İlim ve Kültür Tarihinde Sivasiler
Transkript
İlim ve Kültür Tarihinde Sivasiler
Sempozyum Koordinatörü : Alim YILDIZ Yayına Hazırlayan Abdusselam BULUT Bilim Kurulu : Prof.Dr. H.İbrahim DELİCE Prof.Dr. Hüseyin YILMAZ Doç.Dr. Galip YAVUZ Yrd.Doç.Dr. Sadık ÖNCÜL Yrd.Doç.Dr. Osman ALACAHAN Yürütme Kurulu : Siret KARASOY Bilal TIRNAKÇI Ali ŞİMŞEK Vahit YILDIZ Hüseyin AKTAŞ Osman ÇAĞLAK İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SiVÂSÎLER ULUSAL SEMPOZYUMU TEBLİĞLERİ Sekreterya : Abdusselam BULUT Osman KAVAKLIOĞLU Abdullah ALTUNKES Şaban TUTÇU Mustafa YALÇINKAYA SİVAS KEMAL İBN-İ HÜMAM VAKFI Osmanpaşa Cad. Kavukçu İşhanı Kat: 3 No: 308 Merkez Sivas Tel: 0346 221 41 50 Faks: 0346 226 40 64 www.sivasibnihumam.vakfi.org 30 NİSAN – 1 MAYIS 2010 SİVAS, TSO KONFERANS SALONU içindekiler 07 09 11 13 AÇILIŞ KONUŞMALARI Temel KARAMOLLAOĞLU Doğan ÜRGÜP Ali KOLAT İlim Tasavvuf ve Şiir Prof.Dr. Süleyman ULUDAĞ I. BÖLÜM SIVÂSÎ AİLESİ 23 Şemseddîn-i Sıvâsî Ailesi Dr. Fatih GÜNEREN 33 Şemseddin Sivâsî Hazretleri (1520-1597) ve Son Sivâsîlerden Hatıralar Müjgân Üçer 69 Şiir Vadisinde Bir Ailenin Hikayesi: Şemsî’den Fatih Güneren’e Uzanan Halka Doç. Dr. Alim YILDIZ 81 Osmanlı’da Bir Fikrî Mücadele: Kadızâde-Sivâsî Tartışmaları Yrd. Doç. Dr. Yüksel GÖZTEPE 105 Sivâsîler-Kadızâdeliler Olayı ve İnanç Boyutu Cağfer KARADAŞ 185 217 239 289 305 337 359 375 125 139 159 165 II. BÖLÜM ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ Şemseddin Sivâsî’nin Muhiti ve Şemsiyye’ye Giden Süreç Dr. Ali ÖZTÜRK Şemseddin Sivâsî Hayatı Eserleri ve Mevlid’i Prof. Dr. Hasan AKSOY Şemseddin Sivasi’nin Şiir Dünyası Prof.Dr. Recep TOPARLI Şemseddin Sivâsî ve Menâkıb-ı Çehâr-yâr-ı Güzîn Bağlamında Tarihçiliği Ünal KILIÇ 389 III. BÖLÜM SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Sivas’tan Doğan Bir Şems-i Ma‘nâ: Sivasiyye Yolu’nun Bânîsi Abdülmecîd Sivâsî Doç.Dr. Cengiz GÜNDOĞDU Sivâsî Ailesinin Tefsir İlmine Katkıları Çerçevesinde Abdulmecid Sivâsî’nin “Fâtiha Sûresi Tefsîri” Ömer ASLAN Âlim, Şâir, Sûfî Abdülehad Nûrî-İ Sivâsî Dr. İbrahim BAZ Abdülehad Nûrî-i Sivâsî’nin Midilli’deki Faaliyetleri Dr. Necdet YILMAZ Eyüp’te Sivasi Dergahı Haziresi ve Mezar Taşları Hicabi GÜLGEN IV. BÖLÜM SİVÂSÎLER VE İLİM Şemseddin Sivâsî ve Hadis İlmi Doç. Dr. Salih KARACABEY Sivâsîlerin Fıkıh Kültürü Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN Şeyh Ahmed Rindî Sivâsî ve Şiirlerinde Melâmet Neşvesi Yrd. Doç. Dr. Necdet ŞENGÜN Sivâsî İlâhiler Ahmet Hakkı Turabi SONUÇ VE DEĞERLENDİRME 403 Aynaya Bakmak: Şemseddin Sivâsî’nin İzinde Tarihi Yeniden Okumak Bilal KEMİKLİ Prof. Dr. Osman TÜRER 415 SİVAS KEMAL İBN-İ HÜMAM VAKFI AÇILIŞ KONUŞMALARI TEMEL KARAMOLLAOĞLU KEMAL İBN-İ HÜMAM VAKFI MÜTEVELLİ HEYET BAŞKANI Sayın Valim, Belediye Başkanım, Siyasi Partilerimizin kıymetli başkanları, kıymetli davetliler, hanım kardeşlerimiz, gençlerimiz; bütün katılımcılara hoş geldiniz diyorum. Bu programda bizlerle beraber olduğunuz için hepinize teşekkür ediyorum. Bir beldenin, bir ilin, bir memleketin ne seviyede olduğu onun yetiştirdiği insanlarla ve o insanların geride bıraktığı eserlerle anlaşılır. Sivas’ımız gerek Selçuklular gerekse Osmanlılar dönemlerinden bu yana çok güzel eserlere zemin hazırlamış, çok önemli şahsiyetler yetiştirmiştir. Hakikaten ecdadımız bizlere çok güzel eserler bırakmış. Ecdadımızın muhteşem mirasına karşılık bugünkü dünyada İslam aleminin durumu maalesef hiç de iç açıcı değil. Müslümanlar geri bırakılmış, ezilmiş ve her geçen gün de ezilmeye devam etmekte maalesef. Yeniden tarihteki şanlı yerimizi almak, o şanlı mirasa uygun bir ülke meydana getirmek hepimizin arzusudur. Bu arzumuzun gerçekleşmesi sadece sözle olmuyor. Bunun meydana gelebilmesi için güzellikleri bizlere miras bırakan ecdadımızı iyi anlamak zorundayız. Ecdadımızı bulundukları mevkiiye yükselten inanca, onların ilmine, onların fedakârlığına, gayretine, azmine ihtiyacımız var. Bunun için Sivas Kemal İbni Hümam 7 8 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER AÇILIŞ KONUŞMALARI Vakfı’nın kuruluşundan bu yana düzenlemiş olduğu sempozyumlar son derece önemlidir. Bugün de şehrimizin manevi önderlerinden Sivasiler ailesinin el alındığı İlim ve Kültür tarihinde Sivasiler Sempozyumunu gerçekleştirmek amacıyla bir araya gelmiş bulunuyoruz. Bu sempozyum da bizlere ışık olacaktır. Ecdadımız nasıl inanmış? İnançlarını topluma nasıl mal etmişler? O dönemin gençlerini, çocuklarını nasıl yetiştirmişler? Yetiştirdikleri nesiller asırlarca sürecek devletleri nasıl kurmuşlar? Nasıl yönetmişler? Bu sempozyum; bu hususları anlamamızı ve hayatımıza yansıtmamızı sağlayacak etkiler oluşturmalıdır. Bütün çabamız bu yönde olmalıdır. Bu sempozyumun hazırlanmasında emeği geçen; gerek başka şehirlerden gerekse Sivas’tan katılan saygıdeğer ilim adamlarımıza ve sempozyum icra heyetine katkılarından dolayı teşekkür ediyorum. DOĞAN ÜRGÜP SİVAS BELEDİYE BAŞKANI Sayın Valim, Sayın Başkanım, Parti temsilcileri, Sivasilerin ahvadı ve kıymetli katılımcılar. Sivas’ta Kemal İbni Hümam Vakfı’nın kurulmuş olması, şehrimizin ilim adamlarının unutulmamış olması isimlerinin yaşatılıyor olması ebetteki çok önemli. Sivas tarihin her döneminde özellikle de Selçuklular ve Osmanlılar döneminde önemli bir şehirdir. Bu sempozyumda ele alınan Sivasiler de şehrimizin önemli değerlerindendir. Zile’den Sivas’a yerleşerek o günkü Sivas’ın sosyal hayatına, sosyal dokusuna ciddi manada hizmet etmiş ve en son temsilcisine kadar da bu çizgiye devam e irmişlerdir. Şehrimizde Sarı Hatipzadeler diye bilinen Şeyh Numan Efendi ve ahvadı aynı şekilde İhramcızade İsmail Hakkı Toprak hazretleri ve onun yolu hem ilmi hem manevi manada şehrimize güzellikler katmışlardır. Bu yıl şehrimizde sempozyumlar ardı ardına yapılmaktadır. Bu ve benzeri faaliyetler şehrimizin dokusunu kuvvetlendirici, her açıdan faydalı faaliyetlerdir. Mayıs ayı içersinde yapılacak olan İlahiyat Fakültesi’nin düzenlediği Hz. Ali Efendimizin ve Ehli Beyt’in inceleneceği Kerbela Sempozyumu da oldukça önemli bir faaliye ir. 9 10 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER AÇILIŞ KONUŞMALARI Başlangıçtan bu yana bu çizgiye önemli katkılar sağlayan başta Temel KARAMOLLAOĞLU ağabeyimizi ve aynı yoldan giden herkesi kutluyorum. Sivas Belediyesi olarak biz de bu çizgi üzerinde, bu çizgiyi daha yukarılara taşıma gayreti içersinde olacağımızı bayan ediyor bu hususta bütün Sivaslıların dualarını ve desteklerini beklediğimizi arz ediyorum. Tüm katılımcılara saygılarımı sunar ve çalışmanın hayırlara vesile olmasını temenni ederim. ALİ KOLAT SİVAS VALİSİ Vakıf medeniyetinden gelen bir millet olarak Sivas Kemal İbni Hümam Vakfı’nın ve bunun gibi faaliyetler gösteren vakıfların hizmetleri bizi son derece mutlu etmektedir. Vakıflar tarafından gerçekten güzel hizmetler sunulmakta, Allah vesile olanlardan razı olsun. İnsanımız geçmişte yaptıkları ile de, şimdi görüyoruz ki mükemmel eserler bırakmış, mükemmel insanlar bu bölgeden bu diyarda yaşamışlar. Bizler de bu insanların gi ikleri yoldan gitmeye, bu insanlara layık olmaya çaba sarf etmeliyiz. Ecdadımıza layık olmak için çaba sarf etmek hepimizin bilmesi gereken önemli bir husustur. Kemal İbini Hümam Vakfı’nın düzenlediği bu tür programları sivil toplum kuruluşlarımız, vakıflarımız sürekli devam e irmelidir. Sivas zaten bir kongre şehridir. Bu tür sempozyumları, toplantıları, kongreleri yaygınlaştırarak insanımızın gelişimine katkı sağlayacak daha çok ortamlar sağlamalıyız. Bu ve benzeri faaliyetlerin çoğalmasını temenni etmekteyiz. İlim ve Kültür tarihinde Sivasiler Sempozyumu’nu düzenleyen Sivas Kemal İbni Hümam Vakfı’na ve bu güzel çalışmanın hazırlanmasına katkı sağlayan herkese teşekkür ediyorum. 11 İlim Tasavvuf ve Şiir İlim Tasavvuf ve Şiir Prof.Dr. SÜLEYMAN ULUDAĞ ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ Çok muhterem katılımcılar. Hepinize en derin muhabbetlerimi arz ederim. İslam bir dindir. Din olması münasebetiyle bir inançlar sistemidir. Ancak içerisinde hukuku, ahlâkı, edebiyatı, terbiyeyi, iktisadı barındıran bir sistem olması itibariyle de bir dünya görüşüdür. Benim bugün yapacağım konuşma itibariyle, İslam dininin iki yönü vardır.Birincisi İslam dininin ilimle olan ilgisi. İlim bakımından dinimiz nasıldır kısaca bunu belirteceğim. İkincisi sanatla İslam dininin ilgisi nasıldır, kısaca bunlara temas edeceğim. Konuyu şunun için ikiye ayırdım. Bu akşam bir konser dinlemek için buraya gelmiş bulunuyorsunuz bu sana ır, konuşmamın ikinci kısmı bununla ilgilidir. İlk kısmı ise yarınki sempozyumla gerçekleşecek olan ilimdir. Yarın Kemal İbn-i Hümam Vakfı’nın düzenlediği sempozyumda ilmi meseleler tartışılacaktır. Kısaca ilim konusuna da temas edeceğim. Bunun için ikiye ayırdım. Önce ilimden bahsetmek istiyorum. İslam dini hak din olması itibariye insanların bütün ihtiyaçlarını karşılamak üzere Allahu Teala tarafından Hz. Muhammad (sav) vasıtasyla tebliğ edilmiş bir dindir.Çok çeşitli değerler ihtiava eder. Bu değerlerin başında da ilim bulunur. Biliyorsunuz 13 14 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Kuran-ı Kerim “ikra” diye, oku ayeti ile başlar. İlme İslam dini büyük önem vermiştir. İlmin faziletleri ile ilgili ayet ve hadisleri sıralamak istemiyorum; ancak İslam dininin ilme verdiği önem noktasından hareket eden alimler dini ilimleri geliştirmişiler.Bu dini ilimleri 5-6 kategoride görüyoruz. Bunların birincisi Allah’ın kelamı olan Kuran-ı Kerim’le ilgili olan ilimdir. Tefsir ve kıraat ilmi gibi. ikincisi Hz. Peygamber’in hayatı, davranışları, sözleri, düşünceleri ile ilgili bir ilim. 3.sü hukuki meselelerle ilgili bir bilim dalı: buna fıkıh diyoruz.4.sü inançlarla ilgili kısmıdır: biz buna akaid diyoruz ve 5.si tasavvufdur. Tasavvuf ve ahlâk diyoruz; çünkü tasavvuf ahlâkı içine alır. Bu 5 ilim kaynağı ayet ve hadis olan, referansı ayet ve hadis olan, ilimlerdir.İslam’da daha başka ilimler de vardır. Bunlar naklî ilimlerdir. Birde aklî ilimler vardır. Tarih gibi, fizik gibi, coğrafya gibi, matematik gibi... İslam dini bunlara da önem vermiştir. Bu ilimlere dinimiz büyük önem vermiş ve bu alanlarda büyük alimler yetişmiştir. Tefsir alimleri, kıraat alimleri dediğimiz müfessirler, muhaddis dediğimiz hadis alimleri, kelam alimleri fakihler, mutasvvıflar ve ahlâkçılar yetişmiş ve bunların çok önemli eserleri var.Bu eserleri Sivas’ta da görmek mümkündür. Bugün öğleden sonra Cuma namazından sonra Sivas’ın eski medreselerini gezdik dolaştık gördük. Bu medreseler bu ilimlerin öğretildiği mekanlardı.Bu medreselerde talebeler yetişmişti, kıymetli kitaplar yazılmıştı. Sadece buna dikkat çekmek istiyorum.Bu medreseleri imar ederek, tamir ederek topluma kazandıran yeni nesillerin tarihlerini tanımalarına vesile olan ilgililere emeği geçen herkese buradan teşekkür ederim. İnşallah bu faaliyetler devam eder. Sivas aynı zamanda bir kongre şehri olur, eski eserlerin sanat eserlerinin mevcut olduğu bir şehir olur. Bunlar zaten var ama gün ışığına çıkartılması ve tanıtılması gerekiyor.İlim konusunda söyleyeceklerim bu kadar. Gelelim sanat konusuna. Sanat deyince ne anlıyoruz ve İslam dininin sanata verdiği değer nedir?İslam dininde akli ilimlere ve diğer ilimlere çok önem verilmiştir. Bunun yanında sanat faaliyetleri ihmal edilmemiştir. Zaman zaman gayet tabi tenkit edildiği olmuştur. Tenkit ilim faaliyetleri için de sanat faaliyetleri için de gereklidir. Eleştirel yaklaşımlar yeni yorumlar getirmek gerekiyor. Ben bunu bir kusur olarak görmüyorum. Sanat deyince çeşitli şekillerde sınıflandırılır bu.Sanat konusu olan hususlar mesela görsel sanatlar, gözle görülen elle tutulan sanatlardır bunlar. Duyusal sanatlar bizim 5 duyumuza hitap ediyor şu ya da bu şekilde. Gözümüze hitap ediyor. Görsel sanatlar nelerdir? Görsel sanatların en tipik örnekleri Sivas’ta da oldukça çok var mesela mimaridir. İkinci olarak resim yine görsel bir sana ır.Bu vesile ile ifade edeyim; sanki İslamiyet’te resme karşı olumsuz İlim Tasavvuf ve Şiir bir tavır takınılmış gibi eskiden beri bir kanaat vardır. Bu konu ulemanın kitaplarına da yansımıştır. Bu konuda Kuran’da herhangi bir yasak olmamakla beraber hadislerde bunu yasaklayan birtakım ifadeler görmekteyiz. Ama incelendiğinde görülür ki biraz sonra heykele de temas edeceğim. Heykelle ilgili yasaklar meselenin özüne yönelik değil, tamamen o günün şartlarına kaynaklanan geçici bir yasaktı. Nedir o günün şartlarından kaynaklanan durum şudur: Hz Peygamber İslamiyet’i tebliğ etmeye başladığı zaman insanlar ağaçlardan, taşlardan yon ukları ha a hamurdan çamurdan yaptıkları putlara tapıyordu. İslam dini puta tapmayı yasaklayınca gayet tabii bu şeklide putları yapmayı da yasaklamış ve ortadan kaldırılmasını emretmiştir. Bunlar bir şekilde Kuran’da da geçse de hadislerde daha açık ifade edilmiştir. Hz. Peygamberin Mekke fethedildiği zaman Kabe’deki putlara karşı tavrını hepimiz biliyoruz, bunu sadece hatırlatmak istiyoruz; ama bu gelenek ortadan kalktıktan sonra yani yapılan heykellere, putlara, taşlara ibadet etmek sakıncası ortadan kalktıktan sonra çeşitli sebeplerden bunların yapılmasında bir mahsur görülmemiştir. Bugün genel kanaat budur. Sadece Türkiye’de değil bütün İslam aleminin, alimlerinin katıldığı bir görüştür.Buna muhalif görüşler olabilir. Bunlar istisnai şeylerdir. İstisnai şeylerde önemli olmakla beraber genel geçerliliği olan görüşlerdir. Resim sanatı toplumda birtakım ihtiyaçları karşılıyor, birtakım hak ve hukukun daha iyi işlemesini temin ediyor.Heykel dediğimiz zaman biz eski Yunanın eski Romanın çıplak insan resimlerini anımsıyoruz; ama heykeli öyle değil de bir yontma sanatı olarak, üç boyutlu bir sanat olarak düşünecek olursak heykelcilik ondan ibaret değildir. Üç boyutlu taşları veya ağaçları yontma böyle bir sanat eseri meydana getirme İslam dininden sonraki dönemlerde büyük ölçüde birçok toplumda var. Bizim toplumumuzda da var. Osmanlı geleneğinde bunun örneklerine sık sık rastlıyoruz. Mezar taşları; vafaat eden bir insanın başına dikilen taşlar üç boyutludur; bazısı taş oyma sanatı içerisine girer. Bunun yasaklı olmadığına dair ulemanın geniş ölçüde bir kanaati var. Ha a ulemanın kabirlerinin başında dahi bunu görmek mümkündür. O taşlara bakarak bir hanıma mı, bir erkeğe mi ait olduğu veyahut bir alime mi, bir şeyhe mi ait olduğu anlaşılır. Uzaktan baktığınızda da yine üç boyutlu bir gölgesi olabilir. Fakat bundan daha önemli olan Sivas’la ilgili de olması hasebiyle de başka bir örnek vermek istiyorum. O da Divriği’deki Ulu Camii’dir. Divriği Ulu Camiine baktığınız zaman, eminim çoğu gitmiş görmüştür onu. Orada da üç boyut var.Taşın üç boyutunu orada görmeniz mümkündür. Mesela orada kuş ve hayvan motifleri dışında pek çok şey yapılmıştır ki 15 16 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER adeta taş oymacılığının en güzel örnekleri dünyada bir eşi daha bulunmayan bir sanat eseri meydana getirilmiştir. Bu sanat eserinin meydana getirilişinde taş sanatının, taş oymacılığının etkisi altındadır.Mimari, taş oymacılığını tesiri altındadır. Şimdi işitsel sanatlar üzerinde durmak istiyorum. Bunlardan da ikisi üzerinde durmak istiyorum. Bunlardan biri şiir sanatıdır. İşitsel bir sana ır. Önemli bir sana ır, estetik bir sana ır, güzel bir sana ır. Eski tabir ile Funun ı Cemiledendir veya Senayiye Bedia denilir.Sonraki dönemlerde güzel sanatlar veya estetik sanatı adı veriliyor. Şiir konusunda da Kuran-ı Kerim’de de hadislerde de sanki bu iyi görülmüyormuş gibi dini açıdan ifadeler var; ama hadislerin çoğu ve Kuran-ı Kerim’de şiirin güzel bir sanat olduğu, teşvik edildiğini görüyoruz. Bir iki örnek vermek isterim. Bunlardan birincisi Ubeydiye bin Salt diye meşhur bir arap şairi var onun şiiri günümüze kadar gelmiştir. Hıkemi şiirleri vardır. Didaktik dediğimiz öğretici şiirleri var. Onun şiirlerini okurmuş, okuturmuş ve zevkle dinlermiş. Tuhaf şeydir ki bu zat bir İslam düşmanıdır ve bir müşriktir.Fakat Hz. Peygamber’in şiire duyduğu ilgiyi göstermesi açısından enteresandır bu. Okutuyor, zevkle dinliyor ve şöyle diyor: adam müşrik ama nerdeyse şiirde İslamiyet’i bulacakmış.Adam kendisi müşrik; ama şiiri Müslüman diyor. Hz Ali’nin bu konudaki sözünü hatırlatmak istiyorum “Kimin dediğine değil, ne dediğine bak. Diyene bakma.” Hz. Peygamber’in de bu konuda tavrı böyledir. Velid isminde bir zât var. Şairdir ve müşriktir aynı zamanda. Hz. Peygamber hutbede onun şirini okuyor ve nasihat kabilinden sahabeye dünyanın faniliğinden sadece Allah’ın bakiliğini orada hatırlatmak istiyor. Sonra bununla ilgili önemli bir şey daha var. Hz. Peygamber döneminde Araplar arsında şiir çok revaçta idi. Müşrik şairler, inşa e ikleri şiirler ile İslam dinin ve Hz. Peygamber’i kötülüyorlardı. Hicviyeler yazıyorlardı. Karalama şiirleri yazıyorlardı. O zaman şimdiki gibi bir medya olmadığı için bu şiirler ağızdan ağza dolaşarak o zamanın bir çeşit medyasıydı. Hz. Peygamber buradan gelen zararı önlemek için Hasan bin Sabit isimli şair bir sahabeyi şiir söylemeye teşvik ediyordu. Ve diyordu ki “onlara şiir yazarak cevap ver ve Cebrail de senin yardımcın olsun.” Cebrail’i niye söylüyor? Cebrail vahiy meleğidir. Cebrail ilham meleğidir. Velilere, Peygamber olmayanlara da Cebrail Allah tarafından ilham getiriyordu. Hz. Peygamber böyle teşvik ediyordu.Kab bin Zübeyr müşrik bir za ır ve Mekke fethedildiğinde kafir olduğu için ve söylediği şiirler için sürekli Hz. Peygamber’i kötülediği için kanı helal görüldüğü için, Hz. Peygamber bunu nerede görürseniz öldürün dediği için tebdili kıyafet ederek bu zat Hz. Peygamber’in huzuruna geldi ve dedi ki Kad bin Zübeyr huzurunuza gelse ve yaptıklarından İlim Tasavvuf ve Şiir pişman olduğunu söylese affeder misin diye sordu. Affederim cevabını alınca bir kaside okudu. Hz. Peygamber’i ve İslam dinini öven bir kaside okudu. Hz. Peygamber onu tanımıyordu. Hz. Peygamber çok etkilendi, çok duygulandı ve üzerindeki elbisesini giydirdi ve söylediği şiirden dolayı onu ödüllendirmiş oldu. Bu şiir, bugün de en çok okunan tarihte de en çok okunmuş şiirlerden birisidir. Bu olay şiir sanatına karşı İslam’ın tavrını göstermesi bakımından oldukça önemli bir hadisedir. Müşrik şairlerin İslam’ı kötüleyici şiirlerine rağmen hoş görüldüğünü de söylememiz mümkün değildir. Buna da dikkat etmemiz gerekir. Hazreti Peygamber’in daha başka şairleri de vardır ama onları sıralamak mümkün değildir. Sahabe zamanında ve sonraki zamanlarda ilgisi olduğu için söylüyorum bir şiir türü daha ortaya çıktı. Dindar Müslümanlar arasında abid ve zahid insanlar arasında duygularını düşüncelerini inançlarını ahlâklarıyla ilgili hususları bu şiirlerle izah ediyorlardı. Bunların zuhdiyat deniliyordu yani zahidlerin şiirleri insanların zühde takvaya ve iyiliğe teşvik eden, ahirete teşvik eden şiirler demektir. Bu şiirler zamanla gelişti ve 12.asırdan itibaren mahabete şiirleri ortaya çıktı. Zühd edebiyatının yani didaktik edebiyatın yanında bir de böyle lirik bir edebiyat Allah aşkı Peygamber aşkı din sevgisi olan bir edebiyat ortaya çıktı. Basralı bir kadın bunun en önde gelen temsilcilerindendir. Hem zahidce şiirleri hem de muhabbe ullahı, aşkullahı anlatan şiirler İslam toplumunda yayılmaya başladı ve İslam toplumlarında Müslüman şairler çok önemli eserler ortaya çıkar ılar. Ben bunları da uzun uzadıya da anlatmak istemiyorum ama bir iki isimle de bu konuyu geçmek istiyorum. Bunlardan birkaçı Arap edebiyatından birkaçı Fars edebiyatından birkaçı da Türk tasavuf edebiyatından olacak. Arap edebiyatından İbn-i Faris dediğimiz Mısırlı bir sufidir. Şiirleri aşk ve muhabbeti esas alan şiirlerdir ve baştan başa Fas’tan Malezya’ya Endonezya’ya kadar bütün İslam alemini etkilemiştir. O sebepten İbn-i Fariz’e Sultanü’l Aşıkin derlerdi. Onun kasideleri çok meşhurdur ve Türkçeye de tercüme edilmiştir, aşıkhane şiirlerdir. Fars edebiyatında bunun örnekleri daha çoktur. Ama sadece A âr gibi ve özellikle de Mevlana gibi birkaç şairden söz etmemiz maksadımızı ifade etmeye yeter diye düşünüyorum A âr da Mevlana Celaleddin Rumi de dini düşüncelerini tasavvufi düşüncelerini şiirler ile ifade etmişlerdir. Şiirleri aşk şiirleridir. Baştan sona işledikleri aşktır, tabii diğer hususları da bunu içine alacak şekilde işlenmiştir. Mevlana’nın ölümsüz eseri Mesnevi, Divan ı Kebir böyle bir özelliğe sahiptir. Feridüddin A âr’ ın da eselerinin çoğu nazımdır ve o eserler de bu özelliktedir. Yüzlerce binlerce mutasav- 17 18 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER vıf şair dini hayatı şiirleştirmiştir. Dini hayatı sevgi temelinde izah etmişler aşkla şevkle Allah’a ulaşmanın, insanlara ulaştırmanın birleştirmenin yolarını aramışlardır. Türk edebiyatında ise Orta Asya Türk Edebiyatı’nda etkin olan Ahmet Yesevi’dir. Ahmet Yesevi’nin Divan - ı Hikmet adlı eserleri Türk Tasavvuf Edebiyatı’nın ilk eserlerindendir. Türklerin Müslümanlığı kabul etmesinde oldukça tesirlidir.Ahmet Yesevi’ nin çığırı Yeseviye tarikatı Anadolu’ya da gelmişlerdir ve Anadolu’da Yunus Emre gibi büyük şairleri yetiştirmişler ve halen Anadolu’da zevkle okunmaktadır. Niyazi Mısri gibi, Eşrefoğlu Rumi gibi Galip Dede gibi büyük şairler de bu şekilde sanat anlayışı ile eserler ortaya getirmişlerdir. Everensel çapta bir tesir alanına sahip olmaları bakımından ve dünyaca da belirli zamanlarda UNESCO tarafından kutlanmalarından da anlaşılacağı gibi çok önem taşıyan şahsiyetlerdir bunlar. Bunlar bizim klasiklerimizdir. Bizim evrensel değerlerimizdendir. Her yerde i ihar e iğimiz şairlerdir. Eserleri de öyledir. İşitsel sanatlardan birisi de musikidir. Musiki de çok önemli bir sanattır. Musiki konusunda da, şiir konusunda ifade e iğimiz şeyleri söylememek mümkündür. Bu konuda da Hz. Peygamber döneminden bir iki örnek vermek mümkündür. Musiki hakkında bizim fıkıh kitaplarımızda ve bazı ahlâk kitaplarında sanki İslam tarafından yasaklanmış günah sayılmış gibi bir kanaat vardır. Bunu doğru olmadığını söylemek istiyorum. Gerçi böyle bir musiki var. İslam tarafından yasaklanan musiki meyhane musikisidir. İçki müziğidir. O musiki şirk musikisidir, putperestlerin musikisidir. Putperestler, putlarını övmek için şiir yazıyor, sonra besteliyor, ezgi haline getiriyorlardı. İslam dininde musikiye yönelik yasaklar bununla ilgilidir. Bununla sınırlıdır. İslam dini musikiye hoşgörü göstermiş ama ne yazık ki musiki yeteri kadar ilgi görmemiştir, takdir görmemiştir. Bazen de yanlış anlaşılmıştır. Bunlardan bir iki örnek vermek istiyorum, birisi şu: Hz. Peygamber Mekke’den Medine’ye gelirken hicret esnasında bu haber Medine halkına ulaşınca Medine halkı buna çok sevinir ve heyecanla Hz. Peygamberi bekliyorlardı. Onun Medine’ye yaklaştığını görünce karşılamaya çıktılar. Nasıl karşılamaya çıktılar, yaşlısı ile genci ile çoluğu ile çocuğu ile kadını ile erkeği ile. Bunlar Hz. Peygamber’i karşılamaya çıkarken o olayı anlatan hadisler ve siyer kitapları açık açık şunu söylüyor, cariyeler şarkılar söyleyerek karşıladılar diyor. Hangi şarkıdır bu; “ Taleal Bedru Aleyna “ İşte o zamandan İlim Tasavvuf ve Şiir kalan bir şarkıdır ve hala da biz onu dinliyoruz. O zaman bu şarkı hanımlar tarafından Hz. Peygamber’i karşılama esnasında söylenmiştir. Hz. Peygamber’in bir düğün olduğu zaman bu düğünde tef çalınmasını şarkı söylenmesini teşvik e iğine dair sahih hadis kitaplarında pek çok örnekler vardır. Ha a Buharide ve Müslimde bir bayram dolayısıyla iki genç kızın Hz. Peygamber’in hane i saadetinde şarkılar söylediği rivayeti vardır. Hz. Ömer bir rivayete de göre Hz. Ebubekirdir bu, hane i saadetinde yani vahyin geldiği bir evde bu kızların şarkı söylediğini duyunca şarkı söyleyen kızlara kızıyor, men ediyor Hz. Peygamber’in evinde böyle bir şey olmaz diyor. Hz. Peygamber ona mani oluyor. Bırakın söylesinler her kavmin bir bayramı vardır bu da bizim bayramımızdır, bayramda bunlar söylenir diyor. En kuvvetli rivayetlerde bunlar vardır. Şimdi bir de dini musiki var. Dini musiki demek dini metinleri, bunlar hadisler olabilir işte Taleal Bedru Aleyna olabilir tasvip e iği bir şey olduğu için de bir hadistir bu. Hz. Peygamber Kuran’ın güzel sesle okunmasını istiyor, ezanın güzel sesle okunmasını istiyor. Bilal Habeşi’nin sesi güzel olduğu için onu müezzin olarak tayin e iği ve kuranı okumak isteyenlere diyordu ki Hz. Peygamber Kuran - ı Kerim’i güzel seslerinizle süsleyiniz. Ve Hz. Peygamber Ebu Musa’nın güzel kıraati ile okuduğu kuranı zevkle dinlerdi ve takdir ederdi. Ebu Musa Kuranı Kerim sana nazil odu bana niçin oku uruyorsun dediği zaman ben onu senden dinlemeyi istiyorum, hoşuma gidiyor buyururlardı. Dini musiki dediğimiz zaman bu Kuran’ın güzel sesle okunması, işte Yunus Emre’nin şiirleri, münacatlar, tarikatlarda tekkelerde mevlevihanelerde söylenen ilahiler tevhitler veyahutsa naatlardır. Hz. Peygamber konu alan şiirler, dünya ahiretle ilgili şiirler bunlar dini musikidir. Bunun ne demek olduğunu birazdan Nuri Bey öncülüğünde düzenlenen bu konseri zevkle dinleyeceğiz diye düşünüyorum. Bunun dışında pek çok güzel sanatlar var. Böyle tezhip gibi, hat gibi, ciltcilik gibi. Yalnız şunu söylemek isterim tasavvuf açısından tekkelere zaviyelere baktığınız zaman Konya’da Mevlana tekkesine veya dergahına veyahut Galatasaray Mevlevihanesinde veyahutsa istanbul’da Üsküdar’da Âziz Mahmut Hüdayi tekkesine baktığımız zaman adeta bir güzel sanatlar galerisi gibidir. Sanatın her dalında güzel örnekler verilmiş ve o örnekler hala itina ile muhafaza ediliyor. Sufilerin İslam kültürüne hizmetleri daha çok sanatlar alanında olmuştur. Öbür alimler ilim alanında eserler yazarken sufilerde İslam’ın sanat alanında hizmet vermişler, bu çok öneli bir şeydir. Giderek bunun önemi daha çok anlaşılıyor ve İslam’ın sesinin duyulması toplumları etkilemesi bakımından büyük önem taşıyor. 19 20 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SiVÂSÎ AİLESİ Ben bundan sonraki konseri hepimizin büyük bir zevkle dinleyeceğine inanıyorum ve bu nedenle sözümü fazla uzatmak istemiyorum. Konuşmamın ağırlığını musiki giderecek diye düşünüyorum ve bu güzel etkinliği düzenleyen bizleri bir araya getiren Kemal İbn-i Hümam Vakfı yetkililerine teşekkür ediyorum. I. BÖLÜM SİVÂSÎ AİLESİ 21 SiVÂSÎ AİLESİ Şemseddîn-i Sivâsî Ailesi DR. M. FATİH GÜNEREN SİVÂSÎ AHFADINDAN Muhterem Hanımefendiler, Beyefendiler, değerli ilim adamları, Şemseddîn-i Sivâsî hazretlerinin muhibleri, mânevî ve sulbî evlâdları, aziz Sivaslı hemşehrilerim, hepinizi muhabbetle selamlıyorum, Bu sempozyumda büyük velî, Halvetiyye-i Şemsiyye’nin müessisi, Şemseddîn-i Sıvâsî ks. Hazretleri’nin hayatının muhtelif cepheleri hakkında çok değerli ilim adamlarımızın tebliğleri yer aldığı; ayrıca Hazretin hayatının maddi mânevi her vechesi, yeğeni ve damadı, aynı zamanda da halîfesi olan Şeyh Receb’üs Sıvâsi’nin yazmış olduğu “Necm-ül Hüdâ fi Menâkıb-ış Şeyh Şemsed-din-i Eb-is-Senâ” adlı kitapta teferruatlı olarak verilmiş olduğundan, biografik konuları ehline bırakıp, tesbit edebildiğimiz kadar Hazretin bugüne uzanan soyağacını takdime gayret edeceğim. Sıradan insanların şeceresi, kan bağı olan atalarının nesilden nesile kronolojik düzende tesbit edip şemalaştırdıkları listeler ile oluşur. Büyük gönül adamlarının ise iki türlü evlâdı vardır: Evlâd-ı mânevî: Yetiştirdikleri, mânevî zenginlik ve sırlarına vâris kıldıkları, en kıymetli oğulları mesâbesinde tu ukları insanlar ki, bunlar asırlar boyu bir zincirin halkaları gibi devam ederler. Evlâd-ı sulbî: Döl evlâtları. Bazı Gönül sultanlarının, “Biz evlâd-ı sulbiyye’ye değil, evlâd-ı mâneviyye’ye itibar ederiz” buyurdukları bilinmekte isede, döl evlâtları 23 24 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER da, eğer genlerinde taşıdıkları değerin bilincinde iseler, ve o değere layık olmaya çalışırlarsa, atalarının himmeti ile iyiye ve güzele, kemâlata doğru yol alıp evlâd-ı mânevi de olurlar. Konumuz Şems-i Sıvâsi Hazretlerinin sulbî soy ağacı ise de, kendisinin feyz aldığı yüce zâtlardan oluşan tarikat silsilesini ve kendilerinden sonra Sıvas’daki Dergâh’da post-nişîn olmuş zevâtı da, özellikle bu son konuda halen müşahade edilen bazı çelişkili bilgileri açığa kavuşturmak için burada zikretmek, kayda geçirmek istedik. ŞEMSEDDÎN-İ SIVÂSÎ HAZRETLERİ’NİN TARÎKAT SİLSİLESİ Şeyh Şemseddîn-i Sivâsî hikmet ve ulûm-i ledünniyeyi şeyhi Abdülmecîd-i Şirvânî Hazretlerinden almışlardır. SiVÂSÎ AİLESİ Hazret-i Seyyid-il-Enbiyâ ve Sened-il-Asfiyâ’ ya vâsıl olur Hazret-i Nebiyy-i Zi-şân Efendimiz de Fey z-i Akdes’ i Rûh-ül-Emîn’ den; o da, Cenâb-ı Rabb-il-Âlemîn’ den almıştır. ŞEMSEDDÎN-İ SIVÂSÎ HAZRETLERİ’NİN VEFATLARINDAN SONRA SIVAS’DAKİ DERGÂHDA POST-NİŞÎN OLAN ZEVÂT: Hazreti Şemsin vefâtından sonra yerine oğlu Pîr Mehmet Efendi, O’nun vefâtında yeğeni ve dâmâdı Şeyh Receb-üs Sıvâsî, O’ndan sonra diğer bir yeğeni olan Abd-ül Mecîd-i Sıvâsî Hazretleri Dergâh’ta post-nişîn olmuşlardır. o da, Şeyh Şeyhkubâd-ı Şirvânî’den; Onları tâkiben post-nişîn olan zâtlar kronolojik sırayla şunlardır: o da, Şeyh Muhammed Rukiyye’den; Şeyh Müeyyed Efendi, o da, Mevlânâ Şeyh Mahdûm Yusuf‘dan; Şeyh Halil Efendi, oda, Kutb-ül-aktâb ve seyyid-ül-evtâd, vâris-i Resûl-ul-lâh Eş-şeyh Seyyid Yahyâ-i Bâkûyî’den almıştır ki, tarîkat-ı halvetiyye’yi bu zât-ı âlî izhâr etmiştir. Seyyid Yahyâ Hazretlerinin silsile-i tarîkatı da, Şeyh Ömer Efendi, Şeyh Müeyyed-i Sâni Efendi, Şeyh Ömer Efendi, Şeyh Sadr-ed-dîn; Şeyh Ahmed Sûzî Hazretleri, Şeyh İzzet-dîn; Şeyh Mehmed Behlûl Efendi, Şeyh Ahî Mirem; Şeyh Hüseyin Efendi, Şeyh Zâhid-i Ceylânî; Şeyh Ahmed Efendi, Şeyh Cemâl-üd-dîn; Şeyh Mehmed Efendi, Şeyh Şehâb-üd-dîn-i Söhreverdî; Şeyh Hüseyin Şemsi Güneren. Şeyh Necâşî; Şeyh Kutb-üd-dîn; Şeyh Nüceyd-üd-dîn; Şeyh Mimşâd-i-dî-neverî; Şeyh-i Kâmil Cüneyd-i Bağdâdî; Şeyh Serri Pür Nûr-i Sakatî; Şeyh-ür-Rabbânî Marûf-i-kerhî; Şeyh Davûd-i Tâî; Şeyh-ün-nurânî Habîb-i Acemî; Kutb-ül-aktâb Gavs-ül-evtâd Şeyh Hasan-ı Basrî’den; Esed-ül-lâh-il gâlib ve Seyf-ul-lâh-ül mügâlib Hazret-i Ali İbn Ebî Tâlib razıy-el-lâh-ü anh vasıtasıyla; ŞEMS-İ SIVÂSÎ HAZRETLERİNİN SULBÎ EVLÂTLARI: Hazret-i Şems’in kendisinden sonra yaşayan üç erkek ve yedi kız evlâdı olmuştur. Eski teâmüle göre soykütüklerine yalnız erkek evlâtlar kaydedilegelmiştir. Bundan dolayı elimizdeki soykütüklerinde Hazret’in yalnız erkek ahfãdı yazılıdır. Vefatlarından sonra geçen 412 yıl içinde, hem erkek hem kız evlatlarından bu yüce zâta kan bağı ile bağlı olan insanların sayısı yüzlercedir. Bunların toplamı böyle büyük bir zâtın torunlarından olmak şerefini genlerinde taşıyan bir büyük ailedir, ki, bunu topluca SIVÂSÎ AİLESİ olarak adlandırmak yerinde olur düşüncesindeyim. Ancak biz, şu anda elimizde mevcut soykütüğü verilerine yapabildiğimiz mütevazi ilâveler ile yetinmek zorundayız. Elimdeki oldukça detaylı soyağacı şemaları şu kaynaklardan oluşmaktadır: 25 26 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER -Dergâh’ın son post-nişîni olan rahmetli pederim Hüseyin Şemsi Bey’den bana intikal eden ve esas itibariyle Hazreti Şems’den sonra Dergâhta post-nişîn’lik zincirini oluşturan zevâtı ve bazı yandalları ihtiva eden şema.. - Muhterem Hacı Adnan Meral Bey vasıtasıyla tanişmak mutluluğuna erdiğim ve muhterem eşinin Hazreti Şems’in torunu olduğunu öğrenmiş olduğum Sn.Cemil Çınargil Bey’den aldığım eski harflerle yazılı soyağacı şeması - Uzun yıllar Yalovada hekim olarak çalıştığı için mesleki yönden tanıştığımız, ancak vefâtından çok kısa bir süre önce aramızdaki aile bağını öğrendiğimiz rahmetli Dr. Ertuğrul Kiper Bey’den aldığım bilgiler. Burada kendisini rahmetle anıyorum. - Son zamanlarda Sn. Haluk Çağdaş Bey ve Sn. Alper sılığ Bey’in yaptıkları katkılar - Sn. Alper Sılığ Bey vasıtası ile varlıklarından haberdâr olduğumuz ve Şemseddîn-i Sıvâsî Hazretlerinin Rumeli’ye hicret etmiş torunlarından olduğu bilinen Ünaydın ve Merter ailelerinin şecere kayıtları. Bu belge ve tamamlayıcı bilgiler tarafımıza sayın Mehmet Tuna Ünaydın Bey tarafından iletilmiştir. Başlığında: “Şemseddin-i Sıvâsi Hazretlerinin torunlarından olduğu bilinen ve H.1088, M. 1677-1678 tarihlerinde Köprülü’yü teşrif eden Şeyh Ahmed Efendi Hazretleri’nden sonra tevellüd eden zâtları gösteren şema” yazan bu soyağacını da sunuyorum. Bu şemada ne yazık ki Şeyh Ahmed Efendinin elimizdeki ana soykütüğünde nereye bağlandığı meçhuldür. Bu belgede Köprülü’de yaptırılan caminin kapısında eski türkçe olarak ‘tamam oldu ibadetgâhı Ahmet’ yazmakta olduğunu, bu caminin o yörede Halvetî Camii olarak bilindiği ve Bulgarlar tarafından Balkan Harbinde yakıldığı, bunun, o zamanın Yugoslavya sefiri olan Tevfik Ünaydın Bey tarafından tesbit edildiği de bildirilmektedir. Yine şecerede (*) işaretli diğer not ile Sıvas’da türbesi olan ‘Şeyh Abdurrahman Velî’ isimli zâta atı a bulunuluyor. Belgenin otantikliğine işaret edecek diğer bir husus da, 1930 lu yıllarda şöhret kazanmış şair Ruşen Eşref Ünaydın’ın Konyayı ziyaretinde Hazret-i Mevlâna’nın Türbe-i şerîfindeki müzede müdür muavini olan babam Hüseyin Şemsi Bey ile karşılaşmasında kısa kısa almış olduğu notlar ki aynen şöyle: “ Konyada müze.. Şemsi Aziz .. memuru.. Sivaslı Şeyh Mehmed Efendi’nin oğlu, Şeyh Ahmed Efendi’nin torunu Hüseyin Bey” Bu da gösteriyor ki, Ruşen Eşref Bey Şemsed-dini Sıvâsî Hazretlerine olan kan bağının farkında idi ve babamla bu konuyu konuşmuşlardı. Bü- SiVÂSÎ AİLESİ tün bunlar bugünkü Ünaydın ve Merter ailelerinin Sıvas’tan Köprülü’ye göç eden atalarının çok kuvvetli ihtimalle Şemseddîn-i Sıvâsî Hazretlerinin torunları olduğunu göstermektedir. Acizane toparlamaya çalıştığımız Sıvasi soykütüğü’nün en büyük eksiği, İstanbula Padişah daveti ile gelen ve Şemsiyye’nin Sıvasiyye kolunun müessisi olan Abdül Mecid-i Sıvasi ve yeğeni Kutb’ul Aktab Abdül Ehad Nuri Hazretlerinin soy ağaçlarının tespit edilememesi olmuştur. Araştırıcı ilim adamlarımızın bunları da tespite çalışacağını ümid ederim. Sözlerimi bitirmeden buraya önemli bir not düşmek istiyorum. Son zamanlarda bazı kişilerin, Şemseddîn-i Sıvâsî Hazretlerinin ‘Seyyid’ olduğu, yani Hazreti Hüseyin Efendimizin ‘Sülâle-i Tâhiresi’ nden geldiğini iddia e ikleri duyumunu alıyorum. Buna dayanarak kendilerini de ‘Seyyid’ veya ‘Seyyide’ unvânı ile takdim edecek kimseler olabilir. Bilmediğim şeyler için hüküm yürütmekten Allah’a sığınırım. Ancak, Şeyh Receb-üs Sıvâsî, Hazreti Şems’in yeğeni, damadı ve halîfesi olarak ömrü boyunca birlikte yaşadığı amcasının hayatını Necm -ül Hüdâ isimli kitabında çok detaylı olarak yazarken, eğer ‘Seyyid’lik gibi çok şerefli bir soy bağlantısı bilgisi mevcut olsa idi bu durumu mutlaka ve özenle vurgulayarak belirtirdi diye düşünüyorum. Ayrıca, Dergâhın son post-nişîn’i olan, bu konularda çok geniş bilgiye sahip olan pederim Hüseyin Şemsi Bey’den de hiç bir zaman bu konuda bir söylem duymadım. Böyle şerefli bir aidiyet mevcut olsaydı bunu mutlaka i iharla söylerdi. Bu düşüncemde hata varsa Cenâb-ı Hakk’dan affımı niyâz ederim. Aziz Peygamberimiz (sav) Hazretleri, ‘Vedâ Hutbesi’ nde şöyle buyuruyor: “Ey mü’minler... sözümü iyi dinleyin, iyi anlayın... Muhakkak ki Rabbiniz birdir. Babanız birdir. Hepiniz Âdem’densiniz. Âdem de topraktandır. Hiç kimsenin başkaları üzerinde üstünlüğü yoktur. Şeref ve üstünlük ancak fazîlet iledir.....” Son olarak, bu yüce buyruğun istikametinde vurgulamak istiyorum ki, böyle çok büyük bir zâtın sülalesinden gelmiş olmak, başkalarına karşı bir üstünlük duygusuna yol açmamalı, maddî veya mânevî faydalanma sebebi olmamalı. Ancak, bize o büyük ceddimize lâyık olabilmenin gayretini aşılamalı; daha iyi bir insan, daha dürüst bir vatandaş; kul hakkı’ndan sakınan, daha inançlı, daha merhametli ve yardımsever insanlar olmamıza vesile teşkil etmeli. Kısacası, Şemseddîni-i Sıvâsî Hazretlerine lâyık torunlar olmaya çalışılmalı. Sabırla dinlediğiniz için teşekkürlerimi sunarım. Allah’a emânet olunuz. 27 28 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SiVÂSÎ AİLESİ 29 30 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SiVÂSÎ AİLESİ 31 32 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SiVÂSÎ AİLESİ 33 34 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SiVÂSÎ AİLESİ SİVÂSÎ EVLADINDAN DÖRT NESİL Hüseyin Şemsi Bey’in Dedesi Şeyh Ahmed Efendi (v. 1318) Hüseyin Şemsi Bey’in Babası Şeyh Mehmed Efendi (v. 1331) Hüseyin Şemsi Güneren (1888-19.03.1956) Dr. M. Fatih Güneren (1929- ) 35 36 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SiVÂSÎ AİLESİ Şemseddin Sivâsî Hazretleri (1520-1597) ve Son Sivâsîlerden Hatıralar MÜJGÂN ÜÇER ARAŞTIRMACI - YAZAR Ahmed Yesevî’nin tutuşturmuş olduğu aşk kütüğünün Anadolu’daki çerağlarından olan Sivâsîler; tasavvuf, tefekkür ve sosyal hayat üzerinde büyük tesirleri olan şahsiyetler yetiştiren kadim bir ailedir. Devrinde ilim ve irfanıyla temayüz etmiş Sivâsîler gerek aileleri, gerekse içinde bulundukları sosyal çevreleri itibariyle iyi bir şekilde yetişmişler ve toplumu da etkilemişlerdir. Mehmed Ebu’l-Berekât Efendi, XVI. yüzyılda kırk, bir rivayete göre de yirmi sekiz sofîsiyle, Horasan’dan Anadolu’ya gelerek, Sivas vilayetinin Tokat sancağına bağlı Zile kasabasına yerleşmişti. Mehmed Ebu’l-Berekât Efendi’nin oğulları; Muharrem Efendi, Ahmed (Şemseddin Sivâsî) Efendi, Şeyh İbrahim Efendi ve İsmail Efendiler de babaları gibi âlim şahsiyetlerdi. Şemseddin Sivâsî divanında babasının Anadolu’ya gelişlerini şöyle ifade etmişti: Sefer kıldım giderem dost iline 1933 Sivas Darü’l-Eytam (Yetimler Okulu) İdarecisi olan Hüseyin Şemsi Bey (sakallı, gözlüklü) Esen kal hey Semerkand u Buhâra 1 1 Recep Toparlı, Şemseddin Sivâsî Divanı, Sivas, 1984, s.105. 37 38 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SiVÂSÎ AİLESİ “Sivas’ın güneşi” Şemseddin Sivâsî Hazretleri, gönül eri bir mutasavvıf, âlim ve mürşid-i kâmil bir velîdir. Bu ocaktan yetişen ve Sivâsî olarak anılan bu şahsiyetler ilim, irfan ve tasavvuf sahasında eserler vermişler, irşâdda bulunmuşlar, içten ve özden gönül ürperişleriyle, Yunus vâdisinde manzum eserler de vücuda getirmişlerdir. Şemseddin Sivâsî Hazretleri’nin ilim ve irfan muhitinde yetişen, feyzini amcası Şemseddin Sivâsî’den alan Abdülmecid Sivâsî (1563-1639) ise Sultan III.Mehmed’in davetiyle, Sivas’tan İstanbul’a giderek, XVII. yüzyıldaki SivâsîlerKadızâdeliler mücadelesinde, tekke-medrese tartışmalarına doğrudan katılmış ve devrin fikrî, siyasî ve içtimaî hayatı üzerinde dinî-tasavvufî düşünceleriyle doğrudan ve dolaylı olarak etkili olmuş, önemli tarihi kimliğe sahip bir şahsiye ir.2 Ebu’l-Berekât Efendi ve büyük oğlu Muharrem Efendi’nin kabirleri Zile’dedir. Okula yeni başlayacak çocukların, önce bu büyük zevatın türbelerini ziyaret etmeleri Zile’de uygulanan bir gelenektir. “Âlim, fazıl, fakîh, müstakim ve vefatında kitaplarından başka bir şey bırakmamış olan Muharrem Efendi”, Abdülmecid Sivâsî’nin babasıdır. Ebu’l-Berekât Efendi’nin Muharrem Efendi’den sonra dünyaya gelen oğlu Sivas’ta Hasan Paşa Camii’nde (Meydan Camii) imamet görevinde bulunmuş olan Şeyh İbrahim Efendi’dir. İbrahim Efendi’nin oğlu olan Ş. Recebü’s-Sivâsî, eserinde babasının kabrinin Sivas’taki Erzani Kabristanı’nda olduğunu belirtiyor.5 Ebu’l-Berekât Efendi’nin Şemseddin Ahmed’den sonraki oğlu İsmail Efendi de Sivas’ta mü ülük görevinde bulunmuş, Mü ü İsmail Efendi olarak şöhret kazanmış ve vefatında Halfelik Mezarlığı’na defnedilmiştir. İlim ve tasavvuf âlemine Sivâsî olarak nakşını vuran, asıl adı Ahmed, künyeleri Ebu’s-Senâ, lakapları Şemseddin, mahlasları Şemsî olan Şemseddin Sivâsî’nin Sivas’taki şöhretleri ise Şems Hazretleri, Şemsü’l-Aziz ve esmer oldukları için de Kara Şems’tir. Şemseddin Sivâsî Hazretleri’nin hayat hikâyelerini ve menkıbelerini ihtiva eden eser; hem yeğeni, hem damadı, hem de halîfesi olan Ş. Recebu’s-Sivâsî tarafından Necmü’l-Hüdâ Fî Menâkıbu’ş-Şeyh Şemsü’d-dîn Ebu’s-Senâ ismiyle Arabça olarak yazılmıştır. Daha önce Şemseddin Sivâsî Hazretleri hakkında yazılan hal tercümeleri ve menkıbelerin de asıl mehazı olan bu kitap, Şemseddin Sivâsî Hazretlerinin 10. göbek torunu ve tekkelerin kaldırılmasına kadar dergâhın Sivas’taki son temsilcisi Hüseyin Şemsi Güneren Bey (1888-1956) tarafından 1952 yılında Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Bu önemli eser, Hüseyin Şemsi Güneren’in oğlu Dr. M.Fatih Güneren Bey tarafından yayına hazırlanarak Türkçe’ye kazandırılmış bulunuyor.3 Recebü’s-Sivâsî, eserinde; Cenâb-ı Hakk’ın, Şemseddin Sivâsî Hazretlerini her yerde aziz ve mübarek e iğini belirterek, “Hazret’in Evsâf ve Ahlâkı” başlığı bölümünde amcasını şöyle anlatıyor: “Hazret, tab’an kerim, uysal, mülâyim, taassubdan âzâde, kalbi kaviyy ve cesur, sûreti ve siyreti güzeldi. Fakir ve zayıfların yardımcısı, yetimlerin ve dul kadınların hâmisi, düşmüşlerin ilticahgâhı, eli açık, açları doyurur, nimeti bol, kerem ve atâsı mebzûl, minnet ve şükran istemeden kerem ihsan ederdi. Affı, edebi, hayâyı, sahâyı, ihsânı ve misâfiri çok severdi. Dâima hayır ve hasenât eder, kalbi tâhir, sadrı sâlim, sinesi pâk idi, halîm selîmdi. Asla gazab etmezdi. Cismi, gövdesi küçük, kadri çok büyük, bedeni zayıf fakat sıhhatli, himmeti kasdı yüce, şecî ve bahâdır idi. (...) Sesi çok güzel ve tesirli idi, işitenler ağlardı. Çocukları, biraderleri, ihvân ve ehibbâsı ile beraber üç defa hac e iler. (...) İslâm gâzileri, din ve vatan muhafızları ile birlikte gazâ ve cihâda iştirak etmiş, Sultan Mehmed (III. Mehmed) ile Eğri muharebesinde bulunmuşlardı. Sıyt ve şöhreti âfâka yayılmış, Semerkand, Buhara ve Gıcdüvan’da tanınmıştı.(...) Hazret çok mütevâzı idi. Büyüğe hürmetli, küçüğe şe atli, özürleri kabul eder, nasîhatleri dinlerdi. Aslâ kibirlenmez, hiçbir vakit kimseyi burunlamaz, istihkâr etmezdi, gariblere iltifat eder, güler yüz gösterirdi.” 6 Bu eserde, Şemseddin Sivâsî’nin babası hakkındaki sözleri şöyle kaydediliyor: “Babam Ebu’l-Berekât, ulemâyı, sülehâyı ve hangi tarîkten olursa olsun müteverrî meşâyıhı sever, ‘Bire irâdet, bine muhabbet’ diyerek onlara dâvetler, ziyafetler yapar, hediyyeler verirdi. Çünkü insanlar arasında muhabbet ve ülfet için gereken bu idi. (...) Böyle olunca zülm ve cevr yayılmaz, mahsuller bereketli, köyler, kasaba ve şehirler mâmur olurdu.”4 2 Cengiz Gündoğdu, Abdülmecid Sivâsî, Kültür Bakanlığı Yayını, Ankara, 2000, s. XIII. Abdülmecid Sivâsî ile İstanbul’a giden yeğeni Abdülahad Nuri /Nuri-i Sivâsî (1604-1651) de divan sahibi bir mutasavvı ır. 3 Ş. Recebü’s-Sivâsî, Necmü’l- Hüdâ Fî Menâkıbu’ş-Şeyh Şemsü’d-dîn Ebu’s-Senâ, Tercüme eden: Hüseyin Şemsi Güneren, Yayına Hazırlayan. M.Fatih Güneren, Hidayet Yıldızı Şemsü’d-dîn - i Sivâsî Hazretlerinin Menkıbeleri, İstanbul, 2000. 4 Ş. Recebü’s-Sivâsî,a.g.e., s.8. İstanbul’da zamanla müderrisliği yükselen ve geniş bir çevrenin sevgi ve saygısını kazanan Şemseddin Sivâsî hacca gitmiş, tekrar İstanbul’a 5 Ş. Recebü’s-Sivâsî, a.g.e., s.73. Erzani Mezarlığı Sivas’ın eski mezarlıklarındandı ve Seyrantepe’ye (Amerikan Koleji mevkii) çıkan yolun karşısında bulunuyordu. Bu mezarlık 1987 yılında kaldırılıp yerine park yapılmıştır. Mezarlığın karşısından akan suya da Erzani Pınarı denirdi. Bu pınarın suyu Kolej’in üst tarafındaki tarlalardan çıkar, bir kolu Amerikan Koleji’ne gider, içilecek evsa a olan bu suyun bir kolu da mezarlığın karşısındaki çeşmede akardı. Bkz. Kadir Üredi, Bir Şehrin Beş Hali, İstanbul, 2006, s. 228. 6 Ş. Recebü’s-Sivâsî,a.g.e., s. 54-55. 39 40 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER dönerek ders ve vaazlarına başlamıştı. Daha sonra tasavvufa yönelişleri Necmü’l-Hüdâ’da şöyle anlatılıyor: “Tahsile devam ile ilimden hayli zevk alınca Dâru’s-Saltanat’a gi im. (...) Medresedeki arkadaşlardan çoğunun murat ve gâyelerinin ilim ve irfan değil, zevahiri süsleyip geçinmekti.(...) Bir gün Kadıasker Divânı’na gitmiştim. Oraya devam eden kadı ve müderrisleri gördüm ki ipekli elbiseler giyinmişler, büyük büyük sarık sarınmışlar, geniş sof kumaştan hırkalarını çeke çeke dolaşıyorlar.(...) Bu hali görünce oradan Sultan Mehmed (Fatih) Camii’ne girdim. Hâlî bir köşede namazı kıldıktan sonra her şeyi yakından duyan ve dilekleri kabul eden Rabbime kemal-i tezellül ve tazarrû ile ağlayarak ‘Allah’ım beni kadıların, zenginlerin, zâlimlerin, ağyarın ve etibbânın kapılarına muhtaç etme, beni onlardan müstağni ve gece gündüz fukarâ ve ahyârla beraber daim senin kapına devam edenlerden kıl, sana has ve lâyık olan rahmet ve mağfiretinden ihsân et ve her işimde bana doğru yolu hazırla ve göster’ diye dua e im.”7 Daha sonra Zile’ye ailesinin yanına gelen Şemseddin Sivâsî, görmüş olduğu rüya üzerine Abdülmecid Şirvanî Hazretleri’ne intisap etmiş, Sivas valisi Hasan Paşa’nın (? - 1567) talebi üzerine de Sivas’a gelerek zamanını öğretim ve irşâdla geçirmiş, eserlerinin büyük bölümünü Sivas’ta yazmıştır. Şemseddin Sivâsî Hazretleri’nin Sivas’a gelişleri kendi ifadeleriyle Necmü’l-Hüdâ’da şöyle anlatılıyor: “Sivas Valisi Hasan Paşa, Sivas’ta yaptırdığı Maruf Câmiine âlim, fazıl bir va’iz ararmış. Beni haber vermişler. Bir münasebetle bir gün Sivas’a gitmiştim. Hasan Paşa beni görmeye geldi ve pek çok hürmet ve ikram ve Sivas’a gelmekliğimi ısrarla reca e i. Zile’de bir sürü alakam olduğunu, evlerim latif bostanlarım ve bir çok ehibba ve akrabalarım bulunduğunu söyleyerek özür diledim. Paşa çok ısrar edince, ‘Pek muhterem bir şeyhim ve ihtiyar aziz bir pederim var, bu iş onların rızasına bağlıdır’ dedim. Paşa onlara kıymetli hediyyelerle adamlar gönderdi, izin vermelerini reca e i. Zile’ye döndüğümde pederim istihare et dediler. İstihâre e im ve sonra 7 Recebü’s-Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ Fî Menâkıbu’ş-Şeyh Şemsü’d-dîn Ebu’s-Senâ,Tercüme eden: Hüseyin Şemsi Güneren, Yayına Hazırlayan. M.Fatih Güneren, Hidayet Yıldızı Şemsü’d-dîn-i Sivâsî Hazretlerinin Menkıbeleri, İstanbul, 2000, s. 15. Sivâsî’nin hayatı ve eserleri için bkz. Vehbi Cem Aşkun, Sivas Şairleri, Sivas, 1948, s. 11-36; Hasan Aksoy, Sivâsî, Hayatı, Eserleri ve Mevlidi (Tenkidli çalışma), Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi basılmamış Doktora Tezi, 1983; Hasan Aksoy, “Sivâsî, Hayatı, Şahsiyyeti, Tarikatı, Eserleri”, C.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. IX, s. 2143, Aralık 2005; Recep Toparlı, Şemseddin Sivâsî Divanı, Sivas, 1984; Hasan Yüksel, “Sivas’ta Bir Şeyh Ailesinin Ortaya Çıkışı ve Vakıflar Üzerine Bir Deneme (Şeyh Şemseddin Ailesi)”, Revak, Sivas, 1990; Hüseyin Akkaya, “Şemseddin Sivâsî”, Yedi İklim, Sayı: 66, Eylül 1995, İstanbul, s. 96-102; M. Fatih Güneren, Sivâsî Şiirleri, İstanbul, 2006; Alper Sılığ, “Sivas’tan Yükselen Güneş Mevlana Şemseddin-i Sivâsî”, Hayat Ağacı, Sayı:10, Bahar 2008, Sivas, s. 60-65. SiVÂSÎ AİLESİ düşündüm. Hicret, enbiyâ ve evliyânın sünnetidir. Sivas Arz-ı Mukaddes’e daha yakındır dedim, Hasan Paşa’ya muvafakat haberi gönderdim. Bizi ve eşyalarımı almak üzere adamları ile deve ve katırlar yolladı. Biraderim Şeyh İbrahim ile birlikte Sivas’a hareket e ik. Yolda bizi götüren paşanın adamına Sivas’a varınca nereye ineceğimizi sordum. Adam, Gücük Minare denilen yeşil bir kubbenin yanında sizin için güzel bir menzil hazırlandı dedi. Sivas’a varınca eski bir hatıra yadıma geldi. Vaktiyle yolum Sivas’a uğramıştı, ahâlisi, ulemâ ve eşrafı bana ikram ve hürmet göstermişler, Âl-i Selçuktan Sultan Eratna’nın oğlu Şeyh Hasan Bey’in üzerine yapılmış bu kubbenin yanında güzel bir bahçeye davet etmişlerdi. İçinde tatlı su gözeleri akıyordu, yetişmiş yüce ve ulu ağaçları vardı. Havası mutedil, sabah akşam ruh-i reyhan gibi sabâ rüzgârları esiyor, Seba bahçelerine benziyordu. Çok sevmiş, kalbim buraya meyl etmiş, kâşki Sivas’ta bulunsam burada otururdum demiştim. Nice seneler sonra paşanın bize bu mevkide bir ikametgâh kurduğunu görünce taaccüble melik ve hâbir olan Cenâb-ı Hakk’ın geçmiş zamanda hatırıma geleni, fazl u keremiyle ihsan buyurduğuna şükre im. Yerleşip kaldığımız bu yurt bize çok uğurlu ve hayırlı oldu. Neşr-i ulûm ve ekseri tasnîfâtım, hidmet-i irşâdım hep burada oldu. Atıyyeleri bahşeden Cenâb-ı Allah, lütûf ve kereminden bu hicret bereketiyle bana çok evlâd ve ahfâd da ihsân buyurdu.”8 Ş. Recebü’s-Sivâsî Efendi, “Bu yur a halen hazretin mükerrem mahdumu Hasan Çelebi’nin oturduğunu, yeniden güzel binalar yaptırdığını ve eskilerini de tâmir e iğini” kaydediyor ve kitabında o günlerin Sivas’ı hakkında birçok bilgiler de veriyor. Seba bahçelerine benzetilen bu mevkinin adı Paşabostanı’dır. 1980’li yıllarda yıkılan Sivâsî konağının da bulunduğu bu mevkide, tarihî seyri içinde menzil, çilehane, kütüphane, kasır ve fırın gibi birçok binalar yapılmıştır. Mahallenin iskân oluşu ve mahalle hüviyetine girmesi mescid, mektep ve çeşme ilavesiyle XVII. yüzyılda böylece hızlanmıştır. Eratna oğlu Şeyh Hasan Bey’in Güdük Minare adıyla bilinen kümbetinin yakınında olduğu için mahalle kaynaklara Güdük/ Gücük/Küçük Minare Mahallesi olarak geçmiş bulunuyor.9 Sivas’a hicretle Hasan Paşa Câmii’nde (Meydan Camii) göreve başlayan Şemseddin Sivâsî hazretlerinin günden güne şöhreti artmış, erkek kadın bütün halk yürekten sevgi ve çok büyük ta’zim ve tevkir göstermiştir. Sivas’ta bu camide otuz dört sene ve Sivas’a gelmeden önce de on altı yıl 8 Recebü’s-Sivâsî, a.g.e., s. 38-39. 9 Ömer Demirel, Sivas Şehir Hayatında Vakıfların Rolü, TTK. Ankara, 2000, s. 64. [Güdük ile küçük aynı şey değildir. Güdük, boyu kısa eni geniş olan için kullanılır.Halk Şeyh Hasan Bey’in türbesini (yapılış tarihi M. 1347) kısa ve geniş bir minareye benzetmiştir. M.Ü.] 41 42 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER vaaz ve nasihat etmiş olan Şemseddin Sivâsî’nin vefatı hakkında Necmü’lHüdâ‘da şu bilgiler yer alıyor: “Sultan III. Mehmed’in Eğri Fethinden döndükten sonra H.1006 senesinde vefat e ikleri, cenazesinin çok kalabalık olduğu, Hasan Paşa Câmii’nin avlusuna defnedildiği, Sivâsî hazretlerinin sağlığında bu yerden gelip geçerken burada dua etmeği adet edindiği, niçin dua e ikleri sorulduğunda, ‘Bu yeri bana kabir olarak hîbe etmesini câmi sahibinden istemiştim, hibe e iler’ şeklinde buyurdukları ve vefatından üç yıl sonra üzerine güzel kârgir türbe yapıldığını, türbe-i şeriflerinin duaların kabul edildiği mübarek bir yer olduğu, bilhassa şiddet, belâ ve musibet zamanlarında ziyaret edildiği kaydediliyor ve şu ifadelere yer veriliyor: “Mübarek mezarları, evcâ-ı redîe ve emrâz-ı şedîdeden (ağrılar ve hastalıklardan) muztarip ve bilhassa cin tutmuş olanlar ziyaretle kesb-i şifâ ederler. Sivas halkı, hac, gazâ ve sair hayırlı bir sefere çıkmazdan evvel kabirlerini ziyaret etmeyi âdet i ihaz etmişlerdir.”10 Şemseddin Sivâsî’nin Menkıbeleri Evliyanın, âlimlerin, şehitlerin, halk şairlerininin hayatları ve türbeleri etrafında teşekkül eden menkabe, inanış ve efsaneler onların Türk toplum hayatı içindeki etkilerinin önemli göstergeleridir. Din büyüğü, âlim ve mutasavvıf, gönül ehli ve keramet sahibi bir velî olan Şemseddin Sivâsî’nin üstün vasıfları ve ahlâkî meziyetleri, olağanüstü iş ve davranışları da Sivas halkı tarafından destânî-efsanevî bir üslûpla menkıbelerinde yaşatılıyor. Evliyâullah her ne kadar keramet göstermek istemezse, halk daima menkıbelere meyle iğinden, Şemseddin Sivâsî ile ilgili olarak halkımızın inanışlarında, hatıralarında ve sözlü kültürümüzde bir çok menkıbe bulunuyor.11 1938 yılında, Erzincan depreminin olduğu gece Sivas’ı iki yerde; Yukarı Tekke üzerinde Abdulvehhab Gazi, Kızılırmak üzerinde de Şemseddin Sivâsî’nin maneviyatının koruduğu anlatılıyor. Abdülvehhab Gâzi ve Şemseddin Sivâsî Sivas’ın mânevî koruyucusu olarak biliniyor ve Sivas’ın “on yedi aslan bekçisi vardır”, deniliyor. 12 10 Recebü’s-Sivâsî, a.g.e., s. 83-84, 97. Rivayete göre cenazesinde 50 evladı ve torunları ile 60.000 kişi katılmıştır. 11 Müjgân Üçer, “Şemseddin Sivâsî ve Sivas’ın Sosyal Kültürel Hayatındaki Yeri Üzerine”, Erciyes, Sayı: 171, Mart 1992, s. 12-16. 12 Melahat Ertekin’den 4.12 1979 tarihinde derlenmiştir. SiVÂSÎ AİLESİ Şems Adının Verilmesi Bu menkıbeye göre; Zile’de oturan genç Molla Ahmed, rüyasında Tokat’ta bulunan Şeyh Abdulmecid Şirvanî Hazretlerini görür. Şeyh ona “Gel altununu turalat/tuğralat” der. Molla Ahmed, arkadaşı Molla Mehmed ile Tokat’a gelir ve şeyhin huzuruna çıkarlar. Şirvanî Hazretleri, Molla Ahmed’le meşgul olmaz, Molla Mehmed’e iltifat eder. Bunun üzerine, Molla Ahmed rüyasını unutarak kalkıp gitmek üzereyken, şeyh, “Altununu turalatmadan nereye gidiyorsun?” diye sorar. Bunun üzerine Molla Ahmed Tokat’ta kalır ve Şirvanî Hazretleri’ne intisab ederek dersini tamamlar. Şeyhi câmide vaaz etmesini ister. Minbere çıkan Molla Ahmed bir türlü konuşamaz, çok sıkıntılı ve üzgün bir halde kalmışken, Şeyh Şirvânî’nin, “Konuş, şems gibi etrafına ışık saç” demesi üzerine vaaza başlar, o kadar güzel konuşur ki dinleyenlerin büyük ilgi, sevgi ve takdirini kazanır. O günden sonra genç Molla Ahmed’in adının başına Şems eklenir. Şirvânî Hazretleri, “Haydi artık Sivas’a git, dargâhını aç, altunun turalandı” diyerek Sivas’a gitmesini ister. 13 Şemseddin Sivâsî Hz. ile ilgili olarak Sivas’ta derlediğimiz diğer menkıbelerden bazı örnekler verelim: Tokat’ta Şeyh Şirvanî Hazretleri, Molla Ahmed ve kardeşlerinden, üç işkembeyi birbirlerine değdirmeden yerden alarak taşımalarını ister. İki kardeş ellerine birer işkembe alırlar, işkembenin biri yerde kalır. Yedi seneden beri şeyhine hizmet etmekte olan Molla Ahmed, iki eline birer işkembe alarak, üçünçüyü de ağzıyla tutarak taşır. Onun bu davranışı şeyhi tarafından çok takdir görür.14 Hasan Paşa’nın, 1564 yılında Meydan Camii’ni (Hasan Paşa Camii) yaptırmasıyla ilgili olarak şu menkıbe anlatılır: Şemseddin Sivâsîye büyük hürmet gösteren Hasan Paşa, bir cami yaptırmak arzusunda olduğunu ve nerede yapılmasını istediğini şeyhe sormuş. ‘Ola ki bir gün şehrin merkezi olur’ diyerek Şemseddin Sivâsî’nin bugün caminin bulunduğu yeri göstermiş olduğu anlatılır. Meydan Camii’nin yanındaki dükkânlar ve kuyumcular çarşısı da bu camiye vakfedilmiştir.15 13 Halil İbrahim Arslan’dan 21.4. 1961 tarihinde derlenmiştir. Bu menkıbe Vehbi Cem Aşkun’un Sivas şairleri (s.15.) kitabında da benzer şekilde kaydedilmiş, tura/tuğra yerine sikke kelimesi yer almıştır. 14 Leman Gökseyitoğlu’ndan 5.4.1995 tarihinde derlenmiştir. 15 Zeki Hayran, “Koca Hasan Paşa”, İslâm Güneşi, S.12, Kasım 1975, Sivas, s.7. Sivas’a bir çok hayrat bırakan Hasan Paşa, medrese, muhtesep hanı ve Eski Paşa Hamamı’nı da yaptırmıştır. Bkz. Ömer Demirel, Sivas Şehir Hayatında Vakıfların Rolü, TTK. Ankara, 2000, s. 75, 105,106. 43 44 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Külliyelerin yapımında camiden önce hamamın yapılması konusunda, ülkemizin birçok yerinde anlatıldığı şekilde Sivas’ta da Meydan Camii inşaatında çalışan ve taş taşır gibi yapıp da taşımayan genç bir işçinin durumunu üzerine camiden önce hamamın (Meydan Hamamı) yaptırıldığı söylenir. Hz. Şems Sivas’a gelince medrese hocaları, ders verebilmesi için ilmini belirten bir eser yazmasını istemişler. Menâkıb-ı Çehâr-yâr-ı Güzîn adlı eserini bu vesile ile yazmış olduğu anlatılır.16 Bu eser, Şemsi Sivâsî’nin Sivas’ta -ve yurdumuzda da- en çok okunan eseridir. Eserin birçok defa basılması bunu gösterir. 1581 yılında tamamlanan bu eser başta dört halifenin olmak üzere, aşere-i mübeşşere, ehl-i beyt ve sahabelerin menkıbelerini anlatan hacimli bir kitaptır. Bir gün esna an bazı kimseler Şems’in yanına gelerek, “göster şems olduğunu” demişler. Şems, onlardan bir yumurta istemiş ve avcuna almış, gökteki güneş avcuna inerek yumurtayı pişirmiş. 17 Şems, Sivas’a gelince, sıcak bir günde, aldığı bir ciğeri fırıncıya vererek pişirmesini istemiş. Fırıncı ekmek pişirdiğini, bu sebeple ciğeri pişiremeyeceğini söylemiş. Hangi fırına gi iyse aynı sözle karşılaşmış. Yorgun ve üzgün bir halde bir taşın üzerine oturmuş ve ciğeri de yanındaki taşın üzerine bırakmış. Birden burnuna pişmiş ciğer kokuları gelmiş. Bakmış ki sıcaktan ciğer pişmiş. Bu sebeple, temmuz sonu ile ağustos ayının başındaki on-on beş günlük aşırı sıcağa Sivas’ta “ciğeri pişiren Şems sıcağı” adı verilmiştir. Bu menkıbenin bir hanım tarafından anlatılan şekli şöyledir: “Yeni gelindim, bir yaz günü kayınpederim eve geldi ve sıcaktan çok bunalmıştı. ‘Gelin, bir ayran getir, bugün Şems sıcağı var’ dedi ve şunları anla ı. ‘Şems Hazretleri Sivas’a ilk gelişinde yaz mevsimi temmuz sonu ağustos başıdır. Şems Hazretleri acıkır, ciğer alır ve bir fırına götürür. Fırıncı ekmek pişireceğini, bu sebeple ciğeri pişiremeyeceğini söyler. Başka fırına gider aynı cevabı alır. Ne kadar fırına gi iyse cevap hep aynıdır, yorulur bir taşın üstüne oturur. Ciğeri avucuna koyar güneş de tam tepededir, “Ey Şems, sen de Şems ben de, bir yüzünü sen bir yüzünü de ben pişireceğiz” der. Bir müddet sonra avucuna gelen taraf pişer ama güneşe bakan kısım pişmez. Bunun üzerine, “Anlaşıldı bu tarafını da bu Şems pişirecek” der. İşte temmuz sonu ağustos başı Sivas’ta sıcak günler olur ki buna da Şems sıcağı denir. 18 16 Hüseyin Tarçın’dan 21.12. 1968 tarihinde derlenmiştir. 17 Ba al Bulut’tan 29.8.1981 tarihinde derlenmiştir. 18 Suna Akkaya tarafından 5.5.1979 tarihinde derlenmiştir. SiVÂSÎ AİLESİ Bir başka rivayet ise şöyledir: Şems, fırına et vermek istemiş, eti eline almış, güneşe tutunca, sen Şems, ben Şems, bu eti kim pişirecek?” demiş. 19 Dervişlerinden biri, Sivas’ın Dikilitaş mevkiine adını veren tarihî mermer sütunu kucaklayarak Hz. Şems’in huzuruna getirmiş. Gömülü olan bu ağır taşı kucaklayıp getiren müridinin gururunu farkeden Şems, dervişe ibriği işaret ederek, abdest almaya hazırlanır. Derviş ibriği yerden kaldıramaz, ibrik âdeta yere çakılmış gibidir, kımıldatamaz bile. Bunun üzerine derviş yaptığı hatayı anlamış. Aşkar Paşa20, Şemseddin Sivâsî’nin türbesini ikinci kez tamir e irmiş ve o zamanki şeyh efendiye, “Buraya sarhoşlar geliyor” diye şikâyet etmiş. Bunun üzerine şeyh, “Buraya herkes gelir, gelme diyemeyiz” diye cevap vermiş. Şeyh Ahmed Efendi (Vefatı. H 1318 /M.1902)’nin kızı ve Şeyh Mehmed Efendi (Vefatı H.1331/M.1915)’nin kızkardeşi Emine Hanım’ın oğlu olan Fertellizâde Derviş Efendi (Vefatı. 1959), 6 yaşındayken annesinin vefatı ve babası Fertellizâde Rıfat Efendi’nin de Erbil’de kaymakam olması sebebiyle küçüklüğünde bir süre dergâhda dayısının yanında kalmıştı. Derviş Efendi, daha sonra da Sivas’ta bulunduğu zamanlarda sabah namazlarını Meydan Camii’nde kılar ve Hz. Şems’in türbesinin penceresinden tutarak dua edermiş. Derviş Efendi, “Hz. Şems’in himmeti ile Allah’tan ne istedimse geri çevrilmemiştir.” Der, evlatlarına da daima Sivâsî’nin türbesi yakınından geçerken dua etmelerini öğütlermiş. Kızı Leman Gökseyitoğlu’nun gelinci arabası da türbenin yanındaki yoldan geçirilmiştir. 21 19 Mustafa Seçilmiş’ten 29.1.1974 tarihinde derlenmiştir. 20 Ali Aşkar Paşa (Vefatı: 1868) 1845 de Sivas valiliğine atanmıştır. Sayısız hizmetleri olan paşa, cesur ve sözünü sakınmaz bir kimse imiş. Annesi Rukiye Hanım’ın kabri de Meydan Camii haziresindedir. Bkz. İsmail Hakkı-Rıdvan Nafiz, Rıdvan Nafiz, Sivas Şehri, İstanbul, s.133. 21 Derviş Fertelli Efendi ile ilgili bilgiler Kızı Leman Gökseyitoğlu’ndan derlenmiştir. Abdülmecid Sivâsî’nin yeğeni olan ve onunla birlikte İstanbul’a gelen Abdulahad Nuri Sivâsî hakkındaki bir menkıbeyi de Leman Gökseyitoğlu şöyle anlatıyor: Nuri Sivâsî’nin yaşadığı devirde İstanbul’da veba salgını varmış. Nuri Efendi, vebaya, “Sakın Eyüb halkına dokunma” demiş. Veba Eyüb semtine gelmemiş. Nuri Sivâsî’nin havuzda balıkları varmış. Veba “ben de balıkları telef ederim” demiş. Balıklar bir gecede ölmüşler. Nuri Sivâsî’nin evinin bahçesinde bu balıkların kabri varmış Eyüp Camii imamından L.Gökseyitoğlu tarafından derlenmiştir. (27 Ekim 2007) Leman Gökseyitoğlu ile bir mevlidde olduğumuz gün orada bulunan bir misafir hanıma Leman Hanımı tanıtırken, babaannesinin Sivâsî evladından olduğunu söylemiş idim. Misafir hanım, ayağa kalktı, geldi Leman Hanımla bir derviş selamlaşması gibi musâfaha yaptı ve şöyle söyledi: “Bir ha a önce Hz. Şems’in türbesine gitmiştim, okudum, dualar e im ve ‘Senin Sivas’ta kimsen yok mu? Birini görmeyi isterdim’ diye dilekte bulunmuştum. Çok şükür Allah nasip e i.” demişti. (M.Üçer) 45 46 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Sesi güzel olan Derviş Efendi, Sivâsî dergâhında okunan birçok ilâhiyi bilir ve yakınlarına ilâhiler ve mevlid okurmuş. Bir gün rüyasında Hz. Şems’i görmüş, “Neden benim mevlidimi okumuyorsun?” diye sormuş. Derviş Efendi o günden sonra Hz. Şems’in mevlidini okumaya başlamış. Şems’e olan sevgisi ve yakınlığı sebebiyle Şarkışla’da bir çocuğun adını da Şemsü’l-Aziz koymuş. Hacca gitmeyi çok isteyen fakat maddi imkânsızlıktan dolayı gidemeyen bir adam Hz. Şems’e müracaat eder. O da: “Yum gözünü” der ve ensesine bir tokat vurarak hacca gönderir ve ilave eder: “Arafat’ta bir eskici kalas var, ona selam söyle: Ben nasıl gönderdiysem o da seni öylece geri göndersin” der. Adam hacceder. Oradaki Sivas kafilesiyle görüştüğü kimseler de olur. Adam geri dönünce, birkaç gündür nerede olduğu sorulur. O da hacc yaptığını söyler. İnsanlar inanmakta tereddüt ederler. Hacı kafilesi dönünce hakikaten bu insanı orada görüp görmediğini sorarlar. Gerçekten gördüklerini söyleyince, böylece adamın gerçekten hacca gitmiş olduğu anlaşılır.”22 Sivaslı bir adam, hacca gitmiş. Çok sıcak aylara rastladığı için susayan adamcağız, Ravza’yı ziyaretinde, “Ah şimdi bizim köyün ayranı olsa” diye içinden geçirmiş. Bu duygular içindeyken, Hz. Peygamber’in, “Ayran içmeyi tercih ediyorsun, yürü dön, memleketine git” şeklindeki hitabını işitmiş. Kendi durumuna üzülen bu adamın şaşkınlığını gören Arab bekçi, adamdan olanları dinleyince ona, “Sivas’a git, Şemsü’l-Aziz’e yalvar, senin bu işini halleder” demiş. Adam yola koyulmuş, Sivas’a gelmiş, Hz. Şems’in yeni vefat e iğini öğrenince çok üzülmüş. Kabrine kapanmış, kırk gün iki gözü iki çeşme, “Beni Hz. Peygamber’e affe ir” diye ağlamış. Kırk birinci gün kulağına hafi en gelen bir ses şöyle diyormuş: “Daha sorgumu sualimi bile veremeden kırk gündür sen bana, ben Resulullah’a yalvardım, ikimizin de duaları kabul oldu, affoldun, haydi var git, ben de kendi sualimi cevaplayayım.” 23 Necmü’l-Hüdâ ‘da Şems Hazretleri’nin türbesinin ziyareti konusunda verilen bilgiler gibi günümüzde de türbesi çaresizlerin, hastaların umut kapısı olarak ziyaret ediliyor. Eskiden hasta çocuklar getirilir, burada okunurmuş. O zamanlar Şemseddin Sivâsî’in türbesinde bulunan tıhtap/ tiktap tası 24 (şifa tası) denilen, kırk anahtarlı bir tas varmış ve bu tasla hastalara su içirilirmiş. 22 Prof. Dr. Ahmet Turan Arslan’dan 1 Mayıs 2010 tarihinde Sivas’ta kaydedilmiştir. 23 Suna Akkaya’dan 11.3. 1976 tarihinde derlenmiştir. 24 Tıhtap (Tiktap) / Şifa Tası: İçine çeşitli âyet ve duâlar yazılmış olan pirinç bir tastır. Bazılarının yanında madenî bir tel ile bağlı kırk küçük anahtar bulunur, hastaya su içirileceği zaman anahtarlar tasın içindeki suya konur. Sivas Etnoğrafya Müzesi’nde kırk anahtarlı bir tiktap (şifa) tası vardır ki bu türbeden getirilmiş olabilir. SiVÂSÎ AİLESİ Sivas’a yeni gelenler, uzun bir yolculuğa çıkanlar veya dilekte bulunmak isteyenler de Hz. Şems’in türbesini ziyaret ederler. 1970’li yıllarda, hacı kafilesi de türbe önünden hareket ediyordu. Şemseddin Sivâsî Hazretleri, yağmurlu bir günde, akşam üzeri dergâhına gitmek üzere aceleyle yürürken, yolunu kesen bir sarhoş, yalvararak vefat etmiş babası için Yasin okumasını istemiş. Şems Hazretleri, “akşam namazının yakın olduğunu, yağmurun da çok yağdığını söyleyerek sonra okurum”, demişse de sarhoş ısrarla okuması için yalvarmış. Bir evin saçak altına ceketini çıkararak seren sarhoş, toprağa diz çökmüş ve Şemseddin Sivâsî’nin oturması için saygı ile beklemeye başlamış. Bunun üzerine, Şemseddin Sivâsî yayılan ceket üzerine oturmuş ve Yasin okumuş. Kendisini huşû içinde dinleyen sarhoşun bu içten davranışı karşısında, “Oğlan olsun da meyhanede olsun” demiş. Bu deyimi; sonradan içkiyi bırakacağı, düzeleceği düşüncesiyle, “Oğlan olsun da koy kırkına kadar sarhoş olsun” şeklinde anlatanlar da vardır. Şemseddin Sivâsî’nin bu hoşgörüsü soyundan gelenler arasında içki kullanan birinin olacağına ve ilerde de içkiyi bırakacağı şeklinde yorumlanıyor. 25 Hatıraların İzinde Şehrimizin “Mevlanası” ve “Yunus’u” olan Şemseddin Sivâsî Hazretleri ne zaman ve nasıl öğrenmiştim? Günümüzden elli beş yıl öncesine gidelim. Öğrenim hayatımın sadece bir yılını Sivas’ta okuduğum, 1955-1956 öğretim yılında, Sivas Lisesi’nde birinci sını ayken, Hz. Şems’in türbesi önünden, günde dört defa geçiyordum. Karaağaç köprüsüne yakın olan anneannemin evinden başlayan güzergâhta, Şah Hüseyin, Seyit Paşa, Eğri Köşe, Demircilerardı, Zincirli Minare, Meydan Camii ve Şemsü’l-Aziz’in türbesi yanından ve Atatürk Caddesi’nin devamında, “Sarayın önü” denilen Hükümet Meydanı’ndan geçerek liseye geliyordum. Bazen, türbe kenarında durur, okurdum ama büyük veli Şems Hazretlerinin şahsiyetini, ailesini ve Sivâsîleri o zamanlar hiç bilmiyordum. Sivas’ı ve Sivasla ilgili bütün zenginlikleri ancak Sivas’ta göreve başladığım 1963 yılından sonra öğrenmeye ve tanımaya başladım. Şems Hazretlerini aziz kardeşim, hemşehrim Suna (Ertekin) Akkaya vesilesiyle tanıdığımı söylemeliyim. Kendisi iktisad eğitimi almıştı, dededen ve babadan tevarüsle şair olduğu gibi tasavvufa ve edebiyata da merakı vardı. Galiba 1980 yılındaydı, Suna Akkaya bir gün, Hz. Şemseddin Sivâsî’nin: 25 Kâzım Arslan’dan 27 10. 1985 tarihinde derlenmiştir. 47 48 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Vâsıl olmaz kimse Hakk’tan cümleden dûr olmadan Kenz açılmaz şol gönülden tâ ki pürnür olmadan mısralarıyla başlayan mâruf gazelini yazıp bana vermiş ve “tasavvufla ilgili olarak her ne okusam bu gazel karşıma çıkıyor” demişti. Ehl-i dil için bu gazelden etkilenmemek mümkün müydü? Yine bir gün annesinin bir kitabında gördüğü, Şemseddin Sivâsî’nin şu kıtasını da bana okumuştu: Gözle seni sen sende Düşme diğer sevdaya Sende seni buldunsa Edersin vuslat yâre 26 Suna Akkaya, Şemseddin Sivâsî’nin türbesini ziyareti vesileyle orada içine doğan duygularla yazdığı şu şiirini okudu: Horasan’dan yola çıktı, Sivas’ta tu u mekân O Aziz bir güneştir etrafa ışık saçan Sen Sivas’ın Azizi gönüller sultanısın Mânâ âleminin sırrı evliyâlar hasısın Bir padişah ikramı câmi ile tekkesi Ruhuma ilham verdi asırlar sonra Şemsî O günlerde Suna Akkaya ile türbeye gi ik, daha doğrusu beni götürdü. Öğleden sonra idi, türbe kapalı, türbedar yoktu, içeri giremedik. Orada bulunanlardan türbenin perşembe günleri açıldığını öğrendik. O gün, Sivaslı yaşlı bir büyüğümüz, caminin kapısının sağ ve sol kanadında üst bölümde bulunan madenî bir levha üzerine oyularak yapılmış şu ha ı okumuştu: Accilü bi’s-salâti kable’l-mevt Accilü bi’t-tevbeti kable’l-fevt 27 O günden sonraki ilk perşembe günü türbeye gi ik. Türbedar kilidi açtı, orijinal, boru gibi silindirik bir kilidi vardı. Sivas’ta bu tarz kilide “puhavi kilit” deniliyordu. Türbedeki azîzan sanki zikr halindeydiler. Fakat, türbenin içi bakımsız ve tozlu idi. Çok üzüldük, ne yapılabilir, kim ilgileniyor (aslında hepimiz ilgilenmeliydik) diye üzüntümüzü söyledik. O günlerde zaten esna an bazı hayır sahibleri türbe içinde tamirat ve temizlik yapmayı istiyorlarmış. Sonra öğrendiğimde tamirat başlamış ve kısa 26 Bu kıtanın yer aldığı kaynak, araştırmalarımıza rağmen tesbit edilememiştir. 27 Allah Rasulü diyor ki, “namaz geçmeden önce namaz konusunda acele edin-namazı geçirmeyin-Ölüm gelmeden önce de tövbe konusunda acele edin.” Anlamındaki bu hadis-i şerifi o günkü ziyaretimin hatırası olarak unutmadım. (Daha sonra, ikinci mısraın; Accilü bi’ssevâbi kable’l-fevt şeklinde de söylendiğine de rastladım.) SiVÂSÎ AİLESİ zamanda da bitmişti. Türbede hiçbir yazı ve bilgi olmadığından ziyaret gelenler soruyorlarmış. Tamirata öncü Tuğut ailesinin hanım fertleri Suna Akkaya’dan Şemseddin Sivâsî hakkında, türbe içine asmak için bir yazı istemişler. Arkadaşım da bu işe beni memur e i. Hazırlayarak daktiloda yazdığım bu metin çerçeveletilerek türbe içine asıldı. Sivaslı öğretmen Feyzullan Demiray (1914-1994), Osmanlıcaya vâkıf ve şiirle ilgilenen hafızası çok kuvvetli bir hocamızdı. Kendilerinden çok şey öğrendiğim bu bilgili insan, tarih ve edebiyatla yakından ilgilenir ve alimlerin, ediblerin özlü sözlerini söylerdi. Hocamız, bir gün Şemseddin Sivâsî’ye ait olduğunu belir iği şu anlamlı beyti bize de öğretmişti: Yemek içmekte varsan itidâle Etibbâdan he hâce ir sûale Bu beyt; Hz. Şems’in yukarda verilen; “Allah’ım beni kadıların, zenginlerin, zâlimlerin, ağyarın ve etibbânın kapılarına muhtaç etme, beni onlardan müstağni kıl...” duasına ne kadar da uygun düşüyor! “Sivas’ın Güneşi Amerika’da” Ailece, 1999 yılında Newyork’ta, hekim olarak görev yapan kızımızın yanına gitmiştik. 28 Mart 1999 Kurban bayramı akşamı, oradaki Türkler, Tosun Bayrak Beyi ziyarete gideceklerini söyleyerek bizleri de davet etmişlerdi. Tosun Baba’nın biyografisi hemşehrimiz Beşir Ayvazoğlu’nun De erimde 40 Suret 28 kitabında okumuş idim. Aslında ressam ve meşhur bir heykeltraş iken, manevî arayışları sonunda Muzaffer Özak Efendi’nin yolunda, Amerika’da hizmete başlamış olan Tosun Baba, Newyork’taki dergâhında çoğu ihtida etmiş birçok insana huzur ortamı sağlayarak gönlünü ve dergâhını herkese açmıştı. Sivas’tan bu uzun yolculuğa çıkarken okumak için götürdüğüm dergilerden birinde (Erciyes 1992, Sayı:171) Şemseddin Sivâsî hakkında bir yazım bulunuyordu ve o bayram akşamı, yapacağımız bu ziyaret sebebiyle yazımdan bir fotokopi yaptırarak yanıma almış idim. Shaykh Tosun Bayrak al-Jerrahi al-Halveti dergâhına geldik, çok kalabalık vardı, herkes sessiz oturuyor, Tosun Baba’nın konuşmasını dinliyorlardı. Bütün misafirlere etli bademli pilav ikramı yapıldı. Pilavın Tosun Baba’nın nezaretinde pişirildiğini söylediler. Hizmet yapan şahsa makaleyi vererek, Tosun Baba’ya iletmesini istedim. Biraz sonra bizi yanına çağırdılar. Sivaslı olduğumuzu ve burada bulunuş sebebimizi söyledik. Makaleyi okuyan Tosun Baba 28 Beşir Ayvazoğlu, De erimde 40 Suret, İstanbul, 1996, s. 78-83. 