Hisar, Abdülhak Şinasi - Zeki Z. Kırmızı * Okumanın Sonuna Yolculuk
Transkript
Hisar, Abdülhak Şinasi - Zeki Z. Kırmızı * Okumanın Sonuna Yolculuk
2000-2005 OKUMALARIM DİZİN Hisar, Abdülhak Şinasi; Çamlıcadaki Eniştemiz Hisar, Abdülhak Şinasi; Ali Nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği Hisar, Abdülhak Şinasi; Fahim Bey ve Biz Binyazar, Adnan; Masalını Yitiren Dev Altan, Ahmet; İsyan Günlerinde Aşk Tanpınar, Ahmet Hamdi; Yahya Kemal Tanpınar, Ahmet Hamdi; Beş Şehir, Ed. M.Fatih Andi Tanpınar, Ahmet Hamdi; Bütün Öyküleri Tanpınar, Ahmet Hamdi; Huzur Tanpınar, Ahmet Hamdi; Mahur Beste Tanpınar, Ahmet Hamdi; Sahnenin Dışıdakiler Tanpınar, Ahmet Hamdi; Saatleri Ayarlama Enstitüsü Tanpınar, Ahmet Hamdi; Aydaki Kadın Tanpınar, Ahmet Hamdi; Şiirler Tanpınar, Ahmet Hamdi; 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi Tanpınar, Ahmet Hamdi; Edebiyat Üzerine makaleler, Tanpınar, Ahmet Hamdi; Şiirler Miskioğlu, Ahmet; Sait Faik Sosyal, Ahmet; Ece Ayhan Ümit, Ahmet; Aşk Köpekliktir Yorulmaz, Ahmet. Savaşın Çocukları: Giritten Sonra Ayvalık Yorulmaz, Ahmet; Kuşaklar ya da Ayvalık Yaşantısı Yorulmaz, Ahmet; Giritten Cunda’ya ya da Bir Aşkın Anatomisi Gündüz, Aka (Enis); Dikmen Yıldızı Akatlı, Füsun/Sökmen, Müge Gürsoy, Haz. Bilge Karasu Aramızda Botton, Alain de; Proust Nasıl Yaşamınızı Değiştirebilir? Botton, Alain de; Romantik Hareket: Seks, Alışveriş ve Roman Botton, Alain de; Seyahat Sanatı Botton, Alain de; Öp ve Anlat Botton, Alain de; Felsefenin Tesellisi Dister, Alain; Rock Çağı Sokal, Alan/Bricmont, Jean; Son Moda Saçmalar McNtryre, Alasdair; Varoluşçuluk Manguel, Alberto, Okumanın Tarihi Manguel, Alberto; Palmiyelerin Altında Stevenson Işıklı, Alpaslan; Said Nursi, Fethullah Gülen ve ‘Laik’ Sempatizanları Kabacalı, Alpay; A’dan Z’ye Yaşar Kemal Delcambre, Anne-Marie; Allah’ın Resülü Hz. Muhammed Tyler, Anne; Yıllar Merdiveni Giddens, Anthony; Elimizden Kayıp Giden Dünya Giddens, Anthony; Tarihsel Materyalizmin Çağdaş Eleştirisi Çehov, Anton; Bütün Öyküler 1880-1884 Çehov, Anton; Bütün Öyküler 1885-1886 Çehov, Anton; Bütün Öyküler 1886 Çehov, Anton; Bütün Öyküler 1887 Çehov, Anton; Bütün Öyküler 1888-1891 Çehov, Anton; Bütün Öyküler 1891-1893 Çehov, Anton; Bütün Öyküler 1893-1895 Çehov, Anton; Bütün Öyküler 1895-1900 Çehov, Anton; Tütünün Zararları, Bir Evlenme Teklifi, Sayfiyede Bir Yaz, Ayı Çehov, Anton; Ivanov Çehov, Anton; Bütün Oyunları 1 (İvanov/Vanya Dayı/Vişne Bahçesi), Çehov, Anton; Bütün Oyunları 2 (Ormancini/Martı/Üç Kızkardeş) Roy, Arundhati; Ya Çek Defteri, Ya Cruis Füzesi Bezirci, Asım; Sebahattin Ali Atatürk, Gazi Mustafa Kemal; Söylev, Cilt I-II. Ed. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu Köksal, Aydın; Dil ve Ekin Tunç, Ayfer; Taş-Kağıt-Makas Devecioğlu, Ayşegül; Kuş Diline Öykünen Sarısayın, Ayşe; Yorgun Anılar Zamanı Durakbaşa, Ayşe; Halide Edip Erhat, Azra; Osmanlı Münevverinden Türk Aydınına Üryan, Baba Tahir; Aşk Çırılçıplak 1.Doğu Halkları Kurultayı. Belgeler 1,2. Ed. Nurer Uğurlu Arslan, Emre/Buğra, A./Aydın, Z./Çulhaoğlu, M./ Yalman, G.L./ Hasgüler, M./Öngen, T./Savran, S./Türkay; M. 2000’li Yıllarda Türkiye 1. Sürekli Kriz Politikaları. Ed. Neşecan Balkan/Sungur Savran Akaya, Y./Arın, T./Dedeoğlu, S./Ercan, F./Gök, F./ Köse, A./Şenesen, S.Ü./Onaran, Ö./Oyan, O./Öncü,A./Özar, S./Toksöz, G./Günlük, G; 2000’li Yıllarda Türkiye. 2.Neoliberalizmin Tahribatı. Ed.Neşecan Balkan/Sungur Savran Başarır, Başar; Çıktığınız Hevesle İniniz Oran, Baskın, Ed.; Türk Dış Politikası Cilt 1. 1919-1980 Oran, Baskın, Ed.; Türk Dış Politikası Cilt 2. 1980-2001 Baudez, Claude/Sydney; Mayaların Kayıp Şehirleri Kunt, Bekin Sıtkı; Ayrı Dünya Hooks, Bell; Feminizm Herkes İçindir Henri-Levy, Bernard; Entelektüelliğin Övgüsü Russell, Bertrand; Russell’dan Seçme Yazılar Karasu, Bilge; Troya’da Ölüm Vardı Karasu, Bilge; Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı Karasu, Bilge; Göçmüş Kediler Bahçesi Karasu, Bilge; Kısmet Büfesi Karasu, Bilge; Gece Karasu, Bilge; Kılavuz Bottero, Jean/Steve, Joseph; Evvel Zaman İçinde Mezopotamya Magee, Bryan; Felsefenin Öyküsü. Ed. Neil Lockely Uzuner, Buket; Uzun Beyaz Bulut Gelibolu Carriere, Jean-Claude/Delumeau, Jean/Eco, Umberto/Gould, Stephen Jay; Zamanların Sonu Üstüne Söyleşiler. Ed. Catherin David/Frederic Lenoir/Philippe de Tonnac Celal, Metin/Aydemir, Kadir; E 2004 Edebiyat Yıllığı Üster, Celal, Haz; Yatağında Yalnız Mısın? Akaş, Cem, Haz.; Kavramlar ve Bağlamlar Arasında Kavukçu, Cemil; Gemiler De Ağlarmış Kavukçu, Cemil; Suda Bulanık Oyunlar Çapan, Cevat, Haz.; Yürekteki Ok. Dünyanın En Güzel Aşk Şiirleri Lindholm, Charles; İslami Ortadoğu Horrocks, Christopher; Baudrillard ve Milenyum Okay, Cüneyd; Mavi Sürgüne Doğru. Halikarnas Balıkçısının Bilinmeyen Yılları Çehov, Anton/Gorki, Maksim;Yazışmalar Çulhaoğlu, Metin/Soyer, Cem; Solda “Sivil Toplum” Söylemi. Gerçekler ve Yanılsamalar Robinson, Dave; Nietzsche ve Postmodernizm Harvey, David; Sosyal Adalet ve Şehir Breton, David Le; Yürümeye Övgü Göksel Demirer/Tezcan E. Abay Ed.;Foster, J.B./ Dursun, C./Erdağı, B./ Robert, J; Ekoloji Politik Özlü, Demir; Amerika 1954 Madak, Didem; “Ah”lar Ağacı Aksan, Doğan; Türkiye Türkçesinin Dünü, Bugünü, Yarını Aksan, Doğan; Anadilimizin Söz Denizinde Aksan, Doğan; Dil, Şu Büyülü Düzen… Cüceloğlu, Doğan; İyi Düşün Doğru Karar Ver Cüceloğlu, Doğan; Savaşçı Cüceloğlu, Doğan; İletişim Donanımları Hofstadter, Douglas R.; Gödel, Escher, Bach: Bir Ebedi Gökçe Belik Morin, Edgar; Geleceğin Eğitimi İçin Gerekli Yedi Bilgi Bolles, Edmund Blair; Galileo’nun Buyruğu. Ed. Edmond B.Bolles Said, Edward;Kış Ruhu, Ed. Tuncay Birkan Said, Edward; Freud ve Avrupalı Olan. Ed. Christopher Bollas Carr, Edward Hallet; Romantik Sürgünler Işın, Ekrem; A”dan Z”ye Ahmet Hamdi Tanpınar Wright, Elizabeth; Lacan ve Postmodernizm Bernheim, Emmanuele; Sustalı Bernheim, Emmanuele; Onun Karısı Bernheim, Emmanuele; Cuma Akşamı Wood, Ellen Meiksins/Foster, John Bellamy; Marksizm ve Postmodern Gündem. Ed. E.M.Wood/J.B.Foster Geçtan, Engin; Hayat Geçtan, Engin; Kimbilir? Öz, Erdal; Cam Kırıkları Atasü, Erendiz; Bir Yaşdönümü Rüyası Atasü, Erendiz; Gençliğin O Yıkıcı Mevsimi Yıldızoğlu, Ergin; Geceyle “Gece” Arasında Yeldan, Erinç; Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi Hemingway, Ernest; Çanlar Kimin İçin Çalıyor Hemingway, Ernest; Irmağın Ötesi Hemingway, Ernest; İhtiyar Balıkçı Hemingway, Ernest; Güneş Gene Doğar Hemingway, Ernest; Silahlara Veda Hemingway, Ernest; İşgal İstanbulu ve İki Dünya Savaşı Hemingway, Ernest; Ya hep Ya Hemingway, Ernest; Afrika”nın Yeşil Tepeleri Hemingway, Ernest; Kazanana Ödül yok Hemingway, Ernest; Klimanjaro”nun Karları Hemingway, Ernest; Hikayeler Hemingway, Ernest; Kadınsız Erkekler Hemingway, Ernest; Denizin Değiştirdiği Caldwell, Erksine; Geride kalan Yıllar Caldwell, Erksine; Tütün Yolu Caldwell, Erksine; Din Ticareti Caldwell, Erksine; Bir Garip Zenci Caldwell, Erksine; Temmuz Vakası Caldwell, Erksine; Belalı Yer Caldwell, Erksine; Allaha Adanan Toprak Göktulga, Fahri Celal; Bütün Hikayeler, Ed. Mustafa Baydar Atay, Falih Rıfkı; Çankaya 1,2,3,4,5 Atila, Fatih; Ölü Canlar Andaç, Feridun; Adalet Ağaoğlu Kitabı Savater, Fernando; Yaşam Soruları Naci, Fethi; Reşat Nuri”nin Romancılığı Naci, Fethi; Bir Hikayeci: Sait Faik, Kazan, Frances; Halide Edip ve Amerika Xingjian, Gao; Ruh Dağı Gamov, George; Bay Tompkins”in Serüvenleri Myerson, George; Ekoloji ve Postmodernizmin Sonu Ritzer, George; Toplumun McDonaltlaştırılması Corm, Georges; Doğu-Batı Hayali Kırılma Jean, Georges; Yazı İnsanlığın Belleği Bessiere, Gerard; İsa beklenmedik Tanrı, Ed. Orçun Türkay Nerval, Gerard de; Aurelia: Rüya ve Yaşam Deleuze, Gilles; Proust ve Göstergeler Manganelli, Giorgio; Centuria Aytaç, Gürsel; Genel Edebiyat Bilimi Korat, Gürsel; Kristal Bahçe Adıvar, Halide Edip; Mor Salkımlı Ev, Ed. Mehmet Kalpaklı, Gülbün Türkgeldi Adıvar, Halide Edip; Handan Adıvar, Halide Edip; Ateşten Gömlek Adıvar, Halide Edip; Türkün Ateşle İmtihanı Adıvar, Halide Edip; Vurun Kahpeye Adıvar, Halide Edip; Sinekli Bakkal Halikarnas Balıkçısı; BE 7: Ötelerin Çocukları Halikarnas Balıkçısı; Deniz Gurbetçileri Halikarnas Balıkçısı; BE 14: Anadolu Efsaneleri Halikarnas Balıkçısı; BE 15: Anadolu Tanrıları Halikarnas Balıkçısı; BE 3: Mavi Sürgün Halikarnas Balıkçısı; BE 17: Parmak Damgası Halikarnas Balıkçısı; BE 1: Aganta Burina Burinata Halikarnas Balıkçısı; BE 4: Merhaba Anadolu Hüseyni, Halit; Uçurtma Avcısı Kakınç, Halit; Sultan Galiyev ve Milli Kömünizm Blumenberg, Hans; Gemi batıyor, Seyrediyorlar Zimmermann; Hans Dietrich,Yazınsal İletişim Duerr, Hans Peter; Çıplaklık ve Utanç Öztoprak, Hasan; İmkansız Aşk Hece Dergisi, Ahmet Hamdi Tanpınar Özel Sayısı Lefebvre, Henri; Modern Dünyada Gündelik Hayat Troyat, Henri; Çehov Herakleitos, Alova; Kırık Taşlar Yavuz, Hilmi; Yolculuk Şiirleri Balzac, Honore de; Louis Lambert Balzac, Honore de; Vadideki Zambak Balzac, Honore de; Cesar Birotteau Balzac, Honore de; Köy Papazı Balzac, Honore de; Sönmüş Hayaller 1. İki Şair Balzac, Honore de; Goriot Baba Balzac, Honore de; Çölde İhtiras Balzac, Honore de; Otuz Yaşındaki Kadın Balzac, Honore de; Tefeci Gobseck- Üç Öykü Balzac, Honore de; Bilinmeyen Başyapıt/Kırmızı Han Balzac, Honore de; Top Oynayan Kedi Mağazası Balzac, Honore de; Tuhaf Öyküler Balzac, Honore de; Albay Chabert Balzac, Honore de; Köylü İsyanı (Şuanlar Balzac, Honore de; Tours Papazı Balzac, Honore de; Tılsımlı Deri Balzac, Honore de; Eugene Grandet Balzac, Honore de; Altın Gözlü Kız Balzac, Honore de; Köy Hekimi Balzac, Honore de; Mutlak Peşinde Balzac, Honore de; Sönmüş Hayaller 2. Taşralı Bir Büyük Adam Paris”te Balzac, Honore de; Nucingen Bankası Balzac, Honore de; Sönmüş Hayaller 3. Bir Yaratıcının Çektikleri Reeves, Hubert; Boşluk Yıldırım, İbrahim; Bıçkın ve Orta Halli. Cinayet, Ülke Cinnet Yıldırım, İbrahim; Hassas Ruhlar, Şikayetçi Aşklar Arsel, İlhan; Kuran”ın Eleştirisi 1,2 Arsel, İlhan; Kuran”ın Eleştirisi Yılmazer, İlyas; Sel Sorununa Kalıcı Çözüm Aral, İnci; Gölgede Kırk Derece Aral, İnci; Mor Aral, İnci; Taş ve Ten Nemirovski, İrene; Bir Yazarın Romanı (Anton Çehov”un Yaşam Öyküsü Attali, Jacques; 21.Yüzyıl Sözlüğü Derrida, Jacques; Marx’ın Hayaletleri Parla, Jale; Don Kişot’dan Bugüne Roman Sancak, Jale; Sürgün Melekler Monaco, James; Bir Film Nasıl Okunur? Collins, Jeff; Heidegger ve Naziler Fox, Jeremy; Chomsky ve Küreselleşme Banville, John; Athena Foster, John Bellamy; Marx’ın Ekolojisi:Materyalizm ve Doğa Heaton, John M.; Wittgenstein ve Psikanaliz Cruz, Julio Buquero; Mezbahanın Mimarisi Ökten, Kaan H.; Heidegger ve Üniversite Yılmaz, Kaan, Söy.; Görünmez Adam “Tahsin Yücel Kitabı Kandiyoti, Deniz/Saktanber, Ayşe; Kültür Fragmanları Tahir, Kemal; Göl İnsanları Tahir, Kemal; Sağırdere Tahir, Kemal; Esir Şehrin İnsanları Tahir, Kemal; Kördüman Koray, Kenan Hulusi; Beşer Dakikalık Hikayeler Koray, Kenan Hulusi; Osmanoflar, Ed. İnci Enginün, Doğan Yayınları, 2004 Çeşitli Yazarlar; Kitap-lık Dergisi Oran, Baskın; Ed. Türk Dış Politikası Cilt 1:1919-1980 Sterne, Laurence; Tristram Shandy.Beyefendinin Hayatı ve Görüşleri Lipson, Leslie; Uygarlığın Ahlaki Bunalımları Erbil, Leyla/Horasan, Mustafa; Cüce Althusser, Louis; Marx İçin Celine, Louis-Ferdinand; Gecenin Sonuna Yolculuk Yesari, Mahmut; Çulluk Gorki, Maksim/Korolenko, V./Kuprin, A.,vd; Çağdaşlarının Anılarıyla Anton Çehov Proust, Marcel; Kayıp Zamanın İzinde: Mahpus Proust, Marcel; Kayıp Zamanın İzinde: Albertine Kayıp Proust, Marcel; Kayıp Zamanın İzinde: Yakalanan Zaman Proust, Marcel; Kayıp Zamanın İzinde: Swann’ların Tarafı Proust, Marcel; Kayıp Zamanın İzinde: Guarmentes Tarafı Proust, Marcel; Kayıp Zamanın İzinde: Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde Proust, Marcel; Kayıp Zamanın İzinde: Sodom ve Gomora Morgan, Marlo; Bir Çift Yürek Rıfat, Mehmet; Honore de Balzac Doğan, Mehmet Can; A’dan Z’ye Asaf Halet Çelebi Eroğlu, Mehmet; Kusma Kulübü, Doğan, Mehmet H.; 2000 Şiir Yıllığı, Doğan, Mehmet H.; 2001 Şiir Yıllığı Doğan, Mehmet H.; Yüzyılın Türk Şiiri 1900-2000, c.I-II-III Doğan, Mehmet H.; YKY 2002 Şiir Yıllığı Doğan, Mehmet H.; YKY 2003 Şiir Yıllığı Tekin, Mehmet; Haz.Peyami Safa İle Söyleşiler Saçlıoğlu, Mehmet Zaman; A’dan Z’ye Melih Cevdet Anday Esendal, Memduh Şevket; BE 6: Veysel Çavuş Esendal, Memduh Şevket; BE 7: Bir Kucak Çiçek Esendal, Memduh Şevket; BE 8: İhtiyar Çilingir Esendal, Memduh Şevket; BE 9: Hava Parası Esendal, Memduh Şevket; BE 10: Bizim Nesibe Esendal, Memduh Şevket; BE 11: Kelepir Esendal, Memduh Şevket; BE 12: Gödeli Mehmet Esendal, Memduh Şevket; BE 14: Güllüce Bağları Yolunda Esendal, Memduh Şevket; BE 15: Gönül Kaçanı Kovalar Esendal, Memduh Şevket; BE 17: Kızıma Mektuplar Esendal, Memduh Şevket; BE 13: Miras Esendal, Memduh Şevket; BE 3: Otlakçı Esendal, Memduh Şevket; BE 1: Ayaşlı ve Kiracıları Esendal, Memduh Şevket; BE 2: Vassaf Bey Esendal, Memduh Şevket; BE 4: Mendil Altında Esendal, Memduh Şevket; BE 5: Sahan Külbastı Mengi, Ayşegül/Keleş, Ruşen; İmar Hukukuna Giriş Davies, Merrylwyn; Darwin ve Fundamentalizm Aydoğan, Metin; Yeni dünya Düzeni: Kemalizm ve Türkiye 2 Aydoğan, Metin; Yeni dünya Düzeni: Kemalizm ve Türkiye 1 Kaçan, Metin; Adalara Vapur Hardt,M./Negri, A; İmparatorluk Cunningham, Michael, Saatler Löwy, Michael; Dünyayı Değiştirmek Üzerine Lequenne, Michel; Marksizm ve Estetik Bakhtin, Mikhail; Karnavaldan Romana Kırıkkanat, Mine G.; Bir Gün, Gece Kuntay, Mithat Cemal; Üç İstanbul Özünal, Mucize; Alayın Kızları Gülsoy, Murat; Bu Filmin Kötü Adamı Benim Mungan, Murathan; Çador, Yalçın, Murat; İma Kılavuzu Kutlu, Mustafa; Tufandan Önce Kutlu, Mustafa; Rüzgarlı Pazar Onaran, Mustafa Şerif; A’dan Z’ye Cahit Külebi Sönmez, Mustafa; Gelir Uçurumu Uyguner, Muzaffer; Halide Edip Adıvar Uyguner, Muzaffer; Yakup Kadri Karaosmanoğlu Uyguner, Muzaffer; Reşat Nuri Güntekin Uyguner, Muzaffer; Memduh Şevket Esendal Uyguner, Muzaffer; Sabahattin Ali Uyguner, Muzaffer; Sait Faik Abasıyanık Örik, Nahid Sırrı; BH 2: Kırmızı ve Siyah Örik, Nahid Sırrı; Sultan Hamid Düşerken Örik, Nahid Sırrı; Kıskanmak Örik, Nahid Sırrı; BH 1: San’atkarlar Örik, Nahid Sırrı; BH 3: Eve Düşen Yıldırım İpşiroğlu, Nazan; Alımlama: Resim Cook, Nicholas; Müziğin ABC’si Michel, Nicholas; Emilie’nin Son Yolculuğu Stavroulakis, Nicholas; Lavanta Lavanta Behram, Nihat; Miras Karaer, Nihat; Tam Bir Muhalif: Refik Halit Karay Güngörmüş, Nilüfer; Büyük A Güngörmüş, Nilüfer; A’dan Z’ye Sevim Burak Akı, Niyazi; Yakup kadri Karaosmanoğlu Chomsky, Noam/ Herman, Edward S.; Medya Halka Nasıl Evet Dedirtir? Geras, Norman; Marx ve İnsan Doğası Duruel, Nursel; Cemal Süreya Atay, Oğuz; BE 3: Oyunlarla Yaşayanlar Atay, Oğuz; BE 7: Eylembilim Atay, Oğuz; BE 1: Tutunamayanlar Atay, Oğuz; BE 2: Tehlikeli Oyunlar Atay, Oğuz; BE 6: Günlük Atay, Oğuz; BE 4: Korkuyu Beklerken Atay, Oğuz; BE 5: Bir Bilim Adamının Romanı Demiralp, Oğuz; Kutup Noktası Soysal, Mümtaz; Çürüyüşten Dirilişe Renyi, Alfred; Matematik Üzerine Diyaloglar Enzensberger, Hans Magnus; Sayı Şeytanı Eagleton, Terry; Estetiğin İdeolojisi Troçki, Lev; Rus Devrimi Tarihi 1. Şubat Devrimi Troçki, Lev; Rus Devrimi Tarihi 2. Ekim Devrimi Selkirk, Erol/Rosenblatt, Naomi/Wolvek-Pfister, Shey; Çizgilerle II.Dünya Savaşı Laborit, Henri; Evrenin Oluşumu Morland, Dave, etc.; 21.Yüzyıl Anarşizmi Çoruhlu, Yaşar; Türk Mitolojisinin ABC’si Martin,Hans-Peter/Schuman, Harald; Globalleşme Tuzağı Eco, Umberto; Beş Ahlak Yazısı Nabizade Nazım; Ed. Necati Birinci Tepeyran, Ebubekir Hazım; Küçük Paşa Fahri, Bekir; Jönler Seyfettin, Ömer; En Güzel Hikayeler 1,2 Seyfettin, Ömer; Efruz Bey Kaya, İ.Güven; Ömer Seyfettin Alangu, Tahir; Ömer Seyfeddin. Ülkücü Bir Yazarın Romanı Caymaz, Onur; Bak Hala Çok Güzelsin, Kaygılı, Osman Cemal; Aygır Fatma Kaygılı, Osman Cemal; Çingeneler Baydar, Oya; Erguvan Ağacı Rossi, Paolo; Gemi batıyor, Seyreden Yok Maurensig, Paulo; Tersine Kanon Strathern, Paul; 90 Dakikada Konfüçyüs Strathern, Paul; 90 Dakikada Sokrates Strathern, Paul; 90 Dakikada Platon Strathern, Paul; 90 Dakikada Aristoteles Strathern, Paul; 90 Dakikada Descartes Strathern, Paul; 90 Dakikada Kant Strathern, Paul; 90 Dakikada Hegel Strathern, Paul; 90 Dakikada Shopenhauer Strathern, Paul; 90 Dakikada Nietzsche Strathern, Paul; 90 Dakikada Kierkegaard Strathern, Paul; 90 Dakikada Sartre Strathern, Paul; 90 Dakikada Wittgenstein Anderson, Perry; Postmodernitenin Kökenleri Hoodbhoy, Pervez; İslam ve Bilim Burke, Peter; Bilginin Toplumsal Tarihi Burke, Peter; Tarihin Görgü Tanıkları Coles, Peter; Einstein ve Tam Güneş Tutulması Coles, Peter; Hawking ve Tanrının Aklından Geçenler Trifones, Peter Pericles;Umberto Eco ve Futbol Safa, Peyami; Sözde Kızlar Safa, Peyami; Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Safa, Peyami; Fatih-Harbiye Safa, Peyami; Bir Tereddüdün Romanı Safa, Peyami; Biz İnsanlar Safa, Peyami; Matmazel Noraliya’nın Koltuğu Safa, Peyami; Yalnızız Mollon, Phil; Freud ve Sahte Anı Sendromu Kür, Pınar; Hayalet Hikayeleri Korkmaz, Ramazan; Sabahattin Ali. İnsan ve Eser Karay, Refik Halit; Memleket Hikayeleri Karay, Refik Halit; Gurbet Hikayeleri ve Yeraltında Dünya Var Karay, Refik Halit; İstanbul’un Bir Yüzü Girard, Rene; Romantik Hareket ve Romansal Hakikat, Girard, Rene; Şiddet ve Kutsal Güntekin, Reşat Nuri; BE 14: Harabelerin Çiçeği Güntekin, Reşat Nuri; BE 1: Çalıkuşu Güntekin, Reşat Nuri; BE 2: Dudaktan Kalbe Güntekin, Reşat Nuri; BE 10: Damga Güntekin, Reşat Nuri; BE 4: Akşam Güneşi Güntekin, Reşat Nuri; BE 12: Gizli El Güntekin, Reşat Nuri; Bir Kadın Düşmanı Güntekin, Reşat Nuri; BE 21: Sönmüş Yıldızlar Güntekin, Reşat Nuri; BE 22: Tanrı Misafiri Güntekin, Reşat Nuri; BE 5: Acımak Güntekin, Reşat Nuri; BE 20: Olağan İşler Güntekin, Reşat Nuri; BE 18: Leyla ile Mecnun Güntekin, Reşat Nuri; Yeşil Gece Güntekin, Reşat Nuri; BE 23: Yaprak Dökümü Güntekin, Reşat Nuri; BE 15: Kızılcık Dalları Güntekin, Reşat Nuri; BE 13: Gökyüzü Güntekin, Reşat Nuri; BE 8: Anadolu Notları I-II Güntekin, Reşat Nuri; Eski Hastalık Güntekin, Reşat Nuri; BE 9: Ateş Gecesi Güntekin, Reşat Nuri; BE 7: Değirmen Güntekin, Reşat Nuri; Miskinler Güntekin, Reşat Nuri; Son Sığınak Güntekin, Reşat Nuri; Kan Davası Güntekin, Reşat Nuri; Kavak Yelleri Peffer, R.G.; Marksizm, Ahlak ve Toplumsal Adalet Leppert, Richard; Sanatta Anlamın Görüntüsü.İmgelerin Toplumsal İşlevi Sennett, Richard; Karakter Aşınması Sennett, Richard; Ten ve Taş Eaglestone, Robert; Postmodernizm ve Holocaust’un İnkar Edilmesi Musil, Robert; Niteliksiz Adam 1 Young, Robert; Beyaz Mitolojiler Droit, Roger-Pol; Düşünürlerin Eşliğinde Etienne, Roland/Françoise; Antik Yunan: Bir Kentin Anatomisi Munck, Ronaldo; Marx@2000 Keleş, Ruşen; Kentleşme Politikası, Jacoby, Russell; Yenilginin Diyalektiği Altınsay, Saba; Kritimu Ali, Sabahattin; BE 4: Yeni Dünya Ali, Sabahattin; BE 8: Sırça Köşk Ali, Sabahattin; BE 5: Değirmen Ali, Sabahattin; BE 6: Kağnı-Ses Ali, Sabahattin; BE 3: İçimizdeki Şeytan Ali, Sabahattin; BE 2: Kürk Mantolu Madonna Ali, Sabahattin; BE 1: Kuyucaklı Yusuf Ertem, Sadri Etem; Çıkrıklar Durunca Abasıyanık, Sait Faik; BE 1: Semaver/Sarnıç Abasıyanık, Sait Faik; BE 2: Şahmerdan/Lüzumsuz Adam Abasıyanık, Sait Faik; BE 3: Medarı Maişet Motoru Abasıyanık, Sait Faik; BE 14. Mahalle Kahvesi/Havada Bulut Abasıyanık, Sait Faik; BE 5: Kumpanya/Kayıp Aranıyor Abasıyanık, Sait Faik; BE 6;: Havuz Başında/Son Kuşlar Abasıyanık, Sait Faik; BE 7: Alemdağ’da Var Bir Yılan/Az Şekerli/Şimdi Sevişme Vakti Abasıyanık, Sait Faik; BE 8: Tüneldeki Çocuk/Mahkeme Kapısı Abasıyanık, Sait Faik; BE 9: Balıkçının Ölümü/Yaşasın Edebiyat Abasıyanık, Sait Faik; BE 10: Açık Hava Oteli/Konuşmalar Mektuplar Abasıyanık, Sait Faik; BE 11: Müthiş Bir Tren/Çeviriler Uyarlamalar Ağaoğlu, Samet; Bütün Öyküleri Beckett, Samuel; Proust Salgado, Sebastian; Ara Güler Koleksiyonu Enis, Selahaddin; Bataklık Çiçeği Enis, Selahaddin; Zaniyeler Özpalabıyıklar, Selahattin; A’dan Z’ye İlhan Berk, Altun, Selçuk; Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir İleri, Selim; Bu yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak İleri, Selim; Yarın Yapayalnız Kaygusuz, Sema; Doyma Noktası Uğurcan, Sema, Haz.; Doğumunun 100.Yılında Ahmed Hamdi Tanpınar Işın, Ekrem, Haz.; Troya Ağar, Sergun; Aşkın Samatya’sı Selanik’te Kaldı Walia, Shelley; Edward Said ve Tarih Yazımı Edgell, Stephen; Sınıf Sim, Stuart; Derrida ve Tarihin Sonu Samancı, Suzan; Korkunun Irmağında Acar, Süheyla; Dostluk Hüznü Paylaşmaktır Yücel, Tahsin; Yalan Yücel, Tahsin; Kumru ile Kumru Halman, Talat Sait; A’dan Z’ye Yunus Emre Spargo, Tamsin; Foucault ve Kaçıklık Kuramı Timur, Taner; Türkler ve Ermeniler Modleski, Tania, Haz.; Eğlence İncelemeleri Ali, Tarık; Ayna Korkusu Tunaya, Tarık Zafer; Siyasal Müesseseler ve Anayasa Hukuku Altuğ, Taylan; Dile Gelen Felsefe Karataş, Temel; Yolağrısı Eagleton, Terry; Postmodernizmin Yanılsamaları Zeldin, Theodore; İnsanlığın Mahrem Tarihi Fontane, Theodor; Effi Briest 1,2,3 Koninck, Thomas de; Yeni Cehalet ve Kültür Problemi Hauser, Thomas; Mark Twain Hatırlıyor Dery, Tibor; Eğlentili Bir Gömme Töreni Dery, Tibor; Dev Uyar, Tomris/Ersen, Ali Arif; Güzel Yazı Defteri Mataracı, Tuğrul; Ağaçlar Kiremitçi, Tuna; Bu İşte Bir Yalnızlık Var Alptekin, Turan; Ahmet Hamdi Tanpınar. Bir Kültür Bir İnsan Özakman, Turgut; Romantika Özakman, Turgut; 19 Mayıs 1919: Atatürk Yeniden Samsun’da 1 Özakman, Turgut; 19 Mayıs 1919: Atatürk Yeniden Samsun’da 2 Balibar, Etienne/Borne, Dominique/Copeau, Etienne; Dersimiz Yurttaşlık Er, Tülin; Bir Cemil Kavukçu Portresi Tüysüzoğlu, Fatma/ Bektaş, Tolga; Ferahfeza Mucizesi: Huzur Todorov, Tzvetan; Poetikaya Giriş Uçman, Abdullah/İnci, Handan; Bir Gül Bu Karanlıklarda Yazan, Ümit Meriç; Babam Cemil Meriç Türkali, Vedat; Kayıp Romanlar Türkali, Vedat; Güven 1,2 Çolak, Veysel; 2002 Şiir Yıllığı Çolak, Veysel; 2003 Şiir Yıllığı, Hehn, Victor; Üzüm ve İncir Hugo, Victor; Seçme Şiirler Previn, Victor; Mavi Fener Nabokov, Vladimir; Edebiyat Dersleri Blake, William; Masumiyet ve Deneyim Şarkıları Randall, William L.; Bizi ‘Biz’ Yapan Hikayeler Saroyan, William; Tracy’nin Kaplanı Woods, Alan/Grant, Ted; Aklın İsyanı: Marksist Felsefe ve Modern Bilim Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; BE 17: Hikayeler Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; BE 4: Kiralık Konak Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; BE 2: Nur Baba Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; Hüküm Gecesi Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; Sodom ve Gomore Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; Yaban Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; Ankara Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; Bir Sürgün Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; Panorama Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; Hep O Şarkı Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; Anamın Kitabı Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; Gençlik ve Edebiyat Hatıraları Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; BE 15: Zoraki Diplomat Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; BE 16: Vatan Yolunda Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; BE 13: Bir Serencam Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; BE 16: Politikada 45 Yıl Kemal, Yaşar; Bir Ada Hikayesi 2. Karıncanın Su İçtiği, Kemal, Yaşar; Bir Ada Hikayesi 3. Tanyeri Horozları Kopan, Yekta; İçimde kim Var Bener, Yiğit; Eksik Taşlar Ecevit, Yıldız; Türk Romanında Postmodernist Açılımlar Nadi, Yunus; Ali Galip Hadisesi Özden, Zafer; Film Eleştirisi, AFA Yayınları, 2000 İpşiroğlu, Zehra; Alımlama: Yazın Zafer, Zeynep; Anton Çehov’un Öykü Sanatı Saba, Ziya Osman; Bütün şiirleri: Bıraktığım İstanbul Saba, Ziya Osman; Konuşanlar Bir Hüzünle Sesinde Saba, Ziya Osman; Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi Serdar, Ziyaüddin; Thomas Kuhn ve Bilim Savaşları, Livaneli, Zülfü; Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm OKUMALARIM Hisar, Abdülhak Şinasi; Çamlıcadaki Eniştemiz (BE 2). Bağlam Yayınları, 1996 Bu izlek (Hisar'ın belki tek izleği: kişisel dönüşüm, yani Fahim Beyin, Çamlıca’daki eniştenin, Nizami beyin açık batı etkisindeki züppe yaşantılarından doğu gizemine sığınmaları-kaymaları; bir de üç roman tipinin kaypak-güvenilmez, ama yazarca doğallaştırılmış kaypak içyapıları), Hisar'ın tanıdığı tek kişiyi dönüp dönüp anlatmasıyla ilgili kuşkusuz. Onun çok öznel bakışı içerisinde hangi dünyaya ve nesnelerine tanıklık ettiğimiz çok tartışılır (İleri). Zamanı algılayış ve kurgulayışının Proust'la bir ilgisi yok. Okuyup okumadığını merak ediyorum. O bozulan bir dünyanın önünde kendi altın çağına sığındı, sığına sığına da bu altın çağı altın çağ yaptı. Dilinin yer yer uzamın (kentin, Çamlıca'nın, adanın, bahçelerin) müziğini yakaladığını, yaşlanma ve ölümle ilgili 'tefekkürünün' zaman zaman bamteline dokundugunu saklayacak değilim. Ama ondaki inatçı, iknaya direnen, ergenlik öncesi duyarlığa kitlenmiş sımsıkılık, geçirimsizlik ve bunun doğurduğu bir tür tepeden 'eda' eyleyiş, en hoşgörülü okuru bile en azından sinirlendirebilir, benim gibi çatlatmasa da. Bence Hisar'in bir sıradışılık olarak özel bir yeri belki var, ama yazınımıza bir katkısı yok. *** Hisar, Abdülhak Şinasi; Ali nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği, Ed. Selim İleri, Can Yayınları, 1994 1936'da yazilan bu son roman belki de Hisar'in en yetkin yapiıtı... Görü daha keskin, dil daha yetkin... Daha bir yazınla uğraşıldığı, yazın üzerine düşünüldüğü anlaşılıyor. Anlatıcı sorununa takılan Hisar için Belge'nin ilginç bir gözlemi var. O ben'in yerine çok kez biz'i kaydırmıştır. İleri'nin baskı toplumundan delirerek kurtulan Hisar kahramanına ilişkin yorumu ise yeterince inandırıcı değil. Vedat Günyol haklı bana kalırsa. *** Hisar, Abdülhak Şinasi; Fahim Bey ve Biz (BE 1). Varlık Yayınları, 1996 Hisar'in ilk romanı. 1941'de yayımlanmış. Bu dördüncü baskısı... Lise yıllarında Urfa'da Naci abinin (Naci Ipek) Özlem Kitabevi’nden almıştım. Kaç yıl geçti. 35 yıl... Okumayı hep düşündüğüm, ilgimi çeken bir yazardı. Proust'la bağ kurulur, iç anlatı tekniği vurgulanır, anı ve zaman üzerine düşünsel derinliğinden söz edilirdi. Tüm bunlardan sonra bir düşkırıklığından bile söz edemem. Çünkü ben ummadığım seyi bulmadım açıkcası... Bence Hisar Hisar oluşunu kalburüstü bir soy ve çevreden alıyor. Bu seçkinliğini tüm geçkalmis soyluluk gibi tek tutamak ve sayrılık biçiminde yaşayan kibirli insan, kendi yarattığı imgenin ve kendinin tutkunu olarak kendi saplantısını geçmiş zaman kipinde çekerek özeleştiriden yoksun, en küçük hesaplaşmayı bile yapmamış, yapamamis bir anlatı koyuyor ortaya. Onun anımsadıkları iyi şeyler, o anımsadığına göre, öyleyse onun anımsadığı geçmiş iyi (altın çağ). Dili tutarsız, kurgusu tutarsız, dökülüyor, anlatıcı sorunlu, bu 41'de yazılmış... Uşakligil'e, öncekilere saygısızlık değil mi bu? Cumhuriyet'te bile gizli ağırlığı süren seçkinci kibir günümüze değin taşinmadı, hamsalak irili ufaklı kenterimiz ağzı açık ayran budalası gibi bu kendinden izinli kibirin kuyruğuna takılıp onu bir halt sanmadı mı? Bence Hisar'ı Türk yazını içerisinde bir yere koymak yanlış... *** Binyazar, Adnan; Masalını Yitiren Dev, Can Yayınları, 2001 Binyazar'ın çocukluk anıları çok açıdan etkileyici ve sürükleyici... Bir roman yapı sağlamlığı taşımasa da belki iyi bir romandan daha önemli Masalını Yitiren Dev. Eline sağlık diyor, herkese okutmaya çalışıyorum. Bizim kendi has gerçeğimiz bu kitabın içinde çünkü... *** Altan, Ahmet; İsyan Günlerinde Aşk Can Yayınları, 2001 Altan'ın yapıtı ürettiği mit önünde sıkı durabilmek için okundu, başka bir nedenle değil (özsaygı gereği). Bu sınırlı ve tecimsel amaçlı bir yazın girişiminin ülkemizde son ve kendi açısından başarılı bir örneği. 1.Tartışmalı bir gündem oluşturabilmesi (31 Mart olayı) 2.Çok satışı güvencelemek için pornografik vurgulu bir erotizm 3.Reklam ve para Bu etkenler bir araya getirildiğinde 'trend' yakalanabilir, 'rayting' sağlanır. Altangiller, kendilerine özgü bir türler ve güdümlü bir işlevleri var. Bunun üzerinde durmak gereksiz... Vıcık vıcık bir şairanelikle geberik roman beylik yargılar üzerine kuruluyor (yapıtın omurgası). İpin ucunu sık sık kaçıran Altan, hemen her dal ve konuda felsefi 'ahkamlar' keserek (örn. s.83 vd.) okuru aydınlatıyor. Bu Tayyip Erdoğan'in, 'tüm sosyoloji böyle diyor' demesine benziyor. Sürgüne gönderilen temiz, nuryüzlü islamı 70 yıl sonra bizlere kazandıran Altan, geleneksel romanın bile yapamadığı kerte anlatıcıyı tanrısallaştırıp mutlaklaştırıyor (bu ona hem okunma kolaylığı: bol ve sığ okuyucu sağlıyor, hem de megalosunu doyuruyor olsa gerek-söyleşilerinden anlaşılıyor bu, yani özsevercilik. Zaten tüm roman 'mastürbasyon' duygusu ve izlenimi veriyor. Buna bağlı olarak bir 'kapalı' yapıt karşısındayız:'yazardan menkul'. Altan bırakın tartışmayı, okuruna düşünme izni bile vermiyor. (Bak. E Dergisi Agustos sayisi. Ayrica bak. s.400) Türkçeye dönük saygısızlığı için çok şey söylemeyeceğim. Romanda oldukça bol sayıda Türkçe yapısına aykırı (bozuk) tümce var. Tarihsel romanda bilinçli abartma (çarpıtma): 'yüzbinler', 'büyük kalabalık'... Altan'ın Şeyh Efendiyle özdeşleşmesi: "Ortada din adına dolaşan medrese artığı birkaç softa. DervişVahdeti denen meczup...Olanlar ne Allahla, ne dinle ilgili". (s.246) Ayrıca Altan-Seyh efendi örtüsmesi için bak. s.300 Bir beylik yargı: "Kimseyi kendi ölçülerinle yargıama, herkesi kendi ölçüleriyle yargıla. Ahlaksız benim değil, kendi ahlakına uymayanlar" (s.248) Tarih dersi: Bak s.299 Ayaklanmanın (31 Mart) yöntemsel aklanma sırası: önce halk elenir, sonra sultan, tekke ve mollalar, hatta yabancı parmağı. (s.341) Geriye kalansa: ittihatçı oyunu. Satır arkalarında ortaya çıkan bir şey var: Yazar (Altan) bir seçkinci (elitist). Ona göre toplum seçkinlerden ve diğerlerinden (sürü) oluşur (s.307). Enver/M.Kemal/İ.Inönü karşılaştırmaları ve gelecek 'kehanetleri' (s.315) "...Kendisi için yaşamayı beceremediğinden..." (s.316) "Asker iktidarın tadını aldı mı bırakmaz bir daha...Osmanlı bitiyor" (s.324) "Bir yüzyıl boyunca karanlık hatırasıyla bir ulusu hep bir 'din ayaklanması' korkusuyla titretecek olan bu tuhaf isyan, havada uçan askerlerle sona ermişti" (s.339). "Askeri dine düşman etmeyin" (s.386) "Abi, biz hocalarla değil analarımızla dövüşüyoruz" (s.388). Ağlayan Mehpare, hangi dramın parçası acaba? İçtenlik ve hakikilikten yoksunluk bu romanın en büyük kara deliği... "Faili meçhul cinayetlere..." (s.430) Ahmet Altan solcu olamaz, demokrat olamaz, yazar olamaz, saygıdeğer olamaz. Olsa olsa bir… Tolstoy hakkında şöyle diyor, ki doğru: "Tolstoy denilince nedense benim aklıma kocaman iki avuç gelir, içinden bütün hayatın aktığı iki el, hayatın her veçhesini tanıyor o adam" (s.262). *** Tanpınar, Ahmet Hamdi; Yahya Kemal, Yapı Kredi yayınları, 2001 Tanpınar'ın bu yarım kalmış çözümlemesini sevdiğimi söyleyemem. Tanpınar Türk Yazın Eleştirisi'ni yazık ki gereğinden çok iğfal etti. Çözümlemeleri fazla kişisel ve önyargılı. Bilimsel (ussal) yaklaşımlara direnen bir yanı var. Parlak deyisi (retoriği) bu kısır yanını hep örtmüş, kapamış. Duayenliğini tartışmak gerek Tanpınar'ın. Onun dedikleriyle artık yetinemeyiz. Yahya Kemal'i ve diğerlerini ondan (aslında bu önemli yazarımızdan) kurtarmak gerek. *** Tanpınar, Ahmet Hamdi; Beş Şehir, Ed. M.Fatih Andi, Yapı Kredi Yayınları, 2000 Tanpınar'in eşsiz denemeleri. Ortak ve köklü bir duygunun peşine düşen Tanpınar Ankara, Erzurum, Konya, Bursa'da Zaman ve Istanbul'u yaşıyor. *** Tanpınar, Ahmet Hamdi; Bütün Öyküleri, Yapı Kredi Yayınları, 2003 Türk yazınının en iyi öykülerinden bazıları bu kitabın içinde. Tanpınar’ı ilk beşin içine olmasa da ilk onun içine rahatlıkla koyabilirim. *** Tanpınar, Ahmet Hamdi; Huzur, Dergah Yayınları, 1982 Kötü bir Huzur baskısı.. Huzur için Tanpınar'ın en iyi romanı olduğu kanısı yaygın. Ben bu yargıyı, sorgusu ve yapısal düzenlenmesi açısından paylaşsam da, romanda kendini kanıtlamak isteyen ve bilgiçlik yapan (yer yer) bir Tanpınar'dan rahatsız oldum. Yine de Türk yazını içinde özgün bir yeri olduğunu kabul etmeli Huzur'un. *** Tanpınar, Ahmet Hamdi; Mahur Beste, Yapı Kredi Yayınları, 2001 Tanpınar'ın belki önemli ama en başarısız romanı. Anlatı tekniğine bağlı olarak romanın toparlanamadığını söyleyenler var. İlginç olan romanlarının birbiriyle ilişkili oluşu. Tanpınar bir tek öykünün peşinde. Ama büyük fotoğrafı göremediği, yakalayamadığı da kesin. *** Tanpınar, Ahmet Hamdi; Sahnenin Dışındakiler Dergah Yayınları, 1999 Tanpınar'ın çekiciliği kararsızlığından kaynaklanan tamamlanamamışlığında bence... Unutulmaz sahneler var romanda. Ama bir gerçek var: Tanpınar da hep sahnenin dışında kaldı bana kalırsa. Ötekiler gibi herşeyden emin olamadı. Biraz Kafka'ya benziyor. *** Tanpınar, Ahmet Hamdi; Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergah Yayınları, 1987 Tanpınar'ın başyapıtı olabilir mi? Aynı zamanda Türk romanının eşsiz bir yapıtı (birkaç açıdan). Unutulmaz sahneleri günümüz Tahsin Yücel'inde (Yalan) yankılanıyor. 20.yüzyil sorununun yazarı Tanpınar ve sanırım onun düzeyine de çıkılamadı kimi konularda. *** Tanpınar, Ahmet Hamdi; Aydaki Kadın, Ed. Güler Güven, Adam Yayınları, 1987 Beni en çok etkileyen Tanpınar yapıtı. Bitmemiş (liğiyle)... Sağlamlığıyla... Modernliğiyle... *** Tanpınar, Ahmet Hamdi; Şiirler, Ed. Birhan Keskin, Yapı Kredi Yayınları, 1999 Çok sınırlıb ir tema ve yapıya dayalı (yazarca özellikle istenmiş) bu bir avuç şiir (tüm şiirleri) bir dönemin kapandığının (Yahya Kemal ve Tanpınar'la) tutanağı aynı zamanda. Söylenen şiirin peşinde Tanpınar, İstanbul göğünde bir seda olma tutkusunu taşıyordu bence. Yankılanmak istiyordu çoğalarak. Şiir tek bir sesti, tek bir anlamdı. Gerçekte tek bir şiir vardı. Bence okundukça ve Tanpınar tanındıkça kendini ele veren, bir gül gibi açılıveren şiirler bunlar. Kendisi şiiri üzerinde durmaya çalışırken başkaları yazın tarihi, anlatıları (özellikle denemeleri) öne çıkarmaya çalıştı. Terslik belki şimdilerde düzeliyor (mu?). Bugün de en iyi şairlerimizden sayılmıyor yanılmıyorsam. *** Tanpınar, Ahmet Hamdi; 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Yayınevi, 1982 Tanpınar'in kuşkusuz etkileyici yapıtının ağırlık noktası bence de giriş bölümü. Yapıtın yarım kalması bir yana Tanpınar basımdan önce birkaç kez daha elden geçirseydi daha değişebileceği kanısındayım. Gereksiz ayrıntılar arasında okur temel düsünceyi yakalamakta güçlük çekiyor. Zaten Tanpınar'ın kendisi bile zaman zaman kendinden kopuyor. Ele aldığı dönemi, çok iyi bildiği kaynaklara saltık egemenliğiyle tekeline alan Tanpınar, buradan çıkardığı özgün yorum ve yargılarıyla, Türk Yazını üzerine söylenmiş ve başkalarınca sayısız kez eleştirilmeden yinelenmiş bir söylemin de, bir anlamda ceberrutu olmuş. Onun özgün ama doğruluğu tartışmalı bilim dışı (duygusal, sezgisel) yargıları yaratıcılık yoksunu eleştirimizin beylik ağzına dönüştü. Folklor şiire düşman, yargısı Cemal Süreya'ya has olsaydı iyi olurdu. Doğruluğu ayrı bir konu. Beni yordu Tanpınar'ın yapıtı. Çekiciliği özgünlüğünden geliyor bu çalışmasının ama aşırı kişisellik ele aldığı konuda çok zarar da verebilirdi (bence vermiş). Bugün yapılmayan, köklü bir Tanpınar eleştirisi. Bu çok gerekli. Türk yazınının bu skolastiği dönemini tamamladı (mı?) Tanpınar'ın bu türden çalışmaları Gogol'un paltosu gibi (göndermeli-göndermesiz) herkesin içinden çıktığı bir karanlık... Batılılaşma (Tanzimat) kavramını irdeleyen önemli Giriş'i, yeniliğin üç yazari Ahmet Cevdet Paşa, Münif Paşa ve İbrahim Şinasi Efendi incelemesi izliyor. Yeni Osmanlılar Cemiyeti ve Ali Suavi Paşa'dan sonra ortaya çıkan yeni türlere (roman, tiyatro, gazete) bakılıyor. Daha sonra sırasıyla ve uzun bölümler olarak Ziya Paşa, Namık Kemal, Ahmet Mithad Efendi, Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamid ve Muallim Naci inceleniyor. İkinci cildi Tanpınar yazamamış. *** Tanpınar, Ahmet Hamdi; Edebiyat Üzerine makaleler, Ed. Zeynep Kerman Dergah Yayınevi, 1977 Türk yazınının belki de en özgün (kişisel) yazarından yazın üzerine görüşlerin derlendiği yapıt önemli. Şiir, Roman ve Eleştiri üzerine görüşlerini içeren yazılarını Türk Yazınının Genel Sorunları, Halk ve Divan Yazını, Tanzimattan Cumhuriyete kadar Türk Yazını, Yahya Kemal, Cumhuriyet Dönemi, Batı Yazını değerlendirmeleri izliyor. Kimi yazılar derinlikli ve yaratıcı bir ökelik ürünü gibi görünürken birçoğu da öylesine yazılmış izlenimi veriyor. Bu da doğal. Yaşamın karşısında rind duruşu edinmek için çok çaba harcadığı belli olan yazarın kendini zor ele veren temel seçişleri hakkında ipucu yakalamak için tüm yapıtını okumak bile yetersiz kalabilir. Kendini açımladıkça kapatan yazarlardan Tanpınar. Türk yazınında önemli ve özel bir yeri olduğunu düşünüyorum. Ona emek vermeye değer, hatta verilmeli. Yapılmazsa çok şey eksik kalır. *** Tanpınar, Ahmet Hamdi; Şiirler, Ed. Oğuz Demiralp, Yapı Kredi Yayınları, 1999 Tanpınar’ın basılmasına izin verdiği tüm şiirlerinin bu özenli baskısı, Tanpınar için kilittaşı...Tanpınar evrenine kendisinin önerdiği giriş yolu şiirleri. Ama türk eleştirisi bunu bir türlü benimsemedi. Tanpınar şair olarak anılmak istedi, bu kesin. Aruzu çok sevmesine karşın ve önünde hecenin kötü örneklerine karşın, ölçü olarak heceyi kullandı. Tanpınar şiirle bir şey anlatmayı hiç denemedi. Onun için şiir Yahya Kemal için neyse o, bir duruş (ulusal-ekinsel-tarihsel), ses. varlığa bir katkı... Söylenen bir şey. Billurun ardında olduğu açık. Şiirlerin çoğu için gediksiz billur yapıdan söz edilebilir. Sanırım (Nazım'ı katabilir miyiz bilmiyorum) Yahya Kemal'de olduğu gibi Tanpınar'da da şiir yaşam biçimi, eyleyiş, söyleyiş... Bence hafifsenmiş şairliği Tanpınar'ın... Şiiri bu denli ciddiye alan birine büyük haksızlık. Öyküleri Türk yazınına katkı olan Tanpınar'ın şiiri ve romanı için de ayni şeyi söyleyebilirim. *** Miskioğlu, Ahmet; Sait Faik, Altın Kitaplar Yayınevi, 1991 Tanıtıcı bir yapıt olmasına karşın Sait Faik hakkında yazılmış ve ne yazık ki çok az olan kitaplar içinde en iyilerinden biri. Çünkü sevgiyle yazıldığı belli. Yapıtıyla yaşamını buluşturmayı da beceren Miskioğlu, bence Sait Faik'i derli toplu bir biçimde veriyor. Başvuru. *** Sosyal, Ahmet; Ece Ayhan, Yapı Kredi yayınları, 2003 Yapı Kredi Kitap-lık dergisinin ekleri sürüyor. Cemal Süreya'dan sonra Ece Ayhan...İyi bir kılavuz… *** Ümit, Ahmet; Aşk Köpekliktir, Doğan Kitap Yayınları, 2004 Ahmet Ümit'le öyküleri üzerinden kötü bir tanışma. Öykülerin arkasında entrika sığlığı, teknik olarak başta aşılamamış. Neden bu denli övüldüğünü, baskı yaptığını anlayabilmiş değilim. Kolay algılanabilir, tüketilebilir yapısı kötülüğünün tek işareti değil kuşkusuz. Ama ne anlatıcı, ne anlatılan düzeyinde iki boyutluluk aşılabilmiş... *** Yorulmaz, Ahmet. Savaşın Çocukları: Giritten Sonra Ayvalık, Geylan Kitabevi, 2000 Yorulmaz'ın yapıtının yazınsal bir önemi yok. Girit olaylarını ele alması açısından ilgi çekebilir. Ne tiplemede, ne kurguda belli bir özen sözkonusu. Yorulmaz'ın cinselliğe ilgisi ise belirgin... *** Yorulmaz, Ahmet; Kuşaklar ya da Ayvalık Yaşantısı, Geylan Kitabevi, 1999 Yorulmaz'ın ardıl romanı ilkinin başarısızlığını sürdürüyor.Türk cephesine Girit konusu biraz şanssız galiba... Hasanaki Ayvalık'ta..Bir de doktor var, başka ne var. Kıyı kasabası keyfi...Ayvalık. Cinsellik ve Demokrat Parti, Milli Şef dönemiyle ilgili gözlemler... *** Yorulmaz, Ahmet; Giritten Cunda’ya ya da Bir Aşkın Anatomisi, Remzi kitabevi, 2003 Ahmet Yorulmaz, bu Anadolu yazarı ne yazık ki zaten çok da başarılı olmayan geçmiş çizgisinin de gerisine düşmüş, başarısız, kötü bir romana imza atmış. Keyifle yazılan şey başkalarına da aynı keyfi vermeyebilir. Sanırım başka kaygular gerek yazmak için. *** Gündüz, Aka (Enis); Dikmen Yıldızı, Toker Yayınları, 1990 Bu kötü yapıt Cumhuriyet tiniyle ışıl ışıl..Bu nedenle de anlamlı. Sanırım 30'ların sonlarında yazıldı. Yoksa 20'ler miydi? Her neyse beni mutlu eden bir şey var. Ömer Seyfettin için çok üzülmüştüm. Anadolu ateşi yakıldığında o İstanbul'da Çapa'da ölüm döşeğindeydi ve usu oradaydı. Gözü arkada gitti. Aka Gündüz Ömer Seyfettin'in yol arkadaşıydi (1886-1958). O büyük kurtuluşu gördü ve yapabileceği tek şey vardı: ululamak. Bu çoğu kez biçem olarak saçmalamak anlamına da gelse... *** Akatlı, Füsun/Sökmen, Müge Gürsoy, Haz. Bilge karasu Aramızda, Metis Yayınları, 1997 Karasu'nun ölümünü izleyen yıllarda, hakkında yazıları derleyen bu çalışma Karasu için gerçekten giriş niteliğinde bir derleme girişimi. Karasu anlaşılabilir mi? Bu denenebilir. Bu kitap da bunun kanıtı. Karasu için yapılmış en iyi (ne yazık ki çok yetersiz) çalışmalar toplanmış. Bence bugün Karasu'ya yeniden bakmak gerekiyor. ‘Sevgi olsun dostluk olsun insanın başkasıyla kurduğu yakın ilişkileri efendi-köle, av-avcı, usta-çırak gibi arkaik denebilecek, bu yüzden de her zaman bir sertlik barındıran ilişki kiplerine geri götürerek anlatıyor, bu ilişkilerin uzlaşmaz, ölümcül karakterini araştırıyordu’ (Nurdan Gürbilek) *** Botton, Alain de; Proust Nasıl Yaşamınızı Değiştirebilir? Sel Yayınevi, 2000 De Botton'un eğlenceli yapıtı, bir taşla birkaç kuş vurmayı deneyen türden ve başarılı. Bir yandan Proust okumaya giriş sayılabilir, öte yandan bir yaşama kılavuzu. İlk başta, özellikle bölüm adlarıyla, piyasada bol tüketilen reçeteler izlenimi verse de, bu izlenimi aşıp öteye geçen okur, biraz Proust'a da bulaşmışsa, kazançlı çıkıyor. Çünkü çoğu kez üzerinde durulmadan geçilen şeylerin, Proust'un yaşamı ve yaşama karşı tutumu örnek verilerek, aslında nice incelikleri barındırdıkları ortaya çıkıveriyor. Bugünü Yaşamayı Nasıl Sevebiliriz? Botton'un Proust destekli yanıtı; 'Kayıp Zamanın İzinde'yi yazarak... Kendimiz İçin Okumayı Nasıl Öğrenebiliriz? Okuduklarımızla yaşadığımız arasındaki ilişkileri kurarak... Zamanı Nasıl İyi Kullanabiliriz? N'allez pas trop vite (Çok hızlı gitmeyin!). Meşgul insanların anlayışlarına karşı direnebiliriz. Nasıl Başarıyla Acı Çekebiliriz? Proust'a göre acı çekmeye başlayıncaya kadar hiç bir şeyi doğru dürüst öğrenmiş sayılmayız. Duygularımızı Nasıl İfade Edebiliriz? Anlatmak için doğru sözcükleri kullanarak. Ve klişelerden uzaklaşarak... Nasıl İyi Bir Arkadaş Olabiliriz? Sevgiyle arkadaşlığı birbirine karıştırmayarak, hoşumuza gitmese de nazik olmaktan vazgeçmeyerek... Gözlerimizi Nasıl Açabiliriz? Geleneksel imgelerden ve imge koşullamalarından kaçarak... Aşkta Nasıl Mutlu Olabiliriz? Proust'un tiplerinden Madam Leroi şöyle diyor: "Aşk mı? Sık sık yaparım ama hiç sözünü etmem". Kitapları nasıl Elimizden Bırakırız? "En iyi kitap bile bir kenara bırakılmayı hak eder". Randall'ın Bizi Biz Yapan Hikayeler'inden sonra okunması ilginç ve hoş bir rastlantı oldu. Sonuç: PROUST BİR KAYDEDİCİ, YAŞAM KAYITCISI. *** Botton, Alain de; Romantik Hareket: Seks, Alışveriş ve Roman, Sel Yayınevi, 2001 1969 İsviçre doğumlu Alain de Botton'la bu ikinci zevkli karşılaşmam... İlki Proust üzerine anlatısıydı. Doğrusu Romantik Hareket, insan ilişkilerine oldukça ikna edici bir biçemle, bir açılım getirebiliyor. Bunu kurgu ile bilgiyi hafif dozda buluşturmasıyla sağlıyor galiba. Alice'in tıkandığı ve kişisel kurtuluşunun yollarını aradığı bu anlatıda yalnızca irdelemeler, çözümlemeler var denebilir. Botton şemalar kullanıyor, alıntılar yapıyor, bilimsel kaynaklara göndermelerde bulunuyor, ama tümünün çerçevesi aldatıcı bir kurgu. Yararlı, dürüst ve özellikle genç insanlar için. Eleştiri içeriyor (kapitalizmin mantığına yönelik) ve haklı bir eleştiri bu. ‘Bu sessiz gözyaşlarının ardında yatan şey, içini kemiren üzüntü verici bir düşünce, bir gün ayağı kayıp, bu gezegenin kenarından aşağı düşecek olsa, hiçkimsenin onun yokluğunu bir an bile hissetmeyeceği düşüncesiydi belki de. ‘Yaşamı sıradandı, arkadaşları sıradandı, ailesi, işi, yaşadığı ev, yaşadığı şehir, bindiği otobüs, otobüsteki biletçi sıradandı. Bu sözcükle Alice'in kastettiği neydi? Yaşamında hiçbir şeyin, değerli bir şeye, daha büyük bir davaya ya da öyküye hizmet etmemesiydi.’ ‘İhtiyaç temelli olmayan alişverişe yöneltilen ahlaki saldırıyla, üreme amaçlı olmayan cinsel birleşmeye yöneltilen ahlaki saldırı arasında gözle görülür bir bağlanti vardır: Her iki durumda da sansüre uğrayan şey hazdır, daha doğrusu kadınların duyduğu hazdır.’ ‘İnsanları birbirinden ayıran özelliklere alışılagelmiş çizgisel çerçeveden bakmayı reddedelim bir kez; işte o zaman, karakteri oluşturan ayrıntıların bizi hayrete düşürecek kadar tutarlı, bir o kadar da çelişkili değer sistemlerine dayandığını görürüz.’ ‘Seyahat, coğrafi değil de psikolojik bir çaba olarak yorumlanabilir: Dışsal yolculuk, arzulanan bir içsel yolculuğun metaforudur. (...) Kişinin asıl istediği, bu etkinliklere katılan "ben"in, tatilin başında otelde yer ayırtan "ben"den tümüyle farklı olmasıdır.’ *** Botton, Alain de; Seyahat Sanatı, Sel Yayınevi, 2002 Botton büyüleyici bir yazar. O Berger gibi gördüğünü değil, kendi bakışını anlatan bir yazar. Bu nedenle okura bu denli yakın duruyor. Eşitlikçi, demokratik biçemi okurla arasındaki tüm düzey ayrımlarını yok ediyor. Okudukça rahatlıyor insan Botton'u. Tıpkı düşündüğüm gibi, seyahat, kendine gitmektir, Botton bunu doğruluyor bence. Ama önemli olan bunu onun söyleyiş biçimi. Edward Hooper'in resimlerini iskalamısım. *** Botton, Alain de; Öp ve Anlat, Sel Yayınevi, 2002 Botton yine sıradan birşeyler yapıyormuş havalarında, bu yapıtıyla da insan (okur) yaşamına katkıda bulunmayı sürdürüyor. Geleneksel önemli-önemsiz dizilimini altüst ediyor (devrimci bir tutum bu) her insan yaşamının diğerleri denli (önemli ya da önemsiz) olduğunu kanıtlamıyor, gösteriyor. Onunkisi amaçlı anlatı. İyi ki de öyle...Çünkü oyunların en iyisi bile herkesi bir yerden sonra sıkar. Ben Botton'dan şunu öğrendim: Yaşam bir denemedir. Dene... *** Botton, Alain de; Felsefenin Tesellisi, Sel Yayınevi, 2004 Botton yine yapıyor yapacağını ve gündelik yaşamın tam yüreğine felsefenin avuntusunu; Sokrates (toplumca dışlanma), Epiküros (sahip olamama), Seneca (düşkırıklığı yaşama), Montaigne (kendini yetersiz duyma), Schopenhauer (kırık kalp), Nietzsche (yaşanan güçlükler) aracılığı ile sokuveriyor. *** Dister, Alain; Rock Çağı, Yapı Kredi Yayınları, 2002 Bu çok renkli, belgeli ve resimli kitap biraz da bizim tarihimiz olarak zevkle okundu. Diskografi içeriyor ve arşiv için bence önemli bir kaynak. *** Sokal, Alan/Bricmont, Jean; Son Moda Saçmalar, İletişim Yayınları, 2002 Sokal bilim tarihinin unutulmaz adlarından biri. Sahte bir metin üretip bunu ciddi bilim dergilerinden birinde yayınlattırması birçok şeyi kanıtladı. Bu kitapta da girişimiyle ulaştığı şeyin değerlendirmesini ve kimi eleştirilerini dile getiriyor. Ele aldığı kişilerin temel yaklaşımlarını değerlendirmek değil, yer yer söylemlerini anlamsızsaçma bir çizgiye taşımalarını eleştiren (ve bu tutumun arkasında yatan niyetin değerlendirilmesini okura bırakan) Sokal; Lacan, Kristeva, Irigaray, Latour, Baudrillard, Deleuze/Guattari, Virilio saçmalamalarına örnek veriyor (bol alıntıyla). Fizikçi-matematikçi olan Sokal ve Bricmont kuşkusuz insan bilimlerini matematik terimleriyle harmanlayıp hiç bir şey söylememeyi beceren bu adların ürkütücü (yıldırıcı) söylemlerinden korkmuyorlar. Ara bölümlerde ise bayraklaştırılan 'epistemik görecilik'; 'kaos kuramı ve postmodern bilim', Gödel kuramının kötüye kullanımı, vb. konularda serinkanlı ve o denli etkili temel eleştirilerini dile getiriyorlar. Çevirmenlerden biri olan, tiyatro yazarı, Cumhuriyet'te özellikle bu yapıtla ilgili yazilarını çok iyi animsadığım, ama çok genç ölüveren Memet Baydur'u saygıyla, sevgiyle anıyorum. O birşeyleri tümümüzden önce anlamıştı sanırım. *** McNtryre, Alasdair; Varoluşçuluk, Paradigma Yayınları, 2001 Özet ve yoğun bir çalışma, birikim gerektiriyor, çünkü eleştirel yaklaşımı var. Kierkegaard, Jaspers, Heidegger, Sartre ve bayağılaştırıcılar Camus ve Marcel'den sonra, temel varoluşçu kavramlar (Varlık ve Varoluş, Saçma ve Seçim) özetleniyor. *** Manguel, Alberto, Okumanın Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, 2001 Peter Burke okumasını rastlantıyla tümleyen zevkli bir diğer okuma, Arjantinli yazar-okur Manguel'in çalışması. Bir okur olma çabası içinde olan beni birinci dereceden ilgilendiriyor ve ilgiyi gerçekten hak ediyor. Bölümleme şöyle: Okuma Eylemleri bölümünde Gölgeleri Okumak, Sessiz Okurlar, Belleğin Kitabı, Okumayı Öğrenmek, Eksik İlk Sayfa, Resimleri Okumak, Size Okunması, Kitabın Biçimi, Yalnız Başına Okuma, Okuma Üstüne Benzetmeler altbaşlıkları bulunuyor. Okurun Güçleri bölümünde ise Evreni Sınıflandıranlar, Geleceği Okumak, Simgesel Okur başlıkları görüyoruz. Herkese (okumayla ilgili) öneririm. *** Manguel, Alberto; Palmiyelerin Altında Stevenson, Yapı Kredi Yayınları, 2004 Bu minik, hoş öykü Stevenson'un Dr.Jekyll and Mr.Hyde adlı yapıtının parodisi. Stevenson'un yaşamıyla ikileşmeyi, iyilik-kötülüğü bir araya getirmesi son derece anlamlı bir kurgu koymuş ortaya. Stevenson hakkında birşeyler bilinerek okunmalı. *** Işıklı, Alpaslan; Said Nursi, Fethullah Gülen ve ‘Laik’ Sempatizanları, Cumhuriyet Yayınları, 2001 Saidi Nursi ve Fethullah Gülen'i yetersiz de olsa, kendi kaynaklarıyla değerlendiren bir kitapçık. *** Kabacalı, Alpay; A’dan Z’ye Yaşar Kemal, Yapı Kredi yayınları, 2004 Yaşar Kemal'in evrenini tanıtan, sözcük kavramlardan yola çıkan ve Yaşar Kemal'den alıntılarla süren yapıt oldukça başarılı. *** Delcambre, Anne-Marie; Allah’ın Resülü Hz. Muhammed, Yapı Kredi Yayınları, 2001 İslamin dışından birinin İslama oldukça düzgün ve öğretici bir bakışı denebilir. Yansız, öz ve öğretici...Görsel zenginlik yapıtın bir başka boyutu...İslamiyet hakkında bir şeyleri yansızca öğrenmek isteyen biri için önerilebilir. *** Tyler, Anne; Yıllar Merdiveni, Yapı Kredi Yayınları, 1999 Bu yalın anlatımlı ve yalın kurgulu ABD romanını okurken büyük bir roman okuduğum duygusunu yaşamadım, ama beğenmedim dersem de yalan olur. Kadın düzene sessizce ve inatla karşı çıkar, yürür gider. Gerçi döner, ama artık eski Delia değildir. Daha olgunlaşmış, değişmiş ve değiştirmiştir (Acaba?). *** Giddens, Anthony; Elimizden Kayıp Giden Dünya, Alfa Yayınevi, 2000 Küreselleşmenin hayatımızı nasıl yeniden şekillendirdiği sorusunun yanıtını TV izlencesi çerçevesinde arayan bu ünlü toplumbilimci ile ilk kez tanışıyorum ve sağdan, ama akılcı bir temellendirmeyi dışlamadan konuya bilimci yaklaşımı dikkatimi çekiyor. Sovyet dizgesinin yıkılışını küreselleşme sürecine ayak uyduramamaya bağlayan Giddens, küreselleşmenin dikey olduğu kadar, yatay (yerelleşme ve özerkleşme) olrak da geliştiğini, tüm olumsuz ekonomik sonuçlarına karşın küreselleşmeye karşı çıkmanın (korumacılık) yanlış bir taktik olduğunu, ulusal politikaların artık eskisi kadar etkili olamayacağını söylüyor. Ona göre risk kavramı modern kapitalizmin ürünü ve ödenmesi gereken bir bedel. İki tür risk var: 1.Dışsal (doğal) risk, 2.İmal edilmiş risk.Nereden bakılırsa bakılsın, risk yönetiminde takılıp kalmış durumdayız. Ve imal edilmiş riskin toplumlarında,bilim dışı yaklaşımlar (köktendincilik, vb.) öne çıkmaktadır. Bu noktada Giddens, geleneği (yazar gelenekle alışkanlık arasına sınır çeker) bir sığınma ve savunma alanı olarak (fundmentalizm, kuşatılmış gelenektir, küreselleşmeye tepkidir ve onun araçlarını kullanır), aileyi her anlamda eşitliğin kalesi olarak, demokrasiyi demokratikleşmesi ve ulus sınırlarını aşması gereken bir eylemli güç olarak çözümlüyor. Pek çok yanıyla tartışmaya değer bir küçük yapıt. *** Giddens, Anthony; Tarihsel Materyalizmin Çağdaş Eleştirisi, Paradigma Yayınları, 2000 İlk kez Marksizme katkı denebilecek bir eleştiri (okuyorum). Giddens'ı iyi izlemek gerek. Kuramcı kimliği yaratıcı bir yaklaşıma işaret ediyor. Marksist evrimci tarih anlayışını çöpe gönderen (ve bana göre indirgemeciliğiyle haksızlık yapan) Giddens kendi kuramını temellendirmek için (Yapılaşma Teorisi) kimi kavram çiftleri tanımlıyor: zaman-mekan ilişkileri, zaman-bilinç, orada bulunuş-orada bulunmayış, kurum, topluluk, toplum. Kapitalizme özgü temel marksist yaklaşımla genelde uzlaşan Giddens, kapitalizm öncesi sistemleri yeniden okuyor, denebilir. Sınıf, sınıf çatışması, egemenlik, sınıf-iktidar ilişkilerini sorgulayan Giddens, Marksizmi yetersiz ve yanlış buluyor. Batının evrensel model olarak alınması bir başka eleştiri konusu. Ona göre, tarihsel materyalizm...insan praxis'i teorisinin soyut unsurlarını somutlaştıran bir şey olarak alınırsa, günümüz sosyal kuramına bir katkı anlamına gelebilir. Giddens erk kulanımını mülkiyet ve sınıf ilişkilerinin üstüne yerleştiriyor. Üretim tarzı kavramını eleştirisinin eksenine yerleştiriyor. Zamanın metalaşmasından alanın (mekan) metalaşmasına çıkan Giddens, kent kuramına ulasıyor (haklı olarak). Ana tezini, eski kent-kır birlikteliği çözülürken, ulus-devletin kapitalist toplumların gelişmesini biçimlendiren 'güç kabı' olarak kentin yerini alması üzerinden geliştiriyor. Konumunu karşı-işlevselci ve karşı-evrimci olarak tanımlıyan Giddens'ın tarihin seyrine ilişkin genel bir kanısı olmayışını yine de doğru bulamıyorum. Sığ evrimciliğe ben de karşı olmakla birlikte… Sorun bence evrimle ilerleme ve gelişmeyi bir arada düşünme koşullanmışlğında... Giddens evrim kavramı yerine, uğraksal geçişler ve zaman-uzam köşeleri gibi terimleri içeren kurumsal organizasyon ve değişmenin uzun süresi yaklaşımını önermektedir. (Dikkate değer bir katkı). Giddens'ın bu önemli yapıtı daha titiz bir okumayı gerektiriyor. Diğer çalışmalarıyla birlikte... Giddens'a dönük bir Marksist eleştiri var mı acaba? Okumak isterdim. ‘Tezimin ana çizgisi şöyledir: Güç, egemenlik yapıları; içerisinde yer alan tahsis ve otorite kurma kaynaklarına özgü dönüşüm/dolayım ilişkileri aracılığıyla oluşturulur. Bu iki kaynak tipi farklı toplumlarda farklı ilişkiler içerisinde yer alırlar (...)Kapitalist olmayan toplumlarda genellikle otorite kurma kaynaklarının koordinasyonunun, tahsis kaynaklarının birikiminden daha temel bir değişme gücü olduğu doğru gibi görünür. Bunun nedeni bence otorite kurma kaynaklarının zamansal-alansal uzaklaşmasının temel taşıyıcısı olmasıdır.’ ‘Sınıflara-bölünmüş toplumlarda, sınıfsal ilişkilerle bağlantılı ekonomik güç nadiren yalnızca ekonomik araçlarla elde edilebilir ya da sürdürülebilir.’ ‘Dobra dobra söylemek gerekirse, Marx insanları herşeyin ötesinde alet yapan ve kullanan hayvanlar olarak düşünürken ve bunu insan türünü hayvanlarınkinden ayırmanın en temel ölçütü olarak ele alırken hatalıydı. İnsan toplumsal yaşamı ne üretimle başlar, ne de onun içinde son bulur.’ ‘Tarih bir insani proje olarak yeniden ele geçirilemez; ancak ne de insanların projelerinin sonucu olması dşında kavranabilir.’ ‘Bilginin bir nüfusun gözetimini olanaklı kılan denetlemesi ve tek elde toplanması, daha dağınık halde sınıflara-bölünmüs toplumların çökmeleriyle birlikte, gücün en etkili aracı haline gelir. Uzunca bir süredir ileri sürdüğüm bir iddiaya göre, 20.yy. sosyal teorilerindeki en olağandışı karanlık noktalardan birisi, nedensel amaçlı bir tarihsel araştırmanın insan etkinliklerinin fazlasıyla açık ve sürekli bir özelliğini -şiddet ve savaşa başvurulmasını- açığa çıkartabileceğini gözardı etmesidir (...) İki dünya savaşının yerle bir eden vahşetine tanık olan ve hepimizin insanlığı tamamen ortadan kaldırabilecek bu türden bir üçüncü savaşın eşiğinde sendelediği bu yüzyılda, sosyolojik düşüncenin bir şiddet taciri olarak devlet üzerinde hemen hemen çok az durması ne ile açıklanabilir?’ ‘Kapitalist devletin özgünlüğü sorunu, (...)kapitalizmin özgünlüğü sorunu ile ilişkilidir. 1. Kapitalizm, bir devlet sistemi ile ilişki içinde...ortaya çıktı(...) 2. Kapitalizmde egemen sınıfın gücünün kaynağı, esas olarak onun tahsis kaynaklarını denetlemesidir(...) 3. Kapitalist devlet, siyaset ve ekonominin kurum olarak birbirlerinden ayrılmaları üzerine kuruludur (...) 4. Kapitalizmde devlet, işbölümünde yüksek oranda bir karşılıklı bağımlılığın bulunduğu bir sınıflı toplum içinde yer alan devlettir.’ ‘Kapitalizmdeki ya da diğer toplum tiplerindeki (artık-değer olarak analiz edilen) emek sömürüsü önemli olabilse bile, bir bütün olarak insan toplumundaki sömürüyü her yanıyla ele alan bir teori ortaya koyamaz. Özelde, o artık-değerin -faraza- ortadan kalktığı sosyalist toplumdaki sömürünün elestirisi için uygun bir temel oluşturmaz.’ *** Çehov, Anton; Bütün Öyküler 1880-1884, Cem Yayınevi, 1997 8 cilt Moskova Rusça baskısından Mehmet Özgül'ün olağanüstü Türkçesiyle dilimize kazandırılan bu anıtsal yapıt için gecikmiş bir okuma... Çehov Dünya öykücülüğünün ana damarlarından biri... O damardan kimler sürgün vermedi... Bu büyük yazar için şimdilik herhangi bir sey söylemeye kendimi yetkili görmüyorum. Çehov konuşulmaz, okunur. 20-25 yaslarinda bu güzelim öyküler nasil yazilabilir? Hangi birikimle.... *** Çehov, Anton; Bütün Öyküler 1885-1886, Cem Yayınevi, 1997 Nemirovski'ye göre (Bir Yazarın Romanı) Çehov 1890'lardan sonra acemilik ve Tolstoy etkilerinden kurtuluyor, yapıtı yaratıcı esinlere ulaşıyor. Ben bu yaklaşımı benimsedim. Öte yandan 85-88 arası öyküleri arasında öyleleri var ki, Çehov'un bugüne değin aşılamamış özgün belirişini kanıtlıyor. Yazınsal ökeliğinin gençlik yıllarına özgü kanıtı...Gerçekte çok iyileri değil, belki yalnızca para kazanmak için yazıldığı belli, eğlendirmeyi amaçlamış, beklenti karşılayan ve çok da önemli olmayan bir kaç öyküsüne işaret etmek doğru olabilirdi. Şu bir gerçek: kimi Çehov öyküleri çoğu kez gerçekliğinden kuşkuya düşer gibi olduğum ve seyrek yaşadığım ürperişi ve derin, onulmaz iç acısını bana yeniden ve yeniden yaşattı. Tolstoy'dan çok (Gorki böyle demişti) Çehov bir Tanrıya daha yakın duruyor. Onda izlemeye yargılı sonsuz gücün içler acısı perişanlığı ve bataklaşmanın inanılmaz renkleri var. O kut ve tansığını göstermenin öngününde (arefe) kendini yazmaya vermiş acınası bir bulunç (vicdan) aklayıcısı...Cemaatsiz bir yalvaç... Sonuna, dibine değin görmek, yine görmek, yine görmek...ve göstermek zorunda olan biri. O kendi ölümünü gören ve cesetiyle birlikte yaşayan biri. Anlaşılmayı ve avutulmayı Çehov denli hak etmiş bir insan, bir sanatçı var mı acaba? YAYINBALIĞI AİLE BABASI ÖLÜ AHÇI KIZ EVLENİYOR UYKU SERSEMLİĞİ BU KADARI DA FAZLA (Bak.Esendal. Esendal sanırım Rus yazınından öykü uyarlamaları yaptı. Tolstoy’dan da.) FELAKET ÜNLEM İŞARETİ AYNA ÇOCUKLAR ACI DURUŞMADAN ÖNCE BİR GECE TELAŞ ANYUTA İVAN MATYEVİÇ CADI KÜÇÜK BİR ŞAKA AGAFYA KABUS *** Çehov, Anton; Bütün Öyküler 1886, Cem Yayınevi, 1997 MÜSTEŞAR KOTRBASLI ROMAN ECZACININ KARISI ŞARKICI KIZ KOCA MUTSUZLUK HAZIR YİYİCİLER ÖYLESİNE BİR OLAY ÇEKİLMEZ İNSANLAR SUSSS HAYALLER İYİ İNSANLAR VANKA YOLDA O KADINDI İŞTE! DÜŞMANLAR POLENKA VEROÇKA SAVUNMASIZ BİR YARATIK CAHİLLİK (Bkz.Esendal) *** Çehov, Anton; Bütün Öyküler 1887, Cem Yayınevi, 1997 Bu büyük yazarın olağanüstü güzellikte öykülerini sıralamakla yetineceğim yine. Bir not almışım: Hiçbir canlı varlıkça algılanmamış, kendi başına doğan, ölen çiçek ve onun Çehov gibi yufkayürekli ve üstelik taşyürekli bir insanoğlu Tanrı eliyle görülüp gösterilmesi... VOLODYA GÖMÜ KAVAL POSTACI DÜĞÜN KAÇIŞ KIRLARDA BİRGÜN ÖPÜCÜK KIZILTÜY *** Çehov, Anton; Bütün Öyküler 1888-1891, Cem Yayınevi, 1997 BAYAN X'İN ANILARI UYUMAK İSTİYORUM BOZKIR ‘…Öyledir her zaman, Rus insanI yaşamayı değil, anımsamayı sever.’