde çalışmaya başladı. Birçok operada önemli roller aldı. Hasanoğlan Köy Enstitüsü'nde müzik öğretmeni olarak çalıştı. Halk türküleriyle ilgilendi. Halk türkülerini kendi geliştirdiği özgün üslubuyla söyleyebilmek için saz çalıştı. 1943-1945 arasında Ankara Radyosu'nda halk türküleri söyledi. İlk konserini 1944'te Ankara Halkevi'nde verdi. Türkiye Komünist Partisi'ne yönelik operasyon sırasında tutuklandı, operadaki görevine son verildi. 5 yıl cezaevinde yattı. 20 ay Konya'nın Çumra ilçesinde polis gözetiminde kaldı. Uzun bir aradan sonra 1960'ta İstanbul'da tekrar seyirci karşısına çıktı. 1981'de Avustralya'ya giderek Türk göçmenlere konser verdi. Yurtdışında birçok konsere katıldı. Son konseri 6 Şubat 1983'te Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Haftası'nda düzenlendi. Sanat yaşamı boyunca 16 45'lik plak, 12 uzunçalar plak doldurdu. Kendi şiirlerinin yanısıra Nâzım Hikmet'ten, Türk halk ozanlarından ve diğer şairlerden çeşitli şiirleri besteledi. Şiir, yazı ve konuşmalarını 1975'te basılan "Ezgili Yürek" adlı kitabında topladı. Anısına hazırlanan "Ruhi Su'ya Saygı" kitabı da 1986'da yayınlandı. 80 İNSAN VE EMEK Bir sergiyle geldi bahar Ne don vurur, ne meyve verir Öylece bir çiçek düşlemesi Ne güzel bir oyundur canim Taslara bakan gözün çiçeği görmesi Benim memleketimde bugün Kirk elli bin liradır Resmin metrekaresi Ve dillere destandır canim Turan Erol beyazıyla Bodrum’un mavisi Bir gece kulübünde bugün Kırk bin, elli bin liradır Bir Zeki Müren dinletisi Ve elbette güzeldir canim Emeğin değerlendirilmesi Ama benim memleketimde bugün İnsan kani sudan ucuz Oysa en güzel emek insanin kendisi Kolay mi kan uykularda kalkıp Ninniler söylemesi Belki bu nedenle, yazık Asılmış gibi durur Asılmış gibi kederinden Duvarlarımda resim Çalgılarımda müzik RUHI SU HALKIZ BİZ Pablo NERUDA Şilili Şair Pablo Neruda, Santiago’da 1973 yılında öldü. Pablo Neruda (asıl ismi: Ricardo Eliezer Neftalí Reyes Basoalto) (12 Temmuz 1904 Parral, Şili - 23 Eylül 1973 Santiago), Şilili yazar ve şair. Her şeyden önce ülkesindeki ve İspanya’daki faşizme karşı durmuştur. 1971 yılında edebiyat dalında Nobel Ödülü almıştır. Yaşamı boyunca güçlü siyasi duruşuyla tanınmıştır. Sürgüne gönderilmeden önce açıksözlü bir komünist olarak, Şili Komünist Partisi’ne hizmet etmiştir. Şair takma ismini Çek meslektaşı Jan Neruda’dan türetmiştir. Daha sonra bu isim yasal adı olarak kalmıştır. 1970 yılında Şili başkanlığına aday gösterilmiş, ancak daha sonra başkan seçilen Salvador Allende’yi desteklemiştir. Allende seçilince Neruda’yı Şili’nin Fransa elçisi olarak görevlendirmiştir. İki buçuk yıl bu görevi yürüten Neruda 1972 yılında sağlık sorunları sebebiyle görevden çekilmiş ve Şili’ye dönmüştür. 24 Eylül 1973’de kalp yetmezliğinden hayatını kaybetmiştir. Alandaki Ölüler Düştükleri yere ağlamaya gelmiyorum: sizlere geliyorum, sizleri yokluyorum, yaşayanları, seni ve beni yokluyorum ve dövüyorum bağrını. Daha önce de düşenler oldu. Ansır mısın? Elbet, ansırsın. Aynı ad ve soyadları vardı onların da. San Gregorio’da, yağmur dolu Lonquimay’da, Ranquil’de dağılmış her rüzgarda, İqueique’de kuma gömülmüş, deniz boyunca ve çölde, duman boyunca ve yağmurda, bozkırdan adalar denizine dek öldürüldü diğerleri de, senin gibi Antonio’ydu adları ve balıkçı ya da demirciydi senin gibi: Şili’nin eti, yaralanmış yüzleri rüzgarla, bozkırın işkence ettikleri, acıyla damgalanmış. Anayurdun duvarları ardında, yakınında kar’ın ve kardan cam butiklerin, ırmağın yeşil yaprakları ardında, güherçilenin ve başakların altında gördüm halkımın kan damlalarını, ve her bir damlası ateş gibi yanıyordu. Pablo Neruda Şili’de bir duvarda Pablo Neruda 81 Emile ZOLA Émile Zola, (2 Nisan 1840 – 29 Eylül 1902) Fransa’da natüralizm akımının öncüsü olan ünlü bir yazardır. Zola’nın edebiyat dışındaki şöhreti ise, Dreyfus Davasında takındığı aydın tavrından kaynaklanmaktadır. 1897 yılında Fransız ordusunda Yahudi olması nedeniyle askeri yargının duyarsızlığına kurban giden yüzbaşı Dreyfus’u hükümetin bütün baskılarına rağmen savunan ve Fransa devlet başkanına hitaben “İtham Ediyorum” makalesini yayınlayan Zola, baskılardan dolayı Fransa’yı terkedip bir süre Londra’da yaşamak zorunda kaldı. Çabaları sonucunda Dreyfus Davası’nın yeniden görülüp adaletin yerini bulması sonucu yurduna döndü. Émile Zola, 1902 sonbaharında, yatak odasında duman zehirlenmesinden öldü. “Nana”, “Germinal” ve “Meyhane” en tanınmış romanlarıdır. Edgar Allan POE Şair ve öykü yazarı Edgar Allan Poe, 7 Ekim 1849’da 40 yaşındayken hayata veda etti. 19 ocak 1809’da Boston’da dünyaya gelen ve üç yaşında anne-babasını kaybeden Poe’nun yaşamı hiç kolay olmamıştı. Bir aile tarafından evlat edinilen Poe’nun huzursuz ruhu ve uygun sayılmayana olan ilgisi, bir gölge gibi yaşamı boyunca onu izledi. Yaşadığı trajedilerin etkisiyle mi karanlık ruhları anlattı, yoksa anlattığı karanlık ruhlar yaşadığı trajedinin edebiyata yansıması mıydı bilinmez ama trajedinin, yaşamının her evresinde onu bir şekilde pençesine aldığı kesindir. Gençlik çağlarındaki asi davranışlarından dolayı eğitimini tamamlayamayan Poe, önce kumar oynadığı gerekçesi ile üvey babasınca üniversiteden alındı, ardından girdiği askeri okul West Point’ten atıldı. Tam yaşamında huzur ve denge aradığı dönemde kuzeni Virginia ile karşılaştı ve ona aşık oldu. Büyük aşkı evlilikle sonuçlanmışsa da Virginia’nın vereme yakalanması ve ölümü Poe’yu hızla alkole ve delilik nöbetlerine sürükledi. Bu dönemde yazdığı birçok eseri dünya edebiyatının unutulmazları arasına girdi. Poe, karısının ölümüne ancak yedi yıl dayanabildi ve 40 yaşındayken Baltimore-Maryland’de hayata veda etti. Edgar Allan Poe, eserlerinde korkuyu alışılmadık bir biçimde ele alır. Korku çirkin yanı ile değil ürpertici yanı ile adeta okurun karşısına dikilir. Mistizm, reenkarnasyon ve günahını çekme eserlerinin ortak özelliğidir. Hikayeleri, şiirleri ve özellikle ‘Arthur Gordon Pym’in Maceraları’, ‘Kızıl Ölümün Maskesi’, ‘Morgue Sokağı Cinayeti’ ve ‘Siyah Kedi’ en önemli eserleri arasındadır. 82 MEHMET UZUN Mehmet de öldü. Mehmet Uzun. 'Türk çocuklarıyla Kürt çocuklarını öldürmeyin' diyen bir yazar. Ömrünü Kürtçe’ye adamıştı. Kimsenin okumadığı bir dilde yazdı inatla. Sükunetle konuşurdu. Hiç kızdığını, sinirlendiğini görmedim. O kadar bilgiliydi ki şaşardınız. Sanki her şeyi okurdu. Her şeyi bilirdi. Hep barış isterdi... İsterdi ki Kürt çocuklarıyla Türk çocukları birbirlerini öldürmesinler... Ve tam da çocuklar birbirlerini öldürürken öldü. "Ne yapacağız" derdi, "Ne yapacağız Ahmet bu çocuklar için?" Hiçbir şey yapamadık işte Mehmet. Öldü çocuklar. Ölüyorlar. Daha da ölecekler... Mide kanseri nedeniyle uzun süredir tedavisi gören Kürt yazar Mehmet Uzun 11 ekim 2007 de vefat etti. 2006 yılının Ekim ayında Diyarbakır’ın büyüsüyle yaşama dönen Uzun, bir yıl sonra yine aynı ayda gözlerini yumdu yaşama. Hastalığında kısmi düzelme görülen Uzun, 10 Ekim 2007 de aniden fenalaşarak Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Yoğun Bakım Ünitesi'ne kaldırıldı. Uzun, 11 Ekim 2007 saat 11.05'te yaşama gözlerini yumdu. JEAN ARTHUR RIMBAUD ‘Gün doğarken, ateşli bir sabırla silahlanmış olarak en güzel kentlere gireceğiz.’ 20Ekim 1854’ te Fransa’nın kuzeyinde Ardenler bölgesinde Charleville kasabasında, Bourbon Sokağı 73 numaralı evde doğar. Subay olan babası Frédéric, annesi Vitalie’yi genç yaşta terk eder. Vitalie Cuif (Rimbaud)’un Roche kenti yakınlarında çiftlik sahibi olan varlıklı bir aileden geliyordu. İlk doğan çocuklarına babanın adı olan Frédéric ismi konulur Annenin genç yaşta eşinden ayrılmasının baskısıyla yaşayan Rimbaud 8 yaşında laik bir eğitim sistemi olan Rossat Okulu’na verilir. Daha sonra Sous Les Alleés sokağına taşınırlar ve Sofu olan annesi tarafından dini eğitimde verilen Charleville Koleji’ne verilir. Din dersleri ve Latincesi oldukça iyi olan Rimbaud’a okulda “küçük pis yobaz” adı takılır. Öğretmeni Ariste Lheriter’in destekleri üzerine yazdığı şiire daha çok özenir. O sıralarda Çağdaş Parnasse dergisini okur, Théophile Gauiter, Théodore de Banville, Léon Dierx ve Paul Verlaine gibi şairlerin şiirleriyle tanışır. Charleville’de düzenlenen geleneksel edebiyat yarışmasında birinci olur. Öksüzlerin Yılbaşı Armağanları (Les Etrennes des Orphelins) adlı şiirini Revue Pour Tous dergisine gönderir ve bilinen ilk yazılı şiiri budur. George Izambard ile tanışıp, fikirlerinden etkilenir.Ofelya, Demirci, İzlenim, Güneş ve Ten gibi şiirleri bu döneme rastlar. Bu sırada çıkan Paris Komünü ayaklanması ve Prusya-Fransa savaşı siyasi çizgisinide belirlemiş olur. Bu sırada Paris’in meşhur kafelerinde şiirler yazıp, çağın sanatı, siyaseti hakkında tartışmalara katılır.. 1873’te ilk şiir kitabı Cehennemde Bir Mevsim (Une Saison En Enfer) yayımlanır. 1878’de Marsilya’dan İskenderiye’ye geçer ve bir süre Kıbrıs Larnaka’da Rum, Türk ve Araplara çevirmenlik yapar. Daha sonra kalçasında oluşan bir şişlik ve yarayla hastaneye yatar, teşhis Kalça Neoplazmasıdır (bir çeşit kalça kanseri), bu yüzden bir bacağı kesilir. 21 Mayıs’ta annesine yazdığı mektupta hastalığından, eklem ve kemik hastalığı olarak bahseder. Bu sırada asker kaçağı olarak arandığı için hasta haliyle zor günler yaşar. Sadece “Jean Rimbaud” ismini kullanır ve kayıtlarda ismi bu şekilde geçer. Aşırı morfin tüketimi ve kanserin yayılması ölümünü hızlandırır. 10 Kasım 1891’de henüz 37 yaşındayken Marsilya’da ölür. Marsilya Conception Hastanesinin avlusunda şöyle bir levha vardır: “Aden’den gelen şair JEAN ARTHUR RIMBAUD yeryüzü serüveninin son bölümünü 10 Kasım 1891’de BURADA tamamladı” 83 gerçekçİ ol İmkansızı İste ERNESTO CHE GUEVARA 84 Ernesto Che Guevara 14 Haziran çarşamba günü Arjantin'in önemli şehirlerinden Rosario'da doğdu. yüklenmiş oluyordu. 23 Şubat 1961'de Küba Devrim Hükümeti bir sanayi bakanlığı kurarak Che'yi bunun başına getirdi. Ancak Playa Giran çatışması sırasında, tekrar kale komutanlığı görevine getirildi. Daha sonra az gelişmiş ülkelere çeşitli seyahatler yapan Che, sömürülen halkları ve emperyalistleri daha yakından tanıma fırsatı buldu. Bu durum Che'nin savaşçı yanının tekrar canlanmasına yol açtı. Che henüz iki yaşında iken ilk astım krizine yakalandı. Sierra Maestra'da Batista ordularına karşı savaşırken Che'ye zorlu dakikalar yaşatan bu hastalık,Bolivya ormanlarında Barrientos'un askerleri tarafından vuruluncaya kadar yakasını bırakmadı Yüksek mühendis olan babası Ernesto Guevara Lynch, İrlanda asıllı bir aileden, annesi Clia dela Sena ise İrlandalı-İspanyol karışımı bir aileden geliyordu.Che üç yaşında iken ailesi Buenos Aires'e yerleşti. Daha sonraları astım krizlerinden dolayı Che'nin durumu daha da kötüleşti. Doktorlar tedavisinin çok güç olduğunu, mutlaka iklim değiştirmesi gerektiğini söylediler. Böylece Guevara ailesi yeniden göç etti.Cordoba'ya yerleştiler. Artık başka Latin Amerika ülkelerine gidip halkları örgütlemesi gerektiği kararını vermişti.1965 Eylül'ünde bilinmeyen ülkelere doğru yola çıktı. 3 Ekim 1965'de Fidel Castro, Che'nin ünlü veda mektubunu Küba Halkı'na okudu. ...Ve ölüm Che'yi Bolivya'da Higueras yakınlarında yakaladı. Barrientos'un askerleri O'nu 7 Ekim 1967 gecesi Hieguras yakınlarında kıstırdılar. Bacağından ağır bir yara aldı ve Hieguras'da bir okula hapsedildi. Kimsenin karşısında eğilmedi. Ve 9 Ekim günü Barrientos'un kiralık katillerinden Mario Turan'ın dokuz kurşunuyla can verdi. Guevara ailesi tipik bir burjuva ailesi idi. Politik eğilimleri itibarıyla da sola açık liberal olarak tanınırlardı. İspanya iç savaşında açıkça cumhuriyetçileri desteklemişlerdi. Zamanla maddi durumları bozuldu. Che, eğitim bakanlığına bağlı Dean Funes lisesine başladı. Okulda İngilizce eğitim yapılırken, annesinden de Fransızca öğreniyordu. Daha ondört yaşındayken Freud'un kitaplarını okumaya başlayan Che, Fransızca şiirlere bayılırdı. Baudelaire'e karşı büyük bir tutkusu vardı. Onaltı yaşında ise Neruda'ya hayran olmuştu. CHE Guevara'nin Sözleri Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin... Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve silahlarımız elden ele geçecekse ve başkaları mitralyöz sesleriyle, savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaklarsa ölüm hoş geldi, safa geldi... Guevara ailesi,1944 yılında Buenos Aieres'e göçtü. Durumları iyiden iyiye bozulmuştu. Che, biryandan öğrenimine devam ederken bir yandan da çalışıyordu.Tıp fakültesine yazıldı. Fakültedeki ilkyıllarında Arjantin'in kuzey ve batı bölgelerini baştan başa dolaşmış, buralardaki orman köylerinde cüzzam ve tropikal hastalıklar üzerinde çalışmalar yapmıştı. *Devrimcinin görevi devrim yapmaktır. *Gerçekçi olalım, imkansızı isteyelim. Son sınıfta iken Che, arkadaşı Alberto Granadas ile bütün Latin Amerika'yı içine alan bir motosiklet turuna çıktı. Bu tur ona, Latin Amerika'nın sömürülen köylülerini yakından tanıma fırsatı verdi. Che, 1953 yılının Mart ayında üniversiteyi bitirmiş doktor olmuştu. Venezuella'daki cüzzam kolonisinde çalışmak üzere anlaşmıştı. Buraya gitmek için çıktığı yolculuğu sırasında Peru'ya da uğradı. Orada yerliler hakkında daha önce yayınlanmış bir incelemesi yüzünden tutuklanarak cezaevine gönderildi. *Dizlerimin üstünde yaşamaktansa, ayaklarımın üstünde ölmeyi tercih ederim. *Devrimden başka bir hayat yoktur. *Bir yalan, hangi amaç için söylenmiş olursa olsun, her zaman, en kötü gerçekten daha kötüdür. Gerilla Savaşı ve Özgürlük Eylemlerinde Hapisten çıktıktan sonra Ekvator'da bir kaç gün kaldı. Burada Ricardo Rojo adında bir avukatla tanışması hayatının dönüm noktası oldu. Che, Venezulla'ya gitmekten vazgeçip, Ricardo Rojo ile birlikte Guetamala'ya gitti. Devrimci Arbenz Hükümeti sağcı bir darbe ile devrilince Arjantin büyük elçiliğine sığındı. İlk fırsatta ihtilalcilerin safına katıldı. Faaliyetlerinden dolayı elçilik binasından çıkartıldı. Guetamala'da kalması tehlikeli bir durum alınca Meksika'ya gitti. Ernesto, Guatemala'da bir çok Kübalı sürgün ve Fidel Castro'nun kardeşi Raul ile karşılaşmıştı. Meksika'ya geçtiğinde ise Fidel Castro ve arkadaşları ile tanışarak Küba devrimcileri safında yer aldı. Daha sonra Granma gemisiyle Küba'ya hareket etti ve savaşın sonuna kadar en ön safhada yer aldı. *Şansın yok, bunu kullan! *Bir, iki, birden çok Vietnam yaratalım. *Birşeyi yapmak için, onu çok sevmelisiniz. Birşeyi sevmek için, ona delicesine inanmalısınız. *Savaşan, kaybedebilir. Savaşmayan, çoktan kaybetmiştir. *Vur, korkak herif, sonuçta sadece bir adam öldüreceksin. Ölmeden önce, katiline En önemlisi, kabiliyetinizi koruyabilmeniz, dünyanın neresinde olursa olsun her haksızlığı kendinize karşı yapılmış gibi hissetme kabiliyetinizi. Bu bir devrimcinin en önemli özelliğidir. Devrim sonrasında Binbaşı Ernesto Che Guevara Havana'nın la Cabana Kalesi'nin komutanlığına getirildi.1959 yılında Küba vatandaşı ilan edildi . Bir süre sonra silah arkadaşı Aleida March ile evlendi. 7 Ekim 1959'da Milli Tarım Reformu Enstitüsü başkanlığına atandı. 26 Kasım'da da Küba Milli Bankası başkanlığına getirildi. Böylece Che ülkenin mali işlerini Fidel Castro ve çocuklarına yazdığı son mektubundan 85 CHE’DEN KORKUN, O ŞİMDİ HER YERDE! Sibel ÖZBUDUN “Dayanışma halkların şefkatidir!”[1 Vallegrande’ye giden yol, dağlar arasında kıvrıla kıvrıla uzanıyor. Yol dediğime bakmayın, dar bir patikada seyrediyoruz saatlerdir. Yol boyu heyelan, çöküntüler. Yapım-onarım çalışmaları. Sık sık geçişin kontrollü olarak, iki saatte bir, yarım saat süreyle verildiği geçitlerde durmak zorunda kalıyoruz… Bolivya’nın geçtiğimiz günlerdeki karşı-devrimci kalkışmada başı çeken Santa Cruz kentinden sabahın dördünde yola çıktık… Arabanın içerisinde beş kişiyiz. Temel, ben, şoförümüz Rubin… Rubin aramızdaki tek yerli. Aslında Cochabamba’lıymış. Çocukluğunda Santa Cruz’a göçmüş, ailesiyle birlikte. “Cochabamba’da iş bulmak imkânsız gibiydi,” diyor. Terbiyeli, sessiz, saygılı… Luis, rehberimiz. Annesi-babası İtalyan’mış. 5560 yaşlarında. Briyantinli, siyah boyalı saçları, arkaya doğru taranmış. Başında Santa Cruz’un özerklik talebini simgeleyen yeşil şapka… Sözüm ona İngilizce (hatta Fransızca da) biliyor; ama geçiniz… Arada Vivian’ın yanlış İngilizce telaffuzlarını düzeltmekten başka pek işe yaramadı “tercümanlığı”. Ve Vivian. 27-28 yaşlarında, sarışın, oldukça tombul, tur operatörümüz. Babası Sırp-İtalyan, annesi Bolivyalıymış. Aksanlı İngilizcesi’yle makineli tüfek gibi sıralamaya başlıyor. Bir gün önceki, ülkenin ikiye bölünmüşlüğünü teyit eden referandum hakkında ne düşündüğünü sorduğuma, soracağıma pişman oluyorum. Ağzından dökülenlerde yeni bir şey yok: Santa Cruz sokaklarında dolaştığımız üç-dört gündür, garson delikanlıdan tezgâhtar kıza, trafik polisinden hediyelik eşya satılan mağaza sahibine, kent meydanında “açlık grevi”ne yatmış belediye meclis üyesinden Kadınlar Birliği mensuplarına, hemen herkesin dilindeki ırkçı klişeler… “Emeğinin ürünlerini, zenginliklerini uyuşuk yerlilere kaptırmak istemeyen Avrupai, çalışkan Santa Cruz’lular; Bolivya’yı Küba’ya çevirmek isteyen, Chavez’in elinde oyuncak olmuş Evo; onun popülist söylemlerinin büyüsüne kapılmış, ne istediğini bilmeyen cahil, koka bağımlısı yerliler…” üzerine bitmez tükenmez bir diskur… En iyisi vurup kafayı uyumak. Vallegrande’ye saat 11.00 dolaylarında vardık. Eğri 86 büğrü sokakları, küçük meydanı, kilisesi ile bir yayla yerleşimi. Halkın büyük bölümü yerli. Ama Santa Cruz otonomistleri (yol boyunca geçtiğimiz diğer köylerde olduğu gibi) burada da hâkim gözüküyor. Bizi yerli rehber karşılıyor. 18-20 yaşlarında, uyanık bir Guarani delikanlısı. Önce meydandaki Che müzesini ziyaret ediyoruz. İki katlı, derme çatma bir bina. Alt katı uyduruk bir arkeoloji müzesi şeklinde düzenlenmiş. Üst katta ise Che’nin yaşamından kesitlerle bir fotoğraf galerisi yer alıyor. “Museo Municipal Ruta del Che Che Guevara”… İçimizdeki “bunca yola, bu kadar çeneyi çekmeye değdi mi?” burukluğunu birbirimizden gizlemeye çalışıyoruz Temel’le. Müzeyi ardımızda bırakıp yola devam ediyoruz. “Che Yolu”nda ikinci durağımız, Che ve yoldaşlarının katledildikten sonra getirildikleri hastane bahçesindeki yıkama yeri. Dikdörtgen biçimli, küçük, kerpiç bir yapı. Duvarları, önceki ziyaretçilerin karaladıkları yazılardan görünmez olmuş. Ortasında bir musluk ve bir küvet. Öldürüldüğünü cümle aleme göstermek üzere Che’nin cansız bedeninin, fotoğraflarının çekilmesi için yerleştirildiği küvet. Rehberimiz başının konulduğu yeri gösterdiği an, bende film kopuyor… 1967’de, o meş’um Ekim ayındayım artık. Latin Amerika’nın çeşitli ülkelerinden kopup gelmiş, ölümle dalga geçen genç devrimciler. Göğü fethe çıkmış 37 genç insanın fütursuzluğu. Karşımızdalar. Etrafımızdalar. Bastığımız toprağın altındalar. Pervasız, gülüşüyorlar. “Ölüm nereden geldiyse, hoş geldi…” Vadide bir sis bulutunun içerisinde deviniyoruz. Yakın zaman öncesine, bedeninden artakalanları Küba’ya nakledilene dek Che ve 18 yoldaşının kemiklerinin gömüldüğü anıt mezar. İşte, “Ernesto Guevara del Serno, ‘Che’, Argentino-Cubano” yazılı plaka, ayak ucumuzda. [Bir kontr-gerilla “halkla ilişkiler” taktiği mi? “Bizden”, yani “Bolivyalı” değil, “Argentino-Cubano”. Burada ne yaptığı meçhul bir “yabancı”, bir “bozguncu”, bir “dış mihrak”… Che ve yoldaşlarını katleden Amerikan işbirlikçisi Bolivya silahlı kuvvetleri, iyi ki “Arjantin dölü” demeyi akıl edememişler…] Sonra dağdaymışız… Gencecik, parçalanmış bedenler helikoptere dolduruluyor. Sonra aynı bulut bizi bir başka simgesel anıt mezara, Tania ve diğer yoldaşların, dar bir toprak yolu kat ederek ulaşılabilen ücra mezarına taşıyor. Gencecik gerillaların adlarının kazındığı taşlar sıra sıra dizilmiş. Karşıda bir pano: Tania’nın portresi ve Fidel’in mektubundan pasajlar… “İnsanlar akıllarında aynı ideali taşıdığında…” Yüreğim eziliyor… Genç yerli rehberimize köylülerin o zamanlar Che’nin öldürülmesini nasıl karşıladıklarını soruyoruz. “O’nu bilmiyorlar, tanımıyorlardı ki… Gerillaların çoğu yabancıydı. Öldürülmelerinden iki gün sonra, hastanenin bahçesinde sergilenen bedenleri görmelerine izin verildiğinde, oraya meraktan gittiler.” Ya şimdi? “Şimdi tabii çok daha iyi tanıyorlar. ‘Keşke başarılı olsalardı; belki çok daha iyi bir dünyada yaşıyor olurduk,’ diyorlar…” *** O artık her yerde… Ve her yerde olan insan Che’den söz etmek, postmodern zamanların unutturup, kayıtlardan sildiği aşk, hayat ve isyandan söz etmektir… Ertuğrul Kürkçü, “Bir devrimi istemenin onu başarmaya yetmediğini, ama ancak bir devrimi hakikâten istemenin ve onun için bu dünyadaki bütün çıkarlardan vazgeçebilmenin onun yegâne özel imkânı olabileceğini somut olarak kavramamıza hizmet ettiği için önemlidir,”[2] diyor Che örneği için! Doğrudur… *** Örnek mi dediniz? Alın o zaman: 1964 yılında “kökeni” ile ilgili olarak Fas’ta yaşayan Maria Rosario Guevara’ya yazdığı ünlü mektubunda, “Yakın akraba olduğumuzu sanmıyorum, ama dünyada gerçekleşen herhangi bir adaletsizlik karşısında eğer siz de öfkeyle titriyorsanız, yoldaşız demektir ve bu çok daha önemlidir,” der Che… Onun yakınlık, “akrabalık”, adaletsizlikler karşısında öfkeyle titreyerek, ona karşı dövüşmektir ki, bu da tamı tamına, aşka ve hayata tutkuyla sarılmaktır; başkaldıran sevdalı insana özgüdür! *** Sevdalı isyancı Che, salt bir Arjantinli değildir; bir Guatemalalı, bir Kongolu, bir Bolivyalı, bir Kübalı, evrensel bir Don Quijote, kozmik bir gerilladır; “Küba halkının Batista diktatörlüğüne karşı kazandığı silahlı başarı, hem tüm dünya haber organlarında yer alan destansı bir zafer, hem de halkın kendisine eziyet eden hükümetten gerilla mücadelesi yoluyla kurtulma kapasitesini açıkça göstererek, Latin Amerika halk kitlelerinin davranışlarına dair eski dogmaların yıkıcısı olmuştur” diyen... *** 87 O kapitalist sömürü ve emperyalist talana karşı savaşmıştır. Öylesine adanmış bir savaştır ki bu, yaşam için ölümü kucaklamakta bir an dahi duraksamaz… “Kübalı kötü örnektir, çok kötü örnek. Bu kötü örnek, ileriye doğru yürürken, tehlikeler karşısında dimdik durduğu sürece tekel rahat uyuyamaz. Sözcüler ‘onu yok etmek gerekiyor’ diye haykırır. Meclis’te vekil kılığına girmiş tekel uşakları, bu ‘komünist’ kalesine müdahale etmek lazım’ diye bağırırlar... hepsinin demek istediği şey aynıdır: ‘Onu ortadan kaldırmalı’...”[3] Farklılığı, idealleri için her şeyi göze alan devrimci, romantik cüretindedir; hani kapitalizmin bizlere unutturduğu insan yanımızdadır… Onun bu özelliği, herkese insan olduğunu, yitirilmiş insanlık onurunun tekrar kazanılabileceğini anımsatır: “Che’yi bir görüntü olarak sevenler ise en azından onun isyankâr bir sosyalist olduğunu, dünyayı değiştirmek için devlere savaş açmış bir kahraman, bir erdem anıtı olduğunu biliyor, bir efsaneyi sever gibi seviyorlar. Bu sevgi, özledikleri en güzel dünya için onlara bir işaret veriyor. Sınıf mücadelesine giden yol için...”[4] Denilebilir ki, Che insan yanımızdır; dostumuz, “amigo”muzdur. Bilinir ki ‘Che’, İspanyolca “hey” anlamına gelen bir ünlemdir. Ve Ernesto’ya bu adı yoldaşları takmıştır; herkese “Che amigo” diye seslendiği için... Herkese, bir nefes içtenliğiyle yakındır… Işıl Özgentürk’ün ifadesiyle -tam da bunun için, “Küba’da herkes Başkan Fidel’i eleştirebilir ama aziz kabul ettikleri Che’ye kimseler toz kondurmaz…”[5] Ekleyelim, onun içindir ki Latin Amerika kentlerinin deli-bozuk caddelerinde homurtularla yol alan rengarenk otobüslerin arkasında bir Hz. İsa portresi resmedilmiştir, bir de Che’ninki… *** İnsanlara bir nefes kadar yakın olan Che, düşmanları içinse bir nefret nesnesidir… Üstelik düşmanın vatanı ne olursa olsun, fark etmemektedir bu. Örneğin Oscar ödüllü İngiliz yönetmen Kevin Macdonald, Che Guevara’nın Bolivya’da CIA tarafından yakalanmasında, ‘Lyon Kasabı’ lakaplı Nazi savaş suçlusu Klaus Barbie kullanıldığını açıklıyor. Che’yi yakalayan seçkin askeri birliğin, ‘Rangers’ın komutanı emekli General Gary Prado ise AFP’ye açıklamasında, Bolivya’da Che’yi anmayı, “ulusal onura hakaret” olarak gördüğünü söylüyor! Ya da Che’nin katledildiği harekâta katılan eski CIA ajanı Gustavo Villoldo, “Che’yi hâlâ öldürülmesi gereken bir suçlu ve haydut olarak gördüğünü” belirtiyor. Veya ABD’li muhafazakârlar, Kübalı devrimci liderin fotoğrafının basılı olduğu bir CD kutusunu Target’ın raflarından kaldırtıyor! Ve ‘Investor’s Business Daily’, “dükkânlarını Marksizm tezgâhlarına dönüştürüp katil devrimcinin fotoğraflarını satmak”la suçladığı Target’a şöyle çatıyor: “Psikopat Che, kitlesel infazlarda başrol oynamış, Küba’daki gulag sistemini örgütlemiş ve çocukları ölüm mangalarının önüne koymuştur. Peki sırada ne var? Hitler çantaları, Pol Pot tavaları ve Pinochet külotlu çorapları mı?” “Demokrat”tan sayılan Obama bile yakasını sıyıramıyor bu “kin”den! Fox 26 televizyonu, Houston’daki Obama’ya ait bir seçim bürosunun duvarında yer alan, üzerinde Ernesto Che Guevara’nın resmi bulunan Küba bayrağının görüntülerini yayınlayınca kıyamet koptu. Tepkiler üzerine, Obama’nın kampanyası Küba bayrağının asılı olmasını “uygunsuz” bulan açıklama yayımladı ve bayrak kaldırıldı! Che, onları hâlâ korkutmaktadır ve korkmakta haklıdır! *** Yine de Che’ye, düşmanlarının yapamadığı kötülüğü “kapitalist kültür endüstrisi”nin “popüler ticarileştirilmesi” yapıyor. Örneğin Che’nin kızı Aleida Guevara’ya göre babasını pazarlama aracı yapmak, onun sosyalist ideallerine hakaret etmekle eşdeğer... içeceklerin satışını arttırmak veya İsviçre üretimi cep telefonu pazarlamak için kullanılması çok üzücü. Biz ailece para istemiyoruz. Babamın anı ve ideallerine saygı gösterilmesini istiyoruz.” “O bir pop ikonu değil! Babamın yaşamı boyunca mücadele ettiği kapitalizmin parçası hâline gelmesi bizi utandırıyor. Onun anısına sahip çıkmalıyız. Ölümüyle birlikte onun gibi düşünen insanlar onu neredeyse pop yıldızı hâline getirdi. İnsanlar babamı seviyorlarsa onu daha iyi tanımaya çalışmalılar. Bundan hoşlanmayacağını bilmeliler,” diyor… Evet, evet Che’nin katledildiği operasyona katılan CIA eski ajanı Gustavo Villoldo’nun, tıpkı “tılsım” olarak satmak üzere kurbanlarının uzuvlarını kesip saklayan ortaçağ cellatları gibi, onun ölüsünden kestiği bir tutam saçın, cansız bedenin iki fotoğrafının ve parmak izinin satışa çıkartıldığı koordinatlarda “ölüsü bile para eden” Che’nin “ticarileştirilmesi”ne izin verilmemeli! *** Aleida, babasının “pazarlama aracı” olarak kullanılmasına isyan ediyor. ‘The Guardian’daki habere göre Aleida, “Che figürünün farklı kesim ve sınıflardan insanların birbirlerine düşman olmalarına araç olarak kullanılması beni üzüyor. Bu çok utanç verici bir şey. Kapitalizmi devirmek için savaşan ve bu yolda ölen bir adamın İngiliz votka markası satmak, Fransız gazlı 88 Sadece “ticarileştirilme” mi; hayır, bir de çarpıtma var… Örneğin Latin Amerika’daki sosyalist devrimlerle İran devrimi arasındaki ortak yönlere dikkat çekmek amacıyla 25-29 Eylül 2007 tarihlerinde Tahran’da düzenlenen Che Guevara sempozyumu ateizm tartışmalarının gölgesinde geçmişti. Sempozyum düzenleyicilerinin Che’nin ateist kimliğini sansürleme girişimi karşısında toplantıdan çekilme kararı alan Latin Amerikalı katılımcılar, bu konuyu toplantı salonu dışına da taşıdılar. Müslüman gerilla lideri Mostafa Chamran (Mustafa Kamran) ile Che arasındaki benzerlikleri vurgulayan İran heyetinin yaklaşımlarını, özellikle de konuşmacı Haj Saeed Ghasemi’nin tutumunu protesto edenler arasında Che’nin kızı Aleida Guevara da vardı. Che ve Fidel’i anti-emperyalist ve anti-ABD yönleriyle sahiplenen ancak anti-komünist tutumlarından ödün vermeyen İranlıların, Küba ile SSCB arasındaki ayrılıklara vurgu yaparak Che’nin komünist olmadığını kanıtlama gayretleri Latin Amerikalı katılımcılara tepkiyle karşılayacaktı. “Che ve Fidel’in sosyalist veya komünist olmadıkları yolundaki iddialar karşısında ‘Küba halkı adına’ bir açıklama yapan Aleida Guevara’nın ‘biz sosyalist bir ulusuz’ şeklindeki sert ifadesi ise sinirlerin iyice gerilmesine yol açtı. Che’nin inançlı olduğu iddialarına karşı Aleida, ‘Babam hiçbir zaman tanrıdan konuşmadı. Tanrıya hiçbir zaman inanmadı. Babam, hiçbir mutlak gerçek bulunmadığını biliyordu’ şeklinde yaptığı çıkış ise sansürlenmek istendi.” *** Özetle El Che’nin ya da tam adıyla Ernesto Guevara de la Serna’nın, bu günlerde adı sıkça duyulacak yeniden. 