49 50 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Şemseddin Sivâsî’nin yazıda yer alan “Göster cemalin şem’ini yansın oda pervaneler” mısraıyla başlayan ilâhisini icra için heyetin bir ha adır çalıştığını, tevafuk olduğunu söylemiş, “Şemseddin Sivâsî Hazretleri Amerika’da da bizimle” demişlerdi. Gerçekten, insan nereye gitse sevdikleri ile beraber değil miydi? Eyüp Nişancası’ndaki Sivâsî Kabirleri 1991 yılında Abdülahad Nuri hakkında yaptığım bir çalışma 29 sebeyle, Abdülmecid Sivâsî ve Abdülahad Nuri Hazretlerinin türbelerini ziyaret etmek istediysem de ancak 5 Mayıs 2000 tarihinde kısmet oldu. Türbeler ve bahçesi çok bakımlı idi. Burada Hz. Şemseddin Sivâsî’nin Abdülmecid Sivâsî’ye vermiş oldukları cübbe ve takkesi de camekânlı bir dolapta muhafaza ediliyordu. Son Sivâsîlerden Hatıralar Ali Kasım Karaşemis Sivâsî ahfadından, Ali Kasım Karaşemis Bey’i (1928-1990), 1984 yılında Sivas’a geldiğinde tanımıştım. “Türbeyi ziyaret e iğini, bakımlı bulduğunu ve türbe içine asılmış olan yazının metnini görünce çok memnun olduğunu, kimin yazdığını sorduğunu ve adımı verdiklerini, eczanenin yerini tarif e iklerini” söylemişti. O günkü ziyare e, ailenin Zile’deki büyüklerinden ve Şemseddin Sivâsî’den bahisle, yurdumuzun birçok yerinde, Batı Anadolu’da, bazı şehirlerde Hz. Şems’in mevlidinin okunduğu anlatmıştı. Babası Ş. Ahmed (Rindî) Güneren’in şiirlerini toplayarak yayımlamış olduğu “Mutasavvıf Şair Şeyh Ahmed Rindî Son İkram” adlı kitabı hediye etmişti. Ali Kasım Bey, Elektrik mühendisi olduğunu, bir süre Libya’da görev yaparak Türkiye’ye döndüğünü ve İstanbul’da ikamet e iğini söylemişti.30 29 Yunus İzinde bir Şair Nurî-i Sivâsî (Abdulahad Nuri) Uluslararası Yunus Emre Sempozyumu Bildirileri (Ankara, 7-10 Ekim 1991), Ankara, 1995. s. 313-328. Aynı makale: Revak, Sivas, l993, s. 56-65. 30 Mutasavvıf Şair Şeyh Ahmed Rindî Son İkram, Hazırlayan: Ali Kasım Karaşemis, İstanbul, 1966. Ali Kasım Karaşemis, kitabın önsözünde, babası ile kendi soyadlarının farklı oluşlarını şöyle açıklıyor: Babasının nüfusa kayıtlı adının Şeyh Ahmet Güneren (1908-1960) olduğunu, büyük dedeleri Şemseddin Sivâsî, Karaşemis olarak tanındığı için babasının bu soyadı almak istediğini, ikinci defa soyadı değiştirmesi imkânsız olduğundan bu soyadını oğlunun almasını arzu e iğini belirtiyor. Güçlü bir şair olan Ahmed Rindî’nin kitabının sonunda yer alan, “Mezar Taşım İçin” dediği şu beyti hayat serancamını da özetliyor: Küsüp dünyaya kahr-ı firkat-i cânâna hıncımdan Bulup cânânı canda, yerlere geçtim utancımdan SiVÂSÎ AİLESİ Fatıma Rukiye (Özgüneş) Kuşhan Sivâsî ahfadından Rukiye (Özgüneş) Kuşhan hanımla 1984 yılında Sivas’a geldiklerinde Suna Akkaya vasıtasıyla tanışmıştım. Ş. Receb Kâmil Özgüneş’in kızı olan Fatıma Rukiye (Özgüneş) Kuşhan Hanım, 1929 yılında Şam’da doğmuş ve eğitiminden sonra kısa bir süre öğretmenlik yapmış ve hayır kurumlarında fahri olarak çalışmıştır. Rukiye Kuşhan Ankara’da ikamet etmektedir.Yazmış olduğu; Kendi Kaleminden İslâmiyetin İçyüzünün Özünden Özünün Açıklanması-Enfüs adlı kitabını 2 Şubat 2010 tarihinde imzalayarak teyzezâdesi Mimar Songül Gözüküçük Aydın ile bana göndermişti. Bu kitapta tasavvufî konulara yer verilmiştir.31 Dr. M. Fatih Güneren Dr.M. Fatih Güneren Bey 1987 yılında Sivas’a geldikleri zaman halazâdeleri Arslan Başyurt Bey ile beraber eczanemizi teşrif etmişlerdi. M.Fatih Beyefendi’nin, Şems Hazretleri hakkında konuşurlarken, göz pınarındaki damlaları, daha sonra kitabındaki 32 şiirinden anlayacaktım. İstanbul’a gi iklerinde bana tasavvufla ilgili Kuşadalı İbrahim Hakkı Hz. ile ilgili kitaplar göndermişlerdi. Hayat Ağacı Dergisi’nin 10. sayısında, Şemseddin Sivâsî hakkında bir çalışma yapan ve Hz. Şems’in ahfadından olan genç mühendis Alper Sılığ, 2008 yılında M.Fatih hocamız ile irtibatımızı sağladı. A. Sılığ İstanbul’a gi iklerinde M.F. Güneren Bey’in babası tarafından hazırlanan ve kendilerinin yayımlamış olduğu Necmü’l-Hüdâ, Sivâsî İlâhileri ve Sivâsî Şiirleri adlı üç kitap ile kendilerinin yazmış olduğu Halvetiyye-i Şâbaniyye-i Azîzân’ın Hikmetli Sözleri ve Hâtıralarım adlı kitabı ve ağabeyi M.Behlül Güneren’nin İstanbul’da Üniversitede okurken Sivaslı öğrencilerle çektirdikleri tarihî fotoğrafı göndermişlerdi.33 Bu sempozyum vesilesiyle, aile büyükleri ve dergâh hakkında lütfettikleri bilgiler, belgeler, aile albümünden fotoğraflar ve gönderdikleri özgeçmişi için Dr. M.Fatih Güneren beyefendiye çok teşekkür ediyorum. 31 Rukiye Kuşhan, Kendi Kaleminden İslâmiyetin İçyüzünün Özünden Özünün Açıklanması – Enfüs, Ankara, 1992. Kitaptan bir yakarışına yer verelim: (s. 17) Sabır silâhımız Edep haya kûlahımız Hizmet iş’arımız Lütfundan lûtuf kârımızdır, amin. 32 Dr. M.Fatih Güneren Göz Yaşları başlıklı şiirine epigraf olarak şöyle yazmış bulunuyor: “Dünyadaki tek zenginliğim gözyaşlarımdır, Ağlayabilmeyi nasib e iğin için şükürler olsun Yârabbi!” Bkz. M.Fatih Güneren, Sivâsî Şiirleri, İstanbul, 2005, s. 182. 33 Bu tarihi fotoğrafı okuması için Haluk Çağdaş’a vermiştim. Yapmış olduğu araştırma sonucunda yayınlanmış bulunuyor: Bkz. Haluk Çağdaş, “Bir Fotoğraf’ın Anatomisi 3”, Hayat Ağacı, S.11, Yaz, 2008, Sivas, s. 38-41. 51 52 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Fotoğraflarla Hatıralar Sivâsî Konağı Sivas halkı tarafından Sivâsî konağına “Tekke” adı verilir ve bu ko34 nakta oturan ve Şemseddin Sivâsî soyundan gelenlere de “Tekkeliler” denirdi. Sivâsî dergâhı ve ailenin ikametgâhı olarak kullanılan muhteşem yapıdan şimdi sadece fotoğraflar kalmış bulunuyor. Güdük Minare yakınında olan ve geçmişte, Halveti Dergâhı olarak kullanılan bu yapı, misafirlerin konakladığı, çilehane ve semahane bölümlerinden oluşan büyük bir konaktı. Semahanenin yanında bir de çay, kahve ocağı bulunmaktaydı. Yapıya ait diğer bölümler ve mutfak da konağın yakınında idi. Varisleri tarafından 1940’lı yılların sonlarında Mehmed Çerikçi’ye (Çerikçi Molla) satılan bu konakta, 1981 yılına kadar Çerikçi ailesin evlatları evin müstakil bölümlerinde oturmuşlardı. Konağın eski fotoğraflarına baktığımızda, Sivas evlerinin özelliklerinden olarak çatısının mahyasında bulunan testi dikkati çekiyor ki bu testiler nisan yağmurlarının bolluk ve bereketi inancıyla çatılara konuluyordu. Yine konağın yıkıldığı zamana kadar duran, alt katın dış köşesinde pencere seviyesinin üzerinde bulunan geyik boynuzu da yöremizde nazara karşı, evlere asılırdı. 1966 yılında Sivas Anıtlar Derneği üyeleri olarak bu konağı gezmiştik. Müze müdürü de dernek yönetim kurulu üyesiydi ve konağı gezenler arasındıydı. Semahane metruk, alt katlar muntazam ve bakımlı idi. O günlerde basında Kültür Bakanlığı’nın bu konağa sahip çıkacağı şeklinde haberler çıkıyordu, ne yazık ki bu yapılamadı. Çerikçi ailesi evi kurtarmak için girişimlerde bulundularsa da başarılı olamadılar. Bu konakta, 1981 yılında varislerden biri kendi oturduğu orta bölümü satışa çıkarmıştı. Konağın satılan ve yıkılan her bölümü yerine beton bir inşaat çok gecikmeden yapılmaya başlanmıştı.35 Bu günlere gelindiğinde ise ko34 Sivas’ta yakın zamanlara kadar; Tekkeşinler (Tekkenişinler) adı verilen aileler ise Yukarı Tekke Tekkeşinleri ve Ali Baba Tekkeşinleri olarak adlandırılan ailelerdir. 35 Tekin Şener, Anadolu şehirlerinin ahşap çehrelerinin değişerek beton bir silüet kazandığını, ahşap sıcaklığının sindiği evlein, sokak ve mahallelerin betonun işgalciliğine direnemediğini, ahşabın yakın dostu taş ile beraber bu inşa tekniğinin mimarî sahnesinden çekilmesiyle birlikte geleneksel ev hayatı ve şehir kültürünün de yok olduğunu, ahşaptan betona geçişin kayıtsız, özensiz ve anî olduğunu, insan yığınlarına dönen ruhsuz şehirlerin suçunu betonda değil, betonlaşan zihniyet ve estetik dünyamızda olduğunu belirtiyor. Bkz.Tekin Şener, “Önsöz”, Kadir Üredi’nin, Şehrin Ahşap Zamanı (2009), İstanbul, s. 10. Tarihî şehirler, tarihî binalarına saygı gösteren şehirlerdir ve şehirler de binalarında yaşarlar. Türk evi ise kültürümüzün adsız bir kahramanı gibidir. Sivas, elli yıl öncesine kadar, Türk şehirlerine has olan bahçe şehir özelliğini taşımakta ve yeşillik içinde yüzyıllarca, unutulmaz SiVÂSÎ AİLESİ nak tamamen yok oldu. Yıkılan/yıktırılan sivil mimarimizin bu muhteşem yapıları için Sivas’ta söylenen; “Han evler harab oldu, şen evler viran oldu” atasözümüz ne kadar da uygun düşüyor: Bugün ise elimizde, sadece konağın fotoğrafları ve de bir rapor kaldı. Prof. Dr. Yılmaz Önge tarafından bu bina hakkında 1967 yılında yazılan bu rapor şöyledir: Sivas’ta Güdük Minare Yanındaki Eski Ahşap Ev Hakkında Rapor Devlet bakanı sayın Hüsame in Atabeyli’nin Sivas’ı ziyaretleri sırasında, maliklerinin müracaatı üzerine ilgilendikleri eski ahşap evi 26.8.1967 cumartesi günü Vakıflar Bölge Müdürü ile birlikte tetkik e im. XIX. Yüzyıl Türk sivil mimarisinin ampir üsluptaki güzel bir örneği olan bu eski ev, mimari kompozisyonu itibariyle dikkate değer bir yapıdır. Benzeri eski Sivas evlerinde olduğu gibi kesme taştan subasman duvarları üzerinde kısmen iki katlı olarak inşa edilmiştir. Duvarlarının içi kerpiç dolgu ahşap karkas (hımış), döşeme ve tavanlar ahşaptır. İç ve dış sıva ile ahşap aksamda görülen kısmî harabiyet nazar-ı itibare alınmazsa sağlam ve kullanılabilir durumdadır. Eski Türk mimarî geleneklerine uygun olarak harem ve selamlık olmak üzere iki bölüm ihtiva eden alt katın ve bunların arasındaki orta sofanın üstüne rast gelen büyük salon bilhassa ilgi çekicidir. Sahiplerinden öğrendiğimize göre, bu tarihi ev, evvelce yakınında bulunan, bilahere yıkılan bir tekkenin şeyhleri tarafından inşa e irilmiştir. Alt kat halen kullanılmaktadır. Boş olan üs eki büyük salon (cihannüma) ise metruk durumdadır. Bu salonun Güdük Minare’ye bakan ve aynı zamanda Sivas şehrinin enteresan bir manzarasını çerçeveleyen camekânlı kısmı kanaatimizce turistik hüviyete haizdir. Böyle bir tesisin kurulabilmesi için; bahçesinin tanzimi, evin orijinalitesini bozan muhdes ilavelerin tamamen kaldırılması veya asgariye indirilmesi, dahilde halen pek azı kalmış alçı duvar nakışlarının muhafazası, kaybolanların ihyası, bozuk sıvalarının ve ahşap aksam ile kiremitli ça- güzelliğini sergilemekteydi. 1980 li yıllarda, şehrin içinden akan Murdar Irmak ve Pünzürük Deresi yerin altında beton kanallara hapsedildi, üzerleri yol oldu. Mısmıl Irmak’ın Aksu projesiyle ihya edildiği gibi, bu ırmaklar da islah edilip, temiz tutularak etrafı yeşillendirilebilirdi. Ülkemizdeki bir çok eski şehirler gibi Sivas’ta da yeşil alanlar betonlaştı. Bir zamanların bahçe ve bostanların, yeşil alanların şimdi sadece adları kaldı; Gökçebostan, Çukurbostan, Ferhatbostanı, Bahtiyarbostanı, Paşabostanı, Bezirci Tarlaları, Çayırağzı ve Harman Çayırı gibi. Bkz. Müjgân Üçer, Anamın Aşı Tandırın Başı, Sivas Mutfağı, İstanbul, 2006, s. 117. 53 54 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SiVÂSÎ AİLESİ tısının şekil değiştirmeksizin ihyası ve nihayet diğer detaylar hususunda Sivas’taki orijinal eski evlerin mimari detaylarından istifade edilerek onarılması gereklidir. Bunun için öncelikle, evin detaylı rölöve projesinin hazırlanması, onarım detaylarının tesbiti ve tefriş sisteminin kararlaştırılması lüzümludur. Tefriş hususunda eski Türk evlerinin karakteristiği olan alçak sedirler, minderler, halı ve kilimler, mangal ve kandillerden istifade edilmelidir. Bütün bunlar realize edildiği takdirde bu tarihi ev turistlerin zevkle oturup çay ve kahve içebilecekleri, yorgunluklarını giderebilecekleri güzel bir tesis olacaktır. Kanaatimize göre Avrupa’da turistlere para ile gezdirilen veya çayhane yahut kahvehane olarak tahsis edilen bu çeşit evler Sivas’taki tarihi ev için örnek alınabilir. Bilhassa Yugoslavya’daki eski Türk şehirlerinde itina ile muhafaza edilen eski evler bu konuda iyi bir fikir vermektedir. Her halikârda muhafazası ve turistik gayelerle kıymetlendirilmesi uygun olan bu tarihi evin onarım ve fonksiyone edilmesinde gerekirse mahalli turizm müdürlüğünden de istifade edilebileceği görüşünde olduğumu bilgilerinize sunarım. 29.8.1967 Yük. Müh. Mimar Yılmaz Önge”36 Kazino “Şeyh Receb’in Kazinosu” Sivas’ta Sivâsî vakfına ait Meydan Camii’nin karşısında, “Şeyh Receb’in Kazinosu” olarak bilinen ve 1940’lı yıllarda yıkılmış olan ahşap bir bina vardı. İki dönemeç merdivenle çıkılan bu bina “Şeyh Receb’in Kazinosu” olarak anılan mâruf bir mekândı. Kahvehane olan odanın üç tarafında peykeler bulunuyordu. Buralara daha çok eşra an yaşlılar otururdu. Orta bölümde, arkalıksız sandalyelerde oturanlar da olurdu. Sivas’ın diğer kahveleri ise sıra kahveler denilen ve Meydan Camii’nin karşısında olan 4-5 kahve ile daha çok köyden gelen hayvan sahiplerinin rağbet e ikleri ahırlı kahvelerdi. 37 Akşam köyüne gidemeyenler, gece ahırlı kahvelerde kalırlardı. 1920’li yıllarda ünlü halk hikâyecisi Ağa Dayı (93 Kars muhaciri) saz çalan arkadaşı ile kış geceleri akşam namazı ile yatsı arasında türkülü hikâyelerini Şeyh Receb’in Kazinosu’nda anlatmıştı. 90-100 yıl öncesinin ünlü hikâyecisi Ağa Dayı’nın çok güzel anlatımı sebebiyle bu kazinonun/kahvenin müşterisi çok olurdu. 38 36 Rapor, Faruk Aburşu’nun arşivinden alınmıştır. 37 Müjgân Üçer, “Halk Kültürümüzde Kahve ve Eski Sivas Kahveleri”, Revak, Sivas, 1992, s. 31.(Bilgiler Kâzım Arslan ve Hilmi Atacan’dan alınmıştır.) 38 Ağa Dayı, her akşam hikâyeyi en heyacanlı yerinde keser, ertesi akşam kaldığı yerden devam Bu gazinoya daha önceleri ise “Ahmed Efendi Gazinosu” denildiğini ve Sivas’ın ünlü ve talihsiz şairlerinden Külhaşoğlu Rahmi’nin burada kaldığını şöyle öğreniyoruz: “Küpeli köyünün ileri gelen ailelerinden olan Gülhaşoğlu Rahmi 18761911 yıllarında yaşayan içli ve derbeder bir şairdi. Ziya Başara ile birlikte Mektubî Kalemi’nde çalışır, 400 kuruş olan maaşını da matbaa bütçesinden alırdı. Bekâr yaşayan şair kalender bir yaşantı sürmüştü. Meydan Camii’nin karşısındaki Şeyh Ahmet Efendi Gazinosu’ndaki bir odacıkta yaşardı. Yatar kalkar kimseye baş eğmez, ömrünü varlıkla yokluk arasında tüketirdi.39 Şemseddin Sivâsî’nin Duası Şemseddin Sivâsî Hazretleri’nin, feyz aldığı Abdülmecid Şirvânî’ye intisabı için “Saadet ayı ve güneşi üzerime doğdu” dedikleri gibi, Şemseddin Sivâsî’nin muhabbet ve ilim güneşi de şehrimize doğmuştu. Hz. Şemseddin Sivâsî’nin Meydan Camii’ndeki türbesi dünyevî seferlerinin sırlandığı bir mekândır. Şemseddin Sivâsî de; “Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası” diyen Hz. Yunus gibi şöyle söylemişti. Diriyiz daim ölmezüz çürüyüp toprak olmazuz Karanu yerde kalmazuz bize leyl-i nehar olmaz 40 Bu vesile ile hatıralarını tazîz e iğimiz Sivâsî ocağının âhirete intikal eden bütün mensuplarını minnet, şükran ve rahmet ile anıyor; haya a olanlara sağlık ve afiyet dileklerimizle, Hz. Şemseddin Sivâsî’nin kitaplarının sonunda Sivas ve Sivaslılar için yaptığı dualardan; Mevlid’inin son beytinde yer alan duası ile sözlerimize son veriyoruz. Şehr-i Sivas oldı bu nazmuma câ Ehline şâfi’ ola nûru’d-dücâ 41 eder ve her konuşmasında açılış cümlesi olarak: “Ele gardaş biz heberi nerden vereh” diye söze başlarmış. Halûk Çağdaş’ın vermiş olduğu bilgi. (14 Nisan 2010) 39 İbrahim Olcaytu, Folklor De eri.1907-1945 sayfa.147. Bu kaynaktaki bilgileri veren Kadir Üredi, “Osman Saraçoğlu’nun (Doğumu: 1925) babasının Sıra Kahveler’de kahvehanesi olduğunu, kendisinin de çocukluğunda Şeyh Receb’in Kazinosu’nda çalıştığı” bilgilerini vermiştir. 40 Recep Toparlı, Şemseddin Sivâsî Divanı, Sivas, 1984, s.26. 41 Şemseddin Sivâsî’nin Mevlidi, Günümüz Türkçe’sine aktaran: Recep Toparlı, Erzurum, 1993. Beyt, no:75. (Mevlid’in telif tarihi: 988/1580) “Bu manzume Sivas’ta yazıldı. Karanlıkların nuru olan Hz. Muhammed bütün Sivaslılara şefaat etsin.” 55 56 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Dr. M. FATİH GÜNEREN’İN ÖZGEÇMİŞİ* 13 Temmuz 1929 da babam Hüseyin Şemsi Bey ve annem Ayşe Sıdıka Hanımın, Nuriye Betül ve Hatice Nihan Hanımlar ile Mehmet Behlül Bey adlı üç evlâdından sonra dünya’ya gelmişim. Baba tarafından büyük ceddimiz 16. asrın büyük tasavvuf âlimi, Halvetî Tarîkatı’nın dört ana dalından biri olan Şemsiyye kolunun kurucusu; Şems-i Sivâsî, Şems-i Azîz ve Kara Şemis adları ile de meşhur olan Anadolu’nun yüce velilerinden “Şeyh Ahmed Şemsü’d-dîn Ebu’s-Senâ” (k.s.) Hazretleridir. 1517 (Hicri:924) Tarihinde doğmuş ve 1597 (Hicri: 1006) de Hakka rücû etmişlerdir. Aslen Zile’li olup, zamanın Sivas ‘ãmili’ Hasan Paşa’nın daveti üzerine Sivasa hicret ederek, onun hibe e iği Paşabostanı’na ailesini yerleştirmiş, vefatlarına kadar tãliplerini irşâda devam etmişlerdir. Türbeleri Sivas’da Meydan Câmii yanındadır. Allah aziz sırrını takdîs buyursun, himmeti üzerimizden eksik olmasın. İstanbulda Hukuk tahsil etmiş olan babam, o zamanki hüviyetiyle Şeyh Hüseyin Şemsi Bey, Şemseddîn-i Sıvãsî Hazretlerinin onuncu kuşaktan torunudur. Kendinden küçük erkek kardeşleri, Dr. Nuri Şemsi Güneren ve (Rindî mahlaslı) Ş. Ahmed Karaşemis Beyler ve kız kardeşi Zehra Başyurt Hanımdır. Annem Merzifonlu Gurapzâdeler’den öğretmen Mehmed Hilmi Efendi’nin kızıdır. Lütfiye ve Remziye isimli iki ablası ve Hasip Muhtar ve Tãha adlı iki kardeşi vardır. Dedem Şeyh Mehmed Efendi’nin H.1331’ de Sivas Vilâyet Makamında ikrâm edilen kahveyi içtikten sonra zehirlenme belirtileri göstererek vefat etmesi üzerine yerine geçen babam Hüseyin Şemsi Bey şeyhlik tacını giymiş, tekke ve zâviyelerin yasaklanmasına kadar Sivas Halvetiyye-i Şemsiyye Dergâhının son post-nişîni olarak zikir ve devrân merâsimlerini îfâ etmiştir. Dergâhın kapanışını takip eden süreçte, yüz yıllara dayanan vakıflarımıza ve özel mülklerimize vâki olan kasıtlı olumsuz müdâhaleler sonunda büyük maddî zorluklarla karşılaşmıştır. Burada parantez açıp, 1940’lı yıllarda dahî devam eden bu kasdî tutumlara bir örnek vereyim. 1944 Yılında Sivas vâlisi Necme in Ergin bir mektupla babamdan eski Ziyâ Gökalp Okulu yerine yapılacak yeni okul için mülkümüz olan Paşabostanı’ndan bir bölümünü teberru etmesini ister. Babam, kendisinin 400 yıllık aile yurduna tek bağı olarak kalan bu arsayı bağışlamasının mümkün olmadığı cevabını verir. Vâli Bey’in “... bu arsanın alınması sizin muvãfakatinize bağlı değildir. ....derhal istimlâk muamelesine teşebbüs edilecektir “ şeklindeki cevabını SiVÂSÎ AİLESİ takiben okul yeri ücretsiz istimlâk edilir, Paşabostanı’nın geri kalan kısmı da ‘yeşil alan’ ilan edilerek muhtemel satış değeri sıfırlanır. Sivas’ta geçim imkanı kalmayınca yaptığı müracaat üzerine Hüseyin Şemsi Bey Ankara’da Maãrif Vekâleti’nde (Milli Eğitim Bakanlığı) memuriyete atanmış, Ankara yolunda bizleri, annemizin memleketi Merzifon’a bırakmış, ablalarımı Merzifon’daki Amerikan Koleji’ne yazdırmış. Ablalarım koleji bitirinciye kadar kolej kampüsü içinde kiraladığımız bir evde yaşadık. 1934 Yılında babam Konya’da Mevlânâ Hazretlerinin Dergâh’ında tesis edilmiş ‘Konya A’sâr-ı Atîka (eski eserler) Müze ve Kütüphanesi’ ne Müdür Muavini olarak atandı ve bizleri de alarak Konya’ya götürdü. İlkokul 4.sınıf sonuna kadarki çocukluğum, o yüce Dergâhta Hazreti Mevlânâ’nın huzurunda dualar edip Gümüş Eşiği öperek, Dergâhın bahçesinde oyunlar oynayarak geçti. Aradan geçen 70 küsur yıla rağmen o nûrânî mekânda elini öpmek bahtiyarlığına erdiğim Mehmed Dede isimli zâtı hiç unutamadım. Tekkeler kapandıktan sonra bütün dervişler tahliye edildiği halde, Mehmed Dede’nin Müze girişi solunda yer alan dervişân hücrelerinden birinde kalmasına müsaade edilmiş. Beyaz sakallı, zayıf, nur yüzlü bu muhterem zâtın odasında hatırladığım kadar bir kilimi, bir seccâdesi ve bir yatağı mevcu u. Ne yer, ne içer, ne ile geçinirdi? Okul saatleri dışında babamın odasına gelirdim. Babam. “Haydi Mehmed Dede’ye kahve yap” derdi. Ben de onun öğre iği şekilde Sivas usûlünce, iyice kaynatılarak köpüğü kesilmiş, mangalın külünde dinlendirilmiş sade kahveyi hazırlar, telvesini karıştırmamaya özen göstererek Mehmed Dede’ye ikrâm eder, onun dualarını alırdım. Aradan çok uzun yıllar geçtikten sonra, 2009 da bu muhterem zâtın hikâyesini öğrenmek nasîb oldu. Dergâhtaki dervişlerin tahliyesi sırasında, o yılların meşhur Maarif Vekili olan ve Yenikapı Mevlevihânesine intisãbı olduğu söylenen Hasan Âli Yücel’e, rüyâsında Hazret-i Mevlânâ, “Mehmedime dokunmayın” buyurmuş. Onun için vefatına kadar Dergâhta yaşamasına izin verilmiş. Mehmed Dede’nin rûh-u azîzine Cenâb-ı Hakk’dan sonsuz rahmet diliyorum. Konyada çok güzel günler geçirdik. Kış geceleri babam akşam yemeklerinden sonra bizlere anektodlarla vurgulayarak nasîhatlar ederdi. Konuşmalarının mihverini bütün yaratılmışlara sevgi, kul hakkına kesin riãyet, doğruluk, sabır, hoşgörü, özü sözü bir olmak, haram şüphesi olandan ve ifra an sakınmak, hurâfelerden ve yobazlıktan kaçınmak gibi hasletleri bizlere aşılamak teşkil ederdi. Allah’a ve Kitâb’ına katıksız îman, Resûlüne ve O’nun muazzez Ehl-i Beyt’ine sonsuz sevgi ve hürmet 57 58 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER etmemizi vurgulardı. Vatan, millet ve bayrağımıza sevgi, millet ve vakıf mallarını titizlikle korumak hususunda telkinde bulunurdu. Babam bazan bize kitaplar da okurdu. Filibeli Ahmed Hilmi’nin ‘A’mãk-ı Hayâl’ adlı kitabını açıklayarak okuduğunu şimdi bile çok iyi hatırlıyorum. 1938 Sonbaharında babam İstanbul’da Beyazıt Câmi’nin karşısındaki medrese binasında yer alan ‘İnkılâp Müze ve Kütüphânesi’ne müdür olarak atandı. Daha sonra ‘İstanbul Belediye Kütüphânesi’ adını alan bu binada halen ‘Hat Eserleri Müzesi’ bulunmaktadır. O günlerde hepimizin hayatına yön veren en önemli hadise, İstanbula gelişimizden çok kısa bir süre sonra babamın, Beyazıt Câmii arkasındaki Beyazıt Devlet Kütüphânesinde Tasnif Heyeti Başkanı olarak çalışan ve ‘Hoca Efendi’ ismi ile ma’ruf Maraşlı Ahmed Tâhir Memiş (Marâşî) (k.s) Efendi Hazretlerinin elini öperek bu yüce zâtın irşâd ve terbiyyet dairesine girmesidir. Hoca Efendi Hazretleri, Fatih’deki Seman Medreselerinde din ilimleri tahsilini bitirdikten sonra, o zamanın üniversitesi olan Darülfünûn’da Tabiî İlimler (biyoloji), ayrıca hukuk tahsil etmiş böylece üç üniversite diploması almış. Arapça, Farsça ve Fransızcayı çok iyi derecede bilirmiş. İstanbulda Ayasofya Dersiâmlığında bulunmuş. Ayasofya kapatıldıktan sonra Beyazıt Dersiâmlığına getirilmiş. Beyazıt Câmii arkasında bulunan Beyazıt Devlet Kütüphânesi’nde Tasnif Heyeti Başkanı olarak memuriyete devam etmiştir. Ramazan aylarının her Cuma gününde Nûr-u Osmaniye Câmiindeki vaazlarını dinlemek için trenle Ankara’dan gelenler olurdu. Hoca Efendi Hazretleri, Fatih Sertürbedârı Ahmed Amîş Efendi (k.s.) Hazretlerinin ve onun halifesi Mehmed Tevfik Kayserî (k.s) Hazretlerinin hizmetinde seyr-i sülûk’unu tamamlamış, İnsân-ı Kâmil mertebesinde, Hakk’dan halk’a dönüp, kütüphâne memuru olarak kendisini perdelemiştir. O’na bağlanıp sohbet ve terbiyyet dairesine girenlerin hemen hepsi yüksek tahsil yapmış seçkin kişilerdi. Temyiz âzâları, ağır cezâ mahkemelerinin reisleri, mühendisler ve bir çok Askerî Tıbbiye talebesi Hazret’in sohbet dairesini oluştururdu. İstanbul’da 5.İlkokulda, Kumkapı ve Nişantaşı Orta Okullarında okuyup, 1946 da Vefâ Lisesi’nden mezun oldum. Kumkapı Orta Okulu’nda edebiyâtı bana sevdiren, kelime hazinemi geliştiren Celâl Hoca’mı, Vefâ Lisesinde Felsefe ve Mantık okutan ve İmam Hatip Lise’lerinin kuruluşunda önemli rolü olan Mahmud Celâleddin Ökten Hocamı, Tarihçi Reşat Ekrem Koçu ve Sâim Ağabey’i, İngilizce öğretmeni Selma Bodur, Sağır SiVÂSÎ AİLESİ Muhiddin gibi çok kıymetli hocalarımı hiç bir zaman unutamadım ve onları daima minnetle, rahmet dileklerimle yâd ediyorum. Evi evimize çok yakın olan Celâleddin Ökten Hocam’ın kapısı, matematik, felsefe, yabancı dil gibi derslerde zayıf olan talebelere daima açıktı. Bazı karlı kış günlerinde sabahları hocamın çantasını taşır, karda ayağı kaymasın diye elinden tutarak beraberce Vefâ Lisesine yürürdük. Nur Sokaktaki komşularımız arasında Ahmed Amîş Efendi Hazretlerinin bağlılarından, mutasavvıf Abdülaziz Mecdi Tolun Bey ve zamanın meşhurlarından Haydar Molla’nın ailesi vardı. O zamanlar Soğanağa temiz, güzel ve asil bir sem i. 1950-52 Yıllarında babam Sivas’daki Dergâhta icrâ olunan âyinlerde okunan, çoğunun beste ve gü esi ailemiz mensuplarına ait olan ilâhileri ve zikir usüllerini toparlamaya başladı. Önce, askerden yeni dönmüş, henüz tanınmamış olan merhum Ârif Sami Toker Bey daha sonra Teknik Üniversiteli bir genç ha ada bir iki defa evimize geliyor, babamın usul üzere okuduğu ilâhileri notaya alıyorlardı. Babam ayni zamanda Şeyh Receb’sSivâsî’nin, Şemseddin-i Sivâsî Hazretlerinin hayat hikâyesi olarak telif ettiği Necmü’l-Hüdâ adlı eseri de tercüme ediyordu. Maddî imkânsızlıklar yüzünden onun bastıramadığı bu iki eseri ancak 2000 yılında, Tasavvuf Musikîsinde Sivâsî İlâhileri ve Hidâyet Yıldızı adları ile yayınlayabilmek mazhariyetine erdiğim için hamd ve şükür ediyorum. 1946 Yılında İstanbul Tıp Fakültesine girip 1952 yılında Hekimlik diplomamı aldım. O zaman Türkiyede tek Tıp fakültesi vardı ve bünyesinde Çapa’yı, Aşağı ve Yukarı Gurebâ Hastanelerini, Haseki ve Cerrahpaşa Hastanelerini kapsıyordu. Biz 5. sınıfa geçtiğimizde Ankara Tıp Fakültesi açılmıştı ve Askeri Tıbbiye öğrencisi arkadaşlarımız Ankaraya gönderildi. O yıllarda Nazilerden kaçan ancak Batı devletlerinin kabul etmediği Alman Yahudisi ilim adamlarına Türkiye kucak açmıştı. Böylece İstanbul Üniversitesi kabuk değiştirdi. Esâsen bizim, Tevfik Sağlam Paşa, Neşet Ömer İrdelp, Sedat Tavat, Tevfik Remzi Kazancıgil gibi çok değerli hocalarımız vardı. Alman kökenli Emil Frank, Philip Schwartz, Hans Winterstein, Hugo Braun, Kurt Koswig, Zuber, Heilbronn gibi dev isimler bunlara eklendi ve daha sonraki dönemlerde göremediğimiz kadar yüksek kalitede bir hoca kadrosu oluştu. Fakülte hayatımız oldukça monoton geçti. Ha a sonları grup halinde Beyoğlunda sinemaya gitmek, otomatik büfede sandviç ve kuru yemişçide ucuz çikolata yemek başlıca lüksümüzdü. O grup içinde yıllarca can ciğer dost olduğumuz birkaç arkadaş ile 2 yıl önce tekrar buluşmaya başladık. Ancak benim alkol almadığımı, oruç tu uğumu öğrendiklerinde o 59 60 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER birkaç eski ‘dost’, “Sen dinci olmuşsun” diye beni de erden sildiler. Böylece ‘Mahalle Baskısı’nı da tatmış oldum. Mezuniyet sonrası için o zamanın modası Amerika’ya gitmekti. Ben de, Hoca Efendi Hazretlerinin izin ve dualarını alarak 1953 Baharında Wilmington, North Carolina’ daki James Walker Memorial Hastahanesine intern olarak gi im. Evde vedâ ederken rahmetullah babamın gözlerini gözlerime dikerek uzun uzun bakması, beni derinden etkileyen hala unutamadığım olağanüstü mânevi bir mesaj idi. Nisbeten küçük bir Amerikan kasabasındaki yeni hastahanemde bile teknolojik imkânlar yönünden ne kadar yetersiz eğitildiğimizi idrâk ettim. İstanbul Tıp Fakültesi içinde o zaman o almoskop ile göz dibi muayenesi yapan tek kişi, Sivas mebusu ve babamın akrabası Mu alip Öker Bey’in oğlu, sonradan müessif bir uçak kazasında hayatını yitiren rahmetli Doç. (Prof.) Dr. Celâl Öker ağabeyimizdi. ABD’deki hastahanemde ise yeni mezun internlerin hepsinin arka cebinde bir o almoskop vardı ve rutin olarak her hastanın göz dibini muayene ediyorlardı. “Bu Türkler çok cahil” diye ülkeme laf getirmemek için ben de her hastanın gözüne, hiç bir şey görmesem de bakıyordum. Tâ ki bir gün şans eseri bir hastanın göz dibini görene kadar! ABD’de, o zamanın ırkçı ortamına hayret ve dehşetle şahit oldum. Beyaz hastaların bulunduğu binanın arkasında, ‘Coloured Ward’ denen 60 yataklık tek koğuşta, erkek kadın zenci hastalar hep bir arada yatıyorlardı. Ameliyathaneleri bile ayrı ve çok ilkeldi. Hastanenin yemekhanesinde ilk yemeğimi alırken servis yapan Susan adlı yaşlı siyâhî hanıma “Thank you madam” diye teşekkür edince, sırada hemen arkamda duran Amerikalı intern böğrüme bir dirsek atmış ve “Biz bu siyâhîlere (negro’lara) teşekkür etmeyiz ve madam demeyiz. Onun adı Susan ve sende ona yalnız Susan diyeceksin” diye ilk ırkçılık dersini vermişti. İntern’lik sürecinin sonunda, Ohio’daki Cleveland City Hospital’da üç yıl iç hastalıkları asistanlığı, bunu takip eden yılda da yine Cleveland’da Saint Luke’s Hastahanesinde akciğer fonksiyonları üzerinde fellowship yaptım. Bu hastahaneler eğitim amaçlı olduğu için aylık ücretim çok yetersizdi. Bunun için ha anın iki üç günü civardaki özel hastahanelerin âcil servislerinde gece nöbeti tutardım. Buna rağmen cebimde hiç para kalmadığı ve odamdaki buz dolabının tamtakır olduğu bir pazar günü, açlığımı unutmak için elime İngilizce Kur’an-ı Kerim meâlini alıp rastgele bir sayfa açtım. Gözüme ilk takılan Bakara Suresi 155. ayet oldu: “Andolsun, sizi biraz korku, (biraz) açlık, (bıraz da) mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenlere (lütuf ve keremimi) müjdele” Bu müt- SiVÂSÎ AİLESİ hiş mesajın etkisi ile içimden hem sabırsızlığım için nedâmet hissi, hem de sabretme gayreti yükselmeye başladı. Kısa süre sonra kapı çaldı. Gelen Gaziantepli Dr. Okutan adlı bir arkadaştı. Yaşça bizden büyük olduğundan sık görüşmezdik. Ellerindeki büyük alışveriş torbalarında belki de on kişiyi doyuracak kadar çeşitli yiyecekler vardı. “Yalnız oturmaktan sıkıldım, beraber yemek yiyip sohbet edelim diye geldim” dedi. Birkaç saat sohbet ve yemekten sonra gitmek üzere kalktı. Ben artan onca yiyeceği paketleyip ona vermeye çalıştım ama “Benim hastanede bunlar için yerim yok” diyerek almadı. 1954 Yılında Hoca Efendi Hazretlerinin, 1956 da babamın Bekâ Âlemi’ne hicretlerini gurbe e öğrendim. Babamın vefâtından sonra, henüz evden haber almamışken, rüyamda Hoca Efendi Hazretleri’ni gördüm. Bana, daha önce okumamı emretmiş oldukları duaları hatırlatarak, “Evlâdım bunları niçin okumuyorsun?” buyurdular. Uyanınca babamın vefat etmiş olduğu hissi uyandı ve ruhu için dualar etmeye başladım. 1955 Yılında, çocuk felci aşısı bulunmuştu. Bu korkunç hastalık salgın halinde idi ve City Hospital’ın içinde, yeni hastalar, hastalık sonrası solunum felci oluştuğu için respirator denen sun’i solunum cihazlarına ömür boyu mahkum yaşayan hastalar ve diğer komplikasyonlar oluşmuş hastalar için üç ayrı polio (çocuk felci) ünitesi ağzına kadar dolu idi. O yıl yapılan kampanyada bizim hastanede binlerce kişiye aşı tatbik e ik. Ertesi yıl hiç yeni hasta görmedik ve Amerikada poliomyelit bu kampanyalar ile tamamen ortadan kalktı. 1958 Sonbaharında Amerika’dan kesin dönüş yaptım ve ihtisas imtihanına girerek İç Hastalıkları Uzmanı oldum. Askerlik hizmeti için yedek subay olarak Erzurum’daki Mareşal Çakmak Hastanesi’ne tayin edildim. Orada benim servisime bazan günde 100-110 yeni hasta yatıyor ve onlara hizmet vermek benim için hem yorucu hem de çok zevkli oluyordu. Ayrıca, Taşmağazalar’da tu uğum evde muayenehane de açtım. Ancak oradaki teamüle göre hasta simsarları tâciz etmeye başlayınca, mesleki hayal kırıklığı yaşadım. Daha ziyade diğer doktorların gönderdiği hastaların EKG’lerini çekip kalp ve akciğerler yönünden konsültasyon hizmeti vermeye yöneldim. 1961 İhtilâlinden kısa süre sonra terhis edilip İstanbula döndüm. Kadro kıtlığı yüzünden ücretsiz olarak Haseki Tedavi Kliniği’nde bir Akciğer Fonksiyon Laboratuarı kurmam ve eleman yetiştirmem önerildi. Maddi yönden buna imkân bulamazdım. O sırada bir ilân üzerine Ortaköy’deki Pfizer İlâç firmasının Tıbbi Direktörlük pozisyonuna müracaat e im. 50 Aday arasından çeşitli imtihan ve mülâkatlar sonunda, Pfizer’in ve Türkiye’nin ilk Tıbbi 61 62 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Direktörü seçildim. Dürüst bir firmada son derece kıymetli mesai arkadaşları ile yürü üğüm yeni işimi hem çok seviyordum, hem de her gün yoğun bir şekilde hastalarla haşır neşir olmaya alışık birisi olarak masa başında ofis mesaisi beni hiç tatmin etmiyor, ruhen sıkılıyordum. O günlerde Almanya doktor açığını kapatmaya çalışıyordu. Bir tanıdığın tavassutu ile Batı Berlin’deki Staedisches Krankenhaus Wilmersdorf İç Hastalıkları Bölümünden bir davet geldi ve 1962 yaz sonunda Berlin’e gi im. Orada o zamanın Alman tıbbının son derece geri olduğunu gördüm ve ancak 11 ay dayanabildim. Süre sonunda, Berlin’de konuşlanmış Amerikan birliklerine hizmet veren Berlin U.S. Army Hospital’da dahiliye uzmanı olarak 1969’a kadar çalıştım. Bu arada bir evliliğim oldu. Almanya’ya gitmeden önce rahmetli ağbeyim Y.Mimar Mehmet Bey, Hoca Efendi Hazretlerinin vefâtını takiben babamın onun halefi olan Mustafa Özeren Bey’in elini öptüğünü anlatmıştı. Hoca Efendi Hazretlerinde kokladığı ‘Muhammedi Rayiha’nın artık Mustafa Bey’den intişâr e iğini söylermiş. Ben de bu muhterem Zât’ı arada bir ziyâret eder ve elini öpüp duasını alırdım. Almanya’dan döndükten sonra bu büyük zât’ın sohbet ve irşâd dairesine girmek mazhariyetine erişebildim. Berlinde bulunduğum sırada çok amansız bir kanser türüne yakalanan ağbeyimi orada tedavi e irmiştik. Ancak uzmanlar hiç yaşama şansı vermiyorlardı. Gördüğüm bir rüya üzerine bunu Mustafa Bey Hazretlerine arz e iğim zaman, “Mehmet’e bu olamaz” buyurdular ve duaları himmeti ile ağabeyim on yıl daha yaşayıp çocuklarını büyü ü, ailesini geçindirdi, sonra uykuya yatmış aynı tümörün alevlenmesi ile vefât e i. Almanya’dan döndükten sonra muayenehane açtım ve Amerikan Hastanesi’nin İç Hastalıkları uzman kadrosuna girdim. Bir gün eski arkadaşlarımı görmek üzere Pfizer’e uğradım. Meğer benden sonra birkaç Tıbbi Direktör değiştirmişler ve halen pozisyon boşmuş. Hemen teklif yaptılar ve bu sefer part-time olmak üzere yeniden işe başladım. Bir süre sonra ilk eşim vefat e i. Mustafa Bey Hazretleri benim yeniden evlenmemi ve çocuk sahibi olmamı emre iler. Şimdiki eşim Güner ile evlendim ve 1982 yılında efendimin duasıyla Deniz adlı bir kızım oldu. Deniz Nişantaşı Işık Lisesini bitirdikten sonra İngiltere’de University of East Anglia’da İngiliz dili ve edebiyatı tahsil e i. Daha sonra University of Bournemouth’da Global Marketing masteri yaptı. Hâlen bir Amerikan ilâç şirketinde klinik artaştırmalar administratorü olarak çalışıyor. 1982 Yılında Mustafa Bey Efendim Dâr-ı Bekâ’ya göçtüler ve bizleri hatıralarımızla baş başa bıraktılar. Hoca Efendi Hazretlerinin kabr-i SiVÂSÎ AİLESİ şerîfi Fatih Câmii haziresinde Sertürbedâr Ahmet Amîş Efendi Hazretlerinin yanı başında, Mustafa Bey Hazretlerinin ise Sahrâyı Cedit Kabristanında Mehmet Tevfik Kayserî Hazretlerinin kabri şerîfinin yanındadır. Allah bu yüce zâtların sırr-ı azîzlerini takdis buyursun, himmetleri hep üzerimizde olsun. 1986 yılında, Pfizer’in ısrarı üzerine Amerikan Hastanesinden ayrılarak Pfizer İlaçları’nda full-time çalışmaya başladım. 1995 de yaş limitini doldurduğumdan emekli oldum. Son dokuz yıl içinde aktif hekimlik yapmadığım için tıptaki bir çok yenilikleri takip edememiştim. Yarım bilgi ile hastaların mes’uliyetini taşımanın vebâlini üstlenmemek düşüncesi ile hekimlik pratiğine nokta koydum. Emeklilik sonrası rahmetullah babamın hazırladığı halde mâlî imkânsızlıklar yüzünden bastıramadığı Necmü’l-Hüdâ ve Sivâsî İlâhileri eserlerini yayına hazırlayarak neşretmek lütfuna eriştirdiği, daha sonra Sivâsî Şiirleri adlı kitabı ve Halvetiyye-i Şâbaniyye - Azîzân’ın Hikmetli Sözleri ve Hâtıralarım adlı risâleyi hazırlayıp yayınlamayı bu âciz kuluna nasib kıldığı için Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemin’e sonsuz hamd ve şükürler ederim. Geri kalan ömür diliminde de faydalı işlere yöneltip rızâ-i şerîfine nâil kılmasını ãcizâne niyâz ederim. Dr. M. Fatih Güneren Teşvikiye-İstanbul * Aruzumuz üzerine, Dr. M. Fatih Güneren’in, e-posta olarak 20.4.2010 tarihinde göndermiş oldukları bu özgeçmişi, daha önce kısaltılarak Sivas Kültür dergisinde de yayımlanmıştır. (Bkz. Hasan Sarıtaş, “Şemsî Sivâsî Hazretlerinin Torunu Dr. M.Fatih Güneren”, Sivas Kültür, Sayı.5, 2009 Ekim Kasım Aralık, s. 34-37, Özgeçmişin devamı: Sivas Kültür, Sayı.6, 2010 Ocak Şubat Mart, s.42-44.) 63 Güdük Minare Önündeki Fotoğraf (1313/1314 – M.1897) İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Şemseddin Sivâsî’nin kitabında bulunan mührü SiVÂSÎ AİLESİ 1- Şeyh Ahmed Efendi, 2- Hacı Ahmed Efendi Fincancızâde, 3- Nuri Efendi ....Azizzâde, 4- Şeyh Hasan, Şeyh Ahmed Efendi Torunu, 5- Şeyh İbrahim Şeyh Alaaddin, 6- Kara Hacı Ağa, 7- Zileli Şeyh Nusret Bey......İbrahim Efendi, 8- Hüseyin Efendi Altıparmakzâde, 9Kahveci Hoca, 10- Şeyh Hanbel Şeyh Abdullah..., 11- Hademe.......Mahmud, 12- Hademe......Seyyid. 64 65 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SiVÂSÎ AİLESİ Bahçedeki Fotoğraf (1313/1314 – M.1897) (Dergâh, Evler ve Güdük Minare) Şeyh Ahmed Efendi ve Hademe Kahveci Hoca Sivâsî Dergâhı Önündeki Fotoğraf (Tarih 1313/1314 - M.1898) 1-Şeyh Ahmed Efendi, 2-Dağıstanlı Hacı Ali Efendi, 3-Fincancızâde Şeyh Hacı Ahmed Efendi, 4-Hademe Mahmud, 5-Şeyh Ahmed Efendi Torunu Abdülahad Nuri, 6-Hazreti Pirin Türbedarı Ahmed Efendi, 7-.....Hasan Ağa, 8- .....İbrahim Çavuş, 9-Hacı Azizzâde Mehmed Efendi, 10- Azizzâde Hayri Efendi, 11-.....Azizzâde Nureddin Efendi, 12-Ekmekçi Ahmed, 13-Kahveci.....Hoca, 14-Çerkes...., 15-Şeyh Ali Efendi Mahdumu Şeyh İbrahim Efendi, 16-Şeyh Ahmed Efendi Torunu Zehra (Nuri Bey’in eşi Zehra Başyurt), 17-.....Seyyid 66 67 68 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SiVÂSÎ AİLESİ Grup Fotoğrafı 1327/1911 Şeyh Mehmed Efendi, Arkada ayakta duranlar: Sağda Ş. Hüseyin Şemsi Güneren (1888-1956), Solda Dr. Nuri Güneren (1894-1954), Şeyh Mehmed Efendi’nin önünde kızı Zehra (Başyurt), Şeyh Mehmed Efendi’nin kucağında oğlu Ahmed (1908-1960) “Ahmed Güneren-Rindî”, Öndeki erkek çocuk, Şeyh Mehmed Efendinin kız kardeşi Emine Hanım’ın oğlu Fertellizâde Derviş Ef. (v.1956) 7- 1327/1911 yılında Sivas’ta Hükümet konağı önünde hacca gidiş Ş. Mehmed Efendi ve Eşi Şerife Hanım’ın 1911 yılında hacca gidişleri vesilesiyle aile albümlerinde bulunan fotoğraf. (Hükumet Konağı, Hükumet Meydanı ve havuzun orijinal durumu, yaylı arabalara yüklenen eşyalar dikkat çekiyor.) O dönemde hacı kafilesi, “yumurta yaylısı” adı verilen bu arabalarla Ulukışla’ya intikal ederek, buradan trenle Hicaz’a gidiyorlardı. 69 70 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SiVÂSÎ AİLESİ Şiir Vadisinde Bir Ailenin Hikâyesi: Şemsî’den Fatih Güneren’e Uzanan Halka DOÇ. DR. ALİM YILDIZ CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ Sivas Anadolu’nun ortasında uzun ve çetin geçen kışı ve ekonomik imkansızlıklarıyla bilinen bir şehirdir. Yoksulluk ve acılar insanları şair yapar. Eğer Türkiye’de bölgelere göre bir şair haritası çıkarılsa, ekonomik yönden gelişmiş yörelerde, özellikle de deniz kıyısında bulunan şehirlerdeki şair sayısının azlığı dikkati çekecektir. Sivas ve şair denildiğinde ilk akla gelenler Halk şairleri, başka bir ifade ile Âşıklardır. Halk edebiyatında yüzlerce şair yetiştirmiş olan Sivas, Divan ve Yeni Türk edebiyatı sahalarında da birçok ile göre oldukça ilerdedir. Aile vakfı olan ve “Gazino” olarak bilinen bina Sivas sivil mimarisinin özgün örneklerinden biri olan konaktan iki ayrı görünüş. Tahminen 1935-1940’lı yıllar. * Fotoğrafları arşivinden göndermek lütfünde bulunan Dr. M. Fatih Güneren’e ve fotoğraflarda numaralanmış isimleri okuyan Cafer Kelkit’e teşekkür ederim. (M. Üçer) Şehir merkezinde dikkati çeken husus, şairlerin sanki tevarüs yoluyla belli ailelerde yoğunlaştığıdır. Sarıhatipzadeler, Mor Ali Baba Ailesi, Külhaşoğulları, Şemseddin Sivâsî ailesi bunların başta gelenleridir. Bu aileler içerisinde en çok şair çıkaran aile Şemseddin Sivâsî ailesidir. Tespitlerimize göre Sivâsî ailesinden on şair yetişmiştir. Şemseddin Sivâsî (ö. 1597) başta olmak üzere, Abdülmecid Sivâsî (ö. 1639), Abdü- 71 72 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER lahad Nuri (ö. 1651), Abdülbaki Sivâsî (ö. 1710), Şemsî Ahmed (ö. 1718), Ahmed Sûzî (ö. 1830) ve Recep Kamil (ö. 1833) söz konusu ailenin Cumhuriyet öncesinde yetişen şairleridir. Özellikle Tekke ve Tasavvuf edebiyatında muhteşem örnekler bırakan bu şairlerin yanı sıra, Cumhuriyet sonrası da bu aileden şairler yetişmiştir. Bunlar, Hüseyin Şemsi Güneren (ö. 1956), Şeyh Ahmed Rindî (ö. 1960) ve Fatih Güneren’dir. Yüzyıllara Göre XVI. yüzyıl: Şemseddin Sivâsî XVII. yüzyıl: Abdülmecid Sivâsî (ö. 1639), Abdülahad Nuri (ö. 1651), XVIII. yüzyıl: Abdülbaki Sivâsî (ö. 1710), Şemsî Ahmed (ö. 1718) XIX. yüzyıl: Ahmed Sûzî (ö. 1830) ve Recep Kamil (ö. 1833) XX. yüzyıl: Hüseyin Şemsi Güneren (ö. 1956), Şeyh Ahmed Rindî (ö. 1960) ve Fatih Güneren Aile XVII. Yüzyıldan itibaren Tokat, Sivas ve İstanbul olmak üzere üç ayrı merkezde yaşamıştır. XVI. Yüzyıldan günümüze kadar her yüzyılda şair üyelerine rastladığımız bu ailenin saydığımız şairlerinden dördü oldukça meşhurdur. Bu dört şairden Şemseddin Sivâsî ve Ahmed Suzî Sivas’ta, Abdülmecid Sivâsî ve Abdulahad Nurî İstanbul’da yaşamış ve vefat etmişlerdir. Bu dört şairi incelediğimizde Şemsî ve Suzî’nin içe dönük ve mütevazi bir hayat yaşadıkları, Şeyhî ve Abdülahad Nurî’nin ise dışa dönük ve belki de yaşadıkları dönemin, gereği olarak meydan okuyan bir tarzda hayatlarını sürdürdükleri söylenebilir. Şemsî, Şeyhî ve Nurî çok velud yazar ve şairlerdir. Her birinin yirminin üzerinde telifatı bulunmaktadır. Suzî ise bu üçüne göre daha az eser vermiştir. Eser açısından bir sıralama yapacak olursak Şemseddin Sivasi, Abdülahad Nurî, Abdülmecid Sivâsî ve Ahmed Suzî sıralaması yapılacaktır. Bu girişten sonra şairlere geçebiliriz. Burada Şemsî, Şeyhî ve Nurî üzerinde fazla durmayacağım. Çünkü bunlar hakkında bu sempozyumda kıymetli bilim adamları tarafından sunulacak tebliğlerde detaylı bilgiler verilecektir.. 1. ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ (ö. 1597) 1520 yılında Zile’de doğdu. Taşkent ulemasından olan babası Ebü’lBerekât Muhammeddir. Ebû’l-Berekât Muhammed ez-Zîlî, Amasya’da SiVÂSÎ AİLESİ Şeyh Habîb Karamânî halîfelerinden olan Hacı Hızır’ın halîfesidir. Zile’de vefât etmiştir. Şemseddin Sivâsî dışında Muharrem, İbrâhim ve İsmâil adlarında üç oğlu daha vardır. Bunlardan Muharrem ve İbrâhim Şemseddin Sivâsî’den büyük, İsmail ise küçüktür. Şemseddin Sivâsî dönemin Sivas valisi Hasan Paşa (ö. 1567)’nın daveti üzerine Sivas’a gelmiş, Meydan Camii Şeyh Vaizliği görevinde ve yaptırdığı tekkede irşat faaliyetlerinde bulunmuştur. Sivas’ta çok sayıda öğrenci yetiştirmiştir. Halveti tarikatının Şemsiyye kolunu kurmuş, seksen yıla yakın ömrünü ilme, öğrenci yetiştirmeye, eserlerini yazmaya ve irşat faaliyetinde bulunmaya vakfetmiştir. Kaynaklarda Eğri seferi için İstanbul’a geldiğinde Azîz Mahmûd Hüdâî (v. 1628) tarafından karşılandığı, Hüdâî’nin büyük bir hürmet ve muhabbet gösterdiği, elini öptüğü, üç gün müddetle Hüdâî tekkesinde kalıp, bu esnâda İstanbul’un bütün ileri gelen zevâtı tarafından ziyâret edildiği kaydedilmektedir. Buna ilâveten Sultân III. Mehmed’in kendisi için Sinân Paşa köşkünde ziyâfet verdiği, ziyâfe e bulunanlar ve Şeyhülislâm Hoca Sadeddin (v. 1599) Efendi tarafından büyük bir saygıya mazhar olduğu da belirtilmektedir. Seferden sonra bir süre İstanbul’da istirâhat etmiş, III. Mehmet’in ısrarla İstanbul’da kalmasını istemesine rağmen, rahatsızlığı gerekçesiyle Sivas’a dönmüştür. Yaşlılığı sebebiyle seferde çekmiş olduğu zahmet ve şiddetli soğuktan etkilenmesi sonucu 1597’de Sivas’ta vefât etmiştir. Namazını Receb Sivâsî kıldırmış, Meydan Câmii’nin batı tarafında bulunan türbesine defnedilmiştir. Günümüzde Sivas ve çevresinin önemli ziyâret yerlerinden biri olan bu türbe, daha sonra genişletilerek, üzerine bir kubbe yapılmıştır. Yazmış olduğu kırka yakın eserde, yüksek bir din kültürüne sahip olduğu görülen Şemseddin Sivâsî, Arapça ve Farsça’ya da çok iyi vakıf velûd bir müelli ir. 2. ABDÜLMECİD SİVÂSÎ (ö. 1639) Şemseddin Sivâsî’nin yeğeni ve Abdülahad Nuri’nin kayınpederidir. 1563 yılında Zile’de doğdu. Babasından ve amcası Şemseddin Sivâsî’den ders okuyarak iyi bir öğrenim gördü. Otuz yaşında iken amcasına intisap e i. 1600 yılında Şemsi Dergâhına şeyh oldu. III. Mehmed’in daveti üzerine İstanbul’a gi i. Ayasofya, Sultan Selim, Süleymaniye ve bir çok camii ve dergahta va‘z ve irşat görevinde bulundu. 9 Haziran 1617’de ibadete açılan Sultan Ahmed Camii’nin açılışına dua etmek üzere davet edildi ve bu 73 74 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER caminin cuma vaizliği görevine getirildi. Tarihte “Kadızâdeliler-Sivâsiler” mücadelesi olarak bilinen medrese ile tekke arasındaki çatışmada, tasavvufu savunan taraf olarak Kadızâde’ye karşı çıktı. Şiirlerinde Şeyhî mahlasını kullandı. Çeşitli kütüphanelerde kayıtlı yirmi civarında eseri ve Divanı vardır. Şeyhî, Ekim 1639 tarihinde İstanbul’da vefat e i. Türbesi Eyüp’tedir. SiVÂSÎ AİLESİ da dedesi Abdülmecid Sivâsî Efendi bahçesinde babasının kabri yanında medfundur. Arzu eyler hevâ-yı zülf ü ha ın her zamân Mürg-ı dil âvâredir bir yerde tutmaz âşiyân 6. AHMED SÛZÎ (ö. 1830) 3. ABDÜLAHAD NÛRİ (ö. 1651) 1595 yılında Sivas’ta doğdu. Dedesi Sivas mü üsü İsmail Efendi, babası Kadı Muslihiddin Mustafa Efendi’dir. Annesi, Şemseddin Sivâsî’nin yeğenidir. Halvetî Tarîkati’nin en tanınmış şeyhlerinden olan Abdülahad Nuri, küçük yaşta babasını kaybetmesi üzerine dayısı Abdülmecid Sivâsî tarafından yetiştirildi. Dayısı ile birlikte İstanbul’a gi i. Devrin alimlerinden tahsilini, dayısından da sülûkunu tamamladı. Yirmi yaşlarında kitaplar yazmaya başlayarak yirmi eser meydana getirdi. Kırk erba‘în çıkararak, 1600 gün îtika a kaldı. Midilli’ye giderek vaaz ve irşat faaliyetlerinde bulundu. 1621’de tekrar İstanbul’a döndü. 1635’den itibaren Ayasofya, Fatih ve Sultan Ahmet camilerinde kürsi şeyhliğinde bulundu. 1651 yılında vefat e i. Mezarı Eyüp Nişancası’nda Abdülmecid Sivâsî’nin türbesi karşısındadır. Müre ep bir Divan’ı olan Abdülahad Nuri’nin, büyük bir kısmını Arapça olarak kaleme aldığı yirmi sekiz tane eseri vardır. Divanı, Hüseyin Akkaya tarafından Abdülahad Nuri ve Divanı (İstanbul 2003) adıyla yayımlanmıştır. 4. ABDÜLBAKİ SİVÂSÎ (ö. 1710) Abdülmecid Sivâsî Efendi’nin oğludur. 1614 yılında İstanbul’da doğdu. İyi bir eğitim aldı. Babasının vefatından sonra Sivâsî tekkesine postnişîn oldu. Çok uzun bir süre Sultan Ahmet camii cuma vaizliği görevinde bulundu. 15 Rebiü’l-Evvel 1122 / 14 Mayıs 1710 tarihinde İstanbul’da vefat e i. Tekkedeki türbesinde medfundur. Müstakil bir eserini bulamadığımız Abdülbaki Sivâsî’nin, Tezkire-i Ayvansarayî’de aşağıya aldığımız bir beyti yer almaktadır. BEYT İlâhî sen beni yarlığa lütf et Ledünnî ilmine mazhar olam tâ 5. ŞEMSÎ AHMED (ö. 1718) Asıl adı Şemsî Ahmed Efendi, Muhammed Emin Efendi’nin oğludur. Müderristir. Abdülmecid Sivâsî ahfâdındandır. Vefatı 13 Safer 1130 /15 Ocak 1718 tarihinde İstanbul’da vefat etmiştir. Eyüp’te Nişancı yakınların- Asıl adı Ahmed’tir. Şiirlerinde Suzî mahlasını kullanmıştır. 1765 tarihinde Sivas’ta doğmuştur. Şemseddin Sivâsî’nin 6. kuşak torunlarındandır. Halvetiye tarikatının Sivasiye koluna mensuptur. Tekke çevresinde yetişmiştir. Kaynaklarda eğitimine dair net bir bilgi yoksa da Sivas’ta dönemin alimlerinden dersler almıştır. [Alet ilimlerini Hadimî’den, tasavvuf ilmini de Abdülmecid Sivâsî’den almıştır.] Divanı’nda ilim tahsili için birkaç yıl gurbe e gezdiğinden bahsetmesine rağmen bu yerlerin nereler olduğu belli değildir. Henüz on dokuz yaşındayken hicri 10 Mart 1198 (m. 1783) tarihinde Sivas’tan hac farizasını yerine getirmek üzere ayrılmıştır. Önce İstanbul’a giderek buradan bir gemi ile yola çıkmıştır. Yolculuk sırasında Kahire’ye uğrayarak burada birkaç gün kalmıştır. Medine’de 72 gün kalan Suzî, bu yolculuğu, Divan’ında yer alan 39 beyitlik bir Hacnâme’de anlatmaktadır. Dönüşünde karayoluyla Şam’a uğrayıp oradan da Sivas’a ulaşmıştır. Hac farizasından döndükten bir süre sonra Sivâsî dergâhının post-nişîni olmuştur. Bu göreve ne zaman geçtiği tam olarak belirtilmese de Divan’da bulunan bir beyi e annesinin vefat tarihinden bir süre sonra olduğu bilgisi mevcu ur. Annesi 1211’de (m. 1798) vefat etmiştir. Buna göre Sûzî 1798 veya 1799’da postnişin olmuş olmalıdır. Hicri 1246 (m. 1830) senesinde vefat e iğine göre otuz yıl kadar bu görevi sürdürmüştür. Babası Şeyh Ömer Efendi’den sonra dergâhın şeyhi olmuştur. Sûzî’nin tasavvuf ilmini kendisinden öğrendiği bildirilen Abdülmecid Sivâsî, Şeyhî mahlasını kullanan büyük dedesi Abdülmecid Sivâsî değildir. Tarihlerimizde Kadızadeliler-Sivâsîler tartışması olarak bilinen Medrese-Tekke çatışmasının taraflarından biri olan Abdülmecid Sivâsî 1049 (m. 1639)’da İstanbul’da vefat etmiştir. Hiç evlenmemiş olan Suzî’nin cenazesi Meydan Camii’nin kuzey batısında bulunan türbeye büyük ceddi Şemseddin Sivâsî’nin yanına defnolunmuştur. Anlaşılır ve sade bir dil kullanan şairin şiirlerinden bir kısmı çeşitli bestekarlar tarafından ilahi formunda bestelenmiştir. Müellifin bilinen beş eseri vardır. Bunlar; Farsça Divan, Türkçe Divan, Sülüknâme-i Suzî ve Pendnâme-i Suzî’dir. Bunların dışında Süleymannâme isimli bir mesnevisi ve Vasiyetnâmesi ile manzum Abdulvahab Gazi Menkıbesi de tarafımızdan tespit edilmiştir. 75 76 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Süleymannâme: Suzî’nin hiçbir kaynakta bahsedilmeyen manzum eseridir. Tarafımızdan bulunan bu eserin şimdilik tek nüshası vardır. 28 varak olan bu eser Hz. Süleyman ile Belkıs kıssasını anlatmaktadır. Fā‘ilātün fā‘ilātün fā‘ilün ölçüsüyle kaleme alınan bu mesnevî şu beyitlerle başlamaktadır Çün bu kıssa buraya geldi tamām Diňle n’oldı mā-cerā bulmaz hıtām Bu kitābın alt yanı olmuş telef Böyle geçdi elimize der selef Kaside-i Bürde Tercümesi: Suzî ile ilgili yapılan tez ve yazılan makalelerde bir de kaside-i bürde tercümesi olduğundan hep bahsedilmiş fakat herhangi bir kütüphanede bulunamadığı belirtilmiştir. Bu eserin iki nüshası tarafımızca bulunmuştur. Toplam 162 beyit olan bu tercüme şöyle başlamaktadır: Cānā aňdıň mı ol semt-i kemān-ebrū-yı cānānı Ki halt etdiň revān-ı eşki çeşme ahmer kanı Tercüme şu şekilde sona ermektedir: Gülistānda sabā tahrīk itdükce çü eşcārı Tarab şevk virdüğünce ‘ays hoş na‘me-i rūhānī Habībiň āsitānında göňül mahzūn durur dāim Sevindir ‘izzetiň hakkı kuluň Sūzī-i sūzānı Menakıb-ı Abdülvahhab Gazi: Toplam 89 beyi en oluşmaktadır. “Fahr-i Âlem (s.a.v.) hazretlerinin alemdârı olan Abdulvehhâb Gazi hazretlerinin menkıbe-i hasenelerinin cümle ihvâna neşr ve beyanı ümîd-i hayriyesiyle Sivaslı Sûzî’nin tanzîmine lutuf buyurdukları manzûme-i aliyyeleridir” açıklamasıyla başlamaktadır. Menakıb’ın ilk beyitleri şöyledir Naķl idüp Şems-i Sivâsî-yi ‘azîz İstimāı gelür ihvāna lezīz Nice oldı hāl-i ‘Abdü’l-Vehhāb Sıdķ ile diňlesün anı ahbāb 7. RECEP KAMİL (ö. 1833) XIX. yüzyıl şairlerinden olan Recep Kamil’in doğum tarihi belli değildir. Şemseddin Sivâsî’nin torunlarındandır. Hayatı hakkında detaylı bilgi yoktur. 1833 yılında Hicaz’da öldüğü bilinen Recep Kamil’in; Hazînetü’lNükûl ve Rûhü’l-Maksûd isimli iki eseri ile bir Divanı olduğu, Vehbi Cem Aşkun tarafından verilen bilgiler arasındadır. Eserleri basılmamıştır. SiVÂSÎ AİLESİ GAZEL Lebleri âb-ı zülâl çeşme-i hayvân bana Hastayım bahş eylesin yok gayri bir dermân bana Mihribânım olmayaydı iltifâtın ey sanem Havf-i gamzen günde bin kez yu ururdu kan bana Etse ağyâr zârıma beyhûde ey dildâr ben Pây-mâl-i hâk-pâyin olduğum burhân bana Sînede sad dağ açar tîğ-ı sitemle her zaman Yâre şerh etsin deyi derd-i dil müjgân bana Ahd-i peymânın kılıp Kâmil şikeste neyleyim Lutf-ı ağyâre firâvân zerre yok ihsân bana 8. HÜSEYİN ŞEMSİ GÜNEREN (ö. 1956) Şemseddin Sivâsî’nin onuncu göbekten torunudur. 1888’de Sivas’ta doğdu. Babası Şeyh Mehmed Efendi, annesi Şerife Hanım’dır. İstanbul’da Mekteb-i Hukuk’dan mezun oldu. Babası Şeyh Mehmed Efendi’nin hicrî 1332 (1914)’de vefat etmesi üzerine Şemseddin Sivâsî’nin tesis etmiş olduğu Halvetî dergahına post-nişîn olmuştur. Bu dergahın son post-nişîni olan Hüseyin Şemsi Güneren, tekkelerin kapatılması üzerine Konya’da bulunan Mevlana Müze ve Kütüphanesi’nde bir süre müdür muavini olarak görev yapmıştır. Daha sonra İstanbul Beyazıt’ta bulunan ve sonradan Belediye Kütüphanesi olan İnkılap Müze ve Kütüphanesi müdürlüğüne getirilmiş ve 1952’de buradan emekli olmuştur. Nuriye ve Hatice isimli iki kızı ile Mehmet Behlül ve Mehmet Fatih isimli iki oğlu olan, Hüseyin Şemsi Güneren’in derin bir tasavvuf ve musikî bilgisinin yanında besteleri de bulunmaktadır. Ailesiyle ilgili bazı eserleri hazırlamasına rağmen bunları yayımlama imkanı olmamıştır. Şemseddin Sivâsî’nin menkibelerini anlatan Receb Sivâsî’nin Necmü’l-Hüdâ isimli eserini tercüme etmiş, Fütüvvetnâme’nin de tercümesini yapmıştır. Büyük dedelerinin farklı bestekarlar tarafından bestelenmiş şiirlerini ve kendi bestelediklerini de notaya aldırarak yayıma hazır hale getirmiştir. Hazırlamış olduğu bu eserlerden Necmü’l-Hüdâ (İstanbul 2000) ve Sivâsî İlahileri (İstanbul 2000) oğlu Dr. Fatih Güneren tarafından yayımlanmıştır. Oğlu Dr. Fatih Güneren’in verdiği bilgiye göre şair olan Hüseyin Şemsi Güneren, 19 Mart 1956’da İstanbul’da vefat etmiştir. 9. ŞEYH AHMET RİNDÎ (ö. 1960) 1908’de Sivas’ta doğan şairin asıl adı Ahmet Güneren’dir. Şemseddin Sivâsî’nin 9. kuşak torunlarından Şeyh Mehmet Efendi (ö. 1332/1914)’nin 77 78 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER oğlu ve Sivâsî tekkesinin son şeyhi şair ve bestekâr Hüseyin Şemsi Güneren (ö. 19 Mart 1956)’in biraderidir. İlk ve orta öğrenimini Sivas’ta tamamlayan Ahmet Güneren, kısa aralıklarla Orman müfe işliği, posta idaresi ve demiryollarında çalıştı. Bir ara ziraatle de meşgul olan şair, 1941’de eşinin vefatı üzerine memuriye en ayrılarak İstanbul’a göçtü. Hayatının bundan sonraki döneminde resmi görev almayan Ahmed Güneren, sürekli olarak çeşitli işlerle meşgul oldu. Kapalıçarşı ve Bitpazarı’nda seyyar elbisecilik, simsarlık, ressamlık ve kapıcılık gibi birçok işe girip çıktı. Abdullah Azmî ve Neyzen Tevfik’le sıkı dostluklar kurdu. Sivas’ta iken Doğuş ve Ülke gazetelerinde şiirleri yayımlanan şair, şiirlerinde Karaşemis ve Rindî mahlaslarını kullandı. İstanbul’da iken de şiirleri çeşitli gazetelerde yayınlanmaya devam e i. 1960 yılında İstanbul’da vefat eden Şeyh Ahmed Rindî, halk ve tasavvuf şiiri alanında yetişmiş en güçlü şairlerden olmasına rağmen, şöhret ve şandan kaçan bir kişiliğe sahip olmasından dolayı çevresi dışında yeterince tanınamamıştır. Gazel ve koşma tarzında irticâlen söylediği şiirleri de vardır. Uzun boylu, iri yarı, gür ve uzun saçlı bir görünüşü olan Rindî külfetsiz bir söyleyişe sahiptir. Binin üzerinde şiiri olmasına rağmen, sadece yüz civarındaki şiiri oğlu Ali Kasım Karaşemis tarafından seçilerek 1966’da Son İkram adıyla kitap haline getirilmiştir. GÖNDERNÂME Oku arîzamı lütfet efendim Cevapla beraber vefa da gönder Ar ıkça artmakta maraz-ı rindim Muzdaribim cam-ı şifa da gönder Gerçi ben elimle buldum bu derdi Yoktu ihtiyarım: kaderim verdi Ne bigâne kaldım, ne aklım erdi İlhâm-ı ülûmu, mâna da gönder Çokça düştüm, kalktım bunca senedir Bilmem ki çektiğim bu çile nedir? Acizim nefsime olmuşum esir Himmet-i halâsla dua da gönder Bir aydır perişan gezemez oldum Dert, mihnet, gam, gussa elemle doldum Zindan-ı zille e sarardım soldum Bunaldım bir miktar hava da gönder SiVÂSÎ AİLESİ Yatıp dinlenemem hep solum sağım Çıbanlar içinde kolum bacağım Lastikten siyatik oldu ayağım Bir pabuç, don, gömlek, aba da gönder Sızlanır her kolum birer saz oldu Unutuldum kimsem aramaz oldu Bu kafam bir şeye yaramaz oldu Bir işe yarayan kafa da gönder İçimi tımar et dışımı onar Ben de el aleme benzeyim ne var İhmal etme zira ateş intizar Gözümü yıllarda koma da gönder Borç, bela, musibet gırtlağa çıktı Ben candan usandım can benden bıktı Hele şu aşk, sevda evimi yıktı Bir tesbih, seccade, esma da gönder An olur ki evet candan bezerim Dem gelir ki durmam hemen yazarım Zulmet-i kesre e şaşkın gezerim Nurundan bir nur-ı ziya da gönder Aşkıyla geçtimse namustan ardan Tecerrüd etmedim hiss-i ten vardan Çıkartma gönülden atma nazardan Beklerim müjde-i rıza da gönder Bir ilmi yerim var şu İstanbul’da Fakat nazarlar hep parada pulda Yorulup kalmadan bu çıkmaz yolda Ya taksi ya uçak imdada gönder Müsavi ise de yoklukla varlık Diyar-ı ademde bunaldım artık Yapacaksan eğer son bir kardaşlık Ukbaya koma da dünyada gönder Bin Kâbe yıkmaz mı bir gönül yıkan Hâlimi soran yok, yüzüme bakan Bana değil, içten zahirden çıkan Nutkumdaki zâhir feryada gönder 79 80 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Dîde-i kâmil hiç noksan mı görür Bu gemi karada bu kadar yürür Âşıklar ne ölür ne yerde çürür Bir dolu iksîr-i bekâ da gönder Buyurmuş cenâb-ı Şemsi Sivâsî Aşkı münkir asi Hakka’da asi O sabır denilen devâ-yı hassı Eyyub’a gönderme, Ferhad’a gönder Çünkü buldu Eyyup derdine çare Nuh bindi gemiye çıktı kenare Ferhad kaldı yârdan uzak, avare Deleyim dağları cihada gönder Sözlerim samimi Mevlâ şahi ir Ârife fazla söz, tarif zai ir Mükâfat, mücâzat şey-i vahi ir Rahatım istersen belâ da gönder Yıllarca sıfırla olmuştum hemrah Bulmadım derdime bir çare eyvah Edemedim nefs-i Fir’avnı ıslah Bir Musa elinde asa da gönder Karardı ocağım dağıldı yuvam Hâlâ da iptilâ etmekte devam Sevdiğimden de yok bir yıldır peyam Bu aceb dâvaya fetva da gönder Düşeli sarhoşum varta-ı aşka Me ûrem mua al şuurum laçka Dersen de haklısın yok sözü başka Hep gönder, hep gönder hâlâ da gönder Gönder de et dil-i hastayı ihya Ali’nin sünneti değil mi saha Soğuk sözdür gerçi kızarsın amma Parayı her şeyden ziyade gönder Hudâ, lüzûmu yok neyi yaratmış Deyemem şu bülbül o da hoyratmış Aşkı köprü sandım meğer Sıratmış Cesaret, metanet, irade gönder SiVÂSÎ AİLESİ Düşünmem yarını, unu um dünü Ne idim, ne oldum kim bilir beni At senden senliği unutup kini Rindiyâ nefsine asa da gönder Kalender gılamam şakayı sever Af ede efendim ağbeyim meğer Suçun gayrı evsaf bende ne gezer (La) mebzul subhunda (illa) da gönder Şerefyab olunca şi’rim destinle Nabzıma el koy da kalbimi dinle Dile şad et dil-i nâşâdı dile İntihar denilen cilâ da gönder 10. FATİH GÜNEREN Sivâsî dergahının son şeyhi olan Hüseyin Şemsi Güneren’in oğludur. 1929 yılında Sıvas’ta doğdu. Babası Hüseyin Şemsi Güneren, annesi Ayşe Sıdıka Hanım’dır. İlk ve orta tahsilini Konya ve İstanbul’da yapmış, 1946 yılında Vefa Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girmiştir. 1952 yılında mezun olmuş ve ihtisas yapmak üzere ABD’ye gitmiş, Wilmington’da (N. Carolina) James Walker Memorial Hastahanesi’nde internship ve Cleveland City Hospitalde (Ohio) iç hastalıkları bölümünde resident olarak ihtisasını tamamlamış, yine Cleveland’daki St. Luke’s Hospital’da Dr. George W. Wright’in Pulmonary Function araştırma laboratuarında fellow olarak çalışmıştır. 1958 sonunda yurda dönerek vatani görevini 1960 Haziranına kadar Erzurum Mareşal Çakmak Askeri Hastahanesi’nde tabip yedek subay olarak yapmış, 27 Mayıs İhilali’nden sonra terhis olmuş, ve İstanbul Tıp Fakültesi’nin Haseki Hastahanesi Tedavi Kliniği’nde sınava girerek dahiliye uzmanlık diplomasını almıştır. 1960 - 1962 yılları arasında Pfizer İlaçları A.Ş de Medikal Direktör olarak çalıştıktan sonra Batı Berlin’e giderek Städtisches Krankenhaus Wilmersdorf’da ve US Army Hospital’da 1969 yılına kadar Dahiliye Uzmanı olarak çalışmıştır. 1969’ da yurda dönüşünü takiben yeniden Pfizer İlaçları Medikal Direktörlüğüne atanmış ve 1995 yılında buradan emekli olmuştur. 1970-1986 Yılları arasında Amiral Bristol Amerikan Hastahanesi’nde dahiliye uzmanı olarak çalışmıştır. Güner Güneren ile evli olup, Deniz adlı bir kızı vardır. Pederi Hüseyin Şemsi Güneren’in ‘Tasavvuf Musikisinde Sıvasi İlahileri’ ve ‘Hidayet Yıldızı - Şems-ed-dini Sıvasi Hazretlerinin Menkıbeleri’ adlı eser- 81 82 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SiVÂSÎ AİLESİ lerini yayına hazırlayarak 2000 yılında neşretmiştir. 2003 Yılında, Fatih Sertürbedarı Ahmed Amiş Efendi Hazretlerinin ve onun halefleri Mehmet Tevfik Kayseri, Ahmed Tahir Memiş ve Mustafa Özeren Efendiler Hazeratının sözlerini ve kendi anılarını ihtiva eden ‘Halvetiyye-i Şabaniyye - Azizanın Hikmetli Sözleri ve Hatıralarım’ adlı kitapçığı yayınlamıştır. 2006 Yılında, Şems-i Sıvasi, Abdül-Mecid-i Sıvasi, Abdül-Ehad Nuri ve Ahmed Suzi Hazeratının divanlarından seçilmiş bazı şiirler ile bunların sadeleştirilmelerini ve kendi bazı manzum düşüncelerini içeren ‘Sıvasi Şiirleri’ adlı kitabı yayınlamıştır. Uzaya Bakış Aman Yârab! Bu evrende neler vardır, neler vardır Akıl almaz, hesaplanmaz, sonsuz mesafeler vardır. Bakarsın bir ufak nokta parıldar İlahî nurla Gözlerini kırpıştıran inci gibi o bir damla Savrulan bir galaksidir uçsuz bucaksız uzayda İçinde milyarla güneş sayısız dünyalar vardır Zamana ters bir bakıştır görünen sanki o anda Hakika e gördüğün şey mâziden bir hatıradır Milyarlarca ışık yılı öncesinde olup bitmiş, Bugün olmuş zanne iğin nice efsaneler vardır. MUHARREM’İN ONU Kerbelâ! Belâlı yer, Fakat ne mutlu o güzel insanlara, Senin uğursuz çorak topraklarında Susuz ve yorgun, Binlerce zalime karşı İnançla savaştılar, Ve şehâdeti En büyük ibadet saydılar, Allah yolunda kurban oldular. Yâ Hüseyin, senin yasın Mü’min yürekleri dağlar, Kalplerimiz elem dolu, Gözlerimiz sana ağlar. Osmanlı’da Bir Fikrî Mücadele: Kadızâde-Sivâsî Tartışmaları YRD. DOÇ. DR. YÜKSEL GÖZTEPE CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ Giriş Kadızâdeliler ile Sivâsîler arasında cereyan eden tartışmalarına geçmeden önce Osmanlı Devletinin o dönemdeki genel durumunu kısaca göz atmak istiyoruz. Önümüzdeki tablo şudur: Osmanlı Devleti o devirde her alanda duraklama içine girmiştir. Savaşlarda alınan yenilgiler devletin ekonomik yapısını öylesine zayıflatmıştır ki, el altından rüşvet karşılığı verilen memuriyetler, bizatihi yönetim tarafından açık artırmayla satılmaktadır. Asker zaman zaman isyanlar çıkararak yönetimi zor durumda bırakmaktadır. Padişahlar, küçük yaşta ve yeterli eğitimi alamadan tahta çıkartıldıkları için, devlet yönetme tecrübesine sahip değillerdir. Devletin her alanına sirayet eden bozulma, ilmiye teşkilatında ve halk içinde kendini iyice göstermiştir. Askerî ve idarî kesim, israf ve lüks bir hayat içinde yaşamakta, toplumun ekseriyetini oluşturan halk ise işsiz ve sefalet içerisindedir. Halk üzerinde belli bir etkiye sahip vaizler, dinin aslıyla alakası olmayan mevzular üzerinde durmakta, dinde füru dahi kabul edilemeyecek konuları ele almakta ve bu 83 84 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER tür eylemlerde bulunanları, vaazlarında, dinden sapmış gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Böylece halkın zihni karıştırılmakta, düşünce ve enerjisi, boş şeylerle meşgul edilmektedir. Rüşvet ve iltimas yoluyla ilmî payeler ya satılmakta ya da ileride söz konusu olacak muhtemel menfaatler uğruna hibe edilmekte ve sonuçta, liyakatsiz ve ilmî altyapıdan yoksun bu kişiler, aklî ve felsefî ilimlere karşı gelmektedir. Rüşvetle paye alan kadılar, harcamış oldukları paraları, gördükleri davaları satarak gayr-ı meşru yoldan temin etmeye çalışmaktadır. Medreselerde âlimlerin birbirlerine güvenleri ve iç huzur kalmamıştır. İlmî çevre de, askerî ve idarî kesimde olduğu gibi lüks ve israf içerisinde bir hayat sürdürmektedir. Medreselerde matematik, felsefe ve kelam gibi aklî ilimler artık okutulmamaktadır. İlimden başka kaygısı olmayan, sade bir hayat yaşayan ve herkesin saygı duyduğu müderrisler, özlenir hale gelmiştir. İlim ve fenden yoksun, cahil ve taassup ehli ilim adamları, pratikte sonuca hiç tesir etmeyen ve gündelik haya a karşılığını bulmayan ayrıntılar üzerine yoğunlaşmakta, sert bir üslupla tartışmalar yapmakta ve içinde bulundukları taassubun da etkisiyle birbirlerini dinden çıkmakla itham etmektedirler. Kadızâdeliler-Sivâsîler: Genel Bir Bakış Kadızâdelilerin ilham kaynağı Bilgivî’dir. Bilgivî’nin ilham kaynağı ise 13-14. yüzyıllar arasında yaşamış olan din bilgini İbn Teymiyye’dir. Gerek İbn Teymiyye gerekse Bilgivî, yaşadıkları toplumun içinde bulundukları buhranın sebebini, sonradan ihdas edilmiş olan bidat ve hurafelere dayandırmışlardır. Bu iki âlim, toplumun kurtuluşunu, dinin aslına dönmekte görmüşlerdi. Bilgivî, Osmanlıdaki bozulmanın, insanların, bidat ve hurafeler konusunda dikkatli davranmamalarından kaynaklandığını düşünüyor ve bundan kurtuluş çaresinin de Kur’an ve sünnete dönmekte olduğunu ileri sürüyordu. Ona göre, kabirler üzerinde türbe yapmak, buralarda mum yakmak, ücret karşılığında Kur’an okumak ve sonradan ihdas edilen nafile ibadetlerle mücadele etmek gerekir. Nitekim kendisi de hem kadılar hem de devlet adamları arasında yaygınlaşan rüşvete ve zengin çocuklarına hak etmediği halde para karşılığında ilmî payeler verilmesine karşı mücadele etmiştir. Bilgivî, geçmişte ulemanın da hoş görmediği bu davranışlara karşı hem mücadele etmiş hem de devrin Şeyhu’l-İslam’ının verdiği bazı fetvalara, dine uygun olmadığı gerekçesiyle reddiye yazmaktan geri durmamıştır. Aynı zamanda bir ara tasavvufa da yönelmiş, fakat tasavvufa ters düşen mizacı ve bu bidat ve hurafelerin toplumda yaygınlaşmasında mutasavvıfların da etkisinin olduğunu düşündüğün- SiVÂSÎ AİLESİ den, onları da eleştirmekten kaçınmamıştır. Ancak şunu da belirtmeliyiz ki, Bilgivî, var gücüyle bidatlere savaş açarken, İslamiyet’i, toplum hayatından ayrı düşünmek ve İslam toplumlarının asırlarca meydana getirdiği kültür birikimini bir hamlede yok edebileceği riskini göz ardı etmek gibi bir hatanın içine düşerek bu hamlenin toplumsal sonuçlarını hiç düşünmemiştir. Üstelik örf ve adetlerin, şer’î kurallara ters düşmediği ve onun temellerine bir halel getirmediği sürece, bir kültür zenginliği olduğunu da idrak edememiş veya etmek istememiştir.1 Fakat her iki bilgin de -her ne kadar mutasavvıflara acımasız tenkitler yöneltseler de samimi ve kendi düşüncelerinde tutarlı idiler. Fakat, aynı kanaati Kadızâdeliler için de taşımak biraz zor görünmektedir. Bilgivî’nin fikir düzeyinde yürü üğü bu samimi mücadele, Kadızâdelilerde, -arkalarına sarayın da desteğini alarak- önce hakaret etmeye sonra da fiziksel şiddet uygulamaya dönüşmüştür. Kadızâdeler ve takipçileri, hem eserlerinde hem de kürsülerde, özellikle semâ ve devrân meselelerinde devrin Halvetî ve Mevlevîlerine karşı hakaret etme ve şiddete başvurma yoluna başvurmuşlardır. Başta Şemseddin Ahmed es-Sivâsî el-Halvetî olmak üzere Sivâsîler’in temel yaklaşımları ise sûfî meşreplidir. Sivâsîlerin takip e ikleri Şemseddin Sivâsî, Sahn medresesinde müderris iken bir vesileyle devrin âlimlerinin, kazaskerin huzurunda mevki ve mansıp elde etmek için yaşamış oldukları zillete şahit olduktan sonra bugünkü karşılığı profesörlük olan payesini bırakarak memleketine gitmiş ve Halvetiye tarikatında seyrü sülûkunu tamamlayarak irşat faaliyetleriyle meşgul olmuştur. Şemseddin Sivâsî, irşat faaliyetleriyle uğraşırken devrin sultanı tarafından sevilen ve takdir edilen bir mürşid-i kâmil olmuştur. Nitekim, III. Mehmed’in, büyük dedesi Fatih Sultan Mehmed’i kastederek “Fatih’in Akşemseddin’i varsa bizim de Kara Şemseddin’imiz var” dediği rivayet edilir. Şemseddin Ahmed es-Sivâsî, otuzdan fazla eser veren ve tasavvuf tarihinin seçkin bir sûfisi olan Aziz Mahmud Hüdâi’nin elini öpüp saygı sunduğu bir mürşid-i kâmildir. Kadızâdeliler ile Sivâsîler arasındaki ilk tartışma, Kadızâde Mehmed Efendi ismindeki bir vaizin, İmam Bilgivî’nin fikirlerinden yararlanarak mutasavvıflar aleyhine vaazlar vermesiyle başlamıştır. Aslında İmam Bilgivî’nin Kadızâdelerle bir alakası yoktur. Kadızâde Mehmet Efendi (ö. 1635), Şemseddin Sivâsî’den sonra yerine Halveti şeyhi olan Abdül1 Ahmet Yaşar Ocak, “XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda Dinde Tasfiye Teşebbüslerine Bir Bakış: Kadızâdeliler Hareketi”, Türk Kültür Araştırmaları, Yıl-sayı 17-21/1-2, Ankara 1979-1983, ss. 208-212; Kenan Yakuboğlu, “Osmanlı Medrese Eğitimi ve Felsefesi, Gökkube Yay., İstanbul 2006, ss. 123-124. 85 86 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER mecid Sivâsî (ö. 1639)’nin yazmış olduğu eserlerdeki fikirleri eleştirerek tartışmayı başlatmıştır. Bu eleştiriler, fikrî olmaktan ziyade hakaret içeren saldırılardır. Bilgivî’nin talebelerinden ders alan Kadızâde Mehmed Efendi, vaizliği ile İstanbul’da büyük bir şöhret kazandıktan sonra, devrin mutasavvıflarına yöneltmiş olduğu ağır eleştiri ve hakaretlerle, Osmanlıda yüzyıl sürecek olan Kadızâdeliler-Sivâsîler tartışmasının fitilini alevlendirmiştir. Yaptığı vaazlar yoluyla halk arasında etkisini artıran ve Küçük Kadızâde lakabıyla tanınan Mehmet Efendi, hem devrin padişahı VI. Murad’ı etkilemiş hem de saraydaki nüfuzunu artırmıştır. Nitekim, VI. Murad, kahvehanelerde muhalefet yaparak kendisi hakkında dedikodu yapan halkı sindirmek amacıyla Kadızâdelerin tütün hakkındaki görüş ve fetvalarından da faydalanarak tütün içmeyi yasaklayacaktır. Padişah, tütünü yasaklayarak kahvehanelerdeki sohbetlerde yönetim aleyhinde konuşanlar üzerinde bir baskı kurmak istemiştir. Padişahın tütün yasağına Kadızâde’nin, destek vermek amacıyla “ûlu’l-emrin yasaklamasıyla haram olur ve bu emri çiğneyenler cezalandırılır,” şeklinde fetva vermesi, onun, saraydaki güç ve nüfuzunu artırmasına vesile olmuştur. Nitekim Kâtip Çelebi, Kadızâde’nin padişah katındaki itibarını, onun, tamamen siyasî irade lehinde verdiği fetvasına ek olarak, “aykırı davran, tanınırsın” ilkesiyle hareket etmesine de bağlamaktadır. Zira Kadızâde Mehmed Efendi, başta Sivâsîler olmak üzere bütün Halvetî ve Mevlevî mutasavvıfları, ilmî hudutlar içerisinde takipçisi olduğunu iddia e iği Bilgivî gibi ilmî delillerle tenkit etmek yerine, Katip Çelebi’nin ifadesiyle, onlarla “tahta tepenler ve düdük çalanlar, yetiş Toklu dede, yetiş B.klu Dede” diye va’azında alay etmekten ve onlara taş atmaktan geri kalmıyor,” onlara, düşmana saldırır gibi saldırıyordu.2 Kadızâde Mehmed Efendi’den (ö. 1635) sonra Kadızâdelilerin liderliğini yapan Üstüvânî Mehmet Efendi, -Naimâ Mustafa Efendi’nin eserinde nakle iğine göre- Şam’da bir adamı öldürmüş ve kısasla öldürülme kaygısıyla İstanbul’a gelerek izini kayde irmiş ikiyüzlü bir vaizdir.3 Üstüvânî’nin, semâ ve devrâna karşı takındığı tutum, hakaret-vârî ve şiddet eğilimlidir. Üstüvânî’den sonra hareketin lideri olan Vanlı Mehmed Efendi de Üstüvânî gibi, işi, kitlesel saldırı boyutuna taşıdığı içindir ki, yönetim tarafından sürgün edilmiştir. 