( s.92) TATSIZ BİR OLAY BİR YAŞ GÜNÜ ÖYLESİNE BIR ÖYKÜ ‘Rus yazarlarında bulamadığımız, yaratıcılığın baş öğesi olan kişisel özgürlük duygusuna onlarda sıklıkla rastlayabilirsiniz. Kendini daha yapıtının ilk sayfalarında türlü türlü vicdan sorumluluklarıyla sımsıkı bağlamayan tek genç yazarımız yoktur. Kendilerini bir ülküye adamış gibidirler. Biri çıplak bir bedenden söz etmeye çekinir, öteki ruhsal irdelemeler yapmayı başlıca görevi sayar, bir başkası "insanlarla kucak kucağa sıcak ilişkiler"i zorunlu görür, dördüncüsü de bir şeye eğilimli olduğu kuşkusundan kurtulmak için sayfalar dolusu doğa betimlemeleri sıralar. Kimisi, yapıtlarında sade görünmek kaygısındadır, kimisi de tam tersine soyluluğa özenir. Sinsilik, tedbirlilik, içten pazarlılık alabildiğine...İçinden geldiği gibi yazmayı hiçbiri göze alamaz. Bu yüzden gerçek yaratıcılık yoktur.’ (s.325) GUSEV *** Çehov, Anton; Bütün Öyküler 1891-1893, Cem Yayınevi, 1997 DÜELLO KARIM GELGEÇ GÖNÜLLÜ SÜRGÜNDE KOMŞULAR ALTINCI KOĞUŞ KİMLİĞİNİ SAKLAYAN ADAMIN ÖYKÜSÜ *** Çehov, Anton; Bütün Öyküler 1893-1895, Cem Yayınevi, 1997 BÜYÜK VOLODYA İLE KÜÇÜK VOLODYA KARA KEŞİŞ KADINLARIN DÜNYASI ROTŞİLD'İN KEMANI YAZIN ÖĞRETMENİ ÇİFTLİK EVİNDE ÜÇ YIL IŞIKLAR BİR CİNAYETİN ÖYKÜSÜ Çehov, bir tanrıdan daha fazlası: bir insan... *** Çehov, Anton; Bütün Öyküler 1895-1900, Cem Yayınevi, 1997 ARIADNA ÇEKME KATLI EV TAŞRALI KÖYLÜLER PEÇENEK BABA YURDUNDA AT ARABASINDA KILIFLI ADAM BEKTAŞİ ÜZÜMÜ AŞK ÜSTÜNE IONİÇ BİR HEKİMİN YAŞADIĞI CANIM BENİM YENİ YAZLIK KÜÇÜK KÖPEKLİ KADIN ÇUKURDA *** Çehov, Anton; Tütünün Zararları, Bir Evlenme Teklifi, Sayfiyede Bir Yaz, Ayı, Bilgi Yayınları, 1966 Çehov'dan dört küçük fars... *** Çehov, Anton; Ivanov, Bilgi Yayınevi, 1967 Çehov'un ilk büyük oyunu (1887). Ayrıca sanırım en kötüsü olmalı. *** Çehov, Anton; Bütün Oyunları 1 (İvanov/Vanya Dayı/Vişne Bahçesi), Adam Yayınları, 1995 Behramoğlu çevirisi. Neden kronolojik sıra izlenmediğini anlamadım. Sanırım sıra şöyle: İVANOV-ORMANCİNİ-MARTI-VANYA DAYI-ÜÇ KIZKARDEŞ-VİŞNE BAHÇESİ. Ilginç olan Şu: Çehov sahnelemelerden genelde hoŞnut deĞil ve oyunlarının komedi (fars) olması konusunda ısrarlı. Vanya Dayı, Vişne Bahçesi, bir ölçüde Üç Kızkardeş ilginç denebilir. *** Çehov, Anton; Bütün Oyunları 2 (Ormancini/Martı/Üç Kızkardeş), Adam Yayınları, 1991 Çehov'un Martı ve Üç Kızkardeş'i buradan okundu. Nabokov genel olarak beğenmiyor Çehov oyunlarını. *** Roy, Arundhati; Ya Çek Defteri, Ya Cruis Füzesi, Agora Kitaplığı Yayınları, 2004 Bu asi Hintli kadın yazar (Küçük Şeylerin Tanrısı) Deavid Barsamian'la söyleşerek güncel ve evrensel politikalar üzerine görüşlerini korkmadan, cesurca dile getiriyor. Sözlerinin arkasındaki kimlik hayranlık verici. Ray'in tek sorunu iktidarı bir aygıt olarak görememek, iktidarın fetiş deneyimini iktidarın kendisi sanmak. O zaman erkin dışında bir seçenek aramak gibi, eşitsiz güçlerin baştan yenilmiş girişiminden söz ediyoruz, demektir. Yoksa Roy olağanüstü biri. *** Bezirci, Asım; Sebahattin Ali Gözlem Yayınları, 1979 Sabahattin Ali hakkında derli toplu, iyice bir çalışma. Bezirci Türk eleştirisinde yabana atılacak biri değil. *** Atatürk, Gazi Mustafa Kemal; Söylev, Cilt I-II. Ed. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Çağdaş Yayınları, 1987 Cumhuriyetimizin temel kitabı, bir başyapıt. *** Köksal, Aydın; Dil ve Ekin, Toroslu Yayınları, 2003 Türkçe üzerine yazılmış, anadilimizi Anadolu ekin birikimiyle buluşturma denemesi olan 1981 TDK ödüllü yapıt olağanüstü. Bir girişim niteliği taşımakla ve tümlemede sonu açık olmakla birlikte ekinleşme, Türkçenin kaynakları, geleceğin açmazlarına da im konarak çözümleniyor, örnekleniyor. Bir başvuru kaynağı. El altı yapıtı. Aydın Köksal Türkçenin ender yapıcılarından. Bilişimci. Hazla okundu. *** Tunç, Ayfer; Taş-Kağıt-Makas, Yapı Kredi Yayınları, 2004 Ayfer Tunç ilk kez okuyorum. 4 öykü var. Batılı yazar etkilerinin duyumsandığı (örneğin, Poe, Kafka) öyküler bunlar. Çarpıcı bir yanları var. İlginç biçim ve yapı denemeleriyle bir bakıma yol açıcı da denebilir. Özellikle Suzan Defter, Fehime iyi. Ama diğer iki öykü de yabana atılacak gibi değil: Kaybetme Korkusu, Taş-Kağıt-Makas. Tunç'un anlatılarını izlemem gerek. Yeni yazarlardan son zamanlarda dikkatimi çeken oldu. *** Devecioğlu, Ayşegül; Kuş Diline Öykünen, Metis Yayınları, 2004 Bu ad (Ayşegül Devecioğlu) beni saşırttı. Bir ilk roman...Alçakgönüllü, savsız, ama bence son dönemlerin en iyi anlatılarından biri. Gücünü biçimde, biçemde bir devrimden almıyor roman, bu konuda tersine bir yolun izi sürüldüğü belli. Devecioglu etkiler, savsözler ardında da değil. O yalnızca, orada, çıkmaz sokakta, yanlışından ve doğrusundan çok uzak ve ayrı olarak, yüzüne kar taneleri konan biraz önce öldürülmüş ve gazetelerde, toplumun belleğinde hiç iz bırakmayacak genç ölünün yattığını, o günden beri yattığını, hep yatacağını anımsatıyor bize. Devecioğlu'nun ne yapmak istediğini anladım ve yaptığının 'güzel' denebilecek tek şey olduğunu...Tek şey... Türkiye’de devrimci gençlik deviniminin ilk kez içerden, hesaplaşmalı anlatısı. Kusursuz değildi kimse. Öte yandan bu kusuru görüp kusuru işlemeyi sürdürmek... Devecioğlu'nu titizlikle izlemeli. Topluma kendisine bakmayı inatla öğretecek bir devrimci tutumu var. Herkes kendisine bakmalı, bakacak. Az, ama hakkı verilmiş imgelerle (zaman, kuş, kar,vb.) yaldızsız, ama bir o denli büyük, etkileyici bir roman Kuş Diline Öykünen. Kaç romanda, babayla oğul arasında geçen sahne gibi bir sahne okudum. Tümümüz suçluyuz (tümümüz suçsuz). *** Sarısayın, Ayşe; Yorgun Anılar Zamanı, Can Yayınları, 2004 2004 Yunus Nadi öykü ödülü sahibi Sarısayın, Necatigil'in kızı. Son yılların en iyi öykü kitaplarından biri bence yapıt. Anlatının içtenliği, öyküler arkasında akan ve onları birbirine bağlayan derin doku, kaderimize ilişkin ipuçları bu öyküleri anlamlı kılıyor. Yaşanmışlık paylaşabililikle birlikte öyküleri çoğaltıyor. Bu öyküler bizim öykülerimiz. Kıstırılmış, buruk ama özkıyıma da uzak, yaşamada dirençli, yazgıya üstten gülümseyen, iletişememiş, yalnız insanların anlaşılabildiği öyküler.. *** Durakbaşa, Ayşe; Halide Edip, İletişim Yayınları, 2000 Halide Edip bağlamında Türk moderleşmesini sigaya çeken Durakbaşa'yı hiç gözüm tutmadı. *** Erhat, Azra; Osmanlı Münevverinden Türk Aydınına. Ed. Nalan Barbarosoğlu, Can Yayınları, 2002 Tanzimattan Camhuriyete ve Mustafa Kemal'de aydın kavramını, kaynakların eleştirel değerlendirmeleriyle irdeleme girişimi ne yazık ki yarım kalmış Erhat'ın... İlginç bir çalışma olabilirdi. *** Üryan, Baba Tahir; Aşk Çırılçıplak, K Kitaplığı, 2003 Fars (İran) yazınının önemli şairi Hemedanlı Baba Tahir Üryan'ın (1000 yıllarında yaşamış) dörtlüklerinin çok başarılı (Talat Sait Halman) çevirileri. *** 1.Doğu Halkları Kurultayı. Belgeler 1,2. Ed. Nurer Uğurlu Cumhuriyet Yayınları, 2000 Cumhuriyet gazetesinin önemli bir hizmeti olan bu 2 ciltlik yapıt, özellikle 2. Komintern toplantısında alınan karar üzerine toplanan 1. Doğu Halkları Kurultayı belgelerini içeriyor ve Türk ulusal devrimiyle ilgili (3 farklı Türk delegasyonu ile; ki bunlar T.C., TKP, Enverciler'di) önemli değerlendirmeler içeriyor. Gerçekci kurultay, desteğini kimi sakıncalarla T.C'den yana koyuyor. Bu gerçekcilikte reel-politik'in kuşkusuz büyük rolü var. *** Arslan, Emre/Buğra, A./Aydın, Z./Çulhaoğlu, M./ Yalman, G.L./ Hasgüler, M./Öngen, T./Savran, S./Türkay; M. 2000’li Yıllarda Türkiye 1. Sürekli Kriz Politikaları. Ed. Neşecan Balkan/Sungur Savran Metis Yayınları, 2004 Önemli derleyici bir çalışmanın 1.cildi. Özellikle 20.yüzyılın Politik Mirası (Savran); Türkiyede Siyasal Kriz ve Krize Müdahele Stratejileri (Öngen); Dört Gösterge Işığında Türkiye Sosyalist Hareketi (Çulhaoglu); AB-Türkiye Entegrasyonu:Nasıl? Nereye Kadar? (Türkay); Soğuk Savaştan Günümüze Kıbrıs Sorunu (Hasgüler) önemli çalışmalar. Öte yandan Zülküf Aydin'a dikkat (?). *** Akaya, Y./Arın, T./Dedeoğlu, S./Ercan, F./Gök, F./ Köse, A./Şenesen, S.Ü./Onaran, Ö./Oyan, O./Öncü,A./Özar, S./Toksöz, G./Günlük, G; 2000’li Yıllarda Türkiye. 2.Neoliberalizmin Tahribatı. Ed.Neşecan Balkan/Sungur Savran, Metis Yayınları, 2004 Önemli derlemenin 2.cildi. Özellikle F. Ercan (Sermaye Birikiminin Çelişkili Sürekliliği ve...), O.Oyan (Tarımsal Politikalardan Tarımsız Bir Politikaya Doğru), T.Arın (Refah Devleti Sosyal Güvenliğin Yokluğu), F.Gök (Eğitimin Özelleştirilmesi), G.Günlük-Şenesen (Silahlanma Küresel Dönemde İktisadi Yansımalar), Y.Akkaya (Düzen ve Kalkınma Kıskacında İşçi Sınıfı ve Sendikacılık), A.H.Köse-A.Öncü (Mühendislerin Toplumsal Evrimi Üzerine Gözlemler), S.Özer-F.Ercan (Emek Piyasaları Uyumsuzluk Mu, Bütünleşme mi?), vd. Bana kalırsa 2004'ün önemli çalışmalarından bu iki ciltlik derleme. İyi bir kaynak. *** Başarır, Başar; Çıktığınız Hevesle İniniz Doğan Yayınları, 2004 Trafik işaretlerini kendi anlatısında eğretileme olarak kullanan Başarır, bazı öyküleriyle çıtayı zorluyor. Diline takılmam, dil konusunda pekişmiş önyargılarımdan mı? Pek sevdiğim söylenemez (Başarır’ı). *** Oran, Baskın, Ed.; Türk Dış Politikası Cilt 1. 1919-1980 İletişim Yayınları, 2001 Ciltli, ikinci baskısından okuyorum bu dev yapıtı (900 sayfa). İkinci cilt 1980'i günümüze getiriyor. Yapıtın düzenlenmesi ve dizgeli yapısı benim için okumayı zorunlu kıldı. Küçük kutularla kavramlara açıklık getiren çalışmada, 1. cilt bölümlemesi şöyle: * Yöntem ve Yaklaşım (Çalışmayı biçimlendiren, yer yer beni rahatsız etmekle birlikte çalışmanın önemini azaltmayan, tersine arttıran, öğretici giriş. Tek başına önemli ve okunabilir.) * 1919-1923: Kurtuluş Yıllar (Mondros, Sevr, Mudanya, Lozan; Avrupa, Sovyetler, Yunanistan, Orta Doğu ile ilişkiler.) * 1923-1939: Göreli Özerklik-1 (Avrupa, SSCB, Yunanistan, Orta Doğuyla ilişkiler, Montreaux Boğazlar Sözleşmesi.) * 1939-1945: Savaş Kaosunda Türkiye, Göreli Özerklik-2 (İkinci Dünya Savaşı dönemi.) * 1945-1960: Batı Bloku Ekseninde Türkiye-1 (SSCB, ABD ve NATO, Yunanistan, Orta Doğu ile ilişkiler) * 1960-1980: Göreli Özerklik-3 (ABD ve NATO, Yunanistan, SSCB, Orta Doğu ile ilişkiler, AET) Kusursuz ve yetkin bir ekip çalışması. Başvuru niteliği özellikle çekici. Çoklu okumaya olanak veriyor. 900 sayfalık bu dev yapıt için (Baskın Oran yönetiminde Siyasal Bilgiler ekibi) tam bir biresim ve olağanüstü demekten başka elimden bir şey gelmez. Düzenleniş mantığından çok yönlü islevşelliğine varıncaya dek, gerçek bir başvuru kaynağı. Bence klasikleşecek. Bu yapıtı kesintisiz bir tarihçe olarak da okuyabilirsiniz, belli konulara odaklanarak da. Ögretici, zevkli bir çalışma. *** Oran, Baskın, Ed.; Türk Dış Politikası Cilt 2. 1980-2001, İletişim Yayınları, 2002 1980-1990 ve 1990-2000 bölümlemesi içinde Türkiye'nin Kıbrıs, Avrupa Birliği, İnsan Hakları, Kürt Sorunu, Orta Asya, vb. fotoğrafi çekiliyor. *** Baudez, Claude/Sydney; Mayaların Kayıp Şehirleri Yapı Kredi yayınları, 2001 Yapı Kredi'nin Genel Kültür Dizisi'nin ilk kitabı. Arkeoloji üzerine olan yapıt derinlikten yoksun olmasına karşın (ayrıca cografi bilgi bakımından yetersiz) belge ve görüntü zenginliğiyle dikkate değer. *** Kunt, Bekin Sıtkı; Ayrı Dünya, Yeditepe Yayınları, 1952 Kunt'u sahaf üzerinden tanıyabildiğim için mutluyum. Orhan Kemal'lere giden yolda, 40'ların gerçekci kuşağından neredeyse unutulmuş bir yazar yazık ki. Toplumsal duyarlık, Anadolu ve yoksul kentli insanın yalın, çıplak gerçeği öykünün konusu oluyor. Çoşumculuğun (romantizm) etkileri yokoluyor giderek. Yeni bir dünya ile eskisinin kıyısında yazar, sokağın gerçeğiyle yüzleşiyor. Bu yazarlarımızı kazanmalıyız. Eleştirel basımları yapılmalı. *** Hooks, Bell; Feminizm Herkes İçindir, Çitlenbik Yayınları, 2002 Bell Hooks 1952 doğumlu Gloria Watkins'in takma adı. Amerikalı olan Hooks karaderili. Yapıtının önemi yalınlığından, derlitopluluğundan ve eleştirel gücünden geliyor. Toplu Türkçe çeviriyle değerini yitirmesine karşın sorunları kaçamaksız, apaçık sergilemesi, tutumunu kesin bir biçimde ortaya koyması Hooks'u kadın yazını içinde (sol içerisinde de kuşkusuz) çok önemli bir yere koyuyor. Benim için yapıtın ilginç üç yönü vardı: 1) Kadın eylemine soğuk, kinle bakan kadınlara (çoğunluğu oluşturur) yaklaşımındaki yumuşaklık, kanıtlarının sağlamlığı ve söyleminin saydamlığıyla seçikleşen inandırma gücü. Bu nedenle kadın eylemine düşmanlığı doğallaştırmış kadınların okuması gereken bir yapıt bu. 2)Kadın eylemi içre özeleştiri boyutu. Kızkardeşler, sınıfsal güçle (iktidar) gelen yol ayrımı, kadın eşcinselliğine bakış açısı, erkeklerin kadın eylemiyle ilişkisinin sorgulanması... 3)Kadın eylemini eşitlik çizgisi ve tanımıyla sınırlayanların eyleme getirdiği yozlaşma ve buna karşılık Hooks'un önerdiği, sorunu kadın sorunu değil insan sorunu eksenine oturtan ve toplumsal dizgeyle bağlarını doğru bir biçimde kurabilen cinsiyetçilik kavramı... Düğüm noktasının bu olduğunu sanıyorum. Yoksa kadınlar başardıkça (!) iktidara ortak olabiliyor va cinsiyetçi tutum ve paradigma sürüyor. Hooks'un kişisel deneyimleriyle bilimsel söylemin kesişim noktasından ilerleyen anlatısı da kadın eyleminin insancıl ve eşitlikçi doğasına bir örnek sayılabilir. Bence Hooks'un bakış açısıyla benimkisi örtüşüyor. Bu da yılar sonra kendimle buluşmak gibi oldu. "Yakınlaşın ve anlayın. Feminizm herkes içindir" (s.V) *** Henri-Levy, Bernard; Entelektüelliğin Övgüsü, Gendaş Yayınları, 2001 Henri-Levy günümüzde entellektüel olan şeye tepkiyi eleşirerek, yeniden bir çözümlemesini ve eldesini yaptığı yapıtında bence bir saldırıya uğramış: çevirmenin saldırısına. Yapıt okunmazlaşmış. Kaç kez bırakma noktasına geldim, ilgim dağıldı. Yine de Henri-Levy'den çok hoşlandığımı söyleyemem. *** Lewis, Bernard; Ortadoğu’nun Çoklu Kimliği, Sabah Yayınları, 2000 Tarihçi Lewis'in yapıtı önemli olmakla birlikte derinlikten yoksun. Ortadoğu'yu din, ırk ve dil, ülke, millet, devlet, semboller, yabancılar ve kafirler, emeller açısından irdeleyen Lewis, temel kimlik oluşturucusu olarak doğum ve devlet kimliğini vurguluyor. *** Russell, Bertrand; Russell’dan Seçme Yazılar, Dost Yayınları, 2004 Russell'den iyi bir derleme. Psikoloji, din, cinsellik ve evlilik, eğitim, politika, ahlak üzerine yazılarından hoş bir seçki. Tanımak isteyenler için anlamlı. *** Karasu, Bilge; Troya’da Ölüm Vardı (BE 8), Metis Yayınları, 1991 Büyük Karasu okuması. Daha ilk yapıtla (kitap olarak baskı: 1963) Bilge'nin kara-acı suları içerisinde duyguların hiçbir yere oturtulamadığı karabasanlı bir okuma, ağulu bir deneyim başladı. Aynı öykü kişilerine dayalı bu kopuk, tümün sürekli yeniden reddedildiği anlatılar, insan'ın doğumdan başlayan ve anlatısı olanaksız ölümle noktalanan yaşam sahnelerinden oluşuyor. Hiçbirimizin öyküsü, hatta kendi öykümüzün parçaları bile birbirini tutmaz, tutmuyor. Her bir yaşantı için sayısız anlatı üstüste biniyor. Gerçeğin hangi anlatının arkasında olduğu, yazarın israrlı ve dayatıcı çabalarına karşın, yine belirsiz ve acaba burada bir değer yüklemesi yaparsak yanılmış olur muyuz? Ağın bir düğümü (öne çıkarılmış) Müştak, öne çıkarılmasında bile tartışmalı, ağ’a ilişkin (büyük yapıya) hem im, hem değil. Hem gönderen, hem gönderilen... Bir bakıma ölüm doğumdan başlayarak var, hep var. Troya'dan kalan yaşamın değil, ölümün öyküsü (Shopenhauer). Yaşamın anlatısı, kendiliğinden bir ölüm anlatısı... Bunu anlamamızı ister miydi Karasu? Ölüm odasi içindeyiz. Doğumdan başlayarak. Geçmişe sarkarak. Bir ilişkiyi tanımlamaya, onun önünde şöyle ya da böyle durmaya çalışarak. Birilerini anne olarak tanımlayıp bir diğerini sevgili-dost arası bir aralığa koyarak, bakış açılarını sürekli değiştirip bakılanı yeniden yaşantılıyarak ve bu arayışın tinselliği ve kırılganlığıyla yeniden vazgeçerek... Adı konmuşların ardlarına bakarak, Zanzalak ağacının gölgelerinde eşinerek, gerçeği bulma umutsuzluğuyla, bunun acısıyla... Bir dönüşüm duygusu kalan geriye, savruluş... Bir aydınlık. Koku. Algının dibi. Kedi. Yaralı hayvan. Yangın. Şarkısız gecelerin ilki. Savaşı karşılayan sessizlik. Theo Angelopoulos. Ve Karasu sanırım Oğuz Atay'ın esini. Bütün o Tutunamayanlar, Tehlikeli Oyunlar, Korkuyu Beklerken, Oyunlarla Oynayanlar nereden çıkmış olabilir. Tanpınar buna yetmez bence. Karasu'da Türkçe yeniden ve çoğalarak var oluyor. Büyük bir dil deneyimi. *** Karasu, Bilge; Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı, Bilgi Yayınları, 1970 Karasu tarihsel bir zemin önüne çagdas bir dizi sorunu koyarak, bir tür etik sorgulama yapiyor bana kalirsa. Ada ve Tepe adinda iki bölümlü Uzun Sürmüs Bir Günün Aksami'ni, Dutlar adinda kisa bir öykü izliyor. Bence tematik seçis ve derinlikler açisindan Dostoyevski'yle karsilastirilmali Karasu. Anlati, biçem olarak ise Fransiz modernleri belki isik tutabilir. Türkiye'de ise öncülü var mi kestiremiyorum. Çünkü yerel degil evrensel temalari onu farklilastiriyor. Öte yandan, seçim, direnis, sorumluluk, iktidar ve güç, boyunegme, inanç, etik, kaçis, vicdan, sorumluluk, iç aydinlanma, vb. kavramlar çerçevesinde okuru sarsan,silkeleyen bu romaniyla da Karasu'yu gecikmeli de olsa tanidigim için mutluyum. *** Karasu, Bilge; Göçmüş Kediler Bahçesi, MetisYayınları, 2003 Ölümcül, canlı bir satranç benzeri oyun-bağlantı ile birbirine ulanan, umutsuz, kara öyküanlatılar… Onda uzam, zaman, ilişki kendini hep yeniden kıra kıra ilerliyor. Öykümüzün ne olduğunu bilemeyiz, anlamayı usumuzdan geçiremeyiz, Kafka'dan farklı olarak anlama girişimlerimiz de hep olmuştur, olacaktır. Zaten öykü de yırtılır, geriye kalan girişimse neyin neye ulanacağının herkesin kendine bağlı kalacağı bir anlatış olur. İyi mi olur? En zengin, en çoğul anlatı da, ‘en zengin ve çoğul anlatı’dan başka bir şey değildir. Yaşam kaygusu ve kavgasının ucu ölüm, vardığımızda henüz yola çıkmışızdır. Menzil düş, ise, varolan, kalan ne? Karasu'nun olağanüstü metinleri yeniden okunmayı zorluyor diyeceğim. Bildik anlamlandırma çabasının hep bir adım ötesinde kalacakları kesin. Onu öngörülü bir bilici yapan da bu özelliği mi acaba? *** Karasu, Bilge; Kısmet Büfesi, Adam Yayınları, 1982 Bölük pörçük metinlerle bölük pörçük yaşamı anlatılama, ıskalama ve yakalama girişimi. Bu da bir denemeydi, tıpkı yaşamımız gibi. Seni çok iyi anladığımı sanıyorum Karasu. Sana borçluyum. *** Karasu, Bilge; Gece, İletişim Yayınları, 1985 Bu dev yazarı (dilciyi) ne biz, ne de Dünya anladı diyorum. Gece, geceyi anlatıyor. Bilinemeze bağlı, bilinemezden, bilinemezin kendi olan geceyi. İnişini, dönüştürüşünü, yerinden oynatma gücünü, bakışımızın tam içindeki yerini, geceleşebilirliğimizi... Öte yandan bir kurgu metnin de gece boyutu var. Gece onu da açar, gizler, dönüştürür. Dil bile geceyle oynar. Hem de ölümüne… Karasu da bence ölümüne oynadı gece'yle, gün'ün özü geceyle. Yaşam her zaman gece sayesinde ve onun yüzünden, hep başka bir şey oldu. İnsan da, metin de... Çok ciddi birşeylere işaret etmenin gececil komikliğine ne demeli. Gece kimi uyarır. Kimseyi. Kimse olabilsek… Ölümle, ölümüne oyunla belki olası...kimse olmak. *** Karasu, Bilge; Kılavuz, Remzi Yayınları, 1990 Karasu 1994'de öldü yanılmıyorsam. Bu başyapıtlarından biri olarak yayınlandığında da sağdı. Tüm yapıtlarıyla en üst düzeyi nasıl tutturabiliyor Karasu? Onun tüm yapıtı gerçekte tek bir yapıt ve o da başyapıt. Kılavuz, bence, duyumsayabildiğimce, düşle ayıklık, günle gece, yaşamla ölüm arasında, sonunda kendi yolunu yitiren bir kılavuzluk deneyimi... Derrida'nin dediği gibi 'yerinden oynamış yaşam', yerinden oynamış anlatıca izleniyor. Söz ve metin iki yüzlü, iki yanlıdır. Doğru bir tür kurgudur. Yine de Karasu için göreci diyemiyorum. Ama yerleşik doğruya karşı buruk bir başkaldıran insan olduğu kesin (mi?). Kedi'ye gelince. Kedi her yerde olabilir, konabilir, var. Çünkü bir kedi o. Güzelliği insana kendini vermeyişinde. Karasu büyük bir yazar. *** Bottero, Jean/Steve, Joseph; Evvel Zaman İçinde Mezopotamya, Yapı Kredi Yayınları, 2001 Persopolis yazıtlarıyla başlayan büyük serüven...Gizemli üç yazı. Eski Farsça, Elamca (!), Asurca (Sami dillerine dayalı). Sümerceye doğru giden yol... Kuzeyden güneye doğru Asur, Akad, Babilonya ve Sümer ülkesi... Şu anda, bugün, insanoğlunun öyküsünün kaynağı ABD ve İngiltere'ce bombalanıyor. Yok ediliyor. Bugün: 21 Mart 2003. *** Magee, Bryan; Felsefenin Öyküsü. Ed. Neil Lockely, Dost Yayınları, 2000 Nefis bir felsefe tarihi. Belki çokca yüzeysel, ama çekici...Görsel bakımdan zengin ve nitelikli baskıyla felsefeyi sevmemek olanaksız. Yapıtın bence kurgusu da çok başarılı. Temel felsefe temaları seçilen felsefecilerle koşutlu bir biçimde götürülüyor. Zevkle okudum. *** Uzuner, Buket; Uzun Beyaz Bulut Gelibolu, Remzi Yayınları, 2001 3.baskısını okuduğum roman 10.baskısına yaklaşmış olmalı. Neden acaba, bunu anlayabilmiş değilim. Kötü kitabın ne olduğunu bilmiyor muyuz? Yoksa çok okunurluk, gerçekten mi yazın dışı değerlere bağlı yalnızca? Sanırım. Bu roman roman geçmişiyle hesaplaşmamış, yeni hiç bir şey içermiyor. Savaş karşıtçılığı, barışçılık desem bu da defalarca ve çok daha iyi bir biçimde yapıldı. Bir şey var. Buket Uzuner bir tür çağcıl vurguncu ve çağın gereklerini iyi koklayan bir burnu var. Başka da bir şey yok. 12'yi vuruyor. Roman’ın duasını da okuyabiliriz, şimdi. *** Carriere, Jean-Claude/Delumeau, Jean/Eco, Umberto/Gould, Stephen Jay; Zamanların Sonu Üstüne Söyleşiler. Ed. Catherin David/Frederic Lenoir/Philippe de Tonnac, Yapı Kredi yayınları, 2001 2000 yılı sorunu ile ilgili 4 ünlüyle yapılan ama kapsamı binyıl dönümü sorununu oldukça aşan söyleşiler beklediğimden çok daha iyiydi. Özellikle dinsel kültürlerde yeniden doğuş, kıyamet ve tarihsel olgular arasındaki ilişkiler aydınlatıcıydı benim için. Özellikle Carriere, ama daha çok Gould'un yazısı...Eco da yabana atılamaz. Tartışmalı okumalara açık önemli bir söyleşiler derlemesi. *** Celal, Metin/Aydemir, Kadir; E 2004 Edebiyat Yıllığı, Gendaş Yayınları, 2004 Baskı olarak olmasa da içerik olarak çok başarılı bir yıllık bence. Öyküler, şiirler, denemeler, eleştiri ve tartışma yazılarıyla 2003'ü yansıtabiliyor. *** Üster, Celal, Haz; Yatağında Yalnız Mısın? Okuyanus Yayınları, 2002 Japon şiirinden Celal Üster'in derleyip çevirdiği aşk şiirleri... *** Akaş, Cem, Haz.; Kavramlar ve Bağlamlar Arasında, Yapı Kredi yayınları, 2002 Jameson, Eagleton, Zizek, Reeves, Taylor, Derrida, Benhabib, Deleuze, Foucault, Bourdieu, Grass, Habermas, Guattari, Morin, Eco, Touraine, Abu-Lughod, Levi-Strauss, Hartog, Riceour, Mango, Horkheimer, Adorno, Gadamer ile yapılan ve Cogito dergisinde yayınlanmış söyleşileri içeriyor. *** Kavukçu, Cemil; Gemiler De Ağlarmış, Can Yayınları, 2001 Bana yazın tadı veren öyküler Kavukçu'nun son yapıtındakiler... Bu yapıt hakkında ayrıca kısa (ve yetersizce) yazdım. Kavukçu'nun öykülerinde, ayrıntılarda gizli 'insanlık durumu'nu görmemek olanaksız. Büyü içeren öyküler bunlar, yaşamla bizleri buluşturabilme özelliğine sahip... *** Kavukçu, Cemil; Suda Bulanık Oyunlar, Can Yayınları, 2004 Kavukçu'nun son yapıtı bir roman: Önceki öykülerinden daha iyi değil ne yazık ki... Çürüyen kent, toplum, devrim (ci): Tarık ve Kırat. Kendini kurtaramayan devrime mi soyunuyor Sayın Kavukçu? Devrimci olmak için tatmin olmuş biri mi olmalı? Devrimcilik (Türkiye travmasında) bir karabasan olarak tanımlanır, anlatılırsa doğru yakalanabilir mi? Neden büyük yenilgiden hemen hemen tüm yazarlarımız aynı sonucu çıkarıyor acaba? Bu onlarla ilgili olabilir mi? Devrimci (kendini aldatış) bir cinsel tatminsizliğe indirgenebilir mi? Okurunuz açısından baktınız mı hiç sayın yazar romanınıza? *** Çapan, Cevat, Haz.; Yürekteki Ok. Dünyanın En Güzel Aşk Şiirleri, K Kitaplığı, 2002 Minicik ama olağanüstü güzellikte bir seçki. *** Lindholm, Charles; İslami Ortadoğu, İmge Yayınları, 2004 ABD'li Prof. Lindholm'un çalışması bir tarihsel antropoloji çalışması. Bu çalışmanın ABD'nin küresel güvenlik konularında akademik çalışmalar arasında yeri olup olmadığını merak ediyorum. Sonuçta Lindholm'un altını çizdiği şey, genelde Ortadoğu, özelde İslam kültürünün ABD'nin kuruluş ve tarihsel öyküsünde hep etkili olmuş eşitlikçi, özgürlükçü, rekabetçi kültürün tıpatıp aynı kaynaklara sahip olduğu. Ama Ortadoğu'nun İbni Haldun'ca kuramlaştırılmış coğrafi, tarihsel, etnik gerçekliği bu stereotip'in laik-seküler iktidarlarca buzulmasına sık sık yol açmış, Ortadoğu'nun genel tarihi seküler- dayatmacı ve hiyerarşik devletlere karşı eşitlikçi ve islamın kaynaklarına dönüşü yansılayan yerel halkın direnişi ve isyanının başarısız tarihi biçiminde seyretmiş. Lindholm'dan okuyan istediği sonucu çıkaramaz sanırım. Ilımlı-islamcı, yerel yönetimli bir toplum modeli ABD emperyal hegemonyasıyla çok da iyi bağdaşabilir, demeye getiriyor olmalı. Çalismanin yetersizliği antropolojik bakışın yetersizliği olarak yorumlanamaz sanırım. ABD'nin Irak çıkartmasını yalnızca ABD medyası değil, üniversiteleri de bilimi araç olarak kullanarak haklılaştırmaya çalışıyor ve bu çalışma de bunun bir örneği. *** Horrocks, Christopher; Baudrillard ve Milenyum, Everest Yayınları, 2000 Doğrusal tarihi sorgulayan Baudrillard'ın milenyum hakkında düşüncelerinin değerlendirilmesi... *** Okay, Cüneyd; Mavi Sürgüne Doğru. Halikarnas Balıkçısının Bilinmeyen Yılları, TC Kültür Bakanlığı, 2001 1921-1928 yılları arasında Halikarnas Balıkçısı'nın yaşamına tam bir tanıklık yanısıra o dönem İstanbul basınında yaptığı resimler, yazdığı yazılarla zengin bir kaynak. *** Çehov, Anton/Gorki, Maksim;Yazışmalar, Yankı Yayınları, 1966 Çehov'la Gorki' nin 1898-1900 arası mektuplaşmalarını içeriyor çeviri ve her iki yazarın kişisel özelliklerini yansıtması açısından ilginç. *** Çulhaoğlu, Metin/Soyer, Cem; Solda “Sivil Toplum” Söylemi. Gerçekler ve Yanılsamalar, Özgür Üniversite yayınları, 2000 Sivil toplum söyleminin Marksist geleneğe bağlı doyurucu bir eleştirisi. Bu söylemin sivil toplum-devlet arasında bir dikotomiye oturtulması, sınıf savaşımı ve siyasal iktidar hedefini dışlaması, sonul amacı demokrasiye kilitlemesi, devletin sınıf temelini reddetmesine bağlı olarak ve kendisiyle çelişerek özünde devletçiliği, toplumun verili durumunu sonsuzlaştırması, vb. gibi noktalar üzerinde duruluyor. Türkiye çözümlemesinde ise bizde kavramın (NGO) çarpıtıldığı, Türkiye’de batıdan değişik olarak iktidarın burjuva sınıf yaratmak (kapitalist ekonomik ilişkiler anlamında sivil toplum) zorunda kaldığı belirtiliyor. Siyasal alanları bölmelere ayıran sivil toplumcu yaklaşım özünde reformist ve gericidir. Önemli bir makale. *** Robinson, Dave; Nietzsche ve Postmodernizm, Everest Yayınları, 2000 Everest yayınları mini kitaplardan bir dizi başlattı. Son dönem yapıtları görülmezse, tutarsız Nietzcshe'nin bilim ve aydınlanma karşıtı söyleminin postmodernizme kapı araladığını savlıyor İngiliz felsefeci Robinson küçük makalesinde. *** Harvey, David; Sosyal Adalet ve Şehir, Metis Yayınları, 2003 Harvey'ın yapıtı, bir kentleşme kuramı üretebilmenin olanaklı yolları üzerine sıkı bir deneme diyebiliriz. Geleneksel (liberal) kentleşme kuramı eleştirisinden çok, Marksizmle kent olgusunu tümleştirmede gerçek bir katkı. Bu katkı marksist terminolojiye değin uzanıyor, örneğin 'üretim tarzı' kavramının yerine 'iktisadi bütünleştirme tarzı', vb. Öte yandan diyalektiğin kentleşme sürecine olağanüstü uygulanmasına da bir örnek yapıt ve Marksist toplumsal evrim anlatılarına da kent bağlamında terimsel önerilerde bulunuyor: Karşılıklılık, Yeniden dağıtımcı bütünleştirme, Piyasa değişimi. Beni etkileyen boyut ise burjuva 'planlama' kavramına getirdiği eleştiri. Kenti sabitleyen plan kavramı ancak bir araç (enstrüman) olarak kullanılmalıdır. *** Breton, David Le; Yürümeye Övgü, Sel Yayınları, 2003 Bu hoş, yürüme üzerine yarı filozofik denemelerle buluşamadım ve yapıtı bitiremedim demeyeceğim, erteledim. *** Göksel Demirer/Tezcan E. Abay Ed.;Foster, J.B./ Dursun, C./Erdağı, B./ Robert, J; Ekoloji Politik, Özgür Üniversite Kitaplığı yayınları, 2000 Yapıt seçili 4 önemli makaleden oluşuyor. J.B.Foster'in Komünist Manifesto ve Çevre adlı çalışması çevre konusunda Marksizm eleştirilerini Manifesto bağlamında yanıtlayan önemli bir yazı. Daha önce de önemli bir çalışmasını (yine çevre politikaları ve Marksizmin çevre ile ilgisi hakkında) okumuştum. C.Dursun'un Çevre ve İnsan: Teorik Bir Yaklaşım adlı çalışması da Marksizm eleştirilerini yanıtlama boyutu içeriyor. Emek süreci ve teknolojiyi çözümleyen yazar, tartışmalı sosyalist hukuk teorisinin yerini, odağına toplumsal dönüşümle birlikte yeni insanın yaratılmasını yerleştiren yeni bir hukuğun alması gerektiğini (doğayla sözleşme) öneriyor (Serres). B.Erdağlı'nın Ekolojik Bir Topluma Doğru; teknoloji transferine ilginç ve doğru bir yaklaşım getirirken, çözümüne gerekirse teknoloji reddi'ni yerleştiriyor. Yapıtın en önemli çalışması ise J.Robert'in, Algı Primatı ya da Bilimsel Kıyamet adlı yazısı. Kendi yaklaşımının evrimini ve deneyimlerini de aktaran Robert, bilimle gündelik algı farkının çevre sorunlarında doğurduğu handikapı vurguluyor. Bilimin ölçü kaygusu taşımadığını, sorunun bilimselleştirilmiş algı ortamında yeniden ifadelendirilmesi gerektiğini söylüyor. Çevre epistemolojisinin dilsel çözümlemesi de denebilecek çalışmanın önerisi bireysel etik devrim sayılabilir. Çok önemli bir yazı. *** Özlü, Demir; Amerika 1954, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2004 Demir Özlü'nün son çalışması ve ilk Özlü okumam. Belki de son olacak... Bana 'amerikanofil' deyimini anımsattı. Amerika’nın tüm dünyaya dehşeti milim milim tattırdığı bir sırada Özlü kendi türünün (familyasının) işlevini (tarihsel) yerine getiriyor. Uyuşturucu almış birinin mutluluk düşleri Amerika'yla birebir örtüşüyor nedense. Her açıdan, bana kalırsa, kötü bir kitap... *** Madak, Didem; “Ah”lar Ağacı, Everest Yayınları, 2002 Didem Madak genç ve ilginç bir kadın. Şiiri bir yıllıkta dikkatimi çekmişti. Bu nedenle aldığım son şiir kitabı Ah'lar Ağacı beni biraz düşkırıklığına uğrattı. Yer yer olağanüstü, özgün dizeler kurmasına rağmen, uzun şiir bütünü bu parlak dizeleri bastırıyor, bitmez tükenmez bir duaya dönüştürüyor şiiri. Bir de şiirin içinde değil, karşısında duruyor sanki. Başkası için şiir yazılabilir mi? *** Aksan, Doğan; Türkiye Türkçesinin Dünü, Bugünü, Yarını, Bilgi Yayınları, 2000 Aksan'ın Türkçemizle ilgili yapıtı için söyleyecek söz bulamıyorum, beni mutlu etti. Son zamanlarda okuduğum en güzel kitaplardan biri... *** Aksan, Doğan; Anadilimizin Söz Denizinde, Bilgi yayınları, 2002 Aksan bu son güzelim yapıtında yine Türk Dilinin, Türkçenin bahçesinden çiçek derliyor. Bu kez baslangıçtan günümüze (Orhun ve Yenisey yazıtları, Divanü Lugati't-Türk, Kutadgu Bilig, Dede Korkut Kitabı, Eski Anadolu Türkçesi, örneğin Garibname, Türkiye Türkçesi, örneğin Derleme/Tarama Sözlükleri) dilimizin sözcüklerini, ikilemelerini, deyimlerini, atasözlerini, terimlerini, Sözvarlığının diger ögelerini örneklendirerek varsıllığımıza im koyuyor. Dilimiz Türkçemiz büyük, derinlikli, oylumlu, anlatım gücü yüksek bir dil. Kanıtı Aksan'ın bu son yapıtında... *** Aksan, Doğan; Dil, Şu Büyülü Düzen… Bilgi yayınları, 2003 Doğan Aksan bu son yapıtında dile genel olarak bakıyor. Dilin yapısını (dizgesini) en son kuramlaştırmalar (Chomsky) çerçevesinda tanıtıyor. Son derece aydınlatıcı, ama yazik ki derinlikten ve kapsayicılıktan yoksun... Aksan'ın çıkan tüm yapıtlarını okumaya devam... *** Cüceloğlu, Doğan; İyi Düşün Doğru Karar Ver, Sistem Yayınları, 1994 Etkili yaşamın temel boyutları üzerine söyleşiler altbaşlığı taşıyan, ilk başta reçete kitap izlenimi veren çalışma oldukça önemli, pek çok insan için yeniden başlamanın uyaranı olabilir. Uzun özetini ayrıca çıkardım. Bir yığın insana da önerdim, aldım. Özü, paradigma kavramı üzerine oturuyor. Paradigmamız genellikle koşullanma paradigması ve etkili, mutlu olabilmemiz bu paradigmanın değiştirilmesine büyük ölçüde bağlı. Bunu nasıl yapabiliriz, sorusunun yanıtı yapıtın içinde. Yalnızca bir yaklaşım olarak, çözüm olarak değil. Çünkü Cüceloğlu bir ruhbilimci, bir davranışbilimci... *** Cüceloğlu, Doğan; Savaşçı, Remzi Yayınları, 200? Cüceloğlu'nun belki de en önemlı yapıtı. Tartışılabilir yanlarını es geçmeden, kendine özgü sorunsalını daha temelden, varoluşsal derinliklerde geliştirdiği söylenebilir. Carlos Castaneda'nin izinde Türkiye'de yeni insan türünü muştuluyor Cüceloğlu. Önemini birkez daha vurgulamakla yetineceğim. Cüceloğlu okumadan kendimizi ve içinde yaşadımız şeyi anlamamız çok zor Türk insanı olarak. *** Cüceloğlu, Doğan; İletişim Donanımları, Remzi Yayınları, 2002 Cüceloğlu'nun son yapıtı insanlar arası iletişim konusunda eleştiri ve model önerisi, TV izlencelerine dayalı olarak... *** Hofstadter, Douglas R.; Gödel, Escher, Bach: Bir Ebedi Gökçe Belik, Kabalcı Yayınları, 2001 Matematik (Gödel), Resim (Escher), Müzik (Bach): GEB. Bu yapıt 1980'de yazılmış ve yapay zeka üzerine bir yaklaşım bence. Ama Hofsadter'in gerçekten zengin birikimini yaratıcılığa dönüştürebilme yeteneği bu yapıtta kendini gösteriyor. O bir yandan da bilim, sanat, evren ve insan ilişkilerini irdeliyor. Bu yapıtı anlayabilmek için ileri düzeyde kuramsal matematik ve müzik bilgisi gerekiyor. Diğer disiplinleri (bilgisayar ve yazılım, genetik, geometri, fizik, felsefe,vb.) saymıyorum. Ama sezgisel yetenekleri ve genel bir birikimi olan ortalama okur için de yeterince ufuk açıcı... Baştan bölüm bölüm üzerinde durarak özetlemek ve böylece daha iyi anlamak gibi bir niyetim olmasına karşın şimdi yazma koşullarının yetersizliği nedeniyle bundan vazgeçiyorum. Yazarın kurgusu (bölümleme, diyaloglar, imge ve değişmecelere dayalı anlatımlar, vb.) yapı kavramını ne denli derinden kavradığını gösteriyor. Yapıt DNA sarmalı gibi kendini bir başka düzeyde sürekli yeniden yapılandırarak ilerliyor. Sonuçta vardığımız yer hem başlangıç noktası, hem de başka bir yer...Zekanın kendini gösterişi bu olsa gerek. Bu yapıt için şunu öncelikle söylemek isterim: diyalektik sözünü hiç anmadan diyalektik düşüncenin anıtı yaratılmış bu yapıtla. ABD'li Hofstadter, bazı kavramları eleştirel olarak derinleştiriyor. Bunların başında kapalı, kendine yeten dizge kavramı geliyor. Gödel'in Principia Mathematica (Russell/Whitehead) eleştirisinde çıkış noktası... Escher'in resimlerindeki yinelemeli ve döngülü yapının üç omurlu bu yapıtta omurgalardan birini oluşturduğunu söylememe gerek yok. Bir diğer omurga ise Bach'ın müziği, özellikle füg ve toccata'lar (Musikalische Opfer)...Bach'ın müziği Escher'in resmine benzer artımlı döngü yapılarıyla yazarın tezini biçim ve içerik olarak destekliyor. Biçimsel dizge, matematikte anlam ve biçim, resimde figür-zemin ilişkisi ile biçimsel dizgelerde teorem olan ve teorem olmayan koşutluğu, biçimsel dizgelerde simgelerin rolü, yinelgen yapılar, anlamın çözümlemesi, önermeler hesabı ve zen koanları, TNT (tipografik sayı kuramı), vb. birinci bölümün konuları (GEB). İkinci bölüm ise (EGB) bilgisayar dilleri, beyin ve düşünce, zihin, dizgelerin dışına atlamak, kendine gönderme (self-ref) ve kendini yeniden üretme (self-rep), insan düşüncesini taklit (Church, Turing, Tarski), geçmişte ve günümüzde yapay zeka, garip döngüler ve dolaşık hiyerarşiler (RICERCAR) konularında derinleşiyor. Hofsadter önsözünde şöyle diyor: "Tek bir tümceyle söylemek gerekirse, GEB canlı varlıkların cansız özdekten nasıl çıktığını söyleme yönündeki çok kişisel bir girişimdir. Kendi nedir ve bir kendi bir taş veya bir çamur kadar kendiliksiz bir şeyden nasıl çıkabilir?" (s.16). Bu yapit iyi bir sorgulama ve okuyanı mutlu ediyor. Girmediği ilgili bir çok konu olmasına rağmen... Çevirmenlere (Ergün Akça/Hamide Koyukan) ve Kabalcı Yayınevi’ne son yılların bu yayıncılık olayı için teşekkür borçluyum. *** Morin, Edgar; Geleceğin Eğitimi İçin Gerekli Yedi Bilgi, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2003 Bilgibilimin (epistemoloji) günümüz dünyasında uygulamaya dönük yüzü ve sorunlarını irdeleyen bu küçük yapıtında Morin, bilmenin körlüklerini sıraladıktan sonra (kapalı uzmanlaşma, özellikle sahte akılsallık), akla uygun bilginin ilkelerini temellendirirken bağlam, bütün, çokboyutluluk, karmaşıklık kavramları üzerinde duruyor. İnsanlık durumunu amaca yerleştiriyor ve kozmik kimliğe giden yolu tanımlıyor. Karmaşıklığın bilincinde olma anlamayı öğrenmekte önemli bir aşama ve insan türü için etiğin de çıkış noktası. *** Bolles, Edmund Blair; Galileo’nun Buyruğu. Ed. Edmond B.Bolles, TÜBİTAK, 2000 Bilim yazınını, belli bir dizgesellik ve tarihsellik içerisinde düzenleyen yapıt gerçekten öğretici ve tatlar içeriyor. Hem bilim ve araştırmanın yöntemsel gelişmesi örneklendirilmiş oluyor, hem de bilimin kendini ifade biçemindeki olağanüstü seyir izlenebiliyor. Ayrıca okuyanda merak ve bilimsel serüven duygusunu kışkırtma gibi önemli bir işlev de görüyor ba oylumlu yapıt. *** Said, Edward; Kış Ruhu, Ed. Tuncay Birkan, Metis Yayınları, 2000 Said, içinde bulunduğumuz yılda öldü (2003). Yeni okuduğum bu insana saygı duymamak olanaksız. 20.yüzyılın onurunu taşıyanlardan kuşkusuz. Temel tezi (şarkiyatçı batı emperyal söylemi) çelişik olmakla birlikte doğru ve sarsıcı. Foucault etkisiyle söylemden, söylemin arkasındaki erkten söz etmesi tam da can alıcı nokta. Yazın kuramı eleştirilerine de aynı ruh sinmiş... Her şey söylemdir ve söylem masum değildir. 80'li yıllarda kaleme aldığı yazılardan bir derleme. Asıl siyaset yazılarını (polemik) bulup okumalı. ‘Son bir gözlemde bulunmak gerekiyor. Gramsci ve Vico'ya göre, yorum bu seküler yatay uzamı, ancak orada bulunan şeylere uygun yollarla değerlendirmelidir. Ben bunu şu şekilde anlıyorum: Bizi hemen tek bir başlangıç noktasına geri gönderen hiçbir açıklama yeterli değildir. Tıpkı hiçbir basit baskın yanıt olmadığı gibi, birbirlerinden kopuk hiçbir tarihsel oluşum ya da toplumsal süreç de yoktur. Bu yüzden, insanın yapıp etmelerindeki heterojenlik, ortaya çıkan sonuçlardaki ve aynı zamanda yorumlama beceri ve tekniklerindeki heterojenliğe denktir. Otorite, düzen ve ayrım varolsa bile, insanlık tarihini düzenleyen hiçbir merkez, baştan verili ve kabul gören hiçbir değişmez otorite, hiçbir sabit engel yoktur. Seküler entelektüel, bir yandan kutsal kökenin namevcudiyetini, bir yandan da tarihsel fiili gerçekliğin karmaşık mevcudiyetini göstermeye çalışır. İşte seküler yorum, dini namevcudiyetin fiili gerçekliğin mevcudiyetine dönüştürülmesidir.’ *** Said, Edward; Freud ve Avrupalı Olan. Ed. Christopher Bollas, Aram yayınları, 2004 Said'in makalesi Freud'un Yahudilik mitine bakışında Avrupalı olanla olmayan arasındaki çelişkiyi çözümlüyor. Özellikle ele aldığı Freud yapıtı Musa ve Tektanrıcılık. Bu tamamlanmamış son yapitında Freud, Yahudiliğin kurucusunun Avrupa dışından, Mısırlı oluşunu belirtmekte, Yahudi tezlerini sarsmaktadır. Said'in, her şey politiktir, yaklaşımında sağlıklı ve devrimci birşeyler var. *** Carr, Edward Hallet; Romantik Sürgünler, Çiviyazıları Yayınları, 2001 Ağırlıklı olarak Herzen'in, sonra Ogarev, Herwegh, Bakunin, Dolgorukov, vb. nin Avrupa sürgün yıllarının roman kurgusu içerisinde belgesel ve buruk bu öyküsü, türünde bir klasik olmalı. Çok etkileyici ve öğretici bir yapıt. Bir dönemin ve rüzgarının (romantizm) insanların yaşamları üzerinde ne denli belirleyici olabileceğinin de kanıtı. Onların kişisel dramlarını, tarihsel dramlarından ayırmak olanaksız. Carr bunu çok iyi yakalıyor. Rus aydınlanması için mutlaka okunmalı. Çeviri başarısız... *** Işın, Ekrem; A”dan Z”ye Ahmet Hamdi Tanpınar, Yapı Kredi yayınları, 2003 Tanpınar'ın yaşamı ve yapıtına belgeli, bilgili bir bakış. *** Wright, Elizabeth; Lacan ve Postmodernizm, Everest Yayınları, 2002 Freud'u, feminizmin Freud (fallik) eleştirisini eleştiren yazar, fallik işlevin her iki cinste de ortaya çıktığını söylüyor. Ona göre kadının bir göstereni yoktur ve bu nedenle kadın maske aldatmacasına başvurmak zorundadır. *** Bernheim, Emmanuele; Sustalı, Can yayınları, 1998 Genç kadın yazar Bernheim Fransız ve kısa romanlar ya da uzun öyküler yazıyor. Nitem ve betimi dışlayan eylem kip ve köklü yalın anlatımı yeterince ilginç, ama denenmemiş değil. Onu güncel yapan şey, kadınlık durumunda sınırdaki kaypaklığı olsa gerek. Bir de değişik anlatılarında sürdürdüğü takınakları (benzer olayörgüsü, tip, görüntü ya da ayrıntılar, bedensel ısı arayışı,vb.) tek bir şeyi ısrarla yeniden anlatmayı denediğini düşündürüyor. Buna, cinsellik ve özgürlüğün, bırakılma kaygusunun yarı bilinçle, hatta istenmeden (masumca) yaşanması denebilir mi acaba? *** Bernheim, Emmanuele; Onun Karısı, Can yayınları, 1998 Yine beklenenin dışında ‘doğalmışcasına’ gelişen bir cinsel arayış... Doktor kadın, erkeğin çekim gücüne kolaycacık kapılır ve bedensel ısıyı bulur, ayrıca biriktirir. Yine bırakılmaktan korkar, bu nedenle de yeni bedenlerin yeni ısılarına açıktır. Çok da masumcadır her şey üstelik. Korku izleklerine özgü şeytani bir alay var Bernheim'in öykülerinde (özellikle amaçlanmış). Bu açık. *** Bernheim, Emmanuele; Cuma Akşamı, Can yayınları, 1998 Yine bir rastlantı (belki arayış), yine erkek, yine erkek bedeninin ısısı ve aynı öykü...Yeni olan sanırım, kadın kahramanın tutumu. Bir geriye dönüşe, nesneleşmeye özlem ve bunun Fransa'da prim yapması... *** Wood, Ellen Meiksins/Foster, John Bellamy; Marksizm ve postmodern Gündem. Ed. E.M.Wood/J.B.Foster, Ütopya Yayınları, 2000 Yapıt Wood/Foster derlemesi. Postmodernizm eleştirileri içeriyor marksizm bakış açısı içerisinde. E.M.Wood, Postmodern Gündem Nedir? derken, T.Eagleton postmodernistleri bir coğrafya ve tarih içine yerleştiriyor. D. McNally ilginç çalışmasında dil kullanımı ile sınıf savaşımı arasındakı somut ilişkiye işaret ediyor. B.D.Palmer marksist meta-anlatı yaklaşımını eleştiriyor. Mera Nanda (Hindistanlı) postmodernizmin bilim düşmanlığının üçüncü dünya açısından anlamını sorgularken; Kenan Malik, Fanon'a gönderme yaparak batı hümanizminden değişik hümanizmlerin olabileceğini gösteriyor. Carol A.Stabile enfes yazısında postmodernizmle feminizm ilişkisini irdeliyor. Daniel Nugent Meksika'daki EZLN hareketine solun postmodernlik yaftasını yersiz buluyor. Frederic Jameson marksizm üzerine beş tez ileri sürüyor (çok önemli). Ve John Bellamy Foster sonsözü tarihi savunmayla söylüyor. *** Geçtan, Engin; Hayat, Metis yayınları, 2002 Geçtan kişisel deneyimleriyle harmanladığı ruhbilimsel yaklaşımlarını yarı bilimsel ve oldukça tehlikeli-kaygan bir zemin üzerinde aktarmayı sürdürüyor. Usu kavramamış ve yaşamamış toplumumuz için usdışı gizemselliğin kimi kez açıktan, kimi kez çok dolaylı bir biçimde önerilmesi bizi dönüp dolaşıp yine postmodernizmin belirsizlikler alanına bırakıyor. Ama yeter artık! Kişisel söylemde geçerli görülen Geçtan biçemi, genellemelerde (dolaylı) gereğinden çok kafa karştırıcı... *** Geçtan, Engin; Kimbilir? Metis yayınları, 1998 Geçtan parlak bilimsel bir geçmişten sonra birikimini sorguluyor. Bana kalırsa çağcılötesi (postmodern) söylem ve yeni dünya düzeni onu fena silkelemiş. Bir arayış yapıtı Kimbilir... Daha önce hiç okumamıştım Geçtan. İyi ki de okumamışım. Çünkü kendisi o çalışmalarını çok korteks işi buluyor. Onun peşinde olduğu ise Jung'un arketipleri, doğunun döngüsel zamanı, kuantumun belirsizlik ve öngörülemezliği... Sonunda tüm tanı ve yöntemlere başkaldırırsa çok şaşmam. Ahmet İnam'ın bir başka örneği... (Belki de bir çok kişiyle haksızlık yapıyorum böyle yazarak.) Yazısı boyunca doğrulara çarpsa da çok kaygan ve boktan bir yer üzerinde durduğunu düşünüyorum. Karşılığında önerdiğim kuşkusuz Cüceloglu'nun yapay dizgeselliği değil... Puslu mantığı irdelediği bölümde şöyle diyor: "Bana da sorarsanız en iyi yol bir yerden bir yere gitmeyen yoldur, çünkü o 'yol'dur" (s.80) Geçtan'a göre mantıklı olmakla sağduyulu olmak farklı şey... *** Öz, Erdal; Cam Kırıkları, Can yayınları, 2001 2001'in çok beğenilen bu öykülerini çok tutmadığımı belirtmeliyim. Öz kimseyi takmayan, ama piyasayı (cinsellik) iyi kollayan 'profesyonelliği' ile Türk öykü geleneğine bir şey katmış sayılmaz. Bir iki buluş belki, 'Acı'da olduğu gibi... *** Atasü, Erendiz; Bir Yaşdönümü Rüyası, Can yayınları, 2002 Atasü'nün yapıtı neden bende gizli bir düşkırıklığı yarattı? Açık demiyorum, çünkü epey ilerlediğimde bile son dönemin en iyi romanlarından birini okuduğum kanısını taşıyordum. Kurgudaki çağcıl yetkinlik, birkaç yadırgatıcı (belki yanlış) dil kullanımına karşın etkili sayılabilecek anlatı, içkırılmaların kadınlık yazgısıyla tümlenmesindeki inandırıcılık vb.yi atlayıp beni kuşkulandıran şey, son dönemin yerleştirilmeye çalışılan beylik anlatı kalıplarına ödün verişi miydi? Herşeyi kapsam alanı içine alma çabası çokkatmanlılık izlenimi vermesine rağmen, okur açısından bir tutarsızlığa işaret olabilir. Şimdilik, önem verdiğim bir yazar olmasına karşın, ona verdiğimi geri alıyorum. İzleyeceğim. *** Atasü, Erendiz; Gençliğin O Yıkıcı Mevsimi, Bilgi Yayınları,1999 Atasü'nün romanı çok katmanlı bir çözümleme ve sorgulama girişimi. Deneysel bir roman denebilir mi? Neden Türk romanı son yıllarını anlatım teknikleriyle boğuşarak geçiriyor ve içerik-biçim uyumsuzluğunu göze alıyor? Sanki nesnenin parçalanması bitirilmiş de sıra ruhlara gelmiş gibi. Konumunun (cinsiyet olarak) haklılığı içerisinde gereken zeka ve duyarlılığa sahip Atasü, diğerleri gibi parçalamaya, yok etmeye ve iğdişe yakın duruyor. Özkıyıma yaklaşıyor. O kadar da değil ama. Herşey de gönlümüzce olamaz. Erkeğin iktidarına kadının katkısını (inanılmaz katkısını) hep merak ettim. Erkeğin iktidarını sorgularken, herşeyi erkeğe bulayıp ateşe atmayalım, derim. *** Yıldızoğlu, Ergin; Geceyle “Gece” Arasında, Alkım Yayınları, 2004 Çok sevdiğim bir insan Yıldızoğlu'nun sanırım ilk şiir kitabı, uzun süredir şiir yazmasına karşın. Ulusötesi birikimi şiirini ulusal sınırın ötesine taşıyor ve dil-ekin çatışması bilinçle seçilmiş bir kozmopolitizme, seçmeciliğe (eklektizm), yırt-yapıştır'a (kolaj) neden oluyor. Bunu anlamak zor değil ama sonuçta ikircikliyim. Behramoğlu'nun dediği gibi parçalı dünyanın evrensel parçalı dili ve şiiri mi bu, yoksa henüz şiir içre aşılamamış bir Yıldızoğlu çelişkisi mi? Türkçe şiir olarak görmek istediğimde şiiri kaçırıyorum, ama belki bir üst (meta)-dil, anlatı olarak bakmak gerekebilir. Tevfik Fikret'e, bir ölçüde Mehmet Akif'e, 40 kuşağının pek çok gerçekci yazar ve şairine onu bağlayan güçlü bir damarın da ayrımındayım. Yapıbozumcu(söküm), ama postmodern kesinlikle değil, bir şiirden söz edebiliriz sanırım. Kimi dizeler, deyişler, şiirler eşsiz güzellikte ve duyarlı, incelikli bir anlaka ve ahlaka işaret. Bu kadarını yakaladım. Kozmopolitizm Türkçe dil içi tutarlılığı da etkiliyor ister istemez. *** Yeldan, Erinç; Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi, İletişim Yayınları, 2001 Erinç Yeldan'ın (Bilkent Üniversitesi hocası) çalışması doyurucu, enfes bir çalışma, özellikle de bakış açısıyla beni kendine bağladı. Bir kere konuyu yalnızca birikim ve büyüme açısından değil, bölüşüm açısından irdeliyor ve aptallığın ve aptallaşmanın özürünü kaldırıyor ortadan. Yani ‘bölüşüm ilişkileri belirleyici olarak’ alınmalıdır (s.29) İkincisi tarihselcilik... Günümüz küreselleşmesi ilkinden farklı olarak eşitsizlik üzerine oturuyor doğrudan. 1970 sonrası küreselleşme, sermaye karını mutlaklaştırıp, önüne dikilen her türlü toplumsal, yönetsel, kültürel kısıtlamayı akıl dışı, çağdışılıkla suçlamaktadır (s.24). (s.42'de 'kemalist bürokratik kadrolar'ın sınıf ulamları (kategorileri) içerisinde yeralması bir dil sürçmesi mi ola?) Özünde öykü gelir, bölüşümüne karışan devletin yeni ve uluslararasi finans araçlarına (özellikle 1989'dan sonra) başvurarak büyük sermaye çıkarına düzenleme yapması ve buna bağlı borçlanma krizine, dayanır. Bir saptama gerçeği ortaya koyuyor: 1980'den sonra ücretler, sabit sermaye, vb. herşey piyasaya bırakılmışken imalat sanayii karlılığında düşmek bir yana yükselmenin görülmesi. Sonuç, sektörel tekelleşme olgusu kırılamamış, mark-up fiyatlama yoluyla maliyetler tüketiciye fazlasıyla aktarılmıştır. Türk imalat sanayi, dışsal şoklara, devletin gücünü arkasına alarak ön savunma aracılığıyla karşı koymuş, kar marjlarını diğer kesimler aleyhine arttırmıştır. 4.bölüm, iktisadi artığın 1980 sonrası nasıl yaratıldığı ve aktarıldığını ve bu süreçte devletin rolünü ayan beyan ediyor. Bankacılık sistemi de bu fotoğrafta doğru yerini alıyor. Sorun, Türkiye’nin, ulusal mali piyasaları yetersiz ve korunmasızken uluslararası spekülatif sermayeye açılmasından kaynaklanıyor. Bankacılık, reel sektöre kaynak aktarmak yerine spekülatif finansman biçimine yöneliyor. Rantiyer tipin ortaya çıkarak etkinleşmesi gecikmiyor kuşkusuz. Son bölüm, 2000 krizini (arkasından da Şubat 2001 var) irdeliyor. Yeldan'ın uyarıları ve öngörüleri gerçekleşmiştir. Kur çıpası (sabit kur) Merkez Bankasının esnek ve etkin rolünü azaltmış, denetimi elinden kaçıran kamu maliyesi kısa dönemli uluslararası spekülatif sermayenin yıkıcı etkisini önleyememiştir. *** Hemingway, Ernest; Çanlar Kimin İçin Çalıyor, Altın Kitaplar Yayınevi, 1992 Mete Ergin'in olağanüstü güzel çevirisinden okundu, ama kötü bir baskıda. Hemingway'in öykülerinden yanayım, ama bu, özellikle bu romanındaki doruk anlatıları (özellikle iç konuşmalara dayalı, sevi ve politik özeleştirileri aktaran) görmezlikten gelebilirim, anlamı taşımaz. Kuşkusuz öykülerini bile aşan anlatılar sözkonusu bu romanda. Ama sanki yapıtın anlatı(cı), yapı sorunu var. Odak kayması diyorum ben buna ve okuru alıp götüren paylaşma ve sürüklenme duygusu sarsıntı geçiriyor kimi yerlerde. Bu, çeviriyle ilgili bir sorun olamaz. Öte yandan Hemingway'e özgü etik (yiğitlik anlatısı) bu romanın omurgasını oluşturuyor, bu yazarın solculuğuyla ilişkisiz bir şey, gazeteciliği de bununla tam örtüşüyor. Hemingway umutsuzluğa adanmış erkekçe seçimlerin ardındaki gösterişli değil, gösterişten uzak, o biraz Amerikalı buruk trajedinin yazarı. Bu işte insanı (okuru) alıp götüren. Diyalogların yalınlığı ve yineleme de, sabitlenemeyecek bir dünyanın insani bir etkinlikle (konuşmayla) sabitlenmesi gibi sonuçsuz bir çabanın göstergeleri. Bu roman Hemingway'i ve insanoğlunu anlamak için kesinlikle okunmalı, diyebilirim. Kusurlu bir başyapıt. İyiliği burada belki de. *** Hemingway, Ernest; Irmağın Ötesi; Varlık Yayınları, 1965 Hemingway'in son ve tüm birikimini, duyarlığını içine gömmek istediği (tüm yaşamını mı demeliydim), ama başarılı olduğu tartışmalı romanı, benim açımdan özel ve etkileyiciydi. Yalnızca konuşmalarla ilerleyen, tüm tinsel çırpınışların bu konuşmalarda yansıdığı, dünyanın en yalın ve en karmaşık öyküsünün bilgece betimi, bir aşk öyküsü. Ama aşkın yeniden yorumu, aşılması... Anıl Meriçelli'nin güzel çevirisinden, bu buruk öykü Hemingway'i anlamak için okunmalı. Hemingway'i yapan bileşim; av, kadın, (vahşi) soyluluk, savaş, vb. ince bir kıyımdan, özkıyımdan geçiyor Irmağın Ötesi'nde... *** Hemingway, Ernest; İhtiyar Balıkçı, Varlık Yayınları, 1967 Tamamlanmış, bilinen son yapıtı, uzun öykü, İhtiyar Balıkçı belki de yaratısının da doruğu. Hemingway'in insana biçtiği en temel sınama (insanlık sınavı) av ve av'ın karşısında insanın duruşu, bu yapıtının da ana konusu. Büyük bir anlatıcı, büyük bir kurgu ustası Hemingway. İki çevirisi de güzel. Orhan Azizoğlu (Varlık), Ülkü Tamer (Sosyal). *** Hemingway, Ernest; Güneş Gene Doğar, Hayat Neşriyat yayınları, 1971 Hemingway okuması. Bu önemli kült romanıyla buluşabildiğimi sanmıyorum. Onun, yaşamın karşısında duran savaşcı erkek tutumu baştan soğutuyor beni. İnsan (erkek) sınav veriyor ve verdiği sırada mutlu. Diğerleri, seyirci olanlar çürüyenler yalnızca. Bir çürüme ve anlatamama tanıklığı Hemingway'in romanı. Çok etkilendiğimi söyleyemem, gücü yazınsal değil, daha çok temsil gücünden geliyor olsa gerek. Hemigway olağanüstü bir konuşturmacı. Anlatımı eylemli ve eylemci. *** Hemingway, Ernest; Silahlara Veda, Altın Kitaplar Yayınları, 1969 Ülkü Tamer'in güzelim çevirisinden şaşırtıcı bir Hemingway savaş romanı. Özyaşamöyküsel bir anlatı. Gerçekte romanın iki katmanı var. Savaş ve aşk. Birinci yarı savaşı, ikinci yarı aşkı önceliyor. Bana kalırsa sıradan aşk öyküsünü anlamlı kılan da savaş ve kendine özgü şiddeti. Ama Hemingway öyle sanıyorum ve herşeye karşın, bir kez ortaya çıktıktan sonra savaşı bir erkekler oyunu olarak görebilirdi, eğer bu savaş kitlesel, kimliksiz, birinci büyük savaş olmasaydı, öznelerin azgınca dışavurduğu bir avcılık oyunu olsaydı. Böyle olmadığı için savaşa bakışı ve orada gördüğü şey, belki istemeden savaş hakkında söylenmesi ve bu biçimde söylenmesi gereken şey...Kitlesel kıyımda birey bir anda hiçleniyor, yokoluşunu tasarlıyamıyor, önceden yaşayamıyor, kendi korkusunu yaşayamıyor. Hemingway bence kendi kişiliğini aşıyor bu romanıyla. Çünkü bir sonraki romanı Afrika’nın Yeşil Tepeleri’ni okudum. Orada(ki savaşta) Hemingway kendi oluyor, barışıyor kendiyle. Bir Amerikalı o. Ikinci bölüm ayrı bir katman. Hollywood'vari bir savaş fonunda aşk öyküsü. Hüzünlü değil, hüzne ilişik... Hemingway öyle sanıyorum, dünyanın en büyük söyleşme (diyalog) yazıcılarından... Evrensel bir katkı diyebilirim. Kişilerini onun gibi konuşturabilen bir yazarımız var mı acaba? *** Hemingway, Ernest; İşgal İstanbulu ve İki Dünya Savaşı (BE 10), Bilgi yayınları, 1988 Yapıt Hemingway'in gazetecilik ürünlerinin derlemesi. İçinde, 1922 işgal İstanbul'undan, 1923 Lozan'dan, 1937 İspanya İç Savaşından, 1922 Paris'inden (Paris Bir Şenliktir), 1923 Almanya'dan,1943 Fransa Çıkarmasından (2. Dünya Savaşı, Dunkerk miydi?), 1944 sonrası Küba, Afrika vb.den gazete yazıları(oldukça kişisel gözlemler, notlar, yorumlar) yer alıyor. İstanbul'u doğru gördüğünü söyleyemem bu Batılının, bana kalırsa yanlış gördü ve başkalarının da böyle görmesini sağladı. WASP'ın arkada, derinde bir yerde baktığını duyumsuyor insan. Bence Hemingway önce Afrika'da, daha çok İspanya'da, ardından Küba'da kendisi oldu. Savaşı (mertçe olan savaşı) sevmekle, savaştan nefret etmek arasında iç çatışmalarından Hemingway dili, biçemi doğdu. Bu biçem belki Amerikan yazınında (nedenleri var) çok az yinelendi, çünkü yaşamını oyuna koymanin büyüleyici dehşetini çok az insan göze alabilirdi. Bu dilden bence yeryüzünün ideolojik erkekçil doğaları bir yana, en güzel öyküleri ortaya çıkabildi, romandan çok. *** Hemingway, Ernest; Ya hep Ya Hiç (BE 9), Bilgi yayınları, 1988 Tarık Dursun K.’nın nefis çevirisinden (sanki Hemingway Türkçe yazmış gibi) KübaAmerika, insan, silah kaçakçılığı, şiddet, cinayet, başka değil böyle olmaya ilişkin yazgısallık, yine de denemek, iyi ve kötüde mutlakı dışlamak, vb. üzerine sürükleyici bir Hemingway romanı. Keyifle okunan, biçeminin doruğunda ama içerik olarak Hemingway gerisinde Ya Hep Ya Hiç, belki çok güzel bir Hemingway öyküsü olabilirdi. Harry kuşkusuz tanıdık ve sağlam bir tip. Hemingway'den en azından birşey taşıyor: Kazanmak için vuracaksın. Ya avcı, ya av olursun. Fazla bir seçimin yok. Bu roman Hemingway poetikasında deneysel bir çalışma da sayılabilir. Çünkü hiçbir başka anlatısında denemediği bir şeyi burada deniyor, anlatım tekniğinde, yazar, anlatıcı açılarını bölümlerde değiştirerek çoklu bakış açısı sağlamaya çalışıyor. Kuşkusuz ondan sonra bu tekniklerin yetkin örneklerini okuduk. Hemingway'inki bir deneme... *** Hemingway, Ernest; Afrika”nın Yeşil Tepeleri (BE 2), Bilgi yayınları, 1992 Fatma Aylin Sağtür çevirisi. Bir de Varlık Yayınları’ndan Filiz Karabey çevirisi birlikte karşılaştırmalı okundu. Sağtür çevirisi hem daha iyi, hem de 4 bölümü de içeriyor, yani tam çeviri. Varlık sanırım 3. bölümü baskıya almıyor. Neden? Kitabın arka sayfasında ‘ilginç olmadığı için’ açıklaması var ki, bu yaklaşım hiç hoş değil (3.baskı, 1959), ayrıca da bölüm diğer bölümlerden daha az ilginç değil. Asıl nedense Hemingway'in bu bölümde Türkiye Cumhuriyeti kuruluşuyla ilgili sevimsiz bir iki yargıda bulunması. Bence Varlık Yayınevi 1955'den itibaren bu nedenle yapıtı eksik basıyor. Son dönem yapıtları arasında yer alan Afrika'nin Yeşil Tepeleri tam hemingway'e özgü bir anlatı ve hesaplaşma, özyaşamöyküsel bir anlatı. Orada yazın dünyasıyla hesaplaşıyor yazar ve kendisine yöneltilen olumsuz eleştirilerle, kadın-erkek doğası ve bireysel yaklaşımının erkekçil vurgusundan kaynaklanan uyumsuzluğu ile boğuşuyor, tıpkı dişi için savaşan sürünün egemen erkeği olmak ve böyle görülmek istiyor. Av onun için sürekli bir erkekleşme ritüeli, bunu karısı dahil herkese anlatabildiği konusunda görünürde bir oydaşma varken, gerçekte Hemingway bu umutsuz çabasında her zaman sonuna değin yapayalnız... Burada haklı olarak daha güçlü bir erkeğe kaptırılan dişinin av katharsisi ile yeniden kazanılması, sahiplenilmesi anlatılıyor. Feminizm Hemingway'i nasıl değerlendirdi? D.H.Lawrence’da olduğu denli sert mi yaklaştı? *** Hemingway, Ernest; Kazanana Ödül yok (BE 5), Bilgi yayınları, 1995 Hemingway'in öykülerinin Türkçedeki yazgısı ilginç. Hemen hemen tüm öyküleri değişik derlemelerle Türkçeye kazandırılmış. Bir kitapta çevrilmiş öykü diğerinde karşınıza çıkıyor, ya da yok. Hemingway'in öyküleri toplu olarak bakılırsa başyapıt olarak nitelenebilir. Ben en çok sevdiklerime işaret edeceğim: Dünyanın Başkenti Fırtınadan Sonra Temiz ve Aydınlık Bir Yer Dünyanın Işığı Denizin Değişimi (Olağanüstü güzel bir öykü) Hiç Olamayacağınız Gibi Isviçre'ye Selam (deneysel bir öykü) Kumarbaz, Rahibe ve Radyo Babalar ve Oğullar *** Hemingway, Ernest; Klimanjaro”nun Karları (BE 3), Bilgi yayınları, 1999 Yine olağanüstü bir öyküler demeti, Aziz Üstel/Neşe Basman çevirisinden. Hemingway, sanırım öykü kitaplarından birinde, her öyküsünün girişine gazetecilik yazılarından kısa pasajlar ekliyor. Bir anlamı olmalı. Belki ortak kahraman Nick=Hemingway'dir bunun nedeni.Öykülerde benim seçtiklerim: Klimanjaro’nun Karları Michigan’da (olaganüstü güzel) Kızılderili Kampı Doktor ve Doktorun Karısı Üç Günlük Esinti Bay ve Bayan Elliot Yağmur Altında Bir Kedi Mevsim Dışı Bizim Peder *** Hemingway, Ernest; Klimanjaro’nun Karları, Milliyet+Varlık Yayınları, 1995 Bilgi Yayınevi'nin Klimanjaro'nun Karları baskısında olmayan öyküler: On Kızılderili Yine Uzanmış Yatıyorum Kanarya (olağanüstü güzel) Başka Bir Ülkede (bir küçük başyapıt) Beyaz Fillere Benzeyen Tepeler (Olağanüstü) *** Hemingway, Ernest; Hikayeler, Köprü yayınları, 1970 Mehmet Harmancı çevirisinden olağanüstü öyküler (Diğer öykü derlemelerinde olanlar hariç): Bir Seyin Sonu Askerin Dönüşü (Savaş karşıtı, olağanüstü bir öykü) Katiller Che Ti Dice La Patria? Sıradan Bir Soruşturma (Olağanüstü güzel) Bir Alp Masalı Dövüşçü Hemingway, Ernest; Kadınsız Erkekler, Adam Yayınları, 1995 Ülkü Tamer'in nefis çevirisinden Hemingway öyküleri. Hemingway'i Türkçeye çevirmek sanırım kolay (?). Diğer derlemelerde bulunmayan öykülerden bir seçme: Yenilmeyen (Olağanüstü bir matador öyküsü) Elli Bin Papel Bir Kovalamaca Yarısı (Olağanüstü güzel) *** Hemingway, Ernest; Denizin Değiştirdiği, De yayınları, 1985 Memet Fuat'ın çok güzel çevirisi. Yapıttaki öyküler diğer öykü derlemelerinde yer aldığı için burada seçme yapmıyorum. Ama bu güzelim öyküleri öncelikle Memet Fuat, Ülkü Tamer çevirilerinden okumak gerek. Hemingway 1898'de Illinois'de doğdu. 