Publication - Haber Ajanda
Transkript
Publication - Haber Ajanda
HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ Aylık Siyaset, Strateji ve Toplum Dergisi haber EYLÜL 2014 YIL 8 SAYI 94 12,5 TL www.haberajanda.com.tr SÖYLEŞİLER ATIF ÖZBEY ABDUL GHAFFAR AZİZ Pakistan’da neler oluyor? NESRİN ÇAYLI HİLMİ TÜRKMEN “Mesuliyet bizdedir; varsa bir suç, o da bizimdir!” DOÇ. DR. SİNAN CANAN Kıyamet sarmalı: Zulme karşı zulüm! PROF. DR. TURAN GÜVEN Sistem ve inançlı insanın sistem içindeki yeri AHMET YOZGAT O artık AK Parti değil, “Pak Parti” ya da “Hüma kuşu” PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN Ahmet Davutoğlu’ndan beklenen NADİRE ÇAMLI YILDIRIM Artık çuvaldızı batırma zamanı M. SERHAT BICAK Rejimin sigortası MEHMET ŞEKER Paralele nasıl teğet geçtiğimin hikâyesi MURAT İLKTER Asimetrik paralelde Nadia Comaneci! AYŞE YAŞAR UMUTLU Siyasî düşüncemizdeki “hikmet” noksanları PROF. DR. BÜNYAMİ ÜNAL “Düşmanın zıddı olmak” doğru bir konumlanış mıdır? YRD. DOÇ. DR. BÜLENT KARA Türkiye’de sağlık hakları AHMET TURGUT Laboratuvardan çıkan ulus: “ABD” SERVET HOCAOĞULLARI Türkiye’nin kazandığı “Yeni” Ahmet Davutoğlu Yayınları HABER AJANDA YAYINLARI SUNAR B İR LİDER, kendisini öven veya yeren bir kitabı başucu kitabı yapmaz. Bir tek uykusunu kaçıran veya uyanık tutan kitabı benimser. Bu kitap, sadece “zamanlama” olarak “uyku eşiğinde” yazıldığı için bile el altında tutulacağını bilmektedir. *** Bu kitap, bir ülkenin lideri ölmeden yaşatılması gereken ve liderin ölmeden önce “son görev” olarak niteleyeceği, “zamanı gelen” tarihî bir fırsatı konu edinmektedir. Kuşkusuz 17 Aralık Operasyonu’yla “zamanı gelen suikast” yapılmış ve “tarihî fırsat transferi” hedeflenmiştir. Bu transferle uluslararası güçler, Yeni Türkiye’nin liderliğine bir başka ismi hazırlamak istemişlerdir. Bu kitap, “zamanı gelen lider” olarak kayıtlara geçecek bu ismi deşifre etmektedir. *** “Muhafazakâr Demokrasi” kendi ellerinde büyüyen “Politik Dindarlık” tarafından intihar saldırısına maruz kalmıştır. Saldırı altında kalan Erdoğan’ın “karşı hamle” yerine “büyük hamle” hazırlığı tamamlanmıştır ve start verileceği yer ve zamanı ilk kez bu kitap belgelemektedir. *** Yeni Türkiye’nin yeni sözlüğü, esneme payı, kronolojik liderlik, bağlantısız kardeşlik, tarihsiz evrensel öncü, iktidarın üç geni “ön kavramlar” ile oluşacaktır. Bu çalışma “yeni siyaset” kurgusunun giriş kitabı olarak kayıt düşülecektir. Çünkü Erdoğan’ın bu süreçte tek bir dost desteğine ihtiyacı vardır: Siyasetname... *** Bu kitap, bir “siyasetname” denemesidir; ancak denenmemiş bir şeye daha cesaret etmektedir: Dindarlık ile politik yüz arasındaki “yüz transferi”ni deşifre etmektedir. *** Bir lider, sadece kendisini anlatan değil, aynı zamanda anlamayı da sağlayan kitaba önsöz yazar. Çünkü son sözü bu olacaktır... Ç I K T I Tel: 0 312 3809092 0 533 165 39 82 YENİ TÜRKİYE - YENİ VİZYON “ZAMANI GELDİ” RECEP TAYYİP ERDOĞAN Sedat Servet Hocaoğulları HABER AJANDA YAYINLARI haberajanda İçindekiler SAYI: 94 // EYLÜL 2014 BAŞYAZI DOÇ. DR. SİNAN CANAN Kıyamet sarmalı: Zulme karşı zulüm! 6 Ne zaman gündeme baksam, gayriihtiyarî olarak insanın bu garip ikilemini, tarih boyunca bu imtihandaki uslanmaz hamakatını görüyorum ve gözlerim onunla adeta kamaşıyor. Tartışılan olaylara değil, onları tartıştıran terkibimize takılıyor hep gözüm. Biliyorum ki gündem denen şey, ona nasıl baktığınıza göre sizi etkiler. İsterseniz onu kanadınız altındaki yele, isterseniz sırtınızda bir yüke dönüştürebilirsiniz. Seçim ve imtihan sizin!.. 34 KAPAK / SERVET HOCAOĞULLARI 34 Türkiye’nin kazandığı “Yeni”: Ahmet Davutoğlu Sayın Davutoğlu’nun ilk iki hamle için müktesebatı ve siyasî tecrübesi yetecektir. Ancak üçüncü hamlede oldukça zorlanacağı aşikârdır. Çünkü Davutoğlu’nun destek alacağı muhatapların çoğu, AK Parti’nin ihmal ettiği devlet unsurlarında sırasını bekleyen sadık ve toplumsal dinamiklerin öznesi olan öncü isimlerdir. 26 PROF. DR. TURAN GÜVEN Sistem ve inançlı insanın sistem içindeki yeri Bu öyle bir akımdır ki, Türkiye’nin tarihini Cumhuriyet’le başlatıp Cumhuriyet’le bitirmektedir. Her darbe sonrasında Atatürk ilke ve inkılaplarına atıfta bulunulması, bu ilkelerin topluma yeniden hatırlatılması ve hatta ölümsüzleştirmek için Anayasa’ya konulması boşuna değildir. 30 AHMET YOZGAT O artık AK Parti değil, “Pak Parti” ya da “Hüma kuşu” Erdoğan, halkının şahsına gösterdiği sınırsız teveccühe güvenerek partiyle yollarını ayırdı. Bu ayrılışın gereği olarak, iki ay önce sessiz sedasız AK Parti’yi defakto lağvetti. Yeni durum gereği eski AK Parti’nin tüm il yöneticileri istifa ettirildi ve parti fiilî olarak sıfırlanarak sessizce gerçekleştirilen bu operasyon kendi içinde başarıyla devam etti, planlanana ulaşıldı. 40 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN 26 30 40 44 2 eylül 2014 44 Ahmet Davutoğlu’ndan beklenen Ahmet Davutoğlu, bir eğitimci olarak bütün bu söylediklerimizin iyi insan olmadan gerçekleşmeyeceğini bilmektedir. Davutoğlu bilmektedir ki iyi insan, insana önem veren, çağın içinde olan, iyi bir eğitim sistemiyle ancak gerçekleşecektir. Ve o sistem, bu sistem değildir. NADİRE ÇAMLI YILDIRIM Artık çuvaldızı batırma zamanı Bölgemizin hareketlendiği bugünlerde dış politikanın deneyimli uzmanı yeni Başbakan’dan en büyük beklenti, değişen dünya dengelerine karşı doğru reflekslerin geliştirilmesidir. Bakalım bayrak devri, taşıması gereken anlamı taşıyacak ve Başbakanımız Davutoğlu, kendisinden hasretle beklenen ivmeyi gösterebilecek mi?. 4 EDİTÖR 5 AHMET YOZGAT Karikatür 6 BAŞYAZI: DOÇ. DR. SİNAN CANAN Kıyamet sarmalı: Zulme karşı zulüm! 8 AYIN OLAYLARI “Türkiye bugün, öz ve ruhuyla tekrar kucaklaşmıştır” 14 SELÇUK KAYIHAN Türkiye Ajanda 18 ÖMER BEKİR SADIK Dünya Ajanda 22 ULUĞ BAYINDIR Medya Ajanda 26 PROF. DR. TURAN GÜVEN Sistem ve inançlı insanın sistem içindeki yeri 30 AHMET YOZGAT O artık AK Parti değil “Pak Parti” ya da “Hüma kuşu” 34 SERVET HOCAOĞULLARI Türkiye’nin kazandığı “Yeni”: Ahmet Davutoğlu 40 PROF. DR. SEYİT MEHMET ŞEN Ahmet Davutoğlu’ndan beklenen 43 CÜNEYT AKAR Davutoğlu’yla nereye kadar? 44 NADİRE ÇAMLI Artık çuvaldızı batırma zamanı 46 ORHAN MÜCAHİT Büyük bir devrim gerçekleşiyor, farkında mısınız? 48 LOKMAN AYVA Erdemli kurala uyma erdemi 50 AYTEN ÇALIŞ Döl tutan Anadolu geni ve “yaklaşan doğum” 53 AYTEKİN ATASOYU İktidar, kitlelerin hayallerine ortak olmaktan geçer 54 EKREM KAFTAN Yeni bir medeniyet çağına yürüyüş 56 SABRİ ÖĞE Gerçek hayali aştı ATIF ÖZBEY / SÖYLEŞİ: ABDUL GHAFFAR AZİZ NESRİN ÇAYLI / SÖYLEŞİ: HİLMİ TÜRKMEN Pakistan’da neler oluyor? “Mesuliyet bizdedir; varsa bir suç, o da bizimdir!” 84 “Batı, İslam ülkelerinde istikrarın olmasını hazmedemiyor, aynı durumla Türkiye de karşı karşıya. Türkiye’de yakalanmış istikrarı bozmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Aynı şekilde Yemen de hedeflerinde. Pakistan, İslam dünyasının içerisinde nükleer silah üreten tek ülke ve serbest bırakırlarsa sürekli kalkınacak.” MUHAMMED İKBAL BAKIRCI Uyanış MEHMET SERHAT BIÇAK Rejimin sigortası MEHTAP KAYAOĞLU Yeni Türkiye için yeni yönetim stratejileri 64 MEHMET ŞEKER Paralele nasıl teğet geçtiğimin hikâyesi 66 MURAT İLKTER Asimetrik paralelde Nadia Comaneci! 68 AYŞE YAŞAR UMUTLU Siyasî düşüncemizdeki “hikmet” noksanları 72 ORHAN RUFAT KARAGÖL Hermenötik kritik 75 FİKRİ AKYÜZ Atatürk’le ilgili mühim bir “ayak basış” 76 BÜNYAMİ ÜNAL “Düşmanın zıddı olmak” doğru bir konumlanış mıdır? 78 AHMET TURGUT Laboratuvardan çıkan ulus: “ABD” 81 MUHAMMED LÜTFÜ AVCI Var olma kavgamız 82 MEHMET FATİH ÖZTARSU ABD, Karabağ için Rusya’dan rol kapabilecek mi? 84 SÖYLEŞİ / ATIF ÖZBEY ABDUL GHAFFAR AZİZ Pakistan’da neler oluyor? 92 SÖYLEŞİ / NESRİN ÇAYLI Üsküdar Belediye Başkanı HİLMİ TÜRKMEN: “Mesuliyet bizdedir; varsa bir suç, o da bizimdir!” 101AHMET SAĞLAM Toprak altında hâlâ cemreyi mi bekliyorsunuz? 102BÜLENT KARA Türkiye’de sağlık hakları 108DR. NURETTİN ALABAY Teknoloji 92 “Bu formülün canlı ve en güzel örneğini Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, duruşuyla veriyor. Ne diyor? ‘Biz bu millete efendi olmaya değil, hizmet etmeye geldik!’ O yüzden Allah, Üsküdar gibi bir yerin Belediye Başkanlığı’nı nasip etmiş bize, Elhamdülillah, bu büyük bir nimet ve mesuliyettir.” 58 60 62 60 66 78 64 68 102 M. SERHAT BICAK Rejimin sigortası MURAT İLKTER Asimetrik paralelde Nadia Comaneci! Şimdi cevabınızı içinizden istediğim soruyu sorayım: AK Parti, bırakın 12 yılı, 5 yılda bir rejim ve sistem oturtamayacağına göre yargının sigortası olduğu ve korunması gereken sistem ve rejim nedir? Hayır, hayır, “Eski Türkiye” diye dışınızdan değil, içinizden verecektiniz cevabı, mızıkçılık yaptınız. Bu cevabı kabul edemem ama yan cebime koyun… 60 MEHMET ŞEKER Paralele nasıl teğet geçtiğimin hikâyesi Bu kadar yıl… Rica edeyim de bir düşünün… Belki de Türkmenlere yardım götüren tırları durduranlardan biri de ben olacaktım. Saffet, kafayı kaldırmadan T cetveliyle plan çizecek, Ali de büyük ihtimal dinleme yapan ekibin içinde yer alacaktı. Kim bilir? 64 Türkiye, evet, iyi bir dersi hak ediyor, çünkü fazla olmaya başladı! Balkanlar ve Kafkaslardaki tüm ekopolitik ve kültürel boşluklarda oyun kuruyor, Kürt sorununda inisiyatifi tamamen ele aldı, Ortadoğu’da başa bela, enerji kaynaklarını her şekilde kontrolüne alıyor, daha önce İran’a karşı ambargoyu deldiği gibi şimdi de Rusya’ya ambargoyu deliyor. Neyine güveniyorsa artık!? 66 AYŞE YAŞAR UMUTLU Siyasî düşüncemizdeki “hikmet” noksanları Düşünsel birikim ve mirasımız, hapsolduğu yerden kurtarıldıktan sonra yeniden düşünmeye hazır ve donanımlı kişilerin hizmetlerine itina ile sunulması zarurîdir. Yürüyecek yeni yolların olmadığı bir siyasî anlayış, kaybolma tüneline girer. Kaybolmak, çoğu zaman yok olmaya eştir. 68 AHMET TURGUT Laboratuvardan çıkan ulus: “ABD” SSCB örneğinde görüldüğü gibi, millet-din-dil birliğinden yoksun bir toplumu sırf ideoloji ile bir arada tutabilmek mümkün değil. Bu yüzden “Son İmparator” mukadderi gördükçe hırçınlaşıyor ve hırçınlaştıkça da yeni savaşlar icat etmeye çalışıyor. 78 YRD. DOÇ. DR. BÜLENT KARA Türkiye’de sağlık hakları Üniversite ve özel hastanelerden bütün vatandaşlarımız yararlanmaya başladı. Genel Sağlık Sigortası ile bütün vatandaşlarımız sosyal güvence kapsamına alındı. 18 yaşın altındaki tüm nüfus ve eğitim görenler, sosyal güvence aranmaksızın Genel Sağlık Sigortası kapsamına alınması sağlandı. 102 eylül 2014 3 haberajanda Editör Sayı: 94/ Eylül 2014 Yeni Türkiye’ye tasfiye ha! İMTİYAZ SAHİBİ AJANDA GRUP BAŞKANI YAYINLAR GENEL YÖNETMENİ GENEL KOORDİNATÖR GENEL YAYIN YÖNETMENİ SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ İNTERNET SAYFASI EDİTÖRÜ REKLAM ABONE ve DAĞITIM KOORDİNATÖRÜ GÖRSEL YÖNETMEN GRAFİK TASARIM FOTOĞRAFLAR HABER AJANDA BASKI Yavuz Selim yavuzselim.ajanda@gmail.com Müzeyyen Selim muzeyyenselim.ajanda@gmail.com Sinan Canan sinancanan.ajanda@gmail.com Erkan Oğur erkanogur.ajanda@gmail.com Mehmet Serhat Bıçak msbicak.ajanda@gmail.com A. Levent Şahsuvaroğlu Ömer Bekir Sadık obsadik.ajanda@gmail.com Bige Canan bigecanan.ajanda@gmail.com Ahmet Oğuz ahmetoguz.ajanda@gmail.com Aykut Koçoğlu aykutkocoglu.ajanda@gmail.com Aktüelya İlker Kırmızı Anadolu Ajansı Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti. tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Kültür Ajanda’nın isim ve yayın hakları Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltd. Şti.’ne aittir TŞOF Trafik Matbaacılık A.Ş. I. Org. San. Böl. Prof. Dr. Orhan Işık Cd. No: 3 Sincan/ ANKARA Tel: 0312 267 08 97 BASKI TARİHİ Eylül 2014 İDARİ ADRES Anafartalar Cad. Şan Sk. 10/303 Kat: 3 Ulus – Ankara Tel: (0.312) 380 90 92 Fax: (0.312) 381 45 65 HABERLEŞME ADRESİ Posta Kutusu 168 06420 Yenişehir/Ankara Posta Kutusu Maltepe/İstanbul okur.kulturajanda@gmail.com Dergide yayınlanan malzemelerin her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına, ilanların sorumluluğu ilan sahiplerine aittir. Dergimiz haber ahlak ilkelerine uyar. ISSN ABONELİK Yurtiçi yıllık abonelik 150 TL, kurum ve kuruluşlar için 300 TL, Kıbrıs için 200 TL, Avrupa için 150 € ve ABD için 200 $’dir. HESAP BİLGİLERİMİZ Aktüelya Basın Yayın ve Reklam Tic. Ltdi Şti. Vakıfbank Ankara Meşrutiyet Şubesi Hesap (IBAN) No: TR 1200015 0015 8007 287367226 Posta çeki Hesap No: 5315328 4 eylül 2014 1306-5742 Abone bildiriminiz için abone.haberajanda@gmail.com e-mail adresine veya 0 533 165 39 82 GSM numarasına mesaj bırakabilirsiniz. 0 312 381 45 65’e faks çekebilirsiniz veya 0 312 380 90 92’yi direkt arayabilirsiniz. “Yedirtmeyiz!” Mehmet Serhat Bıçak msbicak.ajanda@gmail.com Ç >> Yahut oyun oynarken kafamız kolumuz harbiden de yarılıyormuş, futbol oynarken idolümüz olan oyuncu oluveriyormuşuz. Yahut kardeşlerim kendi şarkılarını söylüyorlardı, yer sofrasında tek tabaktan yiyorduk. “Öz” dediğim “samimiyetti, ruhtu” velhasıl... Bizim mahallenin bir aspavası vardı. “Allah sağlık, para, afiyet versin. Amin!” şeklinde bir cümle olduğunu öğretmişti babam. Aspava, normal bir restoran değildir, bir kültürün taşıdığı izdir. Rabbim huzur ve bereketiyle nasiplendirsin, babam siyaset ve aksiyon dolu yaşantısından bir dem sıyrılabilip de gönlü razı olunca işte o aspavaya götürürdü yemeğe. Neydi yiyeceğimiz? Kıymalı pide… O pide gelmeden önce sorulmazdı “Ne içersiniz? Salata alır mısınız?” diye... Hemen salatası gelirdi yemeğin, bir de bir sürahi suyu. Lüksü olsun diye ayranımızı alırdık belki, siyah ya da sarı gazozu boş verin… Şu saydıklarımın içinden en önemlisi bir sürahi suydu işte. Öyle ya, ne yerseniz yiyin veya ne içerseniz için, mutlaka suya ihtiyaç duyarsınız ve aspavada o bir sürahi suyu mutlaka bulursunuz, istemezsiniz ayrıyeten. Şimdi öyle mi? Hangi lokantaya, hangi hızlı yemekçiye gitseniz bir de su siparişi verecek, tarifesi mekâna göre değişen su ücreti ödeyeceksiniz. Hem onlardan bir kuru (!) “Allah sağlık, para, afiyet versin!” duası da almayacaksınız. Değil mi, susuz ve duasız bıraktık su ve dua medeniyetini! Bir gazoz markasının hiç unutulmayacak bir sloganı vardı “İmaj hiçbir şeydir, susuzluk her şey…” diye, bizim aspavacılar da biliyorlardı işte bu hali. Bir yudum su vermezseniz hiçbir kıymetiniz yok. Peki, nedendir sudan geçip de imaja tevessül edişimiz? Su medeniyetini su değil, su gibi aziz insanlar kurmuşlardı. İmaj derdinde değildiler, zira oluşturdukları medeniyet, kendiliğinden bir imaj vermişti cihana. Ancak günümüz projeci (!) yöneticileri, su medeniyetinin su gibi insanlarının yolunu kesip kendilerine baraj yapmaktan ve bu barajlardan dağıttıkları suyun kaynağını kendileriymiş gibi gösterip OCUKLUĞUNU hatırlıyor bazen insan; ne çok özü yaşıyormuşuz meğer. “Öz” dediğim, hani peynirin de güzelini yiyormuşuz, domatesin de... sadece imaj yapmaktan çekinmez olmuşlar. Su çekildiğinde ne yapacaklarını şaşıracak bu projeci baraj imajcıları, arkalarına aldıklarını “Allah’ın suyu” yerine “Benim suyum!” diye uhdelerine kattıkça, Allah onların suyunu kesecek, bir yudum su vermeyecek. Ne olacak bunun sonunda? Projeci baraj imajcılarının hiçbir kıymetleri kalmayacak. Tekrarlayalım: “İmaj hiçbir şeydir, susuzluk her şey…” Tamam, derdimin ne olduğunu anlatayım… “Yeni Türkiye-Yeni Vizyon Zamanı Geldi” adlı kitabıyla Yeni Türkiye’nin ilk siyasetnamesini şekillendiren kıymetli yazarımız ve ağabeyim Servet Hocaoğulları, TRT Haber’de yayınlanan “Sözün Özü” programına konuk oldu ve meramını kısaca paylaştı. Programın yayınladığı günün ertesinde, Servet Ağabey’in Bursa Büyükşehir Belediyesi’ndeki görevinden istifası istendi. Yani “Yeni Türkiye”yi ve “Recep Tayyip Erdoğan”ı anlatan Servet Hocaoğulları, Yeni Türkiye’nin koordinatörü olan AK Parti’nin bir mensubu olarak kazandığı Bursa Büyükşehir Belediyesi Başkanı Recep Altepe tarafından tasfiye edildi. Olay bununla kalmadı ve programın yapıldığı Faruk Saraç Sanat Atölyesi’nde, programın prodüksiyon çalışanları hakkında da bir yerden bir emir geldi: “Onlara su bile verilmeyecek!” “Onlara su bile verilmeyecek!” emrini duyan bu fakirin aklına Şehid-i Kerbela İmam Hüseyin geldi. Ne demek “Su verilmeyecek!”, ne demek tasfiye, ne demek “Benim suyum!”? Recep Altepe, Haber Ajanda olarak kapağımıza taşıdığımız, şahsını ve projelerini daha Osmangazi Belediye Başkanı iken kamuoyuna yansıtarak Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na taşınmasında destek olduğumuz bir isimdi. Başta dedik ya “Her şeyi özü ile yaşadık” diye, biz özü yaşamaya devam edeceğiz yine. Ancak o barajını kurdu ve “Su benim!” dedi. “Su”, Allah’ın suyu… Yedirtmeyiz! Ahmet Yozgat - ahmetyozgat.ajanda@gmail.com haberajanda Karikatür eylül 2014 5 haberajanda Başyazı Kıyamet sarmalı: Z B U dünyada, aklınız başınıza düştüğü günden beri şöyle asgarî bir 15-20 yıl yaşamışsanız, Allah’ın yarattığı sayısız harikanın yanı sıra, onun eşref-i mahlukat ilan ettiği insanın ahmaklıklarına da aşina hale gelmeye başlamışsınızdır. Öğrenebildiğiniz kadarıyla tarih, şanlı zafer ve heyecanlı çekişmelerin yanında, size insanın ahmaklığının kaba bir kronolojisini de verir. Ne kadar derine bakarsanız, insan olmanın o “iki ucu keskin kılıç” tabiatını da o kadar derin, o kadar net bir açıklıkla fark edersiniz. >> Bu ülkenin gündemi sürekli değişir. (Aslında şöyle demeli belki: Değişiyormuş gibi görünür.) Değişmeyen en önemli hadiselerden biri, arka planda sürekli işleyen bir kadim hamakattır. Birilerinin eline güç yahut “güç vehmi” geçer, zulmedecek birilerini bulur, onlara kendi kudret ve iktidarı nispetinde zımnen ve muvakkaten zulmeder, ardından bu zulmün mağduru bir kısım mazlum, bir zaman sonra eline bir güç geçirir ve yeni mazlumlar bularak onlara zulmetmeye ve çoğu zaman geçmişten tevarüs ettiği “intikam” hisleriyle yeni mazlumlar kitlesi yaratmaya devam eder… Olaylar, mekânlar, zamanlar, 6 eylül 20142014 temmuz insanlar, gerekçeler ve neticeler farklı görünse de, gerek mikro, gerek makro ölçekte bu süfli tarafımız, kaderimizin çizgisini belirleyen en önemli alametimiz olarak orada ve öylece sabit kadem durmaya devam eder her nasılsa… İstediğin ne? Yukarı mı, aşağı mı? İnsanın mahiyetini, kalabalıkların psikolojisini, insan olmanın tabiî kökenlerini biraz tefekkür ettiğinizde, aslında manzara bir miktar daha net ve açıklanabilir bir zaviyeye de kavuşur. Tabiatı gereği zihinsel dünyasını teşkil eden süflî ve âlî fakültelerin çatışması ze- mininde bir hayat süren insan fertleri, yüksek seciyelerinin hayvanî özlerine hâkimiyet kabiliyeti nispetinde bu dünyaya insanca bir nizam verebilirler. Fakat ekserimiz, insanlığın hemen her döneminde, muhtelif nedenlerle bu yüksek fakültelerini geliştirememiş, hayvan ve bitki tabiatlı alt benliklerini zapturapt altına alabilme hususunda gerekli gelişim basamaklarını aşamamış bir terkip içinde hayatlarını sürdürme makamında kalmaya mecbur haldedir. Hal bu olunca, en karmaşık sosyal yapılarda bile bir grup akılsız, maymunun dahi tevessül etmeyeceği derecedeki ve kendi cinsinin doğrudan zararına olacak nice ahmakça hareket tarzını iştiyakla benimseyebilme hususunda bütün hayvanlardan yüz gömlek maharetli bir canlı türü görüntüsü vermekten kurtulamaz. İnsan fertlerinin “âlây-ı i’lliyn” (yükseklerin yükseği) ile “esfel-i safilin” (aşağıların aşağısı) arasında salınan bir sarkaç misali olması, Her Şeyin Yaratıcısı Halık-ı Zülcelal’in muradıdır. Bu özellik, insan mizacında bu dünyanın tabiî terkipleri içinde, milyarlarca yılda pişirilen hayvanî bir beden ve ona uygun zihinsel fakülteler ile, ön-insan olarak nitelenebilecek “beşer”i arzın zemininde Allah’ın halifesi olabilecek “insan”a sıçratan ilahî “nefes” iradesinin aynı maddî bedende buluşması neticesinde hayat bulur. Zihnimizin içinde, bizi kural tanımaz bir mahlukat gibi davranmaya çağıran, zevkperest, hodbin, intikamcı, refleksif, konformist, bencil ve başına buyruk “hayvanî” yanımız ile ötelere meftun, kabuğunda sıkışan, âlemleri kapsayabilecek enginlikte, anlam bulmaya mecbur, irade-i cüz’iyeye layık “insanî” tarafımız, birbiri içinde girift bir ağ misali işlenmiş durumdadırlar. Bu dünyanın imtihan alanı olması ve insanlar olarak “imtihanla mükellef zihayat” taifesinden olmamızın altında da temel olarak bu “ikili” yapımız yatıyor. İrademizin henüz elimize verilmediği bebeklik yıllarından erişkinliğe ulaşma eşiğimiz olan buluğ çağının başlangıcına kadar olan dönemler de dâhil, tüm hayatımız aslında bu iki zıt zihinsel yapılanma içinde sarkaç misali salınmamızın öyküsü… Bize bahşedilen cüz’i irade, sarkacın ucunda kaderimizin resmini amel defterimize çizen o şahsî şakülümüzün salınımını, periyodunu değiştirebilme, onu istediğimiz tarafa yönlendirebilme gücünün adı. Biraz uzaktan nazar edilebilse, Doç. Dr. Sinan Canan sinancanan.ajanda@gmail.com ulme karşı zulüm! denklem pek basittir esasında: “Niyetimiz nedir? Doymak bilmeyen hayvanî güdüleri tatmin mi, yoksa sürekli yükselmek demek olan zorlu terakki ve inkişaf yolunda kararlı olmak mı?” Uçmak için kanat lazım Yükseklere giden yol çetindir. Uçmak için sürekli kanat çırpmak mecburiyetinde olan bir kuş misali mütemadiyen çabalamayı, asgarî de olsa kesintisiz faaliyeti gerektirir. Yol engebelidir; kişisel tarihçemize, bize verilen benzersiz terkibe, içinde yaşadığımız devir ve şartlara göre farklı olsa da engeller çoktur. Öncelikle tabiatımızdaki hayvanî güdüm, zannettiğimizden pek daha kavî, çok daha dessas ve pek çok daha maharetlidir. “İnsan gibi yaşıyoruz” sanırken, imtihanın en büyük sırlarından olan o nefis kuvvetleri bizi kolaylıkla sefalete, düşüklüğe, beşerliğe çekebilir: Öfke, kin, nefret, husumet… (Ve daha nice nice silahlarla mücehhezdir o sırlı yanımız.) Zulüm, mazlumu bir nevi tornaya çeker. Mazlum bir hayvan olsa, kaçınmayı ve uzak durmayı öğrenir. Mazlum olma hali insanı da kökten değiştirebilecek bir potansiyele sahiptir. Fakat insana verilmiş karmaşık zihinsel cihazlar, mezkur neticeyi de aşağı hayvanların âleminde pek rastlamadığımız bir giriftlikte çeşitlendirir. Aklının marazî kısımlarıyla zulmün acısını birleştirebilen insanoğlu, hayvanlarda dahi görülmeyen bir gaddarlık düzeyine rahatlıkla ulaşabilir. Daha fenası, marazî akıl, insanoğluna yaptığı ve yapacağı haksızlıklar için nice geçerli ve akılcı gerekçeler üretebilir. vicdan, geleceği hesap etme, diğerkâmlık ve daha nice üst sınıf Rahmanî kodların devreye sokulması ile tecelli edebilir. Bu vasıfların her hal ve şartta oyuna dâhil olmaları, ancak “beşer”i “insan”a tebdil eden yüksek zihinsel donanımların evvelden antrenmanlı olması halinde mümkün hale gelir. Hayatı boyunca doyuma, konfora, zevke, hazza, rahatlığa ve bencilliğe programlı bir zihin, mütemadiyen “irtifa” yitirmesinden dolayı zamanla bu yüksek zihinsel melekelerin kaabiliyetlerinden mahrum hale gelir. Böyle bir seyir içinde geçen yıllar, elde sadece en basit, en aşağı düzeyde bir tepki repertuvarı bırakır: “Zulüm karşısında zulüm ve dişe diş, kana kan… İntikam!” Bu denkleme yalan yanlış inançları, yarım bilmeleri, ideolojileri, sunî aidiyetleri, gelenekten gelen fikr-i sabitleri ve daha sayısız insanî çer çöpü de ekleyince, insanın bu anlaşılmaz tarafı biraz daha anlaşılabilir bir hale bürünmeye başlar. Kıyamet de işte bu necis sarmalın tam dibinde kopar. “Eyvah!” demeden… Zulme karşı zulüm, insanîdir. Fakat insanın en süfli tezahürlerindendir. Zulme karşı zulüm döngüsünü kıramayan ya zalim ya da mazlum olmayı baştan kabul etmiştir. İnsanın terkibinde esaslı bir yer tutan “Adl” esmasının bir neticesi de insanî intikam duygusudur. Fakat bu, Adl esmasının fiilî hali olan “adalet”in en alt, en hayvanî düzeyidir. Gerçek adalet, insana dercedilmiş diğer fakülteler olan akıl, Rabbimizin bize verdiği ömür müddetince bu imtihan devam ediyor. Bize önerilen bütün fizikî ve ruhî talimler de aslında bu imtihanda korunmamız için. Açlıkla, disiplinle, malımızdan vermekle, isteklerimizin bir kısmını zaptetmeye gayret etmekle yüksek ruhî seciyelerimizi geliştirmenin yollarını öğrenmemiz gerekiyor. Fakat bu talimlerin sadece şeklen ifası arzulanan neticeyi vermediği gibi, insanoğlun o hazin “Veyl” hitabına mazhar dahi edebiliyor. Akletmek, tefekkür etmek, mütemadi bir kontrol bilinci, insan olabilmenin, insan kalabilmenin ve buralardan insan gibi gidebilmenin en önemli şartları. Bu vazifelerde tembelliğin yerini doldurabilecek hiç bir ritüel, hiç bir fiziksel yahut malî yöntem mevcut değil. Ne kadar insan olabildiğimizi sürekli izleyebilmemiz için güzel bir kıstas var: Uğradığımız yahut haberdar olduğumuz zulme karşı nasıl bir “ilk” duruş sergiliyoruz? Zulme karşı nasıl bir refleksler dizisine sahibiz? Ne kadar insanca, ne kadar beşerce tepki üretiyoruz? Zulme karşı duruşumuz, ne kadar “insan” olduğumuzun en açık göstergelerinden biridir. Ne zaman gündeme baksam, gayriihtiyarî olarak insanın bu garip ikilemini, tarih boyunca bu imtihandaki uslanmaz hamakatını görüyorum ve gözlerim onunla adeta kamaşıyor. Tartışılan olaylara değil, onları tartıştıran terkibimize takılıyor hep gözüm. Biliyorum ki gündem denen şey, ona nasıl baktığınıza göre sizi etkiler. İsterseniz onu kanadınız altındaki yele, isterseniz sırtınızda bir yüke dönüştürebilirsiniz. Seçim ve imtihan sizin!.. eylül 2014 7 Haber Ajanda AYINOLAYLARI Ayın Olayları Cumhurun seçeceği ilk başkan için aday belli oldu! “Türkiye bugün, öz ve ru “A ZİZ Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin 12. Cumhurbaşkanı ve halkın doğrudan oylarıyla seçilmiş ilk cumhurbaşkanı olarak bugün vazifemizi devralıyoruz. >> Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanıyken 10 Kasım 1938’de vefatınızın ardından, cumhurbaşkanlığı makamı ile cumhur arasındaki irtibat maalesef zayıfladı; cumhur ile başkanı arasına mesafeler girdi. 2007’de yaptığımız bir Anayasa değişikliğiyle cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesini temin ettik. 10 Ağustos’ta bu büyük değişiklik hayata geçti. Bugün halkın doğrudan oylarıyla seçilmiş ilk cumhurbaşkanı görevine başlarken, aslında bir kez daha cumhur ve başkanının, devlet ve milletin muhabbetle kucaklaşmasına vesile olduğuna inanıyorum. Siz ve tüm silah arkadaşlarınız, İstiklal Savaşı’nın ardından istikbal mücadelesini başlatmış, Türkiye’yi muasır medeniyetler 8 eylül 2014 seviyesine çıkarmak için büyük gayret göstermiştiniz. Sizin başlattığınız bu mücadele, 10 Ağustos tarihinde cumhurbaşkanının da halk tarafından seçilmesiyle yeni bir zaferi tecrübe etmiş oldu. Halkoyuyla seçilmiş ilk cumhurbaşkanının göreve başladığı bugün, Türkiye’nin küllerinden doğduğu, ‘Yeni Türkiye’nin inşa ve imar sürecinin güç kazandığı gündür. Hiç kuşkunuz olmasın ki bugün, 23 Nisan 1920’de ilk adımlarını attığınız ‘Büyük Türkiye’ ruhunun, özünün, hayal ve ideallerinin dirildiği gündür. Türkiye bugün, kadim medeniyet kaynaklarıyla tekrar kucaklaşmış, özüyle ve ruhuyla tekrar buluşmuş, hâkimiyet-i milliyeye her zamankinden çok daha fazla güç kazandırmıştır. Vazifeye başlayışımın bu ilk gününde ülkemiz, vatanımız, devletimiz ve bayrağımız için, en önemlisi de aziz milletimiz için her zamankinden daha çok çalışacağıma dair milletime söz veriyorum. Bu vesileyle tüm şehitlerimizi ve şahsınızda tüm gazilerimizi rahmet ve minnetle yâd ediyorum. Ruhun şad olsun…” *** Anıtkabir Özel Defteri’ne kaydedilen bu tarihî sözler, 12. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Çankaya Köşkü’ne çıktığı 28 Ağustos 2014 gününün Türkiye Cumhuriyeti’nin 90 yıllık geçmişine çekilen önemli bir hâsıla olduğunu gösterdi. Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Cumhuriyeti’nin 12. Cumhurbaşkanı olarak 10 Ağustos 2014 günü halk tarafından doğrudan seçilmişti. Hiçbir ara mekanizma olmaksızın millet iradesinin yansıdığı seçimin ardından Erdoğan, Başbakanlık ve AK Parti Genel Başkanlığı görevlerini bıraktıktan hemen sonraki gün, yani 28 Ağustos günü Keçiören’deki huyla tekrar kucaklaşmıştır” evinden forsu kapalı ve yaveri hazır makam arabasıyla ayrıldı. Mahallelilerin büyük teveccühünü alan Erdoğan, buradan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne doğru yola koyuldu. Meclis Şeref Kapısı’ndan girerek ağırlanan Erdoğan, Genel Kurul Salonu’na teşriften evvel birkaç dakika dinlendirildi. TBMM Başkanı Cemil Çiçek’in arzı sonrasında Genel Kurul’a Başkan Kapısı’ndan giren Erdoğan’ı tüm milletvekilleri –İçtüzük’te belirtilmiş ifadeylehürmeten ayakta karşıladılar. Yüksek Seçim Kurulu’nun TBMM Başkanlığı’na sunduğu 12. Cumhurbaşkanlığı mazbatasını hayır dua ile tevdi eden Çiçek, daha sonra Erdoğan’ı kürsüye Cumhurbaşkanlığı Yemini’ni okuması üzere yönlendirdi. Yemin töreni biter bitmez Türk Silahlı Kuvvetleri Başkomutanı sıfatını da alan Erdoğan için, bir geleneği canlı tutmak adına 81 ilde 101 pare top atışı gerçekleştirildi. Erdoğan’ın salona girişinden önce töreni terk eden CHP milletvekilleri hazirûnda yerlerini almazlarken, AK Parti, MHP ve HDP’li vekiller yemin ve İstiklal Marşı sırasında teamüllere uygun biçimde hareket ettiler. Herhangi bir kompleks taşımaksızın HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ayakta alkışlaması bu noktada ayrıca övgüye mazhar bir davranıştı. Zira başlangıçta CHP tarafından yakışıksız şekilde gerçekleştirilen birtakım olaylar, Meclis vakarına onlarca yabancı misafirin gözü önünde, bu güzel ve onurlu günde halel getirmişti –olaya “burada” değinmeyeceğiz-. Yemin töreninin ardından forsu açılan arabasıyla Meclis’ten ayrılan halk tarafından seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı Erdoğan, buradan Anıtkabir’e vardıktan sonra Aslanlı Yol’dan geçerek mozoleye çelenk bıraktı ve nihayet en başta yer alan o tarihî cümleleri Özel Defter’e not etti. Yıllardır belirtmiş olduğu üzere gerçekleştirdiği siyasetin bir tür özetini yansıttığı cümlelerinde en çok öne çıkan sözler, milletin devletle kucak- laşması ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin öz, ruh, hayal ve ideal noktasında dirilmesine işaret ettiği sözlerdi. Ancak bu öne çıkan sözlerin başlangıcı, aslında söz konusu metnin de başlangıcındaydı. Zira Erdoğan, Atatürk’e hitaben ve millet düşmanlarına resmen rest çekercesine, “Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanıyken 10 Kasım 1938’de vefatınızın ardından, cumhurbaşkanlığı makamı ile cumhur arasındaki irtibat maalesef zayıfladı; cumhur ile başkanı arasına mesafeler girdi” diyordu. Bu söz, Kurucu Lider’e kurmuş olduğu ülkenin yeniden dirildiğini, kurucu iradenin o günkü gibi yine millet olduğunu gösteren keskin bir nitelik taşıyordu. Anıtkabir’den ayrıldıktan sonra önce Başbakanlık Konutu’nda bir süre dinlenmeye ve hemen ardından da karşısında bulunan Çankaya Köşkü’ne geçişinde Erdoğan’ı evvela 16 sancaklı atlı birlik karşıladı. 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eşi Hayrunnisa Gül’ün Erdoğan çiftini ağırlamasının ardından verilen küçük veda resepsiyonunda 11 ve 12’nci Cumhurbaşkanlarının konuşmalarının ardından bu onurlu gün devir teslim anlamında tamama ermiş oldu. 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile eşini uğurlayan Erdoğan çifti, 95 yabancı ülkeden gelen misafirleri için özel bir akşam yemeği tertipledi. Erdoğan’ın Çankaya Köşkü’ne çıkışını, daha doğrusu 28 Ağustos 2014 gününü Balkanlarda, Ortadoğu’da, Kafkasya’da, Afrika’da ve elbette Avrupa ve Amerika’da yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının yanı sıra, özellikle zulüm altında baskıyla hayat süren Müslüman milletler ve soydaşlarımız ümit ve hasretle takip ettiler. Rabbimiz vazifesi başında ancak himmeti millet olarak hizmet ve mücahede edecek Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı, kendisine ilim, sabır, kuvvet ve yalnız temiz siyaset lütfederek nasiplendirsin, milleti önünde ve Rabbi indinde muvaffak eylesin… eylül 2014 9 Haber Ajanda AYINOLAYLARI Ayın Olayları AK Parti’de yeni dönemin adı “Davutoğlu” 10 AĞUSTOS 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminin galibi Recep Tayyip Erdoğan olunca, Başbakanlık ve AK Parti Genel Başkanlığı makamlarına kim veya kimlerin oturacağı merak konusu olmuştu. Cumhurbaşkanı seçilmesinin hemen ardından partiyi kongreye götürecek kişinin kim olacağı konuşulurken AK Parti, çok keskin bir kurumsal atak gerçekleştirerek Cumhurbaşkanlığı mazbatasını almayan mevcut Genel Başkan Erdoğan’ın kontrolünde istişarelerini gerçekleştirdi ve yine onun sunumuyla gösterilen tek aday Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ismiyle ilk olağanüstü kurultayını tamamlamış oldu. >> Delegasyonun tümünün imzasıyla aday gösterilen Davutoğlu, 27 Ağustos 2014 günü bin 382 oy alarak AK Parti Genel Başkanı seçildi. Kurultaya çok erken saatlerde gelen Recep Tayyip Erdoğan, önce toplantının yapıldığı Ankara Arena Spor Salonu dışındaki binlerce vatandaşa hitap etti, sonra da salonu hınca hınç dolduranlara yaklaşık bir buçuk saatlik bir konuşma gerçekleştirdi. Bu kongrenin bir veda olmadığını, yalnız isimlerin tabiî olarak değiştiğini vurgulayan Erdoğan, kendisinden sonra görevi alacak olan Davutoğlu hakkında üstüne basa basa “Emanetçi değil” ifadesini kullandı. Haluk İpek’in Kongre Divan Başkanlığı’nı yaptığı kongrede daha sonra Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu kürsüye çıktı ve gelecekte Türkiye’yi ve dünyayı bekleyen medeniyet tasavvurunun manifestosunu bildirdi. Yaptıklarıyla elbette hakkı olduğunu tevdi ettiğimiz AK Parti’nin, bu kongresinde doğrudan medeniyet çizgileri Davutoğlu’nun dilinden bir gergef gibi çekildi. Davutoğlu’nun AK Parti 1. Olağanüstü Kongresi’nde sunduğu, selamıyla Hakk’tan kuvvet, Enbiya ve Evliyadan da himmet dileyerek başladığı ve 9 ana başlığa ayırdığı o tarihî mani- 10 eylül 2014 festodan bazı satırbaşları şöyle: “Biraz önce ulu erenleri zikrettim. Horasan erenlerinden, Mezopotamya mellelerinden bahsettik. Kars’ta Hasan Harakani’yle Doğu Beyazıt’ta Ahmedi Hani aynı medeniyetin çocuklarıydı; Hazreti Mevlana’nın irfanı ve marifeti, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın marifeti ve irfanıyla aynıydı. Bu irfanları bölmek için, bu kardeşleri birbirine düşman edebilmek için her türlü yolu denediler. Terörü denediler, siyasal ırkçılığa yöneldiler. Bizim iktidar olduğumuz Türkiye’de hiç kimse, şu veya bu gerekçeyle bir daha ötekileştirilemeyecek; tarihdaşlığımız korunacak, kaderdaşlığımız korunacak, eşit vatandaşlık hukuku daima önde ve temel ilke olarak benimsenecek. İnsan onuru, insanın eşref-i mahlûkat olma özelliğinden gelir. O onuru korumak, bizim aslî görevimizdir. Bu onurun esası da özgürlük ve güvenliğin teminidir. Özgürlüğü garanti edilmemiş insanın onur duyması mümkün değil, güvenliği tehdit altında olan birinin kendi özgürlük alanını yaşaması da mümkün değil. Onun için hep özgürlük ve güvenlik dengesi dedik. (…) Ama her özgürlük de bir sorumluluk getirir. Basın ve ifade özgürlüğü, basın ahlakını gerektirir; girişim özgürlüğü, meşru ve helal rızık arayışını gerektirir; inanç özgürlüğü, diğer inançlara saygıyı gerektirir. Biz özgürlükleri yeni bir ahlakî formasyonla buluşturacağız. Hem kadim kültürümüzün siyaset-felsefe metni olan Nizamülmülk’ün Siyasetname’sindeki ehliyet esasları açısından, hem de modern rasyonel bürokrasinin şartları açısından bürokraside aranacak tek nitelik ehliyettir, liyakattir. Şu veya bu networkle, eskiden bazı locaların yaptığı şekilde, şimdi de paralel devlet yapılanması içinde o networkler üzerinden bürokrasiyi ele geçirmek, daha sonra da ele geçirilen bürokrasi üzerinden milletin seçtiği siyasî otoriteye şantaj yapmak açık bir ihanettir. Bu, ter dökmeden devleti ele geçirmek isteyen zihniyettir. Buna izin verilmeyecek ve bundan sonra bürokrasiyi kontrol etmek suretiyle devleti ele geçirmek isteyenler, ister cunta heveslileri olsun, ister belli loca mahfilleri olsun, ister paralel devlet yapıları şeklinde olsun, hiçbir şekilde devletimize nüfuz edemeyecekler. En önemli restorasyonumuz, ahlak restorasyonudur. Sayın Cumhurbaşkanımızın AK Parti’yi ilan ettiği günlerde ‘Erdemliler Hareketi’nden söz edilmişti. Bizim için siyaset, bir erdem ve ahlak vesilesidir. Siyaset, ahlak ve erdeme dayandığı zaman anlam taşır, var oluşumuza cevap teşkil eder. Onun için siyasetimizin ahlakı, Şeyh Edebali’nin ahlakıdır: ‘İnsanı yaşat ki devlet yaşasın…’ Konuşmamızın başında erkân pirimiz olarak Hacı Bektaş-ı Veli’ye atıfta bulunmuştum. Onun dediğini diyeceğiz: “Eline, diline, beline sahip ol!” Ahlakın ve erdemin olmadığı siyaset yozlaşır, çürür. ‘Adalet mülkün temelidir’ dendiğinde, sadece şahsî mülk kaste- dilmez; kastedilen devlettir aynı zamanda. Adaletin olmadığı devletin yaşaması mümkün değildir. İster Tursun Beğ’in adalet dairesine bakınız, ister Hazini’nin Kitab-ül Mizan-ül Hakk’ına bakınız, isterseniz modern adalet teorilerine, devletin ve siyasetin esası adalettir. Şimdi 12 Ekim’de Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu seçimleri var. Öyle bir hava estiriliyor ki, sanki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden daha önemli. HSYK seçimi, belli bir adalet felsefesine inanmış, saygın yargı mensupları arasında yapılan, nihaî kertede bu adaleti tesis etmek üzere yapılan meslekî bir seçimdir. Ama birileri şöyle düşünüyorlar ve diyorlar ki, ‘Eğer bu seçimlerde, geçmişte olduğu gibi kendi otoriterimizi kurarsak, yaptığımız çalışmalarla tek bir fikre, düşünce ya da çevreye ait olan HSYK oluşturursak, bu HSYK milletin seçtiği siyasî irade üzerinde Demokles’in kılıcı gibi durur’. Hiç heves etmesinler! Hiçbir kılıç, milletin iradesinden daha güçlü değildir, hiçbir güç milletin iradesini aşamaz. Bir büyük restorasyon, inşa, ihya ve yeniden uyanış faaliyeti de kültür ve medeniyet restorasyonudur. Bu topraklarda başta selamlayarak her birine hitapta bulunduğum o ulu erenler, bize büyük bir kültür ve medeniyet mirası bıraktılar. Dünyada hiçbir ülke, medeniyet mirası bakımından bizim ülkemiz kadar şanslı ve birikimli değildir. Eğer insanlık tarihi kadim, modernite ve küreselleşme gibi evrelere ayrılırsa şunu çok açık bir şekilde söyleyebiliriz ki, bu ülke, bu aziz topraklar, bu sadece jeostratejik değil, jeokültürel öneme haiz topraklar, kadimin bütün renklerini bünyesinde barındırırlar; İslam medeniyetini, ondan önceki Mezopotamya kültürünü, ondan önceki Hitit kültürünü, Roma kültürünü bünyesinde barındırırlar. Hiçbir medeniyet havzası yoktur ki Anadolu’yla etkileşime girmemiş olsun. Yine modernite esas alındığında bu kadim kültüre sahip olan başka hiçbir ülke yoktur ki moderniteyle bizim gibi yüzleşmiş olsun. Ve nihayet küreselleşmeyi de bizim kadar derinden ve yakından yaşayan bir başka ülke yoktur. İki dezavantajımız olan enerji açığı ve cari açığa karşı hem coğrafyamızdan, hem nitelikli kalkınma ve nitelikli insan unsurumuzdan gelen kaynakları kullanarak harekete geçeceğiz. Şu anda dünyanın 17’nci, Avrupa’nın 6’ncı büyük ülkesiyiz ekonomik anlamda. İnşallah, hiç kimsenin şüphesi olmasın ki önümüzdeki dönemde, 2023’te dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına girmek için gece gündüz çalışacağız ve bu hedefi gerçekleştireceğiz. Dış politikamız çok boyutlu olmuştur, çok boyutlu olmaya devam edecektir –bu, coğrafyamızın bir zaruretidir-. Türkiye’yi Avrupa’yla Asya kıskacı arasına almak isteyenler, Türkiye’nin coğrafyasından bîhaberdirler. Türkiye’nin Avrupa Birliği hedefi, stratejik bir hedeftir ve kararlılıkla sürdürülecektir. Ama Türkiye’nin stratejik gücü de çevre bölgelerde ve havzalarda birikecektir. Onun için, ekonomimize büyük kaynak sağlasın diye, vizeleri kaldırma politikası takip ettik ve 74 ülkeyle vizeleri kaldırdık, 19 ülkeyle hükümetler arası mekanizmalar kurduk, ortak kabine toplantıları yaptık ve bu yolla dış ticaretimizin önünü açtık. Bu yola girerek Afrika’da temsilin önünü açtık. 12 olan Afrika büyükelçiliğinin sayısını 35’e çıkardık. Gururla ve iftiharla söylüyorum: Şu anda 222 dış temsilcilikle dünyada en fazla temsil edilen 7’nci büyük ülkeyiz.” Kongrenin hemen ertesi günü Cumhurbaşkanlığı’nı devralan Erdoğan’ın hükümeti kurma görevini de verdiği Davutoğlu, Türkiye Cumhuriyeti 62. Hükümeti’ni kurarak Başbakan unvanını da almış oldu. Davutoğlu’na vazifesinde muvaffakiyet dilerken, Rabbimizden kendisine ancak milletine hizmet etme yolunda büyük kuvvet, kararlılık, cesaret, iman ve temiz siyaset lütfetmesini niyaz ediyoruz. eylül 2014 11 Haber Ajanda AYINOLAYLARI Ayın Olayları Dirayette A DI evvela Suriye’deki iç savaşta duyulan bir örgüttü IŞİD. İsmine dair açılım anlamını belirterek Din-i Mübin-i İslam’a karşı yöneltilen saldırı cephesini genişletmemeye gayret ediyoruz. Bu örgüt, önce Esed’e karşı savaştığına yönelik bir imajla sunulmuştu dünya kamuoyuna. Ancak zaman gösterdi ki IŞİD, bölgede kurucu hegemonyaya hizmet edici bütün taşeronluğu üstlenen suni ama asla Sünni (yani Ehl-i Sünnet akaidine bağlı) olmayan bir organizasyon imiş... >> Taşeron faaliyetlerinin ilk emaresini, Suriye’nin Rakka bölgesindeki petrol kaynaklarını teslim alarak işletmesine yaptığı katkılarla gösteren örgüt, bu kodun deşifresi ile aslî hüviyetini kuşanarak Suriye’den –tabiî Suriye’nin bir ucunu da bırakmaksızın- Irak’a yönelmişti. Irak’a girişinde ordudan hiçbir tepki görmeyen, hatta önünden kaçılarak toprakları açıkça teslim alan örgüt, Tuzhurmatu’nun ardından Musul’u da almıştı. Ancak Irak’ta hiçbir askerî müdahaleyle karşılaşmayan bu örgüt, Türkiye’nin Musul Başkonsolosluğu’ndan görmüştü dirayeti. Öyle ya, Musul Valisi, gösterdiği cesaret ve dirayetli duruşundan dolayı Başkonsolosumuz Öztürk Yılmaz’ı tebrik etmiş, ancak hakkında endişeler taşıdığını belirtmişti. İlginç bir tevafuktur ki, Başkonsolosumuzun adı Öztürk Yılmaz’dı ve öz Türk yılmamıştı. Kendi vatanında arkasına bakmadan kaçan orduya ders vermişti kıymetli diplomatımız. IŞİD militanları Türkiye Cumhuriyeti Musul Başkonsolosluğu’na girmiş ve Başkonsolosumuz, ailesi, diğer çalışanlar ve güvenlik görevlilerinin dâhil olduğu 49 kişiyi rehin almışlardı. Peki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti yılabilir miydi bunun 12 eylül 2014 karşısında? Vatandaşları için ne yapacaktı? 101 gün boyunca alıkonuldu 46 vatandaşımız ve 3 Iraklı Konsolosluk çalışanı. Irak’tan Suriye kanalıyla Şanlıurfa’ya getirilen 46 vatandaşımız Ankara’ya, aynı çalışmayla kurtarılan 3 Iraklı da kendi evlerine ulaştırıldılar. Böylelikle terör karşısında yılmamış olduğunu gösterdi Türkiye. Sabretmişti, sessiz ve derinden işlemişti her şeyi. Şükürler olsun ki zor bir görev uğruna Musul’da bayrağımızı taşıyan ve sancaktarımızın yanında olan tüm kardeşlerimize kavuştuk. Bugüne kadar gösterilen imajlarda Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile IŞİD’i aynı kadraja kondurmaya çalışan birçok operasyonla karşılaşmıştık. Öyle akıl almaz komplolar dinliyorduk ki, bu komploların bazısı, Türk devlet teşkilatını yüceltmeye yönelik paravan malzemelerle döşenip sunuluyordu. IŞİD, yabancı mahfiller ve bunların işbirlikçileri tarafından Türk derin yapısının kurdurduğu bir örgütmüş gibi arz ediliyordu sürekli. Yine de hüsnüzan ile yaklaşmak istediğimiz ve az önce belirttiğimiz bir kısım komplocularsa, sağ taraflarından yaklaşılarak kulaklarına fısıldanan “Bölgeye tamamen hâkim olmak için bu örgütü Türkiye kurdu. Kaçırma filan hep mizansen… Hem başkalarının kurduğu terör örgütleri var da bizim niçin olmasın?” suflesini bir evreye kadar yutmuşlardı. Fakat tarih şuuru gösterdi ki bizim devlet geleneğimizde böyle bir çapsızlık yok… Bu noktaya gelinene kadar IŞİD ismini en iyi hatıra, Adana’daki MİT tırlarının durdurulması ve 17-25 Aralık darbelerinin üzerine böylelikle bir de sos dökülmesi hadisesiydi. Nitekim bu olayda durdurulan ve tartaklanma cüretine muhatap kılınan MİT mensuplarının IŞİD’e silah yardımı sağladıkları öne sürülüyor, dolayısıyla Türkiye’nin bu örgüte, Esed’e karşı giriştiği sahte savaşta yataklık ettiği iftirası atılıyordu. Şimdi önümüzde duran gerçekse şu: MİT tırları, açıklanmak zorunda kalındığı üzere Türkmenlere yardım götürüyorlardı. Fakat durdurmayla onlara bu yardımlar ulaşmadı. Sonuç ise, yardımlara erişemeyen Türkmenlerin IŞİD tarafından zulüm görmesi oldu. Yani MİT, önemli bir istihbarat yakalayarak soydaşlarımıza ulaşmaya çalışıyor, ama engelleniyordu. Zaten her fotoğraf gösteriyordu ki IŞİD, Türkiye’nin desteklediği Özgür Suriye Ordusu’nun asla kabullendiği bir parça olmadığı gibi, Esed’in uzlaştığı bir ihale şebekesiydi ayrıca. Vatandaşlarımıza kavuştuğumuz 21 Eylül 2014 gününe kadarki 101 günlük zaman diliminde bu tür saldırılar Türkiye’ye karşı sürekli tekrarlandı. Bölgede yükselen tasarrufu sıfırlanmak istenen Türkiye, doğrudan bir yalnızlaştırma politikasına, soğuk bir ambargoya tâbi tutuluyordu. Hatta bir gün baktık ki haberlere bir çocukcağız yansımış ve hikâyesi şöyle imiş: Ankara’nın Altındağ ilçesinden arkadaşlarıyla çeşitli yollara gi- n hürriyete… Başbakan Ahmet Davutoğlu, serbest bırakılan rehineleri, özel uçak “TUR” ile Şanlıurfa GAP Havaalanı’ndan Ankara’ya getirdi. Esenboğa Havaalanı’na gelen uçaktan indikten sonra ailelerle sohbet eden Davutoğlu, Musul Başkonsolonsu Öztürk Yılmaz’ı alnından öptü. rerek Suriye üzerinden IŞİD’e katılan 16 yaşındaki bir yavrumuz, vurulduğu ve tedavisi sağlanamadığı için Türkiye sınırına koyularak terk edilmiş. Tabiî sınırda askerlerimizce bulunan çocuk, önce bulunduğu bölgede bir hastaneye yatırıldı ve tedavi edildi, ardından da memleketi Ankara’ya ailesiyle buluşturularak gönderildi. Bir örgüt düşünün ki kendine inananları ölmeye ve öldürmeye davet ediyor, kafa keserek veya toplu yaylım ateşine tutarak infaz gerçekleştiriyor; ama bir militanını da “Yahu bunu tedavi edebilecek hiçbir imkân ve donanıma sahip değiliz. Irak’ı resmen işgal ettik, ama burada da Saddam’ın bir sürü silahını elde etmemize rağmen bir tane hastane, bir tane doktor bulamadık. Bu çocuk Türk’tü; en iyi Türkiye sınırına bırakalım, nasılsa oradan bize çok gönüllü akıyor, bizi seviyorlar, bu çocuğu da iyi ederler” diye düşünerek hiçbir militana uygulamayacağı bir kıyak geçiyor, öyle mi? Yavrumuza Allah acil şifalar versin, tabiî ailesine de sabırlar, çok şükür bu yavrumuz kurtuldu o beladan, ama kurbanı Türkiye olan bir oyunun bilinçsiz bir parçası yapıldı. Zira bu yavrumuzdan evvel özellikle Ankara, Altındağ ve Hacı Bayram-ı Velî üzerine hazırlanan bütün işbirlikçi hamleler yapılmıştı, ancak tutturulamayan iddialar bu yavrumuzla somuta erdirilmiş oldu. En son TÜSİAD’a konuk olan Cumhurbaşkanı Erdoğan, konuşmasının bir bölümünde edepsizlik, alçaklık ve adilikle suçladığı The New York Times’ten bahsederken, kendisinin ve Başbakan Davutoğlu’nun bulunduğu Hacı Bayram-ı Velî Camii’nden çıkış esnasına ait bir fotoğrafı yayınlayarak IŞİD’e katılımların merkezinin bu adrese dayandırılmasını eleştirdi. Zira bu haber, gelinen en azgın noktanın göstergesiydi. Tam da Türkiye’nin, halkın doğrudan etken olacağı ilk Cumhurbaşkanlığı seçimi hazırlıklarına başlanırken karşılaştığı rehine krizi, Erdoğan’ın Köşk’e çıkması ve Davutoğlu’nun da AK Parti’nin başına geçip Başbakan olarak görevlendirilmesi üzerine çözülecek ilk sorundu zaten. Zira başlangıçta, nedense (!) çok tartışılan MİT’e dair yasalarla birlikte bir dış operasyonun yapılmasına yönelik ortam hazırlanmıştı. Kaçırılanlar Musul Başkonsolosluğu çalışanlarıydı ki Musul, önemli bir Türk şehriydi. Özellikle son üç yıldır önemli bağlar kurulan Barzani de bu konuda Türkiye’nin yanında olduğunu belirtmişti. Yani Türkiye’yi IŞİD destekçisi ilan eden ve harekât koalisyonuna girmesini dayatmaya getirmek isterken bir de hakkında çıkardığı kara haberlerle lekelemeye çalışan ABD’nin öyle söylendiği gibi bir dahli yoktur bu operasyonda. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, özbeöz yerli kaynaklarıyla, yani hem ülkenin yetiştirdiği kıymetli elemanları, hem Musul’da var olan uzantıları ve soydaşları, hem de bir nebze Kürt yakınlığıyla net bir operasyon düzenleyerek IŞİD’i köşeye sıkıştırmış, canlarımızı kurtarmış, Ortadoğu’yu bataklık algısına döndüren bu örgütü yalnızlığa gömmüştür. Geçmiş olsun memleketim, geçmiş olsun kardeşlerim! Şükürler olsun ki biz bir hengâmeden kurtulduk. Ancak bundan sonra Türkiye, bölgesini daha büyük bir operasyonla daha büyük bir beladan kurtarmanın peşine düşecek. Gazamız mübarek olsun!.. eylül 2014 13 Türkiye Ajanda 62. Hükümet hayırlı olsun! CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan, ülkemizin 12. Cumhurbaşkanı olarak Çankaya Köşkü’ne çıktığı ilk gece, hiç vakit kaybetmeksizin AK Parti Genel Başkanlığı’na bir gün evvel seçilen Ahmet Davutoğlu’nu kabul ederek, 62. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni kurma görevini verdi. Saat 22:00’da gerçekleşen bu görüşme sebebiyle devlet ricalinin 24 saatlik günü şimdiden şaşkına çevireceği öngörülebilir. Zira Davutoğlu, haftaya “sekizinci” günü ekleme üzerine yaptığı esprilerle çok çalışmaları gerektiğini sürekli vurguluyor. >> Görevi aldığı 28 Ağustos, yani Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Köşk’e çıktığı günün ertesinde yeni kabineyi Reis-i Cumhur’a sunan ve onayını alan Davutoğlu, hemen Cuma namazı öncesinde gerçekleştirdiği kısa basın toplantısıyla 62. Hükümet’te yer alacak isimleri sıraladı. Yeni hükümette de Bakanalar Kurulu Sözcülüğü görevini üstlenen ve Başbakan Yardımcısı sıfatını koruyan Bülent Arınç, kendisinin ve diğer bakanların görevlerini sıraladığı bir basın toplantısıyla görev dağılımını listeledi. Daha önce Başbakan Yardımcısı’na bağlı olan Diyanet İşleri Başkanlığı, Başbakanlık’a doğrudan bağlandı. Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği, Milli İstihbarat Teşkilatı Müsteşarlığı, Toplu Konut İdaresi Başkanlığı, Türkiye Yatırım Destek ve Tanıtım Ajansı Başkanlığı da yine Başbakanlık’a 14 eylül 2014 doğrudan bağlı kurumlar arasında. Özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın doğrudan Başbakanlık’a bağlanması, ileriki günlerde Türkiye’de yeni gelişmelerin olacağını gösterdi kamuoyuna. Liderliğini Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun yapacağı yeni kabinede yine dört Başbakan Yardımcısı bulunuyor. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Hükümet’te kendisine verilen görevlerin Hükümet Sözcülüğü, Danıştay ile ilişkiler, Terörle Mücadele Yüksek Kurulu Başkanlığı –ki bundan böyle Çözüm Süreci kendisinden sorulacak-, Milli Güvenlik Kurulu kararlarının ve görüşlerinin değerlendirilmek üzere Bakanlar Kurulu’na sunulması ve kabulü halinde bu tavsiye kararlarının uygulanmasının koordinasyon ve izlenmesi, insan haklarıyla ilgili kuruluşlar ve insan haklarıyla ilgili konularda koordinasyon, Kıbrıs ile ilgili koordinasyon işlerinden oluştuğunu söyledi. Arınç’a bağlı iki de kurum var: Vakıflar Genel Müdürlüğü ve Türkiye İnsan Hakları Kurumu. Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, yine ülke ekonomisinin 1 numaralı yön vereni olacak. Hazine Müsteşarlığı, Merkez Bankası, Ziraat Bankası, Halk Bankası, Kalkınma Bankası, İhracat Kredi Bankası, Vakıflar Bankası Genel Müdürlüğü, Sermaye Piyasası Kurulu Başkanlığı, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu ve de Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu Babacan’a bağlı kurumlar. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a Başbakanlık görevindeyken Başdanışman sıfatıyla eşlik eden Yalçın Akdoğan, Başbakan Yardımcısı unvanını alan bir diğer isim. Akdoğan, Basın-Yayın Enformasyon Genel Müdürlüğü, TRT Genel Müdürlüğü, Anadolu Ajansı Genel Müdürlüğü ve de Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’ndan sorumlu olacak. Son Başbakan Yardımcısı ise partisini kapatarak safını Erdoğan’la birleştiren Prof. Dr. Numan Kurtulmuş oldu. Kurtulmuş, Medeniyetler İttifakı Projesi’nin yürütülmesi görevini yürüten isim olurken, Atatürk Kültür Dil Tarih ve Yüksek Kurumu, Türk İşbirliği Koordinasyon Ajansı Başkanlığı, Yurt Dışı Türkler ve Akraba Toplulukları Başkanlığı ve de Afet ve Acil Durum Yönetim Başkanlığı kurumlarından sorumlu oldu. Bu göreve getirilen Kurtulmuş, Prof. Dr. Emrullah İşler’den vazifeyi devralmış oldu. Bu arada ne yalan söyleyelim, Sayın İşler’in kabineden ayrı kalmasına üzüldük, ama inşallah Sayın Kurtulmuş kendisini aratmayacaktır. Diğer bakanlıklarda neredeyse hiç değişiklik olmazken, Başbakan olan Davutoğlu’nun yerine Dışişleri Bakanlığı’na AB Bakanı ve Başmüzakereci Mevlüt Çavuşoğlu gelince, AB Bakanlığı ve Başmüzakerecilik görevlerine eski ama önemli diplomatlarımızdan Volkan Bozkır getirildi. Bu görev kaydırmasının dışında kalan tek çıkarma işlemi, Gümrük ve Tekel Bakanı Hayati Yazıcı’nın yerine AK Parti’nin önemli isimlerinden ve Erdoğan’ın da kendisine çok güvendiği Nurettin Canikli’nin getirilmesiyle yapıldı. TBMM Genel Kurulu’na 62. Hükümet’e dair Hükümet Programı’nın Başbakan Davutoğlu tarafından okunmasının ardından, 6 Eylül 2014 günü yapılan güven oylamasından 133 “hayır” oyuna karşı 306 “evet” oyu alan 62. Hükümet, resmen göreve başlamış oldu. Başbakan Ahmet Davutoğlu, yapılan güven oylamasının ardından kürsüye gelerek teşekkür ederken şu ifadeleri kullandı: “Sizden aldığımız destekle gece gündüz çalışmaya söz veriyoruz. Hiçbir güç, Hükümetimizin bu azmini kırmaya yetmeyecektir. Tüm partilerin aktif olarak bu sürece katılmalarını ve muhalefet partilerinden gelecek her türlü eleştiriyi göz önüne alarak ülkemizin geleceğini hep birlikte inşa etmek istiyoruz.” 62. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, ülkemize ve dünyaya hayırlı olsun!.. Selçuk Kayıhan // selcukkayihan.ajanda@gmail.com Yıllarca bunu beklemiştik(!) Diplomat ALMANYA ve dolayısıyla Avrupa’nın en önemli dergilerinden olan re z a le t i Der Spiegel, önce Alman istihbarat servisi BND’nin, sonra da ABD ve İngiltere’nin istihbarat birimlerinin Türkiye’yi dinlediğini yazdı. Elbette bu dedikoduyu, dinleme meselesini ta Lozan’dan beridir tecrübe edinen Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan aracılığıyla görüşmek üzere hâlihazırdaki NATO Zirvesi öncesi ve esnasında değerlendirdi. ANKARA’daki Kuveyt Büyükelçiliği’nde görevli diplomat ve elçilik yetkilileri, trafikte tartıştıkları ve NATO’da görevli olan F-16 pilotumuz Hava Kurmay Pilot Binbaşı Hakan Karakuş’u aracından indirerek eşinin gözleri önünde, cadde ortasında öldüresiye dövdüler. >> Ancak halkta var olan konuya karşı sükûnetse, yine söz konusu Lozan’dan beri gelen dinlenilme paranoyasının “E biz de onları dinliyoruz demek ki!” söylemine evrilmesiyle ilginç bir hal aldı. Der Spiegel de yayınlanan haber, bazı medya organlarımızda bir “itiraf” gibi sunuldu. Zira onların merceğinden bakılınca söz konusu dergi Almanya’nın en önemli dergisi olarak ülkesinin eteğindeki taşları döküyordu. Bizimkilerse işte bunu “Biz de yıllarca bunu beklemiştik. İşte itiraf!” diyerek sundular. Devlet içindeki paralel yapılanmanın son 8 aylık süreçte ne tür dinlemeler yaptığının bir bir ortaya çıkmasının ardından gelen böylesi bir çıkış, Der Spiegel’in maalesef –ki normali budur- haberi yaparken bir sa- mimiyet taşımadığını, hatta art bir niyetle yola çıkıldığını gösterdi. Söz konusu yapılanmayla mücadele sürecinde tüm kirliliğin bir bir üzerinin böylesi bir haberle örtülmeye kalkışılması, doğrudan üç önemli ülkenin Türkiye’nin önüne sürülmesiyle en “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” halini yaşattı kamuoyuna. Zira bu ülkelerle somut dinleme delilleri üzerine yapılacak herhangi bir müzakere veya münazara olamazdı. Bu saldırı, apaçık bir savaş çıkarma adına yapılabilirdi. Paralel yapıyla bugün kardeş kardeş hareket eden tüm ülke düşmanları, bu haberler üzerine Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Hükümet’e “Haydi onlarla da mücadele etsene!” sırıtışında ihanet dolu söylemler geliştirdiler. Alman, Amerikan ve İngiliz Büyükelçiliklerinden temsilcilerle Dışişleri Bakanlığı’nda görüşülürken, NATO Zirvesi için Galler’de bulunan Erdoğan da dünya liderleriyle dünya meselelerini irdelerken bu konuyu da konuştu. “Aramızda halledeceğiz” biçimindeki bir argoyla özetlenebilecek görüşmeler, sırf bu argo tipteki cümle nedeniyle şöyle yorumlandı: “Biz de onları dinliyoruz…” Dinleme konusu, özellikle Alman makamlarının küstah açıklamalarına da sahne oldu. Ülkelerinin güvenliği için her türlü icraatı yapabileceklerini dillendiren Almanlara sanırım bu küstahlıklarının hesabı sorulacaktır. Bu Almanlara, acziyetlerinin karşımızda ne kadar düşük ve gevşek oluşunu Goeben ve Breaslau’yu hatırlatmaktan onur ve kıvanç duyarız. >> Görgü tanıklarının ifadelerine göre Çankaya Turan Güneş Bulvarı üzerinde, içinde 4 kişinin bulunduğu Kuveyt Büyükelçiliği’ne ait resmî araç, içerisinde NATO’da görevli F-16 pilotumuz Hava Kurmay Pilot Binbaşı Hakan Karakuş, eşi ve yalnız 6 günlük çocuğunun bulunduğu aracı sıkıştırdı. Karakuş, aracının sıkıştırılması üzerine korna çaldı. Bunun üzerine sinirlenen Elçilik görevlisi diplomat ve askerî ataşenin de olduğu 4 kişi Hakan Karakuş dövmeye başladılar. Olayı gören vatandaşlarla da kavga eden Elçilik çalışanlarından 3’ü olay yerinden kaçarken biri bir bankaya sığındı. Kuveytliler tarafından kasten suratına tekmeler alan pilotumuza acil şifalar dilerken, ona ve yanında bulunan eşiyle çocuğuna da yaşadıkları şoku bir an evvel atlatmaları üzere dua ediyoruz. Bir baba, yalnız 6 günlük bebeğini ancak belli ki acil bir sebepten dışarı çıkartabilir. Söz konusu Kuveytli çalışanlardan bu tür bir cüreti nereden aldıkları ve ülkelerinden de bu insafsız olayın sert biçimde hesabı sorulmalıdır. eylül 2014 15 Türkiye Ajanda Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni uçağı MODİFİKASYON işlemleri ABD’deki bir firmaya iki buçuk yıl önce sipariş edilen ve Recep Tayyip Erdoğan’ın Çankaya Köşkü’ne çıkışına yetiştirilen Airbus 330-200 tipi uçak İstanbul’a getirilerek Cumhurbaşkanlığı’nın hizmetine sunuldu. TC-ANA uçağının menzilinin okyanus aşırı uçuşlarda yetersiz kalması ve ihtiyaca cevap verememesi üzerine 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül zamanında sipariş edilen geniş gövdeli ve uzun menzilli TC-TUR tescilli uçak, kabin modifikasyonu yapıldıktan sonra İstanbul’a getirildi THY HABOM tesislerinde kendine has biçimde boyandı. TC-TUR uçağı, tıpkı ABD’nin Air Force 1’i gibi bir özelliğe sahip. Ancak bir kısım zihniyetin bu türlü bir öneme haiz ulaşım konusunda “Ne gereği vardı? ANA yetmiyor muydu?” gibi biçimsiz itirazları tuhaf. Zira Abdullah Gül, TC-ANA ile birkaç defa sarsıntı geçirmiş, bu sarsıntılar dünyadaki haber bültenlerinde yer almıştı. Fakat belli ki “Yiğidi” Çağlayancerit’ten Yerköy’e giderken “hava ulaşım aracı” düşerek şehit edenlerin başka merakları da vardı, kursaklarında kaldı. Kursaklarında kalsın!.. Reyhanlı Davası’nda 5 tahliye HATAY 1. Ağır Ceza Mahkemesi, Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde, 11 Mayıs 2013 tarihinde meydana gelen iki ayrı bombalı saldırıda 53 vatandaşımızın hayatını kaybettiği olaya dair açılan davada, Adana’da cezaevinde bulunan 15 sanığın ifadelerini salona kurulan telekonferans sistemiyle aldı. Mahkeme heyeti, “delillerin toplanmış olması, suçun vasıf ve mahiyeti ile sanıkların tutukluluk süreleri”ni göz önüne alarak İlhan Küçükdüveyki, Yıldıray Çetin, Ferdi Gazel, Ali Düzel ve Hacel Sat’ın tahliyesine karar verdi. Diğer 10 sanığın tutukluluk halinin devamına karar veren heyet, duruşmayı erteledi. 16 eylül 2014 Anayasa’dan sonra İçtüzük BİRİNCİ tepki gösterme eylemlerinden biri de “fırlatma” oldu. 2001’de tanıştığımız kitapçık fırlatma hadisesi, 2014’te sadece Türk kamuoyunun önünde değil, 95 yabancı devlet adamı ile 300’ü aşkın gazetecinin önünde gerçekleşti. nı Cemil Çiçek’in söz talebini reddettiği CHP’li Altay’ı diğer CHP’li vekillerse Genel Kurul Salonu’nu terk ederek desteklediler. Güya… Bu mizansenin finaliydi zira. Maalesef rezaletle noktalanan bu hatırayı savunan Altay, düzenlediği basın toplantısında, “Sayın Cemil Çiçek’i kınıyorum. Ana muhalefet partisinin Grup Başkan Vekili olarak bu içtüzüğü Başkan’a doğru fırlatmam, benim demokratik tepki hakkımı kullanmamdır. Yine olsa yine yaparım” şeklinde konuştu. >> Hani bazı zamanlar bizim medya “Rezil olduk” nevinden manşetler atar ya, işte hakikaten de rezil bir durum vardı ortada. Ancak vakur, yine vakarından bir şey kaybetmedi. Zira rezaleti çıkarandı rezil olan. 12. Cumhurbaşkanı seçilen Erdoğan’ın yemin töreni öncesinde, CHP Grup Başkanvekili Engin Altay, söz alma talebinin reddedilmesi üzerine Anayasa ve İçtüzük kitabını Başkanlık Divanı’na doğru fırlatarak kurgulanmış bir mizanseni tamama erdirdi. TBMM Başka- Engin Altay’ı eleştiren değerlendirmesinde AK Parti Ankara Milletvekili Prof. Dr. Emrullah İşler ise, “İsminde halkın geçtiği bir partinin, halkın iradesine saygısızlık yapması hiç yakışmamıştır. Bu tavırla hem 77 milyona kendilerini rezil ettiler, hem de dünyaya CHP’nin bu yüzünü göstermiş oldular” dedi. Her şey kaldığı yerden devam edecek BİRİNCİ Olağanüstü Kongresi ile “Lideri”ni Çankaya’ya uğurlayan AK Parti’de yeni parti yönetimi şekillendirildi. AK Parti Merkez Karar ve Yürütme Kurulu Toplantısı’nda alınan kararlar doğrultusunda, Merkez Yürütme Kurulu’nda yapılan üç değişiklikle yeni Genel Başkan Yardımcılıkları şekillendirildi. >> Genel Başkanlığı sırasında Ahmet Davutoğlu’na yardımcı olacak isimler şöyle: Tanıtım ve Medya Başkanlığından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü -Başbakan Yardımcılığı görevinden ayrılanBeşir Atalay, Halkla İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Öznur Çalık, Ekonomi İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Muş, Siyasî ve Hukukî İşlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, Teşkilattan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Süleyman Soylu, Seçim İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Mustafa Şentop, Dış İlişkilerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Yasin Aktay, Sosyal İşlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Nükhet Hotar, Yerel Yönetimlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Abdülhamit Gül, Malî ve İdarî İşlerden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Nurettin Nebati, Ar-Ge İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ekrem Erdem. Partinin Genel Sekreterlik görevini ise yine Haluk İpek sürdürecek. Nurettin Canikli’den boşalan Grup Başkan Vekillği görevine Prof. Dr. Naci Bostancı seçilirken, Mustafa Elitaş, Mahir Ünal, Belma Satır ve Ahmet Aydın da bu görevlerini sürdürecekler. Selçuk Kayıhan K ı l ı ç d a roğ lu ye n ide n G e n e l B a ş k a n CHP, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk partisi olması özelliğiyle 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından 18. Olağanüstü Kurultayı’na gitti. >> Mevcut Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu ile eski Grup Başkan Vekili Muharrem İnce arasında geçen yarışa aslında Kılıçdaroğlu çok önemli bir gösterge sebebiyle galip başlamıştı: 944 delege, büyük bir çoğunluk sağlayarak Kılıçdaroğlu’nu Genel Başkanlık koltuğuna aday gösterdi. Muharrem İnce’nin uzun konuşması sebebiyle ara ara protesto edildiği kongrede, Kılıçdaroğlu’nun sarf ettiği “CHP’yi, rakı sofralarında Türkiye’yi kurtaranlardan temizleyeceğim” ifadesi fazlasıyla öne çıktı. 415’e karşılık 740 oyla koltuğunu koruyan Kılıçdaroğlu’na muhalefetle Genel Başkanlık için yarışan Muharrem İnce için yapabileceğimiz tek yorumsa şu: Sayın İnce, CHP’yi iktidar yapmak vaadiyle adaylığını açıklamıştı. Ancak İnce, ileriyi ve genişliği göstermek yerine hep bir tarafı, Cumhurbaşkanlığı Söğütözü’ne CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan’ın, Başbakanlık döneminde yapım talimatı verdiği Söğütözü Kampüsü Cumhurbaşkanlığı olarak kullanılacak. >>Atatürk Orman Çiftliği’ndeki 150 dönümlük alan üzerinde yapılan inşaat, uzun süre “yeni” Başbakanlık binası olarak anılmıştı. Ancak inşaatını başlangıcından bugüne kadar her ayrıntısıyla tek tek inceleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı olarak bu binayı kullanacağını kamuoyuyla paylaştı. Bilindiği üzere “sonradan durdurtma platformu” TMMOB’nin açtığı dava ile “iptal hükmü” getirtilen bina hakkında Erdoğan’ın “Devam edecek!” talimatıyla birtakım tartışmalar çıkmış, ülkenin her köşesinin dinlenildiğinin ortaya çıktığı zamanlarda nitelikli donanımlara sahip böylesi bir binanın belli bir düzeye getirilmişken ne hep darlığı işaret etti. Ülke muhalefetinin buna ihtiyacı yok; hele Türkiye’nin böyle bir muhalefete hiç ihtiyacı yok… Partisine daveti kabul eden Mehmet Bekaroğlu ile CHP’ye yeni bir yüz daha katan Kemal Kılıçdaroğlu’na aslında Parti Meclisi seçimlerinde ağır hasar verilse de, yeni Merkez Yürütme Kurulu şu isimlerden oluşturuldu: Tekin Bingöl (Parti Örgütü, Örgüt Yönetimleri ve Yurtdışı Örgütlenmeler), Haluk Koç (İdarî ve Malî İşler), Bülent Tezcan (Hukuk ve Seçim İşleri), Seyhan Erdoğdu (Parti İçi Eğitim), Sezgin Tanrıkulu (İnsan Hakları), Enis Berberoğlu (İletişim ve Medya), Mehmet Bekaroğlu (Tanıtım ve Halkla İlişkiler), Veli Ağbaba (Yerel Yönetimler), Yakup Akkaya (Parti Örgütü, Örgüt Yönetimleri ve Yurtdışı Örgütlenmeler), Faik Öztrak (İşveren Sendikaları ve Kuruluşları), Selin Sayek Böke (Ekonomi Politikaları), Burhan Şenatalar (Sosyal Politikalar), Şafak Pavey (Doğa Hakları), Sencer Ayata (Ar-Ge), Ercan Karakaş (Kültür-Sanat) ve de Gürsel Tekin (Genel Sekreter). yapılacağı sorgulanmıştı. Ancak nihayet bina kullanım açısından tamamlandı ve 29 Ekim 2014 gününü, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin 91’inci doğum gününü beklemeye başladı. Yalnız bir kısmının yapımına devam edildiği bilgisi alınan kampüsün nihaî bitişi ise bahar aylarını bulacak maalesef. Mimar Şefik Birkiye’nin tasarladığı idarî bina, “Türkiye’nin en iyi korunan binası” olarak anılıyor ki bu bina, kimyasal ve nükleer silahlarla yapılması muhtemel her türlü saldırıya karşı en yüksek koruma kalkanlarına sahip. Özel yalıtımlı sağır odaların oluşturulduğu binada, yeraltında da bir “kriz merkezi” mevcut. Selçuklu, Osmanlı ve Avrupa mimarisinden örneklerin yer aldığı yapının dış cephesinde doğal taşlar kullanıldı. Üç bloktan oluşan idarî binanın bulunduğu yerleşkede, inşaatı devam eden iki katlı bina da konut olarak kullanılacak. eylül 2014 17 Dünya Ajanda Bir zirveden yansıyanlar GALLER’in Newport kentinde düzenlenen ve 4 Eylül’de başlayıp 5 Eylül 2014’te sona eren NATO Zirvesi’nin ana gündem maddeleri Rusya-Ukrayna gerilimi ve Ortadoğu’daki IŞİD sorunuydu. Zirve sonrasında yayınlanan sonuç bildirgesine göre Rusya ve IŞİD kınanırken, birlik üyelerinin savunma harcamalarında artış yapacakları duyuruldu. >> Sonuç bildirisinde IŞİD’in öncelikle Irak ve Suriye, daha sonra Ortadoğu ve NATO ülkeleri açısından önemli bir tehdit unsuru olduğu vurgulanarak, “sivil nüfusa yönelik acımasız ve alçak saldırıları” sert biçimde kınandı. Rusya’nın Ukrayna’ya yapmış olduğu müdahale nedeniyle, 28 NATO üyesi ülkenin devlet ve hükümet başkanı, Rusya ile siyasî diyalog imkânlarını kapatmadıklarını, ancak tüm sivil ve askerî işbirliklerini askıya alacaklarını bildirdi. NATO, ayrıca “Kırım’ın Rusya tarafından yasadışı ve gayrimeşru şekilde gerçekleştirilen ilhakı da tanımayacağını” duyurarak bölgedeki halkın güvenlik, hak ve özgürlüklerinin teminat altına alınmasını talep etti. 18 eylül 2014 NATO ülkeleri, savunma harcamaları için belirlenen yüzde 2’lik hedefe 10 yıl içinde ulaşma taahhüdünü de ayrıca imzaladılar. Gerçi ABD, İngiltere, Yunanistan ve Estonya zaten bu hedefi yakalamış durumda. Türkiye ise NATO’ya göre yüzde 1,8 ile “hedefi yakalaması sorunlu olmayan ülkeler” arasında. Sırf bu anlaşma dahi şu NATO’nun ne menem bir şey olduğunu açıkça göstermiyor mu? “Beyler savaşmıyorsunuz, savaşın! Biz size 11 Eylül’den sonra demedik mi ‘Ya bizimlesiniz, ya teröristlerle’ diye?” Bu arada yine sonuç bildirisinde Suriye hükümetinden Cenevre Bildirisi’ne uygun olarak derhal gerçek bir siyasî dönüşüm gerçekleştirmesi de istendi. Suriye’yi unutmamışlar yani… Ancak bu, oradaki zulüm ve vahşetin iç burkan dehşetinden değil, IŞİD belasının önce Suriye’den doğmasından kaynaklanıyor. Zira Esed yönetimi, IŞİD’in ortaya çıkmasına sebep olmakla suçlanıyor. IŞİD olmasaydı Esed’e her yol mubah yani… Belgede ayrıca NATO’nun Türkiye’de Patriot füzelerinin konuşlandırılmasının, Türk halkı ve toprağını koruma kararlılık ve yeteneğinin güçlü bir göstergesi olduğu belirtildi. Gelelim bizim gözümüzden zirveye… Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı olarak bu zirveye ilk kez katıldı ve kendisine gösterilen ihtiramla göz doldurdu. IŞİD’e karşı güvenlik tedbirlerini arttırmasını isteyen müttefiklerine “Siz öncelikle güvenlik tedbirlerini kendi sınırlarınızda alın. Bize de liste verirseniz tedbirleri alırız. Ama sorunun kaynağına inilmesi önemli” mesajını verdi. Erdoğan, bu konuda Türkiye’nin hâlihazırda “4 binden fazla kişiye yasak uyguladığını” da vurguladı. Zirve esnasında Prens Charles tarafından özellikle konuk edilen Cumhurbaşkanı Erdoğan, daha sonra Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Hollande, Bulgaristan Cumhurbaşkanı Rosen Plevneliev, Ukrayna Devlet Başkanı Petro Poroşenko ve İspanya Başbakanı Mariano Rajoy Brey ile görüştü. NATO Zirvesi’ne geçmeden önce İngiltere Başbakanı David Cameron ile de bir görüşme yapan Erdoğan, Almanya’da ortaya atılan dinleme iddialarına ilişkin bir sohbet gerçekleştirdi. NATO Zirvesi’nin IŞİD’den daha da önemli gündem maddesi Ukrayna kriziydi. Rusya’ya karşı bir ittifakın oluşacağına kesin gözüyle bakılırken, İngiltere, ABD, Hollanda ve Fransa’nın bu konuda etkin olacakları kaydediliyor. Bu çerçevede Türkiye’den de küçük bir birliğin katılımı gündemde. Ancak Türkiye’den bir konuda bu ittifaka doğrudan yardım gitmeyeceği kesin. IŞİD’e karşı ortak askerî bir operasyona hazırlanan ABD ve diğer Avrupa ülkelerine Türkiye’den “ret” cevabı geldi. Musul Başkonsolosu, ailesi ve Konsolosluk çalışanlarının dâhil olduğu 49 vatandaşının IŞİD tarafından rehin alınması, Türkiye’yi maalesef zor durumda bırakıyor. Bölgeye yapılacak harekâtta aktif olmayacağını belirten Türkiye, her türlü insanî yardımı aktaracağının tecrübeyle garantisini veriyor. Her nedense Perşembe’nin gelişi hep Çarşamba’dan belli oluyor, değil mi? Suriye’de oyalanarak büyütülen bir belanın ülkemizle ilişkilendirile ilişkilendirile başımıza çöreklendirilmesi basit bir oyunun son perdesi değil de nedir? Ömer Bekir Sadık // obsadik.ajanda@gmail.com Rus ayrılıkçılar bağımsızlığa doğru… Biz SSK bahçesinde yatardık… ABD’de teknoloji düşkünlüğü sebebiyle yaşananlar, bir zamanlar bir göz muayenesi için bile SSK hastaneleri önünde yatan vatandaşları getirdi aklıma. Ne de olsa aynı çileyi çekmiş babanın evladıyız… >> New York’ta Apple adlı bilişim şirketinin son ama asla sonu gelmeyecek yeni model akıllı telefonu iPhone 6’yı satın almak için, insanlar günler öncesinden Apple mağazaları önünde çadırlar kurup battaniyeleriyle sıralara girdiler. Hal böyle olunca, bizim bir 12-13 yıl önceki Türkiye manzarası gözümüzün önüne geldi. Peki, bu delilik nereye, ne zamana kadar sürecek? Zaten sahip oldukları eşyaların yalnızca bir versiyon üstünü almak için gecelerce bekleyen, tüketmek ve tüketirken tüketilmek için bekleyen bu zavallı insanlara acıyın ne olur! Sigara üzerine yapılan ne çok animasyon, ne çok bilgilendirme vardı. En beğenilen reklam filmlerinden biri de bir sigara dalının, kendisini içecek bir tiryakiyi yutmasıydı hani… Acaba bir gün tüketim girdabının sokaklarda bekleyen teknoloji delilerini yuttuğu animasyonları da izler miyiz? UKRAYNA’nın doğusundaki Donetsk bölgesinde Rus ayrılıkçılar, kendi meclislerini kurarak Rusya’nın ahlaksız savaşına gayrıresmî bir hamleyle daha yön vermeye devam ediyorlar. Donetsk ve Luhansk Halk Cumhuriyeti Meclis Başkanı seçilen Oleg Tsarev, “Yeni Rusya” adıyla belirledikleri bağımsız bölgenin bayrağını da bir basın toplantısıyla tanıttı. >> Beyaz, siyah ve altın renginden oluşan bayrak, Ekim devrimiyle yıkılan Rusya İmparatorluğu’nu çağrıştırıyor. Zira Tsarev, “Cumhuriyet, Çarlık Rusyası olduğu dönemde Rusya İmparatorluğu’na ait olan topraklar üzerinde kurulmuştur. İnsanlar Rusya’ya bağlanma hakları için referandum yaptılar. Bu sebeple Rusya İmparatorluğu’yla bağdaşan bir bayrakta karar kıldık” diyor. Tsarev’in sözlerinden ne anladık? Onun böylesi bir meclise önderlik etmesinin ardında hangi rüya varsa onu sanırım. Bu arada Donestk’teki çatışmalarda, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bölgede yapılan ilk cami olan Donetsk İstanbul Ahad Camii’ne bir havan topu isabet etti. Donetsk Uluslararası Havalimanı civarındaki bir mahallede bulunan ve 1999 yılında ibadete açılan caminin kubbesine isabet eden havan topu, kubbeyi delerek ana mahfilde patladı. Camide büyük bir hasarın meydana gelirken şükür ki ölen ya da yaralanan olmadı. Herhalde Tsarev’in sözleriyle camiye havan topu düşmesi arasında bir bağlantı da yoktur (!). Hatta Rusya’ya göre camiyi Ukrayna silahlı kuvvetleri vurmuştur, şu düşürülen uçak gibi (!). Neden bu olayı düşündükçe aklıma Mostar geliyor? Papa’dan milyon dolarlık bağış KATOLİKLERİN ruhanî lideri Papa Francis, Ortadoğu’daki IŞİD terörü karşısında yok olması tehlikesi yaşayan Yezidilerle Iraklı Katoliklere 1 milyon dolar bağışta bulundu. Bilindiği gibi AB ülkeleri, bölgede kültürel varlığını devam ettirebilmesi için özellikle Yezidilere bir önem atfetmiş ve onları bölgenin önemli unsurlarından biri olarak varsaymışlardı. Yezidiler de diğer etnik ve dinî unsurlar gibi Irak’ta silahlanan gruplar arasına katıldılar. Terörden kaçan Yezidilerin büyük bölümü ise ülkemize sığındılar. eylül 2014 19 Dünya Ajanda “IŞİD mücadelesinde Türkiye ile yakın çalışıyoruz” İNGİLTERE Başbakanı David Cameron, IŞİD ile mücadeleye ilişkin bir açıklamasında, “Türkiye ile şimdiye dek olmadığı kadar yakından çalışıyoruz” ifadesinde bulundu. >> İşte bu konuşma, her nedense 4 Temmuz çuval hadisesinden sonra PKK ile mücadelede eşzamanlı bilgi paylaşımını Türkiye ile tam koordineli (!) şekilde gerçekleştiren ABD’yi hatırlattı bize. Başbakan Cameron, Avam Kamarası’nda hükümetinin IŞİD ile mücadelesine dair yeni planlarını açıkladı. IŞİD’in tüm Avrupa için doğrudan tehdit oluşturduğunu belirten Cameron, Britanya’dan da birçok kişinin IŞİD saflarına katıldığını aktardı. Zaten ABD’li gazetecileri infaz eden IŞİD militanının da bir İngiliz vatandaşı olduğu netlik kazanmıştı. “IŞİD’in savunduğu ideolojinin İslamiyet’le hiçbir ilgisi yok. İslamî aşırıcılıkla mücadele etmek için sert, akıllıca ve kapsamlı bir yaklaşıma ihtiyacımız var” diyen Cameron, özellikle İngiltere’ye ulaşan tüm giriş çıkışlarda tedbirli davranacaklarının ve polisi tam yetkiyle donatacaklarının sinyalini verdi. Bu sinyali aldığımızda da nedense Londra metrosunda vurulan genci hatırladık. İngiltere’de son 5 yıllık dilime göz atınca İslam’a nasıl bir tehdit ve Müslümanlara ne denli canavar nazarıyla bakıldığı rahatlıkla görülüyor. Ancak İngiltere, güneşi batmayan imparatorluk tıpkı Birinci Dünya Savaşı öncesi, esnası ve sonrasındaki, yani her zamanki gibi ikiyüzlü stratejisini yürütmekte ısrar ediyor. Peki, nereye kadar? Pakistan’da neler oluyor? GÜNEY Asya’nın ABD ve Avrupa’ya kafa tutan ülkesi Pakistan’a çektiği restlerin bedeli ödetilmeye çalışılıyor. Bilindiği gibi Cumhurbaşkanı olmadan evvel Pakistan’a yap- tığı önemli ziyaret sırasında aracına gül yaprakları serpilerek karşılanan Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında, Navas Şerif liderliğindeki Pakistan hükümetinden “Biz yalnız Türkiye ile beraberiz” çıkışı gelmişti. Ancak ülkede yolsuzluk ve akraba kayırma iddialarıyla suçlanan Navas Şerif’e karşı ana muhalefet lideri İmran Han’ın oluşturduğu bir ayaklanma hareketi kurgulanıyor. Parlamento önünde yapılan geniş çaplı eylemler halen sürerken, ya Şerif’in istifası bekleniyor ya da askerî bir darbe. Ordu kanadından demokrasiye saygı duyulduğu hatırlatılırken yeni Müşerref vakasından çekinen İmran Han haricindeki diğer muhalif partiler de meselenin sandıkla çözülebileceğini belirtiyorlar. 20 eylül 2014 El-Kaide’den “Ben buradayım!” videosu EL-KAİDE lideri Zevahiri, terör eylemlerini daha da arttıracaklarını ve özellikle yeni hedeflerinin Hindistan başta olmak üzere Asya olduğunu açıklayan bir video kaydını piyasaya sürdürdü. IŞİD ile mücadele eylem planları çizen dünya büyüklerine “Ben de buradayım” işareti çeken El-Kaide’nin peşinde olduğu şeyi bilen var mı? Bunu öğrenmenin çok zaman alacağını sanmıyoruz. Ömer Bekir Sadık Amanpour şimdi sorsun! İSTANBUL’da başlayıp tüm ülkeyi saran Gezi olaylarını unutmak mümkün değil. 40 gün dayanılması halinde AB’nin ülkemize el koyacağına inandırılan inançlı kalabalıklar(!) karşısında herkes nasıl durulacağını şaşırmışken “dönemin” Başbakanı Erdoğan’ın gösterdiği refleksle kendimize gelmiştik. semti olan Ferguson’da, hırsızlık yaptığı iddiasıyla bir siyahî genç öldürüldü. Artık polis dehşetini yaşamaktan bıkan ABD’liler, bu gencin ölümünün ardından sokaklara döküldüler ve seslerini bütün dünyaya duyurdular. Ancak bir sorun vardı. Zira onlar seslerini bir şekilde duyursalar da başka ülkelerde –Türkiye gibi- kriz nöbeti bekleyen yayın kuruluşları –CNN gibi- bir türlü bu olayları göstermiyorlardı. Olayları dünyaya duyurmak için Türkiye’yi temsilen Anadolu Ajansı da harekete geçti. Ancak olaylar esnasında gazeteci olduğunu ısrarla belirtmesine rağmen darp edilen ve tutuklanarak gözaltına alınan bir AA muhabiri vardı: Bilgin Şaşmaz… >> Olayları iki TV kanalı 24 saat kesintisiz veriyor, olanları her dakika canlı tutmayı ve toplumu gerilimle yoğurmayı başarıyordu: Biri Bugün TV, diğeri de CNN… O günlerde duayen haberci Christina Amanpour’a Erdoğan’ın o günkü danışmanlarından İbrahim Kalın telefonla konuk olmuş ve daha “Beyaz Saray’a böylesi kalabalıklar hınçla yürüseler…” şeklindeki cümlesini tamamlamamıştı ki yayından alınıverildi. Bir yılı aşkın bir süre geçti ve Gezi muharebesini kazanan Türkiye’yi izlerken ABD’nin bir kasaba tipi Şaşmaz, öldürülen gencin ardından öldüresiye bir hınçla polis tarafından kameralar önünde tartaklandı, ardından tutuklandı. Ne mi oldu? Hiç! ABD şükretsin, kalabalıklar Beyaz Saray’a yanaşamadılar; hepsi birer Batman, Superman, Spiderman olmuş polisi kurtardı Gathom şehrini… Şimdi bağlanabiliriz Amanpour’a, nasılsa oradaki zavallıların da sesi kesildi… İsrail’e mektup, hem de en “içten” dileklerle (!) İSRAİL istihbaratından sorumlu 43 yedek asker, Başbakan Netanyahu’ya bir mektup gönderdi. Tümü İsrail’in en donanımlı personellerinden oluşan ve gözetim, iletişim ve bilgilerin istihbarat birimiyle paylaşılmasından sorumlu olan bu askerler, mektuplarında İsrail’in işgal ettiği topraklarda, Filistinlilere yönelik hak ihlâllerinde yer almak istemediklerini belirttiler. >> “Şiddete dâhil olan ve olmayan Filistinliler arasında bir fark gözetilmiyor. Milyonlarca insanın haklarını inkâr ederek temiz bir vicdan içinde bu sisteme hizmet etmeye devam edemeyiz” diyen askerlerin mektubu şöyle devam ediyor: “Biz, 8200 biriminin gerçek amacını yeni anlıyoruz. ‘Kendini savunma’, bu birimin amaçlarından biri olabilir. Ama asıl amaç, Filistin nüfusunu kontrol altında tutmak. Filistin nüfusunu kontrol altına almak için ordu, Filistin’in yaşam alanına sızar. Bu birimde çalışıyorsanız, bunu rahatça görebilirsiniz. Bizim saldırdığımız insanlar terörist değillerdi. Onlar intihar saldırıları düzenleyen, tünel kazan kişiler de değillerdi. Bütün Filistinliler düşman değildir. Ancak bizim birimimiz, ‘Her bir Filistinli İsrail’in düşmanı’ imiş gibi bir operasyon yürüttü.” İsrailli diğer askerleri de kendi vicdanî hareketlerine katılmaya davet eden bu askerlerin dahi ne büyük zihnî bunalımlar yaşadıklarını gözlemlemek zor olmasa gerek. Zira Filistinlileri intihar saldırısı yaparken veya tünel kazarken görseler fikirleri başka olacak ve bu mektubu kaleme almayacaklar. Neyse, bu da bir gelişmedir… eylül 2014 21 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 22 Medyanın Kılıçarslan’ı Ş İMDİYE dek bu sayfalarda hep olumsuz medya eleştirilerine yer verdik. Maalesef… Zaten başlangıçta bölümümüzün adı yine maalesef “Garabet Medya” idi. Daha sonra “Medya Ajanda” diyerek yeniden isimlendirdiğimiz fakat içini medyayla değil de yine olumsuz eleştirilerle doldurduğumuz bölümümüze artık medyada yer alan güzel işleri, olumlu yazıları da taşımanın zamanının geldiğine inandık. Zira sürekli biçimde olumsuz eleştiri yapmak, sanırım insanın Müslümanlığına dokunuyor. “Bizim yanlışlarımız var” veya “Hata insana mahsus” diyen insanlardan ve bu sözü diyebilen insanlarla olmak var… eylül 2014 “Bazılarının aksine bendeniz, Yeni Türkiye’ye ‘sıkılarak’ başladım. Allah sonumu hayretsin... Sıkılıyorum, hem de çok sıkılıyorum. ‘Hoca epistemoloji dedi. İşte memleketin birikimli, kültürlü başbakanı!’ diyerek köşe dolduran, televizyon ekranlarında lak lak eden uzman takımının, aslında bırakın epistemolojiyi, felsefesinin ilgilendiği hiçbir alanla uzaktan yakından ilgisi olmadığını biliyor olmaktan çok sıkılıyorum. Farabi’nin ‘erdemliler şehri’ni, İbn Haldun’un medeniyet düşüncesini, -ne bileyim- Kant’ın ahlak hakkındaki görüşlerini hiç mi hiç merak etmeyen, bir kez bile bu ve benzeri isimleri okumayan ‘pür politikacı’ kalemlerin ‘İşte filozof başbakan!’ deyip durmasından çok sıkılıyorum. Yeni Türkiye’nin temel hayat sloganları ‘Felsefe yapma’, ‘Edebiyat parçalama’, ‘İcat çıkarma’ üçgeninden oluşan, herhangi bir politik düzleme angaje olduğunda her şeyi bir tamam hallettiğini düşünen aktörlerinden çok sıkılıyorum. Gül cumhurbaşkanı olunca ‘Gül uzmanı’, Davutoğlu başbakan olunca ‘Davutoğlu uzmanı’, zaten doğal olarak ‘Recep Tayyip Erdoğan uzmanı’ olan yandaş-muhalif herkesten çok sıkılıyorum. Başbakanının profesör, ‘hoca’ veya ‘birikimli’ olmasıyla övünen insanların yönettikleri medya kuruluşlarında kültüre, sanata, sosyolojiye ‘istenmeyen çocuk’ muamelesi yaptıklarını biliyor olmaktan çok sıkılıyorum. >> Belki de şimdiye kadar olumlu formatta, yani “Güzel makale!” veya “Güzel iş!” diyebileceğimiz haber veya yazılarla karşılaşamadık. Ne olur bu cümlenin fazla abartı içerdiğini düşünmeyiniz, zira bu gerçekten de böyleydi. Belki şöyle düşünüyorsunuzdur: “Yahu filanca şu yazısıyla şunlara nasıl da cevap vermişti… Falanca bu yazısıyla bunlara ne de güzel vurmuştu…” Ancak bunda da mesele ortada değil mi? “Çok sıkıldım” Şimdi en iyisi ne demek istediğimizi, Medya Ajanda’yı son kez sadece olumsuz haber örneklerine bırakarak, hani son dönemin moda tabiri “adam gibi adamlardan” biri ve soyadı hasebiyle birtakım medyayı Kılıçarslan edasıyla bozguna uğratan temiz kalpli ve hür düşünceli İsmail Kılıçarslan’ın bir yazısıyla anlatalım. Yenişafak gazetesinin 30 Ağustos 2014 tarihli baskısında “Çok sıkıldım” diyen Kılıçarslan şöyle diyor: 10, 20 veya 30 yılını ‘dava’ya adamış insanların neredeyse görmezden gelindiği, ne dediğini kendisinden başka hiç kimsenin anlamadığı çapsız, izansız, donanımsız nevzuhur ‘Politika konuşur’ zıpçıktıların baş tacı edildiği bir düzenin içinde yaşayıp gitmiyormuşuz gibi davranılmasından çok sıkılıyorum. 13 yıldır ‘bir gençlik hareketi’ ortaya çıkaramamanın acısını bir kez bile ‘ciğerinde’ duymayan, her seferinde ‘Bu seçimi de bir atlatalım’ kolaycılığına düşen, her seferinde rakamları ilkelerden daha çok önemseyen ‘düşünür’lerden geçilmiyor ortalık. Ve ben cidden çok sıkılıyorum. Necip Fazıl’ın yaşadığını, vara yoğa küfredip kendini rahatlatmayı ‘cihat etmek’ zanneden gençlerimiz var. Lacivert takım elbise ve siyah parlak ayakkabı giyen, Ray-Ban gözlük takıp ‘proce kovalama’yı marifet sayan, asıl projenin bizatihi kendisi olması gerektiğini bir kez bile aklına getirmeyen gençlerimiz var. ‘Yeni Türkiye’yi bu gençlerle kurabileceğini düşünen koca koca adamlardan çok sıkılıyorum. Kızıyor musunuz bana? Hayatımızı ‘politika’dan ibaret hale getiren bu düzeneğe kızmıyorsanız, bana kızmak hakkınız Uluğ Bayındır // ulugbayindir.ajanda@gmail.com tabiî... ‘Hayatî’ olanı ‘geçici’ olandan ayıramamak, belki de bugün en temel sorunumuz. Kimse hayatî olanla, yani zor fakat aynı zamanda elzem olanla ilgilenmekten yana değil. Herkes geçici, sayısal, bugünlük ve gündelik olanla ilgili... Bırakın çok daha temel soruların ve sorunların altını çizmeyi, ‘Yaptığımız gökdelenleri çocuklarımıza nasıl izah edeceğiz?’ diye sorduğunuzda size ‘hain’ yaftası yapıştırılması an meselesi. ‘Kol kırılır yen içinde’ diye diye kırık yüzünden iltihaplanan, kangrene dönüşme tehlikesi bulunan bir dünya sorunu erteleyip duruyoruz. “AKP Ankara’da tarihi yok ediyor” 3 EYLÜL 2014 günü, NTV canlı yayınında Oğuz Haksever’in “Bugün ve Yarın” adlı programının bir konuğu, Hürriyet gazetesinin Okur Temsilciliği görevini de yüklenen Faruk Bildirici idi. Başlığımıza taşıdığımız cümle, Bildirici’nin Ankara’yı iyi bilen bir gazeteci olması sebebiyle benim için önemliydi. Ancak hani gazeteciliğin tarafsızlığından bahsediliyor ya her yerde, “AKP Ankara’da tarihi yok ediyor” cümlesinden hiçbir tarafsızlık çıkartamayışımız, maalesef Bildirici’nin söylemini buraya taşımamıza neden oldu. Bunları niçin yazıyorum? Şimdi ‘epistemoloji’ kelimesini cümle içinde ve son derece doğru şekilde kullanabilen bir Başbakanımız var. Oyunu geriden kurmaya meyyal, asıl projenin yönünün ne olması gerektiği konusunda net bir Başbakan... Soru şu: Yeni Başbakanımız, ‘Yeni Türkiye’yi, şimdiden etrafını sarmaya başladığını dehşetle fark ettiğim ‘Yeni Türkiye’cilerle mi kuracak, yoksa hakikî olana temas etmeyi göze alarak, yorularak, ter dökerek mi kurgulayacak? Şu an için gerçekten ilgilendiğim tek soru budur; gerisi koyu bir can sıkıntısı... Ne diyordu Ted Hughes? ‘Bu senin erdemli dediğin, Mersin’in ilçesi değil miydi yeğenim? Oklava çekmesi meşhurdur oranın, damağın çatlar lezzetten.’ (İsmail Kılıçarslan, 30 Ağustos 2014-Yenişafak)” >> Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren topraklarımız üzerinde farklı algı oyunlarının üretildiği kesindir. Bu algı oyunlarının açtığı en büyük hasarlardan biri de “Cumhuriyet’in kuruluşundan önceki tarihî benimsemeyerek ret ve inkâr etme” düşüncesi, hatta zorbalığıdır. Maalesef Cumhuriyet tarihi adına hâlâ okutulan kitaplarımızda bir köhne Ankara, bir dağ kasabası figürü vardır. Oysa Ankaralı olanların özellikle bilmesi gerekir ki -İslam medeniyeti ve Türk tarihi açısından düşünülecek olursa- Ankara, bir Selçuklu şehridir ve Osmanlı, atalarının ve dahi halefinin önem atfettiği bu şehri daha da ihya etmiştir. Ankara Kalesi’nden başlayarak tarihî camiler, medreseler, köprüler, hanlar, kervansaraylar, tekkeler, dergâhlar ve elbette bu yapılardan ötürü tarihî ulularıyla her zamana hitap etmiştir Ankara. Cumhuriyet sonrası Batılılaşma hezeyanı sırasında koca Ankara’da yer yokmuş gibi, sırf inkârcı algıyı hâkim kılma adına eski yapılar ya yıkılır, ya dezenformasyona uğratılır ya da ilk vazifesinden başka biçimlere dönüştürülerek kullanılırdı. Bu Ankara, yıllarca boynu bükük bir griliğe hapsedilip zulme muhatap edilmiş bir başkent oldu. Allah projeleri hazırlayanları ve de hayata geçirenleri iki cihanda mutlu eylesin, Ankara’da neredeyse bin yıllık bir medeniyetin nevzuhur oluşuna şahit olduk. Bildirici’nin Ankara’yı tanımasına güvenirken böylesi bir sözü sırf ideolojileri uğruna sarf etmesini kınamaktan başka bir şey gelmiyor bu yüzden elimizden. Çankaya Köşkü’nün Cumhurbaşkanlığı olarak kullanılmayacağı haberi üzerine yaptığı bu yorum, Bildirici’nin konuya sadece çürük bir ideolojiyle yaklaştığının kanıtıdır. Çankaya Köşkü’nü kullanmamak, orayı çöplüğe çevirmek veya metruk alanlar arasına dâhil etmek değildir. Çankaya Köşkü’nü kullanmamak, hele Atatürk’ün hatırasını yaşatmak hiç değildir. Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Kenan Evren, Süleyman Demirel? Bu isimler mi yaşattı Atatürk’ün hatırasını? Bu konulara girmişken madem, 62. Hükümet’e, Sayın Başbakan Ahmet Davutoğlu’na da bir istirhamda bulunalım: Ne olur Ankara’yı, köhne ve terk edilmiş bir dağ kasabası gibi anlatan tarih kitaplarından kurtarın! Ankara işkembesinden kurtuluyor, siz de hem paralel devletlerinden, hem de çakma fikirbazlarından kurtarın ve kirletilen manevî atmosferini Ankara’ya geri verin! “Oğlum şu haberi düzgün yaz!” B İLİNDİĞİ gibi internet dili, okuma yazma bilen insanımızın bu özelliğine bir hortum gibi nüfuz etti ve imlayı bir kenara, noktalama işaretlerini diğer kenara savurdu ama gitmedi. Zira bu hortum, hâlâ bütün şiddetiyle ve bütün çevremizde içerisine aldığı her kelimeyi, her cümleyi, hatta neredeyse tüm edebî yaşantıyı bilinmedik diyarlara savurmaya devam ediyor. Bu sayfalarda internet dilinin televizyon ekranlarında, gazete baskılarında ve haliyle teknolojinin her yerine girdiği sosyal medya alanlarında yapılan bariz hataları ve bu hataların bile isteye nasıl yapıldığını yansıtmaya çalışıyoruz. Öyle ya, bu sıralar internette yer alan haber sitelerinde haberler argo cümlelerle dahi verilir olmaya başladı. Vermek istediğim habere geçmeden önce bu argo haber yöntemlerinden birine örnek verelim. Beşiktaşlı eski futbolcu ve şimdilerin şov adamı Pascal Nouma’yı bilmeyen yok artık. Nouma, Fransız olmasına karşın Türkiye’de elde ettiği popülarite sayesinde ülkemizde kalıyor sürekli, filmlerde oynuyor, barlarda dolaşıyor filan ve filan… Bir barda çıkan tartışmada Pascal Nouma, birtakım darbeler aldığı için hastanelik olmuş, “Geçmiş olsun” diyelim. Peki, eski futbolcunun yaşadığı bu olayın haberi nasıl yazılabilirdi? “Pascal’ın façayı fena dağattılar…” Yanlış okumadınız, olaya ilişkin haberin “başlığı” bu şekilde, biz ne yapalım?! İşte bütün bu veryansınımıza ortak bir çalışan daha varmış meğer. Hem de CNN Türk’te çalışıyormuş biz kendisini tanımazken. Anlatageldiğimiz yanlış ve özensiz haber yazma kültürünün oturmasının ve de maalesef bunun üstüne bir de rejinin kurbanı olan bu kardeşimiz, haber esnasına yayına yansıyan “Oğlum şu haberleri düzgün yaz lan!” narasıyla meşhur oldu. CNN Türk’te, tam da haber esnasında rejinin mikrofonunu açık unutması sonucu tarihî sitemi bomba etkisi yaratan seslendirmen kardeşimize huzurlarınızda teşekkür ediyor, haber editörünü rezil ettiğini düşündüğümüz rejiyi ise bıyık altından tebrik ediyoruz. Var olun! eylül 2014 23 MEDYA AJANDA Medya Ajanda 24 “Özel okullara rağbet arttı” G EÇEN ay, Cumhurbaşkanlığı seçiminin ardından atılan gazete manşetlerini kısa kısa değerlendirmiştik. Bir şakayı taşımıştık manşetimize de. Eski Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmasını Zaman gazetesinin “Erdoğan Başbakanlığı kaybetti” manşetiyle verebileceğini tavsiye etmiş, elbette gerçekte kullandığı manşeti de sizlerle paylaşmıştık. “Ne kaçakçıymışız yahu!” (!) ABD’Lİ The New York Times gazetesi, Türkiye’nin IŞİD üzerinden petrol kaçakçılığı yaptığını yazdı. Bu nasıl bir aymazlıktır ki, açılımını bu satırlara hiçbir zaman yazmayarak Din-i Mübin-i İslam’ın ismini o kirli faaliyetleriyle anmamaya cehdettiğim örgütün elinde 49 canımız varken ve bu örgüt olayların dışında olmasına rağmen en çok Türkiye’yi belayla sınamışken bir de böylesi haberlerle altımız oyulmaya çalışılıyor? >> Tabiî yukarıdaki başlığımızı görüp de giriş paragrafımıza bakınca “E bu yazı nereye gidiyor?” diyenler olabilir. Zaten bizim de bu bölümü hazırlarken aklımıza Nasrettin Hoca’nın “Kazan doğurdu” hikâyesi geldi. Şimdi işin içine Nasrettin Hoca’yı da katınca yazının daha da başka yerlere gideceği sanılmasın, biz sadece gözlerimize inanamayışımızın muhasebesini yaparken hatırladık hikâyeyi. Malum Hoca, evdeki yemek için büyük kazana ihtiyaç duyulunca komşusundan istemiş. Komşusundan kazanı olan Hoca, iade ederken kazanın içinde unutkanlıkla bir de tencere vermiş komşusuna. Komşunun “Bu tencere de nedir?” sorusuna karşın utanıp geri isteyemeyince “Senin kazan doğurdu” diye yanıt vermiş. eylül 2014 Günler sonra aynı ihtiyaç hâsıl olup da komşuya tekrar gidince Hoca, komşusu biraz da beklentiyle hemen vermiş kazanını. Ancak verdiği kazan bir türlü dönmek bilmemiş. Hoca’ya danışan komşu, “Senin kazan öldü” cevabını alınca kızmış. Ancak Hoca’nın sözü hazırmış: “Doğurduğuna inandın da öldüğüne niçin inanmıyorsun?” okullar da bu konuda teşvikler gördüler. Velhasıl, bu yılki eğitim-öğretim yılında özel okullar da bir hayli ihya oldular. Hoca’nın halini hatırlatıp biraz keyiflendikten sonra haberimizin analizine (!) geçelim. Her eğitim-öğretim yılının başlangıcında bilindik okul haberleri yer alır medyada. Tabiî bu yıl da bu tür haberleri izledik ve okuduk. İşte bu haberlerden biri, Samanyolu TV’de şöyle veriliyordu: “Devlet okullarının yetersiz eğitiminden ötürü özel okullara bu yıl rağbet arttı…” Bilindiği gibi dershanelerin kapatılması süreci başlatıldı ve 2015 sonuna kadar tamamlanacağı ilan edildi. Bu süre zarfında vatandaşlar, özel okullara çocuklarını kaydettirmek üzere teşvik edildiler. Özel okula dönüşmek isteyen dershaneler ve hâlihazırdaki özel Şimdi baştaki Erdoğan haberine manşet tavsiyemizle Nasrettin Hoca’nın arasındaki bağlantıyı herhalde anlatabilmişizdir… Sonra da cevabı patlatmış Hoca: “Bu haberi yapana inanıyorsun da öteki habere yapılabilecek kapasiteyi göremiyor musun?” Habere bakar mısınız? “Batılı istihbarat yetkilileri Irak ve Suriye’den, Türkiye’nin güneyindeki sınır illerine yönelik petrol sevkiyatının izini sürebiliyor. Dahası, bu sevkiyatı gerçekleştiren petrol tankerlerinin vurulup vurulmamasına dair ABD Savunma Bakanlığı içinde hararetli bir tartışma konusu. Ve bir yetkilinin ifadesiyle artık bu seçenek dışlanmıyor. Obama yönetimi Türkiye’yi açıktan eleştirmekten kaçınıyor. Türkiye ise IŞİD’e katılmak için insanların kendi topraklarından Irak ve Suriye’ye geçişini ve tersi istikametteki petrol akışını kontrol edemediğini savunuyor.” Komplo teorileriyle IŞİD’i Türk devletinin kurduğunu anlatanlar, kaş yaptığını sanırken daha kaç göz çıkartacaksınız? Bilmediğiniz, göremediğiniz İngiliz-Amerikan oyununun içinde boğulmaya çalışılan ülkenizin başından aşağıya zehir akıtıyorsunuz sadece zehir… Uluğ Bayındır “Edepsizlik, alçaklık, adilik…” ABD ’NİN en saygın (!) gazetelerinden The New York Times, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Hacı Bayram-ı Velî Camii’nden çıkarken çekilmiş bir fotoğrafını, bugün Irak ve Suriye’de katliamlarıyla dehşet salan IŞİD’e Ankara’dan, hem de Hacı Bayram-ı Velî Camii ve etrafından militanların katıldığını belirttiği bir haberde kullandı. >> Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, söz konusu gazetenin sahibi olduğu çirkin medya anlayışını eleştirdiği açıklamasında, “Bu, en basit ifadeyle edepsizliktir, alçaklıktır, adiliktir” dedi. Erdoğan’ın bu tepkisinin ardından fotoğraf internet sitesindeki yayından kaldırılıp “hata” diye yorumlanan bu alçaklık için özür dilenirken, yapılan haberin arkasında durulduğuna dair bir de açıklama yapıldı. Arkasında durulan haberi inceleyelim. The New York Times’in 15 Eylül 2014 tarihli baskısında, Ceylan Yeğinsu imzalı bir haber yer aldı. Haberde, Türkiye’den IŞİD’e katılımın olduğu ve hatta “aktığı” belirtiliyor. Zira başlık öyle: “Türkiye’den IŞİD’e militan akıyor…” Zaman gazetesinin haber hakkında yaptığı incelemeye göre Yeğinsu’nun Ankara’daki IŞİD “sempatizanları ve mağdurları” ile görüşmelere yer alıyor çalışmada. Şöyle bir cümle yer alıyor NYT’de: “Ankara’nın turistik mekânlarının ortasında yer alan Hacıbayram Mahallesi, IŞİD’e katılım noktasında bir merkez haline dönüşmüş.” Ankara’da IŞİD’in “sempatizanları ve mağdurları” var ve bunlar Hacı Bayram-ı Velî Camii etrafında örgütleniyorlar. Bu iddiayı Zaman’ın kabullenişini açıkçası yadırgamıyoruz, zira Adana’daki MİT tırları ihanetini savunan bir zihniyetten ancak bu beklenebilirdi. Haberde sempatizan ve mağdurlarla konuşulduğu belirtiliyor ya, eski bir IŞİD militanıyla tek ve kısa bir röportaj yer alıyor. Aslında biz bu habere ne öfke kusuyor, ne de bu densizliğe şaşırıyoruz. Bunlar tabiî şeyler… Ancak geçen aylarda sürekli IŞİD haberlerini burada konu edinirken bizim medyamızın şu kritik konuda nasıl bir cephe edindiğini uzun uzadıya yazmıştık bu satırlara; bu yüzden de bile bile lades çeken belli başlı bazı kimselere tavsiyemizi aktaralım. Bazı sosyal medya mecralarında kimin aklından ne amaçla çıktığı bilinmeyen iddialar dolaştırıldı ki bu iddialara Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Başbakan’ın dikkat etmeleri gerekmektedir. İddia şu: “IŞİD’i Türk derin devleti kurdu ve ABD ile işbirliği yaparak Sünnileri katleden Şiilerden intikam alınıyor. 49 Türk ise göstermelik, yani dikkat çekmemek için…” Bu akılsız, mesnetsiz, hatta alçakça iddiayı güya devletimizi yüceltmek için ortaya atanlara yuh olsun! Bu iddiaları ortaya atanlar, böylesi bir ahmaklığı AK Partililere argo tabirle gaz vermek için yaptılarsa, bu ülkeye çok büyük zarar vermişler demektir. Ancak bu iddia bir tuzaksa, hem bu iddialara inananlar tuzağa düşmüş, hem de Türkiye’yi ateşin içine çekmişler demektir. Yani bir taşla iki kuş vurulmuştur. Bu fakir, iki seçeneğin varlığına da inanıyor. İşte bu iddiaları ciddiye alan veya ciddiye almasa da “Madem bu ahmaklar böyle düşünüyorlar, biz de istediklerini verelim” diye düşünenler böylesi haberlere imza atıyorlar. Artık birileri sosyal mecralarda saçma sapan teoriler üretmekten vazgeçsinler. Artık birileri, sosyal mecralarda her ak gibi gösterilene “Aktır!” diyerek kapılmasın, tuzaklara düşmesinler… Hacı Bayram-ı Velî’yi dillerine doladılar. Camilerde örgüt kuranlardan bahsediyorlar. Ne olur bu oyuna gelinmesin ve bu tuzaklara meyleden kardeşlerimiz engellensin! eylül 2014 25 haberajanda Perspektif Bu öyle bir akımdır ki, Türkiye’nin tarihini Cumhuriyet’le başlatıp Cumhuriyet’le bitirmektedir. Her darbe sonrasında Atatürk ilke ve inkılaplarına atıfta bulunulması, bu ilkelerin topluma yeniden hatırlatılması ve hatta ölümsüzleştirmek için Anayasa’ya konulması boşuna değildir. Eğer 2015 seçimlerinden sonra kurulacak Cumhuriyet hükümeti bir sivil anayasa yaparsa, bu yemin metni de tarihe karışacaktır. Yani Recep Tayyip Erdoğan, statükonun son yeminini ederek bu defteri kapatmış olacaktır. Allah’ın bahşettiği nimetleri bile sisteme borçlu olduklarını söyleyerek sistemi kutsama ritüelleri yaparlar. “Bu sistem olmasaydı biz de olmazdık” diyecek kadar işi ileriye götürür ve şirke batarlar. Cumhuriyet’le birlikte tesis edilmiş olan sistemin her aygıtı, sadece bu dünya için yaşayan laik insan tipini inşa etmek üzere kurgulanmıştır. Bundan dolayıdır ki ulusalcı-Kemalist-laikçi kesimler, bu sistemden hiç rahatsızlık duymazlar. Gerçekten de sistemi kurgulayanların ilk yaptıkları iş, vahiy gerçeğini dışlamak olmuştu. Vahye olan düşmanlıkları bugün de ağızlarından taşmaktadır, “kalplerinde gizledikleri ise daha da büyüktür”. Sistem ve inançlı insanın si 26 eylül 2014 Prof. Dr. Turan Güven turanguven.ajanda@gmail.com S İZİ bilemem ama ben, ayrıntılara dikkat eden biriyim. Şunu da belirteyim ki, ayrıntıya dikkat ederken onda kaybolup resmin tümünü göremeyenlerden de değilim. Türkiye’deki mevcut sisteme bütüncül yaklaşımla bakanlar, onun insan fıtratını bozan ayrıntılarını gözden kaçırmaktadırlar. Tabiî ki bunların başında entelektüel ve zihinsel yetersizlik, dikkatsizlik ve “değer ölçüleri farklılığı” gibi faktörler bulunmaktadır. Mesela iç dünyasında vahiy hassasiyeti taşıyan insanlarla bu hassasiyeti taşımayanların, Türkiye’nin 90 yıllık sistemine bakışlarında öyle temel farklılıklar var ki, hayret edersiniz. Vahiy gerçeğini hayatlarının dışına atan ulusalcı-Kemalist-laikçi kesimlere bir bakalım. Bu kesimlerin sistemden rahatsızlıklarını dile getirdiklerini ve bir eleştiri yaptıklarını hiç duydunuz mu? Tam aksine, Allah’ın bahşettiği nimetleri bile sisteme borçlu olduklarını söyleyerek sistemi kutsama ritüelleri yaparlar. “Bu sistem olmasaydı biz de olmazdık” diyecek kadar işi ileriye götürür ve şirke batarlar. Cumhuriyet’le birlikte tesis edilmiş olan sistemin her aygıtı, sadece bu dünya için yaşayan laik insan tipini inşa etmek üzere kurgulanmıştır. Bundan dolayıdır ki ulusalcı - Kemalist - laikçi kesimler, bu sistemden hiç rahatsızlık duymazlar. Gerçekten de sistemi kurgulayanların ilk yaptıkları iş, vahiy gerçeğini dışlamak olmuştu. Vahye olan düşmanlıkları bugün de ağızlarından taşmaktadır, “kalplerinde gizledikleri ise daha da büyüktür”. stem içindeki yeri Toplum kesimleri arasında var olan “birlikte yaşama kültürü”, bu sistem tarafından tahrip edilerek bir “çatışma kültürü”ne dönüştürülmüştür. Türkiye’de bir avuç “Kemalist”, bu çatışmalar sayesinde 80 yıldır sistemin tepesinde oturmayı başarmış ve küresel düzeyde esamisi okunmayan ve bağımsızlığı kendinden menkul bir devletin rutin işlerini yürütmeyi “başarı hikâyesi” olarak halka yutturmuşlardır. Dünya sisteminde ağırlığı hissedilen bir ülke olamamak Kemalistler için hiç de önemli değildi. Onlar için önemli olansa iktidarlarının sürdürülmesiydi. Memur maaşlarını ödemek zora girince, soluğu IMF’nin kapısında almaktan hiç utanmazlardı. eylül 2014 27 haberajanda Perspektif NE YAZIK Kİ İNSANI İFSAT EDEN, İTİKADINI BOZAN VE ÖBÜR DÜNYASINA BİLE İPOTEK KOYAN BU RİTÜELLERDEN KİMSE RAHATSIZ OLMAZDI. KEMALİSTLER, MİLLİYETÇİ ÇEVRELERİ HAMASİ BİRKAÇ SLOGANLA AVLADIKTAN SONRA, ONLARIN HOROZ GİBİ ŞİŞİNMELERİNE KIS KIS GÜLER VE YALNIZ KALMADIKLARINDAN DOLAYI KENDİLERİNİ GÜÇLÜ HİSSEDERLERDİ. MİLLİYETÇİLERİN BÜTÜN ÖMÜRLERİ, RESMÎ İDEOLOJİNİN BOŞ SLOGANLARININ İÇİNİ DOLDURMAYA ÇALIŞMAKLA GEÇMEMİŞ MİYDİ? ZATEN BU YÜZDEN GELECEĞE YÖNELİK HİÇBİR FİKİR VE PROJE ORTAYA KOYAMAMIŞLARDIR. Ritüel devleti aymazlığı Ülkede bütün bunlar olurken, milli bayramlarda Türk milletinin hamaset duygularını o şirk kokan ritüellerine meze yapardı bu güruh. “Acaba bu durumdan rahatsızlık duyan birileri var mıdır?” diye etrafınıza baktığınızda ortada kimseyi göremezdiniz. Ne yazık ki insanı ifsat eden, itikadını bo- İç dünyasında vahiy hassasiyeti olmayan birinin bu manzarayı anlamasını ve anlamlandırmasını beklemiyorum. Ama meselenin sadece zamanın ruhu ile ele alınmasını arzu ediyorum. 