2 Katip Çelebi, Mîzânü’l-Hak fi ihtiyâri’l-ahak (Haz. Orhan Şaik Gökyay), Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul 1980, ss. 114-115. 3 Naimâ Mustafa Efendi, Naimâ Tarihi, Çev. Zuhuri Danışman, Zuhuri Danışman Yay., İstanbul 1969, c. V, s. 2091. SiVÂSÎ AİLESİ Sivâsiler-Kadızâdeler Tartışması: Kadızâdeliler–Sivâsîler tartışmasında öne çıkan isimler şunlardır: Küçük Kadızâde Mehmed Efendi (ö. 1635), Abdülmecîd Sivâsî (ö. 1639), Üstüvânî Mehmed Efendi (ö. 1661), Abdülehad Nûrî Sivâsî (ö. 1651), Vânî Mehmed Efendi (ö. 1685) ve Niyazî Mısrî (ö. 1694). Kadızâdeliler-Sivâsîler arasında yapılan tartışmalar ise genellikle şu konular üzerinde yoğunlaşmaktadır: 1. Kelamla İlgili Konular: Hz. Peygamber’in (a.s) anne ve babasının ahirete imanlı gidip gitmediği; Hızır’ın (a.s.) haya a olup olmadığı; Firavun’un son anda imana ulaşıp ulaşmadığı; İbnü’l-Arabî’nin küfrüne hükmedilip edilemeyeceği; Hz. Hüseyin’i şehit eden Yezid’e lanet edilip edilemeyeceği gibi konular bu türdendir. 2. Fıkıhla İlgili Konular: Kur’ân-ı Kerim, ezan, mevlid-i şerif ve na’t-ı nebevî gibi şeylerin nağmelerle okunup okunamayacağının hükmü, hutbede Hz. Peygamber’in ve ashab-ı kiramın ismi anıldığında tazim kastıyla “sallahu aleyhi vesellem” ve “radıyallahu anh” demenin uygun olup olamayacağı gibi meseleler bu türdendir. Yine kabir ziyaretleri, kandil gecesi kutlamaları ve bu gecelerde nafile namazı kılmanın caiz olup olmayacağı gibi mevzular da tartışma konusu olmuştur. Ayrıca, “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l- münker”in hükmü de bunlar arasındadır. 3. Tasavvufla İlgili Konular: Tarikatlarda yapılan semâın, devrânın ve cehrî zikrin hükmü, türbe ziyaretlerinin, şeyhlere gösterilen saygının ve onların ellerinin öpülmesinin caiz olup olmaması gibi hususlar, tartışma konusu yapılan tasavvufî mevzular arasındadır. 4. Toplumsal Mevzularla İlgili Konular: Kahve, tütün, afyon, şurup vb. keyif verici şeyleri tüketmenin haram olup olmayacağı, belli bir makamdaki kişinin hediye ya da rüşvet almasının, tokalaşır ya da selamlaşırken eğilmenin caiz olup olmayacağı gibi hususlar toplumsal türden tartışma konularıdır. Şunu belirtmeliyiz ki, bu tür konularda eser yazanları araştırma konusu yapanların dayandıkları ilk kaynak, Kâtip Çelebi’nin Mîzânü’l-Hak adlı eseri ve Naima Tarihi’dir. Ha a Naima Tarihi, Kadızâdeliler ile Sivâsîler arasındaki tartışmalarla ilgili farklı bilgiler verse de bunları, yukarda bazılarını sıraladığımız konu başlıkları çerçevesinde, Kâtip Çelebi’nin eserinden almıştır. Kâtip Çelebi’nin eseri, öğüt kısmı çıkarılırsa, tamamen bu konu üzerinde yoğunlaşmıştır. Biz bu tebliğimizde, itikatla alakalı konular bir başka tebliğ konusu olduğundan, “tartışılan ikinci derece meseleler” başlığı altında bu hu- 87 88 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER susa çok kısa bir şekilde değineceğiz. Aslında genelde sûfiler ile, özelde Sivâsîler ile Kadızâdeliler arasındaki asıl tartışma konusu sema ve devrân meseleleridir. Nitekim, her iki taraf da bu iki konu hakkında birçok eser kaleme almışlardır. Biz de bu tebliğimizde temel olarak bu iki hususa ağırlık vereceğiz. Diğer konulara kısaca değinmekle yetineceğiz. Taraflar arasındaki tasavvufî tartışmalarda öne çıkan kavramlar semâ, zikir ve deverândır. Zikirle ilgili yüzlerce ayet olduğu için, tartışmanın seyri zikrin bizzat kendisi değil yapılış şekli üzerinde yoğunlaşmıştır. Özelikle semâ ve deverânın yapılış şekli, Kadızâdelerin şiddetle karşı çıktıkları konu olmuştur. Onlar, bu şekilde icra edilen zikri, ibadetin ruhuna aykırı olarak değerlendirmiştir. Sûfilerin bir noktada temsilcileri konumunda olan Sivâsîlere göre ise zikirde önemli olan zikrin amacıdır. Ki bu da, Hakka kurbiyet kesp etmek ve vuslata ermektir, zikrin yapılış şekli değildir. Kadızâdeliler ile Sivâsîler arasında tartışmaya konu olan yirmiden fazla meseleye baktığımızda bu tartışmaların, Kur’an ve sünne e olmayan, sonradan zuhur etmiş ve halk tarafından yapılır hale gelmiş yeni uygulamalardan kaynaklandığını görüyoruz. Kadızâde tara arları, “her sonradan olan şey, bida ir” ilkesinden hareketle Peygamber (a.s.) zamanında olmayan ama sahabe ve tabiîn zamanında yapılan ve ismine de “bidat-ı hasene” denilen uygulamaları görmezden gelmişlerdir. Cehrî Zikir Haddizatında Allah’ı zikretmekle ilgili çok sayıda ayet ve hadis olduğundan, salt zikir hakkında gerek mutasavvıfların gerekse fıkıh âlimlerinin her hangi bir şey söylemeleri mümkün değildir. Tartışmanın, zikrin yapılış şekli üzerinde olması, bu konuda zikredilen delillerin, her iki tarafın görüşünü destekleyici nitelikte olması da etkili olmuştur. Sivâsîler ile Kadızâdeliler arasında en ciddi tartışma konularından bir cehrî zikir meselesidir. Zira Sivâsîler, Halvetî olmaları dolayısıyla cehrî zikir yapmakta idiler. Gerçi cehrî zikir-hafî zikir meselesinde hangisinin daha üstün olduğu konusu, sûfiler arasında da asırlarca tartışma konusu olmuştur. Kadızâdeli Mehmed Efendi’ye göre, Ebu Hanife, cehrî zikrin haram olduğu görüşündedir. Diğer üç mezhep imamının görüşü ise cehrî zikrin, ayakta sallanarak yapılmadığı sürece caiz olacağı yönündedir. Mehmed Efendi, bu görüşlerden hareketle, kişi cehrî zikri yaparken ayağını dahi kıpırdatsa, bu şekilde yapılan bir zikir i ifakla haram olacağı için, buna helal diyenin kâfir olacağını ileri sürer. Kadızâdeli Vânî Mehmed Efendi ise sessiz zikir yapmaya dair Kur’an-ı Kerim’de geçen ayetlerden ve Peygamber’den (a.s.) nakledilen bazı ha- SiVÂSÎ AİLESİ dislerden4 hareketle, cehrî zikrin caiz olmadığını vurgulamıştır. Vânî Efendi’ye göre İbn Ömer ve İbn Abbas gibi sahabeler, gerek Kur’an-ı Kerim’in okunmasını gerekse cehrî zikretmeyi, bunları mesci e yapanlara, bidat olduğu gerekçesiyle mani olmuştur. Buna karşılık Abdulahad Sivâsî, İbn Mesud’un, cehrî zikir meclislerinde bulunduğunu ve asla cehrî zikri inkâr etmediğini ileri sürerek, İbn Mesud’a isnat edilen hadislerin sahih olmadığını belirtmiştir. O, cehrî zikrin hafî zikirden de faziletli olduğuna dair çok sayıda ayet ve hadisin var olduğunu belirtmiştir. O, kişinin, Kuran’ı açıktan okurken riyaya düşme tehlikesi varsa, ancak o zaman gizli okuyabileceğini, aksi halde açıktan okumanın daha faziletli olduğunu vurgulamıştır. Ona göre, Celaleddin Suyutî de cehrî zikrin haram olmadığını yirmiden fazla hadisle ispat etmiştir.5 Abdulahad Nûrî, cehrî zikre cephe alan kimselerin iddia e iğinin aksine, “Korkarak ve ürpererek Rabbini zikret” ayet-i kerimesinin, birçok yönden cehrî zikrin caizliğine işaret e iği üzerinde durur. O, mezkûr ayetin, Mekke’de ve müşriklerin eziyet etme ya da Kur’an’a sövme ihtimali olduğu bir dönemde nazil olması ve Peygamber’e has bir emir olması ve gizli zikrin en büyük tehlikesi olan vesvese ihtimalinin peygamberde bulunmamasından dolayı gelmiş bir emir olduğunu belirtir. Nûrî es-Sivâsî, cehrî zikir ve hafî zikrin üstünlüğü meselesinin, âlimlerin ihtilaf e iği konulardan biri olduğunu söyledikten sonra şöyle devam ediyor: “Şunu kabul etmek gerekir ki, zikrin kerahiyetine dair herhangi bir ayet ve hadis bulunmamaktadır. Ha a riya korkusunun olmadığı zamanlarda açıktan zikir yapmanın pek çok faydası vardır. Evlerin nurlanması, kalplerin yumuşaması, vesveselerin def’ edilmesi, gafletin giderilmesi, tüm organların zikirle meşgul olması, zikir yapılan yerin kıyame e şahitlik yapacak olması, zikri işiten meleklerin yapacağı niyazlar, mümin cinlerin bu zikri işitebilecek olması ve bu zikrin şeytanı uzaklaştırması, bunlara örnek olarak verilebilir.”6 Görüldüğü gibi, bu iki ekol arasında bu konuda meydana gelen tartışma, esas üzerinde değil sadece şekil üzerinde olduğu için, fazla önemli gözükmemektedir. Çünkü zikir, Allah’ı hatırlamaktır. Kişi, ister sesli yapsın ister hafi yapsın, zikir esnasında ihlâslı ve samimi değilse, yaptığı zikir kişiyi hedefe zaten ulaştırmayacaktır. Eğer zikir esnasında kişide sıdk ve 4 Bunlar arasında şu iki hadisi zikredebiliriz: “Ey insanlar nefislerinizi dizginleyin. Siz kör ve sağır olana değil, ancak işiten ve gören bir Allah’a dua ediyorsunuz. O sizinle beraberdir.” Bkz. Buhari, el-Camiu’s-sahih, 168, VIII, İstanbul 1315. “ Zikrin hayırlısı gizli olanıdır. Çünkü o riyadan uzaktır.” Bkz. Müsnet, III, 168. 5 Muhammed Raşit Akpınar, Kâdızâdeliler ve Sivâsîler Arasındaki Fıkhî Tartışmalar (Basılmamış YLT) İstanbul 2009, ss. 134-138. 6 Akpınar, age, s. 139. (Nuri, Riyâzu’l-ezkâr, vr.38-39a) 89 90 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER ihlâs varsa ister dönerek yapsın isterse ayağını yere vurarak yapsın, Allah bu kulu maksadına ulaştıracaktır. Çünkü, tüm ibadetlerde önemli olan halis niyet ve ihlâstır. Semâ ve Devrân Kadızâdeliler ile Sivâsîler arasında en ciddi tartışmalardan bir diğeri hiç şüphesiz, zikrin semâ ve devrân şeklinde yapılışıdır. Şu bir gerçektir ki, zikrin yapılış türlerinden biri olan devrân ve semâ üzerindeki tartışmalar, tasavvufun ortaya çıkışının ilk devirlerine kadar uzanır. Mutasavvıflar semâ yapmanın caiz olduğunu savunurken, bazı fıkıhçılar semâı şiddetli bir şekilde tenkit etmişlerdir. Tarih boyunca semâ ile alakalı birçok kitap kaleme alınmıştır. Tasavvufun seçkin simalarından birçok sûfinin semâı övdüğüne dair rivayetler geldiği gibi devirlerindeki ulemanın tepkisinden dolayı sema hakkında suskun kalan sûfiler de olmuştur. Ha a bazı önde gelen sûfiler, semâ yapmanın, her sûfinin harcı olmadığını da söylemişlerdir. Aslında tasavvuf tarihine bakıldığında semâ hususunda gerek ârifler sultanı adıyla meşhur Cüneyd-i Bağdadî gerekse Ebu’l-Hasan Harkanî ve Ebu’s-Said Ebu’l-Hayr gibi tasavvufun seçkin simalarından birçok sûfi, semâı her zaman savunmuşlardır. Ama bu seçkin sûfilere göre bile her önüne gelen semâ yapamaz. Semâı yapmak için seyr ü sülûkta belli bir derece kat’ etmiş olmak gerekir. Zira Ebu’l-Hasan Harkanî’ye göre semâ yapmaya kalkan dervişin, ayağını vurduğu zaman, ruhunun arşa yükselecek kadar dinginliğe sahip olması elzemdir. İşte bu sebepten dolayı büyük sûfi Abdulkerim Kuşeyrî’nin semâya iştirak etmesine, şeyhi Ebu Ali ed-Dakkak tarafından, henüz vaktinin gelmediği söylenerek izin verilmemiştir. Hem fakihler hem de sûfiler nazarında büyük itibar sahibi olan Gazâlî’ye kadar semâ, zahir uleması tarafından sürekli eleştirilmiş ve kabul görülmemiştir. Gazâlî, İhyau Ulûmiddin adlı eserinde semâa uzun bir bölüm ayırmış ve orada, semâı enine boyuna tartışmıştır. Eserinde, diğer âlimler üzerinde etkisi olmuş olmalı ki uzun bir müddet semâ konusunda âlimler, negatif ifadelerden kaçınmışlardır. Gazâlî, semâya birçok boyu an bakarak, onu, kişinin durumuna göre mubah, vacip ve haram olarak değerlendirmiştir. O, İhyau Ulumiddin adlı eserinin vecd ve semâ bölümlerinde konuyu geniş şekilde ele almıştır. İlk devir sûfileri, semâa böyle bakarken, sonraki dönemlerde semâı dervişlikte bidayet/başlangıç aşamasında olan birçokları da yapmaya kalkmış, semâa soğuk bakan zahir ulemasının şimşeklerini de üzerlerine çekmişlerdir. Her ne kadar Gazâlî’ ile birlikte semâ, bir oranda meşrutiyet elde etmişse de gerçek sema yapanlara dahi olumlu bir gözle bakmayan zahir uleması, sûfileri, eskiden SiVÂSÎ AİLESİ olduğu gibi ha a daha şiddetli tenkit etmekten de geri durmamışlardır. Sivâsîler ile Kadızâdeliler olayına da bu gözle bakmak gerekir. Şunu da belirtmeliyiz ki, günümüzdeki folklorik manada icra edilen semâı, hem Sivâsîlerin hem de Kadızâdelilerin pek hoş karşılayacaklarını söylemek zordur. Her ne kadar bu folklorik bir mahiye e yapılıyor olsa da bunu, zikre saygısızlık olarak değerlendirmeleri uzak bir ihtimal değildir. Kadızâdeliler, kaleme aldıkları eserlerde ve yaptıkları vaazlarda, semâ ve devrânın bir tür raks olduğunu belirterek bunun haram olduğunu ve devletin bunu yasaklaması gerektiğini ifade etmişlerdir. Örneğin Üstüvânî Mehmet Efendi bu konu hakkında Favâid adlı eserinde şöyle diyor: “Sûfilerin vecd ve raks diyerek yaptığı şeyi, İsrâiloğulları’nın Sâmirîsi icat etmiştir. Def çalmak ve raks etmek, bu esnada saçı başı açmak, elbiseyi parçalayarak kendinden geçmek, bağırmak, sıçramak ve yere kapaklanmak, haramdır. En azından tahrîmen mekruhtur. Tüm bu fiillerin, Kur’an okurken bile yapılması doğru değildir. Raks etmeyi Allah emretmemiş, Peygamber (a.s.) sünnet kılmamıştır. Böyle bir amel olduğuna dair imamlardan da bir rivayet sâdır olmamıştır. Dolayısıyla sûfilerin, âyinleri sırasında dükük (muhtemelen ney), def veya başka bir çalgı aleti çalmaları doğru değildir...”7 Sivâsîler ise devrân ve semâın mezhep imamları zamanında olmadığını, dolayısıyla raksla devrânın aynı şeyler olamayacağını, bunların birbirine kıyasla hüküm çıkarılamayacağını belirtmişlerdir. Raksla devrân aralarında hiçbir illet benzerliği olmadığı için kıyasla hüküm çıkarılamaz. Onlara göre raksın haramlığı hususunda bile i ifak olmadığına göre nasıl olur da raksa kıyasla devrânın haramlığına fetva verilebilir. Nitekim Abdulehad Nuri’ye göre, hakkında kesin bir hüküm bulunmayan devrân’ın, yorumlandığında ancak cevazlığına hüküm çıkarılabilecek çok sayıda ayet bulunmaktadır. Bu ayetlerden biri; “Allah’ı ayakta iken, oturarak ve yanınız üzere yatarken zikredin” (Nisa, 4/103), “Allah’ı çok zikredin” (Ahzab, 33/41), “Her durumda Allah’ı zikre devam edin” vb. ayetleri delil getirerek o, şöyle diyor: “... ayet ve hadisler, ayakta iken, otururken, uzanırken, hasta iken, sıhhatli iken, gece ve gündüz vakitlerinde, gizli ve alenî olarak, hareket ederek ve sükunetle, karada ve denizde, seferde ve mukim iken, sakinken ve ö eli iken, sevinçliyken, yorgunken, itaat ve isyan halinde, gusül veya abdest almayı gerektiren durumlarda kısaca tüm hallerde O’nu zikretmenin gerekliliğine işare ir.” Görüleceği üzere, Sivâsîler, “bir şeyin haram olduğu hususunda nas olmadıkça o şeyde aslolan ibâhadır,” kaidesinden hareketle semâ 7 Akpınar, age. s. 140: (bkz. Üstüvânî, Favâid, vr. 181a) 91 92 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER ve devrânın mubah olduğuna hükmetmişlerdir. Ehl-i tevhidin semâ ve devrân yapması, hata bile olsa tekfir edilemez. Semâ yaptığından dolayı bir kişiyi küfürle itham eden kişinin kendisi kâfir olur. Zira Sivâsî’ye göre zaten cezbe ehli olmayan avam ve çocukların semâ yapmasına sûfiler de ruhsat vermemişlerdir.8 Gerek geçmiş ulemadan bazı fakihlerin fetvaları gerekse Kadızâdeliler gibi düşünen âlimlerin tutumu, devrin Şeyhu’l-İslamlarını da etkilemiştir. Zira IV. Mehmed devrinin (1648-1687) Şeyhu’l-İslam’ı Minkarizâde Yahya Efendi (ö. 1666) devrân, semâ ve bunları icrada kullanılan müzik aletlerinin hükmü hakkında kendisine sorulan bir soruya verdiği cevapta, bunların, İslam’da kesin olarak haram olduğunu belir ikten sonra da şöyle demiştir: “Yüce padişah, içinde kötülük ve günah barındıran bu davranışları yasaklayarak güzel gelenekleri ve hayırlı emanetleri icra etsin.” Bu ulemanın görüşlerine yakın bazı tarikat şeyhlerinin de raks ve devrân hakkında olumsuz beyanları vardır. Bunlardan biri Şeyh Münir-i Belgradî’dir. O, raks ve devrânı faydasız ve haram olarak değerlendirir. Ona göre şer’î hukuktan meşrutiyetini alan şeyler faydalıdır. Semâ ve devrân ise abes ve sefih şeylerdir. O, Risâle fi Reddi’s-Semâ isimli eserinde semâ ve ilahiler eşliğinde icra edilen devrânla meşgul olan insanlara, şeytanın, bu kötü fiillerini güzel gösterdiğini ifade eder. O, nasihat edilerek bu tür kimselerin, bu kötü icraatlarından vazgeçirilmesi gerektiğini belirtir. Tabi bu duruma bazı sûfiler sessiz kalmamış, cevap niteliğinde eserler kaleme almıştır.9 Kadızâdeli Mehmet’in takipçisi Vâni Efendi, Hz. Ömer’in, bidat işlenmesine sebep olduğu gerekçesiyle Rıdvan biatının yapıldığı ağacı kestirmesini, İbn Mesud’un ise sesli zikir yapanları mesci en uzaklaştırmasını delil getirerek, insanları kötülükten alıkoymak için eylemde bulunulmasının gerekliliğini savunmuştur. Kadızâdeliler, bu delillerden hareketle devrin kadı ve Şeyhu’l-İslamlarından fetva almışlardır. Üstüvânî Mehmed Efendi, devrin Şeyhu’l-İslamı Bahâyı Efendi’den aldığı izin sonrasında tekke şeyhi olan Abdulkerim Çelebi’ye şöyle bir tehdit mektubu göndermiştir: “Raks ve devrân e iğin için senin menedilmen vacip olmuştur. Tekkeni basıp seni ve adamlarını katlederiz ve tekkenin temelini birkaç arşın kazıp toprağını denize dökeriz ki, işe bu derece ehemmiyet vermeyince orada namaz kılmak caiz olmaz.” Abdulkerim Çelebi tehdit mektubunu hemen götürüp Şeyhü’l-İslam’a verir. Bunun üzerine Şeyhü’l-İslam hiddetlenerek, Üstüvânî’ye hita8 M. Raşit Akpınar, age, s. 144-145. (bkz. Nur, Riyâzu’l-ezkâr, vr. 40.) 9 Bkz. Bilal Kemikli, “Türk Tasavvuf Edebiyatında Risâle-i Devrân ve Semâ Türü ve Gaybî’nin Konuya İlişkin Görüşleri”, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Derg., C. XXXVII, Ankara 1997, s. 456. SiVÂSÎ AİLESİ ben, “Sen ki Üstüvânîsin, varaka (kağıt, mektup) ulaşınca gelesin.. Muhalefet edersen zarar çekmen mukarrerdir,” diyen bir çağrıyı adamıyla gönderir. Üstüvânî, gelen adamı, geleceği yönünde ikna edip gönderdikten sonra vezire aracılık yapması için gider. Vezir, başkâtibini Şeyhü’l-İslama göndererek Üstüvânî’yi affetmesini ister. Şeyhü’l-İslam kâtibi azarlayarak şöyle der: “Bak efendi, bugün devlet-i Aliyyede rüşvetler alınup, memuriyetler açık artırma ile satılup, men olunanlardan ve kabahatlerden bunca kötü işler yürütülürken neden icap eyledi ki, bu makule (bu çeşit) fitneci alçaklar himaye olunur? Bu tasavvuf erbabının devrânı ve fukahânın inkârı bir eski hikâye ve eski bir meseledir. Biz dahi ona binaen bâhir-i Şer’ ile raksın hürmeti (haramlığı) içün fetva vermekte bizden evvelkilere uymuşuz. Amma şu kat’idir ki, nice muazzam padişahlar ve kendinden evvel bunca değerli kimseler, vezirler ve bizden bilgili ve bizden daha hâkim mü üler gelüp, vâkıâ devleti korumak ve zâhir-i şer’a riayet içün bu fetvâlar verilmiştir. Yine kimse sofuları dövüp öldürmeye ve onları men’e çalışmamıştır. On yaşında mâsum, temiz İslam padişahı, bir bölük kötü ve fitneciler tarafından ihâta edilüp (etrafı çevrilüp), fukahanın bedduasına uğratmak neden icap e i? Elbe e ya ol Üstüvânî cezalandırılır ve illâ sakalını tıraş edüp küreğe korum.”10 Üstüvânî Mehmed’ten sonra bu hareketin liderliğini Vânî Mehmed Efendi yapmıştır. Vâni Mehmed Efendi, IV. Mehmed üzerinde bıraktığı tesir sebebiyle sarayda kendisine tara ar bulmuştur. Vânî’nin nüfuzu Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’ya (ö. 1676) kadar dayanmaktaydı. Vânî Mehmed Efendi’nin etki ve nüfuzunun artması tarikat çevreleri için sıkıntılı yılların başlangıcı olmuştur. Nitekim o yıllarda Mevlevî dergâhlarında semâ yapılamaz bir hale gelmiştir. Sûfiler, baskının ar ığı h. 1077/ m. 1665 yılına ebced hesabıyla “yasag-ı bed”/kötü yasak diyerek tarih düşmüşlerdir. Ha a yasakla birlikte baskı ve saldırı o hale gelmiştir ki, Mevlevî büyüklerinden Sakıp Dede semâın yasak edilmesiyle birlikte bine yakın Mevlevî’nin öldürüldüğünden, bazı dervişlerin de baskı ve ölüm korkusuyla hicret etmek durumunda kaldığından bahseder. Tabi şunu da belirtmeliyiz ki, Kadızâdelileri bu derece cüretkâr davranmaya iten sebeplerden biri de hiç şüphesiz ki, daha önceki bazı şeyhu’lİslamların vermiş olduğu fetvalardır. Semâ, devrân ve ayakta zikir yapmanın caiz olup olmadığına dair İbn Kemal, Ebu’ssuud ve Zembilli Ali Efendilerin, Kadızâde-Sivâsî ekollerinin tartışmalarından önce, semâ ve devrânın caiz olmadığı yönündeki fetvaları da kadızâdelilerin saldırgan bir tavır takınacak boyu a hareket etmelerine zemin hazırlamış olmalıdır. 10 Naime, age, c. V, ss. 2094-2095; Muhammed Raşid Akpınar, YLS tezi, s. 110. 93 94 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Ancak, gerek Zembilli Ali Efendi gerekse İbn Kemal’in sema ve deverânın caiz olduğuna dair yazmış oldukları eserler, Kadızâdeliler tarafından ya bilinmemekteydi ya da dikkate alınmamaktaydı. Zira Zembilli Ali Efendi, Zeyniye tarikatı şeyhi Vefa Efendi’ye intisap etmiştir.11 Şeyhu’l-İslam İbn Kemal, hayatının sonuna doğru Sünbül Efendi’yle kurduğu dostluk vesilesiyle devrân hakkındaki görüşünü değiştirerek, onun yerine geçen İbrahim Gülşenî’ye intisap etmiştir. İbn Kemâl, son olarak kaleme aldığı risalesinde: “Sûfilerin raks diye nitelendirilen hareketleri, her ne kadar bir kısım benzerlikler ihtiva etse de, bizâtihi raks değildir. Zira raksta “tekessür” (kırılma) ve “tehannüs” (kadın gibi davranma) vardır. Doğrusu sûfiler devrân ile kadınlara benzemeyi kastetmiyorlar. Bütün ezkâr ve ibadetlerin asıl maksadı, kalbi, mâsivadan temizlemek ve Allah tarafına yöneltmektir. Sâlih ve sahih niyetle semâ eden kimsenin, vecd için kendini zorlayarak veya şevke gelerek yaptığı hareketler, kalp huzuruna ve dünyadan yüz çevirmeye vesile olması hasebiyle mahzâ hayırdır” açıklamasını yapmıştır.12 Abdulehad Nûrî es-Sivâsî, devrâna karşı olan Kadızâdelilerin eleştirilerine Risale fi cevâzi devrâni’s-Sufiyye isimli eseriyle cevap verdiği gibi aşağıdaki şiirle de cevap vermiştir: Su’âl-i Tâlibân Ey mürşid-i halk-ı cihan Müşkilimiz eyle beyân Matlubumuz budur hemân Göster bize râh-ı sevâb Zikreylemek devrân ile Tevhîd idüp i’lân ile Lâ-yüsemmâ elhân ile Caiz midür ver gel cevâb İstanbul’ın vâ’izleri Sarf babının âlimleri Devrân ile zâkirleri Teşni’ iderler nâ-sevâb SiVÂSÎ AİLESİ Cevâb-ı Abdu’l-Ehad Efendi Aşk-ı ilâhîden duyan Zikrinde bir halet bulan Devrân ile hayran olan Âşıklara yokdur hesap Fetva virenler gördiler Tahrîme nâs bulmadılar Ehline caiz didiler Ey isteyen şâfi cevâb Beş altı yüz yıldan beri İtmiş meşâyih pirleri Bulmuş delilin her biri Yazmışlar anda çok cevâb Bu yolda ehl-i i’tizâl Evvel gelüp itmiş cidal Anların yolun tutan rical Bulmadılar râh-ı sevâb Fâkılara tağlîz içün Evvel semti tutdı mü i çün Ayb olmıya anın içün Kim oldur ehl-i ihtisâb Mahsûs olanları koyan Râh-ı ta’assubda olan Nefsî hevâsına uyan Cahillere vardır ikâb Bizi bunda gör kim neyleriz Ne ît diyü emir eyleriz Ne îtmiye deyü söyleriz İnsâf-ı ensâbdır bu bâb Tafsîlini istersen eğer Nûrî’ye gel sen al haber 11 Reşat Öngören, Osmanlılar’da Tasavvuf: Anadolu’da Sûfiler, Devlet ve Ulemâ (XVI. Yüzyıl), İz Yay., İstanbul 2000, ss. 369-370 (Öngören, dipno a, Çivizade Mehmed Efendi’nin, Risâle fî hakki devrân adlı eserin, Zembilli Ali Efendi’ye ait olmadığını, bunu, sûfilerin uydurduğunu söylediğini nakleder.). 12 Raşit Öngören, a.g.e., s. 379 (İbn Kemal Semseddin Ahmed, “Risâle fi’d-Devrâni’s-Sûfiyye”, _OLR, Or. 12933, vr 2a-b,) Akvâl-ı cem’ı îtmiş ol er Vallahu âlem bi’s-sevâb 95 96 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Tütün ve Kahve Kadızâdeli ekolünden Kadızâde İlmî Efendi, tütün içmenin haramlığı ile ilgili Mebhas-ı imân adlı eserinde müstakil bir bölüm ayırmıştır. O, eserinde, tütünün zararları ve kötü yönleri, yasaklanmasının sebep ve illetlerini detaylarıyla anlatmıştır. Ona göre tütün, İngiliz ve Yahudilerin Osmanlı ekonomisini çökertmek ve Müslümanlara zarar vermek için ülkeye soktukları zararlı bir maddedir. O, olaya ekonomik yönden bakarak şöyle diyor: “Bir milyon insan her gün yüz bin kuruş değerinde bir parayı sigara için harcamaktadır. Malını sigara için saçıp savuran kişiler şeytanın kardeşleri olup, zulmün ve kötülüğün artmasına neden olmaktadırlar. İkinci olarak sigara akla, bedene ve dine zarar verdiğinden yasaklanmalıdır. Bir şeyin zararlı olması, onun haramlığına kâfi gelir...”13 Ha a İlmî Efendi daha sert bir üslupla şöyle der: “yılda bir kere yorgunluğu def’ etmek için içilen sigara, ejderha olup içen kimse öldüğünde kefenine sarılıp onu cehenneme çeker.” Yine ona göre sigara içenler dünyada cehennemlilere benzedikleri gibi ahre e onlarla birlikte haşredilecektir.14 Sivâsîler, ileri sürülen bu görüşlere karşı, pek çok âlimin sigaranın caiz olduğu yönündeki fetvaları hatırlatarak sigaranın insanlarda bir alışkanlık yaptığında artık yasaklanamayacağını belirtmişlerdir. Sivâsîler, vaiz ve fakihlerin, tütünle ilgili insafsızca fetvalar verirken alışkanlık haline gelen davranışların kolayca bırakılamayacağı gerçeğini dikkate almadıklarını vurgularlar. Sivâsîler görüşlerini desteklemek için devirlerindeki Şeyhu’l-İslamların verdiği fetvalardan da yararlanmışlardır. Şeyhu’l-İslam Bahayi Efendi’nin fetvası bunlardan biridir ki şöyledir: “Tabâ-i selimeye mülayim olan eşya tayyibâ an olup haramlığına kat’i delil olmadıkça eşyada asl olan ibâhadır. Tütün, halk arasında yayılmış bir şey olup artık yasaklanmasının mümkün olmadığı gerçektir. Nitekim Murad-ı Rabi zamanında birçok kanlar dökülmüşse de yine ortadan kalkmamış. Bunlar göz önünde bulundurulduğunda yüz binlerce halkı mûbah olmayan bir şeyi içirip de günaha sokmaktan ise, mubahtır diyerek onları günahtan kurtarıp yalnız kendimiz günaha girmeği haif gördüm.”15 Kadızâdeliler, Bahayi Efendi’nin bu fetvası yüzünden ona düşmanlık beslemişlerdir.16 Kâtip Çelebi Bahayi Efendi’nin de sigara tiryakisi olduğunu söyleyerek, vermiş olduğu bu fetvada tiryakiliğinin etkisinin varlığını imâ eder.17 Sivâsîlerin 13 14 15 16 17 M. Raşit Akpınar, age, s. 124 (bkz. Kadızâde, Mebhas-i imân, vr. 267) M. Raşit Akpınar, age, s. 125. Akpınar, age, s. 126; Hammer, Osmanlı Devleti Tarihi, c.V, s. 488. Naima, age, c.V, s. 2093. Kâtip Çelebi, age, s. 45. SiVÂSÎ AİLESİ yaşadığı dönemde sigaranın zararları günümüzdeki kadar net bir şekilde bilinmediğini de dikkate almak gerekir. Bazı yazarlar Kadızâdelileri tütünün haramlığı noktasında keskin davranışlarını sûfilere olan düşmanlıklarına bağlamaktadırlar. IV. Murad devlet aleyhine konuşulduğu gerekçesiyle kahvehaneleri kapatmış, tütünün de insanların bir araya gelmesine vesile olan bir içecek olması dolayısıyla Kadızâdelilerin sigara hakkındaki fetvasından da yararlanarak sigara içicilerin birçoklarını cezalandırmıştır. O devirde İstanbul’da çıkan yangınların sebebinin de tütün içenlerden kaynaklandığının iddia edilmesi de sigaranın yasaklanmasına zemin hazırlamıştır.18 Kahvehanelerde devlet yönetimi aleyhinde konuşulduğundan Ebussuûd Efendi, kahvenin haram olduğuna fetva vermiş, bu fetvanın akabinde kahve getiren gemiler delinerek içindeki kahveler denize boşaltılmıştır. Daha sonra Şeyhu’l-İslam Bostanzâde ise kahvenin insanlara birçok faydası olduğu gerekçesiyle mubah olduğuna dair fetva vermiştir. Kahve, o devir sûfi meclislerinde şevk yenilemek için içilen bir içecek olarak algılanıyordu. Kadızâde Mehmed Efendi, kahvenin haramlığına dair bazı âlimlerin, “kahve haramdır, helal diyerek içenler kâfir olurlar ve hanımları boş olur” şeklinde vermiş oldukları fetvalar üzerine, halktan bazı insanların, Allah’ın helâl kıldığını haram saydıkları için bu âlimlerin kâfir olduğunu söylediklerini belir ikten sonra, Ebussuûd Efendi’nin fetvasından sonra kahveye haram diyen âlimlere kâfir diyen insanların kâfir olacağını söylemiştir. Kahvehanelerin içinde dedikodu, gıybet, gevezelik yapıldığı ve satranç, tavla gibi oyunların oynatıldığından bunu helal ve mubah gören insanların fâsık oldukların belirtmiştir.19 Kadızâdeli ekolünden İlmî Efendi, kahvenin bizatihi haram olmadığı ve kişinin, kendi evinde kahve içmesinde bir haramlığın söz konusu olmadığı görüşündedir. Ancak satranç, tavla ve çalgılı ortamda içmesinin haram olduğunu söyleyerek bir noktada Mehmed Efendi’nin kastını şerh etmiştir. O, ayrıca şöyle der: “çünkü bu konuda gelen pek çok rivayete göre, tavla ve satranç bulunan eve melek girmez ve bu evde bereket kalmaz. Ney, tambur, ağızla ve elle çalınan tüm sazlar da haramdır. Kim evinde bulundurursa o eve rahmet melekleri girmez ve o ev, şeytan ve cinlerle dolup taşar.”20 18 Naimâ, age, c. III, ss. 1219-1221. 19 Kâtip Çelebi, age, s. 48. 20 Akpınar, age, s. 130; Kadızâde, Mebhas-ı imân, vr.271b. 97 98 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Kadızâdeliler, direkt olarak kahveye haram diyemedikleri için olsa gerek, bu alanda araştırma yapanlar Sivâsîlerin bu hususta görüşlerine yer vermemektedirler. Kabir Ziyareti Kabir ziyareti de Kadızâdelilerle Sivâsîler arasında tartışma konusu olmuştur. Tarihte bilindiği gibi Peygamber, İslam’ı iyice anlayamayan bedevilerin kabirlerde göstermiş oldukları taşkınlıkları nedeniyle başlangıçta ziyaretleri yasaklamıştı. Sonra, bizzat kendisi de kabir ziyaretinde bulunarak, buna müsaade etmişti. Aslında Kadızâdeliler ile Sivâsîler arasında meydana gelen tartışma, basit bir kabir ziyaretinden ziyade, evliya kabirleri ziyareti esnasında yaşanan aşırılıklardır. Kadızâdeliler bu tür ziyaretleri dinin ruhuna aykırı bulmakta, veli kabirleri ziyaretine ise kesin olarak karşı çıkmaktadırlar. Aslında Sivâsîler de veli kabirleri de olsa ziyaretlerin uygunsuz yapılmasına tara ar değillerdir. Ancak Kadızâdelilerin keskin muhalefetine karşılık, masum ziyaretlerin ve velilerden himmet taleplerinin normal olduğunu savunan Sivâsîler, şiddetli reaksiyon göstermek durumunda kalmışlardır. Bu, bir noktada ifrat-tefrit meselesidir. Aslında velilerin kabirlerinin bir tapınma yeri haline getirilmesine Kadızâdeliler kadar Sivâsîler de karşıdır. Ancak fıkıhtaki sedd-i zeria’nın yani kötülükleri önlemek için hükümler koymanın, masum ve iyi niyetli ziyaretlere de teşmil edilmesi, karşı tepkiye yol açmıştır. Gerçekte Kadızâdeliler kabir ziyaretine karşı değildir. Onların karşı olduğu şey, ziyaret esnasında yapılan -günümüzde de âlimlerin karşı oldukları- aşırılıklardır. Onlar, kendi dönemlerinde kabir ziyaretlerinde görülen çıra ve mum yakmak, kabirlere ellerini ve yüzlerine sürmek gibi yanlışlıkların bidat olduğu gerekçesiyle, bu tip ziyaretlerin dinde haram olduğunu belirtmişlerdir. Üstüvânî Mehmed Efendi, Fatiha, üç veya on İhlâs ve Tekâsür Surelerini okumanın caiz olduğunu vurgularken, kabir taşını öpmenin ve onu saygıyla sıvazlamanın veya kucaklamanın, Hıristiyan âdeti olduğu gerekçesiyle haram olduğunu vurgular. Sivâsîler ise ölüleri ziyaret etmenin kişideki gurur ve dünyaya aşırı dalma hevesini giderdiğini, kişinin, kabir ziyareti esnasında hüzün ve gam çektiğini ve bunun da günahlara kefaret olduğunu ve bundan dolayı, kabir ziyaretinin müstehap olduğunu zikreder. Yine onlara göre, veli kulları ziyaret etmek ve böyle kimseleri anmak, kişiyi Allah’a yakınlaştıracak ve bu tür bir ziyaret, Allah’ın, ziyaret eden kişinin günahını bağışlanmasına -belki de- vesile olacaktır.21 21 Akpınar, age, ss. 131-133. SiVÂSÎ AİLESİ Rüşvet Çalışan memurların, yaptığı işe karşılık hediye kabul etmeleri, bazı İslam âlimleri tarafından “rüşvet” olarak kabul edilmiştir. Ha a, İslam’ın ilk devirlerinde zekât memurluğu yapan bir görevlinin, vergileri toplarken kendisine verilen hediyeleri almaya kalkışmasına bizzat Peygamber (a.s.) karşı çıkmış ve hediyeleri devlet bütçesine katmıştır. Kendisine verilen hediyeleri almaya hak sahibi zanneden zekât memuruna da: “eğer sen bu görevde olmasaydın sana hediye verecekler miydi” şeklinde ikazda bulunmuştur. Rüşvet, hem Kadizâdelilerin hem de Sivâsîlerin karşı çıktığı bir husustur. Ancak Kadızâdeli vaizlerin servetlerinin aşırı olması ve adamlarını, devlet dairelerinde kolaylıkla istihdam etmeleri, halk arasında hep, onların rüşvet alıp verdikleri kuşkusunu uyandırmıştır. Nitekim şu olay bunun en bariz örneği gibidir: Vanî Efendi’nin vaazlarını takip eden taraftarlarından biri halk arasındaki söylentilerden zihni karışmış olmalı ki Vanî Efendi’ye, zevkü sefa aleyhine vaaz yaptığını ama kendisinin altın ve gümüş biriktirip birçok cariyeye sahip olmasının çelişki olup olmadığını sorması üzerine Vanî Efendi şöyle cevap verir: “Behey nadan, dünya kendisi aslında çirkin ve fena değildir. Herkesin isteği bir büyükçe nime ir. Çirkin olan taraf bu nimetin elde edilme şekli ve yemesidir. Nimet elde edip yemekte sen bana benzemesin. Her hangi bir lokmanın yenmesi sana haram iken, ilim kuvveti ve akıl yolu ile bana helal olur.” Soru soran bir misal istemiş. Vanî Efendi de şöyle devam etmiş: “Mesela yemek yerken dişler arasına giren et parçasını sen kürdan ve zorla dışarı çıkarıp yutarsın, sana mekruh olur. Ben nazik bir şekilde dilimle hareket e irerek diş arasından kurtarıp yutarım bana helal olur.”22 Belki de o devirde kadı ve memurlar arasında rüşvetin yaygınlığına en iyi örneklerden birisi Naimâ Tarihi’nde geçen şu olaydır: “Boynuyaralı Mehmed Paşa vezir olunca Türkmenlik tabiatı iktizasınca ulemâya ve şeyhlere danışmak ve onların medihlerinden ve kötülemelerinden elem çekmek nedir, idrâk etmeyip asla kimseye ehemmiyet vermedi. Bütün memuriyetleri açıktan açığa bey’i men yezid (açık artırma ile) sa ı. Ha a kendilerine mevleviyet ve kadılık verilen kimseleri bile haklayıp: ‘devletin sıkıntısı vardır.”deyu, rüşvet almaktan da çekinmeyip, tedbirli ve akıllı kimseler gibi el altından alarak gizlemek kaydına düşmedi. El altından rüşvet almağa vasıta olan işgüzarların işleri bozuldu. Bu yüzden kârları ellerinden gidip Boynuyaralı’ya fevkalade düşman olmuşlardı. 22 Naimâ, age, c. VI, s. 2728-9. 99 100 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Donanma bozulup kâfirler Bozcaada ve Limmi’yi alınca, bu musibet haberini fırsat sayıp kürsülerde, meclislerde açıktan açığa veziri kötülemeye başlarlar.”23 Kadızâdeli tara arların servetlerine bakılınca, vaazlarında her ne kadar rüşvete karşıymış gibi görünseler de fiiliya a rüşvet çarkının içinde oldukları tarih kitaplarında görülmektedir. Sivâsîler bunun farkında olduklarından onları eleştirmekten geri durmamışlardır. O devirde rüşvet çarkını anlamak için Naimâ Tarihi’nde geçen şu olayı anlamak bile yeterli olacağını kanaatindeyim: “Muslihiddin Efendi, rüşvet kapısı açıldığı vakit Bahâyi Efendi’den bir mansıb isteyüb, pâyesinde olmamakla vermeyince; ‘Siz bu mansıbı (memuriyeti, makamı) virmessiz amma mevleviyet ile yüksek mansıba nâil olmamız mukadderdir’ deyu varıp bazı padişah yakınlarına büyük hediyeler verüp kapulanmakla, anların ricası ile Şam kadılığını emri alup, Bahâyi Efendi’nin evinin önünden geçerken, Bahâyı Efendi’nin adamlarına övünerek; - Bizden falan mansıbı kıskandınız amma, işte Şâm-ı Şerif mollası olduk... deyu sevinç ve gurur ile evine varup Şam’a gitmiş idi. Birkaç ay sonra gelüp, aynı sene içinde İstanbul kadısı ve birkaç gün sonra da Rumeli Kazaskeri de olup halk arasında oldukça şöhret buldu.”24 Naimâ Tarihi’nde yukarda geçen olaylara benzer birçok rivayet vardır. Bunlardan anlaşılmaktadır ki Kadızâdeli tara arları her ne kadar kürsülerde ve eserlerinde rüşvetin haram olduğunu söyleseler de uygulamada bu hususa riayet e iklerini söylemek zor gözükmektedir. Kadızâdelilerin rüşvet çarkı içinde etkin bir konumda oldukları gerek Naimâ Tarihi’nde gerekse Katip Çelebi’nin eserinde açıkça gözükmektedir. Tartışılan Diğer Meseleler Sivâsîler ile Kadızâdeliler arasında cereyan eden tartışma konularından biri de inanç ve ibadetle ilgili olanlardır. Kadızâdeliler, Hz. Peygamber’in anne ve babasının imanlı ölmediğini iddia ederken, Sivâsîler, Peygamber’in anne ve babasının fetret döneminde vefat e iklerinden tek Tanrı inancı olan Hanif dini üzere öldüklerini savunmuşlardır. Kadızâdeliler, Peygamber’in (a.s.) bir sahabeye hitaben “senin annen ve baban da ateşte, benimki de ateştedir” mealindeki zayıf veya mevzu bir rivayete dayanarak Peygamber’in (a.s.) anne babasının cehennemlik olduğunu iddia ederken, Sivâsîler, muteber hadis kitaplarında bulunmayan 23 Naimâ, age, c. VI, ss. 2722-2723. 24 Naimâ, age, c. IV, s. 1846. SiVÂSÎ AİLESİ bir rivayeti delil göstererek Peygamber’in (a.s.) anne ve babasını dirilterek onların iman etmelerinin sağlandığını savunmuşlardır. Sivâsîler gibi Peygamber (a.s.)’ın anne ve babasının imanlı öldüklerini, çağdaş sûfilerden Abdulhakim Arvasî de savunmuştur. Aslında Peygamberin anne babasının imanlı veya imansız gitmeleri ne itikadî bir inanç meselesidir ne de pratikte insana bir fayda sağlar. Bu, insanın, Peygambere olan saygısından dolayı, sadece, meseleye hüsn-i zanla mı yoksa su-i zanla mı bakıp bakmadığını gösterir. Ezan, mevlit ve ilahilerin makamlı okunması Osmanlı Devletinde ulema arasında sürekli olarak tartışılmıştır. Mevlit ve ilahilerin özellikle camide okunması Cumhuriyetin ilk yıllarında da tartışma konusu edilmiştir. Ha a Mevlid okutmanın bidat olduğu söyleyenler olduğu gibi mevlit okumanın bir noktada Peygamber (a.s.)’a salâvat okunmasına vesile olduğu için güzel bir adet olduğu da iddia edilmiştir. Kadızâdeliler, mevlidin camilerde okunmasının kötü bir bidat olduğunu savunurken Sivâsîler, bunun güzel bir adet olduğunu iddia ederler. Kadızâdeliler ile Sivâsîler arasındaki cereyan eden diğer bir tartışma konusu da imamın hutbe okuduğu sırada cemaatin “âmin” demesi veya salâvat okumasının uygun olup olmaması meselesidir. Aslında Hanefi mezhebine göre imam hutbede, cemaatin “âmin” demesine sebep olacak şeylerden kaçınmalıdır. Bu görüşü otuz yıl önceye kadar İHL’deki meslek hocaları arasında bile hutbe esnasında salâvat dahi olsa hutbede konuşmanın hutbeye zarar vereceği söylenirken bugün hutbelerde hatipler tarafından dua ediliyor ve cemaat de “âmin” diyerek duaya iştirak ediyor. Bu vb. şeyler aslında mezhepler arasında ihtilaflı konular olması dolayısıyla Kadızâdeliler ile Sivâsîler arasında o asırda hararetli tartışmalara neden olmuştur. Dinin aslıyla pek de alakası olmayan bu tür mevzular, hasımlar arasında sanki dinin aslındanmış gibi çeşitli ithamlarla sürmüştür. Deniz hayvanlarının helal olup olmadığı hususu da tartışma konusu edilmiştir. Şu bir gerçektir ki, deniz hayvanlarının helal olup olmaması meselesi, mezhepler arasındaki ihtilaflı konular arasında yer alır. Hanefi mezhebi dışındaki mezhepler deniz hayvanlarını helal kabul ederler. Yani Şafiî, Malikî ve Hanbelî mezhepleri deniz ürünlerini helal kabul ederler. Mezhepler arasındaki ihtilaflı konuların Kadızâdeliler ile Sivâsîler arasında tartışma konusu olması gerçekten tuha ır. Hızır’ın yaşayıp yaşamadığı mevzuu tarih boyunca tartışılan diğer bir konudur. Kadızâdeliler gibi bazı âlimler Allah’ın hiç kimseye ebedilik vermediğini, bir ayete dayanarak iddia ederler. Sivâsîler ise Hızır’ın bizim gibi yaşamadığı görüşündeler, ancak onlara göre Hızır’ın haya aki rolü 101 102 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER tıpkı şehitlerin yaşaması gibi bir şeydir. Onlar, “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin, bilakis onlar yaşarlar fakat siz onun farkında değilsiniz,” ayetini delil getirerek Hızır’ın farklı bir hayat formunda olduğunu savunmuşlardır. Aynı zamanda birçok velinin Hızır ile bizzat görüştüğünü ve ondan bilgi aldığını da öne sürmüşlerdir. Büyüklere saygı ve ta’zimde ileri gidilmesi, Sivâsîler ile Kadızâdelileri karşı karşıya getiren diğer bir konudur. Bazı tasavvuf çevrelerinde saygının dozu kaçırılarak ayak öpmek ve rükû edercesine saygıda bulunmak, Kadızâdelerin, normal saygı ifadesi olan el öpmenin ve ayağa kalmanın dahi bidatliğine hükmetmelerine sebep olmuştur. Bu, bir noktada ifratla yapılan saygının tefritle karşılık görmesidir. Kadızâdeli ekolünden Üstüvânî Mehmed Efendi, bayram ve Cuma namazlarından sonra camide musafaha yapmanın bid’at ve mekruh olduğunu savunarak hiçbir mezhep imamı zamanında bu gibi bidatlerin olmadığını ve buna müsaade edilmediğini belirterek, kadıların, bunu yapan insanları men’ etmesi gerektiğini belirtmiştir. Bunun karşılık Sivâsiler, musahafanın bir sevgi göstergesi olduğunu, iki müminin birbirlerini Allah için sevmelerini teşvik eden ayet ve hadisleri delil getirerek, bu fiilin haram olduğuna dair risale yazanların, hiçbir sahih rivayet dayanmadıklarını belirtmişlerdir. Onlara göre, hiçbir fıkıh eserinde musahafanın haramlığına dair bir hüküm bulunmadığı halde bu fiili haram kabul eden ve bunun haramlığını kabul etmeyenleri tekfir edenler, fıkıh bilgisinden ve insa an yoksun kimselerdir. Selam verirken büyüklere ta’zim kastıyla eğilmenin, el ve eteklerini öpmenin caiz olup olmadığı ve namazdan sonra musâfaha yapmanın bid’at mi yoksa sünnet mi olduğu gibi konular etrafında uzun tartışmalar olmuştur. Abdulmecid Sivâsî bu hususta şöyle diyor: “Hz. Peygamber (a.s.)’in ehli ve ashabı için “radiyallâhu anh” ve tabiîn, müçtehitler ve diğer ulema için “rahmetullah aleyhim” denilmesi menduptur. Güzel bir gelenek halinde tevarüs e iğinden, talebenin hocası için ‘radiyallahu anh’ demesinde ve kâtiplerin bu isimleri eserlerine kaydederken ta’zimle hareket etmelerinde bir sakınca yoktur. Bir mecliste Peygamber (a.s.)’ın ismi anıldığı zaman bir grubun salâvat getirmesi, diğer kişilerin üzerinden bu borcu düşürmez. Firavun’un son anda Hz. Musa’ya inandığını söyleyen Muhiddin İbnü’l-Arabî’nin görüşlerini tenkit edenler, İbnü’l-Arabî’nin de bunun gibi birçok meseleden dolayı küfre düştüğünü iddia etmişlerdir. Aslında son anda yapılan imanın sahih olup olması, Ehli Sünnet mezheplerinin de ihtilaf e iği bir meseledir. Firavun’un son anda iman edip etmediği meselesi aslında Sivâsîleri de pek ilgilendirmez. Fakat onlar, İbnü’l-Arabî’nin SiVÂSÎ AİLESİ küfürle itham edilmesi nedeniyle bu meseleye dâhil olmak durumunda kalmışlar ve İbnü’l-Arabî’nin, tahkik ehli büyük bir sûfi ve veli olduğunu savunmuşlardır. Yukarda verilen tartışmalara bakıldığında, her ne kadar Kadızâdelilerin hariciler gibi aşırı gi ikleri gerçeği açık ve net olsa da, tartışmaların temelde halkı bidatlerden uzaklaştırmak ve halk arasında oluşan örfü yeniden tanımlamak ve “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l- münker”25 yapma gibi düşünce temelleri arkasına gizlendiği görülecektir. Kadızâdeliler, bütün mezheplerde olduğu gibi tartışmalar esnasında fikirlerini dinî naslara dayandırmak için nasları kendi fikirleri doğrultusunda yorumluyorlardı. Nitekim gerek semâ ve devrân olsun gerekse diğer sosyal münasebetlerde olsun sonradan halk arasında yaygınlık kazanmış olan türbe ziyareti, el öpme âdeti gibi şeylere karşı çıkarken “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l- münker” yapmalarının kendilerine bir sorumluk yüklediği gerekçesiyle hareket etmişlerdir. Onlar bunu yaparken kendilerine birçok ayet ve hadisi dayanak yapmışlardır. Bu hadislerden biri de şudur: “Kim bir kötülük görürse eliyle, buna güç yetiremezse diliyle önlesin, buna da güç yetiremezse kalbiyle bu kötülüğe buğz etsin, bu ise imanın en zayıf derecesidir.”26 Ancak şu da var ki, Sivâsîler de insanlara “emr-i bi’l-ma’ruf ve nehy-i ani’l- münker” yapılmasının gerekliliğini kabul ederler. Ancak onların bu olaya yaklaşımı, metot ve üslup noktasında Kadızâdelilerden ayrılır. Onlar, bu görevi ifa edecek olan vaiz ve kişilerde belli başlı şartların bulunması gerektiğini düşünürler. Her şeyden önce insanlara karşı yumuşak ve merhametli davranılmasının elzem olduğunu belirtirler. O devirdeki sûfilerin Kadızâdeli tara arı, kadıların sert ve acımasız tutumlarından nasıl muzdarip olduklarını gösteren şu anekdotu vermeden geçemeyeceğiz. Şöyle ki, Sûfîler, Kadızâdelilerin saldırısından o kadar bunalmış ki Gafurî Mahmut Efendi, Cennet Efendi, Erdebilî-zâde Ahmed Efendi gibi devrin büyük sûfileri, Hanefî Efendi’ye gelerek kadıların sûfileri tekfir etmesine mâni olmasını istemişler. Hanefi Efendi de bu zatlarla birlikte Bolevî Mustafa Efendi, Minkârîzâde ve bunlar gibi devletin ileri gelenlerinin de bulunduğu bir mecliste şöyle demiştir: “Kadı-zâdeliler bu devlete dal budak salmış bir köklü ağaca benzer. Bir dalı bostancılar ocağına, bir dalı baltacılar ocağından tâ saray-ı hümayuna, bir büyük dalı bütün çarşı 25 Âl-i İmran, 3/110. Bu ayet şöyledir: “Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a inanırsınız.” 26 Müslim, İman, 78; Ebû Dâvud, Salat, 232. 103 104 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER esnafına sirayet ederek sağlamlanmıştır. Güzellikle nasihat kabul etmiyorlar, ne suretle def’ edelim,” demiş. Bolevî Mustafa Efendi söze girip: “Beyeh azizler! Allah adamları arasında meşhur bâtın (S.B) kılıcı vardı. Onunla intikama havale etsenize,” demiş. Gafurî başını önüne eğerek dinlerken, başını kaldırır: -Sultanım! Biz zahir emri ile iş bitsin deriz. Yoksa bâtın ahvaline kalursa Hz. Kahhar intikam alıcıdır, deyip: Ve ekû fitneten lâ tusîbennellezîne zalemû minküm..” okuduktan sonra “Fatiha” diyerek dağılıyorlar. Bu olaydan sonra bir ha a geçmeden saray tarafından Kadızâdelilerin ileri gelenleri sürgüne gönderilirken Bolevî Mustafa Efendi, görevden azledilerek Mısır’a sürgün ediliyor. Bunu anlatırken Mustafa Efendi latife olarak şöyle dermiş: “Herifler, bâtın (S.B) kılıcını fazlaca salladılar, Ha a ucu bizlere de dokundu.”27 Asılında tartışmalar Kadızâdeliler tarafından tekfir ve saldırı boyutuna ulaşmasaydı tarihte yüz yıl süren ve Osmanlı fikir dünyasını meşgul eden mücadele, bu şekilde olmayacaktı. Aynı zamanda tarafların olaylara şartlı gözle bakması, tartışmaların uzamasına neden olmuştur. İslam’ın temel kuralları göz önüne alınıp, müsamahayla yaklaşılıp, öz eleştiriyle hareket edilseydi, tartışmalar daha farklı gerçekleşirdi. İfrat derecesindeki hareketler her zaman karşıtına gebedir. Bu durum tarih boyu böyle devam e iği gibi bu gün de böyle cereyan etmektedir, gelecekte de bu böyle olacaktır. Sonuç olarak, tartışılan bu konuların hepsi insan bakışına göre farklı yorumlara müsai ir. Bu mevzular kişini yetişme şartları, kültür düzeyi ve bilgi donanımlarıyla alakalıdır. Ha a gerek mezheplerin zuhurunda gerekse naslara yaklaşımda bile bu özellikler son derece etkilidir. Zira kişi yeni karşılaşmış olduğu bir şeyi değerlendirirken yaşadığı çevreden iktisap e iği kültür ve bilgileri bir kenara bırakarak yargıda bulunması mümkün değildir. Yani yüzde yüz olaylara nesnel yaklaşmak çok zordur. Bir de işin içine makam, mevki, para, nüfuz ve itibar gibi insanı cezbeden şeyler de dâhil olursa kişinin olaylara objektif yaklaşması imkânsızdır. Çünkü genelde insan bir mevzuu değerlendirirken, ona, kendisine sağlayacağı maddî ve manevî zarar ve yarar cihetinden bakar. Eğer bir husus menfaatlerine uygun geliyorsa tara arı olup onu savunurken, zararına olan şeylere karşı da cephe alıp o şeyi tenkit eder. Bazen de kişi muhalefet yapmak suretiyle güç ve nüfuz elde eder. Nitekim Kadizâdeliler hareketine baktığımız zaman vaizlerin serveti ve saraydaki nüfusu bunu göstermektedir. İlk kaynaklardan Mîzânü’l-Hak ve Naimâ Tarihi’nde bunlar açıkça belirtilmiştir. 27 Naimâ, age, c.VI, ss. 2729-2730. SiVÂSÎ AİLESİ Şunu da belirterek ifadelerime son vermek istiyorum: Kadızâdelilerin tekfirleri, dinî temellerden yoksun olup tamamen siyasîdir. Devrin yönetimi daha önceki sultanların karşılaştıkları olumsuz olayları yaşamamak ve sûfilerin daha güçlü bir konuma gelmemesi için vaizleri kullanmışlardır. Zira el altından şeyhlerin gönlünü alırken, zahirde de kadızâdelilere maddi destek vermiş ve memuriyet atamalarındaki rüşvet çarkına çoğu zaman göz yummuşlardır. KAYNAKLAR Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hak fî ihtiyâri’l-ahak (Haz. Orhan Şaik Gökyay), Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul 1980. Naimâ Mustafa Efendi, Naimâ Tarihi (çev. Zuhuri Danışman), c. III, IV, VI, Zuhuri Danışman Yay., İstanbul 1969. Ahmet Yaşar Ocak, “XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda Dinde Tasfiye Teşebbüslerine Bir Bakış: Kadızâdeliler Hareketi” Türk Kültür Araştırmaları, Yıl-sayı 17-21/1-2, Ankara 1979-1983. İbrahim Baz, Abdülahad Nûri Sivâsî: Hayatı, Eserleri ve Tasavvufi Görüşler, Basılmamış Doktora Tezi, ss. 33-46, Ankara. Reşat Öngören, Osmanlılar’da Tasavvuf: Andolu’da Sûfiler, Devlet ve Ulemâ (XVI. Yüzyıl), İz Yay., ss. 369-384, İstanbul 2000. Kenan Yakuboğlu, “Osmanlı Medrese Eğitimi ve Felsefesi, Gökkubbe Yay., İstanbul 2006. Muhammed Raşit Akpınar, Kâdızâdeliler ve Sivâsîler Arasındaki Fıkhî Tartışmalar (Basılmamış YLT), İstanbul 2009. 105 106 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SiVÂSÎ AİLESİ Sivâsîler-Kadızâdeliler Olayı ve İnanç Boyutu Doç. Dr. CAĞFER KARADAŞ ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ. Giriş XVII. yüzyıl Osmanlı toplumunda meydana gelen Sivâsîler ve Kadızâdeliler tartışması, dindarlar arasında farklı anlayışların birbiri ile çatışmasının en açık örneklerinden biridir. Bu tür tartışmalar farklı din mensupları arasında olduğu gibi, aynı toplum içinde olup aynı dini benimseyen grupların anlayış farklılığından hareketle birbirlerini eleştirmeleri, kınamaları, suçlamaları ve ha a varlıklarına yönelik bir tahammülsüzlük göstermeleri şeklinde olabilir. Ancak bunların anlaşılması, çözümlenmesi ve zararlı bir boyuta taşınmadan önlenmesi için yapılacak çalışma, önceki benzer gelişmelerin incelenmesi ve oradan birtakım çözüm önerileri çıkarılması ile mümkün olur. Zaten tarihin insanlığa sağlayacağı en önemli katkı da bu olsa gerektir. Bu bildiride ele alacağımız konu tarihin bir döneminde yani XVII. yüzyıl Osmanlı coğrafyasında meydana gelmiş bulunan Sivâsîler ve Kadızâdeliler tartışmasına ışık tutmak ve günümüzden geriye doğru bir çözümlemede bulunmaktan ibare ir. 107 108 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER İslam tarihi içinde meydana gelmiş benzer birkaç olayı zikretmek, anılan olayın zihinlerde belli bir yere oturmasını ve berraklaşmasını sağlaması bakımından önemlidir. İslam tarihinin ilk dönemlerinde ortaya çıkan Hz. Osman ve isyancı askerler, Hz. Ali ve Cemel Ashabı ve yine Hz. Ali ve Hz. Muâviye arasında cereyan eden siyasi yönü ağırlıklı çekişmeler ile İslam tarihi içinde ilk örgütlü isyan hareketi olan Haricileri bir tarafa bırakırsak, ele alacağımız Sivâsîler-Kadızâdeliler olayına benzerlik gösteren ilk olay Ehl-i Hadîs-Ehl-i Rey çatışmasıdır. Ehl-i Hadîs’i çoğunlukla Hicaz ve Şam uleması temsil ederken, Ehl-i Rey’i başta Kûfe ve Basra olmak üzere Irak uleması temsil etmekteydi. Aralarındaki temel tartışma Kur’an ve Sünnete bakış, imanın nasıl tanımlanacağı ve insanın olaylar içindeki etkinliğinin boyutunun ne olduğu yani kader meselesi idi. Bu tartışma esnasında suçlamalar, yakıştırmalar, ha a birbirini kâfir saymaya varan ithamlar söz konusu olmuştur. H. III./M. IX. yüzyıl başlarında ise, Kur’an mahiyeti yani yaratılmış olup-olmadığı tartışması gündeme geldi. Aslında bu tartışmanın temelinde Allah’ın sıfatları meselesi ile insanın etkinliğinin boyutu yani kader meselesi bulunmaktaydı. Dönemin etkili mezheplerinden Mutezile’nin Bağdat grubu, devletin desteğini arkasına alarak Me’mun, Mu’tasım ve Vasık dönemlerinde sistematik bir terbiye ve inanç birliği sağlama operasyonu başlatmıştı. Bunun karşısında yer alan Ehl-i Hadis grubu ise halkın çoğunluğunun desteğini arkasına alarak kendilerine karşı uygulanan bu operasyonu boşa çıkarmayı başarmıştı. Tara arları acı çekmiş, eziyete uğramış ve anlamsız bir operasyona kurban gitmiş Ehl-i Hadis benzer bir operasyonu bir yüzyıl sonra kendileri başla ı. Berbehârî (ö. 329/941) liderliğindeki Hanbelîler, gönüllü ahlâk polisi/muhtesip gibi, Bağdat sokaklarında adeta terör havası estirdiler. İçki içenleri dövmek, çalgı aletlerini kırmak, bir kadınla yolda yürüyen insanları sorguya çekmek ve eziyet etmek gibi olmadık rahatsızlıklar verdiler. İlginç olan bütün bunları da her grup din adına yaptığını ve dindarlığının bir gereği olarak yerine getirdiğini düşünüyordu.1 SiVÂSÎ AİLESİ imamları arkasına namaz kılar olmuşlardır. Bu durumun Müslümanların kardeş olduğu ve tek bir kıblelerinin bulunduğu anlayışı ile ne kadar tezat teşkil e iği düşünmeye değer.2 Osmanlı Toplumu Osmanlı’nın toplum yapısı yöneticiler ve yönetilenler olmak üzere temelde iki gruba ayrılmaktaydı. Yönetici sınıf; saray sakinleri, ilmiye, seyfiye ve kalemiyeden oluşurken saray sakinleri, padişah yakınları ve hizmet edenler ile sınırlıydı; ilmiye sınıfı, başta şeyhülislam olmak üzere müderris, kadılar, mü üler ve vaizleri; seyfiye, muvazzaf asker kişileri, kalemiye ise bugünkü anlamda bürokrasiyi ifade etmekteydi. Katip Çelebi, Osmanlı toplumunu ulema, asker, tüccar ve reâyâ şeklinde dört grup olarak taksim eder. Bu dört grubun birbiri ile uyumlu ve yine birbirini destekler mahiyette olmasının önemini belirtir. Yönetilenler anlamına gelen reâyâ, şehir ve köylerde oturan yerleşik nüfusu ifade e iği gibi göçerleri ve farklı üretim gruplarını da kapsamaktadır. Ancak reâyâ kelimesi zaman içinde anlam daralmasına uğramış ve sadece ziraatla uğraşan kesimleri ifade eder hale gelmiştir. İlk ve geniş anlamıyla yani yönetilenler şeklinde düşünürsek reâyâ sınıfı içerisine Müslüman nüfus kadar gayr-ı müslim nüfusun da girdiğini söylemek gerekir. Osmanlı devleti toprak genişliği olarak çok geniş bir alanı kapsadığından içinde Müslüman olmayan kişi ve grupları barındırması çok doğaldır.3 Osmanlı coğrafyasında Müslüman nüfus, yekpare, yeknesak ve tek renk değildir. Sünnî çoğunluğa rağmen, İmamiye Şiîlerinden, Haricîlere kadar birçok mezhep mensubunun olduğu açıktır. Anadolu, Kırım, Ka aslar ve Balkanlarda ağırlıklı olarak Hanefî nüfus söz konusu iken Irak, Şam, Mısır gibi bölgelerde Şafiî kitle çoğunluğu oluşturur. Yine Irak’ın güneyi ile Arap yarımadasının doğusunda Şiî gruplar bulunmaktadır. Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde Aleviler ve Güneyinde Nusayrilerin bulunduğu görülmektedir. Kuzey Afrika’da baskın Sünni mezhep Malikilik olmakla birlikte yer yer Haricî/İbazî gruplara rastlamak mümkündür. Arap Yarımadasının Güneyinde Zeydî ve İbazi bir kitlenin varlığı bir gerçektir. Selçuklular dönemine gelindiğinde Hanefi-Şafiî çekişmesi, Şiîlere yönelik baskı politikası, Eş’arî-Hanbelî çatışması yine hatırlanması gereken örneklerdir. Zaman içinde öyle bir noktaya gelinmiştir ki, ünlü seyyah İbn Cübeyr’in verdiği bilgiye göre, Mekke’de Harem-i Şerif içinde beş mezhebin ayrı ayrı mihrabı oluşturulmuş ve her mezhep mensubu kendi Osmanlı toplumu içerisinde gayr-i müslim nüfusun çoğunluğunu Şam, Irak, Mısır ve Balkan kökenli Hıristiyanlar oluşturmaktadır. Hıristiyanlar da tek bir mezhep etrafında toplanmış değildir. Süryanîler, Ermeniler, Nasturîler ve Melkitler gibi Doğu kiliselerinin yanı sıra özelikle 1 İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-târîh, Beyrut 1386/1966, VIII, 115, 213, 273, 307-308; A. Saim Kılavuz, “Hasan b. Ali el-Berbeharî, Hayatı ve İtikadî Görüşleri”, UÜ. İlahiyat Fak. Der. sy. 2, yıl 2, Bursa 1987, s. 112-123. 2 Cağfer Karadaş, Gazzalî, İstanbul 2004, s. 29-32. 3 Katip Çelebi, Bozuklukların Düzeltilmesinde Tutulacak Yollar (sad. Ali Can), Ankara 1982, s. 2225; Ziya Kazıcı, Osmanlı’da Toplum Yapısı, İstanbul 2003, s. 21-86. 109 110 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Anadolu’nun batısı ve Balkanlarda Ortodoks ağırlıklı bir nüfus söz konusudur. Yine Balkanlarda azımsanamayacak sayıda Katoliklerin bulunduğunu da söylemek gerekir. Yahudiler ise parçalı bir yapı oluşturur. İspanya’daki baskılar sonucu Osmanlı toprağına getirilen Yahudiler, başta İstanbul olmak üzere Bursa ve diğer önemli kentlere yerleştirilmişlerdir. Yapısı bu olan Osmanlı toplum düzeninin XVII. yüzyıldan itibaren ciddi bir erozyona uğradığı, dokuda uyumsuzluklar ve bozuklukların ortaya çıktığı ve ülkenin harap olmanın eşiğine geldiği açıkça görülmektedir. Katip Çelebi’nin şu ifadeleri bu durumu açıkta gösterir mahiye edir: “Bu eserin yazarı 1045/1635 tarihinden itibaren on iki (12) yıl Osmanlı ülkesinde dolaştı. Gezip gördüğü köylerden birçoğu haraptı. Halbuki Acem Şahı ülkesinde Hemedan ve Tebriz’de 15-20 menzil kadar mesafede bir tek harap köy görmek mümkün olmadı. Oysa o toplum duraklama döneminin sonlarındaydı. 20 yıla yakın bir sürede taşraların bütünü ile harap olduğu ağızdan ağza yayılmıştır.”4 Katip Çelebi bunun sebebi olarak fazla vergi, rüşvet, makamların para ile satılması, makamı para ile alanın ödediğini halktan çıkarması gibi kötü alışkanlıklar olduğunu dile getirir. Bu reaya’nın bunalıma girmesine ve devle en soğumasına neden olmuştur. Osmanlı Uleması SiVÂSÎ AİLESİ Koçi Bey, dönemin sorunları ve çözümleri için yazdığı risalede ilim camiasına yönelik önemli değerlendirmelerde bulunur. Ona göre dinin devamı ilim iledir, ilmin devamı da ulamının varlığına bağlıdır. Bu durumda dinin ve devletin varlığı bilgin kişilerin kendilerini iyi yetiştirmelerine, ehliyet sahibi olmalarına, kişiliklerinin düzgün olmasına ve hiçbir şekilde haktan ve hak söz söylemekten kaçınmamalarına dayanır. Öyle görünüyor ki zamanla bilgin kişilerin halleri bozulmuş, şöhret ve gösteriş peşinde koşmaya başlamışlardır. Kendilerinden kaynaklanan bu olumsuz durumların yanında uygulamadan kaynaklanan bozukluklar da yok değildir. Sözgelimi, padişahın veya sadrazamın gerekli gereksiz kadı efendileri azletmeleri, bilgin kişileri bu zevat yanında ezik duruma getirmiş, göze girmek için dalkavukluklar, iltimaslar, araya adam koymalar başlamıştır. Atamalarda ve azillerde ehliyetin yerini kayırmacılık almış, yetenekli ve ehliyetli olmayan birçok cahilin kadılıkları, müderrislikleri ve mü ülükleri doldurduğu görülmüştür. İlim sahası böylece cahillerle doldurulmak suretiyle hiç olmaması gereken rüşvetin buraya girmesi söz konusu olmuştur. Kimi zaman da bilgi yerine yaş dikkate alındığından ilim ocağı bilginin ikinci dereceye itildiği bir kuruma dönüştürülmüştür. Mülâzimlikler fazla verildiğinden ilmiye sınıfı içinde yapay şişkinlikler meydana getirilmiştir.7 Osmanlı uleması, ilmiye sınıfını oluşturan bilgin kişilerin genel bir adıdır. Bunlar yukarıda kısaca belirtildiği gibi başta şeyhülislam olmak üzere müderris, kadı, mü ü ve vaizlerden oluşmaktadır. İlmiye sınıfının bir kısmı sarayın birûn denilen bölümünde hizmet eden, padişah hocaları, hekimbaşı, hünkar imamı ve padişah vaizi gibi kişilerden müteşekkil iken saray dışında yer alanlar ise daha çok medreselerde ve kadılıklarda bulunmaktaydılar. Bunun yanı sıra camilerde görev yapan müezzin, vâiz, hatip, ders-i âmm ve hâfız-ı kütüp gibi kalabalık bir ilmiye sınıfının varlığı da bir gerçektir. Bunların yanı sıra camilerde temizlik ve vakitlerin tayini ile uğraşan bir kadroda söz konusudur.5 Katip Çelebi ulema sınıfını insan bedenindeki kalbe benzetir. Kalbin bedene kan pompalaması ve kanın vücudun her noktasında bu sayede dolaşması gibi alimler toplumun her kademesinde dolaşarak hareket, bereket ve bolluğu yayarlar. Beden mesabesinde olan toplumun bütün azaları ilim kanı ile diri ve dinç hale gelir. Bu sayede cahiller bilgi sahibi olur, halk ise aydınlanır.6 Sivâsîler-Kadızâdeliler tartışmasının söz konusu olduğu dönemde yani XVII. yüzyılda ulema sınıfının fotoğrafı yukarıda kısaca izah e iğimiz gibidir. Bu bozukluk sadece ulema sınıfı ile sınırlı değildir. Koçi Bey veya Katip Çelebi gibi zevatın bu konudaki risaleleri dikkatli okunduğunda aslında o dönemde bütün kurumların ciddi bir erozyona uğradığı fark edilir. Sözgelimi devşirme sisteminde gayr-i müslim reayaya yönelik ciddi zulümler söz konusudur. Yeniçerilik sistemi bozulmuş, kanun ve kurallar rafa kaldırılmış, yeni kurallar icat edilmiş ve ocakların asker sayısı haddinden fazla şişirilmiştir. Beylerin ve bazı asker kişilerin hukukun açıklarından yararlanarak halka açıktan eziyetler e ikleri, ha a karılarına kızlarına göz koydukları, elde etmek için türlü ahlâksızlıklar peşinde koştukları kayıtlara geçmiş vaziye edir.8 Ancak ilmiye sınıfının bozulması adeta tuzun kokması gibidir. Düzelme de oradan başlamalıdır. Hele ilmiye sınıfı içinde birbirleri ile didişen, çatışan ve varlıklarına kasteden bir zümrenin ya da zümrelerin çıkması kabul edilebilir bir durum değildir.9 4 Katip Çelebi, Bozuklukların Düzeltilmesi, s. 24-25. 5 Ziya Kazıcı, Osmanlı’da Toplum Yapısı, s. 46-47, 61-71. 6 Katip Çelebi, Bozuklukların Düzeltilmesi, s. 22. 7 Koçi Bey, Koçi Bey Risâlesi (sad. Zuhuri Danışman), Ankara 1985, s. 50-56. 8 Koçi Bey, Risale, s. 64-67; De erdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler (sad. H. Ragıp Uğural), İzmir 1990, s. 108, 138; ayr. bk. Sami Şener, Osmanlı’da Siyasî Çözülme, İstanbul 1986, s. 93-148 Vecdi Bilgin, Fakih ve Toplum, İstanbul 2003, s. 83-150. 9 Koçi Bey, Risale,s. 53; De erdar, Devlet Adamlarına Öğütler, s. 62. 111 112 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Dönemin Temel Problemi: Bid’at Devlet ve toplumda işlerin yolunda gitmediği dönemlerde yeni tedbirlerin alınması ve bozuklukların düzeltilmesi için birtakım girişimlerde bulunulması kaçınılma olur. Her tedbir ve düzeltme ameliyesi bazen yeni sorunları da beraberinde getirir. Yeni sorunlarla birlikte varolan sorunlar kimi zaman işlerin daha da zorlaşmasına ve problemlerin katmerleşmesine yol açar. Bu durum toplumda iki sonuç doğurur: Eskiye özlem ve yeniye tepki. Osmanlı toplumu XVII. yüzyıldan itibaren hemen her katmanında meydana gelen çeşitli sorunlarla yüz yüze geldiği bir gerçektir. Savaşlar, yenilgiler, vergiler, ahlâksızlıklar, hırsızlıklar bütün bu sorunların temel kaynağı gibi görünmektedir. Devlet hantallaşmış, düzen yürüyemez hale gelmiş, halk vergilerden ve baskılardan bunalmıştır. Halk tabiriyle “her gelen gideni aratır” olmuştur. Bu şartlar altında eskiye özlem ve yeniye tepki, yeni kural koymak ve yeni adet çıkarmak anlamında bid’at olarak adlandırılmış ve buna yönelik düşmanlık da böylece meşrulaştırılmıştır. Devletin ve toplumun düzelmesi için yazılan raporlar ve dönemin sorunlarına işaret eden kitaplara bakıldığında sanki temel sorunun işte bu bid’at olduğu açıkça görülür. Sözgelimi De erdar Sarı Mehmet Paşa, ortaya çıkan zulüm ve kötü bid’atleri resmî de ere geçirip bir kural halinde getirilmesinin önlenmesine vurgu yapar. Ardından bid’atlarin tamamıyla kötü olmadığı iyi ve kötü şeklinde iki kısma ayrıldığına dikkat çeker ve bu görüşünü Hz. Peygamber’in hadîsi ile destekler.10 Onun söylediğinden şunları çıkarmak mümkündür: Her yeni kötü değil, ama her yeninin gündeme getirilmesinde ve uygulamasında özen gösterilmesi ve dikkatli davranılması gerekir. Özensiz uygulama ile meşruiyet temeli oluşturulmamış bir uygulama hem halk nazarında hem de ulema nazarında kötü bid’at olarak algılanıp reddedilebilir. Bilgivî Mehmed Efendi ise, bid’atın ciddi bir problem olduğunu özellikle et-Tarîkâtü’lk-Muhammediyye adlı eserinde buna dair bir bölüm ayırarak gösterir. Daha öncesinde de bu konuyla ilgili es-Seyfü’s-sârim, İnkâzü’lhâlikîn ve ikâzü’n-nâimîm ile Cilâu’l-kulûb adlı eserler kaleme aldığını ifade eder. Zaten bid’at konusunu alimler arasında ve bu düzeyde ilk ve etkili bir şekilde gündeme getiren sanki Birgivî’dir. O bid’atı ilk asır (sadr-ı evvel) diye nitelediği Hz. Peygamber ve sahabe döneminden sonra ihdas edilen ve dinî görünüm verilen hususlar olarak tarif eder. Bid’at işleri yapanları 10 De erdar, Devlet Adamlarına Öğütler, s. 154-155; hadîsler için bk. Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, II, 292, 335. SiVÂSÎ AİLESİ takvâ ve vera’ iddiasıyla hareket eden bir kısım sufiler olarak nitelemesi kayda değerdir. Onun değerlendirmesine göre o dönemde bid’atlerin en yaygın olduğu toplum kesimi sufilerdir. Bid’atlerin yaygınlaşmasının nedeni ise takva ve vera’ görüntüsüne sokularak meşrulaştırılmış olmasıdır. O bid’atlere örnekler de verir. Sözgelimi temizlik güzel bir hasle ir ve sünne ir ama işi abartıp vesvese boyutuna taşımak ve lüzumsuz su israfında bulunmak bid’a ir. Ölünün arkasından para ile Kur’an okumak ve okutmak, bunun için vasiye e bulunmak, mezar başında günlerce beklemek ve Kur’an okumak bu bid’atlerden bazılarıdır.11 Bahse iği bid’atlarin sayıca oldukça kabarık olduğunu kendisinin sadece önemli birkaç tanesini saydığını dile getirir. Aslında saydığı bid’atlere dikkat edilirse o dönem alimlerinin ve sufilerinin bunları meşru saydıkları ve aynı zamanda bir kısmının uygulayıcılar içinde yer aldığı anlaşılır. Denilebilir ki, Birgivî’nin hedefinde esasında dönemin ulaması ve sufileri bulunmaktaydı. Nitekim onun dönemin şeyhülislamı Ebussuûd ile özellikle para vakıfları gibi konulardaki tartışması meşhurdur. Zaten Sivâsîler ile Kadızâdeliler arasındaki tartışmanın başlangıcı olarak bu ikilinin tartışmasını almak mümkündür. Birgivî-Ebussuûd Tartışması Ebussuûd ile Birgivî arasındaki tartışma para vakıfları çerçevesinde gerçekleşmiştir. Aslında bu konudaki tartışma da neticede varıp bid’at konusunda dayanmakta ve o çerçeve içinde değerlendirmeye imkan vermektedir. Çünkü ortaya konulan tepki her ne kadar kurumun işleyişine yönelik ise de, onun gerisinde ‘yeni’ olmasının da büyük payı vardır. Para vakıfları bugünün bankaları ya da finans kurumları gibi işleyen bir kurumdur. Az bir oranda da olsa bu kurumlarda faizli muamelenin varlığı tartışmanın kaynağını oluşturur. Para vakıfları konusunda Kemal Paşazade’nin (ö. 940/1033) olumlu yönde fetva verdiği bilinmektedir. Ebussuûd’un da onu takip e iği anlaşılmaktadır. Ancak Kemal Paşazade’den sonra gelen Çivizâde Mehmed Efendi (ö. 954/1547) aleyhte fetva vermiş ve para vakıfları bir süre takibata alınmıştır. Onun ölümü ve Ebussuûd Efendinin (ö. 982/1574) şeyhülislam olmasıyla birlikte para vakıfları lehinde fetva çıkmış ve bu müesseseler işlerliklerini yeniden kazanmıştır.12 Birgivî’nin para vakıflarına karşı çıkması ve aleyhte fetva vermesi yine Ebussuûd dönemindedir. Ancak tartışma, öncelikle dönemin kadılarından Bilâlîzade Mehmed Efendi ile Birgivî arasında cereyan etmişken daha 11 Birgivî, et-Tarîkâtü’l-Muhammediyye, İstanbul 1301, s. 199, 219. 12 Para vakıfları konusunda bk. Murat Çizakça, Risk Sermayesi Özel Finans Kurumları ve Para Vakıfları, İstanbul 1993, s. 67-72; Vecdi Bilgin, Fakih ve Toplum, s. 150-159. 113 114 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER sonra tartışmaya Ebussuûd Efendi, Bilalîzâde lehinde katılmış ve olay Birgivî ile Ebussuûd tartışmasına dönüşmüştür. Tartışmayı değerlendiren Katip Çelebi, Ebussuûd ve Birgivî’yi fetvalarında ve duruşlarında samimi bulurken Bilalîzâde Mehmet Efendiyi muhalif tavır üzerinden şöhrete kavuşmaya çalışan bir kişi olarak niteler. Ona göre, para vakıfları konusunda hem Kemal Paşazâde hem de Ebussuûd Efendi kanunları şer-i şerîf üzere tatbik ve aksaklıkları ıslah ederek nizam ve intizamı korumaya çalışan bir tutum içindedirler. Buna karşın Birgivî davasında samimi olmakla birlikte aklî ilimleri, mantığı önemsememesi ve tarih okumamış olması dolayısıyla halkın örf ve ahvalini anlayamamış, kuralcı bir yaklaşımı benimseyerek ve müteşerri bir tutum takınarak yukarıda sıralanan hususları ret ve inkar yoluna gitmiştir. Ancak dönemin kudretli şeyhülislamı Ebussuûd’u hatalı olmakla suçlayacak kadar gözü pek ve gerçekleri söylemek noktasında korkusuz olduğu da bir gerçektir.13 Ondaki samimiyet, gözü peklik ve gerçekleri dile getirme gibi güzel hasletler, halkın günlük ihtiyaçlarını ve günün gelişmelerini takip etmeksizin sadece kitap satırlarından okunan ile fetva vermesi durumunda isabet etmesini gerektirmemektedir. Para vakıflarına karşı çıkarken, onların yerine neyin konulacağını göstermesi ve alternatif bir kurum geliştirmesi veya en azından önermesi ondan beklenirdi. Katip Çelebi’nin deyimiyle onun bu samimi ve istikrarlı duruşu talebeleri tarafından sert tartışma ve atışma boyutuna götürülmüş ve kavga ortamlarının oluşmasına sebep olmuştur. Takipçilerinden vaiz olarak görev yapan Kadızâdeliler, yaptıkları sert vaazlar, kaba tartışmalar ve katı tutumlarıyla XVII. yüzyıl İstanbul’unda adeta bir kavga ve kargaşa ortamının oluşmasına sebep olmuşlardır.14 Sivâsîler-Kadızâdeliler Tartışması Birgivî ile Ebussuûd’un tartışması biri Birgi’de diğeri İstanbul’da olduğu için uzaktan bir tartışmaydı ve tartışmanın araçları da yazılan kitaplar ve verilen fetvalarla sınırlıydı. Ancak Sivâsîlerle Kadızâdeliler arasındaki tartışma, İstanbul ortamında meydana gelmiş, kitap ve fetvanın yanı sıra özellikle cami kürsüleri ve vaazlar araç olarak kullanılmıştır. Her biri kendi kürsüsünden diğerine bazen açıktan bazen üstü kapalı eleştiri yöneltmek suretiyle tartışmanın dozunun gi ikçe yükselmesine sebep olmuşlardır. Sivâsîler-Kadızâdeliler tartışması, temelde bir medrese-tekke çekişmesi, sufilerler zâhir uleması arasında eskiden beri var olan ve kimi zaman 13 Katip Çelebi, Mîzânü’l-Hak fî İhtiyâri’l-Ehak –İslam’da Tenkit ve Tartışma Usûlü- (sad. S.Uludağ, M. Kara), İstanbul 2001, s. 133-136; Ahmet Turan Arslan, İmam Birgivî, İstanbul 1992, s. 56-63. 14 Katip Çelebi, Mizânü’l-Hak, s. 131-136; Ahmet Turan Arslan, İmam Birgivî, s. 56-62. SiVÂSÎ AİLESİ derinde kimi zaman da yüzeyde devam eden gerilimlerin Osmanlı toplumunda XVI. yüzyılın sonları ile XVII. yüzyılın başlarında gün yüzüne çıkması ve zaman içinde rahatsızlık verecek bir boyuta ulaşmasıdır. Bu olaylar, Sivas civarında Şemseddîn Sivâsî’den tarikat dersi almış olan Abdulmecid es-Sivâsî’nin ve Birgivî Mehmet Efendi’nin öğrencilerinden ders almış bulunan Kadızâde Mehmed Efendinin XVII. yüzyıl başlarında İstanbul’a gelmeleriyle başlar. Abdülmecid es-Sivâsî, Şemseddin Sivâsî’nin yeğeni olup, 1000/1592 tarihinde İstanbul’a gelmiş ve Sultan III. Ahmet tarafından tamamlanan Yeni Camiî’de kürsü şeyhliğine getirilmiştir. Güzel sesli, ‘şeyhî’ mahlasıyla şiirler yazan, nicelik ve nitelik itibariyle kayda değer kitaplar telif etmiş olan yetenekli ve bilgili bir za ır. Bu tartışmalarda kendi elinde yetişmiş olan müridi ve halifesi Abdülahad Nüri’nin de payını unutmamak gerekir. Çünkü tartışma Sivâsî’den sonra onunla devam etmiştir. Kadızâde Mehmet Efendi ise Birgi’de Birgivî Mehmet Efendinin öğrencilerinden ilim öğrenmiş, Balıkesirli Kadî Mustafa Efendi’nin oğlu olması dolayısıyla kendisine Kadızâde (kadı oğlu) lakabı verilmiş bir şahsiye ir. Abdülmecid es-Sivâsî sufî meşrep bir zat iken Kadızâde Mehmet Efendi tam zı ı bir konumdadır. Yolundan gi iği ve aynı meşrebi benimsediği Birgivî Mehmed Efendi’ye savunduğu değerler itibariyle benzemekle birlikte üslup ve tavır itibariyle oldukça farklıdır. Bu durumu Katip Çelebi de tespit etmekte ve üstelik hem Kadızâdelileri hem de Sivâsîleri gayr-i samimi olmak ve şöhret peşinde koşmakla suçlamaktadır. Zamanla büyüyen bu tartışma sadece anılan iki şahsiyet ile sınırlı kalmamış, etkisi ve kapsam alanı genişleyerek devam etmiştir. Özellikle Kadızâdelilerin tarafında yer alan Vanî Mehmed Efendi ile Halvetî Sivâsîlerin tarafından bulunan Niyazî Mısrî arasındaki tartışmalar bu etkinin boyutunu ve derinliğini göstermesi bakımından çok önemlidir. Zaman içinde tartışmanın alevlenmesi ve toplum huzuru için tehdit unsuru haline gelmesiyle Osmanlı devleti içinde tedbir alma yoluna gidildiği de bir gerçektir. Nitekim taraflar kimi zaman zecri tedbirlerle sakinleştirilirken kimi zaman da sürgüne gönderilmek suretiyle tartışmanın dozu düşürülmeye çalışılmıştır. Buna rağmen söz konusu tartışmanın kişileri ve hükümdarları aşan boyutu olmuş ve neredeyse bir asra yakın bir süre İstanbul kamuoyunu meşgul etmiştir. Ebussuûd-Birgivî tartışmasını hesaba katarsak XVI. yüzyıl ortalarından başlayan bu tartışma XVII. yüzyıl 15 ortalarına kadar canlılığını sürdürmüştür. 