1953: Pulitzer 1954: Nobel 2 temmuz 1961: Idaho ölüm (intihar) *** Caldwell, Erksine; Geride kalan Yıllar, Varlık Yayınları, 1954 Caldwell'in kendi yazma deneyimini ve yazısının kaynaklarını, okurlarının sorularını da yanıtlama amaçlı olarak, anılaştırdığı Türkçede kısaltılmış yapıt, gerçekci ve solcu Amerikan yazar kuşağının tipik ürünü. Her açıdan tipik: Yazarı oluşturan toplumsal kaynaklar, bunlara yazarın verdiği tepkiler, Amerikan sertliğinden doğan ufuk içre eleştirinin yozlaşma eğilimi, vb… Dizge Steinbeck'i, London'ı, Caldwell'i bence bir biçimde yola getirmiş (bu yazarların suçu değil, benim de çok sevdiğim yazarlar bunlar). Yitik kuşak'ta (Fitzgerald, Hemingway'de pek başarılı olduğu söylenemez sanırım dizgenin, yoksa söylenebilir mi?) Sonuçta yararlı, önemli bir anı Caldwell'inki... *** Caldwell, Erksine; Tütün Yolu, Varlık Yayınları, 1964 Yapıt iki çeviriden okundu: Varlık baskısı M.Zeki Gülsoy'un, Halk El Sanatları baskısı ise Vahdet Gültekin'in. İkisi de başarılı sayılabilecek çeviriler. Caldwell'in ABD Güney’inin beyaz yoksullarının gündelik diline özgü giz, vurgu, argo, vb. özellikleri az çok yansıtılmaya çalışılmış. ‘Tiyatrosal uzam’ üzerine romanlarını kuran Caldwell'ın yapıtı bu nedenle oyunlaştırılmaya çok uygun (öyle de olmuş). Tütün Yolu ilk büyük Caldwell başarısı. Öyküleriyle daha yeni yeni tanınıyordu. 1932'de yayınlanan roman ayni zamanda bir tokattı ve anlatılana inanılmadığı için Caldwell ‘Güney’i bir dizi röportajla belgeledi 10 yıl sonra. Caldwell'ın insanları kendini anlatımda göstermeyen bir karikatürleştirmenin, acı yerginin uçlarda yorumlanmış tipleri. Etkileri buradan. Gülmece duygusu da aynı noktadan fışkırıyor. Ekinsel (kültürel) donanımlarından geri basan insan(oğlu) hayvanlaşıyor Caldwell'de. Ama bence hayvandan daha da aşağı bir noktada demirliyemiyor bile. Önemli olan bunu konformist noktamızdan (ayrıcalığımızdan) biz okurların kabul edebilmesi. Caldwell'ın tekniğine bağlı olduğu kadar, bilincimizin arketipler konusunda karanlık noktalarımızda Caldwell'ı doğrulamasına da bağlı olsa gerek (bu) durum. İnsana tuttuğu ayna dayanılır gibi değil ve küçümsenmiş Caldwell'in büyük değeri de, insanoğlunun nereye değin alçalabileceğine ilişkin ikna edici işaretleri dürüstçe verebilmiş olmasında tüm yapıtlarıyla. *** Caldwell, Erksine; Din Ticareti, Varlık Yayınları, 1968 Evrensel zübük tipini Caldwell Amerikan Güney Taşrasında sahte din adamı ile yeniden yaratıyor. Caldwell'ın yakın (dogrudan) tanıklığının ürünü olan etkileyici yapıt iyilik ve kötülüğün en ilkel yaşama koşullarında nicel ve nitel olarak ne derece yalınlaşabileceğinin de kanıtı. Caldwell'ın evreni minimalist bir evren. Doğal gereksinimlerine indirgenmiş insan herhangi bir değeri taşıyamıyor, genellikle kendi doğasının bile gerisinde kalıyor. Caldwell'ın tüm anlatılarının en belirgin özelliği Amerikan oluşları, Amerikalılıkları. Amerika'ya başlamak için Caldwell kesinlikle es geçilmemeli. *** Caldwell, Erksine; Bir Garip Zenci, Varlık yayınları, 1975 Twain'vari taşra yaşamından bir çocuğun tanıklığıyla anı-izlenimler olarak kurgulanmış bu uzun öykü hoş olmasına hoştu, ama inanılmaz dizgi yanlışlarıyla (başka bir baskısı bulunabilir) kitap okunmazlaşmış. Yine Caldwell'ın uzamı, insanları, konuşmaları, eyleme karşı gevşek duruşları. *** Caldwell, Erksine; Temmuz Vakası, Varlık Yayınları, 1951 Caldwell'ın bir başka büyük kısa romanı. Amerika'nın derinliklerine (insanın derinliklerine) bir başka yolculuk. Sanırım Caldwell ABD ve Avrupa'da derinlikten yoksun, sığ bulunmuş, o nedenle ikinci sınıf yazar olarak değerlendirilmiş. Bundan kuşkuluyum, en azından iki savaş arası yapıtları açısından. Temmuz Vakası ırkçılık sorununu kimseyi yüceltmeden, özellikle aşağılamadan, olduğu gibi veren güçlü anlatılardan. Koşullu, önyargılı Caldwell tipleri kendileri gibi yapıp ediyorlar. Caldwell küçücük çıkarlardan ne büyük toplumsal devinilerin doğabileceği konusunda güçlü bir gözlemci. Onun en değerli yani öyle sanıyorum tanıklığı ve değerler çarpıtmasını hep kenarda tutabilmesi. O açıklamaları anlatısına katarsa herşeyin ve herkesin haklı olabileceğini biliyor. Minimalizmi buradan (geliyor) zaten... Bu bir tutumdur. Okura saygı diyorum ben buna. *** Caldwell, Erksine; Belalı Yer, Oda Yayınları, 1981 Belalı Yer yine Caldwell'in kapanmış bir fabrikanın işsizlerini konu aldığı, yoksulluğun tüm değerleri hiçlediğini kanıtladığı bir başka etkileyici romanı. Acaba Caldwell'in hiçlenen değerler dizgesi Caldwell açısından, savunulabilir değerler mi? Yanlışlık nerede? Değerler nasıl, nereden sorgulanmalı? Matematiksel kesinlikle yoksulluk bir değerler istifası getirir mi? Caldwell bence insanların pek de yüzleşmek istemeyeceği bir soruyu ısrarla (tekrar tekrar) ele alıyor. *** Caldwell, Erksine; Allaha Adanan Toprak, Remzi Yayınları, 1949 Daha sonra Tepedeki Ev'i okumasaydım belki de Caldwell'ın en iyi romanı derdim bu kitap için. Ty Ty Walden'in kendi arazisinde oğullarıyla birlikte altın arayışının trajikomik öyküsü ABD'de yargı konusu oldu. Acaba cinsellik boyutu mu, işçi direnişi miydi yargıya giden tartışılabilir. Ama bence romanın önemi tezinden geliyor. Damat Will'le simgelenen irade gücü, istem aşkın yasasına dönüşüyor ve yüceltiliyor. Ty Ty'ın kızlarından biriyle evli ve diğer iki güzel kızı ve geliniyle de yatan Will için, kızlar; 'hiç kimse bizi böyle istemedi', diyorlar. Bilge Ty Ty bu tezi dile getiriyor. Güzelliğe tapınmalı, onu arzulamalı ve açıklamalı. Bu. *** Göktulga, Fahri Celal; Bütün Hikayeler, Ed. Mustafa Baydar, Cem Yayınları, 1973 Ruh hekimi Fahri Celal'in tüm öyküleri: Talak-i Selase, Kına Gecesi, Eldebir Mustafendi, Avurzavur Kahvesi, Rüzgar, Portreler. Türk yazını içinde bir yer edinip edinmediği konusunda kuşkuluyum. Ama Orhan Kemal'lere yolu açanlardan olabilir. Diyalog, yaşamdan sahneler, sokaktaki insan....Yer yer çok başarılı öyküler de sözkonusu. *** Atay, Falih Rıfkı; Çankaya 1,2,3,4,5, Cumhuriyet Yayınları, 1999 Bu Cumhuriyetimizin önemli yapıtı için çok geç bir okuma... Duyarlı, çoşkulu ve içten. Kuruluş’un somut, etkileyici öyküsü. Ders kitabı olarak okutulmalıydı. *** Atila, Fatih; Ölü Canlar, Can yayınları, 2003 Fatih Atila'nın Sivas Olayları’nı odağa alan içburkucu romanı ulusal sınırları aşan bir duyarlık getirmekle kalmıyor, şeriatçı bir kalkışmaya da indirgenemeyeceği yönünde yaklaşımlar içeriyor. Yalın bir dil, yazınsal tadı eksiltmiş diyebiliriz. Ilginçti. Gogol'e, Puşkin'e göndermeler sözkonusu. *** Andaç, Feridun; Adalet Ağaoğlu Kitabı, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2000 Ağaoğlu'nun poetikası doğrudan ya da dolaylı olarak ortaya çıkıyor böylelikle ve bu, soruları hazırlayan Andaç'ın başarısı değil. Ağaoğlu'nu ilk selamlayan ve yüceltenlerden biri (bir okur) olarak Üç Bes Kişi'den sonra onunla yollarımız ayrıldı. O da söylemi (tarihsel) gerçeğin yerine geçirerek çarpık bir bakış açısı içine yerleşti. Bence Türk yazınındakı postmodernizmin öncüsüdür ve Orhan Pamuk, Ahmet Altan, vb. ile sürmüştür. Kendi kişisel tarihindeki 'yersizliği'ni ulusal tarihe genellemekte çok tezcanlı davrandı Ağaoğlu. Biraz onda Halide Edip'in doyumsuz, isterik ırasını (karakter) görür gibi oluyorum. Fikrimin İnce Gülü düzeyinde (belki Bir Dügün Gecesi) bir daha ürün veremedi. Bir Düğün Gecesi’ndeki Aysel'in (akademisyen ve cumhuriyet kuşağından) 68 kuşağından bir öğrencisinin altına yatmasındaki çağrışıma vurgusu bana komik geldi nedense (s.65) *** Savater, Fernando; Yaşam Soruları, İletişim Yayınları, 2001 Savater'in bu felsefeyi gençlere sevdirmeye yönelik nefis yapıtı neden felsefe sorusunu yanıtladıktan sonra ölüm'le başlıyor anlatısına. Us'dan ben'e, simge’den evren'e, özgürlük’ten doğa'ya, toplum'dan güzellik'e ve oradan zaman'a bir yolculuk yapıyor. Bir tek alıntı: "Niçin, içinde bulunmadığımız ölüm, bizim için, içinde bulunduğumuz yaşamdan daha önemli olsun?" (s.298) *** Naci, Fethi; Reşat Nuri”nin Romancılığı, Oğlak Yayınları, 1995 Kendisine, emeğine büyük saygı duymakla beraber, Türk Yazını’nın (akademi içi ve dışı) Fethi Naci'ye yargılı ve yazgılı olmasını hiç bir zaman sindiremedim. Fethi Naci, Türk yazınının kaba (vulger) bir indirgemesi. Beylik yargı cesareti sanırım yıldırıyor. Birikimsizliği cesaretini çoğaltıyor ve bu da yaygın korkunun kaynağı... Türk yazın eleştirisi geleneğinin haydut bireşimi (sentezi) Naci bana kalırsa. Türkiye'de ne kadar futbol varsa o kadar edebiyat var, demesi doğruydu ve ondan beklenirdi. Gerçekciliğe giden yolda iyiniyetli, ama yetersiz bir Güntekin portresi var onda. Vahşi kapitalizme karşı, ama sevgi, şefkat, iyilik, vb. kavramlara sığınan bir Güntekin. Yani ‘toplumcu değil’. Toplumcu olmayan yazar iyi olamaz mı ya da tersi... HARABELERİN ÇİÇEĞİ (1918): Melodram ağırlıklı, ilkel bir roman (s.27). GİZLİ EL(1920): Zayıf, paramparça bir roman...(s.40) ÇALIKUŞU(1922): Okurun nabzına göre şerbet veren ilkel bir roman (s.76) DAMGA(1924): Sıradan...En zayıf romanlarından biri... (85) DUDAKTAN KALBE(1924): Pembe dizi için elverişli...(s.103) AKŞAM GÜNEŞİ(1926): İlk 6 romanından en başarılısı..(s.105). Hala genç ve diri...(s.116) BİR KADIN DÜŞMANI(1927): Mektup biçiminde tek romanı...Balzac'ın Yeni Gelinin Anıları'ndan esinlenmiş...(s.127) YEŞİL GECE(1928): Edebiyat açısından başarısız, bildirisi bakımından tutarsız...(s.137) ACIMAK(1928): Şematik bir roman (s.140). Bürokrasiye yönelik eleştirileriyle bugün de okunabilir...(s.148) YAPRAK DÖKÜMÜ(1930): İlginç, ama başarılı olduğu söylenemez. Basit...Kolay bir kurgusu var. (s.151) KIZILCIK DALLARI(1932): Kişilerden çok tipler var...Unutulmaz, nefis bir röportaj...Belgesel nitelikle yaşayacağa benzer. (s.159) GÖKYÜZÜ(1935): Her Türk aydınının kendisiyle hesaplaşması için bu romanı okumasında yarar var (s.169) ESKİ HASTALIK(1938): İlginç, ama az tanınan ve okunan...(s.187) ATEŞ GECESİ (1942): Reşat Nuri'nin en güzel aşk romanı (s.187). En güzel romanı (s.202) DEĞİRMEN (1944): Reşat Nuri romancılığında önemli bir yeri yok (s.204) MİSKİNLER TEKKESİ (1946): reşat Nuri'nin en başarılı romanlarından biri (s.206). Üçüncü bölümdeki romancı yanılgısı olmasaydı Türk romanının en önde gelen örneklerinden biri olurdu (s.208). KAVAK YELLERİ (1950): Betimleme, eleştirinin ta kendisi (s.220). Gereksiz ekle (2.bölüm) dolu (s.235). Reşat Nuri'nin roman yapısı diye bir sorunu yok (s.239). Reşat Nuri'nin kolay kolay eskimeyecek romanlarından...(s.243). KAN DAVASI (1955): Roman yapısından yoksun, biçem birliğinden de...(s.245). SON SIĞINAK (1961): İnkilaba bir ağıt (s.277). *** Naci, Fethi; Bir Hikayeci: Sait Faik, Gerçek Yayınları, 1990 Fethi Naci'nin Sait Faik'le ilgili ilginç bir saptama da yapan derme çatma çalışmalarından biri daha. Naci'de hoşlanmadığım, dizgesizliği. Birkaç parlak buluş herşey demek değil. Sait Faik'i satırı altına yatırıp ilk ve sonraki Sait Faik diye ikiye bölünce kendisi ve benzeri okurlar epeyce rahatlıyor olmalı. Sait Faik eleştirisini bulmuş değil hala bence. *** Kazan, Frances; Halide Edip ve Amerika, Bağlam Yayınları,1995 Halide Edip'in Amerikan dünyasıyla ilişkisini anlatan ve çok da ilginç bilgiler eleveren bu doktora çalışmasının ne söylemek istediği (tezi) biraz bulanık. *** Xingjian, Gao; Ruh Dağı, Doğan Yayınları, 2002 2000 nobelini alan Çinli (?) yazar Xinglian'ın ilk romanı (1995). Bir yanıyla büyük, kendini tümleyen; diğer yanıyla da sıradan, kendini sürekli çözen bir roman Ruh Dağı. Büyük esinler taşır gibi görünürken okurunu süreklı yanıltan dönek bir yapısı var romanın. Romanı oluşturan parçalar okurun Çin dünyasına ilişkin esiniyle tümlenebiliyor ve yapıtın yazgısı bu esine bağlı. Böylece resimsel imge yapıtın temeline oturuyor (kurucu imge). Gao aynı zamanda ressam. Ve Çin'in görkemli eş ve ardzamanlı öyküsü (mitolojiler, anlatılar, dinler, uydurulmuş öyküler, coğrafya, arayış, kutsal dağlar, sülaleler, kültür devrimi, yıkımlar, vb.) bir çağrışımlar ve kurgular zinciri içerisinde kişisel içedalışın, içsel arayışın bölük pörçük öyküsüne dönüşüyor. Öte yandan çağcıl, Batı insan ilişkileri modeli de genel öykünün içerisinde yazarın kişisel (ben-sen-o yansıtmaları içre) serüvenine ekleniyor. Olmayan yerini arayan (Ruh Dağı) bir tür olumsuz (negatif) Ahab, Gao Xinjian. Ne doğulu, ne batılı... Ama sanki Batının kendisinden ne beklediğini anlamış... *** Gamov, George; Bay Tompkins”in Serüvenleri, Evrim Yayınları, 1998 Gamov'un bazı bakımlardan eskimiş yapıtının amacı, modern fizik kuramlarını halka öyküleme tekniğiyle anlatmak... Ama ölçek ve öykü biraz abartılı tutulunca öğrenilmesi gereken şey arada biraz ezilmiş gibi... Sevdiğimi söyleyemem. *** Myerson, George; Ekoloji ve Postmodernizmin Sonu, Everest Yayınları, 2004 Günümüzde ekoloji ve küresel çevre bağlamının getirdiği yeni büyük anlatının postmodern savı çürüttüğünü ileri sürüyor Myerson haklı olarak. Önemli bir yazı. *** Ritzer, George; Toplumun McDonaltlaştırılması, Ayrıntı Yayınları, 1998 Ritzer'in McDonaldlaşmayı kapitalist üretim ve pazarlamanın yeni bir görünümü (?) olarak ele alması ve eleştirmesine katılıyorum ama sonrasına, postmodernist-yarı mistik akılcılık eleştirisine buradan geçişine fena tutuluyorum. Eh, McDonald 'aklın tezahürü' olunca (ama hangi hokus pokusla oluyor bu?) McDonald bahanesiyle vur abalı akla. Ayrıntı Yayınevinin işlevi bu: solcu sağcılık. Büyük ölçüde Weber'in aklın baskıcı temsili olan bürokrasi eleştirisine yaslanan ABD'li Ritzer, sınıf ve ideolojiler üstü (!) bir salgın gerçek konusunda herkesi uyarıyor. Hatta giderek akıl=nazizm=bilim gibi eşitlikler de kurmaktan geri durmuyor yarı gizli. Aklın nitelikleri eğer verimlilik, hesaplanabilirlik, öngörülebilirlik ve denetimse işte McDonald! Ama her niteliğin kendi karşıtını, aklın akıldışıyı bağrında yuvalaması kaçınılmaz. Ritzer bu süreç büyüyerek sürecek diyor umutsuzca. Çözüm için yerel, bireysel seçenekler üzerinde durması çok doğal. Özsaygısını korumaya çalışan özgür (!) direnişçi...Hepsi bu. Anlaşılan yel güçlü esti ve Marx'ın geri-ötesine düşürdü birçoğunu. Kowinski, içlerinde her zaman fast-food restoranları bulunan alışveriş merkezlerinin, insanların modern "tüketim dinleri"nin ibadetini yerine getirmek için gittkleri modern "tüketim katedralleri" olduğunu ileri sürer. (27) McDonalds modelinin başarısı, birçok insanın sürprizlerin daha az olduğu bir dünyayı tercih etme noktasına geldiğini düşündürüyor. (36) Zamanla kaçış yollarının kendileri de akılcılaşmış (...) (51) Otomobil ihtiyaçlarıyla banliyö sakinleri, fast food restoranları için doğal bir oluşumdu ve hala da öyledir. (60) Gerçekten verimli ve gerçekten ucuz değilse, o halde McDonaldlaştırma, daha özele inersek fast-food restoranı insanlara ne verir? Neden dünya çapında bu kadar başarı kazanmıştır? Bunun bir nedeni , McDonaldlaştırmanın verimlilik ve tutmluluk yanılsaması yaratmasıdır (185) *** Corm, Georges; Doğu-Batı Hayali Kırılma, Metis Yayınları, 2003 Doğu-Batı sorunsalını postmodern paradigma içerisinde akıl düşmanlığı yaparak irdeleyen bu Lübnan eski bakanı yanlış sularda yüzüyor. *** Jean, Georges; Yazı İnsanlığın Belleği, Yapı Kredi Yayınları, 2002 Büyük hoşlukla okunan, Yazı'nın insan geçmişi boyunca serüvenini, bol görüntü eşliğinde sunan yapıtın Fransa'da özgün baskısı 1987'de yapılmış. *** Bessiere, Gerard; İsa beklenmedik Tanrı, Ed. Orçun Türkay; Yapı Kredi yayınları, 2001 Son derece öğretici bir kitap...Hristiyanlık ve İsa hakkında bir şey bilmediğim ortada... Özellikle kitabın Tanıklıklar ve Belgeler bölümü çok iyi... Zengin görsel malzeme... *** Nerval, Gerard de; Aurelia: Rüya ve Yaşam, Cumhuriyet Yayınları, 2001 Kendini köprü üzerinde asan Nerval'in çılgın düşlemlerinin tanıklığı, sanrılar, düşün yaşamla birbirine karışıp eridiği çizgi... *** Deleuze, Gilles; Proust ve Göstergeler, Kabalcı Yayınları, 2004 Deleuze'ün bu sıkı Proust okuması (belki de böylesi parmakla sayılacak denlı azdır ve zorlandım) yapıtın tümüne dönük bir çözümleme sayılmasa da gerçekte olmayan kilitini bulgulama girişimi sayılabilir. Proust'un yapıtına, yöntemini araştırmasının (yapıtının) sonunda ortaya çıkaran bir felsefesel çıraklık süreci olarak bakan Deleuze, sosyete (boş), aşk, duyumsanabilir nitelik ve izler (daha somut), sanat göstergeleri avcılığıyla Platon'un idelerine, öz'lere ulaşmak değil, bu özleri ortaya koymak, çıkarmak yönündeki Proust çıraklığının (arayış) gerçekte bellek, hatta istemdışı bellek arayışı değil bir hakikat arayışı olduğunu belirtiyor başta. Öte yandan kayıp zaman yalnızca geçmiş zaman değil, boşa harcanmış zamandır da. 'Kahraman belli bir anda belli bir şeyi bilmiyordu, daha sonra öğrenecekti'(11). Göstergeler dizisi üzerinden arayış ise sarmal bir devinimdir, öncekini içerir ve aşar. Sosyete göstergeleri içi boş, biçim götergeleri iken, aşk göstergeleri seven ve sevilen açısından farklılaştırıcı zorlamasıyla kuşku ve kıskançlık yaratır. Cinsiyet çatallaşması da aşkın bir diğer çıktısıdır. Aşk göstergeleri sakladıkları şeyi gizleyerek yalan'ı doğurur ve yayılan aldatıcı göstergeler (bizi dışlayan dünya) gomorra'yı getirir. Sodom'u bir başka ilişki bağlamında tersinden okuruz. Duyumsanabilir göstergeler kendi içlerinde yeterli olmasalar da, boş da değildirler. Maddidirler (ne yazık ki). Arayış onlarla bitmez, aracılık ederler, taşırlar. Çünkü maddi anlam canlandırdığı ideal bir öz olmadan hiç bir şeydir (21). Deleuze Proust'a özgü hakikat arayışının kendisini istemdışı göstergelerde ele verdiğini belirtir. Hakikat düşüncedeki bir şiddetin sonucudur. Apaçık ve uzlaşımsal anlamlamalar asla derin olamazlar (24). Hakikatı aramak aslında yorumlamak, deşifre etmek, açıklamaktır (25). Öğrenme, her zaman nesnel içeriklerin özümsenmesiyle değil de, zamanın boşa harcandığı göstergeler aracılığıyla olur. (30). Soru: boşa harcanan zamandan, kayıp zaman'dan hakikat nasıl çıkarılabilir? (31). Neden bunlar Proust'a göre 'aklın hakikatleri'dir? Sosyete göstergeleri kayıp zamanı şart koşar, aşk göstergeleri kayıp zamanı kuşatır, duyumsanabilir göstergeler kayıp zamanın tam ortasında zamanı yeniden yakalamayı sağlar, sanat göstergeleri ise tüm diğer zamanları içeren yakalanan bir zamanı, asal zamanı verir (33). Yakalanan zaman ise boşa harcanan, kayıp zamanı etkiler. Göstergenin nesneden türüyormuş gibi göründüğü ilineksel bağ yanılsamadır. Nesnenin düşkırıklığının üstesinden öznenin telafisiyle geliriz (44). Sosyete, aşk, duyumsanabilir göstergeler bizlere özü veremez, yaklaştırırlar. Bizse her zaman nesnenin tuzağına, öznelliğin ağına düşeriz. Özler yalnızca sanat düzeyinde açınlanır (ve sonuldur-yaratılmış). Ama bir kez ortaya çıktılar mı tüm diğer özleri etkiler (yerinden oynatırlar), önceden canlandıklarını, orada olduklarını öğreniriz. (46). Hayatta karşılaştığımız bütün özler, sanattan farklı olarak maddi göstergelerdir (49). "Ancak sanat aracılığıyla dışarıya açılabiliriz, bir başkasının, bizimkiyle aynı olmayan bu alemde neler gördüğünü öğrenebiliriz; aksi takdirde bu alemin manzaraları, aydaki görüntüler kadar bilinmez olurdu bizim için. Sanat sayesinde bir tek dünya, kendi dünyamızı göreceğimize, çeşitli dünyalar görürüz; özgün sanatçı sayısı ne kadar çoksa, bize açık olan dünyaların sayısı o kadar çoktur ve aralarındaki fark, sonsuzlukta dönüp duran dünyalar arasındaki farktan büyüktür" (Proust, Yakalanan Zaman,s.203). Sanatın yakaladığı, ebedilikle özdeş, özün içinde sarılı biçimiyle zaman'dır ve onu yakalayan sanatçı-özne'dir. Yalnızca sanat yapıtı zamanı bize tam anlamıyla yakalattırabilir (54). İstemdışı arketipler ve bilinçdışı temaların önemi buradadır. Sanat maddenin hakiki bir dönüşümüdür. Madde orada manevileşir ve maddenin bu dönüşümü işlemi, 'üslup'la koparılamaz biçimde birleşmiştir. Öz dünyanın bir doğuşu, üslup ise insan değil, özün kendisidir (56). Sanat yapıtı: üslup olarak göstergenin, öz olarak anlamın özdeşliği... Bu nedenle sanat, dünyanın gayesi ve çırağın bilinçdışı hedefidir (58). Hayattan üstün olan sanat, istemdışı belleği temel almaz. İmgelemi ve bilinçdışı figürleri bile... Sanat göstergeleri özlerin yetisi olarak saf düşünceyle açıklanır (62). Bergson'un görüşü Proust'unkiyle süre değil, bellek düzeyinde örtüşür. Geçmis olup bitmiş bir şeyi temsil etmez, tersine yalnızca olmuş ve şimdi olarak kendisiyle birlikte varolan bir şeyi temsil eder (65). Proust'un sorgusu buradan sürer: kendi içinde korunduğu biçimiyle geçmişi kendimiz için nasıl kurtarabiliriz? (66). İstemdışı bellekte temel olan, içselleştirilmiş olan içkin farklılıktır. Olup bitmiş olan bütün geçmişten, olmuş olan bütün şimdiden daha derin geçmişin kendi içindeki varlığı. "Saf haldeki küçük bir zaman dilimi", yani yerelleştirilmiş zamanın özü (68). İstemdışı belleğin duyumsanabilir göstergeleri sanat göstergelerinden daha aşağıdadır, gösterge ile özün kusursuz özdeşliği kaybedilmiştir. Bizi sanata hazırlamak için hayatın çabasını temsil ederler (71). Öz, sosyete ve aşk göstergelerinde canlanabilir, ama zorunlu olarak, dizisel, genel bir biçim altında bunu yapar. Öz her zaman farklılıktır (81) Genelleme ise iki şey gösterir: terimleri farklı olan bir ya da çok dizinin yasası, ya da ögeleri birbirine benzeyen grubun özelliği. Göstergeler sistemindeki çoğulculuk çift yönlülükten kaynaklanır: Bir yandan farklı dizi ve gruplar içinde göstergelerin bulunduğu noktadan bakış, diğer yandan göstergeleri sonul açınlama bakımından değerlendirme (90). Sosyete göstergelerinde zaman boşa harcanır, bunlar boştur ve gelişmelerinin sonunda dokunulmamış ve özdeş kalırlar. Aşk göstergeleriyle daha çok kayıp zamanın içindeyiz: kişileri ve şeyleri bozan ve bunları geçici kılan zaman.. Duyumsanabilir gösterge zamanın yeni bir yapısını sunar: Ebedilik imgesi olan, kayıp zamanın tam kalbinde ele geçen zaman. Ve sanat göstergeleri: yakalanan zamanı tanımlar: mutlak ilksel zaman, anlamı ve göstergeyi birleştiren gerçek ebedilik (93). Sanatın ilksel zamanı bütün farklı zamanları biniştirmiştir, sanatın mutlak Ben'i de bütün farklı Ben'leri sarar (94). Arayışta esas olan bellek ve zaman değil, gösterge ve hakikattır. Esas olan anımsamak değil, öğrenmektir. Bellek belli göstergeleri yorumlayabilme yetisi olarak geçerlidir, zaman da belli bir hakikat türü veya maddesi olarak geçerlidir (97). Arayışın leytmotifi: ‘Henüz bilmiyordum, daha sonra anlayacaktım; aynı zamanda da öğrenmeyi bıraktığım andan itibaren ilgilenmiyordum.' (97). Yakalanan zamanın ana teması şudur: Hakikatı arayış istemdışının kendi macerasıdır. Düşünce, düşünmeye zorlayan ve düşünmeye bir şiddet uygulayan bir şey olmadan bir hiçtir. Düşünceden daha da önemli olan "düşünmeye iten" şeydir; filozoftan daha önemli olan şairdir... Yakalanan Zamanın leytmotifi zorlamak sözcüğüdür: bizi bakmaya zorlayan izlenimler, yorumlamaya zorlayan karşılaşmalar, düşünmeye zorlayan ifadeler. (100) Gösterge düşünmeye zorlar. Gösterge bir karşılasmanın nesnesidir; karşılaşmadaki olumsallık, düşünme gerekliliğinin kesin güvencesidir.(102) Düşünmek yorumlamak, çevirmektir. Özler hem çevrilecek, hem de çevirinin kendisi, aynı anda gösterge ve anlam... Öz, bizi düşünmeye zorlamak için göstergeye sarılır, zorunlu olarak düşünülmüş olmak içinde anlamın içinde açılır. Her yerde hiyeroglif vardır; ki onun ikili sembolü karşılaşmanın rastlantsallığı ve düşüncenin zorunluluğudur: "beklenmedik ve kaçınılmaz" (107). Proust'u Henry James'e yaklaştıran bakış açısı, sanat yapıtının farklı, özgün bir dünya oluşturması (116). Göstergelerin dili artık varlığını sürdüren bir logos'a dayanmaz. Referanssız malzemeyi deşifre edebilecek tek şey sanat eserinin biçimsel yapısıdır.(120) Herhangi bir şeyin "açıklaması" bir anlamda ben’in dirilişidir.(126) Bizlere sunulan bir bütünlük ya da ebedilik değil "saf halde birazcık zaman", yani bir parçadır... Parçaları parçaların içine koyarak Proust, bu parçaların türeyecekleri bir birliğe ya da bu birliğin kendisinin türeyeceği bir birliğe gönderme yapmadan hepsini düşünmemizi sağlar.(129) Ve mikroskop değil, teleskoptur Proust'un başvurduğu: logostan arınık dünyada yasa, parçaları tek bir bütünde birleştirmekten, yakınlaştırmaktan uzak, bağlantısız kaplar arasında yalnızca akla aykırı iletişimler, her tür bütünleştirmeye direnen kutular arasında çapraz kesişen birlikler kurarak, başka bir dünyanın parçasını zorla bu dünyaya sıkıştırarak, mesafelerin sonsuz boşluğuna farklı dünyaları ve bakış açılarını firlatarak bu parçaların aralığını, uzaklığını, mesafesini, bölmelere ayrılışını ölçen...(151). Arayış bir araç (teleskop) olduğunca bir makine’dir (152) Önemli olan sanat eseri makinasının çalışmasıdır.(153) Modern sanat eserinin anlam sorunu yoktur, yalnızca kullanım sorunu vardır.(154) Nihai büyük sistemleştirme üç hakikat düzeyi ayırır. Birinci düzey, anımsamalar ve özlerle (tikellikle) ve bu üretimin koşulları ve eyleyenleriyle (doğal ve sanatsal göstergeler) tanımlanır. İkinci düzey, kendi içlerinde kendi bolluklarına sahip olmayan, başka şeylere, kayıp zamanın göstergelerine müdahale eden, genel yasalara uyan her şeye gönderme yapan acıları ve hazları gruplaştırır. Üçüncü düzey sanatla ilgilidir, ama evrensel bozulmayla, ölümle ve ölüm düşüncesiyle, yıkımın üretimiyle (yaşlanma, hastalık, ölüm göstergeleri) tanımlanır. Birinci makina türü tınlamalar, herşeyden önce kısmi nesnelerin üretimiyle tanımlanır (uykunun rüyaları gibi). İkinci makina türü tınlamalar, tınlamaların etkilerini üretir. En ünlüleri de şimdi ve daha önceki iki an arasında tınlama olıuşturan istemdışı belleğinkilerdir. Üçüncü makina türü tınlama ise sanatın belleğe ait olmayan üretimidir.(159) Tınlama makinasının tınlama süreci tarafından üretilen şey de tikel özdür, birinden diğerine giden çağrışımsal zinciri kırarak tınlayan iki an’a göre üstün olan Bakış açısıdır: özünde, yaşanmadığı biçimiyle Combay; bakış açısı olarak, hiç görülmemiş biçimiyle Combay.(160) Sözü edilen edebiyat etkisidir (Makina çalışıyor). Proust sanatın bir üretme makinası, özellikle de belli etkiler üretme makinası olduğunun farkındadır. Başkalarını etkiler, okur ya da izleyici de kendi iç ve dışlarında sanatın oluşturabildiği etkilerle benzeş etkiler üretmeye başlayacaklardır... Kendi etkilerini kendi içinde ve kendi üzerinde üreten ve bunlarla kendini dolduran, bunlarla beslenen sanat eseridir; sanat eseri doğurduğu hakikatlerle beslenir.(161) Üretmek, keşfetmek ve yaratmaktan farklıdır ve arayış, şeylerin gözleminden ve öznel imgelemden peş peşe vazgeçer... Ve öykülemeci, tınlamanın kendisinin bile üretilebileceğini…fark eder.(162) Sonunda sanat doğaya birşeyler ekler: sanatın kendisi tınlamalar üretir, çünkü üslup, bilinçdışı doğal bir ürünün belirlenmiş koşullarının yerine, sanatsal üretimin serbest koşullarını koyarak herhangi iki nesne arasında bir tınlama elde eder ve bunlardan "değerli bir imge" çıkar (163). Proust'un sanatsal makinası Joyce'un epifani makinasıyla karşılaştırılabilir. Özetle Arayış, üç makinayı seferber eder: Kısmi nesneli makinalar (itkiler), tınlama makinaları (eros), dayatılmış hareket makineleri (Thanatos). Bunların her biri hakikatler üretirler, çünkü üretilmek ve zamanın bir etkisi olarak üretilmek bir hakikate bağlıdır: Kısmi nesnelerin parçalanmasıyla kayıp zaman; tınlamayla yakalanan zaman; dayatılmış hareketin erginliğiyle başka bir tarzda kaybolmuş zaman, buradaki kayboluş, esere geçmiş ve onun biçiminin koşulu olmuştur.(168) Sanatın birliğini ne oluşturur? Tanrı değil, öncel birlik. Bu makinelerden elde edilebilir. Balzac bu sorunu ortaya koyabilmiş, yeni bir sanat eseri tarzını var edebilmiştir. Balzac'ın yapıtında birlik öncel değil, sonuç olarak ortaya çıkmıştır ve kitaplarının bir etkisi olarak Balzac tarafından keşfedilmiştir, sonradan elde edilen bu birlik sahte değildir, sonradan kurulduğu için daha gerçektir.(172) Bu Balzac'ta ve Proust'ta üslupsuzluk anlamına gelir mi? Hem Balzac'ta hem Proust'ta yerdeğiştirmelere rağmen (hayvan yerine bitki, ortam yerine dünya, karakteristik yerine öz, dahice sohbet yerine sessiz yorum) korunan şey, özellikle bütün ve uyum konusunda kaygılanmaksızın 'korkutucu karışıklık'tır (174). Demek birliği sağlayan üslup değil, zaten başka yerden gelir. Öz de değil, çünkü bakış açısı olarak öz sürekli parçalayıcı ve parçalıdır. O zaman bu çok özel birlik tarzı nedir? Şu: kaosun çokluğuna indirgenmiş bir dünyada başka bir şeye gönderme yapmamasından dolayı sanat eserinin biçimsel yapısı yalnızca birlik olarak işe yarıyabilir.(176) Öykülemeci duyarlı ve güçlü bellekli olsa da, yetisinin düzenli-istemli kullanımından yoksun olduğundan algı organlarına sahip değildir. Zorlanmış ve dayatılmış olduğunda bu yetiyi işletir ve karşılık gelen, üreyen organ göstergenin üzerine konar. İstemdışı duyarlılık, bellek, düşünce her kezinde organsız bedenin belli bir niteliğe sahip göstergelere karşı yoğun global tepkileri gibidir. Arayış'ın yapışkan iplerinden birine çarpan küçük kutucukların her birini açmak ya da kapamak için sallanan bu beden-ağ-örümcektir. Öykülemecinin tuhaf esnekliğidir (kendi deliliğinin bir dizi profilini üreterek.) (191) *** Manganelli, Giorgio; Centuria, Tavanarası Yayınları, 2002 İtalyan gazeteci yazar Manganelli'nin 100 günlik notunun bireşimi olan roman çevirmen (Sema Rıfat) ve önsöz yazarı Calvino'nun da söylediği gibi geleneksel roman anlatılarına benzemiyor. Kuşkusuz tümünün arkasında yazılmamş, ama ortak bir yaklaşımı yakalamak olası. Ben Manganelli'yi büyük yergi anlati geleneği içerisine yerleştiriyorum. Kafka etkilerini de (çok az ipucu sunmasına karşın) yabana atmıyorum. Kafka da o geleneğin bir parçası değil mi? Yazar 1990'da ölmüş. Yaşamıyor. Türkçeye ilk kez çevriliyor. Temel tutumunun çağcıl usu bozguna uğratmak, bozmak olduğunu sanıyorum. Yeni bilimsel kavramları imgesel dünyanın imge iktidarlarına karşı kullanıyor, uzam ve zaman bütünlüğüne (ki anlatıya sıra çok geç geldi) cepheden saldırıyor, imgenin altın üçgenini ve hazsız erotizmini, yaşamın yinelenmeden ibaretliğini yerle bir ediyor (desem abartma olur mu bilmiyorum.) Bence Manganelli gerekli. İmgelerin sonsuz (sandığımız) yatağında derin uyuşmuşluğumuzdan uyanmanın zamanıdır. Başucu yapıtlarımdan biri olmalı. *** Aytaç, Gürsel; Genel Edebiyat Bilimi, Papirüs Yayınları, 1999 Gürsel Aytaç'ın yapıtı kuru ve yaratıcılıktan yoksun, yararlı bir ders kitabı özetine benziyor. Çok sıkıştırılmış, bu nedenle de ayrıntı gerektiren konular boşlukta kalmış... Her bölüm, hatta altbölüm başlıbaşına bir kitap olabilir. Örneğin, Üslüp Bilgisi, Metin Çözümleme, Türler, Edebiyat Estetiği, Edebiyat Kuramları, Edebiyat tarihçiliği, Eleştiri... *** Korat, Gürsel; Kristal Bahçe, İletişim Yayınları, 2003 Korat'ın yazına ve Türk Yazınına ilişkin değerlendirmelerini, yer yer aforizmalarını içeren, doğru denli inanılmaz yanlışlar da barındıran çelişki dolu yapıtı gereksiz bir okumaydı. Durduğu yeri gözden kaçırtan kasıtlı bir biçemle Korat'ın yaptığı eleştiri, uzam bilincinden yoksun kalıyor. Böyle olunca da, dediği, etkisini ve anlamını yitiriyor. Ya gereğinden çok yalınlaştırıp kabalaştırıyor ya da olmadık şeyler vehmediyor karşısına aldığına. Daha oturması gerek. *** Adıvar, Halide Edip; Mor Salkımlı Ev, Ed. Mehmet Kalpaklı, Gülbün Türkgeldi, Özgür Yayınları, 1996 Kendini bir martyr, bir jean darc ‘gibi’ yapan ve bu yüzden de epey yapaylaşıp yabancılaşan bu kadın yazarımızı sevmem olanaksız. Bir dilin yazarının dilsel tutumundaki özensizliği, vurdumduymazlığı, hatta küçümsemeyi bağışlayamam. Bu anglo-sakson kültürünün Türkiye'deki doğal ajanı, romantik bir özyaşamsal kurgu içerisinde hesaplanmış yaşamıyla daha yazılmadan yazınsal değeri içkin yapıtını bence epeyce de dayatmış...olmalı ki Atatürk'çe haklı olarak tersleniyor, hem de yerden göğe kadar haklı. Çocukluk anılarını içeren Mor Salkımlı Ev'den başlayak, merceğimin altında bir karakterin (Halide Edip) oluşumunu merakla izlemek adına ve dayanabildiğimce okuyacağım onu. Öncesiyle sonrası arasında bir geçiş tipi Adıvar Türk yazınında. Öncesindeki ondan iyiyle, sonrasındaki ondan iyi arasında, yaşamını dayatarak eleştiri üstü kalmış bence. Ne feminizmini, ne ulusçuluğunu ve direnişini içten, dürüst bulabiliyorum onun, ne yazık ki. *** Adıvar, Halide Edip; Handan. Ed. Baha Dürder, Atlas Yayınları, 1995 Handan ilk romanlardan. Bence kötü bir roman, çünkü kendisinden önceki zayıf roman geleneğinin ilerisinde değil, gerisinde. Sanırım bütün romanlarında kendisi ve kendine hayranlığı başrolde. Bu da benim sinirime dokunuyor. *** Adıvar, Halide Edip; Ateşten Gömlek. Ed. Baha Dürder, Atlas Yayınları, 1981 Adıvar'ın canlı, inandırıcı sahneler de içeren, bazı eleştirmenlerimize göre ‘Kurtuluş Savaşımızın en iyi’ romanı. Sorun şurada ki, Kurtuluş Savaşımızın iyi romanları az ya da yok. Yine, okur sezgilerime dayanarak söylüyorum, başrolde bizim (Anglo-Sakson) Halide (Onbaşı) ! Nitekim, anılarının arkası (Türkün Ateşle İmtihanı) beni doğrulayacak. Türkçe kötü. Ama kadınlara özgü bir canlandırma ve anlatım gücü kendini yer yer gösteriyor. *** Adıvar, Halide Edip; Türkün Ateşle İmtihanı, Ed. Baha Dürdar, Atlas Yayınları, 1996 Uzatmayacağım. Geçmişi zaten koşulluydu. Geleceğe bakışı, Kurtuluşu anlayışı da sınırlı ve görüden yoksun oldu. Ufku dardı sanırım ya da oyun, onun oynamak istediği (oyun) değildi. Halide Onbaşı belleğimde savaşın arkasındaki, yaralı ve ölülerle ilgili oldukça canlı ve gerçekci sahnelerle yaşayacak. Zorba ve insancıllıktan uzak biri bence ve ikinci kocasını da (Adnan Adıvar) peşinden sürükledi. Eleştirmenler ve aydınlar, onun öncü gibi göründüğü yerde gelenekçi, gerici yanını ve hiç de dramatik olmayan çelişkili tutumlarını gözden kaçırıyorlar. Onun Türk yazınına bir şey kattığını sanmıyorum, bir kaç tanıklık belki... *** Adıvar, Halide Edip; Vurun Kahpeye, Ed. Mehmet Kalpaklı, Gülbün Türkgeldi, Özgür Yayınları, 1999 Vurun Kahpeye'yi özenli bir baskıdan okudum. Ne yazık ki kötü bir roman. Bazı bakımlardan belki ilk olabilir. Ele aldığı konu ve tipleme açısından ardılı pek çok sanatçıyı esinlemiş olabilir. Aliye tiplemesiyle cehennem ateşlerinin arasında salınan Halide Edip'i görmemek olanaksız. Onun kendine biçtiği 'adanmış' kahraman rolü, daha sonraları 'anlaşılamamış, takdir edilememiş' yalnız insan rolüyle sürdü. Bu nedenle gizli bir hınçla, sanıldığının tersine ulusal savaşımın tüm adımlarıyla uygun adım atamadı, atmazdı da. Satır aralarından çıkarabildiğim kadarıyla, öyle bir insan ki Halide Edip, tüm isterikler gibi, mülk edinip içselleştiremediği şeyden nefret eder. Odak noktası dışına düştüğü her anda, kendine doğallıkla verileni de reddeder. Çavuş olmak istemez. Merak ettiğim, o mu Adnan Adıvar'ı izledi, yoksa kocası mı onu? Bence ikincisi... Din dahil hiç bir konuda eleştirisini sonuna kadar götürememiş ve aslında tutucu biri olan Adıvar, (H.E), ırmakla sürüklenmiş, ama ırmağı sürükleme hevesine kapılmış, yeterince de kendisini ele vermiş (tersi olanaksızdı), bu nedenle soluğu Avrupa'da alıyor. Bana öyle geliyor ki, ulusal savaş yıllarında yabancı misyonca özel olarak görevlendirilmişti o ve bunu öncü kadro biliyordu. Romanında kendi duygularını sık sık yanlı olarak ortaya koyuyor yazar. Acaba Atatürk Halide Hanımı okudu mu ve ne düşündü? *** Adıvar, Halide Edip; Sinekli Bakkal, Ahmet Halit Kitabevi Yayınları, 1949 Halide Edip Adıvar'ın en ünlü romanını (Sinekli Bakkal) 1949 baskısından (Ahmet Halit Kitabevi) okudum. Yine aynı şeyi söyleyeceğim, kötü bir roman. Çünkü tiplerin, uzamların ve olayların arkasında kapsayıcı bir bilinç yok. Önce İngilizce yazılan bu roman, en iyi töre romanlarımızdan biri olarak gösterilir. Neden böyle olduğunu tam anlayabilmiş değilim. Romanın geçtiği döneme ve yıllara tanıklık ettiği için mi, karagöz perdesinden, konak ve saray yaşamından görüntüler verdiği için mi? Belki... Tiplerin hiç biri çatışmalarından yüzakıyla çıkmaz. Ne Rabia, ne Peregrini (Osman), ne Tevfik, ne diğerleri...Hemen tümü yarım kalmış bu tipler, perde gerisinde ipleri oynatan Halide hanımın gelgeç insafına takılıp kalmışlar. Yazarın hedefi belli: o İngilizce okuru etkileyecek bir anlatının peşinde birtakım seçimler yapmış. Bu seçimlerden de iyi bir roman çıkamazdı zaten. (Yıllar sonra onun izinden giden bir Nobelli yazarımız oldu.) Romanın bir ağırlık noktası yok. Bu olmayınca ufku da yok. İlginç olan, romanın girişi.. İlk satırları okuyan biri, arkasından sıkı bir roman geleceğini düşünüyor. Bu düşünce çok sürmüyor. Adıvar'ı Mina Urgan (öğrencisi) sevmezmiş. Neden sevmediğini merak ettim. Bir başka öğrencisinin, Tatyana Moran'ın, neden sevmediğini okudum: "Romancı olarak çoğu kimsenin hayran olduğu Sinekli Bakkal romanını inandırıcı bulmuyor ve çok ilkel olduğunu düşünüyordum. Bir gencin aşk fırtınalarını konu eden Handan ise beni hiç sarmadı. Üniversite formasyonu olmadığı için dersleri lise seviyesinde ve son derece sıkıcıydı. Kitaplardan öğrenilebilecek olanların dışında kendisinden hiç bir şey katmıyordu. Ele aldığı yazarın hayatı, konuları hakkında ansiklopediler ve standart kitaplarda bulunan ne varsa karıştırıp bize aktarırdı. Yazarın diliyle, metnin dokusuyla hiç ilgilenmezdi.” *** Halikarnas Balıkçısı; BE 7: Ötelerin Çocukları, Ed. Şadan Gökovalı, Bilgi Yayınları, 1999 Yine değişik öyküler toplamı biçiminde bir roman. *** Halikarnas Balıkçısı; Deniz Gurbetçileri, Remzi Kitabevi yayınları, 1969 Bu yapıtın özelliği Balıkçı'nın çizdiği özgün desenlerle basılmış olması. Yine süngerciler, mert denizciler, aşkları, sömürülüşleri, denizle boğuşmaları, deniz tutkuları... Sayfa 220'de soylu bir Romalı gibi şöyle diyor Balıkçi: 'Şu alım satım yok mu? Dünyanın en alçak şeyi!' *** Halikarnas Balıkçısı; BE 14: Anadolu Efsaneleri, Ed. Şadan Gökovalı, Bilgi yayınları, 2001 Kendi hoş anlatımıyla Anadolu Efsaneleri’ne bir göz atıyor Balıkçı. ‘Batı çocuklarına okutulanların çoğu Anadolu efsaneleridir. Biz burada o kültürü yaratmış olan insanların çocuklarıyız(...) Batının çiçeklerini alıp artık kurumuş olan eski ağacımızın dallarına pamuk ipliğiyle bağlamaya ne hacet vardı? O çiçekleri açan kökler ve gövde bizim topraklarımızdaydı.’ (15) *** Halikarnas Balıkçısı; BE 15: Anadolu Tanrıları, Ed. Şadan Gökovalı, Bilgi Yayınları, 1998 Anadolu Efsaneleri'ni tümleyen bir diğer derleme. Balıkçı, Antik Yunan’a mal edilen kültürün İyon kökenli olduğu tezine baş koymuş ve sanırım bunu kanıtlamış birisi. *** Halikarnas Balıkçısı; BE 3: Mavi Sürgün, Ed. Şadan Gökovalı, Bilgi Yayınları, 1995 Balıkçı'nın bence en önemli yapıtı, yaşamının belli bir döneminin (sürgün yılları Bodrum) tanıklığı. İstanbul'lu aristokrat kökenli bir aydın yazardan Halikarnas Balıkçısı’na dönüşümün canlı öyküsü. “Ey okuyucum, geçtiğim yerleri böyle bir anlatışımı aşırı bulma! Eğer sana aklı başında adamım diye söyledilerse, yalandır. Bu yetmiş yaşımda bile aşığım ben (...) Aşk biraz aşırı olur duygularımda. Eh, itidalle yalan söyle, itidalle doğru söyle, itidalle inan, itidalle sev. Allah belasını versin şu itidalin! İçimden nasıl esiyorsa öyle anlatıyorum. Şu kalıba, bu kalıba göre anlatacak değilim ya!... Bırak sana istediğim gibi anlatayım!...”(168) *** Halikarnas Balıkçısı; BE 17: Parmak Damgası, Ed. Şadan Gökovalı, Bilgi Yayınları, 1998 Balıkçı’nın daha sonra romanlarında değerlendirdiği öykülerden bir seçme. *** Halikarnas Balıkçısı; BE 1: Aganta Burina Burinata, Ed. Şadan Gökovalı, Bilgi Yayınları, 2002 Halikarnas Balıkçısı’nın önemi hiç kuşkusuz yapıtından (anlatılarından) kaynaklanmıyor. Çoşkulu bir romantik Balıkçı. Etki gücü yüksek bir tür şaman, büyücü. Varlığı bir ışık bence. Yapıtı, varlığının doğal çıktıları yalnızca. Türk yazını çerçevesi içinde bence seçtiği konunun ve tiplerin yeniliği dşında bir katkısından söz edilemez. Hatta umursamazlığı bir sorun olarak da görülebilirdi, ama görülmedi. Varlığı her şeyi bağışlatmaya yetti. Güzel bir insandı. Onunla tanışmak, onu dinlemek de önemliydi. Denemelerinde bilimsel yöntemi ıskalaması yada takmaması ne kazandırdı bilmiyorum. Ortalarda ve ortalamada gezinmedi. Sınırları zorladı. Devrimciydi, özgün bir devrimci. Herşey, ama herşey onun için bir araca dönüştü, uzantısına... Aganta Burina Burinata ilk romanı sanırım. Ayni tipler, olaylar, öyküler değişik anlatılarında kullanıldı. Anlatılacak tek bir öykü var zaten, der gibi. Türk yazınında en parlak doğa, deniz, deniz dibi betimlemeleri herhalde Halikarnas Balıkçısı'nda görüldü, Yaşar Kemal'i saymazsak. Bir de şiddetin görüntüleri çok canlı ve etkileyici bir biçimde, duygudan arındırılarak anlatılıyor ki, ilginç bir gözlem olarak not ediyorum. Yapısal sorunlardan, dil savrukluğundan, tiplerin yüzeyselliğinden söz etmeyeceğim. Anlatmanın, anlatılan şeye tutkuyla bağlı olmanın şehvetiyle pusulasını yitiren Balıkçı roman boyunca oraya buraya savrulsa da önemli değil. *** Halikarnas Balıkçısı; BE 4: Merhaba Anadolu, Ed. Şadan Gökovalı, Bilgi Yayınları, 1997 Halikarnas Balıkçısı'nın; Asya, Akdeniz üzerine denemeleri, Efes, Bergama, Pamukkale, Bodrum üzerine yazıları, Homeros, Anadolu Kadınları, Söylenceler, vb. üzerine çalakalem ve zevkle okunan yorumları. “Hallaç pamuğu gibi savurmuş olduğum bahçenin ortasına bağdaş kurarak çevreme bakındım. Yamaç, küçük küçük toprak parçalarını çeviren derme çatma kuru duvarlarla kıyım kıyım kıyılmıştı. İşte hep, 'Malımız, malımız, malımız!' diye uğrunda yaşadikları uyuz topraklar bunlardı. Bunların sahipleri, artık oralardan hiç kımıldamayacaklardı. Köpeklerin boğazlarında bir tasma ile bir yere bağlı kaldıkları gibi, bunlar da barsaklarıyla boğazlarından hep bu toprağa bağlı kalacak, hep yanlarındakı komşuların mallarina göz dikerek hırlayacak, malım var diye ölünceye kadar mallarının kulu kölesi olarak, evim var diye dört kuru duvarın içine mezara gömülmüş gibi gömülerek yaşayacaklardı. Buna yaşamak mı denir, uzun ölüm mü? Hey gidi deniz hey!” (194) *** Hüseyni, Halit; Uçurtma Avcısı, Everest Yayınları, 2004 Afgan kökenli (Peştun) ABD'li yazar, ülkesinin dışında yazan, sayıları da gittikçe artan yazarlar kuşağına karşı önyargımı belli ölçülerde sarstı desem çok da yanlış olmayacak. 2001'de yayınlanan roman Hüseyni'nin ilk yapıtı. Aynı zamanda hekim olan Hüseyni 1981'deki büyük kaçıştan sonra ABD'de yaşıyor. Roman yalın doğucul diliyle büyük anlatılara özgü insancıl çatışmaları buluşturan etkileyici bir çalışma. Etkisinin nereden geldiği iyi anlaşılmalı. Kavukçu bir yazısıyla önermişti romanı. Etki Batılı okura doğuyu anlatmasından, Afganistan’ın yakın tarihli öyküsünü kişisel bir öyküyle buluşturabilme gücünden, dilinin yalınlığıyla çelişen ve insana özgü kavranılmazlık (belirsizlik) duygusunu yaşatan gizemselliğinden kaynaklanıyor olsa gerek. Doğu anlatı geleneğiyle Batılı bir duyarlık bileşimi gibi duran roman, bana kalırsa değerler düzeyinde okurun gözüne sokmadan sıkı bir elestirel yaklaşımı da yanısıra getiriyor. Emir'le Hasan'ın zengin örgülü arkadaşlıkları ve tüm anlatıya egemen olan dürüstlük her okur için sayısız çağrışımlarla yüklü. Serüveni kıran yazar bilinci, alışılageldik bir kaçış ve sürükleyici bir serüven tuzağına düşmeyi önlemiş. Öykü buruk da bitse acıların yükünü kolayından omuzlarımızdan atıverme kolaylığına yüz vermeyen yazar, ben'i üzerinden acılara ortak olmamızı sağlıyor ki bu işte bir anlatıdan eninde sonunda beklenen şeydir. Yazar bile kendi önünde farklılaşır, hiçkimseye değil kendime, dese de. Halit Hüseyni romanını unutmam olanaksız. Belki estetik yapı olarak kusursuz değil Uçurtma Avcısı, ama gösterge olarak kendini birkaç defa (logaritmik) aşıyor. Yazarın İslama bakışındaki arıklık, duruluk da ayrıca övgüye değer ve derslerle dolu bence. *** Kakınç, Halit; Sultan Galiyev ve Milli Kömünizm, Bulut Yayınları, 2003 Kakınç'ın yapıtı da çoğu özgün araştırmalarımızın (Aydoğan) başlıca kusuruyla sakat... Gevezelik ve yineleme.. Belki üç-beş sayfalık saygın bir çalışma olabilecekken şişirilmiş bir yapıt. Bu şişirmeyi Sultan Galiyev miti üretme ve yayma çabasında da görmüyor değilim. Bu sola çıkış yolu bulmak değil, (sınıfın tarihsel işlevi yerine sömürgeciliğe ulusal, hatta giderek dinsel-etnik direnişi geçirme) solu gizli ve utanç verici bir biçimde postmodernizme ulama gizli amacını da taşımıyor değil. Niyetler beni ilgilendirmiyor bu kertede. Ne yazık ki Atilla İlhan vb.lerin de peşine düştüğü bu yaklaşımlar güncel küresel mantığın birer çıktısı (artık) gibi görünüyor görmesini bilene. Postmodern olan herşeye karşı çıkmalı, yerelliğe de, evrenselliğe de. Sultan Galiyev'le varılacak bir yer yok. *** Blumenberg, Hans; Gemi batıyor, Seyrediyorlar, Dost Yayınları, 2002 Mecazbilimi kuramcısı Blumenberg, batış ve batışa bakış imgesini, düşünce tarihinin önemli kaynaklarıyla izliyor. Bol göndermeli metin, kaynaklara ve kaynakların kültür altyapısına yabancı benim gibi okurları zorluyor kuşkusuz. Denizde ilerleyişten de, kaza geçirip batıştan da geriye kalan, o aynı el değmemiş yüzeydir. (58) Eğretileme bilmecesi, yalnızca kavram karşısındaki yanılgı çerçevesinde anlaşılmamalıdır. Eğretilemelerin niçin "katlanılır" olduğu aslında bilinmesi gereken bir konudur. (80) Eğretileme bilimi, eğretilemeyi kavramlaştırmayla sınırlamak istemez. Yaşanan dünyaya yöneltilen bakışı içine almada, bir yol gösterici olarak görür ve kavramdışılık ve açıklık kuramının geniş ufkuna eklemeden de edemez. "Gülen çayırdan" söz etmek o kadar da kolay değildir. Bunun için şiirden ruhsal açıdan etkilenmek gerekir. Bunun sonucunda, sanki herkes görmüş de söyleyemiyormuş gibi davranır ve böylece eğretileme gerçekleştirilebilir.(85) İnsanlar arasındaki karşıtlıkların sanıldığından çok daha büyük bir bölümü, tamamiyle simgelerin yeğlenmesine dayanmaktadır. (90) *** Zimmermann; Hans Dietrich,Yazınsal İletişim, Çizgi yayınları, 2001 Çeviri ve baskının hışmına uğramış, 1977 yılında Almanya'da basımış bu etkileyici çalışma benim için bir tansık (mucize) etkisi yaptı diyebilirim. Çok yoğun ve zor bir yapıt olmakla birlikte, bir tür yazının toplumbilimsel, ruhbilimsel temellendirilmesini de içermesi ve bu anlamda sanatların, özelde yazının bir toplumsal iletişim aracı olarak bağlamsal yerini geniş bir çerçevede ve ikna edici bir dille betimleyici olarak değerlendirdiğini söyleyebiliriz. Bu genel süreçte toplum ve bireylerin ayrışma ve ben algısı, simgesel oyun, iç ve dış konuşma, kimlik, yazar, metin, yeniden üretim ve alımlama, türler, okur (okuma edimi) ve eleştirmen, vb. yerini bulurken ortaya çıkan Zimmermann resmi büyüleyici bir Genel Yazın (Sanatlar) Kuramına yaklaşıyor. Umarım yazarın diğer çok önemli çalışmaları da Türkçeleştirilir. Başucu kitabı... *** Duerr, Hans Peter; Çıplaklık ve Utanç, Dost Yayınları, 1999 Duerr'in bu ilginç, eğlendirici ve bol görsel malzemeyle bezeli yapıtının temel tezi (ki üstüste yığılan olgular arasından çıkarılması da oldukça güç bu tezin); uygarlaşma mitinin öne sürdüğünün tersine, önceki uygarlıklarda da temel dürtülerin bastırıldığıydı. Bir bakıma LevyStauss'un antropolojik tezine olgusal katkı... Bir tür sömürgecilik eleştirisi... *** Öztoprak, Hasan; İmkansız Aşk, Can Yayınları, 2003 Böyle bir romanı gündemin etkisinde kalarak nasıl okudum bilemem, ama buna roman da diyemem. Tartışma konusu zırvaydı ama düzeyi tartışmayı aşabilirdi. Ne yazık ki düzeysiz... (olan acaba kültürümüz mü?) *** Hece Dergisi, Ahmet Hamdi Tanpınar Özel Sayısı, s. 61, Hece Yayınları, 2002 Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında sağdan bakışlar... Kimi yazılar dikkati çekecek düzeyde, ama çoğunluk sığ bir düşüngüsel körlük içerisinde içeriğini yok ediyor. Dergi, Tanpınar hakkında kapsamlı bir kaynakça içermektedir. *** Lefebvre, Henri; Modern Dünyada Gündelik Hayat, Metis Yayınları, 1998 Bu yoğun ve önemli yapıt, modern toplumbilimin geleneksel (ve sol) toplumbilime katkısı sayılabilir. Ama şu anda dile getiremeyeceğim bazı çekincelerim var. *** Troyat, Henri; Çehov, Ada Yayınları, 1987 Çehov hakkında yazılmış en iyi yaşam öykülerinden biri. Belki Çehov'un yapıtları üzerinde çok durulmuyor, ama zaten Troyat'nın böyle bir niyeti yok. Çehov'un neşesinin arkasındaki karamsarlığı ve bu gerilimin Çehov üzerindeki yıkıcı etkilerini sezinletiyor Troyat. Çehov'la ilgili anılara da çok fazla güvenmemek gerektiğini söylemekten çekinmiyor. ‘Çaglov'a şunları söylemişti: "Biz şarlatanlık yapmaya kalkışmayacağız ve çok kesin olarak, bu dünyada, insan hiçbirşey anlamaz diyeceğiz...Yalnız budalalar ve şarlatanlar her şeyi biliyor ve anlıyor." (172) *** Herakleitos, Alova; Kırık Taşlar, Ed. Veysel Atayman, Bordo Siyah Yayınları, 2002 Herakleitos'un çok az olan tüm metinleri (bir ya da birkaç tümcelik) Erdal Alova'ca Tükçeleştirilirken siirleştirilmiş. Başarılı bir çeviri çalışması, anlamı bozmak yerine sanki Herakleitos'a yaklaştırarak pekiştirmiş gibi. *** Yavuz, Hilmi; Yolculuk Şiirleri, Can Yayınları, 2001 Hilmi Yavuz 3 bölümlü kurgulamış son şiir kitabını, kendi kişisel tarihiyle de koşutlayarak; doğuya, batıya ve öte'ye... Bu özgün ozan, yaşamı yoculukla buluşturarak son yolculuk hazırlıkları için denemeler yapıyor sanki. Yaz önemli ama, geride bir imge. Odakti Yavuz geleneğinde, şimdi odaktan kayıyor. Tek'ten, Bir'den Çok'a, Sonsuz'a gizemsel (mistik) geçişi görmemek olanaksız... *** Balzac, Honore de; Louis Lambert, MEB Yayınları, 1946 Bir Balzac romanı daha. Kendi yatılı okul deneyimlerine büyük ölçüde dayanan, kimi dinsel tasarımlarla maddeciliği bağdaştırmaya ve metafizik sonuçlar çıkarmaya (dönemin bilim düzeyi ve Balzac'ın çözümleyici anlama çabası gözönünde tutulursa doğal) dönük bir felsefi girişim. Ikiz temasının etkileyici gücü ve benzer bir arkadaşlık ilişkisi Tahsin Yücel’in Yalan'ında sürmektedir. Yücel'e bu soruyu sormak gerekir (Balzac'a borcunu, Balzac uzmanı olarak). Romantik Balzac'ı görmek de olası bu romanla. Değişik ve ilginç bir Balzac. Kaç kişi bilir acaba? *** Balzac, Honore de; Vadideki Zambak, Can Yayınları, 2000 Üç çevirisi var elimde, tümü de iyi. Tahsin Yücel (Varlık ve Can), İsmail Yerguz (Oğlak), Cemal Süreya (Sosyal). 1836'da yayınlanmış bu roman için Balzac'ın doruklarından biri olarak, belki de doruğu olarak sözetmeliyim. Balzac'ın o katkısız, yansız ve tanrısal gerçekciliği burada barok, hatta rokoko anlatıları da içselleştirmiş, yaşamın içerisindeki, hep yapay dışavurumlarla seyreden ve biçimi oluşturan şey, işaret ettiği büyük gerçekliği serivermiş ortalığa. Bu yazarın anlatışına egemenliği ve çokboyutlu düşünce gücüyle ilgili bir şey. Bir aşk kendine, olanaksızlığına, doğuşuna ve doğamayışına, bir vadinin büyüleyiciliğine ve çıkışsızlığına, doğanın zenginliğine ve yıkıcılığına, bir inanca ve inançsızlığa tanıklık ediyor. Bir aşk kendini çözüyor. Dünya yazınında böyle bir şeyin, bu yetkinlikte bir başka örneği var mı acaba? Felix'in Madam de Mortsauf'a erişimsiz aşkı Fransa'ya, Avrupa'ya da tanıklık ediyor desem abartma olmaz. Yazan Balzac çünkü. *** Balzac, Honore de; Cesar Birotteau, Remzi Kitabevi yayınları, 1945 Balzac'ın yine çarpıcı ve en azından ülkemizde göz ardı edilmiş bir romanı daha. Tefeci Gobseck, Goriot Baba, Tours Papazı, Grandet Baba tipler galerisinde yer alan bir diğer güçlü çizilmiş burjuva karakter: Cesar Birotteau. En parlak, mutlu zirvesinde bir üreticinin (burjuva parfümcü) hızla iflasın acımasız çarkları içerisinde kıvranışının, bilimsel gözlemci mikroskopu altında, büyüleyici öyküsü... Balzac bir öke (dahi) ve bunu Proust'un belirtmesi benim için önemli. Deleuze buna gönderme yapıyor. Boş ya da dolu göstergeler üzerinden gerçekleştirdiği bir 'yeni dünya'. Yapıtı ilerledikçe yarattığı dünya da biçimini aldı. Seçenek dünya önerisiyle bu dünya, Balzac'ın içinde yaşadığı dünya ortaya çıkıyor, belirginleşiyor. Ve yaşam insan iradelerinden ayrı bir acımasız, katı seyir içinde nasıl yürütüyorsa yargısını, Balzac açısından da bu böyle ve bir yasa yapıcı yaklaşım sanki sözkonusu olan. Olağanüstü bir roman ve Cevdet Perin'i çevirmen olarak (Stendhal'ın Kırmızı ve Siyah çevirisini de çok beğenmiştim) selamlıyorum. Saygıyla anıyorum. 1945'lerde bile duru sayılabilecek bir Türkçe. Ama yeni yayıncıları bu çeviriyi dil açısından güncelleyerek ama onun dışında da hiç bir noktasına karışmayarak) yeniden yayınlamaya çağırıyorum. *** Balzac, Honore de; Köy Papazı, MEB Yayınları, 1952 İnsanlık Güldürüsü'nün ilk yapıtlarından Köy Papazı çok kötü ve tek çeviriden okundu (Kazım Nami Duru). Balzac yine duyumsanıyordu duyumsanmasına. Büyük öke (dahi) kafasında yarattığı tipleri, olayları, yerleri yeniden ele alarak tümleştiriyordu. Köy Papazı'nda da aynı şey var sanırım. Ayrı ayrı düşünülmüş öyküler sonra birleştirilmiş gibi. Kimi tipler zaten başka romanlarda sürüyor. Balzac'da çok güçlü iki özellik var. Doğa betimlemeleri ve tip betimlemelerinde boşluksuz. O döneminin bilimsel yaklaşımının derin etkilerini taşıyarak, çözümlemeci yöntemle var kılıyor insanı ve onun içinde yaşadığı çevreyi. Hem bildiğimiz, hem başka ve yeni bir dünya önerdiği açık. Kendi kişisel eğilimlerini bile bu yolda bastırdığı, yoksaydığı, Tanrı denli yansız kalarak adil kalabileceği düşüncesine sonuna değin bağlı kalarak kendini aştığı görünüyor. Bugün romanda yanlış, ilkel bulunan pek çok şeyi anlatısında cesaretle kullanan Balzac'ın anlatısı yine de güçlü kalıyor ve bence bunun nedeni insanoğlunun aradığı ve örneğin Shakespeare'de bulduğu şey. İnsanları anladığımızı sandığımız anda bizi şaşırtabilirler ve insan olarak bir serüvenimiz, tarihimiz varsa eğer bunda rastlantının, en beklenmedik olanın, birinin bize bir şeyi kendi diliyle seçip ayıklayarak anlatmasının, hatta karnaval (Bakhtin) duygusunun rolü var. Balzac kurgunun, anlatının bu büyük gücünü, ustası Shakespeare gibi biliyor. Güçlü sahne duygusu da belki bununla ilintilidir. Balzac evreninde her şey hakettiği yeri kusursuz biçimde doldurmak, tam anlamıyla var olmak zorunda olduğundan, olay örgüsü bugünün beklentisine uygun düşmeyebilir, yer yer doku bütünlüğü bozulabilir. Olsun. Bence işini sıkı tutarak Balzac, okuruna daha az değil, daha çok boşluk doldurma görevi yüklüyor. Balzac, Honore de; Sönmüş Hayaller 1. İki Şair, Varlık Yayınları, 1969 Özyaşamöyküsel ögelerin öne çıktığı bu üçlünün ilk kitabı İki Şair, taşra düşlerinin genç insanı ve masumiyeti, rastlantıların da payıyla nerelere sürükleyebileceğini ele alıyor. Taşra aristokrasisi ve Paris burjuvazisi üzerinden gelen ayartıcı etkiler, taşra saflığı üzerine değişik etkiler yaratabilir. Lucien'le David bu tepkileri değişik yaşıyor. Lucien'in alıcı ırası, sonunda ancak baştan çıkabilir ve suçsuzları peşisıra cehenneme sürükleyebilirdi. Balzac her zamanki gibi paranın iki yüzü olduğunu, aynı para olmasına karşın bu iki yüzün farklı olduğunu biliyor ve bildiriyor. Yargıları ona ait, romanına değil. Bunu böyle koymayı seviyor. Balzac'ı Balzac yapan başka ne olabilir? Coşumcu (romantik) bu türden yapıtlarında bile, o Balzacvari dokunuşu okur duyumsuyor. Değerini ayrımsıyor. *** Balzac, Honore de; Goriot Baba, Can Yayınları, 2000 Balzac evreninin en büyük anlatılarından biri ve Tahsin Yücel çevirisi. Büyük zevkle okundu. Diğer çevirilerle (Yerguz, Baydar, vd.) karşılaştırıldı. İki kızına tutkun Goriot Baba'nın acılı öyküsü çevresinde Fransa-Paris'ten bir insan kesiti, aynı zamanda çağın, beklentilerin, çatışmaların, özlem ve tutkuların da bir kesiti. Bugün acemilik sayılabilecek birçok anlatı tekniği Balzac'ın elinde özgüllük ve güce dönüşüyor. (Neden?) Ama o Tanrı tutumu büyüleyici. Anlatıyı bu denli etkili yapan şey de bu. Yeni bir dünya yapmak. İnsanlık Komedyası. Goriot Baba'yı bir Shakespeare oyunu gibi okumamak olanaksız. Trajik olan, dramatik ve komikle içiçe. Dostoyevski'nin ipuçlarını bile Balzac'da bulmak olası. Vautrin tiplemesi Dostoyevski'ye yaraşır, ama Balzac diğer tiplerine haksızlık yapmaz, istese yapabilecekken. *** Balzac, Honore de; Çölde İhtiras. Ed. Şebnem Ergör, Beyaz Balina Yayınları, 2001 Bu dünya yazarlarından seçme öyküler derlemesinde Balzac'ın Komedya'ya aldığı bir öyküsü Çölde İhtiras çevirisi okundu. Kısa öykü düşlemsel bir olayı anlatıyor. Araplardan kaçan Fransız tutsak çölde bir parsla karşılaşır. Aralarındaki ilişki kadınla erkek arasındaki ilişkiye benzer, içinde kıskançlıklar barındıracak kerte. Ve ihanet acıyla sonlanır. İlginç ve eleştirel bir öyküydü. *** Balzac, Honore de; Otuz Yaşındaki Kadın, Remzi Kitabevi Yayınları, 1986 Giriş'e konan Pierre Citron'un önsözü (romanın yazım serüveni) Mina Urgan çevirisini taçlandırıyor bence ve büyüleyici. Şimdiye değin Balzac evrenine beni en çok sokan (kendi yapıtları dışında) bu yazı oldu. Balzac'ın çalışma yöntemi, İnsanlık Güldürüsü'ne giden yolun öyküsü bu yazıdan çıkıyor. Çelişkiler barındıran ve Balzac'ın kusursuz yapıtlarından olmayan (ilgisiz yama gibi duran beşinci bölüm, vb) Otuz Yaşındaki Kadın (gerçekte Otuz Yaşında) romanı yine Balzac'ın belli başlı ve onu öke (dahi) yapan nitelikleri barındırıyor. Bu nasıl oluyor? Okur koşullanması mı? Sanmıyorum. Balzac'ın yapıtında has anlatılara özgü doğrudan yaşamın kendine özgü yaratıcılığı beliriyor, içinde insanoğlunun şaşırtıcı direnci, başkaldırı ve uyum yeteneğiyle birlikte. Sıradan ve çoğunluk romanını sonlandıran seyden sonra başlıyor Balzac'ın romanı. İnsanlar bu noktadan sonra da yapıp ediyorlar. İşte olağanüstü olan bu. Gorki Tolstoy için söylemişti: Tanrı gibi adam. Bence Balzac Tanrının ta kendisi. Ve bizim yaşadığımız şeye gelince, o bir güldürü. Kadını, sevgili, eş, anne kadını yargılamıyor Balzac. Anlamaya çalışmakla yetinmiyor, bilim adamı gibi tıpkı, anlaşılabileceğini öne sürüyor. Balzac bir insan olarak sanırım kendinin ötesinde. Hem kendisi, hem değil. Umarım Yücel ve Zweig yeterli ipuçlarını verir (Balzac’la ilgili.) Temalar yineleniyor, sürüyor, geriye dönülüyor, ileri atlanıyor, vb. Sonsuz güldürü denizinde tüm yaşamlar birbirine bağlı ve bir o denli de ayrı (lar). Kötü anlatılarında bile Balzac yüceliyor. Madam d'Aiglemont'da Köy Papazı’ndaki Madam Grasslin'den 'Eh, Evet' olarak süren bir öykü ve yazgı birliği var. Bu evrensel kadınlık yazgısıdır. Ama bir cinayet sahnesi var ki, göndermelerle çağdaş kılınmış, Helene'in (8 yaşında) kardeşi Charles'i yamaçtan ırmağa yuvarladığı o birkaç sayfa… Etkilenmemek olanaksız. *** Balzac, Honore de; Tefeci Gobseck- Üç Öykü, Cumhuriyet Yayınları, 1999 Büyük Balzac okuması... Giriş. İnsanlık Komedyası’nın ilmek ve düğümlerini bir okur olarak atmanın başında, bu büyük ökenin dokumasını yeterince değerlendirebilecek miyim? Balzac soylu ruhunu aşağılık ve tiksinti verici kentsoylu evrenin tüm değerleriyle tek tek sınadı. Neyin zarar gördüğünü bilmiyorum, ama yapıtı ve biz kazandık sanırım. Esirgemeyen, bağışlamayan Balzac'ın adıyla başlamak... Yaptığım bu. Kitap'ta, uzun öykü (roman) Tefeci Gobseck'den başka; İsa Flandre'da (Felsefe Araştırmaları) Dinsizin Ayini El Verdugo öyküleri yer alıyor. *** Balzac, Honore de; Bilinmeyen Başyapıt/Kırmızı Han, Cumhuriyet Yayınları, 1999 Bu büyük anlatıcının iki büyük öyküsünü derleyen yapıt için söylenecek çok şeyim yok. Yalnızca bir işaret: Bilinmeyen Başyapıt, Wilde'a, Gogol'e kaynaklık etmiş olabilir mi? Ya Kırmızı Han. Dostoyevski öyküsünden ayırmak zor. Dostoyevski'nin en büyük kaynaklarından biri Balzac olmalı. Nasıl Balzac'ın en önemli kaynakları arasında Shakespeare'i, Sterne'ü saymak gerekirse. *** Balzac, Honore de; Top Oynayan Kedi Mağazası, Cumhuriyet yayınları, 1999 Aristokrasi (çürüyen) ve kentsoyluluk (yükselen ticaret burjuvazisi) arasındaki geçiş ilişkileri nasıl bu denli yansız, bilim adamı titizliğiyle ve hem de bir anlatı olarak verilebilir. Bu roman Balzac'ın büyük projesini sezdiriyor insana. O toplumdan aldığı kesitle insanı anatomi masasına yatırıyor. *** Balzac, Honore de; Tuhaf Öyküler, E Yayınları, 2001 Balzac'ın, Fransa'nın ve özellikle doğduğu Tours Bölgesi’nin geçmişinden süzdüğü gerçekten eğlenceli, yer yer Rabelais'nin ardılı olduğunu kanıtlayan, zekice ve hafif alaylı, ama tümünden çok Fransız tininin açığa çıkarılması anlamını taşıyan öyküleri. Balzac deyince usuma hiç gelmeyecek, ama Balzac için yaşamı tüm olarak kucaklamanın gereği olan bu öyküler, yazınsallık kaygusunu arkada bırakmayı gerektirse de, Dore'un olağanüstü resimleri için bile olsa, gözatılmalı. *** Balzac, Honore de; Albay Chabert, MEB Yayınları, 1962 Sanırım Balzac'ın çizdiği en güçlü karakterlerden biri Chabert. Fransa'nın hukuk söylemine egemenliği öyküsünü güçlü ve inandırıcı kılıyor. Soylular dünyasının iki yüzlülüğü ve delirmekten başka çözüm bulamayan mert ve gururlu albayın hazin ama bir o denli kaçınılmaz öyküsü iç burkuyor. Balzac'ın en iyilerinden. *** Balzac, Honore de; Köylü İsyanı (Şuanlar), Oda Yayınları, 1994 Balzac'ın ilk ciddi çalışmalarından bu uzun roman kuzeybatı karşı devrim toprağında çatışmaları arkaya koyan bir coşumcu (romantik) öykü anlatıyor. Balzac ufukta görülüyor. Komedya’ya giriş romanlarından. Yer yer Shakespeare oyunu (sahneler) okur gibiydim. Kişilerine karşı duruşu ilginç Balzac'ın. Onlar hakkında bir duygu taşıdığı kesin, ama yaşamın seyrini bu duygular etkiliyemiyor. Saflık, masumiyet kazanamayacak. Hem masumiyet, bakalım masumiyet mi? Tarihin içinde bilinç nerede, nasıl çalışıyor? Balzac bu sorunun ardında bence (bu yapıtında). *** Balzac, Honore de; Tours Papazı, Cumhuriyet Yayınları, 1999 Balzac'ın en güzel romanlarından biri bu bence. Goriot Baba'dan daha çok etkilendim desem yeri. Kasaba, çevre ve içinde toplumsal karakterler varoluş gerekçelerini öylesine getirip dayatıyorlar ki okurun burnuna, okur okuduklarının değil kendisinin sanal olduğunu düşünebilir. Olağanüstü bir roman. *** Balzac, Honore de; Tılsımlı Deri, Hayat Neşriyat AŞ Yayınları, 1968 Komedya’nın ilk romanlarından, Felsefe İncelemeleri bölümünde yer alan, anlatı-yapı sorunları taşımasına rağmen tam Balzac'a özgü sorgulamasıyla etkili, önemli bir kitap. Wilde'in Dorian Gray'in Portresi ile okumalı. Bir Faust öyküsü bu. Hristiyan Avrupa'nın önemli öykülerinden biri. İrade ve istemle çatışan yaşam, insanoğlunun gidişi, yapıp ettikleri, bilimi ve çabasıyla gerçek mutluluğun olabilirliği arasında parçalanan, yıkılan duygular... Arzu ve aşkın biraradalığının olanaksızlığı...Yaşamın anlamı? Bu büyük öke (dahi), yine sorguluyor bence. Uzatılmış, coşumculuğa verilen onca ikinci bölüm ödününe rağmen... 