14 Haziran 1928’de Arjantin’de doğan doktor Che, 9 Ekim 1967’de öldürülmüştü... Kemikleri, 17 Ekim 1997’de Bolivya’daki gerilla harekâtı sırasında ölen yoldaşlarından altısıyla birlikte, Küba’da, devrimin zafere ulaştığı kent olan Santa Clara’daki anıtmezara askeri törenle gömüldü. Onu yitirişimizin 41. yılındaysa Küba Büyükelçiliği Birinci Sekreteri Alejandro Simancas, “Che’den bahsetmek hem kolay hem zor bir iştir” diyordu, haklı olarak. Ve Simancas devamla, Che Guevara’nın pek az bilinen yönlerinden birini anlatmıştı: Şairliğini! “Che’nin hekimliğini; 1950’lerde ilk kez tıp öğrencisiyken, ikinci kez de mezun olur olmaz yaptığı Latin Amerika gezilerini; halkların ezilmişlik ve hastalıklarını izlemesini; Guatemala’da komünist partiye yazılışını; ikinci gezi sırasında fışkıran şairliğini; Meksika’da doktorluk yaparken Fidel Castro ile tanışmasını; Küba’ya hekim olarak davet edilişini gözden geçirdim. Küba’da sağlık hizmetlerinin ve tıbbın ileri düzeyinin arkasında Che’nin bulunuşunu da... Che hep insan kurtarmanın peşinden mi gitmişti? Önce hekim sonra devrimci olarak... Ölecek olan hastalarına şiir yazan bir doktor hiç tanıdınız mı? 1955’te yazdığı şiirde ‘Öleceksin yaşlı Maria/ doğruları söylemem lazım sana/ Acılarla dizili bir tespih gibi hayatın/ bir seveni, sağlığı ya da parası olmayan/ yalnız açlık olan paylaşılacak/ beklentilerini konuşacaktım 89 seninle’ demişti. 2007’de onun 20’den fazla şiirinin yer aldığı bir kitap Guatemala’da yayımlandı. Peki, bu genç şair kendi yaşamını da bir şiir olarak mı kurgulamıştı? Jean Paul Sartre hem eylem hem düşünce adamı olan Che için ‘yüzyılın en eksiksiz insanı’ dememiş miydi? Che, Küba devrimine katılır; elçi ve bakan olur. Bir gün gelir, Bolivya’ya gerilla mücadelesine gitmeden önce, orada öleceğini öngörerek çocuklarına yazar: ‘Özellikle dünyanın herhangi bir yerinde işlenen herhangi bir haksızlığı kalbinizin derinlerinde daima hissedebilin’!” *** Gerçekten öldü mü Che? Latin Amerika yerlileri Onun Condor olup, özgürleştirme kavgasını verdiği Latin Amerika göklerinde uçtuğundan söz ederler… Doğumunun 80’inci yılı onuruna memleketi Arjantin’in ardından İspanya’nın özerk bölgesi Galiçya’da da bir heykel dikildi. 32 bin nüfuslu Oleiros kasabasında aile kökleri Galiçya’ya uzanan Fidel Castro’nun yakın dostu bağımsız Belediye Başkanı Angel Garcia Seoane, “O bir özgürlük savaşçısıydı, uluslararası bir gerilla ve işçiydi. Hayata geçirilebilir ütopyaların ve dünya devrimcilerinin sembolüdür,” diyordu. O kadar heryerdedir ki, sefil katilleri hayatlarının geri kalan kısmını onun “hayaleti”yle boğuşarak geçirmek zorunda kalırlar… “Che’yi katledenlerin kimisi araba kazasında, kimisi uçak kazasında, kimisi korkusundan intihar etti, kimisi de alkolden öldü. Che’ye kurşun sıkarak bizzat öldüren Mario Teran ise ancak 40 yıl sonra ortaya çıkabildi. 40 yıl boyunca Che’den köşe bucak kaçarak yaşamak zorunda kaldı. O zaman özel komando timinde görev yapan Teran, CIA ile özel bir anlaşma yaparak, koruma altına alındı. Che’nin intikamının bir gün alınacağı korkusu hayatının bir parçası oldu.”[6] Ha geçerken bir şey daha: “Maro Téran, yeniden dünyayı görebilmesini, öldürdüğü insanın, uluslararasına örnek olmaya devam eden, özel sağlık elçilerine borçlu. Che’nin katili, ‘kahraman gerilla’nın en samimi ve vefalı arkadaşı Fidel Castro’nun gönderdiği doktorların sayesinde görme duyusuna yeniden kavuştu. Bazen tarih, kimi sürprizleri bünyesinde saklıyor”![7] *** Bolivya’da katledildikten yıllar sonra Küba’ya getirilebilen Che’nin anıt mezarında çocuklar şimdi, “Hasta Siempre”yi okuyorlar… Artık sözü silah arkadaşı Fidel’e bırakmanın vaktidir: “… ‘El Yuro vadisinde, 8 Ekim 1967’de bir nehri geçerken neler olup bittiğini anlatan bir telgraf geldi. Telgrafların çoğunda anlatılanlar yalandı. Ama bu telgraf gerçekten olmuş bir şeyi anlatıyordu. Gerillayı yok etmenin bir tek şekli vardı ve o insanlar böyle bir şeyi uyduracak hayal gücünden yoksundular. Che gelmiş, nehri geçmiş. Onu nehrin karşı tarafında bekletmişler, nehrin ortasındayken ateş açmışlar... (...) O ölüm acısıyla o gün bir konuşma yaptım ve şunu sordum: ‘Çocuklarımız nasıl olsun istiyoruz?’, ‘Che gibi olsunlar istiyoruz’ diye yanıt verdim. Bu da öncülerin andına dönüştü: Komünizm öncüleri: Biz Che gibi olacağız. (...) Che öldüğünde savunduğu tek şey sömürülmüş ve baskı altındaki Latin Amerika halklarının hakları, davasıydı. Şehit olduğunda savunduğu tek dava, dünyadaki yoksul ve ezilmiş insanların davasıydı.” Che, yaralı yakalandıktan sonra CIA’in emriyle Bolivya diktatörü Renè Barrientos’un askerlerinden Mario Turan’ın kurşunlarıyla can verdi de ne mi oldu? Hiçbir şey! Che hâlâ, tüm insani özellikleriyle yaşıyor ve savaşıyor! Küba’ya onurunu kazandırdı/ özgür bir ulus olmanın,/ Bolivya ise, ağlıyor/ kurban edilen yaşamına. Aziz Ernesto de la Higuera,/ Köylüler böyle diyor ona,/ ormanlar, çayırlar ve dağlar,/ ya özgür vatan ya ölüm! Yazgısıydı bu onun…” Ya da Arif Damar’ın ‘Che’ başlıklı şiiridir: “Bir sesti O/ Bütün sesler içinde ayrı Yürü diyen bir ses/ Savaş diyen bir ses/ Katıl diyen bir ses Dağlar yadırgamaz en yüksek sesi/ Sesi dağlara uygundu” Hem de Fidel’e “Son Mektup”unda dediği gibi: “Fidel, Dünyanın başka ülkeleri benim mütevazı çabalarımın yardımını istiyor. Ben senin Küba’ya olan sorumluluğunun sana imkân vermediği şeyi yapabilirim. Ayrılmamızın zamanı geldi. Bunu acı ve sevincin karışımıyla yaptığım bilinsin; burada benim kurucu umutlarımın en safını ve sevdiklerim arasında en sevgili olanı bırakıyorum ve beni evladı gibi kabul eden bir halkı bırakıyorum. Bu, benim ruhumdan bir parça koparmaktır. Yeni savaş alanlarında bana vermiş olduğun inancı, halkımın devrimci ruhunu, görevlerin en kutsalı olan nerede olursa olsun emperyalizme karşı mücadele etme görevini yerine getirme duygusunu taşıyacağım. Başka gökler altında son saatim geldiğinde benim son düşüncem bu halk ve özellikle sen olacaksın. Öğrettiklerin için ve eylemlerimin en son sonuçlarına dek sadık olmaya çalışacağım, örneğin için sana teşekkür ettiğimi, devrimimizin dış politikası ile her zaman özdeşleştiğimi ve buna devam edeceğimi, sonumun geldiği herhangi bir yerde Kübalı devrimci olmanın sorumluluğunu duyacağımı ve öyle davranacağımı, çocuklarıma ve karıma maddi hiçbir şey bırakmadığımı ve bundan üzüntü duymadığımı, aksine sevindiğimi, onlar için hiçbir şey istemediğimi çünkü devletin onlara yaşama ve eğitim görmeleri için gereken her şeyi vereceğini biliyorum. Her zaman zafere kadar! Veya Metin Demirtaş’ın ‘Che Guevara’ dizeleri: “Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara. Bakma şimdi durgunsa,/ bir şahan gibi duruyorsa/ yorgundur, savaşlar görmüştür,/ çeteciler barındırmıştır/ yani satılmış değillerdir/ / Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara. Çünkü Vietnam hepimizin Vietnam’ı/ Kongo hepimizin Kongo’su Bir kere özsu yürümüştür dallara/ Patlayacaktır ağır sancılarla karanlıklar/ Varmak için o güzel yarınlara Bizim de dağlarımız vardır Che Guevara…” 16 Ekim 2008 11:20:45, Ankara. NOTLAR [1] Ernestro Che Guevera. [2] Ertuğrul Kürkçü, “Devrimin Yüzü: ‘Che’…”, Radikal İki, 12 Ekim 2008, s.3. [3] Ernesto Che Guevara, Gerilla Savaşı, Çev: Süleyman Doğru-Romina Kavak Büyükişman, Everest Yay., 2008. [4] Aydın Çubukçu, “Seven Çok, Yolundan Giden Yok!”, Evrensel Pazar, 7 Ekim 2007, s.6. [5] Işıl Özgentürk, “Dostum, Arkadaşım, Kardeşim”, Cumhuriyet, 27 Şubat 2008, s.10. Ya vatan ya ölüm! Che…” *** [6] Der Spiegel, No: 41, 2007. “Sonuç mu?” [7] Salim Lamrani, “Che’nin Katili, Mucize Operasyon ve Kübalı Doktorlar”, Atılım, Yıl:4, No.2008 35 (224), 23 Ağustos 2008, s.12. Mesela Che Guevera’ya adanmış, yazarı ve bestecisi Victor Jara’nın, ‘Zamba Del Che’ si: “Bu sambayı söyleyerek geliyorum,/ özgürlüğün adımlarıyla. Gerillayı öldürdüler,/ Komutan Che Guevera’yı./ Ormanlar, çayırlar ve dağlar,/ ya özgür vatan ya ölüm! Yazgısıydı bu onun/ / 90 "Bu Aşkın Ölümdür Kafiyesi, Dağlara Filan Denk Gelir" Sezai Sarıoğlu "Kayaların hep başka kayalarla ilintileri var. Oysa kuşların Diyorum bir kuşlar düşüncesiyle ilintisi var da, onlar Sanki hiç uçmuyorlar, durmadan kopuyorlar Bir gizlilik biçiminden, dünyanın böyle ne olduğu biçiminden Kopuyorlar bir bir / Kopsunlar, ben bunu anlıyorum" Edip Cansever "Kavram olarak Che", "tarihsel ve siyasal bir hakikat olarak Che" ezbere biliniyor. "Che kavramfnın dünya tarihsel izdüşümleri ile, "Che imgesi" arasmdaki bütünlük ise koparılıyor. Oysa, "Siyasal Che okuması" ile "imgesel Che okuması", -kavramlarla imgeler arasındaki farkı unutmadan- iç içe yapılabilir. Burada kaçınılması gereken şey Che'yi, "mistik - metafizik" bir mitos olarak ele almamak, mülkiyet dünyasının, reklam ideolojisinin nesneleştirdiği "Che hırsızlamasına ideolojik düzeyde de karşı koymaktır. Bu, siyasal bir kıskançlığın ve/veya "siyasal budduanm" ötesinde, özgürlük dünyasına ait olanı kavramak, sosyalizme içkin değerleri mülkiyete/ tabuya dönüştürmeden sahiplenmektir. "Neler öğrenmiyor ki çetrefil güz / Deneysiz bahardan" Cemal Süreya Che; dünyaya yeni anlama biçimleri getiren bir çetrefil güz... "İnsanlardan eşya yapılan dünya"nın, deney sözlüğü... Tarihin düşle işleyen cep saati... Dünyaya bir defaya mahsus olarak bakmayan, hiçbir şeyin tammlanamadı-ğı bir dünyada, bütün eksik kalmaların, ne ki artakalan olmayanların tanığı... Che; koro ve solo sorduğumuz sorularımız... Che; solo yanıtlarımız, şekilli düşler halinde... "Ne güzel duruşun var senin / Doğayı kımıldatmadan" Edip Cansever Che, artık klasik olmuş bir mitos. Klasik olan herşey gibi, bütün sınıflan, ulusları, cinsleri, toplumsal ve siyasal kategorileri, gün günden onların şeklini almayan mitos... "Sayılan artık kırkı geçen haramiler"in reklam ideolo-jisiyle örtmek istediği, uzun ince bir sol... Büyüklüğüne, kahramanlığına, yakışıklılığına yapılan yapay ve biçimsel övgüye karşın sonsuz bir şimdinin söylencesi. Doğayı kımıldatmadan duran bir görüntü... Hem epik, hem de lirik... En uzağa, en yakına bakan yüreğiyle de gören gözler: /"- Göz değil kırmızının bilimi." "Bir çiçek yolumu kesti!" Cemal Süreya Che; muhalif, haşarı, yere göğe sığmayan özelgüzel bir çiçeğin yolumuzu kesmesi... Che; siyasal bir alıntı, ezberlenen bir figür, "süsüne kaçan" bir fotoğraf olarak yolumuzu/soluğumuzu /solumuzu kesip gitmenin suçsuzluğu... Ayakkabılarını ters giyen muhalif bir çocuk, "bazı anılar eşya, bazı düşler yaşlı"nın tersi... Che; anılar da ve düşlerde görünen insan... Che; muhalif bir çiçeğin "Ne gelir elimizden insan olmaktan başka" diyerek yo lumuzu kesmesi. Che; bir kitabın kenar notunda, bir bildirinin "yaşasın" ve "kahrolsun" kenannda, duvara asılmış lirik bir aşkiya fotoğrafında rastladığ ımız, Che; tanışmanın önsözü, an ile başlayan, romantik, siyasal, hüman ist, radikal bir sürece dönüşen, tekrar an olarak tek karede anı'laşan... Che; aşkların ve yolculukların karakutusu... "O kadar ilginçtir ki yüzü / Bilmem ayakları var mıdır" Edip Cansever Che, bir dünya şikayetçisi. Biz fotoğraflann yalancısıyız, "o kadar ilginçtir ki yüzü"nün hatırlatığı duvar yızaları... Che; durmadan yüzünü yorumlayan, durmadan yeni yüreğine taşman bir düşyalı. Ellerini nereye koysa yakışıyor... Yüreğini nereye koysa yakışıyor... Ölünce de, sinemaya giden, "işi gücü gökyüzüne bakmak" olan tek kişilik sözlü tarih atelyesi... "Ah, okumaya başlamadan önce/Çiçeklere su vermek lazımdır." M. C.Anday Che; en çok ezberlenen bir sembol... Her karşılaşmamızda ezberimizi bo zan bir mitos. Uzun nehirlere, uzun gökyüzüne binip uzaklaşılmadıkça anlaşılması olanaksız olan suyun kalbi... Uzun zamanlarda yaşayan, sayı bilen, imla hatasını önemsemeyen Latin kalpli çocuk... Che; bakmadan önce çiçeklere su vermemiz gereken, "Gemilerin uzun uzun taşıdığı bir ölü." Hep birlikte imgesinde kurtulduğumuz birbaşınalık... "ey kim varsa orda o tek olanın adına çekin kürekleri"... "Onun kırmızı yapraklardan yapılmış/Bir zamandışılığı vardır" E. Cansever Che, kuşları durmuş zaman kadar eski bir yol saati... Kuşları uçan tarih kadar yeni... Che, zamandışı bir sevinç, "solak hendese".. Che, "kırmızı yan lışlarımı çok severim"in tarihe ve iradeye inanan mucidi... Başlangıcı sona bırakmayan ironi... "Aşk dediğin haram olur, helal olunca o aşk olmaz..." Che, haram aşkların yolcusu... Yeraltı sularının, yeraltı aşklarının, yeraltı denizlerinin, yeraltı ırmaklarının, yeraltı dağlarının ve yeraltı çiçeklerinin desteklediği, takma adlarla dünyayı dolaşan, "biz belki de en uzun yaşamalı bir su'yuz" diyen iradeye verilen su... "bir adam gelir bir düzeni bozar kalır"... 