15 Katip Çelebi, Mizânü’l-Hak, s. 137-143; Hüseyin Vassaf, Sefîne-i Evliya (trc. M. Akkuş, A. Yılmaz), İstanbul 2006, s. 479-482; Hüseyin G. Yurdaydın, İslam Tarihi Dersleri, Ankara 1982, s. 115 116 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Tartışılan Konuların İtikadî Boyutu Dönemin tartışılan konularını üç başlık altında toplamak mümkündür: İtikadî, fıkhî ve ahlâkî. Her ne kadar görünüşte bu şekilde üçlü taksim yapmak, anlamak ve anlamlandırmak için kolaylık sağlıyor gibi görünse de, konuların birbirleri ile irtibatını koparması bakımından da aslında bu taksimat sakınca oluşturmaktadır. Çünkü o dönemde tartışılan konular zahiren itikadî, fıkhî ve ahlâkî görünmekle birlikte nedenlerine ve arka planına bakıldığında her birinin diğeri ile irtibatlı olduğu ve ortak nedenlerden kaynaklandığı görülür. Sözgelimi Birgivî’nin hassasiyetle üzerinde durduğu temizlikteki aşırılığın neticesi olarak fazla su kullanılması aslında görünüş itibariyle fıkhî bir mesele iken arka planına bakıldığında bunun vesveseden veya dinî kuralları uygulamada meydana gelen aşırılıktan kaynaklandığı anlaşılmaktadır. Vesvese bir yönüyle itikadî ve psikolojik bir yönüyle ahlâkî bir sorundur. Şeytandan kaynaklanması dolayısıyla itikadîdir, insanın iç alemini ilgilendirmesi bakımından psikolojiktir, vesvese doğrultusunda davranış göstermek ise ahlâkîdir. Öte yandan dinin kurallarını uygulamada aşırı davranmak da aynı şekilde bir yönüyle psikolojiktir, çünkü kişi tatmin olma peşindedir ve tatmin olamadığı durumda aşırıya gitmektedir. Diğer yönüyle ise bu konu ahlâkîdir, ifrat ve tefrit İslam ahlâkı bakımından hoş görülmeyen ha a yasaklanan bir davranıştır. Ancak aynı konunun biraz daha arka planına gidildiğinde Birgivî tarafından sufilerin dinî konulardaki hassasiyetlerine yönelik bir eleştiri olduğu fark edilir. Bu takdirde konu vesvese ve aşırılıktan çıkmakta ve gruplar arası dinî hassasiyet algısının farklığına dönüşmektedir. Diğer bir ifade ile her kesim kendi dindarlığını ispat etme, öne çıkarma ve kabul e irme kaygı ve davası peşindedir. Birgivî Mehmet Efendi zahirden hareket etmek suretiyle Hz. Peygamber ve sahabe uygulamasının esas alınması gerektiğini vurgularken, sufî kesim insanların tatmin duygularını dikkate almakta ve hassasiyetlerini/dindarlıklarını bu şekilde ortaya koymaktadırlar. Her iki taraf aslında kendi açısından haklı görünmektedir. Sözgelimi aşırılık ve vesvese boyutuna varmış bir dindarlık algısı aslında sufî taraf bakımından da makbul değildir. Ancak bu noktaya varılıp varılmadığının tespiti ihtilafa neden olmakta bu da problem oluşturmaktadır. Problemi tespi e ve çözümde Birgivî Mehmed Efendi Hz. Peygamber dö125-130; İrfan Gündüz, Osmanlılarda Devlet-Tekke Münasebeti, İstanbul 1984, s. 80-82, Hatice Kelpetin Arpaguş, Osmanlı Halkının Geleneksel İslam Anlayışı, İstanbul 2001, s. 91-95; Necdet Yılmaz, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, İstanbul 2001, s. 197-212; Cağfer Karadaş, “Vânî Mehmet Efendi”, Avrupa Diyanet Aylık Dergi, sy. 128, Aralık 2009, s. 44-45; Salih Çi , “Dönemin Aktüel Meseleleri Ekseninde Vanî Mehmet Efendi-Niyazî Mısrî İhtilafı”, Vani Mehmed Efendi Sempozyumu, Bursa 7-8 Kasım 2009. SiVÂSÎ AİLESİ nemi şartlarını ve ölçülerini kullanırken, Sivâsîler kendi dönemi şartlarını ve ölçülerini kullanmaktadırlar. Aslında anlaşmazlık da tam bu sebepten kaynaklanmaktadır. XVI. ve XVII. yüzyıllarda tartışılan konuların geneline bakıldığında tartışmaların büyük ölçüde yukarıda anılan nedenlerden kaynaklandığı ve yine anılan çerçevede cereyan e iği açıkça görülür. Hz. Peygamber dönemi şartlarına göre değerlendirildiğinde anılan hususların bid’at veya dindışı sayılması mümkün iken dönemin şartlarına göre değerlendirildiğinde aslında dine aykırı olmayan ha a dinî hayatın kuvvetlenmesi çabasının bir sonucu olduğu söylenebilir. Söz konusu olan problemlerin büyük bir kısmını Katip Çelebi Mizânü’l-Hak fî İhtiyâri’l-Ehak adlı eserinde dile getirmiştir. Onun dile getirdiği hususlar bazıları, dönemin sorunlarını dile getirmek üzere yazılmış raporlarda ve münazara eserlerinde de yer almaktadır. Bu problemleri kısaca şöyle sıralamak mümkündür: —Aklî-naklî ilim tartışması, —Hızır’ın hayatı meselesi, —Musikî, raks ve deveranın dindeki yeri, —Hz. Peygambere salavat okuma ve sahabeye tarziyede bulunma, —Sigara, kahve ve afyon gibi keyif verici maddelerin dini hükmü, —Hz. Peygamber’in anne babasının dinî durumu, —Fravun’un imanı ve Şeyh Muhyididin’in dinî konumu, —Yezid’e lanet okuma meselesi, —Bid’atler —Kabir ziyareti —Kandil gecelerine ait namazlar, —Bayram ve Cuma namazlarından sonra musafaha, —Selam verirken eğilmek veya el ile işaret yapmak, —İyiliği emir Kötülüğü nehiy, —Rüşvet meselesi.16 Katip Çelebi’nin saydığı hususlar yaklaşık on beş mesele kadar vardır. Buna Birgivî’nin et-Tarîkatü’l-Muhammediyye adlı eserinin üçüncü bölümünde söz konusu e iği şu hususları da ilave edebiliriz: —Temizlikte aşırılık, israf, vesvese, 16 bk. Katip Çelebi, Mîzânü’l-Hak fî İhtiyâri’l-Ehak –İslam’da Tenkit ve Tartışma Usûlü- adlı kitabın bölüm başlıkları. 117 118 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER —Öldükten sonra Kur’an okunsun diye mal vakfetmek, vasiye e bulunmak, —Öldüğü gün yemek ve ziyafet verilmesi için vasiye e bulunmak, —Kabir başında kırk gün ve gece beklemek, —Kabir üzerine bina yapmak, türbe inşa etmek.17 Bunların yanı sıra Koçi Bey ve De erdar Sarı Mehmet Paşa gibi şahıslar tarafından kalem alınan layihalarda (raporlar), devletin uygulamalarından ve kurumların zafiyetlerinden kaynaklanan maliyenin bozulması, askerlerin sayı ve nitelik olarak sorun teşkil etmesi, mahkemelerde yaşanan olumsuzluklar ve yolsuzluklar gibi çeşitli sorunlara ayrıca işaret edilmektedir. Bunların bir kısmını yukarıda konuya açıklık getirmek veya meseleyi temellendirmek için dile getirdik. Bu noktada yukarıda sıraladığımız konuların itikat ile ilişkili olanlarını değerlendirmeye geçebiliriz Konuları tek tek incelediğimizde her birinin itikat/inanç yönünün bulunduğu veya inanç ile bir şekilde irtibatlı olduğunu söyleyebiliriz. Sözgelimi birinci konu olan aklî ve naklî ilim tartışması bütün İslamî ilimlerin usûlünu ilgilendiren bir konudur. Çok erken dönemlerden itibaren İslam tarihi içinde sürekli tartışılan bu konu üzerinde bugün dahi bir çözüme ulaşıldığı veya üzerinde uzlaşma sağlandığı söylenemez. XVII. Yüzyılda medreselerde mantık ve felsefenin okutuluyor olması, dini bilimlerin içine aklî unsurların fazlaca girmiş bulunması özelikle dönemin muhafazakar diyebileceğimiz çevrelerini rahatsız etmiş görünmektedir. Nitekim Katip Çelebi, Birgivî Mehmet Efendiyi tanıtırken onun felsefe ve aklî ilimlerden uzak durduğunu, ilaveten halkın örf ve ahvalini anlamanın vesilesi olacak tarih ilmine de bigane kaldığını ifade eder.18 Onun bu tanımlaması o dönemdeki aklî-naklî ilim tartışmasının hem nedenini hem de boyutlarını göstermesi bakımından anlamlıdır. O dönem ulemasını bu husus karşısında üç grup olarak değerlendirmek mümkündür: Naklî ilimlere öncelik verilmesin savunan ve Birgivî’nin başını çektiği Kadızadeliler, keşfî bilginin önemini vurgulayan başta Halvetî-Sivâsîler olmak üzere sufî kesim ve aklî ilimlerin gerekli olduğunu savunan medrese ulemasının kahir ekseriyeti. Katip Çelebi’nin sitayişle bahse iği ve “akıllı olanlar” olarak nitelediği kesim aslında bu üçüncü kesimi olsa gerektir.19 Hızır’ın haya a olması meselesi her dönemde tartışılmakla birlikte Sivâsîler döneminde daha bir alevlendiği görülür. Bunun en önemli de17 Birgivî, et-Tarîkâtü’l-Muhammediyye, s. 199-219. 18 bk. Katip Çelebi, Mîzânü’l-Hak, s. 135. 19 bk. Katip Çelebi, Mîzânü’l-Hak, s. 138. SiVÂSÎ AİLESİ lili Anadolu ve İstanbul coğrafyasına uzak yerlerde bile bu meselenin ele alınıyor ve tartışılıyor olmasıdır. Sözgelimi devrin alimlerinden Heratlı olup da Mekke’de yaşayan Ali el-Karî, Hızır ile ilgili bir risale yazma ihtiyacı hissetmiştir.20 Bu meselenin iki boyutu vardır: Birincisi Hızır’ın hal-i hazırda yaşıyor olması ikincisi kıyamete yakın ineceğine inanılan Hz. İsa’nın, Ebû Hanife’nin mezhebi üzere amel edeceği iddiasıdır. Hızır’ın yaşadığını iddia edenlerin bir kısmı, onun Ebû Hanife ile Hz. İsa arasında ilim kuryeliği vazifesi göreceği, yani Ebû Hanife’den aldığı fıkıh bilgisini Hz. İsa’ya ulaştıracağına inanmaktadır. Bazı sufilerin de içinde bulunduğu geniş halk kesimi Hızır’ın darda kalan insanlara bir kurtarıcı gibi yetişeceği inancını benimsemektedirler. Bu duruma karşı çıkanlar ise, bu konuda kesin bir nassın yani Kur’an ve Sünnet’ten bir delilin olmadığını ileri sürerler. Aslında bu mesele son derece kapalı yani gayb alemine ait bir konu olduğu için, bir fikir yürütmek son derece zordur. Ölmüş olan insanlar ile irtibat ne kadar mümkündür, mümkün ise bu gözle mi, kalp ile mi, yoksa hayalen mi gerçekleşir konusu da kapalıdır. Katip Çelebi bu olayların cismanî değil ruhanî gerçekleştiğini ancak halkın bunu sanki cismanî gerçekleşme gibi algıladığını ileri sürer ve tartışmanın da buradan kaynaklandığına işaret eder. Ancak onun da cismanî-ruhanî ayrımına açıklık getirmediği görülür.21 Hz. Peygamber’in anne-babasının imanı meselesi ise aynı şekilde gaybî ve tarihî bir olaydır. Ebû Hanife’nin el-Fıkhu’l-Ekber adlı risalesinde, “Ebeveyn-i Rasûl, küfür üzere öldüler” şeklindeki ibare her dönemde tartışma konusu olmuştur. Üzerine çokça şerh yazılan ve elden ele okunan bir eser olması bu meselenin sürekli gündemde kalmasını beraberinde getirmiştir. Özelikle Ekmelüddîn el-Babertî tarafından yazılan şerhteki iddialara karşılık Suyutî bir eser kaleme almış ve mesele aynı dönemde Osmanlı toplumunda da tartışılmaya başlanmıştır. Nitekim, şeyhülislam İbn Kemal bu konuda bir risale yazmış daha sonra diğer risaleler bunu takip etmiştir. Ali el-Karî gibi bir kısım alim, Babertî’yi desteklerken diğer bir kısmı Suyutî’yi desteklemektedir. Tartışma XVII. yüzyılda adeta alevlenmiş meseleye müdahil olanların sayısı artmıştır. Sivâsîler de tartışmaya bigane kalmamışlar Abdulmecîd es-Sivâsî, yeğeni Abdulahad en-Nurî’ye konuyu araştırması ve bir risale yazması için talimat vermiş, o da Te’dîbü’lmütemerridîn adlı risalesini kaleme almış ve netice Hz. Peygamber’in anne 20 Ali el-Karî, Keşfu’l-Hıdr fî hâli’l-Hızır, Fatih Ktp, no: 5327, Es’ad Efendi Ktp. no: 1446; Cağfer Karadaş, Ali el-Karî’nin Akaide Dair Eserleri ve Bazı İtikadî Görüşleri, MÜ Sosyal Bilimler Ens. Yüksek Lisans Tezi İstanbul 1991, s. 43-44. 21 Katip Çelebi, Mîzânü’l-Hak, s. 51. 119 120 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER babasının küfür üzere öldüğü fikrini benimsemediğini ifade etmiştir. Öyle görünüyor ki, bir kısım Hanefî zahir uleması Ebû Hanife’nin ibaresini olduğu gibi kabul edip benimserken Sufiler ve buna yakın düşünen zevat farklı görüşe gitmişlerdir. XVII. yüzyılda ise Kadızadeliler Ebû Hanife, Babertî ve Ali el-Karî çizgisini benimserken, Sivâsîler aksi bir görüş ve duruş belirlemişlerdir. Katip Çelebi’nin verdiği bilgiye göre Birgivî’nin babasının amcazadesi olan Muhammed b. Bahaeddin yazdığı el-Fıkhu’l-ekber şerhinde bu konunun gaybî olduğunu belir ikten sonra Ebû Hanife’nin “küfür üzere öldüler” sözünden maksadın görünürde yani zahirî deliller ışığında küfür olduğudur (küfr-i hükmî) yoksa gerçekte/Allah katında küfür olmayabileceği şeklinde bir değerlendirme yaptığını nakleder.22 Firavun’un imanı meselesi yine benzer başka bir konudur. Meselenin kaynağı Yunus Suresi 90-91. ayetlerinde geçen “Firavun, boğulacağını anladığı sırada ‘İsrailoğullarının inandığının dışında Tanrı olmadığına inandım ve ben teslim olanlardanım’ dedi.” Bunun üzerin Allah “Şimdi mi? Daha önceleri sen isyan ediyordun ve bozgunculuk çıkarıyordun” buyurdu. Bu ayetlerdeki ifadelerden hareketle Muhyiddîn İbn Arabî zahiren Fravun’un iman e iğini belirtir. Ancak bu imanın ye’s halinde (son nefeste) olması dolayısıyla ancak dünya azabını kaldırdığını da eklemeyi ihmal etmez. Daha sonra onun bu ifadelerini ünlü kelamcı Devvanî destekledi ve bu konuda bir risale yazdı. Söz konusu risaleyi Ali el-Karî satır satır eleştirirek Ferru’l-avn min muddaî imane Firavn adlı bir reddiye kaleme aldı. Katip Çelebi’nin verdiği bilgiye göre Osmanlı toplumunda da bu mesele İbn Arabî’nin Fususü’l-Hikem23 adlı eserinde geçen ifadeler çerçevesinde tartışılmış ve buna dair eserler yazılmıştır. Nitekim Sivâsîler tarafında yer alan Abdulmecid Sivâsî’nin Risâle-i Firavun adlı bir eser kaleme aldığı bilinmektedir.24 Sonuç ve Değerlendirme İnsanların bulunduğu yerde tartışma, çekişme, çatışmanın olması kaçınılmazdır. Ancak her zaman kaçınılmaz olan, ideal olan, beklenen ve arzulanan değildir. İnsandan ve insanların oluşturduğu toplumdan beklenen 22 bk. Ekmeleddîn el-Baberti, Şerhu’l-Fıkhı’l-ekber, Hacı Mahmud Efendi 297.3, vr. 78a-79a; Ali elKarî, Edilletu Mu’takad Ebî Hanife fî ebeveyi’r-Rasûl, Ahmet Akın Çığman özel ktp.; Katip Çelebi, Mizanü’l-Hak, s. 79-86; Bu konudaki tartışmalar ve değerlendirmeler için bk. Mustafa Akçay, “Hz. Peygamber’in Anne Babasının (Ebeveyn-i Rasûl) Dinî Konumuna Dair Ebû Hanife’ye Atfedilen Görüş Etrafındaki Tartışmalar”, Sakarya Ü. İlahiyat F. Dergisi, 19/2009, s. 1-27. 23 bk. İbn Arabî, Füsûsü’l-hikem (nşr. Ebü’l-Alâ Afifî), Beyrut ts. Daru’l-Kütübi’l-Arabî, s. 211-213. 24 bk. Muhyiddin İbn Arabî, Rahmetün mine’r-Rahmân fî tefsîr ve işarâti’l-Kur’ân min kelami’şŞeyhi’l-Ekber (cem ve tah. Muhmud el-Gurâb) Dımaşk1410/1989, II, 315-317; Ali el-Karî, Ferru’lavn min muddaî imane Firavn, İstanbul 1294; Katip Çelebi, Mizanü’l-Hak, s. 87-90; Vassaf, Sefine-i Evliya, III, 482. SiVÂSÎ AİLESİ çatışma ve çekişmeyi meydana getiren olumsuzlukları ortadan kaldırıp bir arada yaşama becerisi göstermesidir. Bunun için öncelikle ve özellikle hakların verilmesi ve sorumlulukların yerine getirilmesi gerekir. Ancak bu bile ideal bir toplum meydana getirmenin yeterli koşulu olamaz. Bu ancak asgarî düzeyde hukukî koşulların sağlanmasıdır. İdeal olan, ahlâkî kuralları hayata geçirmiş kişilerin oluşturduğu bir toplumdur. Buradan yola çıkarak insanın nihai hedefi güzel ahlâkın yerleşik hale geldiği bir toplum oluşturma ve bunu sürdürülebilir hale getirmesidir. Geriye dönüp tarihî süreç içindeki çatışma ve çekişmelere baktığımızda, her ne kadar görüntüde bunların hakların verilmemesi veya gasp edilmesi ile sorumlulukların yerine getirilmemesi veya sorumluluktan kaçınılması şeklinde hukuki problemler gibi görülüyorsa da, işin derinine inildiğinde, altında yatan gerçek nedenin ahlâk sorunu olduğu fark edilir. Ahlâkı öne çıkaran insanlar ve bu tür insanların oluşturduğu toplumlarda meydana gelmeyen, gelirse de suhuletle ve sükunetle çözülebilen meseleler ahlâki zafiyetin baş gösterdiği bir toplumda kaba kuvvete baş vurularak çözümlenme yoluna gidildiği, bunun da çatışma ve çekişmelere yol açtığı bir vakıadır. Öyleyse tarih içinde meydana gelmiş büyük olayların arka planında ahlâkî zaafiyetin ya ığı inkar edilemez bir gerçektir. Hırs, tamah, haset ve bencillik toplum fertlerinin şuurunu istila etmişse, burada kanaa en, katlanmaktan, rızadan, başkalarını düşünmekten, hoşgörüden ve saygıdan bahsetmek zordur. Böylesi bir ortamda insanlar kendini düzeltmek yerine karşısındakini suçlamak kolaylığını seçerler. Kendini kontrol etmek, hal ve hareketlerine çeki düzen vermek yerine her suçun ve kötülüğün karşı tarafta olduğu veya olması gerektiği anlayışını benimserler. Böylece kargaşa ve kavga ortamının bütün unsurları hazırlanmış olur. Sivâsîler ve Kadızâdeliler olayının da işte böylesi bir ortamda meydana geldiği tarihi verilerden anlaşılmaktadır. Ancak bu olayı zahir kesim veya sufi kesimden olsun ulema ile sınırlamak ve sadece onları ilgilendiren bir tartışma ve çekişme olarak görmek büyük bir yanılgıdır. Bir toplumun bir unsurunda bozulma veya çözülme baş göstermişse paralel ve oransal olarak aynı bozulma ve çözülmelerin diğer unsurlarda bulunması veya meydana gelmesi kaçınılmazdır. Adliyesinde rüşvetin döndüğü, askerleri arasında çeteleşmelerin ve zorbalıkların baş gösterdiği, esnafın hile ve hurdaya yöneldiği, devlet adamlarının iltimas ile iş yaptığı bir dönemde ulema sınıfının bundan bağımsız olması veya bu olumsuzluklardan etkilenmemesi imkan dahilinde değildir. Dönemin sorunlarını dile getiren kitaplar veya raporlar gösteriyor ki, diğer devlet kurumları veya toplum katmanlarının yaşadığı sorunların benzerleri dönemin ulema sı- 121 122 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SiVÂSÎ AİLESİ nıfını da etkilemekte ve o kesim içinde ciddi sıkıntıların oluşmasına neden olmaktadır. Bu sıkıntılar Sivâsîler-Kadızâdeliler olayında olduğu gibi kimi zaman gruplar arası tartışma ve çekişmeyle gün yüzüne çıkmaktadır. Öyleyse bu sıkıntıların arka planında toplumun genelinde var olan ahlâkî yozlaşmanın olduğu bir gerçektir. Çatışan ve çekişen alimler tek tek değerlendirildiğinde her birinin ahlâklı kişiler olması, çatışma anındaki tavırlarının meydana getirdiği sonucun veya oluşturduğu havanın ahlâka uygun olmasını gerektirmemektedir. Öyle görünüyor ki, bu dönemde oluşan hava veya ortaya çıkan sonuçlar bir anafor gibi kişilerin alimlik imajlarını zedeleyecek bir boyuta ulaşmıştır. Neticede fert olarak da değerlendirildiğinde iyi ve ahlâka uygun kişi tipi görüntüsü buharlaşmakta ve Katip Çelebi’nin dediği gibi birbiri ile çatışmak ve muhalefet etmekten prim devşirmek isteyen bir alim tipi ortada boy göstermektedir. Yazdığı, konuştuğu ve yetiştirdiği ile gündeme gelmek yerine bir başkasını eleştirerek ve ona muhalefet ederek gündeme gelmek isteyen bir alim tipinin fert olarak da ahlâkî noktadan kusurlu olduğu açıktır. Nitekim dönemin vicdanı mesabesinde bulunan Katip Çelebi bu sebepten olsa gerek bu tartışma içinde yer alan her iki tarafı da aynı oranda kusurlu bulmaktadır. Kadızâdelilerin kabalıkları her ne kadar onların kusurlarının biraz daha net görülmesine neden oluyorsa da nezaket örtüsü altındaki kabahatlerin de onların kusurlarından daha aşağı olduğu iddia edilemez. Nezaket kusuru kabalıktan çıkarabilir ama yok edemez. Nitekim “aşırı tevazu kibir alametidir” veya “aşırı dindarlık riya alametidir” gibi eski kurallar bunun için konulmuştur. *** Toplumda meydana gelen münakaşalar ve tartışmalar bütünüyle yararsız anlamına gelmez. Şairin dediği gibi “müsâdeme-i e ardan bârika-i hakîkat doğar”. Öyleyse bunların faydaya tahvil edilebilmesi mümkündür. Bir diğer deyişle bu münakaşaların faydalı yönlerinin görülmesi ve gündeme getirilmesi de gerekir. Çünkü dünyada var olan her olgu ve olayın zararlı yanı kadar yararlı bir yanı da bulunmaktadır. Nitekim, Sivâsîler-Kadızâdeliler tartışmasının insan ve toplum açısından faydalı yönünün bulunduğunu da unutmamak gerekir. Bu faydalardan birincisi bu tür tartışmaların toplum içinde var olan bir rahatsızlığı gün yüzene çıkarması ve toplumun bütün fertlerince fark edilmesini sağlamasıdır. Bu, aynen insan vücudunun ağrı, sızı ve acı ile içteki rahatsızlığı açığa vurması ve bildirmesi gibidir. Nitekim tabipler vücudun ağrı ile tepki vermesini bir sigorta olarak değerlendirirler. Bunun gibi toplumda meydana gelen iç rahatsızlıkları bu çatışma ve çekişmeler haber verir ve toplumu tedaviye yönlendirir. İkincisi ise bu tür tartışma ve çatışmalar, canlı ve dinç bir toplum içinde dengenin ve adaletin kurulmasını sağlar. Böylece toplum içinde sivriliklerin ve pasifliklerin eskilerin deyimi ile ifrat ve tefritin meydana gelmesinin önüne geçilir. Çünkü tartışma ve çekişme toplumun enerjisinin bir göstergesidir. Hareket eden ve sürekli üterim içinde olan toplumlarda, kabalığa ve sertliğe başvurmaksızın tartışmaların olması aslında sağlıklı olmaya işare ir. Çünkü toplum insanlardan oluşur, insanlar da sürekli olarak birbirleri ile iletişim ve ilişki içindedir. İletişim ve ilişkilerin zaman zaman tartışmaya dönüşmesi doğaldır. Bunun nedeni de sorumlulukların ve hakların kimi zaman yeniden düzenlenmesi veya var olanın hatırlatılma ihtiyacının hissedilmesidir. Bu tür tartışmalar eğer ahlâkî ilkeleri benimsemiş fertler arasında olursa adalet ve denge gözetilerek çözülmesi mümkündür ve her getirilen çözüm toplum kültürüne bir katkıdır ve dolayısıyla bir zenginliktir. Böylece toplum tartışma ve çekişmeden dengeli bir yapı meydana getirmiş, ha a kâr elde etmiş olur. Üçüncü fayda ise, toplum içinde taraflar birbirlerini eleştirerek aslında kusurlarını açığa çıkarırlar ve birbirlerini kusurlardan arınmaya sevk ve tahrik ederler. İnsan sevdiğine karşı çoğu zaman kördür, kusurlarını görmez veya görse de hazımkar davranır. Ancak rakibinde, hasmında ve muhalifinde gördüğü kusurları asla affetmez ve olduğu gibi ortaya döker. Halk arasındaki deyimle bu, kirli çamaşırların ortaya dökülmesidir ve yapılan muamele bir çirkinliktir. Ancak kişiler kendi kirli çamaşırlarını temizlemez ise bir başkası gelir onu ortaya döker. Taraflar bu şekilde ortaya dökülen kusurlarını giderme veya hatalarını telafi etme yoluna giderlerse buradan son derece faydalı bir sonuç elde etmiş olurlar. Bu aynı zamanda diğerleri için de bir ihtardır. Bilinmelidir ki, hiçbir kusur ilelebet gizlenemez. Denildiği gibi gizlendiği düşünülen kabahatlerin bir gün gelip ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır. Bundan kaçış yoktur. Bu dünyada gizlenen suçlar, öte dünyada huzur-ı ilahîde “oku kitabını” dendiğinde insanın önüne çıkacaktır. Son bir fayda olarak şunu söylemek mümkündür: Her yeni olay ve olgu bir dizi tartışmayı beraberinde getirir. Çünkü her yeninin tara arları olduğu kadar aleyhtarları da bulunur. Yeni olan olay veya olgular eğer çıktığı zamanda tartışılır ve toplum tarafından çözümlenir ve çözümler de özümsenirse gelecek nesillere tartışmasız bir dünya bırakılmış olur. Sivâsîler-Kadızâdeliler tartışmasında tartışılan unsurların bir kısmının yeni olay ve olgular olduğu açıktır. Sözgelimi kahve, tütün ve afyon gibi hususlar Osmanlı toplumuna yeni girdiğinden insanlar bu maddeler karşı- 123 124 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ sında nasıl bir tavır alacakları konusunda açık bir düşünceye ulaşmış ve bir karara varabilmiş değildirler. Nitekim o dönemde yapılan tartışmalar, bu gibi maddeler konusunda toplumun sağlıklı bir karara ulaşmasına da neden olmuştur. Sözgelimi kahve ciddi bir zararı tespit edilemediğinden o günden bugüne artık tartışılan bir konu olmaktan çıkmıştır. Afyon da bugün tartışılan bir konu değildir, çünkü zararlı olduğu o dönemde keşfedilmiş, toplum zararlı olduğu noktasında ikna olmuş ve ulema tarafından da haram madde olarak tescillenmiştir. Tartışması bugüne kalan sadece tütün yani sigaradır. Keşke sigara da o gün daha derinliğine ve bilimsel düzeyde tartışılsaydı, toplum zararı konusunda ikna olsaydı ve devlet tarafından yasaklansaydı, bugün bu illeti bizler tartışmıyor olurduk. Vesselam... II. BÖLÜM ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ 125 126 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ Şemseddin Sivâsî’nin Muhiti ve Şemsiyye’ye Giden Süreç DR. ALİ ÖZTÜRK DOKUZ EYLÜL ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ Giriş Şemseddîn Sivâsî (ö. 1006/1597), Halvetiyye tarikatı içerisinde kendi adıyla anılan bir şubenin müessisi olmuş müceddid bir Halvetî şeyhidir. Müntesibi olduğu Halvetiyye, Rûşeniyye, Cemâliyye, Ahmediyye ve Şemsiyye olmak üzere başlıca dört ana kola, bu kollardan da sayıları kırkı bulan tâlî şubelere ayrılmıştır. Tasavvuf tarihinde çok sayıda şubeye ayrılması dolayısıyla Halvetiyye tarikatı “tarikat kuluçkası”, “tarikat fabrikası” olarak da nitelendirilmiştir. Halvetiyye’nin ana kollarından sonuncusu olan “Şemsiyye”1 Şemseddin Sîvâsî tarafından kurulmuştur. Manzum ve mensur çok sayıda eser kaleme alan Şemseddîn Sivâsî’nin hayatı ve eserleri şimdiye kadar pek çok incelemeye konu olmuştur.2 Bazı eserlerinin 1 Halvetiyyenin Şemsiyye şubesi ile ilgili bk. Sâdık Vicdânî, Tomâr-ı Turuk-ı Aliye, s.114; Abdülbaki Gölpınarlı “Şemsiye”, İslam Ansiklopedisi, c. XI, ss. 422-423. 2 Bu araştırmalardan bazıları şunlardır: Hasan Aksoy, Şemseddin Sivâsî, Hayatı, Eserleri ve Mevlidi (Tenkidli Basım), (Yayımlanmamış öğretim üyeliği tezi), İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü, İstanbul 1980; Recep Toparlı, Şemseddin Sivâsî Dîvânı, Gurbet Yayınları, Sivas 1984; Hasan Aksoy, Şemseddin Sivâsî Gülşenâbâd, İnceleme-Metin-Sözlük, İslâm Medeniyeti Vakfı Yayınları, İstanbul 1990; Hüseyin Akkaya, Osmanlı Türk Edebiyatında Süleyman Peygamber ve Şem- 127 128 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER yeni ortaya çıkması da bu çalışmaların devam edeceğini göstermektedir. Sunacağımız bildiri, onun aile çevresinden başlayarak muhitini ve ilk tasavvufî eğitiminden itibaren “Şemsiyye”nin oluşumuna kadar geçirdiği merhaleleri öne çıkarmayı hedeflemektedir. Bildirimizde, Şemseddin Sivâsi’den bahsederken Necmü’l-Hüdâ3 müellifi Receb Sivasi (ö.1008/1599) ve Hediyyetü’l-ihvân4 müellifi Mehmed Nazmî (ö. 1112/1701)’nin ifadelerini ödünç alarak “Hz. Şems”5 tabirini kullanacağız. 1. Muhiti 1.1. Aile çevresi: Hz. Şems’in ailesi ile ilgili bilgiyi daha çok hayatını anlatan menâkıp kitaplarından öğreniyoruz. Bu başlık altında onun anne-baba, kardeşler, eş ve çocukları içeren aile çevresini tanıtmaya çalışacağız. Hz. Şems’in babası Ebu’l-Berekât Muhammed Efendi, yirmi sekiz sofusuyla Horasan tarafından gelip6 Zile’ye yerleşmiş bir Halvetî dervişidir. Ebu’l-Berekât’ın babasının adı Arif, dedesinin adı da Hasan’dır.7 Ebu’l-Berekât, Amasya’da Habîb-i Karamânî (ö. 902/1497/98)’nin halifelerinden el-Hâc Hızır Efendi (ö. ?)’nin yanında tasavvufî eğitimini tamamlamıştır. İrşada icazetli olmakla birlikte kendi “nefs-i nefîse”leriyle meşgul olduğu nakledilmiştir. Nazmî onu, “mücâhid ve murtâz, târik-i dünya ve ukbâ, tâlib-i Mevlâ, mazhar-ı ‘Evliyâî tahte kıbâbî lâ ya’rifuhum gayrî’8 bir merd-i kâmil...” olarak tanıtmaktadır. Ebu’l-Berekât Muhammed Efendi, halk arasında misafir- 3 4 5 6 7 8 seddin Sivâsî’nin Süleymaniyyesi (Süleymâniyye), Harvard Üniversitesi Yakındoğu Dilleri ve Medeniyetleri Bölümü, Harvard 1997; Birgül Toker, Şemseddîn-i Sivâsî’nin Mir’âtü’l-ahlâk adlı Mesnevîsinin Tenkildi Metni ve İncelemesi Yayımlanmamış Doktora Tezi, (Dnş: Emine Yeniterzi), Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya 2003; Erol Çöm, 16. Yüzyıl Ahlâkî Mesnevîleri ve Şemseddîn-i Sivâsî’nin İbret-nümâ Adlı Mesnevîsi (İnceleme-Metin), Yayımlanmamış Doktora Tezi, (Dnş: Emine Yeniterzi) Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya 2007. Receb es-Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ fî Menâkıbı’ş-Şeyh Şemsi’d-dîn Ebi’s-Senâ (çev. Hüseyin Şemsi Güneren)[Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ], Seçil Ofset, İstanbul 2000. Mehmed Nazmî Efendi,Osmanlılarda Tasavvufî Hayat, -Halvetîlik Örneği- Hediyyetü’l-İhvân, (Hzl. Osman Türer) [Nazmî, Hediyye], İnsan Yayınları, İstanbul 2005. Nazmî, Kibâr-ı evliyaullahtan üç Şems’in meşhur ve maruf olduğunu belirtir. Bunlardan birincisi Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin mürşidi Şems-i Tebrizî, ikincisiFatih Sultan Mehmed’in hocası ve Hacı Bayrâm-ı Velî’nin Halifesi olan Akşemseddin, üçüncüsü de III. Mehmed ile birlikte Eğri seferine katılan Kara Şems (Şemseddîn-i Sîvâsî)’tir. Nazmî, Hediyye, s. 315-316. Hasan Aksoy, “Şemseddin Sivâsî, Hayatı Şahsiyeti, Tarikatı, Eserleri”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt IX/2, Sivas, (Aralık) 2005, s. 2. Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, s. 72 (Benim velilerim kubbelerimin altındadır. Onları benden başkası bilmez.) Kudsî hadis olarak nakledilen bu söz hiç bir hadis mecmuasında geçmemektedir. Bk. Muhi in Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis, Yediveren Yayınları, Konya 2001, s. 285. ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ perverliği ile şöhret bulmuştur. Fakr ve fena yolunu benimsemiş olmakla birlikte evi gelip geçen yolcuların ve konu-komşunun gece gündüz uğrak yeri olmuştur. Menâkıbnâmelerde, onun ilahî lütuf olarak Hz. Ali (K.V.) ile ruhen mülâkat ve sohbet, Hızır (A.S.) ile de cismen ülfet ve muhabbet e iği, bu iki zatın kendisine ilim, amel, irfan, fazilet ve de çok çocuk sahibi olması için duacı oldukları nakledilmektedir.9 Hz. Şems’in annesinin adı Ümmî Sultan Hâtûn’dur. Hz. Şems yedi yaşındayken, babası, annesine hitaben oğlunu Hacı Hızır Efendiye götürmek istediğini söylemiş ve ondan sefer için tedarik ve şeyh hazretlerine hediye hazırlamasını istemiştir.10 Hz. Şems’in Muharrem Efendi, İbrahim Efendi ve İsmail Efendi isimlerinde üç erkek kardeşi vardır. Her biri eser sahibi, âlim ve fâzıl kimseler olarak tanınmışlardır. Muharrem Efendi, Hz. Şems’in büyük ağabeyi olup Abdülmecîd Sivâsî (ö. 1049/1639)’nin babasıdır. Abdülmecîd Şirvânî (ö. 971/1563)’nin ashabındadır. H. 1000 (m. 1592) senesi sonlarında doksan yaşlarında iken vefat etmiştir. Hediyyetü’s-sülûk fî Şerhi Tuhfetü’l-mülûk isminde bir kitabı vardır. Molla Câmî’nin Nefehât’ını Arapçaya tercüme etmiştir.11 Ayrıca Türkçe yazılmış pek çok risalesi de vardır. Hz. Şems, Menâkıb-ı İmâm-ı A’zam isimli eserini ağabeyinin tavsiyesi üzerine kaleme aldığını adı geçen eserinde ifade etmiştir.12 İbrahim Efendi, Hz. Şems’in küçük ağabeyi olup Necmü’l-Hüdâ müellifi Receb Efendi’nin babasıdır. Gece gündüz Kur’an tilavetiyle meşgul hâfız-ı Kur’an bir zât olduğu nakledilmektedir. Hz. Şems’e intisap etmiş ve icazet almıştır. Onunla birlikte Sivas’a hicret ederek Hasan Paşa Camiinde imamlık görevinde bulunmuştur. Ağabeyi Muharrem Efendi gibi h. 1000 (m.1592) senesi sonlarında vefat etmiştir.13 Ebu’l-Berekât’ın dördüncü oğlu olan İsmail Efendi, Hz. Şems’in küçük biraderidir. Hz. Şems’ten zahiri ilimleri tedris etmiştir. Özellikle Fıkıh ve Hadis ilimlerine vukufiyetiyle temayüz etmiş, Sivas mü ülüğü görevinde bulunmuştur. Halebî’nin Mültekâ’l-ebhur’una benzersiz bir şerh yazmıştır. Hz. Şems’in evliliği konusundaki bilgilerimiz oldukça sınırlıdır. Receb Sivâsî, onun, İstanbul’dan ayrıldıktan sonra haccını edâ edip Zile’ye yer- 9 10 11 12 13 Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, s. 72; Nazmî, Hediyye, s. 318. Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, s. 9; Nazmî, Hediyye, s. 319. Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, s. 73; Nazmî, Hediyye, 387. Şemseddin Sivâsî, Menâkıb-ı İmâm-ı A’zam, s. 35. Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, s. 73; Nazmî, Hediyye, s. 387. 129 130 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER leştiği sırada evlendiğini bildirmektedir.14 Bu sıralarda yirmili yaşlarda olması gerekir. Hz. Şems’in kız-erkek elli altı15 (Nazmî’nin nakline göre elli yedi)16 çocuğu olmuştur. Hz. Şems’in çocuklarının fazlalığından birden fazla evlilik yaptığı anlaşılmaktadır. Çocuklarının çoğu kendinden önce vefat etmişlerdir. Kendisinden sonra yedi kız ve üç erkek çocuğu kalmıştır.17 Menakıbnâmelerden isimlerini öğrendiğimiz çocukları şunlardır: Pîr Mehmed Efendi (ö.1008/1599): Hz. Şems’in büyük oğlu ve kaimmakâmıdır. Kendisinden sonra iki sene kadar irşad görevinde bulunmuş, vefatını müteakip yerine Receb Efendi geçmiştir. Hasan Çelebi(ö.1020/1611): Hz. Şems’in ortanca oğludur. İlmiye mesleğinde ilerlemiş, müderris ve kadı olmuştur. Daha sonra kadılık görevin bırakarak babasının yoluna yönelmiştir. Abdülmecîd Sivâsî’nin İstanbul’a hicretinde sonra irşad makamına geçmiş ve on beş yıl kadar bu görevde kalmıştır. Müeyyed Efendi(ö.1070/1659): Hz. Şems’in küçük oğludur. Tasavvufî eğitimini h. 1020 (m. 1611) yılında, Abdülmecîd Sivâsî’nin yanında tamamlayıp irşad görevine geçmiştir. Elli yıldan fazla bu görevde kalmıştır.18 Safiye Hâtun: Hz. Şems’in büyük kızıdır. Hz. Şems onu yeğeni Receb Sivâsî ile evlendirmiştir.19 1.2. Hocaları: Hz. Şems, İlk tahsiline Zile’de başlamıştır. Buradaki âlimlerden sarf ve nahiv okumuştur. Babası onun tahsilini ilerletmesi için ağabeylerinin yanına Tokat’a göndermiştir.20 Burada Arakıyyecizâde diye bilinen Şemseddin Nahvî’den ders almıştır.21 Hz. Şems üstadını, zamanın Zemahşerî’si ve devrin Sîbeveyh’i olarak nitelendirmiştir.22 Tokat’ta Hocası Arakıyecizâde’nin yanı sıra ağabeylerinden de ders okumuş olmalıdır. Zira, ağabeyi Muharrem Efendi’den “üstadım” diye bahsetmektedir.23 Bunlardan başka İstanbul’da da dönemin âlimlerinden ders almış olması muhtemel14 Bk. Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, s. 15. 15 Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, s. 74. 16 Nazmî, Hediyye, s. 384; Kemaleddin Harîrîzâde, Tibyânu Vesâili’l-Hakâik fî Beyâni Selâsili’t-Tarâik (I-III)[ Harîrîzâde, Tibyân], Süleymaniye Ktp. Fatih, nu: 430-432. c. II, vr. 215/a. 17 Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, s. 74. 18 Nazmî, Hediyye, s. 385, 478-479. 19 Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, s. 66; Nazmî, Hediyye, s. 353. 20 Nazmî, Hediyye, s.319. 21 Nazmî, Hediyye, 319; Harîrîzâde, Tibyân, c. II, 210/a. 22 Nazmî, Hediyye, s. 319. 23 Şemseddin Sivasi, Menâkıb-ı İmâm-ı A’zam, s. 35. ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ dir. İstanbul’a tahsil için mi tedris için mi gi iği kesin olmamakla birlikte Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye’de Tokat’tan İstanbul’a gelerek tekrar ulûm-ı âliye tahsiline başladığı nakledilmiştir.24 1.3. Şeyhleri: Hz. Şems, tasavvufi eğitimine ilk olarak Muslihuddîn Halîfe (ö.963[’ten önce]/1556)’nin yanında başlamıştır. Muslihuddîn Efendi, Amasya’da Habîb-i Karamânî’nin hulefâsından Hacı Hızır (ö. ?)’ın halifesidir. Hz. Şems, Muslihuddin Efendi’nin yanında dördüncü makama (tavr-ı râbi) kadar yükselmiştir. Muslihuddin Halife Hz. Şems’e icazet verdikten birkaç gün sonra vefat etmiştir.25 Hz. Şems tasavvufî eğitimini Hz. Şems’i irşad etmek için manevî bir işaretle Şirvan’dan Tokat’a hicret e iği nekledilen26 Abdülmecîd Şirvânî’nin yanında tamamlamıştır. 1.4. Halifeleri: Hz. Şems yüzden fazla halife yetiştirmiş ve çoğu yakın çevresindeki şehirler olmak üzere etrafa göndermiştir.27 Receb Sivâsî, onun yirmi bir halifesini kısa hâl tercümeleriyle birlikte zikretmektedir.28 Nazmî de Hz. Şems’in önde gelen yirmi beş halifesi hakkında bilgi vermiştir.29 Nazmî Efendi’nin menâkıbına göre Hz. Şems’in başlıca halifeleri ve görevlendirildikleri yerler şöyledir: 1. Abdülmecîd Sivâsi: III. Mehmed’in ha -ı hümayunuyla İstanbul’a davet edilmiştir. Şemsiyye’nin İstanbul’da intişar etmesi Abdülmecîd Sivâsî vasıtasıyla olmuştur. Sivâsiyye şubesinin kurucusudur. 2. Veliyyüddîn Efendi: Abdülmecîd Şirvânî’nin oğlu olup tasavvufî eğitimi Hz. Şems’e havale edilmiştir. Eğri Seferi dönüşünde yolda şehîd olmuştur. 3. Muhammed b. Abdülmecîd Şirvânî: Veliyyüddin Efendinin kardeşidir. 4. Mevlânâ Abdülhay el-Kayserî: Kayseri’de görevlendirilmiştir. 5. Alaaddîn: Hz. Şems’in seyahate çıktığı zamanlar vekil bıraktığı halifesidir. 6.Muhyiddîn: Hamidüddîn-i Aksarâyî neslinden bir zât olup 24 Sâdık Vicdânî, age., s. 115. 25 Nazmî, Hediyye, 321-322. 26 Bk. Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, s. 21; Nazmî, Hediyye, s. 323; Nazmî, “Hediye-i Râbia”yı Abdülmecîd Şirvâni’nin menâkıbına tahsis etmiştir. bk. Nazmî, Hediyye, ss.295-314. 27 Nazmî, Hediyye, s. 357. 28 bk. Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, ss. 60-65. 29 Nazmî, Hediyye, 341-356. 131 132 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Dârende’ye halife olarak gönderilmiştir. 7. Sinan Halife: On sekiz sene Hz. Şems’in hizmetinde bulunduktan sonra hilafet görevi verilmiştir. 8. Muslihuddîn-i Sivâsî: Ankara’ya halife gönderilmiştir. 9. Mahmud Dede: Hz. Şems’in yardımcısıdır. 10. Şuayb Halife: Merzifon’a halife gönderilmiştir. 11. Mahmud Dede: Divriği’ye halife gönderilmiştir. 12. Hasan Halife: Canik’e halife gönderilmiştir. 13. Zeynelâbidîn Halife: Turhal’a halife gönderilmiştir. 14. Mustafa Halife: Canik’e halife gönderilmiştir. 15. Âmâ Mehmed Halife: Hz. Şems’in vasiyeti üzere türbedârlık görevinde bulunmuştur. 16. İdris Halife: Kırşehir’e halife gönderilmiştir. 17. Muhyiddîn Halife: Emlâk’e30 halife gönderilmiştir. 18. Ahmed Halife: Yakacık nahiyesine halife gönderilmiştir. 19. Mısırlı Hacı Mustafa Halife: Mısır’a halife gönderilmiştir. 20. Kemâl Halife: Karadeniz Ereğli’sine halife gönderilmiştir. 21. Kıbrıslı Hacı Mustafa: Kıbrıs’a halife gönderilmiştir. 22. Mükâşif Mehmed Efendi: Türbedârlık görevinde bulunmuştur. 23 Pîr Mehmed Efendi: Hz. Şems’in oğludur. Babasının vefatından sonra iki yıl kadar irşad görevinde bulunmuştur. 24. Kemâlât Efendi (Muhyi’l-Kemâlât): III: Murad(1574–1595) devrinde İstanbul’a halife gönderilmiştir. 25. Receb Efendi: Hz. Şems’in yeğeni ve damadıdır. Pîr Mehmed Efendi’nin vefatından sonra Sivas’ta postnişîn olmuştur. 1.5. Mülâkî Olduğu Bazı Devlet Adamı, Âlim ve Şeyhler Hz. Şems, taşrada irşad görevini sürdürmüş olmasına rağmen dönemin padişahlarının ilgisine mazhar olduğu görülmektedir. Uzun süre hükümdarlık yapan Kanuni Sultan Süleyman dışında devrindeki bütün padişahlarla bir şekilde ilişki kurmuştur. İstanbul’u ziyaret e iğinde Sultan II. Selim (1566-1574) kendisine çok hürmet ve muhabbet göstermiştir.31 30 Şarkışla ilçesine bağlı “Emlak Karacaören” isimli bir köy bulunmaktadır. (Bk. www.emlakkaracaorenkoyu.com [Nisan’10]). 31 Osmanzâde Hüseyin Vassaf, Sefîne-i Evliyâ I-V (Hzl.Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz) [Vassaf, Sefîne], c. III, s. 474. ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ Mir’âtü’l-ahlâk kitabını sultan III. Murad’a hediye etmiş; padişah da Sivas yakınında “İşhanı” denilen köydeki tuzlayı Hz. Şems’e hibe etmiştir.32 Hz. Şems’in Üçüncü Murad zamanında İstanbul’a gönderdiği halifesi Muhyî Kemâlât Efendi, önde gelen pek çok âlim ve devlet adamının yanı sıra padişah tarafından da tebrik edilmiştir.33 Hz. Şems, III. Mehmed (15951603)’in daveti üzerine Eğri Seferi’ne katılmıştır.34 Eğri Seferi’nden zafer kazanılmış olarak İstanbul’a dönüldüğünde III. Mehmed, burada kalması için Hz. Şems’e çok ısrar etmiştir. Ancak o, yaşlılığını ve çoluk çocuğunun yanında ruhunu teslim etmek arzusunu bahane ederek Sivas’a geri dönmüştür.35 Hz. Şems, Eğri Seferi’ne katılmak üzere İstanbul’a gelişinde Şeyhülislam Hoca Sade in Efendi(ö. 1008/1599) ve Aziz Mahmud Hüdâyî (ö. 1038/1623) gibi devrin önde gelen simalarıyla karşılaşmış ve onlarla sohbet etmişlerdir. Hz. Şems, sefer için İstanbul’a gelmekte iken, padişahın isteği üzerine Aziz Mahmud Hüdâyi tarafından Gebze’de karşılanmış ve üç gün Üsküdar’daki tekkesinde misafir edilmiştir. Aziz Mahmud Hüdayi kendisine, yaşlılık ve zayıflığını ve zaten sürekli büyük cihadla (cihâd-ı ekber) meşgul olduklarını hatırlatarak kendisini yormamasını söylemişse de Hz. Şems, şimdiye kadar icra etme imkânı bulamadığı küçük cihad (cihâd-ı asgar) sünnet ile amel edebilmek için sefere çıktığını ifade etmişlerdir.36 Hz. Şems İstanbul’a gelip birkaç gün dinlendikten sonra Padişah, Sinan Paşa Köşkü’nde bir ziyafet tertip etmiştir. Bu ziyafete davet edilen Şeyhülislam Hoca Saadeddin Efendi, Hz. Şems ile sohbet etmişlerdir.37 Hz. Şems’in Sivas eşrafından bazı ilim sahibi ve faziletli kişiler ile de münasebetleri olmuştur. Bunlar; Şeyh Mehmed el-Hatîb, Mevlânâ Bünyâd Efendi, Mevlânâ Musâ Efendi, Hacı Bedreddîn, Süleyman Hoca, Mevlânâ Emîr Muhammed, Mevlânâ Hasan Çelebi, Mevlânâ Sûfî Himmet ve Hacı Bayram isimli şahıslardır.38 32 Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, s. 72. 33 Nazmî, Hediyye, s. 351. 34 Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, s. 78; Nazmî, Hediyye, s.366-367; Mahmud Celaleddin Hulvî, Lemezât-ı Hulviyye ez-Lemezât-ı Ulviyye (hzl. Mehmet Serhan Tayşi), Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, İstanbul 1993, s. 597; Vassaf, Sefîne, c. III, s. 474; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. III, TTK Yayınları, 3. Bs., Ankara 1983, s. 348; Hasan Aksoy, Eğri seferine katılması ile ilgili kaynaklardaki bilgileri değerlendirerek Şemseddin Sivâsî’nin Eğri seferine iştirak e iği hakkındaki kanaatin kuvvet kazandığını belirtmektedir (Aksoy, agm., s. 8). 35 Nazmî, Hediyye, s. 374. 36 Nazmî, Hediyye, s. 368; Harîrîzâde, Tibyân, c. II, 211/b-212/a; Hasan Kamil Yılmaz, Aziz Mahmud Hüdâyî ve Celvetiyye Tarikatı, Erkam Yayınları, İatanbul,1982, s. 58. 37 Nazmî, Hediyye, s. 369;Harîrîzâde, Tibyân, c. II, 212/a. 38 Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ s. 75-77. 133 134 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER 1.6. Görevleri ve Bulunduğu Şehirler: Hz. Şems, yüksek tahsilini ikmal e ikten sonra İstanbul’da Sahn medreselerinde bir süre müderrislik yapmıştır. İstanbul’dan ayrılıp hac görevini ifâ etmesini müteakip memleketi Zile’ye dönmüş, burada müderrislik ve vaizlik görevinde bulunmuştur.39 Bu esnada Abdülmecîd Şirvânî’ye intisap etmek için Tokat’a gitmiş, onun yanında tasavvufi eğitimin tamamlamasının ardından mürşidinin izni ile tekrar Zile’ye dönmüş ve irşad görevine başlamıştır. Bilahare Sivas Valisi Hasan Paşa’nın daveti üzerine gi iği Sivas’ta Hasan Paşa’nın yaptırdığı camii ve dergâhta görevini sürdürmüştür. Hz. Şems’in hilafetle irşad görevi toplam elli yıl sürmüştür.40 Şemseddin Sivâsî’nin irşad görevi Sivas ve Zile ile sınırlı kalmamıştır. Zaman zaman çevre illere irşad amacıyla ziyaretler yapmıştır. III. Murad zamanında da İstanbul’da irşad faaliyetinde bulunmuştur.41 Ayrıca ordunun maneviyatını güçlendirmek amacıyla Eğri Seferi’ne iştirak etmesi de irşad görevi çerçevesinde değerlendirilmelidir. Hz. Şems, gerek eğitim gerekse irşad görevi sebebiyle doğum yeri Zile’nin dışında Tokat, İstanbul, Sivas ve Şam vilayetlerinde bulunmuştur. Daha yedi yaşlarında iken babasıyla Amasya’ya seyahat e iği bilinmektedir. Bunlardan başka irşad maksadıyla civardaki beldelere gidip geldiğini bu minvalde bir davet üzerine kısa süreli olarak Karahisâr-ı Şarkî (Şebinkarahisar)’ye gi iğini öğreniyoruz.42 Hz. Şems, üç kere hacca gitmiştir. Dolayısıyla Hicaz bölgesinden Eğri Kalesi’nin bulunduğu Macaristan’a kadar olan güzergâhta birçok şehir hakkında bilgi sahibi olduğu düşünülebilir. 2. Şemsiyeye Giden Süreç Hz. Şems’in tasavvufî serüveni henüz çocuk denecek yaşlarda iken başlamıştır. Mutasavvıf bir babanın çocuğu olması münasebetiyle çocukluğundan itibaren tasavvufî bir ortam içinde büyüdüğüne kuşku yoktur. Henüz yedi yaşlarındayken babası tarafından Habîb-i Karamânî’nin halifelerinden Amasya’da bulunan Hacı Hızır Efendi’ye götürülmüş ve onun duasına mazhar olmuştur.43 Hz. Şems hayatının ilerleyen dönemlerinde 39 Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, s. 15,23; Nazmî, Hediyye, s. 320. 40 Nazmî, Hediyye, s. 341. Elli yıllık süre muhtemelen ilk mürşidi Muslihuddin Efendi’den icazet aldıktan sonra başlamış olmalıdır. Zira Abdülmecîd Şirvânî Tokat’a h. 963 (m. 1555-56) yılında gelmiştir. Hz. Şems, bu tarihte otuz yedi yaşındadır ve h. 1006 (m. 1597-98) tarihinde seksen yaşında vefat e iğine göre geriye kırkı üç yıl kalmaktadır. 41 Vassaf, Sefîne, c. III, s. 474 42 Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, s. 45; Nazmî, Hediyye, s. 359. 43 Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, s. 9; Harîrîzâde, Tibyân, c. II, 209/b; Vassaf, Sefîne, c. III, s. 347. ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ Allah’ın kendisine bahşe iği ihsan ve kemâlâtı bu hayır duanın eseri ve bereketi olarak gördüğünü ifade edecektir.44 Hz. Şems’in tasavvufa yönelmesinde dönüm noktası sayılabilecek hadiselerden birisi, genç bir ilim yolcusu iken görmüş olduğu rüyadır. Bir gece rüyasında gayet geniş bir sahrada çok parlak bir nûr içinde oturduğunu, her tara an gelen genç ihtiyar insanların kendisine teveccüh edip yanına geldiklerini ve etrafına halka olup Kâbe gibi tavaf e iklerini görür. Tokat’ta Köstekcizâde şöhretiyle tanınan ve rüya tabirinde ehil bir zât vardır. Hz. Şems, rüyasını ona tabir e irir. Köstekçizâde onun zahir ve batın ilimlerinde, tarikat, marifet ve hakika e zamanının yegâne kişisi olacağını ve her tara an gelen öğrencilerin kendisinden istifade etmek için etrafında toplanacağını müjdelemiştir.45 Hz. Şems’in, zahiri ilimleri bırakmasına sebep olan başka bir hadise de İstanbul’da cereyan etmiştir. Bir gün Kazasker Efendi’nin makamını ziyarete giden Hz. Şems, Kazasker Efendi’nin huzurunda bazı âlim ve kadıların dünya menfaati için nasıl hakir ve zelil düştüklerini görmüş ve onların bu zavallı hâli onu zahirî ilimlerle yolunu ayırma noktasına getirmiştir. Derhal oradan ayrılarak Fatih Camiine gider. Abdest tazeleyip iki rekat namaz kıldıktan sonra Allah’tan kendisini bu kişilerin arasından çıkarmasını ve sûfiyye tayfasına dâhil etmesini niyaz eder. Duası kabul olmuş olacak ki, hac vesilesiyle İstanbul’dan ayrılır ve haccını eda e ikten sonra Zile’ye döner. Burada vaaz ve ilim tedrisi ile meşgul iken gönlündeki aşk ateşinin ve sülûk arzusunun artması üzerine Cumapazarı (Ezinepazarı)’na giderek babasının mürşidi Hacı Hızır’ın halifelerinden Muslihuddîn Efendi’ye intisap eder ve onun yanında “tavr-ı râbi”a kadar sülûkunu ilerletir. Bir gece rüyasında yüksek bir dağ üzerinde büyük bir ağaç, ağaçta birbiri üzerinde yedi dal olduğunu görür. Elinde bir Mushaf vardır ve en yüksek dala asmak için çaba göstermektedir. Ancak dördüncü dala kadar yükselerek Mushafı buraya asmış; ne kadar çabaladıysa yukarıdaki dallara ulaşması mümkün olmamıştır. Akabinde bir şiddetli rüzgâr gelerek ağacı kökünden yıkmıştır... Muslihuddîn Efendi rüyanın aynen vaki olacağını, ağaçtan murad kendi vücudu olduğunu ve dünyadan göçme vaktinin yaklaştığını söylemiştir. Önceki şeyhlerin dört makamı tekmil edenlere hilafet verdiğini belirtip, Hz Şems’e icazet yazıp hilafet vermişlerdir. Gerçekten de Muslihuddin Efendi bir müddet sonra vefat etmiştir.46 44 Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, s. 10; Nazmî, Hediyye, 319. 45 Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, s. 13; Nazmî, Hediyye, s. 320; Harîrîzâde, Tibyân, c. II, 209/b-210/a. 46 Nazmî, Hediyye, 320-322. 135 136 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Şeyhinin vefatı üzerine Hz. Şems’in tasavvufî eğitimi yarım kalmıştır. Vefat hadisesinden pek müteessir olan Hz. Şems “...yetîm kaldım. Şem’i sönmüş hâneye ve suyu çekilmiş değirmene döndüm” diyerek hâlet-i rûhiyyesini gayet vecîz ve etkileyici bir biçimde ifade etmiştir. Hz. Şems’in, Muslihuddin Efendi’nin vefatından sonra mürşid aramaya başladığını görüyoruz. O sıralarda Amasya’da iki kâmil şeyh vardır, ancak ümmî olduklarından dolayı onlardan birine intisap etmek kendisine ağır gelmiştir. Tokat’ta Şeyh Mustafa Kirbâsi’ye müracaat etmişse de yüz yaşını aşmış olan Kirbâsî bu genç müridi kabule yanaşmamıştır; ancak, bir müddet murakabe yaptıktan sonra, Cenâb-ı Hakk’ın mürşidini ayağına göndereceğini, kendisini irşad edecek mürşidin altı ay sonra Tokat’a geleceğini Hz. Şems’e müjdelemiştir. Şeyh Kırbâsi’nin duasını ve müjdesini alan Hz. Şems, Zile’ye dönmüş ve ilim tedrisine devam etmiştir.47 Hz. Şems, Zile’de zahirî ilimlerle meşgul olurken Tokat’taki hocası Arakıyeci-zâde’den bir mektup alır. Mektupta Şirvân’dan Abdülmecîd isminde bir şeyh geldiği haber verilir ve Tokat’a davet edilir. Hz. Şems derhal Tokat’a giderek Abdülmecîd Şirvânî’nin huzuruna varmış ve ona intisap etmiştir. Şeyh Abülmecid-i Şirvânî, Hz. Şems’in İbret-nümâ’sında belir iğine göre 963 yılında Tokat’a gelmiştir.48 Abdülmecîd Şirvânî, memleketini ve yakınlarını terk ederek manevî bir işaretle Tokat’a geliş sebebinin kendisini terbiye ve irşad için olduğunu söylemiştir.49 Hz. Şems, çok sıkı bir riyâzât ve mücâhedenin ardından altı ay gibi kısa bir sürede50 tasavvufî eğitimini tamamlayarak icazet almıştır. Mürşidinin izni ile Zile’ye dönmüş ve burada hem zahirî ilimler tedrisi hem de tevhid ve zikrullah ile meşgul olmuştur. Bir ara Abdülmecîd Şirvânî’yi Zile’ye davet eden Hz. Şems, şeyhi tarafından tekrar bir tür manevî eğitime tabi tutularak bu eğitimi de başarıyla tamamlamış51; bir müddet sonra seccâde, asâ ve hilafetle irşada memur edilmiştir.52 Hz. Şems, İbret-nümâ isimli eserinin “Hâtime” kısmında Abdülmecîd Şirvânî ile tanışmasını ve intisabını şöyle anlatır: İrişdüm Hazret-i Abdül’l-Mecîde Ki Şirvân idi mevlid ol Hamîde 47 Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, s. 20; Nazmî, Hediyye, s. 322. 48 Şemseddin Sivâsî, İbretnümâ, Süleymaniye Ktp., Mihrişah Sultan bl., nu: 248, vr. 192/a. 49 Nazmî, Hediyye, s. 323; Receb Sivâsî, Hz. Şems’in bir iş için Tokat’a gi iğini ve hocası Arakıyyecizâde’yi ziyareti sırasında Şirvânî’nin Tokat’a geldiğini öğrendiğini nakleder. bk. Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, s. 21. 50 Sâdık Vicdânî, age. s. 115; Hocazâde, Ziyaret-i Evliya, s. 91. 51 Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, s. 23. 52 Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, s. 38. ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ Tokuz yüz altmış üç içinde Rûma Kadem basdı fidâ cânum kudûma Ki ol cümle ulûma mazhar idi Sülûk ehline rûşen rehber idi Husûsâ bahr-i tevhîde o sultân Aceb gavvâs idi ol kân-ı irfân Yapışdum dâmen-i pâkine anun Yüzüm hâk eyledüm hâkine anun Niyâz itdüm didüm ey mürşid-i Hâd Beni irşâdun ile eyle dil-şâd Didi ol pîr o dem ey merd-i monlâ Ne istersin dimezsin çün ki men lâ Vücûd ile gidilmez anda heyhât Yüri var vaz u dersün eyle kerrât 1117 Sanursın sen bu şehrün kâmilisin Hakîkatde bu dehrün gâfilisin Vücûdundan dü cevdür çün ki hâsıl Dü cevle kim ola dergâha vâsıl Bıragursan cevi cevher olursın Urup iksîre el berter olursın Bu mektebde olursan tıfl-ı nâdân Yazıla levhüne bir demle irfân Kesersen ger lisân-ı itirâżı Bulasın külhan içinde riyâżı Safâ anlar isen saff-ı niâli Bu bâbun reddi yokdur pes teâli Didüm sem’ân vü tâ’an bende oldum O dem teslîm olup efgende oldum Çü oldum mektebinde tıfl-ı ebced Bu dem hak oldı dilden zikr-i eb ced Ne-dânem dersini pes itdi talîm 1118 Uyûb-ı nefsi fehm itdüm be-te îm Çü aybı bey idüp oldum haberdâr Şu sûd itdüm ki itmemişdi tüccâr Bu dem bildüm beni benden usandum Geçen ahvâli zikr itdüm utandum 137 138 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Bana himmetler itdi gûne gûne Aceb şe atler itdi gûne gûne Derûnî anda hamd itdüm Hamîde Ki irgürdi beni Abdü’l-Mecîde Çü oldum hıdmetinde sâl ü eyyâm Civâr-ı Hakka göçdiler ser-encâm53 Zile’de irşad görevini sürdürürken çevre vilayetlere de şöhreti yayılan Hz. Şems, Vali Hasan Paşa tarafından Sivas’a davet edilmiştir. Bu davet üzerine Hz. Şems, mürşidi Abdülmecîd Şirvânî’nin ve Zile’de meskun yaşlı babasının izinlerini alarak ailesiyle birlikte Sivas’a hicret etmiştir. Vefat edinceye kadar irşad görevini Sivas’ta sürdürmüştür.54 Hz. Şems’in tarikat silsilesi iki koldan Yahyâ Şirvânî (ö. 868-869/1464-1465)55’ye ulaşmaktadır: Birinci kol, Muslihuddin Efendi, Hacı Hızır Efendi ve Habîb-i Karamânî vasıtasıyla; ikinci kol, Abdülmecîd Şirvânî, Şah Kubad eşŞirvânî (ö. 950/1543), Şeyh Muhyiddin Muhammed Rukıyye (ö. 902/1497) ve Pîr Ziyaüddin Yusuf Mahdûm Şirvânî (ö. 890/1485) vasıtasıyla Yahyâ Şirvânî’ye ulaşır.56 Hz. Şems, Halvetiyye tarikatında kendi adıyla anılan şubenin kurucusu olması hasebiyle müceddid bir mürşid olarak kabul edilmiştir. Mezhep imamları nasıl fıkhî konularda ümmetin dinî meselelerini halletmek için ictihad etmişlerse mürşidler de müridlerin eğitimini kolaylaştırmak için bazı yollar ve usuller tespit etmişlerdir. Mürşidlerin ictihadlarının keşif ve şuhûd ile olduğu nakledilmiştir. Müridler, Cüneyd-i Bağdâdî’ye kadar sadece kelime-i tevhîd ile eğitilirken bu devirden itibaren birer birer “Allah”, “Hû” ve “Hakk” isimleri ilave edilerek dört isimle eğitilmeye devam etmiştir. Halvetiyye tarikatının ikinci pîri kabul edilen Yahyâ Şirvânî bu dört isme “Hayy”, “Kayyûm” “Kahhâr” ism-i şeriflerini ilave ederek yediye çıkarmıştır. Böylece yedi isim (esmâ-i seb’a) ve buna karşılık gelen yedi tavır (etvâr-ı seb’a) Halvetiyye tarikatının ayırıcı vasıflarından biri olmuştur. Şemsiyye’de yedi isim, “furu’ât-ı esmâ” denilen “Kâdir”, “Kaviyy”, “Cebbâr”, “Mâlik”, “Vedûd” ism-i şerifleri ilave olunarak on ikiye çıka53 Erol Çöm, age., s. 673-674. 54 Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, s. 38-39; Vassaf, Sefîne, c. III, s. 348; Hocazâde, age., s. 91. 55 Yayhâ Şirvânî, Halvetiyye’nin kurucusu Ömer Halvetî (ö. 800/1397)’den sonra tarikatın “pîr-i sânî” (ikinci pîr)’si kabul edilmektedir. Hayatı hakkında bk. Mehmet Rıhtım, Seyid Yahyâ Bakuvî ve Halvetîlik, Bakû 2005. 56 Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, s. 71; Nazmî, Hediyye, s. 58; Harîrîzâde, Tibyân, c. II, 209b-210a; Vassaf, Sefîne, c. III, s. 347; Sâdık Vicdânî, age., s. 114. ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ rılmıştır. “Vedûd” isminin ebced hesabına göre on iki sayısına karşılık gelmektedir. Nazmi’nin nakline göre ilk defa on iki isimle süluk çıkartan Yahyâ Şirvânî’dir. Yahyâ Şirvânî müridlerini yedi isimle terbiye etmiş ancak gözde halîfesi Yusuf Mahdûm (Hz. Şems’in silsilesinin bu zat yoluyla Seyyid Yahyâ’ya ulaştığını tekrar hatırlatmış olalım.)’u on iki isimle terbiye etmişlerdir.57 Şemsiyye kolunun ayırıcı vasıflarından biri de Halvetiyyedeki beyaz çuha ve keçe üzerine siyah dikişli olan tâcın Şemsiyyede sarı çuhadan yapılmış olmasıdır. Tâcın tepesine en küçüğü üs e olmak üzere birbirinden küçük üç daire, en üste de bir düğme ilave edilmiştir.58 Halvetî tâcının üzerine konulan bu düğmenin Yahyâ Şirvânî tarafından Yusuf Mahdûm’a verildiği rivayet edilmiştir. Bu yüzden Şemsiye tarikatı haricinde tâclarda düğme yoktur.59 Sonuç: Hz. Şems, Osmanlı toplumunda dinî-sosyal hayatın üç önemli ayağını oluşturan cami, medrese ve tekke bütünlüğünü tek başına temsil özelliğine sahip yegâne manevî önderlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Onun hayatı, ilmî ve tasavvufî bir muhit içerisinde şekillenmiştir. Mutasavvıf bir baba ve ilim ehli ağabeylerin olduğu bir aile içinde yetişmiştir. Ayrıca babasının misafirperverliği dolayısıyla evlerinin sürekli misafirle dolup taşması, Hz. Şems’in çocukluğunun nasıl bir aile ortamında geçtiği konusunda fikir vermektedir. Hz. Şems bir yandan ilim yolunda dereceler elde ederken, diğer yandan da tasavvufî eğitimi için teşebbüslerde bulunmuştur. Devrin önde gelen şeyhlerinin yanında tasavvufî eğitimini tamamlamış ve onlardan icâzet almıştır. Zahirî ilimlerle tasavvuf onun kişiliğinde birleşmiş ve İlmî ve tasavvufî kişiliğini birleştirmiş bir mümtaz şahsiyet olarak yaşamış ve takipçilerinde de bunun tesiri görülmüştür. Halvetiyye şeyhleri arasında eserleri sayıca en fazla olanlardan biridir. Zahirî ilimlere ve tasavvufî ilimlere ait eserlerinin çokluğunda da bu birlikteliği görmek mümkündür. Sivas Valisi Hasan Paşa’nın “Hâlâ devlet-i Osmaniyye’de zâhir ve bâtını câmi’ müellif ve musannif ve nakl-i Tefsîr ve Hadîs’te yegâne bir vâiz ve nâsih onlar gibi bulunmaz. Bulunursa az bulunur”60 sözleri onun bu yönünü pek güzel ifade etmektedir. İstanbul’un taşrasında faaliyet göstermiş olmasına rağmen zamanın meş57 58 59 60 Nazmî, Hediyye, s. 329-330. Gölpınarlı, agm., s.423 Nazmî, Hediyye, s. 331. Nazmî, Hediyye, s. 340. 139 140 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ hur âlim ve şeyhlerinden, bazı devlet adamı ve padişahlara kadar uzanan bir sosyal çevresi olmuştur. Şöhreti Buhara ve Semerkant şehirlerine kadar yayılmıştır. Onun müessisi olduğu Şemsiyye şubesi, Orta Anadolu şehirleri başta olmak üzere İstanbul, Kıbrıs ve Mısır’a gönderdiği halifeler vasıtasıyla geniş bir coğrafyada temsil imkânı bulmuştur. Şemseddin Sivâsî Hayatı Eserleri ve Mevlid’i Prof. Dr. HASAN AKSOY MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLÂHİYAT FAKÜLTESİ Mevlânâ’nın Şemsi’nden, Fatih’in Akşemseddini’nden sonra tarihimizde üçüncü Şems, Kara Şems ha a Sultan III. Mehmed’in Şemseddin’i olarak kabul edilmiş, Sivas ve civarında Ehl-i sünnet inancına bağlı tarikat anlayışının yayılmasında ve yerleşmesinde büyük gayreti olmuştur. Kaynakların çoğunun belir iğine göre 926 (1520) yılında Tokat’ın Zile kazasında doğdu. Tam adı Ahmed Şemseddin Ebü’s-Senâ b. Muhammed Ebi’l-Berekât b. Ârif Hasan ez-Zîlî es-Sivâsî’dir. Biraz esmer oluşu dolayısıyla Kara Şems diye de tanınmıştır. Babası Ebü’l-Berekât Muhammed ezZîlî, Amasya’da Şeyh Habîb Karamânî halifelerinden Hacı Hızır’ın halifesidir. Horasan’dan Zile’ye gelmiş ve orada vefat etmiştir. Şemseddin Sivâsî dışında Muharrem, İbrâhim ve İsmail adlarında üç oğlu daha vardır. Şemseddin Sivâsî tahsile başlamadan önce duasını almak için babası tarafından Amasya’da bulunan Şeyh Hızır Efendi’ye götürüldü. İlk tahsiline Zile’de başladı, daha sonra Tokat’ta bulunan biraderleri Muharrem ve İbrâhim efendilerin yanına gönderildi. Zamanın âlimlerinden 141 142 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Arakiyecizâde Şemseddin Mahvî Efendi’nin istifade e i. Arapça-Farsça yanında aklî ve naklî ilimlerde belli bir seviyeye ulaştı. Yirmi yaşlarında müderris olduktan sonra İstanbul’a gelerek müderrislik yapmaya başladı. Tasavvufî kaynakların verdiği bilgilere göre birgün kazaskerin huzuruna vardığında müderrislerin ilmî haysiyete yakışmayacak tarzda mutabasbısâne tavırlarına mukabil aşağılanmalarına tahammül edememiş, bu durumdan müteessir olarak Fatih camiine gidip iki rekat tevbe namazı kılmış ve sülûk yoluna girmeye kara vermiştir. Şam’a gitmiş oradan da hac farizasını ifa e ikten sonra Zile’ye dönerek vaaz ü nasihata başlamıştır. Bu arada Amasya’da babasının şeyhi Hacı Hızır’ın halifesi Muslihuddin Efendi’ye tabi oldu. Şeyhinin vefatı üzerine Tokat’a ve oradan da Zile’ye dönerek tedris faaliyetine devam e i. Bir müddet sonra Tokat’a gelerek Şeyh Mustafa Efendi’ye biat etmek istediyse de o yaşlılığını bahane ederek ona hayır duada bulunmuş, altı ay sonra Tokat’a gelecek olan Şeyh Abdülmecid Şirvânî’ye (ö. 972/1565) intisap etmesini tavsiye etmiştir.1 Şemseddin Sivâsî on sene civarında şeyhine hizmet etmiş, daha sonra kendisi 35 yaşlarında iken irşad vazifesine başlamış ve izin alarak Zile’ye dönmüştür. 1567’de vefat eden vali Hasan Paşa Sivas’ta inşa e irdiği Meydan Camii’nin (Yeni Cami) şeyh ve vaizliği için Şemseddin Sivâsî’yi Sivas’a davet etmiştir. Şemsî de bu daveti Zile’deki yaşlı babasının ve Tokat’taki şeyhinin izniyle ve evlad ü iyâli ile talebelerini de beraberinde getirmek şartıyla kabul etmiştir ve böylece Sivas’a hicret etmiştir. Burada bir tekke bina ederek tâat, ibâdet ve riyazetle camide de vaaz ü nasîhatla meşgul olmuştur. Hac ibadetini hayatı boyunca üç kere ifa etmiş bulunan Şemseddin Sivâsî ömrünün sonlarına doğru Osmanlı Devleti’nin Avrupa hudutlarında mevcut düşman hücumu ve müslüman katliamına karşı bir harekât lâzım geldiğini belirtmiş, büyük bir iman ve kuvvetli bir cihad aşkı içinde yaşı 80’lere varmışken sefer hazırlıklarına girişmiştir. Nitekim bu sıralarda İstanbul’da Sultan III. Mehmed’in (ö. 1012/1603) emriyle aynı sebebe binaen Eğri Seferi hazırlıklarına başlanılmıştır. Tasavvufî kaynakların belir iğine göre Şemseddin Sivâsî sefer hazırlıklarını tamamladıktan sonra halkla vedalaştığı sırada padişahın davet mektubu kendisine ulaşmış ve akabinde İstanbul’a doğru yola koyulmuştur. İstanbul’da başta padişah, devlet adamları, ulemâ ve evliyaullahın büyük bir hürmet ve sevgisiyle karşılanmıştır. Aziz Mahmud Hüdâî Hazretleri bir sohbet esnasında bu yaşta (80 yaşlarında) böyle 1 Buraya kadar anlatılan hususlar için bk. Hasan Aksoy, Şemseddin Sivasi Hayatı Eserleri ve Mevlid’i, doktora tezi 1983, M.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 1-10. Bu konu için de ayrıca bk. İbretnümâ, Hâtime kısmı. ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ bir sefere katılmasının sebebini sorduğunda şimdiye kadar cihâd-ı ekber yaparak Peygamber’in sünnetine i ibâ e iğini ve fakat cihâd-ı asgara katılamadığını, bu yolda da onun sünnetine uymak arzusunda bulunduğunu ve bu niyetle sefere iştirak etmek istediğini söylemiştir. Şemsî’nin bu sefere iştiraki hususuna tarihi kronikler bir ikisi dışında pek yer vermemektedir. Ancak tasavvufî bütün kaynaklar ve birkaç arşiv belgesi bu hususta hemfikirdir. Nitekim Târîh-i Peçevî’de padişahtan naklen şöyle bir ifade yer almaktadır. “Akşemseddin İstanbul fethinde Sultan Mehmed-i evvel ile bulunmuşlar. Kara Şemseddin Sultan Mehmed-i sâlis ile Egre’de bulunsalar aceb midir”.2 Elimizdeki bilgiler ışığında Şemsî’nin 19 Safer 1005 (11 Ekim 1596)’da fethedilen Eğri kalesi ve hemen arkasından 6 Rebiülevvel 1005’te (27 Ekim 1596) kazanılan Haçova meydan muharebesi seferine iştirak e iğini söyleyebiliriz. Ha a bu bilgiler onun Haçova’da ordunun bozulması sırasında üstün gayreti sayesinde muharebe seyrinin Osmanlılar lehine dönmesini sağladığını bildirmekte, ha a bazı tarihî kaynaklar Hoca Sadeddin Efendi’ye (ö. 1008/1599) atfedilen gayret ve sözlerin Şemsî’ye ait olduğunu haber vermektedir.3 Eğri seferi dönüşünde sefer yorgunluğu ve şiddetli soğuklardan dolayı biraz rahatsızlanmış ve İstanbul’da bir müddet istirahat etmişti. Dönüş için padişahtan izin istediğinde Sultan III. Mehmed onun İstanbul’da kalmasını istemişse de makul sebepler neticesinde Sivas’a dönmesine müsaade etmiştir. Sivas’a döndükten kısa bir müddet sonra da kaynakların ekseriyetinin belir iği gibi Rebiülevvel 1006’da (Ekim 1597) vefat etmiştir. Vefatından kısa bir süre önce yeğeni Receb Efendi’yi (Necmü’l-hüda müellifi onunla ilgili ana kaynaktır.) defin, cenâze, borçlar vb. işler için vekil tayin etmiştir. 2 Târîh-i Peçevî, II, 290 vd. 3 Şemseddin Sivâsî İstanbul’a geldiğinde Üsküdar’da Azîz Mahmûd Hüdâî dergâhında kalmış, üç gün Azîz Mahmûd Hüdâî ile sohbet etmiş, bilâhare Ayasofya yakınlarında bir evde mukîm olmuştu. Bir gün Pâdişâh’ın Sinan Paşa köşkünde verdiği ziyâfe e, Şemseddin Sivâsî’ye Sultan III. Mehmet tarafından harbin netîcesi sorulduğunda zaferle netîceleneceğini müjdelemişti. Bundan hemen hemen bir ay sonra da sefere çıkılmıştı. Muhârebe esnâsında İslâm ordusunun dağılması üzerine Pâdişah, Şemseddin Sivâsî’ye; “Müşâhedeniz yanlış çıktı. Biz yeniliyoruz” dediğinde Sultan III. Mehmed’e sâkin olmasını ve daha henüz vaktin gelmediğini bildirmişti. Nitekim yarım saat geçmeden Hz. Hızır (a.s.) zuhûr edince; “Vakt-i fetihdir” diyerek müjde vermiş ve meşâyihin önüne geçmiş, kuvvetli bir şekilde bağırarak; “Eyyühe’l-mü’minûn, eyne gayretü’l-İslâm ve eyne gayretü hayri’l-enâm ve eyne gayretü’s-Sultânı ekremü’l-kirâm” diyerek hücûm etmiş ve bu şekilde durum İslâm ordusu lehine dönmüştü (bk. Necm, vr. 56a-b; Hediyye, vr. 73a-b; Tuhfe, vr. 566a; Hülâsa, vr. 171a-b; Tıbyân, II, vr. 213a). Feth-i Bilâd-ı Engürüs (48a)’te hâdise buna yakın anlatılarak bu sözler ricâlu’l-lahtan birisine isnâd olunmaktadır. 143 144 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER – Mekân u câyı oldu cilve-gâh-ı kurb-ı lâhûtî Tolındı hayf Şems mânâ-yı dîdemden nihân oldı (1006) Kadriyâ târîh-i fevtini didüm Nuh felek Şems tolındı nûr ile (1006) Ey Hüsâmî fevtine târîhdür Ruh-ı pâk-i Şemsiye Firdevs câ (1006) beyitleri vefatına düşürülen tarihlerdir. Vefatı için bazı kaynaklarda daha farklı tarihler ileri sürülmüştür.4 Receb Efendi tarafından kıldırılan cenaze namazına 60.000 civarında cemaatın katıldığı rivayet edilmektedir. Vaaz ve irşa a bulunduğu Meydan Camii hazîresine defnedilmiştir. Türbesi vefatından üç sene sonra inşa edilmiş olup bugün Sivas’ın önemli ziyaretgâhlardandır. İyi bir aile reisi olan Şemsî kız ve erkek çok sayıda evlada sâhip (50 civarında) olmuştur. Erkeklerden bir kısmı seccâde-nişîn olmuşlardır. Bunlar içinde Mehmed Efendi en tanınmışıdır. Şemseddin Sivâsî’nin şahsiyeti hakkında malûmât veren kaynaklar, onun iyi huylu, güzel yüzlü, ihsân sâhibi, ilim ve irfan ehli, herkese iyilik yapmayı seven bir şahıs olduğunu belirtirler.5 Ölünceye kadar, gece gündüz tekkesinde zikr-i şerîfe ara vermemiştir.6 Necmü’l-Hüdâ yazarı, Şemseddin Sivâsî’nin “Muhammed (S.A.V.) meşrebinden, Hanefî mezhebinden, Halvetî tarikatından” olduğunu belirtir (bk.vr.15b). Aynı zamanda kaynaklar onun özü sözü doğru, olduğu gibi görünen ve herkesin de böyle olmasını isteyen bir şahsiyete sâhip olduğunu ileri sürerler. Arapça eserlerinden anladığımıza göre Arap gramer ve lisânına hayli vâkı ı. Farsça’dan tercüme eserler meydana getirmesi, Farsça edat ve harfleri hakkında kısa bir risâle telif etmesi ve ayrıca Ramazan gecelerinde Meşnevî-yi manevî’yi mürîdlerine okuyup açıklama âdetinde oluşu, onun Farça’yı çok iyi bildiğini göstermektedir. Usûl-i fıkıhta Muhtasarü’l-Menâr’a hâşiye yazacak kadar iyi bir fıkıh malûmâtına sâhipti. Eserlerinin tetkîkinden de anlaşılacağı gibi ileri denecek seviyede Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs ilmine vukûfu vardı. Râfizîler’e, Şîa’ya ve 4 Silsiletü’l-mukarrabîn (vr. 98a) ve Tuhfe (vr. 566b)’de 1007, Sefîne (III, 348) 1006 veya 1009, Lemezât (vr. 219b) 1009, Kāmûsu’l-alâm (IV, 2799)’da yanlış malûmâtla birlikte 1009, Sicill-i Osmânî (III, 165)’da 1010 tarihleri verilmektedir. 5 bk. Tibyan, II,215a. 6 Necm, vr.14b,15a; Silsiletü’l-mukarrabîn, 98b. ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ Bektâşîler’e karşı son derece sert çıkışlar yapmıştır. Ehl-i sünnet ve’lcemâat inancına tâbî idi. Şerîat içi bir mutasavvı ır. Şemseddin Sivâsî’nin şöhreti Sivas dışında Osmanlı hudutlarını da aşmış, ünü çok yayılmıştır. Semerkand, Buhâra gibi ilim merkezlerinde de isminden bahsedilir olmuştu. Hayatı boyunca herkesten hürmet, tâat ve muhabbet görmüştür. Dört Osmanlı sultânının [Kanûnî Sultan Süleyman (vf. 1566), II. Selim (vf. 1574), III. Murad (vf. 1595) ve III. Mehmed (vf. 1603)] devirlerini idrâk etmiş, hepsinden de hürmet ve ilgi görmüştür. Kaynaklarda Eğri seferi için İstanbul’a geldiğinde Azîz Mahmûd Hüdâî (vf. 1628) tarafından karşılandığı, Hüdâî’nin ona büyük bir hürmet ve muhabbet gösterdiği, elini öptüğü, üç gün müddetle Hüdâî tekkesinde kalıp, bu esnâda İstanbul’un bütün ileri gelen zevâtı tarafından ziyâret edildiği kaydedilmektedir.7 Buna ilâveten Sultan III. Mehmed’in kendisi için Sinan Paşa köşkünde ziyâfet verdiği, ziyâfe e bulunanlar ve Şeyhülislâm Hoca Sadeddin Efendi (vf. 1599) tarafından büyük bir saygıya mazhar olduğu da belirtilmektedir.8 Şiirlerinde Şemsî mahlasını kullanan Şemseddin Sivâsî çok sayıda manzum eser sahibi olmasına mukabil zamanının birinci sınıf şairleri arasına girememiştir. Şiiri halkı irşadda bir vasıta olarak kullanmayı tercih eden Şemsî vazıh, samîmî bir dil ve üslûb sahibidir. Ağdalı, giri , mazmunlarla dolu bir ifadeden kaçınmış, anlaşılır olmayı tercih etmiştir. Şiirlerinde âyet ve hadisleri iktibas veya telmih yoluyla çokça kullanmış, zaman zaman tasavvufî ıstılahlara temas etmiş, Arapça ve Farsça terkiplere yer vermiştir. Aruzun kolay kalıplarını tercih etmiş, bunlarda da zaman zaman zorlandığı olmuştur. Gazel ilâhîleri ise daha akıcı olup çoğunda redifli kafiyeyi tercih etmiştir.9 Bu tür şiirleri çok tutulmuş ve ha â bir kısmı da bestelenmiştir.10 TARİKATİ Şemseddin Sivâsî Halvetiyye tarîkatinin bir şubesi olan Şemsiyye’nin müessisidir. Tarikat silsilesi iki koldan Seyyid Yahyâ Şirvânî’ye oradan da Hz. Ali’ye ulaşmaktadır. Tarikat tacı sarı yün çuhadandır. Müridlerin se7 Hediyye, vr. 70b-71b; Hülâsa, vr. 170a; Tıbyân, II, vr. 211b; Sefîne, III, vr. 348. 8 - Hediyye, 70b-71b; Hülâsa, 170a; Tıbyân, II, 211b; Sefîne, III, 348. 9 - Şairliği, dili ve üslûbu için bk. Hasan Aksoy, Şemseddin Sivâsî, Hayatı, Eserleri ve Mevlid’i (Doktora tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü), s. 17-20 ve Recep Toparlı, Şemseddin Sivâsî Divanı, s. 16-25. 10 Bk. Sadeddin Nuzhet Ergun, Türk mûsikîsi antolojisi, Dînî eserler, I-II (Muhtelif sayfalar). Hüseyin Şemsi Güneren, Tasavvuf Musikîsinde Sivâsî İlâhiler, haz. M. Fatih Güneren, yer yok, yıl yok (İstanbul: Sevil Ofset). 