28 eylül 2014 zan ve öbür dünyasına bile ipotek koyan bu ritüellerden kimse rahatsız olmazdı. Kemalistler, milliyetçi çevreleri hamasi birkaç sloganla avladıktan sonra, onların horoz gibi şişinmelerine kıs kıs güler ve yalnız kalmadıklarından dolayı kendilerini güçlü hissederlerdi. Milliyetçilerin bütün ömürleri, resmî ideolojinin boş sloganlarının içini doldurmaya çalışmakla geçmemiş miydi? Zaten bu yüzden geleceğe yönelik hiçbir fikir ve proje ortaya koyamamışlardır. Sistemin aygıtlarında icra edilen resmî devlet ritüelleri, referansı İslam olan insanlar için bir “şirk gösterisi” ve “manevî işkence” olarak algılanmaktadır. Gerçekten bu ritüellerde toplumun büyük bir kesimi tarafından benimsenen İslamî değerler aşağılanmakta, Allah’ın üstün vasıfları insanlara atfedilerek rahatsız edici bir şirk sergilenmektedir. Bunu bir insan yapabilir; ama devlet aygıtları bu tür eylemlere alet edilemez. Yeryüzünde bilimin, mantığın ve devlet aklının iflasını bundan daha iyi gösteren bir örneğe rastlamak mümkün değildir. Türkiye’deki mevcut sistem neden toplumun büyük kesimi ile bir çelişki ve çatışma yaşarken bir avuç ulusalcı-Kemalistlaikçilere şirin görünmekte ve hatta onlara bir koruma kalkanı oluşturmaktadır? İşte Prof. Dr. Turan Güven temel sorun buradadır! Devlet, toplumun bütün kesimlerine adaletle yaklaşmalı, aynı mesafede olmalıdır; toplumun bir kesimine manevî işkence çektirirken, diğer kesimlerine mutluluk dağıtmaktan vazgeçmelidir. Düşünün ki, bu sistem içerisinde İslam dininin kutsallarını istediğiniz kadar eleştirebilir ve hatta aşağılayabilirsiniz, ama Kemalizme en küçük bir eleştiri bile yapamazsınız. Vahiy, Allah’tan gelen, bütün zaman ve mekânlarda geçerli olan ilahî bir bilgidir. Siz bunu istediğiniz kadar eleştirecek ve hatta aşağılayacaksınız, ama ölümlü bir insanın zekâsından çıkmış ve zamana dayanıksız haldeki ideolojik sloganları eleştiremeyeceksiniz. Türkiye’deki sistem ve statüko bu temel çelişkiyi sadece İslam’la yaşamıyor, zamanın ruhu ile de yaşıyor. Ve ne yazık ki topluma bir idrak gecikmesi yaşatıyor bu durum. Devlet, insan fıtratını bozmak ve kötülüklerde çığır açmak için değil, ülkeyi hak ve adaletle yönetmek, toplumu barış ve esenlik içinde tutmak için vardır. Bir yemin töreni Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasında icra edilen yemin töreni ve ritüellerini seyrederken kendimi bir an için Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın yerine koydum (aç tavuk rüyasında darı görürmüş demeyin sakın); bana göre ortada insanın onuruna dokunan ve iç dünyasında kasırgalar yaratacak kadar rahatsız edici bir manzara vardı. Bir tarafta bir avuç ulusalcı-Kemalist-laikçi toplum kesimini tatmin eden bir ritüel görüntüsü, diğer taraftaysa referansı İslam olan bir kişinin bu ritüel içindeki pozisyonu... İç dünyasında vahiy hassasiyeti olmayan birinin bu manzarayı anlamasını ve anlamlandırmasını beklemiyorum. Ama meselenin sadece zamanın ruhu ile ele alınmasını arzu ediyorum. Sayın Recep Tayyip Erdoğan, 12 Eylül 1980 darbecilerinin getirdiği anayasadaki yemin metnini okuyarak ant içti. Birçok Türk aydını, bu metnin gerek Türkçe bakımından, gerekse kendi gerçekliğimizi ifade etme bakımından problemli olduğunu ifade etmiştir. Bir başka yazı konusu olabilecek bu yemin metnini buraya aynen alıyorum. “Cumhurbaşkanı sıfatıyla devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, Anayasa’ya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılâplarına ve laik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma, milletin huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağıma, Türkiye Cumhuriyeti’nin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma büyük Türk milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine ant içerim.” Bu metinden ulusalcı-Kemalist-laikçi bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının rahatsız olmasını beklemiyorum, ama entelektüel bir insan, yemin metnindeki darbeci generallerin dayatmasını ayna gibi görmektedir. İnsana şaka gibi gelse de, darbeci generaller toplumdaki bozulmaları ve ülkedeki kötü gidişleri ciddi ciddi Atatürk ilke ve inkılaplarıyla ilişkilendirmektedirler. İşte size sekü- ler bir Selefiye akımı!.. Bu öyle bir akımdır ki, Türkiye’nin tarihini Cumhuriyet’le başlatıp Cumhuriyet’le bitirmektedir. Her darbe sonrasında Atatürk ilke ve inkılaplarına atıfta bulunulması, bu ilkelerin topluma yeniden hatırlatılması ve hatta ölümsüzleştirmek için Anayasa’ya konulması boşuna değildir. Eğer 2015 seçimlerinden sonra kurulacak Cumhuriyet hükümeti bir sivil anayasa yaparsa, bu yemin metni de tarihe karışacaktır. Yani Recep Tayyip Erdoğan, statükonun son yeminini ederek bu defteri kapatmış olacaktır. Hiç kimse bu coğrafyadan İslam’ın ve Türk’ün mührünü silmeye çalışmasın! Ama bu, Selçuklu ve Osmanlı cihan devletlerinden kalan beşerî mirasın reddedilmesi anlamına da gelmiyor. Bu topraklar üzerinde yaşayan bütün halk, “ulus devlet” mantığı ile “yeni bir toplum yaratma” projesine maruz kaldı. Yani ulus devlet mantığı ve felsefesi, son tahlilde klonlanmış bireylerden oluşan homojen bir toplum yaratma projesidir. Ulus devletin dayatmacı toplum mühendisliği yapması ve vatandaşa don biçer gibi din biçmesi, insan onuru taşıyan herkesi ciddi biçimde rahatsız etmiştir. Sistemin fıtrat bozucu etkisinden en fazla rahatsızlık duyanlar, İslam’ı referans alan toplum kesimleri olmuştur. Ama büyük bir sabırla öz varlıklarını bugüne kadar muhafaza edebilmişlerdir bu kesimler ki post-modern darbe günlerinde zirveye çıkan zulümlere karşı duruşları da bir okyanus enginliğindeydi. Bu öyle bir duruştu ki, 28 Şubat darbesine goygoyculuk yapan sivil ve askerî unsurlar, okyanusun tuzluluğunu değiştirmek için tenekelerle su döken ahmaklar durumuna düştüler. Ulusalcı-Kemalist-laikçi kesimlerin helal, haram, şirk, müşrik, kâfir, münafık, cihat, şehadet, ahiret, cennet, cehennem, kıyamet, nefis, şeytan, cin, melek, kader, ibadet, kul hakkı ve Allah’a kulluk gibi dinî (İslamî) kavramları ciddiye almadıklarını biliyoruz. Unutmayalım ki bu coğrafya üzerinde vahiy gerçeğini zihin ve ruh dünyasının merkezine almış insanların, bu kavramları hayatlarının pratikleri dışına itmesi ve yok sayması beklenmemelidir. Türkiye’deki mevcut sistem ise -neredeyse 90 yıldan beri- toplumun bilinçaltına İslamî değerlerin bugünkü hayat için referans alınamayacağını yerleştirmeye çalışıyor. Sistem, bunu yaparken insanlığın en sağlam ve sahih hayat kaynağı olan vahye (Kur’an) karşı savaş açtığının farkında mı acaba? eylül 2014 29 haberajanda Analiz O artık “Pak Pa Bir bakıma anlaşmalara bağlı AK Parti ile “Kasımpaşalı” Erdoğan, halkının şahsına gösterdiği sınırsız teveccühe güvenerek partiyle yollarını ayırdı. Bu ayrılışın gereği olarak, iki ay önce sessiz sedasız AK Parti’yi defakto lağvetti. Yeni durum gereği eski AK Parti’nin tüm il yöneticileri istifa ettirildi ve parti fiilî olarak sıfırlanarak sessizce gerçekleştirilen bu operasyon kendi içinde başarıyla devam etti, planlanana ulaşıldı. Eski partinin tabelasını ve dolayısıyla adını değiştirmeden kurulan Yeni AK Parti’de “ekol”e bağlı olmayan yeni il yönetimlerine işbaşı yaptıran Erdoğan, “ekol”ün yerini alarak yeni partinin sahibi oldu. Sahibi olduğu teşkilatın ismi hâlâ AK Parti olsa da durum bu! 30 eylül 2014 2023’ten söz ediyoruz; “vizyon” biçileli neredeyse 5 sene oluyor. Önümüzdeki 9 yıl içinde trilyon dolarlık bütçe, yarım trilyon dolarlık ihracat, 20 bin doları geçen fert başına gelir ve bilmem ne kadarlık turizm kazancı söz konusu… Burada “Evin Reisi”, “Herkes işbaşına! Kalk borusu çaldı!” diye ünlüyor sembollerle de olsa. “Yan gelip yatma devri”nin sona erdiği anlaşılıyor bu sembollere bakınca. Ve anlaşılan o ki, Reis, horantayı ayağa kaldırırken “Şimdi ‘Aydınlık Dünya’ya çıkma zamanı!” diye uyarmadan geçmiyor, “Zümrüdüanka yolcu”… Ahmet Yozgat ahmetyozgat.ajanda@gmail.com AK Parti değil rti” ya da “Hüma kuşu” A SLINDA yazının başlığını “AK Parti Tarihine Giriş ve Çıkış” koymaya niyetlenmiştim; lakin “O şimdi asker!” darb-ı meseli aklıma geldi birdenbire ve başlık değişerek “Pak Parti” oldu. Hatta “Pak yerine ‘apak’ bile denilebilir” diye geçti içimden. “Apak”ın açılımı mı? “Anadolu’ya perçinlenmiş” AK Parti gibi bir şey… Tabiî bir de “Hüma kuşu” var; bu da başlığa şiirselliğini veren yan argüman… >> 12. Cumhurbaşkanı –ki artık ona da yavaş yavaş ve kestirmeden “Başkan” diyebiliriz-, 27 Ağustos’ta gerçekleştirilen AK Parti Kongresi’nde “bir başka telden, bamtelinden” konuştu. Oysa 12 yıldır çaldığı tel başkaydı. Zaten bu konsept ve konuşma değişimini de “Bugün, doğum günü!” diye ilan etti ve önemli bir tespite bağladı. Bu cümleyle o, konuşmasında Yeni Türkiye’nin doğum gününe işaret etmişti. Ancak bize göre asıl doğum günü AK Parti’ninkiydi, zira “Eski AK Parti”den “Yeni AK Parti” ya da “Pak (Apak) Parti” doğmuştu. Buna bağlı olarak yeni partinin idare edeceği “yeni ülke”nin yol startı verildi. Zaten onun adına da “Yeni Türkiye” diyordu “zamanın Başbakanı”... Aynı konuşmada, yeni doğumla ilgili olarak “küllerinden doğmak” tabiri kullanıldı, ki bu mühimdi. Bu sebeple istiyoruz ki yazıyı bu kanaldan yürütelim... Tayyare değil, “Anka” Malum, masallarda adı geçen devasa bir kuştur “Anka”. Başka başka adları da var. Bir bakıma bizim Anka isim zengini. Mesela, Feridüddin Attar’ın tasavvuf ve seyr-ü süluku remz ettiği “Kuşname” kitabında “Simurg” adıyla anılıyor. Mısır taraflarında bilinen “İbis kuşu” da bir başka kültürdeki adı bizimkinin. Bir de “Kaknüs” var; galiba bu isim daha batıda dillendiriliyor. Bitmedi... Dede Korkut destanlarında sözü edilen “Tuğrul kuşu” da bir başka adı sihirli Anka’nın. İlaveten, bu kuşun “yere düşüp ölmediğini ve dünyanın Sultan Süleyman’a kalmadığını” anlatan halk türküsündeki adı var ki bu türkünün sözlerinde de “Hüma kuşu” olarak geçiyor. Masal tekellümcüleri, bal damlayan anlatımlarında Hüma’ya –kısaca (!)“Zümrüdüanka” adını takıyorlar. Adı her ne olursa olsun, bu masal kuşunun en önemli özelliği, ömründe bir tek ve tek bir tane yumurtlaması. Ancak yavru kuşun doğumu o yumurtadan olmuyor, ölümü ondan oluyor. Mübarek kuş yumurtlama esnasında o kadar çok ateşleniyor ki, ateşi naif vücudunu yakıp kül ediyor. İşte o an, Anka’nın yeniden doğumu da başlamış oluyor ve masalların efsanevî kuşu, Kafdağı’nın doruğunda taptaze ve yepyeni bir varlık şeklinde kendi küllerinden doğuyor. eylül 2014 31 haberajanda Analiz Tuğrul kuşu yahut da Zümrüdüanka ile süregelen kadim yolculuğumuz, 1839’da Gülhane Fermanı’yla girdiğimiz rotada Kaknüs’le devam etmişti. Bu da bir “holy” yolculuktu, lakin Zümrüdüankalı yılların “kutlu seyahati” kadar bahtiyar etmemişti halkımızı. Onun için tek istasyonlu radyomuzdan “Yurttan Sesler” programını dinlerken Nezahat Bayram, her eli kulağına atıp da “Hüma Kuşu yere düştü, ölmedi” diye uzun havasını çığırdığında ya ağladık, ya gözlerimiz yaşardı. Zira Hüma kuşuydu özlediğimiz... Henüz Başkan uçağının adı yok, ancak bu da bizim kıyağımız olsun Sayın Erdoğan’a; uçağın adı bu yazıyla birlikte konuldu bile: “Zümrüdüanka”… Tabiî bu mitolojik kuşun hikâyesi burada bitmiyor. Konuk olduğu masalların içinde de önemli bir görevi var. Şöyle ki, masal yolculuğunda “Ak koça bineceğim” derken yanlışlıkla “kara koça” binen ve bir anda kendisini “Karanlık Dünya”da bulan şehzadenin durumu kritik, hatta fecaat… Göz açıp kapayana kadarlık bir sürede düşürüldüğü bu karanlık medeniyetten kurtulması ve “Aydınlık Dünya”daki kadim köklerine, yani aslına dönmesi lazım geliyor. Ama nasıl? Masal bu ya, şehzade bunun yolunu bir şekilde buluyor. Aslında yol önemli değil; önemli olan, Zümrüdüanka’nın bu yolculuğa vasıta olmayı kabul etmesi. Lakin bir şartı var: Güzergâh dik, uzun ve yorucu; 32 eylül 2014 bu eziyetli yükseliş esnasında kuşun “Gak!” deyince ete, “Guk!” deyince suya ihtiyacı olacak. Bunun için de kırk fıçı su, kırk koca kazan et gerekmekte. Peki, şehzade bunu bulabilir mi? Şehzadenin bir planı var ki Anka kuşuna “Bundan kolay ne var?!” diyor, “Sen onu bana bırak” ve doğal olarak kuş bu hususu şehzadeye bırakıyor ve masal bu şekilde devam edip mutlu sona ulaşıyor. Biliyorsunuz, devletin tepesinin kullandığı bir uçak vardı, adı “Ata”. Ona, icap ettiğinde Başbakan ya da Cumhurbaşkanı binebiliyordu. Yani “iki kardeş”, idare edip gidiyorlardı. Bu minval üzere aradan epey bir zaman geçti ve zaten mütevazı bir tayyare olan Ata’nın da sonu göründü. Bu durumda “eski Türkiye’nin makam uçağı”nın ya tekaüte ayrılması ya da bir başka hatta istihdam edilmesi kendi kaderi. Ne diyelim, hakkında hayırlısı… Köşkte devir teslim töreninin yapıldığı gün, “Cumhurun Başı” için ısmarlanmış olan ve bir rivayete göre fiyatı 400 milyon doları bulan Airbus marka devasa uçak Amerika’dan yola çıkmıştı -bu yazının kaleme alındığı zamanın sonuna kadar Esenboğa’ya konmuş olmalı-. Malumâliniz, bu Airbuslar acayip tayyareler ve uçak milletinin en alamet şeyleri… Yani istenirse içine en azından iki tane Ata uçağını alacak kadar büyük, hatta belki daha da çok… Öyle azman şeyler ki bir bakıma uçakların Zümrüdüanka’sı… Henüz Başkan uçağının adı yok, ancak bu da bizim kıyağımız olsun Sayın Erdoğan’a; uçağın adı bu yazıyla birlikte Ahmet Yozgat konuldu bile: “Zümrüdüanka”… Ne demişti masaldaki şehzade? “Bundan kolay ne var?! Sen o işi bana bırak!” Haydi bıraktık! İşte şehzade, işte Anka kuşu!.. Köşkteki devir teslim törenine yüze yakın ülkenin temsilcisinin katılmış olmasını ise bu fakir çok önemli buluyor. Üstelik bunlardan yirmiye yakını da bizzat devlet başkanı… Bu demektir ki Zümrüdüanka uçağına çok iş düşecek. En azından -ki ilk önce- törene katılan yirmiye yakın başkana yapılacak iade-i ziyaretler olacaktır. “Gak!” deyince et, “Guk!” deyince süt mevzusuna gelince… Başkan, “uçakların dev anası”nı aldığına göre, kafasında da önemli listelere sahip olmalı. Hem ziyaret edilecek ülkeler, hem de ziyaret yoldaşları açısından Kafdağı’nın Zümrüdüanka’sına ihtiyaç duyuluyor zahir. Buradan çıkan sonuçlardan biri şu ki, yeni dönemde “terleyen” sadece Cumhurbaşkanı olmayacak; ter denizinde yüzecekler arasında işadamları, tüccarlar ve sanayiciler de epey bir yekûn tutacaklar. Yoksa “Yeni Türkiye”nin “Gak!” deyince et, “Guk!” deyince süt isteyen ekonomisini doyurmak mümkün mü? Vakit tamam 2023’ten söz ediyoruz; “vizyon” biçileli neredeyse 5 sene oluyor. Önümüzdeki 9 yıl içinde trilyon dolarlık bütçe, yarım trilyon dolarlık ihracat, 20 bin doları geçen fert başına gelir ve bilmem ne kadarlık turizm kazancı söz konusu… Burada “Evin Reisi”, “Herkes işbaşına! Kalk borusu çaldı!” diye ünlüyor sembollerle de olsa. “Yan gelip yatma devri”nin sona erdiği anlaşılıyor bu sembollere bakınca. Ve anlaşılan o ki, Reis, horantayı ayağa kaldırırken “Şimdi ‘Aydınlık Dünya’ya çıkma zamanı!” diye uyarmadan geçmiyor, “Zümrüdüanka yolcu”… Gelelim “Hüma kuşu yere düştü, ölmedi” diyen habere, yani yazının başlığına… Ne demiştik? “AK Parti, ‘Pak Parti’ oldu!” Peki, nasıl oldu da böyle oldu? Türkü haber veriyor ya, Hüma kuşu yere düşer, fakat asla ölmez, küllerinden doğar. Sultan Süleyman bile ölür, lakin Hüma ancak yere düşer –hâliyle- tekrar doğrulmak için… Haber Ajanda’nın Yayın Yönetmeni sevgili Serhat Bıçak’la birlikte, Kanal 5 televizyonunda “Haftaya Bakış” programında birlikte oluyoruz. Serhat’ın moderatörlüğünde yapılan programda fakir, yorumcu olarak sandalye işgal ediyor. Lütfederseniz, her Cumartesi 18:00’da… Gerek Ajanda Grubu’ndaki yazılarımızı takip eden, gerekse programımızı izleyen dostlar bilirler ki bu kalem, AK Parti’nin bir “ekol partisi” olarak kurulduğunu iddia etmekte. Lafı evirip çevirmeden ve dikine söyleyelim: AK Parti, “Amerikan ekolü”nün partisidir. Onun bir önceki muadili, sanılanın aksine Erbakan’ın Saadet’i değil, Özal’ın Anavatan’ıydı. Bir bakıma AK Parti’nin anası sayılan Anavatan 1993’te yere düştü. Özal öldü ama ANAP ölmedi ve tam 10 yıl sonra, 2002’de düştüğü yerden doğrulduğunda adı artık Anavatan değil “Adalet ve Kalkınma” idi. Siz ya da biz, “faniler, yani ‘Ver!’ deyince oy veren, gerisine karışmayanlar”, vaziyetten haberdar değildik. Lakin kısa adı AK Parti olan “Adalet ve Kalkınma Partisi”nin taammüden biçilmiş bir ömrü vardı ve bu ömrün süresi 10 yıldı. Partiyi kuranlar bunu gayet iyi biliyorlardı; hatta bu bilgilerini parti tüzüğüne bile yansıtarak bir “üç dönem şartı” yazmışlardı. Ne demekti “üç dönem”? Yaklaşık 10 yıla denk gelen üç seçim dönemi sonunda “parti babaları”, bir bakıma “Biz gideriz, parti biter!” diyorlardı. Zaten “Ekol Sahibi” ile varılan anlaşma da böyleydi ve Sahip, “Ben partinize 10 yıl destek olurum. Sonrası tufan!..” diyerek tavrını ortaya koymuştu. Faniler dışında kalan herkes, kendini bu “gizli kapaklı malum biçime”, yani üç dönem kuralının 10 senesine göre ayarlamıştı. “Herkes” dediğimizse iktidar ve muhalefet, yani bilcümle siyasiler, hatta devlet -tekraren, tabiî ki siz ya da biz faniler hariç-… “Hüma” idi özlediğimiz Evet, bu bilgisizlik içinde “üç dönem”in içerdiği manaya pek kafa yormadıkları veya bu kabil “katakülli işler”den anlamadıkları için faniler, Anavatan’a yapmadıklarını AK Parti için yaptı ve Erdoğan’a girdiği her seçimde tavan yaptırarak kendi rekorunu egale ettirdi. İşte sürekli yükselen bu çıtadır ki Erdoğan’ı fanilerle bütünleştirdi ve “üç dönem”in ifade ettiği on senelik süreyi unutturarak onlar gibi düşünür hale getirdi. Bir bakıma anlaşmalara bağlı AK Parti ile “Kasımpaşalı” Erdoğan, halkının şahsına gösterdiği sınırsız teveccühe güvenerek partiyle yollarını ayırdı. Bu ayrılışın gereği olarak, iki ay önce sessiz sedasız AK Parti’yi defakto lağvetti. Yeni durum gereği eski AK Parti’nin tüm il yöneticileri istifa ettirildi ve parti fiilî olarak sıfırlanarak sessiz gerçekleştirilen bu operasyon kendi içinde başarıyla devam etti, planlanana ulaşıldı. Eski partinin tabelasını ve dolayısıyla adını değiştirmeden kurulan Yeni AK Parti’de “ekol”e bağlı olmayan yeni il yönetimlerine işbaşı yaptıran Erdoğan, “ekol”ün yerini alarak yeni partinin sahibi oldu. Sahibi olduğu teşkilatın ismi hâlâ AK Parti olsa da durum bu! Eskinin “Amerikan ekolü”ndeki iktidar partisi, artık Atlantik ötesinden bağımsız ve siyaset sahnesinde bir ilk olarak “Türk ekolü” bünyesinde. Bu sebepledir ki Erdoğan, kongre konuşmasında -daha önceleri olduğu üzere- duble yollar yaptıklarından, Hazine’ye şu kadar likit para yığdıklarından değil de “kadim kökler”den sürüp gelen “Dava”dan bahsetti. Bir bakıma “Amerikancılığın sıcak paracı kitle partisi” evrilerek “ahlakçı ve erdemci dava partisi”ne dönüştü. Bir bakıma dünün masal kuşu olan Kaknüs-ü Anka’sı yandı ve onun küllerinden halk türküsünün Hüma kuşu doğdu. Bir bakıma Kaknüs Batı’yı ve şekilci Batıcılığı sembolize ediyorken, Hüma ise Doğu’yu, Anadolu’yu, Türklüğü, tarihi kadim köklere sahip ahlak ve erdem medeniyetini ve de halkın ta kendisini remzediyor. Tuğrul kuşu yahut da Zümrüdüanka ile süregelen kadim yolculuğumuz, 1839’da Gülhane Fermanı’yla girdiğimiz rotada Kaknüs’le devam etmişti. Bu da bir “holy” yolculuktu, lakin Zümrüdüankalı yılların “kutlu seyahati” kadar bahtiyar etmemişti halkımızı. Onun için tek istasyonlu radyomuzdan “Yurttan Sesler” programını dinlerken Nezahat Bayram, her eli kulağına atıp da “Hüma Kuşu yere düştü, ölmedi” diye uzun havasını çığırdığında ya ağladık, ya gözlerimiz yaşardı. Zira Hüma kuşuydu özlediğimiz... Bir bakıma türküler de duadan sayılırlar. Yıllar yılı Anadolu bozkırında yankılanan Nezahat Abla’nın o doyumsuz çığlığı yerini bulmuş olmalı ki, Kaknüs ateşler içinde yanarak öldü ve onun küllerinden Hüma kuşu doğdu. Artık Hüma kuşunun ikinci türküde olduğu üzere “yükseklerden seslenme vakti”nin geldiği kanaatindeyiz. “Merhum Nezahat Abla’nın ya da bugünlerde Hakk katına uğurladığımız Hacer Buluş’un sesinde kendini bulan bozkır halkının duygularını, bundan sonra bizzat kuşun kendisi haykıracak. Doğal olarak o tılsımlı ses, bizim kırlık arazimizle sınırlı kalmayacak ve tüm dünyada yankılanacak kaçınılmaz olarak” diyelim inşallah… Haydi Hüma, şimdi sıra sende! Sal avazını gök kubbeye… eylül 2014 33 haberajanda Kapak Çözüm Süreci’nde uluslararası profesyonellere, paralel yapıyla mücadelede dindar profesyonellere, yeni anayasada profesyonel bürokratlara dikkat etmek lazım. Örneğin Davutoğlu, uluslararası satrançta bu tarz profesyonelleri fark etmiş olmalı ki IŞİD bile aslında mobil profesyonel askerlerden oluşuyor ve cihada gittiğini sanan Müslümanları bile “kullanacak” deneyimli bir profesyonel ekip olarak “iş bitirmek” noktasında her teklife açıklar. Ortadoğu, Amerika ve İngiliz istihbaratının ve ona bağlı lojistik destek unsurlarının örgütlediği mobil profesyonellerle doludur. Bu profesyonelleri kullanmak fikrinin serencamı Suriye sürecinde sanırım test edilmiştir. Dolayısıyla dış-iç profesyoneller, özel dosya olarak masada her zaman tutulmalıdırlar. *** Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, Sayın Davutoğlu’na “Emanetçi değildir” derken yeni sosyoloji kadrajında “Yeni Türkiye” hedefine ulaştıracak PIN kodlarını verdiğini ve menü listesindeki dosyaların Davutoğlu tarafından detaylı şekilde doldurulacağına olan güvenini ifade etmiştir. 34 eylül 2014 Türkiye’nin kazandığı “Yeni”: AHMET DAVUTOĞLU T Kitabına uydurmak EORİ-PRATİK uyumu ve akademisyensiyasetçi bütünlüğü bağlamında “Stratejik Derinlik” adlı kitap, Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu ile özdeşleştiği gibi, Sayın Davutoğlu’nun Başbakanlığı döneminde tüm olup bitenlerin analizinde sağlaması yapılacakların kaynağı hükmünde kullanılabilecek niteliktedir de aynı zamanda. Bir anlamda Davutoğlu’nu “bağlayan” bir kişilik ve kimlik metni var elimizde. >> Yeni Türkiye’nin “yeni sosyoloji”sine giriş hükmünde yazılacak her metinde mutlaka Sayın Davutoğlu için iltifat sıfatı olan “Siyaset Hocası” ve “Filozof Başbakan” övgüsünün ne kadar gerçeği yansıttığı, iki önemli operasyon üzerinden analiz edilecektir: Başkanlık Sistemi ve paralel yapı ile mücadelenin parkuru olan politik dindarlık… Parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçiş tam da “Filozof Başbakan” performansı gerektiren “kitaplı/kitapla siyaset” konusudur. Nitekim Türkiye’de var olduğu söylenen değişim eğer “yeni sosyoloji” kadrajında ise, o zaman devletin tüm unsurları ve toplumun tüm dinamikleri de bu yeni durumun farkında ve başkanlık sistemine geçiş seanslarında olmak durumunda. Bu geçiş seanslarının hazırlık ve uygulamalarından sorumlu olan Sayın Başbakan’ın 1. Olağanüstü Kongre’de girizgâhı olan selam faslının (insana, zamana, mekâna selam) hangi insan, zaman ve mekân tarafından “Aleyküm es- selam” cevabıyla karşılanacağını tespit etmiş olmasını zorunlu kılar. Yani Sayın Başbakan, kime/ kimlere selam verdiğini “muhataplar” olarak netleştirmek durumunda. Parlamenter sistemi koruyacak ulusalcılar, paralel yapı, Ülkücüler ve Millî Görüş başta olmak üzere, birçok sosyal harekete rağmen başkanlık sistemini hangi toplumsal unsurlara ve sosyal tabakalara yaslanacağını şimdiden öngörmek ve planlamak durumundadır Davutoğlu. Başkanlık sistemini toplum dokusuna yedirmeden devlet içinde bir oldubitti sistemi olarak var etmek nasıl mümkün değilse, “Yeni Türkiye”yi de yeni sosyolojiye yaslamadan yürütmek olur ki, buna “kitabına uydurmak” denir. Sayın Davutoğlu da bilir ki, “inşa-ihya” yukarıdan aşağıya ve algı yönetimiyle gerçekleşmez. Mesele kitabına uydurmak değil, “kitabın rehberliği”ne uyum göstermektir. Sayın Başbakan Davutoğlu, 1. Servet Hocaoğulları servethocaogullari.ajanda@gmail.com Unutmayalım ki yıllarca “dindar”ları tehdit unsuru gören güçlerin kullandığı profesyoneller (özellikle 28 Şubat sürecinde), şimdilerde paralel yapıyla mücadeleye destek adı altında -fırsatını bulmuşkentoplumdaki dindar dokuyu bozabilirler. Nitekim bu aralar (2014-2015 arası) kim kimi harcamak istiyorsa, kim bir makama gelmek istiyorsa profesyonel kiralayarak işini gördürüyor. *** Sayın Davutoğlu’nun ilk iki hamle için müktesebatı ve siyasî tecrübesi yetecektir. Ancak üçüncü hamlede oldukça zorlanacağı aşikârdır. Çünkü Davutoğlu’nun destek alacağı muhatapların çoğu, AK Parti’nin ihmal ettiği devlet unsurlarında sırasını bekleyen sadık ve toplumsal dinamiklerin öznesi olan öncü isimlerdir. Daha açık söyleyelim: “AK Parti’ye sadık isimler, AK Parti içindeki listeden daha fazla ve daha etkindirler.” Varsa eğer AK Parti’ye sızmış veya sonradan profesyonel olmuş isimler, -üç dönem hizmetine bakılmaksızın- bunları tasfiye etme cesaret ve eylemini Sayın Davutoğlu gerçekleştirmelidir. Erdoğan sonrası Başbakanlık ve Genel Başkanlık’tan öte olan “Lider” olmanın ilk kriteri de profesyonellere taş çıkarttırmaktır. eylül 2014 35 haberajanda Kapak Sayın Davutoğlu bir gerçeği görmelidir: Sayın Erdoğan başından beri profesyonellere karşı mücadele etti. Bugün devlet ve hükümet, profesyoneller tarafından bir cemaati kullanarak kuşatılmıştır. Asıl stratejik derinlik, bu yapıyı tasfiye edecek profesyonellere taş çıkartacak operasyonları yapmak ve sonuç almaktır. Bunun ilk adımı ise profesyonelleri tanımaktan geçiyor. Olağanüstü Kongre’de “dokuz restorasyon parkuru” çizmiş, ancak parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçiş sırasında -bu parkurlarda- hangi insanın, zamanın ve mekânın koşacağını ve en önemlisi üniversite, Diyanet, asker, STK vb. dinamikleri hangi modellerle başkanlık sistemine hizmet ettireceğine ilişkin ipucu vermemiştir. Belki de gizli stratejik derinlik içinde planlamaktadır ve zamanı geldiğinde paylaşacaktır. Kesin olan bir şey var:Sayın Davutoğlu’nun emanetçi olup olmadığını tam da bu nokta- 36 eylül 2014 da parlamenter sistemden başkanlık sistemine ülkeyi hangi “Selam-Aleykümselam” parametreleriyle geçireceği belirleyecek. Dileğimiz, hoca ve filozof birikimi Başbakanlık’a hizmet etsin ve Sayın Davutoğlu inşallah yeni sosyolojiye hazır olsun. Cumhurbaşkanı farkı Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan, Sayın Davutoğlu’na “Emanetçi değildir” derken yeni sosyoloji kadrajında Yeni Türkiye hedefine ulaştıracak PIN kodlarını verdiğini ve menü listesindeki dosyaların Davutoğlu tarafından detaylı şekilde doldurulacağına olan güvenini ifade etmiştir. Örneğin paralel yapıyla mücadeleyi dışişlerinde birkaç okul kapatmak, içişlerinde birkaç bürokrat tasfiye etmekle sınırlı tanımlamakla değil, din-devlet ilişkilerinde yeni “politik dindarlık” unsurların ortaya çıkmasını engelleyecek ve dindar-laiklik denklemini Yeni Türkiye’de mutlak bir formüle oturacak şekilde ortaya konulmak zorundadır. Paralel yapının insan kaynaklarına operasyon yapılırken, samimi dindar kitle ile onları kullanan profesyonelleri karıştırmadan yürütülecek algı yönetiminin kodları şimdiden makul olmalıdır. lere karşı mücadele etti. Bugün devlet ve hükümet, profesyoneller tarafından bir cemaati kullanarak kuşatılmıştır. Asıl stratejik derinlik, bu yapıyı tasfiye edecek profesyonellere taş çıkartacak operasyonları yapmak ve sonuç almaktır. Bunun ilk adımı ise profesyonelleri tanımaktan geçiyor. “Profesyoneller” Kabul etmeliyiz ki yargıda, medyada, ekonomide, siyasette “profesyonel” olarak kodlamamız gereken ve güç-imkân-statü denkleminde pozisyon alanlar var. Örneğin profesyonel savcılar, “itibar-rövanşprofesyonel alışveriş” parkurlarında operasyonlar yapar ve bunu da “yasal araçlar” üzerinden gerçekleştirirler. Aynı pozisyon alış, medya dünyasında da var. Çok sık saf değiştiren medya organları ve çalışanları mevcut. Hatta farklı alanlardaki profesyonellerin paslaşması hesaba katıldığında, bir “piyasa”dan bile bahsetmek mümkün. Çoğu zaman biz bu piyasa aktörlerini “partizanmilitan” diye isimlendirir ve sanırız ki bu tiplerin bir safları, cepheleri vardır ve rakip/ düşmandırlar. Hayır, onlar hiçbir zaman “taraf ” değiller, hatta saf değiştirmeleri bile “ilkesizlik-döneklik-omurgasızlık” diye yaftalansa bile aslında olan biten, bu tiplerin sadece “yeni iş” almaları ve gereğini yapma görevidir. Sayın Başbakan Davutoğlu, paralel yapının, devlet içindeki hiyerarşinin yanı sıra, dini güç için kullanan dokuya imkan vermeyecek şekilde İslam-Müslüman ilişkisine atfen “ilahiyat meseleleri” diyebileceğimiz temel konulara toplumun yaklaşımlarını sağlıklı zemine oturacak restorasyon eskizlerini şimdiden kamuoyunun ilgisine sunabilmelidir. Aksi halde paralel yapının hem devlet, hem de din için en iyi becerdiği “kitabına uydurmak” metodu daha da yaygınlaşmış olacak ve özde değil, sözde paralel yapıyla mücadele de sadece kitabına uydurmakla kalacaktır. Sayın Davutoğlu bir gerçeği görmelidir: Sayın Erdoğan başından beri profesyonel- Nitekim 17 Aralık operasyonu bir profesyoneller hareketidir. Kuşkusuz bu işi bir cemaat sipariş etmiştir, ancak inisiyatif –hâlâ- bu profesyonellerdedir. Unutmayalım ki dindar grupları devlet sınırlarına eriştiklerinde profesyoneller karşılar. Bu tecrübe ilk defa bu belirli cemaat ile (El-Cemaat) ortaya çıkmış değildir. Sadece bu tecrübenin bedeli ağır olacaktır. Recep Tayyip Erdoğan’ı “usta” kılan bir pratik de işte bu profesyonellere ilişkin yönetme becerisidir. Daha açık ifade edelim: Sayın Erdoğan, profesyonel dünya ile mücadele ederek bugünkü zirveye ulaşmıştır. Ancak Sayın Başbakan Davutoğlu’nun bu alandaki karnesi henüz “kalfa” düzeyindedir. Sayın Erdoğan, ona Başbakanlık adaylığı desteği verirken gerçekte “usta” olma fırsatı vermiştir. Yargı mensubu, bürokrat, milletvekili, akademisyen, gazeteci sıfatlı profesyonellerin iktidarla ilişkisi ve gücü alma kokuları bize bir gerçeği hatırlatıyor: Vesayet bekçileri (paralı askerleri) profesyonellerdir. Vesayete karşı mücadele edenlerin saflarında bile gizlenmiş profesyoneller olabilir ki vardır. Sayın Başbakan Davutoğlu, tüm hesap ve hedeflerinde profesyoneller tarafından kuşatılma riskini göz önüne almalıdır. Çünkü profesyonellere karşı hamleyi yapmak için yine profesyonellerden kendisine, mesela bir mafya grubunu ortadan kaldırmak için bir başka mafyanın devreye girme cazibesi gibi bir piyasa teklifi gelebilir. Unutmayalım ki yıllarca “dindar”ları tehdit unsuru gören güçlerin kullandığı profesyoneller (özellikle 28 Şubat sürecinde), şimdilerde paralel yapıyla mücadeleye destek adı altında -fırsatını bulmuşken- toplumdaki dindar dokuyu bozabilirler. Nitekim bu aralar (2014-2015 arası) kim kimi harcamak istiyorsa, kim bir makama gelmek istiyorsa profesyonel kiralayarak işini gördürüyor. Çözüm Süreci’nde uluslararası profesyonellere, paralel yapıyla mücadelede dindar profesyonellere, yeni anayasada profesyonel bürokratlara dikkat etmek lazım. Örneğin Davutoğlu, uluslararası satrançta bu tarz profesyonelleri fark etmiş olmalı ki IŞİD bile aslında mobil profesyonel askerlerden oluşuyor ve cihada gittiğini sanan Müslümanları bile “kullanacak” deneyimli bir profesyonel ekip olarak “iş bitirmek” noktasında her teklife açıklar. Ortadoğu, Amerika ve İngiliz istihbaratının ve ona bağlı lojistik destek unsurlarının örgütlediği mobil profesyonellerle doludur. Bu profesyonelleri kullanmak fikrinin serencamı Suriye sürecinde sanırım test edilmiştir. Dolayısıyla dış-iç profesyoneller, özel dosya olarak masada her zaman tutulmalıdırlar. Nitekim “Filozof Başbakan” iltifatları da bu iç ve dış profesyonel ağlara takılabilir. Bu riski ise tek şey azaltır: Erdoğan’ın profesyonelleri yönetmedeki ustalığına teslim olmak. Çünkü Erdoğan’ı “gözüpek” yapan da bu deneyimdir. Bu arada, varsa eğer AK Parti’ye sızmış veya sonradan profesyonel olmuş isimler, -üç dönem hizmetine bakılmaksızın- bunları tasfiye etme cesaret ve eylemini Sayın Davutoğlu gerçekleştirmelidir. Erdoğan sonrası Başbakanlık ve Genel Başkanlık’tan öte olan “Lider” olmanın ilk kriteri de profesyonellere taş çıkarttırmaktır. Zirve siyasetinin sözlüğünde bir kural vardır: Profesyonellerle savaşta emanetçi eylül 2014 37 haberajanda Kapak ancak ayak bağı ve yumuşak dokudur. Davutoğlu bunun farkında olsa gerek… Davutoğlu farkı Siyaset ve uluslararası ilişkiler alanında akademisyenleri dinlediğinizde, olması gerekenlere ilişkin gayet “rahat” analiz yaptıklarını fark ederiz. Bu rahatlığın bir açık, bir de gizli nedeni vardır. Açık olan neden, bilimsel yaklaşımın tarafsızlığından kaynaklanır. Gizli olan neden ise, akademisyenlerin genelinin -istisnalar hariç-, uğruna bedel ödeyecekleri bir hedef/ideal/hesap içinde olmayışlarıdır. Hatta bu misyonsuzluğu “Bilim adamlığının objektifliğini bozabilir” gibi oldukça bilimsel (!) bir gerekçeye yaslamaktadırlar. Oysa insan-misyon ilişkisi, temel bir aidiyet ödevidir. Bu da akademisyeni objektif değil, adil olmaya mecbur bırakır; adil olmanın gerektirdiği objektiflikle adalet için kılını kıpırdatmayan objektiflik (!) bahanesini ayrıştırmak gerekir. Bu bağlamda Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu, insan-misyon ödevi ile bilim-gerçekler dengesini koruyarak raportör-operatör sıfatları taşıyan değerli bir insan aydınıdır. Bugün de Başbakan olarak teori-pratik uyumunun örneklerini sergileyen bir devlet adamıdır. Dolayısıyla Davutoğlu’nun, onu farklı kılan özellikleri uzayıp giden bir liste olacak kadar zengindir. Ayrıca her türlü marifet-iltifat seansla- Zirve siyasetinin sözlüğünde bir kural vardır: Profesyonellerle savaşta emanetçi ancak ayak bağı ve yumuşak dokudur. Davutoğlu bunun farkında olsa gerek… 38 eylül 2014 rını hak eden biridir Hoca. Ancak Davutoğlu’ndan beklenenler, onun sahip olduğu bu özelliklerle tek başına taşıyabileceği ödevler değildir. Paralel yapıyla mücadele, açılımlar, Çözüm Süreci ve yeni anayasa konularını “Yeni Türkiye” sosyolojisi içinde sonuçlandırmak için Sayın Davutoğlu’nun sadece devlet imkânları ve hükümet tecrübesiyle değil, aynı zamanda üç dönem kuralı sebebiyle oluşacak yeni ortamı “Yeni AK Parti” tanımına uygun şekilde yeni isimlerden oluşturacağı ekiplerle kalıcı yapılara dönüştürmek durumundadır. 2015 seçimlerine kadar bu ekipleri oluşturabilmesi için Davutoğlu’nun üç büyük hamleyi bekletmeden gerçekleştirmesi gerekiyor. Birinci hamle 2015 seçimlerinde milletvekili listesinde yer alacak isimleri, “eski Türkiye” zihniyetini ve o dönem siyasetçisi anlamında eski AK Partilileri “baskın siyasetçi” olmaktan çıkarmak... Bunun için “Yeni AK Parti” ile “Yeni Türkiye” arasındaki bağı “olmazsa olmaz” bandında tutmak önemli. İkinci hamle “Yeni Türkiye Ofisleri” kurmak… Bunun için nitelikli raportör-operatör işlevli “insan aydını” hareketi başlatmak lazım. Başkanlık sisteminin altyapısını oluşturacak bu ofislerde ulusal-uluslararası idealleri olan ve bu ideallere uygun donanımı olan yeni kuşaklara öncü olmak gerekiyor. Sayın Davutoğlu, akademik dünyada bu tarz bir kuşak yetiştirmek için modeller geliştirmiş biri olmasından mülhem bunu geciktirmemelidir. Ayrıca bu kuramsal eksene özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı’nı ve üniversiteleri hizmet edecek şekilde restore ve entegre etmek gereklidir. Üçüncü hamle “Yeni siyaset sözlüğü” ile sonuçlanacak şekilde “din-laiklik-iktidar” denkleminde kalıcı “yeni anayasa-yeni toplum” ilişkisini normalleştirmek… Bunun için parlamenter sistemi savunacak muhalefet bloğuna karşılık başkanlık sistemine dayanacak toplumsal dinamikleri ve muhatapları örgütlemek lazım. Profesyonellerin algı yönetiminin önünü keserek onlara haddini bildirecek “yeni siyaset” aydınları yetiştirmek için siyaseti bir mutfağa açmak gerekiyor. Böylelikle tek imkân Meclis veya parti içi siyaset olmaktan çıkar. Sayın Davutoğlu’nun ilk iki hamle için müktesebatı ve siyasî tecrübesi yetecektir. Ancak üçüncü hamlede oldukça zorlanacağı aşikârdır. Çünkü Davutoğlu’nun destek alacağı muhatapların çoğu, AK Parti’nin ihmal ettiği devlet unsurlarında sırasını bekleyen sadık ve toplumsal dinamiklerin öznesi olan öncü isimlerdir. Daha açık söyleyelim: “AK Parti’ye sadık isimler, AK Parti içindeki listeden daha fazla ve daha etkindirler.” Sayın Davutoğlu, AK parti için “vefa” diyen üç dönem grubunun zamanla kapıda beklettikleri bu dinamikleri,Yeni Türkiye’nin gücü kılmalıdır. Çünkü AK Parti’yi toplum içinde savunan ve gıyabî profesyonel avına çıkan bu dinamikler AK Parti’nin sözünün özüdür. Artık Sayın Erdoğan’la 13 yıldır yürüyenlerin sadece dinlendirilmesi değil, aynı zamanda Yeni Türkiye’de “bir bilen” ile sınırlı pozisyon almaları sağlanmalıdır. Bu bir vefa-alınganlık meselesi değil, memleket(in gelecek) meselesidir. Alınganlık göstermek yerine olgunluk gösterme zamanıdır. Bu olgunluğu üç dönem kuralına takılacak isimler gösterebilmelidirler. AK Parti, ancak yenilenirse DYP veya ANAP gibi sonlanmayacaktır. Sayın Davutoğlu’nun 2023 Türkiye’sinde lider olması, ancak devreye sokulması bir ihtimal kalan eski AK Parti’ye teslim olmamasıyla mümkün olacaktır. AK Parti’nin en uzun yılı Yukarıda alt alta sıraladığımız notlar ışı- ğında sanırım Sayın Davutoğlu’nun da hayatındaki hem en unutulmaz, hem de “en uzun yıl” 2014 yazı ile 2015 yazı arasıdır. Öncelikle AK Parti’nin kurucu ekibinin üçte ikisi üç dönem kuralı gereği 2015-2016 Meclis döneminde bulunamayacaklar. Onlar için bu dönem, “şafak vakitleri” olacaktır. Davutoğlu bu arada Yeni AK Parti inşa ve ihya sürecini sürdürmek durumundadır. En uzun yılın en tarihî özelliği ise, 2015 seçimlerinde önce yeni anayasa, daha sonra Yeni Türkiye için gerekli seçim zaferini elde etmek ve bunun Meclis’e yansıması olan yeterli milletvekili sayısını yakalamaktır. Bu noktada seçime girerken ilan edilecek milletvekili listesinde yer alan isimlerin CV’lerinin ne kadar “yeni”lik içereceği ve hangi kriterlere göre belirlendiğidir. Başkanlık sistemi tartışmaları hararetlendiğinde toplumda farkındalık bilinci oluşturmak ve sistemin devlet unsurları ile toplumsal dinamikleri nasıl etkileyiciliği ve dönüştüreceği noktasında kamuoyu oluşturmaya dönük ne tür programların planlandığı çok çok önemli bir konudur. Özellikle ara verecek AK Parti siyasetçilerinden -seminer-konferans-kitap vb.- yararlanılabilmelidir. Dolayısıyla Sayın Başbakan için 2014-2015 yılı, ülkenin kader planında en önemli yılı olduğundan, sadece siyasetçi ve akademisyen müktesebatını meczetmesi değil, ülkenin ve toplumun müktesebatını da devletin koordinasyonunda meczetmesi gerekiyor. Bu yıl, bu yüzden Davutoğlu’nun dünya ve ahiret imtihanı için de en uzun yıl olacak gibi. En doğrusunu Allah bilir. Madem en doğrusunu Allah bilir, sonuç olarak (kendimize özel) hatırlatmak isterim ki, “İnsan, yapıp ettiklerini ancak vahiy üzere sağlamasını yaptığında en uzun yıl, yüzlerce yıla yayılan etkide olur”. Sayısını veremeyiz ama bu ülkede ve Müslüman dünyada Davutoğlu’nun tüm kitaplarında “mümin” olmayı tüm sıfat ve etiketlere öncelediğine şahit bir kitle var. Ve yeni sosyoloji ile Yeni Türkiye kadrajında bu önceliğin yansımalarına ilişkin destek ve duası çoktan kanatlanmış durumda o kitlenin. Dua, “en uzun” ve “en zor” olanı kısaltma ve kolaylaştıran bir güçtür. Dileğimiz, Sayın Davutoğlu’nun kendi ellerine konması için bu duaya uzanmasıdır. Çünkü Erdoğan’ın bugünlere gelişinde duanın yerine sadece gönüller değil, tarih de şahittir. eylül 2014 39 haberajanda Siyaset Vesayet düzeninin kimi odakları halkın değerlerine önem verenlerin eline geçmiş olsa da, Türkiye’de vesayet düzeninin asıl sahibi olan Boğaziçi Aşireti dimdik ayaktadır. Çünkü para, Boğaziçi Aşireti’nin elindedir ve ülkemizin eğitim sisteminde insan olmadığı için, bu sistemde yetişen diplomalıların çoğunun belli birer fiyatı vardır. Eğitim sisteminin belli fiyatı olan bu diplomalıları, devleti görünür hale getiren sistemin hangi biriminde görev alırlarsa alsınlar, kendilerinin bedelini ödeyen Boğaziçi Aşireti’nin dümen suyunda gitmek zorundadırlar. Bu zorunluluk, kendilerine ne zaman ihtiyaç duyulursa o zaman ortaya çıkmaktadır. Ne mi demek istiyorum? Dün koyu bir yenilikçi görünen diplomalı, kendisine bugün gerek duyulmuşsa, eski Türkiye’nin vesayet düzeninin yanında yer alabilmektedir. Bunu hepimiz, hemen her gün bir diplomalı üzerinde görürüz. AHMET DAVUTOĞLU’NDAN BEKLENEN H ALKIMIZIN çok güzel bir sözü vardır: “Taş bitti, inşaat paydos!” Ve aynı doğrultuda halkımızdan bir söz daha: “Unu eleyip, eleği duvara asmak…” Halkımız, anlayanlar için tam anlamıyla irfan hazinesidir. Her konuda söylediği ve söyleyeceği sözü mutlaka vardır. Yeter ki ona kulak verilsin ve söyledikleri iyi anlaşılsın, elbette iyi anlaşılan o söze kıymet vermek ve söyleyenin diplomasızlığına bakıp küçük görmemek kaydıyla… >> Bu duruma şöyle bir örnek verebiliriz: Rivayetlere göre Behlül Dânâ meczup velilerdendir ve Abbasi Sultanı Harun Reşid’in sütkardeşidir. Biri Behlül Dânâ’ya gelir ve zengin olmak istediğini, kendisine akıl vermesini söyler. Behlül Dânâ, “Demir al, demir 40 eylül 2014 sat” der. Adam Behlül Dânâ’nın dediğini yapar ve demir alıp satarak zengin olur, ancak kendisine tekrar gelir ve daha çok zengin olmak istediğini, kendisine akıl vermesini söyler. Behlül Dânâ, bu kez “Soğan al, soğan sat” der. Adam demirde yaptığı gibi soğanı alır, depolar, çürütür ve elindekini avucundakini kaybedip iflas eder. Pür hiddet Behlül Dânâ’nın yanına gelen adam, “Önce verdiğin akılla zengin oldum, sonra verdiğin akılla iflas ettim. Utanmıyor musun, bunu bana niye yaptın?” der. Behlül Dânâ gayet sakin cevap verir: “Sen önce geldiğinde Behlül Dânâ’dan akıl istedin, o da verdi; zengin oldun. Fakat daha çok zengin olmak istediğinde, paranın verdiği şımarıklıkla Behlül Dânâ’dan değil de Behlül Divane’den akıl istedin, o da verdi; fakir oldun. Şimdi anladın mı bre ahmak! İlki Dânâ’nın (arif ) Prof. Dr. Seyit Mehmet Şen seyitmehmetsen.ajanda@gmail.com Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun ilk yapacağı şey, iyi bir inceleme ve değerlendirmeyle vesayet düzeninin sistem içindeki varlığının haritasını çıkarmak olmalıdır. Bu yapılmadan ve vesayet düzeni gereği gibi teşhis edilmeden eski Türkiye’yi ayakta tutmaya çalışan birimlerle gereği gibi mücadele edilemez. liğimiz?” Tevfik İleri, Başbakan Adnan Menderes’i üzüntüyle cevaplar: ”Efendim, siz o gençliğin ocaklarını 1952’lerde kapattınız!” aklıydı, ikincisi Divane’nin (deli). Divanenin aklı ancak bu kadar olur…” Bu, yöneticinin halka bakış açısını ayar etmesi ve gerekirse düzeltmesi için muhteşem bir kıssadır. Yöneticilerimiz halkımıza iner, onunla hemhal olur, onun dediklerine kulak verir ve ondan duyduklarını akıl süzgecinden geçirerek iyi değerlendirecek olurlarsa, kesinlikle yanılmaz ve hep doğru işler yaparlar. Bu söylediklerimizi bir başka örnekle müşahhas hale getirelim. 1960 yılının 27 Mayıs’ında ordumuzun içinde yuvalanmış olan çete, bir gece yarısı darbesi yapar ve 10 yıllık Demokrat Parti iktidarını tereyağından kıl çekme kolaylığında alaşağı eder. Üstad Necip Fazıl’ın o muhteşem ifadesiyle söyleyecek olursak, “Bir gece yarısı baskınıyla yoğurttan hükümeti kartondan bıçakla devirirler”. Bu arada 27 Mayıs Darbesi’ne giden yollara taş döşendiği zaman diliminde öğrenci olayları tezgâhlanmış, dışarıdan güdümlü olan gençlik, sokakları ve meydanları hareketlendirmeye başlamıştır. Başbakan Adnan Menderes, yanındaki Milli Eğitim Bakanı’na sorar: ”Tevfik (İleri) Bey, hani bizim genç- Evet, bir avuç çete, bir gece yarısı darbesiyle yoğurttan hükümeti kartondan bıçakla devirmiş, 14 Mayıs 1950 ile 27 Mayıs 1960 arasındaki 10 yılda CHP’ye üç seçim hezimeti yaşatan ve milletin değerlerine sahip çıkan Demokrat Parti’yi tarihten silmişti. Darbenin sözcüsü Alpaslan Türkeş, darbenin ısmarlama lideri ise Cemal Gürsel’di. Ve ısmarlama darbe lideri Cemal Gürsel’e göre 10 yıl boyunca CHP’yi hezimetten hezimete uğratan Demokrat Parti’ye destek veren büyük halk kitlesi, bundan böyle kuyruklar ve düşüklerdi. 27 Mayıs 1960’tan başlayarak Türkiye’yi çıkmazdan çıkmaza sürükleyen, her defasında halk çoğunluğunun seçtiği muhafazakâr iktidarların analarından emdiklerini burunlarından getiren vesayet düzeni, darbeden sonra yapılan anayasa ile kurulmuş oldu. eylül 2014 41 haberajanda Siyaset Daha açık bir ifadeyle, daha önceden var olan vesayet sistemini korumak ve kollamak için kurulmuş olan CHP’nin 1923’ten 1960 yılına kadar geçen 37 yılda bu koruma-kollama görevini yapamayacağı ve hiçbir zaman diliminde seçimle iktidara gelmesinin mümkün olmadığı anlaşıldığından, sistemin aksayan tarafları ince elenip sık dokunan bir değerlendirmeden sonra yapılan anayasa ile yeniden düzene sokuldu ve iyice tahkim edildi. Bu öyle bir tahkimdi ki, CHP’nin dışında iktidara kim gelirse gelsin, muktedir olma imkânı bulamayacaktı. Nitekim halkın oylarıyla iktidara gelen bütün sağ iktidarlar, vesayet düzenin organları tarafından kuşatılmış ve bu organlar, halkın oylarıyla seçilen iktidarın başında Demokles’in kılıcı gibi durmuşlardır… Tetikçiler değişir… Vesayet düzeninin kimi odakları halkın değerlerine önem verenlerin eline geçmiş olsa da, Türkiye’de vesayet düzeninin asıl sahibi olan Boğaziçi Aşireti dimdik ayaktadır. Çünkü para, Boğaziçi Aşireti’nin elindedir ve ülkemizin eğitim sisteminde insan olmadığı için, bu sistemde yetişen diplomalıların çoğunun belli birer fiyatı vardır. Eğitim sisteminin belli fiyatı olan bu diplomalıları, devleti görünür hale getiren sistemin hangi biriminde görev alırlarsa alsınlar, kendilerinin bedelini ödeyen Boğaziçi Aşireti’nin dümen suyunda gitmek zorundadırlar. Bu zorunluluk, kendilerine ne zaman ihtiyaç duyulursa o zaman ortaya çıkmaktadır. Ne mi demek istiyorum? Dün koyu bir yenilikçi görünen diplomalı, kendisine bugün gerek duyulmuşsa, eski Türkiye’nin vesayet düzeninin yanında yer alabilmektedir. Bunu hepimiz, hemen her gün bir diplomalı üzerinde görürüz. Burada özellikle belirtmek istediğim husus şudur: Vesayet düzeni düne göre sistemin içindeki bazı kalelerini kaybetmiş olsa da, esas olarak gücünden fazla bir şey kaybetmiş değildir. Dün ordumuzun içindeki çeteyi yapılacak işlerde tetikçi olarak kullanırlarken, bugün sistemin içindeki bir başka birimi tetikçi olarak kullanma imkânına sahiptirler. Üstelik bu yeni tetikçilerin silaha da ihtiyaçları yoktur. Bu bakımdan Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun ilk yapacağı şey, iyi bir inceleme ve değerlendirmeyle vesayet düzeninin sistem içindeki varlığının haritasını çıkarmak olmalıdır. Bu yapılmadan ve vesayet düzeni gereği gibi teşhis edilmeden eski Türkiye’yi ayakta tutmaya çalışan birimlerle gereği gibi mücadele edilemez. Kardeşlik ve milli dayanışma Ahmet Davutoğlu’nun yapması gereken ikinci önemli şey de bu ülkede iyice bozulan kardeşliği yeniden tesis etmek olmalıdır. Yıllardır Dışişleri Bakanı olarak çalışmış biri olduğu için, zaten hiç dinmeyen Haçlı zihniyetinin tekrar hortladığını ve azgınlaştığını en iyi bilen kişidir. Biz eğer tarihe yürüyüşümüzün zamanı geldiğine inanıyorsak ve bu yürüyüşü yapacaksak, bu sadece AK Parti’ye oylarını veren seçmenlerle olmaz. Bilinen sosyolojik bir gerçek vardır ki, hangi siyasî partiden, hangi etnik kökenden ve hangi dini gruptan olursa olsun, bu milletin büyük çoğunluğu vatanperverdir ve milleti millet yapan değerlere sahiptir. Yapılacak şey, bu değerlerin ve ülkenin karşı karşıya bulunduğu tehlikenin kendilerine anlatılması ve bu ülkenin güçlenmesinden endişe eden güçlere karşı mücadelede omuz omuza gelişin sağlanmasıdır. Bunu yapmak elbette kolay bir şey değildir, fakat yapılması mutlaka gereklidir. Aksi halde tarihe yürüyüşümüz gerçekleşemez ve başarılı olamaz. 1974 yılındaki Kıbrıs çıkarmasında bu milletin nasıl bir araya geldiğini, yaşı 55-60 civarında olanlar bilirler. Maalesef adı milli olduğu halde millilikle, çağdaşlıkla, en kötüsü insanla hiç alakası olmayan eğitim sistemi sayesinde o zamandan bu zamana geçen 40 yıl içinde kötüye doğru çok şey değişmiştir. İletişimin dünyayı avuç içine soktuğu bir zaman diliminde, internetin başına geçen herkes bütün dünyayı görmekte ve tanımakta, bu da ülkemizdeki kimi aksaklıklar nedeniyle insanımızda akıl almaz bir Batı hayranlığına yol açmaktadır. Değişik nedenlerle Batı’ya giden insanlarımızda bu hayranlık çok daha fazladır. Bir milletin özellikle de genç nüfusunun böylesi bir Batı hayranlığına düşmüş olması, ülkenin geleceği açısından hiç de iyi değildir ve doğru bir ifadeyle çok kötüdür. Böyle bir durum, kardeşliğin ve milli dayanışmanın sağlanmasında çok büyük engeldir ki Hükümet’in bu konu üzerinde önemle durması gerekir. Gençliğin Batı hayranlığı öyle ileri derecededir ki, Batı’nın bütün dünyayı kan gölüne çevirmiş olması ve her gün bütün dünyada binlerce kişiyi öldürmesinin de hiç önemi yoktur. Son tavsiye Ahmet Davutoğlu, bir eğitimci olarak bütün bu söylediklerimizin iyi insan olmadan gerçekleşmeyeceğini bilmektedir. Davutoğlu bilmektedir ki iyi insan, insana önem veren, çağın içinde olan, iyi bir eğitim sistemiyle ancak gerçekleşecektir. Ve o sistem, bu sistem değildir. 