91 "Sonunda anladım ki / Bir kitapta resim şart" C. Süreya Che; devrimin lirik ve romantik yüzü... Latin Amerika devrimci romantizminin fotoğraf eki... Devrimin, düşlerin, gülüşlerin, hissesiz harikalar kumpanyasının solokoro fotoğraf eki... Che; görmenin konuşmadan önce geldiği, sa-dace bakarak işaretleşilen, bir dünyada, "başlangıçsız bir çiçek"... Che; hep poz veren bir fotoğraf, düş ilânları kadar neşeli... Lirik ve büyülü yüzün enin de ve boyunda çetrefil bir güz, deneysiz bahar... Che, "uyurken yüreğimizi düzeltemeyiz"in manifestosu... Che; her fotoğrafı düşbükey bir ayna... Che; resimli bir aşk: "bu aşkın ölümdür kafiyesi, dağlara filan denk gelir" "Bütün mümkünlerin kıyısında" Turgut Uyar Che; İmkansız olanla gerçek arasında bütün mümkünlerin kıyısında... Bilincin mümkün olana tercihi, mümkün olmayan da kırılması... Tarihin, doğanın, bilincin, pratiğin belleğinin, mümkünler denemesinin özeti... Sına-mayanılmanın ötesi; uykusuz ve mümkün bir sinemayanılma... Durup dur urken kendimize benzettiğimiz, düşlere bakma durağı... Che; yürüyüş solu'ndaki müfrezenin ayakizlerinin alt yazısı... "En kardeş yerlerimi tek başıma uçardım/Ve rahat ederdim." M. C.Anday Che; yaprakların iki yüzü yazılı bildirisi, kuşların lirik manifestosu... En kardeş yerlerini tek basma uçan solo bir kuş... Her eylemi dipsiz bir konuşma olan koro bir üst dil... Hatırlayarak unutanlar için, tarihlerine ve talihlerine küsenler için hüzzam bir sitem: "bu gelen silah sesiydi evet ne kadar da benziyordu insan sesine"... "Azizim, güzel atlar güzel şiirler gibidirler / Öldükten sonrada tersine yarışırlar, vesselam!" Ece Ayhan Che; annesinin, her yolculuğa çıkışta "tez gelsin" diye peşinden okyanuslar döktüğü yolculuklar ustası... Kübalı esmer şoförün gözündeki "at" imgesi: "... onu sevmekle kalmıyorlardı, ona hayrandılar da. Kamulaştırılmış lüks Cadillac'ımızın şoförü Candela ona at diyordu. Bu Küba ağzındaki en büyük övgüyü ancak üç kişiye layık görüyordu: Fidel, Che, Shakespeare'e. (...) Cendela kestirmeden coşkuyla bir çağlayan gibi Elisabeth dönemi oyun yazarından ve yapıtlarından söz etmeye başladı: 'Sanırım, o kesinlikle bir at'tı, yapıtlarında çok filozofça ve eğitici, beyim.'" Eduardo Gakano Che, dilin eyleminde, eylemin dilindeki özgür kafiye... "Gök boş. Nereye bağlasam atımı?" Sonsuzluğa giden kuşların terkisine... "Kitaba düştüm, (...)/ kitaplar büyük / kitaplar çocuk, / kitaplar en uzak, en güzel yolculuk" Nâzım Hikmet Che; yolun/yolculuğun/yolcunun bilgisi ve bilinci. Dili, gövdesi yanlış zamanlanmış bir sevgillerin reddi... Ulaşılmazlık imgesi; görünen ve yok olan. Che; sözün, bedenin ileriye, geleceğe doğru, düşün, ütopyanın ise şimdiki zamana doğru geriye devinimi. Che, alışkanlıkların gücüne karşı koyan resmiyete sığmayan adalı öteki... Che; düşlerin tarihini araştıran, yönlere tarih düşen, ölenlerin ve kalanların en yakışıklısı... Che; "İnsan: Mavinin içindeki düşünce"... Che; birey'in efsaneleşmesi, efsanenin bireyleşmesinin miladlarmdan biri... Che; 92 aşklar, yolculuklar ve gitmeler nerelidir, diyen zamane düşyalı... Che; hiçbir yerde, hiçülke'de yaşayan sessiz ka labalıklara sesli dili... "Kuşlar her yıl Peruya ölmeye giderler"... Che, aslına benzeyen mitosinsan. Tarihin, felsefenin, şimdiki zamanın ve gelecek zamanın çocuğu. Che; "kahramanlar zamanında ölmeli" sözünün gerçeği. Son sözü söyleyen, ölmeden önce, "uçmak ve kopmak" üzerine konuşan; kuşları delil bırakan teoriden ve pratikten doğma aşkiya... Che, bir üst dil; söylence dili. Kendi renkleri tarafından kovalanan düşsel göçkuşa-ğı.Jmkanlı ve imkansız Sol Mohikan... Her gün dünyanın şeklini alan, her-gün dünyaya şekil veren Latinoamericana bir doğaçlama. Che; kuşların fevkalade aşk ve meşk nüshası... "Ruhi Bey de çiçek alırdı / Nedense benden alırdı. Çünkü ben çiçekleri çok biçimli tutarım"... Edip Cansever Che; çiçekleri çok biçimli tutmanın imlası... Düşyalı elleriyle çiçekleri en biçimli ve en romantik tutan akranımız. Dünyanın ve suların huysuzu... Kendimize efsane, hayat bilgisinde yanlışların çoğunluk oluşturduğu mahallemizin herkese imla kılavuzu efsane...Che; gözümüzü kapatıp baktığımızda çiçeL.Che; gözümüzü açtığımızda kendini biçimli tutan bir çiçek... Che, imgesi Che olan, tarihe ve coğrafyaya geçen inatçı yerli... "Mitos yitme n'olur" Cemal Süreya Che; sonlu ve sonsuz birbirimizden çoğalmanın, bilincin ve bilinçaltının, tarihin ve felsefenin kenarnotunda insanlaşmak için seksek oynayan, "bütün söz vermelerin tarihçesi"... Che; sevmeyi bilenlerin, kuşları ve düşleri küçük adıyla çağıranların icadı, sevginin, yolculukların lirik ağıtı... Che, kendi içinde ve dışında gezinmekten yorulmayan öteki kalbimiz: "Kalbim, diyorum/ Yorgunsa da, yaralıysa da, hepimizin aşkına sevgili?" "Ölmeden önce biraz gezdirin beni" Cemal Süreya Che; sürekli bir şimdiki zaman, sürekli bir gelecek zaman... Sokağa en erken çıkan güneşin taşrasında oturan çocuk... Dağlara bir diyalog olarak çıkan,"- ölümün ömrü bir gün/ galiba aşk ömür boyunca" dizelerinin gençliği... Doğanın insanileşmesi, insanın doğalaşmasının imkanı. Yansı şimdiki, yarısı gelecek zaman, adı bütün düşlere eşit, "eskimolarla üşüyüp, zencilerle terleyen"... "Ağacın dalları uzar tek bir dalda/ tek bir dalda gömülmek ister ağaç" dizeleriyle ölürken yaprak açan... Che, "Ölümün biçimi çizilmez"in anlamı... Başka türlü yaşanamayacak bir hayata sempatizan... Che, tarihin, felsefenin şiirsel yanıtı: "Barış ve savaş bir, / Doğa ve insan birdir,/ Hız ve ölüm bir." İnsanın bütün hallerini denemiştir Che... Che, öldükten sonra da her zaman yürürlükte... "O şarabi eşkiyalar / Onlar da olmasa benim gayrı kimim var"...Can Yücel Che; doğa, tarih, siyaset, kuşlar ve söylenceler gibi, düş adıyla çağırdığımız en yakınımız... Che, adını anınca uzaklardan sevindiğimiz, cebinde kuş taşıyan çocuk... Aklımıza, düşümeze her geldiğinde fotoğrafına baktığımız: "Ve nasıl göz gözeyiz ansızın bir infilak." Gidebilmek Bilinci Levent Sergin Tren tam sekizde kalkıyordu. Yolcu edenim yoktu, karşılayanım da ol mayacaktı. Bu görüntüden, kıyışız göze alışlardan bana gidebilmek kala caktı. Che'nin ölüm fotoğrafındaki o gülümseme... O gülüşe ne çok şey sığdırmıştık. Çok bilinçle yapmamıştık ama Ekim devrimi törenleri bürokratlarının yerine duvarlarımıza Che'nin fotoğrafını asmamızın bir açıklaması olmalıydı. Şimdi açıklayabiliyordum; o, bizden biriydi, ona dokunabilirdik. Comandante'ydi, bizim Che'ydi. Birinci sigarası içerdik, filitreli içince küçük-burjuva olunuyordu. Che ağzından eksik olmayan purosuyla gülümsüyordu. Haki üniforması mezara kadar sürecek bir savaş halini simgeler gibiydi. Yürüyüşlerde niçin "..İki üç daha fazla Vietnam" sloganını attığımızı şimdi daha iyi anlıyorum. Biz yürüyorduk. Che gidebilmek bilinciydi. Bütün takı ve sıfatları bırakarak (ve belki, iktidarın yozlaştırıcı etkisini bilip de bırakarak) gide bilmekti. Ve bu, gür sesli kardeşlerimizin teatral bir havayla söyledikleri "akın var güneşe akın" dizeleriyle çokça örtüşüyordu. Arkasından ağla yanların gözyaşlarını ağır bir zincir gibi boyunlarında taşıyanlardan değildik. Ve kanaat: Adımlarımızın ritmiyle tarihin akışı mükemmel uyuşuyordu. Foco, ocak demekti, ama biz bilmiyorduk. Bilmediğimiz için sanıyorum, foco nitelemesiyle karşılaştığımızda kuyruğuna basılmış kedi gibi tepki gösteriyorduk. Fotoğraf, comandante'yifoco'suyla bir dinlenme anında gösteriyordu. Yorgun yüzü gençliğimizi anlıyordu. Tren tam sekizde kalkıyordu. Karanfiller Yoldaşına Mektup henüz yazılm amıştı. Gitarın uzun yolculuğuna geri dönmemizden iki on yıl kadar önceydi. Fidel, Olas Kongresi'nde resmi sosyalizmin ulusal kurtuluş hareketlerini desteksiz bırakmasına veryansın ediyordu. Başlıca geliri şekerden olan Küba, başlıca alıcısı SSCB'ne olan ekonomik bağımlılığının politik bağımlılığa çıkmayacağına kendini inandırmak istercesine enternasyonalist bir çizgiyi sahipleniyordu. Che, Bolivya'daydı, Patria O Muerta Venceremos'un anlamını sonradan, daha çok da yaşayarak öğrenecektik. Siyah beresi yana yıkık, alnında kızıl yıldızıyla Latin Amerika portresine dönüşen o gerillacıya dokunabilirdik. Dokunabilirdik çünkü, varmak için o güzel yarınlara bizim de dağlarımız vardı. And Dağları'nın yeni bir dünya kurmaya çıktığı bir zamandı. Eşitlik özgürlük ve kardeşlik şiarı bir kez daha 1789'un kaldırımlarını yürüyordu. Öğrencilerin ellerinde kızıl bayraklar vardı, "bir başka alem" istiyorlardı, bir başka coğrafya. Dünya yurttaşlığı ilk kez bu kadar yaygın bir şekilde, böylesine sanlınabilen bir yakınlıkta Che'nin fotoğrafıyla buluşuyordu. Soyadının benzerliğinden yola çıkarak akraba olup olmadıklarını soran o Arjantinli kadına verdiği yanıt ne kadar öğreticiydi: "Akraba olduğumuzu sanmıyorum" diyordu; "ama dünyanın diğer ucunda yapılmış bir haksızlığı şuranızda duyuyorsanız, bu, kanbağından öte bir şeydir, akrabadan daha ileriyiz, demektir." Arjantinliydi, Kübalıydı. Manos Loizos, gecenin kimin için postallı adama sinyal verdiğini anlatıyordu. Gölgelikleri arıyorlardı, O'nu arıyorlardı. Yunanistan'da Albaylar Cuntası dönemiydi ve Şili'de Allende'nin devrilmesinden dört yıl kadar önceydi. Theodorakis, 11099 No'lu Hücre'yi henüz bestelememişti. Her şey tamamdı. Tekne biraz ötede bekliyordu. Soğuk bir güz günü Panagoulis, manyetoyu çeviriyordu, ama bomba patlamıyordu. Yakalandığında yalnız olduğunu, bütün hakların gaspedildiği bir rejimde zorbayı öldürmenin hak olduğunu söyleyecekti. Papadopulaki diyecekti gardiyan askerlere, işkencecilerinin suratına tü kürecekti. 1972 kışında Denizimiz Şarkışla'da kuşatıldığında askerlere ateş açmayacaktı, kendisini sorgulamaya kalkışan valinin üzerine yürüyecekti. İdeolojimizin ulusal kurtuluşçuluktan tam anlamıyla sıyrılamadığı bir zamandı. Tren tam sekizde kalkıyordu. Şimdi akkor zamanıdır demişti Jose Marti, yakında yalnız ışık gözükecekti. Bundan otuz yıl kadar önce Sierra'nın Sakallıları, öngörüyü doğrulayan ilk müfreze olarak Havana'ya giriyorlardı. Dünyanın kırlarından dünyanın kentlerine giriyorduk. Onlardan biri, Comandante Che Guevara, devrimin altıncı yılında Fidel'den yeniden yola çıkış için izin istiyordu. O devrimin "muchato"suydu, kamış 93 kesmekte kullanılan bir pala kadar yalın ve işlevli olan görevini tamamlamıştı. Yol uzundu ve şafak uzun, İnti'ye gitmek düşüyordu. Bana gitmek düşüyordu. Şarkılar sesimizi buluyordu ve sesimiz şarkıları. Los Herma-nos diyordu Mercedes Sosa ve Todavia Cantamos. Arjantinliydi ve kızıl-derili. Kırlangıçlar uzaktaydı ve Sosa, kırlangıçları çağırıyordu. Oğluy dum, kardeşi ve sevgilisi. Companero'ydum dağlarda ve gitar ve kamarad ve sindrofos. Ateşi çalıyorduk. Promethus'tan da önceydik. Bir ben biliyordum bu gerçeği, bir de o. Yürüyüşü ilk biz başlatmıştık. And Dağla-rı'nın ayaklan çıplaktı ve biz, And Dağları'ydık. Tren tam sekizde kalkıyordu. Kırlangıçlar uzaktaydı ve baharı getirmek için çok çalışmak gerekiyordu. Çok çalışanlardan biri, erkek kardeşlerin en sevgilisi Che Guevara, Bolivya dağlarında öldürülüyordu. Yüzünde eski zaman dervişlerinin o tanıdık duruluğuyla ölüyordu işkencede İbrahim. Öncesinde Deniz öldürülüyordu ve Mahir. Tarihçiler elinde Fidel'in hediye ettiği silahla öldüğünü yazacaklardı Allende'nin. Ailende öldürüldüğünde Panagoulis sağdı. Gardiyanı Zakarakis, sanık olarak çıkarıldığı mahkemede milletvekili Panagoulis'in kendisine çok kötü davrandığını, sanki tutuklu o değil de kendisiymiş gibi eziyet ettiğini söyleyecekti yıllar sonra. Diğer tutuklularla temasını engelleyen özel bir hücre yaptırıl mıştı Penagoulus için. Defalarca sahnelenen ölüm provalarının son sözüne hazırlanırken "ben insanım" diye bağırmıştı, ben insanım! Ve insan, iki sözcükten ibaretti: Direnç ve sevgi. Bu ikisi onu bitmeyen bir mücadele azmine taşıyordu. Yaşam bir yolculuktu ve biz, geminin kendisiydik. Zavallı Odyseuss demişti bir anlatısında, İthaca'ya vardı ve durdu, İthaca'ya vardı ve mutsuz oldu. Yokuşu tırmanıyordu hayat, bayraklarla. Sivil faşist terörün devlet terörüyle eşgüdüm içinde sürdürüleceği bir iç savaş süreci henüz başlamamıştı. Ölüm tarihleri boş bırakılmış fotoğraflara henüz alışmadığımız bir