145 146 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ viyelerine göre tacın kenarlarına gül nakışları konulurdu. Tarika a zikr-i celî esastır. Hâc Hızır Amâsî Kaddesellâhu sırrahû, Muslihuddin Halîfe Kaddesellâhu sırrahû, Şemseddin Ahmed es-Sivâsî Kaddesellâhu sırrahû Şemseddin Sivâsî virde çok önem vermiştir. Ona göre vird okunan evde ve memleke e bereket, rahat, huzur olur, her türlü belâ ve âfet ise uzak bulunurdu.11 İkinci kol ise şudur: Mevlânâ Yusuf Mahdûm Kaddesellâhu sırrahû, Muhammed Rukiyye Kaddesellâhu sırrahû, Şâh Kubâd Şirvânî Kaddesellâhu sırrahû, Abdülmecîd Şirvânî Kaddesellâhu sırrahû, Şemseddin Ahmed es-Sivâsî Kaddesellâhu sırrahû Şemseddin Sivâsî’nin muhtelif yerlerde vazife gören çok sayıda halifesi olmuştur. Hayatında 29 halife nasbe iği ileri sürülmektedir. Sivâsiyye tarikati ise Şemsiyye’nin bir kolu olup yeğeni Abdülmecid Sivâsî yoluyla onun da yeğeni Abdülahad Nuri Sivâsî’ye nisbet edilmektedir. Tarîkat silsilesi. Çeşitli silsilenâmelerden çıkarılan netîceye göre tarîkat silsilesi şöyledir:12 Hz. Muhammed (S.A.V), Hz. Ali (R.A) Kerremellâhu veche, Hasan Basrî Kaddesellâhu sırrahû, Habîb A’cemî Kaddesellâhu sırrahû, Dâvud Tâî Kaddesallâhu sırrahû, Ma’ruf Kerhî Kaddesellâhu sırrahû, Seriyy-i Sakatî Kaddesellâhu sırrahû, Cüneyd Bağdâdî Kaddesellâhu sırrahû, Mimşâd Dîneverî Kaddesellâhu sırrahû, Hâce Muhammed Dîneverî Kaddesellâhu sırrahû, Kadı Vahyüddîn Kaddesellâhu sırrahû, Ömer Bekrî Kaddesellâhu sırrahû, Ebû Necîb Sühreverdî Kaddesellâhu sırrahû, Kutbuddîn Ebherî Kaddesellâhu sırrahû, Rükneddîn Necâşî Kaddesellâhu sırrahû, Şihâbuddîn Tebrizî Kaddesellâhu sırrahû, Seyyid Cemâleddîn Kaddesellâhu sırrahû, İbrâhim Zâhid Geylânî Kaddesellâhu sırrahû, Muhammed Halvetî Kaddesellâhu sırrahû, Pîr Ömer Halvetî Kaddesellâhu sırrahû, Ahî Mîrim (İbrâhim) Halvetî Kaddesellâhu sırrahû, İzzeddîn Halvetî Kaddesellâhu sırrahû, Pîr Sadreddîn Halvetî Kaddesellâhu sırrahû, Seyyid Yahyâ Şirvânî Kaddesellâhu sırrahû, Buradan sonra tarîkat silsilesi iki koldan Şemseddin Sivâsî’ye ulaşmaktadır. Birinci kol şudur: Şeyh Habîb Karamânî Kaddesellâhu sırrahû, el11 - Abdülbaki Gölpınarlı Şemsiyye’nin bugün halen Mısır’da devam e iğini, yaşayan bir tarikat olduğunu ileri sürmüştür (“Şemsiyye”, İA, IV, 423). Mısır’da 1987’de bizzat yaptığımız araştırmalar neticesinde oradaki Şemsiyye’nin başka bir tarikat olduğu ve Şemseddin Sivâsî’ninki ile ilgili bir tarafı olmadığı bugün artık anlaşılmış bulunmaktadır. Şemsiyye hakkında daha fazla bilgi için bk. Hasan Aksoy, a.g.e., s. 55-64. 12 - bk. Sinâneddin Yusuf b. Yakub, Tezkire-i Halvetiyye (Süleymâniyye Ktp., Esad Efendi Bölümü, nr. 1774/2); Abdulahad Nûrî, Silsile-nâme-i Abdulahad Nûri (Süleymâniye Ktp., Çelebi Abdullah Efendi Bölümü, nr. 172/6); Halvetiyye Tarîkatı Silsilesi (Süleymâniye Ktp., Fâtih Câmii Bölümü, nr. 2863, varak 32a’da); Necm, 50b-51a; Suzî Ahmed Efendi, Silsile-i pîr li-meşâyihi’l-Halvetiyye (Süleymâniye Ktp., O. Huldi Öztürkler Bölümü, nr. 63/3); Mehmed Sâmî Bey, Esmâr-ı Esrâr, s. 54; Ebû Rıdvan M. Sâdık Vicdânî, Turuk-ı Tomâr-ı Aliyyeden Halvetiyye Silsile-nâmesi (s. 114115). Sivâsiyye tarîkatı ise Şemsiyye’nin şubelerinden olup silsilesi Şemseddin Sivâsî, Abdülmecîd Sivâsî ve Abdülahad Nûri (Şemsî’nin vefâtını müteâkib vasiyeti üzerine türbedâr oldu), İdris Halîfe13, Muhyiddin Halîfe, Ahmed Dede14, Mısrî el-Hâc Mustafa Halîfe15, Kemâl Halîfe16, Mustafa Halîfe17, Pîr Muhammed Efendi (Şemseddin Sivâsî’nin büyük oğlu), Muhyi’l-kemâlât Efendi18, Şeyh Receb Efendi (Necmü’l-Hüdâ müellifi).19 Şemseddin Sivâsî, vefat e ikten sonra, yerine oğlu Pîr Mehmed Efendi iki sene müddetle post-nişîn oldu. Ondan sonra da O’nun en yakınlarından biri olan Şeyh Receb Efendi seccâdenişîn oldu.20 ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ’NİN ESERLERİ Bizzat kendisinin ve Necmü’l-Hüdâ müellifi Şeyh Receb Efendi’nin verdiği malûmâta göre 21 adet eseri vardır. Yapılan kütüphane çalışmalarında birkaçı dışında geri kalanlar tespit edilebilmiştir. Bu eserlerden on biri manzum diğerleri mensurdur. Mensur eserlerinden ikisi Arapça’dır. A. Manzûm Eserleri: 1. Süleymânîye (Süleymân nâme): Şemseddin Sivâsî’nin Süleymânîye adlı bir Türkçe manzum eseri olduğunu bizzat kendi ağzından ve kaynaklardan öğrenmiş bulunmaktayız. Menâkıb ı İmâm ı Âzam adlı eserinde (s. 163); “Süleymâniyye’dür üçünci manzûm En evvel nazmum oldur ola malûm” 13 14 15 16 17 18 19 20 - Şemsî tarafından Kırşehir’e tâyin edildi. - Yakacık nâhiyesine gönderildi. - Mısır’a nasbedildi. 999 (1591)’da vefat e i. - Karadeniz Ereğli’sine tâyin edildi. - Şemsî tarafından Kıbrıs’a nasbedildi. - İstanbul’a tâyin edildi. 1010’da (1601/1602) vefat e i. - Necm, 43a-40b; Hediyye, 57a-61b; Hülâsa, 161a. - Hediyye, 80b; Tıbyân, II, 215a. 147 148 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER şeklinde de belir iği gibi bu eser, kendisinin ilk manzum eseridir. Keşfü’zzunûn (II, 1001) ve Necmü’l-Hüdâ (51b)’da da Şemsî’nin adı geçen eserinin, manzum olduğu ifâde edilmektedir. Fakat yaptığımız kütüphâne araştırmalarında Şemsî adına kayıtlı böyle bir esere tesâdüf edemedik. Ancak, Hamdî adına kayıtlı Zile’de 964 (1557)’te nazmedilen Süleymâniye adlı bir eser üzerinde yapılan bir inceleme neticesinde, bu eserin birkaç yerinde her ne kadar Hamdî mahlası geçmekteyse de Şemsî’ye âit olduğu anlaşılmış bulunmaktadır. Süleymâniyye takrîben 1460 beyi en müteşekkil bir mesnevîdir. Aruz vezninin Remel bahrinde Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilün kalıbıyla nazmedilmiştir. Eser tevhid ve na‘tla başlamaktadır. Daha çok Hz. Süleymân’dan, peygamberliğinden ve Sabâ melîkesi Belkıs ile geçen kıssadan bahsetmektedir. Umûmiyetle fasıl başlıklarını Kur’ân ı Kerîm’de mevcût Hz. Süleymân ile ilgili âyet ve bunun yanısıra hadis ve Arapça beyitler teşkil etmektedir. Hâdiseler mümkün olduğu kadar Kur’ân ı Kerîm’de bildirilenlere yakın bir şekilde anlatılmaya çalışılmıştır. Sonra Kaside der medh i Hazreti Sultan Süleyman Han ve Hatimetü’l-kitab fasılları mevcû ur. Eserin dili oldukça sâdedir.21 2. İbret-nümâ (Terceme i İlahi nâme i A âr). İbret-nümâ, A âr (v. 1139 ?)’ın İlâhî-nâme adlı eserinin manzum bir tercemesidir. Ancak tam, tıpa tıp bir terceme değildir. Hâtime i kitâb’da; “İlahi nâme’sinden Şeyh Ferîdin Ki A âr idi nâmı ol hamîdin Çıkardım sad hikâyet zübdesinden Ki ya’nî lübbün aldım habbesinden Acem dilinden itdüm anı ihrâc Bihamdillâh ki oldı sifr i vehhâc Kodum her kıssaya ibretle ünvân Göre tâ aynı ibret bula ihvân” beyitlerinde görüldüğü üzere İlâhî-nâme’menin manzum bir hülâsâsıdır. Yukarıdaki beyitlerde de görüldüğü üzere eser yüz hikâyeden müteşekkildir. Hikâyeler peygamber kıssalarından, İslâm târihinden ve evliyâ menâkıbından seçilmiştir. Her hikâye sonunda “ibret” başlıklı bir fasılda, 21 Süleymânnâme Hüseyin Akkaya tarafından M.Ü Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde yüksek lisans tezi olarak hazırlanmış (1988), daha sonra birtakım ilâvelerle Osmanlı Türk Edebiyatında Süleyman Peygamber ve Şemseddin Sviasi’nin Süleymannâmesi- Tenkidli Metin ve Tıpkı Basım başlığıyla yayımlanmıştır. (I-II, Cambridge 1997) ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ hikâyenin bir değerlendirilmesi yapılarak okuyuculara nasîhatlar yer almaktadır. İbret-nümâ hacimli bir eserdir. Aruz vezninin Hezec bahrinde Mefâîlün / Mefâîlün / Feûlün kalıbıyla, mesnevî tarzında nazmedilmiştir. Eser, Der temsil i dünya ve kār ı Hudavend i teâlâ, Temsil i diğer, Kaside fi’l-münâcât der medh i Peygamber, Kaside fi Medhi’n-Nebi ile başlayıp ashâb, Hulefâ i râşidîn, Hz. Hasan ve Hüseyin hakkında medhiyelerle devam etmektedir. Fasıllara başlamadan önce Sultân III. Murâd (v. 1595)’a medhiye de mevcu ur. Öte yandan hâtimede müellifin kendisi ve eser hakkında malûmât verilmektedir. Esere Sultân II. Selim zamanında başlanılmıştır. (Menâkıb ı İmâm ı Âzam, s. 163). Hâtimede verilen malûmâta göre eser, Sivas’ta 983 (1575) tarihinde nazmedilmiştir. “İdüp urdum ana İbret nümâ nâm” mısrâı ile de esere bizzat nâzımının İbret nümâ adını verdiği görülmektedir. Diğer eserlerinde olduğu gibi bu eserin de dili sâde ve akıcıdır.22 3. Gülşen-âbâd (Bahâru’s-sûfiyye). Tasavvufî orjinal bir mesnevîdir. Aruz vezninin Hezec bahrinde Mefâîlün / Mefâîlün / Feûlün kalıbıyla nazmedilmiştir. 560 civarında beyi en müteşekkildir. Şâir eserini öğretici bir gâyeye matûf olarak nazmetmiştir.Çiçeklerin remiz olarak kullanıldığı eserin gayesi, mürîdânına kâinâtın yaradılışı ve sülûk hikmetlerinden dersler vermektir. Nitekim Hatimetü’l-kitab’da da bunu açıklamaktadır: “Bahâne eyledüm ezhâr u verdi Beyân itdüm sana ahvâl i derdi”23 4. Mevlid. Aruz vezninin Remel bahrinde Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilün kalıbıyla nazmedilmiştir. Yapılan nüsha karşılaştırmalarından edilen netîceye göre, 1217 beyi ir. Esere, bizzat Şemsî’nin de belir iği gibi 660 Cümle karnı seyr idüp nûr ı Nebî Geldi za târihi hem seksen yedi (987) 22 Eser Burhan Enginoğlu tarafından Şemseddin Sivasi’nin İbret-nümâ Mesnevisi İnceleme- Edisyon Kritikli Metin, CÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1997) yüksek lisans; Erol ÇÖM tarafından XVI. Yüzyıl Ahlâk Mesnevileri ve Şemseddin Sivasi’nin İbretnümâ Adlı Mesnevisi (İnceleme-Metin) adı altında doktora çalışması olarak hazırlanmıştır (S.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü 2007). 23 Eser Hasan Aksoy tarafından Gülşenâbâd: İnceleme-Metin-Sözlük (İstanbul 1990) başlığıyla yayımlanmıştır. Eser üzerinde Hasan Aksoy tarafından Gülşenâbâd’da Dinî ve Tasavvufî Unsurlar: Tahkik ve Sistematik İndeks (İstanbul 1997) adlı ayrı bir çalışma daha yapılmıştır. 149 150 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER 987 (1579)’da başlanmış ve 660 Nüh sad u heştâd u heştî târihin Gurresinde hem rebîu’l-evvelin 1201 Hamdülilâh kim tamâm oldı kitâb Umaram Hak’dan ki ola müstetâb Rebîu’l-evvel 988 (Nisan 1580)’de tamamlanmıştır. Eser Orta Anadolu ve Doğu’da hayli tanınmış ve kandil vb. çeşitli vesilelerle tıpkı Süleymân Çelebi Mevlid’i gibi okunagelmiştir. Şemsî Mevlid’i çeşitli kereler tab edilmiştir. Ancak bu matbû nüshaların hiçbirisi de tam değildir. Asıl nüshadan çok eksiktir.24 5. Heşt Behişt. Mesnevî tarzında olan eser, aruzun Feilâtün / Mefâilün / Feilün kalıbıyla nazmedilmiştir. Heşt Behişt Osmanlı Devleti vezirlerinden Osman Paşa’ya ithaf edilmiştir. Diğer manzum eserlerinde olduğu gibi başta, tevhid ve münâcaat mevcu ur. Daha sonra Peygamberimiz ve Ashâb’a, Hulefâ-i râşidîn’e medhiyeler vardır. Bilâhare, devrin pâdişâhı Sultân III. Murad (v. 1595) ve vezir Osman Paşa’ya medhiyeler yer almaktadır. Hayli hacimli olan eser, 2300 beyit civârında olup, Faslun fi’d-du‘â ve Mukaddimetü’l-kitâb ile başlamaktadır. Müellifin eserini Osman Paşa’ya hediyye etmesinin sebebi; Osman Paşa’nın Irak’ta Râfızî nüfûzunu kırıp yok etmesi ve Ehl-i sünnet inancını tesis etmesidir. Bu husus Mukaddimetü’l-kitâb’da şöyle belirtilmektedir: “Râfızî bulalı Irak’ta zuhûr Bulmış ıdı ferâyiz anda küsûr Râfızî nakşını bozup o dilîr Ola ha ı ferâyiz anda münîr” Mukaddimede, eseri nazmederken, 60 yaşında olduğunu bildiren Şemsî hâtimede telîf târihini söylemektedir.25 6. Mir’âtü’l-ahlâk ve mirkâtü’l-eşvâk. Mesnevî tarzında ve aruzun Mefâîlün / Mefâîlün / Feûlün kalıplarıyla nazmedilmiş olup, ahlâk ı hamîde ve zemîmeden bahsetmektedir. Ese24 Eser Hasan Aksoy tarafından Şemseddin Sivâsi Hayatı Eserleri ve Mevlid’i adıyla doktora çalışması olarak hazırlanmıştır (MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü 1983). 25 Eser Nermin Buluz tarafından Şemseddin Sivasi’nin Heşt-Bihişt Mesnevisi (İnceleme-Edisyon Kritikli Metin) adıyla yüksek lisans tezi olarak hazırlanmıştır (CU Sosyal Bilimler Enstitüsü 1997). ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ re, Tevhîd, Tevhîd i efâl, Medh-i Muhammed Mustafa (s.a.v.), Kasîde fî medhihî (s.a.v.), Der medâyih-i âl ü ashâb (r.a.) ve Mukaddime bölümleri ile başlanmaktadır. Müellif eseri, Receb 996 (Mayıs 1588)’da Sivas’ta nazme iğini söylemektedir: Tokuz yüz toksan altıdaydı târih Bunı yazardı hep ehl-i tevârih Receb ayında idi hayrü’l-eyyâm Bi-hamdillâh kitâbum buldı encâm Çü Sivas oldı bu tasnîfüme câ Hafîz ismün ola ehline mencâ Eserin çeşitli kütüphanelerde pek çok yazma nüshası bulunmaktadır.26 7. Menâsik i Hac. Şemseddin Sivâsî’nin bu isimde bir eseri olduğunu bizzat kendisinden ve diğer kaynaklardan öğrenmiş bulunmaktayız. Mesnevi nazım şekliyle yazılmış olan eser 700 beyit civarında olup Mustafa Toker tarafından ilim alemine tanıtılmıştır. Eser isminden de anlaşılacağı üzere menâsik ve menâzillerden bahsetmektedir.27 8. Dîvân ı Şemsî (İlâhiyyât ve Gazeliyyât). Tevhid, na’t ve gazellerden teşekkül etmiş bir dîvânçedir. Ancak mevcût şiirler, her şeye rağmen ustalıkla söylenmiş olup zaman zaman da nâzımını birinci sınıf şâirler arasına sokacak seviyededir. Şiirlerin (gazelilâhîler) hemen hepsi de tasavvufî mâhiyet arzetmektedir. 26 Kütüphanelerde yazma nüshaları şunlardır: Süleymâniye Kütüphanesi, Hekimoğlu Ali Paşa Bölümü, nr. 612; Süleymâniye Kütüphanesi, Fâtih câmii Bölümü, nr. 2863/3; 2835; Süleymâniye Kütüphanesi, Hâlet Efendi ilâvesi Bölümü, nr. 17; Süleymâniye Kütüphanesi, Mihrişâh Sultân Bölümü, nr. 260; Süleymâniye Kütüphanesi, Şehid Ali Paşa Bölümü, nr. 1555; İ.Ü. Kütüphanesi, Türkçe Yazmalar Bölümü, nr. 2750; 6372; Topkapı Sarayı Kütüphanesi, Yeniler Kitaplığı, nr. 1760; Mir’âtü’l-ahlâk üzerinde bir mezûniyet tezi yapılmıştır: Sabaha in Küçük, Şemsüddîn-i Sivâsî, Mir’ât-ı ahlâk, A.Ü. Dil Târih ve Coğrafya Fak., Türk Edebiyâtı 1975-76, nr. 577. Ayrıca eser üzerinde Eşref Biçen, Şemseddin Sivasi’nin Mir’atü’l Ahlâk Mesnevisi Üzerine Bir Gramer İncelemesi, Dicle Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1996) ile Ömer Aldanmaz, (Şemseddin Sivasi’nin Mir’atü’l Ahlâk ve Mirâtü’l-Eşvâk Adlı Mesnevisi İnceleme- Tenkidli Metin; CÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2001) tarafından yüksek lisans ve Birgül Toker tarafından doktora çalışması hazırlanmıştır (Şemseddin Sivasi’nin Mir’atü’l-Ahlâk Adlı Mesnevisinin Tenkidli Metni ve İncelemesi, SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2003). 27 Bk. Mustafa Toker, “Şemseddin Sivasi’nin Menâsikü’l-Huccac veya Umdetü’l-huccâc Adlı Eseri”, Uluslar arası Türklük Bilgisi Sempozyumu 25-27 Nisan 2007 Erzurum. Bu tebliğ daha sonra Turkish Studies adlı dergide yayımlanmıştır. 151 152 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Millet Kütüphanesi, Manzûm eserler Bölümü, nr. 232 nüshasında ise şunlar vardır: Bu nüsha doğrudan doğruya gazellere geçiyor ve baştaki tevhid, na’t (harfü’l-hâ) ve daha sonra tahmîsler (harfu’n-nûn) kâfiye sırasına göre gazeller içinde zikrediliyor; buna göre harfü’l-eli e (2), harf i bâda (1), harfu’r-râda (14), harfu’z-zâda (3), harfü’l-aynda (2), harfü’lķâfda (1), harfü’l-kâfda (3), harfü’l-lâmda (3), harfü’l-mîmde (6), harfu’nnûnda (15), harfü’l-hâda (14), harfü’l-yâda (17) adet gazel mevcû ur. Ayrıca (8) adet te beyt vardır.28 9. Terceme i Kasîde- i Bürde. İmâm Busîrî (v. 694/1295)’nin meşhûr Kasîde i Bürde’sinin manzûm tercemesidir. Aruz vezninde Mefûlü / Mefâîlün / Mefûlü / Mefâîlün kalıplarıyla nazmedilmiştir. 160 beyi ir. Eser, tam bir tercemedir. Öte yandan (İ.Ü. Kütüphanesi, Türkçe Yazmalar Bölümü, nr. 3053) nüshasındaki ferağ kaydında eserin yazılış ve tercemesinin 986 (1578)’da tamamlandığı zikredilmektedir. 10. Şerh i Gazeliyyât ı Sultân Murâd ı Sâlis. ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ 12. Menâkıb ı İmâm ı Âzam. 1001 Cemâziye’l-evvel (Şubat 1593)’de telifine başlanan eser, aynı sene Şâban (Mayıs) ayında tamamlanmıştır. Şemsî’nin Türkçe manzûm eserlerindendir. Umûmiyetle mesnevî tarzında ve aruzun Hezec bahrinde Mefâîlün / Mefâîlün / Feûlün kalıbıyla nazmedilmiştir. Şemseddin Sivâsî fasıllar hâlinde nazme iği eserinin hemen her faslını, meşhur Arapça kitaplardan veya meşhur bir siyer müellifinin ağzından rivâyet etmektedir. Şemsî, eserinde Alevî, Râfizî ve Bektâşîler’i zemmetmekte ve asıl yolun şerîat yolu olduğunu ileri sürmektedir. Bu arada zamâne fukahâsının hatalarından da bahsederek, İmâm-ı Âzam’ın örnek şahsiyetinden ibret alınması lâzım geldiğini söyler. İmâm-ı Âzam’ın fıkıhtaki kudretini anlatırken, O’nun zekâsına da temâs etmektedir.30 B. Mensûr Eserleri: 1. Arapça Mensur Eserleri a) Hallü ma‘âkıdi’l-kavâ‘id. Sultan III. Murâd (v. 1003/1595)’ın gazellerinden bir kısmının mensûr şerhidir. Arapça mensûr bir eserdir. İbn i Hişâm (v. 762/1361)’ın Kavâ‘idü’l-i‘râb adlı Arapça nahvine dâir eserinin bir hâşiyesidir. Sadece bir tek yazma nüshasını tesbit edebildiğimiz (Süleymâniye Kütüphanesi, Amca zâde Hüseyin Bölümü, nr. 282/2, 114a-167a) mezkûr nüshanın başında eserin Şemsî’ye âit olduğu zikredilmekte ise de iç tarafında herhangi bir yerinde onun Şemsî’ye âidiyetini gösterir bir kayıt bulamadık. Mukaddimede belir iğine göre, yakın dostlarının arzusu üzerine Kavâ‘idü’l-i‘râb’ı misaller ve şâhitler getirerek, daha anlaşılır hâle sokmak gâyesi ile telif etmiştir. Esere bizzat kendisi Hallü ma‘âkıdi’l-kavâ‘id ismini vermiştir. Eser, herhangi bir gazelin bir kısmının veya bütününün beyit beyit mensûr açıklaması şeklindedir. 11. İrşadü’l-avâm. Şemseddin Sivâsî’nin bu isimde bir eseri olduğu bizzat kendi eseri Menâkıb-ı İmâm-ı Âzam (s. 163)’da ve Keşfü’z-zunûn (I, 66)’da zikredilmektedir. Eser 255 beyitlik bir mesnevidir. Tasavvufî konuların işlendiği eser aruzun “mefâîlün, mefâîlün, feûlün” kalıbıyla nazmedilmiştir. Üç adet yazma nüshası bulunan eser yayımlanmıştır.29 28 Eser Recep Toparlı tarafından Şemseddin Sivasi Divanı adıyla yayımlanmıştır (Sivas 1984). 29 Eser Hüseyin Akkaya tarafından mevcut nüshalara dayanılarak neşredilmiştir (Cumhuriyet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, VII/2[2003],s.1-30) Eser, bizzat kendisi tarafından belirtildiğine göre 967 Zi’l-kâde / Temmuz 1560)’de Tokat’ın Zile kasabasında telif edilmiştir. Sonunda ayrıca Kânûnî Sultân Süleymân (v. 1566)’a duâ da mevcû ur.31 b. Zübdetü’l-esrâr fi şerĥ i muhtaŝari’l-menâr: Arapça mensûr bir eserdir. Ebi’l-Berekât ‘Abdullâh b. Ahmed Hâfızu’ddîn en-Nesefî (v. 710/1310)’nin, usûl i fıkha dâir Menârü’l-envâr adlı eserinin bir muhtasarı olan Muhtasaru’l-menâr’ın bir şerhidir. Menârü’l-envâr’ı ihtisâr eden ise Tâhir b. Hasan İbn-i Habîb el-Halebî (v. 807/1405)’dir. Menârü’l-envâr ve muhtasarı, hacim bakımından emsâline nisbetle küçük olmasına rağmen, sahâsında hayli kıymetlidir. Şemseddin Sivâsî, işte 30 Eser üzerinde Mustafa Eliaçık tarafından Şemseddin Sivasi’nin Menâkıb-ı İmâm Azam Mesnevisi Transkribe Çeviri-İnceleme adı altında yüksek lisans tezi olarak hazırlanmıştır (Erciyes Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1997). 31 Muhammed Zeynelabidin Salame eseri yanlış olarak Ahmed b. Muhammed Şümünnî’ye (v. 872/2468) nispet ederek doktora çalışması yapmıştır (Ezher Üniversitesi 1393/1973). 153 154 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER böyle bir eseri, açıklamak ve daha anlaşılır bir hâle fetirmek maksadı ile şerhetmiştir. İsmini bizzat kendisi koyduğu bu eseri Şâban 974 (Şubat 1567)’de Sivas’da telif etmiştir.32 2. Türkçe Mensur Eserleri a) es-Safâyıh fî tercemeti’l-Levâyıh. Eser, Molla Câmi (v. 898/1492)’nin Levâyıh adlı Farsça mensur (yer yer manzum) tevhidiyle (vahdet i vücûd) alâkalı eserinin bir tercemesidir. Şemseddin Sivâsî, başta Allâh’ın büyüklüğünden bahsederek, Peygamber’imize medih ve duâda bulunmakta daha sonra Allah’ın birliği üzerinde durmaktadır. Eser çeşitli lâyihalardan müteşekkildir. Her lâyihada da mevzû ile âlâkalı çeşitli Farsça beyit veya rubâîler yer almaktadır. Bi-zâin ve fâin ve hâin harf i ebced mısrâının gösterdiği gibi 985 (1577) târihinde telif edilmiştir. b) Menâzilü’l-ârifîn. Türkçe mensûr bir eserdir. Tasavvufî bir eser olup, dört bâbdan müteşekkildir. Yer yer âyet ve hadîsler delil olarak zikredilmekte olup, ayrıca meselelerle âlâkalı olarak her bahis içinde, çok sayıda Türkçe rubâîler mevcû ur. Eser fazla hacimli değildir.33 c) Menâkıb-ı Çehâr yâr-ı Güzîn. ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ Şemseddin Sivâsî eserini çeşitli eserlerden istifâde ederek telif e iğini belirtmektedir. Eser, harf sırasına göre alfabetik olarak hazırlanmıştır. e) Dâiretü’l-usûl. Şemseddin Sivâsî, Menâkıb-ı İmâm- ı Âzam (s. 173) adlı eserinde: “Biri de Dâire ilm i usûle Kifâyet ider ebvâb u fusûle” şeklinde belir iği gibi, Dâire isimli bir eser telif etmiştir. Ayrıca Keşfü’zzunûn (I, 729)’da da Şemseddin Sivâsî’ye Dâiretü’l-usûl adlı bir eser isnâd edilmektedir. Ancak, yapılan kütüphâne çalışmalarında Dâiretü’l-usûl’ün herhangi bir nüshasına tesâdüf edilememiştir. Kaynaklardan anlaşıldığına göre, eser Türkçe, mensûr ve ilm i usûle dâirdir. Belki de başka bir eserinin diğer bir ismidir. f) Emr i İlâhî ve Hüccet- i İlâhî. Türkçe, tasavvufa dâir, mensûr iki bölümden ibâret küçük bir risâledir. Birincisi, Emr-i İlâhî; ikincisi de Hüccet-i İlâhî’dir. Emr-i bi’l-ma’rûf, ana mevzûyu teşkil etmektedir. Sâlik bu gâye içinde mânevî mekânları dolaşmaktadır. Eserde mevzû ile âlâkalı çok sayıda âyet zikredilmektedir. g) Nakdü’l-hâtır. Türkçe mensûr bir eser olup, Kehf sûresi’nin tefsîri mâhiyetindedir. Eser, Şemseddin Sivâsî’nin en hacimli eserlerindendir. Anlaşılır bir ifâde kullanan Şemseddin Sivâsî, zaman zaman öztürkçe kelimeler yanında Arapça ve Farsça kelime ve terkiplere de yer vermektedir. Şemseddin Sivâsî, eseri 1003 (1595)’te yetmiş yaşını geçtikten sonra birçok tefsir ve benzeri kitap tetebbû e ikten sonra telif e iğini ve bu yüzden geciktiğini söylüyor. Eser, on iki bâbdan müteşekkildir.34Eser, Osmanlılar zamanında çok okunmuş ve yayılmıştır. Çeşitli yazma ve matbû nüshaları mevcû ur. Eserin başında hamd ve Allâh teâlâ’ya hamd ve duâdan sonra, Peygamber’imize salât ve Sultân III. Mehmed’e uzunca bir duâ mevcû ur. d) ‘Umdetü’l-edîb fî’t-ta‘lim ve’t-te‘dib. Kavâid i Fârisiyye adı da verilen eser, Türkçe, mensûr küçük bir risâledir. Eser Farsça’da edat ve harflerin görevlerini açıklamaktadır. 32 Eser üzerinde Yakup Takcı yüksek lisans tezi hazırlamıştır (CÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1999). Ayrıca Muhammed Hüseyin de Ayn Şems Üniversitesi’nde bir doktora çalışmasına başlamış bulunmaktadır. 33 Eser üzerinde Yüksel Göztepe Şemseddin Ahmed es-Sivasi’nin Menâzilü’l-arifîn adlı Eserinin Sadeleştirilerek Marifetullah Konularının Değerlendirilmesi adıyla bir yüksek lisans çalışması yapmıştır (Erciyes Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1996). 34 Bablar için bk. Hasan Aksoy, Şemseddin Sivasi Hayatı Eserleri ve Mevlid’i, s. 46. Nakd i hâtır, mevzûlar ile âlâkalı mesnevî, rubâî ve beytlerle süslenmiş bulunduğundan, kısmen manzûm bir hüviyet arzetmektedir. Sebeb i telif’te her ne kadar dört kıssadan bahsederek, onları yazacağını belirtiyorsa da, onlar üzerinde fazla tetebbuun zaman istediğini ileri sürerek, asıl ağırlık noktasını Hz. Hızır ve Mûsâ (a.s.) kıssası teşkil etmektedir. Eser, sekiz meclisten müteşekkildir. Netîce olarak denilebilir ki, Nakdü’l-hâtır Kehf sûresinin bir kısmının tasavvufî bir tefsîri ve burada geçen kıssaları ve bilhassa Hz. Hızır ve Mûsâ (a.s.) kıssasını hâvî bir eserdir.35 35 Eser üzerinde Yusuf Yıldırım Şemseddin Sivasi ve Nakdü’l-hatır Adlı Eserinin Tahlili ismiyle bir 155 156 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Eserin sonunda mevcût bulunan Mesnevî-yi der bahr-i hezec’de telif târihini ve yerini söylemektedir: “Çü Nakd i hâtır’ım düşmüşdi târih (1004) Bununla add idüp yazdum tevârih Kitâbum hatmine cây oldı Sivas Vekâhullâhu şerre’l-cinni ve’n-nâs” Şemsî Mevlidi Şemseddin Sivasi, bu eseri bir orta yol adamı olarak ehl-i sünnet akidesini yaymak ve Peygamber sevgisini gönüllere yerleştirmek için nazmetmiştir. Bu hususu ve eserin yazılış şeklini kendisi Mevlid’de şu şekilde anlatmaktadır: “Peygamber’imize hizmet etmek maksadıyla kalbime mevlid yazmak fikri düştü. Çok sayıda mevlid yazılmış olmakla birlikte bunlardaki zorluk ve ihtilâf beni menetmeye koyulduysa da netîcede kalemi, kâğıdı ve kitapları elime aldım. O sırada; ‘Ey yazmayı çok arzu eden sana yardım edeyim mi?’ şeklinde bir ses geldi. Bu ses doğuların ve batıların efendisinin sesiydi. Kalem ve kâğıtlar elimden düştü. Kalbime harâret çöktü. Başımı önüme eğdim ve ağladım. Namaz kılıp, salât ü selâm getirdim. Yüzümü Allâh’a ve Resûl’üne çevirip, Peygamber’in istiğrak denizine daldım, uyudum. Bu halde kendimi Makâm-ı asgar’da ayakta duruyor gördüm. İlerde bir cemâat vardı ki, onlar Peygamber’imiz ve ashâbı idiler. Onlardan biri bana teveccüh e i. Zannederim o kişi Hz. Ali idi. Kucağında kokular saçan bir çocuk vardı. Hz. Ali: ‘Bunu al. Sana Resûlullah verdi’, dedi. Sonra uyandım. Kalbim nûr, hikmet ve ilimle dolu idi. Yazmaya başladım. Allâh Teâlâ bana mevlid husûsunda daha önce kimseye açılmamış kapıları açtı. Çünkü insanlar ‘Peygamber’in mevlidi apaçıktır.’ diyorlar. Halbuki ben diyorum ki, O’nun mevlidi hem zâhirî ve hem de mânevîdir. Bu husus başlangıçtan sona kadar hep böyledir. Nitekim Peygamber’imiz ‘Ümmetimden bir topluluk, kıyâmet gününe kadar dâimâ hak üzere bulunacaklardır’ buyurmuştur. Bu kişiler âlimler, sultânlar ve kadılardır...” Şemsî, kendinden önce birçok mevlid nazmedildiğini biliyor ve bunları okuduğunu da îmâ ediyor: 660 Gerçi dinilmiş kitâblar bî idâd Lîk her birinde var bin dürlü dad ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ Ha â tıpkı Süleymân Çelebi Mevlid’i gibi Peygamberimiz’in dünyâya geldiği gece olan Mevlid kandilinde okunmasını da istiyor ve kendisine bu vesîle ile hayır duâ edilmesini arzu ediyor: 44 Tâ ki hayr ıla cihânda yâd olam Yılda bir kez yâd ıla âbâd olam Bunlardan anlaşıldığına göre Şemsî, Süleymân Çelebi Mevlid’ini tanımış ve okumuştur. Ancak, bu Mevlid’ten faydalanmışsa da kullandığı dil, vezin, uslûb ve muhtevâ yönünden farklı bir mevlid meydana getirmiştir. Şemsî Mevlid’i şu fasıllardan meydana gelmiştir: Tevhid (Giriş); Fi Tevhidi’l-efal; Kaside fi medhi’n-Nebiyyi ve ashabihi sallallahu teala aleyhi ve sellem; Sebeb-i telif-i in kitab; Ahlâk-ı Nebi; Âgāz-ı kitab; Faslun fi siret-i nurihî sallallahu aleyhi ve alâ âlihî ve ashâbihî ve alâ aşîretihî ve ehibbâihî; Hikayet-i münâsib-i hal; Faslun fi teşerrüfi’l-vâlidihî bi-nûri’n-Nebiyyi sallallahu aleyhi ve sellem; Hikayet-i diğer fi fazlı’n-Nebiyyi sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem; Faslun fi himmetihî fi hakkı ümmetihî sallallahu aleyhi ve sellem; Faslun fi rizâihî sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem; Faslun fi kemâlâtı Resulillah sallallahu teâlâ aleyhi ve ala âlihî ve ashâbihî; Faslun fi seyri hazreti Resulillah ila’ş-Şâmi aleyhi’s-salatü ve’s-selam; Faslun fi ahvâlihî kable’n-nübüvveti ve bedeiha sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem; Faslun fi mevlûdi’l-mâneviyyi ve zuhûri nûrihi fi ümmetihi bi-hasebi’listidat ila yevmi’t-tenad; Münacat-ı Kāzıye’l-hâcât; Kaside fi medhihi’l-kerim yani Resulillah aleyhi’s-selam Faslun fi mi‘râcı Resul sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem Fasl-ı diger; Fî mirac; yüksek lisans çalışması yapmıştır (Erciyes Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1995). 157 158 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Faslun fi seyrihi mine’s-sidreti ila mâ-şaallah; Faslun fi esrâri’z-zâhiri leyleti’l-mi‘râc sallallahu teala aleyhi ve sellem; Faslun fi bişareti min bişarati’l-mi‘râcı’n-Nebiyyi sallallahu aleyhi ve sellem; Faslun fi inşikakı’l-kameri bi-duaihi ve işaretihi Resul sallallahu aleyhi ve sellem; Faslun fi icabeti’ş-şecereti li-davetihi sallallahu teala aleyhi ve sellem; Faslun fi hanini’l-cezi bi-firakıhi ve teskinıhi bi-vadihi sallallahu teala aleyhi ve sellem; Faslun fi tekellümi’z-zibi’l-murai ve tergibihi’l-İslami sallallahu teala aleyhi ve sellem; Faslun mucizatihi’l-müteferrikati sallallahu teala aleyhi ve sellem; Faslun fi hatimeti’l-kitab. Şemsî, vezinde, tertibde ve manâ bütünlüğünde hayli muvaffak olmuştur. Herşeye rağmen Süleymân Çelebi Mevlid’ine de hayli yakın bulunmaktadır. Ancak, Şemsî Mevlid’i, Süleymân Çelebi’ninkinden daha uzundur ve okuyucu ile dinleyiciye tesir etmesi bakımından da diğeri kadar müessir olamamıştır. İşte bu sebebe mebnî olarak onun kadar yayılmamış ve okunmamıştır. Buna rağmen Orta Anadolu ve Doğu’da Şemsî Mevlid’i hayli tanınmış ve mevlidlerde tıpkı Süleymân Çelebi Mevlid’i gibi okunagelmiştir. Şemseddin Sivasi Mevlid’inde Peygamber’e olan sevgisini ve muhabbetini çeşitli şekillerde dile getirip bunları medhiye ve na’t şeklinde çok güzel bir şekilde dile getirmiştir. Bunlar içinde Cenâb-ı Hakk’a niyâzı da unutmayan Şemsî, Mevlid’in Münâcaât-ı Kâdıye’l hâcât ve onun arkasında gelen Kasîde fî medhihi’l-kerîm adlı fasıllarda bu hislerini yüksek bir sanat gücüyle içten gelen bir arzu ve iştiyakla ifade etmiştir. Bibliyografya. Abdülmecid Sivâsî: Miskalü’l-kulûb, İÜ Ktp.,TY, nr.2311, vr.4b-5b; GeliboluluMustafaÂlîTuhfetü’l-mücâhidîn el-behcetü’z-zâkirîn, Nûruosmâniye Ktp, nr. 2293; Halvetiyye tarîkatı silsilesi, Süleymâniye Ktp., Fâtih câmii, nr. 2863, vr. 132a; Harîrîzâde Mehmed Kemâleddin Efendi, Tıbyânü’l-vesâili’l-hakâik fî beyâni selâsili’t-tarâik, Süleymâniye Ktp., İbrâhim Efendi, nr. 430-432, I-III, II, 215a, ayrıca bk. tür yer; Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ-yı Ebrâr,I-V Süleymâniye Ktp., Yazma bağışlar, nr. 2305-2309, III, 251, 255, 348, ayrıca bk. tür. yer; Mahmûd b. Ahmed el-HulvîLemezât-ı Hulviyye ez-lemeât-ı ulviyye, Süleymâniye Ktp., Düğümlü baba, nr. 565; Mehmed Nazmi Efendi,Hediyyetü’l-ihvân, Süleymâniye Ktp., Raşid Efendi, nr. ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ 495, vr. 17b,40a-40b,50a-51a, 57a-61b, 70b-71b, 80b-82a, ayrıca bk. tür. yer; a.e.(Osmanlılarda Tasavvufî Hayat, Hediyyetü’l-ihvân [nşr. Osman Türer], İstanbul 2005; Münîrî Belgradî, Silsiletü’l-mukarrebîn ve menâkıbü’l-mü ekîn, Süleymâniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 2819/3, vr. 98b; Abdülehad Nûrî Sivâsî, Silsile-nâme-i Abdülehad Nûrî, Süleymâniye Ktp., Çelebi Abdullah Efendi, nr. 172/6, vr. 83b-87a; Receb Efendi, Necmü’l-Hüdâ fî menâkıb-ı eşŞeyh Şemseddîn Ebû’s-Senâ, Süleymâniye Ktp., Lala İsmâil, nr. 694/2, vr.,3a, 14b, 15a-b, 38a-38b,43a-45b, ayrıca bk. tür. yer; Selânikî, Târih (Matbû olmayan kısım), TSMK, Revan Köşkü, nr. 1138, vr.151a; Sinâneddîn Yusuf b. Yakub (Sinân el-halvetî), Tezkire-iHalvetiyye (Süleymâniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1774/2; Sûzî Ahmed Efendi, Silsile-i pîrân li-meşâyihı’l-Halvetiyye, Süleymâniye Ktp., O. Huldi Öztürkler, nr. 63/3, vr. 29b-31b; Aksoy, Hasan Şemseddin Sivâsî ve Mevlidi, yayımlanmamış doktora tezi, 1984, MÜ, Sosyal Bilimler Enstitüsü,s. 1-60; a. mlf., “Şemseddin Sivâsî” Cumhuriyet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, IX/2 2005,s.1-44;Yusuf Akyurt, Sivas şehri, Resimli Türk âbideleri (Türk Târih Kurumu, Latin harfli yazma, nr. 594), XVII (5 Haziran – 9 Temmuz1946); Vehbi Cem Aşkun, Sivas şâirleri (Sivas halkevi yayını, nr. 13), Sivas 1948; Hediyyetü’l-ârifîn esmâü’l-müellifîn ve âsâru’l-musannifîn (İstanbul 1951-1955), I-II; Osmanlı müellifleri, I, 95, 120; Sâdık Vicdânî, Tomâr, s. 50, 114-115; Kâtib Çelebi, Keşfü’z-zunûn, I, 66, 729; II, 1001, tür. yer; Vasfı Mâhir Kocatürk, Tekke Şiir Antolojisi, Ankara 1955; a.mlf., Büyük Ttürk Edebiyatı Târihi, Ankara 1970, 2. Baskı; Âgâh Sırrı Levend, Türk Edebiyâtı Târihi, Ankara 1973; Sicill-i Osmânî, III, 400; Rıdvan Nâfiz-İ. HakkıUzunçarşılı, Sivas şehri, İstanbul 1346; Peçevî, Târih, II, 290 vd.; Neclâ Pekolcay, Türkçe Mevlid Metinleri, İÜ, Edebiyat Fakültesi, Doktora tezi, 1950, I-II; Şemseddin Sivâsî, Menâkıb-ı çehâr-yâr-ı Güzîn, İstanbul 1309; a.mlf., Menâkıb-ı İmâm-ı Âzam, İstanbul 1291, s. 163, ayrıca bk. tür. yer; J. Spencer Trimingham, The Sufi Orders In Islam, New York 1973, 3. Baskı; İsmâil Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Târihi, Ankara 1947-1959, III/1, s. 348-349; Hüseyin Gâzî Yurdaydın, İslâm Tarihi Dersleri, Ankara 1971, s. 106;Recep Toparlı, Şemseddin Sivasi Divanı, Sivas 1984, s. 16-25; Cengiz Gündoğdu, Bir Türk MutasavvıfıAbdülmecîd Sivâsî: Hayatı Eserleri Tasavvufî Görüşleri, Ankara 2000, s. 173 vd.;H. Fuchs, İA, “Mevlid” (Neclâ Pekolcay tarafından ikmâl edilerek),VIII,170176; M. Tayyib Gökbilgin, İA, “Eğri”,IV, 196-198; Abdülbâkî Gölpınarlı, a.e.“Şemsiyye”, XI, 422-423; Nathalie Clayer, EI2, “Shamsiyya”, IX,299-300; M. Tayyib Okiç, “Çeşitli dillerde mevlidler ve Süleymân Çelebi Mevlid’inin tercemeleri”, Atatürk Üniversitesi İslâmî İlimler Fakültesi Dergisi, sy.I (Aralık 1975 [Erzurum 1976]), s. 17-79. 159 160 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ Şemseddin Sivasi’nin Şiir Dünyası Prof. Dr. RECEP TOPARLI CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ REKTÖR YARDIMCISI Şemseddin Sivasi, kaleme almış olduğu çok sayıdaki eserinin yanında şiirlerini ihtiva eden bir divana da sahiptir.1 Şemsî mahlasını kullanarak şiirlerini mısralara döken Sivasi, küçük hacimli divanında divan edebiyatı nazım şekillerinden yalnızca gazel, murabba, muhammes, kıta ve müfredi kullanmıştır. Şiirlerin büyük bir çoğunluğunu gazeller oluşmaktadır. Divanda 104 gazel, 5 murabba, 2 muhammes, 1 kıta ve 8 müfret yer almaktadır. Sivasi’nin şiirlerinde tasavvuf hâkim bir unsurdur. Dinî fikirler de bu şiirlerde işlenen en önemli konulardır. Şiirlerinden hareketle şunları söyleyebiliriz: Sivasi’ye göre bu dünya fânidir, vefasızdır, insanı gaflet ve kesret içinde bırakır, boş ve gereksiz şeylerle onu oyalayarak onun Allah’a ulaşmasına engel olur. Bu dünyanın geçici lezzetlerine aldanmamak gerekir. Dünyadaki her şey insanın kesre e kalmasına neden olmakta ve onun fenafillaha ermesine yani Allah’a kavuşmasına, Allah’ta yok olmasına engel olmaktadır. Hâlbuki kesre en kurtulup vahdet şarabını, birlik şarabını içmek ve ilahî aşkı tatmak gerekir. İnanan bir kimse için bu dünyanın gerçek 1 Divan Dr. Recep TOPARLI tarafından hazırlanarak yayımlanmıştır (Şemseddin Sivasi Divanı, Sivas 1984, 183 s.) 161 162 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER bir değeri ve önemi yoktur. Asıl önemli olan öbür dünya yani ebedî olan ahiret âlemidir. İnsanlar geçici, fâni olan bu dünya için değil gerçek olan öbür dünya için çalışmalıdırlar. Bir yola azık olmadan çıkılmayacağı gibi, bu dünyada da iyi işler yapmadan, sevap kazanmadan ahiret âlemine gidilemez. Fırsat elde iken onu ganimet bilmeli ve değerlendirmelidir. Ecel celladı geldiğinde insanın son pişmanlığı ona bir yarar sağlamaz. Doğru yolu bulmak için bir mürşidin veya bir şeyhin müridi olmak, bir tekkeye bağlanmak gerekir. Bu tekkede nefsi masivadan yani Allah’tan başka olan her şeyden temizlemek, onu övünmekten vazgeçirmek ve ıslah etmek gerekir. Gerçek mutluluğa ancak bu şekilde ulaşılabilir. Rint ve zahitler Allah’a ulaşmak, onun rızasını kazanmak için değişik yöntemlerle hareket etmektedirler. Zahitler; namaz, oruç, zekât gibi dinî emirlere sıkı sıkıya bağlanarak amaçlarına ulaşacaklarını savunurlar. Rintler ise mutluluğu tekkede (meyhanede) ararlar. Orada içilen ilahî şarap (yapılan zikir) insanı amacına ulaştırır, nefsini temizler. Dünyanın lezzetlerinden uzaklaşmak için Allah’ı çokça zikretmek, onun adını dillerden düşürmemek gerekir. İnsan ancak benliğinden kurtulduğu zaman mutlu olabilir. Kendisine yabancı olmayan, kendi benliğini terk etmeyen kimse Allah’a ulaşamaz. Rintler yalnızca Allah’a yakın olmayı, onun güzelliklerini görmeyi isterler. Zahitlerin amacı ise köşk, saray, Tuba ağacının gölgesi, cennet vb.dir. Peygamberimizin (SAV) şefaati çok önemlidir. Onun şefaati olmazsa insanların hâli çok perişandır. Şefaatine erişebilmek için onun sünnetlerine uymak, ona dil uzatmamak gerekir. O, yaratıkların en şereflisidir, son peygamberdir. Herkes ondan şefaat ummaktadır. Sevgiliden gelen eziyete sabır göstererek katlanmak gerekir. Sevgilinin cefası âşıka vefadır, onunla ilgilendiğini gösterir. Âşıklar için en kötü durum sevgilinin ilgisizliğidir. Doktorlar ölüm haricindeki dertlere deva bulabildikleri hâlde gönül yarasına ilaç bulamazlar, çünkü onun ilacı yoktur. Şemsî’ye göre sevgiliye kavuşmak için bu vücut ağırlığından kurtulmak, ondan tamamen vazgeçmek gerekir. Canlarını sevenler, nefislerine yenik düşenler ilahî aşkı tadamazlar. İnsanoğlu, sevgilisinden ayrı iken çektiği acılarla olgunlaşır, gerçek ve mükemmel bir insan olur. Gerçek sevgilisini bulan, Allah’a kavuşan için artık bu dünyanın bir önemi yoktur. Allah’tan gelen sayısız nimetlere şükretmek gerekir. Çünkü Allah bütün ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ nimetlerinin insanoğlu için yaratmıştır. İnsanını kendisine verilen bütün bu nimetlere karşılık şükretmesi gerekirken o, kalbini kötü fikirlerle doldurarak masiva ile, Allah’tan başka olan şeylerle uğraşmaktadır. İnsanoğlunun dili de sürekli kötü sözler söylemektedir. Bu durum çok kötüdür ve de üzücüdür. İnsanın dilinin ve kalbini sürekli olarak Allah’ı zikretmesi gerekir. Bu durum ise nefse ağır gelmektedir ama bu duruma alışmak gerekir. Aslında kâina aki her şey sürekli olarak Allah’ı zikretmektedirler. Esen yeller, tozan yollar, cinler, hayvanlar, melekler hep ona âşıktırlar ve onu zikrederler. İnsan da ancak Allah’a âşık olmakla, onu zikretmekle mutlu olabilir. Allah’ın lütfu ve keremi o kadar çoktur ki denizler onun cömertliğinden bir damla bile değildirler. İnsanoğlu bu dünyaya nasıl hiçbir şeysiz geldiyse yine o şekilde gidecektir. Hiçbir sultanın, padişahın saltanatı sürekli olmamıştır. Şimdi onların yerlerinde yeller esmektedir. Öldüklerinde yanlarında hiçbir şey de götürememişlerdir. İnsanoğlu bu dünyadaki makam ve mevkisine güvenerek gururlanmamalıdır. Zamanlarına hükmeden Kisra ve Kayser’den bugün hiçbir eser bulunmamaktadır. İnsanoğlu ancak iyi bir eser bırakabildiği takdirde hayırla anılabilir. Şemsî, Kur’an-ı Kerim’i iyice okuyup ne demek istediğini anlamanın gerekli olduğunu bildirmektedir. Kimi insanlar Kur’an-ı Kerim’i çok okudukları hâlde onun ne demek istediğini anlayamadıkları için cahillikten kurtulamamışlardır. Şemsî’ye göre insanoğlu kendi ayıbını, kusurunu hiçbir zaman görmez ve görmek de istemez. Tam tersine başkalarının kusurunu araştırır ki bu da iyi bir şey değildir. Şemseddin Sivasi’nin şiirlerinde işlediği konular kısaca böyle özetlenebilir. O, şiirlerinde hem aruz veznin hem de hece veznini kullanmıştır. Yazmış olduğu çok sayıdaki eseriyle yüksek bir din kültürüne sahip olduğu; Arapça ve Farsçayı çok iyi bildiği ve Hanefi Mezhebine sıkı sıkıya bağlı olduğu açıkça anlaşılan Şemsî, bir tarikat şeyhi olması nedeniyle şiirlerini daha çok tasavvufla ilgili fikirlerini ifade etmek ve yaymak amacıyla yazmıştır. Onda herhangi bir sanat endişesi yoktur. Şiir onun için amaç değil araçtır. Onda parlak bir şairlik hüviyeti aramak boş bir çabadan ibare ir. Fuzuli, Baki gibi şairlerle onu karşılaştırmak yerinde bir hareket olmaz. O, fikir ve düşüncelerini hiçbir sanat gayesi gütmeden, samimi bir biçimde ifade etmeye çalışmıştır. Onun şiirinde iç içe girmiş mazmunlar, edebî sanatları aranmaz. Onun şiirleri öğretici bir mahiyet arz etmekte- 163 164 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ dir. Aruz veznini de başarıyla kullandığını söyleyemeyeceğim Şemseddin Sivasi’nin Divanı’ndan seçtiğim iki şiiri sizlere sunmak istiyorum. (1) Hudâvendâ şu âlemde esen yeller seni ister Ayakları gubâr olmuş tozan yeller sesi ister Ey Allahım! Şu âlemde esen yeller seni istemektedir. Ayakları toz olmuş, tozan yeller de seni istemektedir. Eğer cindir eğer hayvan eğer melek eğer insan Seni zikretmede yeksân dönen diller seni ister Cinler, hayvanlar, melekler, insanlar, Seni zikrederken dönen diller her zaman seni istemektedir. Bulam diye diler anı gezer arayı arayı Dolaşıp kûh u sahrâyı akan seller seni ister Allah’ı bulmak isteyerek her tarafı arayıp gezen, Dağları, kırları dolaşarak akan seller de seni istemektedir. Ayağın gerçi hâr almış velakin bikarar olmuş Gezip elden ele salmış güller seni ister Ayağına diken ba ığı için kararsız olup Elden ele gezen güller de seni istemektedir. Seherlerde okur virdi verir âşıklara derdi Bahane eylemiş verdi gezen güller seni ister Seher vaktinde sürekli olarak âşıklara dert veren, Gülü de bahane ederek dolaşan güller de seni istemektedir. Kevâkib ay güneş bî-cân kararı yok eder seyran Olup sergeşte vü hayrân dönen gökler seni ister Bir yerde durmayıp dönen yıldızlar, güneş ve ay, Sersem ve şaşkın bir biçimde dönen gökler de seni istemektedir. Tutuşup hicr-ile yanmış ezelde aşka boyanmış Duhânın göklere salmış yanan otlar seni ister Ayrılık ateşiyle yanan, ezelde aşka tutulan, Dumanlarını göklere salarak yanan otlar da seni istemektedir. Boyamış göklere taşın seherleri döker yaşın Çimende kaldırıp başın biten otlar seni ister Dış tarafını göklere kaldıran, seher vakti gözyaşı döken, Çimende başını kaldırıp biten otlar da seni anmaktadır. Çü sensin vâhid-i mutlak mekânım yok alelıtlak Bahane kışlak u yaylak göçen iller seni ister Sen gerçekten bir olan Allahsın. Benim genellikle mekânım yoktur. Yaylağı ve kışlağı bahane ederek göç eden insanlar da seni istemektedirler. Yolın seddeylemiş ağyar kalıp gurbe e eyler zâr Bu Şemsî gibi her kim var duyan kullar seni ister Yolu düşmanlar tarafından bağlanan, gurbe e kalıp için için ağlayan, Bu Şemsî gibilerini duyup işiten kullar da seni istemektedir. (2) Aşkın ile okur ilmi ulema Aşkın ile giyer dervişler aba Aşkın ile halvetî rızk u safa Allah Allah meded eyle sultanım Âlimler ilmi senin aşkın ile okumaktadırlar. Dervişler hırkayı senin aşkın ile giymektedirler. Halvetîlere rızık ve gönül rahatlığı senin aşkın iledir. Allah Allah! Yardım et sultanım. Aşkın ile zeynederler cenneti Aşkın ile giyerler hem hilati Aşkın ile kıl Muhammed ümmeti Allah Allah meded eyle sultanım Cenneti aşkınla süslerler. Senin aşkınla ka an giyerler. Beni senin aşkınla Muhammed ümmeti yap. Allah Allah! Yardım et sultanım. Aşkın ile döner gökler felekler Aşkın ile tesbih okur melekler Aşkın ile kabul olur dilekler Allah Allah meded eyle sultanım Gökler ve felekler senin aşkınla dönmektedirler. Melekler senin aşkınla tespih etmektedirler. Dilekler senin aşkınla kabul olur. Allah Allah! Yardım et sultanım. Aşkın ile eder zikir zâkirler 165 166 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Aşkın ile eder şükür şâkirler Aşkın ile eder sabır sâbirler Allah Allah meded eyle sultanım Seni ananlar senin aşkınla seni anmaktadırlar. Sana şükredenler senin aşkınla şükretmektedirler. Sabredenler senin aşkınla sabretmektedirler. Allah Allah! Yardım et sultanım. Aşkıyla eder gaziler cengini Aşkıyla vururlar nefse sengini Aşkıyla terk eder nâm u nengini Allah Allah meded eyle sultanım Gaziler cenklerini onun aşkıyla yaparlar. Nefislerine taşı onun aşkıyla vururular. Şan ve şöhreti onun aşkıyla terk ederler Allah Allah! Yardım et sultanım. Aşkında eyle hâdim Şemseddin’i Mamur eyle ya Aziz ya Gani Cümle ihsan eyle ver maksadını Allah Allah meded eyle sultanım Şemseddin’i senin aşkında hizmetçi yap. Aziz ve Gani olan Allahım! Onu şenlendir. Ona iyilikler ver, amacına ulaştır. Allah Allah! Yardım et sultanım. ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ Şemseddin Sivâsî ve Menâkıb-ı Çehâr-yâr-ı Güzîn Bağlamında Tarihçiliği Doç. Dr. ÜNAL KILIÇ CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ Giriş Öyle insanlar vardır ki yaşadıkları bölgeye, şehre ve mekâna adlarını verirler; kendilerinden sonra yaşadıkları mekânlar onların adlarıyla anılır. Mesela Hz. Peygamber’in hicretiyle beraber Yesrib (Medine) kenti Medinetü’n-Nebî ismiyle isimlendirilmiştir. Diğer tara an öyle şehirler de vardır ki bağrında barındırdığı pek çok insana kendi ismini verir, adeta mühür gibi ismini kazır yıllar boyu havasını soluyan suyunu yudumlayan sokaklarında gezen, kültür ve medeniyetine katkılar sağlayanlara. Böylece bazı insanlar çeşitli vesilelerle katkı sağladıkları şehirlerin nisbesiyle isimlendirilirler ve kendi isimlerinden ziyade nisbet olundukları şehrin ismiyle hatırlanıp yâd olunurlar. Anadolu’nun ortasında yer alan ve tarih boyunca pek çok medeniyete merkezlik yapan Sivas şehrinin de kendi ismini verdiği ve Sivâsî nisbesiyle 167 168 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER isimlendirilen çok sayıda değerli ilim ve irfan ehli vardır.1 Bunlardan birisi de Şemsüddin Ahmed b. Ebi’l-Berekât Muhammed b. Arif Hasan’dır. Doğum yeri itibarıyla Sivas’a hiç de uzak bir yer olmayan Tokat’ın Zile ilçesinde doğan ve bu sebeple de ez-Zîlî şeklinde bir künyeye de sahip olan Şemseddin Ahmed, uzun zaman boyunca Sivas’da bulunduğu ve ömrünün en verimli çağlarını bu şehirde pek çok güzel ve önemli faaliyetlerle geçirdiği için es-Sivâsî künyesiyle meşhur olmuştur.2 Diğer tara an Sivâsî, yetiştirdiği öğrenciler, geride bıraktığı ve her biri tasavvufi yönden hatırı sayılır mertebelere ulaşan halifeler, en önemlisi de pek çok sahada yazdığı birbirinden değerli eserlerle3 söz konusu şehre ismiyle katkı sağlamış, Sivas şehrinin bilinip tanınmasında önemli bir rol oynamıştır. Sivâsî’nin ilim ve irfan yönünden oldukça mümbit ve doyurucu bir çevrede doğup büyümesi, onun küçük yaşlardan itibaren düzenli bir eğitim görmesine yol açmıştır. 926/1520’de Zile’de doğan Şemseddin Ahmed, daha küçük yaşlarından itibaren dini-tasavvufi bir ortamda yetişmiş, öncelikle Zile’de babasından almaya başladığı eğitimini kendileri de ilmi bakımdan bölgenin önemli simalarından olan ağabeylerinin yanında sürdürmüştür. Babasının henüz yedi yaşlarındaki oğlu Şemseddin’i Amasya’daki şeyhine himmet için götürmesi onun hayatında adeta bir dönüm noktası olmuştur.4 Şeyhinin kendisine verdiği himmetin tesiriyle hayatının akışının değiştiğini düşünen Şemseddin Ahmed kısa sürede akli ve nakli ilimlerde ilerlemiş, bilahare İstanbul’a giderek ilmini ikmale çalışmış, burada temayüz edip belli rütbeleri elde e ikten sonra Sahn Medreselerinden birinde müderris olmuştur.5 İstanbul’da bulunduğu süre içerisinde özellikle medreselerde görev alan ilim adamlarının birbirleriyle ve hiyerarşi bakımından kendilerinden daha üst makamda bulunan Kazaskerle olan muamelelerindeki ta1 Nitekim bu sempozyum vesilesiyle Sivâsî nisbesiye meşhur olan alimleri tanıma imkanını elde edeceğiz. 2 Anadolu’da yetiştiği halde hakkında künye zikredilen nadir âlimlerden biridir. Bu künye meselesinden ötürü, ailenin “seyyidliği” ve Arap asıllı olma ihtimali ileri sürülmektedir. Ahmet Turan Arslan, Hallü’l-Mekâsıd Şerhü’l-Kavâid, İstanbul 1993 s.1. 3 Şemseddin-i Sivâsî’nin yetiştirdiği öğrenciler/halifeleri ve telif e iği eserler hakkında geniş bilgi için bkz., Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmânî, İstanbul 1311, III, 165; Hasan Aksoy, “Şemseddin Sivâsî, Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri”, Cumhuriyet ÜİFD (Sivaslı Din Bilginleri Özel Sayısı), IX, 72, ivas 2005, s.1-46; Hüseyin Akkaya, Osmanlı Türk Edebiyatında Süleyman Peygamber ve Şemseddin Sivâsî’nin Süleymaniyyesi, Harvard Üniversitesi, 1997; Fikret Mutlu, Şemseddin Sivâsî’nin Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Düşüncesi, CÜSBE (yayınlanmamış yüksek lisans tezi), Sivas 2005, 35-67; Cengiz Gündoğdu, Bir Türk Mutasavvıfı Abdülmecid Sivâsî, Ankara 2000, s.4857; Vehbi Cem Aşkun, Sivas Şairleri, Sivas 1948, s.11-12 4 Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333, I, 95 5 Gündoğdu, s.46. ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ vırlarını beğenmeyen Şems, samimiye en uzak olarak değerlendirdiği bu ortamı terk etmeye karar vermiş, görevinden istifade ederek önce Şam’a, sonrasında ise Hacca gitmiştir. Hac dönüşü memleketi Zile’ye gelen Şemseddin, buradan ayrılıncaya kadar talebe yetiştirmeye ve halkı irşad etmeye devam etmiştir.6 Şemseddin Ahmed sadece dinî ilimleri tahsil etmekle kalmamış, devrin önemli tasavvufi önderlerinin gözetiminde seyr ü sülûkunu tamamlamaya çalışmıştır. Zile’de bulunduğu dönemde vaaz verip öğrenci yetiştirmekle meşgul olan Şems, aynı zamanda önceden beri hasretini çektiği bir şeyhe mürid olma, ondan feyiz alma arzusunu gerçekleştirmek üzere Cumapazarı (Ezinepazarı)’na giderek babasının şeyhi Amasyalı Hacı Hızır’ın halifelerinden Muslihiddin Efendi’ye intisab etmiştir. Şeyhinin vefatına kadar tasavvufi merhalelerdeki ilerleyişini sürdüren Şems, şeyhinin vefatı üzerine tekrar yalnızlık ve inkisara düşmüştür.7 Şemseddin Efendi gönlünün derinliklerinde hisse iği yalnızlık ve inkisardan kurtulmak için kâmil bir şeyhe intisab etmesi gerektiği düşüncesiyle tekrar kendisine uygun bir şeyh arayışına yönelmiştir. Bu noktada onun döneminde Amasya’da bulunan iki şeyh olmasına rağmen onlardan hiçbirisine intisab etmediği dikkat çekmektedir. Zira kendisi âlim bir zat olmasına karşın söz konusu şeyhlerin ümmi olmaları, onun, bu şeyhlere intisabına mani olmuştur. Kendisine uygun bir şeyh arayışını sürdüren Sivâsî nihayet Tokat’a gelen ve irşad faaliyetlerinde bulunan Halveti büyüklerinden Abdülmecid Şirvânî’ye daha önce başından geçen bir işarete binaen gidip intisab etmiştir. Burada bulunduğu on bir yıllık süre içerisinde şeyhinin gözetiminde seyr ü sülûkunu tamamlamış, hilâfet alıp tekrar memleketi Zile’ye dönerek talibleri teslik ve irşada devam etmiştir. Diğer tara an Sivas valisi Koca Hasan Paşa (öl. 974/1566) Sivas’da yaptırdığı cami (Meydan Camii veya Yeni Camii) ve dergâh için (972/1564) uygun bir şeyh ve imam arayış içerisindeyken Şemseddin Ahmed’in şöhretini duymuş, bunun üzerine kendisini şeyhlik ve imamlık yapmak üzere Sivas’a davet etmiştir. Bu davet üzerine Şemseddin, ailesi ve müritleriyle birlikte Sivas’a gelmiş, vefatına kadar burada ilim ve irşad faaliyetlerini sürdürmüştür. 6 Abdülbaki Gölpınarlı, “Şemsiye”, İA, XI, 422 7 İbrahim Baz, Abdülehad Nûrî-i Sivâsî’nin Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri, Ankara ÜSBE (yayınlanmamış doktora tezi), Ankara 2004, s.95 169 170 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Şemseddin Efendi devr-i saltanatlarını müşahede e iği dört padişahtan başka döneminin ulema ve meşâyihinîn de takdir ve beğenisini kazanmış, çeşitli vesilelerle pek çok kesimin teveccühlerine mazhar olmuştur.8 Öyle ki III. Mehmed’in daveti üzerine Eğri Seferine katılmak üzere İstanbul’a gi iğinde9 kendisini padişahın isteği üzerine büyük velilerden Aziz Mahmud Hüdâyî hazretleri karşılamıştır.10 Sefer sonrası Padişahın ricasına rağmen Şemseddin irşad ve talim vazifesini devam e irmek üzere bu teklifi kabul etmeyerek tekrar Sivas’a dönmüş ve ölene kadar da söz konusu görevleri en güzel şekilde yapmaya çalışmıştır. Vefatı sonrasında gerçekleştirilen Cenaze merasimine o dönem için çok büyük bir kalabalık sayılabilecek bir miktarda cemaatin iştirak etmesi, Şemsinin yerine getirmeye çalıştığı ilim ve irşat hizmetleri ile insanların ne kadar beğenisini kazandığının bir göstergesi olmuştur.11 Güzel işler yapan bu güzel insan, vefatından sonraki dönemlerde de12 ha a günümüzde bile sevilmeye devam edilmiştir. Türbesi şehrimizde en fazla ziyaret edilen mekânlar arasında yer almıştır. Binlerce Müslüman onun şefaat ile sıkıntılarından kurtulup, arzularına kavuşabilmek için türbesi başında Cenab-ı Allah’a niyazda bulunmaktadırlar. Arapça ve Farsçayı o dillerde eser telif edecek derecede iyi bilen Şemseddin Sivâsî oldukça velûd bir müellif olup13, manzum ve mensur pek çok eser telif etmiştir.14 Eserleri daha ziyade tasavvufi muhtevalı olmakla birlikte tasavvuf dışında Arap ve Fars Dili, Fıkıh, ahlâk, tarih, tefsir vb. konularda da eserler telif etmiştir. Aslında onun çeşitli konularda kitaplar yazmış olmasına şaş- 8 Sivâsî’nin gerek Osmanlı padişahları nezdinde saygınlığı, gerekse Anadolu ve diğer bölgelerdeki şöhreti hususunda bkz., Hasan Aksoy, “Şemseddin Sivâsî, Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri”, Cumhuriyet ÜİFD (Sivaslı Din Bilginleri Özel Sayısı), IX72, Sivas 2005, s.10-11. 9 Bursalı Mehmed Tahir, I, 95; Mehmed Süreyya, III, 195. 10 Hasan Kamil Yılmaz, Aziz Mahmud Hüdayi ve Celvetiyye Tarikatı, İstanbul 1990, s.63. XVII. Yüzyıl’da devlet ricalinin tasavvufa dair yaklaşımları ve padişah-meşâyih, ulema-meşâyih ilişkileri ile meşâyihe sağlanan imkanlar konusunda ayrıntılı bilgi için bkz., Necdet Yılmaz, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, İstanbul 2001, s.53-249. 11 Hüseyin Akkaya, Osmanlı Türk Edebiyatında Süleyman Peygamber ve Şemseddin Sivâsî’nin Süleymaniyyesi, Harvard Üniversitesi, 1997, s.139. 12 Vefatından sonra çocukları ve tekke ile ilgilenen müritlerinden başka kardeşinden de devletin vergi almadığına dair bir bilgi, onun devlet nezdinde ne kadar önemsendiğini göstermesi bakımından oldukça dikkat çekici niteliktedir. Devletin sağlamış olduğu vergi muafiyeti hususunda bkz., Hasan Yüksel, “Sivas’ta Bir Şeyh Ailesinin Ortaya Çıkışı ve Vakıflar Üzerine Bir Deneme (Şeyh Şemseddin Ailesi)”, Revak, c.1, sy.1, Sivas 1990, s.41. 13 Sivâsî’nin otuzdan fazla eser telif e iği hususunda bkz., Bursalı Mehmed Tahir, I, 95; Gölpınarlı, “Şemsiye”, İA, XI, 423. 14 Gündoğdu, s.50. ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ mamak gerekiyor, zira tabiri caizse zülcenaheyn denilebilecek bir şekilde çi yönlü bir kişi olarak o, hem ilmi-edebi hem de tasavvufî sahada, yani zahirî ve bâtınî alanlarda eserler telif edebilecek bilgi ve birikime sahip bir kimsedir. Bu sebeple de her iki cihe e de kitaplar ve risaleler kaleme almış, gerek döneminde gerekse sonraki devirlerde telif e iği eserlerle adından sitayişle bahse irmeyi başarabilmiştir. Sahn Medreselerinden birisinde müderrislik yapabilecek kadar ilmi bakımdan yetkinliğe sahip olan Sivâsî, tasavvufla meşgul olduğu dönemlerde de ilmi faaliyetlerden kopmamış, bir yandan tekkesinde müritlerinin terbiyesiyle meşgul olurken diğer tara an da ilim öğrenmek üzere gelen öğrencilerine ilim öğretmiştir. Bununla birlikte eserlerine bakıldığında daha ziyade tasavvufî muhtevalı olduğu, müritlerini tasavvufî bakımdan yetiştirecek bilgilere sahip bulunduğu, ayrıca halkı irşad edecek tarzda yazıldığı söylenebilir. Bir camide imameti yanı sıra tekke şeyhliği yapan bir kimse olarak Sivâsî, avamı özellikle hedef kitle olarak alan bir kimse olarak avama hitab edecek muhteva ve yöntemlere sahip eserler telif etmiştir. Halk kitlelerinin kolay anlayacağı ve aklında muhafaza etmekte zorlanmayacağı anlatımları eserlerinde sıkça kullanmıştır. Çoğu ezberlenilen şiirleriyle, dilden dile anlatılan hikâyeler ve menkıbeleriyle vermek istediği mesajları halka aktarmaya çalışmış, böylece örgün eğitim alma fırsatını kaçıran insanların dini tasavvufi bakımdan eğitilmesinde önemli başarılar elde etmiştir. Avamı hedef kitle olarak aldığı eserlerinde özellikle sade ve samimi bir üslup ve dil kullanmış, bu sebeple de eserleri zorlanmadan okunmuş, dinlenilmiş ve elden ele nesilden nesile nakledilmiştir. Tekke edebiyatı bakımından da önemli eserler telif eden Sivâsî, pek çok konuyu şiirlerle anlatmaya çalışmış, şiiri ilmî- tasavvufî eğitimin vazgeçilmez bir aracı olarak kullanmıştır. Ezberlenilmesi daha kolay, okuyanı ve dinleyeni etkileme bakımından daha etkili olan şiirsel anlatımlar onun eserlerinin toplumda çok okunmasına yol açmıştır. Benzer şekilde eserlerinde İslâm büyüklerinin başlarından geçen ibretlik olaylar ve menkıbeler de Sivâsî tarafından ilmi ve edebi bir üslupla zikredilmiş, yüce şahsiyetlerin kıssaları anlatılarak hisseler çıkartılmaya çalışılmıştır. I-Menâkıb-ı Çehâr-yâr-ı Güzîn’in Yöntem Bakımından Değerlendirilmesi Sivâsî’nin bu eseri hacim, muhteva ve üslup bakımından müellifimizin tarihi olaylarla ilgili bakış açısı ve yöntemi hakkında bizler için yeterli fikirler verebilecek karaktere sahiptir. Bu sebeple de bu eserinden hareketle Sivâsî’nin tarihle ilgili yöntemini ortaya koymaya çalışacağız. 171 172 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Eser dil olarak oldukça sade bir şekilde yazılmıştır. Yer yer Arapça ve farsça kelime ve kavramlara yer verilmişse de anlaşılması zor olmayan bir kitaptır. Zaman zaman şiirlere yer verilen eserde sık sık ayet ve hadis-i şeriflerle konu işlenmeye çalışılmıştır. İslâm tarihi kaynakları arasında Kur’ân-ı Kerim’in önemli bir yeri vardır. Özellikle İslâm’ın doğup gelişmeye başladığı dönemle ilgili olarak, gerek Hz. Peygamber gerekse sahâbîler hakkında nazil olan pek çok ayet-i kerimede bilgiler bulunmaktadır. Tefsir kaynaklarından özellikle meşhur müfessirlerden Zemahşerî, Beydâvî, Râzî, Nesefî gibi kendi döneminde de çok okunan ve bilinen eserlerden alıntılarda bulunmuş, ilgili ayetlerin özellikle sebeb-i nüzûlu hususunda bu tefsirlere işaret etmiştir. Sivâsî, hadisler söz konusu olduğunda Begâvî (ö. 516/1122)’nin15 hadise dair eserine16 müracaat e iği gibi ayetlerle ilgili izahlar hususunda da aynı müellifin tefsire dair yazmış olduğu Meâlimü’t-Tenzil17 isimli eserine sıkça başvurmuştur. Müellif menkıbeleri zikrederken ayetlere çokça yer verdiği gibi bu ayetlerle ilgili tefsir kitaplarından da iktibaslarda bulunmaktadır. Böylece Hz. Peygamber ve sahâbeyi anlatırken Kur’ân’ı en önemli kaynak olarak ele almakta, Asr-ı Saadet olaylarına Kur’ân perspektifinden istifade ederek yaklaşmaktadır. Hadis-i şerifler de İslâm tarihinin en önemli kaynakları arasındadırlar. Hz. Peygamber’in söz, fiil ve takrirlerinden oluşan Hadis-i şeriflerde gerek peygamberimiz gerekse sahâbîlere dair ha a bunlara karşı iyi hisler içerisinde olan veya olmayanlarla ilgili pek çok bilgiler bulunmaktadır. Muhaddisler tarafından titiz çalışmalar sonucu çeşitli kriterlere tabi tutularak oluşturulan hadis literatürlerinde İslâm tarihine dair en sahih bilgilere ulaşmak mümkündür. Bir başka ifadeyle sahih tarihi verilere ulaşmak hususunda endişeleri olanlar gibi müellifimiz de Sahâbeyle ilgili bilgiler verirken Hadis-i şeriflere sık sık müracaat etmiştir. Eserde, Hadis-i şeriflerin sened zinciri devrin bir yöntemi olarak tam verilmemiş, genellikle ilk râvîsinin ismi zikredilmekle yetinilmiştir.18 Ba15 Kur’ân ve Sünet kültürünün yaygınlaşmasına gayret ederek Müslümanları bu iki kaynağa çağıran, bu sebeple de kendisine “Muhyissünne” ve “Rünnüddin” lakapları verilen muhaddis, müfessir ve Şâfiî fakihidir. Mevlüt Güngör, “Beğâvî, Ferrâ”, DİA, V, 340. 16 Güvenilir hadis kaynaklarından senedlerini çıkararak seçtiği hadislerden oluşan ve 4719 hadisi muhtevi olup üzerinde otuzdan fazla şerh çalışması yapılmış olan Mesâbihu’s-Sünne isimli eserdir. Güngör, “Beğâvî, Ferrâ”, DİA, V, 340; İsmail Lütfi Çakan, Hadis Edebiyatı, İstanbul 1989, s.152-153. 17 Beğâvî’nin ayetleri hadislerle, sahâbe ve tabiîn müfessirlerinin ve daha sonraki âlimlerin görüşleriyle açıkladığı tefsire dair eseridir. Güngör, “Beğâvî, Ferrâ”, DİA, V, 340-341. 18 Sivâsî eserinde zikre iği hadisleri genellikle Beğâvî’nin “Mesabih” isimli eserinden almıştır. Dola- ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ zen de râvî ismi ve hangi kaynakta geçtiğine hiç değinilmeden doğrudan hadis-i şerif nakledilmiştir. Hadis-i şeriflerin râvîsinden başka bazen de hangi hadis kaynağında zikredildiği söylenmiştir. Sivâsî eserine almış olduğu hadisleri, hadis usulü açısından ele almamakta, hadisin sahihlik derecesine açıklık getirmemekte ve çoğu kere kaynağını belirtmemektedir.19 Özellikle geniş halk kitlelerine hitab eder tarzda kaleme alınan ve tasavvufî perspekti en olaylara yaklaşan20 bir tarzda yazılan bu eser, bir fıkıh veya akaid-kelam kitabı değildir. Daha ziyade ahlâki- manevi güzelliklerin benimsetilmesine yönelik bir eserdir. Dolayısıyla da eserde hadislerle ilgili teknik hususlardan, sıhhat derecesinden ve râvîlerinden ziyade verilmek istenilen mesaj üzerinde durulmuştur. Sahâbenin sevdirilmesi, onlara karşı kin ve düşmanlık besleyenlerin bundan korkutularak vaz geçirilmesi için secili sözler, menkıbeler, hikâyeler, darb-ı meseller yanında hadislere de yer verilerek söylenilen sözlerin tesirleri artırılmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla verilmek istenilen mesajın benimsetilmesi için terğib ve terhib hadisleri diyebileceğimiz ve aslında pek çoğu sıhhat bakımından sahih hadis kategorisine girmeyen pek çok hadise sık sık yer verilmiştir. Zaten okuyucu kitlesinin büyük bir bölümünün de kitapta nakledilen hadislerle ilgili teknik bilgiden ziyade verilmek istenilen mesaja odaklandığı da söz konusu olduğu için bunda yadırganılacak bir durum da görülmemiştir.21 Sahih hadislerin hangi kaynaktan alındığı belirtilmekle birlikte diğer hadislerin kaynağı zikredilmemiş, onun yerine senet zincirinin ilk halkasında bulunan râvînin ismi verilmiş, bazen de bir rivayete göre, sahih bir rivayete göre itimatlı kimseler Rasûlüllah’ın şöyle buyurduğunu ifade ettiler gibi ifadelerle hadis-i şerifler zikredilmiştir. Hadis kaynaklarından özellikle Buhârî ile Müslim’in “Sahih” isimli eserlerinden istifade edilmiş, özellikle bu iki eserde yer alan hadisleri derc etmiş olan İmam-ı Begavî’nin (öl.1126) “Mesâbihu’s-Sünne” veya “Mişkât” yısıyla Begâvî’nin hadisteki yöntemini kendisi de uygulamıştır. Beğâvî, hadis metinleri üzerinde daha fazla durulmasını sağlamak için senedsiz hadis nakil geleneğini başlatmış, sahâbeden olan râvî zikredilmekle yetinilmiştir. Güngör, “Beğâvî, Ferrâ”, DİA, V, 340. Esasen hadislerin senedsiz zikredilmesi Sufilerin genelinde görülen bir uygulamadır. Bkz., Yıldırım, s.34-35 Dolayısıyla Sivâsî de aynı gelenekten gelen birisi olarak söz konusu uygulamayı benimsemiş olmalıdır. 19 Yusuf Yıldırım, Şemseddin Sivâsî ve Nakdu’l-Hatır Adlı Eserinin Tahkiki (yayınlanmamış yüksek lisans tezi), Erciyes ÜSBE., Kayseri 1995, s.74. 20 Akkaya, s.132. 21 Tasavvuf ehlinin hadis-i şeriflerin sıhhati hususundaki genel yaklaşımı konusunda geniş bir değerlendirme için bkz., Yıldırım, s.14-15. 173 174 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER da denen “Mişkâtü’l-Mesâbih” adlı eserinden referanslar verilmiştir.22 Osmanlı medreselerinde Hadis alanındaki temel öğretim kitaplarından olan bu eserde Buhârî ve Müslim’den alınmış 4719 hadis bulunmaktaydı. Mişkât dışında diğer hadis kaynaklarından da nakillere rastlanılmaktadır. Sivâsî’nin kaynakları arısında tasavvufi eserler de yoğun olarak kullanılmaktadır. Kendisi de bir tasavvuf erbabı olan Sivâsî, özellikle tasavvufi düşüncenin yaygınlaştığı, gerek ehl-i sûfiyye gerekse halk arasında tasavvufi düşüncenin rağbet gördüğü bir dönemde, ulema ve idarecilerin de tasavvufa meyle iği bir ortamda23 konuşmalarında olduğu kadar eserlerinde de Sûfîler tarafından yazılmış olan eserlerden bolca istifade etmiştir. Ebü’lLeys es-Semerkandî’nin Tenbîhü’l-Ğâfilîn, Şeyh Gulâbadî’nin Taarruf’isimli eserlerinden başka tasavvufi muhtevalarıyla meşhur olan Sefînetü’l-Evliya ve Ravzatü’l-Üdebâ isimli eserlerden de referans göstermektedir. Yukarıdaki bilgiler ışığında şunu söyleyebiliriz ki Sivâsî çok yönlü bir İslâm âlimi olarak hem tasavvufi karakterli eserlerden hem de dini ilimlerin diğer dallarında yazılan eserlerden ziyadesiyle istifade ederek sahâbîlerle ilgili eserini telif etmiştir. II-Menâkıb-ı Çehâr-yâr-ı Güzîn’in Muhteva Bakımdan Değerlendirilmesi Menâkıb-ı Çehâr-yâr-ı Güzîn, Sivâsî’nin İslâm Tarihi bilgisini ve birikimini yansıtan, asırlar boyunca İslâm dünyasında beğeniyle okunulan ve çeşitli meclislerde müzakere edilen ve beğeniyle dinlenilen eseridir. Menakibü’l-Hulefâ24, Riyâzu’l-Hulefî’r-Râşidîn25 adlarıyla da bilinen bu eser, 8 Cemaziyelevvel 989 (10 Temmuz 1581)’de26 tamamlanmıştır. Toplam on iki babdan oluşan kitapta başta dört halife olmak üzere aşere-i mübeşşere, ehl-i beyt ve diğer sahâbîlerin menkıbelerine yer verilmiş22 Söz konusu eserden ne kadar sıklıkla alıntılar yapıldığının anlaşılması bakımından mesela bkz., Sivâsî, s. 21, 32, 33, 34, 35, 39, 100, 101, 105, 106, 107137, 143, 176 vd. 23 Sivâsî’nin de yaşadığı dönem olan XVI. ve XVII. Yüzyıl Osmanlı toplumunda tekke ile medresenin sıkı ilişkiler içerisine girdiği, bir medresede müderrislik yapan bir şahsın aynı zamanda bir tarikata mensup olduğu ha a bazen de şeyh olarak faaliye e bulunduğu olağan bir durumdu. Nitekim devlet yöneticileri de başta padişahlar olmak üzere tarikatlarla iyi ilişkiler içerisinde olmuşlar, çeşitli tarikatlara intisab ederek tasavvufi bakımdan bir şeyhin yönetiminde ders görmüşlerdir. (Sivâsî’nin yaşadığı dönemde devlet ricali ve ehl-i tasavvuf ilişkileri hakkında geniş bilgi için bkz., Yılmaz, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, s.53-249). Bu anlamda Sivas valisinin inşa e irdiği cami ve tekke için Şemseddin Sivâsî’yi görevlendiriş olması da dikkat çekicidir. 24 Katib Çelebî, Keşfü’z-Zünûn, II, 184. 25 Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-Ârifîn, I, 150. 26 Söz konusu eserin müellif ha ıyla yazılan bir nüshasının hatime kısmında düşülen tarih 989/1581 şeklindedir. Bkz., Kahire/Mısır. ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ tir. Kitabın isminden sadece dört halife ile ilgili menkıbelere değinildiği akla gelmekle birlikte aşere-i mübeşşerenin diğer fertleri, ehl-i beyt mensuplarından özellikle Hz. Fatıma ve Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’in ibretli hikâyelerine27 yer verildiği gibi diğer bazı sahâbîlerle ilgili de menkıbelere28 işaret olunmuştur. Aynı şekilde Hz Peygamberin ümmetinin fazileti hususunda da pek çok menkıbeye işaret olunmuştur.29 Böylece sahâbîlerin sadece ehl-i bey en veya dört halifeden ibaretmiş gibi telakki edilmesine engel olunmak istenilmiştir. İsmi ön plana çıksın veya çımasın, hepsinin Müslümanlar nezdinde öneme haiz oldukları, ibretli hikâyelerinin bilinerek gerekli derslerin çıkartılması, gerek Hz. Muhammed gerekse onun her biri çeşitli yönlerden faziletli sahâbîlerinin yolunu takip ederek İslâm’ı yaşayan Müslümanların da öyle sıradan topluluklardan farklı olarak faziletli bir ümmet olduğu vurgulanmak istenmiştir. Bu eser Şemsî tarafından telif edilenler içerisinde en hacimli olanıdır.30 Dili ve üslubu kadar muhtevası ve olaylara yaklaşımı bakımından da Osmanlı toplumunda çok beğenilen bu kitap, müstensihler tarafından defalarca yazıldığı31 gibi sonraki dönemlerde de pek çok kere basımı gerçekleştirilmiştir. Müellif kitabın mukaddimesi niteliğindeki ilk sayfada eserin hangi gerekçeyle yazıldığını şu ifadelerle ifade etmektedir: “Muhammed Aleyhisselam’ın dinine, şeriatına gönül veren, bağlanan, onun sünneti üzerine bulunmayı içten dileyen din kardeşlerim ve yakın dostlarım iyi bilirler ki, bu zamanda kalemlerin yazdıklarının en önemlisi, bilginlerin öğrendiklerinin en mükemmel olanı, Hulefâ-yi Râşidîn’in güzel menkıbelerini açıklamak ve din imamlarının üstün makamlarını beyan etmektir. Ta ki dostların kalpleri safa bulup gözleri aydın olsun. Düşmanların da kalpleri cefa dolup gözlerine diken batmış gibi eza gelsin. İşte günahkâr kul, Şeyh Şemseddin Sivâsî diledi ki, o din sarayının mimarlarının, yakınlık meydanında önde gidenlerin fazilet deryalarından, susamış âşıkların dudaklarına bir damla sunsun...”32 27 28 29 30 31 Sivâsî, s.500-516. Sivâsî, s.517-524. Sivâsî, s.524-550. Kâtib Celebi, II, 184; Bursalı Mehmet Tahir, I, 95. 989/1581, Kahire Kütüphanesi, 337 vr. (Müllif Ha ı); 1082/1671, Kahire Kütüphanesi, 554 vr; 1207/1792, Kahire Kütüphanesi, 132 vr.; 1225/1810, Milli Kütüphane, 213 vr; 1205/1790, Topkapı Sarayı Müzesi, 479 vr; 1166/1753, Topkapı Sarayı Müzesi, 114 vr; 1142/1730, Topkapı Sarayı Müzesi, 219 vr; 1086/1675, Murat Molla Kütüphanesi, 48 vr; 1258/1842, Milli Kütüphane, 312 vr; 1113/1700, Kastamonu İl Halk Kütüphanesi, 79 vr; 1051/1640, Kastamonu İl Halk Kütüphanesi, 156-47a. Süleymaniye Kütüphanesi yazma eserler kataloğu taranarak oluşturulan liste için bkz., h ps://www.yazmalar.gov.tr/detayli_arama.php. 32 Sivâsî, s.1. 175 176 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Sivâsî mukaddimedeki belir iği esaslara eserinin son sayfasına kadar riayet etmiştir. Hz. Peygamber’e ellerinden geldiği kadar yardım eden, onun uğrunda canla başla mücadele eden, ondan öğrendiklerini sonraki kuşaklara aktarmada önemli bir fonksiyon ircaa eden sahâbîlerin faziletlerine dair pek çok bilgi verilmiştir. Zaten Sivâsî’ye göre “Hulefâ-yi Râşidîn’in sevilmesi dinin gereğidir, zira bu insanlar peygamberlik binasının temelidirler.”33 Sahâbeyi sevmemenin ise hem dünyada hem de ahre e hüsrana sebep olacağı şu şiirsel ifadelerle vurgulanmıştır: “Şu beş günlük dünya hayatında, dört sahâbeyi sevmeyen Altıncı gün olan ahre e dert ve azaptan kurtulamaz.”34 Sivâsî’nin başta dört halife olmak üzere tüm sahâbîlerin sevilmesi gerektiği, onlara buğz etmenin ise mahrumiyet ve azaba yol açacağı şeklindeki düşüncesi tüm eserde sık sık ifade edilmektedir. Müellif kendisinin de mezhep ve meşrep olarak benimsediği çizgi olan ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in sahâbeyle ilgili düşüncesini benimsemiş ve bu düşünceyi başkalarına da benimsetebilmeyi bir görev telakki ederek eserinde sık sık sahâbeyi sevmenin gerekliliği, onlara karşı düşmanlık beslemenin ne kadar kötü sonuçlara vesile olabileceği üzerinde durmuştur.35 Ehl-i sünnetin sahâbîlerin derecelendirilmesi hususundaki yaklaşımı36 da Sivâsî tarafından kabullenilmiştir. Buna göre sahâbîlerin en faziletlisi Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’dir.37 Yani ilk dört halife fazilet konusunda diğer sahâbîlerden öndedirler. Onları Aşere-i mübeşşere’nin diğer mensupları takip etmişlerdir. Sonrasında ise sahâbîler her biri değişik yönleriyle türlü türlü faziletlere nail olmuşlardır.38 Bu yaklaşım, aslında tüm ehl-i sünnet mensuplarınca benimsenmiş ve Sünni akidenin bir gereği olarak kabul edilmiştir. Özellikle Şiî propagandistler ile Anadolu’da on beş ve on altıncı asırda yoğunlaşan Anadolu Alevilerince ilk üç halifeye karşı takınılan menfi 33 34 35 36 Sivâsî, s.1. Sivâsî, s.1. Sivâsî, s.214, 216 Sahîbîlerin fazilet bakımından derecelendirilmesinde daha ziyade kabul gören tasnif, Hâkim en-Nişabûrî tarafından yapılan tasni ir. Geniş bilgi için bkz., Hâkim en-Nişâbûrî, Ma’rifetü Ulûmi’l-Hadîs, nşr., Seyyid Muazzam Hüseyin, Medine 1397/1977, s.22-24; İyâde Eyyûb elKubeysî, Sahâbetü Rasûlillah fi’l-Kitâb ve’s-Sünne, Dımaşk, 1407/1986, s.245-251. 37 Sivâsî, s.6. 38 Nitekim bu düşünceyi benimsemiş olan Sivâsî eserini de söz konusu sıralamayı esas alarak yazmıştır. Yani önce Hulefâ-yi Râşidîn, onlardan sonra aşere-i mübeşşerenin diğer mensupları, ehl-i beyt ve diğer sahâbîlerle ilgili menkıbelere yer verilmiştir. ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ tutum ve anlayışa karşılık Hz. Ali’nin üstünlüğüne dair var olan düşünceler ve propaganda faaliyetleri söz konusudur. İşte böylesi bir ortamda Sivâsî elinden geldiğince hem Sünni düşüncenin fikirlerini savunmak hem de Şiî anlayışla mücadele edebilmek için gayret sarf etmiştir. Yazdığı eserlerle bunu fikir bazında gerçekleştirmeye çalışmıştır. Nitekim Çehâryâr-ı Güzîn’de bunun izlerini görmek mümkündür. Özellikle Râfızîlerin Hz. Ali ve ehl-i beytin diğer üyeleri dışındaki sahâbîlerle ilgili düşüncelerinin İslâmi anlayış bakımından ne kadar yanlış olduğu, oysa sahâbeyi sevmenin dinin bir gereği olduğu üzerinde ayrıntılı bir şekilde durularak Râfizîlere karşı çıkılarak Sünni Müslümanların sahâbeye olan sevgilerini korumalarının önemi üzerinde durulmuştur. Sahâbeyi sevmek konusu bir emri vaki ile topluma benimse irilmek yerine gerekçeli bir şekilde ikna yoluyla anlatılmaya çalışılmıştır. Sahâbîlerin İslâmiyet uğrundaki fedakârlıkları, maruz kaldıkları çeşitli işkencelere ve azaplara rağmen dinde sebat etmeleri, en zor ve sıkıntılı anlarında bile Hz. Peygambere mallarıyla, canlarıyla, çoluk çocuklarıyla nasıl yardımcı oldukları, böylelikle hem Cenab-ı Allah’ın hem de Hz. Peygamber’in sevgisini, rızasını ve takdirini elde e ikleri, dolayısıyla da bütün inananlar nezdinde çok üstün mertebelere ulaştıkları ifade edilmektedir. Sahâbîliğin rast gele elde edilmiş, tesadüfen ulaşılmış bir makam olmadığı, çekilen sıkıntılar, verilen imtihanlarla söz konusu olduğu üzerinde durulmuştur. Böylece sonraki asırlarda yaşayan Müslümanların onlara karşı minnet borçlarının olduğu, güzel bir şekilde yaşayan sahâbe neslinin hem Allah’ın hem de Rasûlüllah’ın takdirini kazanacak şekilde yaşadıktan sonra İslâm mirasını kendilerinden sonraki nesillere eksiksiz, hilesiz bir şekilde aktarmak için azami derecede gayret ederek ahrete irtihallerinden sonra model ve örnek olarak kabul edilmesi vurgulanmıştır. Diğer tara an sahâbîlerin derecelendirilmesiyle ilgili olarak da bütün sahâbîlerin diğer inananlardan üstün olduğu peşin bir kabulle ifade edilmiş39, sonrasında ise sahâbîlerin kendi içerisinde bir derecelendirilmesinden bahsedilmiştir. Buna göre sahâbîlerin derecelendirilmesinde onların haya a iken İslâmiyet uğrunda gerçekleştirdikleri fedakârlıklar neticesinde haklarında nazil olan ayet-i kerimeler, varit olan hadis-i şerifler ve bunlardan hareketle İslâm toplumunun bakış açısı etkili olmuştur, yoksa bir grubun kendi sübjektif düşüncelerine göre tasnifi değil. İşte yukarıdaki mülahazalarla Sivâsî özellikle dört halifenin faziletleri hususunda menkıbeler zikrederken onların İslâmiyet bakımından ne tür 39 Sivâsî, s.517-519 177 178 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER önemli fedakârlıklarda bulundukları üzerinde ayrıntılı bir şekilde durmuş, onlara izafe edilen faziletli olma durumunun nereden kaynaklandığını ifade etmeye çalışmıştır. Bu doğrultuda olmak üzere Hz. Ebû Bekir’in ilk Müslümanlardan oluşu, dindeki sebatı, pek çok kişinin hidayetine vesile oluşu, maddi bakımdan sıkıntı içerisinde bulunan Müslümanların yardımına koşması, elinde avucunda ne varsa Allah için infak etmesi, ilmî kudreti, Hz. Peygamber’in en samimi arkadaşı ve kayınpederi oluşu, hicret anında yanında yer alarak ikinin ikincisi şeklinde Kur’ân’da kendisinden bahse irmesi, halifeliği esnasında gerçekleştirdiği ve İslâm’ın geleceği açısından son derece önemli olan icraatları, mürtetlere karşı dik duruşu, fetihlerde bulunmuş olması, Kur’ân-ı cem etmiş olması vb. faaliyetlere yer verilmiştir. 40 Hz. Ömer’le ilgili olarak ise her daim Hz. Peygamberle birlikte bulunması, bütün gazvelerde yer alması, ilk Müslümanlardan olması, İslâmiyet’in doğduğu günlerde cesaretiyle Müslümanlara psikolojik destek sağlaması, Hz. Peygamber’in en yakın arkadaşlarından olması, Peygamber’in eşlerinden birisinin babası olması, ileri sürdüğü pek çok görüşün nazil olan ayetlerle uygunluk arz etmesi, Ebû Bekir döneminde halifenin yanında yer alarak ona sürekli destek olması, kendisinin halifeliği esnasında gerçekleştirdiği ve her biri İslâm kültür ve medeniyeti bakımından son derece önemli olan icraatları vb. gibi hususlar hakkında bilgiler verilmiştir.41 Hz. Osman’la ilgili olarak ise Hz. Peygamberle nesebinin birleştiği yani onunla aynı soydan geldiği, ilk Müslümanlardan olduğu, özellikle servetiyle en sıkıntılı günlerinde Hz. Peygamber ve diğer Müslümanların imdadına koştuğu, Hz. Peygamber’in iki kızıyla evlilik yaptığı, hayâsıyla tüm Müslümanların takdirini kazandığı, Kur’ân-ı cem e irdiği vb. gibi hususlar üzerinde duruluyor.42 Hz. Osman’ı eleştirenlerin gerekçeleri karşısında zikre iği delillerle onu savunmaya çalışan müellif, Tebuk Gazvesi esnasındaki fedakârlığı sebebiyle Hz. Peygamber’in onun hakkındaki “Bundan sonra Osman’ın yaptıkları, Osman’a zarar vermez” hadis-i şerifi43 ile onun hakkında nazil olan pek çok ayeti kerime ve varid olan hadis-i şerife yer vermektedir.44 Hz. Ali ile ilgili olarak ise henüz çok küçük yaşta iken ilk Müslümanlar arasında yer alması, Hz. Peygamber’in evinde, onun gözetiminde bü40 41 42 43 44 Sivâsî s.5-71. Sivâsî, s.130-157. Sivâsî,s.193-215. Sivâsî, s.191-192. Sivâsî, 217-215. ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ yümesi, gazve ve seriyyelerdeki yiğitliği, hicret gecesi Hz. Peygamber’in yatağına korkusuzca yatması, muahât esnasında Hz. Peygamber’in onu kendisine kardeş kılması, ilmi birikimi ve cömertliği, hitabe eki mahareti, Hz. Peygamber ailesi içerisinde (ehl-i beyt) yer alması, kızının kocası olması vb. gibi hususlar üzerinde duruluyor.45 Hz. Ali hakkında nazil olan ayet ve Peygamberimizden Hz. Ali ile ilgili varit olan hadis-i şeriflere ayrıntılı bir şekilde yer veriliyor.46 Hz. Ali’nin fazileti babında olduğu söylenilen ayet ve hadislerin bazı Rafızî gruplar tarafından onun imametine bir delil olduğu hususundaki iddiaları da Sivâsî tarafından özellikle tefsir ve hadis şerhleri kitaplarında bulunan bilgilerden hareketle çürütülmeye çalışılmaktadır. 47 Dört halifenin fazileti ve hilafetlerinin meşruiyeti hususunda ehl-i sünnetin genel çizgisini benimseyen Sivâsî, dört halifeden her birisi için Kur’ân ve sünne en deliller getirmeye çalışmıştır. Özellikle onlar hakkında olduğunu söylediği ayet ve hadislere bolca yer vererek her birisinin faziletine işaret etmektedir. İmametle ilgili halkta oluşabilecek tereddütlere ve yanlış anlaşılmalara karşı ehl-i sünnetin dört halifeyle ilgili duruşunu ifade etmekten çekinmemiştir. Bu noktada menkıbelerden bolca istifade ederek özellikle avam kesiminin yanlış fikri akımlara meyletmesini engellemeye çalışmıştır. Sahâbenin faziletine dair pek çok menkıbe anlatarak onları sevmenin Müslüman olmanın bir gereği olduğu üzerinde ısrarla durmuştur. Bu noktada menkıbeleri anlatırken yer verdiği ve sahâbenin faziletine işaret eden bazı hadislerin zayıf nitelikte olmasını da fazla önemsememiştir. İlk planda müridanın veya kendilerine itibar eden halkın hassas dini konularda eğitilmeleri ve ikna edilmelerini önemseyen Sivâsî de diğer Sûfî geleneği takip eden pek çok mutasavvıf gibi zaman zaman özellikle bu eserinde zayıf hadisleri kullanarak insanları doğru yöne kanalize etmeye çalışmıştır. Sivâsî’nin menkıbe geleneğini sıkça kullanmadaki asıl maksadı, Kur’ân ve sünnete uygun olduğunu düşündüğü inançları, halkın daha rahat ve çabuk anlayabileceği ve büyük bir heyecan ve arzuyla uygulamaya geçebilmelerine katkı sağlayabileceği tarzda aktarmaktır. Örneğin Gazâlî, İhyâ adlı meşhur eserinde zayıf hadisleri kullanmakla tenkit edilmektedir. Hâlbuki o, hadis konusunda kritik yapabilecek, onların sahihini zayıfından ayırt edebilecek yeterlikte bir âlimdir. Bununla birlikte o, yukarıda belir iğimiz türden bir eğitim ve öğretim geleneğini benimsediği için, hedeflerine ulaşmada faydalı gördüğü her türlü hadis45 Sivâsî, s.276-350. 46 Ayet-i Kerimeler ve Hadis-i Şerifler için bkz., Sivâsî, s. 291-304. 47 Sivâsî, s.279, 280 179 180 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER ten ve menkıbeden yararlanma yoluna gitmiştir.48 Bununla birlikte şunu da söylemek gerekir ki, Sivâsî zaman zaman zayıf denilebilecek hadislerin yer aldığı menkıbelere yer vermekle birlikte çoğunlukla sahih karakterli hadisleri zikretmiş, özellikle Buhâri ve Müslim’in sahih adlı eserlerinde geçen hadislerin derc edildiği Mesâbih adlı eserden sık sık alıntılarda bulunmuştur. Ha a menkıbelerde kullandığı pek çok hadisin kaynağını, kim tarafından rivayet edildiğini ve sahih olduğunu da kaydetmiştir. Dört halifenin fazilet sıralamasıyla ilgili olarak ehl-i sünnetinin sıralamasını esas almakla birlikte özellikle Hz. Osman ile Hz. Ali arasında bazı fırkalar tarafından farklı şekillerde benimsenen sıralamasına dair var olan ihtilafa da değinmekten çekinmemiş49, buna mukabil bu husustaki kendi düşüncesini gerekçeli bir şekilde ortaya koymuştur. İlk üç halifenin ne kadar faziletli olduğuna dair rivayet edilen pek çok hadisi bizzat Hz. Ali tarafından rivayet edilen hadislerle vermeye çalışmıştır.50 Böylece aslında dört seçkin sahâbînin aralarında, öyle sonraki zamanlarda birileri tarafından iddia edildiği gibi kin, nefret ve husumetin olmadığını, birbirlerini gâsıplıkla ve haksızlıkla itham edip kendilerini diğerlerinden daha üstün olarak görmedikleri vurgulanmak istenmiştir. Bu dört seçkin sahâbînin birbirlerinin haklarını teslim e iklerini, yekdiğerlerinin fazileti hususunda Hz. Peygamber’den vârid olan hadisleri nakle ikleri ve bunun da ötesinde birbirleri hakkında onura edici ifadelerde bulunduklarına sık sık değinilmektedir. Böylece Sivâsî, bu sahâbîlerin aralarında düşmanlığın olmadığını, onların aralarında ciddi ayrılıklara yol açabilecek ihtilafların söz konusu olmadığına işaret ederek onlardan sonra yaşayan Müslümanların bu insanlardan hareketle ihtilafa düşmemelerinin gerekliliği üzerinde durmuştur. Zira pek çok fırka ve mezhebin oluşumunda ve Müslümanların derin ayrılıkla düşmelerinde dört halife ve diğer sahâbîlerin birbirleriyle ilişkilerinin gerekçe gösterilmesi söz konusu olmuştur. Bu noktada şunu da ifade etmek gerekir ki, Şiî propagandistlerin etkisiyle Anadolu’da yayılmaya başlayan Şiîlik ve Aleviliğin Hz. Ali’ye bakış açısını peşinen reddederek51 onların bu inanışlarını yok farz etmek yerine Sivâsî’nin bu eserinde gerek Şiîlerin gerekse Alevilerin de benimseyip kabul 48 Metin Özdemir, “Şemseddin Sivâsî’nin İtikadi Görüşlerinin Değerlendirilmesi”, Osmanlılar Döneminde Sivas Sempozyumu Bildirileri, 21-25 Mayıs 2007, s.93. Gazalî’nin İhyasındaki hadislerin sıhhat derecesiyle ilgili geniş bir değerlendirme için bkz., Ahmet Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Temel Dayanakları, Ankara 2000, s.59, 62-63. 49 Sivâsî, s.6. 50 Örnek olarak bkz., Sivâsî, s.6, 58-59, 60, 89, 132, 153, 157, 185, 186, 239 vd. 51 Sivâsî, s.278, 280. ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ edebileceği tarzda menkıbelere ve rivayetlere yer vermiştir. Hz. Ali’nin de Peygamberimizin diğer üç dostu gibi cennet ehlinden olduğu, çeşitli hizmetleri ve özellikleriyle sahâbenin en faziletlileri arısında öyle gerilerde değil ilk dört arasında bulunduğuna dair pek çok menkıbeye ve rivayetlere yer vererek adeta bu kesimin gönlüne hitab etmeye çalışmıştır. Öyle ki dört halifeyle ilgili menkıbelere yer verdiği eserinde en fazla menkıbe Hz. Ali hakkında zikredilmiştir.52 Ayrıca Hz. Ali’den başka ehl-i beytin diğer mensupları için de pek çok sayıda menkıbeye yer verilerek Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hüseyin’in Müslümanlar için ne kadar önemli insanlar oldukları, kısacası ehl-i önemi ve faziletine dair tespitlerde bulunulmuştur. Böylece aslında ehl-i beytin Şiîlerle Sünnîlerin müşterek paydası53 olabileceği, bu kesimin her iki grup açısından da önemli olduğu, bunları sevmenin Müslüman olmanın bir gereği olduğu, bunlar hakkında kötü söz söylemenin kişiyi dinden çıkartabilecek sonuçlara götürebileceği vurgulanılmaya çalışılmıştır. Hz. Ali ile ilgili olarak yanlış kanaa e olanların akıbetlerinin hiç de iyi olmayacağı bizzat Hz. Ali’nin ifadeleriyle vurgulanmaya çalışılır: İnsanların çoğu benim yüzümden cehenneme giderler. Mesela beni severler ve sahâbenin bazısına buğz ederler. Yine bazı kimseler bana buğz edip ashab-ı kiramı severler. İşte bu iki sınıf insanlar cehenneme giderler.” Bu rivayetin sonrasında Hz. Ali ile ilgili bir başka yanlış kanaat, yine bizzat onun dilinden şu şekilde düzeltilmeye çalışılır: “Ben peygamber değilim, bana vahiy gelmez, ancak gücüm ye iği kadar Kuranı Kerim ile amel ederim....”54 Sivâsî’nin kullandığı menkıbe üslubunda zaman zaman aşırıya kaçtığı, İslâmî bakımdan doğruluğu söz konusu olamayacak kimi menkıbelerle sahâbîlerin faziletlerine işaret olunmaya, onları sevmenin gerekliliğine, buğz etmenin ne türlü sakıncalarının olabileceğini işaret olunmaya çalışılmıştır.55 Sahâbe sevgisinin, özellikle de ilk üç halifenin topluma sevdirilebilmesi için aklen ve mantıken asla doğru kabul edilemeyecek menkıbelere eserde yer verilmiştir.56 Bu bağlamda İbn Abbas’dan nakledilen bir menkıbede Hz. Âdem henüz cenne en çıkartılmadığı bir sırada arşta kelime-i şehadet, Ebû Bekir Sıddık, Ömerü’l-Fâruk, Osman-ı Zinnureyn ve Aliyyü’l- 52 Mesela Hz. Ebû Bekir altmış beş, Hz. Ömer seksen bir, Hz. Osman elli beş menkıbe ile kitapta anlatılırken Hz. Ali için zikredilen menkıbe sayısı ise doksan dokuzdur. 53 İnsanların Ali sevgisinde birleşmeleri mümkün olsaydı, Allah’ın cehennemi yaratmasına gerek kalmazdı tarzında bir ifade bu noktada dikkat çekici niteliktedir. Bkz. Özdemir, s.98 (Sivâsî, s.334) 54 Sivâsî, s.326. 55 Mesela müellif Hz. Ömer’in fazileti bağlamında Hz. Ömer’in bir emriyle depremin sona erdiği, yanmakta olan bir ateşin de derhal söndüğüne dair bir menkıbe anlatmaktadır. Sivâsî, s.130-131. 56 Örneklerden bazıları için bkz., Sivâsî, s.5, 22, 40, 45, 169, 214, 234, 258, 265, 344 vb. 181 182 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Mürteza’nın isimlerinin yazılmış olduğunu görür. Allah’a bu isimlerin ne anlama geldiklerini sorar. Allah da ona kendisinin ve neslinden gelen tüm Âdemoğullarının dualarının ancak onların şefaatiyle kabul olunduğunu söyler. Hz. Âdem yasak ağaçtan yemesi sebebiyle cenne en atılınca tam üç yüzyıl boyunca Allah’a tövbe edip affı için yalvarır. Sonuç alamaz. Nihayet bir gün yukarıdaki isimleri hatırlar ve onların hürmetine af ve mağfiret diler. Bunun üzerine hemen Cebrail gelir ve şöyle der: “Ey Âdem! senin tövben o kimselerin hürmet ve haşmetine binaen kabul edildi.”57 Sahâbîleri eleştirenlerin eleştiri esnasında ileri sürdükleri gerekçeleri vermekten kaçınmayan Sivâsî bu eleştirilere cevap niteliğinde deliller ve sebepleri de zikretmektedir. Özellikle Hz. Osman’a yöneltilen eleştirilerle ilgili olarak yapılan eleştiriler ve bu eleştirilere verilen cevaplar eserde yer bulmuştur. Diğer tara an Hz. Osman’ın faziletine dair pek çok rivayet zikredilerek, ha a çoğu da Hz. Ali tarafından rivayet edilen hadislerle Hz. Osman’ın halifeliği esnasındaki faaliyetleri sebebiyle asla sebb edilemeyeceği, ona dil uzatılmaması gerektiği, zira onun fazileti hususunda Hz. Peygamberin mutlak ifadelerinin olduğu üzerinde durulmuştur. Özellikle Tebuk Gazvesi esnasındaki fedakârlığıyla ileride ne işlere işlesin Allah katında cezalandırılmayacağına dair hadis çerçevesinde Osman’a kusurlarına rağmen buğz edilmemesi gerektiği vurgulanmaktadır.58 Diğer tara an İslâm tarihinin en netameli konularından olan Hz. Ali ile Muaviye ve yandaşları arasında gerçekleşen olaylar ve bu olaylar bağlamında daha sonraki dönelmede ortaya çıkan görüş ayrılıklarına da eserde kısaca da olsa yer verilmiştir. Bununla birlikte Hz. Ali’nin Muaviye’yi kötülediği, onun aleyhinde ağır ifadelerde bulunduğuna dair hiçbir rivayete yer verilmemiştir. Böylece müellif bu konuda da ehl-i sünnetin klasik bakış açısını muhafaza etmiş, sahâbî olması sebebiyle hatalı bile olsa Muaviye’ye buğz edilmesine sebep olabilecek ifadeleri eserine almamıştır. Geçmişte sahâbe arasında yaşanılan talihsiz olaylarla ilgili şu ifadeleri ehl-i sünnetin klasik bakış açısını göstermesi bakımından dikkat çekici niteliktedir: “Muaviye, Amr b. el-As ve tara arları Hz. Ali’den Osman’ın katillerini yakalamasını ve cezalandırılmasını istediler. Bu ve bunun gibi bazı sebeplerden dolayı onlar arasında tarihte görülen büyük hadiseler gerçekleşti. Ashab-ı Kiram arasında vaki olanların zikredilmesi Müslümanlara zarardan başka bir şey sağlamayacağından, bilginler bu hadiselerin nakledilirken de tarihi yönden yazılırken de dikkatle hareket edilmesi gerektiğini 57 Özdemir, s.99 (Sivâsî, 458). 58 Sivâsî, s. 215-217. ŞEMSEDDİN SİVÂSÎ VE MUHİTİ tavsiye ederler. En doğrusu sahâbîlerin hepsine aynı gözle bakıp, aralarındaki ihtilaflı olan hadiseleri Cenab-ı Allah’a havale etmektir.”59 Bu düşünce tarzı müellif tarafından tüm sahâbîleri kapsayacak tarzda eserde muhafaza edilmiş, sahâbeyi Peygamber’e olan destekleri ve İslâmiyet uğrundaki fedakârlıkları sebebiyle, varsa kusurlarına ve hatalarına rağmen sevmek gerektiği düşüncesiyle sahâbenin tamamını, ayrım yapmadan sevmek gerektiği, onların dolaylı da olsa sebb edilmemesi üzerinde durmuştur.60 Sahâbe arasındaki ihtilaflara kısaca da olsa değinen, ancak onların birbirleri aleyhindeki sözlerine eserinde yer vermeyen Sivâsî, Haricilerle ilgili olarak ise gerek Hz. Ali gerekse diğer sahâbîlerin sözlerine sıkça yer vermiştir.61 Bu onun Haricilerin ehl-i sünnet çizgisi dışına çıktıklarını düşünmüş olmasıyla alakalı bir tutumunun bir sonucudur denilebilir. Sonuç Müellifin eserleri arasında en hacimli olanı sahâbîlerin özellikle de Râşid Halifeler ile ehl-i beytin menkıbelerine dair yazdığı Çehâr-yâr-ı Güzîn isimli elimizdeki kitabıdır. Daha öncede ifade e iğimiz üzere kendisi daha ziyade tasavvufi bir bakış açısıyla eserler telif etmiş, bu eserlerden bazılarında fikri ve edebi bakımdan oldukça karışık ve ağır meselelere temas etmiştir. Bununla birlikte Sivâsî bu eserinde özellikle Sûfîler başta olmak üzere halk kesimine yönelik sahâbeyle ilgili bir bakış açısı kazandırmaya, ehl-i sünnet çizgisinde bir düşünceyi onlara benimsetmeye çalıştığı için bu eseri yazmıştır. Bu sebeple de anlatılanlar Türkçe ve oldukça sade bir dille yazılmış, ağır tartışmalı konulara mümkün mertebe girilmemiş böylece genel okuyucu kitlesi diyebileceğimiz kesimin zihni karışıklığa düşmeden sahâbeyi sevmesi sağlanmak istenmiştir. Sahâbeyle ilgili çoğu hadislerden müteşekkil rivayetler, anlatımlar ve sözler, hikâye tarzında, menkıbe geleneğinde anlatılarak örgün eğitim talebesi olmayan halk kitlelerinin akıllarında kolay bir şekilde kalması sağlanmaya çalışılmıştır. Kitapla ilgili olarak belirtilmesi gereken hususlardan birisi de şudur ki, en azından biz ve bizden önceki kuşakların sahâbelerin faziletlerine dair bildiğimiz, duyduğumuz pek çok menkıbeyi bu eserde görmek mümkündür. Bu tespi en sonra herhalde şunu ifade edebiliriz ki, Osmanlı döneminde en çok okunan ve defalarca yayınlanan bu eser62 Cumhuriyet dönemi59 60 61 62 Sivâsî, s. s.341, 518-520. Sivâsî, s. s.401. Sivâsî, s.351-354. Menâkıb-ı Çaharyar-ı Güzîn’in kütüphanelerdeki matbu nüshalarından tespit edebildiklerimizin basım tarihleri: 1258, 1264, 1275, 1278, 1289, 1290, 1309 ve 1325’dir. Karşılaştırmak için bkz., h p://209.85,135.132/search?q=cache:YtwCO2kdvMQJ:www.suleymaniye.gov.tr/fmi.... 183 184 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL nin de ilk dönemlerinde yoğun bir şekilde okunmuş ve hikâye tarzındaki anlatımıyla akıllarda muhafaza edilebilmiştir. Özellikle Türkiye’mizin din eğitimi bakımından kritik günler yaşadığı dönemlerde kahvehanelerde, köy odalarında ve dost meclislerinde toplu bir şekilde bir kişinin okuyup diğerlerinin sükûnetle ve muhabbetle dinlediği Ba algazi, Ebû Müslim elHorasanî destanları, Hz. Ali’nin cenkleri, Kesikbaş hikâyeleri, Ahmediye, Muhammediye vb. eserler arasında Sivâsî’nin Çehâr-yâr-ı Güzîn de yer almıştır. Böylece eserde anlatılan menkıbeler yüz binlerce insan tarafından duyulmuş ve sonraki kuşaklara anlatılmıştır. Dolayısıyla biz ve bizden önceki nesle mensup olanlar, bu kitabı okuduklarında, eserde anlatılan çoğu menkıbeyi zaten bildiklerini, yani bu kitabın kendilerine yabancı olmadığını, sanki önceden beri tanıdıklarını hissedeceklerdir.63 Tarihçiliğiyle meşhur olmayan ve tarihe dair başka da eser telif etmeyen Sivâsî’nin sahâbeyle ilgili olayları ele alırken İslâm tarihinin en önemli kaynaklarından olan Kur’ân ve hadislerden ustalıkla istifade ettiği görülmektedir. Dolayısıyla eserde konular sübjektif mütalaalardan, peşin hükümlü yaklaşımlardan ziyade pek çok eserde yer alan hadisler ve sahâbe kavilleri ile ele alınmaya çalışılmıştır. Sahâbenin Peygamber’in sohbetinde bulunmakla üstün bir mertebeyi kazanmış oldukları peşin kabulünden hareketle hiç birisi hakkında kötü söz söylenmemesi, buğz edilmemesi ve eleştiri sınırlarını zorlayan ifadelerle haklarında konuşulması asla tasvip edilmemiştir. Bununla birlikte sahâbîlerin İslâmiyet uğrundaki fedakârlıkları ile birbirlerine üstünlük sağlayabilecekleri, birisinin diğerinden daha üstün olabileceği ifade edilmiş, sahâbenin derecelendirilmesinde ise daha ziyade ehl-i sünnet çizgisi benimsenmiştir. Sahâbîlerin arasında sonraki dönemlerde sanılanın aksine derin fikri ve fiili mücadelelerin yaşanmadığı, onların birbirleri aleyhinde sözler söylemek yerine birbirlerini övücü sözler söyledikleri, bu doğrultuda sahâbî kardeşleri lehine pek çok hadis rivayet e ikleri belirtilmiştir. Özellikle Hz. Ali’nin başta Hz. Ebû Bekir olmak üzere Hulefâ-yi Râşidîn’in diğer mensuplarının fazileti babında rivayet etiği pek çok hadise kitapta yer verilmek suretiyle sonraki dönemlerdeki Müslümanların bu halifeler bağlamında ayrılıklara düşmelerinin ne denli yanlış olduğu vurgulanmaya çalışılmıştır. Biz tebliğimizi hazırlarken matbu nüshalardan Muharrem Efendi el-Bosnevî matbaasınca yayımlanan 1289 tarihli nüshadan yararlandık. 63 Eserde yer verilen ve bu gün pek çok vatandaşımız tarafından duyulan veya bilinen pek çok menkıbeden bazılarına örnek olarak bkz., s. 21, 33, 38, 49, 107, 120, 129, 131, 132, 134, 158, 160, 165, 170, 279, 285 vd. Nitekim eser Cumhuriyet döneminde de pek çok yayınevi tarafından sadeleştirilerek yayımlanmıştır. Mesela bkz., Pırlanta Yayınları, İstanbul 1980; Bedir Yayınları, İstanbul 2000; Sûfî Kitap Yayınları, İstanbul 2005; Eser Neşriyat, İstanbul trz.; Girgin Yayınları, İstanbul 2002; Ailem Yayınevi, İstanbul 2008. III. BÖLÜM SİVASİYYE’YE GİDEN YOL 185 186 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Sivas’tan Doğan Bir Şems-i Ma‘nâ: Sivasiyye Yolu’nun Bânîsi Abdülmecîd Sivâsî DOÇ.DR. CENGİZ GÜNDOĞDU ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ “Sivas’da bahr idik, İstanbul’a geldik nehr olduk. Dâvetlerdeki yüksek ayaklı sahnlar bizi bu şekle koydu.” (Abdülmecîd Sivâsî) Abdülmecîd Sivâsî, Horasan civarında yetişen bilginlerin ve tasavvuf büyüklerinin batıya doğru gönderdikleri temsilcilerinden oluşan ve Sivas civarında yerleşip, Anadolu’da Türk kültürü ve tasavvufuna yön vermiş olan bir aileye mensuptur. 971/1563’te Zile’de doğmuştur. “Sivâsî” nisbesiyle meşhûr olmuştur. Babası Taşkent ulemasından Ebu’l-Berekât Muhammed’in (Ebu’l-Berekât Muhammed b. Ârif b. Hasan)1 oğlu Muharrem Efendi (Zilî) (ö.1000/1591)’dir. 1 Ebu’l-Berekât Muhammed, Doğu Karadeniz sahillerinin Fatih Sultan Mehmed tarafından zaptı ve Rum Pontus Devleti’nin işgali üzerine bu çevre halkının İslamlaştırılması ve Türkleş- 187 188 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Muharrem Efendi, Ebu’l-Berekât Muhammed’in dört oğlundan en büyüğü ve Halvetî büyüklerinden Abdülmecîd Şirvânî(ö.971/1563)’nin talebesi ve halîfesidir. Üç kardeşinden biri Şeyh Ebü’l-Meâlî İbrâhîm(ö.1000/1591)’dir. Bu zât Necmü’l-Hüdâ adlı eserin sâhibi Receb Sivâsî’nin babasıdır. Bir diğeri Ebü’s-Senâ Şemseddin Sivâsî’dir. Üçüncü ve en küçük kardeşi ise Mevlânâ İsmâil Efendi’dir2. Hemen bütün âile efrâdı Halvetî olan Abdülmecîd Sivâsî’nin pek tabii olarak küçük yaştan îtibâren bu çevrenin kültüründen etkilendiğini söyleyebiliriz. Otuz yaşına kadar dînî ilimleri tahsil e ikten sonra gerek bulunduğu çevrenin te’sîri, gerekse öteden beri ders ve sohbetlerine iştirâk ederek feyz aldığı amcası Şemseddîn Sivâsî’nin etkisinde kalarak tasavvufa yönelmiş ve ona intisab etmiştir. Abdülmecîd Sivâsî’nin dört kardeşi vardır. Bunlardan biri Abdülehad Nûri (ö.1061/1651) annesi olan Safâ Hatun, diğerleri de Feyzullâh, Abdülkerîm, Abdurrezzâk’tır. Abdülmecîd Sivâsî bîat etmek istediğinde amcası; “Abdülmecîd sen zâhir-bînsin ve ilm-i zâhirde ferîd olduğundan, ilim sana gâyet vücûd vermiştir. İrşâd ve tecellî sana geç vâki olur. Ama gâyretli olursan cümle ihvânını sebk edip, cümleden âli olursun.” (Nazmî, Hediyyetü’l-İhvân, 121) şeklinde bir çekinge ortaya koysa da bilahare ısrarını kıramayıp intisabını kabul etmiştir. *** Babası Muharrem Efendi ve amcası Şemseddîn Sivâsî’den zâhirî ilimleri tedris eden Abdülmecîd Sivâsî’nin, gerek Halvetî şeyh ve halîfelerinden oluşan, ilim, irfân ve takvâsıyla temâyüz etmiş âilesi, gerekse sosyal çevresi îtibâriyle iyi bir şekilde yetişmesine müsâit bir ortam içinde doğup büyümüştür. Yedi yaşına geldiğinde Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemiş, ilk tahsilini babasından almış, amcası Şemseddîn Sivâsî’den de zâhiri ilimleri tedrise devam ederek kısa zamânda Arapça, Farsça gibi âlet ilimleriyle, fıkıh, tefsîr ve hadîs ilimlerinde paye sahibi olmuştur. tirilmesi gayesi ile 1470 yıllarında Pontus (Trabzon) bölgesine getirilmiş, daha sonra Zile’ye yerleşmiştir. V. Cem Aşkun, Şemseddîn Sivâsî’nin Sivas’ta yaşayan torunlarından aldığı bilgiye dayanarak Ebü’l-Berekât Muhammed’in yirmisekiz dervişiyle beraber Horasan taraflarından Zileye göç e iğini, Hz. Hüseyin soyundan geldiğini ifade etmiştir. H. Yüksel 1036/1627 tarihli Mufassal Tahrir De eri kayıtlarına dayanarak bu rivayetin doğru olmadığını, bu yirmi sekiz dervişin Ebü’l-Berekât Muhammed’in değil Şemseddîn Sivâsî’nin dervişleri olduğunu tespit etmiştir. Yüksel, Tahrir De eri kayıtlarına (1180 tarihli hüküm, SVBMA, Def. No: 1, s. 185) dayanarak şunları da söylemektedir: “Ailenin Horasan’dan geldiğine ve “Seyyid”liğine dair yaygın rivayet, bu husustaki ilk kaynak ve belgelerde yer almamaktadır. Yalnız, ailenin “seyyid”liğine ilişkin iddialar (bilgiler) Şemseddîn Sivâsî’nin çocuklarından ve torunlarından itibaren belgelere yansımıştır.” 2 Bu zatın üç oğlundan biri, Hasan Paşa Camii’nde hatiblik yapan ve Sivas’taki eşkıyalar tarafından öldürülen Fazlullah Efendi, ikincisi, Şemseddin Sivâsî’yle birlikte İstanbul’a giden ve orada Sultan Murad’ın hocası Sadeddîn Efendi’den dersler alıp, sonra da bazı medreselerde müderrislik yapan Avnullah Efendi’dir. Üçüncü oğlu ise Ataullah Çelebi’dir. Hediyyetü’l-İhvân’da Muslihiddîn Mustafa Safâî, İsmail b. Ebi’l-berekât’ın, Abdulahad Nûrî (ö.1061/1651) de Muslihiddîn Mustafa Safâî’nin oğlu olarak gösterilmektedir. (Abdulahad ibn Muslihiddin Safâî b. İsmail b. Ebi’l-berekât) Oysa Necmü’l-Hüda’da İsmail Efendi’nin Muslihiddin Safâî diye bir oğlundan bahsedilmemektedir. Recep Efendi’nin sözkonusu zatlara dönem olarak daha yakın olmasını ve Necmü’l-Hüda’da buna değinmemesini dikkate alarak Muslihiddîn Mustafa Safâî’nin İsmail Efendi’nin oğlu olmadığını söyleyebiliriz. Muslihiddîn Mustafa Safâî, Abdülmecîd Sivâsî’nin Kız kardeşi Safâ Hatun’un kocasıdır. Abdülmecîd Sivâsî İstanbul’a göç etmeden önce bu zat vefat etmiş, bundan dolayı da Abdülmecîd Sivâsî kız kardeşi Safâ Hatun ve onun evlatları Abdülehad Nûri (ö.1061/1651), Abdussamed Efendi ve Kâmil Ağa’yı himayesine alarak İstanbul’a birlikte götürmüştür. Şeyhinin talim e iği sıkı riyâzet ve mücâhe sonucu kısa zamanda sülûkunu tamamlayarak hilâfet almaya ehil hale gelmiştir. Bu yoldaki samimiyetinden ve gayretinden dolayı Şemseddîn Sivâsî ona; “Bizi bi’ttemam yağmaladın ve nasb-ı aynım oldun.” (Nazmî, Hediyyetü’l-İhvân, 123) demek sûretiye iltifa a bulunmuştur. Recep Sivâsî de onun bu yönünü; “Abdülmecîd cümle hulefânın esah ve a’lâ ve cümle akrabâmızın ekmel ve efdalıdır ve âdetâ Şemseddîn Sivâsî’nin nüsha-i sâniyesidir” (Receb Sivâsî, Necmü’lHüdâ, vr. 32b)diye dile getirmektedir. Abdülmecîd Sivâsî tekmîl-i tarîkat e ikten sonra Şemseddîn Sivâsî kendisine icâzetnâme vermiş, Merzifon ve civârındaki halkı irşâd için halîfe nasb ve tâyin etmiştir. Bu beldelerde Abdülmecîd Sivâsî’ye karşı oldukça fazla teveccüh olmuş, pek çok kimse onun va’z, nasîhat ve devrânlarına iştirâk etmiştir. Daha sonra Şemseddîn Sivâsî onu 1005/1596’da kendisiyle beraber Eğri Seferi‘nden dönüşünde yolda vefât eden Pîr-zâde Şeyh Velîyyüddin’in yerine Zile’deki Halvetî Dergâhı(Velîyyüddîn Dergâhı)’na halîfe olarak görevlendirmiştir. Şemseddîn Sivâsî’nin 1006/1597’de ölümünden sonra yerine oğlu Sivas’taki Şemsî Dergâhı post-nişîni Pîr Mehmed Efendi geçmiştir. Bu zâtın da iki yıl sonra vefâtı üzerine Şemseddîn Sivâsî’nin dâmâdı Recep Sivâsî seccâde-i irşâda oturup müridleri terbiyeye devâm etmiş ancak kısa bir süre sonra o da vefat etmiştir. Bunun üzerine halifeler Zile’de irşâd hizmetini yürüten Abdülmecîd Sivâsî’nin Sivas’da Şemsî Dergâhı’nda irşâd için ikametleri hususunda i ifak etmişler, o da bu davete icâbet ederek Sivas’a gelmiş ve bu dergâhta meşihât makâmına oturmuştur. Abdülmecîd Sivâsî meşîhat makâmına oturduktan sonra irşâd konusundaki mahareti sebe- 189 190 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL biyle pek çok kimsenin tarîkate intisap etmesinde ve Şemsîliğin Sivas ve çevresinde yayılmasında etkili olmuştur. *** İlim ve irfân yolunda kazandığı şöhreti dönemin padişahı III. Mehmed’e ulaşmış ve padişahın çıkar ığı bir ha -ı hümâyün’la İstanbul’a davet edilmiştir. Pâdişah, kendi el yazısıyla yazdığı ve Kapıcıbaşı’yla gönderdiği ha -ı hümâyünda ona şu çağrıda bulunmuştur: “Faziletli ve kerâmetli Abdülmecîd Efendi, merhum ‘ammin Şems Efendi’nin Eğri Seferi’nde refâkatınden, zâhiren ve bâtınen çok menâfi’ler müşâhede itmişizdir. Ba’de’r-rücu’ Dâru’s-saltana’da (İstanbul) ikâmetlerin murâd etmiş idim. Pîrliği özr-i kavî olmağın izin vermiştim. Hâlâ seni kavlen ve fi’len ve vasfen, ona müşâbehet-i tâmme ile müşabehetin olduğu mesmu’um olmağın, derunumuzdan meyl-i tâm etmişizdir. Ha -ı şerîfim vusûlunde, Dâru’s-saltana’ya hicret itmen emrim olmuşdur. İhmâl olunmaya.” (Nazmî, Hediyyetü’l-İhvân, s. 124). Kaynakların ifâdesine göre, Abdülmecîd Sivâsî ha -ı hemâyün’ü alır almaz birkaçgün içinde İstanbul’a hareket etmiştir. Abdülmecîd Sivâsî’nin İstanbul’a gidişi muhtemelen 1599 veya 1600 târihlerinde olmuştur. *** Abdülmecîd Sivâsî’nin İstanbul’a gidişiyle birlikte Halvetiyye’nin Şemsiye kolu taşradan merkeze taşınmış ve böylece taşra kökenli bir şeyh ailesinin XVII. Yüzyıl şehir hayatına katılımı gerçekleşmiştir. Bu arada Şemsîlik, Abdülmecîd Sivâsî’nin İstanbul’a taşınmasından sonra Sivas’taki Şemsiyye Dergâhı’nda sürdürülmüşse de bu tekkenin etkinliği ikinci planda kalmıştır. Şemsîlik Abdülmecîd Sivâsî’den sonra Sivas’daki Şemsiyye Dergâhı’nda şu zatlar tarafından sürdürülmüştür: Şemseddîn Sivâsî’nin ortanca oğlu Hasan Çelebi Efendi (ö.1020/1611), Abdülmecîd Sivâsî’den tekmîl-i tarîkat eden Şemseddîn Sivâsî’nin küçük oğlu Müeyyed Efendi (ö.1070/1659), Müeyyed Efendi’nin büyük oğlu Halil Efendi, Halil Efendi’nin oğlu Ömer Efendi, Ömer Efendi’nin oğlu Müeyyed Sânî, Müeyyed Sânî’nin oğlu Ömer Sâni, Ömer Sâni’nin büyük oğlu Ahmed Sûzî (ö.1246/1830), Ömer Sâni’nin küçük oğlu olup Ahmed Sûzî’den tarîkat alan Mehmed Behlûl Efendi (ö.1256/1840), Mehmed Behlûl Efendi’nin oğlu olup Şemsî dergâhında okunagelen ilahilerin büyük bir kısmının bestekârı olan Hüseyin Efendi (ö.1279/1862), Hüseyin Efendi’nin büyük oğlu Ahmed Efendi (ö.1317/1899), Ahmed Efendi’nin büyük oğlu Şemseddîn-zâde Mehmed Efendi (ö. 1331/1912), Mehmed Efendi’nin büyük oğlu Hüseyin Şemsi Güneren (ö. 1376/1956). Sivas’taki Şemsî kolu meşihat hizmetleri tekke ve zâviyeleri lağv eden kanunun kabulünden sonra bu son halkada yer alan Hüseyin Şemsi Güneren’in dergâhı kapatmasıyla birlikte sona ermiştir. Sivas’taki dergâhta post-nişînlik görevi Recep Sivâsî, Abdülmecîd Sivâsî, Ahmed Sûzî hariç hep babadan oğula intikal ederek devam etmiştir. *** Abdülmecîd Sivâsî İstanbul’a geldiğinde Ayosofya yakınında bir eve yerleşmiş ve padişahın isteği üzerine Ayasofya Câmii’nde va’z ve nasiha e bulunup, hadîs ve tefsîr dersleri vermeye başlamıştır. Bir süre sonra kendisine bî‘at eden Reisü’l-Kü âb La’li Efendi’nin hediye e iği Eyüp Nişanca’da bahçe içinde bulunan bir eve yerleşmiştir. Çarşamba Pazarı yakınında Dâru’s-saâde ağalarından el-Hac Mehmed Ağa tarafından inşa olunan Mehmed Ağa Tekkesi boş kalınca da kendilerine tevcîh olunmuş ve 1010/1601 târihinde oraya yerleşip, meşihâta ve halkı irşâda devam etmiştir. Abdülmecîd Sivâsî’ye karşı muhabbeti olan Rûmeli Kazaskeri Şeyhülislâm Sun‘ullâh Efendi, Sun‘ullâh Efendi Câmii olarak da bilinen Atpazarı yakınındaki Hüsâm Bey Mescidi’ni câmi yapıp, vâizliğini Abdülmecîd Sivâsî’ye teklif etmiş, o da teklifi kabul edip cum’a vâizi olarak burada göreve başlamıştır. Birkaç ay va’z ve nasiha e bulunduktan sonra Şehzâde Câmii vâizliği boşalınca oraya atanmış, Hüsâm Bey Mescidi’ndeki va’zını cumartesi gününe almıştır. Mehmed Ağa Tekkesi meşihâtında üç sene kadar kaldıktan sonra Sultan Selim Câmii yanındaki Şeyh Yavsî Tekkesi (Sivâsî Tekkesi)’ne şeyh olmuştur. Şehzâde Câmii’nde iki yıl kadar görev yaptıktan sonra Sultan Selim Câmii vâizliği boşalınca oraya geçmiş ve 1026/1617 senesine kadar orada vâizlik yapmıştır. Naîmâ onun, Süleymâniye Câmii’nde tefsîr dersleri verdiğini, Hüseyin Vassâf da Fatih Câmii’ne vâiz olarak ta’yin olduğunu kaydetmişlerdir. *** Abdülmecîd Sivâsî, İstanbul’a taşındıktan sonra bir tara an tekkesinde mürîdlerini irşâda çalışırken, diğer tara an da başta Ayasofya olmak üzere İstanbul’un merkez câmilerinde verdiği va’zlarla halkı irşâd etmeye devâm etmiştir. Sultan Ahmed Câmii’nin temel atma gününde (1018/1609) duâ etmek üzere dâvet edilmiş, Câmi’nin açılış merâsiminde ilk cuma va’zını da o yapmıştır. Padişahın talebi üzerine daha o günden bu camiye cuma vâizi olarak atanmış ve ölünceye kadar buradaki görevini sürdürmüştür. Abdülmecîd Sivâsî’nin bu camide görevlendirilmesiyle ilgili Muhammed Nazmin’nin Hediyyetü’l-İhvân adlı eserinin Süleymâniye Ktp. Hacı 191 192 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Mahmûd Ef., nr. 2413 ve İÜ Ktp. nr. 1604 numaralardaki nüshâların sayfa kenarında şu ibâre mevcû ur: “Sika an menkûl olan budur ki, Sultan Ahmed merhum Câmii Şerîf binasına şuru’ etdikte, evvelâ bi’z-zât cuma va’ziyesi’ni Üsküdârî Mahmûd Efendi’ye teklif ederler. “Beğim, kırk senedir kendi câmimizde va’z u nasîhat ederiz zâviyemizde. Nihâyet ha ada bir gün hâtırınız için varalım.” deyince, Sultan merhûm; “Ayda bir gün de varılsa memnun olurum azîzim.” demiş. Ba’dehu merhûm Cerrâh Şeyhi İbrahîm Efendi’ye teklif ederler. Anlar dahi kabûl etmezler ve derler ki; “Pâdişahım merhûm Cerrâh Paşa ile muahede olundu. Ahde hilâf mümkin değildir.” Ba’dehu Sivâsî Efendi’ye teklif ederler, anlar kabûl iderler. Nakl-i sahîh la gayru.” (Nazmî, Hediyyetü’l-İhvân, 126-127). Gerek hâtiblik, gerekse vâizlik hizmetlerinin, hem dinî hem de resmî yönüyle ehemmiyetli ve toplum içinde etkin bir görev olduğu ve pek çok ilim adamı ve vâizler zümresinin bulunduğu bir dönemde onun İstanbul’un merkezî ve önemli câmilerine vâiz olarak ta’yin edilmesi ve yaptığı va’zlara karşı gösterilen büyük teveccüh, onun zâhirî ve bâtınî ilimlere olan vukufiyeti yanında, hatipliğini de gerek devlet erkânı, gerek ilmî çevreler, gerekse halka kabul e irmiş birisi olduğunu ortaya koymaktadır. Nitekim Peçevî, Târih’inde Bâki Paşa’nın “bu azîz mahza bunun için (va’z verme) mahlûktur” dediğini nakletmektedir. *** Abdülmecîd Sivâsî, va’zı, emr bi’l-ma‘rûf nehy ani’l-münker yapmak olarak ta‘rîf etmekte, “Sizden, iyiye çağıran, doğruluğu emreden ve fenalıktan meneden bir cemaat olsun...” (el-Bakara, 2/104) âyet-i kerîmesinin delâletiyle va’z etmenin farz-ı kifaye olduğunu, ihlâsla yapılmadığı takdirde mekrûh olacağını belirtmektedir. Yine, “Vâiz, va’zını ihlâsla ve Allah için yapmasa, va’z e iği kişilerin tevbe ve ıslâhını murâd etmeyip, günâhlarını zikretmekle onu rüsvay etmek için va’z etse, günâhkâr olur.” (Sivâsî, Letâifü’l-Ezhâr, vr. 40b). diyen Sivâsî, halk içinde birisinin aybını ortaya koymak için nasihat etmenin va’z değil başa kakmak olduğunu ifâde etmektedir3. *** 3 Muhammed Nazmî, kendi silsilesini teşkil eden şeyhlerin va’zlarına Abdülmecîd Şirvânî (ö.971/1049)’nin husûsî tarzları üzere başladıklarını, kendisine gelinceye kadar Şemseddîn Sivâsî, Abdülmecîd Sivâsî ve Abdülehad Nûrî’nin de hep aynı tarzı uyguladıklarını ancak kendisinden başka bu tarzı uygulayan kimsenin kalmadığını belirtir. Bu uygulamaya göre va’za, “Te’avvüz” ve “Besmele”yi müteakip “Fâtiha Sûresi”, peşine mevzuya münasip “te’sirli bir duâ”dan ibâret bir bölümle başlanıp, bu başlangıçtan sonra va’za bazen tefsîr olunacak âyet-i kerîme yahut, hadîs-i şerîfe uygun bir ilâhi ile girilirmiş.(Nazmî, Hediyyetü’lİhvân, 54-56.) Abdülmecîd Sivâsî halktan sultanlara kadar uzanan geniş bir tesir halkası meydana getirmiş, devrin idarecileriyle ve özellikle padişahlarla iyi ilişkiler içinde olmuş, devlete hizmet ve sadâkati benimsemiş, pâdişahları ulü’l-emr görüp onları yeri geldiğinde övmüştür. Ancak zaman zaman toplumdaki bozulmalara dikkat çekerek onları uyarmaktan da kaçınmamıştır. III. Murat (982/1574-1003/1595), III. Mehmed (1003/1595-1012/1603), I. Ahmed (1012/1603-1026/1617), I. Mustafa (Üç ay), II. Osman (1027/16181031/1622) ve IV. Murat (1032/1623-1049/1640) dönemlerinde ilim ve irfânı, fazîlet ve kemâliyle büyük bir nüfuz ve hürmete mazhar olan Abdülmecîd Sivâsî’yi, pâdişah ve devlet erkânı tarafından da fikir ve re’yine başvurulan, duâsına mürâcaat olunan bir şahsiyet olarak görüyoruz. Muhammed Nazmî’nin nakle iğine göre, IV. Murat Bağdat seferine çıkarken kılıç kuşanma ve duâ için Abdülmecîd Sivâsî, İsmâil Efendi ve Kadızâde’yi huzûrlarına dâvet etmiş, âdet olduğu üzere pâdişahın beline Hz. Ömer’in kılıcını Abdülmecîd Sivâsî bağlamış, ordu hareket e iğinde Sivâsî ve İsmâil Efendi pâdişahın önünde yürüyerek onu uğurlamışlardır. I. Ahmed ile karşılıklı îtîmad esasına dayanan samîmî ve sıcak bir münâsebet içinde olduğu ve ha a pâdişahın kendisine, “Pederim” diye hitab e iği rivâyet edilir. Abdülmecîd Sivâsî’nin pâdişahın zâtına karşı tavrı ise hep sevgi, ta’zimkâr ifâde ve duâ hissiyle doludur. Nitekim onun hakkında: “Pâdişahımız ehl-i Hak’dır. Niyeti hâlis ve murâdı hakdır. Mercûdur ki, nûr-ı Hakla derûnu pür nûr olup, dâimâ kalb-i Şerîfi i’lâ-i şer’le mesrûr ve a’dâsı makhûr ola.” (Sivâsî, Letâifü’l-Ezhâr, vr. 174a) diye temennide bulunurken, eserlerinde bu temennisini zamân zamân dile getirmekte, halka ve muhiblerine ulu’l-emre itâati sık sık telkîn etmektedir. Dini hassasiyetin ihmal edildiği hususlarda ise idârecileri usulünce eleştirmektedir. Mesela Letâifü’l-Ezhâr adlı eserinde pâdişaha şu îkaz ve tavsiyelerde bulunmaktadır: “Halkı men sâdedinde olan hükkâm şerîatin hudûduna tecâvüz edip, harâmdan kaçmayınca, avâm-ı nâsdan şerîat hudûdunun dâhilinde kimse kalmaz. Şu hâlde bu insanlar üzerine nazîr olan halîfetullâh hazretlerine kulların hizmetini bunlara ısmarladıktan sonra ihmâl etmeyip, onların ne hâlde olduklarını, şerîatın emirlerini uygulayıp uygulamadıklarını, dîni ve ırz-ı saltanatı ve halîfetullâh hazretlerinin devletini himâye üzereler mi, yoksa evvelâ kendileri bu hudûdu çiğneyip de avâm-ı nas dahi bilkülliye bu hudutları çiğneyip, âlemi fesâda vermişler midir bilmesi gerektir. Zîra kullar içinde garazsız kimse eksik değildir. Onlardan bunu sormaya ise himmet ve fesâdı def edecek hâlis niyet 193 194 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER gereklidir. Yoksa haşir gününde sual ve azab, Resûl’u incitmekten korku vardır.” (Sivâsî, Letâifü’l-Ezhâr, vr., 28a-28b.) Bu ifadeleriyle o idarî yükümlülükte âhiret sorumluluğunun ihmal edilmemesine vurgu yaparak adeta hakk-ı müdahalede bulunmaktadır. İçkinin İslâmda değer taşımadığı için mâl sayılamayacağı husûsuna işâretle kendi döneminde onun mâl-ı mütekavvim sayılmasını tenkid eden Abdülmecîd Sivâsî, bu husûsta da aynı vurguda bulunmakta ve pâdişahı (I. Ahmed) uyararak şunları söylemektedir: “Pâdişah-ı İslâm’a bu konuda lâyık olan âyet ve hadîsde harâmlığı sâbit olan şeyden hâsıl olan mâldan vazgeçip, kötülüklerin anası olan pisliği kaldırmaktır. Zîra “Ey inananlar! Doğrusu müşrikler pistirler...” âyeti üzere bu murdar şey murdar olan kâfirlerin iken, İslâm yurduna girip, kulların hizmetine sarf edilmesi lâyık görülmekte ve insanlardan olan şeytân tabîatlılar tarafından “hazîneye sa’yediyoruz” diye hak sûretinde gözüküp, İslâm pâdişahını gururlandırma yoluna gitmekte ve bu hareketleri hazînenin bereketini götürmeye sebebiyet vermektedir. Kasemle söylüyorum ki, onların bu tutumları samîmî olmayıp, bu necis şeyin bir akçesini dahi hazîneye koymak sa’y değildir. Belki tahribdir. Şâyet pâdişahımız bunu kaldırıp yerine hazîne için gaybdan onun daha azını dilese hazîne bereketlenirdi. Bu konuda varid olan âyât ve hadîslere ta’zîmen bütün fesâdların kökü olan bu kapıyı kapayasınız. Belki de Allâh’ın gazabına mazhar olup, etra a fesâd ve mezâlimin şuyu’una ve düşmanların hücûmuna sebep, bu necisin İslâm beldelerinde alınıp satılmasıdır. Kaldıki bu necis olan şeyin alınıp satılmasından hâsıl olan kazancın mevcûd fesâdın def’i için harcanması, Allâh’ın gazabı ve fesâdın artmasına sebebiyet vermektedir. Bu durumun ortadan kaldırılması ilâhi lâtîfelere sebep olup, pek çok zahmet ve mihnet ile def olacak fesâdlar ve zulumler Allâh’ın kudret eliyle ref’ olurdu.” (Sivâsî, Letâifü’l-Ezhâr, vr., 28b-29a) Padişaha yönelik diğer bazı uyarıları da şöyledir: “İslâm yurdunda manastır ve kilise ihdâs etmek câiz değildir. Eğer eskiden yapılmış iseler, yıkıldığında öncekinden yüksek ve geniş olarak yapılması da câiz değildir. Oysa günümüzde Yahûdiler yeni manastırlar ihdâs etmişlerdir. Yoklansa görülecektir. Îtîmad edilir yaşlılardan işitilmiştir ki, atanız Sultan Muhammed Han İstanbul’u fethe iğinde bir tâne dahi Yahûdi yokmuş. Buna göre İstanbul’da hâlen mevcûd olan Yahûdiler ve kiliseler burası İslâm yurdu olduktan sonra olmuş olur. Hristiyanların çan çalmaktan, şarab içmekten, domuz eti yemekten icmâ ile menolunmaları gerekir. Diğer tara an şu anda İstanbul’da fırıncılık yapan zımmîlerin ekmek işledikleri fırınlarında at değirmenleri vardır. O değirmenlerde domuz beslerler. Sebebi sorulduğunda ise, “at hastalığına faydalı” diye cevap verirler. Oysa domuz necistir ve bu hayvanlar fırında bulunan un, buğday anbarı ve bâzı aletleri yalarlar. Dolayısıyla bunların yaladığı ve ağzının suyu değdiği SİVASİYYE’YE GİDEN YOL herşey necis olur. Kâfirler buna îtiraz etmezler ve ehl-i İslâm’a murdar yedirirler. Ebûssuûd Efendi ehl-i kitâbın boğazladığı hayvanın yenilmeyeceğine dâir fetvâ vermişti. Fakat onlar sonradan ihmâl edip bu fiili yapmaya devam e iler. Bu şehrin hayvan kesme yerleri muayyendir. Pâdişahımız tarafından ferman çıkarılıp da mücerred hayvan kesmek için birkaç kişi tâyin olunsa, hayvan kesildikten sonra yine zımmîler yüzseler de ehl-i İslâm murdar et yemek sûretiyle kalplerini kararmaktan kurtarsalar, sevâbı mahşer gününde mâlum olurdu. Bu ne gariptir ki, Yahûdiler müslümanların kestiği hayvanları yemezler. Ehl-i İslâm’a lâyık mıdır ki, ihtimâm göstermeyip, bir sürü din düşmanına îtîmad ederler? Bu durumdan sakınıp, îtiraz etmek dînin müstehablarındandır. Hele bütün İstanbul’da âlim, sâlih, küçük büyük pek çok müslüman murdar yiyince kalb nûrâniyeti rûh safâsı nasıl sağlanır. Ve bu hâlle kalbin kasvetiyle olan tâat ve duâ Dergâh-ı Hakk’da nasıl makbûl olur.” (Sivâsî, Letâifü’l-Ezhâr, vr., 46b- 47b). Bu arada ahirete taalluk eden meseleler sözkonusu olduğunda muhakkik kimselerle meşveretin lüzûmunu şu şekilde dile getirmektedir: “Pâdişah hazretleri, devletinin ömrünün uzun olmasını, dünyâ ve âhiret saâdetini istiyorsa ehl-i Hak kimseleri arayıp bulmalı ve vâki hâli onlardan sormalıdır.” (Sivâsî, Letâifü’l-Ezhâr, vr., 159a) Muhammed Nazmî, Abdülmecîd Sivâsî ile IV. Murat arasında geçen bir hadîseyi şöyle naklediyor: “Sahîh bir nakille anlatıldığı üzere; Sultan Murat Bağdat’ı feth etmeğe niyet e iğinde Sivâsî Efendi’yi dâvet edip; “Bağdat’ı feth etmeğe niyet ettiğimi duymuşsundur. Fetih müyesser olur mu? Bize haber ver.” dediğinde, Sivâsî Efendi; “Evet pâdişahım, “...Siz Allah’(ın dînine, peygamberine) yardım ederseniz, o da (düşmanınıza karşı) size yardım eder...” (Muhammed, 47/7) âyeti ile sâbi ir ki, eğer reâyâya adâlet eder ve üzerlerinden zulmu def ve gadaba uğrayanlardan afv, fukarâya in’âm ve ihsân ile Allah’a nusret edersen, Allah da sâdece Bağdat’ın fethi ile değil daha nice beldelerin fethiyle nusret eder.” demiştir. Taraflar arasında bu ve benzeri pek çok sual ve cevaptan sonra, Sultan Murat; “Ben senin müşâhedenden sual ediyorum. Bana müşâhadenden haber ver. Zîrâ kâmil şeyhler Levh-i Mahfûz’a bakıp hakîkate mu ali olabilirlermiş. Ben seni tecrübe ediyorum. Eğer sen onlardansan elbe e müşâhadenden söylemelisin” der. Sivâsî Efendi de bu ısrâr üzerine “Evet pâdişahım, otuz dokuz gün muhâsara edip, kırkıncı gün fetih müyesser olur.” diye müşâhedesini belirtir. Pâdişah; “ya vezîrlerden kimse şehid olur mu?” diye sorduğunda da; “Vezîr-i âzam’ın4 şehîd olur Pâdişahım. Lutfedip başka sual sormayın” demiştir.” 4 Uzunçarşılı’ya göre bu zât, Vezîr-i âzam Tayyar Paşa’dır. Savaş esnâsında şehid olmuştur. Muhâsara otuzdokuz gün sünmüş, Kırkıncı günü cuma vakti Bağdat alınmıştır. 195 196 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL *** İstanbul’da Kadızâde Mehmed Efendi’nin başını çektiği vâizler zümresinin kürsülerde tarikat erbabına karşı takındığı olumsuz tavırlar ve sataşmalar neticesinde tarikat erbabı da sessiz kalmamış ve her iki taraf arasında fikrî planda ciddî tartışmalar olmuştur. Bu tartışmalar zamanla ilmî ve ahlâkî çizgiyi aşmış, her iki tarafın birbirlerine bakışında değişme ve sertleşme görülmeye başlamıştır. Bu tezâhürler, söz konusu çevrelerin birbirlerini toplumdaki bozulmalardan sorumlu tutup, idâreye şikâyet etmeleri ve değişik mahfillerde birbirlerini suçlamaları şeklinde ortaya çıkmıştır. Abdülmecîd Sivâsî bir tara an tekkesinde diğer tara an da cami kürsülerinde halkı irşad etmeye devam ederken döneminde ortaya çıkan taşkın fikirli vaizlerle özellikle de bid’atler, tarîkat faaliyetleri ve bâzı tasavvufî meseleleri kendine göre tartışma mevzûu yapıp bu yolda gidenlere aşırı hücumlarda bulunan Kadızâde Mehmed Efendi5 ve tara arlarına karşı sessiz kalmamış, câmi kürsülerinde ve değişik mahfillerde tartışmalara doğrudan katılarak iddiâlara cevâplar vermiştir. Ha a o, bu iddiâlara cevap vermekle kalmayıp, Kadı-zâde’yi, “Ermişleri ve tarîkatı tanımıyor, zındıktır.” diye ağır bir dille itham da etmiştir. Bu tartışmalarda mutasavvıfların savunduğu fikirler Sivâsî ile karşı görüşler de Kadızâde Mehmed Efendi ile özdeşleşmiş ve taraflar arasındaki tartışmalar “KadızâdelîlerSivâsîler” mücâdelesi olarak târihe geçmiştir. Kadızâde’nin sebep olduğu bu münâkaşaların doğurduğu vahim sonuçlar karşısında döneminde İstanbul’da bir çok mutasavvıf ve âlim bulunmasına ve bunlar Kadı-zâdeli vâizlerin yaptıklarından rahatsız olmalarına rağmen belki de çözüm üretememiş veya ilgilenmemişlerdir. Târihçi Mehmed Murad’ın ifâdesine göre; “Batınî ilimlerin esrârına vakıf olanlar (mutasavıflar) da bu çevrelerden uzak durmuş, onlara techil ve istihfâfla mukabele etmişlerdir”. 5 Kadı-zâde Mehmed Efendi 990/1582 târihinde doğmuştur. Balıkesirli Doğancı Mustafa Efendi adında bir kadının oğludur. Bu yüzden Kadı-zâde diye şöhret bulmuş, Kadırga’da Sokullu Mehmed Paşa Tekkesi’nin şeyhi Sofyalı Büyük Kadı-zâde Mehmed Efendi’den ayırt edilmek için kendisine Küçük Kadı-zâde denilmiştir. İlk tahsîlini Balıkesir’de Birgivî Mehmed Efendi’nin talebelerinden almış, daha sonra İstanbul’a gelerek tahsîlini orada tamamlamıştır. Tercüman Yunus Tekkesi Şeyhi Ömer Efendi’nin teşvikiyle önceleri sûfîliğe heves etmişse de bilahare meşrebine uygun bulmadığından bu yolu bırakıp, kürsü vâizi olmuştur. Bâyezid, Süleymâniye, Ayasofya gib İstanbul’un selatin câmilerinde vâazlar vermiştir. 1044/1634 yılında Pâdişah ile Revan Seferi’ne giderken yolda hastalanıp, Konya’dan geri döndükten sonra 1045/1635 târihinde vefât etmiştir. Topkapı hâricindeki İki Kapı civârında metfundur. Bu dönemde bilgi birikimleri ve yetkinlikleri giderek zayıflayan ulemâ sınıfının yara ığı boşluğu, halk üzerinde etkili bağnaz vâizlerin doldurmasına karşılık Sivâsî’nin öne çıkıp mücadele etmesi ona önemli bir tarihi kişilik de kazandırmıştır. Kâtip Çelebi iki taraf arasındaki yaşanan münâkaşalardan dolayı; “Bu iki şeyh zamânında birbirlerinin tam zıddı olup, meşreblerinin başka başka oluşu yüzünden aralarında Besûs savaşı vardı”6 demek sûretiyle hadisenin boyutuna dikkat çekmektedir. Kadı-zâde ve Abdülmecîd Sivâsî arasında tartışma konusu olan ve biraz da o günkü fikrî ortamı yansıtan husûsları kaleme alan Kâtip Çelebi, “Bu yazdığım konuların çoğunda Kadı-zâde bir tarafı, Abdülmecîd Sivâsî de öbür tarafı tutup, ifrat ve tefrit tarafına giderler, iki şeyhin tarafını tutanlar da birbirleriyle tartışıp kavga ederlerdi.” demektedir. İlk defa Kadı-zâde Mehmed Efendi tarafından tartışma konusu olarak ortaya atılan meselelerde Kadı-zâde müsbet ilimlerin tahsilinin gerekli olmadığı, Hızır (as)’ın hayâ a olmadığı, ezan ve na’t-ı nebevî, mevlüt, Kur’ân ve sâir dinî metinleri makamla ve güzel sesle okumanın câiz olmadığı, tarîkat erbâbının “devrân” ve “semâ’” yapmalarının meşrû’ olmadığı, sigara, kahve ve keyif verici şeylerin harâm olduğu, cemaatle nâfile Regâib, Berat ve Kadir gecesi namazı kılmanın câiz olmadığı, eşyânın tesbihinin kâl ile değil, hâl ile olduğu, denizde avlanan her hayvanın yenilebileceği gibi husûsları dile getirmiş, örf, adet ve gelenekleri dikkate almayıp, hissiyatı da işe karıştırarak itidalden uzak, müfrit bir tavır takınmıştır. Kâtip Çelebi’nin ifâdesiyle, “ihtilâflı soruları ahmakların ayağını bağlayacak köstekler gibi kullanmıştır”. Aslında bu tartışmaları, içtimâî hayâtın bütününde meydana gelen sarsıntının bir tezâhürü şeklinde yorumlamak mümkündür ve burada dikkat çekici ve vahim olan söz konusu meselelere Kadı-zâde’nin veya Abdülmecîd Sivâsî’nin ne şekilde cevâp verdikleri değil, meselelerin bizzat kendileri, yâni mâhiyetleridir. Kadı-zâde ile Abdülmecîd Sivâsî arasında geçen münâkaşalarda devlet erkânı ve özellikle IV. Murat oldukça siyâsî davranmıştır. Nitekim o, iki taraf arasında vukû bulan münâkaşalara müdâhale etmediği gibi kendi icrââtına uygun va’zlar yapıp fetvâlar veren Kadı-zâdeyi himâye etmiş, diğer tara an Sivâsî’ye iltifatlarda bulunmuştur. Bunun sebebi ise açıktır. Çünkü Pâdişah muhtemelen yakın adamlarının da telkîniyle, iki taraf 6 Besûs iki Arap kabilesinin kırkyıl savaşmasına sebep olan bir kadının adıdır. Uzayıp giden ve barışla sonuçlanmayan savaşlar için kullanılan bir tabir olmuştur. 197 198 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL arasında dengeyi muhâfaza etmenin hem devlet hem de toplum nizâmı açısından daha iyi sonuç vereceğini hesap ediyordu. Aksi halde Kadızâde’nin açıkça ve fiilen desteklenmesi karşı tarafın ezilmesiyle sonuçlanacağından ve bunun hâsıl edeceği tehlikeli olaylardan korkulurdu. Kadı-zâde-Sivâsî münâkaşası IV. Murad’ın uyguladığı siyâset sâyesinde sözlü ve yazılı sa ada kalmış, fiilî bir harekete dönüşmemiştir. Ancak Kadı-zâde ve Abdülmecîd Sivâsî’nin ölümünü müteâkip, Kadı-zâde’nin yolundan giden mutaassıp zümre ile Sivâsî tara arları arasında aynı münâkaşalar müsâmahasız ve hoşgörüsüz bir tarzda büyüyüp gelişmeye, ha â fiili mücâdele hâlini almaya başlamıştır. Bu iki grup arasındaki tartışmalar Kadı-zâdelileri temsilen Üstüvânî Mehmed Efendi (ö. 1072/1661) ile sûfîleri temsilen Abdülmecîd Sivâsî’nin halifesi Abdülahad Nûrî ve bunlardan sonra da üçüncü kuşakta Mehmed Vanî Efendi ile Niyazî Mısrî arasında aynı şidde e devam etmiş, bu hal Köprülü Mehmed Paşa(ö.1072/1666)’nın vezir-i âzamlığına kadar sürmüştür. Köprülü Mehmet Paşa ileri gelen ulemâyı toplayıp bu vâizlerin davranışlarının doğru olup olmadığını görüşmüş, onlar da bunların hareketlerinin bâtıl olduğunu beyân edip, fitne çıkaranların cezâlandırılmaları gerektiğini söylemişlerdir7. Ulemanın kanaatlerini paylaşan Köprülü, şeyhleri ve tekkeleri bunların elinden kurtararak Kadı-zâdeliler hareketinin fiilen sona ermesini sağlamıştır (1066/1656). *** XVII. yüzyılın ilk yarısında tekke ile medreseden yetişme vaizler arasında cereyân eden bu tartışmalara rağmen inhitat ve inhilâl dönemlerinde en son çözülen müessese olmaları itibariyle yine tarîkatların canlılıklarını kaybetmedikleri, tasavvuf anlayışlarını yaymayı sürdürdükleri görülmektedir. Bunda Osmanlı idâresinin tasavvuf erbabına karşı göstermiş olduğu müsamahanın katkısı da önemlidir. Ancak bu müsamaha zaman zaman istismâr da edilmiştir. Bu istismar sünnî anlayışın temsîlcisi olan tarîkatlarda görüldüğü gibi, daha ziyade sünnî olmayan unsûrlar tarafından yapılmıştır. Nitekim devletin gösterdiği müsamahadan istifâde ile kimi zaman Şii-Bâtınî düşünceler siyasî bir görünüm arz ederek taşkınlık göstermiş, bu taşkınlıklar bazen tasavvufî cereyânlara da ulaşmıştır. Neticede Osmanlı’nın te‘sîs etmeye çalıştığı devlet kontrolündeki dînî ve siyasî güce karşı muhalif 7 Muhammed Nazmî, Köprülü Mehmed Paşa’nın Kadı-zâdelilerin teaddi ve tecâvüzlerini görüp o dönemde şeyhülislâm olan Hanefi Efendi’den fetva istediğini, Şeyhülislâm’ın da “Kadızâde’ye mensup olan vâizlerin ekserisi yeryüzünde fesat için çalışanlar olmağın, nefyolunmaları lazımdır.” şeklinde fetvâ verdiğini, bunun üzerine tarîkat erbabının bir müddet müsterih olduklarını nakletmektedir. (Bk. Nazmî, Hediyyetü’l-İhvân, 233). siyasî, fikrî ve bâzı tasavvufî hareketler şerîat’ın örselenmesine yönelik tavırlar olarak görülmüş ve sert tepki ile karşılanmıştır. H. Gazi Yurdaydın’a göre, umûmiyetle esas dînî akîdelerin muhafaza edilmesiyle kendilerini vâzifeli addeden âlimler, zaman zaman böyle fikirler ileri süren tarîkat ehlinin idâmı yahut da hapsedilmesi şekillerinde beliren olaylarda önayak olmuşlardır. Bilhassa Melâmîlerin cezbe halinde söyledikleri ve yaptıkları, âlimler ve bâzı sûfîlerce tepki ile karşılanmış, genç ve mübtedi melâmîlerin ya da cezbe halindeki melâmî ihvânının zahir şeraite tutunanlar tarafından tekfîr edilircesine horlanması diğer melâmî erbabını da isyân e irmiş ve arkadaşlarını koruma yolunu tutmuşlardır. Bu yüzden erbab-ı şerîat ile melâmîlerin arası gi ikçe açılmış, Melâmî çevreler sık sık hükümdarın takibine ve mahkemeye sevk edilme ve şikayete muhâtab olma talihsizliğini tatmışlardır. Aslında Osmanlı Devleti, tarîkat şeyhlerinden şerîat çizgisini muhafaza edenleri daima kollamış, haklarında bir isnâd söz konusu ise bunlar en ince noktasına kadar tetkik edildikten sonra hüküm verilmiş, suçsuz olanlardan özür dilenip gönülleri alınmaya çalışılmıştır. Öbür tara an idâre sünnî akîdeyi yerleştirme politikasının bir gereği olarak tarîkat erbabını bu yola tevcîh etmiş, onları himâye ederek Anadolu’nun vahdetini temine çalışmıştır. *** Abdülmecîd Sivâsî bu dönemde bir tara an tarîkatlere karşı yürütülen taassub ile mücâdele ederken, diğer tara an da, faaliyetlerini gizlice sürdüren Melâmîler, Hamzavîler ve özellikle İdris-i Muhtefî’nin şerîate muhâlif gözüken görüş ve davranışlarına şiddetle karşı çıkmış, halkın havsalasına sığmayacak taşkın fikirlerin yayılmasına mâni olmaya çalışmıştır. Abdülmecîd Sivâsî’nin İdrîsîler ve Hamzavîler hakkındaki kanaatleri şöyledir: “Ehl-i sünnetin nasla sabit olan mezhebine îmân getiren bilir ki, Hamzavîler’in ve İdrîsiler’in ve Hurûfîler’in cümlesi kâfirdirler. Bunların i’tikadları ve mezâkları, Hacı Bayrâm Velî i’tikad ve mezakkı olmayub, bir gayri revişdir. Fakir-i kesîrü’t-taksîr, İdrîsîler’in mübtedî ve ümmî câhillerinden, gulât-ı Revâfız’dan Revâfız i’tikadı üzere kelâm-ı dalâlet-encâm istima’ itmişimdir.” (Nazmî, Hediyyetü’l-İhvân, 175). “Bunların gizli meclislerinde biri birine secde e tikleri ve sair fesâdları ve ulemâ ve sülehâ ve meşâyihle karışmadıkları ve hilaflarına kız vermedikleri, meclis-i şer’-i Muhammedi’de kat’â yüzleri olmadıklarına şâhid yeter. Eğer nisbet olunan ahvâli işidilen gibi vaki’ ise. Husûsen Bayrâmî geçinürler. Hacı Bayrâm Hazretlerinin kapusundan açık kapu yoktur. Zâhirdür ki, dîn-i Muhammedî’den sonra Sultân Ahmet eyyâmında ve dâru’s-saltanat olan şehrinde dinlerin sakla- 199 200 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER dıkları dinsizliklerine şâhiddir. Bunların Hacı Bayrâm’a muhabbetleri Nasârânın Hz. Îsâ’ya ve Revâfizûnun Hz. Ali’ye muhabbet ve intisâb da’va etdikleri gibidir.”(Sivâsî, Dürer-i Akâid, vr. 68b-69a) Muhammed Nazmî de onların zikir ve ibâdetlerini rahatça yapabilecekleri bir ortam olmasına rağmen kendilerini gizlemelerinin haklarında süpheye sebebiyet verdiğini söylemektedir: “Ma’lûm ola ki; Sarban Ahmed’in hulefâsından Alâaddîn Vizevî’ye müntesib olanlar, aşikâren icrâ-yı âyîn–i tarîkat idüb, cümlenin makbûl ve mahbûbu olup, kimesnenin dahl ve taarruzu yoktur. Ve Kâsımpaşa’da zâviyelerinde Seyyid Osman Efendi ve Ok Meydanı’nda damadları Hamdî Efendi ve İstanbul’da Halvâyî Baba dimekle ma‘rûf olan Şeyh Yakub, tarîk-i Bayrâmî üzere icrâ-yı âyîn iderler, kimesnenin dahl ve ta’arruzu yokdur. Husûsen kerâmetleri meşhûrdur. Pes ma’lûm oldu ki; Hamzavîler’in ve İdrîsîler’in hânkâhlarda olmayub ve muhtefî olmaları ve şeyhlerinin maktûl olması, ba’is-i kîl ü kâl olub, ekseri kizb ve i irâ-i akvâl ve ef’al ile mü ehem oldular. Ve mecmu’-i nâs, bunların dalâletine zâhib oldular.”(Nazmî, Hediyyetü’l-İhvân, 176) Muhammed Nazmî Abdülmecîd Sivâsî’nin Hamzavîler ve İdrîsiler’e karşı yaklaşımını da onun karekteriyle alakalandırmakta ve şunları söylemektedir: “Pîrimiz Hz. Sivâsî, gayet gayret-i Şeri’at ve tarîkat çektiğinden, emr bi’l-ma‘rûf ve nehy ani’l-münker itmekte ifrât-ı mübâlağa iderlerdi. Zira nâsın İdrîs’e nisbet etdikleri kelimât-ı küfür ve ilhâd ve zındıkayı istima’ itdikde, mü’min ve muvahhidden kizb ve bühtân ve i irâ sâdır olmaz îtikâdında idiler.”(Nazmî, Hediyyetü’l-İhvân, 174) Melâmîler’in idâre tarafından sürekli takibat altında bulunmaları ile ilgili rivâyetler dikkate alındığında onların tarîkat faaliyetlerini gizli olarak yapmaları makul karşılanabilir. Ancak Sivâsî’nin itiraz e iği gibi kendilerini Hacı Bayram Velî’ye nisbet edenlerin onun tavrını takınıp alenî olarak faâliyetlerini sürdürmemiş olmaları -ki ifadalerden Bayramî faaliyetinin bu dönemde alenî olarak sürdürüldüğü anlaşılmaktadır- Sultan Ahmed gibi tasavvuf ehline saygılı bir pâdişah döneminde dikkat çekici olmaktadır. “Açık yaraya kurt düşmez ” atasözünde olduğu gibi bu tür gizlilikler şüpheyi de beraberinde getirir ki, Sivâsî’nin bu açıdan kısmen haklı olduğu söylenebilir ama bu hususta belki de doğrusu Muhammed Nazmî’nin şu yaklaşımıdır: “Fakîr içtihâdımda böyle buldum ki, bunların eyüsi eyü ve kemi gâyet kem. Ve bi’l-cümle durûb-ı emsâl-i Türkiye’dendir ki; “Ne kara yerde yat, ne kara kura düş gör.” (Nazmî, Hediyyetü’l-İhvân, 176) Kanaatimize göre gerek Abdülmecîd Sivâsî’nin gerekse idarî çevrelerin bu guruplara karşı takınmış oldukları tavrın iki gerekçesi vardır: SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Bunlardan biri, şerîatin hamisi olma sıfatıyla dînî ve siyasî gücünü koruma çabası, diğeri ise bâzı tarîkat ehlinin veya bu kisveye bürünen çevrelerin şerîate muhalif sözlerinin avam tarafından yanlış anlaşılabileceği, dolayısıyla onları şaşırtıp, dalâlete sevk edebileceği endişesidir ki, her iki halde de gaye toplumun birlik ve beraberliğinin temini ve sosyal zemini sağlam tutma çabasıdır. *** Abdülmecîd Sivâsî’nin en mümeyyiz vasfı belki de Ehl-i Sünnet’in sıkı bir bağlısı ve savunucusu olmasıdır. Onun bütün arzusunun müslümanların yaşayışlarını Kur’ân ve sünnete uydurmaları ve ahlâklarını yüceltmeleri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Müteşerri’ bir sûfî vasfıyla öne çıkan Sivâsî, tarîkat anlayışında tevhîd merkezli, hâlis niyet esâslı ve amelî ağırlıklı davranmayı hâkim kılmaya çalışmış, bir şeyi nazarî olarak bilmenin, fiilen yaşanmadıkça insana fazla bir şey kazandırmayacağı kanâatini taşımıştır. Bunun için, ona göre gerekli olan, öncelikle şerîati yaşamak, sonra bir mürşidin rehberliğinde nefsi tezkiye ve rûhu tasfiye ile sülûkü tamamlamaya çalışmaktır. Kısaca onun ısrarla vurguladığı husus, nefse muhalefet edip, doğrudan Allah’a yönelmek, Allah’tan alıkoyan şeylerden uzak durup, sâlihlerle sohbet ve kâmil bir şeyhin rehberliğinde yürümektir. Ona göre amellerin sahîh olması ancak bu husûslara bağlılıkla mümkündür. Abdülmecîd Sivâsî tasavvufî görüşlerini verirken meseleye bir pratisyen ve eğitici sıfatıyla yaklaşmış, sülûkun tatbikî yönüne eğilmiştir. Yani o, tasavvufun teorik yönüyle ele alınmasındansa, bizzat yaşanarak ortaya konmasına vurgu yapmıştır. Bunun yanında tasavvufun teorik yönüne de değinmiş, vahdet-i vücûd anlayışına yakın açıklamalarda da bulunmuş, fakat bu meselelerle ehil olanların ilgilenmesini istemiştir. *** Abdülmecîd Sivâsî tasavvuf meselelerine ve tarîkat âdâbına vâkıf bir şahsiyet olduğu halde tarîkat usûl ve âdâbı açısından tecdîde gitmemiştir. Ancak devrinde Halvetiyye tarîkatının önde gelenlerinden olup, yetiştirdiği halifeleri vasıtasıyla, Şemsiliğin İstanbul başta olmak üzere Anadolu ve Rumeli’de geniş kitlelere ulaşmasında etkili olmuştur. Neticede gerek o, gerekse halifesi Abdülahad Nûri ile birlikte Halvetî-Şemsî örgütlenmesi toplumsal bir zemine oturarak merkezi bir misyon üslenmiş Şemsiyenin vücud verdiği tek şube olan Sivâsîyye adıyla hizmet vermiştir. Abdülmecîd Sivâsî’nin Şemsiyye kolunu taşradan merkeze taşınmış olması, onun şahsiyetinin ve bağlı bulunduğu tarîkatı temsîl kabiliyeti- 201 202 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL nin gücünü ortaya koyması bakımından önemlidir. Fakat Sivâsîyye şûbesi Abdülmecîd Sivâsî ve Abdülehad Nûrî, dönemlerinde İstanbul’da ve sâir bölgelerde kısa zamanda yayılmış olmasına rağmen, bu yaygınlığı ve şöhreti, onlardan sonra devam edememiştir. Muhammed Nazmî de bu husûsu dile getirirken şöyle demektedir: “ Fî zemâninâ bu tâife-i âlî-şân ve bu zümre-i ârifân-ı kerâmet-ünvân ve bu câmi’-i kemâlât-ı insâniyye-i ilâhiyye olan mahbûb-ı cenâb-ı Rahmân, ekall-i kalîl, belki inkırâz mertebesine varmıştır. (Nazmî, Hediyyetü’l-İhvân, 172) Muhammed Nazmî bu inkırâzın gerekçesini ise şöyle açıklamaktadır; “ Hak budur ki, mürşidler ümmî olub, evlâd-ı meşâyih seccâde nişîn-i peder olalı, ekserî dervîşan, tağyirü’ş-şekli li-ecli’l-ekl etmişlerdir.” (Nazmî, Hediyyetü’l-İhvân, 173) Hüseyin Vassâf Bey Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye’ye dayanarak, İstanbul’da zamanla bu şûbeye mensûb kırk kadar zâviyenin teşekkül e iğini, bunların hayli şöhret kazanmalarına ve Abdülehad Nûrî’nin zamanının müceddidi olmasına rağmen, tarîkatın devamını sağlayacak kudretli hâlefler yetiştirilememiş olmasından dolayı, daha fazla yayılamadığı gibi, mevcûd zâviyelerinin de zamanla diğer kollara mensûb meşâyihin idaresine verildiğini söylemektedir. *** Türk tasavvuf ve tefekkür târihi, ha â Türk edebiyât târihi açısından önemli bir şahsiyet olan Abdülmecîd Sivâsî, 1049/1639 Ekiminde yetmiş sekiz yaşında İstanbul’da vefat etmiştir. Vefatından sonra Eyüp Nişanca’sında Nişancı Câmii civârında, kendisine âit evin bahçesinde defnedilmiştir. *** IV. Mehmed’in annesi Mahpeyker Vâlide Sultan (ö.1062/1651), Abdülmecîd Sivâsî’nin vefâtından iki yıl sonra gördüğü bir rüyâ üzerine kâhyası Behrâm Ağa nezâretiyle kabrinin üzerine bir türbe yaptırmıştır. Hüseyin Vassâf bu türbede her iki bayramın son günlerinde meşâyih ve Hak âşıklarının toplanıp, sandûkalarını ortaya alarak etrâfında devrân ve zikir e iklerinden bahsetmektedir. R. Ekrem Koçu türbe hakkında bilgi verirken kendi döneminde buranın çok harap bir hâlde olduğunu, tavanının çökmüş, içinin taş, toprak dolduğu ve duvarlarının da çökmek üzere olduğundan bahsetmekte, semt halkınca Abdülmecîd Sivâsî’nin türbesinin, “Büyük Türbe”, Abdülehad Nûrî’nin türbesinin de “Küçük Türbe” diye meşhûr olduğunu söylemektedir. Fındıklılı, Abdülmecîd Sivâsî’nin türbesinin bulunduğu bahçenin hazîresinde Halvetî tarîkatinin büyüklerinden ve bu âileye mensûb seksen kadar zevâtın mezarlarının bulunduğundan bahsetmektedir. Nişancı Mehmed Paşa Tekkesi şeyhi Şemsiyye büyüklerinden Şeyh Abdülbâki Efendi’nin (ö.1166) Rûmeli Hisârı’ndayken vefât etmesi üzerine, kışın şiddetli olması ve naklinin güçlüğü ndeniyle babası ve dedesinin bulunduğu hazîreye değil de Rûmeli Hisârı yakınındaki “şehidlik” kabristanına gömüldüğüne dâir Fındıklı’nın nakle iği rivâyet, Şemsî-Sivâsî âilesine mensûb meşâyih ve mürîdânın bu türbenin bulunduğu bahçenin hazîresinde gömülmesi gibi bir geleneğin olduğunu düşündürmektedir. Koçu’nun yazısının yayınladığı yıllarda (1946) harap hâlde olduğunu öğrendiğimiz bu mekân, Vakıflar idâresi tarafından 1970’te aslına uygun olarak inşâ olunmuştur. Türbe günümüzde hâla ma’mur bir hâlde olup Şirin Baba diye tanınan rahmetli İskender Korkmaz Bey’in nezaretinde bu hâle getirilmiştir. Aynı zâtın nezaretinde türbe hazîresinde toprak altında gömülü kalan mezar taşları ve kabirler ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Türbe hâlihazırda bakımlı ve tertemiz bir halde olup ziyaretçilere açıktır. *** Eşi hakkında bilgimiz olmayan Abdülmecîd Sivâsî’nin biri erkek dört çocuğu olmuş ve nesli oğlu Abdülbâki Efendi ve kızları Râziye, Safiyye, Âlime Hatun’la devam etmiştir. Hüseyin Vassâf, Sivâsî’nin kızlarından birini 1033/1623 târihinde Abdülehad Nûrî ile evlendirdiğini nakletmekte ancak evliliğin bu kızlardan hangisiyle olduğunu belirtmemektedir. *** Eyüp Nişanca semti, Düğmeciler mahallesi, Nişanca caddesi üzerinde türbesinin de bulunduğu bahçede 120 ada 34 parsel üzerine inşâ edilen Abdülmecîd Sivâsî’nin evi o henüz haya a iken vezîrler, ulemâ, devlet erkânı, tarîkat şeyhleri, fukarâ ve dervîşlerden, her gün kırk-elli, belki daha fazla kimsenin toplandığı ve sabah akşam beşer altışar sofra yemek verilen, sohbet ve zikir halkaları oluşturulan bir mekân olarak hizmet vermiştir. Nazmi Efendi Sivâsî’nin hânesinde onbeş-yirmi kadar hizmetçisinin bulunduğunu ve hiç bir maddi sıkıntı çekmediği gibi onlara oldukça rahat bir hayât temin e iğini, eline geçenleri evlâtlarına paylaştırdığını, meselâ türbesi civârındaki bahçeyi oğlu Abdülbâki Efendi için, aynı civârda küçük kızı Râziye için çok odalı bir hâne, büyük kızı Âlime ve ortanca kızı Safiye için birer hâne satın aldığını, her birini tezyin ve tefriş e iklerini naklediyor ki bu rivayet Sivâsî’nin hanesinin oldukça büyük olduğunu, ailesinin bu bahçe ve etrafında kümelendiğini ve buranın adeta bir Sivâsî ocağı şeklinde hizmet verdiğini göstermektedir. 203 204 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Bu ev Sivâsî henüz haya a iken resmen tekke niteliğine kavuşmamış olsa da, çok sayıda mürîdinin uğrağı olduğu ve fiilen bir tekke gibi çalıştığı söylenebilir. Baha Tanman’ın tesbit e iğine göre Vakıflar İstanbul Baş Müdürlüğü Arşivi’ndeki Tekâyâ ve Zevâyâ De eri’nde Abdülmecîd Sivâsî’nin Eyüp’te bir tekke vakfetmiş olduğunu belirten, târihsiz bir kayıt buranın daha sonraları tekke olarak hizmet verdiğini te’yîd etmektedir. Tanmanın tespitine göre, Batıda Eyüp-Nişanca caddesi, diğer yönlerde komşu parsellerle çevrili olan tekke arsasının batı kesimi türbelere ve hazîreye, doğu kesimi tekkenin diğer bölümlerine tahsis edilmiştir. Geçen yüzyılda yenilenmiş olması gereken, hepsinin ahşap olduğu bilinen tevhîdhâne, harem, selâmlık ve diğer birimler Cumhûriyet döneminde ortadan kalkmış, arsanın bir kesimine Nişancı Ortaokulu inşâ edilmiştir. Tanman, bâzı kaynaklarda(kaynak belirtmiyor) Eyüp’teki Sivâsî Tekkesi’nin Abdülehad Nûrî’nin adıyla anıldığını söylemektedir. Diğer tara an tekkenin hazîresinde bir çok başka tekkenin (Mehmet Ağa, Ferrûh Kethüdâ, Zıbın-ı Şerîf, Yahyâ-zâde) postnişînlerine âit mezarların bulunduğunu, bunların dışında hazîrede mezarları tesbit edilen Şeyh Abdussamed Efendi (ö.1067/1656), Şeyh Abdülmecîd Efendi (ö.1130/1717), Yahyâ oğlu Şeyh Mehmed Efendi (ö.1165/1751) ile Şeyh Seyyid Ahmed Bey’in (ö.1245/1829) de burada postnişîn olmalarının ihtimâl dâhilinde olduğunu belirtmektedir. Ayrıca II. Mahmûd’un kızı Sâliha Sultan’ın 1249/1834’teki düğününe dâvet edilen Halvetî şeyhleri arasında “Eyüb Ensâri’de Abdülehad Nûrî Tekkesi(?) şeyhi Seyyid İbrâhîm Efendi’nin...” şeklinde bir ibarenin bulunduğunu, Bandırmalı-zâde A. Münib Efendi’nin 1307/1889-90 târihli Mecmûa-i Tekâyâ’sında da Şeyh Tevfik Efendi’nin ismi geçtiğini, son postnişînin de Şeyh Salâhî Bey olduğunun bilindiğini, Dâhiliye Nezâreti’nin R. 1301/1885-86 târihli istatistik cetvelînde de tekkede 5 erkek ile 5 kadının barındığı şeklindeki bilgilerden hareketle, bu tekkede meşîhâtın Sivâsîlik’ten Sünbülîlik’e intikal e iğini; ancak Mecmuâ-i Tekâyâ’daki kayı a Eyüp’teki Sivâsî tekkesinde Sivâsîliğin yaşatıldığı, bayram ha alarında Sünbülî âyînine yer verildiğini belirtmektedir. Bu durumda aynı mahalde iki tekkenin faaliyet verdiği bunlardan birinin tekke olmasa da tekke hüviyetinde olan Sivâsî’nin evi diğerinin ise Abdülehad Nûrî Tekkesi olduğu söylenebilir. *** Abdülmecîd Sivâsî haya a iken pek çok halîfe yetiştirmiş ve bunları Anadolu’nun muhtelif bölgelerine göndermiştir. Halifelerinin başında hemşire-zâdesi ve damadı Abdülehad Nûrî ve oğlu Abdülbâki Efendi gelmektedir. 