42 eylül 2014 Ahmet Davutoğlu, bir eğitimci olarak bütün bu söylediklerimizin iyi insan olmadan gerçekleşmeyeceğini bilmektedir. Davutoğlu bilmektedir ki iyi insan, insana önem veren, çağın içinde olan, iyi bir eğitim sistemiyle ancak gerçekleşecektir. Ve o sistem, bu sistem değildir. haberajanda Siyaset B Cüneyt Akar cuneytakar.ajanda@gmail.com U ülke, son 12 senede yeni yüzyılın liderini tanıma şansı buldu. Partisini üçte bir oy oranıyla iktidara getirdiği siyaset macerasını 12 senede yarının da üzerine taşıyan, iktidarda olmanın dezavantajını yaşamadan her seçimde oyunu arttıran Erdoğan, seçmen için aranan kandı. Seçmen onun hitabetini, bazen sert üslûbunu, bazen babacan tavrını sevdi. Atılan her yumruğu savuşturmasını, attığı her yumrukta rakibini abondone etmesini sevdi. Uzun boyunu, futbol aşkını, kızdığında sövmesini, öfkesinde ortalığı yıkmasını, muzaffer bir siyasetçinin “Ben” değil, “Biz” demesini, koltuğa yapışmayacağını söylemesini de sevdi. Ve sevdiğine sahip çıkıp siyasetin de üstüne taşıdı verdiği oylarla. Düşününüz lütfen: Rahmetli Erbakan, Erdoğan’dan daha kıymetsiz biri miydi ki siyasi hayatı boyunca Erdoğan’ın aldığı oyları alamadı? Peki, Erdoğan’ın ekibi mi mükemmeldi de bu başarılara imza attı? AK Parti’nin kuruluşundaki isimlere ve bugüne kadar da gelenlere baktığınızda, çekirdek kadronun neredeyse aynı olduğunu görür ve yukarıdaki iki soruya da “Asla!” cevabını yapıştırırsınız diye düşünüyorum. Demem o ki, AK Parti’nin 12 yıllık başarı öyküsü, aslında bizatihi Erdoğan’ın liderlik öyküsüdür. Zira liderlik özel bir vasıftır. Ve siz istemeseniz de gelir, üzerinize yapışır. Aynen Çanakkale’deki zaferin küçük bir parçasına ortak olmaktan başka askerî başarısı bulunmayan birinin, Anadolu’daki ayaklanmayı organize edip İsmet Paşa kumandasında Yunanlıları ülkeden sürdükten sonra Davutoğlu şunu bilecek kadar akıllı bir insan: Kaybederse gidecek, kazanırsa Erdoğan geri gelecek. Yani her iki durumda da onun başbakanlığı, olsa olsa 2019’a kadar sürecek. Davutoğlu’yla nereye kadar? BİZİM UMUDUMUZ, bu hesapları yapmadan, memleket aşkıyla işe sarılacak yöneticiler tarafından yönetilmek. Bu konuda da tarihimiz boyunca (birkaç istisna hariç) çok şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Yeni Türkiye’nin yeni Başbakanı Ahmet Davutoğlu da ikbal peşinde koşmak yerine, millet uğrunda çalışmayı ön planda tutacak özel biri. 80 yıl boyunca bu memleketin lideri olduğu gibi… Mustafa Kemal’den sonra CHP’nin, Özal’dan sonra ANAP’ın, Demirel’den sonra DYP’nin yaşadığı travmayı, çöküşü ve hatta yok oluşu AK Parti nasıl atlatacak? İşte tehlike burada başlıyor Davutoğlu için. Daha önce de yazmıştım AK Parti hakkında “Maalesef bir lider partisi” diye. Erdoğan AK Parti’nin lideri olsa bu sıkıntı olmayacaktı elbette. Erdoğan cumhurbaşkanı seçilene kadar, korkulan tek şey partinin onsuz yürüyemeyeceği idi. Ancak veda konuşmasındaki “Bu bir veda değil” vurgusu ve başkanlık sistemi beklentisi, şimdilik bu kaygıyı cepte tutmaya yaramış gibi görünüyor. Son yazımın sonunda, daha Erdoğan yeni genel başkan adayını açıklamadan, hatta işaret etmeden önce en uygun adayın Davutoğlu olduğu fikrimi beyan etmiştim. Bu fikrimde en ufak bir değişiklik yok. Ama biliyorum ki seçmen, Davutoğlu’nda Erdoğan’ın duruşunu, diksiyonunu, kavgasını, hatta kokusunu aramaya başlarsa ilk genel seçim, partinin oylarının düştüğü seçim olabilir. Daha ilk günde önümüze koyulan “2015 seçimlerinde Anayasa’yı değiştirecek çoğunluk” hedefine rağmen referandum çoğunluğunu bulmak bile güçleşebilir. Bu tehlikeyi bertaraf etmek de o kadar kolay değil. Cumhurbaşkanı ile sınırsız, sonsuz bir ittifak içinde olursa adı “kukla Başbakan” olacak ve seçmenin “delikanlılık” sınavından zayıf not alacak. Erdoğan’ı zaman zaman da olsa yok sayıp kendi kafasının dikine giderse, o zaman da “hain Başbakan” olacak. Öyle zannediyorum ki Davutoğlu, 2015 seçimlerine kadar ılımlı, Erdoğan’la çok fazla siyasî mesaiye girmeyen ama onun politikalarından da ayrılmayan bir çizgi ile gidecek ve her ne konuda olursa olsun, medyaya yansıyacak bir ihtilaf yaşanmaması için uğraşacak. Ancak bir an önce seçim sath-ı mailine girip ülke yönetiminin kim- de olduğu ile ilgili detayları gözlerden kaçırma gayreti içinde de olacak. Davutoğlu şunu bilecek kadar akıllı bir insan: Kaybederse gidecek, kazanırsa Erdoğan geri gelecek. Yani her iki durumda da onun başbakanlığı, olsa olsa 2019’a kadar sürecek. O arada ya yerine Abdullah Gül oturur ya da dönem sonunda Erdoğan, “Başkan” sıfatıyla gelip Başbakanlık makamını ortadan kaldırıverir. Bu hesapların hepsini, o makamlarda oturanlar da düşünebilir elbette. Ancak bizim umudumuz, bu hesapları yapmadan, memleket aşkıyla işe sarılacak yöneticiler tarafından yönetilmek. Bu konuda da tarihimiz boyunca (birkaç istisna hariç) çok şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Yeni Türkiye’nin yeni Başbakanı Ahmet Davutoğlu da ikbal peşinde koşmak yerine, millet uğrunda çalışmayı ön planda tutacak özel biri. Az önce yaptığımız siyasî hesapları bize bırakıp, oturduğu kutsal koltuğun hakkını verecektir. eylül 2014 43 haberajanda Analiz Artık çuvaldızı b Sayın Erdoğan’ı Cumhurbaşkanlığından itibaren biraz daha dikkatle, biraz korku ile ama daha çok ümit ile izlemekteyim çoğunuz gibi. Bölgemizin hareketlendiği bugünlerde dış politikanın deneyimli uzmanı yeni Başbakan’dan en büyük beklenti, değişen dünya dengelerine karşı doğru reflekslerin geliştirilmesidir. Bakalım bayrak devri, taşıması gereken anlamı taşıyacak ve Başbakanımız Davutoğlu, kendisinden hasretle beklenen ivmeyi gösterebilecek mi? 44 eylül 2014 O RTADOĞU’da ateş hiç bitmiyor. Rafa kaldırıldığı söylenen BOP projesi yeni revizyonlarla sahneye konuluyor. Her yıl binlerce Müslüman, çoğunlukla sözde Müslümanlar eliyle Batı kontrollü mekanizmalarla katlediliyor. Ve yıllardır bizzat ülkemizin de çağrıda bulunduğu Birleşmiş Milletler, en kanlı olaylardan günler sonra ancak kınama mesajı yayınlıyor. >> Böyle bir dünyanın içinde yer alan, farklı hassasiyetleri taşıyan, mazluma yardımın insanî bir görev olduğunu düşünen ülkem, bu konjonktürde artık farklı bir konumda yer almalı. Her fırsatta ifade ettiğimiz gibi, madem güçlü olmak gerekiyor ve güçlü olan, bütün dünyanın dengelerini değiştirebilecek hamleleri atabiliyor, o halde bu güç, “merhamet ve adalet” kavramlarına sahip olan insanların elinde olmalı. Oysa bugün Türkiye ve birkaç istisna ülke dışında hangi İslam coğrafyasına baksanız, İslam’ın söz ettiği iradeden, dünyaya halife insan sorumluluğuna uzanacak insanı bulmayı bırakın, kan dökülmeyen, sömürülmeyen bir yer göremiyorsunuz. “Özlediğimiz gelişmeler oluşuyor” derken seçim sıcağının etkisi ile söylemiyorduk bunu. Ama artık ötesine uzanmanın vaktidir. Artık kaybedecek tek bir yılın olmadığı bir zamandayız. Bu ülkenin refahı, bağımsızlığı adına, el uzatılan binlerce yurtsuzun gelecekleri adına toparlanma vaktidir artık. İktidar garantili AK Parti hareketinin bu ülkede nihayet kurulan hayallerin mimarı olduğu doğrudur. Ama bu hayallerin gecikmesi bizzat onların eliyle olacaksa, maalesef sadece bu umutlar değil, son yıllarda temsil edildiğini, anlaşıldığını zanneden halkın birilerine, siyaset kurumlarına olan inancı da kalmayacaktır. O halk ki, son derece önemli yolsuzluk iddialarına, yıllarca halledilmeyi beklediği bir yığın soruna ve alt gelir grubuna bir türlü ulaşmayan yükselme rakamlarına karşın desteğini sürdürmüştür. O insanlar, “Vatanım!” diyerek şehit olmayı göze aldığı bu topraklarda bir metrekare olsun toprağı yokken, “Bin canım feda olsun!” diyen, aldığı asgari ücretin yarısını kiraya verenlerdir. Yeni’ye hazırlanırken kabarcıklara dikkat AK Parti, iktidarı boyunca geçirdiği zorluklara rağmen en azından ekonomik alanda her kesimin takdirini kazanan bir istikrar gösterdi. Zorlu süreç hâlâ bitmedi, çünkü zengin ile fakir arasındaki makas henüz bir hayli açık. Hâlâ istenen gayrisafi milli hâsıla oranlarına ulaşamadık. Hükümet’in ekonomi kadar başarılı olamadığı alanlar var ve bunun başında da eğitim geliyor. Milli Eğitim yıllardır deneme yanılma metodu ile türlü değişiklikler yaşarken, AK Parti’nin 12 yıllık iktidarı da bu kaderi değiştiremedi. Oysa aynı hükümetin ARGE’ye verdiği önemi, son yıllarda atılan sanayi hamlelerini, kurulan hayalleri heyecanla izliyoruz. Bilimsel ve teknolojik gelişmeye ayrılan bütçenin bu kadarı yetmiyor maalesef. Bu ülkenin devlet okullarında okuyan çocuklarının bile Fatih Projesi ile bilgisayar çağının gerektirdiği imkânlara kavuşuyor olması çok güzel. Ancak her bakan değişiminde yepyeni uygulamaların ortaya konulması, 2023-2071 hedeflerinden bahsederken hâlâ uzun soluklu bir Milli Eğitim politikamızın olamayışı düşündürücü. Milli Eğitim’de niteliği arttırmayı bırakın, son yıllardaki uygulamalarda yapılan yanlışlıklar aksine hizmet ediyor. Tek bir noktaya odaklanarak alınan kararlar da istenilen sonucu vermiyor. Öğretmenlerin, bu çağın çocuklarına hitap edip edemediklerini, öğretmenliğe yeterince hazırlanıp hazırlanamadıklarını tartışamıyoruz hâlâ. Sadece eleme maksadını taşıyan, öğretmen yetilerini ölçemeyen sınavları geçtim, kalifiye elemanları bile koruyamıyoruz biz bu sistemde. Paralel avının doğal bir sonucu olan idareci değişikliklerinde izlenen yöntemse amacını aşmış durumda. Bütün yönleri ile ele alınmadan, yetkinlik belirleme ölçütlerinin sağlıklı olup olmadığı konuşulmadan uygulanan bu yöntem, kazanılmış hakları da sıfırlayan, üstüne yetişmiş idarecilerin büyük ölçüde kaybedilmesine yol açabilecek bir hale dönüştü. Bir insan kolay yetişmiyor. İdareci olmaksa deneyimle ustalık kazanılan, geliştirilen bir yön, ancak zekâ, akıl, eğitim elbette önemli ve her öğretmenimizin buna zaten sahip olduğunu kabul etsek de deneyimin ağırlığını nereye koyabiliriz? Kolay mı yetişiyor insan? Teori ile pratiğin hayata geçirilmesi birkaç ayda olabilecek bir mesele midir her zaman? 17 Aralık’ta hedeflenen şeyin ne olduğu malum. Elbette kişisel yahut grup çıkarlarını milli hedeflerimizin önüne koyan insanlara engel olunmalıdır. Milletin iradesi ve bağımsızlığımızsa tartışmasız her şeyin üstündedir. Ancak uygulamadaki yanlışlık, gerekli bütün organlar, kişiler ile ele alınmalı ve mevcut birikimin değerlendirildi- Nadire Çamlı Yıldırım nyildirim.ajanda@gmail.com atırma zamanı AK Parti’nin, tarihinde hiç olmadığı kadar çalıştıracağı bir özdenetim ve eleştiri mekanizması ile Hükümet’ten alt kadrolara dek mevcut hatalarının sıfırlandığı yeni bir tarih yazmasını umuyorum. ği, yeniliği de mümkün kılacak bir düzenleme üzerinde çalışılmalıdır. İstenilen hedeflere böyle bir sistemle ulaşılması mümkün değildir. Devleti yüceltmenin insanı yüceltmekten geçtiğine inanan bizler, tek bir ferdi bile harcamadan, her ferdin en mükemmel geleceği hayal edebileceği bir ortam sunmalıyız. Onun yolu da önce eğitim, illa ki eğitim olacaktır. Bu ülke, eğitimde yaptığı hataları sıfırlamak zorundadır. 2071 geleceğini inşa etmenin ilk adımı bu olmalıdır. İstişare mekanizmasının gerçek anlamda çalışmaması ve aklın birliğinden faydalanılamaması, pek çok kurumun ana sorunlarından biridir. Aile içinden küçük işletmelere, belediyelerden farklı kurumlara dek pek çok yerde aynı hatanın -hem de sürekli- yapıldığını görmek üzücü. “Ben yaptım, oldu!” anlayışı ile çiftlik yönetir gibi insan ve finans kaynaklarının yönetilebileceğini sanmaksa artık çoktan tarihe karışması gereken bir yanılgıdır sadece. İstatistik, psikoloji, sosyoloji, fütüroloji vb. bilim dalları, insanlığa hizmetin, mevcut imkânları iyileştirmenin yolunu genişletirken, eskiden ancak deneyerek alınan sonuçlar bugün bilgisayar programları ile tahmin edilebilir düzeye gelmişken, bu geleneksel bakışın değişmemesi bize ancak kaybettirir. Zamanı, enerjiyi, insanı, hayalleri, geleneği ve nice ve nicesini korumalıyız; ancak gelenek haline dönüşen hatalarımızı değil. Köklü mirasın bize ilettiği adalet, merhamet, inşa kültürünü, insani vasıflarımızı, bizi üstün insan olmaya yaklaştıran bütün o güzel, kadim değerleri korumalı, sahiplenmeli, sevdirmeliyiz. Sayın Erdoğan’ı Cumhurbaşkanlığından itibaren biraz daha dikkatle, biraz korku ile ama daha çok ümit ile izlemekteyim çoğunuz gibi. Bölgemizin hareketlendiği bugünlerde dış politikanın deneyimli uzmanı yeni Başbakan’dan en büyük beklenti, değişen dünya dengelerine karşı doğru reflekslerin geliştirilmesidir. Bakalım bayrak devri, taşıması gereken anlamı taşıyacak ve Başbakanımız Davutoğlu, kendisinden hasretle beklenen ivmeyi gösterebilecek mi? AK Parti’nin, tarihinde hiç olmadığı kadar çalıştıracağı bir özdenetim ve eleştiri mekanizması ile Hükümet’ten alt kadrolara dek mevcut hatalarının sıfırlandığı yeni bir tarih yazmasını umuyorum. Türkiye tarihinde, devlet zirvesinde ilk kez görülen bir uyumun hızlı yükselişinin gurunu yaşamak, hep birlikte daha güzel bir Türkiye’nin ve dünyanın ayak seslerini işitmek dileği ile… eylül 2014 45 haberajanda Siyaset Büyük bir devrim gerçek Y AKIN zamana kadar AK Parti ile vesayet sistemi arasında bir mücadele vardı. Milli iradeyi arkasına alan AK Parti, bu mücadeleden galip çıktı. Son iki seçimde ise yine AK Parti’nin bu kez paralel koalisyonla arasında bir mücadele vardı. Milli iradenin desteklediği AK Parti ve Erdoğan, her türlü kumpasa rağmen yine galip gelmeyi başardı. >> Sayın Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçileceği, beklenen bir durumdu. Milli iradeyi hafife alan ve kendince derin planlar kuran “paralel yamalı muhalif koalisyon” hariç aklı başında olan hemen herkes, Erdoğan’ın seçimi kolay bir şekilde kazanacağını tahmin ediyordu. Beklendiği gibi oldu ve milli irade paralel yamalı muhalif koalisyonun atanmış adayına prim vermedi. Beklendiği gibi oldu ve Türkiye’nin 12. Cumhurbaşkanı olarak Recep Tayyip Erdoğan seçildi. Ve yine beklendiği gibi oldu, muhalif cephe seçim sonrası artık alışageldiğimiz gibi yenilgisini kabul etmeyerek milli iradenin tercihini hazmedemedi. Muhalefetin milli irade hazımsızlığı Halkın tercihine saygı duymayı öğrenemedikleri için kaç seçimdir tercih edilmediklerini ve kim bilir kaç seçim daha edilmeyeceklerini anlayamadılar. Kazanmak için her türlü kirli ittifakın içine girdiler, beceremediler, kaybettiler, sandıktan çıkan sonucu hazmedemediler. Cumhurbaşkanı’nın yemin törenini sözüm ona protesto ettiler. Beceremedikleri gibi, bu sefer rezil de oldular. Protesto edilenin sadece Recep Tayyip Erdoğan değil, ona oy veren milyonların, Başkomutan’ı olacağı TSK’nın ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin olduğunu anlamayacak kadar sığ bir görüşe sahipler. Eylemleri kendilerine döndü ve Meclis’teki saygısızlıkları hem Meclis tutanaklarına, hem de bu milletin hafızasına yazıldı. Kılıçdaroğlu, seçim sonrası olağanüstü kongrede yeniden seçilmeyi başardı. Parti delegeleri muhtemelen alternatifsizlikten ve seçilecek farklı bir liderin partide bölünmeye sebep olabileceği endişesi ile tercihlerini yine Kılıçdaroğlu’ndan yana kullandılar. Ancak CHP’de kim başa gelirse gelsin, ister sağa, ister sola yaslansın, ister İslamcı, ister Alevi olsun, ister milliyetçi, ister komünist olsun, hâsılı ne olursa olsun, partinin iktidar olma şansı çok zor. 46 eylül 2014 Bu zorluğun sebepleri ise şunlardır: 1-Bu millet geçmişte CHP’nin yaptıklarını ve millete olan zulmünü biliyor. CHP, değiştiğine (bu milletin hafızasını silmeden kesinlikle) kimseyi inandıramaz. 2-CHP, vesayet sisteminin öz be öz çocuğudur. Vesayet sistemi kendini yaşatmak için CHP’yi kurmuş ve sistemi koruma kollama görevini bu partiye vermiştir. Bu yüzden vesayet sistemi CHP’nin genetiğine işlenmiş, statükocu zihniyet yapısı hücrelerine kadar kodlanmış durumdadır. Yapılan her icraatta -her ne kadar saklamaya çalışsalar dabu yapının izleri görülüyor. CHP istese de değişemez; değişim, onun doğasına aykırı. 3-AK Parti’nin ürettiği politikalara alternatif politika ve çözüm üretecek kadrosu yok. Aynı şekilde MHP’nin de mevcut anlayışı ile iktidar olma şansı çok zor. Ona dair sebeplerde şunlar: 1-MHP’nin milliyetçilik dışında geliştirdiği herhangi ciddi bir doktrini yok. 2-MHP’nin Türkiye dış politikasının temelini çözümsüzlük, iç politika temelini ise inkâr oluşturuyor; yani bugünkü Türkiye’nin çok gerisinde kaldı, hâlâ 70’lerde. 3-MHP’nin mevcut siyasî refleksi “Bekle, gör!” ve “Rüzgârın estiği yöne göre hareket et” politikasına göre şekil alıyor. Bu politika yüzünden kararsız ve ılımlı bir siyaset izleyerek, aslında etkisiz bir aktör olmaya devam ediyor. 4-Aynı CHP gibi, alternatif politika ve çözüm üretecek bir kadrosu yok. En önemlisi de nedir, biliyor musunuz? Bu iki parti, Yeni Türkiye’nin değişen ihtiyaçlarına cevap verebilecek, büyük hedefler belirleyebilecek ve sorunlara çözümler üretebilecek potansiyele sahip değiller. Yeni Türkiye’de bu partilere ihtiyaç kalmadı. 62. Hükümet ve Ahmet Hoca AK Parti ve Erdoğan neden “Ahmet Davutoğlu” dedi? Davutoğlu’nu farklı yapan neydi? AK Parti Genel Başkanlığı ve Başbakanlık için Recep Tayyip Erdoğan’ın yerine Ahmet Davutoğlu’nun seçilmesi, Hoca’yı tanıyanlar için aslında beklenen bir durumdu ve büyük bir sürpriz değildi. Recep Tayyip Erdoğan, “Büyük Türkiye” hayalini gerçekleştirmenin, hayalleri en az kendisi kadar büyük, bu büyük hayale ulaşmak için en az kendisi kadar çalışacak, en az kendisi kadar azmi, cesareti, kararlılığı ve inancı olan bir kurmay ekiple mümkün olabileceğinin farkındaydı. Davutoğlu işte tam da böyle bir kurmaydı. Davutoğlu’nun hem büyükelçilik, hem Başbakan Danışmanlığı, hem de Dışişleri Bakanı olarak görev yaptığı dönemde gösterdiği üstün performansı, kişiliği, sağlam karakteri ve zengin akademik kültürel birikimi Cumhurbaşkanı Gül, AK Partililer ve Başbakan Erdoğan tarafından sürekli takdir ediliyordu. (Kısa vadeli ve anlık değil, ilkeli ve uzun dönemli politikalar üretmesi nedeniyle eleştirilse de önümüzdeki birkaç yılda ekilen o tohumların yeşermesi ile Türkiye’nin dış politikasının haklılığı görülecektir diye düşünüyorum.) Erdoğan’ın ve kurulan Yeni Türkiye’nin önceliklerini en iyi bilenlerden biriydi “Hoca”. Devlet içine sızmış paralel ve benzeri yapılarla kararlılıkla mücadele edebilecek en güvenilir isimlerden biriydi. Bütün bunların yanında “Neden Davutoğlu?” sorusunun bir diğer cevabı da yine kendisinin 62. Hükümet programındaki şu sözlerinde gizli: “Şunu önemle belirtmek isterim: Bugüne kadar görev yapan AK Parti hükümetleri, sadece bir devleti, bir siyaseti, bir otoriteyi tesis etmek üzere değil, yeni bir medeniyet ihyası için ayağa kalkmış ve yeni bir yola koyulmuştur. Bu çerçevede, 62. Hükümet de önceki AK Parti hükümetleri gibi, ülkemizin kritik bir döneminde tarihî bir sorumluluk üstlenmektedir. Hükümetimiz, üzerinde yükseldiği parlak geçmişi, önüne hedef olarak koyduğu parlak gelecek ile buluşturan güçlü bir köprü olacaktır.” Evet, bu tarihî sözlerle sayın Davutoğlu, kurulan yeni 62. Hükümet’in çerçevesini çizmiş ve büyük hedefi ortaya koymuş oldu. 62. Hükümet’in hedefi, kurulan Yeni Türkiye’de yeni bir medeniyet ihyasıdır. Davutoğlu’nu diğer siyasilerden farklı kılan özelliği de işte bu derin bakış açısı. Hayalleri büyük olanların iddiaları da büyük, iddiası büyük olanların adımları da büyük olur. Biz, büyük bir Orhan Mücahit orhanmucahit.ajanda@gmail.com leşiyor, farkında mısınız? medeniyetin çocuklarıyız. Davutoğlu bize bu gerçeği hatırlattı. Şu sözler de kendisine ait: “Gazzelilerin bize söylediği gibi, bütün bu mazlumlar bize Allah’ın emanetidir ve Allah şahit olsun ki, o mazlumlara sonuna kadar ezelî ve ebedî olarak sahip çıkacağız ve hiçbir yerde Filistin, Gazze davasını yalnız bırakmayacağız. Birileri ‘Tarafsız olalım’ diyecek belki, belki birileri ‘Ortadoğu bataklığına bulaşmayalım’ diyecek, ama biz, o bataklık dedikleri Şam’ı ‘Şam-ı Şerif ’ bilmişiz, o bataklık dedikleri Ortadoğu’daki Mekke’yi, Medine’yi Kâbe bilmişiz, o bataklık dedikleri Ortadoğu’daki Bağdat’ı kardeş bilmişiz, o bataklık dedikleri Kerkük’ü aziz bilmişiz. Ortadoğu bataklık değil, insanlığı ayağa kaldıran o aziz vahyin merkezidir, Hira’nın merkezidir, Beytül Dağı’dır, Kudüs’tür, Kahire’dir. Ana muhalefet partisi lideri ve birileri ‘Bataklık’ diyorlar, insanlığı aydınlatan Hira mağarasının olduğu Ortadoğu’ya bataklık dedirtmeyeceğiz. Ortadoğu üzerindeki sömürgecileri bu bölgeden uzaklaştırana kadar gece gündüz çalışacağız, ‘bataklık’ diye andıkları Ortadoğu’dan büyük medeniyet meşalesini ayağa kaldıracağız Allah’ın izniyle…” Diğer her şeyi bırakın, Ortadoğu’yu bize bataklık gösterenlere inat, orayı kan gölüne çevirenlere inat, katledilen milyonlarca masuma inat, tüm mazlumlara ve davalarına sahip çıkma cesareti ve kararlılığı göstermesi dahi “Neden Davutoğlu?” sorusuna tek başına verilebilecek bir cevaptır. İşte bütün bu nedenlerden ötürü hem Sayın Erdoğan, hem de AK Partililer “Ahmet Davutoğlu” isminde karar kıldı. Davutoğlu’nun Başbakanlığı ülkemize ve büyük Türkiye idealine sahip çıkan herkese hayırlı olsun. İnanıyorum ki AK Parti ve Türkiye emin ellerde… Bilmiyorum, farkında mısınız? Ülkemiz adına tarihî öneme sahip günlerden geçiyoruz. Büyük bir devrimi hep birlikte yapıyor ve yaşıyoruz. Kurulduğunda en az bin yıl sürmesi planlanan güçlü ve köklü bir vesayet sistemi, yüz yılı dolduramadan halkın eli ile yavaş yavaş yıkıldı ve yerine milli iradenin daha güçlü ve hâkim olduğu yepyeni bir sistem kuruldu. Bilmiyorum, farkında mısınız? Tıpkı Yeni Türkiye’nin Yeni Başbakanı’nın söylediği gibi, bizler yeni bir ülkenin ve yeni bir medeniyetin öncüleriyiz... Başbakan Ahmet Davutoğlu eylül 2014 47 haberajanda Toplum Lokman Ayva* la@lokmanayva.net Geliştirilen kurallar, erdemli vicdanların geliştirdiği kurallar olmalı ve birtakım nefislerin değirmenlerine su taşımamalı; bugün de, yarın da benim değil, haklının hakkını korumalı; evrensel değerlerin, vicdanların kriterlerine uymalı. Bunlar, herkesin bildiği kurallardır aslında. Ama kuralı hayata geçirme gündeme gelince, “Acaba şurasından biraz esnetsek de bizim de menfaatimizi korusa” veya “Biraz da şurasından kırpsak benim torunları da korusa” yahut da “Bu balı ve ballı durumu tutma yetkisini almışken biraz da biz parmağımızı yalasak” durumları ortaya çıkıyor ki bunun ne erdemle, ne vicdanla, ne de evrensel değerlerle ilgisi olabilir. 48 eylül 2014 Erdemli kura A RTIK deniz bitti; Allah dostlarının daima bilip yaşadığı, filozofların 20-30 sene öncesinden düşünüp söylediği bir gerçeği bugün siyasetçilerin hayata geçirmesi, öğretmenlerin öğretmesi ve tüm vatandaşların da hızla uygulaması gerekiyor. Bu gerçek şudur: Kurallar erdemli bir anlayışla yapılmalı ve bu kurallara uymak bir erdem olmalı, erdem haline gelmelidir. >> Bir vatandaş olarak yanlış kuralların varlığının acısını çok çektim. Doğru kuralların kişiye göre uygulanması, bir başka ifadeyle uygulanmamasının kazığını ise çok yedim. Hangi derecedeki zor şartlar altında işlem yapmak için gittiğim kamu kuruluşunda, o hizmetin normal mesai saatinden 3 saat önce kapandığında neler hissedebileceğimi tahmin edersiniz. Ertesi gün daha fazla sıkıntı çekerek aynı işlem için o yollarda sürünmenin ne anlama geldiğini yaşamayan bilemez. Hele bir de o gün 4 fotoğraf getirme kuralının 6 olarak değiştirildiğini öğrenince hissettiklerimi ve içimden geçen sözleri eminim duymak istemezsiniz. Bu duyguyu, yönettiğim kurumun kamudan alacağını zamanında alamadığında da yaşadım. Kamudan alacağımız parayı alamayıp vergiyi ödeyemediğimiz zaman hissettiğim duygular… Şu olay karşısında ne hissedersiniz? Kamudan paranızı alamadınız. Alamayınca verginizi ödeyemediniz ve verginizi ödeyemeyince ceza aldınız. Daha bitmedi, kamu parayı ödeyeceğini bildirdi ve “Gel, al paranı. Ama bu arada gelirken bir de ‘Vergi Borcu Yoktur’ kâğıdı getir” dedi mesela? Borç bulma- dıkça veya kredi çekmedikçe o parayı asla alamazsınız. Benim kuruluşumun bu yüzden çeki karşılıksız çıktı, biliyor musunuz? Adalet bizle de gelmemişse biz niçin varız? İktidar partisinin en yetkili karar organının üyesi ve yasa yapan bir pozisyonda bulundum. Bu çalışmalar esnasında bir genel müdürün şu sözü hâlâ bir bıçak yarası gibi içimi yakar: “Vekilim, adalet ancak cennette olur.” Öyle ki, biz bu arkadaşımızı büyüğümüz bilir, kendimize örnek alır, davranışlarını taklit ederdik. Bu arkadaşımız o zamanlar büyük bütçeli ve önemli bir devlet kuruluşunu yönetiyordu. Bunlar düzelmeyecek idiyse, memlekette adalet meydana gelmeyecekse, biz niçin seçime girdik, neden çalıştık, neyin mücadelesini verdik? Adaleti tesis etmeyeceksek biz ne diye varız? Zaten bizden önce bir adaletsizlik vardı, bize ne gerek vardı o zaman? O halde elektrik şirketlerinin saat bile görmeden kafalarına göre açma-kapama ücreti almalarına, bankaların veya GSM şirketlerinin akla hayale gelme- dik adlar altında vatandaşı soymalarına göz mü yummalıydık? Kamudaki beceriksiz birtakım yöneticinin, yargıda görev almış ve vicdanıyla değil de menfaatiyle hareket eden bir kısım yargıcın kamu gücünü kullanarak zulmetmelerine eli kolu bağlı seyircilerinden mi olmalıydık? Geliştirilen kurallar, erdemli vicdanların geliştirdiği kurallar olmalı ve birtakım nefislerin değirmenlerine su taşımamalı; bugün de, yarın da benim değil, haklının hakkını korumalı; evrensel değerlerin, vicdanların kriterlerine uymalı. Bunlar, herkesin bildiği kurallardır aslında. Ama kuralı hayata geçirme gündeme gelince, “Acaba şurasından biraz esnetsek de bizim de menfaatimizi korusa” veya “Biraz da şurasından kırpsak benim torunları da korusa” yahut da “Bu balı ve ballı durumu tutma yetkisini almışken biraz da biz parmağımızı yalasak” durumları ortaya çıkıyor ki bunun ne erdemle, ne vicdanla, ne de evrensel değerlerle ilgisi olabilir. Kurala uymak da erdemdir Erdemli kuralı belirlemek de tabiî tek başına yetmiyor. Kurallara uymanın bir erdem olduğuna hepimizin inanması ve kurala uymamanın bir gözü açıklık olmadığı, aksine, hepimize ve tüm insanlığa yapılmış bir kötülük olduğuna hepimizin inanması ve bu inancın gereğini yapması gerekiyor. Gelin bir an düşünelim. İş güvenliğiyle ilgili Soma’da veya la uyma erdemi Şişli’deki inşaatta söz konusu çalışma ortamına dair konulmuş kurallar erdemli biçimde hazırlanmış olsun ve ancak bu kurallara uyulmadığı yaşananlara bakıldığında kolayca anlaşılabilsin. “Kurallara uymazsan ne olur?” sorumsuzluğunun bedelini görebiliyor muyuz? Örneğin trafik kurallarına uymamanın bedeli, on yılda on binlerce ölü, yüz binlerce engelli… Eski Türkiye’de erdemsiz kuralların ve kurallara uymamanın erdemsizliğinin zulmüne inanın tüm toplum kesimleri maruz kalmıştır. 1999’daki partinin adı boşuna mı Fazilet Partisi oldu sanıyoruz? AK Parti hareketinin ilk adını hatırlayacaksınız ki “Erdemliler Hareketi” idi. Tüm bunlar, “eski Türkiye” olarak geldiğimiz noktanın sonucudur. Artık eski Türkiye’nin eksi bakiyesinden sıfır noktasına geldik, hızla artıya geçmeliyiz. Bir başka ifadeyle “rrdemli kuralları” hayata geçirmeli, “kurallara uymanın erdemi”ne inanmalıyız. Bu konuda AK Parti Kongresi ve Cumhurbaşkanlığı seçim süreci sonrasındaki konuşmalar, açıklamalar ve yaşananlar, “erdemli” bir sürecin başlayacağı kanaatini oluşturdu. Bu konuda sadece partiler ve Hükümet değil, hepimiz ısrarcı olmak zorundayız. Bedelini sadece bir kesim değil, kendimizden çocuğumuza, çocuğumuzdan torunlarımıza kadar herkes bedel ödüyor. Erdemsiz kuralların ve kurallara uymama erdemsizliğinin bedelini sadece Soma, asansör ve birçok trafik veya iş kazası faciasındaki kişiler ödemediler, -onlar birilerinin çocuğu, torunu idiler- onların ana babaları, dedeleri, nineleri de ödediler. Erdemli kuralı belirlemek de tabiî tek başına yetmiyor. Kurallara uymanın bir erdem olduğuna hepimizin inanması ve kurala uymamanın bir gözü açıklık olmadığı, aksine, hepimize ve tüm insanlığa yapılmış bir kötülük olduğuna hepimizin inanması ve bu inancın gereğini yapması gerekiyor. Gelin, bu zulüm görme zincirini, bu zulüm döngüsünü el ele verip kıralım. Zira bu zulüm döngüsünün ne dini, ne imanı, ne siyasî görüşü, ne vicdanı, ne de insafı var. Bu zulmün muhatabı hepimiziz. Allah hepimizi korusun, hem de kendi ellerimizle. * AK Parti Kurucular Kurulu Üyesi eylül 2014 49 haberajanda Analiz Bulunduğu yerden manzarayı tam göremediği için önceleri çocuğu zehirliyor sanan da çok oldu, ama daha sonra “Hasta”nın yavaş yavaş dirilişinden anlaşıldı bu tedavinin başka bir tedâvi olduğu. “One minute!” miladıyla iyiden iyiye kenara itilen o sahte doktorların çığırtkanlığı da arttı, Anadolu’nun uyanışı da... Kandaki mikropların dozu da yükseldi, vücudun direnci de... Altın vuruşa cüret edenler semirdikçe semirmişti ama ahtapotun ön kolları da tespit edilmişti nihayet. 50 eylül 2014 “İde/oloji’den abdest” ve urûc eden Türkiye “B ENİ bu güzel havalar mahvetti!” derdi ya Orhan Veli, bizi mahveden de dinmek nedir bilmeyen “ide-olojik rüzgârlar” oldu hep. Psiko-tronik silahlarla donanmış necis zihinlerin tetiklediği o karanlık fırtınalar… >> Anadolu’ya o en ezik, o en çaresiz, o en iç bunaltıcı rolü biçmek isteyen profesyonel terzilerin vitrinlerden arz-ı endâm ettirdiği maskeli kostümler, Üstad Cemil Meriç’in “İzmler, idrâkımıza giydirilen deli gömlekleri” dediği o şaşı gözlükler… Anadolu’nun çileli seyri kadar bütün bir dünyâ târihi de kafalara geçirilen bu hatırı sayılır çuvallarla yazıldı ya, biz çok çektik bunlardan. Düşmek nedir bilmediler bir türlü bir araya gelmeyen o iki yakamızdan, ‘sağ’dan ve ‘sol’dan… 4 Temmuz 2003’ün filmini bile çektik de asıl “çuval”a bir türlü uyanamadık. 60’ta uyanamadık ki 80 oldu, 80’de uyanamadık ki 28 Şubat çaldı kapıyı; 28 Şubat’ı tam okuyamadık ki manzara bugüne dayandı. Ve ‘hikmet takvimi’ öyle bir noktaya erdi ki nihayet “Gezi” fazı üzerinden sol, “The Cemaat” fazı üzerinden de sağ açık toparlanıp Anadolu’nun şahs-ı manevîsini su yüzüne çıkaran bir katalizör oluverdi birden. Nicedir iri cüssesiyle derinleri bekleyen Anadolu, “Ya Bismillah!” deyip doğruluverdi bir kuvvet… Fedakâr anne Osmanlı’nın Ayten Çalış aytencalis.ajanda@gmail.com vazifedâr evladı Türkiye Cumhuriyeti Riskli bir doğuma mahkûm edilen, elleri öpülesi, fedakâr bir anneydi Osmanlı. Ve o doğumda annesini kaybetse de kutsî vazifesine devam edecek hayırlı bir evlat “Türkiye”… Tabiî öyle bir zemine doğdu ki bu öksüz, uzun bir süre oksijen çadırında, komada tutuldu, hem de bile isteye… Hep sakat kalsın, böyle yarım yamalak yaşasın istenildi çünkü. An be an zehir zerk edildi o güçsüz ve yorgun bedenine. Lozan’dan bugüne uzanan nice pranga, nice zincir vuruldu ayaklarına, ellerine. Oyunbozan Erdoğan Ve yaklaşık 80 yıl sonra Tayyip Erdoğan adında bir “deli” (!) çıkıp arı kovanına çomak soktu, “Bu çocuk bu komadan çıkacak! Ne gerekiyorsa yapılacak!” dedi. Ama onu komada tutan ve inceden inceye uyuşturan sahte doktorlara çaktırmadan uyguladı tedaviyi. Uzun bir süre araziye uyum sağladı; temkinli bir gidişle söylenecek o asıl sözlerin kapısını araladı. “Bir daha da Davos’a gelmem!” diyene kadar epeyce bir yol arşınladı. Bulunduğu yerden manzarayı tam göremediği için önceleri çocuğu zehirliyor sanan da çok oldu, ama daha sonra “Hasta”nın yavaş yavaş dirilişinden anlaşıldı bu tedavinin başka bir tedâvi olduğu. “One minute!” miladıyla iyiden iyiye kenara itilen o sahte doktorların çığırtkanlığı da arttı, Anadolu’nun uyanışı da... Kandaki mikropların dozu da yükseldi, vücudun direnci de... Altın vuruşa cüret edenler semirdikçe semirmişti ama ahtapotun ön kolları da tespit edilmişti nihayet. Zincirleme trafik kazası: “Gezi ruhu-dershane-tek ceket-cübbe” “Gezi ruhu” diye pazarlanan tehdit yükseldi ve yükseldi de cumhurun Çankaya gezisini meyve verdi. Halk Çankaya’ya cidden yürüdü yani. Ne dershane, ne de ağaç illüzyonu şaşırtabildi bu kararlı gidişi. Anadolu, bankaların hortumlandığı, devlet kasasının boşaltıldığı, IMF şantajının göz açtırmadığı, enflasyon ve trafik canavarlarının sevimli (!) kankilerimiz hâlini aldığı, terörün olağanüstü değil olağan bir durum sayılarak kanıksandığı, Soros gazeteciliğinin adamlık sanıldığı, devlet erkânımız Oval Ofis’te tam 14 dakika 45 saniye ve 22 salise kalabildiği için sevinç taklalarının atıldığı o trajik günleri unutmadı ve lîsan-ı hâl ile “Gölge etme, başka ihsân istemez!” dedi muhatabına. “Gezi”, “dershane”, “tek ceket” ve “cübbe” zinciri üzerinden peş peşe harcanan birçok cephane de zayi oldu haliyle. Ne başlangıç itibariyle “Greenpeace” tarzı bir operasyonu andıran “Gezi” durdurabildi süreci, ne düşünülenden erken piyasaya sürülen “cemaat kartı”, ne joker etkisi yaratması beklenen “kaset siyaseti”, ne de Cübbeli Metin Hoca’nın ters tepen Cumartesi vaazı nev’inden küçük çaplı atraksiyonlar… Game over! İdeolojiden “ide”ye… Toplum mühendisliğini meslek edinmiş “monşerler”in kendi gemilerini yürütmek için kullandıkları o en etkili aparatlar hızla parçalanmaya başladı. Çünkü millet, “ideoloji”den abdest almaya, “ideoloji” adı verilen muz kabuklarından “ide”ye doğru yelken açmaya başladı. Yani asıl fikre, esasa, perdenin ardındaki gerçeğe… Zira zaman “Hakikati görmene engel tüm kodlarından yıkan!” derken, gezegen bütünüyle bambaşka bir noktaya evrilirken rozetçilik oynamanın verdiği o ağır hasar dile geldi artık. Sistem, “Game over!” (Oyun bitti!) dedi nihayet. Bir yandan ayağa kalkmaya niyet edip öte yandan “ideolojik köşe kapmacalar”la vakit harcamanın abesiyeti limitleri tüketti. Nefsî reflekslerle her hizibin her adımı mubah saydığı bir keşmekeşe kapılıp bindiği dalı kesen nicelerinin akıbeti farklı bir ufku tetikledi. Dem tutsun diye can baş verilen o kutsî Anadolu harcına su zerk etmeye kalkanların sefaleti zirveye erdi ve bambaşka bir takvimi meyve verdi. Döl tutan Anadolu geni ve “yaklaşan doğum” Velhâsılı MHP, BBP, Saadet, hatta kısmen de olsa CHP gibi partilerden haklı “AK-ıncı Beyi” “Hakk Tespihi”,/ ezelde dağıldı;/ o gün “Ak İnciler”,/mânâya saçıldı! Derler ki;/ mağdura su taşıyan “AK-ıncılar”/ maskeli ruhların üstüne,/ işte o gün salındı… “Selçuklu Kartalı” Anadolu’ya konarken,/ Âhi Dedem Edebalı’dan “o nur” doğarken,/ Osmancık’ın sînesindeki “Çınar” boylanırken;/ hep aynıydı takvim, hâlâ anlamadın mı? Deden mazlumu incitmemiş,/ kırmamıştı;/ zâlimin o necis elini, / mağdurdan kaldırmıştı! Sırtlanlar/ dört bir koldan çökünce de;/ derin bir nefes alıp/ yeraltına karışmıştı… Adına “Hasta Adam” deyip/ cenâze töreni yaptılar;/ elimize bir Lozan tutuşturup,/ dalımızı budağımızı kırdılar! Riskli bir doğuma mahkûm edilen/ o elleri öpülesi anne,/ ardında vazîfeli bir evlâdı bırakıp/ yeraltına gömüldü ya;/ eli üstümüzden kalkmayan o âlî ruhlar,/ “yepyeni bir sofra” kurdular… Seksen yıl narkoz yutan Anadolum,/ onunla uyandı!/ “Zamanüstü Ak-ıncılar”,/ yeniden kuşandı! Filistin’i gözünden sakınan Ulu Hâkan’ın/ o keskin bakışı,/ bu dirâyetli ufukta/ hakîkate boyandı! Sâhi!/ Zamânın “AK-ıncı Beyi” kim,/ sen hâlâ/ anlamadın mı..? (Ayten ÇALIŞ/ 09.09.2014/ Ankara) milli reflekslerle AK Parti’ye verilen destek, muhatapları kabul etmek istemese de önemli bir işaretti. Kuru gürültülerle vakit kaybetmekten usanmış yorgun bir coğrafyanın çok ciddi bir üst mesajıydı. Tayyip Erdoğan’ın şahsında vücut bulan Anadolu geninin döl tutuşuydu nihayet; maya tutmayan suni aşılamalardan yılmış ve örselenmiş bir bedenin, nicedir hasretle beklediği o büyük doğuma yönelişiydi artık. Balkon konuşmasında Saadet’ten, BBP’den diğer partilere kadar destek veren tüm vatandaşlara ayrı ayrı teşekkür eden Erdoğan, bu nedenle hiç de ilginç gelmedi, hatta memnun etti. Balkondan esen o geceki tarihî rüzgâr, bünyesi yabancı aşıları kabul etmedikçe düşük yapan yorgun ve yılgın “cumhur”un bizzat kendi çığlığıydı yani. Dillere pelesenk edilen o meşhur kelime “özgüven”, ağız dolusu tadılıyordu artık.“Öz”ün kendine duyduğu o fıtrî güven, gümbür gümbürdü yüreklerde. eylül 2014 51 haberajanda Analiz bir “tebessüm diplomasisi”nden ziyade, “net ve aksiyoner” bir stile ihtiyaç vardı ve bu gereksinim de “Kasımpaşa tarzı” ile fazlasıyla karşılandı. Şimdi ise yeni bir inşa süreci başlıyor. 2023 ve 2071 gibi hedefler, propaganda listesinde bulunsun diye vitrinize edilmiş içi boş çerçeveler değil zira. Onun için “hatime” değil, “Fatiha”; onun için “nihayet” değil, “bidayet”… Dolayısıyla yapılan bu geniş ve zorlu girizgâha “avamî” düzeyde bir başlangıç etabı dersek, yeni medeniyet dilimizin kolonlarını dikeceğimiz “havas” sürecine ayak değdirdiğimizi de söyleyebiliriz pekâlâ. Bir sonrası ise “hass’ül havas”… “Malazgirt’ten bu yana, top ilk kez ayağımızda!” “Dombra”yla öz yurda dönüş Mehmet Akif ’ten Necip Fazıl’a kadar birçok üstadın ruhunu şâd eden işlere imza koyan Uğur Işılak’ın seçim müziği olarak ruh verdiği “Dombra”, o dönemin favori dizilerinden “Kızıl Elma”da parladığı için mi seçilmişti, yoksa ata yurda, “öz”e dönüşün hikmet kokan bir işareti miydi bu? “Kaostan düzen yarat!” diyen o Masonik slogan doğrultusunda sürekli sanal krizler yaratıp kendi düzenlerini kurgulayan kirli zihinlerin dayattığı Matrix’ten, Ajan Smith’lerin kol gezdiği bu karanlık labirentten adım adım çıkışımızı, makinelere bağlı bir yaşama mahkûm olmamak adına “küvez”den kıyam edişimizi resmeden ilginç bir tevafuk muydu yoksa? İşte feraset ve basiretin has yurdu Anadolu, ikincisi olduğunu gördü, “okudu” ve “Zamanın Akıncı Beyi”nin arkasında dirayetle saf tuttu, “Nice uzun yıllarımıza mâl olan o habis frekanslar girmesin araya!” dedi ve de öyle sağlam durdu. “Dombıramdı alarman, yürek sazım çalarman” diyen o fıtrî hitap da bir anda kendi yatağını buldu. Parola: “Fatiha” Gelinen yoldaki en son mevzi içinse “Bir veda değil, başlangıç… Bir hatime değil, Fati- 52 eylül 2014 ha…” denildi. “Vesayet tarihi”ni kapatıp ardına geçen bambaşka bir ufuk işaret edildi. “İslam coğrafyasını hiçbir zaman unutmadık; onlar için siyaset yaptık. Türkiye’nin tüm kenar mahallelerindeki yoksullar için, Dicle kenarında kaybolan koyunların hesabı için, başörtülü olduğu için üniversite kapılarından döndürülen kızlarımız için, ciğeri yanan anneler ve Filistin’in, Mısır’ın, Suriye’nin, Somali’nin, Afganistan’ın masumları için…” cümleleri, düşe kalka zorla insan sarrafı yapılan bilinçlere doğrudan nüfuz etti. Paralel frekanslarla mücadelede daha güçlü anti-virüs programlarının devreye girecek olması, Çözüm Süreci’nde “kalıcı ama sağlıklı” bir sonuca doğru gidilmesi ve anayasa değişimi gibi ilk eldeki hedefler elbette anlaşılırdı tabiî. Fakat bu neyin “Fatiha”sı, nasıl bir sürecin anahtarıydı acep? İşte asıl soru bu idi. Avam’dan hass’ül havas’a doğru “yeni bir medeniyet yolculuğu” Medeniyet meselesine iyiden iyiye kafa yoran dimağlardan Yusuf Kaplan’ın “dalga kıran”-“dalga kuran” ayırımından yola çıkarsak, son 12 yıllık siyasî iradenin sorunlu zemini temizlemek adına gördüğü “kireç çözücü” işlevi ortada. Böylesi bir süreçte, “İstirham ediyorum efendim!” tavrına dayalı silik Tabiî “Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık arasındaki rezonans aralığı”na göre şekillenecek bu yeni inşa dönemi, tutan mayanın büyüyüp serpilmesi adına hayatî bir öneme haiz. Ne kadar süreceğini kestiremediğimiz bu “havas” sürecini “temelden sonraki kaba inşaat aşaması” olarak görürsek, “ince işçilik” ve “dekorasyon”un yapılacağı “hass’ül havas” dönemini varın siz düşünün… Dolayısıyla Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi Üstad Aşık Veysel’in o güzel deyişine yapılan vurgu, salt estetik olsun diye kullanılmış değil. “Uzun ince bir yoldayız, gidiyoruz gündüz gece…” Tabiî başlangıç kaydedilen bu “havas” dönemi, başta “çok yönlü bir kültür ve medya planlaması” olmak üzere her sahada detaylı bir çalışmayı, hassas derinleşmeleri zarurî kılıyor. “Yeni Türkiye” denilen taze bir vizyon zikredildiğine göre, “eski Türkiye”ye ait her türlü abesiyetin, demode olmuş tüm üslup ve bakışların bu dinamik zeminden düşmesi elzem. “Dünyayı bilmeyen, dünyanın maskarası olur” ufkuyla bir kuşağın gönüllü hocalığını yapan ufuk insan Alatlı’nın o çivi gibi tespiti de son söz olsun: “Malazgirt’ten bu yana top ilk kez ayağımızda!” Yeter ki “zamanın Akıncı Beyi”ni ve açtığı kapıyı doğru “okuyalım”, yeter ki nicedir beklenen bu topu “ideolojik körlükler”ile taca atmayalım. Şaşı bakışlardan ve “çuval”lamalardan yıldık; artık ayakkabılarının ucuna değil, ufka bakan eril ruhların demidir. Dem, bu dem!.. Ama hakkı verilmeli… Süreci böyle okuyan herkes farkında bunun… haberajanda Siyaset B Aytekin Atasoyu aatasoyu.ajanda@gmail.com İR siyasal partinin siyasal iktidarı elde edebilmesi, o siyasal partinin halkı etkileme ve yönlendirebilme kabiliyeti ile yakından ilgilidir. Kitleleri yönlendirebilen ve heyecanlandırabilen siyasal partiler, o kitlelerin kanaatlerini kendi lehlerine çevirebildikleri ölçüde siyasal iktidarı elde edebilirler. Kitlelerin hayalleri vardır. Bu hayalleri gerçekleştirmeyi vadeden, bu hayallerle özdeşlik kurabilen ve inandırıcı olan partiler, o kitlelerin reylerini kendi hanelerine yazdırabileceklerdir. Daha özgür, daha demokratik ve daha müreffeh bir toplum hayali, bu kitleleri ikna etme noktasında son derece tesirlidir. Aynı kitlelerin acı hatıralar sonucu edinmiş oldukları korkuları da vardır. Geçmişte yaşanmış acı hatıraları yeniden yaşamak istemeyen toplumlar, korkularından emin oldukları siyasal partinin çatısı altında kalmayı tercih ederler. Siyasal iktidar alanlarını kontrol etmek isteyenlerse bazen hiçbir vizyon ortaya koymadan ve hatta bu korkuları körükleyerek toplumların kanaatlerini devşirmeye çalışırlar. Örneğin bölünme, irtica ve şeriat korkusu bunlardan sadece birkaçıdır. Bu noktada şu detay çok önemlidir: Kitleleri korkularından emin kılan deneyimler ortaya konulduğunda, o kitleler korkularından dolayı sığındıkları limanı hemen terk ederler. Yani toplumların korkularını bertaraf edecek olan deneyimler, korku kıskacını parçalarlar. Kitleler üzerinde tesirli Kitlelerin hayalleri vardır. Bu hayalleri gerçekleştirmeyi vadeden, bu hayallerle özdeşlik kurabilen ve inandırıcı olan partiler, o kitlelerin reylerini kendi hanelerine yazdırabileceklerdir. Daha özgür, daha demokratik ve daha müreffeh bir toplum hayali, bu kitleleri ikna etme noktasında son derece tesirlidir. İktidar, kitlelerin hayallerine ortak olmaktan geçer HALK AK Parti’yi, kendisine güven vermiş deneyimler ortaya koyan, geçmişte yaşadığı acı hatıralar sonucu edindiği korkulardan emin kılan ve hayallerini gerçekleştirebileceği bir siyasal hareket olarak görmeye devam etmektedir. Bunun için de AK Parti’ye destek vermeye devam etmektedir. Muhalefet partileri halkın hayallerine ortak olana kadar da bu destek devam edecektir. elde etme noktasında da yeni bir söylem ortaya koyamamaktadır. Halkın hayallerine ortak olma noktasında ise zaman zaman güçlü söylemler ortaya koysa da siyasal iktidara ortak olduğu dönemlerde halka pozitif deneyimler sunmadığı için inandırıcılık sorununu aşamamaktadır. olan ve onların kanaatlerini şekillendiren faktörler bunlarla sınırlı da değildir. Kitleler, güçlü liderlerin arkasında durma eğilimindedirler. Çünkü güçlü liderler, bu kitlelerin hayallerine ulaşmaları için onlara yol gösterir ve korkularını yenebilecekleri deneyimler ortaya koyarlar. Bu gerçeklerden hareketle kitlelerin duygularını bilen, o duygularla özdeşlik kuran, hayallerine ortak olabilen ve gerçekleştirebilecekleri rasyonel söylemlerde bulunurken buna dair deneyimleri onlara sunan siyasal partiler, söz konusu toplumların kanaatlerini kendi lehlerine çevirebilirler. Bunları göz önüne alarak Türk siyasetini değerlendirdiğimizde, muhalefet kanadındaki siyasal partilerin, kitlelerin kanaatlerini kendi taraflarına çekme noktasında başarılı olamadıklarını görmekteyiz. CHP, son yıllarda şeriat ve irtica korkusu üzerinden siyaset yapmayı terk etmiş, ağır aksak da olsa bir değişim ve dönüşüm sürecine girmiş olsa da -halkın hayallerine ortak olmayı beceremediğinden- hedeflediği siyasal iktidarı elde edebilecek kitlelere kendini kabul ettirememektedir. CHP son dönemlerde halkın hayallerine ortak olacak söylemler geliştirip bu yönde adımlar atmasına rağmen, bunu olgular üzerinden değil de partiye dışarıdan eklemlediği kişiler üzerinden inşa etmeye çalıştığından başarı elde edememektedir. MHP ise bölünme korkusu üzerinden inşa ettiği siyaset anlayışını devam ettirmekte, bu yüzden de kendi kitlesini konsolide etmesinin ötesinde, siyasal iktidarı HDP’nin durumu da diğer muhalefet partilerinden farklı değil. O da geçmişin acı hatıraları üzerine inşa ettiği siyaset anlayışından henüz kurtulamadığı için siyasal iktidarı elde etme noktasında geniş kitlelere ulaşamamaktadır. HDP, Çözüm Süreci ile birlikte hitap ettiği kitleyi genişletmek için rasyonel ve ayrıştırıcı olmayan söylemlere vurgu yapsa da geçmiş deneyimlerinden dolayı inandırıcılık sorununu aşabilmiş değil. Muhalefetin tüm yolsuzluk ve rant iddialarına ve de dış politikadaki çalkantılara ve bu çalkantıların negatif etkilerine rağmen halkın büyük bir bölümünün teveccüh göstermekten çekinmediği AK Parti’ye gelince… Halk AK Parti’yi, kendisine güven vermiş deneyimler ortaya koyan, geçmişte yaşadığı acı hatıralar sonucu edindiği korkulardan emin kılan ve hayallerini gerçekleştirebileceği bir siyasal hareket olarak görmeye devam etmektedir. Bunun için de AK Parti’ye destek vermeye devam etmektedir. Muhalefet partileri halkın hayallerine ortak olana kadar da bu destek devam edecektir. eylül 2014 53 haberajanda Analiz Yeni bir T medeniyet çağına yürüyüş 54 eylül 2014 ÜRK milleti, tarihinde ilk defa bizzat devlet başkanı seçti. Mehmed Niyazi’nin “Türk Tarih Felsefesi” ve “Türk Devlet Felsefesi” isimli eserlerini okuyanlar, yukarıdaki sözün ne kadar doğru olduğunu tartışmaya açabilirler. Zira tarihte kurulan Türk devletlerinin hemen tamamının kurucuları Oğuz neslinden Açina oğullarıdır ve bu nesilden gelen devlet başkanlarına “Han” veya “Hakan” unvanları verilmiştir. >> Bu han ve hakanlar millet tarafından doğrudan seçilmemiş olsalar da millet tarafından devletin tabiî sahibi kabul edilmiş ve kendilerine biat edilmiştir. Burada meselemiz, elbette tarihte devlet başkanlarının nasıl seçildiği meselesi değildir. Türkiye Cumhuriyeti,tarih boyunca kurulan ve tarihin akışı içinde süreklilik arz eden Türk devletlerinin devlet felsefesine uymayan ilk devlettir. Türkiye Cumhuriyeti ile beraber devletin başına ilk defa Selanik kökenli biri geçmiş ve tarih boyunca biteviye akan bir nehir gibi olan Türk milletinin yönünü, aktığı istikametten tam ters istikamete çevirmiştir. İslam ile müşerref olduktan sonra Allah’ın yeryüzündeki hizmetkârı olan Türk milleti, 20. asırda bu iddiasından vazgeçerek dünyada var olan sıradan milletlerden biri olmayı tercih etmiştir. Binlerce yıllık Türk devlet geleneğine İslam’ın kazandırdığı bütün güzellikler, medeniyet, sanat ve kültür değerleri toptan reddedilerek, güya yendiğimiz Batı devletlerinin pespaye kültür ve Ekrem Kaftan ekremkaftan.ajanda@gmail.com uygarlık anlayışı benimsetilmeye çalışılmıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren kesintisiz devam eden tarihi, dini, medeniyeti ve kültürü inkâr politikaları, milletin zihin ve iman duvarlarına toslasa da büyük zayiata yol açmıştır. Bin yıldan fazla kullandığımız İslam harfleri, binlerce yıllık örf, anane ve geleneklerle devam eden kılık kıyafetimiz, (Hicrî) takvimimiz, tatil günlerimiz, hepsinden mühimi Osmanlı Cihan Devleti’ni kuran ve üç kıtaya asırlarca hükmeden Hanedan-ı Âl-i Osman’ın yaşayan fertlerinin sınırdışı edilmesi, payitahtın İstanbul’dan Ankara’ya taşınması gibi sayısız büyük yanlışlar bu millete feleğini şaşırtmıştır. Camilerin birçoğunun imamsız bırakılarak metruk hale getirilmesi, satılması, yıkılması ve hele Ayasofya gibi sembol bir mabedin camilikten çıkarılması da milletin vicdanında onarılmaz yaralar açmıştır. Bütün bunların 1950 yılına kadar yaşanan acı hadiseler olduğunu kimse inkâr etmiyor. Geçen zaman içinde milletin kaybettiği değerlerin geri kazanılması için elbette bazı çalışmalar yapıldı. Ancak kayıp o kadar büyük ki, milletin yeniden dünyaya nizam verecek, adalet dağıtacak ve mazlumların hamisi olacak bir millet haline gelmesi neredeyse imkânsızlaştı. Bugün sokaktaki insanın İslamî ve millî şuurunun var olup olmadığı, sorgulanması gereken en mühim hususlardan biridir. İşte böyle bir zamanda, Recep Tayyip Erdoğan’ın 12 yıllık bir restorasyon döneminden sonra milletin oylarıyla Cumhurbaşkanı seçilmesi, akabinde de Ahmet Davutoğlu gibi dinî, tarihî ve stratejik derinliği olan birinin Başbakan olarak seçilmesi, yukarıdaki ümitsizlik halimizi ümide çevirecek çok mühim gelişmelerdir. 20 yılı aşkın bir zamandan beri tanıdığımız ve sevdiğimiz Recep Tayyip Erdoğan’ın, hangi makamda olursa olsun dininden, ahlakından ve yaşayış tarzından taviz vermemesi, milletin kendisine teveccühünü arttırmıştır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, tarihine ve dinine bağlı insanlarda bir Fatih, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman gibi ümit güneşlerinin doğmasına vesile olmuştur. Artık Türkiye’nin 90 yıldır içine hapsedildiği Selanik kökenli kültür ve uygarlık dayatmasından kurtulması, terk ettiği bütün tarihî değerleri, kültürü, medeniyeti, sanatı ve hayat tarzını geri kazanması için önümüzde çok büyük bir imkân denizi açılmıştır. Devletin yeniden kurulduğu bu zamanda, milletin binlerce yıllık adalet ve “devlet-i ebed müddet” yolculuğuna kaldığı yerden devam etmesi “bekasının icabı”dır. Milleti mutlu eden, insanlığa faydalı olmasıdır. Milletimiz, İslam ile müşerref olduğu tarihten Osmanlı’nın yıkıldığı güne kadar dünyaya adalet dağıtma gayesiyle devletler kurmuştur. Mazlumların hamisi, zalimlerin korkulu rüyası olan milletimiz, sadece elinde kılıç veya silahla cihana hükmetmemiştir. Baki’nin, Cihan Padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın vefatının ardından yazdığı meşhur “Mersiye”sinde yer alan ifadelerle “Aldın hezâr bütgedeyi mescid eyledin/ Nâkus yerlerinden okuttun ezanları” (Aldın binlerce puthaneyi mescid, Allah’a secde edilen yer haline getirdin. Çan çalınan yerlerde (kiliselerde) ezanlar okuttun) yeryüzünü Müslümanlar için bir mescit haline getirmiş ve Necip Fazıl’ın da Sakarya Türküsü’nde “Hani Yunus Emre ki kıyında geziyordu,/ Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu” mısralarında anlattığı gibi, fethettiği diyarlarda camiler, medreseler, çeşmeler, sebiller, kütüphaneler, velhasıl medeniyet eserleri inşa etmiştir. Şimdi yeni bir medeniyet çağına yürüyüş zamanıdır! Bunun için neler yapılması gerektiği hususunda acizane düşüncelerimizi okuyucularımızla paylaşalım. Umulur ki onlar da bizim tekliflerimize yeni tekliflerle katkıda bulunurlar ve bu kutlu yürüyüşte bizim de payımız olur. Tavsiyeler Ayasofya derhal camiye çevrilmeli ve yıkılan medresesi yeniden inşa edilerek “İslam İlimleri Eğitim ve Araştırma Merkezi” olmalıdır. Ayasofya’daki “Muvakkithane”, yeniden namaz vakitlerinin tespiti için bir merkez haline getirilmelidir ve burada Cuma namazı hutbesi kılıçla okunmalıdır. Medreselerin tamamı ihya edilerek, İslam ilimlerinin okutulduğu eğitim kurumları haline getirilmelidir. Bunun için söz konusu medreseleri kuran tarihteki vakıfların ihya edilmesi ve mallarının iade edilmesi lazımdır. İstanbul’da, Cumhuriyet döneminde yıkılan bütün cami, mescit, medrese, çeşme, sebil ve benzeri eserlerin yerleri tespit edilmeli ve tarihteki orijinal halleriyle ihya edilmelidir. Tarihî eserlerin etrafındaki yeni ve ucube binalar tamamen yıkılmalı ve tarihî eserler görünür hale getirilmelidir. Bilhassa Suriçi İstanbul’unda mabetten yüksek bina inşaatına son verilmelidir. Süleymaniye ve Vefa gibi semtler hızla temizlenmeli ve tarihte âlimlerin oturduğu ahşap binalar ihya edilerek yine ilim, fikir, sanat ve kültür adamlarına tahsis edilmelidir. Bütün okullarda İslam harflerinin öğrenilmesi, bu harflerle okunup yazılması mecbur hale getirilmelidir. Bütün okullarda din eğitimi, Kur’an-ı Kerim ve ilmihal dersleri konulmalıdır. (Bu dersler seçmeli olabilir.) Okullarda Batı müziği ve sazlarına yönelik eğitim kaldırılmalı, yerine Türk müziği ve sazlarına yönelik eğitim getirilmelidir. “İslam sanatları” dersleri konularak hat, tezhip, minyatür, çini, cilt, ebru, kat’ı, oymacılık, kakmacılık, kündekârî, musikî ve benzeri sanat dalları hakkında en azından teorik planda eğitim verilmeli, isteyen öğrencilerin bu sanatları icra edecek derecede yeterli eğitim almasının imkânları hazırlanmalıdır. Bu sanatların ortaya çıkış sebepleri, insan ruhuna faydaları, dünya kültür ve medeniyetine katkıları da ayrıca öğretilmelidir. Her okulun en az 10 bin kitaplık bir kütüphanesi olmalıdır. Süleymaniye Kütüphanesi başta olmak üzere, yazma eserlerin baskısı yapılmalı ve milletin istifadesine sunulmalıdır. Televizyonlarda klasik sanat eğitimleri veren programlar mecbur hale getirilmelidir. Öğrencilerin eğitim hayatlarında en az bir kere İstanbul’un bütün tarihî eserlerini rehberlerin anlatımıyla gezmesi sağlanmalı ve medeniyetimizin asırlar süren inşa süreci doğru anlatılmalıdır. Hattat, müzehhib, ebrucu ve benzeri sanatkârların eserleri okulların, devlet kurumlarının duvarlarını süslemeli ve böylece sanatkârların sanatlarını rahatça icra etmeleri sağlanmalı, teşvik edilmelidir. Şairler desteklenmeli ve yeni şiir kitapları bizzat devlet tarafından bastırılarak öğrencilere ücretsiz dağıtılmalıdır. Şairlerin tarih düşme geleneği ihya edilmeli ve bunun için devlet teşvik vermelidir. Mezar taşlarımız İslam harfleriyle yazılmalıdır. Yeni kitapların İslam harfleriyle basılmasına izin verilmeli ve İslam harflerinin önündeki bütün engeller kaldırılmalıdır. Okullarda Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaş-ı Velî, Niyazi-i Mısrî, Muhyiddin-i Arabî gibi büyük zatların eserleri ve fikirleri öğretilmelidir. Efendim şimdilik bu kadar... Katkıda bulunan dostlarımız bize ulaşabilirler. İsimleriyle tekliflerini paylaşacağımızı hatırlatmaktan mutluluk duyarız. eylül 2014 55 haberajanda Analiz Karanlık tablonun ruhu hükümferma, aydınlık tablo ise ancak bir rüya idi. 90 sene bu millet böyle yaşadı. Bugün devletin zirvesine çıkan mübarek başörtüsü, daha düne kadar okullardan, devlet dairelerinden, TBMM’den kovuluyordu. Bu iki cumhurbaşkanından birinin eşi, diğerinin iki kızı başörtüsü sebebiyle üniversiteye alınmamış ve yüksek tahsilden mahrum bırakılmıştı. 