dönemdi. Halaylar zamanıydı. Ülke kendi şarkısını arıyordu, kendi sesini. Orada eski bir Girit şarkısını söyleyerek stadyumdan Sintagma Mey-danı'na akıyordu kalabalıklar, burada Kerim Yaman pusuya düşürülerek öldürülüyordu. Yazgıydı kendisini tekrarlayan. Adalar denizi tarihsel izdüşümün çekimine kapılarak anakarasına çarpıp parçalanıyordu. Tuz suya olağanüstü bir iletkenlik kazandırıyordu. Tuz ve ateş... ikisi de çok yakıyordu ve biz, gözyaşlarının da tuz olduğunu henüz bilmiyorduk. Ne kendi ölülerimizin habercisi olan Elen tarihinden haberdardık, ne de Panagoulis'ten. Komünist değildi. Sırtakinin düşen ritmine inat hayatı tek başına sırtlamaya çalışan onurun bu seçkin temsilcisi, insanın sevgi ve dirençten oluştuğuna inanıyordu. Panagoulis'e göre zorbalık, ancak dövü şerek altedilebilirdi. Bu bir süreklilik eylemiydi. Bu yürüyüşte hiç bir şey varıldığında bitecek bir ereğe indirgenmemeliydi. Hele ki kavga! Hele ki insan!... "Aşırı tehlike anlarında ahlaki dürtülere yön vermek kolaydır" diyordu Che Guevara, "ama diğer zamanlarda ahlaki dürtüleri yüksek düzeyde tu tabilmek için insanların vicdanlarına yeni değerler yüklemek gerekir". Panagoulis de tıpkı Che gibi yüksek ahlaki değerlerin temsilcisiydi ve tıpkı Che gibi, onun da, "tasarlanan ölüm"ü reddedebilme bilinci üzerine kuruluydu. Averoflar'ın hala iktidarda olduğu bir Yunanistan'da "artık dinlenmesi gerektiği" biçimindeki telkinleri reddetmişti. Emperyalizm hala iktidardaydı ve kendini Küba devriminin dünyayı saran sonucuyla özdeşleştirmiş olan Che 20. yy'ın bu asi Comandante''si," devrimi bir güç olmaktan çıkaracak olan ulusallığı reddediyordu. Proletarya enternasyonalizmi... Ama onun öncesinde sistemiçi bütün kurumların, verili bütün değer yargılarının ve konumların reddi. Ailenin Özel Mülkiyetin ve Dev letin Kökeni... Marks ve Engels'e yapılmış belki de en güzel göndermeydi Fidel'e bıraktığı mektup. Karısına ve çocuklarına hiç bir şey bırakmadığını yazıyordu Che. Üzgün değildi, böyle olması gerektiğine inanıyordu. Reddettiği iyelik hakkıydı, miras hukukuydu... "Özel" sözcüğüyle çarpılabilecek her şeydi. Kırlangıçlar uzaktaydı. Baharı getirmek için çok çalışmak gerekiyordu. Che'nin gülümseyişi ondandı. Ölümün silemediği o "evrensel sükunet duygusu" bizi ırmağın kendisi olmaya çağırıyordu. Yıllar sonra Che'nin ölüm fotoğrafının altına şu notu düşüyordum: Ve ırmaktır, kendi sularını geçer. Irmaktı, kendi sularını geçti. Irmaktık, kendi sularımıza geçtik. Bunun başlarken ve bitirirken Kalimera İlye demek olduğunu biliyorum ve Kali-mera İzohi demek olduğunu. Gracias a la vida diye de okunabilir bütün bu yazılanlar, ya da sadece Che diye de. Merhaba Ernesto! Merhaba Hayat!.... Manos Loizos ve Mercedes Sosa şarkıları: Los Hermanos: Erkek kardeşler Todavia Cantomos: Şarkı söylüyoruz hâlâ Kalimera İlye: Merhaba Güneş Kalimera İzohi: Merhaba Hayat Gracias a la Vida: Hayata teşekkürler Companero-Kamarad-Sindrofos: Arkadaş, Yoldaş (İsp-Fr-Yun.) 94 Hasta la Victoria Siempre ya da Kurşun Dolu Küçük Sandık Emirhan Oğuz tek tük, tiz ya da tok çığlıklar duyulmaya başlanmıştı. Arjantinli Kübalıydı. Arjantinli Kübalıydı!3 Latin Amerika yurttaşı Arjantinli Ernesto Che Guevara 9 Ekim 1967 günü, yaralı olarak ele geçirilişinden çok kısa bir süre sonra, çavuş Mario Terzan'ın silahından çıkan kurşunlarla öldürüldü. Kır gerillasını geliştirmek için Bolivya'nın dağlık alanlarını odak seçmişti. Sayısı yüzü geçmeyen savaşçıyla sürdürdüğü mücadele yaklaşık altı ay sürecek ve yenilgiyle sonuçlanacaktı. Bu aynı zamanda, Küba sosyalist hükümetindeki görevinden istifa ederek ortadan kayboluşundan beri Che'nin adı etrafında oluşmuş olan efsanenin bir azizlik halesiyle taçlanmasıydı. Kendisini uluslararası proletarya devrimine adamış ve dünyanın bütün gökleri altında, bütün dağ eteklerinde ve bütün denizlerinin kıyısında yüreğini sığdıracağı bir yurdu olan seçkin enternasyonalistin isteyeceği belki de son şeydi bu azizlik halesi. Ne var ki O'nun yüreğini sığdırdığı bütün tarihsel uzam ve zamanlarda, siyah beresinin alnından dünyaya bakan yıldızı yumruklarının içinde kanatıncaya kadar sıkanlar, Che'nin adına Doğaçlama!... Ölülerin tırnakları uzar mı? Alto saksofonun tuşlarını ağır adımlarla dolaşan lacivert çığlık geceyi beklenmedik öîüm'm rüzgarıyla dolduruyor. Eventyr...AH those born with wings... Song far everyone...1 Uzaklarda bir yerde rüzgarın kanatlarından düşen bir şarkı, İstanbul Açıkhava Tiyatro-su'nu dolduran beşbine yakın insanın henüz duyamadığı bir sesi, synthe-sizer'ın tuşlarına aksak gizli akorlar olarak düşen kan damlalarını duyu yor. Damlalar uzak dağlardaki yıldızlı göğe gerilla müfrezelerinin gölgesini çizmeye başladığında, tenor saksofon yürüyerek yüreğinizin kuytu-sundaki söylen'i uyandıracaktır. Kim bu ölü, tanıyor musun?1 1988 yılının o ılık yaz gecesinde Açıkhava'yı dolduran izleyiciler arasındaki çok az sayıda kişi, Jan Garbarek'in geceye üflediği hüznü sarsıcı bir öfkeyle çağıran Rainer Bruninghaus'un tuşlularındaki o sarmal coşkuyu derinden duyumsayıp tanıyabilmişti. Müzisyenlerin çok değişik iklimlerden taşıyarak getirdikleri müziğin insanı olduğu yere mıhlayan büyüsü birden bozulur gibi olmuş, kitlenin üzerinden bir ürperti dalgası geçmiş, 95 yazılmış her dilden şarkıları adımlarının yankısına kattılar. Che'nin gerillası, ölümünü izleyen birkaç yıl içinde birçok Latin Amerika ülkesinde yenilgiye uğrayacaktı ama, ateş yine de yer yer kıvılcımlar sıçratarak, yer yer için için yanmayı sürdürdü. Şarkılarla! Kübalı besteci Carlos Puebla'nın, ünü kendi adını aşmış Hasta Siempre'&i o ılık yaz gecesi Jan Garbarek ve arkadaşlarının çalgılarında ete kemiğe bürünüp uzun uzun çınladığında, yirmi yıl önce Azizin fotoğraflarını odalarının duvarına asanlardan bir haylisi, çoktandır Türkiye medya sektörünün sıra neferleri(!) arasına katılmış bulunuyordu. Azizler çabuk ölür. Oysa Che komünistti ve bir komünistten aziz çıkarmak çok zordur! O'nun yaşamını adadığı değerler sistemi, ne sadece gençlik heye-canlanyla savunulabilecek kadar hafifti, ne de gömme koltuklarında her köşeye bir devrim kahramanı heykeli dikme projeleri çiziktirirken her türlü ahlaki bozukluğun çürütücü etkisini yukarıdan aşağıya bütün topluma yayan çıkarcı bürokratlar tarafından temsil edilip yaşatılabilir. Che "devrim uğruna devrimi terk edip gittiğinde"4 neleri yapacağını çok iyi bilen bir komünistin iç dinginliğini yaşıyordu. Komünizm yoluna girerken Küba halkının bilincini bir yandan emperyalizmin katı gerçeklerinin, öte yandansa uygulamadaki sosyalizmin gerçeklerinin aydınlattığını belirten Che, "bizim için sosyalizmin, insanın insan tarafından sömürülmesine son verilmesinden başka tanımı yoktur" diyordu. Tutarlı bir eko nomik ve toplumsal dönüşümün yaratılabilmesinin yeni insan m üretilmesinden geçtiğini düşünüyor, bunun belki de "hiçbir zaman bitirilemeyecek" çok zor bir iş olduğunu biliyor, "toplumun baştan aşağı büyük bir okula" dönüştürülmesi gerektiğini açıklıyordu. Pazar günleri tarla ve fabrikalarda gönüllü işçilik yapması hiçbir biçimde gösteri değildi; "insanların vicdanlarına yeni değerler yüklemek" gerekiyordu; "ahlaki dürtüleri yüksek düzeyde tutabilmek için". Ve devrimin altıncı yılında, devrim ateşine "mütevazı katkı"sım sunabilmek amacıyla Küba toprağından ayrıldı Che; belki tıpkı 1956 Ekim'inde kendisini seksenaltı yoldaşıyla birlikte geleceğin özgürlük adasının kıyılarına taşıyan Granma adlı yata benzeyen bir tekneyle. "En acil görevler yerel düzeyde başarıldıktan sonra devrimci şevkini kaybeder ve proletarya enternasyonalizmini unutursa, devrimin kendisi bir güç olmaktan çıkar ve rahatlatıcı bir uyuşukluğa dönüşür. Bu ise, o zaman yeniden güçlenecek olan uzlaşılmaz düşmanlarımız emperyalistlerce kullanılabilir." Che 'nin gerillasından bu yana köprülerin altından çok sular aktı. Emperyalizmle detant pazarlığı içinde uluslararası devrimci hareketin militan ivmesini törpülemeyi iş edinmiş reel sosyalist bürokratlar, bugün emperyalist tekelciler önünde her türlü şaklabanlığı yapan serbest piyasacı kapitalist tosuncuklar haline geldiler. Küba'daki halk demokrasisini daha doğuşunda boğmak için Playa Giron'a aşağılık kafatası avcıları gönderen ABD'nin adıyla özdeşleşmiş "Batılı Demokrasi", insanlığın geleceğinin güvencesi olarak yutturulmaya çalışılıyor. Karşı devrim fırtınası, emperyalist medyanın ikiyüzlü iğrenç bombardımanı desteğinde bütün etik değerleri çiğneyerek sürüyor. İnsanlığın geleceğinin biricik güvencesi olan komünizmin tarihsel kişilik ve değerleri, sicilli faşistinden yılışık liberaline, eski hızlı sosyalistlinden yeni sosyal demokratına kadar her renkten gericinin galiz küfürnamelerine konu oluyor. Değersiz yaratıklar, kendi kişilik erozyonlarını insanlık için kutsal olan ne varsa ona saldırarak si-likleştirmeye, her şeyi kendilerine benzetmeye çalışıyorlar. O değerleri savunma direngenliği gösterebilenleri "son dinozorlar" olarak alaya alma imtiyazını bayağı bir laubalilikle kendilerinde bulabiliyorlar. Böyle bir tarih kesitinde Ernesto Guevara'nın, "Che" diye başlayarak sadece adından sözetmek bile söz'ün sahibini yükümlendirir. Okurunu da. Bugün geriye dönüp bakıldığında, Che enternasyonal komünizmin bir ge-rekirlikler ve olanaklar manzumesini sunuyor bize. Bu manzume, her şeyden önce bir destan havasında okunmamayı gerektiriyor ve bilinci, bağlılığı, kararlılığı ve göze alışı içeriyor. O'nun ölümü ardından kendisi ni Avrupa'nın yalan barışı ve refahı içinde paralize olmuş hissettiğini dile getiren İtalo Calvino, Che'yi "devrimle ve dünyanın geleceğiyle ilgili her şeyin nihai ciddiliğini hatırlatan bir sesleniş" olarak gördüğünü yazmıştı: "Bir düşünceyi ve bir yaşam biçimini sonuna kadar götürmek için gereken cesaret ve tutarlılık adına, önce kendimize karşı alçakgönüllü ve iç ten olalım, Che düsturunun ne anlama geldiğini -bunun sadece toplumun değil, kendimizden başlamak üzere insan doğasının da toptan dönüşümünü gerektirdiğini- bilelim ve bizi bu bilgiyi pratiğe geçirmekten neyin alıkoyduğunu keşfedelim."5 9 Ekim 1967'de Santa Cruz yakınlarında öldürülen Bolivyalı gerilla Ra-mon'm cesedi askeri bir helikoptere bağlanarak Vallegrande kasabasına götürüldü ve basına gösterildi. Bir süre soma cesedi teşhis etmek için Bolivya'ya gelen kardeşine cesedin yakıldığı söylendi; küller bilinmeyen bir yere savrulup atılmıştı. Bolivyalı gerilla savaşçısı Ramon, onbir yıl önce seksenaltı yoldaşıyla birlikte çıktığı Küba kıyılarındaki silahlı çatışmadan bir süre soma, not defterine şunları yazmıştı: "Önümde ilaç dolu bir çanta ile kurşun dolu küçük bir sandık vardı. İkisini birden taşımak olanaksızdı; kararımı o anda verdim, çantayı bıraktım: Küçük sandığı taşıyacaktım!" O bir tercihti. Bilinç! Sadece devrimin şehitler panteonunda yatan bir kahraman değil. Adının ilham verici, 'güzel' bir masala dönüşmesine izin vermemeliyiz. Emperyalistlerin Doktor Ramon'un kimliğinde bir efsaneyi yok etmek istediklerini biliyoruz. Ama "efsaneler kurşun geçirmiyor!"7 1. Jan Garbarek'in sarkılan. 2. Nicolas Guillen'in Bolivyalı Küçük Asker şiirinden dizeler. 3. David Caute, Che 'nin Ardından, Kıyı Yay, İst 1987. 4. İtalo Calvino, agy. 96 5. Susan Sontag, agy. 6-7. Graham Greene, agy. VEDA ŞARKISI 1. Kayalıkta çakılı yelkenli sana bırakıyorum veda şarkımı. 2. Benim uzaklardaki ölümümün kanında tohumlanışı da kayalar devranının altında değişken köklerle. Yalnızlık! geçmişe özlem çiçeği canlıı duvarların. Yalnızlık, yeryüzünde adanmış faniliğim. 3. Taşımak istemiştim heybemde yüreğinin gelip geçici tadını, ama kaldı havaya çizilmiş kesin eğrilerle, yadsıma oldu umudumun yiğitliğine. Giderim hatıradan daha uzun yıllar boyu kapalı yalnızlığıyla gezginin, fakat havaya çizilmiş kesin eğri sanki bana döndü ve bir işaret koydu pusula kaderime. Sonu geldiğinde bütün gündelik işlerin yol yapacağım bir geleceğim olmasa, gelmiş olacağım bakışında canlanmaya kaderimin sırıtan parçası olarak. Gideceğim hatıradan daha uzun yollar boyunca zincir halkaları gibi eklenen elvedalarla zamanın akışında. 4. Dimdik hatıra sonunda düşmüş yola, .......... .......... 