1- Abdülehad Nûrî Sivâsî: Sivâsî Efendi’nin himâyesinde annesi ve kardeşleriyle birlikte İstanbul’a hicret eden Abdülehad Nûrî ona olan bağlılığını intisâb ederek tarîkat yoluyla da sürdürmüştür. Kısa zamânda şeyhinin telkîn ve teslîkiyle “usûl” ve “fürû’” dan oluşan on iki ismi tekmîl etmiştir. Seyr u sülûkunu uzun riyâzât ve halvetlerle devâm ettirmiş, Sivâsî Efendi; “Abdülehad, sana bu kadar riyâzât ve mücehedât ile teslîkimize sebep, bir zaman gelecek sen İstanbul’da ferîd (benzeri nâdir bulunan) bir mürşid-i kâmil olacaksın. Zamânında olan şeyhlerin, bütünü sana serfürû (itâat etme, saygı duyma, söz dinleme) ve ilticâ ve mürâcaat edecekler. Herkesin sana tâbi olması için bu kadar gayret göstermen gerekiyordu. Bu durumda, Hz. Resûlullâh (s.a.v.)’in işâret-i şerîfeleri ile Midilli’ye halîfe nasb ve tâyin olundunuz.” (Nazmî, Hediyyetü’l-İhvân, 220-221) diyerek seccâde, asâ, ridâ ve kemer verip ona duâ etmiştir. Bunun üzerine Abdülehad Nûrî annesini de yanına alıp Midilli’ye gitmiş, orada Sultan Mehmed tarafından yaptırılan câmide va’z ve irşâda başlamıştır. Zamânla şöhreti yaygınlaşmış, pek çok kimse kendisine mürîd ve muhib olmuştur. Burada kendilerine mürîd olan Deryâ Beylerinden Bâli-zâde Hasan Bey, onun için bir câmi ve zâviye inşâ e irmiş, zâviyenin bütün giderlerini de üzerine alarak Abdülehad Nûrî’den sonra da halîfelerinin tekkeyi kullanmalarını şart koşmuştur. Bilahare Abdülmecîd Sîvâsî, Şeyhulislâm Yahyâ Efendi’nin ricası üzerine Abdülehad Nûrî’yi İstanbul’a çağırmış ve 1020/1611’de Mehmed Ağa Zâviyesi kendilerine tevcih edilmiştir. Abdülehad Nûrî İstanbul’a geldikten sonra 1033/1623 târihinde şeyhine dâmâd olmuş ve tam yirmi sekiz yıl bu zâviyede şeyhlik yapmıştır. 1045/1635 târihinden îtibâren de Fatih, Bâyezid, Sultan Ahmed ve Ayasofya Câmilerinde vâizlik yapmıştır. Abdülehad Nûrî ömrünün sonlarına doğru ders ve va’z vermeyi bırakmış, kendini tamâmen sâdık mürîd ve tâlibleri irşâda adamıştır. 1 Ocak 1061/1650 cuma günü vefât etmiştir. Eyüp Nişancadaki mezarının üzerine daha sonra Yûsuf Ağa-zâde Mustafa Ağa (ö.1070/1659) tarafından bir türbe yaptırılmıştır. 2- Abdülbâki Efendi: Abdülmecîd Sivâsî’nin oğludur. 1023/1614’de doğmuştur. “Sivâsî-zâde” diye meşhûrdur. Babasından sonra onun tekkesinde şeyh olmuştur. İbtidâ ilimleri babasından tedris etmiştir. Döneminin muhakkik ve müdakkik üstâdlarından da zâhirî ilimleri tedrîse devâm etmiş, bilâhare Şeyhulislâm Yahyâ Efendi’ye mülâzım (stajyer) olmuştur. Medâris-i Erba’îniyye (Kırk akçe medreseleri)’den mezun olmuş, resmî 205 206 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER olarak haric medreselerinden birinde hocalık yapmıştır. Daha sonra tasavvufa meyletmiş ve babasına intisab etmiştir. Bâtınî ilimlerde ilerleyerek zamânının önde gelenlerinden birisi olmuştur. Babasının ölümü üzerine zâviyeleri ve Sultan Ahmet Câmii ile Fâtih Câmii dördüncü gün vâizliği (çarşamba) kendilerine tevcîh olunmuştur. Yetmiş üç yıl ser halka-i tevhîd ve tezkîrde bulunmuş, kürsülerde hadîs ve tefsîr dersleri vermiştir. 1122/1710 senesi Rebiülevvel ayının onbeşi, çarşamba gecesi vefât etmiş, cenâzeleri Eyüp Nişanca’da babasının kabri yanına defnedilmiştir. 3- Şeyh Mısrî Ömer Efendi: Şemseddîn Sivâsî’nin büyük oğlu Mehmed Efendi’nin oğludur. Zile’de dünyâya gelmiştir. Amca-zâdesi, Abdülmecîd Sivâsî’den zâhirî ilimleri tahsil etmiş, bilâhare tasavvufa yönelmiş, irâdet ve bîat aldıktan sonra halvet, riyâzât, ve mücâhedelerle seyr ü sülukunu tamamlamıştır. Abdülmecîd Sivâsî İstanbul’a dâvet edildiğinde, onunla berâber İstanbul’a hicret etmiştir. İstanbul’a geldikten sonra Beşiktaş’ta Sinan Paşa Hânikâhı’na halîfe nasbolunmuş, daha sonra Tophâne’de “Karabaş Tekyesi” diye de bilinen “Kapı Ağası Zavîyesi”ne, oradan da Yeniçeri Otaları yakınında “Sûfîler Tekkesi”ne şeyh olmuştur. Tophâne’de Kılıç Ali Paşa Câmii’nde vâiz iken, Tabanı Yassı Mehmet Paşa’nın ricâsı üzerine Sivâsî Efendi onu Mısır’daki Hânıkâh-ı Nizâmiyye’ye halîfe olarak göndermiştir. Onbeş sene bu zâviyede hizme e bulunduktan sonra, 1053/1643’da Mehmed Paşa (Civan Kapıcıbaşı-zâde) vezîr-i âzam olunca aralarında olan muhabbe en dolayı Ömer Efendi’yi tekrar İstanbul’a dâvet etmiştir. İstanbul’a gelince kendilerine yine “Sûfîler Tekkesi” kendisine tevcîh olunmuştur. Bilahare Sultan Selim Câmii ile, Süleymâniye Câmii vâizliğine tâyin olunmuştur. 1069/1658 Zilkade ayında yetmiş yaşında vefât etmiş, zâviyelerinin yanına defnedilmiştir. 4- Yeniçeri Mehmed Efendi: Kundakçı Hüseyin Dede’nin tavsiyesiyle İstanbul’a gelerek Sivâsî Efendi’ye bîat etmiş, onun denetiminde seyr u sülukunu tamamlamıştır. Abdülmecîd Sivâsî onu Orta Câmii’nde akşam namazı öncesi toplanan dervîşlere zikir yaptırmak için halîfe olarak görevlendirmiştir. 5- Arâklı Mehmed Efendi: Şeyhülislâm Hanefî Efendi’nin Medîne ve Mekke’de kadı iken hizmetlerinde bulunmuştur. Abdülmecîd Sivâsî’ye bîat etmiş, tekmîl-i tarîka en sonra hilâfete nâil olmuştur. Şeyhinin isteği üzerine Yeni Vâlide Sultan Câmii’nde şeyh ve Ayasofya Câmii’nde çarşamba günü vâizi olmuş, burada otuz seneden fazla hizme e bulunmuş, 1070/1659 senesinde vefât etmiştir. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL 6- Şeyh İbrâhîm Efendi: Zile’de doğmuş Sivas’ta ikamet etmiştir. Abdülmecîd Sivâsî henüz Sivas’ta iken kendisine bîat etmiş, tekmîl-i tarîka en sonra Zile ve civârına halîfe olarak tâyin edilmiştir. Bilâhare İstanbul’a taşınmış, Tercüman Yûnus Zâviyesi’nde şeyh ve Hâce Paşa Câmii’nde cuma vâizi olmuşlardır. 1060/1650 târihinde vefât etmiştir. 7- Şeyh Mehmed Efendi (Şâmî): Bu zât Abdülmecîd Sivâsî’ye yirmi sene ser-tarîklik yapmış olup, tekmîl-i tarîka en sonra Şam’a halîfe olarak gönderilmiştir. Orada büyük şöhrete ulaşmıştır. Yirmibinden fazla insana tarîkat hırka ve kisvesi giydirdikleri rivâyet edilmiştir. 8- Murâd Efendi: Abdülmecîd Sivâsî’den tekmîl-i tarîkat e ikten sonra hilâfet almış ve Safranbolu’ya halîfe olarak tâyin olunmuştur. Murâd Efendi bir tara an Câmi-i Kebîr’de vâizlik yapmış, diğer tara an da zâviyelerinde tarîkatını neşr ve mürîdleri irşâdda bulunmuştur. 9- Sivaslı Kadızâde Mehmed Efendi: Abdülmecîd Sivâsî’nin eski halîfelerinden olup, uzun süre ona hizmet etmiş, tekmîl-i tarîka en sonra hilâfete nâil olmuş, bilâhare şeyhi tarafından Gümilcine’ye halîfe olarak gönderilmiştir. Gümilcine ve etrâfında kırk sene kadar irşâdda bulunmuş, 1060/1650 yılında vefât etmiştir. 10- Kadızâde Şeyh Küçük Mehmed Efendi: Aslen Amasya’lı olup, Abdurrahman Efendi’den ilim tahsil ederek bilâhare Sivâsî Efendi’nin irfân dâiresine girmiştir. Amasya’da Sultan Bâyezid Câmii vâizliğinde bulunmuş, 1030/1620 târihinde Amasya’da vefât etmiştir. 11- Karabaş Ahmet Efendi: Sivâsî Efendi’den tekmîl-i tarîkat ederek hilâfet almış, Karadeniz Ereğlisi’ne halîfe gönderilmiştir. Uzun süre o civârda halkı irşâd ve tenvirde bulunmuş, Abdülmecîd Sivâsî’den önce vefât etmiştir. 12- Kazgânî-zâde Süleymân Ağa: Abdülmecîd Sivâsî, Sipâhîler zümresinden olan Süleymân Efendi’yi yirmi yıl kadar terbiye ve teslîkten sonra hilâfet vermiştir. İlm-i tıb, ilm-i nücûm gibi ilimlerde ehliyet sâhibi olan Süleyman Ağa sûrî cihâd terakkîsini elde etmek için hiç bir seferden geri kalmazmış. Girit’in fethinden sonra 1080/1669 yılında vefât etmiş. 13- Yûsuf Beğ: Mısır Beğlerinden olan bu zat, Abdülmecîd Sivâsî’den tekmîl-i tarîkat e ikten sonra irşâd için Mısır’a halîfe tâyin edilmiştir. Ümmî olan bu zât tahmînen 1070/1659 yılında vefât etmiştir. 14- Ankara’lı Şeyh Hasan Efendi: Aslen Ankara’lı olup, İznikmid’e halîfe gönderilmiştir. Mücâhede, riyâzet ve âdâb-ı tarîkatde temâyüz etmiş, pek çok kimsenin tarîkata intisâbına vesîle olmuştur. Tahmînen 1070/1659 yılında vefât etmiştir. 207 208 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL 15- Şeyh Müeyyed Efendi: Şemseddîn Sivâsî’nin küçük oğludur. Abdülmecîd Sivâsî’den zâhirî ve bâtınî ilimleri tahsilde bulunmuş, onun terbiyesi altında tekmîl-i tarîkat etmiş, kendilerinden sonra babasının makâmına halîfe nasb ve tâyin edilmiştir. Elli seneden fazla Sivas’da tâlibleri irşâda devâm etmiş, 1075/1664 târihinde vefât etmiştir. Cenâzeleri babasının kabri yakınına defnedilmiştir. 34-Şeyh Abdülalîm 16- Dîvâne Ali Efendi: Merzifon’lu olan bu zat, Abdülmecîd Sivâsî Merzifon’da halîfe iken kendisine intisâb etmiştir. İstanbul’a da berâber gidip âsitânelerinde Abdülmecîd Sivâsî’ye hizmet etmiş, tekmîl-i tarîka en sonra, Dikili-taş yakınındaki Ali Paşa-yı Atîk zâviyesine halîfe olarak tâyin edilmiş, aynı zâviyede otuz seneden fazla tâlibleri irşâdla meşgul olmuştur. Ümmî ve cezbe sâhibi birisi olan Ali Efendi, ulemâ ve devlet erkânı arasında saygın bir yer edinmiştir. 1070/1659 yılında vefât etmiştir. 39- Endülüslü Şeyh Mustafa Efendi Abdülmecîd Sivâsî’nin diğer bazı halifeleri ise şunlardır: 17- Şeyh Hasan Efendi: Sakız Adası’na halîfe gönderilmiştir. 18- Mısırlı Şeyh Hüsâm Efendi 19- Sivaslı Şeyh İbrâhîm Çelebi Efendi: Sivas’a halîfe gönderilmiştir. 20- Karamürselli Şeyh Hasan Efendi. 21- Kırımlı Şeyh Ali Efendi: Tekmîl-i tarîka en sonra Silistre’ye halîfe gönderilmiştir. 22- Sivaslı Şeyh Mustafa Efendi: Gelibolu’ya halîfe gönderilmiştir. 23- Şeyh Hamza Efendi: Kendi vVilâyetleri olan Gelibolu’ya halîfe gönderilmiştir. 24- Şeyh Abdurrahman Efendi: Tekmîl-i tarîka en sonra kendi memleketi olan Bozok (Bozöyük)’a halîfe gönderilmiştir. 25- Sâlih-zâde Şeyh Mehmed Efendi: Memleketi olan Kedüs’e halîfe gönderilmiştir. 26- Şeyh Vâiz Hasan Efendi: Memleketi olan Lofça’ya halîfe gönderilmiştir. 27- Şeyh Vâiz Ahmed Efendi: Mulva’ya halîfe gönderilmiştir. 28- Şeyh Şaban Efendi: Memleketi olan Erzincan’a halîfe gönderilmiştir. 29- Kumlulu Şeyh Osman 30- Şeyh İdrîs Dede 31- Şeyh Abdülkerîm Efendi 32- Şeyh Abdi-zâde Mustafa Çelebi 33- Meczub İbrâhîm Yorganî 35- Şeyh Latîf Dede 36- Boyabadlı Şeyh Hamza Dede 37- Şeyh Mustafa Efendi 38- Hatib Şeyh Mehmed Efendi 40- Ergilili Şeyh Ahmed Efendi 41- Sakızlı Şeyh Mustafa Efendi *** Döneminde ilmî hayâtın canlılığını sürdürmesi adına değerli katkıları olduğunu, yazmış olduğu eserleriyle ortaya koymaya çalışan Abdülmecîd Sivâsî, aynı zamanda dönemin velûd yazarlarından biridir. Yirmibeşten fazla eseri bulunmaktadır. Bu eserlerden bir kısmı te’lif, bir kısmı da tercüme ve şerhtir. Eserlerini devrinin anlayışına uygun olarak Türkçe, Arapça ve Farsça olarak kaleme almıştır. Bu eserlerden bir kısmı te’lif, bir kısmı da tercümedir. Bu eserleri onun, tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm gibi dînî ilimlerle, Arapça ve Farsça gramer ilmine vâkıf derin bilgi sâhibi bir âlim ve tasavvuf kültürüne hâkim kâmil bir zât olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Vahdet-i vücud anlayışına bağlı bir mutasavvıf olan Sivâsî bu anlayışını gerek eserlerinde gerekse şiirlerinde yansıtmaya çalışmıştır. Halka yarar sağlamayan zâhirî ve bâtınî ilmin kıymetsiz olduğunu sıkça dile getirmiş, eserlerini halkın dinî, içtimâî ve rûhi eğitimi için kaleme almıştır. Bu yüzden ifâdeleri samîmî, müessir, çekici ve nüktelidir. Dönemi meşâyihinden Azîz Mahmûd Hüdâyî onun için “Abdülmecîd bir deryâdır” derken, Hulvî Mahmûd Efendi de “Hazret âlim, ârif ve ilâhî ma’rifete ulaştırıcı azîzlerin seçkinlerindendir.” demektedir. Muhammed Nazmî Onu “âlim ve âmil, ârif ve vâsıl, câmi’u’l-’ilmeyn, mecmau’lbahreyn” gibi vasıflarla zikrederken, Peçevî, Târih’inde zâhirî ve bâtınî ilimlerde benzersiz birisi olduğunu dile getirmiştir. Şeyhî mahlasını kullanan Abdülmecîd Sivâsî’nin şiirlerinin hemen hepsi tasavvufî muhtevâlı olup tekke kültürünü yansıtmaktadır. Dönemindeki çoğu şâirden farklı olarak, şiiri sırf sanat telâkki etmemiştir. Yani şiiri sanat için değil, halkın dînî içtimâî ve rûhî eğitimi için bir vâsıta olarak kullanmıştır. Ekseriya gazel nazım türünü kullanmış, hece ve aruz vezniyle yazdığı şiirlerinden bir çoğunu Dîvân’ında toplamıştır. Düşünce ve fikirlerini okuyucuya sâde bir tarzda ve samîmî bir şekilde ifâde etme ve aktarma gayretinde olmuş, ekserîsi Türkçe olmakla berâber, 209 210 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL az da olsa Arapça ve Farsça şiirler de kaleme almıştır. Ayrıca Mesnevî’ye yazmış olduğu şerhin, ilk Mesnevî şerhlerinden birisi olması ve Cezîre-i Mesnevî’ye yaptığı şerhin de diğerlerine nisbetle daha kapsamlı olması, onun bu sâhada da yetkili birisi olduğunu göstermektedir. *** Abdülmecîd Sivâsî’nin tespit edebildiğimiz eserleri şunlardır: 1- Dîvân: aruz vezninde kaleme aldığı Dîvân’ı 588 beyi en müteşekkil olup bunlardan 79 tanesi gazel üç tânesi de na’ ır. Dîvân’da yer alan gazellerden biri Arapça olup yer yer Arapça, Farsça beyit ve mısralara da raslanmaktadır. Eserin bir nüshası İÜ Ktp. TY., nr. 510 da bulunmaktadır. Bu nüsha Recep Toparlı tarafından Abdulmecid Sivâsî Divanı adıyla yayınlanmıştır. (Dilek Matb., Sivas 1984). 2- Letâifü’l-Ezhâr ve Lezâizü’l-Esmâr: I. Ahmed’in emri üzerine kaleme aldığını ifâde e iği bu eserini kendi ifâdelerine göre elliyedi kaynaktan istifâde ederek hazırlamıştır. Eserde toplumdaki, rüşvet, cehâlet, riyâ gibi kötü ahlâkların taklîdî îmânın birer netîcesi olduğuna dikkat çekilmekte ve bunlardan, farzları îfâ, hakkı halka tercih, bid‘atlerden ve bid‘at ehlinden uzaklaşıp her şeyde orta yolu tutmakla kurtulunabileceğini, pâdişahın tavrının da halka örnek olacağı anlayışından hareketle ona bu yolda telkîn ve tavsiyelerde bulunmaktadır. Eserin bir nüshası Süleymâniye Ktp. Mihrişah Sultan, nr. 255’da bulunmaktadır. 3- Dürer-i Akâid ve Gurer-i Külli Sâikin ve Kāid: Akāid, kelâm, tasavvuf ve îtikadî mezheplerle alâkalı bilgileri ihtivâ eden bu eseri Mevâkıf, Makâsıd, Milel, Umde, Şerh-i Akâid-i Ta azânî, Bahru’l-Kelâm, Fıkh-ı Ekber, Müsâyere-i İbn Hümâm ve Melekût gibi ilm-i Kelâm’a dair onyedi kitaptan derlediği, muhtelif tefsîr ve fetvâ kitâblarıyla Akâid-i Şâfi’îyyeden mahalline münâsip bulduklarını ekleyip ilm-i îtikâdı tavzih maksadıyla kaleme aldığını ifâde etmektedir. Pek çok yazması bulunan eserin en eski nüshası İÜ Ktp. TY., nr. 2339’da bulunmaktadır. 4- Tefsîr-i Sûre-i Fâtiha: Fâtiha sûresinin tasavvufî tefsîri olan bu eserde ağırlıklı olarak “kendilerine nimet verilen kimseler”in vasıfları üzerinde durulmuştur. Eserin bir nüshası Süleymâniye Ktp. Mihrişah Sultan, nr. 300/2’da bulunmaktadır. 5- Bidâ’atü’l-Vâizîn: Muhtelif hadîs kitaplarını mütâlaa ederek tasavvufî ahlâkla ilgili derlediği kırk hadîse bilâhare yirmi hadîs daha ilave ederek şerhe iği bu eserin tek yazma nüshası Süleymâniye Ktp. Kılıç Ali Paşa, nr. 1032/2’de bulunmaktadır. 6- Kahru’s-Sûs: Tasavvufî ahlâkla ilgili olan bu eseri Arapça olarak kaleme almıştır. Muhammed Nazmî, bu eser hakkında “Sivâsî’nin şerîat, tarîkat, ma’rifet ve hakîka e benzerinin olmadığı, bu eseri mütâlaa edenlerin ma’lûmudur.” demektedir. Eserin bir nüshası M. Fatih Güneren’in hususi kütüphanesinde bulunmaktadır. 7- Miskâlü’l-Kulûb: Tasavvuf ilmi ve tarikat meselelerine dair olan bu eseri, “zikir halkası” ve “evliyâ” yı inkâr edenlere karşı bu yolun Kitâb ve Sünnet kaynaklı olduğunu ortaya koyma amacıyla kaleme almıştır. Eserin tek nüshası İÜ Ktp. TY., nr. 2311’de bulunmaktadır. 8- Mi’yâr-ı Tarîk: Tasavvufî hayatın adab ve erkânına dair bilgi veren bu eserde, mürîd ve şeyhlerin vasıflarıyla, onların bu yolda takılıp kalmaması için dikkat etmesi gereken husûsları sıralamakta, nefsi terbiyenin şerîatle, kalbi tasfiyenin tarîkatle ve rûhu tahliyenin de hakîkat yoluyla gerçekleşeceğini çeşitli temsîllerle anlatmaktadır. Eserin bir nüshası Süleymâniye Ktp. Mihrişah Sultan nr. 300/3’de bulunmaktadır. 9- Şerh-i Mesnevî: Bu eseri Rüyâda Mevlânâ’nın kendisine Mesnevî’sini şerh etmesini istemesi ve I. Ahmet’in de emri üzerine kaleme almıştır. Mevlânâ’nın Mesnevî’sine yapılan şerhlerin ilklerindendir. Şerhi Mesnevî’nin birinci cildinin ortalarında kalmıştır. Eserin müellif ha ıyla yazılmış bir nüshası MEB Ankara Genel Kitâblık nr. 683’de bulunmaktadır. 10- Şerh-i Cezîre-i Mesnevî: XVI. yüzyılın Mevlevî şâirlerinden Yûsuf Sîne-çâk’ın Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden 366 beyit seçerek meydana getirdiği Cezîre-i Mesnevî’nin şerhidir. 1011/1602 tarihînde Cezîre-i Mesnevî’de yer almayan beyitleri de ilâve edip aralarında münâsebet kurduğu beyitlerle birlikte şerhetmiştir. Eserin bir nüshası Süleymâniye Ktp. Hacı Mahmûd Efendi, nr. 2453’de bulunmaktadır. 11- Şerh-i Gazel-i Mîmiyye: Mevlânâ’ya nisbet edilen ve onbir beyi en oluşan bir gazelin şerhidir. Bir nüshası Süleymâniye Ktp. Mihrişah Sultan, nr. 300/4’de bulunmaktadır. 12- Kasîde-i Abdülmecîd Sivâsî: Şam’da 1011/1602 senesinde Yahyâ peygamber’in türbesi civârında, zâhir ulemâsından birinin Sûfîler taifesini inkâr etmesi üzerine ona cevâben Arapça olarak kaleme aldığı bu kasîdeyi, bilâhare Abdullâh Bosnevî’ye göndermiş, o da bu kasîdeyi tahkik ve şerhetmiş ve bu şerhini Cilâu ‘Uyûni’l-’Arayîsi’l-Muhaddara diye isimlendirmiştir. Eserin bir nüshası Süleymâniye Ktp. Ayasofya, nr. 2077/5’de bulunmaktadır 13- Kasîde fî Medhi’n-Nebî Aleyhisselâm: Hz. Peygamber’i medhe dâir yazmış olduğu 132 beyi en oluşan bu kasîdenin bir nüshası Süleymâniye Ktp. Şehid Ali Paşa, nr. 2755/4’de diğeri ise İÜ Ktp. TY., nr. 196’da bulunan Cezîre-i Mesnevî’nin sonunda 114b-115a varakları arasında yer almaktadır. 211 212 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER 14- Şerh-i Hilye-i Rasûl: Hind b. Hale’nin Hz. Peygamberi tavsif e iği Tirmizî’nin Şemâil’inde yer alan Hilye hadîsini esâs aldığı bu esere hadîsin mezkûr kitaptaki metninin muhtevâsına başka hadîs kitaplarından da ilaveler yaparak kendine âit şiirleri de serpiştirmek sûretiyle bir hilye ortaya koymaya çalışmıştır. Eserin bir nüshası Süleymâniye Ktp. Serez, nr. 3935/1’de bulunmaktadır. 15- Makâsıd-ı Envâr-ı Gaybiyye ve Mesâ’id-i Ervâh-ı Tayyibe ve ‘Ayniyye: Yâr Ali b. Siyavûş b. Avren Divriğî (ö.812/1409)’nin Farsça olarak kaleme aldığı Kitâbu’l-Makâsıd’ın-Nâciye fî’l-Mebdei ve’l-Me’aşi ve’l-Mead adlı eserinin Abdülmecîd Sivâsî tarafından yapılan Türkçe tercüme ve şerhidir. Sivâsî bu kitaptaki hikmetli ibâre ve işâretleri, ıstılâh ve kavramları tahkik ve şerh etmiş, ifâdeler arasındaki insicam ve bütünlüğü sağlayarak ilâvelerle metni zenginleştirmiş. Eserde muhtevâ olarak varlık âleminin sırları, esmâ-i ilâhîyye, sıfât-ı ilâhîyye, nüzûl ve urûcun mertebeleri, nefis ve mertebeleri, ilmin dereceleri, kâinatın mertebeleri ve tevhîdin sırları gibi husûslar işlenmiştir. Eserin bir nüshası İÜ Ktp. TY., nr. 2233’de bulunmaktadır. 16- Risale-i Kazâ ve Kader: İrâde-i Cüziyye Risâlesi diye de adlandırılan bu eserinde Kaderiyye, Cebriyye, Mu’tezile ve Ehl-i Sünnet’in kader konusundaki yaklaşımları Hz. Ali, İmâm Gazâlî, İbn Arabî, Ebûssuûd, Ebû’l-Mu’in en-Nesefî gibi zâtların görüşleri doğrultusunda ele almıştır. Eserin Bâyezid Devlet Ktp. Velîyüddîn Efendi, nr. 347/8’de bulunan nüshası Zeki Hayran tarafından Kaza ve Kader Risalesi adıyla yeni harflerle Sivas’ta yayınlanmıştır. 17- Firavun’un İmânına Dâir Risâle: Firavun’un imanla ölüp ölmediğine dair İbn Arabî’nin görüşünün değerlendirildiği bu risâle Abdülmecîd Sivâsî tarafından değil de onun isteği üzerine müntesibleri tarafından hazırlanmıştır. Süleymâniye Ktp. Mihrişah Sultan, nr. 294/5’de kayıtlı bulunan risâleyi hazırlayan zât, intinsah kaydına göre göre Hacı İsmâil b. Hacı Sinân es-Sivâsî’dir. 18- ‘Uddetü’l-Müsta’iddîn: Arapça sarf ilmine dâir yazdığı bir eserdir. Mevcûd tek nüshası Süleymâniye Ktp., Kasîdeci-zâde, nr. 731/2’de kayıtlı bulunmaktadır. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL 21- Nasîhatnâme (Pendnâme): İmâm Azam’ın İmâm Ebû Yûsuf’a yaptığı nasîhatlerin tercümesinden oluşan küçük bir risâledir. Bir nüshası Süleymâniye Ktp., Murat Buhari, nr. 326/4’de bulunmaktadır. 22- Mektubları: Abdülmecîd Sivâsî’nin Hüsam Dede tarafından kendisine gönderilen mektublara muhiblerinden olan İsmâil Efendi’nin ricâsı üzerine verdiği cevapları ihtivâ eden bir mektupta “Lâ ilâhe illallâh” ve “Hasbunallâh” kelimelerinin tahkîki üzerinde durulmakta, “esmâ-ı hüsnâ’nın her biri bir ceberû ur” ifâdesini değerlendirmekte daha sonra da “hazerât-ı hamse” hakkında bilgi verilmektedir. Mektubun bir nüshası Süleymâniye Ktp. Mihrişah Sultan, nr. 300/5’de bir diğer nüshası ise Süleymâniye Ktp. Şehid Ali Paşa, nr. 1364/4’de bulunmaktadır. Halifelerinden birine gönderdiği bir başka mektubu Muhammed Nazmî’nin Mi’yar-ı Tarîkat-ı ilâhî adlı eserinin başında yer almaktadır. Abdülehad Nûrî’ye gönderdiği nasîhat tarzında yazılmış bir mektubu da Muhammed Nazmî’nin Hediyyetü’l-İhvân’ adlı eserinde yer almaktadır. 23- İhlasnâme, Milli Kütüphane Yazmalar Koleksiyonu No: 288, 180 vr. 24- Risâle fî Beyâni’ş-Şerîa, Amasya Beyazıt İl Halk Kütüphanesi, 189b191b vr. 25-Risâle fî Beyâni’l-Mekruh ve’l-Harâm, Amasya Beyazıt İl Halk Kütüphanesi, 1b-3a vr. Abdülmecîd Sivâsî’nin kaynaklarda adı geçen eserlerinden bazıları da şunlardır: Risâletü’l-İslâm ve’l-Îmân(Risâle-i Mufassala fî Hakki’l-Îmân ve’l-İslâm), Şurûtu’s-Salât(Risâle-i Mufassala fî’s-Salât), Keffâratu’l-Hams (Kitâb-ı Keffarât-ı Hams), Şerh-i Hadîs-i Âfâk, Metin fi’n-Nahv, Risâle-i Mufassalâ fî’lEcnihâ, Risâle-i Hızır Aleyhi’s-selâm, Kerâhiyye, Metin fî’-Sarf, Risâle-i Niyet, Risâle-i Savm, Tercüme-i Kelâm *** Abdülmecîd Sivâsî Letâifü’l-Ezhâr adlı eserinde mürid ve muhiblerine şu nasîhatlerde bulunmaktadır: Kulun yaptığı amellerin en hayırlısı; i’lâ-yi şer’-i Muhammedî’de dikkat-i fikr ve iz’ân-ı mütâlaâ etmek ve ehl-i gayret olan mütedeyyin kullarla meşveret etmektir. 19- Meyâdînü’l-Fursân: Farsça gramer kaidelerini de içeren FarsçaTürkçe bir luga ir. Bir nüshası Süleymâniye Ktp. Aşir Efendi, nr. 3935/1’de bulunmaktadır. Kulun iyi hâli; kalbin mâruz kaldığı havâtır-ı beşeriyye, vesâvis-i nefsâniyye ve murâdat-ı dünyeviyyeden sâkin olduğu zamândadır. 20- Riyadü’l-Ğufran: Süleymâniye Ktp. Hacı Mahmud Efendi No: 297.1, (Taşbaskı), İstanbul 1313, 86 s. Kulun en güzel ibâdeti ise; Cenâb-ı Hakk’ın her hâlini görüp, bildiğini düşünerek kendini her an O’nun huzûrunda bilip ona göre edebe riâyet etmesidir. 213 214 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Her kimden hak söz işitse söyleyeni koyup, söze ve söyletene bakıp, Hak için hak sözü kabûl edip huzûrsuz olmamaktır. Zirâ ulemânın büyükleri derler ki; “Hak söyleyiciler, Hak dellâllarıdır.” Şu hâlde dellâlın şekline ve sözüne bakmayıp, hak metâına bakıp onu almaya gayret etmek, insaf ve basîret ehlinin alâmetidir. yakın münasebetler içinde problemlerin çözümüne katkıda bulunmaya çalışırken, diğer tara an da hem tarîkatlere karşı sürdürülen taassub ile mücâdele etmiş, hem de, tarîkat ve tasavvuf yolundan herkesin havsalasına sığmayacak taşkın fikirlerin yayılmasına mâni olmaya çalışmıştır. Bütün ayıpların başı kibirdir. Kibrin başı ise Hakk’ın emrine muhâlefet ve tekebbür ve kavl-i Hakk’a ucb satmaktır. Sivâsî sadece vaizlik ve tasavvuf kültürüne vakıf vasfıyla değil, aynı zamanda tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm gibi dînî ilimlerle, Arapça ve Farsça gramer ilimleri yanında, yazdığı şiirler ve oluşturduğu Dîvan’ıyla da üzerinde durulmaya değer edebî bir kişiliğe sâhiptir. Netice olarak tetkiklerimiz göstermiştir ki, Abdülmecîd Sivâsî Osmanlının tasavvuf ve tefekkür târihi olduğu kadar, siyasî, ha â edebiyât târihi açısından ihmâl edilmemesi gereken önemli bir şahsiye ir. Cümle a’mâl-i sâlihânın başı; sabır mahâllinde sabır ve şer’a muvafık şiddet ve gazap mahâllinde gazap, sevdiğini Hakk için sevip, sevmediğini Hak için sevmemektir. Her hâlde fikir ve teemmül etmeden bir işi işlemek mûcib-i şer ve bâis-i nedâme ir. Halka bakıp kendi ayıbın aramamak; sebeb-i şehvet ve tama’ ve hubb-ı câh ve bâis-i humk ve hubb-ı dünyâ ve temeddühdür. Ölümü unutup, dâimâ merâtib-i dünyeviye talebinde ve hasmından intikam almak maslâhatında olmak, sebeb-i feth-i ebvâb-ı belâ ve zahmet ve bâis-i hırs ve haseddir. Hak söylemeyi ar edip, yâhut başkasının hâtırı için sükût ve sükûn gazab-ı Hakk’a sebeptir. Hak için intikam almak hükkâma farzdır. Ebvâb-ı râhat riyâzet-i vustâ iledir. Faydalı ilimle meşgul olmak, doğru sözlü sâlih arkadaşla mukarenet, kötü arkadaştan uzlet, mahâlsiz sözden sükût, mâlâyâni söz ve fiilden ferağat emr maîşe e kanâat, dünyânın fânî olduğunu dâimâ fikredip hîlesinden korkmak, gaflet perdesini bürünüb ölümü unutan gafiller sohbetinden kaçmak, ehl-i Hak olanlara tevâzu’, mütekebbir ve zâlim olanlara Hakk için tekebbür, güzel huylu ve tatlı dilli olmak, halkın cefâsına sabr, elem ve şiddet deminde rızâ ve tahammül, bi’t-tab’ şecâat ve gördüğü aybı örtmek mü‘minin yerine getirmesi gereken şi‘ârı olmalıdır.(Sivâsî, Letâifü’l-Ezhâr, vr., 161b-162b.) Sonuç Şemsî-Sivâsi ailesi değişik kesimlere mensup şahısların ya doğrudan veya bilvesile feyz aldıkları bir ocağın samimi temsilcileri olarak Türk kültür tarihinde önemli misyonlar yüklenmişlerdir. Bu ailenin bir bireyi olan Abdülmecîd Sivâsî de Tasavvufî hayatın geniş kitlelere aktarılması, ilmî hayatın gelişmesi, edebiyat, fikir ve sanat dünyâsına katkı yanında siyâset, alanlarında da önemli roller oynamıştır. Osmanlı Devleti’nin gerek siyasî, gerek iktisadî, gerekse idarî açıdan problemlerin yaşandığı, bunun yanında dinî ve fikrî yönden ayrılıkların ve kavgaların giderek ar ığı bir ortamda yaşayan Abdülmecîd Sivâsî, ayrılık sebebi olan tartışmalara doğrudan katılmış, bir tara an idâreyle Abdülmecîd Sivâsî ve bağlı bulunduğu ailenin kurdukları ocaklar, yarım asır ayakta durmuş ve bu ocakların bağlıları 1925’de Türkiye’de tekkelerin kapatılmasıyla faaliyetlerine resmen son vermişlerse de her biri birer Şems-i mana olan Şemsî-Sivâsîlerin tasavvuf neş’esi eserleriyle günümüze kadar taşınmıştır. Kaynakça Ahmed Rif’at (Topal), Mir’âtu’l-Makâsıd fi Def’il-Mefâsid, İstanbul 1293/1876. Arslan, A. Turan, İmam Birgivi, Hayatı Eserleri ve Arapça Tedrisatındaki Yeri, Seha Neşriyat, İstanbul 1992 Aşkun, Vehbi Cem, Sivas Şairleri, Sivas 1948. Ayvansarâyî, Tercümetü’l-Meşâyih, Süleymâniye Ktp., Esat Efendi, nr. 1375. Bağdatlı İsmâil Paşa, Hediyyetü’l-Arifîn Esmâü’l-Müellifin ve Âsâru’lMusannifîn, İstanbul 1945-1947. Baz, İbrahim, Abdülahad Nurî-i Sivâsî: Hayatı, Eserleri, Görüşleri, İnsan Yay., İstanbul 2007. Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, “Abdulmecid Sivâsî” md. Gelişim Yay., İstanbul 1986. Danişmend, İsmâil Hakkı, İzahlı Osmanlı Târihi Kronolojisi, Türkiye Yayınevi, İstanbul 1961. Ekrem Işın, “Yavsî Baba Tekkesi”, DBİA(Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi)Kültür Bakanlığı ve Târih Vakfının Ortak Yayını, İstanbul 1994 Evliyâ Çelebi, Seyahatnâme, İstanbul ts. Fındıklılı İsmet Efendi, Tekmiletü’ş-Şakâik fî Hakkı ehli’l-Hakâik, (nşr. Abdulkadir Özcan), İstanbul 1989. 215 216 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Gündoğdu, Cengiz, Bir Türk Mutasavvıfı Abdülmecîd Sivâsî Hayatı Eserleri Tasavvufî Görüşleri, Ankara 2000. Mehmed Sâmi’ Sünbülî, Esmâr-ı Esrâr, Cemâl Efendi Matb., İstanbul 1898. Gündüz, İrfân, Osmanlılarda Devlet-Tekke Münâsebetleri, Seha Neşriyât, İstanbul, ts., Harîrî-zâde Mehmed Kemâleddin, Tibyânu Vesâili’lHakâyik fî Beyâni Selâsili’t-Tarâik, Süleymâniye Ktp., Yazma Bağışlar, nr. 2305-94. Mehmet Süreyya, Tezkire-i Meşâhir-i Osmâniye (Sicilli-i Osmâni), İstanbul 1311/1893. Harîrî-zâde Mehmed Kemâleddin, Tibyânu Vesâili’l-Hakâyik fî Beyâni Selâsili’t-Tarâik, Süleymâniye Ktp., Yazma Bağışlar, nr. 2305-94. Hayrüddîn Ziriklî, el-A’lâm Kâmûsu Terâcim, Beyrut 1389/1969. Hoca-zâde Ahmed Hilmi, Ziyâret-i Evliyâ, Dâru’l-Hilâfeti’l-Âliyye, İstanbul 1317/1899. Hulvî, Cemâleddîn, Lemezât-ı Hulviyye ez-Lemeât-ı Ulviyye, Süleymâniye Ktp., Hacı Mahmûd Efendi, nr. 4546; Millet Ktp., Şeriyye, nr. 1100. Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ-ı Ebrâr ve Şerh-i Esmâr-ı Esrâr, Süleymâniye Ktp., Yazma Bağışlar, nr. 2306-2309 Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr, Süleymâniye Ktp.,Yazma Bağışlar, nr. 2305-2309. Işın, Ekrem, “Abdulahad Nurî”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul 1994. Mehmet Tâhir(Bursalı), Meşâyih-i Osmaniyyeden Sekiz Zâtın Terâcim-i Ahvâli, (nşr. Tüccâr-zâde İbrahim Hilmî), Kütüphâne-i İslâm, İstanbul 1318/1900 Mehmet Tâhir(Bursalı), Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1323/1905. Muhammed Nazmî, Hediyyetü’l-İhvan, (İnceleme ve Edisyon Kritikli Metin) (haz. Osman Türer), (Doktora Tezi İkinci Kısım) Ankara 1982. Muhammed Nazmî, Hediyyetü’l-İhvân, Süleymâniye Ktp., Raşid Efendi, nr. 945 (Müellif ha ı). Müstakim-zâde Süleyman Sa’deddîn, Hülâsatü’l-Hediyye, Millet Ktp., Ali Emiri, Şeriyye, nr. 1082. Müstakim-zâde Süleyman Sa’deddîn, Mecelletü’l-Ensâb fi’n-Nisebî ve’lKünâ ve’l-Elkâb, Süleymâniye Ktp., Halet Efendi Kitablığı, nr. 628. Müstakim-zâde Süleyman Sa’deddîn, Terâcim-i Ahvâl-i Şüyûh-ı Ayasofya, Süleymâniye Ktp., Es’at Ef., nr.1716/2. Işın, Ekrem, “Abdülmecid Sivâsî”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul 1994. Naîmâ, Mustafa, Tarih-i Naîmâ, (Ravzati’l-Hüseyin fî Hülasâti Ahbâri’lHafikîn), çev. Zuhuri Danışman, Zuhuri Danışman Yay., İstanbul 1967. İnan, Yusuf Ziya, İslâmda Melâmîliğin Târihi Gelişimi, Bayramaşık Yayınevi, İstanbul 1976. Nev’i-zâde Atâî (Atâullah), Hadâikü’l-Hakâik fî Tekmîleti’ş-Şakaik, (nşr. Abdülkadir Özcan), Çağrı Yay., İstanbul 1989 Kara, Mustafa, Niyazi-i Mısrî, TDV Yay., Ankara 1994. Ocak, Yaşar, “XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda Dinde Tasfîye (Pürütanizm) Teşebbülerine Bir Bakış, “Kadızâdelîler Hareketi”, Türk Kültürü Araştırmaları, XIX (1-2), Ankara 1979-1983. Kâtip Çelebi, Fezleke-i Kâtip Çelebi, Ceride-i Havâdîs Matbaası, İstanbul, 1310. Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hak fî İhtiyari’l-Ahak, Haz.: Orhan Şaik Gökyay, MEB Yay., No: 2122, İstanbul 1993. Kehhâle, Ömer Rıza, Mu’cemü’l-Müellifin Terâcimi Musannifi’l-Kütübi’lArabiyye, (nşr. Rıfat Rıza Kehhâle), Dımeşk 1352/1958. Koçu, R. Ekrem, “Abdülmecid Efendi” İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul, 1946. La’li-zâde Abdulbaki, Sergüzeşt, (Tarîkat-ı Âliye-i Bayramiyye’den Tâife-i Melâmiyye’nin An’ane-i İrâdetleri), İstanbul ts. Mehmed Murad (Mizancı), Târih-i Ebu’l-Fâruk, Matbaa-i Amidi, İstanbul 1329/1911. Osman Türer, “Osmanlı imparatorluğunda Padişah-Tarîkat Şeyhî Münâsebetine Dair Târihi Bir Örnek”, Türk Dünyası Araştırmaları, sayı: 28, (Şubat 1984), ss. 181-194. Öngören, Reşat, “Şerîatin Kestiği Parmak: Kânûnî Sultan Süleymân Devrinde İdam Edilen Tarîkat Şeyhleri”, İLAM Araştırma Dergisi, İstanbul, I, (1), (Ocak-Hazîrân 1996), ss.123-140. Özdamar, Mustafa, Dersaadet Dergâhları, Kırk Kandil Yay., İstanbul 1994. Peçevi İbrâhîm Efendi, Târih-i Peçevî, İstanbul 1283/1866. Receb Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ fî Menakıbı’ş-Şeyh Şemseddîn Ebû’s-Senâ, Süleymâniye Ktp., Lala İsmâil Kitâblığı, nr. 694/2. 217 218 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Sâdık Vicdanî, Ebû Rıdvân, Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye’den Halvetiyye, İstanbul 1919-1922. Savaş, Saim, Bir Tekke’nin Dini ve Sosyal Târihi, Dergâh Yay., İstanbul 1991. Şemseddîn Sâmi, Kâmûsu’l-A’lâm, Mihrân Matb. İstanbul 1311/1893 Şeyhî Mehmed Efendi, Vakâyi’ü’l-Fuzalâ, Neşre haz.: Abdulkadir Özcan, Çağrı Yay., İstanbul 1989. Tanman, M. Baha, “Sivâsî Tekkesi”, DBİA, İstanbul 1994. Taşköprülü-zâde, ’İsamüddîn Ebû’l-Hayr Ahmed, eş-Şekâiku’n-Nu’mâniye fi ‘Ulemâi’d-Devleti’l-Osmâniye, (İnceleme ve notlarla nşr. Ahmet Suphi Furat), İÜ Ed. Fak. Yay., nr. 3353, İstanbul 1985 Tevfik, Mecmûatü’t-Terâcim, İÜ Ktp., TY. 192. Türer, Osman, Türk Mutasavvıf ve Şairi Muhammed Nazmî, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., nr. 957, Ankara 1988. Türk Ansiklopedisi, “Abdulmecid”, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1968. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, TTK Basımevi, Ankara 1973. Yılmaz, Necdet, Abdülehad Nûrî-i Sivâsî ve Mir’âtü’l-Vücûd ve Mirkâtü’şŞühûd Adlı Eseri, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Marmara Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1993. Yılmaz, Necdet, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, Sûfîler Devlet ve Ulemâ, İstanbul 2001. Yurdaydın, Hüseyin Gazi, İslâm Tarihi Dersleri, AÜİF Yay., No:182, Ankara 1988. Yüksel, Hasan, “Sivas’ta Bir Şeyh Ailesinin Ortaya Çıkışı”, Revak, I(1), Sivas 1990. Sivâsî Ailesinin Tefsir İlmine Katkıları Çerçevesinde Abdulmecid Sivâsî’nin “Fâtiha Sûresi Tefsîri” YRD. DOÇ. DR. ÖMER ASLAN CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ Giriş Tarihe “Kadızadeliler-Sivâsîler”1 mücadelesi olarak geçen münakaşaların Sivâsîler cephesinde yer alan “Sivâsî Ailesi”nde birbirinden farklı şahsiyetler yer almakla birlikte2 aile daha ziyade, Şemseddîn Sivâsî, Abdulmecid Sivâsî ve Abdulahad Nûri isimleriyle öne çıkmaktadır. Bir tasavvuf ekolu 1 Bkz., Ahmet Yaşar Ocak, “XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda Dinde Tasfiye (Püritanizm) Hareketlerine Bir Bakış: Kadızadeliler Hareketi”, Türk Kültürü Araştırmaları, (1979-1983), S. XVII-XXI-2, s.212; Hüseyin Akkaya, Abdulahad Nûri ve Divanı, İstanbul 2003, s.23-39; Cengiz Gündoğdu, Bir Türk Mutasavvıfı Abdulmecid Sivâsî: Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri, Ankara 2000, s.85-96. 2 Örneğin; Muharrem Efendi, Muslihuddîn Mustafa Safâyî, Recep Efendi, Sivas Mü üsü İsmail Efendi, vs.. Bunlardan Muharrem Efendi (1000/1591) muhaddis, müfessir ve fakih bir za ır. Sivas Mü üsü İsmail Efendi de Halebî (956/1549)’nin meşhur Mülteka’l-Ebhur isimli eserine şerh yazmıştır. Bkz., Hüseyin Akkaya, Abdulahad Nûri ve Divanı, İstanbul 2003, s.51; Gündoğdu, s.40-43. 219 220 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER olarak tanınan Sivâsîler, dinî ilimler sahasında da yoğunlaşarak başta tasavvuf ve ahlâk eserleri olmak üzere, akâid-kelâm, fıkıh, tefsir, hadis ve İslam tarihi gibi muhtelif alanlarda çok kıymetli eserler yazmışlardır. Bu çerçevede biz, Sivâsî Ailesinin tefsir ilmine katkılarını ele alıp, Abdulmecid Sivâsî’nin “Tefsir-i Sûre-i Fatiha”3 adlı tefsir ilmine dair eserini tanıtmaya çalışacağız. Fakat, asıl konuya geçmeden önce aile içerisinde namı değer bu üç şahsiyeti kısaca tanıtmak istiyoruz. 1 - Şemseddîn Sivâsî (1006 / 1597) Anadolu’da yetişen büyük velilerden. Halvetiyye’nin bir kolu olan Şemsiyye’nin kurucusudur.4 Babasının adı Ebü’l-Berakât Muhammed olan Şemseddîn Sivâsî’nin asıl adı Ahmed, künyesi Ebu’s-Senâ, lakabı Şemseddîn’dir. Kara Şems5 namıyla da anılan Şemseddîn Sivâsî, 926 / 1519 senesinde Tokat’ın Zile ilçesinde doğmuş olup, 1006 / 1597 yılında Sivas’ta vefat etmiştir. Kabri, Sivas Meydan Camii avlusunda bulunmaktadır.6 SİVASİYYE’YE GİDEN YOL yer, tarih, eğitim, fıkıh ve tefsire dair çalışmaları olmakla birlikte eserlerindeki genel temanın vaaz, nasihat ve irşat eksenli olduğu söylenebilir. Şemseddîn Sivâsî’nin tefsire dair eserlerine gelince, her ne kadar bu hususta Nakdü’l-Hâtır adlı bir tek eseri olmuş olsa da onun, diğer çalışmalarında da tefsir kayaklarından istifade e iği müşahede edilmektedir. Ayetlerin tefsir ve nüzul sebebi söz konusu olduğunda meşhur tefsir kaynaklarına müracaat etmiştir. Zemahşerî,11 Beydavî,12 ve Begavî13 gibi tefsirlere atıflar yaparak bunlardan yararlandığını İslam tarihine dair Menâkıb-i Çeharyâr-ı Güzîn adlı eserinde görmek mümkündür. Sivâsî, Türk-İslam tarihinde meşhur olan üç Şems’ten biri olarak tanınmaktadır. Bunların ilki Mevlâna Celâleddin-i Rûmi’nin hocası olan Şems-i Tebrizî olup, ikincisi İstanbul’un fethinde Fatih Sultan Mehmed Han’ın yanında bulunan hocası Akşemseddîn ve üçüncüsü de III. Mehmed Han ile birlikte Eğri Seferine katılan7 Şemseddîn Sivâsî’dir. Bu üç şahsiyet de Osmanlı Devleti’nin ünlü simaları arasında yer almaktadır. Onun Nakdü’l-Hâtır isimli bu tefsiri, Osmanlı Türkçesi’nde yazma bir eser olup, Kehf Sûresi’nin tefsiri mahiyetindedir.14 Müellifin yetmiş yaşından sonra kaleme almış olduğu bu eser, Kehf sûresinde anlatılan “MûsaHızır” kıssası üzerinde yoğunlaşmaktadır. Ayetler filolojik olarak ele alınmış, bazı kıraat farklılıklarına da yer verilerek, ayetlerin zahirî ve batınî manaları üzerinde durulmuştur. Diğer eserlerinde olduğu gibi müellif bu eserinde de belli başlı tefsirleri kaynak olarak kullanmıştır. Beydavî, Zemahşerî ve Razî’yi bunlar arasında zikredebiliriz.15 Eserde Gazalî’nin İhyâ ve Kimyâ-yı Saâdet’ine de sık sık atıflar yaptığı gözlemlenmektedir. Vaiz ve sûfi bir şahsiyet olması hasebiyle Sivâsî bu eserinde, okuyucuya ders ve ibret vermek üzere, pek çok hikâye, menkıbe ve israîlî rivayete yer vermektedir.16 Kaynaklarda yer alan bilgilere göre Şemseddîn Sivâsî yirmi bir tane eser yazmıştır.8 Bununla birlikte onun eserlerinin sayısı konusunda tam bir i ifak söz konusu değildir.9 Bu eserlerin birkaçı hariç pek çoğu tespit edilmiştir. Eserlerinin büyük bir kısmı manzum iken bazıları da mensûr eserlerdir.10 Onun mutasavvıf kişiliğini eserlerinin pek çoğunu tasavvufî konulara ayırmasından da görmek mümkündür. İnanç, ahlâk, ibadet, si- Şemseddîn Sivâsî, eserini kaleme almasının sebebinin, “Kehf sûresinde yer alan Ashab-ı Kehf, Bahçe sahipleri, Hızır Mûsa kıssası ve Zülkarneyn kıssasındaki ibretler ve özellikle de Hızır Mûsa kıssasındaki sonsuz hikmet, ders, işaret, müjde, uyarı, emir, nehiy ve gizli sırları anlatmak; bu şekilde de sülûk erbabına sened, muhaliflerine reddiye olacak şekilde anlatmk” olduğunu bildirmektedir.17 3 Bkz., Tefsir-i Sûre-i Fâtiha, Süleymaniye Kütüphanesi, Mihrişah Sultan, nr: 300 / 2. 4 Hasan Aksoy, “Şemseddîn Sivâsî, Hayatı, Şahsiyeti, Tarikatı, Eserleri”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sivas 2005, IX/2, 11; Muhi in Eliaçık, “Şemseddîn-i Sivâsî’nin Nakd-ı Hâtır Adlı Eserinin Münih Bayerische Staatsbıblıothek Nüshası”, Osmanlılar Döneminde Sivas Sempozyumu Bildirileri, (21-25 Mayıs 2007), Sivas 2007, II, 137. 5 Muhammed Nazmi, Hediyyetü’l-İhvân, (Edisyon Kritikli Metin), Haz: Osman Türer, (Doktora Tezi, İkinci Kısım), Ankara 1982, s.57. 6 Receb b. İbrahim Cemaleddin Sivâsî, Necmü’l-Hudâ fî Menakıbi’ş-Şeyh Şemseddîn Eb’sSenâ, vr.51a; Aksoy, s.9. 7 Cemaleddin Sivâsî, Necm, vr.55a-b; Nazmi, vr.70a-b.; ayrıca bkz., Aksoy, s.6. 8 Cemaleddin Sivâsî, Necm, vr.15a-17a. 9 M. Tahir Efendiye göre onun otuz eseri bulunmaktadır. bkz., M. Tahir Efendi, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333-1342, I, 95.; Ayrıca bkz., Yusuf Yıldırım, Şemseddîn Sivâsî ve Nakdü’lHatır Adlı Eserin Tahlili, (EÜSBE, Yüksek Lisans Tezi), Kayseri 1995, s.40. 10 Aksoy, s.18. 11 Bkz., Menâkıb-i Çeharyâr-ı Güzîn, Muharrem Efendi el-Bosnevi Matbaası, Dersaadet 1289, s.38. 12 Bkz., Menâkıb-i Çeharyâr-ı Güzîn, Muharrem Efendi el-Bosnevi Matbaası, Dersaadet 1289, s.39 13 Bkz., Menâkıb-i Çeharyâr-ı Güzîn, Muharrem Efendi el-Bosnevi Matbaası, Dersaadet 1289, s.103, 105, 106. 14 Katip Çelebi, Keşfü’z-Zunûn, yy., 1973, II. Eserin yazma nüshaları hakkında bilgi için bkz., Yıldırım, s.63-67. 15 Bkz., Şemseddîn Sivâsî, Nakd-i Hâtır, Süleymaniye Ktp. Nafiz Paşa, no:474, vr.49b, 50b-51a, 85a, 86b, 93a, 95a, 101a, 153a, 153a-b, 177a. 16 Yıldırım, s.63-134.; Ali Akpınar, “Şemseddîn Sivâsîye Göre Hz. Hızır’ın Kimliği / Mahiyeti (Nakd-i Hâtır Adlı Eser Bağlamında)”, Osmanlılar Döneminde Sivas Sempozyumu Bildirileri, (21-25 Mayıs 2007), Sivas 2007, II, 129. 17 Bkz., Şemseddîn Sivâsî, vr.7a-b. 221 222 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Böyle olmakla birlikte eserde sadece 60-82.ayetler arasında yer alan Mûsa-Hızır kıssası işlenmiştir. Bu çalışma, Müellifin son kitabı olduğundan Sivâsî’nin bütün birikiminin esere yansıtılmış olduğunu söyleyebiliriz. Eserde Müellifin, Türkçe, Farsça ve Arapça pek çok şiir, ata sözü, menkıbe ve hikâyeye yer verdiği de müşahede edilmektedir.18 Sivâsî’nin bu eser dışında, isimlerinden tefsire dair eserler olabileceklerini düşündüğümüz, “Letâifü’l-Âyât ve Nukûşu’l-Beyyinât” ve “Kıssat-u Mûsa ve Hızır” adlı iki eserinin olduğundan bahsedilmektedir.19 Ancak kayıtlarda bu eserlere rastlanılamamıştır. İkinci sırada yer alan“Kıssat-u Mûsa ve Hızır” adlı eserin ise Nakdu’l-Hâtır’la karıştırılmış olunabileceği düşünülebilir. Zira, Nakdu’l-Hâtır’da, Kehf sûresinin tamamının işlenmesi hedeflenmekle birlikte, zaman darlığı sebebiyle sadece Mûsa-Hızır kıssasına yer verilmiştir.20 Yani, burada anlatılan hikaye de sadece MûsaHızır kıssasıdır.21 2 - Abdulmecid Sivâsî (1049 / 1639) Ebu’l-Hayr Mecdüddin Abdulmecid b. Muharrem b. Ebu’l-Berekât Muhammed bin Ârif Hasan ez-Zilî es-Sivâsî el-Hanefî, namıyla Abdulmecid Sivâsî 971 / 1563 yılında o dönemlerde Sivas vilayetinin Tokat sancağına bağlı olan Zile kasabasında doğmuştur.22 Künyesi, Eu’l-Hayr ve lakabı, Mecdü’d-Dîn olan Abdulmecid Sivâsî, Zile’de doğmasına rağmen, daha sonraları Sivas’a yerleşmesinden dolayı Sivâsî, namıyla meşhur olmuştur.23 Tasavvu a, Halvetiyye yolunda Şemsiyye kolunun kurucusu Şemseddîn Sivâsi hazretlerinin yeğenidir.24 Anadolu’da yetişen evliyanın büyük simalarından olan Abdulmecid Sivâsî, ilim, irfan, ahlâk ve tasavvu a temayüz etmiş bir aile ve sosyal çevrede doğmanın avantajını çok iyi bir şekilde değerlendirerek, yedi yaş gibi daha çok küçük yaşlarda hıfzını tamamlamış ve babasından Arapça dersleri almıştır.25 Daha sonraları Arapça ile birlikte Farsça, fıkıh, tefsir ve hadis ilimlerini tedris ederek, Amcası Şemseddîn Efendi’den zâhiri ve bâtini ilimleri tahsil etmiştir.26 İlim ve irfan sahasında temayüz eden Ab18 19 20 21 22 23 Bkz., Şemseddîn Sivâsî, vr.74a-75b, 114a-116b, 117a-118b. Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, I, 95. Bkz., Şemseddîn Sivâsî,; Aksoy, s.38.; Akpınar, s.129. Bkz., Akpınar, s.128-132. Cengiz Gündoğdu, s.39. Muhammed Nazmi, Hediyyetü’l-İhvân, (Edisyon Kritikli Metin), Haz: Osman Türer, (Doktora Tezi, İkinci Kısım), Ankara 1982, s.119. Ayrıca bkz., Gündoğdu, s.39-40. 24 Nazmî, s.118; Gündoğdu, s.40. 25 Nazmî, s.120; Gündoğdu, s.44. 26 Mustafa Kılıç, Ebu’l-Hayr Abdulmecid b. Muharrem es-Sivâsî’nin “Fâtiha Tefsiri” nin Tahkiki, (MÜSBE, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul 2005, s.10 SİVASİYYE’YE GİDEN YOL dulmecid Sivâsî, devrinin önde gelen bir çok alim ve şairi gibi İmparatorluğun kültür, sanat ve edebiyat ortamlarında kullanılan Türkçe, Arapça ve Farsça’ya da ileri derecede hakim olmuştur.27 Şiirlerinde şeyhi mahlasını28 kullanan Abdulmecid Sivâsî, uzun bir müddet Şemseddîn Sivâsi’nin sohbetlerine katılıp, tasavvufî hakikatlere kavuşmuş ve manevi derecelere yükselmiştir.29 Manevi eğitimini tamamladıktan sonra Şemseddîn Sivâsî tarafından kendisine icazet verilen Abdulmecid Sivâsî, Merzifon ve çevresindeki şehir, kasaba ve köyleri irşat için halife tayin edilmiştir.30 Daha sonra da Zile’deki Halvetî Dergâhında irşatla görevlendirilmiş ve burada talebe yetiştirmekle meşgul olmuştur.31 Abdulmecid Sivâsî, ilim ve irfandaki şöhretini duyan Sultan Üçüncü Mehmed Han’ın daveti üzerine32 İstanbul’a gitmiş ve İstanbul’daki çeşitli câmilerde va’z-u nasihatler yaparak halkı irşat etmeye devam etmiştir. Sultan Selim civarındada bir mescit ve Sivâsi dergahını inşa e irmiştir. Sultan Ahmet Câmii’nin temel atma ve açılış törenlerine katılıp, açılışta dua etmiş ve camide ilk va’zı vermiştir.33 Vefat edinceye kadar da Sultan Ahmet Câmii’nin vaizliğini yapmıştır.34 Sultan Üçüncü Mehmed, Birinci Ahmed, Birinci Mustafa, Genç Osman ve dördüncü Murad Han devirlerinde yaşayan Abdülmecid Efendi, sultanlara ve diğer devlet adamlarına nasihatlerde bulunmuş, Karayazıcı ve Uzunbölükbaşı isyanlarının bastırılmasında önemli rol oynamıştır. Sultan Dördüncü Murad’a Bağdat’ın fethedileceğini müjdelemiş, Padişah sefere çıkarken de Hz. Ömer’in kılıcını beline o bağlamıştır.35 İlim, irfan ve güzel âhlak sahibi olan Sivâsi Abdülmecid Efendi, zaman zaman padişahlara verdiği manzum şikayetnâmelerde memleketin ve milletin içinde bulunduğu hali anlatmış, başarıya ulaşmak için adaletli davranılmasını, istişare edilmesini ve ehline danışılmasını tavsiye 27 28 29 30 31 32 33 34 35 Gündoğdu, s.44. Gündoğdu, s.40; Kılıç, s.179. Nazmî, s.122. Nazmî, s.123. Recep Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ fî Menâkıbi’ş-Şeyh Şemseddîn Ebu’s-Senâ, Süleymaniye Kütüphanesi, Lala İsmail Kitaplığı, no: 694 / 2.vr.33b; Nazmî, s.123. Cengiz Gündoğdu, s.57; Nure in Ceviz, “Abdulmecid Sivâsî ve ‘Uddetu’l-Musteiddîn’ Adlı Eseri”, Osmanlılar Döneminde Sivas Sempozyumu Bildirileri, (21-25 Mayıs 2007), Sivas 2007, II, 175. Bkz., Gündoğdu, s.60-64; Ceviz, s175. R. Ekrem Koçu, “Abdulmecid Efendi”md., İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul 1946, I, 100; Gündoğdu, s.64. R. Ekrem Koçu, I, 100; Cengiz Gündoğdu, s.84. 223 224 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER etmiştir.36 İslam dininin hep ilerlemeyi emre iğini anlatmış, gelişmelere karşı çıkan din adamı kılığına girmiş din düşmanlarıyla, tarikatçı geçinen cahil ve sapık kimselere ve bidat ehliyle mücadele etmiştir. İstanbul’da va’z-u nasihat ve irşat faaliyetlerine devam ederken 1639 yılında vefat etmiş ve Eyüp Nişanca semtindeki evinin bahçesine defnedilmiştir.37 Şeyhi mahlasıyla pek güzel şiirler yazan Sivâsi Abdülmecid Efendinin eserlerinden bazıları şunlardır: Tefsir-i Sûret-i Fatiha, Şerh-i Mesnevi, Lezâizü’l-Âsar ve Letâifü’l-Ezhâr, Dürer-ül-Akâid, Divan-ı İlâhiyat, İrade-i Cüz’iyye ve Hadis-i Erbâin.38 Abdulmecid Sivâsî’nin “Tefsîr-i Sûre-i Fâtiha” Adlı Eseri Abdulmecid Sivâsî’nin tefsire dair tek eseri, Fâtiha Sûresinin tefsiri mahiyetinde olup bu eserin bazı nüshalarının, muhtelif isimlerle Sülymaniye Kütüphanesinin değişik bölümlerinde bulunduğu bilinmektedir.39 Ulaşılabilen mevcut nüshaları şu şekilde tasnif edebiliriz: SİVASİYYE’YE GİDEN YOL “Kitab-u Tefsîr-i Fâtiha” Adlı Nüshanın Tanıtımı Eser bir mukaddime, Fâtiha sûresi tefsiri ve muhtelif dinî ve özelikle de tasavvûfî konuları içeren üç ana bölümden oluşmaktadır. “Hâzâ Kitab-u Tefsîr-i Fâtiha li-Müellifihî Sivâsî Efendi” ibresinden sonra Mukaddime bölümü, besmele ile başlamaktadır. Allah’a hamd ve Rasûlüne salât ve selamdan sonra, “Allah, Sana bilmediğin şeyi öğretmiştir,”43, “Biz (Kur’ân’ı) Sana okuyacağız, Sen de asla (Onu) unutmayacaksın,”44, “(Onu Allah) vahye i,”45, “O, hevadan konuşmaz,”46, “Sonra yaklaştı,”47 ve “Birleşmiş iki yay arası kadar,”48 meallerindeki ayetleri zikrederek, vahyin mahiyeti, vahiy ile Hz. Peygamber arasındaki iletişim ve Allah’ın vahiy nimetiyle Onu şereflendirdiği hususlarına işaret etmektedir.49 a) Tefsîr-i Sûreti’l-Fâtiha: Bu nüsha 1-69 varak olup, Süleymaniye Kütüphanesi, Şehid Ali Paşa Kitaplığı, no: 1367 / 1’de bulunmaktadır. Daha sonra Hz. Peygamber’in âl ve ashabına selam edilerek “Sonra Kitabı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik”50 mealindeki ayeti zikrederek onların Kur’ân atmosferine dahil olduklarına ve “Muhakkak ki Sen, çok büyük bir ahlâk üzeresin,”51 ayetiyle de onların, bu ahlâk sahibinin meclisinde bulunduklarına ve onun ahlâkî sırlarına mazhar olduklarına işaret etmektedir.52 b) Risâle fî Tefsîr-i Sûreti’l-Fâtiha bi Lisâni’t-Türkî: Bu nüsha, Süleymaniye Kütüphanesi, Mihrişah Sultan no: 300 / 2’de, bir mecmuanın 121a-171a varakları arasında bulunmaktadır. Bu nüshanın kayıt numarası, elimizdeki nüsha ile aynı olmakla birlikte, isim farklılığı ve bizdeki nüshada müstensihin kimliğinin belli olması40 gibi durumlar, bunların farklı müstensihler tarafından yazıldığını göstermektedir. Mukaddimenin son kısmında da padişaha övgü ve medhiyyeler yer almaktadır. Bunları yaparken de, “O halde insanlar arasında adaletle hükmet, heva ve hevese uyma,”53 mealindeki ayet ve çeşitli öğütlerle onların hakkaniyete riayet etmeleri hususuna da dikkat çekmiştir. Padişahların adalet, ahlâk, sehavet, kuvvet ve semahat gibi güzel vasıflara haiz olmalarını isteyerek onların muzafferiyeti için de dua ve niyazda bulunmuştur. c) Bu nüshanın ismi belirtilmemiş olup, Süleymaniye Kütüphanesi, Reşid Efendi no: 394 / 1’de, 1-26 varak olarak bulunmaktadır.41 Müellif bu eserini yazma sebebini şöyle anlatmaktadır: “Bir gün ihvân-ı dinden birisi Sûre-i Fâtiha’nın tefsirini mülahhasan beyan ve ‘en’amte aleyhim’den murad kimdir? Yani müna’mun aleyh olup gadabullahtan ve gümrahluktan kurtulan kimlerdir? Ayan eylen deyu tazarru’ etmegin ‘sual edeni reddetmek mürüvvet değildir’ mazmununca, kadru’l-kudret derc-i vücudumuzda d) Sûre-i Fâtiha: Bu nüsha, Süleymaniye Kütüphanesi, Hüsrev Paşa Böl. no: 121 / 2’de, 113-137 varak halinde bulunmaktadır.42 e) Kitab-u Tefsîr-i Fâtiha: Bizdeki bu nüsha “Kitab-u Tefsîr-i Fatiha” adını taşıyıp Süleymaniye Kütüphanesi, Mihrişah Sultan no: 300 / 2 de kayıtlı bir mecmuanın içerisinde 91b – 128a varakları arasında yer almaktadır. 36 37 38 39 40 41 42 Gündoğdu, s.70. Nazmi, s.120. Daha geniş bilgi için bkz., Cengiz Gündoğdu, s.50-51. Bilgi için bkz., Kılıç, s.69-71. Bu nüshanın müstensihinin belli olmadığına dair bkz., Kılıç, s.71. Bkz., Kılıç, s.69. Nüshalar hakkında bilgi için bkz., Kılıç, s.69-71. 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 Nisâ, 4 / 113. Â’lâ, 87 / 6. Necm, 53 / 10. Necm, 53 / 3. Necm, 53 / 8. Necm, 53 / 9. Bkz., Abdulmecid Sivâsî, Kitab-u Tefsîr-i Fâtiha, Süleymaniye Kütüphanesi, Mihrişah Sultan no: 300 / 2, vr.91b. Fatır, 35 / 32. Kalem, 68 / 4. Bkz., Abdulmecid Sivâsî, vr.92a Sâd, 38 / 26. 225 226 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER bulduğumuzı ‘la havle ve la kuvvete illa billahi’l-aliyyi’l-azîm’e i’tikadi selimle dayanarak silk-i zührâ nazme ik.”54 Bu ifadeler onun, bu tefsiri, birinin sorduğu bir soruya bağlı olarak yazdığını göstermektedir. Fâtiha sûresinin tefsirine “besmele”nin Fâtiha’dan bir ayet olup olmaması hususunda çeşitli görüşlere yer vererek başlamaktadır. Bu hususta, Mekke, Kûfe, Medine, Basra ve Şam kurrâsının, İmam Şafiî (150-204 / 767-820), İmam Malik (93 / 711)), İmam A’zam (80-150 / 699-767) ve Evzaî (88-157 / 707-774) gibi alimlerin görüşlerine yer vermiştir. Konu ile ilgili bazı hadisler zikretmekle birlikte hadis kaynaklarına pek değinmemiştir. Besmelenin Fatihadan bir ayet olup olmaması hususunda tefsirinin adını vermeden Kadı Beydavî’ye atıflarda bulunmuştur.55 Besmele konusundan sonra, Allah’ın, “Allah” adı hususundaki kanaatlerini ifade ederek, “Allah” adının ism-i a’zam olabileceğine yer vermektedir.56 Daha sonra, “el-Hamdu lillahi” ifadesi altında hamd ve şükür kavramlarını, “Rabbi’l-Âlemîn” ifadesinden sonra da, Allah (cc)’ın on sekiz bin alemin, yer-gök ve arasındakilerin yaratıcısı olduğunu belirtmektedir.57 “er-Rahmâni’r-Rahîm” ayetindeki Rahmân ve Rahîm kavramlarını birbirinden ayırmayıp, ikisini birlikte, Allah’ın dünya ve ahre e lütuf, kerem ve rahmet sahibi olduğu, şeklinde anlamlandırmıştır.58 “Mâliki yevmi’d-Dîn” ayetine, Allah kıyamet günün padişahıdır, şeklinde anlam vermekle birlikte; gerçi O, her şeyin sahibidir ama, kemal-i saltanat ve nihayet-i tasarruf o günde (Kıyamet gününde) olduğu için, Mâliki yevmi’dDîn (Din gününü sahibi), dendiğini söylemektedir.59 “İyyâke Na’budu ve İyyâke Neste’în”’i, sonsuz güç, kudret ve nimet sahibi olması hasebiyle kulluğun sadece Yüce Allah’a olabileceğini ifade etmektedir.60 “İhdine’s-Sırata’l-Müstekîm” bu ayeti bir önceki ayet bağlamında ele alarak, Allah, kulum sana ne zaman yardım edeyim, deyince; biz de (cevaben), nefsimiz, kalbimiz ve ruhumuzu, sırat-ı müstakîme hidayet eyle dedik, şeklinde tefsir etmiştir.61 54 55 56 57 58 59 60 61 Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.93b. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.93b-94b. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.93b-94b. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.93b-95a-b. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.93b-95b. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.93b-95b. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.93b-96a. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.93b-96a. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL “Sırata’lllezîne En’amte Aleyhim” ayetini de bir önceki ayet bağlamında tefsir etmektedir. Sanki Allah (cc) şöyle demektedir: Kulum sırat-ı müstakîmden muradın nedir? Kul da şöyle cevap vermektedir: Mü’minlere has olan ve sevdiğin kullarının gi iği yoldur.62 “Ğayri’l-meğdûbi a’leyhim ve le’d-dâllîn” bu aye e yer alan “gadab” kavramını, gadabına layık ve kahrına mazhar olan, “dâllîn” kavramını da, Din-i İslam yolundan azanlar, olarak değerlendirmiş ve her ikisine birlikte, Yahudi ve Hıristiyanlar olarak, değerlendirmiştir.63 Dua ve temenni içerikli ayetlerle biten Fâtiha sûresinin sonunda “âmîn” diyerek yapılan duanın müstecap olmasını temenni edip, ârifler katında bundan daha a’lâ, daha ebkâ ve daha enfa’ murad yoktur, demektedir.64 Sonuç itibariyle, Kur’ân’ın esrarının, Fâtiha sûresinde olduğunu ifade ederek, ashab, tabiîn, müctehid ve müfessirinîn Kitap, Sünnet, icma’ ve kıyasla bunları beyan e iklerini söylemektedir.65 Bu ifadesiyle biz onun, üçüncü bölümde ele alacağı konuları bu esrara mebni olarak işleyeceğine işaret etmiş olabileceğini düşünmekteyiz. Fasıllar halinde muhtelif konuların işlendiği üçüncü bölümün başındaki ilk (birinci) fasılda, bazı Tasavvuf mezhepleri hakkında görüşler ortaya koyarak sûfilikle ilgili şunları söyler: Şeriata muhalif tarikat ve ma’rifet olamaz.66 Kelâm ve hikmet ilimlerini bilmeyen, özellikle de umûr-i âmme ve vücûd konularını okumayan tarika a mülhid olur. Cahil veli olamaz, önce ilim sonra velâyet gelmektedir.67 Cahillerin şeyhlik ve müridlik iddiası kıyametin alametlerindendir. Kur’ân’ın manasından murad, batındır deyip, zahiri manasına gerek yoktur diyenler kafir olur.68 Şeriatle tarikatı birleştiren ancak kamil mü’min olur. Zira tek kanatla kuş uçmaz. Kur’ân ve Sünnete sarılmayan kişi şeyh değil ancak kafir olur.69 Bunlara devamla zahirî ve Batınî ilimlerin birlikte olması gerektiğini vurgulayarak, Halvetiyye hakkında kısa bir bilgiden sonra onların, bu hususiyetlere harfiyyen riayet e iklerini ifade etmektedir.70 62 63 64 65 66 67 68 69 70 Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.93b-96a-b. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.93b-96b. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.96b-97a. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.97a. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.99a. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.99a Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.99b. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.100b. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.100b-101a. 227 228 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER (İkinci) Fasılda, hakikî sûfilerin kavlen, fiilen ve itikaden nûr-i Hak ve sırr-ı Muhammedi ile dolması gerektiğini, gönlünü bu nur ve sır ile dolduramayanların ise sûfi olamayacaklarını,71 Tanrıyı gördüm diyenin, gerçekte şeytanı gördüğünü,72 hakikat ile marifet binasının şeriat esasları üzerine olabileceğini73 ve sûfi çoğaltmaya çalışan şeyhlerin ârif değil, sefih olacağını,74 ifade etmektedir. (Üçüncü) Fasılda, Melâmiyye tarikatı, bölümleri, ve bu tarikata mensup olanlar hakkında bilgi verip,75 (dördüncü) fasılda, zahidlerin özellikleri,76 mürşitsiz sûfinin, ümmiyi şeyh edinenden daha kazançlı olduğunu,77 (ama) sülûkün (sadece) kitap ve lafızla olamayacağını,78 söylemektedir. (Beşinci) Fasılda velâyet konusuna girmekte ve velâyetin iki kısma ayrılarak bunlardan birinin “velâyet-i âmme”,79 diğerinin (bir sonraki –altıncı- fasılda yer almaktadır) “velâyet-i hâssa”80 olduğundan bahsetmektedir. Velâyet-i âmme başlığı altında, sırat-ı müstakîmin ancak, Ehl-i Sünnet yolu olabileceğini,81 Ehl-i Sünne en olabilmenin alametlerinin ise; beş vakit namazı cemaatle kılmak, Ashab-ı kiram hakkında olumsuz sözler söylememek, Müslüman idarecilerle savaşmamak, imandan şüphe etmemek, kaza ve kadere inanmak, din hakkında kimse ile akılla mücadele etmemek, ehl-i kıblenin cenaze namazını kılmak, salih ya da günahkar kişinin arkasından namaz kılmak vs. hususiyetler olduğuna işaret etmektedir.82 (Altıncı) Fasılda, “İman yetmiş küsur şubedir. Onun en faziletlisi, lâ ilâhe illallâh, demek, en ednası ise, insanlara eziyet veren şeyleri yollardan kaldırmaktır. Hayâ da imandan bir şubedir,”83 hadis-i şerifini zikrederek iman ve amelin şubeleri hususuna yer vermektedir. Bu çerçevede imanın şubelerini fenn-i itikâdî, fenn-i amelî gibi kısımlara ayırmış ve Allah Teâlâ’nın mü’minin taatini ve kafirin de küfrünü dilemiş olduğunu, fakat küfre razı olmadı- 71 72 73 74 75 76 77 78 79 80 81 82 83 Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.101a-102b. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.103a. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.104a. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.104b. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.105b-107b. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.107b-110a. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.110a. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.110b. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.112a. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.123a. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.112a. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.112b-114a. Buhârî, Îmân, 3; Müslim, Îmân, 57; Tirmîzî, Îman, 6. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL ğını belirterek84 Kelâm; ahlâkî hamide ve ahlâkî zemîme85 gibi konularla ahlâk-tasavvuf; keffâret, yemin, evlilik, ana-babaya itaat, sıla-i rahim, kul hakkı, köle azad etme ve umuma ait meselelerle fıkıh ve adab-ı muaşeret konularıyla iman ve amel konusunu izah etmeye çalışmıştır.86 Faslın sonuna doğru yeniden velayet konusuna temas ederek, velâyetin iki kısma ayrıldığını, “velâyet-i âmme”yi geride izah e iğini; “velâyet-i hâssa”nn ise, ehl- sülûk ve âriflerin kâmil ve vuslata erenleri,87 olduğunu belirtir. Daha sonra da Yûnus Emre’den bir şiirle devam edip, nefis ve rûh hakkında bazı bilgilere yer verir.88 (Yedinci) Fasılda, insanı kurtaracak olan imanın, îman-ı müncî (îman-ı kâmil) olduğunu ve bu mertebeye de ehl-i keşfin erişebileceğini söyleyerek, sabah akşam “lâ ilahe illallahu vehdehû lâ şerîke lehu, lehu’l-mülkü ve lehu’l-hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr,” kelime-i tayyibesini söyleyen insanın, şeytandan emin olacağını, şirk-i hafî ve imansız ölmekten kurtulacağını89; ibadetleri eda e ikten sonra onların kabul edilip edilmediğine dair bir zannın da caiz olmadığını,90 ifade etmektedir. (Sekizinci) Fasılda, insanın îman-ı kamile ulaşması için, kulluğa layık olmayan şeylerden sakınması ve Mevlâ’nın onu her zaman gördüğü bilinciyle güzel ameller yapmasıyla mümkün olabileceğini belirterek; güzel amelinde hizmet, hüsn-ü muaşeret ve nefsi tezkiye ile oluşabileceğini91 vurgulamaktadır. (Dokuzuncu) Fasılda, tabakât-ı ricâl konusuna değinip, bunu yedi kısma ayırarak şöyle tasnif etmektedir: 1- Tabakâtü’t-tâlibîn, 2- Tabakâtü’lmüridîn, 3- Tabakâtü’s-salikîn, 4- Tabakâtü’’s-sairîn, 5- Tabakâtü’t-tairîn, 6- Tabakâtü’l-vasılîn, 7- el-Kutub, Kutbu’l-evtâd. Bu tasni en sonra kutbun; kutbu’l-evtâd, kutbu’l-irşâd ve kutbu’l-abdal şeklindeki kısımlarından bahsedip, aziz pederi Muharrem Efendi’nin Ka’be’de kutupla buluştuğuna yer vermektedir.92 Daha sonra Hz. Hızır ve Hz. İlyas’ın kutupla buluştuğunu ve Hz. Hızır’ın peygamber olduğunu ve kendisinin Mina’da Hızır (as) ile görüştüğünü, Muhiddin-i Arabî, Abdulkadir Geylanî ve 84 85 86 87 88 89 90 91 92 Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.114b-115a. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.116a-b. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.116b-122a. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.122b-123a. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.123a-127a. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.127b. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.128b. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.130a-132a. Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.132a-135a. 229 230 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Şemseddîn Sivâsî’nin Hızırla görüştüklerini ve Hz. İlyas’ın Peygamber (sav) Efendimizle görüştüğünü bildirmektedir.93 —Umdetü’l-Kârî fî Şerh-i Sahîhi’l-Buhârî, Ebu Muhammed Bedruddin mahmud b. Ahmed b. Mûsa b. Ahmed el-Aynî. Faslın sonuna doğru, tasavvuf ricalinin bulunduğu konum ve mevkilere yer vererek, “Allahümme yessir li-ibadike, Allahümme salli a’lâ men ersele ve nebiyyün evvelen ve ahiran ve a’alâ âlihi ve sahbbihî batınen ve zahiren – Allahım! (tüm zorlukları bu) kulun için kolay kıl. Tüm insanlığa peygamber olarak gönderdiğin Elçiye Onun ailesine, zahir ve batın olarak ona ashab olan herkesi selame e kıl,” duasıyla eser hitama ermektedir. —Süyûtî, (eserde Süyûtî’den alıntı var (bkz., 101a) ama, hangi eserinden alıntı yapıldığını tespit edemedik.) Eserin son paragrafındaki, bu kitab-ı şerifin yazılması Allah’ın açık ve gizli inayetiyle, bin kırkbeş senesinin aylarından Şaban ayının yarısında Hasan b. Abdurraûf ez-Zîlî (adlı) kulun zayıf ve nahif elinde tamamlanmıştır,94 ibaresi, daha Abdulmecid Sivâsî haya a iken bu eserin müstensihler tarafından istinsah edilmeye başladığını göstermektedir.95 Değerlendirme Abdulmecid Sivâsî’nin “Kitab-u Tefsîr-i Fâtiha” adlı tefsire dair bu eserinde, mukaddime ile birlikte Fatiha sûresinin tefsirine ayrılan bölüm, 6,5 varaktan yani 13 sayfadan ibare ir. Eserin geride kalan 31 varağı, yani 62 sayfası ise başta tasavvuf, ahlâk ve i’tikâd konuları olmak üzere dinî meselelerle ilgili muhtelif konulara hasredilmiştir. Müellif bu kısımda daha ziyade, tarikatla şeriatin birbirine muvafık olduğunu ve aralarında herhangi bir çelişkinin olamayacağını ifade etmeye çalışmıştır. İlgili konular işlenirken doğrudan Fatiha sûresine hiçbir atı a bulunulmamıştır. Müracaat edilen eserler, müellif ve eser adıyla değil, daha çok meşhur oldukları ünvanlarıyla zikredilmişlerdir. Bunlardan tespit edebildiklerimizin bir kısmı şunlardır: —Füsûsu’l-Hikem, Muhyiddîn İbnu’l-Arabî. İbnu’l-Arabî’den, şeyhü’lEkber, diye bahsetmekte ve en fazla alıntıya bundan yapmaktadır. —Futûhâtü’l-Mekkiyye, Muhyiddîn İbnu’l-Arabî. —Envâru’t-Tenzîl ve Esrâru’t-Te’vîl, Nasîruddîn Ebu Said Abdullah b. Ömer b. Muhammed b. Ali el-Beyzâvî. —Kutu’l-Kulûb, Mekkî b. Ebu Tâlib. —Keşşâf, (eserde Keşşâf’ın adı geçmekte (bkz., 100a) fakat, nereden alıntı yapıldığını tespit edemedik.) 93 Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.135b-137b 94 Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.135b-139a. 95 Bu eserin tanıtılması hususunda müracaat edilen kaynaklar arasından özellikle, “Mustafa Kılıç, Ebu’l-Hayr Abdulmecid b. Muharrem es-Sivâsî’nin “Fâtiha Tefsiri” nin Tahkiki, (MÜSBE, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul 2005” adlı tez çalışmasından istifade edilmiştir. —Lübabü’t-Te’vil ve Mealimü’t-Tenzil, (Tefsîru’l-Lübâb), el-Hazin el-Bağdadi Alaaddin Ali b. Muhammed. —el-Hidâye, Burhaneddîn el-Merginânî. —el-Bahru’r-Raîk, Ebu’l-Berakât en-Nesefî. —Mesnevî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî. —Menakibü’l-İmami’l-A’zam Ebî Hanîfe, Hafîzuddîn Muhammed b. Muhammed b. Şihab el-Kerderi el-Harizmî el-Bezzâzî. İbnü’l-Farız Dîvanı, Ebu Hafs Şerefüddîn Ömer b. Ali b. Mürşid esSâdî el-Hamevî el-Mısrî.96 Fâtiha’nın tefsir edildiği yerlerde besmelenin izah kısmı hariç, ayetlerin tefsiri noktasında hiçbir müfessire müracaat edilmemiştir. Sadece besmelenin işlendiği yerlerde, Kâdı (Beydavî)’ye atıflarda bulunulmuştur.97 Sûre içerisinde ise bazı ayetlerle tefsire katkı sağlanmıştır.98 Bu bölümün son kısmında, Fâtiha’nın, tüm Kur’ân’ın esrarına cami’ olduğunun ifade edildiği yerde, “ashâb, tabiîn, müctehidîn ve müfessirînin Kitap, Sünnet, icma’ ve kıyas ile Fâtiha’nın esrarı hakkındaki görüşlerini beyan e ikleri” ifade edilerek, bir yerde “müfessirîn” kavramına yer verilmiştir.99 Eser içerisindeki diğer bölümlerde ayetler doğrudan ele alınmış, genelde hiçbir sûre adı, ya da ayet numarasına yer verilmemiş ha a ayet olduğu bile ifade edilmeyip, sadece ayetlerin üst kısmından bir çizgi çekilmiştir. Hadisler bazen doğrudan, bazen de ravilerinden bir ikisi zikredilerek verilmiştir. Eserin genelinde ise, başta tasavvuf olmak üzere muhtelif kaynaklara atıflarda bulunulmuştur. Ortamın ve Abdulmecid Sivâsî’nin vazife şeklini dikkate aldığımızda, eserde izlenen metodolojinin normal olabileceğini söyleyebiliriz. Zira gerek bu, gerekse diğer eserlerin hemen hepsinin vaaz ve irşat amaçlı olarak kaleme alındığı müşahede edilmektedir. 96 Not: Listede müellife ait olan bu kitaplar, Sivâsî’nin ilgili eserinde sadece künye, ya da bilinen kısa adlarıyla yer almaktadır. Bu eserler hakkında bilgi için bkz.; Kılıç, s.71-85. 97 Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.93b-94a. 98 Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.95a-b, 96b, 97a. 99 Bkz., Abdulmecid Sivasi, vr.97a. 231 232 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Kanaatimizce Müellifin adı geçen bu eserde anlatmak istediği asıl meseleler, üçüncü bölümdeki hususlardır. Böyle olması durumunda, o halde müellifin Fâtiha sûresinin tefsirine yer vermesinin sebeb-i hikmeti nedir, şeklinde bir soru akla gelebilir. Mutasavvıflığı yanında, üstün bir ilmi şahsiyetinin olması onu, böyle bir yaklaşıma sevk emiş olabilir. Şöyle ki; Kur’ân ve Sünnet onun için en temel kaynaklardır. Kur’ân ve Sünnete muğayir olabilecek hiçbir anlayışa geçit vermemektedir. Bu nedenle o, ortaya koyacağı meselelerden önce Fâtiha sûresinin tefsirine yer vererek, her ne kadar doğrudan bir atı a bulunmamış olsa da takdiren böyle bir atfın varlığını hisse irmektedir. Zira kendisi de Fâtiha sûresinin tefsiri kısmında, Fâtiha’nın, tüm Kur’ân’ın esrarına cami’ olduğunu beyan etmiştir. Zaman zaman ayet, hadis, tefsir ve bazı kaynaklara müracaat ederek anlatmaya çalıştığı konuları temel kaynaklarla temellendirmeye çalışmıştır. Netice itibariyle eser hakkında şu sonuca varabiliriz: Tasavvûfi konuların ağırlıklı olarak ele alındığı bu eser, işârî / tasavvûfî bir tefsir görünümü arz etmektedir. Tarihe “Kadızadeliler-Sivâsîler tartışması” olarak geçen münakaşalarda Sivâsî’nin tasavvuf ve tarikatler tarafında yer almasından100 dolayı, bu eserde işarî yorumun yoğunluk kazanmasının da son derece tabiî olduğu söylenebilir. 3 – Abdulahad Nûri (1061 / 1651) XVII.yüzyılın önemli simalarından olan Abdulahad Nûri, 1003 / m.1595 tarihinde Sivas’ta doğmuştur. Halvetiyye tarikatının Sivâsîyye kolunun kurucusu olan Abdulahad Nûri’nin adı, Evhaduddin Ebu’l-Mekârim Abdulahad en-Nûri ibn Muslihuddin Mustafa Safâyî ibn İsmayıl ibn Ebi’lBerekât olup lakâbı Evhadüddin, künyesi Ebu’l-Mekârim, ismi Abdulahad, şöhreti Nûri’dir.101 Abdulahad Nûri, ilim ve irfanda temayüz etmiş mutasavvıf bir ailenin çocuğudur. Şemseddîn Sivâsî amcası, Abdulmecid Sivâsî ise dayısıdır.102 100 Bkz. Gündoğd, s.85-95. 101 Muhammed Nazmî, Hediyyetü’l-İhvân, Süleymaniye Ktp., Reşid Efendi Böl., nr. 495, vr.147b; Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-Ârifîn Esmâü’lMüellifîn ve Âsâru’l-Mûsannifîn, (Haz: İ. M. K. İnal – Kilisli Rifat Bilge), İstanbul 1951, I, 493; Ayrıca bkz., Hüseyin Akkaya, Abdulahad Nûri ve Divanı, İstanbul 2003, s.51, 67-68; İbrahim Baz, Abdulahad Nûri-i Sivâsî’nin Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri, (AÜSBE, Yayınlanmamış Doktora Tezi), Ankara 2004, s.84-192. 102 Nazmi, vr.147b.; ayrıca bkz., Hasan Keskin, “Abdulahad Nûri es-Sivâsî’nin Tefsir İle İlgili İki Risalesi”, Osmanlılar Döneminde Sivas Sempozyumu Bildirileri, (21-25 Mayıs 2007), Sivas 2007, II, 187. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Abdulahad Nûri, ilk tahsiline Sivas’ta başlamış, Kur’ân-ı Kerim okumasını öğrendikten sonra yaşının elverdiği ölçüde Arapça’nın temel gramer bilgisi olan sarf ve nahivi okumuş ve daha sonra İstanbul’a gitmiştir. Burada devrin büyük alimlerinden aklî ve naklî ilimleri tahsil etmiştir.103 Bu arada Halvetiyye şeyhi olan dayısı Abdulmecid Sivâsî’den manevî ilimleri de öğrenerek hem zahirî hem de batınî ilimlerde yüksek merhalelere ulaşmıştır.104 Tahsil hayatından sonra irşat görevi için önce Midilli’ye gönderilmiş, daha sonra da İstanbul Mehmet Ağa Tekkesi şeyhliği, Fatih Camii, Beyazid Camii ve Ayasofya Camii vaizliklerine getirilmiştir.105 Abdulahad Nûri, kendisini XVII.yüzyıl Osmanlı toplumunda dini ve sosyal hareketliliğin yaşandığı bir ortamın içerisinde bulmuştur. Adını IV. Murat vaizlerinden Kad-ı Zâde Mehmet Efendi (1045/1635)’den alan Kadızâdeliler hareketi, bu dönemin siyasi, sosyal ve dini alanlarında önemli ölçüde etkiler bırakmıştır.106 Bu hareketin mensupları Kad-ı Zâde’nin ölümünden sonra onun görüşlerini yayarak belli bir zümre oluşturmuş ve hocalarına nisbeten Kadızadeliler namıyla anılmaya başlamışlardır. Kadızadeliler hareketi, Kad-ı Zâde Mehmet Efendi ile Abdulmecid Sivâsî arasındaki fikri tartışmalarla başlamış,107 camii kürsüleri ve padişah meclislerinden sonra siyasi, sosyal ve dini hayata sirayet etmiştir. Kadı Zâde Mehmet Efendi’nin bidatler, tarikat faaliyetleri, tasavvuf hareketleri ve özellikle de Halvetî ve Mevlevîlere yönelik ağır eleştirilere karşı, hem diğer tarikat hem de Halvetîler ile Mevlevîler tarafından derin bir tepki ve mukavemet cephesi oluşturmuştur.108 Bunlara karşı sessiz kalmayan Abdulmecid Sivâsî, sohbet ve vaazlarında bunlara sadece cevap vermekle kalmamış, aynı zamanda ağır dille de eleştirmiştir. Bu cephede Abdulmecid Sivâsî’nin yanında yer alanlara da Sivâsîler denilmeye başlanmıştır. Abdulahad Nûri de Abdulmecid Sivâsî’den sonra Sivâsîler’in öncülüğünü yapmaya devam etmiştir.109 İlmiye sınıfına mensup olan Abdulahad Nûri, aynı zamanda Halvetiyye tarikatının ana kollarından olan 103 Nazmî, vr.148b. 104 Nazmî, vr.149b. 105 Abdullah Uçman, “Abdulahad Nûri” md, DİA, İstanbul 1988, I, 178. 106 Ahmet Yaşar Ocak, “XVII.yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda Dinde Tasfiye (Püritanizm) Teşebbüslerine Bir Bakış: “Kadızadeliler Hareketi”, Türk Kültürü Araştırmaları, sayı 1-2, Ankara 1979-1983, s.208. 107 Cengiz Gündoğdu, “XVII.yüzyıl Tekke-Medrese Münasebetleri Açısından SivâsîlerKadızâdeliler Mücadelesi”, İlam Araştırma Dergisi, İstanbul 1998, III/1, 41. 108 Gündoğdu, “Sivâsîler-Kadızâdeliler Mücadelesi”, III/1, 41. 109 Gündoğdu, “Sivâsîler-Kadızâdeliler Mücadelesi”, III/1, 46. 