56 eylül 2014 Gerçek O ne dehşetli bir tabloydu!? Çankaya Köşkü’nün kapısında, beyaz gömleğinin yakasında papyon kravatı, sırtında siyah frak, başında silindir şapkası, elinde bastonu, kibirli ve askerliğinden gelen sert bakışları ile çiçeği burnundaki Cumhurbaşkanımız, ilk demecinde laikliğin ödünsüz bekçisi olacağını, irticaya asla geçit vermeyeceğini, devrim yasalarını koruyacağını, millete karşı tehdit kokan bir ifadeyle ilan ediyordu. >> Yanı başında, deve hörgücüne benzeyen başının üstündeki hotozlu şapkasının altında, boya ile kapatmaya çalıştığı buruşuk yüzündeki aynı kibir ve pek bilmiş yüz ifadesiyle Madam Cumhurbaşkanı da Paşa’sına eşlik ediyordu. Halkımız onları şaşkın, ürkek, fakat uzakta olmanın güveni içinde donuk bakışlarla seyretti. Onlar tabiatıyla halkımızın bilemeyeceği, anlayamayacağı çok önemli yüksek bilgilere sahiplerdi(!). O bakımdan Cumhurbaşkanımız, az ve öz konuşup beş yıl süreyle yaşayacağı kokteylli, balolu, bol yiyip içmeli, kendi kapalı hayatına başlamak üzere arkasındaki kapıdan madamıyla beraber köşke girmeden önce silindir şapkasını eline alıp bizleri şöyle bir selamlama lütfunda bulundu. Halkımız da Cumhurbaşkanı’yla şürekâsını, onu oraya getiren “zorba kuvvetler” ve yandaşlarını, bilcümle buyurgan seçkinleri yedirip doyurmak için sessizce kendi mazlum çalışma hayatına döndü. Bir daha -zaman zaman laiklik, irtica, Atatürkçülük gibi sözcükleri barındıran tehdit ve azar seanslarının dışında- böylesi bir görüşme de olmayacaktı… Çok şükür… Televizyonun karşısındaki koltukta uyuyakalmışım. Kâbus görmüş gibi terler içinde uyandığımda, gördüğüm bu “Eski Türkiye” tab- losunun bir rüyadan ibaret olduğunu anlayınca Rabbime hamd ü sena ettim. Gözlerimi ovuşturup karşımdaki ekrana baktığımda gördüğüm tablo ise bir rüya değil, gerçekti. Bu, önceki iç karartıcı karanlık tablonun tam aksine ferahlatıcı, aydınlık “Yeni Türkiye” tablosuydu. Giyim kuşamı bizlere benzeyen, sıradan, mütebessim çehreli, mütevazı iki güzel insan, önce içten bir musafaha yapıp kucaklaştıktan sonra, kameralar önünde halkımıza gönül açıcı, muhabbet dolu açıklamalar yaptılar. Bu iki insan, devir teslim töreni yapan Türkiye Cumhuriyeti’nin halef-selef iki “Cumhurbaşkanı” idi. Birbirlerine “Kardeşim” diye hitap ediyor, halkımıza karşı kullandıkları ifadelerde gözlerinin içi gülüyordu ikisinin de. Yanı başlarında tıpkı eşim, kızım veya kız kardeşim gibi eşleri, sade ve vakur duruşları, gülümseyen simaları ile halkımıza sevgi sunuyorlardı. Bu insanlar, kadını ve erkeğiyle bizim içimizden, bizden birileriydi. Çok değil, bundan beş on sene öncesine kadar yukarıda sunduğum Sabri Öğe sabrioge.ajanda@gmail.com hayaliaştı iki zıt tablo yer değiştirmekteydi. Karanlık tablonun ruhu hükümferma, aydınlık tablo ise ancak bir rüya idi. 90 sene bu millet böyle yaşadı. Bugün devletin zirvesine çıkan mübarek başörtüsü, daha düne kadar okullardan, devlet dairelerinden, TBMM’den kovuluyordu. Bu iki cumhurbaşkanından birinin eşi, diğerinin iki kızı başörtüsü sebebiyle üniversiteye alınmamış ve yüksek tahsilden mahrum bırakılmıştı. “Başörtüsü” deyip geçmeyin; o, eski ile yeniyi ayırt eden, gerçek bir devrimin sembolüdür. Milletimizin, hürriyetini zorbaların elinden kurtardığının, 90 yıldır ilk defa kendi kendisini yönetme güç ve iradesini gösterdiğinin ifadesidir: Eski ve Yeni Türkiye… Eski, varlığını “zinde güçler” dedikleri zorba güçlerden; yeni ise meşruiyetten alıyor. Meşruiyetin yegâne kaynağı ise milletin iradesidir. Bundan böyle eski Türkiye’ye asla dönme ihtimali yoktur. Çünkü milletimiz uyanmıştır ve iradesini başka hiçbir güce teslim etmeyecek şuur ve iradeye sahiptir. Bir çift söz Ey Ecevit, işte bak! Dilinden düşürmediğin halkın gücü nelere muktedirmiş? Bu halk seni siyaseten sıfıra müncer edip yolcu ettikten sonra, kapı dışarı ettiğini sandığın başörtüsünü zirveye yerleştirdi. Ve sen ey Demirel! “Başını örtmek isteyen Suudi Arabistan’a gitsin” buyurmuştun ya, sen de tıpkı Ecevit gibi, sırtını sonsuz güç sahibi sandığın zorba güçlere dayamıştın; “İşte laik Türkiye!” diye ünlediğin Çankaya’da imanlı bir halk evladı oturuyor şimdi. Bittin! Yıllarca aldatıp sırtında siyaset yaptığın imanlı halkımızın nezdinde on paralık değerin kalmadı. Rabbim kimseyi senin durumuna düşürmesin… “Biz asılız, bizim dediğimiz olur” diye höyküren ey “Çağdaş Yaşamın Azizesi”! Ey halkımızı böcek gibi gören Batı’nın uşakları! Kağnı gölgesinde yürüyüp de kağnının gölgesini kendi gölgesi sanan yaratık misali aziz milletimizin gölgesinde çöplenip de kendisini dev aynasında gören ey sahte enteller!.. Evet, doğru… Bugüne kadar sizin dediğiniz oldu, ama artık bittiniz! Bütün dağlarınıza kar yağdı. Bundan sonra yalnız ve ancak aziz milletimizin dediği olacak. Ama dikkat edin! Halkın içinden çıkan bugünün muktedirleri sizlere gönüllerini açıyor; hiç kimseyi ötekileştirmeyeceklerini, sizin o mülevves, kokuşmuş yaşam tarzınıza müdahale etmeyeceklerini, tam aksine teminat altına alacaklarını söylüyorlar. Şayet sizlerde zerre kadar insanlık kırıntısı ve feraset kalmış ise, bunun kıymetini bilir, artık fitneden vazgeçer, ırmağı tersine akıtama- yacağınızı idrak eder ve milletin iradesine teslim olursunuz. Bir çift söz de Sayın Devlet Bahçeli’ye... Bu iktidar Balkanlarda, Orta Asya’da, Afrika’da ne kadar ecdat yadigârı halk varsa hepsine el uzattı; ne kadar bakımsız, çaresiz eser kalıntısı varsa hepsini yeni baştan imar ve ihya etti. Sizse iktidarınızda hep o zorba güçlerden çekinerek bir tek soydaş ve dindaşın hatırını soramadınız, bir tek çeşmeyi restore edemediniz. Açıkçası son yıllardaki gelişmeler ve gelinen nokta hayalimizi aşmıştır. Dünyanın en büyük havalimanını bizim ülkemizin yapacağını hayal edebiliyor muyduk? Onu ancak ABD, Almanya gibi ülkeler yapabilirdi. Ve diğerleri… Ve bugünkü muhteşem Çankaya tablosu… Ancak bütün bunlar eski Türkiye’nin gölgesi altında yapılabilenlerdir, esas olaysa yeni başlamaktadır. Yeni Türkiye’nin mimarları, inanıyorum ki Allah’ın izni ve halkımızın desteği ile bu aziz milleti çok daha parlak ufuklara uçuracaklar, Türkiye’ye yeni Türkiye’ler katacaklardır. Halkımıza düşen görev, onları sadece sandıkta desteklemekle yetinmemek, “Sandık her şey değildir” yaveleri ile fitne peşinde koşacak olanlara karşı uyanık olmak ve onlara fırsat vermemektir. eylül 2014 57 haberajanda Toplum Kâğıt aynı kâğıt, dünya aynı dünyadır; değişen sadece kâğıdın üzerine düş(ül)müş aldatıcı renklerdir. Makas için kâğıdın boyalı olması bir şey değiştirmez, ucu alev almış bir kibrit için yahut da... Tarihi yeniden yazmak istediğimizde renklerin efsununa kapılıp kâğıdın boyalı olmakla değiştiğini zannedenler değil, aldatan renklere karşı kör, kâğıdın hakikatine karşı gören gözler bunu yapacaktır. UYANIŞ B İZ kimiz, kim gibiyiz? Yerimiz neresi, neredeyiz? Bilmemiz gereken nedir, neyi biliyoruz? Kıblemiz neresi, nereye secde ediyoruz? Mukaddesimiz nedir, biz nelere kıymet veriyoruz? >> Bu sorularım sanadır, metruk mahallenin çocuğu... “Seni yönlendiriyorlar”!.. İşte aklımıza, havsalamıza granit bir kayaya işler gibi işlememiz gereken temel bilgi 58 eylül 2014 bu olmalıdır. Dünyayı ve özellikle bu kadim coğrafyayı yönlendirenler var. Kimse bir şey hissetmeden, kimse anlamadan bu coğrafyanın insanını, birileri canı neyi is- terse onu ustaca ikna ediyor. Her çağda mahir bir hokkabazın eliyle illüzyonlar yapılır ve hakikat örtülür. Bu çağın büyük hokkabazı da kitle iletişim araçları olmuştur. Ahlakî ve kavramsal erozyonun nedenleri arasında ilk sırada sayılabilecek mahir güç, kendi dünyaları dışında kalan dünyayı çürütmek isteyenlerin elindeki kitle iletişim araçlarıdır. Bu saldırıya dalgakıran etkisiyle karşı koyma- Muhammed İkbal Bakırcı muhammedikbal.ajanda@gmail.com nın tek bir yolu vardır, o da kitle iletişim araçlarını çok iyi tanımak, bir silah gibi nasıl kullanıldıklarını öğrenmek ve gerekirse karşı koymak için aksi yönde uygulamaktır. Ve nihayet bunun peşine ahlakî ve kavramsal uyanışı başlatabilir, tarihi yeniden yazabiliriz. Çağın hokkabazı Güncel olayları öğrenip takip ettiğimiz kitle iletişim araçları, yasama, yürütme ve yargı organları ile birlikte dördüncü bir güç olarak kabul edilir. Bu dördüncü güç, etkinliğini öyle bir düzeye taşıdı ki bilgi verme ve haberdar etme işlevlerinin çok ötesine varıp, söz söyleme önceliği, yönlendirme kabiliyeti ve ikna gücü açısından dördüncü güç olan sırasını birinci güç olarak değiştirdi. Kitlelere haber ulaştırma, parça ile bütünü birbirinden haberdar etme görevlerini adeta ek iş sayan kitle iletişim araçları, artık toplumun hafızasını kontrol edebilme ve yönlendirme gücüne de sahiptir. Kitleleri belirli yönlere itekleyebiliyor olması dışında, aynı zamanda onlara, nelere ihtiyaç duymaları gerektiğini de öğütlemektedir bu araçlar; düşünmesi, konuşması ve susması gereken yerleri ve şeyleri, kitlenin içindeki her bir kişiye ayrı ayrı sunabilmektedir. Birçok değer yeniden tasarlandı ve yeniden aslının dışında, başka biçimlerde algılanıyor hale getirildi. Farklılık ve farklılıktan kaynaklanan zenginlik adına, manevi ve kültürel değerler kazınarak yerlerine “Batı’nın aynılığı” mottoları ikame edildi. “Sana benzeyen sendendir” diye ikna edilen gruplar, büyük bir yanılgının eşliğinde hüsran ve ihanet dehlizlerine yuvarlandılar. Aynı bostanın gülü olabilmek için güle benzemek yetmezdi oysa. Kitle iletişim araçlarıyla inşa edilen yeni bir toplum düzeni tasarlanmak istendi. Bir yalanı birçok doğrunun arasına sıkıştırıp o yalan doğrultusunda kitleleri canları nasıl isterse o yöne aktarabildiler. Aylar ve yıllar sonrasının toplumsal zihin yapısı için adım adım uygulanan zihinsel kırılmalar ile fay hatları oluşturulabildiler. İşte bu şekilde dördüncü kuvvet olarak ortaya çıkarken birinci kuvvet işi gören kitle iletişim araçları, günümüzde kitle ikna silahları olarak iş görmektedirler. Uyarlanmış hayatların bekçiliğinden müjdelenmiş millete Bugün ne yazık ki toplum olarak sadece duyumlara dayalı görüşler benimsenmekte ve ödünç alınmış, aşırılmış, uyarlanmış hayatların bekçiliği yapılmaktadır. Kitle ikna silahı olarak kullanılan mass-medyanın tesiri ile sosyal medya, görsel ve yazılı unsurlar tarafından ne söylenirse ona inanılmaktadır. Ahlakî değerler internetten alınmakta, dünyada yaşananlar televizyondan takip edilmektedir. Birçok kavramsa uçuşan kalabalıklardan öğrenilmekte ve tam anlamıyla birileri tarafından uyarlanmış hayatların bekçiliği yapılmaktadır. Bütün bu olumsuzluklara rağmen değişmez bir gerçeğimiz var ki, “Müjdelenmiş bir milletin yaşadığı topraklar, en az milleti kadar o müjdeden nasibini alır” gerçeğidir o da. Büyük yolculukların, büyük hedeflerin aşkına tutulup binlerce yıllık serüven yazan, İslam medeniyetinin bayraktarlığını yapmış ve yapmakta olan Türk milleti, yaşadığımız toprakları tarihimizde paha biçilmez bir iklimle yeniden biçimlendirmiştir. Bu coğrafyanın her metrekaresi, eski dünyayı yeni dünyaya kavuşturan bir zanaatla ince ince işlenmiş ve tüm cihanı kucaklayan genişliği, zamanı aşan derinliği ile çok büyük bir öneme sahip olmuştur. Anadolu toprakları, paha biçilmez geçmişini cömertçe İslam medeniyetinin bayraktarlığını yapan milletimize ikram etmiştir. Buna birçok örnek verebiliriz ki içlerinden birini sizlerle paylaşmak isterim. Mısır’dan ithal edilen ve firavunların kendilerine gemiler yapmak için kullandığı Lübnan’ın sedir ağaçları o dönem çok özeldi. Bu ağaçlar karşılığında değiş tokuşu yapılan papirüs ticaretini tekelinde tutan Fenikeli tüccarlar ise dönemin en güçlü kimseleriydi. Ancak onların egemenliği bir parşömenle bitti. Parşömenin keşfi, tarihin akışını olduğu gibi değiştirdi. İşte parşömeni bulan ve bunun sayesinde bilginin üretilip yayılmasını sağlayan Bergama, bu milletin genetik kodlarına yerleşen ilahî bir ikramdır. Şu noktaya çok dikkat edin: Batı dünyasının İslam medeniyetine ilk saldırısı, Anadolu coğrafyasının fethinden sonra olmuştur. Kudüs ve Liberya’dan sonra Anadolu da İslam medeniyetinin harcına karışınca, Batı, kendini inşa etmek zorunda kalmış ve Doğu’yu ona saldırması gerektiği biçimde tarif edip kendi dünyasını toparlamıştır. Hayata tutunan insanlar gibi renk renk damlacıkların zor bela ucunda asılı durduğu bir fırça ile beyaz bir kâğıdı boyadığımızda nasıl ki o kâğıt, kâğıt olmaktan çıkmaz, dünya da sadece renklerin değiştiği bir kâğıt parçası gibi özünü kaybetmeden ilk günkü halini korur. Kâğıt aynı kâğıt, dünya aynı dünyadır; değişen sadece kâğıdın üzerine düş(ül)müş aldatıcı renklerdir. Makas için kâğıdın boyalı olması bir şey değiştirmez, ucu alev almış bir kibrit için yahut da. Tarihi yeniden yazmak istediğimizde renklerin efsununa kapılıp kâğıdın boyalı olmakla değiştiğini zannedenler değil, aldatan renklere karşı kör, kâğıdın hakikatine karşı gören gözler bunu yapacaktır. Şimdi vakit… Şimdi tarihi yeniden yazma vaktidir. Tarihin akışını değiştirecek olan yeni bir dokunuşla, öncelikli olarak kendi coğrafyamızda adeta bir uyanışın imsak vaktini tasarlamalıyız. Çağın hokkabazını tanımalı, onun hile ve büyüsüne karşı hazırlıklı olmalıyız. Her saldırıyı müceddet bir dalgakıran gibi gücümüzü ve tazeliğimizi kaybetmeden savurmalıyız. Topu topu ahlakî ve kavramsal olmak üzere iki büyük uyanışa ihtiyacımız var. Ahlakî uyanışın başlangıcı, değer yargılarını dupduru, bozulmamış haliyle yeniden toplumsal katmanlara öğretmektir. Kavramsal uyanışın başlangıcı ise, toplumsal hayatı çepeçevre saran kavramların içi boşaltılmış hallerini ne yazık ki kanıksamış olan kitlelere her kavramın asıl mahiyetini ve rolünü yeniden belletmektir. Kitle ikna silahlarıyla değersizlik üzerine inşa edilmiş bir dünyayı, ahlaksızlığı popüler ve cazip hale getirerek yerle yeksan eden mihraklar, tüm bu yaptıklarına karşın ne gariptir ki kendi dünyalarını ahlak ve güçlü kavramlarla yüce tutmayı asla ihmal etmemektedirler. Sıra bize geldi! İslam medeniyetinin uyanışı, ayaklanışı ve yürüyüşüne sıra gelmiştir... Ve her yürüyüş bir uyanışla başlar. Uyanışın vakti gelmiş! Çağın hokkabazını biliyoruz. Ona karşı müdafaasını sağlam yapan, özüne yönelen bu coğrafya, kadim bilgeliğini ortaya koyacaktır. Çok değil, az kaldı... eylül 2014 59 haberajanda Analiz Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç REJİMİN SİGORTASI B İR zamanlar siyasî düzlemde gerçekleşen her olay, bir bilen sıfatıyla ordu mensuplarına danışılırdı “Efendim”ler düzülerek... Siyasete balans ayarı çeken laflar etsin de dıdısının dıdısı olması fark etmezdi birileri için. Sonra çok şey değişti, siyasete milletin iradesi el koydu. >> Yalnız millete, iradesinin ne denli kuvvetli olduğu gösterilmeliydi. Şubat’ın soğuk dönemlerinde yayınlanan “toplumun güvendiği kurumlar” listesinde her zaman 60 eylül 2014 birinci sıraya yerleştirilen TSK, bir anda bu unvanını kaybetti. Zira operasyonlar, darbe senaryoları ve gaf dolu beyanlar derken büyük zararlar veriliyordu kimliğine. Bugünlerde “paralel yapı” sıfatıyla nitelendirilen bir grubun sahibi olduğu medya da söz konusu süreçte müthiş bir kimlik algısı oluşturuyordu. Sağduyulu akil insanlarca uyarılan bu grup ve iktidar partisinin birtakım mensupları ise nasihatlere aldırış etmeden TSK’ya karşı genişletilen güvensiz kimlik algısını perçinlemeye gayret ediyorlardı. Keser dönünce sap döndü ve gün gelip hesap da döndü; sözünü ettiğimiz “paralel yapı” sıfatlı grup, bütün kamuoyundan şunu dilenir oldu: “Türkiye’ye şöyle güzel hizmetler etmiş, dine böyle iyi hizmetler etmiş kişilere örgüt demeyin, dedirtmeyin…” Anlaşılan, o günlerde TSK ile başlatılan kimlik formatlama süreci, şahsî hesaplarına klonlanan devletleşme kurgusuna hizmet etmesi açısından şekillendirilmişti. Boşaltılan TSK da bu düzlemde doldurulmalıydı. Zira bir diğer güvenlik birimi olan polisten bu noktada çekince yoktu. TSK mensubu olup da komutanlarının “Yap!” dediğini yapan askerlerin evlerine “sahur” operasyonları düzenleyenler polis değil miydi? Peki, polisin harekete geçmesi için hangi erkin ne yapması lazımdı? Mehmet Serhat Bıçak msbicak.ajanda@gmail.com “Mazlumlar, sonradan zalim olmasınlar” derdi Hocam 24 Kasım 2012 günü Ankara’da, İnsanî Değerler Derneği 2. Olağan Genel Kurulu’na konuk olarak katılan Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, konuşması sırasında hak ihlallerinden bahsederken şöyle bir beyanda bulunuyor: “Hak ihlallerini engellemek hepimizin görevi; idarenin de görevi bu, yasamanın da görevi bu. Ama en çok bu görev yargının olsa gerek, bizlerin olsa gerek. Çünkü insanların sığınacağı son nokta bizim kapımız. Biz insanlara karşı adil olmazsak, bu rejimin de, bu düzenin de sigortası inanın ortadan kalkar… Dün özgürlüklerin önündeki sınırlardan şikâyet edenler, bugün onun bekçisi olma durumuna lütfen düşmesinler…” Polisin harekete geçişine dair hangi erkin yetkili olduğu hakkındaki sorumuza Sayın Başkan’dan böylesi bir arşiv cevabı alırken kafamıza bir soru daha takılıyor; ancak bu soruya karşılık gelen cevabı, bu yazıyı okurken içinizden söyleyiniz ki bakalım bizim gidiş yolumuz doğru mu? Sonuçtan olmazsa gidiş yolundan belki puan alabiliriz zira. AK Parti’nin ülkemize benimsettiği kavramlaşan bir deyiş oldu “Yeni Türkiye”... Yani Yeni Türkiye, ulaşılan bir oluş değil, hedeflenen bir ufuk. Türkiye’de Cumhuriyet’le birlikte yerleştirilen rejim ve düzenin oturtulması için 70 yıl gibi bir mesafeden bahsedecek olursak eğer, AK Parti’nin Yeni Türkiye adındaki bir sistem ve rejimi oturtması 12 yılı bırakın, son 5 yılda imkânsız. Hak ihlallerini engellemek idarenin, yani yürütmenin ve yasamanın görevi, ama bunlardan çok yargının görevi. Bu gerçeği Sayın Başkan’ın demecinden çıkartıyoruz. Zaten öyledir de… Yargı deyince adalet akla gelir. Hak ihlalleri adalet üzerine şekillenen bir konu olduğuna göre, bunun önüne geçmek en çok da yargının görevidir. Küçümsediğim için söylemiyorum asla, bu ülkedeki siyasî profillere göz atacak olursanız, karşınıza çıkan en yoğun zümre yargı ile buluşan sıfatlara sahiplerin zümresi olacaktır. Avukat, eski hâkim, eski savcı, eski bilmem ne heyet başkanı, hukuk profesörü, ceza hukuku doçenti, anayasa uzmanı filandır bunların unvanları. Ve bu zümrenin arasında öyle bir parti vardır ki, onlara göre hukukun üstünlüğünü ancak onlar korurlar ve halk hukuku asla bilemez, ancak onlardan öğrenebilir. Tabiî öğrenebilirse... Belirttiğimiz bu partinin zihninden geçen, hani İslam ümmetine her an tekrarla- nan “Sen Kur’an’ı, İslam’ı, imanı bilmezsin; okuyamaz, anlayamazsın da. En iyisi bana sor, benden öğren. Benden öğrenmedikçe öğrenemezsin!” mealindeki telkinler vardır ya, işte bu minvaldedir. Ülkedeki hukukun üstünlüğü, sırf bu zihniyet yüzünden hukukçuların üstünlüğü profiline dönüşmüştür. Hangi kimlik geçerli? Bir detaya girerek içinizden geçirdiğiniz cevabı söylemenizi isteyeceğim. Olağan şartlarda, ülkemizdeki herhangi bir kurumda, mesela bir bankada şahsınızı tanıtacak üç belge vardır: Kimlik, ehliyet ve pasaport. Ancak iki tür kişi, bu üç belgeye de sahip olabilmesine rağmen başka bir belge gösterir: Hukukçu ve emniyetçi. Mesela bir avukat baro kimliğini, bir polisse görev kimliğini ille de gösterme eğilimindedir. Hâlbuki ikisi de en azından normal bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kimliğine sahiptirler. Şimdi cevabınızı içinizden istediğim soruyu sorayım: AK Parti, bırakın 12 yılı, 5 yılda bir rejim ve sistem oturtamayacağına göre yargının sigortası olduğu ve korunması gereken sistem ve rejim nedir? ise cevap veriyor: “Yargıtay Başkanı’nın bugünkü konuşmasını geçmiş konuşmalarına göre çok daha beğendim. Daha önceki konuşmalarını çok soyut düzeyde algıladım. Dolayısıyla çok fazla ilgimi çekmemişti. Ama bugün Sayın Başkan bence çok güzel bir konuşma yaptı; söylenmesi gerekenleri, rahatsızlık duyulan konuları gayet net bir şekilde, hiç kimsenin kişilik haklarına ve hakarete varan bir seviyede bulunmadan, gayet medenî ölçüler içerisinde düşüncelerini ifade etti. Ben eleştirilecek bir taraf görmedim.” Ne olur yanlış anlaşılmasın, Haşim Kılıç’ı hedefe oturttuğumuz filan yok. Kendisini Erdoğan’la çatışması sırasında eleştirmiştik, fakat o orada kaldı. Sayın Kılıç’ın demeçlerine değinmemizin sebebi, ülkede güya hukukun üstünlüğünü ispat etmeye çalışan hukukçu üstünlere cevap verme arzumuzdan kaynaklanıyor. Yani biz diyoruz ki, “Hukukçu değil, hukuk üstündür”. Yeni bir siyasî hareket Ah, bu arada AK Parti’den istifa eden vekillerin çoğunun da hukukçu olması tuhaf bir tevafuk. Gerçi AK Parti’de hâlâ bir sürü hukukçu var ama ülke siyasetinde zaten hukukçu bitmez, bu detayı boş verin… Başlangıçta paralel yapının, kendisini savunma noktasında nasıl bir yalvarmaya giriştiğine değinmiş ve öncesinde TSK mensuplarına karşı yaptığı saldırılarda TSK kimliğine ne tür bir kasıtta bulunduğunu anlatmaya çalışmıştık. Peki, bu yapının siyasî anlamda hiçbir hamlede bulunmamasını bir şeyle açıklayabilir miyiz? Asla! Zira yapı, siyasî bir harekete, bir “değişim hareketi”ne soyunuyor. “Değişim” dememizin sebebi, bir zamanlar giyindikleri birtakım gömleklerden soyunmalarına kastımızdan olsa gerek. Ne de olsa ortada askerî muhtıralar olmayınca, memleketin herhangi bir erk memurunun ettiği sözlere muhtıra diyecek halimiz yok. Ancak ne kadar da ilginç değil midir darbe yapan bir zümrenin içerisinden mutlaka bir danışılan çıkarılması? (28 Şubat-asker, 17 Aralık-hukukçu gibi.) Örnek: TBMM’deki adlî yıl açılışında Yargıtay Başkanı’nın konuşması –ki Hükümet’e yönelik eleştirileri sertti- soruluyor Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’a. Kılıç Bu yazının bir devam niteliği olacak belki, ancak şimdilik bu kadar. Yalnız söz konusu hareketin doğuşu ve seçimlere kadar izleyeceği rota hakkındaki düşüncelerimizi de paylaşacağız. Zira Ertuğrul Gazi Şenlikleri’nde yaşanan talihsiz olayı kınıyoruz… Hayır, hayır, “Eski Türkiye” diye dışınızdan değil, içinizden verecektiniz cevabı, mızıkçılık yaptınız. Bu cevabı kabul edemem ama yan cebime koyun… Hani başta demiştik ya “Bir zamanlar hep danışılırdı” diye, işte o danışılanlara artık danışılmayınca, bir şekilde danışılacak bir encümen bulundu: Yargı mensupları… “Dün özgürlüklerin önündeki sınırlardan şikâyet edenler, bugün onun bekçisi olma durumuna lütfen düşmesinler” diye nasihatte bulunuyorsa Sayın Başkan, danışılabilir bir bilen olmasında beis yoktur. Bir yerden veya bir yerlerden haberler bekleyen bu hareket, 17 ve 25 Aralık darbe girişiminin ardından net şekilde AK Parti saflarından geri çekilmiş ekiplerce oluşturulurken, siyasî arenada bir güneşin doğduğunu haber veriyor. Ülkenin her bir köşesinde bu güneşi görmeyi bekleyen gıyabî mensupları bir heyecan sardı. Her platformda hukukun üstünlüğünden dem vuran bu harekâtçılar, dillerine doladıkları bu hikâyeyle yargı darbecilerinin ardına sığınıyor ve aynı darbecilerle birlikte çalışan Emniyet mensuplarının çadırına girmeyi hasretle bekliyorlar. eylül 2014 61 haberajanda Toplum Mehtap Kayaoğlu mehtapKayaoglu.ajanda@gmail.com Hepimiz, hizmet verdiğimiz kişilerin gözünde daha büyük yer tutmak isteriz. Hizmet edenle hizmet alan arasındaki sayıca dengesizliği biliriz. Hizmet eden tek kişidir, ancak hizmet verdiği belki binlerce kişi... Bu durum, “yönetenle yönetilen arasındaki doğal acımasızlıktır” bir yanıyla. 72 milyon vatandaşa karşılık bir “Cumhurbaşkanı” var örneğin. Yahut hastanede çalışan kalp doktoru bir tane, hizmet verdiği ise binlerce kişi… Yeni Türkiye için yeni yönetim stratejileri B İR “Yeni Türkiye” ifadesidir almış başını gidiyor. Kiminin dilinde “Eskisinin ne hayrını gördük, yenisi ne olacak?” sözleri, kiminin zihninde her şeyin çok daha güzel olacağı hayalleri... Kişinin işi gücü “insan psikolojisi” olunca, bireyden topluma her yerde insanın bilinçdışına dair tespitler yapması normaldir sanırım. Her “yeni” olanda “yenilenmesi gereken” bazı durumlar vardır elbette. Bu anlamda düşünceyi insan ilişkilerinden geçirelim ve evrensel doğrularla yoğurduktan sonra çeşitli kademelerde çalışan karar mercileri için “yeni yönetim” önerileri paylaşalım, ne dersiniz!? “Yeni” yöneticinin “yeni düşünce modeli” nasıl olmalı? “Yönetici” deyince ne düşünüyorsunuz bilmiyorum, ama benim aklıma soğuk, uzak, danışmanlarından bilgi alan, onların yönlendirmeleriyle kararlar veren kişiler geliyor. Her şey yenileneceğine göre, yönetim kademesinde olan kişilerin bakış açılarının da değiştirilmesi gerektiğine inanıyorum. Duyguda yanında olmadığınız halka verebileceğiniz şeyler sınırlıdır. İyi bir yönetici, sevimli dokunuşlarıyla hastasının ağrısını gideren babacan doktor gibidir, ne dersiniz? Her şeyi mükemmel yapmasını tabiî ki bekleyemeyiz, ancak verdiği kararların bizim üzerimizdeki olası olumsuz etkisini hafifletecek düzeyde bizimle duygu kardeşliği yaşadığını hissetmek isteriz. Gizemli/soğuk bir yöneticinin aldığı kararların muhteşemliği bizi çok etkilemezken, yakın/düzeyli yöneticilerin yaptığı çalışmaları öve öve bitiremeyiz. 62 eylül 2014 Cahil miyiz? Çalışma standartlarına değil, tavra bakacak kadar acemi miyiz? Yok, değiliz; insanız… İnsanın en temel ihtiyacı olan ilişki kalitesini her seviyede talep edebilecek kadar bilinçlenmeye başlamışız. Yani olan bu anlayacağınız… Yeni yöneticinin en önemli düşünce modeli, yönettiği sistemin ihtiyaçlarına kulak verebilecek düzeyde içgörü sahibi olmasını gerektirir. Her kurumda terslik olabilir. Yönetici sıkılır, sinirlenir, zihnî karışıklık yaşar veya altında çalışan kişiler tarafından dışlandığını hissederse, içinde bulunduğu bu durumu değerli bir bilgi olarak görmelidir. Zira bozulmak, alınganlık yapmak ve tepkisel davranmak, yönetim stratejilerindeki kör noktaları görmeye engel olur. Kendine bakabilen, kendi yönetim modelini sorgulayabilen bilinçli yönetici, yaşadığı bu karmaşıklığın ne kadarını kendi iç eksikliklerinin veya ne kadarını içinde bulunduğu kitlenin oluşturduğunu ayrıştırabilir? Bu ayrımı yapmak son derece önemlidir. Çünkü olanlar nedeniyle endişelenmek yerine, dışarıdan bakıldığında aleyhinizeymiş gibi görünen durumu lehinize çevirebilirsiniz. Yeni yönetici “kendini açmalı”dır Yeni yönetici “kendini aşmalı” demiyor, dikkat ederseniz “açmalı” diyorum. Çünkü kendisini aşan pek çok kaliteli yöneticinin kendisini açamadığı için başarısızmış gibi göründüğüne şahit oluyorum. Yeni dünya düzeninde mekanik ilişkilerin yerini duygusal ilişkilerin aldığını görmemek, ciddi anlamda görme kaybı yaşadığımız anlamına gelebilir. Dünya, duygularını açan yöneticileri seviyor artık. Karamazov Kardeşler’de bahsedilen gizem- İyi dinler, iyi görür ve yeterince emek vererek beklerseniz, “Sanki beni tanıyor… Sanki benim ihtiyaçlarımı bilerek kararlar almış!” gibi duyguları oluşturabilen yönetici olmayı başarabilirsiniz. li insan modeli, günümüzde kendi dünyasını paylaşan sempatik yöneticiyle yer değiştirmeye başladı bile. Hatta öyle ki halk, cumhurbaşkanının bile kendini açtığı anlarına eşlik etmek istiyor, özel paylaşımlarını merak ediyor, eşinin elinden tuttuğu anlara bayılıyor, çocuklarına yeterince babalık yapamadığı konuşmalarından sonra onunla kendi hayatı arasında ciddi benzerlikler olduğunu hissediyor, sahaya çıkıp top koşturduğunda veya geçmişte kalan çocuk yanlarıyla gelecek ümitleri arasında yıkılmaz köprüler inşa edildiğini düşünüyor, kendisini çocukluğuna götüren ama gittiği yerde bırakmayıp geleceğe taşıyan kişiye inanıyor. Yıllarca uygulanan “Gizemini koru!” modelinin yerini, günümüz dünyasında “Şeffaf ol!” duygusu almaya başladı. Yöneticinin, yönettiği birim/sistem ile gerçek bir ilişki kurması çok daha etkili iz bırakıyor. Çalışanlarınız ve hizmet verdiğiniz kişiler, günün koşuşturmaları, stres faktörleri, özel sorunları nedeniyle yeterince kaygılı. Yöneticinin kaygıyı besleyecek düzeyde gergin oluşu, gerek hizmet verdiği halk ve gerekse kendi gözetiminde çalışan personel üzerinde olumsuz duyguların oluşmasına vesile olmaktadır. Filanca bölgede yaşanan sıkıntı nedeniyle halkın acısına eşlik edebilen bir yönetici, taş gibi durup hiç etkilenmemiş görünen bir abideden çok daha iyi hissettirecektir vatandaşa kendisini. Bu arada şeffaf olmuş olmak için şeffaf olunmaz, zira ters etki yapabilir. “Yöneticiyim; daha iyi yönetici olayım!” diye başkaları tarafından bilinmesinden hoşlanmayacağınız özel durumlarınızı kimseyle paylaşmayın. Aşırı tedbirli davranmayın Tedbirli davranmak her zaman iyidir. Aşırı tedbirli davranmaksa sıkıntı oluşturabilir. Garip değil mi? Devamını okuduğunuzda anlayacaksınız... Tedbir, endişeden kaynaklanır. Bir miktar endişe iyidir. Kendimizi gözden geçirmemizi, çalışmalarımızda daha dikkatli olmamızı, verimliliğimizi arttırmak için özenli davranmamızı gerektirir. Fakat aşırı endişe, beraberinde aşırı tedbiri doğurur ki, bu, faaliyetlerinizde etkinliğinizi ortadan kaldırabilir. Koruma güdünüzü gereğinden fazla harekete geçirirseniz, davranışlarınızdaki değişikliği fark etmeseniz de yakın çevrenizin hakkınızda söylediği cümleler kulağınıza ulaştığında garip davrandığınızın anlaşıldığını görebilirsiniz. Bir yönetici için en tehlikeli durum, tutum-davranış özelliklerinin eleştirisini çevreden dinlemesidir. Yeni yönetici dinleme ve beklemeyi bilmelidir Yeni yöneticilerin tıpkı terapist gibi çok iyi bir dinleyici olması gerekir. Dinlemek sanattır, hem de üzerinde çalışılması gereken bir sanat. Yargılamayan, yansız ve yüksüz dinleme… Yöneticinin bulunduğu konumu ve hizmet verdiği sektörü korumak için zor seçimler yapması gereken zamanlar vardır. Bunun için önce dinlemeyi bilmelidir. Değerlendirme ve karar vermenin en zorlu aşaması doğru dinlemeden geçer. Hizmet verdiğiniz sektörde pek çok insan var, ama unutmayın ki onlara sizin alanınızda hizmet veren tek yönetici sizsiniz. Tam da bu nedenle biricik ve teksiniz. Yeni yönetici, “Onlar nasılsa çok, ne olduğunu anlamazlar” diye düşünmemelidir. Hizmet verdiği her kişinin tek tek biricik ve değerli olduğunu hissetmelidir. Hepimiz, hizmet verdiğimiz kişilerin gözünde daha büyük yer tutmak isteriz. Hizmet edenle hizmet alan arasındaki sayıca dengesizliği biliriz. Hizmet eden tek kişidir, ancak hizmet verdiği belki binlerce kişi. Bu durum, “yönetenle yönetilen arasındaki doğal acımasızlıktır” bir yanıyla. 72 milyon vatandaşa karşılık bir “Cumhurbaşkanı” var örneğin. Yahut hastanede çalışan kalp doktoru bir tane, hizmet verdiği ise binlerce kişi… Çoğulun içinde olduğunu bilmek, hizmet alan açısından travmatik bir soruna dönebilir zaman içinde. Yeni yöneticinin yönetim deneyimiyle kucaklaşan duygu kardeşliği ve hizmet verdiklerini dinleyerek kazanacağı ilişki zemini travmayı azaltacaktır. İyi dinler, iyi görür ve yeterince emek vererek beklerseniz, “Sanki beni tanıyor… Sanki benim ihtiyaçlarımı bilerek kararlar almış!” gibi duyguları oluşturabilen yönetici olmayı başarabilirsiniz. Sevgiler... eylül 2014 63 haberajanda Hayat Paralele nasıl teğet U FAK tefek bir çocuk, henüz dördüncü sınıfta. Yaşıtlarına göre çelimsiz. Tahtaya “Okul” yazmış. “Bakın arkadaşlar” demiş, “her harfin altına, alfabedeki sıralamaya göre kendinden sonra gelen harfi yazalım. Ne çıkacak görelim”. O’dan sonra Ö gelmiş, K’dan sonra L… U’nun altına Ü yazmış, L’nin altına M. Okul’dan sonra “Ölüm” çıkmış. Bütün sınıf hayret içinde kalmış. Başka kelimeleri denemeye koyulmuşlar. On dakikalık teneffüs, gayet verimli geçmiş. *** O küçük çocuğun oyunu, bir zamanlar yaşadığımız gerçeğin tam ifadesiydi. 80 öncesinde, okuldan sonra ölüm ile karşılaşmak, hatta okul sırasında ölümle karşılaşmak son derece sıradan bir şeydi. Sabah evden çıkan birinin akşam eve sağ salim dönmesi, bilhassa anne babalar için ne büyük nimetti. Ülke sağ sol çatışması ile çalkalanıyor, günde ortalama on kişi teröre kurban gidiyordu. *** Sonra 12 Eylül darbesi oldu. Aslanlar gibi kükreyen generallerin yönettiği, emir komuta zinciri içinde tıkır tıkır işleyen, onbaşıların bile kendini mareşal gördüğü ve göstermek istediği darbe... Terör olayları şak diye kesildi. Tutuklamalar, yargılamalar, yasaklamalar, hapisler, işkenceler, idamlar… Eylül, 12’den vurulmuştu. Aslında vurulan Eylül değil, koca bir ülkeydi. Yine şahlanmıştı kolbaşının kır atı, tutabilene aşk olsundu. *** Biz o ateşli barutlu dumanlı zamanlarda öğrenciydik. Darbe öncesi Ankara’ya giderek okula ve yurda kaydımızı yaptırmış, başlangıç tarihinin açıklanmasını bekliyorduk. İşte o arada şahlandı kır at. Anne babalar oh dedi; çocuklarımız kargaşadan uzak okuyacak. Üniversiteler eskisi gibi anarşi yuvası olmaktan çıkacaktı. Devlete olan güvenimiz de tamdı doğrusu; okula nasıl kayıt yaptırdıysak ve günü gelince başlayacaksak tıpkı onun gibi yurda yaptırdığımız kayıt da işe yarayacak sanıyorduk. Meğer öyle değilmiş. Yurt herkese çıkmayabilirmiş. Çıkmadı nitekim. *** 64 eylül 2014 Her ihtimale karşı bir arkadaşın elime tutuşturduğu adres ve isimle elimde bir bavulla Ankara yoluna düştüm. O sana yardımcı olur, bir öğrenci evi ayarlar demişti. Adresi buldum fakat kapı duvardı. Yan dairenin kapısı açıldı, bir kadın çıktı ve kim olduğumu, niçin geldiğimi sordu. “Onlar dedi sabah arabayla çıktılar, büyük ihtimal akşam olmadan dönerler.” İçeri davet etti fakat rahatsızlık vermek istemedim. Sadece bavulu bırakıp çıktım... Birkaç saat dolaştım, geldiğimde bizimkilerden hâlâ haber yoktu. Komşu kadının da- vetini bu defa kabul ettim. Çay ve börek ikram ettiler. Vakit ilerledi nihayet yandan bir tıkırtı duyduk. Beklenenler gelmişti fakat nasıl bir geliş! Arabayla kaza yapmışlar. Anneleri ölmüş, baba yaralı. O telaş içinde benimle ilgilenecek vaziyet yoktu elbette. Bir otel ayarladım ve birkaç gün içinde cebimde ne varsa eridi. Böyle giderse yakın zamanda memlekete dönmem gerektiğini düşünüyordum. *** Kalabalık bir kahvehanede tek başıma çay içerken yanıma bir çocuk geldi. Orta son veya lise bir gibi görünüyordu. Görünüş bazen ne kadar yanıltıcı olabiliyor! Üniversiteyi bitirmiş, memleketine dönmek üzereymiş. Konuşup vaziyeti özetleyince, özel yurtlardan birini ayarlayabileceğini söyledi. O zaman hiç durmayalım dedim ve bir yurda kapağı attık. Ama ne yurt! Su akmıyor, kalorifer yanmıyor, elektrik kaçak bağlanmış. İçeride çok az öğrenci var. Onlar da benim gibi şehrin yabancısı; kelimenin tam anlamıyla kuş. Mehmet Şeker mehmetseker.ajanda@gmail.com geçtiğimin hikâyesi Bir haftayı o zor şartlarda geçirdik ama bir yıl gibi geldi. Hafta sonu beraberce yürürken, içlerinden birinin tanıdığına rastladık. Lafın lafı açmasına zerre kadar ihtiyaç duymadan, hemen derdimizi anlattık. Ev bulmak gerektiğini söyledik. Bir ev var ama dedi, bilmem ki nasıl olur? Nasıl olur dedik. Beğenir misiniz bilmem dedi. Niye beğenmeyelim? Anlattı. Eşyası tammış. Kalan öğrenciler varmış. Birkaç kişilik yerleri daha olabilirmiş. Tamam işte, tam bize göre. Niye tereddütle söylüyorsun? Valla nasıl desem bilmem, onlar namaz falan kılıyorlar. İyi ya, ne güzel. Bizim kılmadığımızı mı sanıyorsun? Hemen götürmesini istedik. *** Gittiğimizde beklediğimizin üzerinde bir konforla karşılaştık. Bütün eşyalar vardı. Buzdolabı bile. Yalnız televizyon ve radyo yoktu. İlginç geldi. Televizyon olmayabilir ama radyonun olmamasını pek çözemedim. Herhalde derslere yoğunlaşmak için diye düşündüm. Sonra başka evler olduğunu söyledi oradaki son sınıf öğrencisi. Sizin okula yakın bir ev ayarlayalım dedi. Üçümüz için de farklı evler bulabileceğini söyledi. Nasıl bir şaşkınlık yaşadım anlatamam. Devlet kayıt yaptıran öğrencisini sokakta bırakırken, biz on gün boyunca tırım tırım ev aramamıza rağmen bulamamışken, bu adamlar her semtte ev tutmuşlar, dayayıp döşemişler, yeni gelen öğrencileri de dışarıda bırakmıyor ve üstelik okulana yakın bir ev ayarlıyorlar. Allah’ım ne iyi insanlar var! *** Ertesi gün okula yakın dedikleri eve gittik. Orası da aşağı yukarı aynı durumdaydı. Yemek ve bulaşık nöbetleşe yapılacak. Alışveriş için talimata göre hareket edilecek. Derslerle ilgili yardımlaşmaya önem verilecek. Temizlik şartları şunlar vs... Sonra yasaklar faslı başladı. Radyo tercih meselesi değil, yasakmış. Bu biraz canımı sıktı. Ben ders çalışırken, minik radyom yanımda olmalıydı. Gazete ve dergi okumanın da yasak olduğunu, sigaranın adının bile anılmadığını orada daha net fark ettik. Çok geçmeden fotoğrafın flu tarafları iyice kayboluyor, manzara bütünüyle ortaya çıkıyordu. Ertesi gün Risale-i Nur okumak için salonda toplanıldı. On üç kişiydik. Abi dedikleri bir kişi okuyor, açıklıyor, eski kelimelerin ne anlama geldiğini söylüyor, soru olursa cevaplıyor… Üç gün geçmeden bu şartlarda devam edemeyeceğime karar verdim. *** Bizim odadaki Saffet ders çalışıyordu. Elinde T cetveli çizim yapıyordu. Saffet dedim, bir şey soracağım. Başını kaldırmadan hıı dedi. “Sen komünist misin?” Zınk diye durdu, irkilmişti. Yook dedi. Nesin peki? Bunlardan değilsin. Doğru, değilim. Nerden anladın? Ben de değilim de ondan. Buraya nasıl geldin? Sen nasıl geldiysen, ben de öyle geldim. Anlaşıldı dedim. Senin hemşerin Ali de mi senin gibi? Evet. Peki ya Selim? Ha bak işte o solcudur. Peki nasıl oluyor? Ne yapsın, gariban işte. Gidecek yeri yok. Aslında bilirler de ses çıkarmazlar onun solculuğuna. İdare ediyorlar karşılıklı. Az sonra Ali’yi de çağırdık, konuştuk. Bu şartlarda devam edemeyeceğimiz konusunda mutabık kaldık. Bir an önce ev bulmamız gerekiyordu. Yarından tezi yok, çıkalım dolaşalım dedik. Aradık, taradık, günler geçti bir ev bulamadık. Günler geçerken, aramızda itirazlar, tartışmalar da yaşıyorduk. Baktılar ki böyle olmayacak. Biz üç kişi evin huzurunu kaçırıyoruz. En azından balkona çıkıp sigara içiyoruz. *** Birkaç toplantı yapıldı. Konuşmalar, nasihatler, telkinler… Hiç biri fayda etmedi. Sonra büyük abiler geldi. Onlar daha anlayışlı görünerek fakat daha sert yöntemler uygulayarak bizi uyumlu olma yönünde ikna etmeye çalıştı. Bir sonuç alınmayınca baktık ki bizim tayinimiz çıkmış. Başka evlere gönderilecekmişiz. Hemen ertesi gün. Ben bavulumu topladım. O suyu akmayan, kaloriferi yanmayan, uçak hangarı gibi odalarında üç beş kişinin kaldığı yurda dönmeye karar verdim. Ali ile Saffet’e durumu anlattım. Siz ister gelin, ister kalın dedim. Benim kararım bu. Peki sonra ne olacak? Yurdun şartları anlattığın gibiyse, çok zor. Bu soğuk havada… Netice… O zor şartlara rağmen üçümüz birlikte yurdun yolunu tuttuk. Yurttaki arkadaşlar bizi gülerek karşıladı. Gülerek demek zayıf durdu; kahkahalarla. Neyse ki kısa süre sonra güzel bir ev bulmak nasip oldu. *** Üzerinden otuz dört yıl geçmiş. Şayet okula yürüme mesafesinde, konforu iyi, kaloriferi aralıksız yanan, fasulyesi nohutu çuvalla gelen, abilerin yönettiği ve hayırseverlerin bağışlarıyla her ihtiyacı görülen evde kalmayı başarabilseydik, ikide bir itiraz etmeyip uyum içinde yaşasaydık, bu süre içinde neler neler olurdu kim bilir? Bu kadar yıl… Rica edeyim de bir düşünün… Belki de Türkmenlere yardım götüren tırları durduranlardan biri de ben olacaktım. Saffet, kafayı kaldırmadan T cetveliyle plan çizecek, Ali de büyük ihtimal dinleme yapan ekibin içinde yer alacaktı. Kim bilir? Bizi uyumsuz yapan, radyo televizyona meraklı, gazete okumadan duramayan, dergilere takıntılı yaratan Allah’ıma şükürler olsun. Bütünüyle gerçek bu hatırayı anlatırken, birçok noktayı es geçmek zorunda kaldığımın bilinmesini isterim. Her şeyi bütün ayrıntısıyla anlatacak olsam, sayfalar hepsini işgal etsem bile az gelir, takdir edersiniz. eylül 2014 65 haberajanda Analiz H İÇBİR millet, kendi bünyesinden çıkmayan bir medeniyet projesiyle ayakta duramaz. Duramaz, çünkü bünyenin kabul etmediği kadim sorunları vardır. Kendi milletimiz açısından bunu şöyle değerlendirebiliriz: Bu sorunlar hem kodlarımızla oynamıştır, hem medeniyet algımızla, aynı zamanda paradigmanın bozulmasına sebep olmuştur. >> Peki, nedir bu sorunlar? Alevileri Sünnileştirme çabası, azınlıkları ve Kürtleri Türkleştirme politikası ve de Müslümanları laikleştirme baskısı… Görüldüğü gibi farklılıklara tahammül çoğu zaman sekteye uğratılmış. Her şeyin homojen- 66 eylül 2014 leşmesi, dolayısıyla uluslaşma politikası neticesinde sanki tüm sorunlar çözülecekmiş gibi bir “iç düşman” üretilmiş. Etki-tepki neticesinde de önce kripto merkezler üremiş, ardından da sorunlar kronikleştikçe bütün bu odaklar sistemleşip terörize olarak mevcut otorite ve milleti Murat İlkter muratilkter.ajanda@gmail.com tehdit eder hale gelmişlerdir. Terör sonucunda bütün güç odaklarının üç saç ayağı oluşmuştur. Bunların ilki stratejik bir akıl merkezi, ikincisi finans hattı ve üçüncüsü de insan kaynakları, ideal ve vaatlerdir. Ben bu oluşum hiyerarşisini yangın için gerekli faktörlere benzetiyorum: Yanıcı madde, yakıcı madde ve oksijen… Bunların hangisini ortamdan çekerseniz yangın söner ya da ortamda hangisi artarsa yangının söndürülmesi güçleşir? Tecrübe ettiğim dönemden örneklersek, 12 Eylül 1980 öncesi tüm fraksiyonlar da böyleydi. Yakın zamanda vuku bulan PKK veya paralel yapı da… Şimdi tek tek inceleyelim... “PKK” diyoruz Defaten irdelediğim gibi, adamlar ta 1927’lerde yaptıkları Hoybun Toplantıları’nda istişare ettikleri gibi, doğal korunaklı bir üs ihtiyacını ortaya koyarak stratejik bir altyapının temellerini attılar. Bugün orada Kandil varsa ve konvansiyonel savaştan gerilla savaşına geçilmişse, ortaya konan bu stratejiler o zamanın aklıdır. Sürekliliğe dair, uyuşturucu ekimi ve ticareti ile birlikte sınır kaçakçılığı bu işin ilk finans kaynaklarıdırlar. Devletleşme öngörüsü ile halktan vergi adı altında haraç topladılar. İşin propaganda kısmında ise halka, “Önünde sonunda bir devletimiz olacak; egemenliğimiz altındaki topraklarda yapacağımız tarım ve hayvancılık karnımızı doyuracak. Bir de bölgede çıkan petrolü alırsak bu bize hayli hayli yeter. Gelin dağa, işgalci bu Türkleri buradan atalım!” diyerek oldukça etkili propagandalar yaptılar. Üstüne bir de Diyarbakır Cezaevi’nde meşruiyeti yara alan bir devlet buldular ki, “Terörün sebebi ne?” diye sormak abesle iştigaldir. Apo’nun “her evden bir ölü çıkması” gerektiğine dair stratejisi de gerçekleşince, 1991’lerde S. Demirel’in “Biz iktidara geldiğimizde Cizre Tabur Komutanı kum torbalarının ardında yatıyordu” şeklindeki tespiti oldukça manidardır. Demirel, aslında “PKK’nın ilk eylemini gerçekleştirdiği 1984 Eruh Baskını’ndan beri devlet açıkçası uyuyordu” demek istiyordu. Yıl 2014 ve aradan geçen zaman içinde kaybettiklerimize baktığımızda, 30 bin insanımız ile birlikte 300 milyar dolara yakın bir kayıp söz konusu ki, ancak uyanabilmişiz ve ancak gerçek manada bir (sadece teröristle değil) terörizmle mücadele programı uygulayabiliyoruz. Bunu bozmak isteyen her türlü dâhili ve harici bedbahtlarımız da mevcut. Bunlardan biri de paralel yapı… Paralel nereden doğdu? Aslında paralel yapı doğmadı, emperyalistlerin işine geldiği bir İslam modeline uygun olarak Ecevit döneminde palazlandı, mevcut on senelik dönemde de sezaryenle alındı. Tam ergenlik bitip yetişkin olacaktı ki şimdi amansız bir hastalığın pençesinde yaşam mücadelesi veriyor. Ama yaşıyor ve 2015 seçimlerine kadar da ömrü vefa edeceğe benziyor. Çünkü Türkiye’nin cemaatçi toplumsal dokusu buna müsait. Bunların bazıları dinî, bazıları cemiyetsel, bazıları ise ideolojik… Belirttiğimiz dokuya imkân veren bir grup daha var ki, saydıklarımızla birlikte hem ekonomik, hem sosyal, hem de kültürel bir beraberlik içinde nefes alıyor ve güçlendikçe devlete talepleri artıyor. Bunların içinde en beceriklisi, mevcut kalifiyesi en yüksek olan “The Cemaat”… Bu öyle avantajlı bir ihtiyaca nail oldu ki, devlet içinde otonom bölgelerin kontrolünü talep etti ve elde etti de. Hükümet içine de sızdı, devletin en vurucu noktalarına da. En kapsamlı ele geçirdiği nokta da adalet kurumları oldu. Gün geldi, “Artık sana dokunamayacakları bir üs gerekli” deyip merkezi Pensilvanya’ya taşıdılar. Başına ise her şeyi o yönetiyormuş gibi gösterdikleri bir politik dindar oturttular. (Nadia Comeneci de bir zamanlar Amerika’ya hicret etmişti hatırlarsınız.) Sonunda öyle kripto bir yapı oldu ki, şakirtlerden, abilerden ve ablalardan başlayıp imamlara uzanan hiyerarşik bir örgüt oluştu. Sermaye ve finans hatları da tek tek oluşturuldu. Hem de öyle hızlı oluşturuldu ki “Hizmet” adı altında bankacılıktan, medya ayağından tutunuz da tüm ticaret sahalarında ihtisalî bir güç elde ettiler. Hizmet ve himmet etmeyenleri tek tek fişlediler. Zamanı geldi açıklarını kolladılar fişlediklerinin veya zamanı geldi işi kılıfına uydurarak kim kendilerine madik attıysa bileklerine kelepçe vurdular. Bilgi iletişim kaynakları öyle hızlı çalışıyordu ki emre intizarda ve geri beslemede zerre kumanda gecikmesi yaşanmıyordu. Adanmışlık ve biat kültürü öyle gelişmişti ki, artık “Zamanı geldi” diyerek devletin en stratejik birimi olan istihbaratı da istediler. İşte kırılma ve uyanma anı o andı. Eğer karşı hamleler oluşturulmasa, mesela insan kaynakları merkezi olan eğitim kurumları hedefe konmasa daha sinsice gelişip en sonunda devlet kendiliğinden teslim alınacaktı. Malumunuz, baba devletlerin en basit taktiklerinden biri de söylemek istediklerini taşeronlara havale etmektir. Mavi Marmara olayına dair “Orada otorite var” diyerek sufle verdirdiler ki bu, “Bak sen İsrail’e posta koyarsan, sana öyle şeyler yaparız, başına öyle çoraplar öreriz ki…” diyerek aba altından beysbol sopası gösterdiler. 17-25 Aralık operasyonları ile birlikte devletin uluslararası meşruiyetini yitirmesi için Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni teröre yardım ve yataklık eden ülkeler kategorisine sokmak isteyecek kadar şirazeyi kaçırdılar. Şimdi bunu IŞİD üstünden tekrar deniyorlar, hem de artık işin içinde sadece İngiliz The Economist ve Almanya’nın Der Spigeli de yok, Amerika’nın Sesi radyosu, New York Times ve Wall Street Journal gibi babalar da var. Sonuçtan da o derece eminler… Türkiye, evet, iyi bir dersi hak ediyor, çünkü fazla olmaya başladı (!). Balkanlar ve Kafkaslardaki tüm ekopolitik ve kültürel boşluklarda oyun kuruyor, Kürt sorununda inisiyatifi tamamen ele aldı, Ortadoğu’da başa bela, enerji kaynaklarını her şekilde kontrolüne alıyor, daha önce İran’a karşı ambargoyu deldiği gibi şimdi de Rusya’ya ambargoyu deliyor, “IŞİD’le mücadelede taşeronluk benim işim değil, ben kendi politikamı uygulayacağım” diyerek bir de alayına birden posta koyuyor... Neyine güveniyorsa artık!? Velhasıl, Davutoğlu’nun işi zor… Bu bölgedeki elle tutulur tek direnç merkezi “bu ülke” olduğundan mevcut tüm kapasitesini kullanmak zorunda. Ama işi bir o kadar da kolay, zira Tayyip Bey’in arkasında nasıl durduysa bu millet, onun da arkasında duruyor ki buna eminim. Devlet ve millet el ele verdiğinde, ister içeriden, ister dışarıdan vız gelir, tırıs gider. Deniz kudurursa söylenir bir denizci sözü: “K..tan gelsin, kol gibi gelsin.” (Başka bir şey de diyebilirdim ama ne yapayım orijinali bu.) eylül 2014 67 haberajanda Siyaset Felsefesi Ayşe Yaşar Umutlu ayumutlu.ajanda@gmail.com Gerçek şu ki, özellikle de adalet ve siyaset alanında sorgulamayı bırakmanın herhangi bir haklı gerekçesi olamaz. Toplumu yönetmek için seçilen sistemlerin ilk kuruldukları ve oldukları gibi kalmalarına razı olmuş bir siyasî ve toplumsal anlayış artık atıl vazıyettedir. Muhakkak ki böyle bir tavır, topluma ve hakikî adalete büyük bir haksızlıktır. Siyasî ve toplumsal meselelerin yeniden ve aktif olarak irdelenmesi, daima düşünsel engellerimizin farkına varmakla gerçekleşir. Düşünsel birikim ve mirasımız, hapsolduğu yerden kurtarıldıktan sonra yeniden düşünmeye hazır ve donanımlı kişilerin hizmetlerine itina ile sunulması zarurîdir. Yürüyecek yeni yolların olmadığı bir siyasî anlayış, kaybolma tüneline girer. Kaybolmak, çoğu zaman yok olmaya eştir. 