97 “Zafer Bizimdir! Vatan ya da Ölüm! Seni bütün devrimci coşkumla kucaklıyorum.” da. 98 Fidel Castro'ya Veda Mektubu Ernesto Che Guevara Fidel, Şu an, Mario Antonia'nın evinde seni tanıdığımdan bu yana, birçok şeyi anımsıyorum, sana katılmamı önerişini, hazırlıklar sürerken yaşanan bütün o gerilimleri. Günün birinde bize, ölürsek kime haber vermeleri gerektiğini sormuşlardı ve bu somut ölüm olasılığı bizi derinden etkilemişti. Somadan bunun gerçek olduğunu, bir devrimde (eğer gerçek bir devrimse) insanın ya başaracağını ya da öleceğini anlamıştık. Zafer yolunda bir çok yoldaşımız öldü. Bugün bütün bunlar daha az dramatik duyuluyor çünkü olgunlaştık. Fa kat ölenler bugün de var. Beni bu ülkeye bağlayan Küba Devrimine karşı görevlerimin bana düşen kısmını yerine getirmiş olduğumu hissediyorum ve sana, yoldaşlara ve artık çoktan benim de halkım olan bu halka elveda diyorum. Bu durumda parti yönetimindeki konumumdan, bakan olarak görevimden, komutan olarak rütbemden ve Küba vatandaşlığından resmen ayrılıyorum. Artık Küba ile hiçbir yasal bağım yoktur, beni Küba'ya bağlayan bağlar çok farklı niteliktedir ve belgelenemezler. Geçmiş yaşamımın bilançosunu yaptığımda devrimin zaferini sağlamlaştırmak için yeterince sadakat ve özveriyle çalıştığımı söyleyebilirim. Tek önemli hatam, baştan itibaren, Sierra Maestra'daki ilk anlardan itibaren sana daha fazla güvenmemiş ve senin bir lider ve devrimci olarak niteliklerini daha çabuk anlamamış olmamdır. Olağanüstü günler yaşadım. Senin yanında, Küba krizinin acı olsa da o parlak günlerinde bu halkın mensubu olma gururunu hissettim. Pek az devlet adamı Fidel Castro'ya Veda Mektubu senin o günlerdeki tutumundan daha mükemmel davranabilmiştir. Ben, tehlikeleri ve ilkeleri görmek ve değerlendirmek Ernesto Che Guevara konusunda Fidel, senin düşünce tarzınla özdeşleşmiş olduğum için gurur duyuyorum. Dünyanın başka ülkeleri benim sınırlı çabalarımı bekliyor. Senin Küba evinde için üstlendiğin sorumluluk Şu an, Mario Antonia'nın seni tanıdığımdan bu yana, nedebirçok şeyi anımsıyorum, sana katılmamı önerişini, hazırlıklar sürerken yaşanan bütün o gerilimleri. niyle yapamayacağın şeyleri ben yapabilirim. Ayrılık zamanı geldi. Ancak bilinmelidir ki sizlere sevinç ve acının içice geçtiği Günün birinde bize,kurucu ölürsek kime haber gerektiğinisevdiğim sormuşlardıinsanların ve bu somutenölüm olasılığı biziburada derindenbırakıyorum...Ve etkilemişti. Somadan duygularla veda ediyorum, olarak envermeleri saf umutlarımı, sevgi lilerini bunun gerçek olduğunu, bir devrimde (eğer gerçek bir devrimse) insanın ya başaracağını ya da öleceğini anlamıştık. Zafer yolunda bir çok beni kendi evladı gibi bağrına basmış bir halkı... Bütün bunlar yüreğimi acıtıyor. yoldaşımız öldü. Bugün bütün bunlar daha az dramatik duyuluyor çünkü olgunlaştık. Fakat ölenler bugün de var. Yeni savaş alanlarında aşıladığın inancı, halkımın devrimci ruhunu, bütün en kutsalı olan emperyalizme Beni bu ülkeyebana bağlayan Küba Devrimine karşı görevlerimin bana düşen kısmını yerinegörevlerin getirmiş olduğumu hissediyorum ve sana, yoldaşlara karşı, nerede olsun mücadele etme birlikte götüreceğim. Bu duygu bütünkonumumdan, yaraları sağaltır. veolursa artık çoktan benim de halkım olanduygusunu bu halka elveda diyorum. Bu durumda parti yönetimindeki bakan olarak görevimden, komutan olarak rütbemden ve Küba vatandaşlığından ayrılıyorum. Küba ile hiçbir bağım vurguluyorum. yoktur, beni Küba'yaVe bağlayan Küba Cumhuriyeti'nin, örnek oluşturması dışında hiçbirresmen sorumluluğu buArtık lunmadığını bir yasal kez daha son bağlaraltında çok farklıkiniteliktedir belgelenemezler. saatim gökyüzü başka birveyerde geldiğinde, düşündüğüm son şey bu halk ve sen olacaksınız. Bütün faaliyetimde Geçmiş yaşamımın bilançosunu yaptığımda devrimin zaferini sağlamlaştırmak için yeterince sadakat ve özveriyle çalıştığımı söyleyebilirim. sonuna kadar bağlı kalacağım bana öğrettiklerin ve oluşturduğun örnek için teşekkür ediyorum. Devrimimizin dış Tek önemli hatam, baştan itibaren, Sierra Maestra'daki ilk anlardan itibaren sana daha fazla güvenmemiş ve senin bir lider ve devrimci olarak politikasını her zaman benimsedim, bundan sonra da benimsemeyi sürdüreceğim. Nerede olursam Kübalı birgünlerinde devrimcibu nitelik lerini daha çabuk anlamamış olmamdır. Olağanüstü günler yaşadım. Senin yanında, Küba krizinin olayım acı olsa da o parlak olmanın sorumlulu ğunu ve böylePek davranacağım. ve çocuklarıma maddaha di birmükemmel şeyler bırakmadığım için halkın men subuhissedeceğim olma gururunu hissettim. az devlet adamıKanma senin o günlerdeki tutumundan davranabilmiştir. Ben, tehlikeleri ve ilkeleri görmek ve değerlendirmek konusunda senin düşünce tarzınla özdeşleş m iş olduğum için gurur duyuyorum. Dünyanın üzülmüyorum: Böyle olduğu için mutluyum. Devletin yaşamaları ve eğitimleri için gerekeni yapacağını bildiğim için onlar ülkeleri benim sı nırlı çabalarımı bekliyor. Senin üstlendiğin sorumluluk adına hiçbirbaşka şey istemiyorum. Sana ve halkımıza daha çokKüba şeyiçin söyleyebilirdim, ancaknedebunun gereksiz olduğunu hissediyorum, niyle yapamayacağın şeyleri ben yapabilirim. Ayrılık zamanı geldi. Ancak bilinmelidir ki sizlere sevinç ve acının içice geçtiği duygularla veda sözcükler söylemek istediklerimi dile getiremez. O nedenle daha fazla sayfa karalamaya gerek yok. ediyorum, kurucu olarak en saf umutlarımı, sevdiğim insanların en sevgililerini burada bırakıyorum...Ve beni kendi evladı gibi bağrına basmış Zafer Bizimdir! VatanBütün ya da Ölüm! bir halkı... bunlar yüreğimi acıtıyor. Seni bütün devrimci coşkumlabana kucaklıyorum. Yeni savaş alanlarında aşıladığın inancı, halkımın devrimci ruhunu, bütün görevlerin en kutsalı olan emperyalizme karşı, nerede olursa olsun Havana Tarım Yılımücadele etme duygusunu birlikte götüreceğim. Bu duygu bütün yaraları sağaltır. Küba Cumhuriyeti'nin, örnek oluşturması dışında hiçbir sorumluluğu bulunmadığını bir kez daha vurguluyorum. Ve son saatim gökyüzü altındaki başka bir yerde geldiğinde, düşündüğüm son şey bu halk ve sen olacaksınız. Bütün faaliyetimde sonuna kadar bağlı kalacağım bana öğrettiklerin ve oluşturduğun örnek için teşekkür ediyorum. Devrimimizin dış politikasını her zaman benimsedim, bundan sonra da benimsemeyi sürdüreceğim. Nerede olursam olayım Kübalı bir devrimci olmanın sorumluluğunu hissedeceğim ve böyle davranacağım. Kanma ve çocuklarıma maddi bir şeyler bırakmadığım için üzülmüyorum: Böyle olduğu için mutluyum. Devletin yaşamaları ve eğitimleri için gerekeni yapacağını bildiğim için onlar adına hiçbir şey istemiyorum. Sana ve halkımıza daha çok şey söyleyebilirdim, ancak bunun gereksiz olduğunu hissediyorum, sözcükler söylemek istediklerimi dile getiremez. O nedenle daha fazla sayfa karalamaya gerek yok. Zafer Bizimdir! Vatan ya da Ölüm! Seni bütün devrimci coşkumla kucaklıyorum. 99 Havana Tarım Yılı OMUZUMUZDAKİ DOST ELİ ENVER GÖKÇE Mehmet Özer Enver Gökçeden söz ediyorsanız eğer, devrimci bir sanatçıdan, bir sınıf sanatçısından söz ediyorsunuz. Erzincan Kemaliye (Eğin) ilçesine bağlı Çit Köyünde başlayan ve 19 Kasım 1981 tarihinde Ankara Seyranbağları Huzur Evinde sona eren bir yaşam öyküsünden söz ediyorsunuz. Arkasında Pablo Neruda’nın şiir çevirileri, Ömer Hayyam’ın Rubaileri, Vera Panovo’nın “Çocuk” romanı, Eğin Türküleri, Dede Korkut masalları ve Hint masaları. “Dost Dost ille Kavga” ve “Panzerler üstümüze kalkar” kitaplarında toplanan bir avuç yürekli şiir ve bir fakirlik kağıdı bırakan hayatı seven bir şairden söz ediyorsunuz demektir. Susan bir dağ gibi yaşayıp, haykıran şiirler yazan bir şair Enver Gökçe. Bir sonbahar günü Ankara’da düştü yaşam dalından. Enver Gökçe, sosyalist bir kimliğe kavuşmasında 1936 yılarında “Ayadabir”, “Resimliay” dergilerinde yayınlanan Nazım Hikmet şiirleri ve Sabahattin Ali’nin hikayelerini okuduğunu ve “bu iki sanatçıya çok şey borçlu olduğunu”söyler. Bu etki şiirdeki akacağı mecrai oluşturur. Bir yazarın, şairin, sanatçının yaratıcılığının ortaya çıkması ve biçimlenmesi içine doğduğu ve büyüdüğü koşulları derin etkilerini göz ardı edemeyiz. Enver Gökçe 1940 kuşağı şairlerindendir. Arif Damar, Ahmed Arif, A. Kadir, Rıfat Ilgaz, H. İ. Dinamo, Şükran Kurdakul, Cahit Irgat, Niyazi Akıncıoğlu ilk akla gelen isimlerdir. Melih Cevdet Anday, Orhan Veli ve Oktay Rıfat Garip şiirinin öncüleridir. Bedri Rahmi Eyuboğlu, Ceyhun Atıf Kansu, Cahit Külebi, Cahit Sıtkı Tarancı, Behçet Necatigil bu dönemin önemli şairlerindendir. Savaş yıllarıdır ve tek parti dönemidir. Toplumcu gerçekçi yazar ve şairler sürekli baskı ve tehdit altındadır. Sosyalist dergiler, gazeteler, dernekler ve Sosyalist Parti kapatılır ve yüzlerce aydın tutuklanarak Sansaryan Hanında işkencelerden geçirilir. Sonra tutsak günler, sürgünler, işsizlik. Enver Gökçe’yi yaşamı boyunca bedenini yiyip bitirecek olan hastalıklar bu işkence ve cezaevleri döneminde bedenine yerleşecektir. Tüm bunlara rağmen iyi şeylerde vardır; Faşist ordular Berlin’de tarihe gömülmüş ve Avrupa’da halk demokrasileri kurulmuştur. Enver Gökçe’nin kulağında çınlayan Eğin türküleri, seslenişleri, ilençleri tüm şiir serüveni boyunca görmek mümkündür çünkü halk kültürünün izleri çok belirgindir. Sonra yol düşer ayaklarına ve yoksulluk ve memleketin haline yüz çevirmez. Enver Gökçe şiiri işte bu koşullar içinde olgunlaşmıştır. Enver Gökçe o günleri anlatırken sanat da tavrının oluşmasını “… O gün iki şey vardı ortada benim için. Bir yanda “Garip” hasta sanat anlayışı, diğer yanda dinamik halk edebiyatının yüzü. Bunlar karşı karşıya getirilince ben elbette ki kendi sınıfımdan gelme halk ozanlarından taraftım. Bu yüzdendir o devrede bu şairlerin yanında olmam. Nitekim halk ozanları bu işte gerçek yerlerini göstermişler ve her zaman doğrunun, güzelin yanında olmuşlardır. Biz tavrımızı belirlemiştik. 1945 yılında, yani “Garipçilerin” edebiyatımıza egemen oldukları bir dönemde çağdaş bir dergi yayımlamaya ihtiyaç duymuştuk. Bu devir henüz toplumcu akımı güçlendirmeye çalıştığımız bir devreye rastlar. Orhan Veli ve arkadaşları o zaman devrimci şiirleri yok sayan ve yozlaştıran bir çalışma içindeydi. Ve bu sebeple biz Ant çevresinde, küçük bir topluluk da olsak, devrimci sanat sorumluluğunu üstlenmiştik. Daha evvelden Yeni Edebiyat dergisi tarafından yürütülen akımın mümessili olarak karınca kaderince çalışmalarımızı sürdürüyorduk. Bu devrede biz, bir avuç devrimci genç tarafından ele alınan anti-faşist ve devrimci bir gençlik 100 ve onun devrimci sanatı etrafında yeni bir akımın mümessili toplumcu sanatı ortaya çıkarmayı amaçlayan gençlerdik denebilir. Bizim varlığımız aslında önemsizdi, küçüktü, ama doğruydu. Biz bu doğrudan dolayı bir aradaydık.” diye anlatır. Enver Gökçe’nin “… biz tavrımızı belirtmiştik” derken bir sınıf tavrından söz eder ve bunu apaçık ve kınından çıkan bir bıçak gibi yalın söyler, ” BEN SINIF EDEBİYATI YAPIYORUM” Enver Gökçe bunu söylerken kaba, estetikten yoksun, sloganist bir sanattan bahsetmiyor. Gökçe “İyi, başarılı bir eseri meydana getirebilmek için önce sosyal bir içerik, sonra da estetik bir kılıf zorunludur” diyor ve devam ediyor;” sosyal içeriği ve estetik yönü kuvvetli eserler ancak başarılı olur. Ben büyük sanatçılarda bu içeriğin ve estetik yanın kuvvetli olduğunu görmüşümdür. Örneğin, Nazım’da ve Neruda’da bu sosyal ve estetik yönler bir bütün halinde ortaya konmuştur. Güzel ve kuvvetli olmak buradan gelmektedir.” Enver Gökçe Marksizmi sadece mahkemelerde savunmaz, onu bilimsel bir dünya görüşü olarak kendi şiirinin omurgası haline getirir. Bir sanatçının doğru devrimci bir yönde bir şeyler verebilmesi için, pratik ve teori arasındaki işbirliğini daima göz önünde tutması gerekir. Dünyayı ve olayları ancak diyalektik metodun ışığında kavrayıp yorumlayabiliriz.” Enver Gökçe için sanat sanatçısına bir iktidar sağlamayacağı gibi bir ayrıcalıkta değildir. Enver Gökçe sanatı, şiiri daha iyi bir dünya yani kolektif hayatı yani sosyalizmi kurma savaşımının bir aracı olarak görürü ve sanatın yalnızca kendisi için bir amaç olmasına karşı çıkar. Bu düşüncesini yaşam öyküsünü anlattığı röportajında, “sanatla, bilinçle duyarlık arasında tam bir uyum olmalıdır. Ne salt bilinç, ne salt duyarlık tek başına yeterli değildir. Bir sanat eserinden, devrimci sanattan söz ettiğimizde, devrimci bir görüş açısından hareket ediyoruz. Yani dünyamızı insanca yaşanacak bir hale getirmek için şiiri ve sanatı sosyo-politik bir mücadelenin tamamlayıcı araçları olarak görüyoruz” biçimde ifade eder. Enver Gökçe, iyi ve başarılı bir sanatçı olmak, ölümsüz eserler vermek için; a) Sosyal içeriği ve güçlü bir estetiği, b) Teori ve pratik arasındaki uyum (diyalektik yöntem) c) Bilinç ve duyarlılık d) Devrimci bir görüş açısı e) Halkın en devrimci sınıfına (işçi sınıfı) bağlılık göstermesi f) “ Hayatı tüm yönleriyle sevmek” yaşam tavrını savunur ve bu düşünceye uygun bir yaşam pratiği sergiler. Enver Gökçe’yi kendi kuşağındaki şairlerden ayıran bir özelliği ise Enver Gökçe’nin şiirde kendi tarzını yaratmış olmasıdır. Enver Gökçe kendi şiirini şöyle anlatır: … “… ben isterdim ki, şiirlerim halkımızın bir türküsü, bir “Hoyrat”, bir “Ela Gözlü”, yahut bir “Bozlak” gibi ezgili bir şekilde de okunabilsin. Ta ilk zamanlarda, şiire ilk başladığım zamanlarda bile, bu düşüncede idim. Bu yolla şiirlerimin daha bir etkin ve vurucu olma niteliğine varabileceğini sanıyordum, … şiirlerimin bir memleket türküsü, bir “Bozlak”, bir “Hoyrat” gibi okunmasını isterken, onların bir senfoni bütünlüğü göstermesini arzu ederim. Bu nedenle, sizin söylediğiniz gibi şiirsel birimi dizede değil, öbekte yoğunlaştırmayı hedef aldım. Herhalde bu noktayı görmüş oluyorsunuz. Bunda, yani böyle bir kurguda gözettiğim amacı şöyle belirleyebilirim: Ben bu tür kurgunun şiirin daha uyumlu olmasını sağlayacağı kanısındayım. Tıpkı senfonide küçük seslerin büyük bir ses uğultusu içinde toplaşıp kaynaştığında oluşturduğu uyum gibi... Öyle sanıyorum ki bu da, şiirin daha çarpıcı olmasını sağlıyor.” Enver Gökçe “Panzerler Üstümüze Kalkar” kitabında tek sözcüklerden oluşan 101 tümceler kurar. Şiirindeki bu yeni tarzını; “şiiri daha basitleştirmekle, halkın daha kolay anlayabileceği bir tarzı denemiş bulunuyorum. Yalnız okurlarıma, bu şiirleri okurken aceleci davranmamalarını, şiirin gerçek vurgusunu ve seslerini kavrayabilmek için biraz daha dikkatli okumalarını salık veririm. Can