35 yıl sonra, nice özlemden sonra kavuştuğum bu okuma (Balzac) benim için ayrıca özel bir deneyimdi. Urfa'dan 50 yaşıma... *** Balzac, Honore de; Eugene Grandet, Can Yayınları, 2000 Yarattığı tiplerle unutulmaz bir Balzac başyapıtı. Balzac ölümsüz ve bilinmeyen bir malzeme üzerine, insan ruhundan oluşan ışık ve gölgenin yansıdığı oymacılık sanatıyla insanlık durumunun kabartmasını yapıyor. Çoğu kez bir Tanrıya benzemesi, yarattıklarının da tanrısallığından geliyor olmalı. Çünkü onun insanları işaret edilenler değil, bizden ayrı, orada bizler kadar gerçek varolanlar... Bunda ürkütücü bir şey var. Grandet baba, daha önceden yarattığı cimri tipinin doruğu kuşkusuz. İnsandışılığına rağmen onu insan gibi algılıyor ve benimsiyoruz. Herkesle bir arada yaşamak zorunda olduğumuz bilincini taşımamızla ilgili olabilir bu. *** Balzac, Honore de; Altın Gözlü Kız, Kastaş Yayınları, 2004 Gerçekte Balzac'ın 'Onüçlerin Hikayesi' adını verdiği üçlünün ilk iki kitabı bu roman. İlk bölüm Ferragus, yanılmıyorsam Türkçeye yazınsal açıdan önemli bulunmadığı için hiç çevrilmedi. İzleyen iki roman: Langeais Düşesi ve Altın Gözlü Kız. Balzac eğlenceli öykülerine ve Komedya öncesi serüven tutkusuna bir yarım dönüş de yaparak, Balzac kanonunda bir dalgalanma yaratıyor bana kalırsa. İlk göz ağrısına bir selam gönderiyor, kendine bir hak tanıyor. Ama çerçeve serüven kalıbı içerisine çözümleyici ve sık dokuyucu Balzac ökesi kendi ruhunu yerleştiriyor ve yıkıcı bir aşk öyküsü kaçınılmaz ve başka türlü olamaz bir biçimde beliriyor, ortaya çıkıyor. Balzac'ın yaptığı sanki yalnızca buymuş gibi... *** Balzac, Honore de; Köy Hekimi, Halk El Sanatları ve Neşriyat AŞ Yayınları,? İnsanlık Güldürüsü'nün, Balzac'ın bir başka boyutunu süren, derinleştiren bir halkası. Balzac bana kalırsa bu romanında bir ulusal ütopya, bir Fransız ütopyası temellendiriyor. Kralcılığını da apaçık sergiliyor, ama bunun hiç önemi yok. O Fransız olan'a yatırım yapan biri olarak tümünün üstünde bunların. Roman Fransa'nın bağrına ve önemli bir çağına yolculuğa çıkarıyor okuru. Özellikle Balzac'a yakınlaştırıyor. Bu bakımdan önemli sayıyorum. Kurgu olarak kusursuz yapıtları arasında olmasa da. Ütopya çoğu kez romanı bozuyor demek istediğim. *** Balzac, Honore de; Mutlak Peşinde, MEB Yayınları, 1955 Balzac'ın yine çok önemli romanlarından olan Mutlak Peşinde iki çeviriden okundu. MEB çevirisi dili eski olmakla birlikte başarılı Sabiha Rıfat-Oktay Rıfat'tan, Oda Yayınları çevirisi ise yine çok başarılı ve eksiksiz Celal Öner'den. Roman felsefi bir tartışmayı odağa alıyor: Saf bilim mi, insan mı? Altın'ın peşindeki de Claes, aşkı yitiriyor. 1835'lere değin yazdıklarında Shakespeare etkisini sürdüren Balzac, Batılı Faust teması üzerine bir yorum-deneme yapmaktan kendini alakoyamamış. Aynı pazarlığı Tılsımlı Deri romanının Paris'te okuyan taşralı genç kahramanı da yapıyordu, hatta Goriot Baba'nın genç öğrencisi de. Balzac için önemli bir tema olduğu görülüyor. Mutlak Peşinde en iyilerden olmasa da iyilerden biri Balzac külliyati içinde. Okumak gerek. *** Balzac, Honore de; Sönmüş Hayaller 2. Taşralı Bir Büyük Adam Paris”te, Varlık Yayınları, 1969 Yaşar Nabi'nin iyi sayılabilecek çevirisinden, Lucien'in Paris serüveni, aynı zamanda medyanın daha doğuş yıllarında, 19 yy.ın ilk yarısında Paris'te nasıl bir iktidar ve çıkar aracına dönüştüğünün büyüleyici ve güncel, çarpıcı bir öyküsü ve eleştirisi. Bugün Türkiye'de gündeme alınabilecek bir roman. Lucien'in, taşralının yükselme tutkusu, ırasındaki ikilem ile Paris'in büyük çarkı yaşamları biçimlendiriyor ve toplum ortaya çıkıyor. Balzac'ın önemli romanlarından. *** Balzac, Honore de; Nucingen Bankası, MEB Yayınları, 1950 Cesar Birotteau'ya ek olarak aynı yılda yayınladığı (1837) roman Balzac'ın büyük Fransa dokumasının belki önemsiz, ama gerekli ilmeklerinden biri. Çünkü borsa, senet, banka ve zenginleşme konusunu derinleştirmeden geçemezdi Balzac. Tipler ve olay örgüsü yerine, toplumsal çıkar davranışının gizlerine ilişkin bir açımlama girişimi. Finans sermayesinin işleyişini çözmek amaç, yazar için. Yeni tip yok, eski tiplerle yürütülmüş bir eleştiri. Yazınsal değeri tartışılsa da Balzac poetikası içerisinde anlamlı bir yeri olan bir roman Nucingen Bankası. Dizgi yanlışları yapıtı okunmazlaştırmış ne yazık ki... *** Balzac, Honore de; Sönmüş Hayaller 3. Bir Yaratıcının Çektikleri, Varlık Yayınları, 1969 Bu üçlü kitaplığımda usumun hep takıldığı, lise yıllarıma, yani 40 yıl öncesine giden bir çağrışımın da simgesi. En sonunda okumasını tamamladım. Taşralı şairimiz Lucien'in acı Paris deneyiminden sonra olgunlaşacağını beklemek boşunadır. O bireysel ve tarihsel rolünü oynayacaktır ve Balzac'ın bile yapabileceği bir şey yoktur. Faust'u anıştıran bir Balzac anıtı diyebilirim üçlü için. Böyle bir evrensel temayı es geçmesi beklenemezdi zaten Balzac'ın. İlginç olan, Taşradan Paris'e temasının Balzac romanlarındaki önemli yeri ve bunun Balzac'ın özyaşamına olan bağı... Evet, başkente bu büyük göç, yani Balzac'ın öyküsü doğurgan bir kaynak olarak pek çok Balzac kahramanının değişik öykülerine dönüştü. Aynı biçimde, o derin Balzac karakteri diyebileceğimiz cimri bir kez daha yeni zenginlikleriyle karşımıza çıkıyor. Ve romantik karakter, acı ama önüne geçilemez darbeyi Balzac'ın kaleminden alıyor. Romantik kahraman'ın arkasında ne yatıyor ve eyleminin sonu nereye varır? Balzac yaşama müdahele etmiyor. Tersine sanki yaşam rastlansallık maskesi arkasındaki kaçınılmazlığıyla Balzac'a dayatıyor kendini. 20'ler, 30'lar Fransa’sına Balzac ne borçlu acaba? *** Reeves, Hubert; Boşluk, TÜBİTAK Yayınları, 2001 Bilimin şiiri diyebilirim yapıt için. Zaman, ölüm, doğa (‘Doğa bizim aracılığımızla kendine kendisinin bir imgesini gönderir’, s.29),güzellik, bilinç, bilimsel etik, Tanrı üzerine. *** Yıldırım, İbrahim; Bıçkın ve Orta Halli. Cinayet, Ülke Cinnet, Yapı Kredi Yayınları, 2003 Yıldırım'ın üçlemesinin üçüncü kitabı. Ve yazarla ilk kez tanışıyorum. Ülkemizin eşiğine getirildiği cinnetin yapısal, dilsel yansıması diyebiliriz roman için. Bir yere götürmeyen açık yapısıyla postmodern duruşuna rağmen, insanlık durumu olmasa da ulusal durumumuzu görmemek olanaksız roman boyunca. Ulusal gülünçlüğümüz de payını alıyor kuşkusuz anlatıdan. Okunmaya değerdi (cinnete işaretiyle). *** Yıldırım, İbrahim; Hassas Ruhlar, Şikayetçi Aşklar, Can Yayınları, 2004 Yıldırım'ın Bıçkın ve Ortahalli romanından sonra okuduğum ikinci ve son yapıtı:öykü. Yıldırım'ı sanırım tüm yazılarında belirleyen şey, toplumsal travmaya dayalı delilik. O bir zamanın ve coğrafyanın sapkınıyla yüzleşiyor, bunu bir tip olarak üretmeyi başarırsa sonunda ne üretmiş olur (bunun da hesaplaşmasını ayrıca yapmalı)? Sonuçta bunu Ispanya'dan bir Mendoza daha yüksek bir teknik düzeyde yapmisti zaten. Yıldırım'ın çabası neden ağ ördüğünü unutmuş bir örümceğin ağ örme çabası. Bu unutuş tüm bir poetikanın biricik temelini oluşturamaz. Çok çekici bir dili koysa da ortaya ve gizemli bir sürükleyiciliği... Sonuçta kitap biriminde bunlar seçkin ve dikkate değer metinler olsa da arkada işaret etttiği yazar açısından bir kaza kaçınılmaz gibi görünüyor (ya da ben öyle görüyorum). *** Arsel, İlhan; Kuran”ın Eleştirisi 1,2, Kaynak Yayınları, 2000 Arsel'in bu geveze yapıtı önemli çelişkileri yakalamakla birlikte gereksiz uzatılmış ve inanılmaz sayıda tekrarlarla öyle tıka basa doldurulmuş ki bunu bir yöntem yanlışı olarak görüyorum. *** Arsel, İlhan; Kuran”ın Eleştirisi, Kaynak Yayınları, 2000 Arsel'in çok çaba harcanmış, yoğun emek ürünü yapıtı, içeriği ve aydınlanmaya katkısı açısından çok değerli, buna karşılık bilimsel bir çalışmanın gerektirdiği biçim (format) açısından berbat. Arsel inançlı (!) ve temiz, dürüst bir insan. Bir misyon adamı. Bunun için ona en başta teşekkür borçluyuz. Yılmazer, İlyas; Sel Sorununa Kalıcı Çözüm, Kaynak Yayınları, 2002 Yılmazer gerçek bir bilim adamı. Bilimle siyasetin ilişkisini kavradığı için bilim siyaseti yapıyor. Örneği az... Yılmazer, İlyas. Deprem Sorununa kalıcı Çözüm. İstanbul: Kaynak Yayınları, 2002. Yilmazer'in dogru tezi Türkiyede depremin vadilerde (%5) yikacagi, vadilerde (ova) yerlesmenin de anayasaca yasaklandigi... Yılmazer saygın bir ad. *** Aral, İnci; Gölgede Kırk Derece, Can Yayınları, 2000 Bu sevdiğim yazar (yaşadığımız zamanın tanığı ve vicdanı olduğunu sandığım) birkaç öyküsü dışında beni düşkırıklığına uğrattı diyebilirim. Hem öyküleri, anlatım tekniği açısından birbirinden ayıramaması, hem seçtiği teknik ve soyutlamaları, yer yer içbayıltıcı... *** Aral, İnci; Mor, Epsilon Yayınları, 2003 İnci Aral'ın romanı beni onunla buluşturdu. Daha önce öyküleri çok etkilememişti. Başta iyi bir yazarla, anlatıcıyla karşı karşıyayız. Türkçe, anlatım, yapı sorunsuz, başarılı. Geriye içerik kalıyor. Bu noktada Aral sanırım duygusal davranmıyor. Ülkemizin son yüzyılının ortaya çıkardığı belirgin tipler Mor'da (Tahsin Yücel'in Yalan'ında olduğu gibi) yakalanabilmiş. Aral'ın keskin bir duyarlılığı var. İçinde yaşadığı toplumun yeniden üretimine katılmış birinin anlatısı bu. Bir bakıma bizim öykümüz... Son yılların iyi romanlarından biri bence. *** Aral, İnci; Taş ve Ten, Epsilon Yayınları, 2004 Aral benim yazarlarımdan. Bu romanı da bence kadın sorunu ve iki cins ilişkilerine doğru bir bakışı ve yetkin bir anlatı düzeyini yakalıyor. Ülkemizin önemli eleştirel gerçekcilerinden biridir diyorum Aral için. *** Nemirovski, İrene; Bir Yazarın Romanı (Anton Çehov”un Yaşam Öyküsü), Cem Yayınları, 1987 Nemirovsky Rus kökenli, Fransız yazar. 1903'de doğan yazar 1942'de Nazi toplama kampında ölmüş. Çehov üzerine yapıtı ölümünden sonra yayınlanmış. Kısacık yaşamına birkaç roman sığdırabilmiş: David Golder, Jesabel bunlardan Türkçeye de çevrilenleri. Çehov'u bu denli iyi yakalayabilmiş bir yazarın, çok iyi bir yazar olduğu kanısındayım. Çünkü Çehov sıradışı, çok özel bir insan... Onda Kafka ile Tolstoy bir araya gelebilir. O bağlanmaktan korkan, ama insanoğlunun acı olduğu denli gülünç yazgısına da iliklerine dek bağlı biri. Nemirovsky'nin yöntemi lekeci bir anlayışa dayalı... Fırçasını boyaya (saf değil, bir boya karışımına) daldırıyor, ve geniş bir darbe... Sonra yeniden bir başka karışım... Okur ayrıntıları kaçırdı mı Çehov'u Nemirovsky'nin yakaladığı, gördüğü gibi görme şansı yok demektir. Çehov'un sorunsalını iyi kavradığından, bu sorunsalı aktarma biçimini de yakalayabilmiş bana kalırsa... Uzun ve bitmeyen yorum ve açıklamalar yanlış olurdu kuşkusuz. Çehov'un yaşamı denli kısa ve yoğun... Oktay Akbal Fransızcadan çevirmiş... Baskısı kötü de olsa Çehov için okunulması zorunlu, önemli bir yapıt bu. *** Attali, Jacques; 21.Yüzyıl Sözlüğü, Güncel Yayınları, 1999 Attali'nin öngörüler içeren sözlüğü, bir yandan esinleyici yargılar içeriyor, ama öte yandan ve ağırlıkla postmodern umutsuzluğa dayalı kestirimleri sözkonusu. Kendisinin bazı kavramlaştırmaları bu kitapta uç vermiş; örneğin göçebelik gibi... *** Derrida, Jacques; Marx’ın Hayaletleri, Ayrıntı Yayınları, 2000 Derrida'nın bu zor yapıtı bir Shakespeare imgesini (out of joint) hep yeniden okunmasıyla ilişkilendirerek Marx'ın şimdi güncel ve gerekli olduğunu yine hep yeniden öne sürüyor. Bir yapıbozum örneği vererek. *** Parla, Jale; Don Kişot’dan Bugüne Roman, İletişim Yayınları, 2000 Yazınbilim ve özellikle roman üzerine okuduğum bu zevkli ve düşündürücü özgün çalışmanın temel tezi bence, romanın kendi başına ayrı bir tür olmadığı, türlerin bir karışımı ve katışımı olduğu ve yazın geçmişinde başarılı romanların sözkonusu karışımı bile-isteye-göstere yapmaları ve kendi yapıları içerisinde boşluklar, 'kayıp metinler' barındırmalarıydı. Üstelik yitik (kayıp) metinlerin gerçekte yitirilmediklerini ya da olmadıklarını yazar, okur, herkes bilir ve onların peşine cümbür cemaat düşülür. İşte yaratma, okuma süreçlerinde en büyük keyfi bu büyük anlatılar verir. Bu tezler için anlatılar anlatısı Don Kişot çıkış ve varış noktasıdır. Örnek anlatılar ise; Yazın Türleri açısından: * Don Kişot, Miguel de Cervantes * Karı Koca Masalı, Ahmet Mithat Efendi Yazar ve okur ilişkileri ile Kayıp Metinler açısından: * Tristram Shandy, Laurence Sterne * Kaderci Jacques ile Efendisi, Denis Diderot * Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu, Italo Calvino * Karanlığın Yüreği, Joseph Conrad * Tutunamayanlar, Oğuz Atay Anlatılarda zaman kurgusu ve anlıklaştırmalar açısından: * Büyük Umutlar, Charles Dickens * Ulysses, James Joyce * Silgiler, Alain Robbet-grillet * Mahur Beste, Ahmet Hamdi Tanpınar * Dar Zamanlar, Adalet Ağaoğlu Mimesis açısından: * Gece dersleri, Latife Tekin * Benim Adım Kırmızı, Orhan Pamuk *** Sancak, Jale; Sürgün Melekler, Doğan Yayınları, 2004 Sancak'ın birbirine bağlı öyküleri sanırım son yılların en özgün ürünlerinden...Yolculukta, araf'ta kalmış ve yitirmiş insanların, kıyıda beden ve dillerine oldukça yakın duran bir dili ve anlatıyı hangi deneyimleriyle yakalayabildiğini merak etmedim desem yalan olur Sancak'ın. 1958 İstanbul doğumlu. Kendi içine kapalı atmosferinde yaralı insanların bu yoğun anlatıları içerden bakanı sarsabilecekken, ben bazen içerden, bazen dışardan bakan biri olarak hep ikircimde kaldım. Bu öykülerin tek varış noktası: özkıyım (intihar) kuşkusuz. Bir de öykülerin rengi var gibi geldi bana. *** Monaco, James; Bir Film Nasıl Okunur? Oğlak Yayınları, 2002 ABD'li yazar, yayıncı ve yapımcı Monaco bir Amerikalı için saşırtıcı denebilecek görü derinliğiyle ortaya başlığının çağrıştırdıklarının çok ötesinde bir yapıt çıkarabilmiş, tek sözcükle olağanüstü denebilecek bir yapıt. İçinde yaşadığımız uygulayım ‘teknoloji) deneyimlerini sezgi gücüyle geleceğin artık sinema olamayacak olan tümleşik anlatı sanatlarına gönderebilen Monaco, sayısalın ufkunu açımlıyor. Sinemayı kitle iletişimi (medya), kitle iletişimini çoklu iletişim (multimedya) üst başlığına yerleştirmeyi deneyen yazar, bir kılavuz yapıt koymuyor ortaya. Bir(den çok) soru ardına düşüyor bence. Bugüne değin sinemayı sanatla buluşturan ve ayıran nedir? Bu çözümlemelere dayalı olarak yeni uygulayım (sayısal çokluortam) bağlamında sinemanın geleceği ve zorunluysa varolma biçimi nasıl olacak? Ertan Yılmaz'ın olağanüstü çevirisi de kutlamayı hak ediyor ayrıca. 2000 yılı 3.baskıya dayanıyor çeviri. ağ erisim adresi: www.ReadFilm.com Yapıtın bağımsız okunabilecek bölümleri şöyle: 1. Bir Sanat Olarak Sinema Monaco bu bölümde; genel olarak sanatın doğasını, sinemanın sanat olup olmadığı ve nasıl bir sanat olduğu, sinemanın diğer sanat türleriyle olan ilişkisini irdeliyor. Günümüz için yaptığı sanatsal düzey ayrımı aydınlatıcı: * Gerçek zamanda varolan gösteri sanatları (oyun, vb.) * Konu hakkında gözleyiciye bilgi aktarmak için yerleşik kod ve geleneklere dayalı temsil sanatları (resim, roman,vb.) * Gözleyici ile konu arasında doğrudan bir yol sağlayan, kendi kodlarına sahip ama niteliksel olarak temsil sanatlarından çok daha doğrudanlık özelliği gösteren kayıt sanatları (sinema, müzik, video, vb.) 1980 lerden sonra ise kayıt sanatlarında devrim yapmak üzere olan bir düzey; sayısal (dijital) teknoloji gözleyici ile gerçeğin ilişkilerini temelden tartışmalı kılmaktadır. Sanatı uygulamalı-çevresel-resimsel-dramatik-anlatısal-müzikal soyutlama tayfında çizgiselleştiren Monaco, iletişim temelinde iki boyutlu, üretim temelinde ise üç boyutlu olarak sınıflandırmaktadır. Böylece sanatlar ile hammadde, sanatçı ile gözleyici, yapıt ve belirleyici eytişimi (diyalektiği) kurgulanmış olur. Sinemayı diğer kayıt sanatları (fotoğraf, resim), anlatı sanatları (roman), gösteri sanatları (tiyatro), ses sanatları (müzik) ve çevresel sanatlar (yontu, mimarlık) ile ilişkilendirir (Monaco).Temel tezi şu: sinemanın gerçekle doğrudan buluşma yeteneği diğer türlerin gerçekle ilişkilerini yeniden düzenleme ve gözden geçirmelerini, soyutlama düzeylerini yükseltmelerini gerektirmiştir. Bir saptama: göstergebilim sinema dili/iletişim sistemini iyi tanımlamakla birlikte sanatsal etkinliğini tanımlayamaz. Yazın eleştirisinden 'eğretileme' kavramı ödünç alınmalıdır. Çünkü göstergebilim sanatı bir kodlar toplamı olarak anlatır. Sanatın eşsiz etkinliği ise onun eğretilemelerinde yatar. Sinema diğer sanatların tüm kod ve eğretilemelerini aktarabilmekle birlikte, tamamen kendisine ait, kayıt sanatları için eşsiz bir kodlar ve eğretilemeler sistemine sahiptir. 2.Teknoloji: Görüntü ve Ses Bu bölüm, sinemanın kullandığı teknolojiyi (görüntü ve ses) tanıtıyor. Ayrı bölümler olarak; objektif, kamera, ham film (çerçeve oranları, renk, kontrast, gren, format, hız, ton), ses kuşağı, post prodüksiyon-çekim sonrası aşama (kurgu, bilestirme-mix ve sonradan seslendirme, özel efektler, optik, laboratuvar ve son yapim kurulusu); video ve film; gösterim konuları irdeleniyor. 3. Sinema Dili: Göstergeler ve Sözdizimi Önce gösterge kavramını irdeliyor Monaco (algı psikolojisi bağlamında). ‘Eğer gözleyici edilgin tüketici değil etkin katılımcı ise bir filmin nasıl okunması gerektiği öğrenilmelidir’ (153). Monaco'ya göre, sinema bir dil olmakla birlikte bir dil dizgesi (sistem) değil. Dil dizgelerinin gücü, gösteren ile gösterilen arasında çok büyük fark olmasından, sinemanın gücü ise böyle bir farkın olmamasından gelir. Sinema akla getırmaz, anımsatmaz, belirtir. İzleyici için güç ve tehlike bu noktada başlar, yorumlama koşuldur, yaratıcı-izleyici dengesi kurulmalıdır, bu sanat yapıtını daha canlı ve zengin yapar. (156) Sinema dili kısa-devre yapmış göstergelerden oluşur ve temel bir birim ayırmak olanaksız olduğundan, süreklibölünmez bir sisteme (zaman) dayanır. Dolayısıyla “kolay bir sanat olan sinema sürekli olarak bu kolaylığın kurbanı olma tehlikesi içindedir”, "sinemayı açıklamak zordur, çünkü onu anlamak kolaydır" (C.METZ). Ne çekeceğim sorusunu iki soru izler: nasıl çekilecek, çekmek için ne seçilecek (DİZİSEL); nasıl sunulacak, kurgulanacak (DİZİMSEL). Sinemayı diğer sanatlara göre en fazla sinemasal yapan dizimsel kategoridir (kurgu). Sinemada temelanlam ve yananlamları yakalama çabalarının (göstergebilimsel) geldiği Peirce noktasında göstergeler üç ayrı yapı sunar: 1.İkon: Benzerlik ilişkisinden ötürü nesnesini temsil eden gösterge, 2. Belirti (index): Nesnesini aralarındaki varlıksal bağ nedeniyle temsil eden gösterge, 3. Simge (sembol): Gösterenin gösterilenle doğrudan ya da belirtisel değil, daha çok bir oydaşma sonucu ilişkilendiği nedensiz gösterge. Bunlar birarada bulunur. Belirtisel gösterge sinema için edebi model üzerine temellenen sinemasal eğritelemenin (metaforun) handikapından kurtuluş yolunu açar. Metonimi sinemasal simge olarak yazında oduğundan daha etkili olur. Gerçek izleyici yananlamlar yığınını okur. Filmi iyi yapan şey ne olduğu değil, nasıl çekildiği ve sunulduğudur. Sinemasal göstergenin ardından sözdizimini irdeler Monaco. Bu; zamanda (kurgu-montaj), hem de uzamda (sahneleme-mizansen) gelişimi içerir. Sahnenin iletisinin aktarıldığı araçlar olan kodları örneklerle izleyen Yazar, ‘bir dizi ortak kodla birlikte özgül sinemasal kodlar sinemanın sözdizimini oluşturur’, (177) der. Mizansen, çerçevelenmiş (dolayısıyla ayıklanmış olan) görüntü, ardzamanlı çekim (odaklama, ışık, vb), ses; kurgu izleyen sayfalarda çözümlenir. 4. Sinema Tarihinin Biçimlenişi Monaco bu bölümde de bir ilk gerçekleştiriyor. Sinemanın tarihini üç boyutlu olarak özetliyor: 1. Ekonomi (movies), 2. Politik (film), 3. Estetik (cinema). Olağanüstü bir bakış. ‘Sinema dünyayı anlama ve daha dar bir bağlamda, bu dünya içinde hareket etme tarzımızı değiştirmiştir’(250). Kitlesel sinemanın auteur sineması karşısında temsil düzeyine işaret etmesi oldukça önemli yazarın. ‘Eylemin gerçek hayatta hem olası hem de hala gerekli olduğu nasıl netleştirilebilir?’(263). ‘İnsanların filmin düşsel yaşantılanmasına güçlü bir gereksinim duyması psikolojik olduğu kadar fizyolojik de olabilir. Sinemanın bu çok önemli can alıcı etkileri henüz yeterince ayrıntılı olarak araştırılmamıştır’(265). ‘Hollywood sineması bir düştür, heyecan verir, büyüler ama bazen de politik bir kabustur. Diyalektik sinema ise çoğunlukla çok gerekli ve harekete geçirici bir karşılıklı konuşmadır’(269). ‘Böylesine genel bir araç olduğu için sinema -bilerek ya da bilmeyerek- birlikte nasıl yaşadığımız üzerinedir’(270). Estetik sinema tarihi (3.kesim) altbaşlıkları şöyle: Bir sanatı yaratmak: Lumiere'e karşı Melies; Sessiz sinema: gerçekciliğe karşı dışavurumculuk; Hollywood: türe karşı auteur; Yeni gerçekcilik ve sonrası: Hollywood'a karşı dünya; Yeni Dalga ve üçüncü dünya: eğlenceye karşı iletişim; Postmodern devam: Demokrasi, teknoloji, sinemanın sonu. ‘Öyle görünüyor ki bu güçlerin toplamı en azından bildiğimiz anlamda movies/film/cinema'nın sonunu ilan etmek için iyi bir zaman olduğunu akla getiriyor. Bu andan itibaren "film" iletişim araçlarındaki sanatçıların kullandıkları disk ve kaset gibi yalnızca bir ham malzeme, olası tercihlerden yalnızca biridir. "movies" artık, belki de "multimedya" hariç, başka bir ada sahip olmadığımız yeni, kuşatıcı bir sanat, teknoloji ve endüstrinin ayrılmaz bir parçasıdır. Ya “cinema”! Hayata bakış tarzımıza egemen olmuş, uzun, fırtınalı ve ödüllerle dolu seksen beş yılın ardından sinema sessizce sona ermiştir.’(364). 5. Sinema Kuramları: Biçim ve İşlev Monaco öncelikle eleştirmen kavramını irdeliyor. Sonra kuramlar: * Şair ve Filozof: Lindsay ve Münsterberg. Münsterberg'in katkısı film olgusuna psikolojik ilkeleri uygulamasında. * Dışavurumculuk ve Gerçekcilik: Arnheim ve Kracauer. Dışavurumculuk, yönetmeni öne çıkarır. Arnheim kuramının temeline biçimi ve teknolojinin sınırlamalarını koyarken Kracauer'in kuramının özünü sinema sanatının fotoğrafik misyonu oluşturur. Film bir amaca hizmet eder. "Etik, geleceğin estetiğidir" (GODARD). * Kurgu: Pudovkin, Eisenstein, Balazs ve Biçimcilik: Pudovkin biçimin kategorilerini keşfetti ve çözümledi. Kurgu tekniklerini anlatıya yardımcı olarak değerlendirirken, Eisenstein kurguyu düz anlatıya karşı yeniden inşa etti. Gerçekciliğe yaklaşmak için gerçekciliği bertaraf etmek gerekiyordu. Balazs ise Eisenstein'i gerçekcilik ilkeleriyle buluşturdu (mikro-drama). * Mizansen: Yeni-gerçekcilik, Bazin ve Godard. Bazin'i gerçekci yerine işlevselci olarak niteleyebiliriz. Sinemanın ne olduğu değil, ne yaptığıdır önemli olan. Bazin’deki karşıtlığı gidermek amacıyla Godard, mizansen ile kurgu arasındaki diyalektiği öne çıkardı. Mizansen yönetmen isterse kurgu kadar yalancı olabilirdi. Ayrıca kurgu yönetmenin kötü niyetinin zorunlu kanıtı değildi. O, karşılıklı diyaloğu önererek gerçekliğin sınırlarını entellektüel bir girişimle yeniden tanımladı. Artık kurgu yapmak mizanseni yeniden oluşturmaktı. "Gösterge bizi bir nesneyi onun anlamı aracılığıyla görmeye zorlar" (PARAIN). Dili yıkmak, yeniden başlamak için sıfıra dönmek (Barthes) gerek..."Godard'ın parçalanması gerektiğini düşündüğü, bilinçaltıyla algılanan güçlü üsluptu"(394). * Sinema konuşur ve devinir: Metz ve çağdaş kuram. Çift eklemlenmeli normal dillerden farklı olarak sinema kısa devreli göstergelerden oluşur. Görülen anlaşılandır. Metz'e göre, (kurgusal) anlatıma başvurmak sinemada merkezi bir öneme sahip: Temelanlam ile yananlam arasındaki farklılık büyük önem taşır. İkinci farklılık dizisel (paradigmatik-dikey-ne ne ile beraber) ile dizimsel (sentagmatik-çizgisel-ne neyi izler) arasındadır. Arkasından sinemasal olan-olmayan kodlar sistemini çözümler Metz. Filmlerde okuduklarımız yalnızca kodlardır. Ve sonuç olarak, olgun bir sanat olarak sinema bağımsız bir girişim değil, kültürümüzün dokumasında tamamlayıcı bir bileşendir. Sinema geniş ve uzun erimli bir birbiriyle ilişkili karşıtlıklar dizisidir."(402) 6. Medya: Herşeyin Merkezinde İletişim kurmak bir topluluğu biçimlendirmektir (406). Basılı ve elektronik iletişim araçları (Kitap- Gazete- Dergi- Film- Telefon- Radyo- CB- Ses Diski- Ses Bandı- Televizyon- KabloVideodisk- CD-ROM- İnternet). Mekanik ve Elektronik İletişim Araçlarının Teknolojisi (Gramofon- Telgraf- Telefon- Radyo- Televizyon: renkli-renksiz- Lazerli disk- Video diskHDTV). Radyo ve Kayıtlar. Televizyon ve Video (Yayın:İş, Televizyon:sanat-diziler) ‘...Yerel renklerle gelen canlılığı yitiriyoruz. Diğer yandan ise aynı şakalara gülen insanların birbirlerini daha az vurması olasıdır’ (474). TV: Sanal Aile. Ön planı (yaşamı) baskılayan arka plan (476). ‘BU BAŞTAN ÇIKARICI VE YAYGIN ARAÇ BİZİ GERÇEKLİKLE YAKIN İLİŞKİDEN YOKSUN BIRAKMIŞTIR’ (482). "Açıkcası sorun Big Brother'ın bizi izlemesi değil, bizim Big Brother'ı izlememiz’(483). TV zamanı imha eder... Hayatlarımızı bizim yerimize yaşar (484). 7. Multimedya: Sayısal Devrim Yapıta yeni baskılarda eklenmiş bölüm. Tüketici yerini 80'lerde kullanıcıya bırakıyor. Uzaktan Kumandalar. Depolama Teknolojileri. Sayısal Kodlama. Ses Diski. Multimedya miti.Sanal Gerçeklik Miti. ‘Tam kuşatıcı sanal gerçeklik elektronik süper uyuşturucudur’ (516). Siber Uzay Miti. ‘Ne Yapılmalı?’: ‘Sayısal devrim, kim tarafından belirlendiği bir yana, gerçeklikle ilgilenme tarzımızı köklü bir biçimde değiştirmiştir’ (527) ‘Gerçeklik içindeki zeminimizi yitiriyoruz’(528) ‘Medyayı gerçekleştiren insanlar bizden daha akıllı değil’(529).’Ne yapılmalı?. Yeryüzünün efendisi olan çağdaş medyayı durduramayız. O, hayatlarımızı doldurmaya devam edecek. Yeni söylem tarzları, okuyucunun sürece aktif katılımcı olmasında ısrar ettikleri için, bize yeniden kendi köklerimizi bulma firsatlarını verebilir. Ama etik, geleceğin estetiğidir. Yeteneklerimizin ve teknolojilerimizin koşulduğu kullanımlara odaklanmalıyız. Artık çok köklü bir biçimde bir film nasıl kullanılır, bunu da anlamalıyız" (529). Ekler ve Dizinler 1. Sinema ve Medya: Kronoloji 2. Sinema ve Medya Üzerine Okuma Önerileri DIZINLER (Kişiler/Konular/Özgün Yapıtlar/Türkçe Yapıtlar) *** Collins, Jeff; Heidegger ve Naziler, Everest Yayınları, 2001 Heidegger'in Nazi yanlılığında felsefe sisteminden de kanıtlar bulunabileceğini söylüyor Collins. Nazizm, varlığa dönük kesin bir tutum içerisindeydi Heidegger'e göre. *** Fox, Jeremy; Chomsky ve Küreselleşme, Everest Yayınları, 2002 Basit ama iyi bir makale. Chomsky'nin siyasal yaklaşımları hakkında. *** Banville, John; Athena, Telos Yayınları, 2000 İrlandalı Banville'in üçlemesinin (Tutanak Defteri/Hayalet/Athena) üçüncüsü iyi bir yazarla karşı karşıya olduğumu bir kez daha anımsatıyor. Tanınmayan Rönesans ressamlarının tablolarıyla güncel bir öyküyü koşutlu götüren Banville, okuru yazmaya zorlayan yazarlardan bence. Auster gibi birtakım izler bırakıyor arkasında, o kadar. Gerisi bize kalmış... Zevkli bir okumaydı. *** Foster, John Bellamy; Marx’ın Ekolojisi:Materyalizm ve Doğa, Epos Yayınları, 2001 Oregon Üniversitesi’nde toplumbilim profesörü olan Foster'ın bu çalışması birkaç açıdan önemliydi. 1. Foster, Marx'a yönelik eleştirinin yöntemsel ikiyüzlülüğünü Sartre'dan yaptığı bir alıntıyla olağanüstü bir biçimde dile getirmiş yapıtında (Örneğin, Popper, Giddens,vb.) 2. Marksizmin ekolojiyle ilgili bütün yanlış ve kasıtlı anlaşılmalarını irdeliyor ve kaynaklarla düzeltiyor. 3.1920-1970 arasında sol çizgide indirgemeci ya da dışlayıcı çevre-doğa yaklaşımlarını eleştiriyor. 4.Marksizmin felsefe geleneği içinde özellikle çevre-doğa konusunda kaynaklarını sağlıklı bir biçimde irdeliyor. Bu çizgi: Epikür-Bacon-Hegel-Feuerbach-Darwin-Gassendi-Liebig-MarxEngels-Buharin-Caudwell. 5. Ekoloji sorunu gerçekte tarım sorunu. Yapıt aynı zamanda tarım tarihi. 6.Kır-kent çelişkisi ve doğaya yabancılaşma temel kavramlar... 7. Malthus, Proudhomme eleştirisi. Nüfus sorunu. 8. Diyalektiği Epikür geleneğine bağlama (zorunluluk ve rastlantının evrimde rolü ve ilerlemeci mantığın kesin eleştirisi) yapıtın belki de en unutulmaz yanı. Değerli bir yapıttı. ‘Sorun, doğaya dar insan amaçları için tekyanlı biçimde hakim mi olunacağı, yoksa, insanın doğayla ve diğer insanlarla yabancılaşmasının insani varoluşun ön koşulu olmaktan çıkarılacağı bir özgür üreticiler toplumunda mı yaşanacağı sorunudur.’ (331) *** Heaton, John M.; Wittgenstein ve Psikanaliz, Everest Yayınları, 2002 Wittgenstein'ın serbest çağrışımı felsefi düşünceleri için bir yol olarak kullanması Freud'un çağrışımsal göndermeleriyle ilişkileniyor. Ama sanırım, Wittgenstein'ın uygulamada değil ama kuramda, Freudiyen çağrışımların kesin içerik tanımlarıyla ilgili eleştirileri var. Açık temsil, doğru söz, açıklık kavramlarını öne çıkaran Wittgenstein'a göre, Ben'in anlamının etrafı dilin yoğun sisiyle çevrilidir, bu nedenle berrak düşünmek ve Ben'in kendim olmadığını görmek imkansızdır. *** Cruz, Julio Buquero; Mezbahanın Mimarisi, Yapı Kredi Yayınları, 2003 Romanın (roman denebilir mi?) tek özelliği anlatımda yalından öte bir söylem biçiminin temel girdi olarak önerilmesi. Doymuş çağdaş bir dünyada (kapitalizm) bireyin sığınabileceği son şeyler üzerine umutsuz denemeler (çırpınışlar mı demeliydi) Cruz'un kaleminde dile geliyor. İlginç bir roman aslında. *** Ökten, Kaan H.; Heidegger ve Üniversite, Everest Yayınları, 2002 Heidegger'in faşist ontolojik paradigması içerisinde, Alman Üniversitesi aracılığıyla Tin gerçekleşiyordu, kuşkusuz manevi önder(ler)in aracılığıyla. *** Yılmaz, Kaan, Söy.; Görünmez Adam “Tahsin Yücel Kitabı”, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2001 Tahsin Yücel'i anlamak için doyurucu, yetkin bir kaynak. Benim içinse bir buluş diyebilirim. Tahsin Yücel'i hep önemli bulmuşumdur, ama daha ötesi olduğunu anladım böylelikle. Türkçemizin doruklarından biri. Yapıtın tek kusuru, Yücel'in yer yer yeni roman çalışmasına değinmesine karşın Kaan Yılmaz'ın Yücel'in yeni çalışmaları konusunda hiç oralı olmayışı... Yalan adlı büyük Yücel romanı 2002'de yayımlandı. Yazık... *** Kandiyoti, Deniz/Saktanber, Ayşe; Kültür Fragmanları, Metis Yayınları, 2004 Parçadan bütüne gitmeye yönelseydi bir anlamı olurdu çalışmaların (bir derleme bu), oysa parçadan parçaya gidiliyor. Bu da doğal kuşkusuz. Postmodernizmin gereği olarak. Toplum bu yöntemle anlaşılmaz. Bir tür gizli olguculuk var arkasında. Kitabın 1.kısım'ı: Toplumsal Farklılaşmanın Yeni Eksenleri genel başlığını taşıyor.Orta sınıf, uydu kent, kapıcı, gündelikçi, ev sahibi, alışveriş, orta öğretim ele alınan araştırma konuları.Verinin doğru okunduğundan kuşkuluyum. 2.kısım: Kültürel Üretim ve Kültürün Üretimi. Burada da dil (Şerif Mardin'le tanışmış oldum), folklor, yeşilçam, islamcılık, tüketim konuları irdelenmiş. 3.kısım: İçerde ve Dışarıda Farklılaşan Kimlikler'de ise yeni islamcı gençlik, konut içleri, cinsiyet, göçmenler, vb. kavramlar sorgulanıyor. Ama tümünün ardında, şu olmaz olası TC.Bu TC'yi nasıl yokedecek Metisgiller, ben de merak ediyorum. Doyurucu değil. *** Tahir, Kemal; Göl İnsanları, Bilgi Yayınları, 1969 Kemal Tahir okuması. Göl İnsanları ilk 4 öyküsüyle ilkin kitap olarak 1955'te basıldı. Daha önce 1940-41'de gazetelerde tefrika edilmiş. Tahir'in tek öykü yapıtı yanılmıyorsam. Daha 1940'larda rahat akan bir Türkçe şaşırtıcı. Canlandirma gücü ve diyaloglari yetkin. Tipleri iyi çiziyor. Ne yazık ki ilk 4 öyküsündeki başarıyı sonradan kitaplarına eklediği 4 öyküde sürdüremiyor. İkisi zaten çok dolaylı bir yergiye yönelen masal anlatılar. Belki de Tahir, Anadolu insanında cinsellik deneyiminin sanıldığı gibi kapalı, umutsuz olmadığını bir teze dönüştürüyor. Öykülerine bakarsak kırsal yaşam içerisinde herkes birbirini rahatlıkla aldatıyor ve bu da hoşgörülüyor belli ölçülerde. Tahir neden bunu yapmış acaba merak ediyorum. Daha önceki anlatılarda namus ve romantizm saplantılarına mı kızıyor, yoksa bir tanıklığı mı var? 40 kuşağında cinsellik sanırım gerçekliğini Kemal Tahir'de yakalıyor, ama bir teze dönüşmüş olarak. Tahir Cumhuriyet'le barışık değil, öykülerinde bu örtülü, ama seziliyor. Köylünün Cumhuriyete ilişkin alaylı yorumları ipucu. Bu tatsız dar açı giderek genişleyecek, belki de sonraki yapıtlarıyla. Göreceğiz. Öykülerin uzun ve sarkık yapıları, Tahir'in yapı, biçim sorunlarını ertelediği (ya da yok saydığı) anlamina gelir mi? Öyküler içinde dikkate değer bulduklarım: Göl İnsanları Kondurma Siyaseti *** Tahir, Kemal; Sağırdere, Adam Yayınları, 2002 Tahir'in ilk romanı (1955) ve ilk düşkırıklığım. Öykülerinin gerisinde kalması uzunluğundan mı? Köylü idealizasyonlarına tepkili olduğu belli Tahir, tersine bir yolla köylüyü 'çarıklı erkan' olarak göstermek için tiplerini, olayörgüsünü, gerçeği oldukça zorluyor ve sonunda inandırıcılığı olmayan, tutarsızlıkla 'malul', yapısız, gevşek bir anlatı koyuyor ortaya. Hilav'ın 'Kemal Tahir'de dil, anlatının yerine geçer' sözü çok doğru. Bir tür şehvetten söz edebiliriz Kemal Tahir'de; her iki anlamda. Sözlü anlatı geleneğini başarıyla sürdürmüş, ama onu yeni bir anlatıya dönüştürememiş diyebilirim onun için. *** Tahir, Kemal; Esir Şehrin İnsanları, Can Yayınları, 1982 İşgal İstanbul’una Avrupa’dan dönmüş ve yoksullaşmış bir Osmanlı aristokratının (Kamil Bey) gözleriyle bakış. Kemal Tahir'in ilgimi çeken tek özelliği anlatımının akışkanlığı, rahatlığı. Yer yer aşırı romantikliği, çocuksuluğu, 1957'de ilk baskısını yapan roman için zayıflık noktaları. *** Tahir, Kemal; Kördüman, Adam Yayınları, 2004 Sağırdere'nin devamı sayılacak roman, aynı tiplerin gurbet dönüşü köydeki yaşamlarına cinsellikle azmış bir tanıklık. Kurgusal olarak yatağında rahat akan anlatı, arkasındaki yazar tezleri açısından belli sertlikler, kulaktan dolma acımasız yargılar taşıyor bana kalsa. Bir Anadolu köyünde köyün ana işi Dallasvari kimin eli kimin cebinde olabilir mi? Herkes herkesi herkesle, cinslerarası ilişkiler anlamında, aldatıp durur mu? Tahir'ce bir tez bu. Bu çarıklı erkan, bu saf görünen Anadolu köylüsü kadını erkeği ile öyle azgın, öyle baştan çıkmış ki, bekarı, dulu, evlisi herkes herkesle (sözün düzanlamıyla) içice. Ben pes diyorum ve bu böyle olsa bile (?) Anadolu’nun gerçeği Kemal Tahir'ce çarpıtılıyor, indirgeniyor. *** Koray, Kenan Hulusi; Beşer Dakikalık Hikayeler, Ed. M.Kayahan Özgül, Timaş Yayınları, 2000 Beşer dakikalık beş para etmez öyküler... Haftalık ya da aylık magazin dergileri için çırpıştırılan öyküler... Herhangi bir yazınsal değerleri yok. *** Koray, Kenan Hulusi; Osmanoflar, Ed. İnci Enginün, Doğan Yayınları, 2004 Beşer Dakikalık Hikayeler'den sonra roman türünde Koray okumam da başarısızlıkla sonuçlandı. Roman (anlatı) üzerine düşünmemiş, herkes denli ben de yapabilirim'den yola çıkmış bir yazar Koray. Osmanoflar ilk kez kitaplaşıyor. Gazetelerde yayınlanmış 30'larda. Teknik ve dil sorunları engeli aşılsa bile düşünsel sorunlarıyla Ömer Seyfettin'in gerisine düşmüş... Öykülerini bekliyorum. *** Çeşitli Yazarlar; Kitap-lık Dergisi Sayı 40, Yapı Kredi Yayınları, 2000 Derginin Vesikalık özel bölümü Ahmet Hamdi Tanpınar'a ayrılmış. Oğuz Demiralp'in, Süha Oğuzertem'in, Ekrem Işın'ın yazıları dikkate değer. *** Oran, Baskın; Ed. Türk Dış Politikası Cilt 1:1919-1980, İletişim Yayınları, 2002 900 sayfalık bu dev yapıt için (Baskın Oran yönetiminde Siyasal Bilgiler ekibi) tam bir bireşim ve olağanüstü demekten başka elimden bir şey gelmez. Düzenleniş mantığından çok yönlü işlevselliğine varıncaya dek, gerçek bir başvuru kaynağı. Bence klasikleşecek. Bu yapıtı kesintisiz bir tarihçe olarak da okuyabilirsiniz, belli konulara odaklanarak da. Çok öğretici, çok zevkli bir çalışma. Dalın öğrencileri çok şanslı. Shiner, Larry. Sanatın İcadı. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2004. Kitap sanatin 'tarihselligine' vurgu yaparak, sanati fetis olmusluktan kurtarma ve eski zanaatsanat bütünlügüne iliskin tasarimi güncelleme yönünde basarili bir girisim gibi görünüyor. Ikna edici buldugumu söyleyebilirim. Örnek ve resimler kitabi daha da çekici kiliyor. Tekin, Latife. Unutma Bahçesi. İstanbul: Everest Yayınları, 2004. Latife Tekin'le en sonunda bulusuyorum. Bu roman son yillarin en iyilerinden, namuslu ve içten olanlarindan. Piyasa disi, kazanmaya harcanmamis, kirilgan ama ezilmeyi bayraklamamis, adi, ünü dislamis, sözüne, sorgusuna odakli, tip ve olayörgülerinin aldatici oyunlarinin ötesinde sezgilere, kuskulara, tedirgin düsüncelere dayali söylemiyle toplumsal dalganin diplerini, köklerini eseleyen, büyük sorulari küçük tutan, küçük seylerle asili kavrayip yakalayan, doganin, 'insan'in disindakinin ayri ve kendindelik hakkini sonuna degin, hatta militanca teslim eden bir romanin, bu romanin yazari Latife Tekin'i izlemek artik boynumun borcu. *** Sterne, Laurence; Tristram Shandy.Beyefendinin Hayatı ve Görüşleri, Yapı Kredi Yayınları, 1999 1759-1760'da İngiltere'de ilk baskısı yapılan ve Türkçeye Nuran Yavuz'un arı diyemeyeceğim (nedense çevirmenlerimiz geçmiş dönemlere özgü anlatıları çevirirken kendilerini Osmanlıca kullanmak zorunda sayıyorlar, oysa sorun sözcük değil eda, biçem sorunudur. Belki de sorunun kaynağı Fatih Özgüven gibi redaktör kılavuz kargalardır), ama çok başarılı çevirisiyle 250 yıl sonra kazandırılan bu anlak (zeka) ve ironi başyapıtının 'ahir ömrüme' sığmasından ötürü mutluluğum sonsuz. Bu yapıt insan anlağının yetkin bir kanıtı...ve bu tanıklıktan toplama ve çıkarmadan sonra geriye bir şey kalır mı, bilmem. Belki de Sterne insanı değil yalnızca kendini temsil ediyordu. Yazın geçmişinde yapıt üzerine yapıt, kendini ve okurunu ti'ye alan yapıt örneği azdır. Koca ve kasıntılı ruhbilimin yapamayacağı sağaltımı, arınmayı bu yapıtın tek başına yapabileceği gibisinden abuk (!) ve densiz (!) bir kanıya vardım nedense. Bu benim beklediğimdi bir sanat yapıtında. Kendi kendini çözen ve düğümleyen, sonra tekrar çözen bir sarmal. Hem yaşam (gibi) hem de yaşamı yadsıyan şey... Uzun söze ne gerek. Yaşanır gibi okunması gereken bir roman Tristram Shandy. Virginia Woolf'un Stern'ün Duygu Yolculuğu için yazdığı (1935) sunuştan: "(...) Tristram Shandy (...) Sterne kırk beşindeyken yazıldı.(...) Hiçbir genç yazar, gramer ve sözdizimi kurallarının karşısında ve bir romanın nasıl yazılması gerektiğine ilişkin sağduyu, edebe uygunluk ve yerleşik gelenekler önünde böylesine özgürce davranmaya cesaret edemezdi. "Bu üslup, iri burnu ya da parlak gözleri kadar onun bir parçası olmuştu (...) İçinde herşeyin olabileceği bir dünya bu. İnsanı afallatacak kadar kıvrak olan bu kalemin İngiliz düzyazısının kalın duvarlarında açacağı bir gedikten hangi şakanın, hangi nüktenin, hangi şiir parıltısının çıkıvereceğini hiç bilemiyoruz. (...) Sarsak, kopuk kopuk cümleler adeta parlak bir konuşmacının dudaklarından dökülen sözler kadar hızlı ve denetimsiz görünüyorlar. Noktalama işaretleri bile yazının değil, konuşmanın işaretleri ve yedeğinde, konuşan sesin tınısını, çağrışımlarını getiriyor. Fikirlerin düzeni, ansızın ortaya çıkışları ve yersizlikleri, edebiyattan çok, yaşamın gerçekliğini taşıyor. İnsan içinde konuşulsaydı bir zevksizlik olarak görülebilecek bu sözlerin hiç kınanmadan geçip gitmesine olanak veren bu söz alışverişinde bir içlidışlılık var. Kitap, bu olağanüstü üslubun etkisi altında yarı saydam hale geliyor. Yazarla okurunu kol mesafesinde tutan alışıldık törenler ve gelenekler ortadan kayboluyor. Hayata olabildiğince yakın oluyoruz. "Hiç bir yazı, insan zihninin kat ve kıvrımları arasına nüfuz etmekte, değişen ruh hallerini dile getirmekte, en ince kapris ve itkilerini ortaya koymakta bu kadar başarılı olmuş gözükmemektedir; ne var ki sonuç son derece kesin ve tamdır. En çok akıcılık en çok kalıcılıkla var olur. Sanki deniz, yükselip kumsalın her yanını kaplamış ve her küçük dalgası, her anaforu kumun üzerinde bir ebru gibi iz bırakmıştır." Gelgelelim bu güzelim varlığı kirleten bir şey var: Orhan Pamuk'un sunuşu. Hiç bir yanına katılmıyorum gerçi, ama üzerinde duracak değilim. Söyleyeceğim; Orhan Pamuk'un Orhan Pamuk'u Sterne'le paklamaya çalışmasındaki tutumunun çirkinliği... “İnan bana sevgili Yorick(...) (50) “---Bütün bunların siz Saygıdeğer Efendimle benim aramızda sır kalması gerektiğini ayrıca belirtmeme umarım gerek yoktur.” (58) *** Lipson, Leslie; Uygarlığın Ahlaki Bunalımları, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2000 Lipson'un temel tezi, ahlaki bir devrime acil olarak gerek duyduğumuz... Eğer seçimi hızlı ve doğru yapmazsak, tüm insanlık kültürümüzle birlikte yokluk uçurumuna yuvarlanmak üzereyiz ve bu çok da olası... Her türlü dinsel, ulusal (politik) sınır ve önyargılar aşılmalı, evrensel bir hümanizma ruhu canlandırılmalıdır (Eksen çağ). Lipson tarihte yükseliş ve düşüşlerin izlerini sürüyor, dramatik anlatımı son derece etkileyici. Ama Lipson'un aydınlanma ve ışık yanlısı bu güzel metni, bana bazı boşluklar içeriyor gibi geldi. Bunları uzun uzun tartışmak gerekir, ama ne yazık ki yapamıyacağım... *** Erbil, Leyla/Horasan, Mustafa; Cüce, Yapı Kredi Yayınları, 2001 Leyla Erbil'in bu anlatısı Türkçe ile oynanmış en ilginç metinlerden sayılabilir belki. Bu metinde Erbil'in amacını anlayabilmek ve Horasan'ın resimleriyle Erbil metni arasındaki bağın ilişkisizlikten başka bir şey olup olmadığını sormak önemli sanırım. Postmodernizme sorunsalını (bireysellik, yazarlık bağlamında) indirgeme pahasına yatan Erbil, katmanlı eğretilemeler ve dil bozumları arasından yazma-yayıncılık-yazar düzenine (en geniş anlamda), öçle karışık yılanlaşma ve elma sunma dönüşümü, töreni aracılığıyla erkek egemenliğine, yaşlılığa, karıncalaşan topluma ve duyarsızlığına, gündelik yaşamda süregiden egemenlik ve dayattığı zor ilişkilerine topyekun başkaldırıyor, kafa tutuyor. Dil bozulması bilinç bozulmasının sadece yüzeye çıkması... Ve yükselen sis. Tevfik Fikret. Bataklık. Erbil'in içten olduğunu düşünüyorum. Ama bana kalırsa günün gerektirdiği bu metin değildi. *** Althusser, Louis; Marx İçin, Ed. Etienne Balibar, İthaki Yayınları, 2002 Althusser'in 60'lı yıllara ait bu kaynak yapıtı güzel bir çeviriden okundu. Feuerbach'in Felsefi Manifestoları, 1960 Genç Marx Üzerine,1960 Çelişki ve Üstbelirlenim,1962 Piccolo: Bertolazzi ve Brecht,1962 Karl Marx'ın 1844 Elyazmaları,1962 Materyalist Diyalektik Üzerine, 1963 Marksizm ve Hümanizm, 1963 Okurlara, 1967 Bu zor metinler, Marx ve Marksizmin yanlış algılanmalarına yönelik kuramsal ve hatta kavramsal eleştiri ve önerileri içeriyor. Katkı niteliği olduğunu sanıyorum. Feuerbach ve Hegel'in iyice temizlendiği söylenebilir Althusser çabasıyla. *** Celine, Louis-Ferdinand; Gecenin Sonuna Yolculuk, Yapı Kredi Yayınları, 2002 Gecenin Ucuna Yolculuk, adına bağlı derin ve etkileyici imgenin dilsel küheylan üzerinde yasasız koşusu diyebilirim. Tam savaşa karşı ancak ba denli etkin bir dil yaratılabilir derken Celine'in kışkırtmasının daha diplere, zifir karanlığa doğru kendisini sürüklediğini bir an için uyanmış okurun algılaması, konformizmin sürgün edilip bastırıldığı en uzak yerde bile son kırıntılarının cılız tepkilerine bağlı öfkeden öte, bir tür kendinden hoşnutsuzluğu birlikte getirecektir. Rahat (herşeye rağmen yine de, yine de rahat) kıçlarımıza batırabileceği son silahı mı acaba Celine'in Gecenin Ucuna Yolculuk'u umudun. Bilerek umudun diyorum, Celine Umut'u dinamitleyip bertaraf etmişken... Başka ne diyebilirim, sanırım onu da sindirebiliriz. Yine de romanın omurgası boyunca eksende kayma Celine'ce ve hinoğlu hince bir saldırı mı kutlu okura, diye usumdan geçmiyor değil. ‘Her alanda, asıl yenilgi unutmaktır, özellikle de sizi neyin gebertmiş olduğunu unutmak, insanların ne derece hırt olduklarını asla anlayamadan gebermektir.’ (41) Gelecekten söz eden her kimse namussuzdur, tek geçerli olan güncel olandır. Kendi ölümsüzlüğüne değinmek, solucanlara söylev çekmeye benzer. Savaş köyünün gecesinde, onbaşı, yeni açılan mezbahalara yollanmak üzere bekleyen insan kılıklı hayvanların çobanıydı.’ (53) ‘Çayırda yan yatmış koyun da böyledir işte, bir yandan can çekişir bir yandan otlanmaya devam eder. İnsanların çoğu ancak son anda ölürler, kimileri ise yirmi yıl öncesinden, hatta daha bile erken başlarlar bu işe. Onlar işte dünyanın düşkünleridir.’ (53) Lola aslına bakılırsa, iyimserlik ve mutluluktan ötürü sayıklayıp duruyordu, tıpkı yaşamın iyi tarafinda duran, ayrıcalıklar, sağlık, güvenlik tarafında duran, önlerinde de daha upuzun bir yaşam süresi olan tüm insanlar gibi.’ (70) Belki yaş da, o hain de ekleniyordur bunlara ve bizi beterin beteriyle tehdit ediyordur. Yaşamı dansettirecek kadar müziğimiz kalmamıştır içimizde, işte bu. Tüm gençlik daha şimdiden dünyanın öbür ucunda gerçeğin sessizliğinde ölüvermiştir. Peki dışarıda nereye gidilebilir, soruyorum size, içinizde yeterli miktarda çılgınlık kalmamışsa? Gerçek, bitmek bilmeyen bir can çekişmedir. Bu dünyanın gerçeği ölümdür. Seçim yapmak gerek, ya ölmek ya da yalan söylemek. Bense asla kendimi öldüremedim.’ (228) ‘(...)Onlara, 'İmdat!İmdat!' diye bağırdım sırf onlarda en ufak bir tepki uyandıracak mı diye merak ettiğim için. Umurlarında bile değildi. Önlerine geceyi, gündüzü ve yaşamı katmış gidiyordu insanlar. Kendi gürültülerinden hiç birşey duymuyorlardı. Sallanıyorlardı(...) Diyorum size. Denedim. Değmez.’ (237) ‘Artık gizem de kalmadı, avanaklık da, bugüne kadar yaşamayı başarabilen, bunu yapabildiğine göre nasıl olsa tüm şiiri de tüketmiştir. Sıfıra sıfır elde var sıfır, işte yaşam.’ (238) ‘Asla unutmayalım. Bir akşam hiç uyanmamacasına uyutmalıyız, tüm mutlu insanları, uykuları sırasında, benden söylemesi, böylece de onlardan ve tüm mutluluklarından ilelebet kurtulmuş oluruz.’ (240) Döndü dolaştı o Amerikası hakkında ne düşündüğümü sordu (...) Onda bulduğum tüm doğrudan, gizli ve beklenmedik tehditlerin toplamından bile düpedüz daha fazla dehşete düşürüyordu beni, özellikle de bana yönelik kayıtsızlığıyla, bence onu özetleyen şey de buydu.’ (241) ‘ Bu şekilde gecenin içine itile itile, insan eninde sonunda bir yerlere varıyordur herhalde, diyordum kendi kendime.’ (249) Yaşam boyunca aradığımız şey belki de budur, yalnızca bu, olabildiğince büyük bir üzüntü, ölmeden önce kendimiz olabilmek için.’ (266) ‘Oysa sinema, düşlerimizin bu yeni küçük emekçisi, işte onu satın almak, bir iki saatliğine elde etmek mümkündü, tıpkı bir fahişe gibi.’ (392) ‘Hazır ailelerden söz açılmışken (...) Geğirelim! Hep birlikte, ailecek. Kan çekişiyle nefret ederiz birbirimizden, sıcak bir yuva dediğin budur işte, ama kimse şikayetini reklam etmez, çünkü ne de olsa gidip otelde yaşamaktan ucuzdur böylesi.’ (396) ‘Acele etmeli, kendi ölümünü ıskalamamalı insan. Hastalığı, saatleri ve yılları harcayıp dağıtan sefaleti, koskoca gündüzleri ve haftaları kurşuni bir renge bulayan uykusuzluğu, belki de daha şimdiden özenle ve kanaya kanaya insanın rektumundan yukarı tırmanmakta olan kanseri.’ (422) Daha önce en çok meraklısı olduğumuz şeylerden, günün birinde artık gitgide daha az söz eder oluveririz, ille de konuşmak gerektiğinde de zorlanırız. Hep kendi sesimizi duymaktan gına gelmiştir... Kısa keseriz... Vazgeçeriz... Otuz yıldır konuşup duruyoruzdur zaten... Haklı çıkmayı bile umursamamaya başlarız. Zevkler arasında kendimize ayırdığımız o küçük yeri bile koruma arzusunu yitiririz... Kendimizden iğreniriz... Azıcık karnını doyurmak, birazcık ısınmak ve hiçbir yere varmayan yolda giderken mümkün olduğu kadar çok uyuyabilmek artık yetiyor da artıyordur bile. Yeniden birşeylere ilgi duyabilmek için başkalarının önünde takınacak yeni surat ifadeleri bulmak gerek... Ama artık repertuvarımızı değiştirecek gücümüz kalmamıştır. Eveleyip geveleriz. Onların, yani dostların arasında kalabilmek için bin türlü numara ve bahane ararız, ancak ölüm de artık buradadır, leş kokulu, yanı başımızda, artık daima orada kalacaktır, bir el pişpirik kadar bile gizemi kalmamış olacaktır. Gözümüzde bir anlam ifade eden tek şey olarak ufak tefek üzüntülerimiz kalmıştır, sözgelimi o küçük şarkısı bir şubat akşamı ebediyen susan Bois-Colombes'daki ihtiyar amcamızı henüz sağken ziyaret etmeye bir türlü zaman ayıramamış olmanın üzüntüsü. Yaşamdan geriye sakladığımız bir bu kalmıştır. Yani bu ufacık korkunç pişmanlık, gerisini ise, az çok yolda kusmuşuzdur, epey çabalayarak ve zorlanarak da olsa. Artık kimsenin geçmediği bir sokağın köşesindeki eski püskü bir anı fenerine dönmüşüzdür.’ (504) *** Yesari, Mahmut; Çulluk, Ed.Sabri Koz, Oğlak Yayınları, 1995 1927'den sonra ilk latin harfli baskısıyla Çulluk romanı, Türk Yazını kazısında zincirin eksik halkalarının tamamlanacağını gösteriyor. Belki çocuksu (naif) bir kurgu, ama Orhan Kemal'e varan gerçekci yaşam sahneleri, konuşmalar... Hem bir yandan muştu, hem de diğer yandan geçişin, yapının altında kalan becerilememiş sonucu, ürünü... 30 ve 40'lı yıllar gözden kaçırılan, yok sayılan yıllar. Yazın tarihi yeniden üretilmeli. Tüm yazarlar ve yapıtlari kendi bağlam ve işlevleriyle aydınlanmalı… Çünkü Türk Yazını’nın (bugün bile ölçünü –standartı- düşük) ilginç bir özelliği var. Çoğu yazar (yapıt) yazınsal değerinin çok çok üzerinde bir anlam ve önem taşıyor. Yazın bir iletişim biçimi olarak görülüyorsa (Zimmermann,1977) bu böyle... *** Gorki, Maksim/Korolenko, V./Kuprin, A.,vd; Çağdaşlarının Anılarıyla Anton Çehov, Cem Yayınları, 2002 Çehov'u tanımak için yararlı bir kaynak olduğunu düşünüyorum, abartmamak koşuluyla... ‘...En önemlisi neşenizi yitirmeyin, yaşama büyük anlam, büyük değer vermeye kalkmayın. Herhalde bizim düşündüğümüzden çok daha yalındır yaşam denilen şey. Bilmediğimiz bu yaşam biz Rusların kafasını durmadan yormamıza, kendimizi bunca üzmemize değer mi? İşte size çözülmesi gereken bir sorun...’ (Anton Çehov, 1904) *** Proust, Marcel; Kayıp Zamanın İzinde: Mahpus, Yapı Kredi Yayınları, 2001 ‘Ama hatıralar benim için birer resimden iberet olsa ve onları hatırladığımda zihnimde sadece bir görüntü canlansa bile, aniden, özdeş bir duyu sayesinde, içimde bu resimleri görmüş olan çocuk, yeniyetme canlanır, bütün benliğimi kaplardı. Sadece dışarıdaki hava ya da odanın içindeki koku değişmez, benim benliğimde de bir yaş değişimi, şahsiyet değişimi olurdu. Buz gibi havada o çalı çırpının kokusu, adeta geçmişin bir parçasının, eski bir kuştan kopmuş, görünmez bir buz kütlesinin odamda ilerlemesi gibi bir şeydi; zaten odam sık sık içinden geçen bir kokuyla, bir ışıkla, sanki çeşitli senelerin istilasına uğrardı; kendimi tekrar o yıllarda bulur, daha neşeyi tanıyamadan, nicedir unutulmuş beklentilerin neşesiyle sarmalanırdım. Güneş yatağıma kadar uzanır, incelmiş bedenimi sanki saydam bir bölmeymisçesine delıp geçer, beni ısıtır, alev alev bir kristale dönüştürürdü. ‘Duygularımıza gelince, tekrarı fuzuli kılacak kadar sık belirttiğimiz gibi, çoğu kez aşk, bir çağrışımdan, bir genç kızın (aksi takdirde kısa bir süre sonra tahammül edemeyeceğimiz) hayaliyle, hiç bitmeyen, nafile bir bekleyişten ve genç kızın bir randevuda bizi atlatmış olmasından ayrı düşünülemeyecek kalp çarpıntıları arasındaki çağrışımdan ibarettir.’ (63) ‘Belli bir yaşı geçtikten sonra, çocukluk halimizin ruhu ve soyundan geldiğimiz ölülerin ruhu, varlıklarını da, çirkin büyülerini de bizden esirgemez, yaşadığımız yeni duygulara katılmak isterler ve biz de bu duygulardan, onların eski çehrelerini siler, özgün bir yaratı halinde baştan şekillendiririz kendilerini.’ (76) ‘Kaçırdığımız bir kadınla girilen ilişkinin, diğerleri kadar kalıcı olmadığı söylenebilirse, bunun sebebi, aşkımızın, sözkonusu kadını elde edemeyeceğimiz korkusundan ve elimizden kaçacağı endişesinden ibaret olmasıdır (...)’ (90) ‘Albertine hiç durmayan bir saat gibi, hangi konumda olursa olsun yaşamaya devam eden bir hayvan gibi, nasıl bir destek bulursa bulsun, dalları uzamaya devam eden tırmanıcı bir bitki bir kahkahaçiçeği gibi,uyumaya devam ederdi. Sadece nefesi, benim her dokunuşumla değişirdi, benim çaldığım bir müzik aletiydi sanki (...)’ (110) ‘Acaba sanatçı olma hevesinden fiilen vazgeçmekle, gerçek bir şeyden mi vazgeçmiştim? Sanatın kaybını hayat unutturabilir miydi bana; sanat, gerçek kişiliğimize, hayattaki eylemlerde bulamadığı bir ifade imkanı sunan, daha derin bir gerçekliği içinde barındırmıyor muydu?’ (154) ‘Kendi arzularımız masum, karşı tarafın arzuları ise korkunçtur.Yalnız arzular konusunda değil, yalan konusunda da, bize ait olanlarla sevdiğimiz kişiye ait olanlar birbirine zıttır.’ (166) Yalan söylemenin korkunç bir şey olduğunu (bir siyasi partinin başkanı sıfatıyla, herhangi bir sıfatla) beyan etmek, çoğu kez başkalarından daha çok yalan söylemeyi ve bu arada içtenliğin ciddi maskesini ve kutsal tacını da atmamayı gerektirir.’ (175) Bir başka insanın hayatının, katliama yol açmadan elimizden atamayacağımız bir bomba gibi, bizim hayatımıza bağlı olması, korkunç bir şeydir.’ (176) Mükemmel yalanlar, tanıdığımız insanlara ve onlarla geçmişteki ilişkilerimize, şu veya bu hareketimizin, bizim tarafımızdan bambaşka bir biçimde ifade edilen amacına ilişkin yalanları nasıl bir insan olduğumuza, nelerden hoşlandığımıza dair yalanlar, bizi seven ve bütün gün bizi kucakladığı için bizi de kendisine benzer olarak biçimlendirdiğini zanneden kişiye beslediğimiz duygularla ilgili yalanlar, bize, hayatta yeni, bilinmedik ufuklar açabilecek, hiç bilemediğimiz dünyaları seyredebilmemiz için gerekli, içimizde atıl olarak mevcut duyuları uyandırabilecek yegane şeydir.’ (213) ‘Öyleyse, ruhu oluşturan bu unsurları, kendimize saklamak zorunda olduğumuz, konuşarak dosttan dosta, ustadan çırağa, aşıktan metrese bile aktarılamayan bu gerçek tortuyu, her birimizin hissettiği, ama başkalarına, ancak herkese ortak, önemsiz, yüzeysel noktalarla sınırlayarak aktarabildiği, izlenimi nitelik bakımından farklılaştıran, o kelimelere sığmayan şeyi, sanatın bir Elstır'ın, bir Vinteuil'ün sanatının ortaya çıkardığını ve her biri birer evren olan, sanat olmasa asla tanıyamayacağımız insanların iç oluşumlarını, gökkuşağının renkleriyle dişsallaştırdığını söyleyebilir miyiz?’ (253) ‘Hatta bir sabah, ansızın Albertine'in dışarı çıkmakla kalmayıp evi terk ettiği endişesine kapıldım. Duyduğum kapı sesi, onun odasının kapısıydı, neredeyse emindim. Hiç ses çıkarmadan odasına gittim, içeri girip eşikte durdum. Alacakaranlıkta örtü yarım daire şeklinde kabarık duruyordu; başı ve ayakları duvara çevrili, kıvrılmış uyuyan bu beden, Albertine'e ait olsa gerekti. Örtüden dışarı taşan tek şey olan gür ve siyah saçlardan, onun gerçekten Albertine olduğunu, kapısını açmamış, yerinden kıpırdamamış olduğunu anladım; bütün bir insan hayatını içinde barındıran ve değer verdiğim yegane şey olan o kıpırtısız, canlı yarım daireyi hissettim; orda da, bana ait ve hakimiyetim altında olduğunu hissettim.’(362) Vinteuil'ün evreni "duyma" ve dışa vurma biçimini, (her eserinde kopuk bir parçasını, lal rengi parıltılar saçan bir kırığını gördüğümüz) o meçhul, rengarenk şenliği bulmak gerekirdi.’ (371) ‘Aşk, kalbin zaman ve mekana duyarlılık kazanmasıdır.’ (381) ‘Her olay, bizde bıraktığı hatırayla geleceğe taşar şüphesiz, ama bununla kalmayıp öncesinde de bir zaman işgal eder. Olayları önceden gördüğümüzde, meydana geldikleri şekilde görmediğimiz söylenecektir elbette, ama aynı dönüşüm hatıramızda da gerçekleşmez mi?’ (396) *** Proust, Marcel; Kayıp Zamanın İzinde: Albertine Kayıp, Yapı Kredi Yayınları, 2001 ‘O güne kadar, alışkanlığı her şeyden çok, algılamanın özgünlüğünü, hatta algılama bilincini ortadan kaldıran, yok edici bir güç olarak görmüştüm hep; şimdiyse, korkunç bir tanrıça gibi görüyordum onu; bu tanrıça bize sımsıkı bağlıdır, anlamsız çehresi kalbimize öylesine gömülüdür ki, neredeyse farkına bile varmadığımız bu tanrıça, bizden kopmaya, uzaklaşmaya kalktığında, akla gelmez en dayanılmaz acıları yaşatır bize, ölüm kadar acımasız olur.’ (8) ‘Bireyler açısından (hatta yanılgılarında ısrar eden, giderek daha ağır hatalara düşen uluslar açısından) kaçınılması en zor hırsızlık, kendinden çalmaktır.’ (23) ‘İnsanoğlu, kendi dışına çıkamayan, başkalarını ancak kendi içinde tanıyabılen ve aksini iddia ettiğinde yalan söyleyen bir yaratıktır.’ (38) ‘Öleceğimiz düşüncesi, ölmekten daha korkunçtur, ama en korkuncu, bir başkasının öldüğü düşüncesidir; gerçekliğin, bir insanı yuttuktan sonra, en ufak bir iz taşımadan, dümdüz uzandığını, o insanın dışlandığı gerçeklik içinde, hiçbir irade, hiçbir bilgi kalmadığını düşünmek, en korkuncudur; bu gerçeklikten yola çıkarak, o insanın yaşamış olduğu sonucuna ulaşmak, o insanın hayatına ilişkin, henüz taze olan hatıradan yola çıkarak, onun okuduğumuz romandaki kişilerden kalan hatıralara, uçucu görüntülere benzetilebileceğini düşünmek kadar zordur.’ (94) ‘Yalan, insanın özünde vardır. İnsan hayatında, belki zevk arayışı kadar önemli bir rol oynar ve zaten bu arayışın yönetimi altındadır. Zevklerimizi korumak için veya zevkin ifşa edilmesi şerefimize aykırı düşüyorsa, şerefimizi korumak için yalan söyleriz. Hayatımız boyunca yalan söyleriz, hatta özellikle, belki de sadece, bizi sevenlere yalan söyleriz. Sadece bizi seven kişiler yüzünden zevklerimiz üzerine titrer, onların bize saygı duymasını isteriz.’ (194) Hayata bağlılığımız, başımızdan nasıl atacağımızı bilemediğimiz eski bir ilişkiden başka bir şey değildir. Gücünü sürekliliğinden alır. Ama bu ilişkiyi koparan ölüm, bizi ölümsüzlük arzusundan koparır.’ (232) ‘Tren hareket etti; önce Padova, sonra Verona, trenimizi karşılamaya geldi, neredeyse gara kadar geçirdi ve -biz uzaklaştıktan sonra- bir yere gitmeyip kendi hayatlarına devam edecekleri için, biri ovasına, öbürü de tepesine döndü.’ (241) *** Proust, Marcel; Kayıp Zamanın İzinde: Yakalanan Zaman, Yapı Kredi Yayınları, 2001 Proust bu yedinci ciltle tamamlanıyor. Öyle sanıyorum son yıllarımın (1995-2001) en büyüleyici ve öğretici okuması...Yalnızca bunun için 'mutlu bir insan' olduğumu düşünebilirim. Proust'un güçlü bir belleği yoktu, tersine... Onda varlığı oluşturan temel parçacıklar, olasılıklar mantığına dayalı bir tansıkla öyle bir araya geliyordu ki (Dostoyevski'nin sara krizlerinde olduğu gibi) varlık yeni ve aynı zamanda eski belirişi içerisinde bizi (sanat aracılığıyla bu saptanabilir ve sanatın amacı da bu olmalı) sonsuzluk içre bedenliyordu. Zaman aşılıyor (içinde kalınarak), üstelik bu bir yanılsama olmuyordu. İnsan, yaşamında, zamanı kaç kez yakalayabilir? ‘Zeki ve gerçekten ciddi, çalışkan kişiler, yaptıkları işin edebiyatını yapan, yücelten insanlardan hazzetmezler.’ (51) ‘Ama hepimiz gazeteleri aşık kadar kör, gözlerimiz kapalı okuruz. Olayları anlamaya çalışmayız. Başyazarın tatlı sözlerini, metresimizi dinler gibi dinleriz. Mağlup ve mutluyuzdur, çünkü kendimizi mağlup değil, galip zannederiz.’ (61) ‘O anda camgöbeği olan bu deniz, dünyanın dönüşüyle birlikte sürüklenirken anlamsız savaşlarına, örneğin o anda Fransa'yı kana bulamakta olan savaşa devam edecek kadar çılgın olan insanları da, kendilerinden habersiz, beraberinde alıp götürüyordu.’ (73) ‘(...)İnsanlar kendi işleriyle meşgul olup bu alemi düşünmez, biri fazlasıyla küçük, öteki de fazlasıyla büyük olduğundan, etrafımızı saran evrensel tehdidi algılayamazlar.’ (82) ‘İlk kruvasanına kavuştuğu sabah, bütün gazetelerde Lusitania'nın battığı haberi vardı. Mme Verdurin bir yandan kruvasanını sütlü kahvesine batırıp bir elini fincanından ayırmak zorunda kalmadan açık durması için gazetesine fiskeler vuruyor, bir yandan da, "Ne korkunç! En feci trajedilerden daha dehşet verici bir olay," diyordu.Ama boğulan onca yolcunun ölümü, onun zihninde milyarlara bölünmüş olarak canlanıyordu muhtemelen, çünkü ağzı dolu, bu kederli yorumları yaptığı anda yüzündeki ifade, herhalde migrene karşı son derece etkili olan kruvasanın tadından kaynaklanan, tatlı bir tatmin ifadesiydi.’ (83) ‘Kadınlar bütün bunları tahmin eder, ilk günlerde gerrginlikten gizleyememişse, kendilerine dindirilemeyecek bir arzu duyduğunu hissettikleri bir erkeğe asla teslim olmama lüksünü tadabileceklerini bilirler. Kadın, ancak hiçbir şey vermeden, teslim olduğu zamankinden çok daha fazlasını almaktan aşırı bir mutluluk duyar. Böylece, sinirli yapıdaki erkekler, taptıkları kadının erdemli olduğunu zannederler. Yani kadının başına yerleştirdikleri hale, kendi aşırı sevgilerinin, gördüğümüz gibi dolaylı bir ürünüdür.’ (129) ‘Ülkem adına gurur duyarak şunu belirtmem gerekir ki, tek bir gerçek olayın, tek bir gerçek kişinin yer almadığı, her şeyin,anlatımın gereği tarafımdan uydurulduğu bu kitapta, gerçek olan, var olan tek kişiler, Françoise'ın emekli hayatından vazgeçip tek başına kalmış hısımlarına yardıma koşan milyoner akrabalardır.’ (155) ‘(...) Şu anda da, Bois Caddesi'ndeki konağın önünden genç bir burjuva öğrenci, benim bir zamanlar Guermantas Prensi'nin eski konağının önünde yaşadığım duyguların aynılarını yaşıyor olmalıydı. Mesele onun hala inanç çağında olması, benimse o yaşı geçmiş, inanabilme ayrıcalığını kaybetmiş olmamdı (...) Françoise'ın o çok sevdiği fotoğrafların satıldığı açık hava tezgahının bulunduğu köşesine vardığımızda, sanki otomobil, geçmişteki yüzlerce dönüşün çekimine kapılarak kendiliğinden mecburen dönecekmiş gibi geldi bana. O gün sokakta gezinen insanlarla aynı sokaklardan değil, kaygan, hüzünlü ve huzurlu bir geçmişten geçiyordum.’ (166) ‘Ne var ki, bazen her şeyin bitmiş gibi göründüğü bir anda, bizi kurtarabilecek bir uyarı gelir; hiç bir yere açılmayan bütün kapıları çalmışken, yüz yıl boyunca nafile aradığımız, istediğimiz yere açılan yegane kapıya bilmeden çarparız ve kapı açılır.’ (174) ‘Evet, hatıra, eğer unutuş sayesinde, kendisiyle şimdiki an arasında herhangi bir bağ, bir köprü kuramadan, kendi yerinde ve tarihinde kalmış, bir vadinin dibinde veya bir tepenin doruğunda uzaklığını korumuş, tecrit edilmişse, bize ansızın taze bir soluk getirir, öyle çünkü bu,eskiden soluduğumuz bir havadır; şairlerin cennette nafile aradığı bu temiz hava, ancak daha önce solunmuşsa, bu derin yenilenme duygusunu yaşatabilir, çünkü gerçek cennetler, kayıp cennetlerdir.’ (178) ‘Bütün bunları üzerinden süratle düşünüp geçiyordum, çünkü öncelikle yaşadığım mutluluğun ve kendini kabul ettirişindeki kesinliğin sebebini araştırmam gerekiyordu; geçmişte bu araştırmayı ertelemiştim. Bu sefer bana mutluluk veren çeşitli izlenimleri birbirleriyle karıştırarak bu mutluluğun sebebini tahmin etmeye başlamıştım; hepsinin ortak özelliği, tabağa çarpan kaşık sesini, döşeme taşları arasındaki yükseklik farkını, madlenin tadını, hem şimdiki anda, hem de uzak bir geçmişte hissetmemdi; o kadar ki, geçmiş, şimdiki zamana el koyuyor, hangisini yaşamakta olduğum konusunda beni tereddüde düşürüyordu; aslında, bu izlenimlerden haz duyan benliğim, izlenimin hem geçmişteki bir günde, hem de şimdi sahip olduğu ortak özellikten, zaman-dışı oluşundan haz duyuyordu; bu benlik, sadece şimdiki zamanla geçmiş arasındaki bu özdeşlikler sayesinde, yaşayabileceği yegane ortamda bulunabileceği ve nesnelerin özünü tadabileceği zaman, yani zamanın dışında ortaya çıkıyordu. Bilinçsiz olarak küçük madlenin tadını tanıdığım anda ölüm konusundaki endişelerimin dağılması bu şekilde açıklanabilirdi, çünkü o andaki benliğim, zamandışı bir benlikti, dolayısıyla gelecekteki değişimlere kayıtsızdı. Bu benlik sadece nesnelerin özüyle besleniyordu ve hayalgücü işin içine girmediği için duyuların bu özü kendisine sunamadığı şimdiki zamanda besinini sağlayamıyordu; eylemin yöneldiği gelecek, bize bu özü bağışlar. Bu benlik, sadece ve sadece eylemin, anlık hazzın dışında, bir benzerlik mucizesi sayesinde şimdiki zamandan kurtulabildiğimde belirmiş, kendini göstermişti bana. Hafızamın ve zihnimin asla başaramadığı şeyi, eski günleri, kayıp zamanı yakalamamı, bir tek bu benlik sağlayabilirdi.’ (179) ‘(...) Duyguları çeşitli kural ve düşüncelerin işaretleri olarak yorumlamaya, hissettiğim şeyi düşünmeye, yani gömülmüş olduğu karanlıktan çıkarmaya, zihinsel karşılığını bulmaya çalışmak gerekiyordu. Bu durumda, yegane çare olarak gördüğüm şey, bir sanat eseri yaratmaktan başka ne olabilirdi?’ (186) ‘Ne var ki, sanatta mazerete yer yoktur, niyet hesaba katılmaz, sanatçı her zaman içgüdüsüne kulak vermek zorundadır; bu yüzden de sanat, hayattaki en gerçek şey, en sıkı okul ve esas Son Yargı'dır. Çözülmesi en zor olan kitap, aynı zamanda gerçekliğin bize yazdırdığı, içimizdeki basımı bizzat gerçeklik tarafından yapılmış tek kitaptır (...) Sadece içimizdeki karanlıktan çekip çıkardığımiz, başkalarının bilmediği şey bizim eserimizdir.’ (187) Gerçek sanatın bunca beyanata ihtiyacı yoktur, sessizce icra edilir. Ayrıca bu kuramları savunanlar, kınadıkları budalaların ifadelerine şaşırtıcı derecede benzeyen beylik kalıplar kullanırlardı daima. Bir eserin zihinsel ve manevi düzeyini değerlendirirken, dilin niteliği, estetiğin türünden daha önemli bir ölçüt olabilir (...) Bir izlenimin sabitleştirilmesiyle, ifade edilmesiyle sonuçlanacak bütün aşamaları sırasıyla katedecek güç bulunmadığında, mantık yürütülür, yani oyalanılır.’ (189) ‘Dolayısıyla, "nesneleri tarif etmekle", onları zavallı birtakım çizgi ve düzeylere indirgemekle yetinen edebiyat, kendini gerçekci diye adlandırsa da, gerçeklikten en uzak, bizi en çok yoksullaştıran ve hüzünlendiren edebiyattır; çünkü şimdiki zamana ait benliğimizle, özü nesnelerde saklı geçmiş ve bu özü nesneler sayesinde tekrar tadabileceğimiz gelecek arasındaki iletişimi tamamen koparır. Oysa sanat adına layık her çaba, bu özü ifade etmeye çalışmalıdır; başarılı olmasa bile , yetersizliğinden bie ders çıkarabilir (oysa gerçekciliğin başarılarından çıkarılabileceğimiz bir ders yoktur), bu özün kısmen öznel ve aktarılması imkansız olduğunu anlayabiliriz.’ (193) ‘Bir yazarın görevi ve işlevi, tercümanlıktır.’ (198) ‘Sanatsal hazlar sözkonusu olduğunda bile, uyandırdıkları izlenim uğruna bu hazların peşine düştüğümüz halde, bu izlenimin kendisini, tarif edilmesi imkansız olduğu gerekçesiyle hemen bir yana bırakır, derinlemesine haz almamıza imkan tanıyan şeye sarılır ve bunu, kendi izlenimimizin kişisel kökünü ayıkladığımız için hepimizin nazarında aynı olan bir şeyden bahsederek konuşma imkanı bulabileceğimiz başka sanat meraklılarına iletme yanılgısına düşeriz. Tabiatın, toplumun, aşkın, hatta sanatın en tarafsız seyircileri olduğumuz anlarda bile, her izlenimin ikili bir yapısı bulunduğu için ve yarısı nesnenin içine gömülüyken, sadece bizim bilebileceğimiz diğer yarısı da, izlenimin benliğimizdeki uzantısı olduğu için, aslında sadece ona sarılmamız gerekirken, ikinci yarıyı derhal gözardı eder, dışımızda olduğundan derinine inilmesi imkansız, dolayısıyla bize zahmet vermeyecek birinci yarıya yoğunlaşırız...’ (199) ‘Yeteneğin gerçekliği, evrensel bir varlık, bir edinimdir, onu herşeyden önce, görünürdeki düşünce ve üslup kalıplarının altında aramak gerekir; oysa eleştirmenler, yazarları bu kalıplara göre değerlendirirler. Yeni bir şey söylemese de, sırf kendinden önceki akımı açıkca, kestirip atarak küçümsediği için, bir yazarı peygamber ilan ederler. Eleştirmenler bu yanılgıya o kadar çok düşer ki, yazar yığınlar tarafından yargılanmayı tercih etse yeridir.’ (201) ‘Gerçek hayat, nihayet keşfedilip açıklığa kavuşturulan hayat, dolayısıyla dolu dolu yaşanan tek hayat, edebiyattır. Bu hayat, bir anlamda, sanatçıda olduğu kadar, her insanın içinde de her an mavcuttur. Ama çoğu insan, onu açıklığa kavuşturmaya uğraşmadığı için görmez. Bu yüzden de, geçmişleri, "banyo edilmediği" için işe yaramayan sayısız klişeyle dolup taşar. Sanatın açıklığa kavuşturduğu şey, yalnız kendi hayatımız değil, başkalarının da hayatıdır, çünkü tıpkı ressam için renk gibi, yazar için de üslup, teknik değil, görüş meselesidir. Her birimizin dünyayı görüşündeki nitel farklılığın, doğrudan ve bilinçli yöntemlerle mümkün olamayacak şekilde ortaya koyulmasıdır; sanat olmasa, bu farklılıklar ebediyen her birimize ait birer sır olarak kalırdı. Ancak sanat aracılığıyla dışarıya açılabilir, bir başkasının, bizimkiyle aynı olmayan bu alemde neler gördüğünü öğrenebiliriz, aksi takdirde bu alemin manzaraları, aydaki görüntüler kadar bilinmez olurdu bizim için. Sanat sayesinde bir tek dünya, kendi dünyamızı göreceğimize, çeşitli dünyalar görürüz; özgün sanatçı sayısı ne kadar çoksa, bize açık olan dünyaların sayısı da o kadar çoktur ve aralarındaki fark, sonsuzlukta dönüp duran dünyalar arasındaki farktan çoktur.’ (203) ‘...Çünkü gerçek kitaplar, aydınlığın ve sohbetin değil, karanlığın ve sessizliğin ürünü olmalıdır. Sanat, hayatı tıpatıp yeniden oluşturduğu için de, kendi içimizde ulaştığımız gerçekleri daima şiirsel bir hava, bir esrarın hoşluğu sarmalayacaktır; bu da, aşmak zorunda kaldığımız gölgelerin kalıntısı, bir eserin derinliğinin, altimetreyle ölçülmüşcesine kesin olan işaretidir.’ (205) ‘Bedenimizden kopan her parça, ışıklı ve okunabilir bir şekle bürünerek eserimize eklendiğine, daha yetenekli kişilerin ihtiyaç duymadığı acılar pahasına eserimizi tamamladığına, duygular hayatımızı ufaladıkça eserimizi sağlamlaştırdığına göre, bırakalım bedenimiz parçalansın. Fikirler kederlerin yerini tutar; keder fikre dönüşürken, kalbimize zarar verme gücünü bir ölçüde kaybeder ve hatta ilk anda, dönüşümün kendisi ani bir sevinç yaratır. Ne var ki fikirler sadece zaman açısından kederin yerini tutar, çünkü görünüşe bakılırsa temel unsur fikirdir ve keder, bazı fikirlerin içimize nüfuz etmek üzere büründüğü şekildir sadece.’ (214) ‘Yazar, sadece önsöz ve ithafların samimiyetsiz lisanından gelen alışkanlıkla "okurlarım" der. Aslında her okur, okuduğu esnada kendi kendinin okurudur. Yazarın eseri, okura sunduğu bir görme aygıtına benzer; okurun o kitap olmasa kendinde belki farkedemeyeceği şeyleri görmesini sağlar. Kitapta sötylenenleri okurun kendinde tanıması, kitabın gerçekliğinin kanıtıdır; bunun tersi de bir ölçüde doğrudur, iki metin arasındaki fark, çoğu kez yazara değil, okura atfedilebilir.’ (218) ‘Aşkın, sevilen insana, aslında sadece seven kişide var olan şeyler kattığını görmüştüm.’ (219) ‘Hayatımın tek bir saati yoktur ki, bana sadece kaba ve yanlış algılamanın her şeyi nesneye yüklediğini, aslında, her şeyin, aksine, zihinde olduğunu öğretmiş olmasın.’ (222) İmgelerin güzelliği, nesnelerin ardında, fikirlerin güzelliğiyse, önünde bulunur. Dolayısıyla, imgenin güzelliği, nesneye ulaştığımızda artık bizde hayranlık uyandırmaz, oysa fikrin güzelliğini, ancak nesneyi aştığımızda anlarız. (238) ‘Aslında Odette, M.de Guermantes'ı, ona baktığı gibi, yani zarafetten ve asaletten yoksun bir biçimde aldatıyordu. Diğer her rolde olduğu gibi, bu rolde de vasattı. Hayat kendisine çeşitli zamanlarda güzel roller sunmuştu gerçi, ama o, bu rolleri oynamayı beceremiyordu.’ (327) ‘...Aşkta tehlikeli olan, ıstırap kaynağı olan şey, kadının kendisi değil, her günkü varlığı, her an ne yaptığına ilişkin merakımızdır, yani kadın değil, alışkanlıktır.’ (329) ‘Şimdi hayat daha da yaşanmaya değer görünüyordu, çünkü karanlıkta yaşadığımız hayatın aydınlatılabileceğini, sürekli çarpıttığımız hayatın doğrultulabileceğini, kısacası, bir kitapta gerçekleştirilebileceğini düşünüyordum. Böyle bir kitabı yazmayı başaran kişi ne kadar mutlu olurdu! O kitabı yazmak ne büyük emek gerektirirdi! Bir fikir verebilmek için, en yüce, birbirinden en farklı sanatlarla karşılaştırma yapmak yerinde olur; çünkü böyle bir kitaptaki karakterlere hacım kazandırabilmek için, her birinin farklı yönlerini göstermek zorunda olan yazarın, kitabını titizlikle, birliklerini sürekli yeniden gruplandırarak, tıpkı bir saldırı gibi hazırlaması, bir yorgunluk gibi ona tahammül etmesi, bir kural gibi kabullenmesi, bir kilise gibi inşa etmesi, bir perhiz gibi ona uyması, bir engel gibi aşması, bir dostluk gibi fethetmesi, bir çocuk gibi aşırı beslemesi, bir alem gibi yaratması ve üstelik, açıklaması ancak muhtemelen başka alemlerde bulunabilecek, önsezisi bizi hayatta ve sanatta en çok duygulandıran şey olan o muammaları da gözardı etmemesi gerekir. Bu tür büyük kitaplarda öyle bölümler vardır ki, zamansızlıktan, taslak halinde kalmıştır ve mimarın planı fazlasıyla kapsamlı olduğundan, muhtemelen hiç bir zaman tamamlanamayacaklardır. Tamamlanmamış nice büyük katedral mevcuttur. Yazar kitabını besler, zayıf bölümlerini güçlendirir, korur, ama sonra kitap kendi büyür, yazarın mezarını belirler ve onu söylentilerden, bir süre de unutuluştan korur. Ama kendime dönecek olursam, ben kitabımı daha alçakgönüllü bir şekilde düşünüyordum; hatta onu okuyacak olanları okurlarım olarak görmüyordum. Çünkü kanımca onlar benim değil, kendi kendilerinin okuru olacaklardı; kitabım, Combray'deki gözlükçünün müşterilere sunduğu büyütücü mercekler gibi bir şey olacaktı; okurlara, kitabım sayesinde kendilerini okuma imkanı sağlayacaktım. Dolayısıyla, onlardan beni övmelerini veya yermelerini değil, gerçekten yazdığım gibi mi olduğunu, kendilerinde okudukları kelimelerin, benim yazdığım kelimeler mi olduğunu söylemelerini bekleyecektim.’ (339) ‘Çünkü en büyük korkularımız da, en büyük umutlarımız da, gücümüzü aşan şeyler değildirler; zamanla korkularımızı yenebilir, umutlarımızı gerçekleştirebiliriz.’ (342) ‘Bir vücut sahibi olmak, zihin için en büyük tehdittir. İnsanoğlunun zihinsel hayatı, hayvansal ve fiziksel hayatın mucizevi bir şekilde mükemmelleşmiş bir aşamasından ziyade, manevi hayatın düzenlenişinde bir kusur, tekhücreli hayvanlarla poliplerin ortak hayatı kadar, balinaların bedeni vs. kadar ilkel bir aşamadır şüphesiz. Beden, zihni bir kalenin içine hapseder; çok geçmeden, kale dört bir yandan kuşatılır ve sonunda zihin teslim olmak zorunda kalır.’ (342) ‘(Çünkü doğadaki her tür verimli özgecilik, bencilce bir şekilde gelişir; bencillik içermeyen insan özgeciliği kısırdır, çalışmasını bir yana bırakıp bedbaht bir dostunu ağırlayan, bir kamu görevini kabul eden veya propaganda yazıları yazan bir yazarın özgeciliğidir.)’ (343) ‘...Hafizamla mücadele eden bir benliğim vardı, ama sonra fark ettim ki, hafızam çekilip gittikçe, bu benliği de yanında götürüyordu.’ (344) ‘Ben diyorum ki, sanatın acımasız yasası uyarınca, insanların, kendimizin, ıstırabın her türünü tattıktan sonra ölmesi gerekir ki, unutuşun değil, ebedi hayatın çimleri, verimli eserlerin gür otları uzasın, gelecek nesiller neşe içinde, altında uyuyanlara aldırmadan gelip "kırda yemek"lerini yiyebilsinler.’ (345) ‘...En azından bu evrende yer alan insanı, yer değiştirdiğinde bedenin değil, yaşadığı yılların uzunluğunu taşımak zorunda olan ve giderek ağırlaşan bu yükün altında nihayet ezilen birer varlık olarak tasvir edecektim mutlaka.’ (353) ‘İşte bu yüzden, eserimi tamamlayacak vakti bulabilirsem, her şeyden önce insanları, birer hilkat garibesine benzetme pahasına da olsa, mekanda kapladıkları kısıtlı yere karşılık, Zaman içinde çok büyük, ölçüsüzce uzatılmış bir yer kaplayan varlıklar olarak tasvir edecektim kesinlikle, çünkü insanlar, yıllara dalmış devler misali, yaşamış oldukları, sayısız günden oluşan, birbirinden uzak dönemlerin hepsine aynı anda değerler.’ (355) *** Proust, Marcel; Kayıp Zamanın İzinde: Swann’ların Tarafı, Yapı Kredi Yayınları, 1999 ‘Golo, kafasında kötü emellerle, kesik kesik hareketlerle ilerleyen atının üzerinde, bir tepenin yamacında yer alan koyu yeşil, kadifemsi, üçgen korudan çıkar, sıçraya sıçraya zavallı Brabant'lı Genoveva'nın şatosuna doğru yol alırdı. Şato, fenerin oluklarına sürülen çerçeve içindeki oval camın şekline uyacak biçimde yuvarlak kesilmişti. Görünen şey, şatonun duvarının bir parçasıydı sadece, önünde de, Genoveva'nın, belinde mavi kemeriyle hayallere dalmış olduğu geniş bir fundalık vardı. Şatoyla fundalık sarıydı, ama ben onları görmeden de ne renk olduklarını biliyordum, çünkü çevrenin içindeki camdan önce, Bramant isminin altın parıltılı esmer tınısı, renklerini açıkca göstermişti bana. Golo bir an durur, büyük halamın yüksek sesle okuduğu hikayeyi üzgün üzgün dinler, gayet iyi anlıyormuş gibi gözükür, ihtişamdan yoksun sayılamayacak bir uysallıkla, hareketlerini metinde verilen bilgilere uydururdu; sonra da, aynı kesik kesik hareketlerle uzaklaşırdı. Atının üzerindeki ağır ilerleyişini hiçbir şey durduramazdı. Fener yerinden kıpırdatılsa da, Golo'nun atının, penceredeki perdelerin üzerinde ilerlemeye devam ettiğini, perdenin kıvrımlarıyla şişip araliklarına battığını görürdüm. Golo'nun atı kadar doğaüstü yaradılıştaki kendi bedeni de, karşısına çıkan bütün maddi engeller, yolunu kesen nesneleri kendi kemik yapısına katıp içselleştirerek, hapsinin üstesinden gelirdi; hatta kapı tokmağına bile rastlasa, kırmızı giysisi veya hep aynı asaleti ve hüznü koruyan, ama bu omurga naklinden ötürü en ufak bir şaşkınlık belirtisi göstermeyen solgun çehresi, derhal kapı tokmağının üzerine yerleşir, her zamanki yenilmezliğiyle üstünden kayıp geçerdi.’ (15) ‘Geçmişimiz için de aynı şey geçerlidir. Geçmişi hatırlama gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır. Geçmiş, zihnin hakimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde, hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin (bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun) içinde gizlidir. Bu nesneye ölmeden önce rastlayıp rastlamamamız ise, tesadüfe bağlıdır.’ (50) ‘Ama gerçek bir kişinin mutluluğunun veya bahtsızlığının bize yaşattığı bütün duygular, bu mutluluğun veya bahtsızlığın sureti aracılığıyla ortaya çıkar ancak; tarihteki ilk roman yazarının yaratıcılığı, duygu mekanizmamızda zorunlu tek unsurun bu suret olduğunu ve dolayısıyla, gerçek kişileri ortadan kaldırıvermekten ibaret bir sadeleştirmenin, belirleyici bir gelişme olacağını anlamaktı.’ (89) ‘...Gerçekten bulabildiğimiz tutkular, başkalarının tutkularıdır ancak; kendi tutkularımız hakkında bilebildiklerimizi ise, başkalarından öğrenmişizdir.’ (134) ‘(...) Tıpkı bir yolcunun trende vakit öldürmek için okuduğu romanın kurgusuyla içinde bulunduğu vagonun ilişkisi gibi, gerçekliğin hayatımla ilişkisi de, ona tesadüfi bir çerçeve oluşturmaktan ileri gitmiyordu.’ (163) ‘...Coşkunluğum, çit boyunca uzanan, yakında yerini yabangüllerine bırakacak olan akdikenlerin kokusunu, iki yanı ağaçlı, çakıllı bir yolda yankısız bir ayak sesini, ırmakta yetişen bir bitkiye yapışarak bir anda patlayıveren su kabarcığını yılların ötesine taşımayı başarmış, bu arada etraftaki yollar silinmiş, o yolların üzerinde yürüyenler de, onların hatırası da ölmüştür. Bazen bu şekilde bugüne kadar gelmiş olan manzara parçası, öylesine tek başına ve herşeyden uzakta belirir ki, zihnimde çiçekli bir Delos gibi başıboş yüzer, hangi ülkeden, hangi iklimden -belki de sadece hangi rüyadan- çıkıp geldiğini bilemem.’ (188) ‘"İşte o", diyordu kendi kendine."O"nun ne olduğunu anlamaya çalışıyordu; çünkü aşkla ölüm arasındaki en büyük benzerlik, her zaman sözü edilen muğlak benzerlikler değil, her ikisinin de bizi, gerçekliğini kavrayamamaktan, elimizden kaçırmaktan korktuğumuz kişiliğin sırrını daha derinlemesine sorgulamaya itmeleridir. Swann'ın aşkı da öylesine ilerlemiş bir hastalıktı, Swann'ın bütün alışkanlıklarına, hareketlerine, düşüncelerine, sağlığına, uykusuna, hayatına, hatta ölümden sonrası için arzuladıklarına öylesine nüfuz etmişti, Swann'la öylesine bir bütün teşkil ediyordu ki, Swann'ın kendisini de paramparça etmeden bu aşkı ondan söküp atmak mümkün değildi; cerrahi terimle, aşkı artık ameliyat edilemez hale gelmişti.’ (318) ‘Benim bildiğim gerçeklik artık yoktu. Mme Swann'ın, tıpkı eskisi gibi, aynı anda ortaya çıkmaması bile, caddenin farklı olması için yeterliydi. Eskiden bildiğimiz yerler, kendilerini kolaylık olsun diye yerleştirdiğimiz mekanlar alemine ait değildirler sadece. O zamanlar ki hayatımızı oluşturan, birbirine bitişik izlenimlerin ince bir dilimidirler; belirli bir görüntünün hatırası, belirli bir anın özleminden ibarettir; ve evler, yollar, caddeler de, heyhat, seneler gibi uçup giderler.’ (438) *** Proust, Marcel; Kayıp Zamanın İzinde: Guarmentes Tarafı, Yapı Kredi Yayınları, 1997 ‘Oradaki hareketlerinin sadece bir oyun olduğunu gayet iyi anlıyordum; (kuşkusuz önemli kısmını burada yaşamadıkları) gerçek hayatlarının sahnelerine bir giriş mahiyetinde, benim bilmediğim kurallar gereği, aralarında kararlaştırarak şekerleme ikram eder, ikramı reddeder gibi yapıyorlardı; bu jest, parmak ucunda bir eşarbın etrafında dönen bir balerinin hareketi gibi anlamını kaybetmiş, önceden belirlenmişti.’ (38) ‘Bu yüzden de, samimiyetle dinlediğimiz takdirde, bizi en çok hayal kırıklığına uğratan eserler, gerçekten güzel olanlardır; çünkü fikirler kolleksiyonumuzda, özel bir izlenime karşılık olabilecek bir fikir yoktur.’ (44) ‘Birden, kırılma yasaları gereği, iki mavi gözün telaşsız akımında, bireysel varoluştan yoksun, tekhücreli bir hayvan olan benim bulanık şeklim, şüpheye yer bırakmayacak şekilde belirdiği anda, bu gözlerin bir ışıkla aydınlandığını gördüm: Tanrıçayken kadına dönüşen ve birden bana bin kat daha güzel görünen düşeş, locanın kenarına dayalı beyaz eldivenli elini bana doğru kaldırdı ve dostluk işareti olarak salladı; bakışlarım, prensesin gözlerinin alevleriyle, iradedışı akkoruyla karşılaştı; kuzininin kimi selamladığını görmek için gözlerini hareket ettirmesi, onun haberi olmadan gözlerin tutuşmasına yetmişti; beni tanımış olan kuziniyse, tebessümünün ışıltılı, tanrısal sağanağını üzerime yağdırdı.’ (51) ‘Bu yabancı dünyada yaşayanların sürdüğü hayat harikulade olmalıymış gibi gelirdi bana; evlerin aydınlık pencereleri, içine girmediğim hayatların gerçek ve esrarengiz sahnelerini gözlerimin önüne serer, beni sık sık karanlığın ortasında uzun süre kıpırtısız tutardı.’ (84) ‘Hayatın en ilgisiz görüntülerinde bile, düşünceyle yüklü olan gözümüz, tıpkı klasik bir trajedi gibi, olaya katkısı olmayan bütün görüntüleri eler ve sadece hedefi anlaşılır kılabilecek olan görüntüleri tutar.’ (123) ‘Bu iki ayrı kişiyi görünce (çünkü ben "Rachel ne zaman ki Tanrı'nın"la bir randevu evinde tanışmıştım) anladım ki, erkeklerin uğruna yaşadığı, acı çektiği, birbirini öldürdüğü bir çok kadın, kendi içinde veya başkalarının gözünde, benim için Rachel neyse, o olabilirdi.’ (139) ‘Ben sahanlıkta durumu umutsuz olan büyükanneme bakarken, profesör hala bağırıp çağırıyordu. Her insan yalnızdır gerçekten. Evimize dönmek üzere tekrar yola koyulduk.’ (285) ‘Öyle bir dönem olmuştur ki, Fromentin'in resimlerinde pekala tanıdığımız nesneleri, Renoir'in resimlerinde tanıyamamışızdır.’ (293) ‘Bir genç kızın, bir sahille, bir kilise heykelinin örülü saçlarıyla, bir oymabaskıyla, onu her görüşümüzde, sevimli bir tabloyu sevmemize sebep olan herhangi bir şeyle oluşturduğu büyüleyici bileşimlerin hiçbiri, pek kalıcı değildir. Bir kadınla sürekli birlikte yaşamaya başlayın, onu sevmenize yol açan şeylerin hiçbirini göremez olursunuz; şüphesiz, birbirinden ayrılan bu iki unsuru, kıskançlık tekrar birleştirebilir.’ (317) ‘Beni üzen şey, hemen hemen bütün evlerde, mutsuz insanların yaşadığını görmekti. Birinde bir kadın, kocası kendisini aldattığı için sürekli ağlıyordu. Bir diğerinde, durum tam tersineydi. Bir başka evde, ayyaş oğlundan öldüresiye dayak yiyen çalışkan bir anne, ıstırabını komşulardan gizlemeye çalışıyordu. İnsanlığın yarısı ağlıyordu. Bu ağlayan yarıyı tanıdığımda, o kadar sinir bozucu buldum ki, acaba (sadece meşru mutluluk kendilerinden esirgendiği için ve karılarından ya da kocalarından başkalarına karşı sevimli ve vefalı olan) aldatan eşler mi haklı diye düşündüm.’ (335) ‘Tarihçiler, halkların hareketlerini, kralların iradesiyle açıklamaktan vazgeçmekle hata etmemişlerdir, ancak, kralların iradesinin yerine, sıradan yurttaşın psikolojisini koymaları gerekir.’ (365) ‘Ne var ki, Guermantes'ların bu koreografi zenginliğini burada tasvir etmek, bale topluluğunun geniş kapsamı nedeniyle mümkün değildir.’ (399) ‘Davetler mevsimi denilen o yerleşik dönemde, buharlı gemiyle yolculuk gibi bir icadın yanında, buharlı geminin icadı bile önemsiz kalırdı.’ (426) ‘Ama M.de Germantes ve M.de Neauserfeuil için "soyluluğun" ne olduğu, benim umurumda değildi; bu konuda yaptıkları konuşmalarda, ben, sadece şiirsel bir haz peşindeydim. Bu hazzı, tarımdan söz eden çiftçiler, gelgitten söz eden gemiciler gibi, kendileri farkına varmadan veriyorlardı bana; bu gerçeklikler kendilerinden bağımsız olmadığı için, benim bizzat onlardan çıkardığım güzelliği, kendilerinin bulması imkansızdı.’ (478) ‘İşte bu şekilde, aristokrasi, hantal yapısıyla, fazla ışık almayan, az sayıda penceresiyle, tıpkı Romanesk mimari gibi ruhsuz, ama aynı zamanda yoğun, gözü kapalı bir güce sahip oluşuyla, tarihin tamamını kapatır, hapseder, karartır.’ (480) ‘Büyük soylular, bizim için köylüler kadar eğitici olan yegane insanlardır neredeyse; konuşmalarını toprağa ilişkin şeyler, eski halleriyle malikaneler, eski adetler ve para dünyasının hiç bilmediği şeylerin hepsi süsler. Özlemleri bakımından en ılımlı aristokratın, yaşadığı çağı yakaladığını farzetsek bile, çocukluğunu hatırladığında, annesi, amcaları ve büyük teyzeleri, günümüzde neredeyse hiç bilinmeyen bir hayatla ilişki kurmasını sağlarlar.’ (491) ‘Guermantes'lar daima son kavgalardan haberdar olmamaktan, insanların, onların aracılığıyla birbirleriyle barışmak isteyeceğinden korkarlardı.’ (514) *** Proust, Marcel; Kayıp Zamanın İzinde: Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, Yapı Kredi yayınları, 1996 ‘İsteklerimiz hep içiçe geçtiğinden, hayat karmaşasında bir mutluluğun, onu gerektiren arzuyla tam olarak çakıştığı pek enderdir.’ (58) ‘Hayat, seven insanların daima bekleyebileceği mucizelerle doludur. Benim yaşadığım mucizenin, annem tarafından yapay olarak yaratılmış olması mümkündür.’ (69) ‘...Aşkla birlikte, aşkını gösterme arzusu da sona ermişti.’ (90) ‘Bu sonatın bana verdiklerini ancak ayrı ayrı zamanlarda sevebildiğim için, hiçbir zaman tamamını ele geçiremedim; hayata benziyordu bu sonat. Ne var ki, hayat kadar aldatıcı olmayan bu büyük şaheserler, bize önce en iyi taraflarını vermekle işe başlamazlar. Vinteuil'ün sonatında, en önce keşfedilen güzellikler, aynı zamanda en çabuk bıkılanlardır; kuşkusuz aynı sebepten ötürü: daha önce bildiklerimizden en az farklı olanlar bunlar oldukları için. Ancak, bu güzellikler uzaklaştıktan sonra, dimağımıza karışıklıktan başka bir şey sunamayacak kadar yeni olan üslubunun bizim için anlaşılmaz kıldığı, el değmemişliğini koruduğu bir cümle kalır seveceğimiz; o zaman, her gün fqrkına varmadan önünden geçtiğimiz, bekleyen, sırf güzelliğinin gücüyle görünmez olup bilinmezliğini korumuş olan cümle, en son gelir bize. Ama en son terkedeceğimiz de odur. Üstelik ona olan sevgimiz, diğerlerinden uzun sürecektir; çünkü onu sevmemiz daha fazla zamanımızı almıştır. Zaten, biraz derin bir eseri bir bireyin kavraması için gereken zaman- benim için bu sonat konusunda olduğu gibi- gerçekten yeni olan bir şaheseri kitlelerin sevebilmesi için gereken yılların, hatta bazen asırların, küçük bir örneği, adeta simgesidir. Bu yüzden de dahiler, halkın kavrayışsızlığından kurtulmak için, çağdaşlarının yeterli mesafeden yoksun olduğu gerekçesiyle, gelecek kuşaklar için yazılmış olan eserlerin, ancak gelecek kuşaklar tarafından okunması lazım geldiğini düşünebilirler, tıpkı bazı resimlerin, fazla yakından bakıldığında yanlış değerlendirildiği gibi. Ama aslında yanlış hükümlerden kaçınmak için alınan bütün korkakça önlemler faydasızdır, çünkü yanlış hükümler kaçınılmazdır(...) Gelecek kuşaklar dediğimiz şey, eserin gelecekteki kuşaklarıdır. Eserin (...) kendi gelecek kuşaklarını kendisinin yaratması gerekir. Yani eser bir kenarda tutulmuş, sadece gelecek kuşaklar tarafından tanınmış olsaydı, bunlar bu eser için gelecek kuşaklar değil, sadece elli yıl sonra yaşamış bir çağdaşlar topluluğu olurdu. Bu yüzden de sanatçının, eserinin yolunu izlemesini istiyorsa eğer, yeterince derinliği olan bir yere, uzak geleceğe, eserini fırlatması gerekir(...).’ (95) ‘Hiç şüphesiz, isimler keyfi ressamlardır; bize insanların ve ülkelerin o kadar kendilerine benzemeyen taslaklarını çizerler ki, çoğu kez karşımızda hayal edilmiş dünya yerine görünür dünyayı bulduğumuzda donar kalırız (aslında duyularımızın benzetme yeteneği de hayalgücümüzünkinden pek fazla olmadığından, görünür dünya da gerçek dünya değildir; öyle ki, gerçekliğin elde edebileceğimiz nihayet yaklaşık resimleri, görülen dünyadan, en az görülen dünyanın hayal edilenden farklı olduğu kadar farklıdır).’ (110) ‘Aynı şekilde, dahice eserler üreten kişiler, en seçkin çevrede yaşayan, en parlak konuşma biçimine, en geniş kültüre sahip kişiler değil, birdenbire kendileri için yaşamayı keserek kişiliklerini bir aynaya, sosyal ve hatta bir bakıma zihinsel açıdan sıradan bir hayat da olsa, hayatlarını yansıtacak bir aynaya dönüştürecek güce sahip olanlardır; çünkü deha, yansıtılan görünümün özündeki değere değil, yansıtma gücüne bağlıdır.’ (116) ‘Nasıl ki Kilise Babaları'nın çoğu, iyi oldukları halde insanlığın günahlarını tanımakla işe başlamışlar ve bu yoldan azizliğe ulaşmışlarsa, çoğu kez büyük sanatçılar da, kötü oldukları halde, bütün insanlığa bir ahlak kuralı tasarlayabilmek için ahlaksızlıklarından yararlanırlar.’ (119) ‘(...) Kalıcılık ve süreklilik, hiçbir şeye bağışlanmamıştır, acıya bile.’ (183) ‘(...) Bazı durumlarda, yerleşiklik, günleri hareketsizleştirdiğinden, zaman kazanmanın en iyi yolu, yer değiştirmektir.’ (197) ‘(...) Hatıralarım, kusurlarım ve kişiliğim, var olmama fikrini kabullenemiyorlar, benim için ne hiçlik istiyorlardı, ne de kendilerinin olmadığı bir edebiyat.’ (220) ‘Araba beni, tek gerçek olduğuna inandığım, beni gerçekten mutlu edbilecek şeyden uzağa sürüklüyordu; hayatım gibi.’ (262) ‘Kaybetmekten en çok korktuğumuz zenginlikler, kalbimiz tarafından ele geçirilmedikleri için, dışımızda kalmış olanlardır. Dostluğun faziletlerini birçok insandan daha iyi temsil edebileceğimi düşünürdüm (çünkü dostlarımın iyiliği, benim için daima, başkalarının bağlı olduğu, benimse önem vermediğim kişisel çıkarlardan önde gelecekti); ama benim ruhumla başkalarının ruhları arasında -her birimizin kendi ruhları arasında olduğu gibi- var olan farklılıkları arttırmak yerine, ortadan kaldıracak bir duygu aracılığıyla mutluluğu tatmam mümkün değildi. Buna karşılık zihnim zaman zaman Saint-Loup'da, kendisinden daha genel bir varlığı, içindeki bir ruh gibi uzuvlarını hareket ettiren, davranışlarını ve faaliyetlerini düzenleyen "soylu"yu seçerdi; işte böyle anlarda onun yanında olsam da, yalnızdım; tıpkı ahengini kavrayabildiğim bir manzara karşısında olduğum gibi. Sant-Loup, düşüncemin derinleştirmek istediği bir nesne olurdu sadece. Robert'de daima, kendisinin tam da olmak istemediği bu geçmişten kalan yaşlı varlığı, bu aristokratı bulmak, bende büyük bir mutluluk yaratıyordu; ama dostluğun değil, zekanın getirdiği bir mutluluk.’ (277) ‘Onların bulunacağı bir şehre gitsem, bulmayı umduğum, deniz olurdu. Bir kişiye duyulan ve diğer her şeyi dışlayan aşk, daima başka bir şeye duyulan aşktır.’ (360) ‘Bir kadına aşık olduğumuzda aslında yaptığımız şey, bir ruh halimizi ona yansıtmaktır; dolayısıyla önemli olan kadının değeri değil, ruh halinin derinliğidir.’ (361) ‘Hayatın verileri sanatçı için önemli değildir; dehasını ortaya dökmek için birer imkandırlar sadece.’ (376) ‘Genç kızla memleketini birbirinden kimse ayıramazdı. Genç kız, memleketidir.’ (426) *** Proust, Marcel; Kayıp Zamanın İzinde: Sodom ve Gomora, Yapı Kredi yayınları, 1997 ‘Giysilerin benzerliği ve ayrıca, dönemin genel anlayışının çehrede yansıması, bir insanda, sadece sözkonusu kişinin izzetinefsinde ve başkalarının hayalinde büyük bir yer tutan sınıfına oranla, o kadar önemli bir yer kaplar ki, Louis-Philippe dönemindeki büyük bir soylunun, XV. Louis dönemindeki büyük bir soyludan çok Louis-Philippe dönemindeki bir burjuvaya benzediğini farketmek için, Louvre'un galerilerini dolaşmaya gerek yoktur.’ (89) ‘Sevgi bittikten sonra bile, sevmiş olmak tamamen anlamsız değildir, çünkü daima başkalarının anlayamadığı nedenlerle sevilir. Bu hislerin hatırasının sadece benliğimizde olduğunu hissederiz; onu görmek için, kendi içimize bakmamız gerekir. Bu idealist jargonla alay etmeyin lütfen, ama benim söylemek istediğim şu: Hayatı da, sanatı da çok sevdim. Eh, şimdi de başkalarıyla bir arada yaşayamayacak kadar yorgun düştüğümden, yaşamış olduğum bu son derece kendime ait, eski duygular, bütün kolleksiyoncularda görülen saplantı yüzünden, çok değerli geliyor bana. Kalbimi bir vitrin gibi kendi önüme açıp başkalarının bilemeyeceği onca aşka tek tek bakıyorum. Artık diğer kolleksiyonlarımdan daha fazla bağlı olduğum bu kolleksiyon için de, kendi kendime biraz Mazarin'in kitapları için dediği gibi, esasen hiçbir kaygı da duymadan, bütün bunlardan ayrılmanın çok can sıkıcı olacağını söylüyorum.’ (110) ‘(...) Çünkü tam olarak telaffuz etmekten guru duyduğumuz Fransızca kelimelerin kendileri de, Latinceyi ya da Saksoncayı yanlış telaffuz eden Galyalıların yaptığı birer "dil yanlışı"dır aslında; bizim lisanımız birkaç başka dilin bozuk telaffuzundan başka bir şey değildir çünkü.’ (144) ‘Sözü en çok dinlenen hekim, hastalıktır; iyiliğe, bilgiye söz veririz sadece; acıya ise boyun eğeriz.’ (151) ‘Ölenlerin üzerimizdeki etkisi yaşayanlarınkinden de fazladır, çünkü hakiki gerçeklik sadece zihin tarafından ortaya çıkarılabildiği, manevi bir işlemin nesnesi olduğu için, ancak düşünce yoluyla yeniden yaratmak zorunda olduğumuz, gündelik hayatın bizden gizlediği şeyleri gerçek anlamda bilrebiliriz... Son olarak da, ölülerimize üzülme ibadeti içinde, onların sevdiği şeyleri putlaştırırız.’ (178) ‘Ama attığım her adımda, Casino'nun, ilk gece onu beklerken Duguay-Trouin anıtına kadar yürüdüğüm sokağın unutmuş olduğum bir yanı, karşı duramadığımız bir rüzgar gibi, ilerlememe mani oluyordu; görmemek için başımı önüme eğiyordum. Biraz kendimi toparladıktan sonra, otele, eskiden, gelişimizin ilk gecesinde içeride bulduğum büyükannemi bundan böyle ne kadar beklesem de bulamayacağımı bildiğim otele dönüyordum.’ (180) ‘Ama yola vardığım an, gözlerim kamaştı. Büyükannemle ağustos ayında, aynı yerde elma ağaçlarının sadece yapraklarını ve yerleşimlerini görmüşken, şimdi inanılmaz bir şatafat içinde, göz alabildiğine çiçek açmışlardı, üzerlerinde balo kıyafetleri, ayakları çamur içindeydi, güneşte parlayan, görülmedik güzellikteki pembe saten giysilerini kirletmemeye zerrece özen göstermiyorlardı; ta ufuktaki deniz, elma ağaçlarına, Japon baskılarını andıran bir fon oluşturuyordu; başımı kaldırıp çiçeklerin arasından baktığımda, gökyüzünün mavisini daha parlak, neredeyse çiğ gösteren çiçekler, sanki bu cennetin derinliklerini açığa çıkarmak için aralanıyorlardı. Bu göğün altında, hafif ama soğuk bir esinti, kızaran demetleri hafifçe titretiyordu. Gökçe baştankaralar, uysallıkla, sanki canlı bir güzelliği bir egzotizm ve renk meraklısı yapay olarak yaratmış gibi, gelip dallara konuyor, çiçeklerin arasında sıçrıyorlardı. Ama bu güzellik insanı, gözünü yaşartacak kadar duygulandırıyordu, çünkü her ne kadar incelikli sanat etkisi yapsa da, insan doğal olduğunu, bu elma ağaçlarının, Fransa'nın bu büyük yolunun üzerinde, köylüler gibi kırın ortasında bulunduğunu hissediyordu. Sonra birdenbire güneş ışınlarının yerini yağmur ışınları aldı; ufku baştan başa çizip elma ağaçları sırasını gri ağları içine hapsettiler. Ama ağaçlar o çiçekli, pembe güzelliklerini, inen sağanakla buz gibi soğuyan rüzgarda, dimdik sergilemeye devam ediyorlardı: bir ilkbahar günüydü.’ (189) ‘(...) (Olayın, benim nazarımdaki, katiyen saydam olmayan ve arkasında hangi gerçeğin bulunduğunu göremediğim camın, benim bulunduğum tarafından bakıldığında görünüşünden söz ediyorm).’ (207) ‘Bütün kadınların namuslu olmadığına dertlenmek, yani bunun farkına varmak için, aşık olmak gerekir; namuslu kadınların da olmasını dilemek, yani buna inanmak için de keza, aşık olmak gerekir. Istırabın peşinde koşmak ve hemen ardından da ıstıraptan kurtulmaya çalışmak, insani bir davranıştır. Bizi ıstıraptan kurtarabilecek sözlerin doğruluğunu kabul etmeye eğilimliyizdir; etkili bir müsekkin uzun uzadıya tartışılmaz. Ayrıca sevdiğimiz kişi ne kadar çok yönlü olursa olsun, bize ait gibi mi, yoksa arzuları bizden başkasına yöneliyormuş gibi mi göründüğüne bağlı olarak, başlıca iki kişilik sunar bize. Birinci kişilik, ikincinin gerçekliğine inanmamızı engelleyen özel bir güce, ikincinin yarattığı ıstırapları giderecek özel bir sırra sahiptir. Sevilen kişi sırasıyla hastalığın kendisi ve acıyı donduran, ağırlaştıran ilacıdır.’ (242) ‘Benim gözümde nesnelere değer kazandıran izlenimler, başkalarının yaşamadığı veya önemsiz diye hiç düşünmeden bir kenara attığı duygular oldukları ve dolayısıyla, bu izlenimleri ifade edebilsem bile ya anlaşılmayacakları ya da küçümsenecekleri için, onları kullanmam imkansızdı (...).’ (360) ‘(...) Benim kaderimin, sadece hayaletleri, gerçeklikleri büyük ölçüde benim hayalimde yatan insanları izlemek olduğunu hatırlatıyorlardı bana; gerçekten de, öyle insanlar vardır ki benim durumum da, çocukluğumdan beri böyle olmuştu- servet, başarı, yüksek mevkiler gibi, başkaları tarafından doğrulanabilir, sabit bir değeri olan şeylerin hiçbiri, onların gözünde önem taşımaz; onların ihtiyaç duyduğu şey, hayaletlerdir. Bir hayalete rastlamak uğruna, diğer her şeyi feda ederler, her yolu dener, her imkanı kullanırlar. Ama hayalet, kısa sürede yok olup gider; bunun üzerine, tekrar birinciye dönecek de olsalar, bir başka hayaletin peşinde koşarlar.’ (424) ‘Çünkü özünde, sınıflar arasında asla fark gözetmezdim. Bir şoförden beyefendi diye söz edildiğini duyduğumda yaşadığım ve ancak bir haftadır kont olduğundan, ben, "Kontes biraz yorgun görünüyorlar" dediğimde kimden söz ettiğimi anlamak için dönüp arkasına bakan Kont X..'inkine benzeyen şaşkınlık, sadece bu kullanıma alışkın olmayışımdan kaynaklanıyordu; işçiler, burjuvalar ve büyük soylular arasında asla fark gözetmezdim ve aynı rahatlıkla, hepsiyle arkadaşlık edebilirdim. Yine de ilk tercihim işçiler, ikincisi de büyük soylular olurdu, onları daha çok beğendiğimden değil de, büyük soylular, belki burjuvalar gibi işçileri küçümsemediklerinden, belki de güzel kadınların, büyük mutlulukla karşılanacağını bildikleri tebessümleri seve seve dağıtmaları gibi, karşılarında kim olursa olsun, rahatlıkla kibar davranabildiklerinden, işçilere karşı, burjuvalara oranla daha terbiyeli olabildikleri için.’ (438) ‘(...) Çünkü sesin yukarıdan geldiğini anladığım andan itibaren -uçaklar o dönemde oldukça enderdi- ilk kez bir uçak göreceğim düşüncesiyle, ağlamaya hazırdım. Tıpkı gazete okurken, dokunaklı bir kelimeyi önceden sezişimiz gibi, gözyaşlarına boğulmak için, uçağı görmeyi bekliyordum.’ (441) ‘(...) Tren tarifesinin, Doncieres yoluyla Balbec-Douville sayfasını, şimdi bir adres defterine bakarcasına mutlu bir sükunetle inceleyebilirdim. Yamaçlarına, görünür olsun olmasın, kalabalık bir arkadaş grubunun asılı olduğunu hissettiğim, ba fazlasıyla sosyal vadide, akşamın şiirsel çığlığı, artık gecekuşlarının veya kurbağaların sesleri değil, M. de Criqetot'nun "Ne haber?" ve Brichot'nun da "Haire!" haykırışlarıydı. Hava artık yüreği daraltmıyor, sadece insan buğularıyla dolu olduğundan, kolaylıkla solunabiliyordu, hatta aşırı sakinleştiriciydi. Bundan, hiç değilse olayları sadece pratik açıdan görmek gibi bir yarar sağlıyorum. Albertine'le evlenmek bana çılgınlık gibi geliyordu.’ (526) ‘İnsanı çarpan bir elektrik akımı gibi aşklarım da beni çarptı; onları yaşadım, hissettim, fakat görmeyi ya da düşünmeyi asla başaramadım. Hatta bu aşklarda (aşka genellikle eşlik eden, ama onu oluşturmaya tek başına yetmeyen fiziksel hazzı bir yana bırakıyorum), kadın görüntüsünün ardında, meçhul tanrılara seslenircesine, kadına eşlik eden bu görünmez güçlere seslendiğimizi düşünme eğilimindeyim. İyi niyetine muhtaç olduğumuz, somut bir haz alamadan temas kurmayı istediğimiz varlıklar, bu güçlerdir. Kadın, kendisiyle buluştuğumuzda, bizi bu tanrıçalarla ilişkiye sokar ve daha fazla bir şey yapmaz. (542) ‘Onu, sıkıntımı hafifletmek için, Combray'de annemi öptüğüm gibi öperken, neredeyse (...) ’ (542) *** Morgan, Marlo; Bir Çift Yürek, Dharma yayınları, 2000 ABD'li uyanık bayan bu kötü yapıtıyla yeni gizemciliğin en kötü örneklerinden birini veriyor. Beni düşündüren şey insanların etkilenmek için neden herzamankinden daha azına razı oldukları... Aptallığın sonu yok. *** Rıfat, Mehmet; Honore de Balzac, Kaf yayınları, 1999 Rıfat'ın hazırladığı yapıt, Balzac için gerçek bir kılavuz... Balzac okumam boyunca başucumda olacağı kesin... Balzac'ın yaşamı ve yapıtlarını tanıtan birinci bölümü Balzac'ı aydınlatacak metinler içeren Balzac Üstüne adlı ikinci bölüm ve son olarak Balzac'in yapıtlarınden seçmelerin yer aldığı üçüncü bölüm izliyor. Yapıtın sonunda Balzac için kapsamlı bir Türkçe kaynakça veriliyor. *** Doğan, Mehmet Can; A’dan Z’ye Asaf Halet Çelebi, Yapı Kredi yayınları, 2003 Şair Asaf Halet Çelebi hakkında belgeler ve bilgiler... *** Eroğlu, Mehmet; Kusma Kulübü, Agora Kitaplığı yayınları, 2004 Güncele takılmak bana yaramıyor. Eroğlu'nun ilk üç romanından sonra, onun defterini kapamıştım. Atilla İlhan'dan daha zekice (ustaca demiyorum) çarpıcı etkilerle okurunu ele geçirme yöntemini uyguluyor Eroğlu da. Onunla birlikte kusmaya ta başından hazırsam da okudukça (son romanı olan Kusma Kulübü'nü) kusma isteğim yitti. Yolum onunkinden ayrıldı. Çünkü Eroğlu'nda inandırma sorunu var. Bir tür züppe edası (Kenan Hulusi Koray'da olduğu gibi). Hem piyasa yazarı değil, hem de öyle. Bir daha Eroğlu okur muyum bilmiyorum. Bu ona bence verilmiş bir şanstı (kendimce elbette.) İleri'nin son romanını okumaktan korkmam da bununla ilgili. Eroğlu'da züppelik sanki biraz saflıkla atbaşı gidiyor. En iyi savaş filmi en kanlı canlı savaş sahnelerinin ayrıntılandırıldığı filmler değil, Mehmet Eroğlu da bunu bilmez değil (yoksa bilmiyor mu?). *** Doğan, Mehmet H.; 2000 Şiir Yıllığı, Adam yayınları, 2000 İlgimi çeken ozanlar: * Fazıl Hüsnü Daglarca * Gülten Akın * Ergin Günçe * Ahmet Uysal * Eray Canberk * Hüseyin Atabaş * Hasan Şişli * Hidayet Karakuş * A. Hicri İzgören * Şükrü Erbaş * Ahmet Güntan * Yusuf Alper *** Doğan, Mehmet H.; 2001 Şiir Yıllığı, Adam yayınları, 2001 Yıllık döküm. Kaynak. Doğru dürüst okunmadı. *** Doğan, Mehmet H.; Yüzyılın Türk Şiiri 1900-2000, c.I-II-III, Yapı Kredi yayınları, 2001 Mehmet H. Doğan'ın bu 3 ciltlik dev güldestesi, bence derleyici yöntemi açısından yanlış değil. Ama yılın en büyük tartışmaları bu kitap çerçevesinde yapıldı. Dağlarca sayfaları boş. En büyük eksikliği... İkincisi birinci baskıda ve bir savlı şiir derlemesinde dizgi yanlışları beni kudurtmaya yetti ve yapıtın değerini gözümden oldukça düşürdü. Şiirde hele buna katlanamam. *** Doğan, Mehmet H.; YKY 2002 Şiir Yıllığı, Yapı Kredi yayınları, 2003 Kitap-lık dergisi eki olarak verildi. Dikkatimi çeken ozanlar: Melih Cevdet Anday (öldü), Gülten Akın, Ahmet Oktay, Nuri Demirci, Abdülkadir Budak, Hüseyin Ferhad, Ergun Özelli, Muzaffer Kale, Yunus Koray, Adnan Özer, Yücelay Sal, Orhan Alkaya, Mustafa Köz, İhsan Deniz, Çiğdem Sezer, Enis Akın, Zafer Ekin Karabay, Onur Caymaz. Doğan, Mehmet H.; YKY 2003 Şiir Yıllığı, Yapı Kredi yayınları, 2004 En beğendiklerim: Hicri İzgören, Salih Bolat, Haydar Ergülen,Tuğrul Keskin, Altay Öktem Beğendiklerim: Ahmet Oktay, Egemen Berköz, Mehmet Taner, Ahmet Ada, Sina Akyol, Mehmet Mümtaz Tuzcu, Hilmi Şaşal, Hüseyin Ferhad, Ahmet Güntan, İhsan Deniz, Serdar Koçak, V.B. Bayrıl, Şeref Bilsel, Kadir Aydemir, Emrah Altınok. *** Tekin, Mehmet; Haz.Peyami Safa İle Söyleşiler, Çizgi Yayınları, 2003 Peyami Safa'yı şişiren şeyin ne olduğunu merak ettim açıkcası. Saldırgan biri. Doyumsuz, hırçın… Yazar kişi olarak (birkaç yapıtı dışında) ilgiye değmez. *** Saçlıoğlu, Mehmet Zaman; A’dan Z’ye Melih Cevdet Anday, Yapı Kredi Yayınları, 2003 Bu dizinin en iyi kitaplarından, Anday hakkında gerçekten aydınlatıcı bir giriş, çalışma. Anday'ı okumalı. *** Esendal, Memduh Şevket; BE 6: Veysel Çavuş, Ed.Muzaffer Uyguner, Bilgi yayınları, 1984 Esendal öyküleri sürüyor. Benim seçtiklerim: Sayı mı, Yazı mı? Komiser(1949), Yeni Vali (1949), Dedikodu *** Esendal, Memduh Şevket; BE 7: Bir Kucak Çiçek, Ed.Muzaffer Uyguner, Bilgi yayınları, 1984 Türk öykücülüğünün önemli bir kurucusu olan Esendal öyküleri okuması sürüyor. Yaratıcı yazarlığı için zaman kıtlığı çeken bu adam, toplumsal sorumluluk duygusunun yüceliğine bağlı olarak, daha çok kurucu devrimcilerde görüldüğü üzere, yazarlığından ödün verdi. Ama bir kaç öyküsü var ki, aşılamamıştır ve onu dünya yazarı yapmaya (Çehov'ların, Maupassant'ların yanına koymaya) yeter. Yazıklandığım şudur ki ardılı yazarlarımız bu kalıta, lütfedip bakmadılar bile. Orhan Kemal ayraca (istisna) olabilir mi? Esendal ise çok sevdiği Çehov'un iki-üç öyküsünü bize uyarlamaktan, neredeyse Türkçe yeniden yazmaktan çekinmemiş, gocunmamıştır. Bu kopyalama değil, yaratıcılık yolunda hiç bitmeyecek çıraklıktır. Seçtiklerim: Bir Haydut Kuş, Yol Arkadaşları, Bir Kucak Çiçek, Kedi, Hatice, Gece Kuşu. Esendal, Memduh Şevket; BE 8: İhtiyar Çilingir, Ed.Muzaffer Uyguner, Bilgi yayınları, 1984 Birkaç alıntı: ‘Niye ben bu kadınlarla yüzgöz oluyorum.’ (Ayaşlı ve Kiracıları, s.135) ‘Kocasının işi için çadırda da yaşar. Birçok yiğit kızlarımız gibi.’ (Vassaf Bey, s.198) ‘Ablam kocaya varacak, varamıyor. Anam bir asçı kadın! Babam karısını çok iyi anlamış, "Ben hanımın pişirdiğinden gayrısını yiyemiyorum!" susturmuş, karısını mutfağa sokmuş. Zavallı annem de inanmış, "Bizim bey, kimseciklerin pişirdiğini yiyemez; ille benim pişirdiğim olacak!" diye övünür durur.’ (Vassaf Bey, s.245) ‘Bu hikayecilik bilsen ne kadar eyi bir şeydir. Hayattan intikam almak gibidir.’ (Kızıma Mektuplar, s.527) ‘Ben insanlara yaşamak için ümit, kuvvet ve neşe veren yazılardan hoşlanırım.’ (Mendil Altında, 14) ‘Okumamış, okumak onu sıkmış. Yazmayı kendine daha elverişli bulmuş.’ (Mendil Altında, "Kızımız", s.126) ‘Bakalım daha kaç ay sonra Ankara bizim kızın suratını silip yurdumuzun temiz yüzlü kadınlarının arasına karıştıracak!’ (Mendil Altında, "Kızımız", s.138) ‘Yanındaki bölmede çok zayıf bir asker hekimi, yanında iki şişman hanım. Bu iki şişman hanım, sanki doktoru yemiş, öyle şişmişler.’ (Mendil Altında, "Sinema", s.144) ‘Erkek bu güzel kadına, yağlarına, pirinçlerine, pastırmalarına, sucuklarına bakan bakkal yüzü ile bakıyor.’ (Mendil Altinda, "Sinema", s.144) ‘Fakat yalnızca o adamla izdivaç edemeyeceğimi ve birlikte yaşayamayacağımı hissediyorum ki irfan ve medeniyeti melez olsun. İşte siz, bu kimselerden birisiniz.’ (Sahan Külbastı, "Bir Mektup", s.125) ‘Bol bol Çehov'u okuyorum. Çok güç olmasa da birkaç küçük hikayelerini sana tercüme etsem. İnan ki bu ufak ufak seyler, çok büyük hikayelerden, piyeslerden daha çok tat verir.’ (Kızıma Mektuplar, 1937, s.118) ‘Yalnız donanmada ya da orduda değil bütün Valda gibi yurdun bütün büyük şehirlerinde kadınlar kadar erkekler de her millete benzemek istiyor, yalnız kendilerine benzemek istemiyorlardı.’ ("Santa Kastella", 162) NOT: Esendal'ın Uğursuzluk, Kurt Masalı öyküleriyle Çehov'un Memurun Ölümü öyküsü arasındaki benzerliğe dikkat! (Uyarlama.). Seçtiklerim: Bomba, Arkadaşım, Eyüpsultan Yolcusu, Altınbalıkları, İhtiyar Çilingir, Hacı Dedemin Evi, Postacı Halit, Bu Sıska Karı, Bekir Usta, Bay Özarıer. *** Esendal, Memduh Şevket; BE 9: Hava Parası, Ed.Muzaffer Uyguner, Bilgi yayınları, 1984 Alıntılar: ‘Bu erkekler iğrenç şeyler: bu kadın oynak bir kadın, keskince bir kadın kokusu almasınlar, hepsi başına toplanmaya bahane arıyorlar’ (Bizim Nesibe, "Gurbetten Dönerken", s.51) ‘Ben ülkemizde yapılan şeylerin hemen hiçbirini beğenmiyorum. Bizim için az, bizim için hafif görüyorum. İçim bunlarla kanmıyor (...) Hiç bir şeyi beğenmediğim şu sırada, birtakım adamları hiç beğenmiyorum. Bunlarla bir millet yapılamaz (...) Bize çalışkan, şen, ağır bir gençlik gerektir (...) Ben gençler arasında, bu işe sıkı tutunmuş çalışanını görmüyorum (...) Çalışılarak yazılmış bir yazı çıkmıyor.’ (Kızıma Mektuplar, 1948, s.211) ‘Boryat için söylemiyorum. Herkesin, bütün bir yurdun sevgilisi olanın, sevgilisi olmamalıdır. İstenir ki o herkesi sevsin!’ (Bizim Nesibe, "Boryat", s.193) Seçtiklerim: Çolak, Arife, Dışı Başka İçi Başka *** Esendal, Memduh Şevket; BE 10: Bizim Nesibe, Ed.Muzaffer Uyguner, Bilgi yayınları, 1985 Seçtiklerim: Bizim Nesibe, Eski Kına Gecesi, Tuzcuoğlu’nun Otçuluğu, Nebiye’nin Kasabasında Hayat, Bir Çocuğun Hikayesi, Büyük Ana, Kaptan Boryat. Kaptan Boryat öyküsünden Cemil Kavukçu'nun Gemide'sine bir çizgi çekmek isterim. *** Esendal, Memduh Şevket; BE 11: Kelepir, Ed.Muzaffer Uyguner, Bilgi yayınları, 1986 Seçtiklerim: Behiye, Kelepir, Hanife, Cami Duvarı Kenarında, Berrin’in Evliliği, Çocukluk. *** Esendal, Memduh Şevket; BE 12: Gödeli Mehmet, Ed.Muzaffer Uyguner, Bilgi yayınları, 1988 Seçtiklerim: Gödeli Mehmet, Çamlıca’daki Konak, Büyük Hızır Bey Konağı, Yurda Dönüş. *** Esendal, Memduh Şevket; BE 14: Güllüce Bağları Yolunda, Ed.Muzaffer Uyguner, Bilgi yayınları, 1992 Seçtiklerim: Adnan’la Karısı, Güllüce Bağları Yolunda, Hayata Başlarken, Karşılama Töreni, Yol ve Işık Birliği. *** Esendal, Memduh Şevket; BE 15: Gönül Kaçanı Kovalar, Ed.Muzaffer Uyguner, Bilgi yayınları, 1993 Seçtiklerim: Arkadaş Konuşuyor, Aynadaki Yaşlı Adam, Bayan Nermin, Gönül Kaçanı Kovalar, İsmet Hanım, Sıdıka, Tiazizade Sadullah Efendi Konağı. *** Esendal, Memduh Şevket; BE 17: Kızıma Mektuplar, Ed.Muzaffer Uyguner, Bilgi yayınları, 2001 Yalnızca Esendal’ın kızına yazdığı (Kabil, Ankara'dan ve 1925-1950 arası) mektupları derleyen Uyguner, önemli bir çalışma daha yapmış. Sanırım iki oğluna yazdığı mektupları da derleyecek. Esendal'ın mektupları, hem kendi kişiliği, hem ülke ve dünya sorunları hakkında, hem de kendi yazın anlayışı hakkındaki düşünceleri için ilk elden kaynak... Esendal asla bir faşist değil. Esendal sokağa yakın. Bir ulusal devrimci. Halk adamı. Kör değil ama yumuşak, ince bir insan. Bir insansever. Düş kurabilen birisi. Yokülkesi (Ütopya) var. Ahmet Mithat Efendi ve Hüseyin Rahmi Gürpınar, belki Reşat Nuri Güntekin'e ulamak gerek onu. Çünkü çoğu kez (her zaman olmasa da) yazdığını bir araç gibi gördü. *** Esendal, Memduh Şevket; BE 13: Miras, Ed.Muzaffer Uyguner, Bilgi yayınları, 1988 Esendal'ın, sanırım Ankara'dayken, 1924'lerde yayımlanırken yarım kalmış ilk romanı... İlk kez basılıyor. Özyaşamöyküsel izler taşıdığı kanısındayım. Bence Ömer Seyfettin'den çekilecek öykü çizgimizde Sebahattin Ali, Sait Faik'e bağlanacak bir yazarımız (aynı zamanda Cumhuriyetimizin ilk büyükelçisi ve ilk memuru, en alçakgönüllü yazarı,vb.) Esendal, ama Miras için yapısal sorunları olan bir deneme çalışmasının ötesine geçemiyor, diyeceğim. Ayaşlı ve Kiracıları daha ileride... Miras'dan başlayarak bazı öyküleri ve Ayaşlı ve Kiracıları'nda ortak süren bir erkek ırası (karakter) var, bu ıra erkeklerden çok kadınlarla konuşmayı seven, onlara güven veren, kadınsı olmayan, ama onlarla rahat olup onları kendi yanında rahat ettiren, sahte bir kadın kimliği ile kadınlar arasına yerleşen bir ıra ve bence aynı zamanda Esendal’ın kendisi. Miras, bazı bakımlardan Kiralık Konak'ı (Yakup Kadri Karaosmanoğlu) anımsatıyor. Çöküş izleği (büyük ailenin dağılması ve miras kavgaları içinde yozlaşan yeni kuşaklar...) belirgin... Ama Esendal bütünü görmeden yazmaya koyulmuş ve malzeme (nesne) yazara (özne) başkaldırmış... *** Esendal, Memduh Şevket; BE 3: Otlakçı, Ed.Muzaffer Uyguner, Bilgi yayınları, 1983 Üçüncü baskı. İlk baskı 1946'da. Yazarın sağlığında öyküleri 2 kitapta derlenmiş (ama tümü değil), biri bu. Esendal'da Anadolu sorunu yok. Anadolu’yu biliyor, insanını da... 1925'lerden sonra yazdığı öyküler birinci sınıf... Anton Çehov'u yer yer çağrıştırıyor. İç burkucu ya da gülünç son'lar, ince ve duyarlı ayrıntılar bu öyküleri değerli yapıyor. Örneğin, kitaba adını veren öykü: Otlakçı. Türkçe yetkin, tertemiz... Miras'ın yanlışları burada yok. Karaosmanoğlu, Güntekin gibi Esendal da Cumhuriyeti eleştirel gözle desteklemiş, bu anlamda son derece dürüst davranmıştır. Düzen yalakaları, rüşvet, vurgunculuk, Anadolu kurnazlığı, kadınlık durumu, aile içi şiddet, vb. yalın ve etkili kurgularla aktarılıyor. Gülmece anlayışı Aziz Nesin'e giden yolu gösteriyor. Refik Halit gibi... Gençlik, Otlakçı, Mülahazat Hanesi, İki Kadın, Bildim, Seni Kahve Paklar, Ev Ona Yakıştı, Eşek, Düğün Dönüşü, İşin Bitti, benim özellikle seçtiklerim... Esendal'i okumamış olmamın çok ayıp olduğunu şimdi anlıyorum. Bir Esendal öykü seçmesi yapsam bu kitaptan koyacağım öyküler: Gençlik, Otlakçı, İki Kadın, Ev Ona Yakıştı. *** Esendal, Memduh Şevket; BE 1: Ayaşlı ve Kiracıları, Ed.Muzaffer Uyguner, Bilgi yayınları, 1983 1934 yılında yayımlanan roman (yazarın tek yayınlanan romanı) 1946'da CHP Roman Ödülü kazanıyor. 1945'de CHP sekreterliğinden ayrılmış, 1946'da yeniden saylav (milletvekili) seçilmiş... Kendini gizleyen, değişik, kapalı imzalar kullanan Esendal gerçekten yakın tarihimizin (20.yüzyılın) ve insanımızın boydan boya tanıklığını yapmış, büyük bir yazar... Onun tek eksikliği bazı öyküleriyle Çehov düzeyine ulaşsa da, Çehov'dan sonra yazmak bence... Dille yaşamı en küçük ortak paydada buluşturan (minimalist) yazarımızın yaşamı yapıtı denli ilgi çekici bence. Ne kadar güzel bir şey olur yapıtlarıyla da bütünleştirerek, yazarlarımızı (Halit Ziya, Mehmet Rauf, Yakup Kadri, Halide Edip, Reşat Nuri, Memduh Şevket, vd.) tarihsel bağlamları ve uzamları içerisinde dizi filim yapmak... Ayaşlı ve Kiracıları'nın sevgiyle ele alınsa da eleştirel bir çizgisi var dönemiyle ilgili olarak. Esendal'ın duygulanımları bir yana koyan hekim tavrı, yaşam denli kolay benimsenmesini sağlıyor yapıtlarının... Oysa bu kolay algılanırlığın gerisinde yoğun bir çaba olduğu anlaşılıyor, bu denli güzel konuşma (diyalog) başarılamazdı yoksa. Esendal zengin, bereketli bir toprağın (malzemenin) üzerine basıyor. Cumhuriyet'in idealleriyle bütünleşmesi tıpkı Güntekin gibi: eleştiri hakkını koruyarak ve onu kıskançlıkla koruyarak... Yeni başkent henüz oturuşmamış... İstanbul'dan kopanlarla oluşan Cumhuriyetin prototipleri bir apartmanın odalarında buluşuyor ve kurucu tiplere ilişkin ilk ipuçlarını veriyorlar. Yakup Kadri Panorama'da ulusal ölçekte ve sanırım daha başarılı bir biçimde bunu yaptı, ama yanılmıyorsam daha sonra... Acaba Esendal'ın buluşundan (değişik katmanlardan tiplerle topluma ayna olmak) esinlenmiş midir? Türk romanı içinde önemli bir yeri var bence bu romanın. *** Esendal, Memduh Şevket; BE 2: Vassaf Bey, Ed.Muzaffer Uyguner, Bilgi yayınları, 1983 Esendal'ın yarım kalmış bir başka romanı da bu. Üzerinde yeterince çalışıp geliştiremediği için yayımlamadığı, ilk kez 1983’de yayımlanan roman Türk yazınının Esendal'a özgü en sağlam konuşmalarıyla (diyalog), kadının Türk toplumundaki yeri ve arayışlarına son derece, hatta feminist denebilecek (bu nedenle öncülerden) yaklaşımı ve duruş alışıyla, ilgiyi bu taslak durumuyla bile hak ediyor. Esendal'ın temel özelliklerinden biri de iyice belirginleşiyor. O kadın dünyasının insanı... Selim İleri gibi. Kadınların içinde büyümüş, onları içerden tanımış, onlarla konuşmuş, dedikodu yapmış, dinlemiş, kadınları bir kadın gibi içselleştirmiş... Bu yüzden yapıtlarında kadın fışkırıyor tüm özellikleriyle... *** Esendal, Memduh Şevket; BE 4: Mendil Altında, Ed.Muzaffer Uyguner, Bilgi yayınları, 1983 Esendal'ın sağlığında yayınlanan 2 cilt öykü derlemesinden sanırım ilki... Türk yazınının en güzel öykü örneklerini veren ve öykü zincirimizin en kalın baklalarından birini oluşturan büyük yazarımızın bu derlemesinden kendi seçtiklerimin adlarını aşağıya almaktan başka bir şey yapmayacağım. Şunu söyleyebilirim. Çehov etkisi çok açık... 1937'de Kabul'den (Afganistan) kızına yutarcasına Çehov okuduğunu yazmıştı. Kurmacalarında sahne etkisi belirgin... Görüntü olarak algılanabiliyor bazı anlatıları... 