68 eylül 2014 Siyasî düşüncemiz “S İYASET” ve “hikmet” kelimelerinin bir arada olması, çoğumuz için pek alışılmadık bir yaklaşım olabilir. Öyle ki, siyasetten hikmet beklemeyen genel tavrımız, bir noksanlık olduğunu da düşünmez. Buna rağmen tam da bu kuşkuyla gelmenizi dilediğim bir davete buyur ediyorum sizleri… >> Fikir dünyasının çeşitli iklimlerinde birlikte gezinmek ve birlikte düşünmek derdindeyim. Fakat sorgulayan, eleştiren, cesurca sınırlarda gezinebilen fırtınalı görüşlerin de kâinat coğrafyasında bir denge unsuru olduğunu zihnimizde tutalım istiyorum. Tıpkı “Müsademe-i efkârdan bârika-i hakikat doğar” (Zıtların çatışmasından hakikat ortaya çıkar) diyen Namık Kemal’in işaret ettiği gibi… Bu tehlikeli sınırlar, yani ifrat ve tefrit ufuklarından daima orta yola davet eden mütefekkirlerin son sözü söylemesine gayret edelim. Ama ola ki son sözün bazen bir demokrat,bir materyalist, bir evrimci, bir sosyalist, bir kapitalist veya bir selefi veyahut bir sufiye düşmesi gerekirse, “Doğru söz nereden gelirse gelsin alınız. Söyleyene değil, söylenen söze bakınız!” önermesine uymaktan yanayımdır. Çünkü “İlim müslümanın yitiğidir, nerede bulursa almalıdır!” diyen Peygamberimiz’in öğüdünü takip edenlerle aynı fikirdeyim. Belki de zamanı gelmiş bir fikir devriminin peşine düşebilenlere neyi dert edindiklerini sorabilecek cesareti arıyorum. Çünkü ulaşabileceğimiz her fikri - değerlerden kopmadan- irdelemenin tam zamanı!.. Peki, neden bu yoldan gidilmeli ya da neden siyasî düşüncemizde “hikmet” aramak gerekli? Yahut siyasette “hikmet” olur mu? Aslına bakarsanız, hikmet peşindekilerin genel tavrı şudur: Hakikati arayan ve hakbilirliği gaye edinen insanlar, daima kendisinden yararlandığı gelmiş ve geçmiş bütün âlimlere müteşekkirdirler. En ufak bir faydadan en büyüğüne kadar, her biri için memnundurlar ve asla karalamazlar. Kendilerinden önce gelenler, zamanın koşullarından da kaynaklanan birtakım meselelerde bazı gerçekleri görememişlerse dahi gerçeklere bir yol açmışlardır. Bu yolu açanlar karşıt milletler bile olsa, takip etmek ve sahiplenmekten kaçınmazlar. Çünkü onlar için en büyük değer “hakikat”tir. Neden tavrımız budur? Açıkçası, geçmişten bu yana hiçbir topluluk yahut millet, insanlığın ihtiyaç duyduğu sorular ve hakikatlerine dair ilkeleri tamamiyle kapsayıp arz edememiştir. Fakat kendi düşünme çabalarıyla hakikat adına elde ettikleri yahut din sahibi olanların vahiyle geleni anlamak konusundaki emekleri bir araya toplanınca büyük bir değer ortaya çıkmaktadır. Bu çağlar boyu süren derin çalışmaların neticesi, akıl ve fikir yahut zekâ derecesi ne olursa olsun, tek bir kişinin kendi kendine üretebileceği bir ürün değildir. Öyle bir birikim ki yerli yerinde anlaşılmaz ve istifade edilmez ise miras bırakılmış hazine dolu bir sarayı harabe olmaya terk etmekten başka bir şey değildir. Öyle ki, din dahi şayet sadece nakil edileni ezberlemek ve bildirmekten ibaret görülür ise, “kulaktan kulağa oyunu” ile aynı kaçınılmaz sona varır. Dolayısıyla vahiy, akıl ve mantık ilkeleri ile sabit kılınmak zorundadır. Aklın olmadığı bir nakil, hem bu dünyayı, hem ötekini cehennem eder. Demem o ki, din akliyattır, şeriat semiyat söyleminin temelleri de bu manada gayet güçlüdür. Bu mevzu şimdilik ayrı bir yazı için zihnimizde duradursun, biz siyaset ve hikmete bağlayalım sözlerimizi… Kim bu retorikçiler? İşte siyaset de genel anlamı ile insanlığın çağlar boyu süren düşünce ürünlerinin neticelerinden beslenen bir sistemdir. İlk merhalelerinden bu yana, daima belirlenen belli ilkelerin, özellikle de ahlak ilkelerinin üzerine inşa edilmiştir. Bu yüzden insanoğlu, siyasî mücadelesinin içinde kaçınılmaz bir şekilde belli bir ahlak anlayışının da müdafaasını yapar. Malumunuz insan, deki “hikmet” noksanları Öyleyse artık hakikaten sorabilir miyiz asırlardır sorulan soruları yeniden? Yoksa sorgulama yetisini çoktan kaybeden bir toplum muyuz? Böyle bir toplumsal engellilik hali, herhangi bir alanı tekrar düzenleyecek kudreti arz edemez mi? Başka kültürlerden ödünç aldığımız sistemlerden, örneğin demokrasinin bize uyan ve uymayan ilkeleri, hatta bir toplum için sorun olmazken diğer bir toplumda kaos haline gelen problemlerini irdeleyemez miyiz? eylül 2014 69 haberajanda Siyaset Felsefesi nüştürüldüğü de olur. Temelleri eski Yunan felsefesi ve Atina demokrasisine dayanır. Yurttaşların siyasal yaşama büyük ölçüde katılmalarını zorunlu kılan demokrasiyle doğmuştur. Retorik, kendini ve haklarını savunma güdüsüyle başladı. Fakat en yoğun olduğu yer, genel tartışma alanı değil, oy toplama siyasetine yönelik çabalar olur. Bu dönemde filozoflar ile retorik ustaları arasındaki fark belirginleşir. Filozof söylemlerinde fikir üretmeyi amaçlarken, retorikçi için karşıdaki kişiyi ikna etmek önemli hale gelir. Fikrin mevcut olup olmadığı, hatta doğru olup olmadığı önemli değil, -maalesef- bilakis “yalana ikna etmek” gaye edinilir. Sorgulamak, fikir üretiminin mihenk taşıdır Bugün ise sadece siyasetçi değil, siyasetçiden daha yetkin retorik ustaları ile karşı karşıya bir toplumuz. Sokrates, retoriğin “dinleyicileri gülünç duruma düşürme ustalığı” olduğunu söylemişti; “Retoriği, süslemeyi ve bilgiçliği dalkavukluktan sayıyorum. Her birinin de ayrı konusu olduğunu kabul ediyorum” der. Diyebiliriz ki bu yüzden kafası karışan avamdaki büyük çoğunluk, seçme ve yetki verme kararını retorikçilerin sözlerine göre değil, “yapıp ettiklerine” bakarak verir. Burada ise sorun, toplumun pragmatist ve utilitarist (faydacı), dolayısıyla bu anlayışların bir ötesi ve çarpık hali olan çıkarcı bir ahlak anlayışına doğru dönüşüm geçirmesine sebep olabilir. Dikkatli olmalıyız! Gazali, filozofların bir kısmını şiddetle eleştirip reddederken, aynı zamanda “Mantık bilmeyenin ilim ve fetvasına güvenilmez!” de diyebilmiş ve vardığı bu sonuç ile gösterdiği yönü birbirinden ayırmıştır. Bu farkı idrak konusunda algısı kör zihinler için felsefe bir “kâbus” olarak kalmıştır. yaşam koşulları ve toplum yapıları ve de bunlarla birlikte inanç ve değerlerini kapsayan tüm ideolojiler bir bütüncül sistem arz ederler. Bu şekilde referansı olmayan, belli ilkeleri kabullenilmemiş bir siyaset, ancak kaosun egemen olduğu bir sürece hizmet eder. Durum bu ve bugün siyaset adına kalem kullanırken yahut siyaset üzerine fikir beyan ederken kullanılan materyalin, fikrin veya kelimenin, savunulan ile tezat düştüğünü dahi görebiliyoruz. Şu an için fikir üretmekten ziyade, söz beyan etmekte edebî bir ustalık kazanmış kişilerin birbirleriyle cedelleşmeye hizmet etmesi, Türkiye için vahim bir gerçekliktir. Unutmamalıyız ki pek çok ürün, önce fikir olmak aşamasından geçmeden var olma- 70 eylül 2014 mıştır. Siyasî arenada da bir hizmetin üretilebilmesi için sistemli ve temellendirilmiş bir şekilde fikrinin üretilmesi gerekir. Fikrin üretilmesi de sorular sormak ve sorgulamaktan geçer. Bugünün siyasetine bakarak ne tür sorular üretilebilir? Nelerin tartışılması gerekir? Derinlemesine bakabilecek, irdeleyebilecek düşünürler gerekir. Fakat bunlardan ziyade sahnede retorik (söylev) ustaları varsa, düşünce dünyası bu işlevini yerine getiremiyor demektir. Peki, kim bu retorikçiler? Bir şeyi çok iyi bir ses tonu ve hâkim bir tavırla söylüyor olmak her ne kadar kişiyi doğru ve haklı yapmasa da retorik ustası yapar. Hitabet, onun sanatıdır. Ancak “yalan söylemenin kaliteli bir tekniği” haline dö- Bugünün çıkarları için ilkeleri sorgulamamak, yarının feda edilmesini meşru kılar. Hatta bahsettiğimiz bu sistemler, toplumun iyiliği için herhangi bireyin feda edilebilmesini de meşru görür. Yani masumiyet, karine değildir artık. Böylece bir örneklemeyle nereleri sorgulamamız gerekebileceğini de bir nebze belirtmiş olduk. Aslında, felsefenin (yani kelime anlamı ile hikmet sevgisinin) vulgarize edilmesi, başka bir ifadeyle “halkın anlayacağı bir dille anlamlandırılması”, bizim ülkemizde pek hizmet edilen bir saha değildir. Okumakta olduğunuz satırlar, bir nevi siyaset felsefesinin vulgarize edilmesini hedeflerken, diğer yandan zaten bu işe ehil kişilerin fikirlerinden istifade ederek düşünce dinamiklerimize bir ivme kazandırmayı amaçlıyor. Bu bağlamda felsefe, kimilerinin zannettiği gibi soru sorup cevapsız bırakma marifeti değil, tutarlı ve çelişkisiz düşünmenin Ayşe Yaşar Umutlu yollarını öğrenme disiplinidir. Önce bireyin zihninin ve sonra toplumların hafızalarının kurabilecekleri yanlış bağıntılarla düşecekleri tutarsız ve çelişkili bir yaşamdan alıkoyabilir. Bu yolla düşünmeyi öğrenmiş nesiller, toplum için elzem düşünce mekaniklerini yürütebilecek insanlar demektir. Mantıksız, çelişkili, tutarsız tavırları en aza indirmiş bir toplum, tutarlı ve sistemli bir hedefe odaklanmakta çok daha başarılı olacaktır. Gaye bu edinildiği takdirde, böyle bir toplumu besleyebilecek son derece güçlü bir ilimdir. Bugün felsefeden kopmuş olanlar, bilim olarak bilinen bütün meselelerin kurucusu filozoflardır. Tıp, fizik, kimya yahut sosyoloji, psikoloji veya bunlarla bağıntılı tüm diğer bilim ve ilimlerin temellerini felsefe atmıştır. Çünkü sorgulamak, fikir üretmenin mihenk taşıdır. Şimdi de tüm bilimlere akıl süzgeci olması bakımından hâkim olduğu vazifeden istifade edebilen bir toplum ve siyaset, yenilenmek ve gelişmenin anahtarını tutuyor demektir. İnsanlık bugüne kadar edindiği mevcut cevapları dahi tutarlı kalmaya, yani sabitlemeye ihtiyacı olan gücünü felsefeyle pekâlâ elde edebilir. Aksi takdirde yeni düşünceler üretmeye yatkın toplumlar, sizin öteden beri gelen mevcut cevaplarınız üzerinde diledikleri gibi dans ederken siz seyretme gafletiyle kalırsınız. Bu anlamda hâlâ akletme çabasını “sadece soru sorup afallamak” olarak algılayan, bunu da büyük bir söz cambazlığı ile ifade ederek düşmanlık edenler, maskenin arkasındakini bilenler için saygıyla izlenir, fakat acı acı tebessüm edilirler. Tam da bu yüzden Gazali’yi hatırlatmak isterim. Gazali, filozofların bir kısmını şiddetle eleştirip reddederken, aynı zamanda “Mantık bilmeyenin ilim ve fetvasına güvenilmez” de diyebilmiş ve vardığı bu sonuç ile gösterdiği yönü birbirinden ayırmıştır. Bu farkı idrak konusunda algısı kör zihinler için felsefe bir “kâbus” olarak kalmıştır. Artık uyanma ve zincirleri kırma zamanı! Öyleyse artık hakikaten sorabilir miyiz asırlardır sorulan soruları yeniden? Yoksa sorgulama yetisini çoktan kaybeden bir toplum muyuz? Böyle bir toplumsal engellilik hali, herhangi bir alanı tekrar düzenleyecek kudreti arz edemez mi? Başka kültürlerden ödünç aldığımız sistemlerden, örneğin demokrasinin bize uyan ve uymayan ilkeleri, hatta bir toplum için sorun olmazken diğer bir toplumda kaos haline gelen problemle- EĞİTİM SİSTEMİNDE YAPILAN BUNCA REFORMA RAĞMEN BİR TÜRLÜ EZBER SİSTEMİNDEN DÜŞÜNCE ÜRETEN BİR SİSTEME DÖNÜŞEMEYEN ÇELİŞKİYİ GÖRMELİ, BÜROKRATİK YIĞINLARDAN KURTULUP ÖZGÜR DÜŞÜNEN NESİLLER İÇİN EĞİTMENLERİN İNSİYATİF VE ÇALIŞMA KOŞULLARINI YÜKSELTMELİYİZ. TOPLUM İDARESİ VE DÜZENİNDE ADALET İÇİN ÖRNEK OLMAK, BAĞIŞLAMAK VE HATALARINDAN DERS ALMALARINI SAĞLAYACAK HATIRLATMALARLA HÜR İNSAN TOPLULUKLARINI GELİŞTİRMEK GAYE EDİNİLMELİDİR. rini irdeleyemez miyiz? Mesela, “Birey için toplumun beğenisi yasa mıdır?”, “Yönetenler ile halkın çıkarları aynı ya da farklı olabilir mi?”, “Çoğunluk iktidarından kendi taraftarına da zulüm gerçekleşir mi?”, “Çoğunluk ne zaman zorbalaşır?”, “Medeni olmayan toplumlarda zorbalık yasal bir hükümet tarzı mıdır?”, “Yasal zulüm nedir?”, “Aykırı düşüncelere toplumsal hoşgörüsüzlüğün sonucu nedir? Her tür sosyal düzenleme devletçiliği mi doğurur ya da sosyalizmin bir başka türevi midir?”, “Birey ne zaman devlete karşı ayaklanır?” gibi daha pek çok soru, aslında hâlâ cevaplanmayı bekliyor. Gerçek şu ki, özellikle de adalet ve siyaset alanında sorgulamayı bırakmanın herhangi bir haklı gerekçesi olamaz. Toplumu yönetmek için seçilen sistemlerin ilk kuruldukları ve oldukları gibi kalmalarına razı olmuş bir siyasî ve toplumsal anlayış artık atıl vazıyettedir. Muhakkak ki böyle bir tavır, topluma ve hakikî adalete büyük bir haksızlıktır. Siyasî ve toplumsal meselelerin yeniden ve aktif olarak irdelenmesi, daima düşünsel engellerimizin farkına varmakla gerçekleşir. Düşünsel birikim ve mirasımız, hapsolduğu yerden kurtarıldıktan sonra yeniden düşünmeye hazır ve donanımlı kişilerin hizmetlerine itina ile sunulması zarurîdir. Yürüyecek yeni yolların olmadığı bir siyasî anlayış, kaybolma tüneline girer. Kaybolmak, çoğu zaman yok olmaya eştir. Nitekim sadece siyasî despotizme değil, bilişsel ve dogmatik otokrasiye de karşı koymaya çağıranlara dikkat kesilebiliriz. Gayemiz, “düşünce özgürlüğü”… Tavsiye Özetleyecek olursak… Türkiye, artık retorik ustalarının tutarsız cedelleşmelerini siyasetinden temizlemeli ve bütüncül bir sistem kuracak düşünce insanlarını hizmete çağırmalı. Siyaset üslup ve tavrı, “Üslub-u beyan aynıyla insandır” ilkesiyle tekrar inşa edilmelidir. Güncel siyasetin bireylerle bağlı siyasî hurafeler üretmesini bırakıp global öl- çekli bütüncül bir siyasetin kemikleşmiş ve referans ilkeleri doğru okunarak kendi sistemimizi kurmak hedeflenmelidir. Toplumlar kutuplaşabilir, zıtlaşabilirler. Fakat bu kutupların ortak bir akıl üretmeleri ve asgaride birleşmeleri mümkündür. Çünkü her toplumda temel değer olan “ülke sevgisi”, değişmez bir sabitedir. (Arşimet’in “Bana bir sabit nokta verin, dünyayı yerinden oynatayım!” sözünü hatırlayınız. Dağılanları toplamada bir sabite bulmak, çözüme yaklaştıracaktır.) Eğitim sisteminde yapılan bunca reforma rağmen bir türlü ezber sisteminden düşünce üreten bir sisteme dönüşemeyen çelişkiyi görmeli, bürokratik yığınlardan kurtulup özgür düşünen nesiller için eğitmenlerin insiyatif ve çalışma koşullarını yükseltmeliyiz. Toplum idaresi ve düzeninde adalet için örnek olmak, bağışlamak ve hatalarından ders almalarını sağlayacak hatırlatmalarla hür insan topluluklarını geliştirmek gaye edinilmelidir. Zoraki kurallar bütünü ile matuf tedbirler, aslında bunları içsel olarak benimsenmemiş toplumlar için aşılmaz değildirler. Örneğin, kadını koruma yasalarına rağmen kadın cinayetlerinin önüne geçilemiyor. Topluma yasadan çok terbiye ve ahlak ilkelerini güçlendirecek çalışmalar sunulmalı. Kadını tanıma ve anlamayı toplumda içselleştirmek gerek. Özgürlük, hürriyet ve adalet gibi herkesin talep ettiği ilkelerin anlamlarını birlikte netleştirecek, farklı fikir ve inanç topluluklarını ortak değerlerde uzlaştıracak çalışmaların sayısı da artırılmalı... İşte bunlar gibi pek çok sebepten dolayı partiler ve siyasî kimliklerden öte siyasetin fikrî zemini ve prensiplerini inşa eden süreç ve temellere odaklanmak, güçlü bir düşünce yürüyüşü için şarttır. Bundan böyle bu sayfalarda, siyaset ve ahlak felsefesinden fikirlerle birlikte olmak temennisi ile… Selam ve saygılar… eylül 2014 71 haberajanda Kritik Hermenötik kritik Bazen karşıdaki insanla aynı dili konuştuğunuz halde anlattıklarınızın anlaşılmamasına sinirlenirsiniz. Tartışma programlarından hatırlayın, koca koca adamlar kimi zaman yumruklaşacak noktaya gelirler. Öte yandan bazen haklı olduğu gün kadar aşikâr insanları, ortaya koydukları düşüncelerini hiç benimsemedikleri fikirlerle desteklemeye/ ispat etmeye çalışırken görebiliriz. Bir bakarsınız kırk yılın mollası laik söylemlerde bulunur, bir bakarsınız dinle arada bir selamlaşan bir profesör neredeyse “Estauzubillah” çekecek… 72 eylül 2014 İ KİNCİ Mahmut döneminde Osmanlı toprakları sınırları içinde geçen Yahudi tüccar Keraban Ağa hikâyesini bilirsiniz… Hollandalı tütün tüccarı Van Mitten, uşağı Bruno ile arkadaşı Keraban’ı ziyaret için bir Ramazan günü İstanbul’a gelir. Şehirde biraz dolaştıktan sonra Keraban’la buluşup Ağa’nın Üsküdar’da bulunan konağına, akşam yemeğine gitmek üzere yola çıkarlar. >> Fakat tam da o gün, Boğaz’da karşıdan karşıya geçen teknelere uygulanan vergiye zam yapılmıştır. Çok inatçı ve eski kafalı olan Kereban, sırf bu on paralık vergiyi ödememek için Üsküdar’a, Kırım ve Kafkasya üzerinden dolaşarak gitmeye karar verir. İnadıyla Van Mitten’i de pes ettirip uşağı Bruno’yla birlikte peşinden sürükleyen ve tam bir ay sürecek eziyetli bir Karadeniz yolculuğuna çıkan Keraban, yolda başlarından geçen bin bir olaydan sonra en nihayet amacına ulaşır ve Üsküdar’daki konağına misafirleriyle birlikte varır. Jules Verne imzalı hikâyede geçen bu adama sizce ne denir? Ben “bunak” derim. Ancak bu öyle bir bunak ki, tüm inatçılığı, gaddarlığı, bencilliği ve diğer olumsuz yönleri bir kenara, özü sözü bir, çıkıp düşüncesini açık açık ifade eden, “Arkadaş, ben bu işe karşıyım!” diyebilen bir bunak… Şimdi bir de Boğaz’daki başka bir karşıya geçiş hikâyesini, daha doğrusu hikâye iken gerçeğe dönüşen Marmaray’ı ve bu proje için uzanamadığı ete mundar dercesine söylenmedik laf bırakmayanları getirin gözünüzün önüne. Değme parodileri geride bırakan, akıllara zarar yalanlar üreten, ancak hiçbir zaman “Bu işi kendimize yediremiyoruz!” diyemeyen bir güruh... İkinci Mahmut’tan bu yana geçen koca 200 yıl silebilmiş mi bu tür kafaları tarihten? Hayır! Öyleyse ilk hissemiz şu oluyor ki, zaman ne kadar ilerlerse ilerlesin, teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin, yeryüzünde her zaman dediğim dedik, çaldığım düdük bunaklar var olacak. Peki, bu inat neyle ilintili? Bir idrak bulanıklığı mı, yoksa egoyla mı? Gözle görülür yalınlıkta gerçekleri anlamamak bir tür geri zekâlılık mı, kurnazlık mı? Böylelerine ne yapılmalı, nasıl bir tavır takınmalı, ne cevap verilmeli? Kızgın olanların dediği gibi, ilişmeyip kervanı mı yürütmeli, yoksa kucak açıp gönülleri mi alınmalı? Bu gönül alma girişiminin sonuçları gün gibi aşikârken, “Bize yakışan bu” mu denilmeli? Sonra bu çaba kaç kez gösterilmeli? İç içe girmiş bu ve buna benzer onlarca sorunun cevabı düşündüğümüz kadar kolay verilmiyor maalesef. Sosyoloji, psikoloji, siyaset, felsefe ve daha pek çok bilim dalına dayanıyor vereceğimiz yanıtlar. Tevil Bazen karşıdaki insanla aynı dili konuştuğunuz halde anlattıklarınızın anlaşılmamasına sinirlenirsiniz. Tartışma programlarından hatırlayın, koca koca adamlar kimi zaman yumruklaşacak noktaya gelirler. Öte yandan bazen haklı olduğu gün kadar aşikâr insanları, ortaya koydukları düşüncelerini hiç benimsemedikleri fikirlerle desteklemeye/ispat etmeye çalışırken görebiliriz. Bir bakarsınız kırk yılın mollası laik söylemlerde bulunur, bir bakarsınız dinle arada bir selamlaşan bir profesör neredeyse “Estauzubillah” çekecek… Öyle olmadıkları halde sırf karşı tarafa şirin görünme çabasının getirdiği tiyatral acziyet... Mimiklerle, vücut diliyle karşısındakini dansöze çevirenleri siz de görmüşsünüzdür elbet. Konuşmalar biter, herkes ceketini alır ve aslına döner. Bu arada gerçeklere ne olur? Kendine göre kılıf biçmeye çalışanların arasında kaynayıp gider mi? Asla! Bu tiplemelere paragrafımızı bitirmek adına göz kapatıp, tekrar o hararetli tartışmaya dönelim ve bu sefer farklı iki tipe mercek tutup tartışmanın en kırılgan noktasında duralım: Taraflardan haklı olan, anlattıklarının inatla an- Orhan Rufat Karagöl orkaragol.ajanda@gmail.com lamamazlıktan gelindiği/çarpıtıldığı ya da sözlerinin bastırılmaya çalıştığı anda ya bağıracaktır, ya susacak ya da ortamı terk edecek. Çünkü o noktadan sonra izah, yalnızca çıkmaza sokacaktır onu. İşin en trajik kısmı da o an başlar ya zaten; sustuğunda “Sindi”, terk ettiğinde de “Kaçtı” diye yafta yer. İşe biraz da tasavvuf noktasından bakalım; tevil edelim. Ya karşıdakinin istidadı o kadarsa? Ya kabı, kalıbı buna yetiyorsa? Ya özünde niyeti gerçekten iyiyse ve fakat inandığı yalan her ne ise onu ele geçirmiş, onu doğru yola çıkacağını ümit ederken yanlışa sürüklemişse? Kalp gözünüz açık mı? İnsan sarrafı mısınız? Eğer yanıtınız “Hayır!” ise bu şıklar da olasılıkların içinde yer alır. Gırtlak gırtlağa birbirinin yakasına yapışan ama an gelip boğazladığı adamın burnu bile kanadığında canından can kopan iki kardeş gibi… İkisinin de kendine göre bir inancı var, fakat birininki yalnızca kendine göre… “Herkes kendi karakter maşrapasından meşreplenir; her şey olacağına varır” denilebilir mi? Bu konu dağılır ama bunun kaygısını gütmüyorum. Anlayış ve idrak İnsanı tanımak gerçekten zor iş; son dört yıl içinde, çevresinde hemen hemen iki buçuk tur attığım şu yeryüzünde pek çok ırktan, pek çok farklı kültürden pek çok farklı insan tanıdım. Şehrin mimari yapısından bir yüksek mimar edasıyla bahsederken konuyu Galata Köprüsü’nü satacağına getiren bir şizofrenden her cümlesi bir aforizma olan ve düşünme hızına yetişemediğimden ötürü iletişimde kopukluk yaşadığım muazzam akıl sahiplerine kadar geniş bir yelpazede farklı insanlar… Anlamak ve idrak etmenin ne demek olduğunu bu insan laboratuvarında tekrar tekrar öğrendim. Şurası su götürmez bir gerçek ki insanlık, tüm ırklar, dinler, kültürler ve daha pek çok farklılığın yadsınamaz ayrılıkları içinde olsa da, hepsinin beraberce yaşadığı en büyük kan kaybı, birbirini anlamamaktan kaynaklanıyor. İngilizce konuşan bir Hıristiyan çocuğun Yaratıcıya bakış açısıyla Türkçe konuşan bir Müslüman çocuğun bakışındaki temel fark gibi bir şeyden söz etmiyorum. İngilizcede Yaratıcıya “O” diyebilmek için “she” ya da “he” gibi cinsiyet belirten kelimeler kullanmak durumunda kalırsınız. Oysa Türkçede direkt olarak “O” dersiniz. Haliyle çocukluktan başlayıp yetişkinliğe uzanan ve devam eden öğrenim sürecinde, insanların kafasında bir yer eder Yaratıcı ve bu kaçınılmaz farklılıklar gösterir farklı dil ve dinlerde. Bu farklılığı kendi dayanak noktasına bakarak mantıklı karşılayabilirsiniz. Peki, ya aynı dili konuşan ve çok basit söylemleri bile yanlış yorumlayanlar hakkında ne diyeceğiz? Dünyanın her köşesi birbirini anlamayan, anlayamayan ve sebebi sadece yanlış yorum yapmasına dayanan sayısız insanla dolu… Başlarda Hıristiyan teolojisi ile ilgili yorum tartışmalarından ortaya çıkan, daha sonra teolojik sahadan çıkıp sosyolojik alana giriş yapan ve felsefî bir disiplin içeren yöntembilime “hermenötik” diyoruz. “Adını nereden almış, nasıl ortaya çıkmış?” gibi konuları bir kenara bırakıp, hermenötiğin bugünkü haliyle ciddi anlamda üzerinde durulması gerektiğini düşünüyoruz. “Hayat” dediğimiz şey algılardan ibaret. İki kişinin aynı “şey” hakkındaki algısı farklı eylül 2014 73 haberajanda Kritik girerken ve henüz 33 yaşında imparatorluğunun hükmettiği topraklar Yunanistan’dan Kuzey Hindistan’a dek uzanırken hangi doğrularla hareket etti? Okuma yazması olmamasına rağmen Latince, Yunanca ve Töton dilini konuşan Frankların Kralı Büyük Şarl binlerce kafa keserken hangi doğruların kaygısını güdüyordu? Ya Mark Antuvan ve Emilyus Lepidus ile kurduğu iktidarını sağlamlaştırmak için binlerce kişiyi öldüren Sezar’a ne diyeceğiz? Daha tarihe yön veren nicesinin hangi biri çıkıp tek tek herkesi mutlu, mesut, memnun ve ikna etmeye çalıştı? Peygamberlerin dışında birine tam olarak “Mutlak bilinçteydi” ya da tam olarak “Mutlak bilinçten uzaktı” diyebilir miyiz? Dipnot: Sizleri unuttum sanmayın sakın! Yazıda konu dışı kaldınız; zira ne gaddarların, ne geri kafalıların, ne de düzenbazların yanına yakıştıramadım adınızı. Kanaatimce size hatırlatılması gereken tek şey şu olur: “Allah indinde kul hakkının, devlet indinde hainliğin affı yok.” Üzgünüm!.. olabiliyorsa, bir yorum bilimine ihtiyaç kaçınılmazdır. Aksi halde, çöplüğe dönen bu bilgi denizinde tayfayı duru sulara yelken açmanız gerektiğine ikna etmek için paralarken bulabilirsiniz kendinizi. Peki, ikna nedir ve kim için gereklidir? Yukarıda bahsedilen ve az sonra bahsedilme ihtimali olan herhangi bir benzer konu, birey ve toplum olarak farklılıklar arz edebilir mi? Ediyorsa, toplumu bireyler oluşturduğuna göre bu bir paradoks sayılabilir mi? Toplumu yönlendirmek için ne gerekir? Toplumu yönlendirirken atılan adımlarda kurunun yanında yaş da yanar mı? Mutluluk göreli midir? Herkes aynı anda mutlu edilebilir mi? (Bu el ele tutuşmuş soru zincirinin ortasında pervasızca tepinip alabildiğine genişletebilirsiniz.) Mutlak bilinç Her şeyin Kutsi İrade çerçevesinde yoktan var olduğuna, bir tomurcuk gibi filizlenip yeşerdiğine ve Yaratıcısının kusursuzluğunu anlatan bu eşsiz filmde kendi rolünü üstlendiğine inanan zat-ı âlim, “irade” dediğimiz olgunun mutlak bir bilinçle gerçekleştiğine inansaydı bu yazıya gerek kalmazdı. Zira mutlak bilinç, insanı mutlak doğruya götürür. Kaynağı mutlak doğru olan iradenin lügatinden “sorun ve soru” kelimeleri çıkar. Tüm bu kargaşa ve karmaşıklığın sebebi, beyin çiplerimizi mutlak bilince ulaşma kaygısı gütmeden sulanmış düşüncelerle kısa devre yaptırmamız olabilir mi? Mesela 12 milyon küsur metrekareye hükmeden Cengiz Han, gerçekleştirdiği ve tarihe isimlerini var olan en büyük puntolarla kazıttığı savaşları sırasında bu mutlak bilince ne kadar yakındı? Suriye’de Darius 3’ün ordularını darmadağın ederek tüm Doğu Akdeniz sahillerinin kontrolünü ele geçiren Büyük İskender, Mısır’a kurtarıcı olarak Başlarda Hıristiyan teolojisi ile ilgili yorum tartışmalarından ortaya çıkan, daha sonra teolojik sahadan çıkıp sosyolojik alana giriş yapan ve felsefî bir disiplin içeren yöntembilime “hermenötik” diyoruz. “Adını nereden almış, nasıl ortaya çıkmış?” gibi konuları bir kenara bırakıp, hermenötiğin bugünkü haliyle ciddi anlamda üzerinde durulması gerektiğini düşünüyoruz. 74 eylül 2014 Geri kafalılık, bencillik, gaddarlık, düzenbazlık, anlayışsızlık, inat, hinlik, idrak bulanıklığı… Hangisine değinmedik? Olmuşla ölmüşün dışında her şeyin çaresi vardır. Dolayısıyla her kesimden sorun olarak addedilen tüm konuların bir çözümü, çıkış yolu olacaktır. “Addedilme”ye dikkat buyurunuz ki “sorun” demedim. Yeni bir Türkiye’ye adım atıyoruz, hatalar olacaktır; kimse kimsenin dört dörtlük olmasını bekleyemez ki programlanmış robotlar değiliz. Bu yolda durmak, düşmek demektir. Rehavet asla kabul edilemez. Bilgili, kültürlü, ahlaklı, sadık, haddini bilen ve her türlü donanıma sahip evlat fışkırıyor vatan topraklarından; etiket sorulmadan kucak açılmalı. Hiçbirimizden dünyaya gelirken ya da dünyadan göçerken kimlik istenmiyor; en nihayetinde dünyaya ait değiliz. Zaman akar, hem de su gibi... Ve bizler, bir tenis karşılaşmasını izleyen seyirciler gibi gün doğumlarını ve gün batımlarını izleriz. Arada bir, hayat algılarımızın bizleri soktuğu meşgale tünelinden çıkıp gökyüzüne bakar ve daha nefes alamadan tekrar geri döneriz. Derin bir uyku sırasında kısa sürelerle gözünü açmak gibidir bu. İşte bu kısa süreçlere tekabül eder kendine gelişler. Algılarının ayarını değiştirenler, tünelden çıkıp yeni bir yol ayrımına uyanırlar… Öyleyse Yeni Türkiye’ye ve hepimize günaydın! Dipnot: Sizleri unuttum sanmayın sakın! Yazıda konu dışı kaldınız; zira ne gaddarların, ne geri kafalıların, ne de düzenbazların yanına yakıştıramadım adınızı. Kanaatimce size hatırlatılması gereken tek şey şu olur: “Allah indinde kul hakkının, devlet indinde hainliğin affı yok.” Üzgünüm!.. haberajanda Analiz H Fikri Akyüz fikriakyuz.ajanda@gmail.com Twitter.com/akyuzfikri ANİ bazıları diyor ya, “Atatürk olmasaydı, Türkiye tıpkı Mısır, Suriye, Irak, Yemen gibi bir ülke olurdu”, açıkçası bu konuda keskin bir kanaatim yok. Belki de Atatürk olmasaydı gerçekten bu ülkeler gibi olabilirdik. Ama şu konuda kanaatim çok nettir: Kendilerini Atatürkçü olarak vasıflandıranlar olmasaydı, Türkiye bugün dünyanın “1 numaralı” ülkesi olurdu. Çünkü Türkiye’de akılsızlık girdabına kapılmış, vicdansızlık mengenesine sıkışmış pek çok insan, Atatürk’ün adının ardına sığınmıştır. Onun adının ardına sığınmakla kalmamış bu insanlar, Atatürk’ün sırtına da binmişlerdir. Sırtına binmekle kalmamış, merhum bir insanın sırtından ateş etmişlerdir. -“Atatürkçülerin hepsi akılsız ve vicdansızdır” demiyorum. Akılsız ve vicdansız pek çok insan, bu zafiyetini “Atatürk” ismi üzerinden kapatmaya çalışıyor diyorum. Eh, bu da bir zekâdır (!). O yüzden “akılsız” lafını geri alıyorum.- Hem “Atatürk’ün başımın üstünde yeri var” diyeceksin, hem de Atatürk’ün başının üstüne çıkacaksın. Ondan sonra çıkıp “Çıktık açık alınla...” diyeceksin… Bütün bunlar, geçenlerde okuduğum bir haberden dolayı aklıma geldi. Haberin başlığı aynen şuydu: “Zonguldak’ta Atatürk’ün ayak bastığı iskele yenilendi.” Bundan birkaç ay evvel de “buna benzer” bir haber okumuştum. O haberin başlığı ise “Marmaray’da test sürüşü yapıldı” şeklindeydi. Konumuz, Marmaray gibi “küçük” (!) işler değil, gazetenin belirttiğine göre, 14 metre uzunluğunda ve 1 metre genişliğindeki iskele… Geçenlerde okuduğum bir haberden dolayı aklıma geldi. Haberin başlığı aynen şuydu: “Zonguldak’ta Atatürk’ün ayak bastığı iskele yenilendi.” Atatürk’le ilgili mühim bir “ayak basış” O YAT Kİ, Atatürk’ün ölümünden sonra çürümeye terk edilmiş, 27 Mayıs darbecileri tarafından“jilet” yapılmak üzere hurdacıya satılmıştır. Pek çok erkeğin sakalını kökünden kesen de işte bu Ertuğrul Yatı’ndan elde edilen jiletlerdir. Atatürk’ün ayak bastığı yer, çok şükür ki 140 metre uzunluğunda ve 10 metre genişliğinde değilmiş. Aksi halde bu kadar büyük bir projenin gerçekleşmesi, üçüncü köprünün bitimine bile yetişmeyebilirdi(!). Habere devam edelim; diyor ki, “Atatürk’ün 26 Ağustos 1931’de Ertuğrul Yatı ile geldiği Zonguldak’taki limanda ilk ayak bastığı iskele yenilendi”. Ertuğrul Yatı ile değil ama Apollo 11 isimli uzay gemisi ile aya ilk “ayak basan” Neil Armstrong’un ayak bastığı yerde iskele var mı bilmiyorum. Dönelim Zonguldak’taki iskeleye... Sacdan yapılan bu iskele, deniz suyunun da etkisiyle zamanla çürümüş. Ve meğer 1931’den itibaren her yılın 26 Ağustos’unda, o iskelenin başında tören düzenlenirmiş. Niçin “devlet töreni” düzenlenirmiş? Çünkü Atatürk Zonguldak’a ayak basmış. Peki, ayak bastığı yer mühim de uzun yıllar ayak basmadığı yer mühim değil mi? Tam burada mühim bir konuya parmak basayım. “Önemli” sözcüğünü değil de, “mühim” sözcüğünü yazdığım için bana önemli hatırlatmalarda bulunanlar olacaktır. Kaldı ki sözcük dediğim için bana etmedik kelime bırakmayanlar da olacaktır… “Ayak basmadığı yer” diyorduk, değil mi? Evet, Atatürk’ün uzun yıllar ayak basmadığı bir yer vardır ki o yer İstanbul’dur. “Olur mu öyle şey?” demeyiniz. Olmuş… Atatürk Samsun’a nereden, ne zaman ve neyle gitti? (“Niçin”ini yazmıyorum, uzun bir mevzudur.) Atatürk, Samsun’a İstanbul’dan 16 Mayıs 1919’da, Bandırma Vapuru ile gitti. Mesela Samsun’a ayak basması önemli bir hadisedir. Zira Millî Mücadele, öyle basit bir müca- dele değildir. O yüzden Samsun’da bu “ilk ayak basış”a önem atfedilmesinin yadırganacak hiçbir tarafı yoktur. O kadar ki, Samsun’da 19 Mayıs ilçesi de vardır, “İlk Adım” ilçesi de... (Ha bir de tekke ve zaviyeler kanunen kapatılmasına rağmen Tekkeköy isimli ilçesi de vardır.) Evet, Atatürk, Bandırma Vapuru vasıtasıyla 16 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak basmıştır. Aradan 8 yıl 2 ay geçtikten sonra, Ertuğrul Yatı vasıtasıyla 1 Temmuz 1927’de ilk kez İstanbul’a ayak basmıştır. 4 yıl sonra da aynı yatla bu kez Zonguldak’a ayak basmış olduğunu gazete haberinden öğrenmiş bulunuyoruz. O yat ki, Atatürk’ün ölümünden sonra çürümeye terk edilmiş, 27 Mayıs darbecileri tarafından“jilet” yapılmak üzere hurdacıya satılmıştır. Pek çok erkeğin sakalını kökünden kesen de işte bu Ertuğrul Yatı’ndan elde edilen jiletlerdir. eylül 2014 75 haberajanda Toplum Kavga, gelinen nokta itibariyle öç alma şekline dönüştüğü için, kimse “Bu iş niye başladı? Niye sürdürülüyor? Bunun bize faydası ne?” sorusunu soramıyor. Soran, kendi mahallesinde hain veya işbirlikçi ilan ediliyor. Kısacası, birbirimizin varlığını tüketmeye devam ediyoruz. Bugün birbirini imansızlıkla suçlayan onlarca ve yüzlerce Müslüman yok mu? İman esaslarını kalben tasdik, diliyle ikrar eden her bir fert hakkında “mümin” dememiz icap etmiyor mu? Elbette ediyor ama böyle demesek, hatta zıddını iddia etsek?.. 76 eylül 2014 “Düşmanın zıddı doğru bir konumla İ ÇİNDE yaşadığımız kültür coğrafyasının “aydını”, neredeyse 150 yıldır eşya ve hadiseleri “reaksiyoner” bir bakış açısıyla okuyup, hayatı ona göre şekillendirmeye çalışıyor. Bu bakış açısının bizleri getirdiği yerse içinde yaşadığımız hayatlar. >> Yaşadığımız âlem-i İslam’ın içinde bulunduğu durumun iyi olduğunu düşünüyorsanız, hatta iyi yöne doğru gittiğini öngörüyorsanız, hemen şimdi okumakta olduğunuz bu çalışmayı bırakın ve başka biri iş yapın; zira yazılanların buradan sonrası keyfinizi kaçıracaktır. Hayata, bağlı bulunulan değerler silsilesinin dürbününden bakmaya bir manada “aksiyoner” bakış açısı denebilir. O değerler silsilesi bize, nereye ve nasıl bakacağımızı açık olarak bildirdiğinden, üç aşağı beş yukarı neye, nereye, nerede ve nasıl bakılması hususunda bir karışıklık çıkmayacaktır. Bir de hayatın “reaksiyoner” bir mantıkla okunması meselesi var ki, görebildiğim kadarıyla şu an, içinde bulunduğumuz sıkıntıların kaynağı da bu yaklaşım… Bu yaklaşımı “düşmanın baktığı tarafın zıddına bakma” şeklinde özetleyebiliriz. Birincide, yani “aksiyoner” olanda “vahdet” varken, yani içinde bulunduğumuz değerler silsilesi neyi, nasıl vaaz ediyorsa, onu o şekliyle yerine getirmekle aramızda “ittihat” sağlanıyor- olmak” nış mıdır? ken, “reaksiyoner” olanda ise bu mümkün olamıyor. Neden olamıyor? Çünkü reaksiyoner olanın doğası buna müsait değil. Neden değil? Çünkü hayatı, düşmanının zıddına göre tanımlıyor, “Düşmanımın zıddı, doğru olan taraftır” diyor. Düşmanın zıddı taraf, doğru olan taraf değil midir? Olabilir ama garanti edilemez. Neden? Çünkü alacağın pozisyonda, bağlı bulunduğun değerin dediğini, emrettiğini yapmak yerine, o değere bağlı bulunmayanın, bulunmayanların yapmadığının zıddını yapmanın doğru olacağını hesaplarsın. Prof. Dr. Bünyami Ünal bunyamiunal.ajanda@gmail.com bakış açılarının arasında ne fark var? “Reaksiyoner” okumada insanları bir arada tutan unsur “benzemeyen kuvvetin itme gücü” iken, “aksiyoner” olanda cemaati oluşturan güçse içinde bulunulan, “iman edilen değerlerin “çekme kuvveti” söz konusudur. Daha güzel ifade için, merkezde olan bir güce zıt olarak konumlanmak demek, -teorik olarak- her bir derecelik acı dâhilinde, bilinen bir mesafede ve 360 ayrı pozisyonda yer almayı icap etmek demektir. Dikkat ettiyseniz, “bilinen filanca mesafe” ifadesini kullandım. Mesafeler değiştirildiğinde, karşımıza yüz binlerce, milyonlarca ayrı konumlanış çıkacağını görmek için çok akıllı olmaya ihtiyaç yok. Reaksiyonun “itme” ve aksiyonun “çekme” kuvveti, netice itibariyle aynı şeye tekabül etmez mi? Hem eder, hem de etmez. Ancak nerede “durulmaması” gerektiği konusunda eder, nerede “durulması” gerektiği konusunda ise etmez. Bugün itibariyle âlem-i İslam’ın konumu, pozisyonu tam olarak tarif edilen şekilde tezahür etmiş durumda. Nerede duracaklarını bilmeden, hayatı nerede durulmamak üzere programlanmış atomize ve şaşkın kalabalıklar… Düşman üzerinden yapacağın bir tanımlamaya bağlı olarak alacağın pozisyonun hiçbir açıdan garantisi yoktur. Allah göstermesin, buna imanî esaslar da dâhil olabilir ki bunu bir örnekle açıklayalım. “Bağımsız” cevap ne demektir? Kafamızı kaldırıp etrafımızda olup bitene -vicdan ve aklımızı bir kenara bırakmadanbaktığımızda olanın böyle olduğunu göreceğiz. Ancak kim ne derse desin, yaşadığımız gerçeklik bu ve birbirimizi “Bize benzemiyor” diye tekfir edip duruyor, hatta işi bir adım daha ileri götürüp linç ediyoruz. Daha korkunç olanıysa şu: Bu cinayeti ibadet neşesi içinde yapıyoruz. Maalesef böyle değil mi? Hayatı “reaksiyoner” bir bakış açısıyla okuyorsanız, değişen dünyada hem de nasıl değiştiği konusunda bir tasavvurunuz yok ise, takınacağınız tavrın temel prensibini “karşı olma (reaksiyon)” üzerinden şematize etmişseniz, düşmanınızla baş etmek adına ortaya koyacağınız tutum ne özgün, ne de bağımsız olma kabiliyetinde olacaktır. Zira reaksiyonun ne olacağını aksiyonun doğası belirler. Neticey-i kelâm, “özgün ve bağımsız olma” sanrısı içerisinde tam tersi bir yerde konumlanma yanılgısı hâsıl olur. Bugün birbirini imansızlıkla suçlayan onlarca ve yüzlerce Müslüman yok mu? İman esaslarını kalben tasdik, diliyle ikrar eden her bir fert hakkında “mümin” dememiz icap etmiyor mu? Elbette ediyor ama böyle demesek, hatta zıddını iddia etsek?.. “Değil… Ama… Fakat…” diyorsanız mübarek olsun, kaldığınız yerden hayatınıza devam edin; amel defterinizi bu doğrultuda doldurmaya devam edin… Yok, “Bir düşünmekte fayda var” diyorsanız, yazının devamını biraz daha dikkatli okuyun, zira karışık teorik tanımlamalar var. Aksiyoner ve reaksiyoner Biraz daha açalım… Düşman tanımı veya yapılmaması gereken mevzular için “itme” gücü yeterli bir kuvvetken “ne, nasıl, nerede, ne zaman ve kim ile” sorularının reaksiyoner yaklaşımda “özgün ve bağımsız” bir cevabı bulunmamaktadır. Peki, ters konumlanmalar (reaksiyoner hareketler) neden aynı düzlemde yer alma başarısı gösteremiyor? Gösteremez, zira bu beklenti eşyanın tabiatına terstir. Yan yana konumlanmayan, -daha açık ifadeyle- kontrolümüz dışında kalan bir aksiyoner kuvvetin teorik ve pratik açıdan sayısız zıddı mevcuttur. İçinde bulunduğunuz hareket, güç ve konumunu “düşmanının zıddı” ile ilişkilendirmişse, düşmanın hakikatte var olan güç ve konumundan değişik açı ve kuvvetlerde etkilenen zıtlarının olması kaçınılmazdır. Her bir zıttın, düşmanına zıt konumlanması mümkünken, diğer zıt unsurlarla aynı konumda buluşmaları tamamen tesadüfî olacaktır. Beni en çok tesir altında bırakıp üzen de herhangi bir dost kuvvetin, ortak düşmanlarının zıddına göre konumlanmış kardeş kuvvetleri, yerleştikleri pozisyonu ve pozisyonları itibariyle kendinin zıddıymış gibi algılayıp tavır almaları realitesidir. Birbirimizi tüketiyoruz Sözünü ettiğimiz bu durum veya oluşa bir isim verecek olsak, hayatımızın en derinlerine kadar nüfus etmiş olan bu gerçekliğin adını “Siyasal İslam” koyardık. Ortaya çıktığı dönem göz önüne alındığında bu, “modern” bir harekettir. Bu hareketle birlikte “İslam”, kendi tarihinde ilk kez “ideoloji”ye dönüşmüştür. “İdeolojiye dönüşmesinin ne sakıncası var?” diye düşünebilirsiniz, ancak ideoloji, kendi doğası icabı çok baskın bir karakterdir; bir şeye bulaşınca onu kendine çeker, kendine benzetir. Mesela bir bardak su ile bir bardak mürekkebi düşünelim. Mürekkep olanı ideoloji gibi düşünüp diğerini din, yani İslam varsayalım. Su dolu bardaktan bir miktar alıp mürekkep dolu bardağa boşaltsak, mürekkep olan bardakta mürekkebin yoğunluğunu azaltmak dışında bir işe yaramaz bu hareketimiz. Ancak tersini yaparsak, yani bir damla mürekkep alıp diğerine koyarsak, mürekkebin baskın karakteri suyu kendine benzetir. İdeoloji burada mürekkep gibidir, diğerini örter. Bir de diğerinin içindeyse -adam, kadın her neyse- din diye ne varsa ona sarılır. Sonuç: Hayal kırıklığı… İşte bahsetmeye çalıştığım sakınca da bu!.. Peki, ne yapmak lazım? Dini “ideoloji girdabı”ndan çıkarmak lazım. Bu noktada doğruyu söylemek gerekirse ümidimiz iki sebepten ötürü yok: Birincisi, aydınımız tehlikenin farkında değil. İkincisi, zıtların kavgasında bugüne kadar çok can yandı. Kavga, gelinen nokta itibariyle öç alma şekline dönüştüğü için, kimse “Bu iş niye başladı? Niye sürdürülüyor? Bunun bize faydası ne?” sorusunu soramıyor. Soran, kendi mahallesinde hain veya işbirlikçi ilan ediliyor. Kısacası, birbirimizin varlığını tüketmeye devam ediyoruz. eylül 2014 77 haberajanda Analiz Bu konsept düşmanlığın merkezinde post-El-Kaide tipi bir örgüt olan IŞİD var. Güya yine Amerikan değerleri gözetiliyor, ama Mısır’daki askerî darbeyi kınamıyorlar bile. Petrol kuyularına bekçilik yapan Arap-Selefi monarşilerin insan hakları karnesini görmezden geliyorlar. Üstelik bu yeni düşmanı ABD’nin değil, Müslümanların düşmanı yaparak iki kere ekmek yiyorlar. İyi ve kötü belli ki, aynı konuda üçüncü ekmeği yiyebilmek için şimdi de IŞİD’i güya bitirecek hamlelere liderlik yapıyorlar. *** 17 ve 18. asır Amerika’sında Protestanlık, İngilizce ve cumhuriyet ideolojisi ortak paydalardı. Ulusal kimlik oluşturabilmek için devrin yöneticileri bu ortak paydaları sonuna kadar kullanma yoluna gittiler. Öyle ki Amerikalılar, yeni ülkelerini “Vaat Edilen Topraklar” ya da “Yeni Kudüs” olarak adlandırdılar. Haliyle Kızılderililere “bu toprakları kirleten vahşiler” rolü düştü ve yok edildiler. *** Bu dalga ile göçmenlerin sisteme adapte edilip Amerikan değerlerini ve ruhunu içselleştirmeleri için I. ve II. Dünya Savaşları beklendi. 1960’da J. F. Kennedy ile birlikte bir Katolik, ilk kez ABD Başkanı oldu. Aynı yıllarda Vietnam Savaşı, Protestan veya Katolik tüm Amerikalıları birlikte ölmeye, birlikte acı çekmeye zorladı. Sürecin sonunda Avrupa kökenli Katolikler, artık çorba kazanında sorunsuzca eritilebilmişlerdi. 78 eylül 2014 Laboratu Kendilerini bu toprakları yeniden yaratmakla görevli “seçilmiş halk” ilan eden Amerikalılar, sadece yeni dünyayı değil, aynı zamanda “Adaletin Yurdu”nu ve “Tanrının Ülkesi”ni de imara koyuldular. Ahmet Turgut ahmetturgut.ajanda@gmail.com vardan çıkan ulus: “ABD” ABD ’nin özelde Ortadoğu ve genelde dünyanın her yerindeki kimlik temelli sorunların içinde olması tesadüf müdür? Din, mezhep yahut dil temelli ayrışmaların kaşıyıcısı olmakla meşhur ABD, yarım asrı geçkin bir süredir bu hünerini başarıyla (!) kullanmaya devam ediyor. Peki, bunca kimlik budalası ABD’nin kendi ulusal kimliği nasıl oluştu? Ne biliyoruz bunun hakkında? >> Sanırım bunu anlamak, ABD’nin dünya üzerindeki ayrıştırıcı kimlik politikaları hakkında bizlere birtakım fikirler sunacaktır. “Medeniyetler Çatışması” kuramı ve aynı adlı kitabıyla tanınan Samuel Huntington özetle şunu söylüyor: “Sadece 200 yıllık geçmişi olan bir toplum, ötekilerin kanlarıyla kendisini ulus yapıverdi.” Evet, iki anahtar kelime göze çarpıyor: “Öteki” ve “kan”… İsterseniz asırlar evveline gidelim ve terimleri/tanımları yerli yerine koymakla konuyu irdelemeye başlayalım. Çorba kazanı Amerikan tarihçileri, ilk dalga göçlerle gelenlere “yerleşimciler” veya “kurucu atalar” diyorlar. “Amerikan değerleri-ruhu-kültürü” denilen karakteristikler, bu kurucu atalara bağlanıyor. Kurucular sonrasında ABD’ye gelen birkaç nesleyse “ilk göçmenler” deniyor. Bu insanların kendilerinden taşıdıkları şeyleri mevcuttaki bütüne ekleyebildiklerini görüyoruz. Bu yüzden Amerikan kültürü ve ulusal bilinci için genellikle “çorba kazanı” benzetmesi kullanılıyor. 1790 yılındaki Kuzey Amerika nüfus sayımı, kaynamaya başlayan bu kazan hakkında bazı ipuçları verir. O yıllarda köle olarak kabul edilen zenciler 700 bin, yurttaş sayılan beyazlarsa 3,3 milyondur. Beyazların yüzde 60’ı İngiliz, yüzde 20’si İrlandalı, İskoç ve Gaal olan diğer Britanyalılar ve yüzde 20’ye yakını da Hollandalı veya Almandır. Kolayca anlaşılacağı üzere Kızılderililere kazanda yer olmadığı için, istatistiklere onlarla ilgili bilgi girilmemiş. Gayet dindar olan bu toplumun yüzde 98’i Protestan mezhebindendi. Dinden sonraki en büyük ortak paydalarıysa İngilizceydi. Bu yeni dünyanın kültürel bütünlüğünün temelindeyse 17-18. asır Britanya’sına özgü Anglo-Püriten ruh vardı.Yine Huntington’a göre bu ruhun temel bileşenleri de “İngiliz dili, dinsel bağlılık, hukukun üstünlüğü, -vahşi kapitalizmi çıkarmış olan- iş ahlakı ve insanların yeryüzünde cennet yaratabileceği inancı” idi. Görüldüğü gibi ABD’nin etnik, kültürel ve dinî yapısı, dönem Britanya’sından çok da farklı değildi. Kolonyalizm sürecinde İngiltere ile olan sorunların temelinde aşırı vergiler ve yerel yöneticilerin adaletsizlikleri vardı. Her iki taraf da aynı ırktan geldiği için Amerikan Bağımsızlık Savaşı’na uzunca bir süre makul bir gerekçe bulunamadı. Lakin ayrışma için gerekli sebep zamanla icat edildi. Amerikalılar, İngiltere Kraliyeti inadına “Cumhuriyet” taraftarı oldular. Üstelik “Amerikan ruhu” denilen unsurlar da bu sayede hem etnik kökenler üstü bir hal aldı, hem de dışarıya ihraç edilebilecek duruma getirildi. Buradan hareketle denilebilir ki, “Amerikan Bağımsızlık Savaşı, ideolojik farklılığa dayanan tarihteki ilk savaştır”. Ancak çok geçmeden sosyo-ekonomik gerekçelere dayanan ama coğrafik bir düzlemde beliren Kuzey-Güney sorunları başladı ve büyük bir iç savaşa yol açtı. 19. asırdaki bu Amerikan iç savaşının istenmeyen yan etkilerini yok etmek için reçete aranırken, ileriki yıllarda da bozdura bozdura kullanacakları bir düşman bulundu. Hedefte despotik ve monarşik ideolojilerdeki devlet vardı. İlk olarak o günlerde güney sınır komşusu olan İspanya Krallığı ile savaşa tutuştular. Bu savaşın ardından Amerikalılar, “kolonyal birlikler” aşamasından “vatandaşlar topluluğu” düzeyine geçtiler. Özetle 17 ve 18. asır Amerika’sında Protestanlık, İngilizce ve cumhuriyet ideolojisi ortak paydalardı. Ulusal kimlik oluşturabilmek için devrin yöneticileri bu ortak paydaları sonuna kadar kullanma yoluna gittiler. Öyle ki Amerikalılar, yeni ülkelerini “Vaat Edilen Topraklar” ya da “Yeni Kudüs” olarak adlandırdılar. Haliyle Kızılderililere “bu eylül 2014 79 haberajanda Analiz Nikaragua, Panama ve Somali ile devam ettirdi. Ancak her şeye rağmen alt-etnisite veya çifte kimlik olguları, Amerikan ulusal kimliğiyle yeniden çatışmaya başladı. Yine Samuel Huntington’ın tespitiyle ABD, son dalga düşmanlarını Saddam Irak’ı ile Afganistan örneklerindeki gibi anti-demokratik Arap-Asya rejimlerinden seçti. Üstelik de onların ABD müttefiği olduklarına bile bakmadan... Müslümandan Müslümanı kurtarmak İlk dönemindeki gibi ırk ve dinsel kökenli ortak paydaya dayalı Amerika artık yok. Kültürel Amerika ise kuşatma altında. İdeolojik Amerikan değerleri tüm dünyadan sonra kendi toplumunca da sorgulanır oldu. Zaten millet-dindil birliğinden yoksun bir toplumu sırf ideoloji ile bir arada tutabilmek mümkün değil. Bu yüzden “Son İmparator” mukadderi gördükçe hırçınlaşıyor ve hırçınlaştıkça da yeni savaşlar icat etmeye çalışıyor. toprakları kirleten vahşiler” rolü düştü ve yok edildiler. Kendilerini bu toprakları yeniden yaratmakla görevli “seçilmiş halk” ilan eden Amerikalılar, sadece yeni dünyayı değil, aynı zamanda “Adaletin Yurdu”nu ve “Tanrının Ülkesi”ni de imara koyuldular. Amerikan rüyası: Çorbada eriyen tuzlar Ancak asırların beslediği köklü bir ortak miras ve kültürden yoksun oldukları için zaman içerisinde yeni sorunlar belirdi. Ha bire nüfus alan ülke, Protestan olmayan ve ana dili İngilizce olmayan büyük kitlelerle kuşatılmaktaydı. İtalya, Polonya, İrlanda gibi Katolik Avrupa ülkelerinden gelen bu topluluklara bir süre vatandaşlık hakkı verilmedi. Lakin Katolik karşıtlığının söyleminde asla dinî-mezhepsel motiflere yer verilmedi. Bunun yerine “ideolojik değerler bütününe uygun” olarak politik vurgular yapıldı. Zira Amerikan ruhu bir anlamda tanrısız Protestanlık, Amerikan’ın resmî dini ise İsa’sız Hıristiyanlıktı. Haliyle Katoliklik, Amerikan Protestanlığının değilse de Amerikan demokrasisinin düşmanı ilan edildi. Ancak Samuel Huntington’ın da dikkat çektiği gibi -para- doksal şekilde- bunların hiçbiri Musevî yerleşimcilere ve göçmenlere uygulanmadı. Bu dalga ile göçmenlerin sisteme adapte edilip Amerikan değerlerini ve ruhunu içselleştirmeleri için I. ve II. Dünya Savaşları beklendi. 1960’da J. F. Kennedy ile birlikte bir Katolik, ilk kez ABD Başkanı oldu. Aynı yıllarda Vietnam Savaşı, Protestan veya Katolik tüm Amerikalıları birlikte ölmeye, birlikte acı çekmeye zorladı. Sürecin sonunda Avrupa kökenli Katolikler, artık çorba kazanında sorunsuzca eritilebilmişlerdi. Ancak Amerika’nın Protestan homojenliği, Hispanik ve Asyalı göçler neticesinde 2000’li yıllarda yüzde 60’lara kadar geriledi. Özellikle Hispanik Katolikliği, Avrupa Katolikliği gibi bir erime sürecini başaramadı. Meksika ve Latin Amerika’dan gelenlerse hâkim topluma entegre olamadılar. Analistlerin “WASP” olarak formüle ettiği “White (Beyaz), Anglo-Sakson, Protestan” hâkimiyeti, bu durum karşısında yine ideolojik bir desteğe ve bunu besleyecek bir düşmana ihtiyaç duymuştu. Bu yüzden -ilk ideolojik temelli savaşın mucidi olan- ABD, evvelce İngiltere Krallığı, İspanya Krallığı, Alman nazizmi, Japon militarizmi ve Sovyet komünizmi ile beliren düşman algısını yeni süreçte Kore, Küba, Vietnam, Libya, SSCB örneğinde görüldüğü gibi, millet-din-dil birliğinden yoksun bir toplumu sırf ideoloji ile bir arada tutabilmek mümkün değil. Bu yüzden “Son İmparator” mukadderi gördükçe hırçınlaşıyor ve hırçınlaştıkça da yeni savaşlar icat etmeye çalışıyor. 80 eylül 2014 Avrupalı Katoliklerde dikkat edilen dinî hassasiyetler bu kez göz önünde bulundurulmadı. Amerikalı yetkililer, mücadelelerine “Haçlı Seferi” diyecek kadar bağnaz bir yola saptılar. İç kamuoylarında bu sayede birlik oluştururken beklemedikleri bir gelişme oldu ve Körfez kaynaklı petrol sermayesiyle aralarını bozdular. Medyada mortgage krizi olarak lanse edilen ve günümüz küresel ekonomik krizini de tetikleyen bu yan etkiyi gidermek ve söz konusu sermayeyi kendilerine mecbur edebilmek için Arap Baharı/ Kışı denilen yeni konsept düşmanlıklara yöneldiler. Bu kez ABD’liler değil, bizzat Müslümanlar, “Müslümanlardan nefret edin!” diye bas bas bağırdılar. Evet, bu konsept düşmanlığın merkezinde post-El-Kaide tipi bir örgüt olan IŞİD var. Güya yine Amerikan değerleri gözetiliyor, ama Mısır’daki askerî darbeyi kınamıyorlar bile. Petrol kuyularına bekçilik yapan Arap-Selefi monarşilerin insan hakları karnesini görmezden geliyorlar. Üstelik bu yeni düşmanı ABD’nin değil, Müslümanların düşmanı yaparak iki kere ekmek yiyorlar. İyi ve kötü belli ki, aynı konuda üçüncü ekmeği yiyebilmek için şimdi de IŞİD’i güya bitirecek hamlelere liderlik yapıyorlar. Bu son imtihanda Ortadoğu’nun nasıl bir tepki vereceğini hep birlikte bekleyip göreceğiz. Lakin şurası mutlak ki, Amerika diğer toplumlara göre daha fazla ölmek için doğmuş bir toplumdur. Zira ilk dönemindeki gibi ırk ve dinsel kökenli ortak paydaya dayalı Amerika artık yok. Kültürel Amerika ise kuşatma altında. İdeolojik Amerikan değerleri tüm dünyadan sonra kendi toplumunca da sorgulanır oldu. Zaten SSCB örneğinde görüldüğü gibi, millet-din-dil birliğinden yoksun bir toplumu sırf ideoloji ile bir arada tutabilmek mümkün değil. Bu yüzden “Son İmparator” mukadderi gördükçe hırçınlaşıyor ve hırçınlaştıkça da yeni savaşlar icat etmeye çalışıyor. haberajanda Toplum V Muhammed Lütfü Avcı mlutfuavci.ajanda@gmail.com ATAN, bölünmez bir bütün... O vatan, 30-40 milyon metrekarelik bir coğrafyayı aşkın, insanıyla, tabiatıyla, zenginlikleriyle erişilmez bir mülkün, İslam mülkünün adıdır. İslam mülkü zulmet altında; bütünlüğünü yitirmiş, paramparça. Oturmuş 780 bin metrekarenin bir kısmının bizden koparılıp koparılmayacağını tartışıyoruz. Bizden koparılmış milyonlarca metrekare umurumuzda değil. Bizler de Mısır’dan, Irak’tan, Makedonya’dan koparılmış bir toprak parçasının üzerinde yaşamıyor muyuz? Var olma kavgamız İSLAM mülkü zulmet altında; bütünlüğünü yitirmiş, paramparça... Oturmuş, 780 bin metrekarenin bir kısmının bizden koparılıp koparılmayacağını tartışıyoruz. Bizden koparılmış milyonlarca metrekare umurumuzda değil. Bizler de Mısır’dan, Irak’tan, Makedonya’dan koparılmış bir toprak parçasının üzerinde yaşamıyor muyuz? anlam ithal etmeye çabalarız. Akıllarımız idrakten yoksun… Biz erkekler, at ahırında kısrakların biçimsiz bedenlerine tapınıp kırılan kemiklerimiz yüzünden vurulmayı bekleyen zavallı bir sürüyüz. Kadınlarsa letafetten sıyrıldı; birçoğu kaygısız bir yaşamın mimarı olmak konusunda pek azimli, şuur yitik… İslam mülkü sahipsiz; karanlık sislerin örttüğü bir bulvar… Sisin gözleri kararttığı kenar mahallelerinde kadınların ırzına geçilen, çocukların istismar edildiği, insanların ahlaksızlık ilkesinin buyruklarıyla yaşadıkları kayıp bir dünya… Mülk-ü İslam’ı dünyanın geriye kalanından ayırt edebileceğimiz pek az husus kaldı; belki hatıralar izdüşümü, o da rüyalarımızda... Karanlık, zehirli bir örtücü... Uyku ise, görmezden gelişimize duyduğumuz aşkın gayrimeşru evladı, veled-i meçhul… Ve biz veledimize vurgunuz. Maarif eski bir hikâye aydınlığı anlatır. Okumak maarifin anahtarı, şimdilerde masalsı, efsanevi bir ilaç, nesiller için aktarda unutulmuş kocakarı ilacı... Kimi politikacılar için mukaddes olan tek kitap “Kabala”, mukaddes tek fiilse “aldatmak”. Din adamları, mürşit olmadan irşat etme gayesinde. Her sahte mürşit, insanın ve paranın üzerinde hâkimiyet kurma çabasında. Onları kendileriyle birlikte cennete götürecek tek yolun, çıkarları üzerine inşa ettikleri parapolitik ritüeller olduğu Karanlık, zehirli bir örtücü... Uyku ise, görmezden gelişimize duyduğumuz aşkın gayrimeşru evladı, veled-i meçhul… Ve biz veledimize vurgunuz. sanrısındalar. Deccaliye çağı kalpazanları!.. İslam kurumu, vazifesinden azat edildi ve işlevinden koparıldı. Yeni düzende karakterleri, zihinleri medyatizm şekillendirir. Önce kız ve erkek çocuklar İslam medeniyetinden uzaklaştırılmış ana babanın da gayretleriyle kişiliklerinden koparılır. Her biri millet şuurundan ve evreni algılama yetisinden üryan bırakılır. Cinsiyetler arası çarpık bir ilişki ağı kurularak sonraki nesillerin neye benzeyeceği ortaya konur: “Sürü”… “Halk” dediğimiz, tek işlevi asalak bir devinim olan büyük boşluk… Halk, adına hayat dediği, hayaliütopik bir kurguda yanılgıdan yanılgıya koşturan zavallı bir figüran, güdülmeye programlı. Tüm oyunlar kendi üzerinde oynanır ve tüm deneyler… Her şuurlu hareket, halk katmanlarını ahırdan ahıra koşturmasını iyi bilir. Halkın iyi bildiği tek şey “koşmak” ve nereye, kim ve ne için koştuğunu bilmeden üstelik… Hileci adamların düzlüklerde insan avına çıktığı bir çağda yaşıyoruz, Homeros’un İlyada’sını yazdığı çağın aynı. Bizde bir eksiklik var: “Ruh”… Medyatizm dininin mensupları önce ruhlarını azat eder. Bu, efendilerine karşı boyun eğdiklerinin, efendilerine tâbi olduklarının başat göstergelerindendir. Ardından yüzü hakikate dönük kavramların muhtevaları kaybedilir. Kavramlar çok yönlü levhalara dönüşür. Ne kadar uğraşsak da doğru olanı göstermekte acizdirler artık. Okumadan geçirilen her gün, biterken bizden yeni anlamları söküp alır. Kendimizle iç içe kalmaktan yorgun düşeceğimiz bir ruhumuz olmadığı için, adına ruhsal bunalım dediğimiz şımarıklığımızla ahmaklığımıza değer ve Mazisi muzaffer fatihlerle dolu bir millet, şuurunu yeniden edinmek durumundadır. Çağ bizim; bütün çağlar bizim… Yeter ki mülk-i İslam’ın sancağına, servetine, o erişilmez hazinesine yeniden talip olalım. Ak ile karayı ayırt edebilecek derecede idraki tesis edelim. Bu ise ancak ve ancak ilk emrin ifasıyla mümkün: “Okumak”, Yaratan Rabbin adıyla, Yaratan Rabbi okumak… Çünkü O, bizi bir damla sudan, bir küçük zerreden, bir derunî sözden yarattı. “Ol!” dedi, kâfi geldi. Önce söz vardı, önce kelimeler. Kulağımıza okunan ezan da o güzel ninniler de kelimelerle Anadolu umranını cennetâde tohumlar saçarak inşa etti. Biz umranın izlerini kaybettik. Şimdi ise bu izlerin peşinde, iki bin yıllık bir hazineyi yeniden okuyarak, galaksiler arasında seyahat edip Cenab-ı Allah’ın hikmetlerini temaşaya duracağımız müstesna bir çağın girizgâhını yazmak, taksimini girip peşrevini çalarak ruhlarımızı terk ettiğimiz bataklıkları kurutmak ve nihayetinde de var olma kavgamıza yeni bir soluk kazandırmak için ilk emre teba olup okumak vaktidir… eylül 2014 81 haberajanda Kafkasya En başta Rusya’ya karşı kazanılan açık zaferler, kısa zamanda ABD’nin aleyhine dönmüş durumdadır. Son birkaç yıldır Kafkasya’da, başta Karabağ meselesi olmak üzere, diğer etnik ve bölgesel çatışmalar konusunda aktif rol oynamayan ABD’nin bu vaziyeti devam ettirmesi, yeni sorunların başlamasına da sebep olabilir. Tek himayeci güç olarak Rusya’nın bölgede ağırlığını devam ettirmesi, Soğuk Savaş sonrası dönemde yeni bir Sovyetler Birliği’nin doğacağını işaret etmektedir. ABD, Karabağ için Ru A ĞUSTOS ayı başlarında, Dağlık Karabağ bölgesinde yaşanan çatışmalar sonucunda çok sayıda Ermeni ve Azerbaycanlı askerin ölmesi, bölgeyi yeni bir gerilimin eşiğine getirdi. Sovyet ardılı olan Ermenistan ve Azerbaycan arasında ihtilaflı bölge olarak varlığını devam ettiren Dağlık Karabağ, yirmi yıldır Rusya’nın Kafkasya’daki ağırlığını korumasına yarayan araçlardan biri haline gelmiş durumdadır. >> Son yılların yaşanan en büyük çatışmasının ardından Rusya lideri Vladimir Putin, iki ülkenin cumhurbaşkanları Serj Sarkisyan ve İlham Aliyev’i Soçi’de ağırlayarak arabuluculuk rolünü üstlendi. Rusya’nın şimdiye kadar devam eden arabuluculuk girişimleri gibi bu buluşma da sonuçsuz bırakıldı. 1990’lı yıllardan itibaren bölgedeki çeşitli alanlarda ağır-lığını arttıran ABD’ninse bugün pek aktif olmayan Kafkasya politikaları Dağlık Karabağ meselesi bağlamında tartışılıyor. Sovyetler Birliği’nin yıkılışından sonra bölgedeki fırsat ve teh- Rusya Devlet Başkanı Vlademir Putin (ortada), Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev (solda) ve Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, Yukarı Karabağ sorununun çözümüne ilişkin üçlü görüşme gerçekleştirdi. (10 Ağustos 2014/ Sochi/ AA-Sefa Karacan) 82 eylül 2014 dit durumlarını en iyi şekilde değerlendirip Rusya ve İran’a karşı baskın bir politika izleyen ABD’nin son yıllarda eski politikalarını devam ettirmemesi, bölge dengelerini Batı aleyhine değiştiriyor. Azerbaycan petrolüne olan ilgisinden dolayı Ermenistan’a yönelik yaklaşımlarında farklı destek politikaları izleyerek birbiriyle çatışma halindeki iki ülkeyi küstürmeden başarılı bir yol izleyen ABD, Dağlık Karabağ konusunda da önemli açılımlar yapmıştı. 1990’lı yılların başında bazı hatalı politikalar izlense de, özellikle George W. Bush döneminde rayına oturan bir istikrardan söz edilebilir. Mehmet Fatih Öztarsu mfatihoztarsu.ajanda@gmail.com sya’dan rol kapabilecek mi? Örneğin ilk yıllarda, Ermeni lobisinin yoğun çabaları sonucunda Azerbaycan’ın Ermenistan’ı abluka altına aldığı ve Karabağ’da tehdit oluşturduğu yönündeki iddialardan dolayı ABD’nin Azerbaycan’a ekonomik yardım yapması engellenmişti. Section 907 of The Freedom Support Act ile ekonomik yardım imkânı, sadece Azerbaycan için geçersiz sayılmıştı. 