Yücel’in gecede “Meri Kekliğim” şiirini okuyuş biçimi, bence ideal bir okuma şeklidir. Böylece şiirin gerçek özelliği vurgularla daha iyi ortaya çıkmakta ve benim şiir yapısını yalınlaştırarak yapmak istediğim daha iyi anlaşılmaktadır. Sanıyorum, benim gerçek sesim yeniden ortaya çıkmaktadır” biçiminde açıklar. göz; Biz olmasak göz ile kaş, öpücük, nar içi dudak; Biz olmasak ray, dönen tekerlek, yıkanan buğday, Ayın onbeşi; Biz olmasak Taşova’nın tütünü, Kütahya’nın çinisi, Yani bizsiz Anne dizi, kardeş dizi, yar dizi Güzel değildir. …. Hal böyleyken şairin kalkıp da kendi ben’inin tutsağı olup çözümlemelere girişmesi bir çeşit uyku sayıklamasıdır. Hastalıklı bir dünya görüşünün ifadesidir. Ama kişi kalkıp Enver Gökçe şiirinde öne çıkan bir başka da “ben”i “biz”in belirlediğini kabullenince duygu ise biz duygusudur. Savunduğu kolektif iş değişir. Onun ortaya koyacağı ürünlerde hayatın bir yansımasıdır şiirine. Suphi Kenan sözünü ettiği “ben” artık toplum-üstü bir Demirci ile yapmış olduğu söyleşide “…şiirde varlık değil, “biz”in bir simgesidir. Yine kendi “ben”den başlayıp “ben”de biten bir tema şiirimden örnek vereceğim: evrensel bir nitelik taşımaz kanısındayım. Ben küçük Yusuf’um Çit Köyünde Gerçek şiirde şair bu “ben”i yok etmeli, Çapak çapak ela gözlerim; “biz”e doğru açılmalıdır. Bunu yaptığı Kıl keçim kısır, annemin memesi yara, ölçüde, kişisel yaşam deneyimlerinden yola Benim saçlarım belik belik, koyulmuş da olsa, geneli ilgilendirecek şiirler Bıyıklarım burma burma ortaya koyabilir. Koyabildiği ölçüde de özgül Gözlerim kara kıyma renginde ama olanı zorlar. Bundan başka “ben” toplumcu Erzincan oynamış ağlamışım ve devrimci ozanlar için hiç de itibar edilecek Irgatlık etmişim el kapısında bir şey değildir. Gerçek toplumcu şair odur Dolu vurmuş bahçelerimi ki, “ben” derken daima “biz”i kasteder. Çekirge inmiş tarlalarıma Tikel olgularla uğraşırken bile onları genel …. olanla iç-içe verir. Zaten devrimciliğin ilk Şimdi bu şiirde sözü edilen “ben” bir birey koşulu da budur: “Ben”in tutsağı olmaktan olarak Enver Gökçe değildir. Belli toplumsal sıyrılmak, kendini “biz”e adamak. Ben koşulların ürünü olan insanların, yani “biz”in toplumcu bir ozan olarak şiirlerimde hep bu simgesidir. Diyeceğim, elbette ki “biz”e doğru anlayışı sürdürdüm. Çünkü “biz” her şeyin açılmayan bir “ben merkezli” şiir, olumlu özünü teşkil ediyordu ve “ben” de “biz” karşılanamaz. Kendi “ben”inin tutsağı olan tarafından belirleniyordu. Biz’i “ben”lerin bir bir insan toplumsal içeriğe açılamaz da toplamı olarak almak sakat bir görüştür ve ondan…” bütünselliğe aykırıdır. Bir şiirimde bu gerçeği Elimizde çok az şiiri olmasına rağmen şu şekilde ifade etmeye çalışmıştım: (şiirlerinin önemli bir bölümü 1951 tevkifatı ... ile polis dosyalarında kalmış, içerde Biz olmasak gökyüzü, biz olmasak yazdığı “ Yusuf iel Balaban” destanı ise üzüm, dışarıda kaybedilmiştir. Yusuf ile Balaban Biz olmasak üzüm göz, kömür göz, ela destanı; kendi anlatımıyla otuz şiirden 102 oluşmakta ama; elimize ulaşan destanın beş bölümüdür) Enver Gökçe yaşadığı ya da tanık olduğu her olaydan derin etkilenmiş ve yaşadığı duygular şiire dönüşmüştür. Örneğin faşistlerin Dil Tarih Coğrafya fakültesinde devrimci öğrencilere saldırmasını FAKÜLTENİN ÖNÜ Fakültenin yanı demirden köprü Fakültenin önü bir sıra kavaktı Biz bir garip yiğit kişiydik Bütün hürriyetler bizden uzaktı Faşistler camlara yürüdüler Kürsüleri kırdılar, höykürdüler Tığ teber şahı merdan “Tanrı Dağı kadar Türktü bunlar Hıra Dağı kadar müslüman” Ve de kanlı bıçaklı düşman Gökler ışıyordu yer yer Ortalık ala şafaktı GÖRÜŞ GÜNÜ Bugün görüş günümüz Dost kardeş birarada Telden tele Mendil salla el salla Merhaba! İzin olun hapishane içinde Seni Senden sormalara doyamam Yarım döner cigaramın ateşi Gitme dayanamam Tutsak olduğu günleri anlatır. Adapazarı depremini anlattığı “Ağıt”, işçi dostu “Mürettip Hasan”, 39 Harbi gibi şiirleri yaşadığı, etkilendiği tanığı olduğu olayların derin izlerini taşır. 103 “VİVA LAS MAİPASSONA” YAŞASIN KELEBEKLER Mirabel Kızkardeşlerin hesabını sormak için başlayan mücadele, 49 yıldır devam ediyor. Her 25 Kasım'da dünyanın her yerinde kadınlar, sokaklara çıkarak, adalet ve özgürlük taleplerini yükseltiyor. 25 Kasım 1960; üç kız kar deş Patria, Minerva ve Maria Terasa. Dominik Cumhuriyeti' nde Trujillo diktatörlüğü ta rafından tecavüz edilerek katledildiler. Onlar, Trujillo faşist diktatörlüğüne karşı mücadele yürütüyorlardı. Patria, 1960 Haziran ayında diktatörlük karşıtı Clandestina'yı kurmuş, kız kardeşlerinin de katılımıyla büyüttükleri mücadeleleriyle rejim karşıtı hareketin sembolü haline gelmişlerdi. Trujillo diktatörlüğü, Mirabel Kardeşlerin kendileri için büyük bir tehlike olduğunu açıkladı ve 25 Kasım'da üç kız kardeş tecavüz edilip öldürüldü. Faşist diktatörlük, Mirabel Kardeşle rin araba kazasında öldükleri yalanını söyledi. Bu katliam, emekçi halkların, özellikle ka dınların büyük öfkesine yol açtı. 25 Kasım günü, Avrupa'dan başlayarak dünya demokratik kadın hareketinin kadınlara yönelik devlet şiddetine karşı mücadele günü olarak ele alındı. Her 25 Kasım, faşist ve gerici burjuva devletlere karşı protesto, hesap sorma ve teşhir eylemleriyle yükseldi. Mi rabel Kardeşler bu kez de, tecavüzcü katil devletlere ve rejimlere karşı mücadelenin sim gesi haline geldiler.Mücadele 49 yıldır sürüyor.25 Kasım "Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Uluslararası Dayanışma Günü" yaklaşıyor. "Adalet Kelebekleri" Mirabel Kızkardeşlerin hesabını sormak için başlayan mücadele, 49 yıldır devam ediyor. Ve dünyanın her yerinde kadınlar, sokaklara çıkarak, adalet ve özgürlük taleplerini yükseltiyor. Evet, sıra şimdi bizim kelebeklerimizin hesabını sormada. Trujillo diktatörlüğü bugün yok ama aynı zihniyet sürüyor. Hala kadınlar katle dilmeye, tecavüze uğramaya ve gelecekleri çalınmaya devam ediyor. Mirabel kardeşler den alınan mirasla, kadın örgütleri, kadına yönelik şiddete karşı mücadelesini sürdürüyor fakat kadın katliamlarını ve tecavüzlerini üçüncü sayfa haberi olmaktan kurtaramıyor.. Mirabel kardeşlerin öldürülmesinin üzerinden tam 46 yıl geçti. Bugün hâlâ kadınlar öldürülüyor. Hayatın her alanında kadına yönelik şiddet de devam ediyor. “Belki de bize en yakın şey ölüm; fakat bu beni korkutmuyor, haklı olan her şey için savaşmaya devam edeceğiz” (Maria Teresa Mirabel 1936) “Bunca acıyla dolu ülkemiz için yapılacak her şeyi yapmak bir mutluluk kaynağı; kollarını kavuşturup oturmak ise çok üzücü” (Minerva Argentina Mirabel 1926) “Çocuklarımızın, bu yoz ve zalim sistemde yetişmesine izin vermeyeceğiz. Bu sisteme karşı savaşmak zorundayız. Ben kendi adıma her şeyimi vermeye hazırım; gerekirse hayatımı da” (Patria Mercedes Mirabel 1924) 104 GÜLE GÜLE İKİ GÖZÜM Ahmet Kaya, 28 Ekim 1957 de Malatya'da dünyaya gelen sanatçı, 1980 ve 1990'larda çıkardığı albümler ve verdiği konserlerle popüler olmuş, eserlerinin etkisi günümüzde de devam eden özgün (protest) müzik sanatçısıdır. 5 çocuklu bir işçi ailesinin en küçük üyesi olan Ahmet Kaya ilkokulu Malatya'da okudu ve müzikle ilk defa 9 yaşlarında tanıştı. Boş zamanlarında müzikle ilgilenen Ahmet Kaya, ailesinin İstanbul'a göç etmesiyle ortaöğretimden sonra bu işi profesyonelliğe dökmeye karar verdi. Uzun uğraşlar sonucu çıkardığı Ağlama Bebeğim isimli ilk albümünde büyük bir beğeni topladı. İlk büyük patlaması ve geniş kitlelere ulaşmasını sağlayan albüm, 1985 yılında yapılıp 1986'da piyasaya çıkan Şafak Türküsü oldu. 1990'lara değin özgün çizgisinden ayrılmadı ve başı sürekli derde girdi. Her albümü ayrı bir patlama yapmış, özellikle Şarkılarım Dağlara isimli albümü basılan 2.800.000 bandrolle rekor kırmıştır. 1990'ların sonuna değin çıkardığı albümler hep liste başı oldu. 10 Şubat 1999'da Magazin Gazetecileri Derneği'nin düzenlediği ödül töreninde yeni albümüne Kürtçe şarkı koyduğunu açıkladı, bu şarkıya çekeceği klip için bir kanal aradığını söyledi. Kaya'nın "Kürtler'i tanımayanların kafasından inmeyeceğim. Ayrıca bu ödülü insan hakları adına, cumartesi anneleri adına alıyorum" sözleri üzerine törene davetli bulunanların verdiği tepki üzerine, ödül törenini terk etmek zorunda kaldı. Tören sonrasında Başta Medya olmak üzere estirilen linç havası yüzünden Türkiye'yi terketmek zorunda kalan sanatçının Yurt dışına gitmesinden sonra hakkında kasıtlı olarak yalan yanlış bilgi veren basın hakkında şunları söyledi: Ülkeyi bölmek için değil, birleştirmek için vardık. Bunu anlamakta güçlük çektiler. Benim ülkede yaşayan 64 milyon insana şerefsiz dediğimi söylediler. Ben hiçbir halka, halklara asla şerefsiz lafını kullanmadım. Ahmet Kaya 64 milyon insana şerefsiz dedi gibi süpekülatif laflarla benim yıllardır dostluk ettigim Türk halkını bana düşman etmeye çalışıyorlar, Türk halkını bana değil Türk halkını Kürtlere düşman etmek istiyorlar. Ben onların, o medyaların o üzerimde oynadıkları oyunların farkındayım bunlar soğuk savaş stratejileri. Onların o kirli savaş strajilerini bozarım, daha öncede bozdum, gene bozarım yine de bozacağım." Ahmet Kaya, 16 Kasım 2000 yılında Paris'te bir kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. ORHAN VELİ 13 nisan 1914'te İstanbul'da doğdu. Galatasaray Lisesi'nde başladığı öğrenimini Ankara'da sürdürdü, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'ne devam etti (1932-36). Ankara PTT Genel Müdürlüğü'nde memur olarak görev yaptı. Askerlik görevini tamamladıktan sonra MEB Tercüme Bürosu'nda çalışmaya başladı (1945). Daha sonra 'kurumda anti-demokratik bir hava esmeye başladığını' söyleyerek görevinden istifa etti (1947). İlk yazıları lise yıllarında çıkardığı 'Sesimiz' adlı okul dergisinde, daha sonraki şiir ve şiir yazıları 'İnsan', 'Ses', 'Gençlik', 'Küllük', 'İnkılapçı Gençlik' dergilerinde yayımlandı. 1947 yılından itibaren çeviriye ağırlık veren Orhan Veli, Mehmet Ali Aybar'ın çıkardığı 'Hür' ve 'Zincirli Hürriyet' adlı gazetelerde eleştiriler, 'Ulus'ta 'Yolcu Notları' başlıklı yazılar yayımladı. 1941'de liseden arkadaşları Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday ile birlikte 'Garip' adlı şiir kitabını çıkararak şiirde yenileşme hareketini başlattı. 1 ocak 1949 tarihinden itibaren 15 günde bir yayımlanan 'Yaprak' dergisini çıkarmaya başladı. 15 haziran 1950'ye kadar yayımlanan bu dergiyi parasal güçlükler nedeniyle yayımlayamaz olunca Ankara'dan ayrılıp, İstanbul'a döndü. 14 kasım 1950'de İstanbul'da öldü. Şiirlerinden yapılan seçmeler İngilizce, Fransızca, Rusça, Yunanca gibi çeşitli dillere çevrildi. 105 BENİ BU HAVALAR MAHVETTİ GÜN OLUR Beni bu güzel havalar mahvetti, Böyle havada istifa ettim Evkaftaki memuriyetimden. Tütüne böyle havada alıştım, Böyle havada aşık oldum; Eve ekmekle tuz götürmeyi Böyle havalarda unuttum; Şiir yazma hastalığım Hep böyle havalarda nüksetti; Beni bu güzel havalar mahvetti. Gün olur, alır başımı giderim, Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda. Şu ada senin, bu ada benim, Yelkovan kuşlarının peşi sıra. Dünyalar vardır, düşünemezsiniz; Çiçekler gürültüyle açar; Gürültüyle çıkar duman topraktan. Hele martılar, hele martılar, Her bir tüylerinde ayrı telaş!... Gün olur, başıma kadar mavi; Gün olur başıma kadar güneş; Gün olur, deli gibi... HÜRRİYETE DOĞRU DENİZ KIZI Gün doğmadan, Deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola. Kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında, İçinde bir iş görmenin saadeti, Gideceksin Gideceksin ırıpların çalkantısında. Balıklar çıkacak yoluna, karşıcı; Sevineceksin. Ağları silkeledikce Deniz gelecek eline pul pul; Ruhları sustuğu vakit martıların, Kayalıklardaki mezarlarında, Birden Bir kıyamettir kopacak ufuklarda. Denizkızları mı dersin, kuşlar mı dersin; Bayramlar seyranlar mı dersin, Şenlikler cümbüşler mi? Gelin alayları, teller, duvaklar, Donanmalar mı? Heeey Ne duruyorsun be, at kendini denize: Geride bekliyenin varmış, aldırma; Görmüyor musun, Her yanda hürriyet; Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol; Git gidebildiğin yere... Denizden yeni mi çıkmıştı neydi; Saçları, dudakları Deniz koktu sabaha kadar; Yükselip alçalan göğsü deniz gibiydi. Yoksuldu, biliyorum - Ama boyuna da yoksulluk sözü edilmez yaKulağımın dibinde, yavaş yavaş, Aşk türküleri söyledi. Neler görmüş, neler öğrenmişti kim bilir, Denizle boğaz boğaza geçen hayatında! Ağ yamamak, ağ atmak, ağ toplamak, Olta yapmak, yem çıkarmak, kayık temizlemek Dikenli balıkları hatırlatmak için Elleri ellerime değdi. O gece gördüm, onun gözlerinde gördüm; Gün ne güzel doğmuş meğer açık denizde! Onun saçları öğretti bana dalgayı; Çalkandım durdum rüyalar içinde. 106 AUGUST RODİN Bir kopyası da Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde bulunan 'Düşünen Adam' heykeli ile tanınan heykeltıraş August Rodin, 1917'de öldü. Auguste Rodin, 12 kasım 1840'da Paris'te doğdu. 