1920'lerden sonra, özellikle 40'lı yıllarda yazdığı öyküleri dil ve yapı yönünden farklılaşıp zenginleşiyor. Dil (Türkçe) Esendal aracılığıyla kendi zenginliğiyle buluşuyor bence... Avni Hurufi Efendi(1925), İki Ziyaret(1928), Ana baba, Haşmet Gülkokan(1942), Gevenli Hacı(1916) Mendil Altında, Kızımız, Sinema(1926), Saide, Hayat Ne Tatlı(1924). *** Esendal, Memduh Şevket; BE 5: Sahan Külbastı, Ed.Muzaffer Uyguner, Bilgi yayınları, 1983 Uyguner Esendal'ı Türkiye'ye kazandırmış bence. Yalnız, Bilgi'deki 1980 baskıları (ilk baskılar) oldukça kötü... Bu derlemeden seçtiklerim: Bir Mübahase, Uğursuzluk(1924), Bir Akşamüstü(1947), Sahan Külbastısı(1947), Bu yollar Uzar(1947), Karısının Kocası(1948), Mevla Kavuştursun, Büyük Baba(1919), Sabuncu Osman Ağa(1923), Şefikanın Hanımları(1947). *** Mengi, Ayşegül/Keleş, Ruşen; İmar Hukukuna Giriş, İmge yayınları, 2003 Yapıt ülkemizdeki imar hukukuna en yetkin, kapsayıcı ve kavrayıcı bakışlardan biri. Çok önemli (buldum). *** Davies, Merrylwyn; Darwin ve Fundamentalizm, Everest yayınları, 2001 Yine hiristiyan bakış açısına sahip yazar, Darwin eleştirilerini serinkanlı ve akılcı olmaya çağırırken Darwinciliği de en azından aşırılık ve anlayışsızlıkla suçluyor. Dinsel ve bilimsel yobazlık diyerek eşdeğerleştirme uyanıklığı yapan yazar, temel yaklaşımını, ‘bilim de eleştirilebilir’, tezine dayandırıyor. *** Aydoğan, Metin; Yeni dünya Düzeni: Kemalizm ve Türkiye 2, Kum Saati yayınları, 2002 AydoĞan'In yapItInIn ikinci cilti daha önemli. Burada günümüzü belirleyen küresel yapılar, etkinlikleri, etkileme yol-yöntemleri ile Türkiye'nin bu yeni dünya düzeni içindeki yeri belge, kaynak desteğiyle ayrıntılı olarak irdeleniyor. Özellikle son iki bölümü, AB süreci ile özelleştirme, başvuru kaynağı olarak kullanılabilir. *** Aydoğan, Metin; Yeni dünya Düzeni: Kemalizm ve Türkiye 1, Kum Saati yayınları, 2002 Güzel bir anlatımı olan Aydoğan'ın yapıtının bir özgünlüğü olmadığını belirtmeliyim. Öğretici bir derleme, hepsi bu. *** Kaçan, Metin; Adalara Vapur, Can Yayınları, 2003 Uyanıkken kullanılmış bu esriklik, uçuş dilinden okudukça soğudum. Ben'e kitlenen tüm anlatılar gibi (çok da umurumdaydı, havası) diğerleri arasında, orada bulunmaktan başka bir neden içermiyor. Başkalarının zamanı ve parasına saldırının edepsizce olan bu türü, bir tür teşhircilik. Benimle eşit olduğunu söylemeyen, tartışmayı reddeden bir metine saygı duyamam. *** Hardt,M./Negri, A; İmparatorluk, Ayrıntı Yayınları, 2001 Bu yapıt beni düşkırıklığına uğrattı ve ülkemizde tanıtımın kimi güçlü ellerde nasıl bir saptırma işlevi taşıdığı konusunda uyardı. Ayrıntı Yayınları (solculuğu) konusunda iyimser olmanın bir anlamı yok. Onlar ne yaptıklarını biliyorlar. Küreselleşmeyi kaçınılmaz imparatorluk odağında yeniden temellendirmeye ve tanımlamaya çalışan yazarlar bence Marksizme yakın değil, uzaklar. Yakın oldukları şey bir tür bireysel anarşizm, başkaldırı... Geçmişin emperyalistler arası çatışma olgusunun yerine, tarihin bittiği günümüzde üst belirleyen, bir örneklendiren tek odaklı imparatorluk'u (ABD) egemenlik yapısı olarak tanımlayan yazarlar, kurtuluşu geleneksel söylemin dışında yeni bir anlayışa dayandırmak istiyorlar. Alıntıları yazmayacağım. Porto Allegre'de de haklı olarak dışlanan yazar (lar) ve yapıtları çok da önemli değil. Çünkü seçenek aramadan önce eski paradigmanın tükendiğinin, geçersizleştiğinin kesin ve yaşadığımız dünyayla örtüşen kanıtlarını görmek gerek. Kanıtlar hala eskiye gönderme yapıyor bence. Marksist açıklama geçerli (dir). Ben öyle görüyorum. *** Cunningham, Michael, Saatler, Can Yayınları, 2000 Cunningham 1952 doğumlu ve Amerikalı. 1998'de yayımladığı Saatler (The Hours) 1999 yılı Pulitzer ve Pen Faulkner Ödülünü kazandı. Sıcağı sıcağına Türkçeye başarıyla çevrilen (İlknur Özdemir) romanın ilginç bir kurgusu var. Üç zamanlı bu kurguda kişiler arasındaki ilişki sürprizli ve oldukça etkileyici. Bir yandan Woolf'un (Virginia) özkıyımı verilirken, bir yandan New York'da Clarissa yakıştırma adlı bir kadının biraz Mrs. Dalloway'den esinli güncel öyküsü izleniyor, ama bir başka çizgide Woolf'un özkıyımından sonra onun Mrs. Dalloway adlı romanını okuyan ve okudukça özkıyım izleği çevresinde tedirginleşip yabancılaşan Kaliforniya'lı bir başka kadının (Laura Brown) öyküsü de var. Ama tümünden önemlisi tüm bu kurgunun arkasında insanların duyguları var, Woolf'u özellikle çağrıştırmayı amaçlamış duygular. Bence şu: 'Artık bu dünyayı kaldıramıyorum!'. *** Löwy, Michael; Dünyayı Değiştirmek Üzerine, Ayrıntı Yayınları, 1999 Löwy'nin önemli Marksist dergilerde yayınlanmış yazılarından bu derleme Marksizmin dinle ilişkisini Latin Amerika örneğinde yeniden sorgulamakta, ulusal sorun konusunda marksizmin tarihsel bakışını irdelemektedir. Ayrıca Weber, Lenin, Luxemburg, Gramsci, Lukacs, Marcuse, Benjamin üzerinde tek tek durarak Marksizm içi arayışını sürdürmektedir. Marx'ı arkasına alan Löwy'nin Engels'i eleştirisi ilginç. *** Lequenne, Michel; Marksizm ve Estetik, Yazın Yayınları, 2000 Troçkist yaklaşımlı Lequenne'in yazıları çok şey anlatmadı bana. Belki gereken dikkati veremedim. *** Bakhtin, Mikhail; Karnavaldan Romana, Ed. Sibel Irzık, Ayrıntı Yayınları, 2001 Bakhtin'le olağanüstü bir tanışma... Edebiyat Teorisinden Dil Felsefesine Seçme Yazılar altbaşlığı taşıyan derlemede; Romanda Söylem, Gülmenin Tarihinde Rabelais, Epik ve Roman, Dostoyevski'nin Yapıtlarında Tür ve Olay Örgüsü Oluşumunun Karakteristikleri, Romanda Zaman ve Kronotrop Biçimlerine Ilişkin Sonuç Niteliğinde Kanılar, Dilbilim, Filoloji ve Beşeri Bilimlerde Metin Sorunu: Bir Felsefi Analiz Deneyi yazıları yer alıyor. Ne yazık ki alıntı yapamıyorum. Romanın kökündeki karnaval'ı Dostoyevski'ye bağlayan, türsel gelişimin çokboyutlu irdelemesini yapan önemli bir çalışma. Bakhtin yeniden ve tüm yazılarıyla okunmalı. *** Kırıkkanat, Mine G.; Bir Gün, Gece, Om Yayınları, 2003 Kurmaca roman, gelecekte bir İstanbul depreminin devinime geçireceği uluslararası politik dengeleri ve yeniden bir kurtuluş savaşının önkoşullarını akıcı bir kurgu içinde, çoksatış mantığına yakın durarak verip uyarma (!) görevini yerine getiriyor. *** Kuntay, Mithat Cemal; Üç İstanbul, Ed. Raşit Çavaş, Oğlak Yayınları, 1998 Kuntay'ın tek romanı. Bu romanın Türk roman geleneği içinde getirdiği açılımı küçümseyen yazın eleştirimiz, sağıyla soluyla sınıfta kaldı yine. Beyoğlu Noterlik deneyimini tanıklık olarak üç önemli tarihsel döneme yayabilen Kuntay, yaşasaydı iyi bir sinemacı olurdu sanırım. Görüntüsel yetkinliğinden ötürü değil, sahne tasarımı ve kurgusundan ötürü. Yazınsal düzeyi Türk yazını sınırlarını aşmıyor kuşkusuz, ama sahnelerin çerçevelenmesinde geniş ufku, panoramik izlenim doğurarak Yakup Kadri'nin denediği yaklaşımı olumlu bir örnekle ortaya koyuyor. Bence Türk yazınının bütün en iyileri gibi önemini yazınsal gücünden değil, bir şeyde ilk oluşundan, tanıklığından, eleştirisinin gücünden, özgüllüğünden ya da ne bileyim kılavuzluğundan, bilgilendirme yeteneğinden, vb. alıyor Üç İstanbul'da. İlk basımı: 1938. Ona gelinceye değin belki de ilk örneğini verdiği, toplumsal yaşamda yalan'ın yerine ilişkin irdelemesi benim için özel bir anlam taşıyor. Türk insanının kaypak, ikili, sahte, güce tapınan yanına düşürülen güçlü bir ışık bu roman ve anlıyoruz ki belki de yeryüzünde eşsiz Türk ırası, bu özelliğiyle; yani, aldatmaya ve aldanmaya bunca teşneliğiyle. Ha, yalan'ın sergilenmesinin Türk yazınında son olağanüstü örneği ise, Tahsin Yücel'in Yalan'ı. Ben Tahsin Yücel'i Kuntay'a bağlamakta hiç duralamayacağım. Kuntay'ın ekonomik dilinde şimşek aydınlatmasına yakın buluş tümceler var ki çok büyük yazarlarımız bile dilde bu yüksekliğe tırmanamamıştır. Adnan Türk yazınında bir tip'e çok yakın duruyor, ama Belkıs'ı, Süheyla'yı unutmayalım. *** Özünal, Mucize; Alayın Kızları, Can Yayınları, 2000 Özünal'ın nehir roman öyküsünü (geniş zamanlı ve çok kişili) 100 sayfaya sığdırması için hızlı ve özel bir teknik kullanması gerekiyordu ama çoğu okur için hız biraz fazla... Soluklanamazsak düşünemeyiz. Son yılların moda romanlarının bir özet toplamı gibi...ve kötü. *** Gülsoy, Murat; Bu Filmin Kötü Adamı Benim, Can Yayınları, 2004 Gülsoy'un son romanı sanırım. Yeni yazarlarımızdan. Baba-oğul izleği çevresinde bir yaşam sorgusu, kadın-erkek ve aldatma üzerine bir roman. Küçük burjuva içten pazarlılığı yeniliyor, yitiriyor sonunda. Bu anlamda yer yer okuru aynaya bakarken kendini görmeye zorlaması hoş aslında. Dürüstlük zorlaması var romanın. Gülsoy'un anlatı çabası bu nedenle yerinde, doğru görünüyor. Kuşkusuz kurgu oyunları öne çıkarılıyor. Yapıyla içerik karşıtlaşıyor yer yer. Yazar bunu böyle istediğine göre... Gülsoy, izlenebilir. *** Mungan, Murathan; Çador, Metis Yayınları, 2004 Mesel diliyle Akhbar'ın yurduna (ana kucağına) dönemeyişinin bilge öyküsü (doğulu söylemi biçem olarak seçiyor yazar) karanlığın derinliklerine, burkanın içindeki o hiçliğe bir yürüyüş olur, deri değiştirilir, (çölde yılan gibi ya da travesti) burka giyilir, yok olunur (aynı zamanda var olunur mu?) Mungan'ın şu dediği ve deyişi güzeldi: kadının olmadığı, silindiği yerde erkek de, varlık da siliniyordu (çölün tozu). *** Yalçın, Murat; İma Kılavuzu, Yapı Kredi yayınları, 2003 Biraz önyargıyla başlamadım desem yalan olur İma Kılavuzu'na. Ama sonra sardı, yer yer beğendiğimi de söyleyebilirim. Keskin bir zekaya işaret (her şey işaret zaten) eden ayrıntılar, önerilen evreni kurma işini okuyanın düşgücüne fena halde bırakıyor. İyi mi, kötü mü, nereye değin?.. Yeni çalışmalarını da izlemeli. *** Kutlu, Mustafa; Tufandan Önce, Dergah Yayınları, 2003 Mustafa Kutlu sağdan bir yazar. Önemli bir yazar olduğu biliniyor. Son yapıtlarından biri, bu uzun öykü. Günümüzde taşra kasabasına dünyanın yansıması, bir temel atma töreni çerçevesinde, ince ve eleştirel bir mizahla aktarılıyor. Büyük kentin dışına çıkması çok iyi kuşkusuz Kutlu'nun. Yazar anlatıcının yer yer Yunan korosu gibi davranması da Haldun Tanervari bir çeşni vermemiş değil anlatıya. Ama o kadar. Büyük bir anlatıyla karşı karşıya değiliz kuşkusuz. *** Kutlu, Mustafa; Rüzgarlı Pazar, Dergah Yayınları, 2004 Kutlu'yu izlemeliyim. Yazdığı, başyapıtlar olmasa da bizim yaşantımızın daha gerçek ve doğru bir tanıklığını, eleştirerek ve mizahla yapıyor. Köpüğün içerisinde yaşam saydığımız şeyin dışında akan bir ırmak var, tanıklığa çağıran, çözümlerini çözümsüzlükleri içerisinden üreten, yitirmiş ama kazanmış, hatta kazanacak olan. Bana kalırsa Kutlu'nun yaptığı bir tür devrimci romantizm. Önemli. *** Onaran, Mustafa Şerif; A’dan Z’ye Cahit Külebi, Yapı Kredi Yayınları, 2004 Külebi hakkında fotoğraf destekli küçük bir çalışma. *** Sönmez, Mustafa; Gelir Uçurumu, Om Yayınları, 2001 Yenal'ın yapıtını tümleyen bir başka önemli çalışma. Sayılarla Türkiye'nin yakın geçmişinin gerçeğe yakın bir fotoğrafı veriliyor. Büyük emek ürünü ve uyarıcı.... Yaşadığımız krizlerin doğası ortaya çıkıyor bu araştırmalarla. *** Uyguner, Muzaffer; Halide Edip Adıvar, Altın Kitaplar Yayınları, 1992 Muzaffer Uyguner'in Halide Edip Adıvar üzerine bu inceleme ve derlemesi, geleneksel yazın tarihçiliği ve dizgeli tanıtma başlığı altında değerlendirilebilir. Emeğe saygılı bir tutumdan eleştirellik beklemek yanlış olur. Üstelik öğretmen ve öğrenci kitlesini öncelikle hedefleyen böyle bir çalışmada... Yine de Uyguner yansız, nesnel bir tutumla Halide Edip Adıvar'a geçmişte yöneltilmiş belli başlı eleştirileri de yapıtına koymuş. İlginçtir, Adıvar konusunda herkesin ortaklaşa uzlaştığı eleştiri; dili... Ama kimilerinin, bu bozuk dilin de bir biçem özelliği oluşturduğunu söylemesi (Karaosmanoğlu,vd.), nezaketin sınırlarını aşıyor bana kalsa. Uyguner; ‘Adıvar'ın dili çok eleştirilmiştir, oysa doğal bir roman dilini de Halide Edip Adıvar yaratmıştır' (s.132), diyor. Bence Tahir Alangu, Fethi Naci onu yazın tarihimizde tam yerine oturtuyor. Buna karşılık Ahmet Kabaklı gibilerinin övgüleri de yeterince anlamlı. Eğer Halide Edip, yazınla yaşamı birbirine bu denli karıştırmasa ve her yazdığı şey, Halide Hanım adına bir bildiriye dönüştürülmeseydi, yapıtları neye, ne denli dayanırdı, tartışılır. *** Uyguner, Muzaffer; Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Altın Kitaplar Yayınları, 1993 Uyguner'in yardımcı yapıtı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu hakkında; derli toplu, özet ve tartışmalar üstü bilgileri veriyor. *** Uyguner, Muzaffer; Reşat Nuri Güntekin, Altın Kitaplar Yayınları, 1993 Uyguner'in Reşat Nuri Güntekin'i tanıtan el kitabı. Derlitoplu bir tanıtım olmanın ötesine kuşkusuz geçmiyor. Sıradan ve sınırlı bir okurluk için yeterli, çok bile... Yargı yok, olamazdı da. *** Uyguner, Muzaffer; Memduh Şevket Esendal, Altın Kitaplar Yayınları, 1991 Sanıyorum, Esendal üzerine en derli toplu kaynak. Yine de Esendal bana hep 'geçiştirilmiş' gibi geliyor. Bunu Uyguner'i dışarıda tutarak söylüyorum. Aslında Türk yazını Uyguner sayesinde Esendal'ı görebildi, kazandı, diyemiyorum. Uyguner’in bu dev çabasına rağmen. (Yanılmıyorsam toplu basımını gerçekleştirdi.) *** Uyguner, Muzaffer; Sabahattin Ali, Altın Kitaplar Yayınları, 1992 Sabahattin Ali hakkında derli toplu bir kaynak. Yorumsuz. *** Uyguner, Muzaffer; Sait Faik Abasıyanık, Altın Kitaplar Yayınları, 1983 Sait Faik için çok iyi bir değerlendirme yapıtı. Özet de olsa, özellikle öykü seçmeleriyle bence bu tür bir çalışmanın ötesine geçmiş Uyguner. Öğrenci işinden öteye... *** Örik, Nahid Sırrı; BH 2: Kırmızı ve Siyah, Ed. M.Kayahan Özgül/Vahide Bilgi, Oğlak Yayınları, 1996 Duygu yoğun, canlı, çarpıcı öyküler ve Fransız yazınının açık etkileri. *** Örik, Nahid Sırrı; Sultan Hamid Düşerken, Oğlak Yayınları, 1999 İşte bir tansık (mucize) daha. Sanırım 1927'de yayımlandı ilk. Türk romanının bence 10 doruğundan biri, belki de doruğu. Örik romanı üzerinde düşünmüş, yapı, tip, kurgu sorunlarını berraklaştırmış, sonra yetkin ve ekonomik bir dille tarihi yontmuş. Batı klasikleri düzeyinde ve aynı yaratma mantığına (poetikasına) dayalı. Bir mücevher. İçinde fazla olan bir şey yok, çünkü her şey fazla(ya göndermeli). Eksik hiçbir şey yok, çünkü diyebilirim ki herşey eksik. Öte yandan Ziya Öztan sinema uyarlamasında çılgın sevişme sahneleri varmış... Bu, romanda, (onun kendine özgü) yaklaşımından geriye bir şey bırakır mı? Romanın kendi buna karşı duruş değil mi? *** Örik, Nahid Sırrı; Kıskanmak, Oğlak Yayınları, 1994 Hiçbir yapıtında Abdül Hamit Düşerken adlı romanındaki düzeyi yakalıyamıyor bu ilginç yazar. Erkeklere tutkulu ve kadınlara acımasız Örik, zikzaklı duygu dünyasında yer yer canlı kanlı sahneler yakalayabilecek derinlikler barındırıyor. Anadolu'ya açılmış (Zonguldak), değişik toplum kesimlerini romana taşımış (maden mühendisleri) biri Örik. Bence onun ökeliği kurgu yeteneğinde. Ama güçlü duyguları kurgu ve tiplemelerini gölgeliyor. *** Örik, Nahid Sırrı; BH 1: San’atkarlar, Ed. M.Kayahan Özgül/Vahide Bilgi, Oğlak Yayınları, 1996 Bu kitabında özyaşamöyküsel öyküler baskın. Çok önemli olduklarını sanmıyorum. *** Örik, Nahid Sırrı; BH 3: Eve Düşen Yıldırım, Ed. M.Kayahan Özgül/Vahide Bilgi, Oğlak Yayınları, 1998 Özellikle Eve Düşen Yıldırım uzun öyküsü etkileyici. Dağılan bir aile. Kadın olumsuz varlık Örik'e göre. *** İpşiroğlu, Nazan; Alımlama: Resim, Papirüs Yayınları, 2000 Bu nefis ve oldukça yalın yapıt, postmodernist yaklaşımlar içerse de verdiği örnek çözümlemelerle, alımlama estetiği üzerine çok gerekli bir girişi simgeliyor. *** Cook, Nicholas; Müziğin ABC’si, Kabalcı Yayınları, 1999 Cook, bu ilginç ve tartışmalı yapıtında, olanca soğukkanlılığıyla müziğin geleneksel okunma biçimlerini eleştirel yaklaşımlarla değerlendiriyor. Müziksel Değerler adlı bölümde; müzikle ilgili yerleşik ve kalıp yargıların doğallaşıp saydamlaşarak evrensel bir dil olarak göründüğünü, oysa müziğin yapılmış bir kültür ürünü olduğu söyleniyor. 2. Bölümde zaten (Beethoven'e Dönüş) tam da bu yerleşikleşmiş ve iktidar pekiştiricilerine dönüşmüş yargıları örnekliyor, Beethoven biçimlemesinden yola çıkarak (bu biçimlemeyi besteci-yorumcu-dinleyici üçgeni ya da bağlamında düşünmeyi de atlamadan). Ve arkasından sökün eden koca bir yazınsal-söylemsel mitoloji... Kapak resimleri, reklam, vb... Sonuç tüm bu ilişkilerin özüne yerleşen 'yetkeci bir erk yapısı'. Bir başka sonuç: doğru müzik dinleme açısında giderek oluşan daralma...Ve 'Müzik Müzesi'. Beethoven'le gelen sözsüz müzik geleneğinin doğal uzantısı haliyle, 'sözün müziği açıklaması' oldu. Bir Kriz Durumu? (3.Bölüm) mu sözkonusu. Günümüzde, Cook'a göre bir ayrımcılık, müzikal bir ırkçılık var. Kriz, müziğin kendisinde değil, onun hakkındaki düşünüş biçimindedir. Hayali Bir Nesne adlı 4. bölümde; notasyonun müzik kültürünün belirlenmesi ve tanımlanmasında temel rolünü vargular Cook. Eğitimde böylece kuram öne geçer. Porte notalaması müziği çarpıtır. Müzikle notalama arasında çatışma vardır. Son tümce: 'Müzik yapılan bir şeydir.' Cook'a göre önemli olan müziğin imgesel nesneleriyle onların simgelediği zamana bağlı deneyimleri karıştırmamaktır. 5. bölümde (Bir Temsil Sorunu) yazar, sanatın tarihinin aslında dünyaya bakış açılarındaki değişimin tarihi olduğunu, başlangıç noktası olarak, hangi yolla olursa olsun müziğin kullanımı ve içselleştirilme biçimini almak gerektiğini söylüyor. 6.bölüm Müzik ve Akademi. Akademik bakışın eleştirisi... Müzik ve Cinsiyet adlı 7.bölüm, müzik bilgisinin süzme işlevi gördüğünü (olumsuz anlamda), müziğin ideolojik boyutunu irdeliyor. Ve Sonuç'ta Cook, müzik kültüraşırı bir anlayış aracı olabiliyorsa, kültüraşırı bir yanlış anlayışın da aracı olabilir, diyor. Müzik kendini doğal gibi gösteren par excellence bir yapıdır. İdeoloji aracı olarak benzersiz güçlere sahiptir. Müziği hem duymalı, hem okumalıyız. *** Michel, Nicholas; Emilie’nin Son Yolculuğu, Doğan yayınları, 2004 Yaşar İlksavaş'ın güzel çevirisiyle bu genç Fransız yazarının ilginç bir romanı. Yaşamlarımızın özündeki rastlansallığın ve bundaki inanılmaz basitliğin, ağlatacak kerte komikliğin öyküsü. Bir cesetin yolculuğu, durakları ve arkasında dur duraksız uçma duygusu. Yerçekimi çağırdığında, belki de uymak yerine, ölmektir doğru olan (dolayısıyla öldürmek). *** Stavroulakis, Nicholas; Lavanta Lavanta, Ed. Pamir Bezmen, PMR Yayınları, 2000 Stavroulakis Yunanistan yurttaşı bir Yahudi. Gerçekte bir Dünya yurttaşı... Türkiye ile de yakın ilgili. (Kendisiyle tanıştım). Bezmenlerin saygısız tutumlarının verdiği zararları ayıklarsan geriye belki büyük ya da önemli bir yazınsal yapıt kalmayacak, ama sanırım bazen bundan daha önemli şeyler sözkonusu. Stavroulakis, Yunan tragedyalarına özgü keder duygusuyla çağdaş kurgulama tekniklerini çok özel bir konuda (Girit'in yakın tarihi) buluşturuyor. Bu yapıt ne bakımdan önemli? Yaldızlanmış Batı politikalarının yaldızlarını kazıyor, bir. Hangisi olursa olsun tüm dinleri eleştiriyor, iki. Hümanizma ruhu taşıyor, üç. Daha sayabilirim... *** Behram, Nihat; Miras, Everest Yayınları, 2004 Behram'ın okuduğum ilk yapıtı. İnancına çok güvenmek, çok yerde iyi olsa da, yazında başkalarında eksik olanı tamamlamaya yatkın öğretmen kibirine yol açar ki, Behram'ı benim için de katlanılmaz yapan bu. Türk yazininin geldigi bu noktada bu türden yazilar cesaret bulamamaliydi ortaliga dökülme konusunda. Behram dürüst bir devrimci, ama bu iyi yazarlığın koşulu bile değil. *** Karaer, Nihat; Tam Bir Muhalif: Refik Halit Karay, Temel Yayınları, 1998 Karay büyük bir öykücü, itilafçı ve milli mücadele karşıtı bir Osmanlı bürokratı ve gururlu biri... İstanbul çanağı içerisinde ve o çöküş yıllarında daha fazlasını beklemek de haksızlık olur muydu, bilmem. Olmazdı, çünkü birçok örneği var. *** Güngörmüş, Nilüfer; Büyük A, Patika Yayınları, 1999 Tek yapıtı mı bilmiyorum. İlginç... Daha önce az denenmiş bir anlatı dili... Son zamanlarda okuduğum en iyi öykü kitaplarından. İzlemeli. *** Güngörmüş, Nilüfer; A’dan Z’ye Sevim Burak, Yapı Kredi Yayınları, 2003 Bu ilginç insan ve yazar hakkında (Sevim Burak) belgeler ve bilgiler... Burak'ı okumalı. *** Akı, Niyazi; Yakup kadri Karaosmanoğlu, İletişim Yayınları, 2001 Türk yazınbiliminde, öyle sanıyorum tüm yetersizliklerine karşın eşsiz bir çalışma... Yakup Kadri'nin yaşamıyla yapıtını örtüştüren, ama yapıtı yazardan ayırabilme başarısını da gösterebilen tek örnek, diyebilirim. Yazınbilimsel eleştirinin bilimsel ipuçlarından, sezgisel dolayımlar biçiminde de olsa yararlanmanın, emek verilmiş örneği yapıt, eski bir doktora çalışmasi (1960). Ruhçözümsel yaklaşımı özellikle dikkate değer. *** Chomsky, Noam/ Herman, Edward S.; Medya Halka Nasıl Evet Dedirtir? Minerva Yayınları, 1999 Chomsky'nin bu güzel araştırması benim duygularıma da karşılık geliyor. Chomsky medyanın nasıl işlediğine ilişkin bir model kuruyor ve bunu sınıyor. 1.süzgeç: Medyanın büyüklüğü, mülkiyeti ve amaçlılığı. 2.süzgeç: Reklam ruhsatı. 3.süzgeç: Medyanın haber kaynakları. 4.süzgeç: Tepki ve yaptırımcı kurumlar. 5.süzgeç: Bir denetim mekanizması olarak anti-komünizm. 6.süzgeç: Ayrımcı yaklaşım ve propaganda kaynakları. *** Geras, Norman; Marx ve İnsan Doğası, Birikim Yayınları, 2002 Geras teknik bir konuyu ele alıyor ve Tezler'deki Marx ifadesinin (insan doğası?) özsel bir içeriği olmadığını kanıtlıyor. *** Duruel, Nursel; Cemal Süreya, Yapı Kredi Yayınları, 2003 En büyük Türk ozanlarından biri, Cemal Süreya hakkında hazırlanmış hoş bir derleme, belgelik... Anılar, fotoğraflar, şiirler ve bir yaşam... *** Atay, Oğuz; BE 3: Oyunlarla Yaşayanlar, İletişim Yayınları, 2003 Atay'dan bir başyapıt daha ve tek oyunu. Bence oyunu özel kılan kişisel (öleceğini bilmek) dramıyla oyun arasında kurulan bağ. Ama oyunu (metni) değerli kılan bu değil. Atay'ın yetkin ve ökece kara alayı insanı (orta sınıf özellikle) alışageldiği yerlemlerinden (koordinat) zıplatıyor. Taşların yeri değişiyor. Her okuruna ayrı ve birebir ayna tutan, her okurunu ayrı ayrı bilek güreşine çağıran çok az yazar gördüm: Atay bunlardan biri... Kendini yok etme pahasına herkesle ayrı ayrı savaşmaya hazır, hem de herkes için. Bir tür yalvaç, etik kurucu diyebilirim onun için. Kıyameti erkene alıyor o. Kıyamet duygusu yaşatıyor. Bana kalırsa insanı Sait Faik'ten daha çok seviyor Atay. Ondan çok, başkaları için... Bir tür genel görelilik kuramı Oyunlarla Yaşayanlar. Büyük oyun içindeki oyun içindeki oyun içindeki... Kestiremeyiz. Belki şöyle ya da böyle yaşamdan (ışık) kuşku duyamayız, ama şöyle ya da böyle, göreli... Atay benim yazarım. *** Atay, Oğuz; BE 7: Eylembilim, İletişim Yayınları, 1998 Eylembilim'i ikinci okuyuşum. Vaad ettikleri açısından bir büyük yitik gibi görünüyor. Atay, dikenlerini sivriltmiş, konformist balonu patlatma işini sürdürüyor. Bu nedenle onun kahramanları (anti mi demeliydim?) birer iki yüzlü (Stevenson) kahramanlar. Tüm Atay yapıtını Kafka'nın Değişim'i altında toplayabiliriz bence. Atay yapıtları bir diller, gelenekler, parodik yansıtmalar, bir karnaval (Bakhtin) yapısında.. Bu büyük ve yarım kalmış yazarımızı yürekten selamlıyorum. *** Atay, Oğuz; BE 1: Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, 1984 70'lerin başında yazılmış bu roman için utanılacak bir gecikme. Oğuz Atay için aslında. Bugün ülkemizin dünya çapında bir yazarı var, diyebilirim. Ulusal ölçekte sıraladığım Türk yazını 30 yıl önce Oğuz Atay'la uluslararası bir ölçeği yakalamış ve ben bunu 2004'de bulguluyorum. Tutunamayanlar'ın da birkaç düzeyi var bence. Kenarda kalmış, sürgün, yeraltı insanı, uçuk, uyumsuz,vb. Bana kalırsa Atay'ın tutunamayan'ı Camus anlamında bir uyumsuz da değil, bir bağlam'a derinden gömülü ve diğerlerinde olmayan sarsıcılığı da yapıtının, buradan geliyor. Küçük kentsoylu (burjuva) bunalımı demek de (pek çok Türk eleştirmeninin yargısı) Atay'ı çok hafife almak olur, zaten oldu da. Ben bu Türk yazınının doruğuna, dünya yazınının da başyapıtları arasına oturttuğum roman için (ki kalan yaşamımımın başucu yapıtıdır ve kafamla birlikte her yerde olacak, tıpkı Moby Dick, Don Quijote gibi) çok yazmayacağım (ama konuşabilirim), ayrıca da kendimi yetkili göremiyorum. Ama şunu bir okur olarak içerden duyumsadım, bu roman benim öykümdü, Oğuz Atay'ın da, bizim gibilerin... Yergi, ironi, eleştiri, metinlerarasılık, yapıbozum, çoklu anlatı, odak kaydırma teknikleri, erk karşıtlığı (kendiliğinden). Baktığı zaman herkesin görmediğini görecek denli kör Atay, görme üzerine sağlıklı insanlara (hemen unutacakları) pek görkemli bir ders veriyor. Türk yazınında öncülü yok, ardılı bence onun düzeyinde yok, rastlamadım. Demek romanımız durmuş. Ulysses'in yanına rahatlıkla konur, Swift'le, Sterne'le karşılaştırılabilir. İlginçtir, rastlantıyla doğmuş değil. Türkçe de burada yeniden yaratılıyor. Eleştirimize gelince... İnanılmaz düzeysizlikte imiş ve hala öyle... *** Atay, Oğuz; BE 2: Tehlikeli Oyunlar, İletişim Yayınları, 1984 Bu evrensel çapta büyük yazarımız yitirildi. Yazın dünyamızın bunda büyük payı var. Atay ben buradayım, sen neredesin okur, diyordu. Okura değil yazın adamlarımıza seslenmeliydi. Atay'ı genellikle indirgediler, belki yanlış değil, kendi sığlıklarıyla oranlı olarak çok sığ yorumladılar. Atay bir deney gerçekleştiriyordu, belki boyunu aşarak (ama üstesinden geldi): tüm dilleri içeren ve aşan bir dil, tüm biçemleri içeren ve aşan bir biçem, tüm konuları, tüm kurguları, tüm yapıları ve tüm bir anlatıyı içeren ve aşan bir deneyim. İlk kez biri için Don Quijote adını kullanacağım. Oğuz Atay'dı o. Onun özöyküsü neydi kimbilir? Ölümün adım adım yakınlaşan bilincine de sığmazdı bence. Yazınımızın bir sapınca gereksinimi vardı, Oğuz Atay'a. Onun sayesinde kendine bakabilir, görebilirdi. Neyi gördüğünü bilmiyorum. Ondan beri, üretilebilmiş bunca şey hala onun gerisinde... Bunun da olabileceğini gördük böylece. Şimdi sanırım bir sonraki derse geçebiliriz. *** Atay, Oğuz; BE 6: Günlük, İletişim Yayınları, 2003 Belli bir dönemde yazdığı günlük, Tehlikeli Oyunlar ve Oyunlarla Yaşayanlar için bir açımlama diyebilir miyiz, bilmiyorum. Her iki yapıt da çok başka akaklarda seyretti sanırım, ama Atay'ın bakışı içinde... Onu anlamak ve yitirmek için... *** Atay, Oğuz; BE 4: Korkuyu Beklerken, İletişim Yayınları, 2004 Oğuz Atay tıpkı Tanpınar gibi Türk öykü yazınının da başyapıtlarından birine imza atmış (bu benim için bir buluş). Kafkaesk esintiler taşıyan Atay öyküleri bize ve ekinimize çok uzak da değil. Atay'ı değişik yapan bence onun ilk kez bulduğu açı. Korkuyu Beklerken'i Tutunamayanlar’ın altına koyuyorum, sonra Tehlikeli Oyunlar. Beğeni sıralamam: Korkuyu Beklerken, Bir Mektup, Ne Evet Ne Hayır, Beyaz Mantolu Adam, Babama Mektup, Demiryolu Hikayecileri-Bir Düş, Unutulan, Tahta At. *** Atay, Oğuz; BE 5: Bir Bilim Adamının Romanı, İletişim Yayınları, 1987 Atay'ın öneri üzerine Mustafa İnan'ın yaşamını romanlaştırdığı yapıtı başarılı değil. Benimsemeden yazdığı, kendine ait değilmiş gibi duran bir anlatısı. Gerekçeleri kuşkusuz var, ama onun poetikası altına girmez. *** Demiralp, Oğuz; Kutup Noktası, Yapı Kredi Yayınları, 2001 Tanpınar hakkında okuduğum en iyi çalışma ve çözümleme. Psikanalizin sınırları içinde duruyor Demiralp ve bu Tanpınar'ı doğru görmesini (tümüyle olmasa bile) sağlıyor. Yazınımızda da eşi bulunmaz bir eleştiri-çözümleme örneği. Zevkle okudum. *** Soysal, Mümtaz; Çürüyüşten Dirilişe, Cumhuriyet Yayınları, 1999 Cumhuriyet Gazetesi'nin verdiği Mümtaz Soysal'ın 'Çürüyüşten Dirilişe' adlı yapıtını hemen okudum. Önemli bir kitap, çünkü ülkemizin siyasal, toplumsal, ruhsal, ahlaki ve kültürel çürüyüşüne ilişkin somut (10) saptamaları ve çözümleri (20) içeriyor. Bildiğimiz şeyleri yinelemesi değil önemli yanı. Bildiklerimizi yararcı ve gerçekçi bir yalınlaştırma ve dizgeselleştirme yöntemi ile kullanılabilir duruma getirerek, tüm topluma (her sınıftan, her türden) bir başlangıç (referans) noktası sunması önemli... Ve hiç kuşkusuz...teğet geçip gitmeyenler için. İnanılmaz gürültülerle, köpükler saçarak ve nefretle günlük (sözün en gerçek anlamında) siyasetler üzerine ağız dolusu tartışanların bu tür şeylere gereksinimi yok elbette. *** Renyi, Alfred; Matematik Üzerine Diyaloglar, Dost Yayınları, 1999 Renyi (1921-1970) bir Macar matematikçi. Üç bildiriden oluşan yapıt, olağanüstü. Matematiğin felsefesiyle ilgili daha çok. Üç bölümlü kitabın 1. bölümünde; kurmaca bir Sokrates-Hippokrates diyaloguyla temel matematik kavramları ve matematiğin nesnesi konu ediliyor. 2. bölümde, Arkhimedes, Kral Hieron'la, matematiğin yararı, model kavramı ve barış üzerine konuşuyor. 3. bölümde ise Galileo onu koruyan Bayan Niccolini ile bilimsel yöntem ve matematiğin evrensel açılımı üzerine konuşuyor. Zevkle okunan bir yapıt. Matematiğe buradan başlamalı işte. *** Enzensberger, Hans Magnus; Sayı Şeytanı, Can Yayınları, 1999 Enzensberger'in daha yeni satın aldığım (Mart 99) bu kitabını bir gecede okudum. Hem de zevkle... İşlevi basit gerçekte. Matematiği çocuklar ve gençler için korkulur olmaktan çıkarmak, sevilmesini sağlamak. Doğrusu benim yaşıma seslendiği pek söylenemez...se de pek çok şeyi daha iyi düşünebildiğimi söylemem gerek. Sorun, bu tür yapıtların kitlesine nasıl ulaşabileceği. Okullara, eğitici kadrolara büyük iş düşüyor. Burunlarını saplandıkları boktan (Üniversite sınavları, yarışma ve kazanma, vb.) kurtarmaları gerek. Kendi görüş alanları daraldıkça eğittikleri çocuklarınki bununla kıyaslanmayacak oranda daralıyor. *** Eagleton, Terry; Estetiğin İdeolojisi, Ed. Bülent Gözkan, Özne Yayınları, 1998 Eagleton'ın estetik düşüncenin özellikle Kara Avrupası'ndaki felsefi ve ideolojik seyrini ana dönemeçleriyle verdiği bu yoğun yapıt, Türkçe çeviri ve dizgi yanlışları yüzünden okunamaz durumda. Sonunu bulmak benim için işkence olsa da, Türkiye'de 1980'lere değin Cumhuriyet tarihi boyunca oluşturulmuş ve yükseltilmiş Türkçe dil bilincinin, 1980'lerden sonra Boğaziçi, vb. Üniversitelerinden yetişmiş Yeni Dünya Düzeni bendesi kimi aklıevvel dandiklerce, üstelik insana bunların her yanı solcu-marksist olsa ne olur dedirtecek türden dandiklerce, nasıl da savurganca harcandığını görmüş, buna tanıklık etmiş oldum. Yüksek bir bedel. Yalnızca ve yalnızca berbat ve sorumsuz çevirisi yüzünden daha ilk sayfalarda fırlatıp atmalıydım kitabı bir yana. Bu (çevirmen) tip zararlı bir tırtıl gibi. Dili, dil bilincini, ulusal düşünceyi yok ediyor ve evrensele ulaşma olanağını da, bağlı olarak, tümden... Yazılarında (postmodernizmin gereği olsa gerek) tutarlılıktan kaçma en belirgin nitelikleri. Öztürkçe bir sözcüğü Osmanlıca bir söylemin içine oturtmak onları tedirgin etmiyor ve buna zenginleşme diyorlar. Bu saygısızlara ve saygısızlığa dur demek gerekiyor. Bunların akademisyen, ünlü, vb.olmaları hiç önemli değil. Otuzbir çeksinler ama başkalarına çektirmesinler. Herkes sandıkları kadar aptal değil. *** Troçki, Lev; Rus Devrimi Tarihi 1. Şubat Devrimi, Yazın Yayınları, 1998 Troçki'nin bu yapıtı (İstanbul'da Büyükada'da 1932'lerde yazılmış), büyük devrime birinci elden, canlı, renkli, kişisel bir tanıklık. Diyalektik bir tarih anlayışının parlak örnekleri sayfalara yansıyor, bireyler ve kitleler iç içe. Ruhbilim ekonomiyle yan yana. Troçki'nin bir öke (dahi) olduğu (hem eylemde, hem düşüncede) kesin. Birinci cilt Şubat Devrimi günlerine tanıklık ediyor. *** Troçki, Lev; Rus Devrimi Tarihi 2. Ekim Devrimi, Yazın Yayınları, 1998 İkinci cilt Ekim Devrimi’ni değil, öncesini anlatıyor. Acaba devamı yok mu? Stalin eleştirileri ilginç ve önemli. *** Selkirk, Erol/Rosenblatt, Naomi/Wolvek-Pfister, Shey; Çizgilerle II.Dünya Savaşı, Milliyet Yayınları, 1999 Milliyet'in çizgilerle dizisi, çocukluğumdan beri çizgi sever olduğum için, hoşuma gidiyor. Diziye egemen olan anlayış çok tartışmalı olsa da, sonuçta söylenen bunca söz, gösterilen bunca resim arasında doğrunun yakalanma olasılığı hiç de düşük değil. Çocukların, gençlerin okumaları gereken bir dizi. Ama her şeyi burada bulacaklarını sanmamalı, bu kadarıyla sakın ha yetinmemeli. Bu tür kitaplar başlangıç için iyi, ama handikaplı. *** Laborit, Henri; Evrenin Oluşumu, Payel Yayınları, 1998 Araya giren (Avrupa'dan Asya'ya dersem kuşkusuz çok abartmış olacağımı biliyorum) taşınmadan kaynaklanan uzun bir süreden sonra, okunalı epey olmuş bu yapıt(lar) hakkında bir şey söylemek zor olacağı gibi, bayat da olacak, sanırım. Birkaç alıntıyla yetinmeliyim. ‘Öğreti'nin (ideoloji) başlıca özelliği, ilişkiler toplamının bir alt bütününü betimleyen yapı'nın gerçekte Yapı olduğuna, başka bir deyişle ilişkilerin tümü olduğuna inanmaktır.’ (26) ‘Temel parçacıkların karışık halayında ciddi bir dirimbilimsel yaklaşıma ölçek kuramı olmadan nasıl inanabilirdik?’ (53) ‘Her dirimbilimcinin benimle, canlı varlıkların, o arada kimilerinin taşıdıkları sinir dizgesi ve beyinle içinde yaşadıkları ortamdan kaynaklanan enerji değişimlerini önceden geliştirilmiş bir düzene göre örgütledikleri; en temel parçacıklarından tutun da tümel örgensel varlıklarına varana dek, kendi özdeklerine çekidüzen verenin de bu düzen olduğu görüşünde birleşeceğini sanıyorum.’ (57) ‘Demek ki düşünceyi özdeğe "indirgemek" değil, belki ikisinin de izlerini taşıdıkları başka bir şeye dayanıp dayanmadıklarını araştırmak gerekir.’ (62) ‘Demek ki doğada sahiplenme içgüdüsü yoktur, yalnız haz verici nesne ve varlıkları kullanmanın ya da el altında bulundurma gerekliliğinin sinir dizgesi tarafından deneyimle öğrenilmesi söz konusudur.Yaşadığı alanı koruma içgüdüsü de yoktur, ortada yalnız bir yaşama alanı ve burada birtakim bireyler vardır, bunlar haz veren nesnelerle varlıkları ellerinin altında bulundurmak istemektedirler. Bu davranışlar doğuştan getirilmez, haz çıraklığının sonuçlarıdırlar. Sözü geçen iki birey arasındakı yarış'tan bir egemenlik ilişkisi doğar, bireylerden biri haz verici nesnelerle varlıkların kullanımını tekeline alır. Hayvan topluluklarında bu çatışmalı ilişki sonucunda astlı-üstlü egemenlik yapılarını doğuran daha karmaşık ilişkilerin nasıl oluştuğunu gözleyebiliriz.’ (70) ‘Bu hala içinde debelendiğimiz dilsel kapakçıktır. İnsan ise, başlangıçta hiçbir şey anlamadığı çevresindeki dünyaya gözatmakla başladı; bu yapısal özelliklerini öğrenerek korunmayı başarması gereken tehlikeli bir dünyaydı. Dolayısıyla, ilkin doğabilimi, ısıldevinimbilimi ve bunların dillerini, matematiği öğrenmesi gerekti. Sözlü dil ele aldığı nesneyle arasına belli bir uzaklık koyarak, onu alıp birtakım kavramlara götürdü, özgür olduğunu sanmasına yol açtı. Gerçekte, bütün öbür hayvan türleri gibi, o da dirimsel kürenin bir parçasıdır ve onun yasalarına bağlıdır. Hayvan, bu yasalara ayak uydurmazsa, yeryüzünden silinip gider. Buna karşılık insan, elindeki uygulayımın (tekniğin) yardımıyla artık sözkonusu yasalara uymayabileceğini, onları denetleyebileceğini sandı. Ama o arada, başka türlü bir kaygıyla tanıştı, çünkü bilgisizliği ya da -ikisi aynı şeydir- özgürlüğüne inanması çevresini kuşatan dizgeleri, nasıl davranacağını gösteren örgülenme düzeyini bulgulamasını engelledi. Bunun üzerine bunları kafasından uydurdu. Böylece söylenceler, dinler, ahlak anlayışları, devlet yasaları ortaya çıktı. Eylem kurallarına kavuşunca, kaygısını görmezden gelip edimde bulunabilme olanağını buldu; söz konusu kaygı, insan açısından, temel olarak eyleme ket vurulunca belirir; bunun bir çok nedeni vardır, başlıcası bilgi eksikliğidir. Ve yukarıda değindiğimiz söylenceler, dinler, ahlaklar, devlet yasaları bütün insan türü için değil, birtakim saldırgan, yağmacı alt-kümeler için geçerli olmuştur.’(71) ‘Toplumlar her bireye çok küçük yaştan başlayarak,(...) insan denen garip hayvanla ilgili yeterli bilgi kazandırırlarsa, söz konusu bireyin günlük yaşamının başka bir kılığa sokulması olasılığı doğabilir.(...) Kendini artık yalıtılmış duyumsamayacak, zaman ve uzam içerisinde, herkese bağlı sayacak; hem herkese benzer, hem benzersiz, hem biricik hem alabildiğine kalabalık, hem ortak ölçülere uygun hem özel, hem gelip geçici hem ölümsüz, elinde hiç bir şey bulunmadan her şeye sahip bir varlık gibi algılayacak; kendi öz sevincinin ardında koşarken, bütün öbür insanları sevindirecektir.’ (72) ‘"Gizlerin Gizi" (...) Bir olay, bir eylem karşısında bir bireyin, bir kümenin (hem de ne denli önemli ve egemen olurlarsa olsunlar) çıkarıyla sınırlı kalmamayı, incelenen olay ya da eylemin tür, yani insanlık açısından taşıdığı imlemi görebilmeyi sağlar. ‘O zaman, insanlığın bütününden ayrı duruşumuzun, tek bir örgülenme düzeyine, kişisel öykümüzden, edindiğimiz kültür içerisinde yer alan bireysel geçmişimizden dolayı bizi en çok "ilgilendiren" örgülenme düzeyine sımsıkı yapışmamızdan kaynaklandığını anlarız. Örgülenme düzeyinden yola çıkıp "üst" düzeyin "alt"takine yön verdiğini, bireyin insanlık bilincini dile getirmekten başka bir şey yapmadığını inançla savunan kimi anlatım biçimlerinden de çekinirim. Kendini korkuyla, nefretle, kıskançlıkla, soykırımla, bir parçasının canını alarak dile getiren bir insanlık bilinci nasıl da yoksuldur!’ (75) ‘Tecimsel yarışla egemenlik kurma arayışı neden, nasıl yerleşti tarih içersinde? Ve bu nedenle nasılı bilmezken, sonuna yaklaşan şu XX. yüzyılda, insan davranışında herhangi bir değişim umulabilir mi?’ (113) ‘Mühendisler, tek molekülden robotun bütününe dek, biricik varolma gerekçesi kendi robot yapısını örgülenme düzeyleri aracılığıyla ayakta tutmak olacak bir robot gerçekleştirebildikleri gün insan beyninin gittkçe hünerli bir benzerini değil, sözün gerçek anlamında yapay bir anlağı yaratmış olacaklardır. Eylemde bulunurken temel olarak yalnız kendini düşünmediği sürece, robot kavrayışlı olamayacaktır. Yeni buluşu, sezgiyi, duygusallığı, düşünsel çağrışımları güdüleyen işte budur. Bilmem kaçıncı kuşak robotlar insan etkinliklerini kuşkusuz allak bullak edecektir. İyi ama, insanını başlıca özelliği saçmalık olduğu sürece, bunlara yapay anlaklar diyebilir miyiz? Üstelik bu durumdan yakınmak gerekir mi bilemiyorum, çünkü insan bilincinin kökü saçmalıktadır. Saçma olduğu için inanıyorum, demişti Tertullianus.’ (120) İnsan kendi kişisel kurtuluşunu, ölümsüzlüğünü tecimsel olarak ele geçirmeyi düşündükçe, kendinden yeterince çıkmayı, insan dünyasına, acunsal dünyaya karışmayı nasıl başarabilir? (...) ‘Bugün hala ölüm cezasına yandaş olanlar var. Böylelerinin gırtlağına sarılan acunsal kaygı değil, o daracık, ödüllendirici uzamlarının içerdiği şeyleri yitirme korkusudur.’ (126) *** Morland, Dave, etc.; 21.Yüzyıl Anarşizmi, Ed. Jon Purkis/James Bowen, Ayrıntı Yayınları, 1998 Purkis/Bowen'ın Morland vd. yazarlardan derlediği çalışma, anarşizmi güncelleştirme ve bir tür sınama işlevi yüklü. Pek çok yazı tartışmalı olsa da, kimi konularda anarşizmin üretimci uslamlamayı aşan cesareti keşke solun diğer akımlarında da olsa diye düşünmeden geçemiyorum. Onlar ‘şimdi, burada’ diyorlar. Üçüncü Bölüm'ün ilk yazısı Jon Purkis'in: "Sorumluluk Sahibi Anarşist: Ulaşım, Tüketicilik ve Gelecek". Bu yazıdan bir kaç alıntı yapmak istiyorum. ‘İngiltere'de otomobil her yıl dört bin cıvarında ölüme neden olur; hükümetler ve iş dünyası otomobili toplulukların gereksinim ve sağlıklarının önüne çıkarır; otomobil benzinle, yani her işlenme ve kullanma aşamasında çevreyi kirleten sürdürülemez bir enerji kaynağıyla çalışır ve otomobil sanayii çevreyi korumakla pek ilgilenmeyen çıkar gruplarının elindedir.’ (192) ‘Yirminci yüzyılın en büyük başarılarından biri olmasına karşın seyahat etme hızımız, kendimize, gezegene ve diğer kültürlere karşı davranışlarımıza zararlıysa potansiyel olarak hayli anti-sosyal de olur. Hızın çoğunlukla hem seyahatin hem tüketimin ortak eğretilemesi olduğu konusunda yorumlar yapan Jay Griffiths, hızın sonuçlarından birinin, üzerinde seyahat ettiğimiz toprak ya da kültürlerden daha çok bir yerden bir yere gitme eylemiyle ilgili olduğu gözlemini yapar. ‘Griffiths, coğrafyacı ve çevreci John Whiteleg'in adlandırmasıyla "yer tikelliğinin kaybı"ndan kaçınmak için seyahatin, arkadaşlık ve sevgi gibi hızı azaltılarak yaşanması gerektiğini öne sürer.’ (204) ‘İnsanlar varmak istedikleri yere varmak için potansiyel olarak mekanı maddeleştirmekle kalmaz, ama çoğunlukla orada olmanın amacı yerli kültürleri yaşamak değil, güneşin altında oturup evde zaten alışık oldukları şeylerin çoğunu tüketmektir.’ (205) *** Çoruhlu, Yaşar; Türk Mitolojisinin ABC’si, Kabalcı Yayınları, 1999 Çoruhlu'nun bol görsel malzeme ile destekli yapıtı derli toplu bir el kitabı (kılavuz) niteliği taşıyor. Bu konuda büyük, ama çok dağınık çalışmalar okumuştum (Ögel,vb.) *** Martin,Hans-Peter/Schuman, Harald; Globalleşme Tuzağı, Ümit yayınları, 1997 Globalleşme Tuzağı, geleceğin büyük tehlikesine karşı çarpıcı bir uyarı. Aynı zamanda gazeteci olan yazarlar, sanırım der Spiegel'de yayınladıkları yazıları düzenleyip genişleterek bu yapıtı oluşturdular. Kendi önerilerini de on düşünce'de son bölümde toplayan yazarlar, global topluma 20:80 toplumu diyorlar: dünya nüfusunun % 80'ine kendilerini dayatan % 20'lerin toplumu. Bir kaç alıntı: ‘Yeryüzünde yaşayan insanlar, doğaya böylesine zarar veren bir refahı asla bir daha beraberce yaşayamayacaklar.’ (39) ‘...Şu çıkıyor: ülkedeki hava bozulacağına, dünyanın iklimi değişsin. Bir araba sahibi olmak insana afyon gibi geliyor… ‘Bizde insanın kendi arabasına hayran olma modası geçti, yeni pazarlarda ise bu moda henüz başlamadı. Otomobil sadece ulaşım aracı değil, aynı zamanda sınıf atlamanın simgesi, zenginliğin, gücün ve sözde kişisel özgürlüğün göstergesi. Otomobillerden çıkan zehirli gazlar böylece tüm dünyada denetim dışında kalıyor, bugünkü otomobil sayısının iki katı bir milyar otomobil, tahminen 2020 yılında trafik enfarktüsüne neden olacak. ‘AB yurttaşları, gayrisafi milli hasılalarının yüzde 1.5'ini şimdiden sıkışık trafikte harcıyorlar. Bangkok'da bu oran yüzde 2.1. Bir zamanlar doğunun Venedik'i olan Tayland'ın başkentindeki yolculuklar, iş görüşmelerine giden otomobil sahiplerine her olasılığa karşı arabalarına tuvalet koydurtacak kadar uzun sürüyor. Japonya'daki şirketler, otobanlarda saatler süren tıkanıklıklar nedeniyle, malı zamanında teslim etmek için, müşterilerine rutin olarak farklı yollardan üç kamyon gönderiyorlar… ‘Sanayileşmiş ülkelerin 80'li yıllarda ulaşım ve benzin fiyatları konusundaki tartışmayı asla tutarlı bir biçimde hızlandırmamalarının ve ciddi olarak doğru dürüst bir çevre vergisi hedeflememelerinin intikamı acı olacak.’ (41) ‘Park yeri bulmak, araba kullanma zevkinin üstüne çıktığından beri, eşitlikçi bir otomobil toplumunun idealleri yok oldu. Yorucu trafik tıkanıklıkları, uzun zamandır bütün insanları eşit kılmıyor. Önceleri bir televizyona, bir otomobile sahip olmak insana statü sunarken, şimdi yeni lüks anlayışını, ne bir taşıta sahip olmak, ne de televizyona bağımlılık ifade ediyor.’ (43) ‘Verimlilik, ekonominin toplam başarısından daha çok artıyor. Sonucu şu "jobless growth", yani ek istihdam sağlamayan büyüme. Bir başkasıyla, sermaye ve iş arasındaki güç oranının kökten değişmesi. Savaş heveslisi hükümetlere ve kapitalistlere karşı işci hareketinin propaganda silahı olan "enternasyonalizm", şimdi karşı tarafa hizmet veriyor.’ (118) ‘Uzakdoğunun gelişme düzeyini yükselten bütün ülkeleri batının ayıp saydığı bir ilkeyi benimsedi: ekonominin her alanında devlet müdahelesini. Ejderhalar, kurbanlık bir koyun gibi uluslararası rekabetin kendilerini kesim masasına yatırmalarına izin vermeden gelişmeyi kontrol altında tutabilecek, Cakarta'dan Pekin'e kadar devlet tarafından yönlendirilen bir kalkınma modeli geliştirdiler. Onlar için dünya pazarına girmek bir amaç değil, dikkatli ve çok düşünerek kullandıkları bir araç.’ (148) ‘Bu açıdan bakıldığında, dünyanın ekonomik olarak bütünleşme sürecinde ortaya çıkan çatışmaların, kapitalizmin kendisi kadar eski olan paylaşma savaşından başka bir şey olmadığı kesin.’ (156) ‘Ücretlerin düşmeye başlaması ne yazgı, ne de olasılık. Karşı politikalar da olanaklı, hem de uzun zamandır çok sayıda hazırlanıyor. Gidişi değiştirmede yapılması gereken en önemli şey, emeğin değer kazanması. Ekolojik bir vergi reformunun getireceği muazzam olanaklar konusu, liberal ekonomistlerin bizzat kendi aralarında bile tartışılmıyor. Enerji tüketimini vergilendirme yoluyla adım adım ve uzun vadede pahalılaştıracak olsa, bu sadece korkunç boyutlara varan çevre kirliliğini de azaltmayacak, aynı zamanda isgücüne olan talebi arttıracak ve otomasyona götüren teknoloji kullanımını da yavaşlatacaktır. Buna ek olarak artan ulaşım masrafları ülke dışına kayan ekonominin iş dağılımına yeni sınırlar getirecektir. Otobanlardaki uçsuz bucaksız kamyon konvoyları, yedek parça depoları olarak artık karlı olmayacaktır.’ (162) *** Eco, Umberto; Beş Ahlak Yazısı, Can Yayınları, 1998 Eco sevdiğim bir yazar, özellikle denemelerini seviyorum. Anlatılarını okumadım zaten. Ama özellikle yazınbilim, estetik üzerine yazılarını çok beğenmiştim. Bu yapıt da 5 denemeden oluşuyor. Güncel konuları işleyen denemeler, savaş, medya, faşizm, inanç, hoşgörü vb. üzerine. Kuşkusuz söylem, anlatım biçimi öne çıkıyor. ‘Özgürlük ve kurtuluş, asla sonu gelmeyecek bir görevdir. Sloganımız şu olsun:"Unutmayın".’ (48) *** Nabizade Nazım; Ed. Necati Birinci, Kültür ve turizm Bakanlığı Yayınları, 1987 Birinci, Nabizade Nazım'ın yaşamını, sanatını irdeliyor ve yapıtlarından seçmeler veriyor bu kitapta. Çok iyi bir kitap olduğu söylenemez. Önemli olan, Nabizade Nazım'ın uzun öyküsü Karabibik'i tam olarak, ama günümüz diline uyarlanmış biçimde vermesi. Karabibik dolayısıyla yazarı, demek haksızlığa uğrayanların başında geliyor. Türk yazınını kimlerin gerçekte kurduğunu, buna karşılık kimlerin üstlendiğini anlıyorum. Eğer Nabizade Nazım geleneğine bağlı kalınsaydı, çok daha başka noktalarda olurdu Türk yazını. Öykü 1891'de yazıldı. Sağlam bir dili, gözlem gücü, kurgusu var. *** Tepeyran, Ebubekir Hazım; Küçük Paşa, Ed. Oktay Akbal, De yayınları, 1984 Benim için bir diğer buluş da Tepeyran... Anadolu gerçeğine, 1910 yılında yönelen Tepeyran bakışı da dikkati çekmemiş ne yazık ki. Ama sanıyorum gizli bir damar sürdü o gün bugün , kaynakları açıklanmasa da... Sanki başka bir dünyanın insanlarıyla karşılaşır gibiyim. Türk yazını deyince çok belli bir çizgiye koşullanmışız anlaşılan. Evet, oldukça güçlü başlangıçlar, ama arkası gelmemiş... Burada yazarlarımız da sorumlu bence. *** Fahri, Bekir; Jönler, Ed. Attila Özkırımlı, İletişim Yayınları, 1985 Bekir Fahri'nin romanı (gerçekte tam olarak oluşmamış) tarihsel tanıklıktan öte bir şey vermedi bana ve sonunu getiremedim. Mısır, Kahire kent yaşamına ve kentin doğrudan kendisine sadık bir tanıklık. Tipleri ise yaratılmış roman tipleri değil, o dönemde Kahire'de sürgünde bulunan insanlar, kendi gerçeklikleri içinde varlar, roman gerçeği içinde değil. Bu roman bir şey öğretiyor. İçinde yaşadığımız gerçekle, roman gerçekliği apayrı şeyler. Bunlar birbirine karıştırıldı mı ortaya doğru dürüst bir şey çıkmaz. *** Seyfettin, Ömer; En Güzel Hikayeler 1,2, Ed. Rauf Mutluay, Sander yayınları, 1976 46 yaşında Ömer Seyfettin'le tanıştım. Kimi öykülerini, sanırım en güzelleriydi, biliyordum kuşkusuz. Okul kitaplarında vardı. Ama dizgeli bir biçimde Ömer Seyfettin'le tanışmak ilginçti. İlginçti, çünkü Seyfettin'in kendisi bir ilkörnek (prototip). Bu tip boşlukta kalmış, seçim konusunda tedirgin, inanan ama eylemsiz bir tip. Savaşmış, tutsak düşmüş, bir imparatorluğun çözülmesine tanıklık etmiş bir aydın ve bu tarihsel yük onun için çok ağır. Ezilmiş. İkincisi Seyfettin'in milliyetçiliğini kendi bağlamında değerlendirmek gerek. Bugünün milliyetçilerinin suç ortaklığından da korumak gerek aynı zamanda. Çöküşe direnen bir adam. Doğru yolu da biraz şansla (çok nitelikli arkadaşları olmuş) ve sezgileriyle yakalamış. Milliyetçi ayaklanmalara karşı savaşırken milliyetçiliği öğrenmiş. İşte Atatürk, bir Tevfik Fikret kadar ona da borçlu olmalı. Onlar belli belirsiz, sisler içinde doğruyu göstermişlerdi: ulusal devleti. Tek sorun ulusal devletin neyi içerdiği konusunda Atatürk denli kesin bir kanıya sahip olmayışlarıydı. Ömer Seyfettin'in, başka hiç bir şey yazmasaydı da onu büyük (dünya çapında) yapacak bir avuç öyküsü var, özellikle de çoçukluk anılarına dayadığı öyküleri. Güdümlü, kötü öyküleri de çok. Ama bir tek öykü yetebilir. 100 dolayında öykü yazmış. Bana acı veren Anadolu Devriminin başlangıcında ölümü. Ulusal savaşıma katılacaktı sanırım. İttihatçılar kanını içtiler onun ve geriye posa bıraktılar. Dile karşı tutumu belki de aşılmadı. *** Seyfettin, Ömer; Efruz Bey, Bilgi yayınları, 1970 Ömer Seyfettin roman yazmadı. Roman için bazı taslakları (eskiz) var. Bir tip (Efruz Bey) çevresinde kurguladığı öyküler bir araya getirilerek romana dönüştürülmek istendi. Bana öyle geliyor ki Seyfettin, Efruz Bey'den bir roman çıkaramayacaktı. Bir, yazma disiplini yoktu (hep amatördü), iki Efruz Bey kafasında tam oturuşamadı. Bu tipte geçmişte oldukça başarılı çizilmiş tiplerden (Araba Sevdası, Şıpsevdi,vb) esintiler ağır basıyor. Öte yandan İttihat ve Terakki çevresinde tanık olunan geçiş tipi iyi bir örnek değil. Yeni insanı ise Ömer Seyfettin bir türlü kurgulayamadı. Ama bu kötü romanda ilginç olan şu ki, tıpkı Zamyatin'de olduğu gibi gelecek kurgusu toplumsal bir devinim içerisinde anlatılıyor, bence Türk romanında ilk ve tek (?). Siyasaltoplumsal bir bilim-kurgu diyebiliriz bu roman için ve araştırılmaya değer. Bitiremedim, önemli bölümlerini okumakla birlikte. *** Kaya, İ.Güven; Ömer Seyfettin, Altın Kitaplar Yayınları, 1991 Ömer Seyfettin'le ilgili derli toplu, iyi bir kaynak. Yapıtlarından örnekler ve geniş bir kaynakça içeriyor. *** Alangu, Tahir; Ömer Seyfeddin. Ülkücü Bir Yazarın Romanı, May Yayınları, 1968 Benim Urfa-lise yıllarımın bu kitabını, nedense almamıştım Naci İpek'in kitabevinden. Ama hep aklımda takılı kalmış. Ve 30 yıl sonra İstanbul'da karşılaşma sevinci. Ülkemizde yaşamöyküsel romanın ilk ve tek örneği. Yaşamöyküsü ağır basıyor. Ömer Seyfettin'i anlamak için yetmese de önemli bir yapıt. İlk örnek olmanın sıkıntıları görülüyor. Büyük iş, araştırmacılıkla yürüyor ve bir ekip işi daha çok. Alangu ustaya saygılar. Yaşamının önemli bir bölümünü bunun için harcadı ve iyi etti. Arkadan gelenlerde iş yok. Böyle güzel bir örnek sürdürelemedi. *** Caymaz, Onur; Bak Hala Çok Güzelsin, Doğan Kitabevi Yayınları, 2004 Genç ozanın şiirleri izlenmeye değer. Anlamlı, etkileyici dizeleri var. *** Kaygılı, Osman Cemal; Aygır Fatma, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1997 Kaygılı, tam bir sokak (halk) yazarı... Halk yazınını sokak argosuyla buluşturarak romana aktarmaya çalışmış... Roman demek zor.. Halk yaşamından renkli konuşmalar, sahneler... Başka da hiç bir şey. Gürpınar'a bağlanabilir bir ucuyla. *** Kaygılı, Osman Cemal; Çingeneler, Bilgi yayınları, 1972 Tek özelliği çingene yaşamına canlı ve inandırıcı tanıklık, yoksa ne roman, ne de başka birşey... *** Baydar, Oya; Erguvan Ağacı, Can Yayınları, 2004 Oya Baydar'ın son romanının 5.basımına yetişebilmişim. Bunu yazarken 7. basımı çıkmıştı. İlk izlenimi kusursuzluk olan bu romanı neden kötü, yazındışı, hatta biraz ticari buluyorum. Baydar zeki bir insan. Geçmişine de bağlı biri sayılırım, sevdiğim biri(ydi). Roman yazmasında da bence sakınca yok. Ama birilerinin Türk Yazını dediğimiz şeyde bir birikimle gelinen bir düzey (?) varsa onu koruma konusunda daha kıskanç olması gerekmiyor mu? Matematiksel, aksamayan, üzerinde çokca düşünülmüş kusursuz olay örgüsü ve kurgu, bir pürüzsüzlük, titiz bir temizlik kokusu, yapay (sentetik) bir tad duygusu veriyor insana. Güçlü bir çözümleyici zeka, iyi akan, okurun ipini yerinde ve peşinden sürükleyen, gerilimin dozunu uygun ayarlayan böyle bir yapıyı ortaya koyabilir. Romansal gerçekle dışdünya gerçeğini, yayın dünyasının güncel koşullarıyla toplumsal yaşam beklentilerini en uygun zemin ve zamanda işte böyle buluşturabilir. 12'den nasıl vuracağını çok iyi bilen Oya Baydar'da yazınsal yaratıcılık, yazma duygusu yok (ne yazık ki). Hesaplaşma var, yetmez. Eleştiri, özeleştiri de... Günahların sergilenmesi de... Büyük entrika ise (arkada) olsa olsa polisiyeye çıkarır bizi. Bu da birşey aslında. 70'lerde başlayan ABD kökenli bir yazın geleneği oluştu, ucu bestseller'e çıkan. Türkiye bugün Oya Baydar'larla güncel'i büyük kurgular içerisine oturtup kapsayışı büyük sahte anlatılar yaratabilme gücüne erişti, ama yazının has toprağı değil bu ve has okur bu külü yutmaz. İçeriğin güncele ilişkin hezeyanlarına, etkileyici çağrılara rağmen. Öte yandan Ayşegül Deveci'nin Kuş Sesine Öykünen'i bir romandı. Bir katkı sayılırdı. *** Rossi, Paolo; Gemi batıyor, Seyreden Yok, Dost yayınları, 2002 Rossi, tarih boyunca yine batış eğretilemesi çevresinde ilerleme kavramını sorguluyor. Duruşu sanki biraz postmodern bir duruş... *** Maurensig, Paulo; Tersine Kanon, Dost Yayınları, 2004 Klasik bir Viyana valsi gibi başlayan roman bir süre sonra içice kurgusuyla kanonik bir yapı sergiliyor ve modern bir anlatıya dönüşüyor. Kurgunun katlı yapısını Maurensig, anlatı dilinin yalınkatlığıyla dengelemiş. Zevkle okudum. Sonuna değin okumak gerek. *** Strathern, Paul; 90 Dakikada Konfüçyüs, Gendaş Yayınları, 1998 Paul Strathern felsefe eğitimli biri. Özgür takılan, ama kafasını siyasal kalıplardan kurtarmak için düşünmekten çok para kazanmaya yorduğunu düşündüğüm biri. Bence önemli biri değil. Son moda eğilimleri iyi değerlendirip ortalama insanın, karşısında hep aşağılık duygularıyla dolu olduğu felsefeyi uygun bir ürüne dönüştürerek yedirme ve sindirimini sağlama konusunda yardımcılık (ebelik) yaptığını söyleyebilirim. Felsefeye zarar veriyor kuşkusuz. Tüketiciyi yanıltıp kendiyle yetinmesini sağlayarak. İronisine zeka ve yaratıcılık demek ne denli doğru olur bilmiyorum. Felsefe tarihi yaparken Strathern tarihi yapmış bana kalırsa. Konfüçyüs, bir yönetim ve ahlak felsefesi (anlayışı) peşindeydi. MÖ 551-479 arasında yaşamıştı. Bir dizge kurmadı, kursaydı etkileri günümüze değin gelmeyebilirdi. *** Strathern, Paul; 90 Dakikada Sokrates, Gendaş Yayınları, 1998 Strathern'in özelliği filozofları ve felsefelerini yaşamöyküleriyle öne çıkarmak. Sokrates için de aynı şey, bilinebildiğince kuşkusuz. Sokrates bir gerekçe ya da anlam ardına düşmedi, öncülleri ya da ardılları gibi. O varolanı konuşarak (söyleşme), içinde taşıdığı doğruyu ortaya çıkarmak gibi bir yöntem kullandı. Bir öğretmendi bu anlamda. Sonunda bu yöntemi kendi yaşamını bağladı ve tutarlı kalmak için ölümü seçti. Teatral biri olmalı. İçinden çekip çıkardığını giydi ve sahiplendi. Kendinde varlığın sunduğu yaşam örneğiyle yadsınmasıydı sanırım. Katalepsi ya da şizoid bir sayrılığı olduğu söylenir. *** Strathern, Paul; 90 Dakikada Platon, Gendaş Yayınları, 1998 Sokratesin öğrencisi Platon antik kaynaklara bir toplu yanıttı. Tözden kopan düşüncenin ardına düşerek idea'lara ulaştı. Çünkü eski felsefe arayışları varlığın içinden süzdükleri nitelik ya da niceliklerle dünyayı doyurucu bir biçimde açıklayamıyorlardı. Platon bu eksikli tanımlama çabalarını aştı, öğrencisi Aristoteles'in ilk kez kullandığı metafizik'i (örnek-öte evreni) kurguladı. Dizgelemenin tüm yararları ve sakıncaları da arkasından sökün etti. Belki de herşeyi açıklayan bir şey inağı (dogma) bukaği oldu insanlığa, çünkü bu tarih boyu yücelmenin bir biçimi gibi algılandı yazik ki (ya da iyi ki). Çünkü dizgeleme bir başka açıdan bakıldığında yaratıcı ve insani bir etkinlik, dünyayla başedebilmenin (varkalabilmenin) belki de bilinen tek yolu yöntemi... *** Strathern, Paul; 90 Dakikada Aristoteles, Gendaş Yayınları, 1999 Maddenin (evrenin) sınıflandırılmasından Politika (Devlet), Sanatlar,vb. felsefesine Aristoteles sanırım Platon'u (hocasını) öteledi. İdeaları bir sürecin (evrimin) sonuna yerleştirerek bir bakıma erişilebilir kılmış oldu. Her türün kendi içinde içkindi bu (arayış) ve felsefenin önemli yol ayrımlarından birinin uçverisi burada bulunuyor. O zaman her şey kendi doğasını (töz denebilir mi) deneyler ve gerçekleştirmelidir, etik burada devrede. Bu görkemli filozof, şeyin tıpatıp kendi olarak algılanabilmesinin yöntemi olarak mantığı kurdu. Böylece bir şey diğerinden ayrılabildi, bilim olanaklı oldu... *** Strathern, Paul; 90 Dakikada Descartes, Gendaş Yayınları, 1999 Aristoteles'ten, hatta Platon'dan beri evren ikiye ayrılmıştı ve bu iki parçayı (fizik-metafizik) buluşturma denemeleri felsefenin başlıca konusu oldu tarihi boyunca. İşin içine her iki parçayı bilince çıkarabilen insan varlığı (özne-tanrı) girince arap saçına dönüyordu herşey. İngiliz deneycileri (Lock, Hume, Berkeley) dış dünya algısından çıkıp neredeyse bilinci mutlaklaştırma noktasına vardılar, ama Descartes, Fransa'dan, ‘o kadar da değil’, deme gereği duydu. Birşey(ler) vardı, en azından herşeyden kuşku duyabilen bir şey. O zaman kuşku duyan (ben) varsa, herşey olabilirdi (Tanrı bile), işin o yanı kolaydı. Peki sorun ne? Bir şey var, öte yanda bu şey hakkında bilinç var, ama köprü (ilk devinim) nasıl olanaklı olabilir? Varlık ötesi bilinç nasıl bir alicengiz oyunu ya da varlıklaşma gözbağcılığıyla maddeye dokunabiliyor, ite (k)leyebiliyor onu. Tanrı (eğer Tanrı ise) yarattığını varsaydığımız evrene (maddeye) dokunabilir mi, dokunduğunda Tanrı olarak kalabilir mi? *** Strathern, Paul; 90 Dakikada Kant, Gendaş Yayınları, 1998 Kant doğallıkla büyük yarılmanın izini sürdü ve bence bir bakıma Aristoteles'e döndü. Varlığı (kendinde; noumena) anlayamayız, nedeni ulamsal usumuz (kategorik aklımız) yalnızca. İnsanda doğuştan ve doğallıkla bir Yaratıcıyı (Tanrıyı) öngerektirecek ulamsal bakış açıları içkin olarak vardır ve ortaktır. Deneyim bilgiden doğar. Eğer biz bu ulamları (nitelik, nicelik, ilişki, zaman, uzam) doğrudan ya da dolaylı olarak deneyimlediğimiz şeylerin dışındaki şeyler üzerinde (örneğin, Tanrı) uygularsak, kendimizi çelişki ve antinomilerin kucağında buluruz. Demek Tanrı’nın varlığı ya da yokluğunu bilemeyiz. Belki de Tanrı, Pratik Aklın Eleştirisi'nde sözü edilen ulamsal buyruk kipinin ta kendisi. Bunlar, koşulsuz zorunlu buyruklar doğallıkla. Bir başka buyruğa ilintili değil. Öte yandan çok kolay, koşulsuz zorunlu ulamdan Tanrı’ya geçiş yapmak. Bir ilk sanatçı. *** Strathern, Paul; 90 Dakikada Hegel, Gendaş Yayınları, 1998 Hegel bir açıdan derin yarılmaya son verdi, birciydi o. Kant bile olağanüstü dizgesiyle ikiliği aşamamıştı. Kendi hiçler imparatorluğunda beylik süren bilincin olsa olsa sıkılmasından ortaya bir tutam madde firlayıverdi ve büyük dans başlamış oldu böylelikle. Hiçin kendini yadsımasının zorunluluğu tartışılabilir, belki hiçin doğasından (eğiliminden) söz etmek Hegel'e ters gelir, ayrıca rastlantı ve zorunluluk eytişimi daha üst bir açıklama olabilir, şöyle ya da böyle varlık hiçin üzerinde kaydırak yapmaya başlar. Hiç (bilinç) madde aynasında belirirken, madde (oluşum) hiçi içeriklendirir, çizerek var kılar. İlk ve sona ilişkin mutlakiyet rejimine karşın, bu iki nokta arasında Hegel'in varlık (ve hiçlik) tasarımı ve eytişme yöntemi inanılmaz bir biçimde açık ve geçerli bana kalırsa. Tersini kanıtlayan bir şey ben duymadım. *** Strathern, Paul; 90 Dakikada Shopenhauer, Gendaş Yayınları, 1998 İstem ve Tasarım Olarak Dünya. Varlığın kökünde Kant'ın noumenası değil kör bir irade var, anlamsız ve isteme dayalı. İstem ulamların ötesinde ve anlaşılmazdır. Bu nedenle anlamsız iradenin sürüklediği berbat bir evrende acı içerisinde yaşarız. Bir kurtuluş varsa eğer, bu kör iradenin insanoğlunda arzu kılığındaki belirişinden sıyrılmakta olmalı. Şunu kaçırmamalı: Schopenhauer'le birlikte felsefe öznelleşiyor, bireysel olarak yaşanabilir oluyor. *** Strathern, Paul; 90 Dakikada Nietzsche, Gendaş Yayınları, 1998 Nietzsche'nin çıkış noktası Schopenhauer'di (irade). Ondaki kör irade olarak beliren Tanrı, Nietzsche'de ölür. Ta ki tüm insanlarda bir Tanrı belirinceye dek. Anlaşılacağı üzere Tanrı’nın yitirdiğini, 'gücü' isteyerek insan yakalar(malı). Nietzsche bunun şiirini yazar bir bakıma. Köle isteminin yerine erk istemini geçirir. Yaşamak için savaşmak değil, egemen olmak için savaşmak. Strathern Nietzsche'yle birlikte Dostoyevski ve Hesse'yi de fena harcıyor. *** Strathern, Paul; 90 Dakikada Kierkegaard, Gendaş Yayınları, 1999 Varoluşun anlamı tıpkı Platon öncesi Yunanda olduğu gibi yeniden sorgulanmaya başladı Kierkegaard'la birlikte ve felsefe öznelleşti iyiden. Yaşamımızı yaşayabileceğimiz iki yol var: etik ve estetik. Her ikisi arasında bilinçli bir seçim yapılabilir ve sorumluluk da bu seçimle birlikte başlar. Estetiği seçen kendi ve zevkini seçmiş olur. Estetik seçiş deneyseldir. Yetersizdir, dış dünyaya bağlıdır. Bağımlı, rastlantıya açık, edilgendir. Kesinlik ve anlam yitmiştir. Bu umutsuzluk türlü yol yöntemle bastırılabilir, hatta trajedi kahramanı olmak olası bu bastırmalarla. Bu toplumsal olarak kendini kandırmadır. Kierkegaard işte bu umutsuzluğun dipsiz noktasından, kendini kandırmanın katmanlarını bir bir kaldırarak bizi kurtarmaya çalışır. Kurtuluş bilinçli seçim ve sorumluluktu: derinden ve içtenlikle dilemek, yani etik tutum: kendini bilme ve daha iyi bir şey durumuna getirme. Bu içseldir. Etik estetikle eytişir ve gerçek yol, dinsel tutum belirir: tüm olası gerekçelerin ötesine atlayış. Tansık. Etik standartların ötesindeyiz. Varoluş büyük bir risktir. Seçtiğimiz yolun doğruluğundan emin olamayız. Bunu ayrımsayan kişi acı çeker. Varoluşun hiçliğini görür ve umutsuzca atılır, yaparız kendimizi. Mutlak özgürlüğün karşısında dehşettir payımıza düşen. Yapabileceğimizi bilmenin dehşeti... *** Strathern, Paul; 90 Dakikada Sartre, Gendaş Yayınları, 1998 Varolusçuluğu alenen kabul eden ilk kişi olan Sartre, Kierkegaard'dan çıkar. Hakikat ve deneyimi ayrı düşünemiyen Kierkegaard, felsefenin kesin bilim olduğu düsüncesini yok etmişti. İnsan varoluşunun mantık ötesine yapmıştı vurgusunu. Öznellik gerçeklikti. Felsefenin amacı varoluşu aydınlatmaktı. Dolayısıyla varoluşu üzerine düşünen, bilinç olma çelişkisinden de kurtulamıyordu. Ama bir olasılığı deneylemek'te (kaygı pahasına) ısrar etti. Husserl usçuluk ve deneycilik çelişkisine yöneldi önce: varsayım ve kuramdan önce gelen bilincin işlenmemiş kısmının çözümlemesi... Fenomenoloji. Kişi deneyimin mutlak görüngülerine karar verebilir ve deneyimin görüngülerini olduğu gibi deneyleyebilir. Bu noktadan hareket eden Sartre, zorunluluğun zihinsel olduğunu söyledi (olumsallık). Biz zorunlu olanı gerçeğe yükleriz. Ve özgürlük-sorumluluk-seçme-eylem felsefesi. 