2000 yılına kadar ise ABD’nin Azerbaycan petrolünü dünyaya açan Bakü-TiflisCeyhan projesinde yer alması ve proje hattının Erivan’ı by-pass ederek geçmesine izin vermesi, Ermenistan’ın ve ABD’deki Ermeni lobisinin tepkisini çekmişti. Zamanla iki tarafın hassasiyetlerinin farkına varan Washington yönetimi, sağlam bir denge politikası izlemek için Ermeni lobisi-ErmenistanAzerbaycan denkleminde siyaset yapmaya başladı. Sonuçta ABD, bu ülkelerle ilgili olarak Rusya kadar tecrübeli sayılmazdı. Bu yüzden ABD’nin bölgedeki varlığından rahatsızlık duyan Rusya’nın siyasî taktikleri yeni gerilimler oluşturmaya başladı. Dağlık Karabağ’da bir soğuk savaş ABD ve Rusya arasında yaşanan yeni soğuk savaşsa üç sebebe dayanıyordu: Birincisi, Hazar petrollerinin Batı’ya aktarılmasını sağlayan Bakü-Tiflis-Ceyhan projesidir. Bu proje yoluyla ABD, Rusya ve İran’a karşı bölgede baskın aktör olmayı tercih etmiştir. İkinci sebep ise, Dağlık Karabağ barış görüşmeleridir. Rusya ve Fransa ile birlikte Karabağ meselesinin çözümü için kurulmuş olan Minsk Grubu’nun eşbaşkanlığını yürüten ABD, Bill Clinton ve George W. Bush döneminde meseleye yönelik oldukça önemli yaklaşımlar sergilemiştir. Bakü ve Erivan’ın, -Rusya haricinde- ABD’nin telkin ve girişimlerine duydukları ihtiyaç da zaman zaman kendisini göstermiştir. Yeni soğuk savaşın üçüncü önemli sebebi de 2008’deki Rusya-Gürcistan Savaşı’dır ki bu, bölgedeki etnik ve bölgesel problemlere çözüm konusunda ABD’nin varlık gösterme çabalarının sonuncusudur. 11 Eylül terör saldırılarından sonra ABD için önemi artan Kafkasya’da, terörle mücadele adına yapılan işbirlikleri WashingtonBakü ve Moskova-Erivan eksenini oluşturmuş; Ermenistan, bu doğal ittifaklar döneminde tamamen Rusya etkisine girmiştir. Buna rağmen Ermenistan’a yönelik ekonomik yardımlar ve Karabağ konusundaki arabulucu faaliyetleriyle ABD’nin Erivan’ı ihmal etmediği söylenebilir. Fakat yine de Clinton dönemindeki Balkan çatışmalarına yönelik ABD politikaları kadar etkin bir yaklaşım görülememektedir. Dümenin başına Türkiye de çağrılınca… Bush döneminin sonlarına doğru Azerbaycan ve Ermenistan ihtilafına ilgisi azalan ABD politikaları, Başkan Barack Obama döneminde yön değiştirmiştir. Yeni yaklaşıma göre ABD, öncelikle Ermenistan ve Türkiye arasında normalleşme sürecini gerçek- leştirecek, daha sonra Karabağ meselesinde Türkiye’nin de desteğiyle makul bir çözüm bulacaktı. Çünkü büyük ölçüde Rusya etkisi altına geçen Ermenistan’ın, bir diğer komşusu olan İran’la kurduğu sağlam ilişkiler de ABD’nin onaylayamayacağı türdendi. 2008 yılında Türkiye ve Ermenistan milli takımlarının Erivan’daki maçını izleyen Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan, “futbol diplomasisi” olarak literatüre geçen ABD destekli normalleşme sürecini başlattılar. Bir yıl sonra normalleşmenin hukukî zemini için protokol sürecinin oluşturulması ise Rusya’nın sabrını taşıran son damla oldu. 2009 itibariyle Erivan’ı baskı altına alan Moskova, normalleşme sürecini akamete uğratacak girişimlerini sürdürdü. Eş zamanlı olarak Ermeni lobisinin çeşitli talepleriyle karşılaşan Obama, “G-word” olarak ifade edilen soykırım sözcüğünün dile getirilmesi ile normalleşme sürecinin devam ettirilmesi arasında kaldı. 1915 yılında Osmanlı Ermenilerinin yaşadığı trajedileri üzüntüyle andığını belirten Obama, öte yandan normalleşme sürecinin aynı azimle devam ettirilmesi gerektiğini belirtiyordu. Türkiye-Ermenistan yakınlaşması yoluyla Kafkasya’da yeni bir sayfa açmak isteyen ABD’nin bu girişimi başarısız oldu. Bu da ABD’nin Azerbaycan-Ermenistan-Türkiye ekseninde 1990’lı yıllardan itibaren yüksek seviyede başlayıp gittikçe azalan performansını yansıtmaktadır. Buna benzer diğer örnekleri Bush döneminde renkli devrimlerin gerçekleştiği Gürcistan ve Ukrayna’da da görmek mümkündür. En başta Rusya’ya karşı kazanılan açık zaferler, kısa zamanda ABD’nin aleyhine dönmüş durumdadır. Son birkaç yıldır Kafkasya’da, başta Karabağ meselesi olmak üzere, diğer etnik ve bölgesel çatışmalar konusunda aktif rol oynamayan ABD’nin bu vaziyeti devam ettirmesi, yeni sorunların başlamasına da sebep olabilir. Tek himayeci güç olarak Rusya’nın bölgede ağırlığını devam ettirmesi, Soğuk Savaş sonrası dönemde yeni bir Sovyetler Birliği’nin doğacağını işaret etmektedir. eylül 2014 83 HABERA JANDASÖYLEŞİ Parlamento çalışmaları devam ediyor, ayrıca bu konuyla ilgili önemli bir de karar alındı. Parlamentodaki partilerin tümü -İmran Han’ın dışında-, parlamentonun feshi ve hükümetin istifasını reddetti. Biz de bu karara destek verdik. İkincisi de Anayasa Mahkemesi’nin aldığı karardır, ki Mahkeme, parlamentonun feshi ve hükümetin istifasının demokrasi ve anayasa dışı olduğunu ifade ederek böyle bir durumun kabul edilemez olduğunu belirtti. Bir de 200 milyonluk nüfusa sahip Pakistan’ın 50 bin insanının gösterileri tüm Pakistan’ın kararı sayılamaz. *** PAKİSTAN’DA NELER OLUYOR? Meryem Şerif, ihtiyaç sahibi gençlerin ihtiyaç duydukları kredileri veren kurumun başında olması sebebiyle milyon dolarlık projelere hükmediyor. Niçin bu görev kendisine verilmiş? Bir sıfatı var, o da Başbakan Navaz Şerif’in kızı olması. Evet, aynı şekilde, hakları olmadığı halde kardeşlerini ve yeğenlerini birçok devlet kadrosuna getirmiş durumda. Bunlar tamam, ama son olaylar Pakistan’da hayatı durdurmuş durumda. Son bir ay içerisinde ülkemizin gördüğü zarar 600 milyon Pakistan rupisi. Biz ve onlar parlamentodayız. Niçin? *** ABD Dışişleri Bakanlığı resmî açıklamasında, demokratik sistemin devamından yana oldukları ifade edildi, ancak ne kadar samimi olduklarını bilmemiz mümkün değil. İşleri şahıslardan ziyade ülkelerle… Batı, İslam ülkelerinde 84 eylül 2014 Atıf Özbey Atıf Özbey* atifozbey.ajanda@gmail.com P AKİSTAN, bilindiği üzere Türkiye, İslam dünyası ve içerisinde bulunduğu bölge açısından çok önemli bir ülke. Pakistan’da ana muhalefet partisi konumundaki İnsaf Harekâtı lideri İmran Han, sert bir muhalefet uygulayarak mensuplarını İslamabat’taki Başbakanlık Sarayı önünde toplayarak hükümetin istifasını istiyor. aradığımız sohbetimizde, Pakistan İslam Partisi Genel Başkan Yardımcısı Abdul Ghaffar Aziz ile Pakistan’ı ve bölgedeki gelişmeleri enine boyuna hasbihal ettik. >> Peki, İmran Han’ı buna sevk eden sebepler neydi? ABD ve Avrupa güdümünü reddederken izlenmek istenen strateji ne? Cumhurbaşkanı olmadan önce Başbakan sıfatıyla son yurtdışı gezilerinden birini de • Sayın Başkan, ana muhalefet lideri İmran Han’ın, Saray önünde kalabalıkları toplayarak başlattığı ayaklanmanın ardında ne var? Pakistan’a yapan Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsında üzerine gül yaprakları serpilerek karşılanan Türkiye, Pakistan için ne gibi anlamlar ifade ediyor. İşte bu soruların cevabını *** “Yeniden diktatorya istemiyoruz” Girişte bahsetmiş olduğunuz istikrarın olmasını hazmedemiyor, aynı durumla Türkiye de karşı karşıya. Türkiye’de yakalanmış istikrarı bozmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Aynı şekilde Yemen de hedeflerinde. Yemen’de bir azınlık tüm ülkeyi tehdit ediyor ve bu konuda dışarıdan destekleyenlerin tavrı aşikârdır. Bunlar kolaylıkla Yemen’i istikrarsızlaştırabiliyorlar. Pakistan, İslam dünyasının içerisinde nükleer silah üreten tek ülke ve serbest bırakırlarsa sürekli kalkınacak. Arkadaşımız Atıf Özbey, Pakistan İslam Partisi Genel Başkan Yardımcısı Abdul Ghaffar Aziz’le söyleşi yaparken… eylül 2014 85 HABERA JANDASÖYLEŞİ Pakistan’da Recep Tayyip Erdoğan sevgisi... Erdoğan’ın son ziyaretinde Vedat Dalokay’ın yaptığı İslamabad’ın simgesi Faysal Camii ve Paistan Başbakanı Navaz Şerif’in posterlerinin yer aldığı dev tablolar dikkat çekmişti. memesi lazım. Dönülmeyecek bir noktaya getirmemek lazım meseleyi. Başkaları bundan faydalanmamalı... • Bu protestolar hedefine ulaşırsa kim bundan istifade etmiş olacak? Bir ayı geride bıraktık; bu tip çalışmalar destek bulmazsa devam edemez, gizli bir elin olduğu kanaati bizde oluşmaya başladı. • Bu gizli elin Mısır ve Türkiye’de ortaya çıkan “el”e benzediğini söyleyebilir miyiz? Kim iktidarda olursa olsun, Pakistan’daki nükleer programı durduramaz. Bu, bizim düşmanlarımızın istediği bir durumdur. Nükleer program olmasaydı Pakistan’ı muhafaza edemezdik ve bizi yok etmek için düşmanlarımız bizimle savaşırlardı. Türkiye-Pakistan kardeşliğini teyiden şunu ifade etmek istiyorum: Türkçe bilmediğim halde, hasbihal esnasında yaptığınız Türkçe takdimi tamamen anladım. Bu da his ve kalp yoluyla birbirimizi ne kadar rahat bir şekilde anladığımızın ifadesidir. Türkiye’de oluşumuzun sebebi, Uluslararası Müslüman Âlimler Birliği toplantısıydı. Bu toplantı, bildiğiniz gibi Yusuf El-Kardavî’nin başkanlığında toplandı. Kendisi birliğin kurucusu ve halen başkanıdır. Orada da bu tespitte bulunduk. Bu birliğin kuruluş gerekçesi, İslam ümmetinin arasında bir söylem birliği oluşturmaktadır. Yaptığımız toplantıda, İslam dünyasındaki son gelişmeleri de tartıştık, Pakistan’daki gelişmeleri de tartıştık. Genel Kurul’da 86 eylül 2014 ve özel toplantılarda tafsilatlı bir şekilde Pakistan’daki son gelişmeleri bizzat anlatmaya çalıştım. Biz siyasî partililerin caddelere çıkıp çeşitli konularda tepki göstermesi son derece normal bir hadisedir. İstek ve tepkilerimizi bu yolla kamuoyuna aktarırız. Ancak bu defa galiba aceleci bir tavır söz konusu… Son milletvekili genel seçimlerinin üzerinden henüz bir yıl bile geçmiş değil. Hiç şüphesiz Pakistan’daki seçim sistemi, birçok yanlış ve eksiği de içerisinde barındırıyor. Seçimlerde birçok şüphe uyandıracak olay veya şikeler oldu. Biz seçim sisteminin adil hale dönüşmesi için gereken gayreti her zaman gösteriyoruz, ama trenin de raylardan çıkmaması lazım. Bu tepkilerin sonunda bir dikta- törün yönetime el koymasına sebebiyet vermemek lazım. Geçmişte Pervez Müşerref ’in yönetimine şahit olmadık mı? Bu muhalefetin başta tek bir talebi vardı ki o da dört seçim bölgesinde seçimlerin yenilenmesiydi. Biz, bilindiği gibi Serhat eyaletinde İmran Han ile birlikte eyalet hükümetini kurmuş durumdayız. Pakistan 4 eyaletten oluşuyor ve biz de bir eyalette koalisyon hükümetiyiz. “Pakistan’ın üzerinde gizli bir el dolaşıyor” • Serhat Pehdun Han eyaletinde İmran Han ile hükümettesiniz, ancak kendisini bu yürüyüşlerde desteklemiyorsunuz yani… Desteklemiyoruz… Bu muhalefetin düşmanlığa dönüş- Çok ciddi bir benzerlik var. 30 Ocak’ta, Kahire’de olan bitene benziyor bunlar veya Yemen-Sana’da olanlara. Oyun aynı, çok net gözüküyor. Buna binaen muhalefet partilerinin kendilerini ifade etmeleri için gereken fırsatın verilmesi de lazım. Bu anlamda devreye girdik ve hükümetin bu olaylarda muhalefete karşı güç kullanmasını önledik. Bu güçler parlamentonun da önüne ulaşmış durumdalar. Bu güçler İnsaf Partisi, yani İmran Han ve Tahir Kadiri cemaatinden oluşuyor. Tahir Kadiri, dinî bir cemaat; şimdi bir siyasî parti de kurdu. Farklı bir kişiliğe sahip ve ilginç iddiaları var. Diyor ki, “Ben olmasaydım Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Pakistan’a yardımcı olmayacaktı ve Pakistan büyük musibetlerle karşılaşacaktı”. Bir uçak seyahati yaptığı zaman birinci sınıf bölümde ama mutlaka iki koltuk ayırıyor ve Peygamber Efendimiz’in kendisiyle yolculuk ettiğini söylüyor. Kendisi Kanada vatandaşıdır ve aynı zamanda Kanada’da yaşamaktadır. Kadiri, bu olaylar başlamadan 1 ay önce Pakistan’a döndü ve bu ikili, Başbakan Navaz Şerif ’in istifasını bekliyorlar. Peki, Navaz Şerif hükümeti istifa ettikten sonra ne olacak, yönetime kim gelecek? Bu durumda yeni bir seçim yapılabilir kanaatimce. Ancak yapılan kamuoyu yoklamaları Navaz Şerif ’in önceki seçime göre daha kazançlı çıkacağını gösteriyor. Fakat bir yıldır hükümette olan Şerif ’in dönemini tamamlaması en doğrusudur. “Şerif, devlet kadrolarından akrabalarını çekmeli” • Sayın Şerif ’i takip ediyoruz; bu bir yıl içerisinde defalarca Çin, Türkiye ve İran’a seyahatler yaptı. Bu ziyaretlerde çok değişik konularda karşılıklı projeler imzaladılar Pakistan’ın gelişimi için… Biz ve onlar parlamentodayız. Niçin? Adil davranmaları için parlamento içerisinde yapalım muhalefeti; halkın bu baskısı, ancak ülke ve milletimizin lehine sonuçlanmalı… • Görüşme ve çalışmalarına dair notları Sayın Başbakan’ın danışmanlarından ediniyorum. Muhalefetle de sık sık görüştüğüne şahit oluyoruz Şerif ’in. Bu konular dediğiniz gibi parlamento zemininde çözül- sayılsın” dedi. Bunu Şerif ’e götürdük, o da kabul etti. Ama İmran Han bu sefer çıtayı yükseltti ve “Hayır! İstifa edecek” dedi. Bu da bize gösteriyor ki işin içinde başka eller var. Bazen de bu tip siyasî eylemler bir noktaya ulaşır, oradan dönmesi zordur. Takipçileriniz hislerini canlandırıp, onlara Navaz Şerif istifa etmeden dönmeyeceğinizi söylemişsiniz, sizin devam etmenizi isteyen taraflar, şimdi size “Kardeşim! Sen halka bu sözü verdin, bundan nasıl hükümet, yürüyüşlerin İslamabat’a, yani başkente ulaşmaması için yolları kapattı, bariyerler kurdu. Ancak İslam Partisi ve başka aracılar devreye girerek kolaylıkla başkente erişmeyi ve güç kullanılmamasını sağladınız. Şimdi parlamentoya saldıracak olurlarsa, polis, istihbarat ve silahlı kuvvetlerin tavrı ne olabilir? Geçtiğimiz günlerde son güvenlik durumuyla ilgili olarak Elinde çok büyük projeler var. Aslında bizim de kendisine karşı ciddi itirazlarımız var. Biz kendisinin bu süreçte bir yolsuzluk yaptığını iddia etmiyoruz, ancak tüm aile efradına maalesef devlet kademelerinde görevler verdi, bu son derece yanlıştır. • Şerif ’in kızı Meryem, İslam Birliği Partisi adına girdiği seçim kampanyalarında çok aktif… Twitter’de, sosyal medyada aktiftir, ancak bundan daha önemlisi şudur: Meryem Şerif, ihtiyaç sahibi gençlerin ihtiyaç duydukları kredileri veren kurumun başında olması sebebiyle milyon dolarlık projelere hükmediyor. Niçin bu görev kendisine verilmiş? Bir sıfatı var, o da Başbakan Navaz Şerif ’in kızı olması. Evet, aynı şekilde, hakları olmadığı halde kardeşlerini ve yeğenlerini birçok devlet kadrosuna getirmiş durumda. Bunlar tamam, ama son olaylar Pakistan’da hayatı durdurmuş durumda. Son bir ay içerisinde ülkemizin gördüğü zarar 600 milyon Pakistan rupisi. İslam Birliği Genel Başkanı Ve Başbakan Navaz Şerif. mez mi? Orta yolu öneren önemli bir gayret var şimdi. Biz Pakistan İslam Partisi olarak, İslam Birliği Genel Başkanı ve Başbakan Navaz Şerif ’le, yine İmran Han ve diğer muhalefet partileriyle görüşmeler yaptık. Biz protestolar başlamadan önce İmran Han’ı ziyaret de ettik. Bize “10 seçim bölgesinde yanlış oy sayımları yapılmış, yeniden döneceksin?” demeye başlarlar. “Geri dönüş siyasî hayatı bitirir” derler. Temenni ediyoruz ki gelişmeler istenilmeyen noktaya varmaz. “Muhalefette yanlışlara yer olmamalı, demokrasiye uygun hareket edilmeli” • Bu yürüyüşler başladığında İçişleri Bakanı çeşitli açıklamalarda bulundu. Gazetecilere yaptığı açıklamada, protestocuların kırmızı çizgiye ulaştıklarını söyledi ve eğer bu çizgiyi ihlal edecek olurlarsa bunu kabul etmeyeceklerini ifade etti. Çünkü bu çizgiyi aşmak, başkalarının hakkına tecavüz etmektir. Bu, Bölge Millet Meclisi, Başbakanlık, Anayasa Mahkemesi, Cumhurbaşkanlığı eylül 2014 87 HABERA JANDASÖYLEŞİ Pakistan’da Başbakan Navaz Şerif’in istifası talebiyle başlayan hükümet karşıtı gösteriler, bakanlıklar ve parlamentonun bulunduğu kırmızı bölgede yapıldı. Fotoğrafta Pakistan Adalet Hareketi taraftarları görülüyor. Gazze’de şehit olan Hamas’ın üç kumandanının bilgilerinin Mısır’ın katili Sisi tarafından verildiği ortaya çıktı. O ve hükümeti, bu komutanların yerlerini Siyonist İsrail’e verdi, böyle devam ettiğimiz takdirde hiç şüphesiz sıra bize de gelecek. tarafından kullanıldıklarının farkında olmazlar. Bence durum budur… İslam Partisi Sarayı, tüm bakanlıklar ve tüm büyükelçilikler için geçerlidir. Onun için buraların emniyetini sağlamak hükümetin görevidir tabiî. Dolayısıyla hükümet üç hat oluşturmuş durumda. Birinci hat polis, ikincisi istihbarat ve üçüncüsü de silahlı kuvvetler… • Şu an parlamento, çalışmalarına devam ediyor mu? Parlamento çalışmaları devam ediyor, ayrıca bu konuyla ilgili önemli bir de karar alındı. Parlamentodaki partilerin tümü -İmran Han’ın dışında-, parlamentonun feshi ve hükümetin 88 eylül 2014 istifasını reddetti. Biz de bu karara destek verdik. İkincisi de Anayasa Mahkemesi’nin aldığı karardır ki Mahkeme, parlamentonun feshi ve hükümetin istifasının demokrasi ve anayasa dışı olduğunu ifade ederek böyle bir durumun kabul edilemez olduğunu belirtti. Bir de 200 milyonluk nüfusa sahip Pakistan’ın 50 bin insanının gösterileri tüm Pakistan’ın kararı sayılamaz. Eski Cumhurbaşkanı ve Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Asir Azi Zardari de Başbakan Navaz Şerif ’i ofisinde ziyaret ederek desteklerini beyan etti. İkisi de yıllarca muhalif olmalarına rağmen, demokratik hayatın ülkede devam etmesi konusunda fikir birliğine vardı. Zardari, aynı şekilde bizi de ziyaret etti. • İmran Han’ın bilinen en önemli özelliği, bir kriket oyuncusu olmasıydı. Bir gün kendisinin, dış güçlerin oyununa geleceğini hiç hissetmediniz mi? Biz kendisiyle işbirliği içerisinde Serhat eyaleti hükümetindeyiz. Ancak bazen insanlar, yaptıklarıyla dış güçler • Genel Başkanınız Şiraj Ul-Haq, birkaç ay önce bu göreve seçildi. Kendisi genç ve aktif bir siyasetçiydi. Partinizin geleceğindeki rolü hususunda neler söyleyeceksiniz bize? Genel Başkanımız uzun süre Serhat Eyaleti Başbakan Yardımcılığı görevinde bulundu ve halen bu eyaletin milletvekili. Bazı kritik gelişmeler bizi farklı bir konuma getiriyor; bu sorunlar Genel Başkanımıza böyle bir misyon yükledi Pakistan’da. Dinî ve siyasî bir parti olarak demokratik süreçleri kendi içimizde uygulayan tek hareke- tiz. Lider sultası olmadığı gibi, vesayet de bizde yoktur. İmran Han’dan sonra partinin başına kim gelecek? İngiltere’deki iki oğlunu getirdi ve şimdi birlikte partiyi yönetiyorlar. Navaz Şerif ’in kızı, oğulları, yeğenleri ve kardeşleri, İslam Birliği Partisi’ni yönetiyorlar. Benazir Butto’nun eşi Asıf Ari Zardari hep Cumhuriyet Halk Partisi’ni yönetti ama oğlu Eş Başkan Mevdudi ise “İslam Partisi”ni, partimizi kurdu ve Orduca konuşuyorlardı. Kendisinden sonra Tufeyl Muhammed geldi ki onlar Pencapca konuşuyorlardı; sonunda Kadı Hüseyin Ahmed geldi, o da Peştunca konuşuyordu. Partimizin bir şura meclisi var ve tüm siyaseti o oluşturuyor. • Partinizde bir prensibin olduğu gerçek, ancak İslam dünyasında partilerin liderleri de ideolojileri kadar önemli… Muhakkak… Genel başkanın önemi partisinin faydasına, partinin de prestiji ve gücü genel başkanın faydasına olmalıdır. • Butto ve Zardari’nin partisi Şerif ile işbirliği içerisinde, parlamentonun feshine ve hükümetin istifasına karşılar… daydı. Derin güçler, seçilmiş hükümetlerin güçlerini tam kullanmalarını istemezler, kukla olarak kalmalarını isterler. Maalesef o dönemde de böyle oldu. Geçmişten iyi ders almışa benziyor. Şerif hükümeti düşüp demokratik sistem kesilmeye uğradığı takdirde haliyle önünün kapatılacağını ve ciddi sıkıntılarla karşılaşacağını görüyor. Şerif de bundan ve geçmişten iyi ders aldı. “Batı, İslam ülkelerindeki istikrarı hazmedemiyor, aynı durumla Türkiye de karşı karşıya” • Şerif ’i ABD ve Avrupa sevmiyor. Kendisi liberal bir yapıda olmasına rağmen Batı’yla arasında sıkıntı var, onu hükümette istemiyorlar… ABD Dışişleri Bakanlığı resmî açıklamasında, demokratik sistemin devamından yana oldukları ifade edildi, ancak ne kadar samimi olduklarını bilmemiz mümkün değil. İşleri şahıslardan ziyade ülkelerle… Batı, İslam ülkelerinde istikrarın olmasını hazmedemiyor, aynı durumla Türkiye de karşı karşıya. Türkiye’de yakalanmış istikrarı bozmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Aynı şekilde Yemen de hedeflerinde. Yemen’de bir azınlık tüm ülkeyi tehdit ediyor ve bu konuda dışarıdan destekleyenlerin tavrı aşikârdır. Bunlar kolaylıkla Yemen’i istikrarsızlaştırabiliyorlar. Pakistan, İslam dünyasının içerisinde nükleer silah üreten tek ülke ve serbest bırakırlarsa sürekli kalkınacak. Nükleer Program • Navaz Şerif nükleer programı samimiyetle devam ettiriyor mu? Kim iktidarda olursa olsun, Pakistan’daki nükleer programı durduramaz. Bu, bizim düşmanlarımızın istediği bir durumdur. Nükleer program olmasaydı Pakistan’ı muhafaza edemezdik ve bizi yok etmek için düşmanlarımız bizimle savaşırlardı. • Partiliniz olan büyük bir ilim adamını Karaçi’deki evinde ziyaret etmiştim yıllar önce. O zaman askerî yönetim işbaşındaydı ve Şerif hükümeti devrilmişti. Sebebini kendisine sormuştum, “En büyük sebep, kendisinin kararlılıkla nükleer programı devam ettirmesidir” demişti. Acaba aynı kararlılık şimdi de devam ettiği için midir bu sıkıntılar? Navaz Şerif bir TV programında İmran Han’a “Sen kriket şampiyonusun, ben de kriket oynardım. Aramızdaki fark, sen halen oradasın, oysa ben şimdi nükleer programı geliştiriyorum” demişti. • İmran Han galiba kendisini hükümeti devireceğine dair ikna etti ve bu çalışmaları başlattı… Tüm siyasî liderler kendilerini ikna ederler. Biz muhalefet etmesine de karşı değiliz, muhalefet ederek iktidara gelmesi de kendi hakkıdır. Ancak anayasaya saygı göstererek ve demokratik yollar kullanarak bu sağlanmalıdır. Şu an Pervez Müşerref, anayasayı ihlal edip seçilmiş hükümeti devirdiği için devlete ihanet etmekle Hükümet karşıtı gösterilerin birinde Pakistan Halk Hareketi lideri Tahir-ul Kadri taraftarlarına hitap ederken... Zardari halk desteğini kaybetmişti ve yolsuzluklarla başı beladaydı. Geçen dönem seçimleri kazanmasının tek bir sebebi var, o da seçim kampanyası sırasında Benazir Butto’nun ölmesi... • Zardari, cumhurbaşkanlığı döneminde buna göre tüm taraflarla iyi geçindi. Hükümet ve parlamento bir müdahaleye maruz kalmadan, tam zamanında, hatta ilk defa zamanında yaptı seçimleri, bana katılıyor musunuz? Kendisi hep tehdit altın- eylül 2014 89 HABERA JANDASÖYLEŞİ oldu. Bizim temennimiz, askerî müessesenin verdiği resmî beyan üzerinde kalmasıdır. Silahlı kuvvetlerimiz, Pakistan ve İslam dünyasının kazanımıdır. Pakistan Silahlı Kuvvetleri çok kuvvetlidir ve çok büyük tehditleri önlemektedir. Bu tehditler tabiî ki dış düşmanlarımız tarafından gelmektedir. Hindistan’da işbaşına gelen hükümet, faşist bir hükümettir. Yeni başbakanları seçim kampanyasında hep Pakistan’ı tehdit etti. Halkına karşı konuşurken niçin bizi tehdit ediyor? Çünkü halkının bize olan düşmanlığını arttırmak istiyor. • İmran Han bu olayları başlatırken Silahlı Kuvvetler’le bir irtibat kurmuş olabilir mi? Pakistan İnsaf Hareketi lideri İmran Han, taraftarlarına seslenirken... yüksek mahkemede yargılanıyor. 1973’te anayasamız, oy birliğiyle kabul edilmiş ve gerçekten Pakistan’ın birliğini sağlıyor; azınlıkların, değişik dillerin, değişik dinî mezheplerin ve coğrafyaların haklarını ve özgürlüklerini ifade ediyor. Bu anayasa da halk arasındaki birlik ve bütünlüğü sağlıyor. Anayasamız aynı zamanda Pakistan’ın bir İslam cumhuriyeti olduğunu, mutlak hâkimiyetin Allah’a ait olduğunu vurguluyor. Kim hükümete seçilirse seçilsin, Pakistan’da bu İslamî anayasaya göre temsil faaliyetini ifade eder ve ülkeyi yönetir. Şu bir gerçek ki, anayasa maalesef uygulanmıyor. Yoksa Pakistan’ın sırtı yere gelmezdi… • Son seçimlerden kısa bir süre önce Pakistan’daydım; Navaz Şerif o zaman ana muhalefet lideriydi. Kendisiyle geniş bir mülakat yaptığımda birinci parti olacağını, ancak tek başına 90 eylül 2014 iktidara gelemeyeceğini düşünüyordu. Çok da tereddütlü görmüştüm, ancak seçimlerde büyük bir zaferle hükümeti tek başına kurdu. Sizse “Seçimler hemen yenilenirse şimdi daha fazla oy alır” diyorsunuz… Genel kamuoyu kanaati, kendisine gereken fırsatın verilmediği yönünde. İlginçtir, bu üç başbakana da oldu, üç dönemin de tamamlanmasına müsaade edilmedi. Bir yıl, iki yıl, şimdi de bir yıl üç aydır hükümettedir Navas ve çok da hataları var. Ancak bunları meşru yollarla düzeltmemiz lazım; birlikte çalışarak seçim yasasını adil bir duruma getirebiliriz. Hindistan, Pakistan’a faşistçe bakıyor • Navaz Şerif muhalefet olarak sizinle diyalog içinde mi? Hayır, bir diyaloğu yok. Ne zaman ki bu sıkıntılar yaşanı- yor, o zaman hemen irtibata geçiyor. Şimdi kendisi de “İslam Partisi benimle birlikte; birçok konuda ihtilafta olmasına rağmen, demokratik sistemin devamı için takdire şayan bir destek veriyor. Bu işbirliği ileride adil bir seçim yasasının açıklanmasına da sebep olabilir” diyor. İmran Han şunu söyleyebilir: “Sana bir kırmızı kart gösterdik, şimdi seçim yasasını adil bir şekilde değiştirelim.” • Şerif bu konuda söz veriyor mu? Veriyor, “İki gün sonra… İki ay sonra… Bir zaman iki yıl sonra...” diyor, sürekli verdiği sözü değiştiriyor, böyle bir geleneği var. Ama sabırla ve uzun bir çalışma gayretiyle bunları aşabiliriz. • Pakistan Silahlı Kuvvetleri de güçlü ve etkindir. Asker şu sıra ne yapıyor? Silahlı Kuvvetlerin resmî açıklaması da konunun diyalog yoluyla halledilmesi yönünde Görüşmüş olabilir, ancak askerlerin görevi de anayasaya harfiyen uymaktır ve anayasaya bağlılık yemini yaparlar. Dolayısıyla yeminlerine sadık kalmalıdırlar. • Tabiî bu tip temenniler çok güzeldir ancak gerçek duruma baktığımızda Silahlı Kuvvetler’in sonunda Pakistan’da demokratik sistemden yana tavır koyacağını söyleyebilir misiniz? Tavrını bu yönde kullanmalıdır, temennimiz bu yöndedir ve olması gereken de budur. Pakistan Silahlı Kuvvetleri, ülkede her yönüyle istikrarın sağlanması hususunda dışarıdan bize yönelen tehditleri bertaraf etmelidir. Netanyahu’nun sözlerine dikkat! • Uluslararası Müslüman Âlimler Birliği’nin İstanbul’da toplanma amacı neydi? Bu toplantı, birliğin dört yılda bir mutat olarak yaptığı bir toplantıdır. Birliğin 10. kuruluş yıldönümündeyiz ve yüzlerce âlim bu birliğe üye. Âlimlerden kastımızsa sadece din adamları değil, her konuda düşünürlerdir. • Şii âlim ve temsilciler de var mı bu birlik bünyesinde? Büyük bir heyetle temsil ediliyorlardı, ancak bu toplantıya gelmediler. Ayetullah Teksiri, Birlik Genel Sekreter Yardımcısı’yla son gelişmeler karşısında katılmamayı tercih ettiler. • Sünni âlimlerle Şii âlimler arasında bir ihtilaf var mı? Tabiî olup bitenler bilinmiyor ve ortadaki gelişmeler Suriye, Lübnan ve Irak’ta bu durumu ortaya çıkardı. Düşmanlarımızla savaşacağımıza kendi aramızda Şii-Sünni kavgası yapıyoruz şu anda. Ülke yönetimleri de ateşe körükle gidiyorlar. • İsrail; İran, Suriye, Irak ve Lübnan bir tarafta, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan’ı da karşı tarafta görünce, Mısır’da Müslüman Kardeşler devrilip yerine Sisi gelince ve de tüm bu hatların zayıfladığını görünce Gazze’ye kara harekâtı başlattı ama Allah’ın lütfuyla Hamas ipi göğüsledi… Birçok şeyi bu süreçte duyduk ve gördük, ama bu süreçte en önemli beyanat, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun bir beyanatı oldu. “Arap ülkelerin dönüp Filistin-Gazze’ye ya da Hamas’a destek vermeleri mümkün değil, hepsi bizi destekliyor ve haklı görüyorlar” dedi. Bu konuya karşı bakış açısı, bu beyanata bakarak oluşturulmalı ve herkes utanmalı. Bu Siyonist işgalcisi Netanyahu’nun beyanatı karşısında, düşman bu utanması gerekenlerin ne halde olduklarını onlara gösteriyor ve sanki aynayı kendi önümüze koymuş oturuyor. Pakistan İslam Partisi Genel Başkan Yardımcısı Abdul Ghaffar Aziz, İslam Birliği Genel Başkanı ve Başbakan Navaz Şerif ile beraberken… Gazze’de şehit olan Hamas’ın üç kumandanının bilgilerinin Mısır’ın katili Sisi tarafından verildiği ortaya çıktı. O ve hükümeti, bu komutanların yerlerini Siyonist İsrail’e verdi, böyle devam ettiğimiz takdirde hiç şüphesiz sıra bize de gelecek. • Hamas maşallah büyük bir güç gösterdi ve İsrail’in kara harekâtı başarısız oldu Bu Allah’ın bir mucizesi, başka bir şey değil! Bu başarı Hamas’ı aşıyor, ilahî bir yardım, bu 1 milyon 800 bin insanı sekiz yıldır dünyanın en büyük ambargosunun altında nefes alacakları bir kapı yokken koruyor. Kendilerini korudukları gibi, şimdi de onlara karşı taarruza geçmiş durumdalar… Bu ilahî mucize şunu gösterdi: Allahu Teala buyuruyor ki: “Siz acıtırsanız, onlar da sizi acıtırlar.” Şimdi Gazzeliler aynı acıyı onlara tattırıyor. Ve IŞİD… • Irak’taki IŞİD ise Türkiye, Irak ve tüm bölgeyi etkiliyor. Toplantınızda bu konu da görüşüldü mü? Nihaî beyanda tüm meseleler neşredildi. Mısır, Filistin, Gazze, Suriye, Libya, Bangladeş ve Irak hakkında temel bir prensipte söz birliği var. Şeyh Kardavi’nin özel olarak fetvası var ki o da her bireyimizin başkasına yönelen şiddeti reddetmesi yönünde. Müslüman Müslümana karşı güç kullanmamalı. Şeyh Ahmet Yasin’in bir konuşmasını hep hatırlarım. “Elimizde tek silahımız var, onu da Mescid-i Aksa’yı işgal eden Siyonizmin göğsüne yöneltmemiz lazım!” derdi. Bu silah nasıl Müslümanının kalbine yönlendirilebilir? Maalesef dehşetli bir şekilde Müslümana karşı şiddet kullanılması için gayretin içine girildiğine şahit oluyoruz. • Öldüren de “Ya Allah!” diyor ölen de, anlamak mümkün değil… Bundan Siyonizm ve yandaşlarının dışında faydalanacak kimse yoktur. • Sohbetimizi sonlandırırken son sözlerinizi alalım… Ümmetin sorun ve sıkıntılarını konuşunca kan beynime sıçrıyor. Allah’ın Kitabına gerektiği şekilde sarıldığımız zaman, tüm bu sıkıntıların sonunda önümüze hakkı hak olarak göreceğiz. Bir kez Şeyh Kardavi’den bir nasihat istedim, şunu söyledi: “Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle dua ediyor: ‘(Tüm dualar mühimdir ama) Hakkı hak olarak bize göster ve takip etmesini ve de bâtılı bâtıl olarak göster, ondan da korunmamızı.” *Kanal 5 Genel Koordinatörü eylül 2014 91 HABERA JANDASÖYLEŞİ “Yapacağımız tüm uygulamalar, bu sıçrama için birer gayrettir. Mesela biz Üsküdar’ın yeşiline yeşillik katacağız. ‘Kentsel dönüşüm başlatacağız’ diyoruz ama beton yoğunluğunu arttırıp yeşili azaltarak değil, yeşil alanların artmasını da sağlayarak bu dönüşümü yapacağız. Kişi başı yeşil alan şu anda semtimizde 6,8 metrekare, hedefimizse bunu 10 metrekareye çıkarmak...” *** “Efendim, bir de Üsküdar’da yapacağımız tesisler var ki bunlar da yine bu muhteşem ilçenin estetik dokusuna tamamen uyumlu olacak. Kocaman beton binalarla kentsel dönüşüme girmek yerine, ‘Üsküdar evleri’ geleneğini yeniden diriltmek istiyoruz. İşte cumbalı evler, ince küçük cam pencereler ve Üsküdar evleri geleneğini, bu dönüşümü fırsat bilerek gerçekleştirmiş olacağız.” *** “Hangi makamda olursak olalım, yarın ‘er kişi’ niyetine uğurlanacağız. O sebepledir ki, insan kalmak ve geldiğimiz yerin doğallığını yitirmemek gerekiyor. Bu formülün canlı ve en güzel örneğini Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, duruşuyla veriyor. Ne diyor? ‘Biz bu millete efendi olmaya değil, hizmet etmeye geldik!’ O yüzden Allah, Üsküdar gibi bir yerin Belediye Başkanlığı’nı nasip etmiş bize, Elhamdülillah, bu büyük bir nimet ve mesuliyettir. Çocuklarımıza, geleceğe bırakacağımız en 92 eylül 2014 “Mesuliyet bizdedir; varsa bir suç, o da bizimdir!” Üsküdar Belediye Başkanı Hilmi Türkmen Nesrin Çaylı nesrincayli.ajanda@gmail.com Betül Eygün büyük miras da bu hizmetlerimiz olacaktır.” *** “Validebağ Projemiz ise çılgın bir proje… 354 dönüm bir arazi SİT alanı ama sahipsiz... Kedi gibi farelerin dolaştığı, tinercilerin saklandığı, uyuşturucu pazarı, kuruyan dereler, çürüyen ağaçlar... Bu halde şimdi!.. Biz Validebağ Korusu’nu bir yüksek park, dünyanın en güzel parkı yapacak, orayı bir kent ormanı haline getireceğiz. Milli Emlak’tan Büyükşehir Belediyesi’ne tahsisi yapıldı; şu anda çalışıyoruz ve iki yıl içinde bitirmek zorundayız. Böyle bir park var mı Anadolu yakasında?!” *** “Üçüncü önemli projemiz ise ‘dönüşüm’… Acilen değişmesi lazım Üsküdar’ın. Yorgun, kötü yapılardan arındırılmalı. Estetik yok... İnsanlar maddi yetersizlik nedeniyle bir estetik kaygısı taşımadan evini yapmış ve bu yapıların pek çoğu üstelik depreme karşı da dayanıksız. Belediyemize ait arsalarımız var. Öncelikle o arsalar üzerinde Üsküdar evleri geleneğini yeniden dirilteceğiz. O zarif, o estetik Osmanlı ev kültürünü, mahalle kültürünü canlandıracağız. Kazmayı yılbaşından önce vuracağız. TOKİ ile anlaştık. 2015 yılı bitmeden de ‘bin konut’ üretmiş olacağız. U SKÜDÜR’dan, “Tarihi Yarımada”yı seyrede seyrede nasıl ihanet edilir tarihe?! “Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayı’ndan” dizesi Üsküdar’ın kıyılarında yankılanıp durmaz mı? Yankılanan sesi en çok kim işitir? Tabii ki, Üsküdar’ı, yakın geçmişinden evvel Osmanlı’dan emanet alan bir “Belediye Başkanı” Sayın Hilmi Türkmen herkesten çok ve hepimizden sahici duyar o çığlıkları... Evlat olur, baba olur, duyar... Arkadaş olur, dost olur, duyar... Amir olur, memur olur, halk olur, başkan olur, duyar ve duyar... >> Duydukça duyumsar mesuliyetini. Problemleri değil, imkanları sayar. “Zor değil görevimiz, her türlü imkana sahibiz” der ve henüz beş aylık görev süresinde pek çok projeyi harekete geçirir. Ve başlar beş yıllık “Başkanlık” menkıbesi. Hem mesuliyetin huzuru, hem sancısı düşer bahtına. Gayrete ve zahmete ram olur, teşne olur. Çünkü ardında tükenmek bilmeyen bir damar bırakmaktır muradı. Meydanda, kürsüde söyleyemediğini kapalı kapılar ardında söylememeye yeminli, şahsında mütevazı, halkına sunacağı hizmetlerde iddialı bir Başkan Sayın Hilmi Türkmen... Ülkenin pek çok şehrinin nüfus toplamına sahip bu koca semtin başkanı olmayı bir lütuf kabul ediyor Sayın Türkmen. Yüzünde şükrün ifadesi bir tebessümle makamında ağırlıyor bizi. Kendisine “Nasılsınız?” diye sorulduğumuzda “Üsküdar gibiyim” diyor. Sahiden de Üsküdar’a benziyor. Bir yandan anlık problemlerine zamanın dili ile pratik çözümler üretirken, öte yandan bir asırdır unutulmuş geleneği uyandırıyor. Çocukluğunda giydiği Trabzon lastiklerini hatırlayıp, “Er kişi” niyetine uğurlanacağının farkındalığı ile makamın esaretinden azade tebessümü yüzüne sıklıkla uğruyor. Nasıl zor ve kolay, eski ve yeni, kadim geçmiş ve modernite Üsküdar’ın siluetine yansıyorsa, aynı ifadeler Başkan Hilmi Türkmen’in de sözlerine yansıyor. Pek çok belediyeye rol model olabilecek projelerinden bahsediyor. Bakın, sorularımıza verdiği cevaplarla belediyecilik profilini Sayın Hilmi Türkmen nasıl çiziyor? *** Üsküdar’da yaşayan, Üsküdar’a nefes vermeli • Öncelikle kabulünüz için teşekkür ediyorum. Bugün Üsküdar Belediye Başkanı unvanınızla sizinle söyleşi yapıyoruz. Üsküdar nasıl bir ilçedir? Hoş geldiniz Nesrin Hanım, ben teşekkür ediyorum. Evet, Üsküdarlıların teveccühü ile 30 Mart tarihi itibariyle Üsküdar Belediye Başkanlığı vazifesini üstlenmiş olduk. Üsküdar, İstanbul’un herhangi bir ilçesi değil, şehir gibi bir ilçe, çok farklı... Rahmetli Yahya Kemal’in ifadesiyle “Bir ulu rüyayı görenler şehri”… Kadim huzurun beldesi, bir tarih, bir kültür şehri… Üsküdar, aynı zamanda bir üniversiteler şehri; bir sanat, bir spor, bir deniz şehri; bir doğa şehri... Böyle bir şehirde sadece bir kamu görevlisi olarak değil, aslında burada yaşayan herkes kadar, herkes gibi sorumluyuz. Bizim bir sloganımız var: “Üsküdar’da yaşayan, Üsküdar’a nefes vermeli.” Herkesin bu şehre karşı bir sorumluluğu ve vazifesi var. Vatandaşlık görevimizi yerine getirirken de Üsküdar’ın tarihî dokusunu, o kültürel birikimini, o mistik havasını zedeleyecek davranış ve eylemlerden uzak durmalıyız. Yoksa günü kurtarma adına yapılacak işler, bu muhteşem şehrin gelecek kuşaklarına haksızlık olur; biz bunu yapamayız. Üsküdar’da kültür ve sanata yapılan yolculuk hiç durmamıştır ve ilelebet de devam edecektir. Siz durmak isteseniz de Üsküdar durmaz, sizi engeller, “Durmayın, yürüyün!” der. Belediyecilik sadece görünür hizmetler vermek değildir • Geçmiş çalışmalarınıza baktığımızda, aynı belediyede başkan yardımcılığı görevinde de bulunmuş bir activist, bir kültür adamı görüyoruz. Bu kimliğinizle beraber bize 30 Mart yerel seçimleri sonrası misyon ve vizyonunuzu anlatır mısınız? Biz Allah’ın bir lütfu olarak bu göreve geldik, önce bunun sorumluluğunu ve bilincini yitirmememiz gerekiyor. 30 Mart itibariyle bu şehrin üst ve altyapı ihtiyaçlarını karşılayacağız elbette. Yollar, sosyal tesisler yaparız, ama Belediye Başkanı bunları yaptığı için kendini başarılı saymamalı. Bizim bunun ötesinde bir hedefimiz var. Üsküdar’daki bu tarihî yapıyı, bu kültürel dokuyu, zenginliği, bu mirası yeni kuşaklara daha iyi anlaşılır bir hale getirmektir bizim görevimiz. Belediyecilik, aslında şu gün geldiğimiz nok- eylül 2014 93 HABERA JANDASÖYLEŞİ semtimizde 6,8 metrekare, hedefimizse bunu 10 metrekareye çıkarmak; inşallah yapacağız. Efendim, bir de Üsküdar’da yapacağımız tesisler var ki bunlar da yine bu muhteşem ilçenin estetik dokusuna tamamen uyumlu olacak. Kocaman beton binalarla kentsel dönüşüme girmek yerine, “Üsküdar evleri” geleneğini yeniden diriltmek istiyoruz. İşte cumbalı evler, ince küçük cam pencereler ve Üsküdar evleri geleneğini, bu dönüşümü fırsat bilerek gerçekleştirmiş olacağız. Gençlerle ilgili olanı en iyi gençler bilir “Üsküdar’da kültür ve sanata yapılan yolculuk hiç durmamıştır ve ilelebet de devam edecektir. Siz durmak isteseniz de Üsküdar durmaz, sizi engeller, ‘Durmayın, yürüyün!’ der.” tada, bir altyapı çalışması yapma, su akıtma, çöpleri toplama, fen işlerini disiplinize etmekten öte bir şeydir. Bizim, AK Parti’mizin yerel seçimler öncesinde, 19 Mayıs’ta, Ankara’da bir yerel yönetimler seçim beyannamesi açıklandı şimdiki Cumhurbaşkanımız, o günkü Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan tarafından. Orada yerel yönetimler beş temel ayak üzerine oturtuldu. Katılımcı, sosyal, kültürel, sanatsal, estetik belediyecilik olarak sunuldu bizlere. Türkiye’de estetik belediyeciliğin uygulanabileceği en uygun semt Üsküdar... Üsküdar’ın taşı toprağı yakut • Fakat kadim bir semt ve 94 eylül 2014 yerleşik mimari miras ile donanmış bir yerleşim mevcut Üsküdar’da. Yeni atılımlar, dönüşüm ve değişim için size sunulan alan dar değil mi? Evet, bunda da bir güzellik var aslında. Yer dar tabiî, çünkü dediğiniz gibi kadim bir yerleşim yeri. İstanbul’un fethinden çok önce, 1350’li yıllardan itibaren pek çok kültüre ev sahipliği yapmış. Medeniyetler yurdu olmuş Üsküdar. Bu şehre karşı bir şeyler yapmak istiyorsanız, “Yerim dar!” deme şansınız yok. Bu şehir tepesi, taşı toprağı, denizi ile bizlere büyük sorumluluklar yüklüyor. Hani “İstanbul’un taşı toprağı altın” diyorlar ya, Üsküdar’ın da taşı toprağı yakut... Dolayısıyla bizim için bir mazeret yok. Belediyecilikle ülkemiz, kültür ve sanat alanlarında 2014-2019 arası yerel yönetim çalışmaları ile 2023’te çok önemli bir sıçrama gerçekleşecektir ve bizim de hedefimiz budur. Yeşil bir Üsküdar, cumbalı evler... • Bu sıçramada Üsküdar Belediyesi’nin payı ne olacaktır? Yapacağımız tüm uygulamalar bu sıçrama için birer gayrettir. Mesela biz Üsküdar’ın yeşiline yeşillik katacağız. “Kentsel dönüşüm başlatacağız” diyoruz ama beton yoğunluğunu arttırıp yeşili azaltarak değil, yeşil alanların artmasını da sağlayarak bu dönüşümü gerçekleştireceğiz. Kişi başı yeşil alan şu anda • 28 Şubat sürecinden sonra manevi dinamiklerinden bağı kopmuş, kendilerini “apolitik” olarak tanımlayan bir genç nesil yetişti. Bağışlayın, ben yeni nesillerin bilinçsiz yetişmesinde yerel yönetimlerin ihmali olduğunu düşünüyorum. Bu durumda tanımladığımız gençliği suçlayabilir miyiz? Doğru, yerel yönetimlerin ihmalidir bu. Ve biz katiyen, sadece gençleri değil, kimseyi suçlayamayız. Bu memleketin sözü geçen insanları, edebiyatçısı, yazarı, şairi, kültür adamı, tarihçisi, yöneticisi ve bizler bir şeyi eksik bırakmışız demektir bununla. Mesuliyet bizdedir; varsa bir suç o da bizimdir!.. Şimdi biz “Üsküdar’da Validebağ Korusu’nu şehir parkı haline getireceğiz” diyoruz, bize birtakım eleştiriler geliyor. Neden? Çünkü biz yeterince anlatamıyoruz yapacağımız projeyi. Anlatabilsek, bu eleştiriler cevap bulacak. O yüzden Gezi olaylarındaki sıkıntılarda yahut başka olaylarda gençlerin apolitik yahut politik durumu bir “katılımcı belediyecilik” alanıdır. Nesrin Çaylı Paydaşlarına itibar eden bir belediyecilik anlayışı Gençler için bir şey mi yapılacak? O konu hakkında gençlere “Bu işleri biz biliriz” demek yerine “Bunun en iyisini siz bilirsiniz” diyebilmeliyiz. Onlarla ufkumuzu açacak fikir alışverişlerinde bulunmalıyız ve öyle hareket etmeliyiz. Katılımcı, şeffaf ve halkına, bu şehri yaşayan paydaşlarına itibar eden, değer veren bir anlayış içinde olmalıyız. Ben adayken de söylüyordum, şimdi de söylüyorum: “Üsküdar Meydanı’nda, Bağlarbaşı Kongre Merkezi’nin sahnesinde, kürsüde söyleyemeyeceğimiz hiçbir sözü, kapalı kapılar ardında konuşmayız.” Böyle bir şey yok, olmayacak da... Neden olsun ki? Bu şehir hepimizin, bir partinin, bir zümrenin, seçkin bir kitlenin değil. • Gençlerle ilgili ne tür projeleriniz olacak? “Türkiye Üsküdar...” Böyle bir şehirdeyiz. Böyle bir şehirde belediyecilik hem çok zevkli, hem de çok zor. Bizim bir sloganımız var: “Gençleri iyiler ve iyiliklerle arkadaş edeceğiz.” İnşallah bu dönem sona erdiğinde, 300 ila 500 gencin -şimdi sayısını bilemem- sağlam karakterli olmalarında, belli bir kimlik edinmelerinde etkimiz olursa, biz kendimizi o zaman başarılı sayarız. Bugün büyükşehirlerde en büyük sıkıntı ne- dir? Tiner, bonzai, uyuşturucu vs. Hepimizin çocukları var. Ev ve okulları dışındaki pek çok alan güvensiz. Yollar, kafeler, otoparklar hakeza... Her anne babanın tedirginliği şu değil midir: “Benim çocuğum kimlerle oturup kimlerle kalkıyor? Başına bir şey gelir mi?” İşte bu endişeleri biz minimize etmeliyiz. Gençlik merkezlerimiz, etüt evlerimiz, bilgi evlerimiz, çocuk akademilerimizle çocukları ve gençleri iyilikle ve iyilerle buluşturmayı hedefliyoruz. açılacak. Üniversiteli gençlerle liseli gençleri buluşturma merkezleri kuruyoruz ki birlikte proje üretecekler. Budur bizim amacımız. İnşaat veya asfalt gibi işler zaten yapılıyor, yapılmalı da... Ama belediye, örgüt olarak başkanı, yetkilisi, milisi ile bir vizyon belirlemeli ve bu gemi o ideal vizyon rotasını takip ederek gitmeli... İdeal bir vizyon rotası belirlenmeli • Genç neslin pek çoğunun her şeyi var. Aç açık değil. Ancak ruhi bir açlık kol geziyor. Bu durum, özellikle eğitim gören gençlik arasında pek yaygın. Üniversite ve lise öğrencilerine yönelik ruhsal doygunluğu, idealist düşünce yapısını sağlayacak projeleriniz olacak mı? • Sanıyorum ilk YÖK onaylı Çocuk Akademisi sizin Başkan Yardımcılığınız döneminde hayata geçirildi... Evet, YÖK onaylı Çocuk Üniversitemiz var. Daha pek çok eğitim, kültür ve sanat çalışmalarını hayata geçireceğiz inşallah. “Çöpü topluyoruz, suyu akıtıyoruz, başka şeylerden bize ne kardeşim!” deme konforumuz olamaz. Bizim hedefimizde gençler var. 10 üniversitemiz, ilköğretim ve lise dâhil 100 bin okuyan talebemiz var. Dolayısıyla böyle bir potansiyel hizmet bekler, emek ister. Bakınız biz, “Gençlerimiz tesislerimize daha sık gidebilsinler” diye tüm kültürel hizmetlerimizi ücretsiz yaptık. Belediye tesislerimizden, kültür merkezlerimizden bedava istifade etmelerini sağladık. “İnternet bedava!” uygulamasına geçtik. Yeni gençlik merkezleri Bir iddiamız var: Bu işi en iyi biz yaparız! Olmalı elbette... Zaten pek çok gençlik projesinin altyapısı oluşturuldu bile. Üniversitelerden ve yurtlardan sorumlu iki danışmanım var; yurtlara yerleşecek öğrenciler ve burs dağılımı gibi alanlarda, “Ev mi açılmalı, durumu nedir? Nereden geliyor, ihtiyaçları ne kadardır?” gibi sorunlar üzerinde çalışıyorlar. İşleri sadece bu!.. Yeni yurtlar yapılması gerekiyor. Bizim dönemimiz bittiğinde sağlam karakterli, inançlı ve idealist bir genç nesil ilim deryasında dalgalanıyor olacak. Ve Üsküdar, bir model teşkil edebilir bu konuda. Biz bunu yapabiliriz. Bakınız hatta şöyle bir iddiam var: Türkiye’de gençlere yönelik çalışmaları en iyi biz yaparız! Hiç mütevazı değilim bu konuda, Üsküdar buna hazır... İmkânlarımız, kaynaklarımız, gayretimiz var. Ve sonra çılgın projeler... Üsküdar “X” bir ilçe değil. Üsküdar hazır, genç potansiyelimiz var ve hamdolsun biz de bu kültürden yetiştik. Bunu yapmamak için ne sıkıntımız var? Elbette yapacağız. Gençlerle sivil toplum projeleri üreteceğiz. Üsküdar’da çok fazla hemşeri derneği, sivil toplum örgütü var. Onlarla bir işi yapmış olmak için değil, gerçekten kaliteli işbirliği yapmak için buluşacağız. İşsizler, engelliler ve bütün derneklerin ihtiyaçlarını gözetip çalışmalarındaki gayreti arttıracağız. Yayınlarımızla da destekleyeceğiz. Çok çılgın projelerimiz var ama onları şimdi açıklamayalım. Yine sizin derginizde, zamanı geldiğinde paylaşalım inşallah… Buralardan gittiğimizde, ardımızda bir damar kalsın • Siz 21 yaşından itibaren, Gençlik Kolları’ndan başlayarak Refah ve Fazilet derken AK Parti’de siyaset yaptınız. Uzun soluklu olarak siyasetin içindeydi- eylül 2014 95 HABERA JANDASÖYLEŞİ “Bugünkü gençleri, o günkü ruhu yakalamış eski dostlarla buluşturacağız. Bugünün gençleri biraz annelerinin çocukları, bizlerse babalarımızın çocuklarıydık. Anneler şefkat ile yönlendiriyor çocuklarını, ‘Neredesin? Ne yapıyorsun?’ diye nazlandırılıyorlar. Benim çocuklarım için de öyle bu; her şeyi hazır buluyorlar. Benim yetiştiğim, çocuğumun yetiştiği ortam ile bugünün gençliğinin yetiştiği ortam arasında dağlar kadar büyük farklar, hatta uçurumlar var.” niz, içindesiniz. Bugünün gençliği ve imkânlarını değerlendirdiğinizde aynı ruhu görebiliyor musunuz? Bizim dönemimizde bereket vardı, huzur vardı. Tavuk pilav yer, otobüslerle mitinglere giderdik. İmkân az, heyecan çoktu. O günlerde öyle süreçlerden geçtik ki bugün “Evimizde yemediğimiz ürünü millete yediremeyiz” diyoruz. Sahilde kurduğumuz iftar çadırlarımızda en kaliteli pirinç ve en kaliteli eti kullanarak halkımıza sunduk. Neden? Çünkü imkânlar iyileşti, her şeyimiz var. Var olandan sunuyor, mutlu 96 eylül 2014 oluyoruz. Yarın buralardan gittiğimizde, Üsküdar’da böyle bir damar kalsın istiyoruz. İşte bugünkü gençleri o günkü ruhu yakalamış eski dostlarla buluşturacağız. Bugünün gençleri biraz annelerinin çocukları, bizlerse babalarımızın çocuklarıydık. Anneler şefkat ile yönlendiriyor, çocuklarını, “Neredesin? Ne yapıyorsun?” diye nazlandırılıyorlar. Benim çocuklarım için de öyle bu; her şeyi hazır buluyorlar. Benim yetiştiğim, çocuğumun yetiştiği ortam ile bugünün gençliğinin yetiştiği ortam arasında dağlar kadar büyük farklar, hatta uçurumlar var. Dünyevileştik, biz bunu kırmak istiyoruz İmam-hatip lisesine giderken, üzerimde yamalı pantolon ve Trabzon lastiği vardı. Ütüsüz pantolon giymiyor benim çocuklarım. Takvim satar, partimizin masraflarını karşılamaya çalışırdık. Şimdi her şey gani, nasıl hizmet etmeyeceksiniz? Bu işin kıymetini bilmek için o geçmiş manayı yeniden yeşertmeliyiz. Dünyevileştik, biz bunu kırmak istiyoruz. O sözünü ettiğiniz ruhu yurtlarımızda, öğrenci evlerimizde vereceğiz. Yurtta bir otel hizmeti vermeyeceğiz; bu işin devamı var. “İstanbul’da, Üsküdar’da okuyorsun; yurdu sadece ev olarak kullanmayacaksın” diyeceğiz. Onları kitaplarla buluşturacağız. Sanatsal ve kültürel faaliyetlerin birer parçası olacak çocuklarımız. Bu, ezber bozucu bir haldir! • İktidar bir siyasî erktir. Bugün Hükümet, güçlü ve yükselen bir çınar olarak görünüyor. Fakat o çınarı destekleyen kökler sağlam yerel yönetimlerdir diye düşünüyorum. Bu teşbihten hareketle Belediye Başkanlığı’nın ana vasfı ne olmalı sizce? Çok doğru bir teşbih bu... Bakınız, bu milletin Cumhurbaşkanımıza güveni nereden Nesrin Çaylı kaynaklanıyor? 1994’te Belediye Başkanlığı yapan Sayın Recep Tayyip Erdoğan’a güven o dönemde oluştu. 2002’de partimiz kuruldu ve bugün 2014’te hâlâ bu güven artarak devam ediyor. Dünya siyasî hayatında böyle bir şey yok! Bu, ezber bozucu bir haldir. Güven aynen bakir duruyor, hiç bozulmadı. Siz 12 sene iktidardasınız ve el-netice, Cumhurbaşkanı seçiliyorsunuz ki bunu halk seçiyor. Bu nasıl güçlü bir güven tesisidir?! Bunun iki sebebi var: Birincisi, halktan biri, yani vatandaş kendini Başbakanı’nda (Erdoğan) görüyor. Diyor ki, “Bu adam benim gibi bağdaş kuruyor, çorbaya kaşık sallıyor”. Bu millet, bir parti liderinde kendini buluyor. kanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan duruşuyla veriyor. Ne diyor: “Biz bu millete efendi olmaya değil, hizmet etmeye geldik.” O yüzden Allah, Üsküdar gibi bir yerin Belediye Başkanlığı’nı nasip etmiş bize, Elhamdülillah, bu büyük bir nimet ve mesuliyettir. Çocuklarımıza, geleceğe bırakacağımız en büyük miras da bu hizmetlerimiz olacaktır. Bazen yıkmak, yapmaktan evladır! • Bir şehrin, bir ilçe belediyesinin hangi siyasî parti ile yönetildiğini meydanlarının peyzajından anlayabiliyorum. AK Partili beledi- yeler meydanları fıskiyeli havuzlar ve çiçeklerle şekillendirirken, diğer parti belediyeleri genellikle ozan, sanatçı, şair, lider gibi heykellerle donatmayı seçiyor. Su, medeniyetlerin en etkili kaynağı fakat mimari çok daha fazla bir etkiye haiz. Bu çerçeveden baktığımızda gelecek beş yıllık süreçte Üsküdar nasıl şekillenecek? Belediyeciliğin bir somut yüzü vardır. Görünen yüzünde üç ana projemiz var: Biri “Meydan Projemiz”, ikincisi “Validebağ Projemiz”, üçüncüsü de “Kentsel Dönüşüm Projesi”... Meydan’ı üç kat büyük hale getireceğiz, yıkımlarımız olacak. Bazen yıkmak, yapmaktan daha iyi bir belediyecilik anlayışıdır. Uyduruk işler yapılmış, yıkıyoruz. Bazen yıkmak gerekiyor. Belediye binamızı da yıkacağız ve Çavuşdere’ye taşıyacağız. Dolayısıyla Üsküdar Meydanı’nı üç kat büyüttüğümüzde suyu, havuzu, görseli Osmanlı usulünde tatlı ahşaptan bir sebili, Bosna’daki Meydan Çeşmesi gibi zamanın sanat çizgilerini taşıyan mimarisiyle çay bahçeleri, insanların soluk alabildiği yeşil alanıyla doğal bir ortam oluşacaktır. 2016’da başlayacağız buna, altyapı çalışmalarımız hazırlanıyor. İkincisi “iletişim”... Bu çağın en önemli aracı, “aracısız iletişim”, candan, samimi... Bizim milletimiz kolay ulaşabilir lider, kolay ulaşılır belediye başkanı istiyor. Değişmeyeceğiz! • Ülkemizin pek çok ilinin nüfusuna bedel bir ilçenin Belediye Başkanı’sınız. Değişiminizi zorlayan şartlar olabilir mi? 550 bin nüfusu var bu şehrin ve Anadolu’nun bir mozaiği. Bana bunu sıklıkla söylüyorlar, “Başkanım işin çok zor, ne yapacaksın?” diyorlar. Bizim işimiz zor değil ki, hiç zor değil. Hiç değişmeyeceğim; giyimim kuşamım değişmez, doğallığımı bozarsam, araya aracılar girerse geçmiş olsun! Zorlamayacağız ve ulaşılabilir olacağız. Halkla halk gibi yaşayacağız. Hangi makamda olursak olalım, yarın “Er kişi” niyetine uğurlanacağız. O sebepledir ki, insan kalmak ve geldiğimiz yerin doğallığını yitirmemek gerekiyor. Bu formülün canlı ve en güzel örneğini Cumhurbaş- eylül 2014 97 HABERA JANDASÖYLEŞİ İşimiz, işiniz!.. • Belediyenizin diğer belediyeler için rol model oluşturacağına inandığınız insan merkezli projelerinizden de söz eder misiniz? Göreve başlar başlamaz, aslında direkt olarak bizim işimiz olmadığı halde ilgilenmeyi bir görev bildiğimiz ÜSİM’i (Üsküdar İş Merkezi) kurduk. Nesrin Çaylı Hilmi Türkmen “Meydan’ı üç kat büyük hale getireceğiz, yıkımlarımız olacak. Bazen yıkmak, yapmaktan daha iyi bir belediyecilik anlayışıdır. Uyduruk işler yapılmış, yıkıyoruz. Bazen yıkmak gerekiyor. Belediye binamızı da yıkacağız ve Çavuşdere’ye taşıyacağız. Dolayısıyla Üsküdar Meydanı’nı üç kat büyüttüğümüzde suyu, havuzu, görseli Osmanlı usulünde tatlı ahşaptan bir sebili, Bosna’daki Meydan Çeşmesi gibi zamanın sanat çizgilerini taşıyan mimarisiyle çay bahçeleri, insanların soluk alabildiği yeşil alanıyla doğal bir ortam oluşacaktır. 