'Düşünen Adam' heykeli, aslında düşünen bir adamı simgelemesi için yapılmamıştı. Heykel, 'İlahi Komedya' ile tanına İtalyan şair Dante Alighieri'yi tasvir ediyordu. Orijinali Rodin'in Paris'teki, günümüzde müze olarak kullanılan evinde bulunan heykelin bir kopyası da Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nin bahçesindedir. Sanat görüşü Rodin, Fransız yazar Honore de Balzac'ın heykelini yeni tamamlamıştır. Balzac'ın üzerinde yenleri geniş bir giysi vardı. Elleri önünde kavuşmuş durumdadır. Rodin, yorgunluktan bitkin, fakat yengili haliyle birkaç adım geri çekilir, yapıtını hoşnutlukla gözden geçirir. Karşısında duran bir başyapıttır! Mutluluğunu birileriyle paylaşmak ister. Koşup öğrencilerinden birini uyandırır. Gittikçe artan bir heyecanıyla, genç adamın, heykeli görür görmez göstereceği tepkiyi kaçırmamak çabası içindedir. Öğrencinin gözleri heykeli şöyle bir süzdükten sonra, bakışları yavaş yavaş eller üzerinde odaklanır. Öğrenci, bir süre sonra, kendini tutamayarak, "olağanüstü" diye haykırır. "Ne eller! Üstadım, böylesine şaşılası elleri yaşamımda ilk kez görüyorum!" Rodin'in yüzü kararır. Atölyeden fırlar ve çok geçmeden beraberinde başka bir öğrenci ile çıkagelir. Bu öğrencinin tepkisi de ötekinin tepkisinden farklı değildir: "Üstad, ellerin böylesini ancak Tanrı yaratabilir. Yaşıyor bu eller!" Bu ikinci öğrenciden başka bir izlenim işitmek isteyen Rodin, isteğine erişemeyince, bu kez daha da büyük bir öfke ile atölyeden fırlar. Az sonra, gözleri fal taşı gibi açılmış bir halde üçüncü bir öğrenci ile gelir. 0 da ötekiler gibi aynı hayranlık ve saygı tonuyla, "eller, eller!" diye haykırır. "Üstadım, şimdiye dek hiç bir şey yapmamış olsaydınız bile, bu eller sizi ölümsüz kılmaya yeterdi" diye de ilave eder. Bu sözler üzerine Rodin'in içinde bir fırtına kopar. Korkunç bir çığlıkla koşarak atölyenin köşesindeki baltayı kaptığı gibi heykele saldırır. Öğrenciler engel olmak için çabalasa da, bir vuruşta o olağanüstü elleri paramparça eder. Sonra, şaşkınlıktan taş kesilmiş öğrencilerine dönerek belermiş gözleriyle haykırır: "Aptallar! Ben bu elleri, kendi başlarına yaşamaya kalktıkları için parçaladım. Bu halleriyle bütünün yapısına uygun düşmüyorlar. Şunu hiç aklınızdan çıkarmayın: Hiçbir parça bütünden daha önemli değildir!" Paris'te Rodin Müzesi'nde bulunan Balzac heykelinin niçin elsiz olduğu, işte bu sanat görüşünde yatmaktadır. 107 kitap tanıtımı '6 AY' VE 'CUMHURİYET EKONOMİSİNİN İNŞASI' ÜZERİNE CUMHURİYET 'OLAYI' VE İKİ ÇALIŞMA Son yıllarda, daha doğrusu, Türkiye ekonomisinin, 1980'lerden başlayarak uluslararası sermayenin kullanımına, girişine, çıkışına, değer transferlerinin öndeki tüm engeller kaldırılarak açılmasına, bu açılmanın getirdiği toplumsal sarsıntıyla birlikte siyasal İslam’ın yükselmesine paralel olarak Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş anının özellikleri yeniden, tartışmaya açıldı. Bu tartışmalarda bir kesimin, "resmi tarihin " teşhir edilmesi adı altında, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş olayına ilişkin yerleşik hakikati sorguluyor. Bu¬nu, olayın izlerini yapının içine yeniden entegre ederek imha etme, "silme" çaba¬sı olarak da yorumlayabiliriz. Ancak bu çabaya karşı toplumda güçlü bir direniş de yok değil. Bu, Cumhuriyet olayının hakikatini, bağımsız çağdaş bir ulus devlet ve ekonomi inşa proje¬sinin doğuş anı olarak anlayan ve bu projeye sadık kalmaya kararlı olanların direnişi. Bu bağlamda. Alev Coşkun'un Sam¬sun 'dan Önce Bilinmeyen 6 Ay (Cumhuriyet Kitapları. Kasım 2008) ve Serdar Şahinkaya’nın Gazi Mustafa Kemal ve Cumhuriyet Ekonomisinin İnşası (OD-TÜ Yayıncılık. Mayıs 2009» başlıklı çalışmaları birbirlerini çok ilginç bir biçimde tamamlıyor, Cumhuriyet olayım ve ona olan sadakati düşünme çabalarına önemli bir katkı oluşturuyorlar. Alev Coşkun un çalışması, olaya yol açacak olan "durumun" özelliklerini ama en önemlisi, bu olayın gerçekleşmesini sağlayan öznenin içindeki en etkin bireyin. Muştala Kemal'in, "gerçekleşme" sürecine katılımının ilk altı avının 450 sav-talik ayrıntılı bir çözümlemesini yapıyor. Serdar Şahinkaya'nın çalışmasıyla, olay gerçekleştikten sonraki döneme, olayın hakikatine sadık Öznenin, olayın dağıttığı yapının yerine yenisini koyma çabalarına, özellikle de ekonomik inşa sürecine ilişkin. Birinci çalışmada. Öznenin oluşma "anını", ikincisindeyse olay¬dan sonraki yaratıcı eylemini ve sadaka¬tinin ahlakım izleyebiliyoruz. Böyle iki farklı çalışmanın birbirlerini bu kadar uy^un bir biçimde tamamlıyor olmalarını da. yasamaya devam eden sadakatin gücünün bir örneği olarak görüp, açıklama sürecine eklemek de mümkün. "DURUM" VE "OLAY" VE “ÖZNE”(1) Bu iki çalışmayı birlikte değerlendire¬bilmek İçin durum, olay ve özne ilişkisinin materyalist diyalektiğini kısaca Ergin YILDIZOĞLU anımsamakta yarar olabilir. Olayların en önemli özelliği öngörülemez oluşlarıdır. Olaylar tarihsel oldukları ölçüde de verili hesapları/bilgileri altüst ederler. Olay durum içinden doğar ama duruma ait değildir. Durumun içinde "olay alanları” vardır. Ama olayın duru¬mu yoktur. Çünkü, durum yapılandırılmıştır, tanımlanabilir bir "küme” oluşturur. Olay ise bu yapının içinden çıkmakla birlikte yapının İstikrarını bozduğundan yapın oluşturan kümeye ait değildir. Olay kendini olanaklı kılan yapıyı bozar. Ancak olay yeniden yapının içine asi¬mile edilebilir. Böylece olay, olay statüsü¬nü kaybeder, sıradan bir biçime dönüşür. Bu açıdan balonca olayın aslında bir kararsızlık noktası olduğunu görebiliriz. Olay durumun içinde kendini bir olasılık olarak sunar; gerçekleşme isteyen bir olasılık... Bundan sonra gerçekleşmesi, uygun bir öznenin eylemine bağlı olacaktır. Burada en Önemli nokta, bu öz¬nenin herhangi bir özne değil, olaya ait bir özne olmasıdır. Bu özneyi olayın oluş süreci yaratır... 6 AY: OLAY ALANI VE ÖZNE Alev Coşkun'un çalışması, olay önce¬sindeki durumun yapışım, olay alanlarım ve Öznenin doğuşunu anlamak açısından çok yararlı bir çalışma. Durumun yapısının özelliklerini şöyle tanımlayabiliriz. Evrensel kümeyi, kapitalist dünya sisteminin krizi, hegemonya ve paylaşım savaşları oluşturuyor. Osmanlı imparatorluğunun bir alt küme olarak bir durum ve olay alanı oluşturuyor. Çünkü, yapısı istikrarını kaybetmiş, çözülme noktasına gelmiştir. İşgal altındadır. Bu yapının desteklediği bireyler çeşitli krizler yaşamaktadırlar. Ancak bir olayın olacağına, bunun Cumhuriyet biçimi alacağına ilişkin bir öngörü yoktur. Genelde hakim olan, imparatorluğu kurtarma, restorasyon refleksidir. Ancak durumun yapısı buna uygun değildir, kendini sunan olay Cumhuriyettir. Ama önce gerçekleşmesi ve geriye doğru tanımlanması, adlandırılması gerekecektir. 6 Ay, bu olay alanının merkezine, İstanbul’a odaklanıyor.Böylece, sürece restorasyon olasılığıyla başlayıp, uluslararası ilişkiler, imparatorluğun güç dengeleri, bunların sunduğu olasılıklar içinde giderek, restorasyonun olanaksızlığını, yapının dışına çıkmadan, bir çözüm bulunamayacağını kavramaya başlayan öznelerden, tarihte en önemli yeri alacak olanın, Mustafa Kemal’in karar sürecini anlatıyor. 108 Yapının dışına çıkmak ise yapıyı ve yapının evrensel kümeyle ilişkilerinin yıkılması ve yeniden şekillendirilmesi gerektirecektir. Böylece 6 Ay'ın sonunda, özne, olayın teklifini kabul ederek olay alanın merkezini terk eder ve olay da böylece gerçekleşmeye başlar. Başkaları bu olaya sadakat göstermeseydi, özne olarak katılmasaydı, bu olay söner, bile¬şenleri yapıya geri dönebilirdi. Ya da olay tamamlandığında, Cumhuriyet değil, şu veya bu ülkenin sömürgesi, mandası gibi bir siyasi yapı şekillenmiş olabilirdi, üstelik bu yönde müdahale ederek olayı engellemeye çalışan güçler de yok değildi. Ama hepsi yapıya aittiler, restorasyoncuydular, olay Cumhuriyet oldu... dünya ekonomisinin bir önceki döneminden kalan sadakatlerin şimdi dayanılmaz hale geldiğini, çünkü o zaman olduğu gibi bugün de yapının istikrarını, kendini yenileme reflekslerine (restorasyon) pratik ya da ideolojik direnç noktaları oluşturduklarım görüyoruz. Ve yine, Cumhuriyet olayı karşısın¬da şekillenmiş ittifakların da yeniden kurulmaya başladığım da... Alev Coşkun'un ve Serdar Şahinkaya'nın çalışmaları, bugün Cumhuriyet olayının hedef alınmasının, izlerinin im¬ha edilmeye çalışılmasının, o olayın iktidardan dışladığı, marjinalleştirdiği dinci entelijansiya sınıfının (2) şimdi tekrar, iktidara talip olma çabaların arkasında ya¬tanları da düşünmeye yardımcı oluyor. OLAY VE SADAKAT Olay gerçekleşir, tamamlanır, katılanlar üzerinde iz bırakır. Olay karşısında üç tavır söz konusudur, tik tavır, yeni bir şey olmuyormuş gibi davranmak. İkinci ta¬vır, olayın dağınığı yapıya geri dönmek, buradan kaynaklanan çıkarları korumak için olayın izlerine karşı, onu silme, yok etme mücadelesidir. Üçüncü tavır ise, bir olayı saptamak, bunun yarattığı hakikati benimsemek.ve bu hakikate sadakat açıklayarak onu evrenselleştirmek için mücadele etmektir. Serdar Şahinkaya'nın çalışması, bu üçüncü tutumun doğuşuna, ilk eylemlerine ilişkin Öyküyü anlatıyor. Şahinkaya'nın çalışmasında, olayın izi, yeni hakikat ve ona sadakatin anlamı bizzat bu olayın yarattığı öznelerin ve en etkili öz¬nenin ağzından, eylemlerinden (kararlar, yasalar tartışmalar vb...) hareketle aktarılıyor. Böylece de karşımıza Cumhuriyetin hakikati olarak, bağımsız (kendi çıkarlarını kendi belirleyecek iradeye sahip), ama dünya ekonomisinin parçası olmayı yadsımayan, halkçı, ulusal, ama kapitalist bir ekonomi projesinin prototipidir. Bu sadakatin ahlakının en önemli bileşeniyse laiklik olacaktır. Laiklik ilkesi, bu sadakatin aslında bir başka sadakatin, aydınlanma devrimine sadakatin devamı, teorik ve pratik mirasçısı olduğunu da göstermektedir. Prototipidir, çünkü yapılanın teorisi henüz yoktur, yapılan türünün ilk örneğidir. Bu yönde diğer çabaların ilk örneklerini (gelişme ekonomisi, kapitalist ol¬mayan yol, ithal ikameci kalkınma, bağımlı gelişme teorileri gibi) görebilmek için II. Dünya Savaşı'nın sona ermesini, yeni bir yapının oluşmasını, sömürgelerin bağımsızlığa kavuşmasını, sanayileş¬meye, tarımın geliştirilmesine ilişkin ulusal kalkınma projelerinin gündeme gelmesini beklemek gerekecektir. Burada prototip ile sonraki Örnekleri arasında dikkat edilmesi gereken bence en önemli fark, ulusal proje olarak kapitalist gelişme yolunu seçen deneyimlerin hemen hepsinin, belki Küba, Vietnam gibi bir iki örneğin dışında, da¬ha baştan yapının içinde olmalarıdır. Cumhuriyet olayıyla gündeme gelen ulu¬sal projenin başlangıçta, tarihsel koşulların da yardımıyla yapının dışında kalmayı başardığını, ancak yeni bir yapı kurulmaya başladıktan sonra yavaş yavaş, yeni yapının egemenlik bağımlılık ilişki-leri içine çekildiğini görüyoruz. Ancak Şahinkaya'nın çalışmasında aktardığı örnekler dikkatle izlendiğinde, II. Dünya Savaşı sonrası oluşan yapının iç dengelerinin iki kutup durumunun, bu prototipin birçok ekonomik, sınıfsal özelliğin, daha önemlisi yarattığı sadaka¬tin yaşamasına izin verecek nitelikte olduğu görülebilir. II. Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan yapının krize girmesiyle birlikte, bu özelliklerin hızla ortadan kalkmaya başladığını, (1)Bu yazıda kullandığını teorik kavramlar sistemini esas olarak Alain Badiou’nun Being and Event, (varlık ve olay), ve logics ot worlds (dünyaların mantıkları) çalışmalarına borçluyum. Bu metinde yapacağım özetiyse. Allan Peronun "The Chiasm of Revolution: Badiou. Lacan. and Lefebre" (TheSypıom No: 10, Bahar 2009 »başlıklı denemesinden kısaltarak aktarıyorum. (2) Siyasal İslam’ın yükselişi sırasında, nere¬deyse hâkim olan görüş, seçkinlerin iktidardan dışladığı halkın yeniden iktidara döndüğüne ilişkindi. Bu yüzden yaşananlar kolaylıkla demokrasi olarak sunulabiliyordu. Halbuki iktidardan dışlanan dini entelijansiya sınıfıydı, ve şimdi o iktidarını restore etmeye çalışıyordu. Olay demokrasiyle değil seçkinler arasındaki, daha doğrusu iki farklı hakikat rejimine (Aydınlanmaya ve Müslümanlığın mesajına) sadık iki farklı seçkinler arasındaki bir çatışmada, halkın ne tarafta tavır alacağının belirlenmesiyle ilgiliydi. Marjinal ve egemen entelektüeller, bunların sınıf refleksleriyle ilgili çok yararlı teorik bir çalışma için bkz: George Konrad & Ivan Szelenyi, The Intellectuals on the road to power. Harvester pres, 1979. Bu kitabın bir ilginç yanı da Glasnost ve Perestorika'yı daha on yıl önceden, tanımlamaya başlamış olmasıdır... CUMHURİYET KİTAP SAYI 1014 23 Temmuz 200 109 Bartolomeo de las Casas Yerlilerin Gözyaşları Yerlilerin Yok Edilişinin Kısa Tarihi “Latin Amerika'da sömürgeciliğe karşı direnen ilk gerilla önderi Kasik Hatuey, adaya çıkışlarından itibaren İspanyolların eline geçmemeye çalıştı? Çünkü onları tanıyordu ve neler yapabileceklerini iyi biliyordu. Ama sonunda yakalandı ve diri diri yakıldı. Yakılma nedeni, zalim Hıristiyanların eline geçerek işkence ile öldürülmekten kurtulmak için kaçması ve kendisini savunmuş olmasıydı. Kazığa bağlandıktan sonra, yanma yaklaşan Aziz Francisco tarikatından bir keşiş, Tanrı'dan ve Hı ristiyan inancından bahsettikten sonra, celladın kendisine tanıdığı bu kısa zaman süresi içinde eğer Hıristiyanlığı kabul ederse günahlarından kurtulacağını ve öldükten sonra cennete gidebileceğini söyledi. Hatuey, keşişin söylediklerini dinledikten sonra bir an düşündü ve bütün İspanyolların cennete gidip gitmediğini sordu. Keşiş, "Evet, cennetin kapılan iyi İspanyollara açıktır," dedi. Kasik Hatuey keşişe şu cevabı verdi: "O zaman ben cehenneme gideyim, çünkü cennette Ispanyollarla karşılaşmak istemiyorum". İngilizce ve özgün İspanyolca metinlerden karşılaştırarak çeviren: Oktay Etiman 110