1927. Heidegger: Sein und Zeit. Dünyanın asla bağımsız gözlemcisi olamam. Dünyanın ortasında varolan bir varlık olduğumun farkındayım (Da-sein). Kişi varlığının sınırlı olduğunu kavradığında (ölüm bilinci) varlığı anlamanın yolu açılır. İşte Sartre, Heidegger'in varlığa ilişkin derin çözümlemesini eyleme dönüştürmeyi başardı. Varlık ve Hiçlik: Varlık bilinci (hiçi) doldurur. Ya bir korkak gibi yaşayacağız, ya da saçma olduğunu bilerek seçeceğiz. Etiği ve toplumsal düşünceleri bu noktada filizleniyor Sartre'ın. *** Strathern, Paul; 90 Dakikada Wittgenstein, Gendaş Yayınları, 1998 Felsefeyi mantığa indirgeyen bu mantıksal olgucu için Strathern'in yapıtı kuşkusuz yeterli olamıyor. Felsefesi ayrı ve belki de çelişik iki döneme ayrılan Wittgenstein mantık felsefesinden dil felsefesine geçiyor. Tractatus'un son tümcesi şöyle: "Üzerinde konuşulamayan konusunda susmalı." *** Anderson, Perry; Postmodernitenin Kökenleri, İletişim Yayınları, 2002 Postmodernizm hakkında en iyi baslangıç kitaplarından biri. Eleştirel tarihi içinde saptamalar... *** Hoodbhoy, Pervez; İslam ve Bilim, Cep Kitapları, 1993 Pakistan'lı nükleer fizikçi Hoodbhoy'un İslam ve bilim arasındaki ilişkiyi sorgulayan bu laik girişimi yetersiz olmakla birlikte öğreticiydi. Yöntem üzerinde durması ayrıca anlamlıydı. İslamda reform gereği açık. *** Burke, Peter; Bilginin Toplumsal Tarihi, Tarih Vakfı yayınları, 2001 Bu emek ürünü çalışma; bilginin Avrupa'da 15-19. yüzyıl arasındaki ortaya çıkış, görünüş, amaç, derlenme, sunulma, işlev ve bunlar için gerekli politika, arşivleme, kütüphanecilik, baskı ortamları, enformasyon, istatistik, vb. konuları somut tarih kavrayışı içerisinde düzenliyor. Müthiş bir okuma deneyimi. Bilgi Sosyolojileri ve Tarihleri başlıklı girişi Bilgiyi Sahiplenmek, Kurmak, Yerleştirmek, Sınıflandırmak, Denetlemek, Satmak, Edinmek, Bilgiye Güven ve Kuşku bölümleri izliyor. *** Burke, Peter; Tarihin Görgü Tanıkları, Kitap Yayınları, 2003 Ünlü İngiliz tarihçi, tarih bilimiyle ikonoloji arasındaki ilişkiyi imgenin tüm biçimleri açısından sorgulayarak kesin yasalara ulaşamasa da (doğal olarak) tarihin yorumlanmasında çevren (ufuk) genişletici bir yaklaşımın olanaklarını sergiliyor (bol, özellikle görsel örnekle). Panofsky bu yaklaşımda önemli bir kaynak kuşkusuz. Panofski'ye göre üç anlam düzeyine denk düşen üç yorum düzeyi şöyle: 1.düzey (üst): doğal anlam 2.düzey (orta): uzlaşımsal anlam 3.düzey (dip): ikonolojik yorumlama (içsel anlam) Sonuç: 1.İmge doğrudan toplumsal yaşama değil, o dünyaya dönük çağcıl görüşlere erişim sağlar. 2.İmgelerin tanıklığı bir bağlamlar dizisine yerleşmek zorundadır. 3.Bir dizi oluşturan tasvirler tekil imgelerden daha güvenilir tanıklık sunar. 4.Metinlerde olduğu gibi imgeler alanında da tarihçi satır aralarını okumak zorunda. *** Coles, Peter; Einstein ve Tam Güneş Tutulması, Everest yayınları, 2000 Einstein'ı Özel Görelilik Kuramına götüren sürecin çözümlemesi. *** Coles, Peter; Hawking ve Tanrının Aklından Geçenler, Everest Yayınları, 2001 Coles, Hawking üzerindeki medya vurgusunu eleştiriyor ve Newton’a, Einstein'a yapılan haksızlığa değiniyor yazıda. İlginç bir yapıt. *** Trifones, Peter Pericles;Umberto Eco ve Futbol, Everest Yayınları, 2004 Sanırım Eco'nun kendisini okumak, Pericles'i okumaktan daha zevkli ve anlamlı olur. *** Safa, Peyami; Sözde Kızlar, Ötüken Yayınları, 2000 1923'te yayınlanmış ilk romanı Safa'nın. Safa'nın kişisel ve dalgalı ırasına (karakter) ilişkin ilk ipuçlarını taşımasına rağmen, kötü bir ilk roman. Pis ahlakçılığı, tiplerine yaşam hakkı vermiyor. Anadolu'yu İstanbul'a karşı diken Safa henüz temel kavram çiftlerini geliştirememiş... 1950'den sonra sürekli kendini yalanlamasına daha çok var. Bu romanın en önemli yanı, Nazım Hikmet'e ithafın ve önsözün ilerki baskılarda kaldırılması, bazı sözce ve bölümlerin çıkarılmış olması... Bu yazarın mı, tüm yayın haklarını alan Ötüken Yayınevinin mi marifeti bilmiyorum. Ama meslek ve yayıncılık namusu en azından açıklama gerektirirdi. *** Safa, Peyami; Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Ötüken Yayınları, 1986 Bu roman yalnızca Peyami Safa'nın değil, Türk roman yazınının da en önemlİ yapıtlarından biri. 1937'de yayınlanan roman tümüyle özyaşamöyküsel... Bana kalırsa sonradan romana dönüştürülmüş... Başarısı ruhun derinliklerine ve şeytani yansımalarına cesaret ve dürüstlükle girebilmesi ve olayı bırakıp iç dünyanın dışa tepkilerini buna uygun anlatım teknikleri de geliştirerek verebilmesinde yatıyor. Anlatım tekniği konusunda bu ilk denemesindeki özgünlük bence sonrakilere oranla kendiliğindelikte... Sonraki yapıtlarında bu teknik üzerinde ayrıca da düşünüyor ve iç disiplin öne çıkıyor (tekniğe ilişkin). Toplumcu yazınımızda diyalog kurma becerisi Peyami Safa'ya oldukça borçlu anlaşılan. Sokak, tüm çıplaklığıyla yapıtında Safa'nın. Kadının karşısında yazarın ve erkek kahramanlarının aşağılık duygularının başlangıç noktası da buralarda aranabilir. Peyami Safa şimdilik toplumcu. *** Safa, Peyami; Fatih-Harbiye, Ötüken Yayınları, 1999. 1931'de yayınlanmış yapıtın 19. basımı. En çok basılan yazarlarımızdan. Safa giderek kendi kavram çiftlerini geliştiriyor. Geleneksel Doğu-Batı sorunsalını oldukça kendine özgü bir biçemle öne çıkarıyor. Bu çatışmayı aynı söylem içerisinde yineleyen geçmişiyle hesaplaşıyor, yeni bir paradigması yok, yeni bir ifadesi var. Bu da onu özgün yapmaya yetiyor. Ama doruktan (Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'ndan) sonra iniş başlamıştır ve hep sürecektir ne yazık ki ve her anlamda... Kişisel yozlaşma, takınakların dogmalaşması, züppelik, vb. Peyami Safa'ya sahip çıkan sağcılara, milliyetçilere şaşmak gerek (ama aynı şey Ömer Seyfettin, Ahmet Hamdi, Yahya Kemal, vb. için de söylenebilir) ve sahiplenmeyen solculara da... Bu kadar kaypak bir kişilik ateşle oynatır insanı... Fatih gelenek ve doğu, Harbiye ise modernlik ve batı... Berna Moran'ın dediği gibi artık omurga çatılmış, anlatı bu omurga üzerine etlenecek. Tiplemeler bu şemaya uyacak. Yapıt gücü içindeki güçsüzlüğünü giderek zavallılaşan bu yaklaşımdan alacak... Saldırgan P.Safa, militan tutumuyla ruhsal sayrılığından enerji alan canlı sanatsal yaratı arasında gerilecek. Geleneğin içindeki erkeğe hayran Safa, kadını küçük görecek, buna karşılık geleneği seçen modern kadın bireşimi onun çözümü olacak. Safa'nın sorunu birikiminin fazla kendinden menkul olmasındaydı bence. *** Safa, Peyami; Bir Tereddüdün Romanı, Ötüken Yayınları, 1998 1933 ilk basım. 14. basımını okudum. Safa'nın önemli romanlarından. Fatih-Harbiye de öyleydi. Bu roman anlatım tekniğiyle (içiçe anlatıcı) bugün de bence aşılamamış... Safa'da şöyle bir şey var, ruhsal yapısına da uygun. Madde pistir, maddenin dibine kadar in, pisliği mide bulandıracak düzeyde duy ve duyur. Sonra pisliğin aralıklarında iyi olana işaret et ve kadını seçim yapmaya zorla... Erkek herşeyi deneyebilir kuşkusuz, ama kadın için iki seçenek var. Peyami Safa'yı seçmezse (son derece etkileyici, canlı anlatılarla) yeri pisliğin içinde... Bu roman öte yandan bohemin de romanı, yani Peyami Safa'nın... *** Safa, Peyami; Biz İnsanlar, Ötüken Yayınları, 1998 1959'da basılmış ilk kez ve 12.baskısından (1998) okudum. 426 sayfa roman. Safa için kendinin (temel tema ve çatışmalarının) çok da başarılı olmayan bir yinelemesi... Safa artık başka noktalarda. Geçmişinden çıkmış, ama kurgulama, anlatım gücü konusunda kendini geliştirmiş diyemeyeceğim, daha rahatlamış... Bu kez modernite bulaşık kadın kahramanı (Vedia) seçim yapamıyor ve ölüyor. Bu da bir çözüm. Öte yandan uzun uzun sosyalizm eleştirileri, Marksizme sözüm ona yüklenmeler, çocuksu olmakla birlikte bizim okuyan sağcımızın beynini biçimlendiren sanırım ikinci kaynak (Necip Fazıl'dan sonra). Üzülmemek elde değil bu sığlık ve despotik inandırıcılık için. *** Safa, Peyami; Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, Ötüken Yayınları, 1999 1949 ilk basım. 1999'da 19. basımdan okundu. Safa'nın ilginç ve kötü romanlarından bence. Gerilim kurma alışkanlığı (polisiye ucuz romanlar da yazdı Safa) 'meçhul'le birleştirilerek modern (rasyonel) bilime gereken ders veriliyor. Oysa Safa şimdi yaşamalıymış... Postmodernizm onun için biçilmiş kaftandı, ama acele etti. Karanlığın, gölgelerin cinsel göndermelerle yeraltı'na işaret ettiği bu romanda Safa sanıyorum ikinci elden Dostoyevski'leşiyor, bu da onu gülünç olmaktan korumuyor açıkçası. Anlatım tekniği açısından Türk romanının önemli yapıtlarından biri sayılmalı. Militan tavır romanı zedeliyor, ama bu tutumun doruk noktası, son romanı:Yalnızız. *** Safa, Peyami; Yalnızız, Ötüken Yayınları, 1999 1951'de yayınlanan romanın 14.basımı:1999. Sağın da sanırım en sevdiği romanı (önsöze bakınız). Temel çatışmasını yineleyen Safa biraz değişik olarak erkek kahramanına ütopyasını da çizdiriyor, derin mi derin felsefi ve ruhbilimsel çözümlemeler eşliğinde. Bana öyle geliyor ki Peyami Safa kendinde, Ortaçağ simyacılarına özgü bazı olağanüstü güçler, yetenekler görüyor. Bu yazar Türkiye için hem bir kazanç, hem de bir kayıp yazık ki... *** Mollon, Phil; Freud ve Sahte Anı Sendromu, Everest Yayınları, 2001 Bastırılmış anıları açığa çıkarma tekniklerini Freud bağlamında haklı olarak tartışıyor Mollon ve Freud mitolojisi bir darbe daha alıyor. *** Kür, Pınar; Hayalet Hikayeleri, Everest Yayınları, 2004 Uzun bir aradan sonra yazan Pınar Kür sanırım kendisinin taşıdığı bir anlatı geleneğini zekice bir kurgu üzerine başarıyla oturtuyor. Öykülerde bayağı yerine kullanımdaki sesleniş olan bayağ sözcüğü dışında genel olarak yapıtı iyi bulduğumu söylemeliyim. 2004'ün en iyi kitaplarından biri bence. Hayalet motifi üzerinden, gürültü koparıp toz kaldırmadan has bir yazara özgü yaklaşımla Kür, ülkemiz insanının travmasına dokunabiliyor. Bu Türk anlatısında kişilik yarılması ya da kırılmasının ilk olmasa da güncel örneklerinden. Yaşamımımızdan yakaladığı birşey var Kür'ün. *** Korkmaz, Ramazan; Sabahattin Ali. İnsan ve Eser, Yapı Kredi yayınları, 1997 Ramazan Korkmaz'ın doktora çalışması. Akademik, sınıflandırıcı, ruhsuz ve yetersiz bir çalışma. *** Karay, Refik Halit; Memleket Hikayeleri, Ed. Ender Karay, İnkilap Yayınları, 1999 Refik Halit Karay gerçek bir keşif... Türk yazınının bence önemli bir damarı (birkaç damardan biri) ondan geliyor. Roman nasıl Uşaklıgil'e borçluysa, öykümüz de (özellikle gerçekci öykümüz) Karay'a borçlu... Bazı öyküler başyapıt ve bugün bile düzeylerine ulaşılabilmiş değil. Aziz Nesin gökten zembille inmemiş demek... En mutlu okumalarımdan. *** Karay, Refik Halit; Gurbet Hikayeleri ve Yeraltında Dünya Var, Ed. Ender Karay, İnkilap Yayınları, 1997 Yalnızca Gurbet Hikayeleri okundu. Bazı öyküler olağanüstü... Karay'da öğrenilmiş değil, kendiliğinden gelen bir anlatma, görü gücü var. Büyük yazar. *** Karay, Refik Halit; İstanbul’un Bir Yüzü, İnkilap Yayınları, 1997 Karay'ın dikkate değer romanlarından sayılmasına karşın okuyamadım. Öte yandan epeyce piyasa romanı da yazmış... Biraz, Ömer Seyfettin'in Efruz Bey'ini anımsattı nedense. *** Girard, Rene; Romantik Hareket ve Romansal Hakikat, Metis Yayınları, 2001 Girard'ın bu tartışmalar yaratmış yapıtı hiristiyanlığın yazına bakışına bir örnek denebilir. Koçak ve Metisin bunu gözden saklama çabalarına ne demeli. Özne, nesne ve dolayım üçlüsü arasında eleştirel anlayışını kurgulayan Girard, romantizmi dolayımı dışlamak, özne ya da nesneyi mutlaklaştırmakla suçluyor, bir biçimde dolayıma gönderme yapan yazarları da (Stendhal, Dostoyevski, Cervantes, Proust, vb.) özellikle kurtuluşçu, dönüşümsel ve arındıran roman bağlamalarıyla ululuyor, bir tür gizli çilecilikle kutsuyor romanı. Doğrusu Girard'ı tartışmalı buluyorum. *** Girard, Rene; Şiddet ve Kutsal, Kanat yayınları, 2003 Bu çarpıcı yapıtın soldan bir eleştiriye gereksinimi var. Kavrayıcı, evrensel denebilecek tezinin kandırma yeteneği, eleştirel gücü öylesine yüksek ki, henüz girmediği (çözümlemesine katmadığı) alanlarda, örneğin tek tanrılı dinlerde yatıştırma düzenekleri, toplumsal evrim ve devrimlerde evrensel şiddetin yeri vb. de de söyleyebileceği çok şey var, daha kötüsü yerini doldurabileceği. Rene Girard'ın Freud'a, Levy-Strauss'a yönelttiği ve çoğuna da katıldığım eleştirilerinin arkasında, mitoloji, trajedi ve antropolojik anlatıları da yedeğine alarak biçimlendirdiği temel tezi yalın: Eğer dil, anlatılar, ritüel, din, ekin (kültür) olmasaydı insanlık çoktan yokolmuştu. Bunun anlaşılabilir biricik kaynağı da taklit arzuya dayalı şiddetin öncelligi. Özetlemek yerine birkaç alinti yapmakla yetinecek, bu önemli çalışmanın altını yeniden çizmekle yetineceğim. Necmiye Alpay çevirisinin başarısına değinmeden geçemeyeceğim. ‘Kurban sunumu, topluluk içindeki gerilim, kin, rekabet ve karşılıklı saldırı konusundaki her tür kararsız duyguyu tüm toplulukça kurbana aktarma işlemidir.’ (10) ‘Kurban bunalımı, yani kurban geleneğinin yitirilmesi, kirli şiddet ile arındırıcı şiddet arasındaki farkın yitirilmesidir. Bu fark yitirildiğinde, artık arınma olanağı kalmamıştır, kirli, bulaşıcı, yani karşılıklı olan şiddet, tüm topluluğa yayılır.’ (66) ‘Mitosların, kurban bunalımlarından doğduğunu, bu bunalımların geriye dönük biçim değiştirmelerinden, bunalımın doğurduğu kültürel düzenin ışığında yapımış birer yeni yorumdan ibaret olduklarını düşünebiliriz.’ (90) ‘Baskılanmış olan, baba katli ve ensest arzuları değil, fazlasıyla görünür durumdaki bu izleklerin arkasına gizlenen şiddet ile, ikame kurban mekanizması sayesinde bertaraf edilip gizlenmis olan o topyekün yok olma tehditiydi.’ (118) ‘Kurbanın her tür kötücül şiddeti üzerine çekerek, ölümüyle bu şiddeti iyicil şiddete, barışa ve berekete dönüştürmesi gerekiyor.’(133) ‘Ayinsel düşünce kendi kendisine verdiği hem net hem de bulanık görevin altından ancak şiddetin zincirlerinden bir miktar boşanmasına izin vererek kalkabilmektedir; tıpkı ilk seferindeki gibi ama öyle fazlasına kaçmadan...’(139) ‘Modern budunbilim ensesti hemen her zaman bağlamından yalıtmıştır; ensesti anlayamamaktadır, çünkü ensestte özerk bir gerçeklik, çevresine göndermede bulunmaksızın kendi başına anlam taşıması gereken bir büyük yanlış görmektedir. Psikanaliz bu hatasında ayak diriyor...’ (158) ‘Peygamberce esinlenmenin kurban bunalımından ileri gelmesi...’ (189) ‘Demek ki dinsel demek 'yararsız' demek değildir. Dinsel inanç, şiddeti insani olmaktan çıkarmakta, insanı kendi şiddetinden korumak için elinden şiddetini almakta ve bu şiddeti aşkın ve sürekli bir tehdit durumuna getirmektedir.’ (192) ‘Tanrılık için yarışmak bir hiç için yarışmaktır: şiddet bir kez dışarı atılıp tüm insanlardan kesin bir biçimde uzaklaştı mı, tanrılığın aşkınlık dışında gerçekliği yoktur. İsterik bir rekabetin doğruca tanrısallık doğurması olanaksızdır. Tanrı, oybirliğine dayalı şiddet aracılığıyla oluşmaktadır.’ (204) ‘İkame kurban olmasa, belirli bir doruğun ötesinde şiddet de kültürel düzene dönüştürülmese, her tür toplumsal varoluş olanaksızlaşırdı. Demek ki, bütünüyle yıkıcı olan karşılıklı şiddet kısır döngüsü, yerini ayinsel, yaratıcı ve koruyucu bir şiddete bırakmaktadır.’ (205) ‘Arzu temelde taklit eder (mimetiktir), örnek aldığı bir arzuya göre biçimlenir ve o örneğin seçtiği nesneyi seçer.’ (207) ‘Taklit eğilimi, arzuyu bir başka arzunun kopyası durumuna getirmekte ve kaçınılmaz olarak rekabete yol açmaktadır. Rekabet ise arzuyu bir başkasına yönelik şiddete dönüştürmektedir.’ (239) ‘Yasakların toplumsal bir işlevi vardır: İnsan toplulukların içinde çocukların yaşamlarını sürdürebilmesi ve kültürel kalıta uygun bir eğitim alması gibi insanın insanlığını oluşturan tüm işlevler için kesinlikle vazgeçilmez bir koşul olan o şiddetsiz ve korunmuş bölgeyi yaratmak(...) Bireysel biyolojik mekanizmanın yerini, kolektif ve kültürel bir mekanizma olan kurban sunumu almıştır. Dinin bulunmadığı toplum yoktu, çünkü din olmadan toplum olmak imkansızdır.’ (314) ‘İlkeli küçümsemek, sürüp giden ilkellikten, yani ikame kurbana karşı sonsuzca uzatılmış bir yanlış anlamadan başka bir şey değildir.’ (338) ‘Kurucu şiddet, insanların değil, kendi kendini dışarı atan, topluluk kendi başına varolsun diye çekilmeyi kabul eden kutsalın işidir.’(386) ‘Tanrının beslenmesi savsaklanırsa, sonuçta zayıflayacaktır; ama acıkıp öfkelendiği için, eşi görülmedik bir acımasızlık ve kıyıcılıkla gelip besinini insanların içinde kendisinin araması olasılığı da vardır.’ (384) ‘Ayinlerden amaç herşeyin olduğu gibi sürmesini sağlamaktır. Bu nedenle hep o sabitleyici ve kültürel istikrar getirici modele başvurmaktadır ayinler: ikame kurbana karşı ve onun çevresinde yoğunlaşmış, oybirliğine dayalı şiddetten oluşan model.’(405) ‘Gerçekten güçlü olan ve gücü heyecan veren her sanat yapıtı, hafifçe bile olsa, şiddeti hissettirmesi ve şiddetin yapabileceklerini farkettirmesi açısından bir kabul töreni özelliği taşır; sakınımı özendirir, kibirden vazgeçirir.’ (422) ‘Baba katli ve ensest arzusu, çağımızda şiddetin, kendini açığa vurması artık daha fazla gecikemeyecek olan bir şeyi biraz daha saklamak için burnumuzun dibinde salladığı son kültürel çıngıraktır.’(452) ‘Bizim oyunlarımız, kutsal olmaktan az ya da çok çıkarılmış ayin geleneklerinden başka bir şey değildir. (...) Huizinga'nın tezini tersine çevirmek gerekir: kutsalı kuşatan oyun degil, oyunu kuşatan, kutsallıktır.’ (454) ‘Yorum hep yanılıyor. Sonsuz zamanın içindeyken her an hakikati kavradığına inandığında, yanılıyor. Sonsuz zamanın içinde yer aldığını söylemek için sonunda hakikatten vazgeçtiğini söylediğinde yine yanılıyor. Yorum, yerine getirdiği ayin işlevini en sonunda hissedecek olursa, işlevin günışığına çıkmış olması yerine getirilemeyeceği anlamına gelecektir aynı zamanda. Çevremizde bu durumu gösteren işaretler çoğalıyor.’ (465) ‘Kutsaldan diğer toplumların tümünden daha çok, kurucu şiddeti 'unutacak' ve tümüyle gözden yitirecek ölçüde çıktıktan sonra yeniden bulacağız o şiddeti; temel şiddet, yalnızca tarih düzleminde değil, bilgi düzleminde de göz alıcı bir biçimde yeniden üstümüze geliyor.’ (467) *** Güntekin, Reşat Nuri; BE 14: Harabelerin Çiçeği, İnkilap Yayınları, 1999 Reşat Nuri okumasının ilk yapıtı. Batı etkileri taşıyan romantizmin hastalıklı olmayan bir yazar duyarlığıyla belirişi olan bu romanla Güntekin'in de anlatım tekniği konusunda araştırmaları başlıyor. O güne kadar bunun üzerinde duran (bilinçli olarak kuşkusuz, yoksa ilk romancımız Ahmet Mithat'ı atlamamak gerek) başka bir yazarımız yok bence. Biçemden ve önceki büyük biçem ustalarından söz etmiyorum. Reşat Nuri'nin pek çok anlatısında anlatıcı öykünün dışında ya da üstünde. Anlatıcı, üst anlatıcıya anlatıyor. Bu da ikinci sınıf batı yazını etkisine bağlanabilir. Bu kurguyu rahatlatıyor (dolayısıyla yazarı). Çirkinliği yüzünden yaşamdan sürülmüş bir insanın öyküsü Harabelerin Çiçeği. Okurun duygularına doğrudan sesleniyor. *** Güntekin, Reşat Nuri; BE 1: Çalıkuşu, İnkilap Yayınları, 1993 Güntekin'in bu ünlü romanı ilk yapıtlarından ve bir ilk yapıt olarak başarılı. Yer yer çok yapaylaşan konuşmalara (diyalog) rağmen. Diyalog kurgusunda oldukça başarılı Güntekin, Kurtuluş Savaşı yıllarını İstanbul'da geçiriyor ve 1930'lara kadar yapıtlarında (neredeyse 10 kitap) pek renk vermiyor. Ama Anadolu’dan yana olduğu seziliyor. Bu hit roman yalınlığı, duygusal tonu, sıradan insanları konu edinişi ve Anadolu'ya açılışı açısından ilgi çekti. Romantizmin pek de yaratıcı olmayan bir biçimde etkileri izlenebiliyor. Öykü kişisellikten kurtulamıyor, derinlik kazanamıyor. Ama metin rahat akıyor (Güntekin bunda başarılı). Gölge oyunu etkisi bırakıyor okuyanda. Güntekin bir yandan Anadolu gerçekciliğine, ama öte yandan marazi romantizme (Kerime Nadir, Karakurt, Tuğcu,vb.) yolu açtı sanırım. *** Güntekin, Reşat Nuri; BE 2: Dudaktan Kalbe, İnkilap Yayınları, 2000 21. baskısını yapmış roman. İnkilap'ın elinde yokedilen yazarlardan biri de Güntekin... Dudaktan Kalbe'de romantizm aşılmak bir yana, derinlikten yoksun bir biçimde sürüyor. Kibirli bir gencin öyküsü (gel de Dostoyevski'nin Delikanlı'sını anımsama, Julien Sorel'i de). Yaşamın acıklı ve sıradışı çizgisi yüzeysel bir duygusallıkla dile geliyor bu romanda. Yer yer sıcak, inanılmaz güzellikte ve gerçeklikte sahnelere rağmen ve bunların çok da seyrek olmamasına rağmen, bu romantik soyutlama nereden geliyor? Bence yazarın iyiyürekliliğinden, yüklendiği iyicil görev duygusundan ve kurgudan. En gerçekci sahneler bile birbirlerine ulandığında romantik bir dokumaya dönüşüyor. İlginç bir şey: Güntekin'le birlikte kişilerin kökeni İstanbul, coğrafyası genellikle Anadolu. Bu, romanda bir çatlama sayılabilir. Örneğin, Karay'ın Anadolu'sunda Anadolulular var (yine genellikle). *** Güntekin, Reşat Nuri; BE 10: Damga, İnkilap Yayınları, 2000 22.baskı. Toplumun damgaladığı bir insanın bu lekeyi ne yapsa temizleyemediğinin acı öyküsü Damga. Toplumsal boyut devreye giriyor. (Karşılaştırmak için bir örnek: Hawthorne’un Kızıl Harf.) Yaşamdan gerçekci sahneler ve yanılsama. Kuruntular... *** Güntekin, Reşat Nuri; BE 4: Akşam Güneşi. İnkilap Yayınları, 1998 Bir şey var. Güntekin, tüm yazarlık yaşamı boyunca Feride (genç kadın) tipiyle uğraştı. Yarattığı birkaç tipten en önemlisi bu tip, bir yerde Feride, öbür tarafta Jülide, vb. Romantizmin ağır etkilerini daha bayağılaşmış olarak sürdürüyor Akşam Güneşi. Hala klişeler aşılabilmiş değil. Gerilim (romantik) belli kurgularla sağlanıyor (bunlar ortalama okuyucunun beğeni düzeyiyle yakından ilişkili). Ama Güntekin için bir ermiş diyeceğim neredeyse. *** Güntekin, Reşat Nuri; BE 12: Gizli El, İnkilap Yayınları, 2000 İlk roman. Savaş zenginlerini konu alması onu sansürlük ediyor ve bir aşk romanına dönüştürüyor. Yine de Reşat Nuri romanları içinde en önemlilerinden biri... Hırslı bir adamın gizli bir elin denetiminde özel yaşamını altüst edişi, arkada vagon satışı, rüşvet ve hırsızlık, toplumsal bir görünümün izleri... *** Güntekin, Reşat Nuri; Bir Kadın Düşmanı, İnkilap Yayınları, 2000 19.baskısı. Ruhbilimsel bir roman denemesi. Harabelerin Çiçeği yineleniyor. Homongolos'un keskin duyarlığı okurun tüm tellerini titretiyor. Yine duygular bataklığında tehlikeli bir gezintiye zorluyor Güntekin bizi. Gerçekten duygu dünyamız bu yapıtlarla zenginleşiyor mu acaba? Yazar ne umuyordu? Okur dün ve bugün Güntekin'den ne bekledi ve beklediğini buldu mu? *** Güntekin, Reşat Nuri; BE 21: Sönmüş Yıldızlar, İnkilap Yayınları, 1999 Çoğu oyun taslağı görünümünde öyküler. Mektuplaşma tekniği sıkça deneniyor. İlginç. Bir Kadın Düşmanı da mektuplarla kurulmuştu. Pek çoğu romanlardaki duyarlığı yineleyen, rikkat ve acımayı mutlaklaştıran, sıradan öyküler... Bazılarında Aziz Nesin'e giden yolu sezmemek olanaksız. *** Güntekin, Reşat Nuri; BE 22: Tanrı Misafiri, İnkilap Yayınları, 2000 24.baskı. Eski Ahbap adlı öyküsünden sonra ilk ilgimi çeken öyküler bu yapıt içinde. Örneğin, Tanrı Misafiri. Din sömürüsünün Anadolu'da traji-komik görünümünün sanırım sergilenişi... Hüseyin Rahmi bunu İstanbul'da yapmış olabilir. Hasta Çocuk da dikkate değer... Yine taslak çalışmalar, malzeme niteliğinde çalışmalar... İlginç konular, mizah, duygusallık, vb. Güntekin laik bir yazar. Kadın-erkek eşitliğinden yana. Güntekin'in milliyetçiliği bence faşizan değil. Güntekin şimdilik iktidar dalkavuğu degil. (Hiçbir zaman da olmadı.) *** Güntekin, Reşat Nuri; BE 5: Acımak, İnkilap Yayınları, 2000 28.baskı. Turgenyev'in Babalar ve Çocuklar'ını anımsadım. Üçüncü kişi anlatımı ve anı defterı. Bence önemli bir konu ve yaklaşım. Çoğu kez gördüğümüzü, anladığımızı sanırız, Zehra gibi. Reşat Nuri'nin bence önemli yapıtlarından biri. Bu noktaya kadar Türk yazınında orta düzeyde, Dünya yazınında ise (kaç yazarımızın bu konuda şansı var ki) altlarda bir yeri var Güntekin'in, ama bakalım Yeşil Gece, Miskinler Tekkesi, Anadolu Notları ne gösterecek? *** Güntekin, Reşat Nuri; BE 20: Olağan İşler, İnkilap Yayınları, 2000 Güntekin'in Fransız yazınından öykü çevirilerini de içeren yapıt, onu besleyen batılı kaynaklara da işaret ediyor. Güntekin'in öykü anlayışı çok yalın ve çarpıcı, gülünç ya da duygusal etkilere yolaçan olayörgülerine dayalı... Genel olarak öyküleri için, yazacaklarına bir giriş, gündelik notlar demek doğru olur. Güntekin büyük yapıtı için harıl harıl öykü biçiminde sahneler, günlük notlar tutmuş... Sahne sözcüğü önemli... Yapıtının kalkış noktası sanırım, kendinde iz bırakan sahneler... Hemen tüm öykülerini okudum Güntekin'in. Bunların arasında iki üç öykü yazınsal bir değer taşıyor; örneğin Eski Ahbap, Tanrı Misafiri. Gülmeceye yatkınlığı gözlem gücünden ve yasam deneyiminden gelse gerek ve Aziz Nesin'e, Orhan Kemal'e giden yolu açıyor Güntekin. *** Güntekin, Reşat Nuri; BE 18: Leyla ile Mecnun, İnkilap Yayınları, 1999 Daha önceki söylediklerim geçerli. Yalnızca bir şey; İnkilap Yayınevinin elinden kurtarıp hak ettiği baskı kalitesine kavuşturmak gerek Reşat Nuri Güntekin'i. Genel olarak toplumdan zengin bir kesit (değişik tipler) sunduklarını belirtmek gerek öykülerin. *** Güntekin, Reşat Nuri; Yeşil Gece, İnkilap Yayınları, 1995 Nazım'ın da çok önemli bulduğu bu roman ülkemizde ileri-geri kavgasının bir mihenk taşı olmasından alıyor gücünü. Anadolu'da yeşil geceye direniş belki de ilk örnek, bu açıdan da çığır açıcı... Daha önce Türk yazını ancak işgal ve ulusal savaşımda tavırlı olabilmişti. Adıvar'ın Vurun Kahpeye ve Karaosmanoğlu'nun birkaç yapıtını atlamayalım bu arada. Ama köy yazınına yakın duran bir görevsellik alttan uç veriyor ve de çok doğru bir tutum. Güntekin, Ahmet Mithad'ın geleneğine bağlı bir yazar... Onun silahı romanıydi... Üstelik genel yapı olarak olmasa da seçilebilen ayrıntılar iyi bir yazara her zaman işaret ediyor Güntekin'de... Onu sezgilerimizle de okumalı ve tümlemeliyiz bence. *** Güntekin, Reşat Nuri; BE 23: Yaprak Dökümü, İnkilap Yayınları, 2000 Güntekin'de dönüm noktası:1932. Arkadan Kızılcık Dalları geliyor. Yazar epeyce bir deneyim ve çelişkiden sonra toplumsal gerçekciliği benimsiyor ve bu çizgiyi sürmeye başlıyor. 1932’ye kadar romantizmle gerçekcilik eğilimleri arasında gergindi bana kalırsa. Kabuk değiştiriyor. Anlatımda rahatlama ve gündelik Türkçenin kullanımında kesinti sözkonusu değil, ama yorumlamada kararını veriyor Güntekin. Evet, gerçek acımasız ve insanı ufalıyor. Yaprak Dökümü'nün Kız Kardeşim Carrie'den nesi eksik, ya da bir Zola romanından, ruh çözümlemeleri mi? Ama Güntekin davranış ve sözle daha çoğunu veriyor. Fethi Naci ne yazık ki kör ve kötü bir eleştirmen (demeye dilim varmıyor). Birileri birilerini itekleyince roman ya da sinema eleştirmeni olunuyor bu ülkede belki de, hatta bir yetke... Bu kadar kolay olmamalı. Konu, kişiyle ilgili değil gerçekte. *** Güntekin, Reşat Nuri; BE 15: Kızılcık Dalları, İnkilap Yayınları, 1999 Bu yapıt Güntekin'in Yaprak Dökümü'nden sonra gerçekciliği doğalcılığa ötelediği bence ikinci önemli romanı... Besleme bir kızın ruhsal gelismesinde içine girdiği ailenin ikiyüzlü ahlakının ağır etkilerini, ince bir gözlem ve ironi yüküyle ve başarıyla yansıtıyor Güntekin ve yazarlığında sıradanlık çizgisini de aşıyor. Fethi Naci ne mi diyor? Önemli mi? *** Güntekin, Reşat Nuri; BE 13: Gökyüzü, İnkilap Yayınları, 1999 1931'lerde geçen romanın eleştirel bir boyutu var. Körinançlar kıskacında insanlar veriliyor. Naci'ye göre doğu-batı sorunu irdeleniyor bu yapıtta ve bu açıdan önemli... Bence bu yaklaşım Türk yazını için oluşturulmuş üç beş tane şablonu aşamama düzeysizliğiyle ilgili. Başka da bir sey söylemeyeceğim. İlgisi yok. *** Güntekin, Reşat Nuri; BE 8: Anadolu Notları I-II, İnkilap Yayınları, 1999 Güntekin'in müfettiş olarak Anadolu gezilerinde tuttuğu çok da önemli olmayan, yazınsal değeri ise hiç olmayan gözlemleri. *** Güntekin, Reşat Nuri; Eski Hastalık, İnkilap ve Aka Yayınları, 1982 Reşat Nuri şöyle diyor: "Sevgi, şefkat denen şeyde ne mucizeler var yarabbi!' Ve Tanpınar Reşat Nuri hakkında: "O, Türkçenin ortasında geniş bir sevgi ve şefkat ürpermesi idi". Güntekin, Yaprak Dökümü'nden sonra eriştiği ana damarı sürekli yetkinleşerek işliyor. Türkçede savrukluğun artmasına rağmen, dilin (anlatımın) gündelik dilin rahatlığına ulaşması, konuşmaların gerçekci ve inandırıcı çizgiyi tam anlamıyle yakalaması söz konusu. Bence Güntekin, Anadolu döneminde Lukacs'cı anlamda eleştirel gerçekciliğe evriliyor. Devrimin müridi değil duyuncu (vicdan) olmayı seçiyor ve başka türlü yapamazdı da. Eski Hastalık Reşat Nuri'nin 38'e değin yazdıkları içinde en simgesel olanı ve roman beklenebileceği gibi ikili bir karşıtlık üzerine oturuyor. Anadolu ve İstanbul. Her iki tür de varlığını geçmişten taşıyor ve sayrılıklarını, sapkınlıklarını da birlikte... Güntekin'in büyüklüğü ve gerçekciliği burada... Devrim, varolan insanı yeniden biçimlendirecek ve bunu yapabildiği oranda başarılı olacak. Eski Hastalık da haklı olarak soru yanıtlanamamış, ortada kalmıştır. Yanıtı gelecek verecek... Bir başka açıdan Güntekin deneyimine kisisel, tinbilimsel (psikoloji) çözümlemeyi başarıyla ekliyor Eski Hastalık'la birlikte. Gerçi önceki tiplemeleri de derinlikten yoksun değildi (Feride vb. popüler tiplemeleri saymazsak) ama bu tiplerde derinlik varlığını davranışların usta işi betimlemelerine borçluydu. Eski Hastalık bir hesaplaşma romanı ve kişisel hesaplaşmalarla toplumsal hesaplaşma katmanlaşıyor, yer yer örtüşüp yer yer ayrılıyor. Ayrıca özeleştiri ile yolculuğun bir araya getirilmesi yaygın ve etkili bir teknik. İkincil tiplerin zenginliği belirtilmesi gereken bir diğer durum. Reşat Nuri'de Fethi Naci'den (F.Naci, Reşat Nuri'nin görülmesini önlüyor bence) çok fazlası var kuşkusuz, ama sevgi ve şefkat de onu özetlemek için yetmez. *** Güntekin, Reşat Nuri; BE 9: Ateş Gecesi, İnkilap Yayınları, 1999 Ateş Gecesi, Reşat Nuri'nin son yapıtları arasında, 30'ların sonunda yazılmış. Sürgüne gönderilen bir gencin Rum kültürüyle buluşması ve gençlik aşkı daha güçlenmiş ve yerelleşmiş (aynı zamanda zenginleşmiş) bir dille anlatılıyor. Reşat Nuri'de bu gelişmeyi görüyorum. Anlatım sorununu giderek çözüyor, yapı için aynı şeyi söyleyemem... Mizah yazarın birikimiyle birlikte içselleşiyor romanlarında, her şey (betimleme, anlatım, söyleşmeler, vb.) rahatlaşıyor, yapaylıktan kurtuluyor. Bu romanda bence ilginç birkaç nokta var. Çok canlı ve azınlıklardan oluşan bir mahalle yaşamına (bir başka kültüre) tanıklık, duyguların insanın yaşı ve olgunlasması ile dönüşümü, Girit ve Girit sorunu, kendini asan bir kadın (Afife). Yazarın ille de okunması gereken bir romanı, onu Türk modern romanına bağlayan halkalardan biri. *** Güntekin, Reşat Nuri; BE 7: Değirmen, İnkilap Yayınları, 2000 Reşat Nuri'nin sanırım tiyatroyu hep gözönünde tutarak ve mizahi öne çıkararak kotardığı bir yapıt Değirmen. Devlet çarkına Türk yazınında yapılmış en hoş yergilerden biri. Yazar bazen öyle betimlemeler yapıyor ki, Türkçenin bu büyük yazarı bu anlarda Dünya çapında bir anlatıcıya dönüşüyor. Örneğin, kaymakamın Bulgar kızıyla ilgili çağrışımları... Aziz Nesin'e giden önemli damarlardan biri bu yapıt sanıyorum. *** Güntekin, Reşat Nuri; Miskinler Tekkesi, İnkilap ve Aka Yayınları, 1979 Güntekin'in yine bir başka önemli yapıtı... Romanda omurga ve yapı sorununu çözemediği ortada. Öte yandan dilenci ruhu ve tipi çok derinlemesine yakalandığı halde ne yazık ki bir karaktere dönüşemiyor. Güntekin sanırım yoruluyor ya da elinden gelebilecek olan bu. Yoksa Türkiye’nin bir Dilenci'si (ve onun ruhu) olacaktı bugün. Bu romanın önemini azaltmıyor. Nedeni, özgün ve bugüne değin ele alınamamış bir konuyu ele almakta gösterdiği öncülük... Evet, Reşat Nuri bir öncü...Ve onu Hüseyin Rahmi'ye bağlayan ilmekler var. Bir kere Türkçenin ustasıdır artık. Birkaç tümce bir düşünce ya da duyguyu, bir görüntüyü, bir tipi betimlemeye yetiyor. Çok basit görünmesine karşın çok da zor olan bir şey... Miskinler Tekkesi aynı zamanda bir toplumsal eleştiri, bir yergi yapıtı. Ve ele aldığı konuda tarihsel sürekliliği (devrime karşın) vurgulaması bir başka önemli nokta ve Reşat Nuri burada da Yakup Kadri ile buluşuyor. *** Güntekin, Reşat Nuri; Son Sığınak, İnkilap Yayınları, 2000 Son romanı yazıyor girişte. Yanlış olabilir. Yaşamlarının uçlarında değişik yaş ve cinsiyette bir avuç insanın serüven arayışı değil, oldukça hüzünlü anlam arayışının öyküsü Son Sığınak. Bir tiyatro kumpanyası kuran insanların Anadolu yolculuğu…ve Anadolu. Cumhuriyet yıllarının Anadolu'sundan yer yer iç burkan gözlemler. Reşat Nuri, iyice ustalaştığı canlı tip betimlemelerinden kolayca tanınan bu insanların unutulmasını istememiş belli ki. Onlara son bir selam yollamış... İyi etmiş bence. Bu gizli insansevere (humanist) yakışırdı. Reşat Nuri'nin Anadolu Notları'nın bu romanın oluşumunda katkısı önemli. Öyle sanıyorum ki, Reşat Nuri de yaşamının oldukça ileri bir döneminde 'o son sığınak'ı aradı ve bu roman çıktı ortaya. Belki de onu kendisi için yazdı. Sana bir kez daha tüm sevgilerimle şükranlarımı sunuyorum sevgili yazar! *** Güntekin, Reşat Nuri; Kan Davası, İnkilap Yayınları, 1999 Reşat Nuri, Kan Davası kıskacında Yukarı Sazan Köyünü, toplumsal bir olayın kişiler üzerindeki yıkımını, bu oldukça değişik romanında işliyor. Toplumsal bir amaç güttüğü anlaşılıyor. Anlatımla ilgili yazınsal sorunu üzerinde düşünmesine rağmen aşamayan, ama seçtiği anlatım biçimini tüm romanları boyunca geliştiren Güntekin, bilinç içi teknikler kullanmasa da tip betimleriyle ruhsal karmaşaları başarıyla yansıtabilmektedir. Son kısa bölüme mutlu son demiş. Romanın görevi var. Bunun için, romanla, romandan vazgeçilebilir. *** Güntekin, Reşat Nuri; Kavak Yelleri, İnkilap Yayınları, 2000 Reşat Nuri'nin en güzel ve oylumlu romanlarından biri Kavak Yelleri. Artık kahramanı bir iç hesaplaşmanın eşiğindedir. Reşat Nuri'nin babası doktor ve romanlarında en sık görülen tipler sağlık dünyasından. Yapıtın simgesel anlamı, eski bir izleğe (tema) götürüyor okuru (Reşat Nuri izleği). Anadoluİstanbul-Anadolu. Kavak Yelleri estiğinde İstanbul çağırır, ama deneme başarısızdır. Yanılmıyorsam Eski Hastalık. Doktor Anadolululaşmıştır. Öte yandan bu çelişkiyi aşan Güntekin Cumhuriyetle ortaya çıkan bu içten pazarlıklı ve ikikarşıt yönlü eğilimleri birlikte taşıyan kahramanının çelişkisini aşamıyor. Belki de bunun için henüz erkendi. Bu büyük (bizim için büyük) yazarımızın önemi sanırım tanıklığı ve sorumluluk duygusundan geliyor, bir de 'sevgi ve şefkat ürpertisinden'. Şöyle demişti: "Sevgi, şefkat denen şeyde ne mucizeler var yarabbi!". *** Peffer, R.G.; Marksizm, Ahlak ve Toplumsal Adalet, Ayrıntı Yayınları, 2001 ABD'li Peffer'in girişimi gerçekte Marksizmden esinli bir ahlak kuramı oluşturmak. İzlediği yöntem Marx'ta ahlak adına, dönemlerine göre, ne bulunduğunu çıkarmak; bunun modern bir ahlak kuramı için yeterliliğini sorgulamak; yeni bir ahlak kuramı önermek. Marx esinli (daha çok da Rawls ve Nielsen) bir ahlak kuramı için Materyalist Tarih Kuramı ile geçersiz/yanlış bulduğu Artık Değer Teorisine gerek olmadığını belirten yazarın devrimci gibi görünün tutumu arkasında seçmeci (eklektik) bir yaklaşım sırıtıyor. Kendi katkısını biraz abarttığını sandığım Peffer, Marx'ı kendince temizledikten ve bana kalırsa geriye bir şey bırakmadıktan sonra kolları sıvayarak modern dünyaya bakıyor: karşılaştırmalı yeğlemelerinde 'demokratik düzey' kuşkusuz belirleyici oluyor. Marx/Rawls/Nielsen eleştiri ve yeniden kurma süreciyle ulaştğı ahlak kuramı (aynı zamanda Toplumsal Adalet Teorisi) şöyle Peffer'in: 1.Herkesin güvenlik ve geçimlik haklarına saygı. 2.Azami bir eşit temel özgürlükler sistemi. (konuşma, toplantı, vicdan, düşünce, mülk edinme hakkı, keyfi tutuklanma ve alıkonulmadan yasalarca korunma hakkı) 3.a.Toplumsal konumlara ve görevlere ulaşma için fırsat eşitliği. 3.b.Kişinin katıldığı kurumlarda tüm toplumsal karar oluşturma süreçlerine eşit katılım, 4.Toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerin ancak ve ancak en az avantajlı olanların yararına ve adil tasarruf ilkesiyle tutarlı olması halinde haklı görülmesi, bunların eşit özgürlük düzeyini ya da özsaygı değerini ciddi biçimde zayıflatacak düzeyleri aşmaması. Peffer'in uzun yapıtı küçük bir matrisle özetlenebilir, kolay anlaşılır kılınabilirdi. Sonuçta; Kapitalizme karşı demakratik, özyönetimli sosyalizmi, Devlet sosyalizmine karşı demokratik, özyönetimli sosyalizmi, Kapitalizme karşı (belli sınırlar ve koşullarda, ki bu refahın ülke dışı kaynağındaki acıların gözetilmesi demek) devlet sosyalizmi, Kapitalist toplumlara karşı üçüncü dünyadaki post-kapitalist toplumları (yine buradaki toplumsal girişimlerin demokratik, özyönetimli sosyalizm formlarını hedeflemesi koşullarında), yeğlenmektedir. ‘Ancak ben şu tezleri savunuyorum: Birincisi, Marx'ın yabancılaşma ve sömürü kavramları onun ahlaki perspektifinin merkezinde yer alıyor olsa da, başka, daha temel ahlaki değer ve ilkeler temelinde çözümlenebilir. İkincisi, burada yer alan daha temel değerler, özgürlük (özbelirlenim olarak), insan topluluğu ve kendini gerçekleştirmedir. Üçüncüsü, Marx bu değerlerin, özellikle özgürlüğün eşitlikçi (ya da görece eşitlikçi) bir dağıtımını gerektiren bir ilkeyi örtük bir biçimde savunur. (Bu ilkenin komünizmin birinci ve ikinci evreleri için - yani "herkesin katkısına göre" ve "herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar"- önerdiği ilkelerle özdeş olup olmadığı sonraki bölümlerde tartışılacak). Dördüncüsü, bu değerler ve ilkeler daha da temel bir nosyona göre çözümlenecekse, bu ne fayda nosyonu ne de tercihlerin ya da arzuların karşılanması değil, insan saygınlığının ve kendine saygı değerinin -bariz biçimde "deontolojik" alana ait olan nosyonlar- tatmin edilmesi olur.’ (46) *** Leppert, Richard; Sanatta Anlamın Görüntüsü.İmgelerin Toplumsal İşlevi, Ayrıntı Yayınları, 2002 Leppert'in bu önemli çalışması, çevirmeni İsmail Türkmen'in Türkçe tutarsızlığına karşın, önemliliğini koruyabilmiş, son derece ilginç bir yapıt. O daha çok resim tarihinden görsel imgelerle tarihsel toplumsal bağlam arasındaki ilişkileri, zor kurulabilen; giderek de kurma çabasını dışlayan yaklaşımların egemen olduğu günümüzde bu tutuma karşıt bir yaklaşımla kurmaya çalışan biri sanırım. 1.bölümde, temsil ve kandırma siyasetini trompe l'oeil resimleriyle irdeleyen Leppert, kandırmayı resmin resmi, kadının resmi, paranın resmi örneklerinde çözümlüyor. 2.bölümde, ölü doğa (natürmort) resimleriyle (Hollanda ve lale) iktidar ilişkileri anlam kazanıyor. 3.bölüm, vanitas resimleriyle ölümün ve geçicilik duygusunun anlatılmasi çözümleniyor. Resimde doğru çözüm ise çok sonraları O'Keeffe ve van Gogh'la geliyor. Biraz önce oradaydı. 4.bölümde, resim tarihi bedeni parçalıyor ve etin hazzını sergiliyor. Avlamak ve kafeslemek, kadının ve hayvanın buluşan yazgısı. Girişimci erkek anlatıları. Bedeni anlatan üçüncü kısimda 5.bölüm, Duyular'a ayrılmış. Özellikle ses, koku, vb. Bedenler sınıfsaldır. 6.bölümde, bedenler inceleniyor.Teşrih sonunda erotizme varır. 7.bölümde, portre inceleniyor. Beden dramlaştırılmaktadır. 8.bölüm, başkalarının bedenlerini (ötekiler) irdeler. Ressamın durduğu yer yukarı sınıfların durdugu yerdir genellikle. Habis öteki ve oryantalistler (Gerome) paylarını alıyor. 9.bölüm, arzunun yüzeylerini, kadın çıplaklarını ele alıyor. Kadın ayartarak kendini yeniden üretiyor. 10.bölüm, erkek çıplak üzerinedir. Bu bakış biraz sorunludur. Yapıtın Egon Schiele'nin kendi mastürbasyon portreleriyle bitmesi de bunu gösterir. *** Sennett, Richard; Karakter Aşınması, Ayrıntı Yayınları, 2002 Sennett'in Yeni Kapitalizmde İşin Kişilik Üzerinde Etkileri altbaşlıklı çözümlemesi son zamanlarda okuduğum en anlamlı çalışmalardan. Sennett örneklemeli olarak (kurgusal) yeni kapitalizmin insanın karakterine yönelik saldırısı (sürüklenme), eski kapitalizme ait bir kötülük (rutin), zamanın yeniden yapılandırılması (esnek), modern emek biçimlerini kavramanın zorluğu (okunaksız), risk almak nasıl kafa karıştırıcı ve bunaltıcı bir deneyim haline geldi (risk), iş etiği nasıl değişti (iş etiği), başarısızlıkla başa çıkmak (başarısızlık), işin açtığı yaralara bir çare: cemaat (tehlikeli bir zamir) başlıkları altında adım adım ilerliyor. Süreci ve dogasını çözümlüyor ama yeni dayanışma biçimi konusunda şimdilik cemaatle yetiniyor. Bir tür geçici savunma noktası diyebiliriz buna. Alıntı yapamayacağım için üzgünüm. *** Sennett, Richard; Ten ve Taş, Metis Yayınları, 2003 Beden'i içinde yaşadığı kentle (Ten'i taşla) ilişkilendiren ya da bu ilişkiye bakan Sennett'in yapıtı zevkle okunuyor. Düşüncenin zaman içindeki seyrine de tanıkık ettiren yapıt, ilk, orta, yeni ve yakinçağlar boyunca döneme temel ırasını veren tini Atina, Roma, Paris, Venedik, Londra, New York'ta irdeliyor ve bence çoğunlukla da yakalıyor. Okuması büyük zevk veren yapıtlardan biri bu. Belki tüm öykü bedenin kavranışının, yitirilişinin ve yeniden bulunuşunun, yabancılaşmasının öyküsü. Beden kent örgüsünün bir örneği. ‘Çokkültürlü bir toplumun yurttaşlıkla ilgili sorunlarının altında ahlaki bir güçlük, Öteki konumundakilere sempati uyandırma güçlüğü yatar. Bedensel acinın kabul edilebileceği, bu acının aşkın kökenlerinin görünür hale geleceği bir yere neden gerek duyulduğu anlaşılırsa Ötekine yönelik bir sempati ortaya çikabilecektir ancak. Bu acının insan deneyimi içerisinde izlediği bir yörünge vardır. Benliği yolundan çıkartır ve eksiltir, bütünlük arzusunu bozguna uğratır; acıyi kabul eden beden çeşitlilikle dolu bir dünyada herkes ne hissettiğini, kim olduğunu başkalarına açıklayamasa da- başka bir insanın acısına, sokakta hep bir arada bulunan acılara duyarlı bir yurttaş bedeni haline gelmeye hazırdır. Ama beden ancak çektiği acıların çaresinin toplumun yapıp ettiklerinde olmadığını, mutsuzluğunun başka yerden geldiğini, acısının Tanrının insanlara verdiği sürgün sıfatıyla bir arada yaşama buyruğundan kaynaklandığını kabul ederse bu yurttaşlık yörüngesini izleyebilir.’ (338) *** Eaglestone, Robert; Postmodernizm ve Holocaust’un İnkar Edilmesi, Everest Yayınları, 2002 Bu çok önemli çalışmada Eaglestone, ‘Holocaust'un inkar edilmesi kötü tarih değildir, hiçbir biçimde tarih değildir aslında ve tarihmiş gibi de tartışılamaz" (s.70), diyor. Yazarın tarih kuramıyla ilgili yaklaşımları ise oldukça tartışmalı. *** Musil, Robert; Niteliksiz Adam 1, Yapı Kredi Yayınları, 2000 Zaman geçtikçe bu yapıtla ilgili değerlendirme çabasından soğudum ve erteliyorum. Ahmet Cemal çevirisi (özellikle ilk 200 sayfada) tartışmalı yanlarıyla beni yordu, buna sayısız baskı yanlışı da eklenince... Alıntıları yazmayacağım. Musil keskin bilimsel (gibi) görünen mühendislik yanılsamalı alet edavatıyla insan ruhunun derinliklerine inen ve bunu soğukkanlı ve ağdalı, çok katmanlı bir dille ifade eden çağdaş bir yazar. Kafka ile gördüğü şey aynıydı ve somutlamaları çok farklı oldu. Yine de benzerlikleri benim için daha çekici bir konu. 2. cildin daha ilginç olacağını sanıyorum. Musil'in bakışından (radyografik) ne nesne, ne jest, ne ruh, ne de başka bir şey kurtuluyor ve nesnellik çabası onu ayrıntılara özen göstermeye zorluyor. 20.yüzyılın romanlarından... *** Young, Robert; Beyaz Mitolojiler, Bağlam Yayınları, 2000 Robert Young İngiliz postyapısalcı ya da modernistlerinden... Beyaz Mitoloji eğretilemesi yeterli çağrışımi yapıyor kuşkusuz. Derdi, Marksizmi bitirmek değil, onu çoktan bitirilmiş varsayıyor, sorun da burada ya, yani bu yöntemin kendisinde, herneyse, derdi, Marksizmden umut kesmemiş Don Quijote'lere son tutamakları konusunda boş sayfayı (leviatan) ısrarla göstermek. (Ama aslında gösteren ben değilim, ben birşey gösterir gibi yaparken, göstermez gibi yaparım, ama sakın ola bundan olmadık Hegelyan, eytişimli bir öykü de çıkarmayın). Temel tezlerini; dizge içilik/dışılık bağdaşmazlığı üzerine kurarak sömürgecilik/sömürgesizlik anlatısında nedense postmodernlerin feminizmden daha sıkı yapıştıkları bir alan açma üzerinde geliştiren Young; Marx'ı Engels üzerinden harcamaya lütfen değinerek (suçlu, sınıfına ihanet eden Engels olmalı), Lukacs'ın tarihe biçtiği Hegelci ve erksel bütünlük eğilimini, Sartre'ın dizgeyi yırtan özne eylemliliğinin umutsuz serüvenini, Althusser'in odaksızlaştırılmış ve öznesiz (karşı-insancıl) yapısal bütünündeki ona göre yaraticiligi, Levi-Strauss ve Bachelard'la tarihsel kopuşu ve süreksizliğin getirdiği olanakları, Derrida'nın olanaksızlığın olanaklılığı olarak tarih kavrayışını, Foucalut'nun söylemlerden kurulu tarihlerinde öznenin yeri, Jameson'un postmodern biçemle Marksist tarihsel bütünü kurma girişimindeki açmazı, Althusser'de de etkin kavimodaklılığın Edward Said'de temel eleştiri konusu gibi görünürken temel çelişkiyi üretişi, ve sonunda Bhabha ve Spivak eleştirilerini, dile getiriyor. Düzgün olmakla birlikte (sözdizimi açısından) çok eski bir çeviri dili kullanan (kınıyorum) Can Yıldız yapıtın okunurluğunu gereksiz yere zorlaştırmış. Bağlam Yayınlarının ise olsa olsa postmodern bağlamda bir solculuk (uyduruk) yaptığını böylelikle anlamış oldum. Young'in yöntemi bildik yöntem. Eleştiri nesnesini öne çıkarırken, bir başka ve açınlayıcı nesneyi gözardı etmek... Bununla varılacak yer ise, kuşkusuz kendilerinin de gönülden onaylayacakları gibi 'hiçbir yer'. *** Droit, Roger-Pol; Düşünürlerin Eşliğinde, Can Yayınları, 2001 Droit, Le Monde yazarı... Felsefe yazılarını geliştirerek bu yapıtı oluşturmuş. Yerleşik kanıları silkeleyen (Antik Yunan, Platon, Aristoteles, Hint ve Doğu felsefeleri, Comte, vb.) tutumu ile ilginç kalmayı başarabilen yazar, bir felsefe tarihi yazmaktan çok tarih disiplinindeki bölümlemeye uygun bir biçimde seçtiği felsefecileri birer fırça darbesiyle resmediyor. Can alıcı bir saptama, o kadar... Eğlenceli olmasına rağmen Karl Marx'a olan duygusal, hatta kinli yaklaşımı foyasını ortaya çıkarıyor. Marx betimlemesi bana kalırsa biraz fazla hafif ve Popper esinliydi. Çok önemli bir yapıt değildi. *** Etienne, Roland/Françoise; Antik Yunan: Bir Kentin Anatomisi, Ed. Esra Erdoğan, Yapı Kredi Yayınları, 2003 Yunanistan'daki arkeolojinin çok keyifli öyküsü. Özellikle Batının kimlik arayışlarının ve Osmanlıyla bu yönde ilişkilerinin sergilenimi. Zengin bir yapıt. *** Munck, Ronaldo; Marx@2000, Kitap Yayınları, 2003 Yapıt oldukça basit bir postmodernizm savunusu. Adı ve tanıtımlar özellikle yanıltıcı. Doğallaştırılmış, gözden kaçırılan, gerçekte temelsiz ve kurnazca sayılamayacak (ahmakça) kabuller dizisinden eleştiri ve yaklaşım üretmeye çalışan 'piyasa' işi bu yapıt, post'un her türünün içler acısı düzeyinin de, tersi arzulanmış, sergilenişi... Aynı şey. Young daha iyisini yapmıştı kuşkusuz (Beyaz Mitolojiler). Önce düşmanı kafana göre biçimle, sonra vur! Meydan bu denli boş mu? Yoksa Türkiye'nin egemenleri (aydinlar, dergiler, medya, vb.)… Munck sırayla Marksizmi doğa, üretim ve kalkınma, sınıflar ve işçi sınıfı, kadın, kültür, ulus konularında yere serdikten sonra tufan sonrası için bir bireşim yapıyor: ne kuş, ne deve (mi?) *** Keleş, Ruşen; Kentleşme Politikası, İmge Yayınları, 2002 Konusunda Türkçede en yetkin kitap bence. Kentleşmeyi genel ve Türkiye ölçeğinde irdeleyen Keleş, kentleşme kavramını değişik toplumlarda gözlemliyor, kent kuramlarını değerlendiriyor. Kent Planlaması ve konut politikalarına, çevre sorunlarına ayrıntılı ve örnekli olarak bakıyor. Kaynak kitap. Jacoby, Russell; Yenilginin Diyalektiği, Doruk Yayınları, 1999 Marksizmin iki çizgide geliştiğini, Hegel çizgisine rağmen doğu çizgisinin iktidar olduğunu ve yenilgide bunun rolünü irdeleyen Jacoby, yeterince ikna edici mi? Başarı ethosuna yıkıcı bir yergi bu çalışma. Batı Marksizmi geleneğini Hegel, Lukacs, Korsch, Gramsci çizgisinde yakalamaya çalışıyor Russell. Sınıf bilinci gibi kavramları eleştiriyor. *** Altınsay, Saba; Kritimu, Can Yayınları, 2004 Girit'in başarılı öykülerinden biri. Kazancakis'i okumadım. Altınsay ailesi Girit kökenli. Göç. Çok etkileyici, çarpıcı diyebileceğim anlatı, romanın sonlarına doğru aynı gerilimi ve duyguyu sürdüremiyor. Yine de iyi yazılmış, önemli bir yapıt diyorum. *** Ali, Sabahattin; BE 4: Yeni Dünya, Ed.Attila Özkırımlı, Cem Yayınları, 1982 Sabahattin Ali'nin Kuyucaklı Yusuf'la yaptığı nitel sıçrama denli, 40'lardan sonraki nitelik yitimi doktora konusu olmalı. Bu müthiş insanın yaşamı yapıtının anahtarı bence ve öldürüldüğünde yalnızca 49-50 yaşlarındaydı. Belki o kadar bile değil. (42 miydi yoksa?) Arkasında polis, soruşturmalar, tutukevi, işsizlik, eşi ve iki çocuğu ve sevgisiyle inançları arasında yaşadığı acılar, buna rağmen yazma çabaları. Kuşkusuz Sabahattin Ali en sevdiğim yazarlardan. Ama bu onu, gerçek yapıtını verememiş onu, yazınımımızın büyüğü yapmaya yetmiyor. Gerçi Kuyucaklı Yusuf orada dururken, tüm anlatılarındaki, Türk yazınında benzeri bulunmayan insan tiniyle (ruh) doğa betimleri arasındaki ilişkiyi yeniden çoğaltan betimlemeri ortadayken, Türkçesi bu denli yetkin ve rahatken, Sebahattin Ali hak ettiği yerde mi? Onun yonutu (heykel) kentlerimizi süslemeli, hep gözümüzün önünde durmalı bu toplumun vicdanı olarak S.Ali. Cumhuriyet ve Tek Parti dönemine yönelik açık gizli eleştirisi ancak soldan bakılırsa anlam kazanır. Sağın elinde heder olur. Anlatıya anlatıcının /yazarın) girmesi kurmaca varsayımını zedeliyor, teknik sorunlar yaratıyor. Aziz Nesin'e giden yolda önemli bir uğrak S.Ali. Ne yazık ki nitelikli öykü azalıyor Yeni Dünya'da. Benim seçtiklerim: Asfalt Yol, Hanende Melek, Çaydanlık, Ayran, Isıtmak İçin, Uyku, Yeni Dünya (çok güzel), İki Kadın. *** Ali, Sabahattin; BE 8: Sırça Köşk, Ed.Attila Özkırımlı, Cem Yayınları, 1987 Seçtiğim öyküler: Cigara, Bahtiyar Köpek, Çirkince, Koyun Masalı, Sırça Köşk. *** Ali, Sabahattin; BE 5: Değirmen, Ed.Attila Özkırımlı, Cem Yayınları, 1983 Sebahattin Ali'nin ilk basılan yapıtı, öyküleri çok başarılı değil. Batının çoşumcu (romantik) etkileri, yerel, ulusal ve toplumsal dilin ve anlatının öngününde duruyor. Büyük anlatıcının işaretleri yok değil, ama sanırım birkaç yıl daha gerekiyor. Zaten dönüşüm Değirmen'in kendi içinde başlıyor. Özellikle izleksel (tematik) anlamda. Sebahattin Ali büyük yazar. *** Ali, Sabahattin; BE 6: Kağnı-Ses, Ed.Attila Özkırımlı, Cem Yayınları, 1983 Şaşırtıcı olan şu. Bu öykülerin yetkin dli birkaç yıl içinde nasıl kazanıldı? 1930'ların başından ortalarına S.Ali hangi etkilerle nasıl bir dönüşüm geçirdi? Belki Filiz Ali'den (kızı) bir şey çıkar. Özellikle: Kağnı, Gramofon Avrat, Arap Hayri, Apartıman, Düşman, Ses, Köpek, Mehtaplı Bir Gece, Köstence Güzellik Kraliçesi. *** Ali, Sabahattin; BE 3: İçimizdeki Şeytan, Ed.Attila Özkırımlı, Cem Yayınları, 1982 Yine yarım kalmış (erken ölmüş ve belki de asıl yapıtını verememiş) bir yazar. Kavşakta duruyor. Sonraki kuşaklara yol açmış, yazısıyla. Büyük. Kuyucaklı Yusuf, Yusuf'la Muazzez'in aşk öyküsüydü, İçimizdeki Şeytan, Ömer'le Macide'nin. Ali'nin üç romanı da aşk öyküsü. Ama toplumsal çevreyle öyle bütünleşiyor ki bu romanlar, hafif melodramlara dönüşmekten kurtuluyor. Sebahattin Ali'de olay yok ya da önemsiz. Kişiyi çatışmaları içinde ve toplumun bir parçası olarak veriyor. Kişiler değişiyor, ilişkiler dönüşüyor. (Zamansal çokboyutluluk.) İçimizdeki Şeytan'da toplumsal çıkmazın kişisel çıkmaza dönüşümünün inandırıcı öyküsü. Türkiye’de faşist eylemin geçmişini ve etiğini inceleyenler bu güçlü romana kayıtsız kalamazlar. Ali romanlarında rastlantının olumsuz etkisine gelince, Özkırımlı haklı olabilir. Ama bence roman bunların altında ezilmiyor. Çünkü ilmek değil yazar için önemli olan, bunlarla ortaya çıkan insanlar ve toplum. Tıpkı Kuyucaklı’da olduğu gibi inanılmaz sahneler içeriyor bu roman da (müsamere, yemek, vb. sahneleri.) *** Ali, Sabahattin; BE 2: Kürk Mantolu Madonna, Ed.Attila Özkırımlı, Cem Yayınları, 1981 Raif'e Maria Puder'in aşkı, önceki romanlar gibi okutuyor kendini. Teknik sorunları olabilir. Ama Sebahattin Ali sağlam basan bir yazar. Toplumla bağı hep canlı. Konusuna da saygılı. Ne onun sulandırılmasına izin veriyor, ne de anlatısını bir göreve dönüştürüyor. Romanları içinde Alman romantizmine en çok borçlu olduğu romanı bu olsa gerek. Ya Ali'nin geçimlik kayguları olmasaydı, özgürce yazabilseydi, bu romanlar nasıl olurdu? *** Ali, Sabahattin; BE 1: Kuyucaklı Yusuf, Ed.Attila Özkırımlı, Cem Yayınları, 1980 Bu romana hangi birikimle gelmiş Sebahattin Ali, anlamak zor. Türk romanının olmazsa olmaz koşullarından ve katkılarından biri bu roman. Bir ucunun Yaşar Kemal'e çıktığını sanıyorum. Epiğin eşiğinde durmuş. Bu adam nasıl öldürüldü? Sevgi Soysal gibi, yaşasaydı asıl başyapıtlarını vereceğini sanıyorum. Tüm yapıtı bir hazırlık gibi. Anadolu'yu anlat deseler ilk önereceğim yapıt Kuyucaklı Yusuf olurdu sanırım. Betimlemede sanırım Türk romanının birikimini aşıyor ve yeni bir şey ortaya koyuyor Sebahattin Ali. Bu ikinci okuma ilk okumadaki etkiyi yaptı üzerimde. Kusurları var kuşkusuz romanın. Bunlar üzerinde durmaya değmez. Katkısını öne çıkarmak gerek. *** Ertem, Sadri Etem; Çıkrıklar Durunca, Otopsi Yayınları, 2002 Toplumcu yazınımızın öncülerinden Ertem'in ilk romanı... Romanı çok kötü (romandışı) bulmakla birlikte bu insanlara büyük sevgi-saygı duyuyorum. Biraz ilkel bir marksist örnek (şablon) üzerine Anadolu halk öykülerinden esinli bir kurgu oturtma çabası olan bu roman, Steinbeck etkileri de taşıyor. Öyküleri belki romanlarından iyi olabilir Ertem'in. İdeolojik çoşkusu yapıtını ve dilini gölgelemiş, hatta bastırmış...Yine de ellerinden öpüyorum. *** Abasıyanık, Sait Faik; BE 1: Semaver/Sarnıç, Bilgi Yayınları, 1970 Semaver (1936), Sarnıç (1939). Benim büyük okuma tasarılarımdan biriydi Abasıyanık, biraz düşkırıklığıyla başladı. Bunlar ilk, 1930'lu yıllar öyküleri. 