2016’da başlayacağız buna, altyapı çalışmalarımız hazırlanıyor.” Validebağ Projemiz ise çılgın bir proje… 354 dönüm bir arazi SİT alanı ama sahipsiz... Kedi gibi farelerin dolaştığı, tinercilerin saklandığı, uyuşturucu pazarı, kuruyan dereler, çürüyen ağaçlar... Bu halde şimdi!.. Biz Validebağ Korusu’nu bir yüksek park, dünyanın en güzel parkı yapacak, orayı bir kent ormanı haline getireceğiz. Milli Emlak’tan Büyükşehir Belediyesi’ne tahsisi yapıldı; şu anda çalışıyoruz ve iki yıl içinde bitirmek zorundayız. Böyle bir park var 98 eylül 2014 mı Anadolu yakasında? Cumbalı evler... Üçüncü önemli projemiz ise “dönüşüm”… Acilen değişmesi lazım Üsküdar’ın. Yorgun, kötü yapılardan arındırılmalı. Estetik yok... İnsanlar maddi yetersizlik nedeniyle bir estetik kaygısı taşımadan evini yapmış ve bu yapıların pek çoğu üstelik depreme karşı da dayanıksız. Belediyemize ait arsalarımız var. Öncelikle o arsalar üzerinde Üsküdar evleri geleneğini yeniden dirilteceğiz. O zarif, o estetik Osmanlı ev kültürünü, mahalle kültürünü canlandıracağız. Kazmayı yılbaşından önce vuracağız. TOKİ ile anlaştık. 2015 yılı bitmeden de “bin konut” üretmiş olacağız. Kâr ve ticarî bir gayemiz yok, tapu vatandaşın. Onlarla ve onlar için çalışacağız. Kolaylıklar sağlanacak halkımıza. Bakınız, Bakanlık 18 ay karşılıksız kira yardımı yapıyor. Bütün inşaat harçlarından muafiyet var ve çok uygun krediler veriliyor. Biz de belediye olarak destek olacağız. Göreve geldiğimde beni tebrik etmek için 10 bin kişi geldi. O 10 bin kişinin elini sıktım. Hepsi Üsküdar halkındandı ve çoğunun bir derdi vardı. Ya oğlu, ya yeğeni, ya eşi işsizdi, iş istiyorlardı. Ceplerinden çıkarıp özgeçmişlerini bırakıyordu pek çoğu. Buna şahit olup “Bizim görevimiz değil” diyemezdik. İş-Kur ile anlaşarak, göreve gelir gelmez -bir buçuk ay içinde- 15 Mayıs 2014’te “ İşiniz, işimiz!” sloganıyla ÜSİM’i kurduk. Üsküdar’da 200 bin kişi iş istiyor. Düşüne biliyor musunuz? “Çaremiz yok, ne yapalım?” diyemeyiz. Zenginlik bir lütufsa, ne yapmak gerek? 500 işverenle bir araya geldim ve toplantıda sunum yaptım. “Allah zenginliği istediğine, ilmi isteyene verir. Siz çok akıllı olduğunuzdan zengin olmadınız. O halde Allah size lütfetti; işsiz de olabilirdiniz, öyleyse yardımcı olacaksınız. Çalışanların sigortasını iki yıl devlet ödeyecek. Yeterlilik sertifikası mı gerekiyor? Aşçılık, teknisyen gibi işlerin eğitimini de biz verip sertifikalandıracağız. Hep birlikte bu soruna bir çözüm bulacağız” dedim. 5 yılda 5 bin kişiye iş kazandırma hedefini kendimiz için belirledik, birlikte bu projeyi hayata geçirdik ve 3 ay gibi kısa bir sürede dahi bugün itibariyle işe yerleştirilen kişi sayısı 742 oldu. Hedeflediğimiz süreden Nesrin Çaylı Surra, “hediye” demektir. Devir Osmanlı… 1517’de Yavuz Sultan Selim Mısır’ı aldıktan sonra, Kutsal Topraklara, yani Mekke ve Medine’ye gönderilen hediyeler ve o hediyelerin gönderildiği yolculuğu temsil ediyor bu alay. Bu hediyelerin belli bir ritüel ile gönderilmesine “Surra Alayı” deniyor. Aslında yüzyıllarca bu alay Topkapı’dan hareket etmiş ve Haremeyn yolculuğu hediyelerle birlikte yapılmış. Osmanlı döneminde bu hediyelerin gönderilmesi bir onur, bir prestij olarak kabul ediliyor. Biz de aynı güzergâhı takip ederek Hac yolculuğuna çıkan Üsküdarlıları hediyeleriyle ve Surra Alayı’nın adabıyla uğurlayacağız. daha kısa zamanda, daha çok işsizlik sorununu çözebileceğiz inşallah… • Bu merkezinize her gelen bir iş imkânına kavuşabiliyor mu, belli şartlarınız var mı? Amaç iş değil, işe adam olmalı. İşveren de sıkıntıya düşmemeli, çalışan da... Zaman zaman kontrol yapıyoruz, yapacağız da, memnuniyet durumu ile ilgili sorularımız oluyor ki her iki tarafta memnun olmalı. Üsküdar ilçe sınırları içinde yaşayanları yine Üsküdar içinde yerleştirmeyi esas alıyoruz. Üsküdar’da oturan birini Avcılar’da işe yerleştirmek iyilik değil, kötülük olabilir. İstanbul trafiğini de rahatlatacak bir adımdır bu. Kumanyadan kredi kartına • Kumanya dağıtımı ile ilgili farklı ve ilk defa sizin tarafınızdan uygulanan bir projeniz var. Bize ondan da kısaca söz edebilir misiniz? Evet, bu projemizle kumanya dağıtımı tarih oldu. Biz artık bir kredi kartı veriyoruz. Bir eve gidiyorsunuz ihtiyaç tespiti için, dolabı açınca 15 paket makarnadan başka bir şey olmadığını görüyorsunuz. Sebep? Kumanya verilmiş… “Dostlar alışverişte görsün!” usulü bir uygulama idi bu. İnsanların makarnadan başka ihtiyaçları da vardır. Çocuğunun istediği bir şeyi alabilmeli vatandaş. Biz ne yaptık? Mahalle muhtarları, STK yöneticileri, kanaat önderleri ile birlikte çalıştık ve yeni tespitlerimizi oluşturduk. Kimin daha çok, kimin orta, kimin daha az ihtiyacı olduğunu dikkatle belirledik. Ve bu nispette kartlarına para yükleyip “Kartınıza şu kadar para yüklendi, güle güle harcayın” mesajı atmaya başladık. Vatandaşın istediği yerden, istediği ihtiyacı temin etmesi sağlanmış oluyor böylece. Bu uygulama, sadece Üsküdar Belediyesi’ne aittir ve rol model olarak alınabilir. Biz, “Utanca vesile olmasın” diye Belediyemizin logosunu bile kartın üzerinde gizledik, “Sağ elin verdiğini sol el görmesin, gösterişten de uzak olsun!” dedik. eylül 2014 99 HABERA JANDASÖYLEŞİ oldu” diyor ama pek çok kimsenin bu külliyeden haberi yok. Dolayısıyla biz, bu dinamiklerin duyulmasını sağlamalıyız. İnanç turizmini kültür taşıyıcılığı ile birleştirerek aktif hale getirmek için çalışmalarımız var. Yerli ve yabancı turistler, bu kültürel mirasın anlamına vakıf olmalı. • İnanç turizminden kastınız cami ziyaretleri mi? Evet, özellikle bayanları evlerinden alıyoruz, bir bayan rehber eşliğinde ve sadece Üsküdar değil, İstanbul’daki tüm mimari mirasımızı, camilerimizi ziyaret etmelerini sağlıyoruz, üstelik bunu bir tek kuruş almadan yapıyoruz. Çünkü kendi değerlerimizin bilinmesi, görülmesi önemli… Boğaz’ı görmemiş, camilerimizi bilmeyen insanlarımız var… Sanat ve Surra Alayı • Biraz da sanat projelerinize değinelim… Davetlisi olduğum bir iftar programınızda “7 Tepe 7 Sanat Yarışması”nı sundunuz. Biraz bahsedelim mi? Mesela AB fonu bu projenizi destekliyor mu? Evet, AB fonunun desteği var. Avrupa ülkelerinden, yurtiçinden, Balkanlardan katılacak sanatçıların eserleri yedi sanat alanında değerlendirilecek. Hat, tezhip, minyatür, ebru, kat’ı, cilt ve çini sanatının diri tutulmasını sağlamak için oluşturulmuş bir yarışma olmakla birlikte, uluslararası bir sanat alışverişidir bu çalışma. Zira Üsküdar, bu anlamda hayli güçlü bir geçmişe sahip. İstanbul’un yedi tepesi ile bu yedi sanat da projemizin temsili oldu. Bir iftar yemeğinde duyurduk; 1 Nisan tarihine kadar ilgili yerlere ulaşacak eserler ve 1 Mayıs itibariyle jüri tarafından değerlendirilerek yine bir iftar yeme- 100 eylül 2014 ğinde kazananlar açıklanacak ve ödüller takdim edilecek. Bu iş, sanatçılarımızın işi; biz alan ve imkân sağlayacağız. • Yine ilk kez belediyeniz tarafından yeşertilen bir gelenek: “Surra Alayı”... Nedir “Surra”? Surra, “hediye” demektir. Devir Osmanlı… 1517’de Yavuz Sultan Selim Mısır’ı aldıktan sonra, Kutsal Topraklara, yani Mekke ve Medine’ye gönderilen hediyeler ve o hediyelerin gönderildiği yolculuğu temsil ediyor bu alay. Bu hediyelerin belli bir ritüel ile gönderilmesine “Surra Alayı” deniyor. Aslında yüzyıllarca bu alay Topkapı’dan hareket etmiş ve Haremeyn yolculuğu hediyelerle birlikte yapılmış. Osmanlı döneminde bu hediyelerin gönderilmesi bir onur, bir prestij olarak kabul ediliyor. Biz de aynı güzergâhı takip ederek Hac yolculuğuna çıkan Üsküdarlıları hediyeleriyle ve Surra Alayı’nın adabıyla uğurlayacağız. En son Surra Alay’ı 1915’te gitmiş, yani 99 yıl önce... Biz bu Osmanlı medeniyet geleneğini yeniden canlandırdık. Hazırlıklarımızı yaptık ki Eylül ayının ilk haftasında Surra Alayımız hacılarımızı uğurlayacak. Bu da bir ilktir. Mihrimah Camii’nde dualarla başlanacak ve yola çıkılacak. Valide Atik Külliyesi’ni biliyor musunuz? • Mimar Sinan, Hazarfen Çelebi, Aziz Mahmut Hüdayî gibi manevi dinamiklerin ev sahibidir Üsküdar. Bu mümtaz isimler ışığında sanat, mimari ve inanç faktörleri desem... Mimar Sinan’ın en çok eseri Üsküdar’da bulunuyor. Aziz Mahmut Hüdayî, ülkenin dört bir tarafından gelen misafirlerce ziyaret ediliyor. Bizim bir de Valide Atik Külliyemiz var. Bir İtalyan mimarı, “Dünyada 140 ülke gezdim, beni en çok etkileyen Valide Atik Külliyesi Kültür Ajanda ve Haber Ajanda gibi şık ve kaliteli bir dergi: Üsküdar • Geleneksel Üsküdar Kâtibim Festivalleri devam edecek mi? Tabiî... Fakat festivallerde artık horon, eğlence vs. olmayacak, bambaşka bir organizasyon haline getireceğiz Kâtibim Festivalleri’ni. Bir kültür-sanat festivali olacak. 23-24 Kasım’da, 8. Üsküdar Sempozyumu yapılacak ve yılbaşında da sizin dergileriniz (Haber Ajanda ve Kültür Ajanda’yı eline alıyor) kadar şık ve kaliteli olmasa da bizim de bir dergimiz çıkacak. Dergimizin adı “Üsküdar” olacak ve içeriğinde Üsküdar’daki entelektüel hayat, kültür-sanat çalışmaları yer alacak. • Kıymetli paylaşımlarınız için teşekkür ediyor, gayretinize gayret eklensin diliyoruz… Âmin… Ben teşekkür ediyorum… haberajanda Siyaset >> Korkmadan, kükreyen bir aslan edası ile çıkın toprak altından, bu sefer inanın bu ağır yüke omuz verenlere! Çünkü bu seferkiler daha öncekilerden çok farklı; kendilerine bunca zamandır ne boş vaatleri, ne de boş işleri asla düstur edinmediler. Hüseyin için ağlayıp asla Yezid ile iş tutmadılar. Ahmet Sağlam ahmetsaglam.ajanda@gmail.com Tutanların da dostluğunu ne pahasına olursa olsun asla kabul etmediler. Biliyorum, hiç kolay değil yaşanmış bunca yanılgıdan, bunca yalandan sonsa her müjdeye inanmak. Biliyorum, bu acımasız âlemde kaç defa sinekleri kartal, elsiz ayaksız ve gözsüz kulaksız kimseleri ise Süleyman diye alkışlattılar sizlere. Fakat artık sizler, bugün toprak altında kalamazsınız. Artık bekleyip düşünme vakti çoktan geçti. Beklenilen cemre çoktan düştü. Sizler toprak altındayken, bir kısım kimselerce bin yıllık tecrübe, bin yıllık irfan kumara verilircesine saçılıp savruldu ve bunların yerine bu kimseler, toprağa bile zulüm bir garip kültür inşa ettiler. Bu durumu tekrar tersine çevirmek için beklediğiniz fırsat elinizin altına kadar geldi. Yapın artık yapmanız gerekeni ve geçmişinden fersah fersah uzaklaştırılmış olan, düşünme kabiliyeti de elinden alınmış bu zavallı nesle hars iksirini yeniden aşılayın. Artık zaman sizden yana işliyor. Artık kirli ellerden canla başla koruduğunuz dava erleriniz, korunduğunuz ateş ehlinin dahi akıbetlerine karar verecek konumlara sahipler. Yüksek ahlak, erdem ve fazilet mefkûrelerinin her birinin tesiri ile oluşturulan dava bilincine sahip bu yiğitlerinizin önder- Bugün yapılması gerekenler, bir cerrah titizliği ile yapılmalılar. Değerlerimize dönmenin hazzını yaşarken, aynı zamanda başka kültür ve medeniyetlerden edindiğimiz faydalı tecrübelerin de ihyasına çaba sarf etmeliyiz. Toprak altında hâlâ cemreyi mi bekliyorsunuz? Y ILLARCA her şeyin bittiğini düşünen, kaddi bükülmüş, gururu kırılmış, dizlerine derman ve yüreklerine fer bekleyen ve de düşecek cemrenin yollarını gözleyen yüzlerce tohuma müjdeler olsun! Sizleri acınacak duruma sürüklemek isteyenler emellerine ulaşamadan beklediğiniz cemre nihayet düştü. liğinde, kültürden daha çok irfan değerlerini önde tutarak muasır medeniyetleri dahi kıskandıracak bir doğuş ve ihya sürecinin hız kesmeyen ilerleyişine hep birlikte şahitlik ediyoruz. Bugün yapılması gerekenler, bir cerrah titizliği ile yapılmalılar. Değerlerimize dönmenin hazzını yaşarken, aynı zamanda başka kültür ve medeniyetlerden edindiğimiz faydalı tecrübelerin de ihyasına çaba sarf etmeliyiz. Mesela, kâşifi olduğumuz fakat daha sonrasında ne demek olduğunu dahi unutup Batı’dan tekrar öğrendiğimiz demokrasi kültürünü kaldırıp bir kenara fırlatmamalı, fakat İslam’a uygun olan, İslam değerleriyle donatılmış demokrasi anlayışını var etmenin yollarını aramalıyız. Ötekileştirme anlayışına ve geçmişine sahip olan Batı’nın demokrasisi, toplumların çözülmeleri esnasında bu duruma bir çözüm üretemiyor. Maalesef bu durum aynen bizde de geçerli. Bizim sorunlarımızı bir türlü tam olarak çözemeyiş sebebimiz, yıllarca Batı’yı yeterli düzeyde taklit edemeyişimiz olarak gösterilmek istendi. Hâlbuki sorunlarımızı çözüme kavuşturamayışımızın asıl nedeni, Batı’yı haddinden fazla taklit edişimizde gizlidir. Batı’nın demokrasi kültüründe sınıflar arası uzlaşı mümkün olmazken, daha önce İslam şeriatı ile yoğrulmuş olan bir kültürün hayat sürdüğü toprak parçasında bu uzlaşıyı gerçekleştirmek zaruridir. Çünkü bir kavim, mezhep ve sair mensupları daha evvel İslam’ın özgürlük anlayışına taraf olmuşlarsa, o kitleye baskı ile söz geçiremezsiniz. Bu duruma en iyi örnek olarak herhalde yıllardır bitirilemeyen terör sorununu gösterebiliriz. Bugüne kadar uzlaşı dışında her yolun denenmesine rağmen bir türlü bitirilemeyen terör örgütü, Çözüm Süreci ile birlikte büyük kan kaybetmiş ve geri adım atmak zorunda kalmıştır. “Adaletin, hoşgörünün, barışın, özgürlüğün hâkim olduğu topraklar” yazdığımda, sanki birilerinin yanlış yazdığımı söylediğini, çünkü hoşgörü, adalet ve özgürlüğün birbirini dışlamadan aynı toplum içerisinde var olabilmiş örneğinin çok az olduğunu söylediğini işitir gibi oluyorum. Evet, laiklerin özgürlük anlayışında önemli olan, bireyin nefsanî arzusunu karşılaması için özgür bırakılmasına çabalamaktır. Bu ise çok tehlikeli ve sakat bir zihniyet örneğidir. Çünkü bu düşünce, çoğu zaman diğer bireylerin özgürlüklerinin kısıtlanmasına veya ihlal edilmesine sebebiyet doğurur. İslam’ın öngördüğü özgürlükse, herkesin dinî yaşantısını özgürce sürdürdüğü, rahatlıkla kendisi gibi düşünenlerle birlik oluşturabildiği bir anlayışa sahiptir. eylül 2014 101 haberajanda Dosya: Sağlik 2002-2014 yıllarına baktığımızda, devlet sağlıkta birçok yeniliğe imza atmıştır. Herkes için ulaşılabilir, nitelikli, sürdürülebilir ve güçlü bir sağlık sektörü oluşturuldu. 37 milyon SSK’lı kamu hastanelerinden hizmet almaya başladı. Üniversite ve özel hastanelerden bütün vatandaşlarımız yararlanmaya başladı. Genel Sağlık Sigortası ile bütün vatandaşlarımız sosyal güvence kapsamına alındı. 18 yaşın altındaki tüm nüfus ve eğitim görenler, sosyal güvence aranmaksızın Genel Sağlık Sigortası kapsamına alınması sağlandı. *** Yıllara ve sektörlere göre hastanelere müracaat sayısında, 2002 yılında, toplamda 124 milyonluk bir müracaat söz konusu iken bu oran 2012 yılında 354 milyon olmuştur. Sağlık Bakanlığı hastanelerine müracaat sayısında 10 yıl içerisinde yaklaşık 2 katlık bir artış yaşanırken, bu artış, üniversite hastaneleri için 3, özel hastaneleri içinse 13 kat ile sonuçlanmıştır. Bu da özel sektörün yıllar itibariyle göreceli olarak rolünün arttığını göstermektedir. *** Ek olarak SDP’nin mimarları olan sağlık çalışanlarının ikinci planda tutulması da halkın memnuniyeti açısından bir tehlike olarak görülebilir. Sağlık çalışanlarının memnuniyet düzeyini arttıracak önlemler alınmazsa, halkın sağlık hizmetlerinden duyduğu memnuniyet düzeyini olumsuz etkileyebilir. Nitekim TÜİK Yaşam Memnuniyeti Araştırması 2012 verilerine göre bireylerin kamu hizmetlerinden genel memnuniyet düzeylerine bakıldığında, 2012 yılında sosyal güvenlik, eğitim ve ulaştırma hizmetleri ile adlî hizmetlerden memnuniyet 2011 yılına göre artarken, sağlık hizmetlerinden memnuniyet ise azalmıştır. 102 eylül 2014 Türkiye’de Yrd. Doç. Dr. Bülent Kara bulentkara.ajanda@gmail.com sağlık hakları (2002-2014) eylül 2014 103 S haberajanda Dosya: Sağlik AĞLIKLI yaşam hakkı, birçok uluslararası belgede en temel insan hakkı olarak tanımlanmış ve sağlığın korunması, hastalık halinin tedavi edilmesi ve rehabilitasyonu görevi kamu hizmeti olarak devletler tarafından üstlenilmiştir. Bu kapsamda sağlık risklerine karşı bireylere kamu sağlık sistemi ile güvence sağlanmaya çalışılmıştır. Ancak 20. yüzyılın son çeyreğinde kamusal hizmetlerde yeniden yapılanma çalışmalarından sağlık sistemleri de etkilenmiştir. Özellikle nüfus artışı, demografik yapının değişmesi, halkın beklentileri ve teknolojik gelişmeler sağlık harcamalarında artışa yol açmış, bunun karşısında devletler yeniden yapılanma arayışları ile maliyetleri kontrol etme çabasına girmiştirler. Türkiye’de 1990’lı yıllarda başlayan ve 2000 yılı sonrası hız kazanan sağlık hizmetlerinde yeniden yapılanma çalışmaları ile sağlık hizmetlerinin örgütlenmesi, finansmanı ve sunumunda köklü değişiklikler gerçekleşmiştir. Sağlık harcamalarındaki değişim, özellikle bireylerin sağlık harcamalarına katılma oranları, kamu ve özel sağlık kuruluşlarının harcamaları, sosyal güvenlik harcamaları içinde sağlık harcamaları birçok değişikliğe uğramıştır. 104 eylül 2014 Sağlık haklarının gelişimi Türkiye’de sağlık alanında yapılan reformların temeli 1970’lere dayanmaktadır. 1970’lerde kâr oranlarının düşmesi nedeniyle başlayan ekonomik krizi aşmak için Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşların desteği ile Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde “Yapısal Uyum Programları” başlatıldı. Yapısal uyum programlarının temel hedefi, genel olarak kamusal sistemin yeniden yapılandırılması ve özelleştirmelerle iç piyasaların düzenlenmesini sağlamaktı. Küreselleşme adı altında tüm dünya ülkelerine dayatılan bu programlar devletin küçültülmesini, kamu ve sosyal harcamaların azaltılarak kaynakların özel sektöre yöneltilmesini, para ve işgücü piyasalarının düzensizleştirilmesini, kamunun sağlık ve eğitim gibi sektörlerden çekilerek yerini özel sektöre bırakmasını, kamu sağlık kurumlarının tasfiye edilmesini, sosyal güvenlikte devlet bütçesi yerine primlerle mali kaynak sağlanan sigortacılığın geliştirilmesini öngörmekte idi (Yeldan, 2001:24-25). DB, 1980’li yıllarla birlikte birçok ülkede sağlık alanı analizleri gerçekleştirip raporlar hazırlayarak, sağlık alanında maliyet artışından kaynaklanan “sağlık krizi”nin varlığını uygulanması ile nüfusun tümünün sağlık hizmeti kapsamına alınacağını tanımladı. Krizin çözümü olarak da “sağlıkta reform” önerisi benimsendi. Kamuoyuna, reform paketlerinin farklı sosyal güvenlik kurumlarından kaynaklanan “eşitsizlikler”in çözüleceği mesajları verildi. DB, ülkelerde maliyet-etkililik temelli uygulamalar olmadığı için “sağlık krizi” yaşandığını, içeriğini desantralizasyon ve özelleştirme olarak iki ana başlıkta toparladığı sağlık reformları ile ülkelerin sağlık sistemlerinin etkinliğinin artacağını, hakkaniyet ve müşteri memnuniyetinin sağlanacağını ileri sürüyordu (DB, 1993). Reform paketlerinin içeriğinde sosyal güvenlik kurumlarının tek çatı altında toplanarak yeniden yapılandırılması, sağlık hiz- metlerinin sunumuyla finansmanının birbirinden ayrılması, sağlık sektöründe kamu kurumlarının varlığını olabildiğince sınırlayıp kamu dışı aktörlerin sağlık sektörüne girişinin sağlanması, piyasa mekanizmalarının çok daha yoğun kullanılması ile sağlık bakanlıklarının hizmet sunan işlevinden arındırılıp yalnızca düzenleyici kurumlara dönüştürülmesi, birinci basamak sağlık hizmetlerinin kişilere yönelik ve hekim temelli olarak sunulmasını sağlayacak aile hekimliği sisteminin kurulması ve yerinden yönetime dayanan bir sistemin kurulması bulunuyordu. Sağlık hizmetlerinin bir maliyeti olduğu ve bu nedenle hizmeti kullanacak olanların bu maliyeti paylaşması gerektiği gerekçe gösterilerek herkese sağlık primi, katılım ve katkı payı ödeme zorunluluğu getirilmekteydi. Ayrıca reform paketlerinde sağlık emek gücü istihdamında esnek çalışma biçimleri ile özellikle hekim ve hemşirelik hizmetleri sunumunda ara emek gücü kullanımının yaygınlaştırılması da yer almaktaydı (Hamzaoğlu, 2011:26). Türkiye’de sağlık reformları Türkiye’de sağlık hizmetleri, yasalarla devletin sunması gereken bir hizmet olarak kabul edilmiş ve 1961 Anayasası’nda anayasa hükmü olarak düzenlenmiştir. 1961 tarihli ve 224 sayılı “Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştirilmesi Hakkındaki Kanun”, Türkiye’de tüm sağlık hizmetlerinin bir devlet görevi olduğu kabul edilerek, birinci basamak hizmetlerinin kırsal kesime kadar yayılarak herkesin sağlık hizmetlerinden yararlandırılması ve koruyucu ve iyileştirici sağlık hizmetlerinin entegre biçimde bir arada yürütülmesi hedeflenmiştir. Ancak 1982 Anayasası’nın 56. maddesi ile sağlık hizmetleri, devletin sunmakla yükümlü olduğu bir hizmet olmaktan çıkarılmış ve devlet, “sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet verilmesini düzenlemekle” görevlendirilmiştir. 224 sayılı kanunun uygulanması için yeterli çaba gösterilmemiş ve aksayan sağlık hizmetleri toplumun memnuniyetsizliğine yol açtığında, çözüm olarak sağlıkta reform gündeme getirilmiştir. Türkiye’de 1987 tarihli “Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu” ile somut olarak ilk adımı atılan sağlık reformları, 1990’ların sonuna kadar maliyet sınırlayıcı politikalarla gündeme gelmiştir. 1980’li ve 90’lı yıllarda uygulanan sağ- lık reformlarıyla liberalizasyon konusunda önemli adımlar atılmıştır. Sağlık reformları hizmetin finansmanının vergilerden değil, ödeyebilenlerin primleri ve katkı payı ile karşılanmasını, sağlık hizmet sunumu ile finansmanın ayrılmasını, sağlık kurumlarının özelleştirilmesini, yerinden yönetime dayalı ve rekabeti kolaylaştıran bir sistemin oluşmasını, sağlık emek gücü istihdamında esnekleşmenin ve performansa dayalı ödemenin yaygınlaşmasını önermektedir (Çiçeklioğlu, 2011:67). Hükümetlerin neoliberal ekonomi politikalarının bir uzantısı olarak sağlık reformları adıyla dile getirdikleri sağlık politikaları, 2003 yılında “Sağlıkta Dönüşüm Programı” (SDP) adıyla topluma sunulmuştur. 2003 yılında SDP ile gelişen süreç, DB ve Türk uzmanlarca oluşan bir komisyonca 2003 yılında tamamlanan “Türkiye: Daha İyi Erişim ve Etkinlik İçin Sağlık Reformu” (DB, 2003) başlıklı rapora dayanmaktadır. SDP adıyla anılan reform projesi dört ana başlık altında toplanmaktadır (DB, 2003). Reform projesinin ilk başlığı, “sosyal güvenlik sisteminin yeniden yapılandırılması”dır. Bu çerçevede üç sosyal güvenlik kuruluşu (Emekli Sandığı, Bağ-Kur ve SSK) SGK çatısı altında birleştirilmekte (5502 Sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu) ve 5510 sayılı “Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu” (SSGSSK) ile de Genel Sağlık Sigortası (GSS) oluşturulmaktadır. Reform projesinin ikinci ayağını “sağlık ocakları çatısı altında yürütülen birinci basamak sağlık hizmetlerinin ‘aile hekimliği’ sistemi altında yeniden yapılandırılması” oluşturmaktadır. Birinci basamak sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi anlamına gelen 5258 sayılı “Aile Hekimliği Pilot Uygulaması Hakkında Kanun” 2004 yılında yürürlüğe girmiştir. Reform projesinin üçüncü ayağını “ikinci ve üçüncü basamak sağlık kuruluşlarında ‘sağlık işletmesi’ modelinin uygulanmaya geçirilmesi”, dördüncü ayağını ise “SB merkez teşkilatının yeniden yapılandırılarak ‘düzenleyici’ işlevlerle sınırlandırılması” oluşturmaktadır (Ataay, 2008:170). Kamu hastanelerinin elden çıkarılmasına yönelik “Kamu Hastaneleri Birliği” uygulaması, Kasım 2011 tarihinde yayınlanan 663 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) içinde yer almaktadır. Reformun ilk ayağını genel sağlık sigortası oluşturmaktadır. Sosyal Güvenlik Reformu’nun kurumsal yapı ile ilgili ayağı, 5502 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu ile 20 Mayıs 2006 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Reformun diğer bileşeni ise emeklilik rejimi ve genel sağlık sigortası ayağı birleştirilerek 5510 sayılı SSGSSK ile 1 Ekim 2008 tarihinde hayata geçirilmiştir. 2012 yılından itibaren zorunlu GSS uygulamasına geçilmiş ve sağlık sisteminin finansmanında köklü değişiklikler ortaya çıkmıştır. Sistem, finansman ile sağlık hizmeti üretiminin birbirinden kesin olarak ayrıldığı, hizmet satın alınması anlayışına dayanmaktadır. Reform öncesi, Sosyal Sigortalar Kurumu (SSK) sağlık giderlerini düşürmek amacıyla kendi hastanelerini, ilaç fabrikalarını ve eczanelerini kurmuştu. Sağlık sigortası, sağlık hizmeti ile ilaç üretim ve dağıtımının bütünleştirdiği bu sistemin, giderlerin düşürülmesini sağladığı varsayılıyordu (Hamzaoğlu ve Yavuz, 2006:281). Ancak özel sağlık kuruluşlarını destekleyen yeni sisteme geçiş ile sağlık harcamalarında önemli artışlar gerçekleşmiştir. Reformun ikinci ayağı, sağlık ocakları çatısı altında yürütülen birinci basamak sağlık hizmetlerinin “aile hekimliği” olarak yeniden yapılandırılmasından oluşmaktadır. 5258 sayılı “Aile Hekimliği Pilot Uygulaması Hakkında Kanun”un 2004 yılında çıkartılmasıyla birlikte, pilot olarak seçilen Düzce ilinden başlanarak ve her yıl yeni iller kapsama alınarak aile hekimliği sisteminin ülke genelinde uygulanmasına geçilmiştir. Birinci basamak sağlık kuruluşlarının sorumlu oldukları “koruyucu sağlık hizmetleri” de “topluma yönelik” ve “kişiye yönelik” olarak ikiye bölünmüş, topluma yönelik koruyucu hekimlik hizmetleri sağlık ocaklarının yerine kurulan “toplum sağlığı merkezleri”nin sorumluluğuna verilirken, kişiye yönelik koruyucu ve tedavi edici sağlık hizmetleri ise aile hekimlerinin sorumluluk alanına bırakılmıştır. Sağlıkta değişim ve dönüşüm Sağlık hakkının bir hak kategorisi olarak ortaya çıkışı daha önceye uzansa da ulusal hukuk düzenlerinde üstün normlarla korunan bir hak olarak yaygınlaşması geçtiğimiz yüzyılın başlarına dayanır (Aldıkaçtı, 1997: 80; Gümüş, 2010: 344-346). Uluslararası hukukta belirgin bir kategori olması ise İkinci Dünya Savaşı sonrası (1945) insan hakları paradigmasının yerleşmesiyle birlikte gelişir. Savaş sonrası dünyasında insan haklarının uluslararası sistemin temelleri eylül 2014 105 haberajanda Dosya: Sağlik arasında yerini almasıyla birlikte gelişen uluslararası insan hakları hukukunun haklar kataloğunda sağlığa ilişkin haklar başından beri yer almıştır. Günümüzde sağlık hakkının yerleşik bir insan hakkı olduğu belirlenebilir; insan haklarının hukukla korunmasını amaçlayan ulusal ve uluslararası hukuk kaynaklarının haklar listesinde sağlık hakkı standart olarak yer almaktadır. Türkiye’de sağlık hakkı, 1961 ve 1982 Anayasalarında tanınan temel haklar arasındadır. Anayasal hak güvencesi, kaynağını uluslararası insan hakları hukukundan alan sağlık hakkı normlarıyla tamamlanmaktadır. Sağlık, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Anayasası ve 1978 Alma-Ata Bildirgesi’nde “yalnızca hasta ya da sakat olmama değil, fiziksel, zihinsel ve sosyal anlamda tam bir iyi olma hali” olarak tanımlamaktadır. Ekonomik, sosyal ve kültürel haklara ilişkin Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin (ESKHS) 4 106 eylül 2014 yetkili yorum organı olan Komite’nin sağlık hakkı yorumunda da DSÖ’nün sağlık tanımlarının temel alındığı görülmektedir. Anayasa’nın 56. maddesinde “beden ve ruh sağlığı(ndan)” söz edilmektedir. Sağlık hakkı, tarihsel gelişimi bakımından “ikinci kuşak haklar” arasında yer almaktadır. Sağlıkta bir değişim ve dönüşüm yaşanırken devletlerin rolü oldukça büyüktür. Devletin sağlık hakkından doğan ödevleri vardır. Bu ödevler, ilk olarak Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan “insan haklarına saygılı, sosyal hukuk devleti” niteliği ışığında değerlendirilmelidir. Hukuk devleti, her şeyden önce devletin, hukuk yaratıcısı ve hukuka uygun davranma yükümlüsü olarak hukuk aracılığı ile girdiği taahhüdü ciddiyetle yerine getirmesini içerir. Sosyal devlet ise “kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, kişinin temel hak ve hürriyetlerini sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak” taahhüdü altındadır (Anayasa, Madde 5). Bir diğer deyişle “(s)oysal devlet, genel olarak toplumdaki eşitsizlikleri olabildiğince gidererek vatandaşlarına insan onuruna yaraşır bir yaşam düzeyi sağlamayı amaçlayan bir devlet” olarak tanımlanabilir (Sabuncu, 2009: 151). İnsan haklarına saygılı devlet ise, insan haklarını korumayı üstlenmektedir. Sosyal haklar söz konusu olduğunda bu ödev, “saygı, koruma ve gereğini yerine getirme” olarak anlaşılmalıdır (Algan, 2007: 85). Devlet, tıpkı bireylerin yaşama hakkına ve vücut bütünlüğüne saygı gösterirken olduğu gibi, onların sağlık hakkına ilişkin olarak da belirli bir sınırı aşmamasını gerektiren bir yükümlülük altındadır. 2002-2014 yıllarına baktığımızda, devlet sağlıkta birçok yeniliğe imza atmıştır. Her- kes için ulaşılabilir, nitelikli, sürdürülebilir ve güçlü bir sağlık sektörü oluşturuldu. 37 milyon SSK’lı kamu hastanelerinden hizmet almaya başladı. Üniversite ve özel hastanelerden bütün vatandaşlarımız yararlanmaya başladı. Genel Sağlık Sigortası ile bütün vatandaşlarımız sosyal güvence kapsamına alındı. 18 yaşın altındaki tüm nüfus ve eğitim görenler, sosyal güvence aranmaksızın Genel Sağlık Sigortası kapsamına alınması sağlandı. Son söz yerine Eski Sağlık Bakanı Sayın Recep Akdağ (2012), 2013 yılı bütçe sunumunda kamu hastane birlikleri, şehir hastaneleri, tıbbî ürün ve hizmetlerin üretiminin teşvik edilmesi, serbest sağlık bölgeleri, sağlık turizmi ve sağlık insan gücü konularını ortaya koymuştur. 663 sayılı Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname (Resmi Gazete 011) ile “Bakanlık politika ve hedeflerine uygun olarak, ikinci ve üçüncü basamak sağlık hizmetlerini vermek üzere hastanelerin, ağız ve diş sağlığı merkezlerinin ve benzeri sağlık kuruluşlarının açılması, işletilmesi, faaliyetlerinin izlenmesi, değerlendirilmesi ve denetlenmesi, bu hastanelerde her türlü koruyucu, teşhis, tedavi ve rehabilite edici sağlık hizmetlerinin verilmesini sağlamakla görevli, Bakanlığa bağlı Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu kurulmuştur” (Madde 29). 663 sayılı KHK’nın “Kurum tarafından kaynakların etkili ve verimli kullanılması amacıyla Kurum’a bağlı ikinci ve üçüncü basamak sağlık kurumları il düzeyinde Kamu Hastaneleri Birlikleri kurularak işletilir” (Madde 30) hükmü kapsamında 87 KHB kurulmuştur. Sağlık sektöründe kamu-özel ortaklığı kurulmuş ve finansman yönteminin uygulanması ile özel sektör finansman kaynaklarının kamu yatırımlarında kullanılması; özel sektörün hızlı karar alma ve bu kararları uygulamaya koyma becerisi ile yaratıcılığının proje sürecine entegrasyonu ve riskin paylaşılması; her kesimin en iyi bildiği ve uzman olduğu ana işini yapabileceği bir altyapının oluşturulması; sağlık tesisi faaliyete geçirilinceye kadar kamu adına herhangi bir maliyet üstlenilmemesi; ödenek yetersizliği nedeni ile kamuda ortalama 8-10 yılı bulan bina yapım sürelerinin kısaltılması; kısıtlı kamu kaynakları üzerindeki yatırım yükünün kira bedeli ödeme düzeyinde uzun yıllara yayılması; tıbbi hizmetler dışında- ki hizmet ve alanların işletilmesinin özel sektöre yaptırılması gibi temel unsurları ve avantajları hedeflenmektedir. Sağlık hizmetlerinin uluslararası düzeyde üretimi, tüketimi ve bu bağlamda hastaların uluslararası düzeyde dolaşımı tarih boyunca her zaman var olan bir olgu olmuştur. Ancak özellikle son yıllarda ağırlıklı olarak bilgi ve iletişim teknolojisinin kaynaklık ettiği küreselleşme süreci ile birlikte bu dolaşım daha da artmış ve sağlık turizmi etiketi odaklı olarak ciddi bir pazar yaratılmıştır. Türkiye’nin de içinde bulunduğu bazı ülkeler, bu artan uluslararası hasta dolaşımı pastasından pay almak için son 15-20 yıldır ciddi girişimlerde bulunmaktadır (Kaya, Yıldırım, Karsavuran ve Özer 2013). Türkiye, 2003 yılından bu yana gerçekleştirmiş olduğu SDP ile sağlık hizmetlerinin tüm bileşenlerinde önemli gelişmeler ve iyileştirmeler kaydetmiş, toplum sağlığını geliştirmiş ve gelinen noktada da sadece ulusal hastalara değil, aynı zamanda uluslararası hastalara da kaliteli ve maliyet-etkili hizmet verecek kurumsal kapasiteye ulaşmıştır. Bu bağlamda Türkiye, son yıllarda uluslararası hasta dolaşımından önemli ölçüde pay alan bir destinasyon ülkesi konumuna gelmiştir (Kaya, Yıldırım, Karsavuran ve Özer 2013). 2011 yılında kamu sağlık kuruluşlarına gelen hasta sayısı 41 bin 847 iken, bu sayı 2012 yılında 43 bin 904’e ulaşmıştır. 2011 yılında özel sağlık kuruluşlarına gelen hasta sayısı ise 114 bin 329 iken, 2012 yılında bu sayı yaklaşık olarak 2 katı artmış ve 218 bin 95’e ulaşmıştır. 2012 yılında toplam uluslararası hasta sayısı 261 bin 999 olarak gerçekleşmiştir. Yıllara ve sektörlere göre hastanelere müracaat sayısında, 2002 yılında, toplamda 124 milyonluk bir müracaat söz konusu iken bu oran 2012 yılında 354 milyon olmuştur. Sağlık Bakanlığı hastanelerine müracaat sayısında 10 yıl içerisinde yaklaşık 2 katlık bir artış yaşanırken, bu artış, üniversite hastaneleri için 3, özel hastaneleri içinse 13 kat ile sonuçlanmıştır. Bu da özel sektörün yıllar itibariyle göreceli olarak rolünün arttığını göstermektedir. Bu noktada toplam müracaat sayısında iki temel çarpıklığa dikkat çekmekte yarar vardır. Birincisi, toplam müracaat sayısının Avrupa ortalamasının üstünde olması ve bu durumun siyasî aktörler ve sağlık yöneticileri tarafından iyi bir göstergeymiş gibi yansıtılmasıdır. Bu artışların bir kısmı gereksiz artışlar olabilir. Bunun temel nedenleri olarak performansa dayalı ödeme biçimi ve halkın sağlıkla ilgili bilgi ve algısının düşük düzeyde olması gösterilebilir. İkincisi ise, halen ikinci ve üçüncü basamak sağlık hizmetlerine başvurunun birinci basamak sağlık hizmetlerine göre çok yüksek olmasıdır. Bu da birinci basamak sağlık hizmetlerinin etkili ve verimli bir şekilde kullanılmadığının bir göstergesidir. Sürdürülebilir bir sağlık sistemi için aile hekimliği sisteminin daha fazla desteklenerek ve geliştirilerek (örneğin sevk zincirinin zorunlu hale getirilmesi ve aile hekimliğine başvurunun özendirilmesini amaçlayan tedbirlerin alınması gibi) halkın birinci basamak sağlık hizmetlerini daha etkili ve verimli kullanması sağlanmalıdır. Mevcut uygulamada aile hekimlerine ağırlıklı olarak reçete yazımı için başvurulmaktadır. TÜİK Yaşam Memnuniyeti Araştırması verilerine göre, Türkiye’de 2003 yılında yüzde 39,5 olan memnuniyet oranı yaklaşık olarak 2 kat artarak yüzde 76’ya yükseldiği görülmektedir. Bunun altında yatan temel felsefenin ise bireylerin, dolayısıyla toplumun merkez alınarak SDP’nin gerçekleştirilmeye çalışılması olduğu belirtilebilir. Ancak son dönemlerde katkı payları ve ilave ücretlerdeki artışlar ve dile getirilen temel teminat paketinin daraltılması söylemleri realite haline gelirse memnuniyet oranlarında bir azalma olabileceği belirtilebilir. Ek olarak SDP’nin mimarları olan sağlık çalışanlarının ikinci planda tutulması da halkın memnuniyeti açısından bir tehlike olarak görülebilir. Sağlık çalışanlarının memnuniyet düzeyini arttıracak önlemler alınmazsa, halkın sağlık hizmetlerinden duyduğu memnuniyet düzeyini olumsuz etkileyebilir. Nitekim TÜİK Yaşam Memnuniyeti Araştırması 2012 verilerine göre bireylerin kamu hizmetlerinden genel memnuniyet düzeylerine bakıldığında, 2012 yılında sosyal güvenlik, eğitim ve ulaştırma hizmetleri ile adlî hizmetlerden memnuniyet 2011 yılına göre artarken, sağlık hizmetlerinden memnuniyet ise azalmıştır. Sağlık hizmetlerinden memnuniyet, 2011 yılında yüzde 75,9’dan 2012 yılında yüzde 74,8’e düşmüştür (TÜİK 2013). Bu somut durumlar dikkate alınarak pratikte karşılaşılan olumsuzlukların hızlı bir şekilde giderilmesi elzem olmaktadır. Sağlık, çağın vazgeçilmezi ve toplumların siyasetle sıkı bağ kurduğu alanların en başında gelmektedir. eylül 2014 107 haberajanda Teknoloji TÜBİTAK ve “YENİL TÜBİTAK bu çalışmaların yanı sıra son 3 yılda yapılan çalışmalarla sektörlerin problemlerini AR-GE ile çözmüş, proje değerlendirme süreçlerini daha etkin hale getirmiş, bürokrasiyi azaltmış, süreci şeffaf hale getirmiş, projeleri daha hızlı sonuçlandırmış, TÜBİTAK Çağrı ve Destek Merkezi’ni kurarak araştırmacıların tüm sorularını anında cevaplandırmaya başlamış, proje başvuru sayılarını önemli ölçüde arttırmış ve en önemlisi de daha bilimsel bir Türkiye için ve herkesi bilimle tanıştırmak için önemli bir çaba sarf etmiştir. 108 eylül 2014 B İLİM, teknoloji, AR-GE, yenilik ve girişimcilik alanlarındaki gelişmeler, değişim etkisine sahiptirler. Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, şimdiye kadar yaptığından daha çok olmak üzere TÜBİTAK, KOSGEB ve TPE ile birlikte ülkemizin bilim, teknoloji ve yenilik ekosistemini daha etkin çalıştırmaya yönelik önemli program ve teşvikler vermeye devam ediyor. Bu durum, ülkemizin 2023, 2053 ve 2071 hedeflerine daha güçlü” şekilde hazır olması, insanımızın yaşam standardının yükseltilmesi ve evrensel bilime katkı sağlanması gibi sonuçlar meydana getirecektir. >> TÜBİTAK, ülkemizin gelecek vizyonunu daha hızlı sağlamak için 2012 yılından itibaren yaptığı yeniliklerden öne çıkanları “Yenilikler” adlı kitapta toplayarak kamuoyuyla paylaştı. Kitaptaki yenilikler, sadece bilim ve teknoloji alanında değil, tüm alanlardaki gelişime ivme kazandıracak nitelikte. Bu yeniliklerden araştırmacıların azami ölçüde yararlanmaları ve bunların katkısıyla ülkemizin bilim ve teknoloji alanında yaşadığı atılımın hız kazanması hedeflenmektedir. Kitapta yer aldığı itibariyle TÜBİTAK’ın son birkaç yılda yaptıklarına sırasıyla bir bakalım. Dr. Nurettin Alabay nurettinalabay.ajanda@gmail.com İKLER” Bilimsel bir yarış başladı TÜBİTAK, aslında bir bilimsel yarış başlatmıştır. Kaliteye göre teşviklerin arttığı, yayınların kendi alanlarındaki diğer yayınlarla karşılaştırıldığı, objektif kriterlere göre değerlendirmeler yapıldığı ve araştırmacılara 50 bin TL yayın desteğinin verildiği bilimsel bir yarış... Bu yarışla birlikte araştırmacıların daha çok uluslararası endeksli yayınlar çıkarması bekleniyor. Projelerin kalitesini artırmak için, proje performanslarına endeksli olarak 100 bin TL doğrudan ödül vermekte TÜBİTAK. Bu teşvik, proje bitiminden itibaren 3 yıl içerisinde müracaat edilmesi durumunda 36 farklı kritere göre elde edilen performans dâhilinde verilmektedir. Projelerde üniversitelerin rolünü arttırmak için AR-GE fonlarının üniversite bütçesi içindeki oranını yüzde 25’ler seviyesine çıkarabilmek ve bu yolla üniversiteleri AR-GE’ye yönlendirmek için projelerde kurum hissesi yüzde 50’ye yükseltildi. Bu sayede bir üniversite, proje bütçesi dışında 10 milyon TL ek gelir elde etmiş olacak. Ülkemizin otomotiv, sağlık, enerji, bilişim ve gıda sektörlerinde öncelikli alanları tespit edilerek son 2 yıl içerisinde 44 ayrı proje çağrısı yapılmıştır. 2014 yılı içerisinde 59 proje çağrısı yapılmış olup, toplam 2,5 milyon TL destek verilmiştir. İlk defa AR-GE projesi hazırlayacaklara 60 bin TL destek verilmektedir. Teknoloji bağımlılığımızı azaltacak, ülkemize özgü, rekabet gücümüzü artTıracak teknolojiler için, “Yerlisini yaparım” diyene 200 bin TL’ye kadar AR-GE desteği verilmektedir. Savunma sanayiine yönelik 100 milyon TL’lik projelerin yüzde 100’ü desteklenmektedir. Özgün iş desteği İlk kez bir iş fikri olan girişimcilere destek verilerek, onların hayallerini gerçekleştirmesinin önü açıldı. Lisans mezunu olan bireysel girişimcilere 100 bin TL hibenin yanı sıra, her aşamada rehber desteği verilmektedir. Bu tür bir girişimcilik desteği firmalar için de bulunmaktadır. Firmalara yapılan destekler çeşitli başlıklar altında toplanmakta olup, sermaye desteğinin yanı sıra uzman desteği de verilmektedir. Tekno-girişim sermayesi desteği alan 10 girişimciyi bir aylık eğitim ve yabancı girişimcilerle buluşması için ABD’deki Silikon Vadisi’ne gönderiyor TÜBİTAK. Üniversite mezunlarının daha girişimci olmaları için, üniversitelerin lisans ve lisansüstü girişimcilik programları düzenlemesi destekleniyor. Destek süresi 36 ay olup, tüm masraflar da karşılanıyor. Bu destekten ilk yılında 14 üniversite yararlandı. Yenilik yarışı Üniversitelerde girişimcilik ve yenilikçilik odaklı rekabeti arttırmak amacıyla her yıl Türkiye’nin en girişimci ve yenilikçi 50 üniversitesi belirlenerek üniversitelerin bir girişimcilik ve yenilikçilik yarışına girmesi amaçlanıyor. Bu sıralama da 5 ana kritere göre yapılıyor. Her yıl 10 adet olmak üzere, her üniversite için “Teknoloji Transfer Ofisi”ne 10 milyon TL’ye kadar destek verilmektedir. Bu çerçevede yeni teknoloji transfer ofisleri kuruldu ve eskileri yenilendi. Türkiye’de ilk defa risk sermayesi fonlarına destek vererek başlangıç aşamalarındaki şirketlerin finansman ihtiyaçlarını karşılıyor TÜBİTAK ve firmaların yaşam sürelerini arttırıyor. Risk sermayesi, iyi bir girişim fikri olup sermayesi olmayan kişilere verilen fondur. Bu fonun yüzde 20’si kadarlık kısmı 12 yıl süreyle verilmektedir. Ulusal ve uluslararası patent başvuru sayısının arttırılması amacıyla başvurudan tescile kadar tüm süreci destekleyen yeni bir program başlatıldı. Başvuru sonucu tescil edilen ulusal patente 3 bin TL, uluslararası patente ise 10 bin TL ödül verilmektedir. Öncelikli alanlar AR-GE Destek Programı çerçevesinde, ürün ve teknoloji odaklı başlıklar altında proje çağrısı yapılmıştır. Proje çağrısı özel sektöre yapılmış olup, özel sektörün belirlenen ülke önceliklerine yönelik çözümler getirmesi hedeflenmektedir. Belirlenen önceliklerse şunlar: Otomotivde elektrikli araçlar, sağlıkta biyomalzeme, makina imalatında mekatronik, enerjide kömür teknolojileri, bilgi ve iletişimde mobil teknolojiler ve gıdada ise yerli tohum şeklindedir. Son 2 yılda 56, 2014 yılında ise 39 çağrıya çıkılmıştır. KOBİ’lerin AR-GE ve yenilik faaliyeti yapabilme kapasitelerini arttırmaya yönelik ulusal ölçekli mentörlük (rehberlik) mekanizmasının geliştirilmesini ve uygulanmasını destekliyor TÜBİTAK. İlk aşamada verilen rehberlik desteği sonrası, ikinci aşamada ise 100 ve 400 bin TL’den oluşan 500 bin TL destekle karşılanıyor. Burslar LYS sınavında matematik, fizik, kimya ve biyoloji gibi temel bilimleri okumak isteyen öğrencilerden ilk 10 bine girenlere 750 TL ile 2 bin TL arasında burs verilmektedir. Hatta diğer alanlarda okuyan, temel bilimlerde çift anadal yapmak isteyen lisans öğrencilerine de burs verilmektedir. Ayrıca LYS sınavında tarih, felsefe, sosyoloji, coğrafya, arkeoloji, sanat tarihi gibi sosyal bilimler alanında okumak isteyen öğrencilerden ilk 10 bine girenlere bin TL ile 2 bin TL arasında burs verilmektedir. Hatta diğer alanlarda okuyup sosyal bilimlerde çift eylül 2014 109 haberajanda Teknoloji Bilim insanı açığının kapatılmasına yardımcı olmak amacıyla yurtdışındaki Türk ve yabancı araştırmacıların ülkemizde istihdamı için yeni bir destek programı da başlatıldı. Bu başlıkta 2 ayrı program ile 12 aydan 24 aya kadar destek verilmektedir. 3 bin 500 dolar ücretle yol desteği verilmekte ve sağlık sigortası yapılmaktadır. Bu sayede deneyimli uluslararası araştırmacıların Türkiye’ye gelmesi ve deneyimlerini paylaşmaları da hedeflenmektedir. Üniversite öğrencilerine yönelik yazılım, girişimcilik ve sanayi odaklı proje yarışmaları da düzenliyor. Yapılan yarışmalarsa 3 başlık altında yapılıyor. Bunlar, “girişimcilik ve yenilik”, “yazılım projeleri” (bu iki başlık için 5-10 bin TL ödül verilmektedir- ve bir de 15-30 bin TL ödül verilen “sanayi odaklı lisans bitirme projeleri” yarışmaları yapılmaktadır. Bilim merkezleri TÜBİTAK, herkesi bilimle tanıştırmak için 81 vilayete 2023 yılına kadar bilim merkezleri kuruyor. Böylece herkesin bilime olan ilgi ve merakının arttırılması hedefleniyor. 1 milyar TL bütçesi olan bu program çerçevesinde Bursa ve Konya’da bilim merkezleri açıldı, Kayseri ve Kocaeli’de ise açılma hazırlıkları yapılıyor. anadal yapmak isteyen lisans öğrencilerine de burs verilmektedir. Doktora veya doktora sonrası çalışmalarını yurtdışında yürütecek araştırmacıların süreçlerini kolaylaştırmak amacıyla verilen yurtdışı araştırma bursu miktarları da arttırıldı. Bu burs için dil şartı kaldırılmış olup, 2 ayrı program ile aylık 2 bin 500 dolar veya bin 900 avro destek verilmektedir. Ayrıca yurtiçi lisansüstü burs programı ile 6 bin öğrenciye 300 milyon TL burs verildi. Bu, ülkemizdeki bilim insanı sayısını arttırarak, sayıları 200’e ulaşan üniversiteye öğretim üyesi de yetiştirecektir. Ayrıca bu programla yurtiçinde yüksek lisans için bin ve doktora için bin 800 TL burs verilmektedir. Ayrıca Türkiye’nin kritik alanlarda ihtiyaç duyduğu araştırmacı ve akademisyenlerin yetiştirilmesi amacıyla yurtdışında doktora yapmak isteyenlere yıllık 60 bin dolara kadar burs imkânı sunuluyor. Belirlenen kritik alanlarsa uzay aracı, yenilenebilir enerji, yazılım, biyoteknoloji, biyomalzeme, elektrikelektromanyetik malzemeler şeklinde. 2 yıl süreyle aylık bin 800 dolar veriliyor ve dönüşte de TÜBİTAK’ta çalışma imkânı sunuluyor. 110 eylül 2014 Yurtdışındaki Türk araştırmacıların geri dönüşü (tersine beyin göçü) için başlatılan çalışmalar da meyvesini veriyor. 2013 yılında geri dönmek isteyen araştırmacıların sayısındaki artış, önceki yılın 5 katına ulaştı. Geri dönenler için -2 yıl sürmek üzere- maaşlarına ek olarak 3 bin 250 TL veriliyor. Dönen araştırmacılar için 30 bin TL destek de verilmektedir. Küresel etkinlikler TÜBİTAK, ulusal ve uluslararası bilimsel etkinlikleri de desteklemektedir. Bu etkinliklerde ulusal ve uluslararası işbirlikleri kurulmakta ve ortak araştırma projeleri geliştirilmektedir. Bu kapsamda kongre, sempozyum, çalıştay gibi faaliyetler desteklenmektedir. Ulusal ve uluslararası etkinliklere 15-200 bin TL arasında bir destek verilmektedir. TÜBİTAK, doktora öğrencileri ile araştırmacılara, ulusal proje çağrılarına yönelik eğitim verilmesini de destekliyor. Bu başlıkta desteklenen katılımcı sayısı yüzde 235, etkinlik sayısı ise yüzde 143 arttı. Bu başlıkta katılımcılara proje yazma, proje yönetimi ve bütçelemesi konularında eğitimler verilmektedir. TÜBİTAK, herkesi bilimle tanıştırmak için 81 vilayete 2023 yılına kadar bilim merkezleri kuruyor. Böylece herkesin bilime olan ilgi ve merakının arttırılması hedefleniyor. 1 milyar TL bütçesi olan bu program çerçevesinde Bursa ve Konya’da bilim merkezleri açıldı, Kayseri ve Kocaeli’de ise açılma hazırlıkları yapılıyor. Öğrencilerin proje yapma kültürünü geliştirmek ve “Bilim Fuarları Destekleme Programları” çerçevesinde proje yapma kültürünü ilkokuldan başlayarak aşılamak için, ilköğretim okullarında düzenlenen bilim fuarları destekleniyor. Bu program çerçevesinde bin 92 okulda bilim fuarı yapıldı, 64 bin öğrenci katıldı, 30 bini aşkın proje yapıldı ve 953 bin ziyaretçi bu fuarlarda bulundu. Ülke genelinde doğa, bilim ve teknoloji ile ilgili konularda farkındalık meydana getirmek ve bilimsel bilgiyi topluma eğlenceli ve anlaşılır şekilde aktarmak için bilimsel içerikli şenliklerin düzenlenmesini destekliyor TÜBİTAK. Bu sayede doğa, bilim ve teknoloji farkındalığı artacak. Katılımcılara disiplinler arası bir bakış açısı kazandıracak olan bu başlıktaki projeler için proje başına 200 bin TL verilmektedir. TÜBİTAK, popüler bilimi yaygınlaştırmak ve herkesi bilimle tanıştırmak için 587 kitap yayınlayarak 15 milyon okuyucuya ulaştı. Ayrıca Türkiye’nin en çok okunan bilim dergileri de TÜBİTAK tarafından yayınlanıyor. Bu bağlamda Bilim-Teknik dergisi 30 bin, Bilim Çocuk dergisi 100 bin, Meraklı Minik dergisi ise 35 bin adet basılıyor. E-ders Milli Eğitim Bakanlığı ile yaptığı işbirliği protokolüyle ilk kez eğitim müfredatı hazırlayarak inisiyatif alabilen, girişimci, özgüveni yüksek öğrenciler yetiştirilmesine katkı sağlıyor. TÜBİTAK bu bağlamda, 51 ders müfredatını güncelledi ve 56 müfredatı daha güncelleyecek. 15 ders kitabı yazıldı ve yayınlandı, 76 ders kitabı ise yazılacak. Bu kitaplar analitik düşündüren, rasyonel karar verdiren, kendini iyi ifade etmeyi sağlayan, teknolojiyi efektif kullanmayı sağlayan, bireysel öğrenimi kolaylaştıran bir formatla hazırlanmaktadırlar. Eğitimde fırsat eşitliğini ve öğrencilerin eğlenerek öğrenmelerini sağlamak amacıyla e-ders videoları, bilimsel animasyon senaryoları ve yabancı dil öğrenimini kolaylaştırmayı hedefleyen bir model de geliştirildi. E-ders çerçevesinde 2 bin 500 animasyonla alanının en iyi öğretmenleri tarafından hazırlanan 649 ders videosu herkes tarafından ücretsiz erişilebilmektedir. TÜBİTAK, e-ders projesini üniversite ders kitaplarına da taşımak için akademik ders materyallerinin hazırlanması ve zenginleştirilmesi ile üniversitelerde anlatılan derslerin herkese ücretsiz paylaşılmasını amaçlıyor. Bu bağlamda, hazırlanan ders kitapları için 120 bin TL destek, 50 bin TL telif ücreti ödüyor. Bu sayede herkesin ücretsiz erişebileceği akademik kitaplar hazırlanması sağlanırken, akademisyenleri Türkçe kitap yazmaya teşvik ediyor. TÜBİTAK, bilim ve teknoloji alanında kurulan ikili ve çoklu işbirlikleri ile Türk araştırmacıların, dünyanın önde gelen araştırma merkezleri ve organizasyonlarından yararlanmasına imkân sağlıyor. Bu bağlamda, 24 ülkede 28 kuruluşla ikili ve çoklu işbirlikleri yapılarak uluslararası araştırma merkezlerine Türk araştırmacılarının erişimini sağlamanın yanı sıra, araştırmacı değişimi imkânları da sunuluyor. Türkiye, AB 7. Çerçeve Programı’nda gösterdiği başarıyı 2014-2020 yılları arasında sürecek Horizon 2020 Programı’nda daha ileriye taşımayı hedefliyor. Bu çerçevede 80 milyar avroluk bütçe ile enerji, biyoteknoloji, ulaştırma, nanoteknoloji gibi alanlarda özel sektör ve KOBİ’lerin uluslararası işbirliği ve ortaklıkları hedeflenmektedir. TÜBİTAK, tersine beyin göçünü arttırmak ve hızlandırmak amacıyla Avrupa ve Amerika’da düzenlediği 12 çalıştay ile bin 500 Türk bilim insanına ulaştı. Böylece çok sayıda bilim insanının Türkiye’ye dönmesi sağlandı. TÜBİTAK, yurtdışında bulunan Türk araştırmacıların envanterini de çıkardı. Bu çalışmada, 47 ülkede bulunan bin 437 Türk araştırmacıya ulaşıldı. Oluşturulan bilim insanı veritabanı ise Türkiye’nin hizmetine sunuldu. Araştırma merkezlerinde performans ölçümlerine başlandı. Bu amaçla özgün bir model geliştirildi. 5 pilot merkez seçildi ve bu merkezlere saha ziyaretleri yapıldı. Bu ziyaretlerde nicel performans kriterlerinin yanı sıra, performans esaslı yeterlik değerlendirmesi ve sonuç olarak da merkezlerin performanslarına göre kaynak aktarılması hedefleniyor. Ülke genelinde ilk defa 9 farklı alanda “Teknoloji Yol Haritaları” belirlendi. Bu kapsamda geliştirilmesi gereken ürün ve teknolojilerin teknik özellikleri ile giderilmesi gereken teknolojik boşluk ve hedeflerin iş paketleri hazırlandı. Teknoloji haritaları hazırlanırken, 2000’in üzerinde öneri toplandı, odak grup toplantıları ve Delphi anketleri yapıldı. TÜBİTAK bu çalışmaların yanı sıra son 3 yılda yapılan çalışmalarla sektörlerin problemlerini AR-GE ile çözmüş, proje değerlendirme süreçlerini daha etkin hale getirmiş, bürokrasiyi azaltmış, süreci şeffaf hale getirmiş, projeleri daha hızlı sonuçlandırmış, TÜBİTAK Çağrı ve Destek Merkezi’ni kurarak araştırmacıların tüm sorularını anında cevaplandırmaya başlamış, proje başvuru sayılarını önemli ölçüde arttırmış ve en önemlisi de daha bilimsel bir Türkiye için ve herkesi bilimle tanıştırmak için önemli bir çaba sarf etmiştir. TÜBİTAK akademik anlamda Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın en önemli fonksiyonlarından biridir. Son 3 yılda yapılanlar, TÜBİTAK’ı daha da güçlendirmiş ve bu gücü Türkiye’ye kazandırmayı başarmıştır. Üniversitelere uluslararası araştırmacılar kazandırmanın yanı sıra, onları önemli bir bilim yarışına sokmuş ve her şeyden önemlisi de sanayi ve iş dünyasıyla araştırmacıları ve üniversiteleri projeler etrafında bir araya getirmiştir. TÜBİTAK’ı başarılarından dolayı kutluyor, yöneticilerine teşekkür ediyor ve başarılarının devamını diliyorum. eylül 2014 111 Yurtiçi ve yurtdışı vip turlar… Yurtdışı ve yurtiçi tüm havayolları ve hızlı tren yetkili acentası… Alemara Turizm Seyahat Acentası İzmir Cad. Arık İş Merkezi No: 36/22-23 Kızılay-Ankara Tel: 0312 4241323 - 0553 2812737 - 05324044237 E-mail: info@alemaraturizm.com