40'lardan sonrasına bakmalı asıl. Sait Faik'in öyküdeki devrimini henüz bulgulayamadım dolayısıyla. Dil konusunda yalnızca tembel bence ve üstelik yalnızca dil konusunda mı acaba? Sait Faik sanki kendini olduğu gibi bulan, onaylayan, başkalarından da yalnızca bununla yetinmelerini isteyen, ben'ine takıntılı biri. Öykülerden kolayca anlaşılıyor bu. İlgi duymamış (öğrenmiyor), ilgi odağı olmaktan mutlu. Avareliği (tembelliği) alkışlansın istiyor. Dayatıyor mu? Bilmiyorum. Ama sanmam. (Ürkek.) Sait yazınımızın gerçek ve ilk kaçkını bence. Düzeni gözyumarak onaylamış diyeceğim, Şahmerdan'a, İpek Mendil'e rağmen. Yaşadığı toplumuyla etkileşimi nasıldı acaba? Bakacağız. Seçtiklerim: Semaver, Meserret Oteli, Babamın İkinci Evi, İpek Mendil, Mavnalar, Beyaz Altın, Kimkime. *** Abasıyanık, Sait Faik; BE 2: Şahmerdan/Lüzumsuz Adam, Bilgi Yayınları, 1970 Şahmerdan (1939), Lüzümsuz Adam (1948) Düşüncelerim değişmedi. Kimi çok çarpıcı öykülere karşın, Abasıyanık'ı henüz yakalamş değilim. Seçtiklerim: Şahmerdan, Çelme, Lüzümsuz Adam, İp Meselesi, Kaçamak Papağan,Karabiber, Bacakları Olsaydı, Papaz Efendi, Bir Külhanbey Hikayesi, Kameriyeli Mezar, Hayvanca Gülen Adam. *** Abasıyanık, Sait Faik; BE 3: Medarı Maişet Motoru, Bilgi Yayınları, 1970 Oldukça kötü bir yapıt (roman). Uzatılmış şeylere katlanamayan Sait Faik ruhu uzun anlatı olan romana da pek katlanamamış olsa gerek. İzlenimlerle yapı kurulamıyor. Üstelik yapı kavramı Sait Faik'i ürkütüyor bence. Keşke buradan kalkarak onun yapılara ve yapıların ardındaki erke karşı durduğunu söyleyebilseydim. Okuru bırakıyor yazar. Yine de ve yine de okurun onu boşlamamasını dilediğini sanıyorum. Bu denli ileri gitmediği, sonuna değin yazmasından belli. Okuru iplememesine gelince, doğru, dilinden (dil önünde tutumundan) belli bu. *** Abasıyanık, Sait Faik; BE 14. Mahalle Kahvesi/Havada Bulut, Bilgi Yayınları, 1980 Mahalle Kahvesi (1950). Seçtiklerim: Mahalle Kahvesi, Plajdaki Ayna, Hallaç, Bilmem Neden Böyle Yapıyorum, Kestaneci Dostum, Sinagrit Baba. Havada Bulut (1951). Seçtiklerim: Havada Bulut, Karidesçinin Evi, Eleni ile Katina. *** Abasıyanık, Sait Faik; BE 5: Kumpanya/Kayıp Aranıyor, Bilgi Yayınları, 1980 Kumpanya (1951). Seçtiklerim: Kumpanya. Kayıp Aranıyor (1953). Sait Faik'in yine sorunlu, ama uzun anlatılarından, yine de en iyisi. *** Abasıyanık, Sait Faik; BE 6;: Havuz Başında/Son Kuşlar, Bilgi Yayınları, 1980 Kötülerle iyiler içiçe. Seçtiklerime işaret edeceğim. Havuz Başı: Havuz Başı, Çatışma, Yüksek kaldırım, Simitle Çay, Güğüm.Dikkatimi çeken öykülerse: Bir Sonbahar Akşamı, Bayan Gülseren, Jimnastik Yapan Adam, Parkların Sabahı Akşamı Gecesi, Cezayir Mahallesi, Şehrin Sabahları ve Adamlarından Biri, Şehrayin. Son Kuşlar: Son Kuşlar, Kendi Kendime, Bir Kaya Parçası Gibi, Haritada Bir Nokta, Sivriada Geceleri, Sivriada Sabahı, Kırlangıç Yuvasındaki Kadın. Bunlara ekleyebileceğim: Gün Ola Harman Ola, Ağıt, Balıkçısını Bulan Olta, Barba Antimos, Yandan Çarklı, Dondurmacının Çırağı. *** Abasıyanık, Sait Faik; BE 7: Alemdağ’da Var Bir Yılan/Az Şekerli/Şimdi Sevişme Vakti, Bilgi Yayınları, 1980 Alemdağ’da Var Bir Yılan En çok beğendiklerim: Öyle Bir Hikaye, Yalnızlığın Yarattığı İnsan, Alemdağ’da Var Bir Yılan, Hişt!Hişt!, Dülger Balığının Ölümü, Yılan Uykusu. İyi öyküler: Panço’nun Rüyası, Yani Usta, Çarşıya İnemem. Sıradan öyküler: Sarmaşıklı Ev, Eftalikus’un Kahvesi, Kafa ve Şişe. Az Şekerli En çok beğendiklerim: Müthis Bir Tren. İyi öyküler: Fındık, Hikaye Peşinde, Kalinikhta. Sıradan öyküler: Gümüş Saat, Az Şekerli. Şimdi Sevişme Vakti Sıradan şiirler. *** Abasıyanık, Sait Faik; BE 8: Tüneldeki Çocuk/Mahkeme Kapısı, Bilgi Yayınları, 1982 Tüneldeki Çocuk İyi öyküler: Tüneldeki Çocuk, Sevgilime Mektuplar. Sıradan öyküler: Ketenhelvası, Önündeki Kış, Bindörtyüzyetmişiki Nikel Kuruşun Hikayesidir. Mahkeme Kapısı *** Abasıyanık, Sait Faik; BE 9: Balıkçının Ölümü/Yaşasın Edebiyat, Ed.Muzaffer Uyguner, Bilgi Yayınları, 1982 Yayınlanmamış, Uyguner'ce derlenmiş niteliği düşük öyküler ve edebiyat üzerine gazete, dergi yazıları... Eleştiri düşmanlığı ilginç Abasıyanık'ın. Kuramsal donanım zayıflığından olsa gerek. 'Yazdıklarım ortada,' diyor. *** Abasıyanık, Sait Faik; BE 10: Açık Hava Oteli/Konuşmalar Mektuplar. Ed.Muzaffer Uyguner, Bilgi Yayınları, 1981 Röportajlar, İstanbul betimlemeleri-izlenimleri, söyleşileri, vb. *** Abasıyanık, Sait Faik; BE 11: Müthiş Bir Tren/Çeviriler Uyarlamalar, Ed. Muzaffer Uyguner, Bilgi Yayınları, 1981 Sait Faik'in uyarlamaları içinde Müthiş Bir Tren ilgiyi çekiyor. *** Ağaoğlu, Samet; Bütün Öyküleri, Yapı Kredi Yayınları, 2003 Ağaoğlu'nu ilk kez okudum. Peyami Safa geleneğine bağlanabilecek yazar, ruhçözümlemeleriyle içsel anlatıyı öne çıkarıyor. Açık etkiler (Dostoyevski, vb) taşıyan Ağaoğlu'nun yetkinleşmenin eşiğinde kaldığı söylenebilir. Günümüz genç yazarlarını kimi bakımlardan etkilediği söylenebilir. Toptaş, Kavukçu, vb. *** Beckett, Samuel; Proust, Metis Yayınları, 2001 Beckett daha 24 yaşında bir Proust yorumu yapmış, ama daha çok bir anlak (zeka) gösterisine dönüşmüş çalışması, yazik ki... Proust hakkında söyledikleri, genelde doğru olmakla birlikte çok ve her şey değil. Metin Proust'tan çok Beckett'i çözüyor sanki. Ama Orhan Koçak gibi sıkı (!) çevirmenlerimiz yüzünden bu tür metinler iyice sabuklamaya dönüşüyor bana kalırsa. Zaman, bellek ve alışkanlık kavramları üçayağı üzerine oturtuyor çözümlemesini Beckett. Zamanı yırtan içgüdüsel ve rastgele bir görü, mahpusun o denli korktuğu ve acılar içerisinde kıvranmasına yolaçtığı Proust romanına giden yolu döşemiştir. Yapıtın tümünde bu tansıkları 12 dolayında saymaktadır Beckett, çaya banılmış kekten başlayarak. Bilinçli bir anımsamadan, hele Proust’da bir bellekten sözedilemez. Daha çok bir kendiliğinden özdeşleşmedir sözkonusu olan ve biçim üzerinde vurgu yapan Proust'un derdi de bu özdeşleşmeyi görünür, hatta dokunulur (duyumsanır) kılmaktır. Öznellik ve görecelik, algı ve algılanan nesnenin sızılabilirlik düzeyiyle doğrudan ilişkilidir. Bir tür izlenimcilik olarak yorumlanabilir bu. İlginç olan, Beckett'in Proust'u Dostoyevski'ye bağladığı kanal: karakterlerini açıklamaksızın sunmak. Bu bence de ilginç. Proust tersine açıklıyormuş gibi görünse de (Beckett'e katılıyorum) yaptığı gösterimsel değil deneyseldir. Onları oldukları gibi, bütün açıklanamazlıkları ile görünebilsinler diye açıklar. ‘Açıklayarak buharlaştırır.’ (75). Ayrıca Proust için dilin niteliği, herhangi bir ahlak/estetik dizgesinden önemlidir. Beckett'in bir başka işareti de, Proust'un fauna değil floraya yatkınlığı karakterlerinin.(s.76) Proust için daha doyurucu okumalar gerek. *** Salgado, Sebastian; Ara Güler Koleksiyonu, Yapı Kredi Yayınları, 2004 Salgado'nun (1944, Brezilya) Ara Güler’e armağan ettigi 30 fotoğraftan oluşan katalog olağanüstü. Salgado ötekilerin fotoğrafçısı, ama önce fotoğrafçı. *** Enis, Selahaddin; Bataklık Çiçeği, Ed.M.Kayahan Özgül, Arma Yayınları, 2000 Dehşet bir romantizmden zorlama bir doğalcılığa hızlı geçiş... Canlı anlatım. Refik Halit'e yakın. Orhan Kemal ona borçlu olsa gerek... Belki onun eksiği kavrayış gücü. *** Enis, Selahaddin; Zaniyeler, İletişim yayınları, 1989 Enis'i bataklığa ve onu simgeleyen şeylere (kadın da mı?) tiksintisi yazar yapmış olmalı? İşgal İstanbul'unda 'sosyete'nin yaltaklanma ne söz, orospuluğa bunca yatkınlığı Enis'i çileden çıkarmış. Biraz daha soğukkanlı olsaymış Türk yazını büyük bir yazar kazanacakmış... Öyle görünüyor. *** Özpalabıyıklar, Selahattin; A’dan Z’ye İlhan Berk, Yapı Kredi yayınları, 2003 Şair İlhan Berk'e belgeli, bilgili bir bakış. *** Altun, Selçuk; Yalnızlık Gittiğin Yoldan Gelir, Yapı Kredi yayınları, 2001 Dene(mesel) roman demiş Altun bu ilk (yanılmıyorsam) anlatısına. 2001'in gözdeleri arasında olan bu yapıt önemini söylenceye ve yazın dünyasını anlatmasına, bunu da son derece kişiselleştirmesine borçlu olsa gerek. Yazınsal hiç bir değeri olmamakla birlikte bu dünyanın içinde yuvalanmış insanlar (yazar-çizer takımı), dedikodusal ve özgüvenli, kendini beğenmiş kentsoy edalı (şu dönemler, bu tip pompalanıyor) Altun kitabını beğeniyle okumuş olmalılar. İyi okur kendini sınamaya kalkıyor okudukça ve belki de böyle bir işlev kazanabilir bu yapıt. *** İleri, Selim; Bu yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak, Doğan yayınları, 2002 Selim İleri'nin bu son romanı onun hakkındaki tüm önyargılarımı yıktı ve bu yapıtın Türk Yazınının özellikle de son dönemlerinin en önemli yapıtlarından biri olduğu kanısındayım. Yapıtla ilgili sıcağı sıcağına ve uzun yazmak istedim. Ne yazık ki bunu yapamadım. Selim İleri'ye ulaşmak, bu acı tanıklığı için ona teşekkür etmek istedim. Umarım bir gün olur bu. Hem anlatım dili, anlatım tekniği, hem de yan temaları bakımından yaşadığımız gerçekle yazarın kişisel duygularını harmanlayabilen bu zengin roman, tek tek her okurunu dürüst olmaya, ve daha dürüst olmaya, daha... olmaya zorluyor. Bu yapıtı okuduktan sonra hala daha kendimizi aldatabilir miyiz? Bir kez daha okumalıyım. *** İleri, Selim; Yarın Yapayalnız, Doğan yayınları, 2004 Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak'dan sonraki romanı İleri'nin. Eleştirisi önceki denli güçlü ve parlak olmasa da, kendi ülkesinin, yaşantılarının üzerine kurduğu roman yine de etkileyici. Öykü kıyıda durmasına rağmen neden öyle? Acaba öykü kıyıda mi? (marjinal mi?) Bundan hiç emin olmamalıyız. Bu öykü bence de burada ve sahih. Öte yandan eleştire eleştire eleştirdiğimiz şey de olabiliriz. İleri sınırda geziniyor sanki. Usta bir yazarın, bir ustaya yaraşır dili ve kurgusu, ruh haliyle tümleşen biçemi bile bu romanı son yılların en iyilerinden biri yapmaya yeter. Zevkli bir okur deneyimi yaşatıyor İleri Yarın Yapayalnız'la, anlamasını bilene. *** Kaygusuz, Sema; Doyma Noktası, Can yayınları, 2002 Kaygusuz'un öyküleri bana çok şey vermedi. Kendini daha geliştirmesi gerek. Kurgusunda bir zamanlama sorunu var sanki. *** Uğurcan, Sema, Haz.; Doğumunun 100.Yılında Ahmed Hamdi Tanpınar, Ed. Sema Uğurcan, Kitabevi yayınları, 2003 Tanpınar'a yine sağdan bakan yazılar... Oysa sağın kullanabileceği çok az şey var Tanpınar'da. Proust'la Tanpınar'i karşılaştıran ciddi bir şey okumadım diyebilirim tüm Tanpınar okumam içerisinde. *** Işın, Ekrem, Haz.; Troya, Ed. Sennur Sertürk, Yapı Kredi yayınları, 2002 Troya sergisine bağlı olan (aynı zamanda katalog) kitap, Troya hakkında değişik araştırmacıların yaklaşımlarını, Troya konusundaki yeni anlayışları ve en son Troya katmanlarıyla ilgili bilinenleri derli toplu sergilemesi açısından bence çok hoş. Arkeoloji az okumama karşın bu yapıttan büyük zevk aldım. Denizsel Troya Kültürü (Troya I, II, III) : MÖ 3000-2200: İlk Tunç Çağı. Anadolu Troya Kültürü (Troya IV, V) : MÖ 2200-1700: Biten Erken, başlayan Orta Tunç Çağı. Yüksek Troya Kültürü (Troya VI, VIIa) : MÖ 1700-1200: Orta Tunç Çağından Geç Tunç Çağı sonu. Erken Demir Çağı (Troya VIIb 1-3) : MÖ 1200-950 Yunan Roma Bizans Döneminde Ilion : MÖ 10.yy-MS.5 yy. *** Ağar, Sergun; Aşkın Samatya’sı Selanik’te Kaldı, Can yayınları, 2001 Roman (anlatım) tekniği sorunlarına takılıp kalmış bir ilk deneme Ağar'ınki. Pek başarılı bulamadım. Koşutlu kurgu, ben anlatımının yalınkatlığıyla yakalanmak istenen özgünlük sıradan'ı çok fazla öne çıkarmış... Kişisel bir deney başkaları için ne zaman anlamlı olur? Azınlıklar sorunu biraz egreti duruyor. Ama cinsellik esirgenmemis beklendiği üzere... *** Walia, Shelley; Edward Said ve Tarih Yazımı, Everest yayınları, 2004 Said hakkinda iyi bir makale. Tarih, doğu, ideoloji, hegemonya kavramları Said bağlamında irdeleniyor. *** Edgell, Stephen; Sınıf, Dost yayınları, 1998 Ne yazık ki, yüzeysel olarak okunan yapıt, geleneksel marksist sınıf çözümlemesine, yeni ve güncel katkı niteliği taşıyor. *** Sim, Stuart; Derrida ve Tarihin Sonu, Everest Yayınları, 2000 Yazar şöyle diyor:"Burada varmaya çalıştığımız nokta, Derrida'nın soncu tartışmaya sağladığı katkının kültürel açıdan çok önemli olduğu, kamuoyunun yaygın görüş ve izlenimlerini değiştirerek yapısökümünü esoterik bir entellektüel faaliyet alanı olmaktan çıkarabileceğidir."(10) *** Samancı, Suzan; Korkunun Irmağında, Metis Yayınları, 2004 Kuşkusuz Türkiye’de Kürtçü hareketin de anlatıları var. Okumak da gerek. Sorun şu ki, anlatının siyasal bir davaya servis vermesi en başta güvenirliğini yıkar. Diyarbakır'da yaşayan Samancı (belirtilmiş) Batının da tanıdığı bir yazarımız olarak öyle sanıyorum işlevini yerine getiriyor, görevini yapıyor. Okurun ne yerine konulduğu yazanı da aşan bir tartışmayı başlatır sonunda. *** Acar, Süheyla; Dostluk Hüznü Paylaşmaktır, Can Yayınları, 2004 Gerçekte belli bir düzeyi tutturmasına karşın bende çok iz bırakmadı bu öyküler. İzlemeli. *** Yücel, Tahsin; Yalan, Can Yayınları, 2002 Yalnızca romanı değil, yalnızca yaşamı da değil, romanı ve yaşamı bilen (bilinçle) birinin Türk yazınına bence çığır açacak bir armağanı Yalan. Romana ilişkin tüm öğelerden kurulup da hiçbirine indirgenemez yetkinlikte bir bütünsel tasarım olarak Yücel'in Yalan’ı, ideolojiyi eleştirerek ideolojik bir tavrı da netleştirmiş oluyor. Gizemli nesne ve kurgular kendilerinden kurtuluyor, merak derinleşirken yokoluyor, toplum aynada kendi yüzüne bakmaya zorlanırken yazarın acımasız doğruluğu, erdeme çağrısını romanı kırarak değil, yücelterek, öyle değilmişçesine gerçekleştiriyor. İçinde yaşadığımız toplum kendimiz olmamıza izin vermiyor. Yalan dışsal bir nesneye, varlığa bürünüyor. Yerdeğiştirmeler, sahte kurgular, eğretilemeler, sahte sanat, öykü, özanlatılar... Ortaya çıkan tip hem gerçek; yalan olarak ve boylu boyunca gerçek, hem de kurgulanmış, yaratılmış biri... Biz kurtarılmak isteriz. Biz bilisizden ermiş yaparız. Bizim varlık nedenimiz ötekidir. Ötekinin kanıyla besleniriz. Böyle bir toplum, yozluğu hep yeniden üretir. Vb. Roman, iyi romanlarda olduğu gibi çok katmanlı. Okura çok iş düşüyor. Dilin düzeyi yüksek tutulmasına karşın, halk dili duygusunu okura veren ne, bunu düşünmeli. Türk yazınının görkemli yapılarından biri bu roman. Türk romanı bu noktaya erişebildiği için sevinçliyim. *** Yücel, Tahsin; Kumru ile Kumru, Can Yayınları, 2005 Tahsin Yücel'in bu son romanı da çarpıcı ve sanat dünyamız açısından derslerle dolu. Romanın içine gömüldüğü bataklıktan çıkış yolunu gösteriyor Yücel. Bu yeni bir şey değil, ama unutulan bir sey. Bir roman çatısı altına, evet, kente göç konabilir, yabancılaşma, şeyleşme, fetişizm, yeraltı dünyası, tüketme ve mantığı, doğanın yitirilmesi, vb. konabilir. Bir roman, içinde yaşanılan toplumu yansıtabilir, eleştirebilir, üstelik kimseye (kurguya, kişilerine, yapısına) zarar vermeden. Bir küçük başyapıt denebilir bu roman için. Sanırım ülkemizde ortalama okur algı düzeyinin üzerinde kalıyor Yücel. *** Halman, Talat Sait; A’dan Z’ye Yunus Emre, Yapı Kredi yayınları, 2003 Halman'ın bu çalışması, Yunus’un aruz vezni kullanımıyla ilgili yargısı dışında iyi sayılabilir. *** Spargo, Tamsin; Foucault ve Kaçıklık Kuramı, Everest yayınları, 2000 "Elinizdeki deneme kaçıklık kuramı, kaçık düşünce ve Foucault hakkındadır." (8) *** Timur, Taner; Türkler ve Ermeniler, İmge Yayınları, 2000 Timur'un güncel konuda çalışması serinkanlı ve ussal bir yaklaşımı temsil ediyor. Tarihsel gerçeği küçümsemeden ama aynı zamanda büyütmeden, güncel taraflara çıkarlarını anımsatıyor ve uyarıyor Timur. *** Modleski, Tania, Haz.; Eğlence İncelemeleri, Metis Yayınları, 1998 Modleski'nin değişik yazarlardan derlemesi, kitle kültürünün daha çok feminist bakış açısından eleştirisini; televizyondan, modaya, reklamdan, sinemaya değişik alanlara dönük olarak, içeriyor. *** Ali, Tarık; Ayna Korkusu, Everest Yayınları, 2000 68 liderlerinden İngiliz yazarı Tarık Ali'nin romanlarından biri Ayna Korkusu. Baştan son derece ilgi çekisi bir saptamayla gelişen roman (baba oğul iki kuşağın sol gelenekle yüzleşmeleri) ilerledikçe sola vurup durmaya, sol adına işlenen suçların muhasebesine başlıyor. Yazınsal açıdan aman aman olmayan romanı da kimileri için ilginç kılan bu yarı gizli pişmanlık duygu ve öyküleri olsa gerek. *** Tunaya, Tarık Zafer; Siyasal Müesseseler ve Anayasa Hukuku, Ed. Nurer Uğurlu, Cumhuriyet Yayınları, 2000 Tunaya, açık ve duru bir dille anayasa hukuku'nun tanımını yapıyor ve diğer toplumbilim alanlarına göre durumunu ve neden geri kaldığını açıklıyor. Birinci bölümde, çağımızın çatışmalarını irdeleyen yazar, sosyal yapılarda (azgelişmişlikçokgelişmişlik), ekonomik yapılarda (kapitalizm-kollektivizm), sosyal eğilimlerde (sağ-sol) çatışmaların çözümlemesini yapıyor. İkinci bölüm'ün adı Anayasa Hukuku: Kapsamı ve Yöntemi. Fransız Devrimi geleneğine bağlı anayasa kavramı tepeden inmeci, ussal ve mantıksal bir yapı gösterirken, İngiliz geleneğine bağlı anayasa kavramı daha pratiktir. Tunaya'ya göre, günümüzün Anayasa Hukuku, siyasal ve sosyal gerçeği, tüm olarak ve her yönüyle incelemek zorundadır. Siyasal hayatın gerçeklerini hukuki olarak çevreleyen ve bunları düzenlemekle görevli hukuk koludur. (s.50) Yazara göre, siyaset zaman ve uzamda özdeşlik gösterir. Siyasal sorun hep aynı ve sonsuz...(s.53). Siyaset ise iki olay kategorisini kapsar: insanları yönetme sanatı ve siyasallaşma. 'Sosyal olaya siyasal kimliğini içinde bulunduğu toplum koşulları verir. Bu bir yorumdur. Yoksa, sosyal bütünlük dışında, kendiliğinden siyasal olan olaydan sözetmek zordur.' (s.64). Pozitivizmin Anayasa Hukukunun gelişmesi üzerindeki olumsuz etkisi üzerinde vurgu yapan Tunaya, Anayasa Hukukunun siyasal gerçeğe yeterli bir biçimde ulaşabilmesi için pozitivizmi aşıp Hukuk ve Siyaset Bilimi yöntemlerini birlikte kullanması gerektiğini söylüyor. 'Artık hukuk tüm sosyal bilim konularıyla iç içe, toplum gerçeklerini araştırma yolunda geliştirilmelidir.' (s.74). Üçüncü bölüm, Siyasal Yapılar ve Kurumlar. Tunaya, yapı, kurum, sistem, rejim kavramlarını irdeliyor, farklarını ve ilişkilerini belirliyor. En kapsamlısı olan sistem, rejimi içerir. Aynı sistem içinde farklı rejimler olabilir (kollektivist sistem içinde farklı sosyalizmler). Rejim somutlaştırılmış sistem sayılabilir. Kurumlar birer yapıdır, ama her yapı kurum değildir. Kurum biçim, yapı dokuyu ifade eder. Bahçe yapıdır, parmaklık ona kurumsallık verir. Yapı evrime bağlı değişir, kurum ise kalıp olarak, kökten... Sonuç olarak Tunaya şunu diyor: "Siyasal kurumlarla sosyal gelişmeler arasında bilinçli bir bağlantı kurulabildiği zaman, hukuk toplum içinde olumlu bir rol oynayabilir." *** Altuğ, Taylan; Dile Gelen Felsefe, Yapı Kredi Yayınları, 2001 Altuğ, sırayla Lock, von Humboldt, Heidegger, Wittgenstein, de Saussure ve Derrida bölümleriyle dil düşüncesindeki değişik kurguları özgün biçemiyle (bu biçem işi kolaylaştırmıyor) irdeliyor. Daha çok tanıtıyor. Eleştirmiyor. Sürece de işaret etmiyor. Nermi Uygur'unki gibi yetkin bir Türkçe, felsefe dili bir Türkçeyi ummamızı olanaklı kılıyor. Özellikle Wittgenstein ikinci dönem, de Saussure ve Derrida yaklaşımlarının Türkçenin özleşmesi uygulamasında yeterli kuramsal desteği sağladıkları açık. Yapıtın tek eksiği bir değerlendirme, sonuç bölümünden yoksun olması. *** Karataş, Temel; Yolağrısı, Varlık Yayınları, 2004 Sanırım bir ilk kitap. Karataş 1977 Elazığ doğumlu. Türkiye’de son yılların marjinal coğrafya ve insanlarına uzanan birinci yarı öyküleri argomsu diliyle dikkati çekerken, ikinci bölüm öyküleri daha geleneksel. Dili rahat kullanımı ve doğal konuşmaları belli bir çekicilik katıyor öykülere. *** Eagleton, Terry; Postmodernizmin Yanılsamaları, Ayrıntı Yayınları, 1999 Eagleton oldukça titiz bir eleştiri yapıyor ve postmodernizmin bence de önemli tutarsızlık ve çelişkilerini gösteriyor. Genel olarak yaklaşımında postmodernizmin katkılarını da sahiplenme var, ama eleğinden geriye ne kaldığını anlamadım. Çünkü sol geleneğin eksiği postmodernizmin fazlası (ya da katkısı) olamaz ki... *** Zeldin, Theodore; İnsanlığın Mahrem Tarihi, Ayrıntı Yayınları, 1998 Zeldin'in bu oldukça önemli yapıtı bir çırpıda özetlenecek gibi değil. Çizdiğim yerleri alıntılayacak denli zamanım da yok. Şunu söyleyebilirim: Zeldin'e göre insanın (ya da insanlığın) bu güne değin gösterdiğinden değişik (farklı) bir tepkisi olabilirdi ve olabilir. Yapıtın yazılma nedeni de, kurgusuyla da desteklendiği üzere (kişi ve olay anlatıları üzerine bindirilmiş yorum) bu değişik yola ilişkin öngörü ve sezgilerin oluşturulması... Nitekim şöyle diyor:" Tarihin deli gömleği gibi elinizi kolunuzu bağladığı yerde özgürlük yoktur. Bu kitabı yazmaktaki amacım, insanlık deneyimini yön duygusu edinmekte başvurulabilecek bir kaynak olarak sunmaktı, herhangi bir zorunluluk veya kaçınılmazlık ima etmeyen, çünkü aynı zamanda önünüzde sınırsız seçenekler açan bir kaynak."(453) Eski sözcük kullanma düşkünlüğüne karşın (bu yayınevinin tutumu) çeviriyi kutlamak gerek (Elif Özsayar). "Kendine benzemeyen birine elini uzatmak, ona kulak vermek, dünyanın şefkat ve insanlık stokuna küçücük de olsa katkıda bulunmak, bir parça cesareti olan herkesin gücü dahlindedir. Ama bunu yaparken, önceki çabaların neden başarısız olduğunu bir insanın nasıl davranacağını önceden kestirmenin asla mümkün olmadığını unutmak, özensizliktir. Yeyüzüne konup göçenlerin oluşturduğu sonu gelmez geçit alayıyla ve büyük oranda kaçırılmış fırsatlardan ibaret olan karşılaşmalarıyla tarih, bugüne dek ziyan edilmiş olasılıkların kaydını içeren bir vakayiname oluşturur. Ama iki insan arasında gerçekleştirilecek bir sonraki karşılaşmanın sonucu başka türlü olabilir. Karşılaşmaların akibeti kaygının çıkış noktasıdır, ama umut da aynı noktadan harekete geçer, ve umut, insanlığın çıkış noktasıdır." (459) *** Fontane, Theodor; Effi Briest 1,2,3 Cumhuriyet Yayınları, 2001 Fontane 1819-1898 arasında yaşamış bir Alman yazar. Effie Briest'i 75 yaşında yazmış (başyapıtı sayılıyor). Nijad Akipek Türkçeye gerçek anlamda kazandırmış yapıtı ve kutlamak gerek. Effie Briest son zamanlarda okuduğum en iyi romanlardan. İnsan davranışları üzerine geniş bir açılım sunuyor ve çokboyutlu bir değerler dizgesi öneriyor. Bu, incelikli biçeminden ve kurgusunda etkilere özenle yer vermeyişinden de belli yeterince. Effie'nin annesi, babası, Effie, eşi olacak Baron Instetten, Binbaşı Crampas, Roswitha,vb. kahramanlar çerçevesinde bir üçlü ilişkiyi olağanüstü bir çekicilikle anlatmayı becermiş Fontane. Madame Bovary ile karşılaştırılması pek çok açıdan ilginç olabilir. Roman için klasik trajedinin gündelik yaşam içerisinde izinin sürülmesi diyebiliriz kanımca. İnsanları aşan ve ezen bir güç var, onur, bağlılık, pişmanlıklar, vb. Fontane, Instetten'i bir yerde (Macbeth'in karısının durduğu yerin önünde) durduruyor. *** Koninck, Thomas de; Yeni Cehalet ve Kültür Problemi, Epos Yayınları, 2003 Günümüzde küçümsenen ve dışlanan kültüre bir sahip çıkma denemesi Koninck'in çalışması. Ya kültür, ya şiddet! Bu ikilem geleceğimizi belirleyecek. *** Hauser, Thomas; Mark Twain Hatırlıyor, Sel Yayınları, 2001 Bu yalın ve yalınlığı ölçüsünde, belki yazınsal anlamda çok önemli değil ama, etkili yapıt, aradan çok sular aktıktan sonra ABD'de ırkçılık ve insan sorunsalına serinkanlı ve o ölçüde çarpıcı bir bakış. Güzel bir Tükçeyle çevrilmiş ödüllü günümüz ABD yazarı Hauser'in yapıtının benim için önemi ise, Twain'in (bu büyük ABD yazarı) bakış açısı içine yerleşerek, onun gibi bakmamızı sağlaması değil, sanki Twain'i kendi içinden tanır gibi olmamızı bir ölçüde sağlamış olması. Onun, çok şeyi (her şeyi) gören gözlerinin ardındaki umutla umutsuzluğun sarmalındaki derin bilgelik, bu romanla yüze çıkıyor. *** Dery, Tibor; Eğlentili Bir Gömme Töreni, Bilgi yayınları, 1967 Tibor Dery bir Macar yazarı. Anlatısını saçmaya yaklaştırmış bir modern yazar. Duyguyu boşaltan, anlamsız kılan bir yöntemi var. Pek sevdiğimi söyleyemem. Kitapta, Eğlentili Bir Gömme Töreni yanısıra, ondan daha önemli olan Portekizli Kral Kızı ve Sevi adlı öykü yeralıyor. Sevi öyküsü çağrışımları benim açımdan güçlü bir öykü. Oldukça da iyi. Adalet Cimcoz çevirisi iyi. İnsan ilişkilerindeki yapmacıklık, ikiyüzlülük çok da inandırıcı olamadan veriliyor. *** Dery, Tibor; Dev, Varlık Yayınları, 1967 Ülkü Tamer'in duru (özgün dilden değil) çevirisi düşkırıklığına uğramamı engellemiyor. Savaşın kötü olduğunu anlatan Dery'yi anlıyorum ama duygusallık çamurundan kurtulmak için bence gereğinden çok ödün vermiş. Bir de minik öykü Aşk (Sevi) ekli yapıta. Yine de okuduğuma pişman değilim. *** Uyar, Tomris/Ersen, Ali Arif; Güzel Yazı Defteri, Yapı Kredi yayınları, 2002 Tomris Uyar'dan bir uzun öykü. Ali Kemal Ersen'in resimleriyle bezeli bir ortak yapım. Tomris Uyar büyük bir yazar kuşkusuz. Gerçekte Dünya çapında. Ama Türkçe sevgisi onu yerele bağlı tutuyor. Bizim için de yazması çok güzel. Bu öykü bir roman da olabilirdi belki. *** Mataracı, Tuğrul; Ağaçlar, TEMA Vakfı Yayınları, 2004 Üçüncü baskı olmasına karşın, hoş olmakla birlikte çok da eksiği olan bir kitap... Hem malzeme kullanımı, hem de tanıtım bilgileri açısından doyuruculuktan uzak. *** Kiremitçi, Tuna; Bu İşte Bir Yalnızlık Var, Doğan Yayınları, 2003 Kiremitçi'nin İstanbul ve pop müzik çevresini konu alan, iki çiftin acı evlilik deneyimlerini işleyen, anlatımı yalın, kurgusu geleneksel, 60'ların asi ABD yazarlarını anımsatan romanı okunabilir olmakla birlikte iki boyutlu bir anlatı. Egemen tek bir söylem, canlı olan ne varsa herşeyi bir düzlemde eziyor. *** Alptekin, Turan; Ahmet Hamdi Tanpınar. Bir Kültür Bir İnsan, İletişim Yayınları, 2001 Tanpınar ve çalışmaları hakkında derli toplu bir kaynak. Tanpınar'ın öğrencisiydi Alptekin. *** Özakman, Turgut; Romantika, Bilgi yayınları, 2000 Rahat, deneyimli bir anlatım. İlginç bir konu ve hoş bir roman. O kadar. Eğlenceli... Adıyla uyumlu. *** Özakman, Turgut; 19 Mayıs 1919: Atatürk Yeniden Samsun’da 1, Bilgi yayınları, 2003 Atatürk dayanamıyor ve arkadaşlarıyla 80 yıl sonra Samsun'a çıkıyor. Düşsel bir kurgu gibi başlayan roman (1.cilt) Atatürk'ün yurttaşlarına dokuz önemli konuda TV'den seslenişiyle sürüyor. Özakman'ın amacı da anlaşılıyor. Bu değerli yapıt Atatürk'ü ve düşüncesini günümüz genç kuşaklarına anlatmayı amaçlıyor. Gerçekten çok değerli, anlamlı bir çalışma ve gençlerin okuması gerek. *** Özakman, Turgut; 19 Mayıs 1919: Atatürk Yeniden Samsun’da 2, Bilgi yayınları, 2003 İlk cildin buluşçu pırıltısını ne yazık ki sürdüremeyen, yazınsal bir değeri olmayan, güncel tarihimizi Atatürkçü bakışla yargılayan bir çalışma. *** Balibar, Etienne/Borne, Dominique/Copeau, Etienne; Dersimiz Yurttaşlık, Ed. Turhan Ilgaz, Kesit Yayınları, 1998 Yazılar derlemesi olan yapıtta özellikle Dominique Borne'un 'Fransız Eğitim Sisteminde Tarih, Coğrafya ve Yurttaşlık Bilgisi Tasarımı ve Bu Tasarımın Yurttaşın Oluşumuna Katkısı' başlıklı yazısı biz TC yurttaşları açısından paha biçilmez değerde. *** Er, Tülin; Bir Cemil Kavukçu Portresi, Everest Yayınları, 2004 Cemil Kavukçu ile yapılmış söyleşiler Kavukçu'yu tanımak için (ki tanınmalı) iyi. Kavukçu kişiliğine ve kaynaklarına ilişkin yeterli ipucunu veriyor. *** Tüysüzoğlu, Fatma/ Bektaş, Tolga; Ferahfeza Mucizesi: Huzur, Kitap-lık 63, 2003 Tanpınar'ın Huzur adlı romanının müzikal yapısını irdeleyen, özellikle İsmail Dede Efendi'nin ayinleriyle eşleştiren bir çalışma. *** Todorov, Tzvetan; Poetikaya Giriş, Metis Yayınları, 2001 Yazının bilimsel değer ve ölçütlerini oluşturmak için girişilmiş geçici bir izlence taslağı denebilir kitap için. Todorov öncülerden biri kuşkusuz... Geleneksel anlayışlara çeki düzen verilmesi, bir tür ayıklama çabası. *** Uçman, Abdullah/İnci, Handan; Bir Gül Bu Karanlıklarda, Kitabevi Yayınları, 2002 Ahmet Hamdi Tanpınar'in 100.doğum yılı nedeniyle hakkında yazılmış önemli yazıları başlangıcindan (1930'lar) günümüze değin derleyen önemli bir kaynak çalışma. Tanpınar, yapıtının yankısız kaldığından yakınıyordu. (1962'de öldü). *** Yazan, Ümit Meriç; Babam Cemil Meriç, İletişim Yayınları, 1998 Kızı, babası düşünür Cemil Meriç'i anlatıyor. Cemil Meriç için iyi bir başlangıç olduğu tartışılır. Ben Cemil Meriç'e bir yakınlık duymuş değilim bu kitabı okuduğum için. *** Türkali, Vedat; Kayıp Romanlar, Everest Yayınları, 2004 Vedat Türkali ileri yaşında pek çok yaşlı erkeğin başına gelebileceği üzre, cinselliği saplantılı bir düzeyde algılayarak uluorta (ve gülünç) bir biçimde anlatısının eksenine oturtuyor. Viagra yardımıyla yürüyen roman, abuk bir entrika ve dizi mantığıyla da çok satış garantisini yakalıyor (mu acaba?) Bana kalırsa son zamanların en kötü anlatılarından biri. Güven'in oldukça altında seyrediyor Türkali. Ya zavallı kürtçülük desteğine ne demeli. Yaşar Kemal'de bu daha büyük bir yanlış... Buna bakarak bunların solculuğunun da fotografisi ortaya çıkıyor. Üzerinde durmaya değmez. *** Türkali, Vedat; Güven 1,2 Gendaş Yayınları, 1999 Türkali'nin yaklaşık 1250 sayfa ve iki ciltlik romanı, TKP'nin 2. Dünya Savaşı yıllarında Türkiye serüvenini, toplumun değişik sınıflarından temsilci-kahramanlar aracılığıyla anlatıyor. Türkali'nin ilk okuduğum yapıtı bu ve piyasaya oldukça savlı sürüldü. Türk roman geleneğine bir katkısı olduğunu sanmıyorum. Batıda çoktan çözülmüş bilinç akışı ve anlatıcı-anlatım sorununun Türkali'de oldukça rahat ve kolay bir uygulamayla biçimlenişi ne ölçüde başarı sayılmalı, bilmem. Güncel kürt sorununa dokundurmaları, tek parti ve CHP eleştisinin Cumhuriyetin kuruluş mantığına yer yer yönelişi, TKP yaklaşımını veri alışı, bir yerde değinildiği gibi, devrimcilikle ajanlığı ayıran çizgide yol açtığı yeni belirsizlikler, cinselliğin genelde romanı sürükleyen önemli bir kurgu aracı olarak algılanışı ve algılatılışı, vb. konular rahatsız edici. Öte yandan bilgilendirici yanı yok değil. Ama beni asıl rahatsız eden, olay örgüsünde ve kurguda, günümüzde moda ve Amerikan kökenli etkileme yöntemlerinin (efekt) gizli-açık kullanımı. Roman üzerinde ciddi bir değerlendirme görmedim. Eski tüfeklerin (TKP'li), tarihçilerin ve yazarın katıldığı bir toplantı dışında. R.N.İleri, cinsellik çok abartılmış, diyor. *** Çolak, Veysel; 2002 Şiir Yıllığı, Gendaş Yayınları, 2003 E Edebiyat dergisinin eki olarak verilen güldeste belli bir düzeyi tutturuyor. Gençlerden geriye doğru yöntemiyle düzenlenmiş. Onur Caymaz, Nilay Özer, Zafer Ekin Karabay (öldü), Özlem Tezcan Dertsiz, Altay Ömer Erdoğan, Gökçenur Ç., Birhan Keskin, Betül Tarıman, Hüseyin Alemdar, Zeynep Uzunbay, Mustafa Köz, Yunus Koray, Oğuzhan Akay, Mehmet Kazım, Arif Madanoğlu, M. Mazhar Alphan, Ahmet Uysal, Ülkü Tamer, Ahmet Necdet, Sait Maden, Mehmet Başaran, İlhan berk, Melih Cevdet Anday (öldü); özellikle dikkatimi çeken ozanlar oldu. *** Çolak, Veysel; 2003 Şiir Yıllığı, Agora Yayınları, 2004 Çolak'In seçkisi çok önemli olmamakla birlikte, giriŞ yazIsI ilginç, günümüz Türk Şiiri denen şeyi sorgular nitelikte. Ama daha geliştirilmeli. *** Hehn, Victor; Üzüm ve İncir, Dost Yayınları, 2003 Ekin (kültür) tarihçisi Hehn, Batı odaklı bakış açısına sert bir darbe indiriyor bence. Çevre, bitki örtüsü her zaman böyle değildi ve tarım insan kültürüdür. Yapılmıştır. Zeytin, üzüm ve incir doğudan batıya Girit ve Yunanistan üzerinden İtalya ve Avrupa'ya geçmiştir. Hehn'in çalışmasının bir bölümü (yayınlanan bu kitap). *** Hugo, Victor; Seçme Şiirler, Ed. Veysel Atayman, Bordo Siyah Yayınları, 2002 Yine Tozan Alkan. Dört dörtlük bir yapıt ve olağanüstü bir çeviri... Hugo'yu şiiriyle tanımak (evet, çeviriden tanımak) mutluluk verici. *** Previn, Victor; Mavi Fener, Türkiye İş Bankası, 2002 Baştan düşleme kaçan kurgusunu yadırgadımsada Pelevin'in yaklaşımını anladıktan sonra öykülerinden büyük haz aldım. Hele Nika, okurunu şaşırtmaya bayılan Previn için, hedefini 12'den vuran bir öykü. *** Nabokov, Vladimir; Edebiyat Dersleri, Ada Yayınları, 1988 Nabokov'un Amerika Üniversitelerinde verdiği edebiyat derslerinden Çehov üzerine olan üçü: Küçük Köpekli Kadın (öykü), Çukurda (öykü), Martı (oyun). Bence çok hoş olmakla birlikte önemli olmayan, kişisel değerlendirmeler... Sonuçlarına kuşkusuz katılıyorum. *** Blake, William; Masumiyet ve Deneyim Şarkıları, Ed. Veysel Atayman, Bordo Siyah Yayınları, 2002 Bence Blake'in büyülenme ve görmüş geçirmişin acılarıyla ilgili düşündürücü şiirlerini özellikle erişilmez kılan, hiç tanımadığım bir çevirmenin, Tozan Alkan'ın yetkin çevirisi. Yalnızca kaynak dil, erek dil egemeni değil yalnızca, şiir dili ve Blake egemeni de. Olağanüstü. *** Randall, William L.; Bizi ‘Biz’ Yapan Hikayeler, Ayrıntı Yayınları, 1999 Randall'ın yapıtı çok boyutlu bir çalışma. Temel tezi, insanların yaşamlarının da birer öykü olduğu, kurmaca olduğu... İkna ediyor. Bunu varoluşsal(ontolojik) bir temelde yapılandırıyor. Ruhbilimi zengin bir malzeme kaynağı, yazınbilimi ve yazını ise analojik bir başvuru düzeyi olarak kullanıyor. Yazınsal kurgu ile yaşamsal kurgu arasında (ihtiyatı da elden bırakmadan) benzerliklere, hatta özdeşliklere işaret ediyor. Okunması gereken bir yapıt. Postmodernizme yolladığı eleştiriler ilginç. Çevirinin diline gelince, tutarsız. Arapçayı,vb. Türkçe ile halvet etmeyi zenginleşme sananlar ve yutturmaya kalkanlar var. Ayrıntı Yayınevi gibi. Bu yayınevinin okurlara yutturmaya kalktığı daha nice herze var. *** Saroyan, William; Tracy’nin Kaplanı, Türkiye İş Bankası Yayınları, 1999 Zeyyat Selimoğlu'nun elinde tüm gücünü yitiren bu uzun öykü (yayınevi sorumlu aslında) Saroyan'a özgü, hoş, zekice, çarpıcı bir öykü. İçimizdeki kaplanı yitirmeyegörelim, neye döneceğimiz ortada. ‘Thomas Tracy'nin, Laura Luthy'nin ve sevgi demek olan kaplanın hikayesidir bu.’ (87). *** Woods, Alan/Grant, Ted; Aklın İsyanı: Marksist Felsefe ve Modern Bilim, Tarih Bilinci Yayınları, 2001 Yapıt iki ciddi ve Troçkist İngiliz bilim adamının, bilimin 20.yüzyıl serüvenine ve özellikle sağcı yorumlarına, evrimden genetiğe, matematikten fraktal geometriye, tüm temel konularda yönelttikleri marksist (diyalektik) bir eleştiri (polemik) olarak yorumlanabilir. Çok güçlü, parlak ve ikna edici bir söylemi olan yazarlar, eşsiz sayfalar (anlatım gücü açısından) ortaya koymuşlar. Bir bilim yapıtı değil, belki ondan daha önemli olarak (yöntemi tartışmaları nedeniyle) bir eleştiri yapıtı. Zevkli bir okumaydı. 1.Kısım, Akıl ve Akıldışı'da felsefe, bilim, din, diyalektik materyalizm, mantık ve diyalektik, irdelenmektedir. 2.Kısım, Zaman, Uzay ve Hareket’de, Fizikte kesinsizlik, Görelilik Kuramı, Termodinamik, Büyük Patlama kuramlarına eleştirel yaklaşımlar sözkonusu. 3.Kısım, Yaşam, Akıl ve Madde’de daha çok, yaşamın ortaya çıkışı, insanın ortaya çıkışı ve evrimi, aklın doğuşu, marksizmin evrim kuramıyla ilişkileri, genetik kuramları ince bir süzgeçten geçiriliyor. 4.Kısım, Kaostan Çıkan Düzen’de Marksizmin yakınlaştığı modern bilimsel kuramlara gönderme yapılarak Kaos kuramı üzerinde duruluyor. Bilimsel Yöntem, Yabancılaşma ve İnsanlığın Geleceği yorumlanıyor. ‘Matematik kültü "herşeyin sayılardan ibaret olduğu"nu düşünen Pithagoras'tan beri hiç bir zaman bugünkü kadar büyük olmamıştır. Ve tıpkı Pithagoras'da olduğu gibi, bugün de benzer mistik imalar sözkonusudur. Matematik sayılar dışınde her türlü nitel saptamayı bir tarafa bırakır. Gerçek içeriği gözardı eder ve kendi kurallarının şeylere dışsal olarak uygular. Bu soyutlamaların hiçbiri gerçek bir varoluşa sahip değildir.’ (147) ‘Madde hem atomaltı ölçekte, hem de uzayda sınırsızdır.’(200) ‘Beyinle çevre arasındaki bu diyalektik etkileşim olmasaydı, bireyin gelişimi basitçe genetik kodun emrinde olurdu. Bireylerin davranışları önceden kodlanmış ve en başından itibaren öngörülebilir olurdu. Ne var ki çevre, gelişimde belirleyici bir rol oynamaktadır. Değiştirilmiş bir koşullar dizisi bireyde çok belirgin bir değişime yol açabilir.’ (307) ‘Marksistlerin suçu, kapitalist toplumun toplumsal gelişmenin gerekleriyle çatışma içine girmiş olduğuna; insan ilerlemesinin önünde katlanılmaz bir engel haline geldiğine; çelişkiler içinde bulunduğuna; ekonomik, politik, kültürel ve ahlaki olarak iflas ettiğine; bu hasta sistemin sürmesinin gezegenin geleceğini ciddi tehlikelere attığına işaret etmeleridir. Toplumsal servete sahip olanlar ve hükmedenler açısından bu fikirler "kötü"dür. Bu çıkmazdan bir çıkış yolu bulmak için gerekli olan şey açısındansa bunlar doğru, zorunlu ve iyidirler.’ (426) *** Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; BE 17: Hikayeler, Ed.Atilla Özkırımlı, İletişim Yayınları, 1985 Maupassant etkileri taşıyan öyküler yanısıra, ısmarlama izlenimi veren öyküler de sözkonusu. Toplumsal sorunlara duyarlık, kendi kabuğundan çıkma ve sorumluluk duyguları belirginleşiyor. Kurtuluşun esintileri ve etkileri... Mayalanma sürüyor. *** Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; BE 4: Kiralık Konak, Ed.Atilla Özkırımlı, İletişim Yayınları, 1981 Yakup Kadri'nin 1922'de yayımlanmasına karşın 1916-17'lerde yazdığı bir ilk ve şaşırtıcı roman. Türk romanının bence önemli yapıtlarından, hala dil ve anlatımla ilgili sorunları olan (ama Halide Edip denli sorumsuzca değil) Yakup Kadri'nin bu denli gençken toplumsal-tarihsel dönüşümü yakalama ve tiplemede bu başarısı, kavrayış gücü ve bilincine bağlı olmalı. O çökeni ve çürüyeni, çürümenin yarattığı insan görünümlerini tıpkı Çehov gibi sezgisi ve birikimiyle kavradı. Batıya açık oluşu bunu kolaylaştırdı. Bir bakıma Musil'in Avusturya İmparatorluğu’nu kavrayışı gibi. Bazı bölümler kolay unutulamaz; fotoğraf ve sonbaharla ilgili sayfalar örneğin. Ama çok zayıf kalan, inandırcılığını yitiren bölümler ve kişiler de var. Yazarın duyguları zaman zaman devreye giriyor ve roman yara alıyor. Ayrıca bir omurga sorunundan da sözedilebilir. Sanki roman bir noktadan sonra yazarından bağımsızlaşmış ve doğrultu değiştirmiş gibi... Şunu da söylemek gerekir ki, Yakup Kadri aslında bu romanıyla bir geleneği de (geçmişin züppe tipi, bugün yine batı hayranı züppe, ama yavaş yavaş yükünü de tutuyor tüccarlaşarak) sürdürmüş oluyor. *** Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; BE 2: Nur Baba, Ed.Atilla Özkırımlı, İletişim Yayınları, 1981 Nur Baba da Kiralık Konak'la hemen hemen aynı yıllarda yazılmış, ama 22'de basılıyor. Yakup Kadri'nin arayış dönemlerinde mistik bir deneyimi (Bektaşi Tekkesine katılma) olmuş, bu roman işte bu deneyime yaslı. Onun sağlıksız bir gençlik dönemi olmuş bence. Taşıdığı değerler İstanbul çevresinde pek prim yapmamış ve bu arayışlar ortaya çıkmış. Halide Edip'in tüm övgüsüne rağmen, bana kalırsa oldukça kötü bir roman Nur Baba. Madam Bovary'nin Osmanlı çeşitlemesi (versiyon) da denebilir. Yazarın amacı eleştiri olmuş, kurgu, anlatım tekniği, tipleme, olay örgüsü, yapı sağlamlığı vb. güme gitmiş. Romanda nedensellik yasası işlemiyor, ayrıca işletmemek için bilinçli bir çaba söz konusu değil. İlgisiz uzun bölümler (Ziba Hanımın babası,vb.) romanı iyice bütünsellikten koparmış. Bence Yakup Kadri’lerin handikapı romanlarını gazete ve dergilerde yayınlıyor olmalarıydı. Türk yazınında en büyük tartışmalardan biri bu roman çevresinde olmuş, yazınsal nitelikten çok Bektaşi tekkeleriyle ilgili söylenenler gürültü koparmış. *** Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; Hüküm Gecesi, Ed.Atilla Özkırımlı, İletişim Yayınları, 1999 Yakup Kadri 20. yüzyıl tanıklığını bir dizi romanla anlatmayı deniyor ve belki de yapıtının değeri buradan geliyor; canlı tanıklığından... Özellikle kendisini temsil eden tiplerin romanlar boyunca sürekliliği, 'somnambül' vb. sözcüklere inatçı tutku, yabancı, en çok da Fransızca sözcük, kavram kullanma sıklığı, batı Yunan ve dinsel mitolojilere gerekli gereksiz göndermelerden vazgeçemeyiş, ama daha önemlisi yaşadığı çağa sorunsal ve çatışkılı bakış açısından. Anadolu'yu Türk yazınına; Makal, Baykurt'ların çizgisinde değişerek sürecek bir gelenek oluşturacak biçimde sokanlardan biri Yakup Kadri (diğeri ise Refik Halit. Tepeyran'ı, Nabizade Nazım'ı saymazsak.) Halide Edip kendisini tüm romanlarına koymuş ama kendisiyle başedememiştir. Buna karşılık Yakup Kadri de romanlarının içinden geçer, hatta bakar, ama kendini roman dokusunu zedelemeyecek boyutlarda bastırabilmiş, bir yarı tip'e dönüştürebilmiştir. Hüküm Gecesi, ikinci meşrutiyet sonrası İttihat Terakki dönemine gerçek ve kurmaca kişiler aracılığıyla tanıklık ediyor ve yazarın iyi romanlarından. Yapı sorunlarının üstesinden belki Panorama'da, Hep O Şarkı'da gelebilecek olan Yakup Kadri, henüz emekliyor bu romanda (ama daha sonra roman açısından daha kötüsünü de yazdı.) Bu romanda, 1927'den (gelecekten) bakarak kahramanlarını geleceğe ilişkin önsezilerle yüklemesi yanlış olabilir, saltık yazın bağlamı açısından (sorunsal bağlamında değil). Ya Ahmet Kerim'in iç burkucu sevi öyküsü... *** Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; Sodom ve Gomore, Ed.Atilla Özkırımlı, Bilgi Yayınları, 1966 Avrupa'da sağaltımdan (tedavi) dönen Yakup Kadri, işgal altındaki İstanbul'a tanıklık ediyor. Tevrat'ın ünlü öyküsüne gönderme yapıyor. İstanbul insanı Sodom ve Gomore halkı gibi, ülkü ve inançlarını yitirmiş, herşeyi unutacak kerte zevk bataklığına dalmış, uyuşmuş ve günah içerisinde, işbirliği ve ihaneti seçmiştir. Ve buna bir genç çıkış yolu aramaktadır; bir yandan sürüklenir, diğer yandan diklenirken...Necdet. Yakup Kadri'nin, okunması gereken iyi romanlarından. *** Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; Yaban, Ed.Atilla Özkırımlı, Birikim Yayınları, 1981 Ulusal savaştan yengiyle çıkmış genç cumhuriyetin kurucu dinamikleri arasında köylüyü göremiyor 1932'de Yakup Kadri ve öfkeli... Her ne kadar köylünün ulusal savaşta işbirlikçiliğinden ulusal güçlerin temsilcilerine tepkisine, kesntisiz ve yüzyıllarca süren ve bırakılsa (tepeden inme devrimciliğe onay) daha da sürecek olan sonsuz uykusunda direnmesine kadar pek çok toplumsal davranışın arkasında yatan anlaşılabilir tarihsel toplumsal nedenlere karşın. Bu durum onu ilginç bir yerdeğiştirmeye zorluyor, savlarını pekiştirmede haklı görülemeyecek bazı vurgulamalara. Canlı ve etkili betimleme gücü devreye girerek, köylüyü yoksul ve meymenetsiz doğanın, yoksul ve meymenetsiz 'doğal' uzantısına dönüştürüyor. Sanki doğa da tüm belirişleriyle Yakup Kadri'nin tezlerini doğrulama işlevi yüklenmiştir, kurnaz genelleştirmeler yoluyla içsıkıntısı ve karamsarlığı pekiştiriyor. 42. sayfada şunu yazıyor: ‘Talim,terbiye iyi örnek, bunların hepsi geçici şeylerdir.Ve çevre değiştirmedikçe, insanın değişmesine imkan yoktur". Türkiye'nin yenileşme ve Batıcılık konusunda başarısızlığını da buna bağlıyan yazar, tezli romanlarına da önemli bir giriş yapmış oluyor Yaban'la. Aynı zamanda da tüm geçmiş metafizik yaklaşımlarını bir yana bırakarak, kaba maddeci bir çizgiye ulaşıyor.’(95). ‘Burada ise, yalnız gerçek; çıplak, çirkin, kaba, yalçın gerçek!...’ (47) Yaban düş dünyasından çıkıp yavan gerçekle yüzleşen aydının ikileminde çatışkılı kurgusunu ve başarısını yakalıyor. Umutsuzluk noktasında, buluşma olanaksızdır ve hep yaban kalacaktır Ahmet Cemal. ‘ABD'li boş konserve kutusu gibi.’ (s.97). Öte yandan yaban pek çok bakımdan ilk. Şeriatçı düşüncenin hammaddesini oluşturacak köylü kitlesi gelecek Türk yazınında yankımalarını bulacak, doğuracağı tiksinti duygularıyla. Yakup Kadri'ye göre köylü ulusal bir sınıf ve güç değil. Ve yanıtını aradığı sorulardan biri de şu: peki bunlar ulusal savaşın temel gücü olmayı nasıl başardılar? Ve çobana (Atatürk) sesleniyor yazar: ‘Bu sürüyü topladığın zaman ben ve bu köy sürünün içinde bulunacak mı?’ (148) Koyunlar onların yerel güdüleyicilerinin (işbirlikçi müftülerin, köy ağalarının, kasaba eşrafının, asker kaçaklarını koynunda saklayan zinacı kadınların, sofuların, softaların) (149) etkilerinden kurtulabilecek mi? ‘Gece, sanki bir günün ölüsü gibi...Ürpererek, başımı içeri çekiyorum.’ (166) Yakup Kadri kendi dramını sergiliyor: ‘Sanki, kendi kendimi seyreden, kendi için oynayan bir aktördüm.’ (178). ‘Eğer bilmiyorlarsa kabahat kimin? Kabahat,benimdir. Kabahat, ey bu satırları heyecanla okuyacak arkadaş; senindir.’ (239). Pek inandırıcı olmasa da Yakup Kadri bu sorgulamayı da yapıyor. O en önemli yazarlarımızdan, Yaban da en önemli romanlarımızdan... Nedeni yazınsal değil ve çok yalın: içten duyarlık, heyecan... O kendini sorunun içinde görmüş ve katkıda bulunmuş, Ahmet Mithat'ların Tevfik Fikret'lerin geleneğini sürdürmüştür. *** Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; Ankara, Ed.Atilla Özkırımlı, İletişim Yayınları, 1983 Yakup Kadri'nin önemi yazınsallığı dışından gelen yine tezli bir anlatısı: Ankara. Üç bölümlü yapıtta ilk bölüm direnişin Ankara'sını tüm gerçekliği ve umuduyla, geleceğin serpilip geliştireceği değişik prototipleriyle yansıtıyor. İkinci bölüm ulusal gücün savaşın bitişini izleyen yıllarda nasıl yozlaşmaya ve sömürülmeye yatkın bir ortam oluşturduğunu, tetikte duran şer güçlerin nasıl değişik manevra ve taktiklerle iktidara oynadıklarını ve ulusal kahramanların da nasıl hızla dönüşebildiklerini anlatıyor (Yakup Kadri'nin temel sorularından biri). Üçüncü bölüm ise onuncu yıl düşünü, olumsuzlukları aşmış genç cumhuriyetin devrimci ütopyasını dile getiriyor. Yazarın yıllar sonra yazdığı önsöz hüzünlü. Gölge tip Yakup Kadri'yi, Neşet Sabit olarak izliyoruz yine. Romanın kurgusunda ilginç olan, 'kadın'ın eksen alınışı, üç evliliğinin üç dönemi (bölümü) simgelemesi. Ne yazık ki zamansızlıktan bu yapıtlar üzerinde uzun boylu duramıyorum. *** Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; Bir Sürgün, Ed.Atilla Özkırımlı, İletişim Yayınları, 1983 Bir Sürgün, zamandizinsel (kronolojik) olarak bir geri dönüş Yakup Kadri romanında. Hüküm Gecesi'ni önceliyor. 1937'de yazılmış... Yazar Cumhuriyet'e bakmayı erteliyor ya da ertelemek zorunda kalıyor. Doktor Hikmet, İzmir'de sürgündeyken biraz içsıkıntısı, biraz da rastlantıların etkisiyle Paris sürgünlüğüne geçiyor bir 'jöntürk' olarak...ve yalın, gülünç ve acı bir kişisel sürgün öyküsünün kahramanı oluyor. ‘Doktor Hikmet'in cesedi, toprak parası bulunup verilemediğinden Paris'in umumi kuburlarından birine gömüldü.’ (307). *** Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; Panorama, Ed.Atilla Özkırımlı, İletişim Yayınları, 1987 Panorama olgun Yakup Kadri'nin tüm birikimini ortaya koyduğu, cumhuriyet sorunsalını en geniş çevren (ufuk) içerisinde, toplumsal yaşamdan zaman ve uzamsal dağılım içerisinde kesitler alarak (örneği daha önce görülmemiş ve sonra da çok az görülen biçimde), kapsayıcı bir biçimde vermek istediği, yetkin bir roman. Yazık ki baskı çok kötü (s.161, 167, 169, 450' de satır atlamaları var). Roman tekniği bence çok etkileyici (batının nehir romanları ya da Dos Passos'un ropörtaj gerçekciliği). Cumhuriyet nerede başarısız oldu, tökezledi? Bu insanlar, genç cumhuriyetin yurttaşları olmaya layık olmayan bu etkili ve yetkililer, nerden çıktı? Devrimci güçler nerede açık verdi? İkinci Dünya Savaşı romanı da ikiye bölüyor (aslında 2 cilt). Polis devletinin, faşizmin Türkiye üzerindeki serpintileri, vb. ilginç bir biçimde bana Türkali'nin (teknik aynı) Güven adlı romanını anımsattı. Bir ayrımla; Yakup Kadri Marksizm ve komünizm konusunda belli önyargılar, koşullanmalar taşıyor, onun için olumsuz yansımaları var. ‘Marksist parti denilen karanlık doktrin laboratuvarı...’ (313). CHP'nin ve ondaki siyasal özün dönüşümünün daha iyi bir öyküsünü okuduğumu anımsamıyorum. ‘Mesela, Halk Partisi'ni, kendi koyduğu prensiplere herkesten önce kendisi ihanet etmiş olmakla töhmetlendiriyordu.’ (494) Kemalist ateş ne zaman mı sönmeye başladı? Babıali'nin köşebaşları Ankara kadrolarına yerleşmeye başladığında. 70 yıllık cumhuriyeti diktatörlük olarak niteleyen günümüz kinci cumhuriyetçilerine de Yakup Kadri'nin yanıtı 1954 yılından geliyor, (Bkz. sayfa 500, vd.) *** Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; Hep O Şarkı, Ed.Atilla Özkırımlı, İletişim Yayınları, 1987 1956 tarihli son roman, Yakup Kadri birikiminin pek çok bakımdan doruğu... Altın çağa dönüş, bir arayış, başlangıç arayışı romanı... Kiralık Konak'ın öncesine yerleşiyor. Boğazı, konak ve yalı yaşamını ve bir toplumsal öykünün hüzünlü bitişini izliyoruz bu küçük mücevherde. İlginçtir Yakup Kadri'nin en az okunan yapıtları da bunlar: Panorama, Hep O Şarkı... İkinci ben anlatımlı bu romanında (ilki Yaban) kadın gözüyle olayları aktaran Yakup Kadri, o güne değin yapıtlarında görülmeyen enfes bir mizah tonu yakalıyor ve başarıyla uyguluyor. Yalnızca bu mizahıyla ve inanılmaz gerçeklik duygusuyla bu tarihsel aşk öyküsü, Yakup Kadri'nin ve Türk yazınının zirvesine oturuyor. *** Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; Anamın Kitabı, Ed.Atilla Özkırımlı, İletişim Yayınları, 1983 Yakup Kadri'nin 5 ciltlik anılarının en son yazılmış, ama ilk yıllarını (çocukluk) anlatan bu yapıtı yazarı tanımak açısından ve canlı anlatımıyla ilginç. *** Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, Ed.Atilla Özkırımlı, İletişim Yayınları, 1990 Yakup Kadri bu ilginç ve oldukça kişisel anılarında; Mehmet Rauf'u, Şahabettin Süleyman'ı, Refik Halit'i, Ahmet Haşim'i, Yahya Kemal'i, Cenap Şahabettin'i, Süleyman Nazif'i, Abdülhak Hamit'i, Tevfik Fikret'i, Abdülhak Şinasi Hisar'ı, Halide Edip Adıvar'ı konu ediyor. Ayrıca Edebiyat-ı Cedide, özellikle Fecr-i Ati hakkında bilgi veriyor. *** Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; BE 15: Zoraki Diplomat, Ed.Atilla Özkırımlı, İletişim Yayınları, 1998 Karaosmanoğlu'nun, Atatürk'ün zorlamasıyla başlayan diplomatlık serüveni çok ilginç tanıklıklar içeriyor, bunların başında da kuşkusuz 2.büyük savaş geliyor. Savaşın tam ortasında Avrupa'da olan yazarın anıları pek çok bakımdan önemli, öğretici. Diplomatlik mesleği hakkında görüşleri de yabana atılır gibi değil. *** Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; BE 16: Vatan Yolunda, Ed.Atilla Özkırımlı, İletişim Yayınları, 1983 Karaosmanoğlu'nun anılarının milli mücadeleye katılma evresi Vatan Yolunda. Batı dünyası, jöntürkler, ittihatçılar, Ankara hakkında ilginç gözlemler ve görüşler var bu yapıtında yazarın, bana kalırsa anılarının Politikada 45 Yıl'dan sonra en ilginç cildi. *** Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; BE 13: Bir Serencam, Ed.Atilla Özkırımlı, İletişim Yayınları, 1983 Karaosmanoğlu ile tanışmanın (köklü) zamanı gelmişti. Bir Serencam açık Avrupa etkileri taşıyan gencecik bir yazarın etki kaynağına göre romantik ya da gerçekçi öykülerini içeriyor. Sapkın tipleri ele alışı, tipleri karşısında hasta karşısındaki doktor gibi soğukkanlılığını koruması, beklenmedik ve çarpıcı bitişler, gelecek vaad eden bir yazarı muştuluyor(du sanırım). Bu öyküler 1914'ten önce dergi ya da gazetelerde yayımlandı. Refik Halit'den önce. Ama yine de arkasında önemli bir birikim vardı. Baskın, Şapka, Nebbaş, Bir Kadın Meselesi ilgi çekici öyküler. Bir Tercümeihal bir prototip, türk yazını, Ömer Seyfettin'in Efruz Bey’i, Yakup Kadri'nin Necdet Bey’i vb. den önemli tipler geliştirdi. 20'lere doğru yazarın tutumunda toplumsallaşma eğilimleri uç veriyor. *** Karaosmanoğlu, Yakup Kadri; BE 16: Politikada 45 Yıl, Ed.Atilla Özkırımlı, İletişim Yayınları, 1984 Yazarın 2. Mecliste milletvekilliğinden başlayarak 1965 yılına kadar süren politika anıları İsmet İnönü ve CHP'nin kişisel bir değerlendirilmesi sayılabilir ve son derece ilginç. Bence yozlaşmanın kökleri CHP'ye iniyor bu kesin, ama İnönü'ye iniyor mu, bundan pek emin değilim. *** Kemal, Yaşar; Bir Ada Hikayesi 2. Karıncanın Su İçtiği, Adam Yayınları, 2002 Yaşar Kemal o güçlü soluğunu, görkemli dilini çok kötü harcıyor. Kanıtlamak için yazması kötü. Düşüncesini son derece pragmatik bir yaklaşımla romanının önüne koyuyor. Roman yitiriyor bence. Hem de çok. Bir süre sonra o güzelim dil bile öksüz çocuğa dönüyor. Bakalım 3. ve 4. cilt neler getirecek. ‘Dünyada her iyilik unutulur, unutulmaz ya unutulur diyelim, hiçbir zaman, hiçbir insanın unutamayacağı bir güzellik var, o da bir insanın bir insandan gördüğü yürekten bir sevgidir.’ (218) ‘Savaştan geriye kalmış her insan sakattır, yarı ölüdür. Savaşmış her kişi savaştan önceki kişi değildir. Yıpranmış, sakatlanmış bir kişidir. O kişiler ölünceye kadar mutlu olamaz, o pis dünyayı unutmak için böyle, kaçacak ıssız bir dünya ararlar.’ (461) ‘Bu derin kardeşlikten, dostluktan sonra bu düşmanlıklar neydi? İnsanlar çektikleri acıda birleşiyorlardı da, yaşadıkları sevinçlerde, niçin bir araya gelemiyorlardı? Savaş bitmiş, ölen ölmüş, kalan kalmışken, bu adanın bu güzel insanlarını binlerce yıllık yurtlarından bilmedikleri, görmedikleri başka diyarlara niçin, hangi hakla sürmüşlerdi?’ (479) *** Kemal, Yaşar; Bir Ada Hikayesi 3. Tanyeri Horozları, Adam Yayınları, 2002 Yaşar Kemal'in Bir Ada Hikayesi'nin 3.cildi... Ada cenneti kuruluyor. Eh, bir cennette de herşey bu denli yinelenedurur. *** Kopan, Yekta; İçimde kim Var, Can Yayınları, 2004 Yekta Kopan'ın üzerinde durulmalı. Anlatısında kimi yenilikler dikkati çekiyor. Yağmur'u (kapsayıcı ve sarıcı olan) bir anlatı motifi olarak kullanmak, olay-yapı birliği, altın üçgeni bilinçli olarak kırmak, Gülsoy'da olduğu gibi Freudiyen takınağı değil baba-oğul'u eksene oturtmak, vb. ortaya yetkin bir yapı çıkarmasa da, son yılların pek çok romanına göre dürüst bir sorgulama etiğinden söz edebilir, bunun değerini vurgulayabiliriz. Kopan genç olmasına rağmen güçlü yaşam sezgileri olan biri. Genel yabancılaşmanın bizim toplumumuza özgü duygusallık gelgitini bence yakalıyor, ama suyunu çıkarmıyor. Bu önemli. Alaturka, hatta arabesk bir romana güçlü malzeme olabilir. Suna'nın öyküsü, bir de Rıza'nin anlatısı dikkat çekiciydi. Her karakterin kişisel damgasını vurduğu anlatısı romanı ifade açısından boyutlandırıyor. Kopan arkasındakı kalıtı (Sait Faik, Orhan Kemal, vb.) iyi değerlendirecek gibi görünüyor. Ayrıca romanı biricik kılan (Türk yazınında) bir başka özellik de sinemayla (Yeşilçam, Hollywood ve Yurttaş Kane-Orson Welles) arasında kurulan inandırıcı koşutluk... Kopan Welles'in 'hiçbir zaman bilinemeyecek olan’ yitiğin, Rosebud'ın peşindeki buruk, iç kanatıcı arayışını sağlam bir roman kurgusu içinde iyi yansılıyor. İzlenmeli. *** Bener, Yiğit; Eksik Taşlar, Om Yayınları, 2001 Eksik Taşlar, Erhan Bener'in oğlu Yiğit Bener'in ilk romanı... Birbirini yitiren baba-oğul buluşması ilginç bir konu olabilir, ama bu roman için bence yetmediği kesin... Çünkü Bener yeterince inandırıcı değil... Mantığı çok zorlamaya gelmez. Tarık Ali'nin yerli sunumu, biraz da Eroğlu havası var. Bana göre değil. *** Ecevit, Yıldız; Türk Romanında Postmodernist Açılımlar, İletişim Yayınları, 2001 Bu yapıt da içerdiği sayısız doğrulara karşın bende düşkırıklığı yarattı diyebilirim. Nesnellik maskesi arkasında sanki genel bazı doğrular sıralanıyor, tavırsızlık bir noktadan sonra özsüzlük gibi algılanır oluyor. Türk Romanında estetik devrimden (1980'den sonra) sözedebilmek için biraz daha beklemek gerek düşüncesindeyim. *** Nadi, Yunus; Ali Galip Hadisesi, Ed. Nurer Uğurlu, Cumhuriyet Yayınları, 2000 Yunus Nadi, ünlü Ali Galip Hadisesi'nde Ali Galip'in ipliğini belgelerle pazara çıkarıyor ve Ali Galip bana çok tanıdık geliyor. Doğrucu Cumhuriyetin gerçek kurucularının soyu ve ülküleri sürmüyor ama bugün ülkemiz Ali Galipler toplumu. Bunu nasıl becerdik bilemiyorum. Acaba Aziz Nesin, Zübük'ü yazarken Ali Galip'i biliyor muydu? *** Özden, Zafer; Film Eleştirisi, AFA Yayınları, 2000 Ege Üniversitesinden Özden, film eleştirisindeki temel yaklaşımları özetliyor ve tür filmi eleştirisini ayrıntılandırıyor. *** İpşiroğlu, Zehra; Alımlama: Yazın, Papirüs Yayınları, 2001 İpşiroğlu’nun alımlama estetiği üzerine dizi yapıtlarından ikincisi: yazın alımlama. Ne yazık ki doyurucu ve yeterli bulamadım. Yalnızca Zehra İpşiroğlu'nun kişisel alımlama deneyimlerinin (üstelikte tartışmalı) bir sergilemesi olarak görüyorum kitabı. Belli biçim, akımlara değer yüklemesi yapması (postmodernizm örneğin) bence önemli bir yanlış. *** Zafer, Zeynep; Anton Çehov’un Öykü Sanatı, Cem Yayınları, 2002 Akademik bir çalışma... Biraz düşkırıklığı yarattı diyebilirim. Çehov kahramanlarında bir yeri terk etme, yerdeğiştirme imgesiyle ilgili çözümlemesi ilginç. *** Saba, Ziya Osman; Bütün şiirleri: Bıraktığım İstanbul, Alkım yayınları, 2003 Ziya Osman'ın tüm şiirlerini böyle özenli bir baskıda görmek iyi oldu. Okudum. Necatigil'e yol açan bu, küçük insanların ve onların buruk dünyalarının alçakgönüllü şairinden etkilenmemek olanaksız. Şiirlerinin işçiliği, yapısı, sesinden çok duygu yükünden... Arada bir göz atmalıyım. Yazgısıyla buluşan, uzlaşan insanın tragedyası Saba'nın duruşundan okura bulaşıyor. Hüzün de burdan geliyor sanırım. *** Saba, Ziya Osman; Konuşanlar Bir Hüzünle Sesinde. Ed. Tahsin Yıldırım, Kaan Özkan Alkım yayınları, 2004 Ziya Osman Saba'nın öykü ve şiirleri dışındaki tüm metinleri. Önemli bir derleme. Benim özellikle ilgimi, kimi önemli yazarlarımızla ilgili değerlendirmeleri çekti. *** Saba, Ziya Osman; Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi, Alkım yayınları, 2003 Saba'nın tüm öykülerini derliyor yapıt. Sanırım Yaşar Nabi, yazınımızın ermişi diyor onun için. Kötü olamadığı için iyi olmuş biri mi acaba, tüm ermişler, yalvaçlar gibi belki de. Ama sayrık, tutaraklı bir iyilik duygusu değil Saba'nınki. Daha çok bir yokülke (ütopya) bağımlısı. Yaşadığı umarsız yoksunluk (öksüzlük, yoksulluk, bırakılmışlık, acı, vb.) onu olmadığını, olamıyacağını derinden bildiği, bunun da zararsız ve zararsızlığı oranında acıtıcı, hüznünün doğrudan kaynağına dönüştüğü, bir yokülkeye tutsak kılmış. İnananı olmayan yokülkenin ermişi Saba'ya kendinden vazgeçerek dile dönüşmekten başka bir seçenek kalmıyor bu durumda. Razı o. Tüm bırakılmışlıklara ve acı çekmeye razı biri. Kendini buradan çoğaltıyor ya da tersine, eksiltiyor. Hiç olmamış gibi olmak. Hiç yaşamamış gibi. Öte yandan dile tutunmak da bir umuda işaret ve geçerli olan içinde yer tutma iradesi değil mi? Anne ve babada yıkıma uğramış Saba belki Galatasaray, arkadaş iteklemesi, çevre, İstanbul'dan kalkarak, dili kendine karşı, kendinin biricik kurtuluşu olarak seçebildi. Bence Abdülhak Sinasi Hisar'dan daha tutarlı, daha iyi ve Proust'a daha yakın. Çünkü gizli, bastırılmış, dili tersini savlamış da olsa, kurma yönünde niyetler taşıyor. Bu onu özgün bir yazar yapıyor. Yazınımızda öneminin altında yer almış yazık ki. Öyküleri anı-öykü karışımı, özyaşamöyküsel ve ilginç bir biçimde de İstanbul'un öyküleri aynı zamanda. Sanırım Saba ile İstanbul arasında, anlaşılabilir nedenlerle, denizle balık arasindaki ilineksel ilişki var. Saba'nın yaşamı, İstanbul tanıklıklarıyla aynı şey. Üstelik Saba'da Tanpınar çalımı yok. Belki bu yüzden daha az çekici, gizli. Son sözüm: Saba bir gömü. Bulgulanmayı bekleyen o değil. Onun bulunduğu her yer, aynı zamanda doğru yer. Yalınlığın erdemine inanmışlar onu aramalı. İki öykü kitabı: Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi ve Değişen İstanbul bir araya getirilmiş. Öykü seçmem olanaksız. Tümünden etkilendim diyebilirim. Daha önemli bir şey var: Saba'nın duyarlığı. Ve ben onun çocukluğunda kendime ilişkin çok şeyler…ortak yanlar buldum. *** Serdar, Ziyaüddin; Thomas Kuhn ve Bilim Savaşları, Everest Yayınları, 2001 Bilim ve dünyamız yeni bir paradigmanın eşiğinde Serdar'a göre. Araladığı kapıda gördüğü şeye Post-Normal Bilim diyor. Önemli ve tartışmaya açık... *** Livaneli, Zülfü; Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm, Remzi Kitabevi Yayınları, 2001 Livaneli bu berbat romanında, bir zeka belirtisi gibi görülebilecek anlatıcı kurgulamasında özgünlüğü de heba ederek, bir çuval incirin... Ama ‘kabahatin büyüğü bende kardeşim!...’