233 234 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Şemsiyye’nin Sivâsîyye şubesinin de kurucu şeyhidir.110 Ömrünün sonuna kadar vaaz ve irşat faaliyetlerine devam eden Abdulahad Nûri, 1061/1635 senesinde İstanbul’da vefat etmiş olup,111 türbesi Eyüp ilçesinin Nişanca semtindedir.112 Müellifin yazma olarak mevcut olan diğer iki eserini kısaca şu şekilde tanıtabiliriz: Abdulahad Nûri, vaaz ve irşat programlarını ilim ve irfanla süslemiş, muhtelif dinî konular olmakla birlikte daha ziyade pek çok tasavvufî eser kaleme almıştır. Kaynaklarda, biri manzûm olmak üzere otuzun üzerinde eserinin olduğu bildirilmektedir.113 Bu eser kaynaklarda, “Risaletün fî Tevfîki Te’âruzi’l-Âyât”120, “Risale fî Tevfîki Mu’arizi’l-Âyât”121 ve “Tevfîku Te’âruzi’l-Âyât”122 şeklinde birkaç benzer isimde yer almaktadır.123 İstanbul Köprülü Kütüphanesi 1590 numarada yer alan bu eser 58 varaktan oluşmaktadır. Abdulahad Nûri, ömrünün yaklaşık elli yılını ilim tahsili yolunda harcadığını, bunun yirmi küsür yılını da Kur’ân-ı Kerimi tefsir etmeye ayırdığını, meşhur müfessirlerin eserlerine müracaat ederek ilgili ayetleri seçtiğini ve bunları tanzim e iğini, daha kimsenin ele almadığı konulara temas e iğini ve pek çoklarının yakalayamadığı hususlara işaret e iğini beyan etmektedir.114 Abdulahad Nûri’nin tefsire dair eserleri gelince; “Risâletün fi’l-Kelâmi alâ ba’zi Âyâtin mine’l-Kur’âni’l-Kerîm”,115 “Risâletün Müteallikâtün: Kul in-Küntüm Tuhibbûnellahe fe’t-tebiûnî Yuhbibkümüllah”116, “Hikmetü’t-Teâruz fî Sûreti-Tenakuz” ve “Risaletün Müte’allikatün biKavlihi Te’alâ: ve en-Leyse li’l-Nsani illâ mâ-se’â” adlarında dört eserinin olduğundan bahsedilmektedir. Fakat, “Risâletün fi’l-Kelâmi alâ ba’zi Âyâtin mine’l-Kur’âni’l-Kerîm” ve “Risâletün Müteallikâtün: Kul in-Küntüm Tuhibbûnellahe fe’t-tebiûnî Yuhbibkümüllah” adındaki ilk iki eserin kaynaklarda adı geçmekle birlikte mevcudiyetlerine dair herhangi bir bilgiye ulaşılamamıştır. “Risâletün fi’l-Kelâmi alâ ba’zi Âyâtin mine’l-Kur’âni’lKerîm” adlı eserin, belli başlı konuları ihtiva eden bazı ayetlerin tefsirini içerdiği, “Risâletün Müteallikâtün: Kul in-Küntüm Tuhibbûnellahe fe’t-tebiûnî Yuhbibkümüllah” adlı eserin ise, isminden de anlaşıldığı gibi ilgili ayetin117 tefsiriyle alakalı bir risale olduğu düşünülmektedir.118 110 Bkz., Akkaya, s.67-68; Baz, s.84. 111 Nazmî, Hediyyetü’l-İhvân, vr.156b-158b. 112 Nazmî, Hediyyetü’l-İhvân, vr.156b-158b; Akkaya, s.63. 113 Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, I, 121-122.; Hocazade Hilmi, Ziyâret-i Evliyâ, İstanbul 1325 (1907), s.89.; Detay bilgi için bkz., Akkaya, 71-79. 114 Abdulahad Nûri, Hikmetü’t-Teâruz fî Sûreti-Tenakuz, vr.1b. 115 Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1915, I, 122. 116 Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ, Süleymaniye Kütüphanesi, Yazma Bağışlar Böl., no: 2307, III, 372. 117 Âl-i İmrân, 3 / 31. 118 Bkz., Hasan Keskin, “Abdulahad Nûri es-Sivâsî’nin Kur’ân ve Tefsirle İlgili İki Risalesi”, Osmanlılar Döneminde Sivas Sempozyumu Bildirileri, (21-25 Mayıs 2007), Sivas 2007, II, 189. a - Hikmetü’t-Teâruz fî Sûreti’t-Tenâkuz119 Adından da anlaşılacağı gibi eser, müşkilü’l-Kur’ân124 çerçevesinde bazı ayetler, ya da ayetler ile sahih hadisler arasında varmış gibi görünen tenakuzları / çelişkileri gidermek amacıyla kaleme alınmıştır. Müellif, ayetler arasında veya ayetler ile sahih hadisler arasında gerçekte böyle bir çelişkinin olmadığını ortaya koyarak bu tür durumların Ku’ân’da yer almasının bir hikmete mebni olduklarını göstermeye çalışmıştır. Nitekim daha ilk sayfalarda, “yardımıyla müşkiller açıklanan, kudretiyle kapalılıklar giderilen, iradesi ile sürçmeler bağışlanan Allah’a hamdolsun...”125 şeklinde yapmış olduğu dua ile de bu amacını gerçekleştirmeyi temenni emiştir. Müellif bu eserine çok büyük bir önem vermiş, “..bunu başaramasaydım perişan olacaktım..” ve “Allahım! Sen onu övünç kaynağı olan eserlerden eyle ve onu benim için ahiret azığı kıl.”126 dualarıyla da bunu göstermiştir. Müellifin, konuya yaklaşımını şöyle bir örnekle de gösterebiliriz: “Allah’ın, peygamberleri toplayıp da onlara: ümmetleriniz tarafından size ne cevap verildi? diye soracağı gün onlar: Bizim bir bilgimiz yok. Bütün gizli olan şeyleri tam olarak bilen yalnız Sensin, diyecekler”127 mealindeki bu aye e peygamberlerin, ümmetleri ile ilgili şahit oldukları bazı meseleleri gizledikleri ve dolayısıyla bu ayetin, “Böylece sizi insanlara şahitler olasınız ve bu peygamber de sizin üzerinize şahit olsun diye, sizi vasat / dengeli bir ümmet yaptık,”128 mealindeki ayetle çeliş119 Köprülü Ktp., nr: 1590, vr. 1b-58a. (Hüseyin Akkaya, Abdulahad Nûri ve Divanı, İstanbul 2003, s.91.) 120 Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, I, 122; Hocazade Hilmi, Ziyaret-i Evliya, İstanbul 1325 (1907), s.89. 121 Hüseyin Vassaf, Sefine-i Evliyâ, III, 372. 122 Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-Ârifîn, I, 493. 123 Naklen, Hüseyin Akkaya, Abdulahad Nûri ve Divanı, İstanbul 2003, s.91. 124 Kur’ân’ın bazı ayetleri arasında ihtilaf ve tezat gibi görünen hususlara müşkilü’l-Kur’ân denilmektedir. Bkz., Muhsin Demirci, Tefsir Usûlü, İstanbul 2006, s.222. 125 Abdulahad Nûri, Hikmetü’t-Teâruz fî Sûreti-Tenakuz, Köprülü Ktp., nr: 1590, vr.1b. 126 Hikmetü’t-Teâruz fî Sûreti-Tenakuz, vr.1b. 127 Mâide, 5 / 109. 128 Bakara, 2 / 143. 235 236 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER tiğinin ileri sürülebileceği bir soruya Abdulahad Nûri şöyle bir cevap vermektedir: Biz deriz ki; “Allah’ın, peygamberleri toplayıp da onlara: ümmetlerini tarafından size ne cevap verildi? diye soracağı gün onlar: Bizim bir bilgimiz yok. Bütün gizli olan şeyleri tam olarak bilen yalnız Sensin, diyecekler” ayetinin manası şöyledir: Senin ilminin yanında bizim (peygamberler) ilmimiz ilim sayılmaz. Çünkü sen, bizim gönderildiğimiz ümmetlerin kalplerindeki şeyleri de bilirsin. Biz ise ancak senin bize öğre iklerini bilebiliriz.129 Abdulahad Nûri, bu eserinde Zemahşerî,130 Râzî,131 Beydavî132 ve Ebu’sSuûd Efendi133 gibi belli başlı müfessirleri zikrederek eserlerine müracaat etmiş, bazen de müfessirin adına hiç değinmeden, fudelâu’l-müfessirîn, kâle’l-müfessirûn... gibi ifadelerle muhtelif müfessirlerin görüşlerine yer vermiştir.134 Buhari,135 Müslim,136 İbn Mâce,137 Ebu Davud,138 Tirmizi139 gibi hadis kaynaklarına da müracaat eden müellif, hadisleri bazen rivayet zinciriyle verirken bazen de doğrudan Rasûlullah (sav)’den nakletmektedir. Dil, kelam, fıkıh, tasavvuf ve dinler tarihi gibi çeşitli alanlardan da nakiller yapmış, başta ehli sünnet ve mu’tezile olmak üzere muhtelif ekollerin görüşlerine de yer vermiştir.140 b - Risaletün Müte’allikatün bi-Kavlihi Te’alâ “ve en-Leyse li’l-Nsani illâ mâ-se’â” Eserin bilinen bu tek nüshasının141 bazı kaynaklarda, adında küçük farklılıklar olduğu müşahede edilmektedir.142 Abdulahad Nûri, bu eserini, bazı insanların; insan için ancak ve ancak kendisi için, şahsı adına ne yaptıysa onların bir değeri vardır, aksine başkaları adına yapılan hayır ve hasenatın hiçbir hükmü yoktur, şeklindeki anlayışlarına karşı koymak 129 Hikmetü’t-Teâruz fî Sûreti-Tenakuz, vr. 31a. 130 Bkz., Hikmetü’t-Teâruz fî Sûreti-Tenakuz, vr.4a, 52a. 131 Bkz., Hikmetü’t-Teâruz fî Sûreti-Tenakuz, vr.41b. 132 Bkz., Hikmetü’t-Teâruz fî Sûreti-Tenakuz, vr.41b. 133 Bkz., Hikmetü’t-Teâruz fî Sûreti-Tenakuz, vr.4a, 52a. 134 Hikmetü’t-Teâruz fî Sûreti-Tenakuz, vr. 46a. 135 Bkz., Hikmetü’t-Teâruz fî Sûreti-Tenakuz, vr.40b. 136 Bkz., Hikmetü’t-Teâruz fî Sûreti-Tenakuz, vr.40b, 45a. 137 Bkz., Hikmetü’t-Teâruz fî Sûreti-Tenakuz, vr.42a. 138 Bkz., Hikmetü’t-Teâruz fî Sûreti-Tenakuz, vr.43b, 45a. 139 Bkz., Hikmetü’t-Teâruz fî Sûreti-Tenakuz, vr.43b, 44a, 45a. 140 Hikmetü’t-Teâruz fî Sûreti-Tenakuz, vr. 50b.; Daha geniş bilgi için bkz., Keskin, s.193-195. 141 Bkz., Beyazit Devlet Kütüphanesi, Veliyyüddin Efendi Böl., nr: 1827 / 8, vr. 126b-132b. 142 Mesela; “Risaletün fî-Kavlihi Te’alâ “ve en-Leyse li’l-İnsan” şekli için bkz., Carl Brockelmann, Geschichte der Arabischen Li eratur,Supplement Band, Leiden 1949, II, 662. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL için kaleme aldığını ifade etmektedir.143 Müellif söz konusu ilgili iddiayı muhtelif ayetler, hadisler, hikayeler ve alimlerin görüşleriyle beş başlık (bab) altında cevaplandırmaya çalışmaktadır. Abdulahad Nûri, birinci babta, “insan için ancak, çalıştığının karşılığı vardır,”144 mealindeki ayeti delil olarak kullanıp, bir kimsenin başka bir kimseye faydasının olamayacağı iddiasında bulunanların,145 ayetin zahiriyle hareket edip yanıldıklarını146 şefaatin hak olduğunu, bir mü’minin başka bir mü’mine fayda, ya da zararının dokunabileceğini,147 ölen kişiler adına sadaka vermenin, haccetmenin, yapılan bir ibadet, ya da hayır hasenatın sevabının bağışlanmasının onlara fayda vereceğini beyan etmektedir.148 Bu kanaate sahip olanların iddialarının Kitap, Sünnet ve icma’ya uymadığını, ikinci babta delillendiren149 Müellif, üçüncü babta da, aynı hususu muhtelif müfessirlerden yaptığı nakillerle temellendirmeye çalışmaktadır. Ayet-i kerimedeki “li’l-insâni” ifadesinde yer alan “lam” harf-u ceri üzerinde durarak ayete şöyle bir mana vermektedir: “İnsan için çalışmasından başka hak e iği bir karşılık yoktur, ancak Allah’ın, mü’min kullarına karşı bağış ve inayeti her zaman geçerlidir. Bir mü’minin diğerine karşı yapmış olduğu şeyler de, onun için Allah (cc)’ın bir lütfudur.”150 Dördüncü babta, ilgili ayetin nesh edilip edilmediği hususuna değinip, iman noktasında her şeyin kişinin kendinden olması gerektiği ve başkalarının bir faydası olamayacağını vurgulayan151 Abdulahad Nûri, ayetin me umuna adalet nokta-i nazarından bakılacak olunursa, kişi ancak çalıştığının karşılığını alır ama, lütuf yönünden bakılınca da Allah’ın nimet, af, mağfiret vs.. hususlarının kat kat olabileceğini ifade etmektedir.152 Netice itibariyle yapılan hiçbir şeyin karşılıksız kalmayacağına, iyi ya da kötü, yapılan her şeyin sahibini mutlaka bulacağına ve ha a ölülere yapılan duaların bile onlara ulaşacağı hususunda görüşler serdetmektedir.153 143 Abdulahad Nûri, Risaletün Müte’allikatün bi-Kavlihi Te’alâ “ve en-Leyse li’l-İnsani illâ mâse’â”, Beyazit Devlet Kütüphanesi, Veliyyüddin Efendi Böl., nr: 1827 / 8, vr.126b. 144 Necm, 53 / 39. 145 Bkz., Risaletün Müte’allikatün bi-Kavlihi Te’alâ “ve en-Leyse li’l-İnsani illâ mâ-se’â, vr.16b-127b. 146 Bkz., Risaletün Müte’allikatün bi-Kavlihi Te’alâ “ve en-Leyse li’l-İnsani illâ mâ-se’â, vr.127a. 147 Bkz., Risaletün Müte’allikatün bi-Kavlihi Te’alâ “ve en-Leyse li’l-İnsani illâ mâ-se’â, vr.127a 148 Bkz., Risaletün Müte’allikatün bi-Kavlihi Te’alâ “ve en-Leyse li’l-İnsani illâ mâ-se’â, vr.127a-b; Keskin, s.196. 149 Bkz., Risaletün Müte’allikatün bi-Kavlihi Te’alâ “ve en-Leyse li’l-İnsani illâ mâ-se’â, vr.128a-b. 150 Bkz., Risaletün Müte’allikatün bi-Kavlihi Te’alâ “ve en-Leyse li’l-Nsani illâ mâ-se’â, vr.129b. 151 Bkz., Risaletün Müte’allikatün bi-Kavlihi Te’alâ “ve en-Leyse li’l-Nsani illâ mâ-se’â, vr.130a. 152 Bkz., 130a-131b. 153 Krş., Keskin, s.195-197. 237 238 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Bibliyografya Akkaya, Hüseyin, Abdulahad Nûri ve Divanı, İstanbul 2003. Akpınar, Ali, “Şemseddîn Sivâsîye Göre Hz. Hızır’ın Kimliği / Mahiyeti (Nakd-i Hâtır Adlı Eser Bağlamında)”, Osmanlılar Döneminde Sivas Sempozyumu Bildirileri, (21-25 Mayıs 2007), I-III, Sivas 2007. Aksoy, Hasan, “Şemseddîn Sivâsî, Hayatı, Şahsiyeti, Tarikatı, Eserleri”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sivas 2005, IX/2. Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-Ârifîn Esmâü’lMüellifîn ve Âsâru’lMûsannifîn, (Haz: İ. M. K. İnal – Kilisli Rifat Bilge), İstanbul 1951. Baz, İbrahim, Abdulahad Nûri-i Sivâsî’nin Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri, (AÜSBE, Yayınlanmamış Doktora Tezi), Ankara 2004. Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1915. Carl Brockelmann, Geschichte der Arabischen Li eratur, Supplement Band, Leiden 1949. Ceviz, Nure in, “Abdulmecid Sivâsî ve ‘Uddetu’l-Musteiddîn’ Adlı Eseri”, Osmanlılar Döneminde Sivas Sempozyumu Bildirileri, (21-25 Mayıs 2007), II, Sivas 2007. Demirci, Muhsin, Tefsir Usûlü, İstanbul 2006. Eliaçık, Muhi in, “Şemseddîn-i Sivâsî’nin Nakd-ı Hâtır Adlı Eserinin Münih Bayerische Staatsbıblıothek Nüshası”, Osmanlılar Döneminde Sivas Sempozyumu Bildirileri, (21-25 Mayıs 2007), II, Sivas 2007. Gündoğdu, Cengiz, “XVII.yüzyıl Tekke-Medrese Münasebetleri Açısından Sivâsîler-Kadızâdeliler Mücadelesi”, İlam Araştırma Dergisi, III/1, İstanbul 1998. Gündoğdu, Cengiz, Bir Türk Mutasavvıfı Abdulmecid Sivâsî: Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri, Ankara 2000. Hocazade Hilmi, Ziyâret-i Evliyâ, İstanbul 1325 (1907). Katip Çelebi, Keşfü’z-Zunûn, yy., 1973. Keskin, Hasan, Abdulahad Nûri es-Sivâsî’nin Tefsir İle İlgili İki Risalesi, Osmanlılar Döneminde Sivas Sempozyumu Bildirileri, (21-25 Mayıs 2007), II, Sivas 2007. Kılıç, Mustafa, Ebu’l-Hayr Abdulmecid b. Muharrem es-Sivâsî’nin “Fâtiha Tefsiri” nin Tahkiki, (MÜSBE, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), İstanbul 2005. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Koçu, R. Ekrem, “Abdulmecid Efendi”md., İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul 1946. Nazmî, Muhammed, Hediyyetü’l-İhvân, (Edisyon Kritikli Metin), Haz: Osman Türer, (Doktora Tezi, İkinci Kısım), Ankara 1982. Nazmî, Muhammed, Hediyyetü’l-İhvân, Süleymaniye Ktp., Reşid Efendi Böl., nr. 495. Nûri, Abdulahad, Hikmetü’t-Teâruz fî Sûreti-Tenakuz, Köprülü Ktp., nr: 1590. Nûri, Abdulahad, Risaletün Müte’allikatün bi-Kavlihi Te’alâ “ve enLeyse li’l-İnsani illâ mâ-se’â”, Beyazit Devlet Kütüphanesi, Veliyyüddin Efendi Böl., nr: 1827 / 8. Ocak, Ahmet Yaşar, “XVII.yüzyılda Osmanlı İmparatorluğunda Dinde Tasfiye (Püritanizm) Teşebbüslerine Bir Bakış: “Kadızadeliler Hareketi”, Türk Kültürü Araştırmaları, sayı 1-2, Ankara 1979-1983. Sivâsî, Abdulmecid, Kitab-u Tefsîr-i Fâtiha, Süleymaniye Kütüphanesi, Mihrişah Sultan no: 300 / 2. Sivâsî, Receb b. İbrahim Cemaleddin, Necmü’l-Hudâ fî Menakıbi’ş-Şeyh Şemseddîn Eb’s-Senâ, Süleymaniye Kütüphanesi, Lala İsmail Kitaplığı, no: 694 / 2. Sivâsî, Şemseddîn, Nakd-i Hâtır, Süleymaniye Ktp. Nafiz Paşa, no:474 Uçman, Abdullah, “Abdulahad Nûri” md, DİA, İstanbul 1988. Vassâf, Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ, Süleymaniye Kütüphanesi, Yazma Bağışlar Böl., no: 2307, III, 372. Yıldırım, Yusuf, Şemseddîn Sivâsî ve Nakdü’l-Hatır Adlı Eserin Tahlili, (EÜSBE, Yüksek Lisans Tezi), Kayseri 1995. 239 240 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Âlim, Şâir, Sûfî Abdülehad Nûrî-i Sivâsî DR. İBRAHİM BAZ ARAŞTIRMACI - YAZAR Gözlerüm yaş yerine kan ağlasun Dîdeye kıymaz mı dîdâr isteyen. Abdülehad Nûrî GİRİŞ Abdülehad Nûri Efendinin yaşadığı XVII. yüzyılın ilk yarısı, Osmanlı tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Celâlî isyanlarının Anadolu’yu sarmış, I. Ahmed, II. Osman, IV. Murad ve IV. Mehmed’in daha çocuk yaşta padişah olmuş, Sultan I. Mustafa ve Sultan İbrahim’in sinirsel rahatsızlıklar yaşadığı bir dönemde tahta geçmiştir. Bunun yanında Kösem Sultan başta olmak üzere saray kadınlarının devlet yönetiminde etkili olduğu, şehzâdelerin vilâyetlere gitmediği ve böylece devlet tecrübesi edinemedikleri ve devletin sınırlarını dahi bilmedikleri,1 cülûs bahşişlerinin sa- 1 Özcan, Abdülkadir, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Duraklama ve Gerilemesinin Sebepleri Hakkında Bazı Tespitler ve Alınan Tedbirlere Genel Bir Bakış”, İlim ve Sanat, sy. 44-45 (1997), s. 23. 241 242 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER rayın altın eşyalarının sikke kesilmesi ve zenginlerden borç alınarak ödenecek kadar hazinen boşalıp kaynakların tükendiği ve giderin gelirden daha fazla olduğu,2 lükse önem verildiği, rüşvetin yaygınlaştığı, halkın vergilerden bıktığı ve göçebe hayatın ar ığı, Anadolu ve Rumeli’de birçok yerin harabeye döndüğü bir süreç yaşanmıştır.3 Ancak bütün bunlara birlikte özellikle II. Osman ve IV. Murad gibi yenilikçi ve kararlı padişahların bulunmasına, toplumdaki bozuklukları teşhis ve tespit ederek çıkış yollarını gösteren layihaların sunulmasına rağmen,4 önceki yıllara nazaran ihtişam ve parlaklığın azaldığı,5 bütün bunların neticesinde doğal olarak buhran dönemlerinin başladığı siyâsî ve iktisâdî bir dönemdir. Abdülehad Nûrî, içerisinde yaşadığı ortamın siyâsî ve içtimâî alanlarında gördüğü bozulmaları şâir kimliği ile ele alarak tasvîr eder. “Kasîde Der Beyân-ı Ahvâl-i Zamân” başlığı ile yazdığı dokuz kıtalık şiirde, rüşvet, zulüm, işlerin çocuklara bırakılması, ilmî mesnedi bulunmayan fikirlerin ortaya atılması gibi bozuklukların sebebini teşkil eden noktalara vurgu yapar. Şiirin beşinci kıtasında, vâizlerin oyununa gelen devlet yönetimindeki basîretsiz kişileri kastederek, “Osmâniyân” ın din sarayını yıkmaya karar verdiği şeklinde, idam edilmenin çok zor olmadığı bir dönemde kendisini tehlikeye atabilecek cümleleri söylemekten geri durmaz. Rüşvetle zulmün baskısı altındaki halkın “eyne’l-mefer-kaçacak yer yok mu”6 diye feverân e iğini dile getirerek, şiirin son kıtasında Hz. Peygamberden medet diler. Şiir şu şekildedir: 2 Katip Çelebi, Bozuklukların Düzeltilmesinde Tutulacak Yollar (Düstûru’l-Amel li-Islâhi’lHalel), haz.: Ali Can, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1982, s. 30; İnalcık, Halil, “Osmanlı Tarihine Toplu Bir Bakış”, Osmanlı, c. I, s. 110; Halaçoğlu, Yusuf, XVI-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı, Ankara 1996, s. 77. 3 Suraiya, Faroghi, “İktisat Tarihi 17. ve 18 Yüzyıllar”, Türkiye Tarihi, İstanbul, 1995, c. II, s. 191-196. 4 İslam tarihinde, devlet başkanın veya diğer yöneticilerin nasıl olması gerektiği hakkında bilgi veren ve toplumdaki aksaklıkları teşhis ve bunların çıkış yollarını gösteren bir çok eser kaleme alınmıştır. Farabî’nin Medînetü’l-Fâzıla’sı (Fârâbî, el-Medînetü’l-Fâzıla, çev: Ahmet Aslan, KB Yay., Ankara 1990), Nizâmülmülk’ün Siyâsetnâme’si, Kanûnî devri sadrazamlarından Lütfi Paşa’nın Asaf-nâme’si ve incelediğimiz dönemdeki Koçi Bey Risâlesi (Koçi Bey, Koçi Bey Risâlesi, sad: Zuhuri Danışman, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1985) ve Katip Çelebi’nin Düstûru’l-Amel li Islâhi’l-Halel (Katip Çelebi, Bozuklukların Düzeltilmesinde Tutulacak Yollar (Düstûru’l-Amel li-Islâhi’l-Halel), haz: Ali Can, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1982) bunlardan bazılarıdır. Geniş bilgi için bkz. Yurdaydın, Hüseyin Gazi, İslam Tarihi Dersleri, Ankara 1971, s. 121. Ayrıca Bkz. Öz, Mehmed, “Onyedinci Yüzyılda Osmanlı Devleti: Buhran, Yeni Şartlar ve Islahat Çabaları Hakkında Genel Bir Değerlendirme”, Türkiye Günlüğü, sy., 58 (Kasım-Aralık 1999), ss. 48-53. 5 Mantran, Robert, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, çev: Server Tanilli, İstanbul 1992, c. I, s. 277. 6 Abdülehad Nûrî, yaşadığı dönemde, adaletsizlik, zulüm ve rüşvet neticesinde kime güvenip, tehlike anında nereye kaçacağını bilemeyen halkın durumunu kıyamet sahnesi ile benzeştirerek tasvir eder. Nûrî Efendi’nin kullandığı “eyne’l mefer” ibâresi Kur’an-ı Kerim’de kıyâmet günündeki insanın halini anlatmaktadır. Bkz. Kıyâmet Sûresi, 75/10. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL KASîDE DER BEYÂN-I AHVÂL-İ ZAMÂN7 1. Âteş-i gayret vücûdum içre sûzân bir yana Nâr-ı hasret kab-i vîrânumda pinhân bir yana Ten-güzârân bir yana hayran-dil ü cân bir yana Baş-ı galtân bir yana a’zâ-i perişân bir yana 2. Nûr-ı vechün pertevin salmazsa ol hayra’l-beşer Muntazam olmaz bu ‘alem bir dahi gitdi gider Bir birünün zıddıdur şimdi muhâlif devr ider Çarh-ı gerdân bir yana dulâb-ı devrân bir yana 3. Zulm ile rüşvet ile pür oldı çün rûy-ı zemîn Gâyet ile müşkil oldı intizâm-ı emr-i dîn Şath-ı tâmât ile yüz bin lâf urur her bî-yakîn Za’f-ı îmân bir yana da’vî-i merdân bir yana 4. Milk-i dîni bir alay bî-dine taksim itdiler Cem’ olup bünyâd-ı dîni hedme terkîm itdiler Emr-i tedbîri biraz oğlana teslim itdiler Meyl-i sıbyân bir yana maksûd-ı pîrân bir yana 5. Ref’-i şer’-i Ahmedîye kasd idince kâdıyân Kasr-ı dîni yıkmağa şart eyledi Osmâniyân Bahr-ı gaflet içre gark oldı kamu halk-ı cihân Gitdi mîzân bir yana âyât-ı bürhân bir yana 6. Kişver-i İslâm olup zulm âteşiyle pür-şerer Her tarafdan halk-ı âlem çağırur eyne’l-mefer Saltanât muhtell olupdur cümle yârân bî-haber Emr-i sultân bir yana ashâb-ı tuğyân bir yana 7. Dîdeler hün-bâr olup ağlar re’âyâ zâr zâr İtdi vâhşiler gibi her biri seyr-i kühsâr Bahr u berde fitne vü âşûb oldı âşikâr Zulm-i büldân bir yana ahvâl-i ‘ummân bir yana 8. Râh-ı şer‘i terk idüp bi’llah ‘isyân itdiler Dâr-ı İslâm’un esâsın cümle vîrân itdiler Şer’i tebdil eyleyüp kânuna tuğyân itdiler Ehl-i dîvân bir yana ahkâm-ı Kur’ân bir yana 7 Abdülehad Nûrî, Dîvân, Süleymaniye Ktp., Mihrişah Bl., nr. 159, vr. 10a. 243 244 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER 9. Yâ Rasulallah meded ‘âlem harâb oldı harâb Lutf u ihsân u mürüvvet eyle olsun feth-i hâb Yanlarında Nûriyâ mensûha dönmişdür kitâb Şimdi insan bir yana takvâ vü îkân bir yana. Abdülehad Nûrî’nin yaşadığı XVII. yüzyılın ilk yarısında, tasavvuf tarihinin önemli simâlarının yaşadığını görüyoruz. En başta, Celvetiyye tarîkatının kurucusu Aziz Mahmud-i Hüdâyî (öl.1038/1628),8 Halvetiyye’nin Ramazâniyye kolunun kurucusu Ramazan Mahfî (öl.1052/1642), Ramazâniyye’nin alt kolu olan Cihangiriyye’nin kurucusu Pîr Hasan Burhâneddîn-i Cihangirî (öl. 1074/1663), Halvetiyye’ye bağlı Uşşâkiyye’nin alt kolu olan Câhidiyye’nin kurucusu Pîr Ahmed-i Câhidî Efendi (öl. 1070/1660), Abdülehad Nûrî ile görüşmüş kişilerden biri olan Halvetiyye’ye bağlı Karabâşiyye’nin kurucusu Karabaş Velî Pîr Alî Alâeddîn Atvel (öl.1097/1685), Kâdiriyye’ye bağlı Rûmiyye (İsmâiliyye) kolunun kurucusu İsmâil Rûmî Efendi (öl.1041/1631 veya 1053/1643), Olanlar Şeyhi İbrahim Efendi (öl. 1065/1654), Galata Mevlevîhanesi şeyhi İsmail-i Ankaravî (öl. 1041/1631), Halvetiyye-i Şemsiyye’yi İstanbul’a taşıyan Abdülmecîd-i Sivâsî. Müellifimizin vefâtından sonra, XVII. yüzyılın ikinci yarısına tekâbül eden dönemde ise, başta Halvetiyye-i Ahmediyye’nin alt kollarından Mısriyye’nin kurucu Niyazî-i Mısrî (öl. 1105/1694), Halvetiyye’nin Nasûhiyye kolunun kurucusu Muhammed Nasûhî Efendi (öl. 1130/1718) ve İsmâil Hakkı Bursevî (1063/16531137/1725) gibi mutasavvıfların yaşadığını görüyoruz. Bu dönem sûfîlerinin şiirlerinde görülen Yunus Emre çizgisi, Aziz Mahmud Hüdâyî, Abdülehad Nûrî ve Niyâzî-i Mısrî başta olmak üzere, şâir sûfîlerin gü elerinin bestelenmesine ve günümüze kadar ulaşmasına etkide bulunmuştur.9 Ancak, buraya kadar değinmediğimiz mutasavvıflarla fıkıh ehli arasında meydana gelen ve padişahlardan halkın bütün tabakasına kadar herkesi bir şekilde etkileyen ve Kadızâdeler-Sivâsîler ismiyle tarihteki yerini alan tartışmalar döneme damgasını vurmuştur. Abdülehad Nûrî Efendi, bu tartışmada birinci dereceden yer almış, eserleri- 8 Hasan Kamil Yılmaz, Aziz Mahmud Hüdayî; Yılmaz, Necdet, OTT, ss. 359-378. 9 Dönemin önde gelen bestekarları ve dîvân şâirleri arasında tarîkatlara girerek tasavvuf terbiye almış kişiler bulunmaktadır. Örneğin devrin en önemli bestekârı kabul edilen ve ilerde bestelenen ilâhîlerini ele aldığımız bölümde bilgi verileceği üzere Abdülehad Nûrî’nin de bir ilâhîsini besteleyen Hafız Post Halvetî’dir. Bkz. Ergun, Antoloj, c. I, s. 25; Mustafa İsen, Divân Şâirlerinin Tasavvuf ve Tarîkat İlişkileri” Milli Eğitim, sy.: 84 (Nisan 1989), ss. 23-24. Ayrıca bkz. Yılmaz, OTT, ss. 464-467, 529-531. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL nin çoğunu çarpık bir din anlayışı veya dini menfaate alet etmek şeklinde tanımlanabilecek bu tartışmanın konuları ile ilgili kaleme almıştır. ABDÜLEHAD NÛRÎ’NİN HAYATI I. HAYATI A- İsmi, Unvanı ve Mahlası Abdülehad Nûrî Efendi’nin tam adı, Evhadü’d-Dîn Ebu’l-Mekârim ‘Abdü’l-Ehad en-Nûrî ibn Muslihu’d-Dîn-i Safâyî b. İsmâil b. Ebi’l-Berekât’tır10. Sivas’lı olması nedeniyle de bazı kaynaklarda ‘Abdü’l-Ehad en-Nûrî esSivâsî şeklinde kaydedilmektedir11. Abdülehad Nûrî Efendi, kendisini “muvahhidlerin en fakîri Abdülehad” lakâbını ise “Evhadüddîn en-Nûrî”12 olarak, halîfesi Nazmî Efendi ise şeyhini, ismi Abdülehad, künyesi Ebü’l-Mekârim, lakabı Evhadüddîn, mahlası ise Nûrî’dir13 şeklinde tanıtır ve yazdığı bir şiirde onu şöyle tavsif eder: “... Gel eyleyelüm seninle tavsîf, Ya‘ni ki, cenâb-ı Pîr’i ta’rîf . ‘Abdü’l-Ehad ism, Nûrî mahlas, Ol Pîr idi feyz-i külle muhtass. Nûrî idi mahlas ana zîrâ, Nûr olmuş idi beğim serâ-pâ...”14 10 Nazmî, Hediyye, s. 213. 11 Müstakimzâde, Mecelletü’n-Nisâb, vr., 429a; Mehmed Sâmi, Esmâr-ı Esrâr, s. 51; Brockelmann, Carl, Geschichte der Arabischen Li eratur Supplementband, Leiden 1937-1942, c. II, s. 662 (GAL). 12 A. Nûrî, Mir‘âtü’l-Vücûd ve Mirkâtü’ş-Şühûd, Süleymâniye Ktp., Hasan Hüsnü Paşa Bl., nr., 1193, vr. 1b 13 Nazmî,Hediyye., aynı yer. Diğer kaynaklar da onu bu şöhretiyle zikretmektedir. Bkz.: Uşşâkîzâde Seyyid İbrahim, Zeyl-i Şakâik (Hans Joachim Kissling tarafından önsöz ve alfabetik fihrist ilavesiyle yapılan tıbkıbasım), Wiesbaden 1965, s. 539; Şeyhî, Mehmed Efendi, Vekâyiu’l-Fudalâ, haz. Abdülkadir Özcan, İstanbul 1989, c. I, s. 547; Müstakimzâde Süleyman Sa’deddîn, Hülâsatü’l-Hediyye, Millet Ktp., Ali Emîrî, nr. 1082, vr. 37a; Müstakimzâde, Mecelle, vr., 429a; Harîrîzâde, M. Kemaleddin, Tibyânu Vesâili’l-Hakâik fî Beyânı Selâsili’t-Tarâik, Sül, Ktp., İbrahim Ef., nr. 431, c. II, vr. 216b; Kehhale, Ömer Rıza, Mu’cemü’l-Müellifîn, İstanbul 1901, c. 5, s. 493; İsen, Mustafa, “Mutasavvıflara, Sûfî Şairlerce Yazılan Mersiyeler ve Sufî Düşüncesine Göre Ölüm”, Türklük Araştırmaları Dergisi, VII(1991-92), s. 320; Erdemir, Avni, “Nuri”, Anadolu Sahası Musikişinas Divan Şairleri, Ankara 1999, s. 349. 14 Nazmî,Hediyye, 212 245 246 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL B- Doğum Yeri ve Doğum Tarihi Abdülehad Nûrî Efendi, Sivas’ta dünyaya gelmiştir.15 Abdülehad Nûrî Efendi’nin doğum tarihi hakkında kaynaklarda üç farklı tarih zikredilmektedir. Abdülehad Nûrî Efendi’nin halîfesi Muhammed Nazmî Efendi Hediyyetü’l-İhvân isimli eserinde, şeyhinin doğumunu anlatırken:” Sene, selâse ve elfde vücûd-i mes‘ûd, ‘âlem-i mevdûdu bedr-i münîr, tamâm kâmil zâhir ve bâhir olup eşi’â-i lemeât-ı zât-ı kerâmet-sıfâtları, ‘âlem ve ‘âlemiyânı münevver eyledi. Ya‘ni, vilâdetleri Sivas’da bin üç tarihinde vâki‘ olmuştur” diyerek 1003/159416 tarihini vermektedir.17 Buna rağmen 1013/160418 ve 1001/159219 tarihleri verimiş olsa da doğrusu 1003/1594 olmalıdır.20 15 Nazmî, Hediyye,s. 214; Uşşâkîzâde, Zeyl, s. 539; Şeyhî, Vekâyiu’l-Fudalâ, c. I, s. 547; Müstakimzâde, Süleyman Sadeddin, Terâcim-i Ahvâl-i Şüyûh-ı Ayasofya, Sül. Ktp., Es’ad Ef., 1716/2, vr. 13b; Safâyî, Mustafa, Tezkiretü’ş-Şuarâ, Sül. Ktp., Es’ad Ef., nr. 2549, vr. 335a; Kemiksizzâde Saffet Mustafa, Nuhbetü’l-Âsâr min Ferâidi’l-Eşâr, İÜ. Ktp., Türkçe yazma, nr. 6189, vr. 140b; Tevfik, Mecmûatü’t-Terâcim, İÜ. Ktp., Türkçe yazma, nr. 192, vr. 42b (Tevfik,Tezkire); Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr, Sül. Ktp., Yazma Bağışlar, nr. 2307, c. III s. 357; Hocazâde Ahmed Hilmi, Ziyâret-i Evliyâ, İstanbul 1325, s. 88; Sadık Vicdânî, Tomar-Halvetiyye (haz. İrfan Gündüz), İstanbul 1995, s. 251; Bursalı, OM (Ahmed Remzî Akyürek’in “Mi âhu’l-Kütüp ve Esâmî-i Müellifîn Fihristi ile birlikte tıpkı basım, (haz.: Mustafa Tatçı,Cemal Kurnaz), Bizim Büro Basımevi, Ank., 2000, c. I, s. 121; a. mlf., Meşâyîh-i Osmâniyyeden Sekiz Zâtın Terceme-i Ahvâli, İst., 1318, s. 35(Bursalı, sekiz zât); a. mlf., “Şeyh Abdülehad en-Nûrî” (Terâcim-i Ahvâl), Sırât-ı Müstakîm, VII, (161), 9. 1327, s. 69; Hüseyin Ayvansarâyî, Mecmuâ-i Tevârih, haz. Fahri Ç. Derin-Vahid Çabuk, İstanbul 1985, s. 212; Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmânî Yâhud Tezkire-i Meşâhîr-i Osmâniyye, I-IV, c. III, İstanbul 1313, s. 294; Tuman, Nail, Tuhfe-i Nâilî, (Divan Şairlerinin Muhtasar Biyoğrafileri),31 Mart 1949, “Nûrî” md., c. 2, s. 1103; Kehhale, Ömer Rıza, Mu’cemü’l-Müellifîn, Beyrut. Trs., c. 5, s. 66; Pakalın, M.Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü (I-III), MEB. Yay. İst., 1993 c. III, s. 208; Heyet, Evliyalar Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi Yay., İstanbul, 1992, c. I, s. 273; Heyet, İslam Alimleri Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi Yay., İstanbul, c. 14, s. 118; Heyet, Meydan Larousse, İstanbul, 1992, c. I, s. 25; Tekin,Arslan, Edebiyatımızda İsimler ve Terimler, Ötüken Yay. İkinci Basım, İstanbul 1999, s. 11-12. 16 Unat, Faik Reşit, Hicrî Takvimleri Milâdi Tarihe Çevirme Kılavuzu, TTK. Basımevi, Ank., 1994, s. 68. 17 Nazmî, a.g.e., 214; Ayrıca bkz. Uşşakîzâde,a.g.e. 539; Şeyhî, a.g.e.,c. I, s. 547; Süreyya, a.g.e., c. III, 294; Nail Tuman, a.g.e., c. 2 s. 1103; Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-Ârifîn, Esmâü’lMüellifîn ve Âsârü’l-Musannifîn, c. I, İstanbul 1951, s. 493. 18 Bursalı, a.g.m., s. 69; Bursalı, Sekiz Zât, s. 35; Hocazâde, Ziyâret, s. 88; Vicdânî, a.g.e., 251. 19 Mehmed Sâmi, Esmâr-ı Esrâr, s. 51. Ha a, Hüseyin Vassaf, bu tarihlerden hangisinin doğru olduğu konusunda tam bir karar veremediği için olsa gerek, 1003 veya 1013’de diyerek iki ayrı tarih zikretmektedir. Bkz.: Vassâf, a.g.e., c. III, s. 357. 20 Bkz. Yılmaz, Necdet, OTT, s.202; a. mlf., Abdülehad Nûrî-i Sivâsî ve Mir’âtü’l-Vücûd ve Mirkâtü’ş-Şühûd Adlı Eseri, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), MÜSBE, İstanbul 1993, s. 12; Akkaya, Hüseyin, Abdülahad Nûri ve Divanı, s. 53; Çelik, Nilüfer, Abdülahad Nûrî ve Divanını Tenkitli Metni (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), FÜSBE, Elazığ, 1999, s. III; Üçer, Müjgan, “Yunus İzinde Bir Şair: Nûrî-i Sivâsî (Abdülehad Nuri)”, Revak, 1993, s. 56; Işın, Ekrem, “Abdülahad Nuri”, DBİAi, c. I, s. 21; a.mlf., “Abdulahad Nuri”,Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi,Yapı Kredi Yay., İstanbul, 1999, c. II, s. 33; Uçman, Abdullah, “Abdülahad Nuri“ Sahabeden Günümüze Allah Dostları, Şule Yay., İstanbul 1995, c. 8, s. 228; C- Ailesi Abdülehad Nûrî Efendi’nin babası, çok küçük yaşta iken kaybe iği, kadılar zümresinden Muslihuddin Mustafa Safâî Efendidir.21 Dedesi, ağabeyi Şemseddin-i Sivâsî’den ilim okumuş ve onunla 999/1591’de hacca gitmiş,22 özellikle fıkıh ve hadis konusunda kendini yetiştirmiş ve Mültekâ’l-Ebhur’a23 şerh yazmış, dönemin Sivas mü üsü Mevlânâ İsmâil Efendidir.24 Nûrî Efendi’nin annesi, Muharrem Efendinin kızı ve Abdülehad Nûrî’nin şeyhi Abdülmecîd-i Sivâsî’nin (ö. 1049-1639) kız kardeşi Safâ Hatun’dur.25 Babası ile annesi amca çocuklarıdır. Nûrî Efendi’nin şeyhi Abdülmecîd-i Sivâsî, aynı zamanda dayısıdır. Abdülehad Nûrî’nin Abdüssamed ve Kâmil Ağa isminde iki kardeşi vardır.26 Görüldüğü gibi Abdülehad Nûrî Efendi, hem ilmî ve hem de tasavvufî açıdan yaşadıkları devrin önde gelen âlim ve sûfîlerinden olup, her iki sahada da kıymetli eserler telif etmiş, irfan ve takvasıyla şöhret olmuş köklü bir aileye mensuptur.27 Onun gerek Sivas’ta ve gerekse dayısı Abdülmecîd-i Sivâsî ile hicret e iği İstanbul’da bulunduğu aile ortamı ve sosyal çevre, kendisini yetiştirmesi açısından büyük bir imkan olmuştur. 21 22 23 24 25 26 27 a.mlf., “Abdülahad Nuri”, Büyük Türk Klasikleri, İstanbul 1987, c. 6. s.35. Abdullah Uçman, bu iki kaynakta 1003/1594 tarihini verirken, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nde ise Hüseyin Vassaf gibi 1003 veya 1013 şeklinde iki tarih takdim etmektedir. Bkz. Uçman, Abdullah, “Abdülahad Nuri”, TDVİA, c. I, s. 178; Heyet, “Abdülahad Nuri” Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, İstanbul 1983, c. I, s. 41; Serin, Rahmi, İslam Tasavvufunda Halvetîlik ve Halvetîler, Petek Yay., İstanbul 1984, s. 162; Kemikli, Bilal, “Sivaslı Şâir-Mutassavvıf Abdulehad Nûri ve Bir Şiiri”, Sivas Altıncı Şehir, yıl:1, sy. 2, (Nisan-Haziran), 1997, s. 33; Özdamar, Mustafa, Pîrân, Kırk Kandil Yay., İstanbul, 2002 s. 355. Nazmî, Hediyye, s. 213. Recep Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ fî Menâkıbı’ş-Şeyh Şemseddin Ebu’s-Senâ, Süleymâniye Ktp., Lala İsmâil Kitaplığı, nr. 694/2, vr. 41a. İbrahim b. Muhammed Halebî’nin (ö.956/1549) Osmanlı Medreselerinde uzun yıllar ders kitabı olarak okutulan bu eser 17.000’ den fazla fıkhî meseleyi ihtiva etmektedir. Üzerine elliden fazla şerh yazılmış ve çeşitli ülkelerde çok sayıda basımı yapılmıştır. Bkz: Has, Şükrü Selim, ”Halebî İbrahim b. Muhammed, TDVİA, İst., 1997, c. XV, ss. 231-232 Nazmî, Hediyye, s. 213 Nazmî, Hediyye, aynı yer; Uşşakîzâde, Zeyl, s. 539; Şeyhî, Vekâyiu’l-Fudalâ, c. I, s. 547; Vassâf, Sefîne, c. III s. 357; Bursalı, OM, c. I, s. 121; Mehmed Süreyya, kanımızca küçük bir dikkat kayması sonucu Abdülehad Nûrî’nin annesi Safâ Hatun’u Abdülmecid-i Sivâsi’nin yerine Şemseddin-i Sivâsî’nin kız kardeşi olarak göstermiştir ki, bu doğru değildir. Bkz. M. Süreyya, Sicilli Osmânî, c. III, s. 294. Nazmî, Hediyye, s. 173, 215. Geniş Bilgi için bkz. Gündoğdu, Cengiz, “Türk Tasavvuf Kültürü’nde Bir Şeyh Ailesi: ŞemsîSivâsîler”, Türkler, (Ed: H. Celal Güzel), Ankara, 2002, c. XI, ss. 128-140; Kılıç, Rüya, “Sivas’tan İstanbul’a Bir Tarîkat Portresi: Şemsiyye ve Sivâsiyye”, Türkler,, (Ed: H. Celal Güzel), Ankara, 2002, c. XI, ss. 120-127. 247 248 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Abdülehad Nûrî Efendi’nin soy kütüğünü, şema halinde28 şu şekildedir: Hasan Efendi Ârif Efendi Abdülehad Nûrî Efendi, aile yapısından anlaşılacağı üzere gerek Sivas’ta, gerekse İstanbul’da, zahirî ilimlerle tasavvufî atmosferin beraber teneffüs edildiği dindar bir aile ortamında büyümüştür. Ebu’l-Berekât Muhammed ez-Zîlî Muharrem Efendi (ö.1000/1591) øbrâhim Efendi Ahmed ùemseddin-i Sivâsî (öl.1006/1597) Müfti øsmail Efendi (öl. ?) Recep Sivâsî Pir Mehmed Ef. Abdülmecid-i Sivâsî (öl.1049/1639) Safâ Hâtun Feyzullah Ef. Abdurraûf Ef. Hasan Çelebi Müeyyed Ef. Abdülkerim Ef. Mustafa Safâî ve Kâmil Ağa’yı da alır32. Bu hicret 1008/1599 veya 1009/1600 tarihlerinde gerçekleşmiştir33 ve Nûrî Efendi beş-altı yaş civarında iken İstanbul’a gelmiş olmalıdır. Avnullah Ef. Fazlullah Ef Abdülbâki Ef Abdülehad Abdüssamed Kâmil A÷a Nûrî Efendi Efendi (öl. 1061/1651) Mustafa (öl.1102/1690) D- İstanbul’a Hicreti ve Tahsili Nûrî Efendi, çok küçük bir yaşta babasını kaybetmişti.29 O tarihlerde şöhreti Sivas ve civarını aşarak İstanbul’a ulaşan Abdülmecid-i Sivâsî, Padişah III. Mehmed (1003/1595-1012/1603) tarafından bir ferman30 ile İstanbul’a davet edilir.31 Giderken, yanına kendi ailesi ile birlikte, kocasını kaybetmiş olan kardeşi Safâ Hatun ve çocukları Abdülehad, Abdüssamed 28 Müstakimzâde, Mecelletü’n-Nisâb’da Nûrî Efendi hakkında bilgi verirken, benzer bir şemâ çizdiği gibi (bkz. Müstakimzâde, Mecelle, vr. 429a). 29 Kaynaklarda kaç yılında vefat e iğine dair bir kayda rastlayamadık. Ancak, Nûrî Efendi’nin 1594 yılında doğduğu ve İstanbul’a hicretinin de 1008/1599 veya 1009/1600’da olduğu kabul edilirse, babasını altı yaşında önce herhangi bir tarihte kaybe iği ortaya çıkmaktadır. 30 Bu ferman şöyledir: “Fazîletli ve kerâmetli Abdülmecid Efendi, merhum ‘ammin Şems Efendi’nin Eğri Seferi’nde refâkatından, zâhiren ve bâtınen çok menâfi’ler müşâhede etmişizdir.Ba’de’r-rücu’ Dâru’s-Saltana’da ikâmetlerin murad etmiş idim. Pîr’liği özr-i kavî olmağın izin vermiştim. Hâlâ seni kavlen ve fi’len ve vasfen ona müşâbehet-i tâmme ile müşâhebetin olduğu mesmû’um olmağın, derunumuzdan meyl-i tâm etmişizdir.Ha -ı Şerîfim vüsûlunda Dâru’s-Saltana’ya hicret etmen emrim olmuştur.İhmâl olunmaya”. Bkz. Nazmî, Hediyye, s. 124; Şeyhî, Vekâyiu’l-Fudalâ, c.III, s. 63; Müstakimzâde, Hülâsa, vr. 24a. 31 Nazmî, Hediyye, s. 124; Şeyhî, Vekâyiu’l-Fudalâ, c.III, s. 63; Hocazâde, Ziyâret, s. 85; Vicdânî, Tomar, s. 251;Bursalı, OM, s.120; Bilmen, Ömer Nasuhî, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakâtü’lMüfessirîn), Bilmen Yay., İstanbul 1974, c.II, s. 693; Bursalı, Sekiz Zât, s. 35 Nazmî Efendinin bildirdiğine göre, babasının amcası olan Şemseddin-i Sivâsî, vefatına yakın bir zamanda:” Abdülehad’ı bana getirin” buyururlar. Kendisine getirilen Abdülehad’ı alıp bir saat kadar bağrına basarak “teveccüh-i tâm ile müteveccih olurlar.”34 Müstakimzâde, bu durumu:” Hazret-i Şems-i mezkûrun âhir-i ‘ömrlerinde manzûr-ı nazar-ı himmetleri ve mazhar-ı du’â-yı hayr u bereketleri olmuşdur”35 diyerek ifade eder. Nûrî Efendi, ilk dînî bilgileri aile içerisinde almaya başlamıştır. İstanbul’a hicret etmeden önce, “Sivas’ta iken, sığar-ı sinnlerinde Kur’an-ı ‘Azîmü’ş-şân ve Nahv u Sarf’dan kadr-i mâ yümkin’i ta’allüm etmişler”dir36. İstanbul’a vardıktan sonra dayısı Abdülmecid-i Sivâsî, yeğeninin iâşesi ile ilgilendiği gibi, onun tahsili ile de yakından ilgilenmiştir. Nazmi Efendi, hocası Abdülehad Nuri Efendi için İstanbul’da zamanın “ulemâ-yı kirâm ve fuzelâ-yı izâmından akliyye ve nakliyyeyi bi’t-tahkîk ve tedkîk tahsîl”37 edip, Sivas’ta başladığı zâhirî ilimlerdeki eğitimini “İstanbul’da ikmal e i.”38 der ve “’âlem-i tufûliyye en Hz. ‘Azîz’in himmet ve terbiyesi ile ‘ömrüm yiğirmi seneyi tecâvüz idince, ulûm-i zâhirede ta’lim ve ta’allüm ve ifâde ve te’lif ve tasnife masrûf olunup”39 sözünü nakleder. Nûrî Efendinin yukarıdaki ifadesinden yola çıkarak diyebiliriz ki, bir çok âlimden ilim tahsil etmiş olsa da, tasavvufî terbiyeyi aldığı dayısı Abdülmecîd-i Sivâsî, onun aynı zamanda zâhirî ilimlerde de en çok istifade e iği hocası olduğu bir gerçektir. 32 Nazmî, Hediyye, s. 125, 215; Şeyhî, Vekâyiu’l-Fudalâ, c.III, s. 63 Müstakimzâde, Hülâsa, vr. 24a; Gündoğdu, Abdülmecîd-i Sivâsî, s. 58. 33 Gündoğdu, Abdülmecîd-i Sivâsî, aynı yer. 34 Nazmî, Hediyye, s. 214. 35 Müstakimzâde, Hülâsa, vr. 37a. 36 Aynı eser, aynı yer. 37 Nazmî, a.g.e., aynı yer. 38 Aynı eser, Aynı yer; Uşşakîzâde, Zeyl, s. 539; Şeyhî, Vekâyiu’l-Fudalâ, c. I, s. 547; Hocazâde, Ziyâret, s. 88; Vicdânî, Tomar, s. 251; Bursalı, a.g.e., s.121; Yılmaz, OTT, s. 204; Akkaya, Abdülahad. Nûrî ve Dîvânı, s. 55. 39 Nazmî, a.g.e., s. 216. 249 250 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER E- Tarîkata İntisâbı ve Midilli’ye Gönderilmesi Abdülehad Nûrî Efendi, ailesine ilişkin bilgi verilirken görüldüğü gibi, zâhirî ve bâtınî ilimlerde temâyüz etmiş bir aile ortamında büyümüştür. Üç yaşlarında iken Halvetiyye’nin Şemsiyye kolunun kurucusu ve babasının amcası Şemseddîn-i Sivâsî’nin teveccühüne mazhar olmuştur.40 Bu sırada küçük yaşta babasını kaybetmesi neticesinde dayısı Abdülmecid-i Sivâsî’nin yanında kalmaya başlamış, günlük yaşantısından dînî eğitimine kadar şahsiyeti, hep onun terbiyesi ile şekillenmiştir. Abdülehad Nûrî bunu: “âlem-i tufûliyye en Hz. ‘Azîz’in himmet ve terbiyesi ile taallüm...”41 şeklinde ifâde eder. Tasavvufî eğitimde, tekke gibi yerlerde gerçekleştirilen yaşayarak öğrenme, tecrübe, gözlem ve kendisini her bakımdan yetiştirmiş bir mürşide ilk başta tam teslimiyet ve sonra “fenâ fi’ş-şeyh” şeklinde ortaya çıkan örnekleme metotları önemli yer tutmaktadır. Genel eğitim açısından ise, çocukların ilk yıllarda, bilinçli olmaktan ziyâde, etrafında gördüklerini tekrar ve taklitle davranışlarını şekillendirdiklerinden dolayıdır ki,42 karşılarındaki bir “örnek insan” modelinin varlığı43 büyük önem arz etmektedir. Bu açıdan baktığımızda, Abdülehad Nûrî’nin hayata gözlerini açtığı ilk yıldan itibaren ve özellikle babasını kaybe ikten sonra, dayısı Abdülmecîd-i Sivâsî’nin “mânevî baba”lığı altında tasavvuf terbiyesi ile büyüdüğünü söyleyebiliriz. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Nûrî Efendi bu konuyla ilgili: “‘âlem-i tufûliyye en Hz. ‘Azîz’in himmet ve terbiyesi ile ‘ömrüm yiğirmi seneyi tecâvüz idince, ulûm-i zâhirede ta’lim ve ta’allüm ve ifâde ve te’lif ve tasnife masrûf olunup ke-zâlik ‘ilm-i tarîka a mücâhedât ve riyâzât ve halvât ile sülûk olunup, tekmîl-i esmâ-i usûl ve furu’-i isnâ ‘aşer müyesser ve mukadder oldu ”45 demektedir. Bu dönemde bazı manevi işaretler üzerine Abdülmecîd-i Sivâsî’nin yanına varır, elini öper ve erbaîne girmek için duasını alır.46 Tarih 1614-15 yıllarıdır. Aldığı duâ ile erba’in’e başlayan Abdülehad Nûrî, yalnız Allah rızasını göze iği bu çetin riyâzetinde, örneği az görülebilecek tarzda uzun zaman devam eden ve dört yıl, beş ay, on gün süren, peş peşe tam kırk halveti çıkarır.47 Bu da 1620 gün demektir. Hüseyin Vassaf, bu olayı şu ifâdelerle anlatmaktadır: “Mu asılan 1600 gün hâl-i îtika a yaşamak işitilmemiş riyâzetlerdendir. İnsan neş’e-i mânânın açılması emrinde şu mücâhedeyi nazar-ı teemmüle alırsa, Abdülehad en-Nûrî’nin ne büyük bir zât-ı âlî-kadr olduğuna mu ali’ olabilir.”48 Nûrî Efendi şâir bir sûfî olduğu için, halve e yaşadıklarını şiirle şu şekilde ifade etmiştir: Çü kânum lâ-mekândur, bî-mekânam bu mekân içre, Zamânumdur bu gün, sâhib-i zâmânam bu zamân içre. Ehad çün hükm-i vahde e kavîdür vâhidiyye en, Bilindüm vahdet ile bu zemîn ü âsmân içre. Bulur bu ‘âlem-i kesre e vahdet sırrını el-Hâk, Bakup mir‘at-ı ‘âyâna gören ‘aynam ‘ayân içre. Serâser ğayb-ı ağyebdür şü’ûn-ı sırr-ı pinhânum, Çü şânum bî-nişânlıkdur nişânâm ben o şân içre. Ben o Mûsâ’yı ma’nîyem Tûr’am Sînâ-yı sırrumda, Okuyam âyeti “innî ene’llâh49 câna cân içre. Vücûdum hâteminde nakş olınmış İsm-i A’zam-çün, Süleymân-ı zamân olsam revâdur ‘arifân içre. Abdülehad Nûrî Efendi dayısı ile birlikte İstanbul’a gitmiş ve bir yandan zâhiri eğitimini tamamlarken diğer tara an berâber kaldığı dayısı Abdülmecîd-i Sivâsî’ye intisab ederek tasavvufî terbiyesini ondan tekmîl etmiştir.44 40 Nazmî, a.g.e., s. 214. 41 Aynı eser, s. 216. 42 Psikolojik açıdan öğrenme, “tekrar, ya da yaşantı sonucu davranışta meydana gelen oldukça devamlı bir değişiklik” şeklinde tanımlanmıştır Bkz. Morgan, Clifford, Psikolojiye Giriş,(çev.: Kurul), Ank., 1984, s. 177. 43 İnsan fıtratında, daima bir başkasını örnek alma temâyülü vardır. Buna, eğitimde “Örnekleme” (özdeşleşme) denir. Bir insanın diğer bir insanla bağlantılı büyümesi ve kendisini bir bütünün parçası gibi hissetmesiyle eğitim gerçekleşir. (Bkz. Gözütok, Şakir, Tasavvu a Şahsiyet Eğitimi, Seha Neşriyat, İstanbul 1996, s. 119). Örnekleme (özdeşleşme) açısından Kur’an, Hz Peygamber’in bizim için bir örnek olduğunu bildirmiştir: “Andolsun ki, Rasûlullah,sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” Ahzâb Sûresi, 33/21. Ayrıca bkz. Mümtehine Sûresi, 60/4, 6. 44 Mustafa Safâyî, müellifimizin tarîkatla ilgileri ilk olarak Şemseddin-i Sivâsî’den aldığını ve ha a ona uzun müddet hizmet e iğini ve hilâfet aldığını söylemektedir. (Bkz. Safâyî, Mustafa, Tezkiratu’ş-Şuarâ, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi Bl., nr. 2549, vr. 266a.) Safâyî bu bilgileri sehven yazmış olmalıdır. Zira Şemseddin-i Sivâsî 1006/1697’de vefat e iğinde Abdülehad Nûrî Efendi henüz üç yaş civârındadır. Abdülehad Nûrî Efendi, Şemseddin-i Sivâsî arasındaki 45 46 47 48 49 münasebeti yukarda arzetmiştik. Hülâsa olarak, Safâyî’nin vermiş olduğu bilgi doğru olmayıp, diğer bütün kaynaklara da aykırıdır. Bu konuda ayrıca bkz. Akkaya, a.g.e., s. 56, 60’nolu dipnot. Nazmî, Hediyye, s. 216. Nazmî,a.g.e., s. 220. Aynı yer; Vassaf, Sefîne, s. 357. Vassaf, a.g.e., s. 357. Kasas Sûresi, 28/30. 251 252 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Hümâ-yı himmetim ger sâye salsa bir gedâ üzre, Ana hemtâ bulınmaz bunca şâhân-ı cihân içre. Atar tîr-i kazayı câna cânum kavs-i kudre en, Urur maksûdımı itmez hatâ tîr ol kemân içre. N’ola mazhar olursam enbiyâ esrârına cümle, Nebîlerle görüştüm her biriyle âsmân içre50. Mesîh’e uğradı rûh-ı revânum çarh-ı çârumda, Bir itdüm rûhı Rûhu’llâh ile ey Nûrî ân içre. 51 Abdülmecîd-i Sivâsi, halvetin tamamlanmasından kısa süre sonra Nûrî Efendi’yi yanına çağırır ve “el-Hâletü hâzihi, Hz. Rasûlullâh (s.a.v.)’in işâreti ile Midilli’ye halîfe nasb ve ta’yin olundunuz”52 diyerek onu hizmete gönderir. Nûrî Efendi, bu şekilde seccâde, asâ, ridâ ve kemer verilip, ardından duâlar yapılarak Midilli Adası’na halîfe tayin olunur.53 Yıl, 1618 veya 1619’dur.54 Bu hicret, islamlaştırma faaliyetlerine sufilerin katkılarını önemli örnekleriden biridir.55 Abdülehad Nûrî Efendi, Midilli’de kısa zamanda herkesin sevgisini kazanır, etrafında mürid ve muhibbânı ar ığı gibi, rivâyetlere göre ada halkından yaklaşık yetmiş kişi onun vasıtasıyla müslüman olur. Ha a bunların çoğunluğu ona intisab ederek sülûklarını tamamlarlar.56 50 Abdülehad Nûrî Efendi, bu mısrada dile getirdiği, nebîlerle görüştüğüne dâir ifâdeleri, halîfesi Nazmî’ye de uzun bir şekilde anlatmıştır. Bu gibi olaylar, yaşayanı bağlayan rûhî hallerdir. Nazmî Efendi olayı hikâye etmektedir. Bkz. Nazmî, Hediyye, ss. 219-220. 51 Aynı eser, s. 221. 52 Aynı eser, s. 221. 53 Nazmî, a.g.e., s. 221; Müstakimzâde, Hülâsa, vr. 37a; Bursalı, OM, s. 121. 54 Nûrî Efendi 1003/1594’de doğduğuna göre, yirmi yaşında iken, 1614-15 yıllarında halvetlere başlamış ve 1618-1619 yıllarında bitirmiş olmalıdır.Dolayısıyla Halvetlerden hemen sonra yola çıktığına göre Midilli Adasına gitmesi de yine bu tarihlerde olmalıdır. 55 Mutasavvıfların İslamlaştırma konusundaki çalışmaları hakkında geniş bilgi için bkz. Barkan, Ömer Lütfi, “Kolonizatör Türk Dervişleri”, Vakıflar Dergisi, c. II, ss. 279-304; Köprülü, Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB. Yay.,Yedinci Baskı, Ankara, 1991, ss. 201-203; Osman Çetin, Anadolu’da İslâmiyetin Yayılışı, İkinci Baskı, İstanbul 1990; Mehmet Şeker, Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması, Ankara 1991; Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarîkatlar, MÜİF. Vakfı Yay.,Beşinci Basım, İstanbul 1997, ss. 299-301; Akkuş, Mehmet, “Tasavvufun Anadolu’ya Girişi ve İslâmlaşmada Rolü”, Tanımı, Kaynakları ve Tesirleriyle Tasavvuf, Seha Neşriyat, İst.,1991,ss. 133-142; Cebecioğlu, Ethem, “İslam Tebliğcileri Olarak Mutasavvıflar”, I. Somuncu Baba ve es-Seyyid Hulûsi Efendi Sempozyumu Tebliğleri, haz. İhsan Özkes, İstanbul, 1991, ss. 101-118; a. mlf, “Seyyid Ali Hemedânî’nin Keşmir’de İslâmı Yayma Faaliyetleri ve Siyâsî Düşünceleri”, Tanımı, Kaynakları ve Tesirleriyle Tasavvuf, ss. 101-132; a. mlf., “Güney Asya’da İslâm’ın Yayılmasında Sûfîlerin Rolü”, AÜİFD, c. XXXIII, Ankara 1992, ss. 157-178; Türer, Osman, “Batının İslâmı Tanımasın Tasavvuf’un Rolü”, Tanımı, Kaynakları ve Tesirleriyle Tasavvuf, ss. 143-176; a. mlf., “Orta Asya’da İslâm’ın Yerleşmesi ve Muhâfazasında Tarîkatların Rolü”, İlim ve Sanat, sy. 35-36, (Temmuz 1992), ss. 19-27. 56 Nazmî, a.g.e., s. 221. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Nûrî Efendi’ye gönül vererek intisab edenlerden Deryâ Beylerinden Bâlizâde Hasan Bey, Rebîulevvel 1032/1623 tarihinde şeyhinin çalışmalarını daha rahat yürütebilmesi için bir cami ve yanına derviş hücreleri, ta‘amhânesi ve şeyhin oturacağı evden müteşekkil bir zâviye inşa eder.57 Ha a, buranın giderlerini karşılamak üzere zeytin ağaçlarını vakfe iği gibi,58 ayrıca bir vakıf kurarak, cuma günleri camide vaaz ve meşîhat vazifesi mukabili ve fukarayı doyurmak için ve her türlü harcamaları şeyhin reyine bırakılmak üzere tüm hizmetlerin Nûrî Efendi ve ondan sonra da halîfeleri tarafından yürütülmesini şart koşmuştur. Nûrî Efendi’nin Midilli Adası’ndaki irşad hizmeti 1033/1623-24’e kadar, yaklaşık beş yıl sürmüştür. F- Mehmed Ağa Tekkesi Şeyhliğine Atanması ve Vaizliği Midilli Adası’ndaki gayret ve hizmetlerini, en yakından takip edenlerden Şeyhülislam Yahyâ Efendi, bu dileğini Abdülmecîd-i Sivâsî’ye bildirir. O da yeğenini çağırarak: “Oğul ‘Abdülehad, Şeyhülislam Yahyâ Efendi sizi ister. Varun ziyâret idün ve murâd-ı şerîfleri nedir görün” der. Abdülehad Nûri Efendi, derhal Yahyâ Efendi’nin yanına varır. Şeyhülislam: “Abdülehad Çelebi, sana merhum Mehmed Ağa Zâviyesi’ni tevcîh i ik. Bir şerîf zâviyedir. Hem ‘azîzin makamıdır.”59 buyurarak, görevi tebliğ eder. Oradan çıkan Nûrî Efendi, şeyhi Sivâsi Efendi’nin yanına tekrar gelir ve olanları anlatır. Sîvâsî Efendi, duâ, tebrik ve iltifat ederek, hemen Midilli’ye gitmesini, annesi ve kendisiyle gelmek isteyen müridlerini yanına alarak dönmesini; yerine bir halîfe nasb etmesini ister. Bunun üzerine Nûrî Efendi, şeyhinin emrine icâbetle derhal Midilli’ye gider. Yerine, halîfelerinden ‘Âlimî Efendi’yi bırakarak, annesi ve birkaç müridi ile birlikte, 1033/1623-1624 tarihinde İstanbul’a döner. Mehmed Ağa Zaviyesi’ne yerleşerek, irşad faaliyetlerine başlar. Aynı yıl dayısı ve şeyhin kızı ile evlenerek ona damat 60 olur. Bu evlilikten Mustafa isminde bir oğlu olmuş61 ve kendisinden sonra Mehmet Ağa Tekkesinde şeyhlik vazifesini üstlenmiş, babasının 57 Aynı yer; Vassâf, Sefîne, c. III s. 357. Medîne-i Midilli varoşunda sâhibü’l-hayrât ve’l-hasenât Bali-zâde Hasan Bey binâ eylediği câmi‘-i şerîf ve zâviye-i münîf evkâfına (s. 9) 58 Hasan Bey’in vakfiyesindeki ilgili bölüm şu şekildedir: “ve yine şart eyledi ki mesfûr Abdülahad Efendi’ye mâdâm ki hayâtdadır ve ba‘dehû evlâdına ve evlâd-ı evlâdına vakf eylediğim eşcâr-ı zeytünün mahsûlünden beher sene yirmi bardak zeyt yağı virile ba‘dehe’l-inkirâzi’levlâd-ı vakfın levâzımına sarf oluna...” Bkz. Yılmaz, Necdet, Bâli-zâde Hasan Bey’in Midilli Adasındaki Vakfiyesi, (EV.VKF. 1032 Ra. A. 5/76), (Yayınlanmamış makale), s. 3. 59 Nazmî, Hediyye, s. 223. 60 Vassâf, a.g.e., c. III s. 357. 61 Nazmî, a.g.e., s. 334; Müstakimzâde, Mecelle,vr. 429a; Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmânî, İstanbul, 1971, c. III, s. 294. 253 254 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL 62 türbesinin yanına defnedilmiştir. Nûrî Efendi, yaklaşık otuz yaşında irşad vazifesine başladığı Mehmet Ağa tekkesinde vefâtına kadar tam 28 yıl görev yapmıştır.63 Abdülehad Nûrî Efendi, Midilli Adası’ndan dönüşünden iki yıl sonra 1035/1625-26 yılında, Boşnak Osman Efendi’den boşalan Fatih Sultan Mehmed Camii cuma vâizliği kendisine tevcîh olunur.64 Nûrî Efendi, Fatih Camii’nde, yaklaşık on beş yıl kadar vaizlik yaptıktan sonra, yine Osman Efendi’den boşalan Bâyezid Camii’ne,1051/1641 tarihinde65 ve daha sonra, 1057/1647 tarihinde ise Büyük Ayasofya Camii’ne cuma vâizi olarak atanır.66 Müstakimzâde’nin tespitine göre, Abdülehad Nurî Efendi, vâizlik silsilesinin son mertebesi olan Ayasofya kürsü şeyhliğine atanan yedinci şeyhtir.67 Vaizlik görevi yirmibeş yıl sürmüştür ve Müstakimzâdenin, Hülâsatü’l-Hediyye’de bildirdiğine göre, “...rıhletlerine 68 bir sene kaldıkta dersleri bi’l-külliyye terk...” etmiştir. Sohbetlerinde Beyzâvî Tefsiri’ni esas alarak, Kur’an-ı Kerim’i takiple sohbetlerini sürdürmüştür. Abdülehad Nûrî Efendi, Fatih Camii’nde, Fatiha Suresi ile başladığı Kur’an-ı Kerim’in tefsirini, diğer camilerde kaldığı yerden devam ederek büyük ölçüde tamamlar. Ancak, sonuna kadar gelememiştir. Fâtih Camii’nde, Fâtihâ Sûresi ile başladığı Kur’an tefsirinde, Fâtır Suresi’nin69 sonunda kaldığı için, Beyazıt Camii’nde, Yasin Suresi70 ile başlamış ve Muhammed Suresi’nin71 sonuna kadar gelmiş, böylece, Ayasofya Camii’ndeki vaazına 62 Süreyya, a.g.e., aynı yer; Müstakimzâde, a.g.e., aynı yer; Tabibzâde, İstanbul Hânkâhları Meşâyihi, s. 18; Özdamar, Dergahlar, s. 96. 63 Müstakimzâde, Hülâsa, vr. 37b; Vassâf, a.g.e., c. III, s. 358. 64 Nazmî, a.g.e., s. 224. Nazmî’nin 1035 tarihini vermesine rağmen Şeyhî, Uşşakîzâde, Hocazâde ve Bursalı Mehmed Tâhir ve İslam Ansiklopedisi’nde Abdullah Uçman, Nûrî Efendi’nin Fatih Camii kürsü şeyhliğine atanma tarihini 1041/1631 olarak (Şeyhî, Vekâyiu’l-Fudalâ c. I, s. 547; Uşşakîzâde, Zeyl, s. 540; Hocazâde, Ziyâret, s. 88; Bursalı, a.g.e., c. I, s. 121; Bursalı, “Abdülehad Nûrî”, s. 69; Uçman, Abdullah, “Abdülahad Nuri “,TDVİA, c.1, s.178), Sâdık Vicdânî ise 1040 olarak vermektedir (Vicdânî, Tomar, s. 251). Hüseyin Vassâf ise Rebiülâhir 1045 (Eylül1635)’ten itibaren Ayasofya, Fatih, Sultan Ahmed Câmileri kürsü şeyhliğinde bulunduğunu bildirmektedir (Vassâf, a.g.e., c. III, s. 358). 65 Nazmî, a.g.e., s. 225; Uşşakîzâde, a.g.e., s. 540; Hocazâde, a.g.e., s. 88; Bursalı, a.g.e., c. I, s. 121. Şeyhî bunlardan bir yıl farklı olarak 1052-1642 tarihini vermektedir (Şeyhî, a.g.e., c. I, s. 547). 66 Nazmî, a.g.e., s. 225; Şeyhî, a.g.e., c. I, s. 547; Müstakimzâde, Şüyûh-ı Ayasofya, vr. 13a; Müstakimzâde, Mecelle, vr. 429a; Nathalie Clayer, Mystques Etat et Societi Les Halvetis dans I’aire balqaninique de la fin du XVe siecle a nos jours, Leiden 1994, s. 100. 67 Müstakimzâde, Şüyûh-ı Ayasofya,aynı yer; a.mlf. Mecelle,vr. 429a. 68 Müstakimzâde, Hülâsa, vr. 38a. 69 Fâtır Suresi, Kur’an-ı Kerim’in tertibine göre 35. suredir. Mekke’de nazil olmuştur. 45 âye ir. 70 Kur’an-ı Kerim’in tertibine göre 36. suredir. Mekke’de nazil olmuştur. 83 âye ir. 71 Kıtâl Suresi de denilmiştir. Kur’an-ı Kerim’in tertibine göre 47. suredir. Medine’de nazil olmuştur. 38 âye ir. Fetih Suresi72 ile başlamış ve son vaazında, Hadîd Suresi’nin73 üçüncü ayetini74 tefsir ederek, resmî vâizlik görevini tamamlamıştır. Hüseyin Vassaf, Abdülehad Nûrî Efendi’nin, Ayasofya Camii’nde va’az ederken, aşağıdaki şiiri irticâlen okuyarak,75 o esnâda, kendisine tevcîh olunan makâm-ı kutbiyyeti izhâr eylediğini ve bu esnada gündüz olmasına rağmen “câmi-‘i şerîfin derûnunda kandillerin birden bire şu’le-feşân” oluverdiğini nakletmektedir.76 “Semâdan sırr-ı tevhîdi, duyan gelsün bu meydâna, Derûn içre bu gün Allah, diyen gelsün bu meydâna. Duyanlar sırr-ı Se âr’ı, görenler nûr-ı Gaffâr’ı, Cihânda şîşe-i ârı, kıran gelsün bu meydâna. Salâdır ehl-i irfâna, getürsün cânı meydâna, Fedâ kılmağa ol cânı, duyan gelsün bu meydâna. Gönül maksûdunu buldu, cihân envâr ile doldu, Bugün Nûrî imâm oldu, uyan gelsün bu meydâna.”77 G- Vefâtı ve Türbesi Ömrünün son on yılında, verdiği dersleri ve yaptığı sohbetleri tedricî olarak azaltan ve nihâyet son bir yılında, dersleri tamamen bırakan ve vaaz için de, halîfesi Bülbülcü-zâde Abdülkerim Efendi (1106/1694)’yi vekil tayin eden Abdülehad Nûrî Efendi, bütün vaktini dervişlerinin irşâdı ve gecelerin ihyâsı ile ibadet yaparak geçirmeye başlar.78 1061/1651 72 Kur’an-ı Kerim’in tertibine göre 48. suredir. Hudeybiye Antlaşması dönüşü, Mekke ile Medine’de nazil olmuştur. 29 âye ir. 73 Kur’an-ı Kerim’in tertibine göre 57. suredir.Medine’de nazil olmuştur. 29 âye ir. 74 Hadîd Sûresi, 57/3: “Hüve’l-Evvelü ve’l-Âhirü ve’z-Zâhirü ve’l-Bâtinü.Ve Hüve bikülli şey’in ‘Alîm”. Ayetin anlamı şöyledir: “O İlktir, Sondur, Zâhirdir, Bâtındır. O, her şeyi bilendir.” 75 Hüseyin Vassaf, Abdülehad Nûrî Efendi’nin bu şiiri, Sultan Ahmed Camii’nde okuduğu şeklindeki bilgisinin yanlış olduğunu, Ali Behçet Efendi’den öğrendiğini ve “ bu vak‘anın Sultan Ahmed Câmii’nde değil, Ayasofya Kürsî şeyhliğinde iken zâhir olduğunu” (Vassâf, Sefîne, c. III, s. 358) zikreder. Zâten, Nûrî Efendi’nin Sultan Ahmed Camii’nde de, görev yaptığı anlamına gelebilecek şeklindeki bu rivâyet, başka hiçbir kaynakta geçmemektedir. Sadece Rehber Ansiklopodisi’nde Sultan Ahmed Camii’inde meydana geldiği yazılıdır. Bkz. Heyet, “Abdülehad Nuri”, Rehber Ansiklopodisi, c. s. 121. Buradaki yanlış bilgi, eserin ilgili maddesinin kaynakları arasında yer alan Sefîne’den alınırken yukarda izah edilen bilgilerin tam okunmamış olmasından kaynaklanmış olmalıdır. 76 Vassâf, Sefîne, c. III, s. 358. 77 Vassâf, Sefîne, c. III, s. 358; Bu şiir, çalışmamıza esas aldığımız nüshada bazı kelime değişiklikleri ile zikredilmekdir. Ayrıca son beyi en önce “ geçüp bu ‘âb ile gîlden dahi cümle heyâkilden / Bu dünya nakşını dilden yuyan gelsün bu meydâna” beyti mevcu ur. Bkz. Nûrî, Dîvân, 62b. 78 Nazmî, Hediyye, s. 226; Vassâf, Sefîne, c. III, s. 358. 255 256 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Muharrem’inin sonlarına doğru hastalanır. Bunun üzerine dönemin Padişahı IV. Mehmed (1648-1687), Vâlide Sultan, Vezir-i Âzam ve Şeyhülislam birçok doktor gönderirler, ancak o, bunların hiçbirini kabul etmez. Ha a, tedâvi için gelen “Lokmân-ı zaman” olarak kabul edilen Kazgânî-zâde Süleyman Efendi’ye: “ A Süleyman Ağâ, siz hod bizim ahvâlimize vâkıfsız. Biz da‘vet olunduk ve muhtârız. Mele-i a‘lâ da bize muntazırlar. Biz hod, huzûr-i Rabbü’l-âlemîni ihtiyâr i ik. Teklîf-i bârid itmen” şeklinde, son sözünü söyler ve bundan sonra abdest ve namazdan başka ef’âl ve akvâl-i terk eder. Hastalıklarının yedinci gününe rastlayan, 1061 yılı Sâfer ayının ilk Cuma günü (27 Ocak 1651), ikindi vaktinin sonlarına doğru, güneşin batışına eşlik eder gibi, 57 yaşında hayata gözlerini yumar.79 Böylece Abdülehad Nûrî Efendi, yazdığı bir beyi e ifâde e iği gibi, ummâna kavuşur: “Ey Nûrî olup behre, eğme başını dehre, Sal katreni ol bahre, ‘ummân idegör ‘ummân”.80 Mehmed Ağa Tekkesi Camii imamı Tatar Ali Efendi tarafından yıkanır81ve Sultan Mehmed (Fatih) Camii’ne getirilir. Cenâze namazını, öğle namazını müteâkip, şeyhi ve dayısı Abdülmecîd-i Sivâsî’nin oğlu Abdülbâki kıldırır. Namaza devlet erkânından ve ulemâdan bir çok kişi katılır. Abdülehad Nûrî’nin naaşı, Şeyhi Abdülmecîd-i Sivâsî’nin türbesinin karşısına defnedilir.82 Abdülehad Nûrî Efendinin vefâtına, çağdaşı ve sonraki şair ve ulemâ tarafından altmış kadar tarih düşürülmüştür.83 Halîfelerinden Nazmî Efendi tarafından düşürülen bir tarih şu şekildedir: Hasretle Nazmî didüm târih-i fevtin ânun, ‘Abdülehad Efendi olsun mukîm-i cennet84. (Sene:1061/1651) Müstakîmzâde Süleyman Sadeddin Efendi ise, “Eş-Şeyh Abdülehad” terkibiyle vefâtına tarih düşürmüştür.85 79 80 81 82 Nazmî, a.g.e., aynı yer; Vassâf, a.g.e., c. III, s. 361. Nazmî, a.g.e., s. 266. Nazmî, Hediyye, s. 227;Vassâf, Sefîne, c. III, s. 361. Aynı yer; Müstakîmzâde, Mecelle, vr.429a; Şeyhî, Vekâyiu’l-Fudalâ, c. I, s. 547; Vassâf, a.g.e., c. III, s. 361; Süreyya, Sicill-i Osmânî, c. 3, s. 294; Vicdânî, Tomar, s. 252; Bursalı, OM, c. I, s. 121; Işın, Ekrem, “Abdulahad Nuri”, DBİA, c. I, s. 21; Uçman, Abdullah, “Abdülahad Nuri”, Büyük Türk Klasikleri, Ötüken-Söğüt Yay., İstanbul, 1987, c.6, s. 35; Demiriz, Yıldız, Eyüp’de Türbeler, KB. Yay., Ankara 1989, s. 8. 83 Nazmî, a.g.e., s. 229; Vassâf, a.g.e., c. III, s. 361. 84 Nazmî, Hediyye, s. 229; Şeyhî, Vekâyiu’l-Fudalâ, c. I, s. 548. Uşşâkîzâde ve Bursalı Mehmed Tahir, sadece son mısrasını kaydetmiştir. Bkz. Uşşâkîzâde, Zeyl, s. 540; Bursalı, OM, c. I, s. 121. 85 Müstakimzâde, Şüyûh-ı Ayasofya, vr. 13b; Ayvansarâyî, Mecmuâ-i Tevârih, s. 212. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Vefâtından kısa süre sonra, sevenlerinden Yusuf Ağa-zâde Mustafa Ağa tarafından mezarın üzerine bir türbe inşâ e irilir. Hüseyin Vassaf, türbeyi ziyaret etmiş ve gözlemini şu sözlerle kaydetmiştir: “‘Azîm-i müşârünileyhin türbelerini mükerreren ziyâret şerefine mazhar oldum. Harem-i âlîleri de yanında medfundur. Sandukası kafesle muhât olup, türbede, meydanda yalnız Abdülehad en-Nûrî hazretlerinin kabri görünür. Edeben harem-i âlîleri kabrine bakılmaz.”86 Türbe, uzun yıllar süren bakımsızlık sonucu harap olmuş ve nihâyet Vakıflar İdâresi, aynı bahçede bulunan Abdülmecîd-i Sivâsî’nin türbesi ile birlikte, aslına uygun olarak 1970 yılında restore e irmiştir.87 Ardından 1982 yılından sonra bir restorasyon daha yapılmıştır. H- Abdülehad Nûrî’nin Hayat Kronolojisi Dönem Yaşı Hicrî Mîlâdî Meydana Gelen Olaylar -- 1003 1594 Doğumu Sultan III. Mehmed 5-6 1008-9 1599-1600 İstanbul’a Hicreti Sultan I. Ahmed 20 1023 1614 Peş peşe Çıkardığı Kırk Halvete başlaması Sultan II. Osman 25 1028 1618-9 Midilli Adası’na Halîfe Olarak Gitmesi Sultan IV. Murad 30 1033 1623-4 Midilli Adası’ndan İstanbul’a Dönüşü Sultan IV. Murad 30 1033 1623-4 Mehmed Ağa Tekkesi’ne Şeyh Olması Sultan IV. Murad 30 1033 1623-4 Abdülmecîd-i Sivâsî’nin Kızı ile Evlenmesi Sultan IV. Murad 37 1041 1631 Fatih Camii Vaizliğine Atanması Sultan IV. Murad 45 1049 1639 Şeyhi Abdülmecîd-i Sivâsî’nin Vefâtı Sultan İbrahim 47 1051 1641 Beyazıt Camii Vaizliğine Atanması 86 Vassâf, a.g.e., c. III, s. 362. 87 Haskan, Mehmet Mermi, Eyüp Tarihi, Türk Turing Turizm İşletmeciliği Vakfı Yay., İstanbul, 1993, s, 273; Tanman, Baha, “Sivâsî Tekkesi”, DBİA, c. 7, s. 17; Yalçın, Ayhan, Gönül Sultanları İstanbul Evliyâları ve Ziyâret Yerleri, Çelik Yay., İstanbul, 1996, s. 240. 257 258 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Sultan İbrahim 53 1057 1647 Ayasofya Camii Kürsü Şeyhliğine Atanması Sultan IV. Mehmed 57 1061 1651 Vefatı II. TARİKATI, ESERLERİ VE TESİRLERİ A- Sivasiyye Şemsiyye, şubelerinin çokluğu ile bilinen Halvetiyye Tarîkatının dört ana kolundan biri olmasına rağmen, diğer üç kolun aksine, sadece bir şubeye sahiptir: Sivâsîyye.88 a- Şubeleşmesi ve Tarihî Süreçteki Yeri İlk dönemlerde, Şemsiyye ve Sivâsîyye diye bir ayrım yapılmayarak Şemseddîn-i Sivâsî’nin kurmuş olduğu tarîkat, ismine nisbetle Şemsiyye, memleketine nisbetle de Sivâsîyye ismiyle tanınmış ve şöhret olmuş; Abdülmecîd-i Sivâsî ve Abdülehad Nûrî Efendi ise, bu şubeyi İstanbul’a taşıyan ve orada temsîl eden kişiler olarak görülmüştür. Şemsiyye ve Sivâsîyye şubeleri arasındaki bu durum, son dönem kaynaklarında, farklı değerlendirmelere sebep olmuştur. Sâdık Vicdânî, Şemsiyye’yi, Halvetiyye tarîkatının dört ana kolundan biri kabul ederek, Sivâsîyye’yi de, bu kolun tek şubesi şeklinde gösterir.89 Fakat, Hüseyin Vassaf, Sefîne-i Evliyâ’da, Halvetiyye tarîkatının şubeleri hakkında bilgi verirken, Şemsiyye’yi bu isimle değil, “Sivâsî-i Halvetî Şu‘besi”90 ismiyle tanıtmaktadır. Şemseddîn-i Sivâsî için, “Şu‘be-i Halvetiyye-i Sivâsîyye’nin müessisidir” dedikten sonra, Abdülehad Nûrî Efendi’nin bu tarîkatı İstanbul’da intişâr etmesinden sonra, Halvetîliğin bu koluna Şemsiyye isminin verildiğini ifâde etmektedir.91 Abdülbâki Gölpınarlı ve Ekrem Işın, Şemsiyye’nin ilk yıllarda “Sivâsîyye” olarak bilinmekte iken, zamanla, Abdülehad Nûrî Efendi’ye nisbet edilen kola Sivâsîyye denilmesinden sonra, Şemseddîn Ahmed-i Sivâsî Efendi’ye nisbet edilen kola da, ismine nisbetle Şemsiyye denildiğini belirtmektedir.92 Yukarda adı geçen kaynaklardan 88 Masssignon, Louis, “Tarîkat”, İA, İstanbul, 1974, c. XII, s. 15; Vicdanî, a.g.e., ss. 251; Eraydın, Tarîkatlar, s. 407; Yılmaz, H. Kâmil, Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 262; Türer, Osman, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi, Seha Neşriyat, İstanbul, 1995, s. 185; Şapolyo, Mezhepler ve Tarîkatlar Tarihi, s. 188; Işın, Ekrem, “Abdülahad Nuri”, DBİA, c. I, s. 21; Vassaf, Sefîne, c. III, s. 376. 89 Vicdanî, a.g.e., ss. 250-51. 90 Vassaf, Sefîne, c.III, s. 347. 91 A. mlf., a.g.e., c. III, s. 351. 92 Gölpınarlı, “Şemsiyye”, İA, c. X, s. 422; a. mlf., Türkiye’de Mezhepler ve Tarîkatlar, s. 213. Abdülbâki Gölpınarlı, bu eserinde, Abdülehad Nûrî Efendi’yi Şemseddîn-i Sivâsî’nin halîfesi sonra, günümüzde kaleme alınan eserlerde bu isimlendirme ayrımı daha netleşerek, Şemseddîn-i Sivâsî’nin tesis e iği şubenin ilk dönemi Şemsiyye, müellifimizden itibâren özellikle İstanbul’da tanınıp intişâr etmesiyle birlikte Sivâsîyye adıyla anılmaya başlanmıştır.93 Hülâsâ olarak, Şemsiyye ve Sivâsîyye arasındaki kavramsal düzeydeki bu karmaşıklığı çözümlemek noktasında, tekkelerin kapatılmasına kadar Sivas’ta merkez âsitâne ile mevcûdiyetini devam e iren bu Halvetiyye şubesine Şemsiyye; her ne kadar bir yenilik ortaya konulmamış olsa da, Osmanlı başkentinin ulemâ ve âvâmı arasında büyük bir tara ar ve yaygınlık kazanması şeklinde İstanbul’da temsil edilmesi ile Şemsiyye’nin almış olduğu isim de Sivâsîyye’dir. Sivâsîyye aynı zamanda Şemsiyye’nin tek şubesi olma özelliğini taşımaktadır. Yukarda ifade edildiği gibi, Abdülmecid-i Sivâsî ve Abdülehad Nûrî Efendi, XVII. yüzyılın ilk yarısına tekâbül eden dönemde, Şemsiyye’nin İstanbul’daki temsilcisi konumundadırlar. Gerek Nûrî Efendi, gerekse onu İstanbul’a getiren dayısı ve şeyhi Abdülmecîd-i Sivâsî, Semseddîn-i Sivâsî’nin Halvetiyye tarîkatında yaptığı gibi, Şemsiyye şubesinde herhangi bir yenilik veya değişiklik yapmamış, Şemsiyye’ye âit olan zikir, riyâzet ve mücâhede usulleri ile irşâd faaliyetlerini aynı şekilde sürdürmüşlerdir. Sadık Vicdânî, Nûrî Efendi’nin tarîkat ve seyr ü sülûkta herhangi bir ictihad ve yenilik yaptığına dâir bilgiye rastlamadığını ifâde eder.94 Ancak, buna rağmen, İstanbul’da Sivâsiyye diye müstakil bir şube teşekkül etmiş ve bu şube yerli kaynaklar yanında, yabancı kaynaklarda da Nûrî Efendi’ye nisbet olunmuştur.95 olarak, ismini de, Abdülahad Nûrüddîn şeklinde göstermektedir. (Bkz. Gölpınarlı, a.g.e., aynı yer.) Ancak, bu iki bilgi de yanlıştır. Halbuki Gölpınarlı, Nûrî Efendi’nin ismini diğer eserlerinde doğru şekilde zikretmektedir. Bkz. a.mlf., “Şemsiyye”, İA, c. X, s. 422; a.mlf., Yunus Emre ve Tasavvuf, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 1992, s. 225. 93 Pakalın, “Sivâsiyye”,OTDTS, c. III, s. 208; a. mlf., “Şemsiyye”, a.g.e., ss. 335-36; Mehmed Sami, Esmâr, ss. 50-51; Şapolyo, Mezhepler ve Tarîkatlar Tarihi, s. 188; Masssignon, Louis, “Tarîkat”, İA, c. XII, ss. 9, 15; Uludağ, “Halvetiyye”, TDVİA, c. XV, s. 393; Serin, Halvetîlik, ss. 162,170; Eraydın, Tarîkatlar, s. 407; Yılmaz, H. Kâmil, Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 262; Türer, Osman, Tasavvuf Tarihi, s. 185; Tanman, “Halvetîlik”, DBİA, c. III, s. 534; Uçman, “Abdülahad Nûrî”, SGAD, c. VIII, s. 229; Aşkar, “Bir Türk Tarîkatı Olarak Halvetiyye’nin Tarihî Gelişimi ve Halvetiyye Silsilesinin Tahlili”, AÜİFD, c. XXXVIII, 561; Yılmaz, Necdet, OTT, s. 202; Gündoğdu, Abdülmecîd-i Sivâsî, ss. 173-181; Clayer, Nathalie, Mystques Etat et Societi Les Halvetis, ss. 30, 169-170. 94 Vicdânî, Tomar, s. 252. Vicdânî’nin bu ifâdesine rağmen Rahmi Serin, Abdülehad Nûrî Efendi’nin Halvetiyye içerisinde bazı yenilikler yaptığını dile getirmektedir ki (Serin, Halvetîlik, s. 162) başka hiçbir kaynakta böyle bir ifâdeye rastlamadık. 95 Nathalie Clayer, Mystques Etat et Societi Les Halvetis dans I’aire balqaninique de la fin du XVe siecle a nos jours, s. 19, dipnot 89. 259 260 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Cengiz Gündoğdu, adı geçen iki zâtın da, Şemsiyye’de bir tecdîd yapmamış olmalarını hatırlatarak; eğer, bir şube kurucusu olmanın şartı mensub bulunulan tarîkatın yeni ve geniş çevrelere yayılması kabul ediliyorsa, bu durumda, Şemsiyye’yi taşradan İstanbul’a taşıyan ve bu konuda öncülük eden, döneminin en seçkin sûfî şahsiyetlerinden biri olan ve hatta Abdülehad Nûrî Efendi’yi yetiştiren kişi olarak, Sivâsîyye şubesinin öncelikle Abdülmecîd-i Sivâsî’ye nisbet edilmesinin söz konusu olabileceğini ifâde etmektedir.96 Sivâsîyye’nin Nûrî Efendi’ye izâfe edilmesinin sebebi, mensup olduğu tarîka a yapmış olduğu bir yenilik veya yenilikler değildir. Bu konuda Sadık Vicdânî, Nûrî Efendi’nin Şemsiyye kolunu İstanbul’da geniş kitlelere yaymış olması sebebiyle, Sivâsîyye’nin kurucusu olarak kabul edildiğini söyler.97 Gerçekten de, Nûrî Efendi’den sonra, sadece İstanbul’da Sivâsîyye koluna mensup kırk civârında tekke ve zâviye kurulmuş ve yetiştirdiği halîfeler buralarda görev yapmışlardır.98 Abdülmecîd-i Sivâsî ve Nurî Efendi’nin İstanbul’a gelmeleri sonrasında, Kadızâdeliler’le yapmış oldukları fikrî ve ilmî mücâdele netîcesinde ortaya koydukları tavır ve eserlerle Osmanlı başkentinin o tarihlerdeki gündeminde en çok yer alan kişiler arasında bulunmuş ve memleketlerinin Sivâs olması sebebiyle, kendilerine Sivâsîler denilmiştir. Buna bağlı olarak da, onların temsil e ikleri Şemsiyye, İstanbul’da Sivâsîyye şeklinde isimlendirilmiştir. Bu sosyal vakıânın bir kişiye nisbet edilmesi zarûretine binâen de, Sadık Vicânî’nin bahse iği şartlardan birincisini gerçekleştirdiği, yani, adı geçen şubenin İstanbul’da intişâr etmesinde büyük katkıları olduğu için Abdülehad Nûrî Efendi’ye nisbet edildiği kanaatindeyiz. Bu kanaati destekler şekilde Ekrem Işın, Abdülehad Nûrî’nin Sivâsîyye tarîkatı ile İstanbuldaki Halvetî örgütlenmesini geniş bir toplumsal zemine otur uğunu ve bu sayede taşra kökenli şeyh ailelerinin XVII. yüzyıl şehir hayatında kazandıkları nüfûzun başlıca temsilcilerinden birisi durumuna geldiğini söyler.99 Abdülehad Nûrî, Bayramîlerle yakın ilişki içerisinde olmuş ve böylece Sivâsîyye’nin şehir hayatındaki etkisini sürdürmüştür.100 Osmanlı Devletinin XVI. yüzyıldan itibaren Safevîlerin Şii propogandasına karşı bir yandan siyâsî mücâdele verirken, bir yandan da Sünnîliği yaymak için gayret sarfediyordu.101 Bu konjonktür, ilmî ve sünnî hüviyeti 96 Gündoğdu, a.g.e., s. 176. 97 Vicdânî, a.g.e., 252. 98 Aynı eser, s. 252. 99 Işın, Ekrem, “Abdülahad Nuri”, DBİA, c. I, s. 21. 100 Işın, Ekrem, a.g.m., aynı yer. 101 Ocak, Ahmet Yaşar, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler (15-17. Yüzyıllar), İstanbul, 1998, s. 94. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL ön planda olan Sivâsîyye meşâyihinin ulemâ yanında, devlet erkânı yanında da hürmet ve takdir görmesine yardım etmiştir.102 Nûrî Efendi’den sonra Sivâsiyye, halîfelerinin yaklaşık kırk tekkede görev yapmaları ile XVII. yüzyılın sonuna kadar İstanbul’da etkili bir şekilde mevcûdiyetini devam e irir. Bu yüzyılda Kadızâdelilerle mücâdelesi ve temsil e iği tekkelerin çokluğu sayesinde, Halvetîlik kolları arasında kaydedeğer bir yükseliş gösteren Sivâsîyye, daha sonraki yüzyıllarda bu konumunu koruyamamıştır. Sadık Vicdânî’ye göre, Sivâsîyye meşâyihinin, etkili halîfeler yetiştirememesi, bu şubeye ait tekkelerin başka tarîkatlara verilmesine sebep olmuştur.103 XVIII. yüzyılın başından itibaren tekkelerin kapatılmasına kadar, Sivâsîyye’nin Osmanlı devleti gibi kemâlden zevâle doğru gi iğinini görüyoruz. XVII. Yüzyılda kırk civârında tekke ile temsil edilirken, tekkelerin kapatılması esnasında sadece bir tekke kalmıştır. Abdülehad Nûrî Efendi’nin yaşamış olduğu XVII. yüzyılın özellikle ilk çeyreğinden sonuna kadar geçen zaman dilimi Sivâsîliğin en parlak dönemidir. Bu dönemde Abdülehad Nûrî Efendi’den hilâfet almış bulunan başta Muhammed Nazmî Efendi (öl. 1112/1701) Yavaşca Mehmed Ağa Tekkesi, Simkeşzâde Hasan Feyzî Efendi (1102/1690) Emir Buhârî Tekkesi, Nefes Anbarı Zâkir Osman Efendi (öl. 1095/1684) Şemsi Paşa Tekkesi, Esircizâde Hüseyin Efendi (1105/1694) Mehmed Ağa Tekkesi ve Bülbülcüzâde Abdülkerîm Fethî Efendi (öl. 1106/1695) ise Atik Vâlide Tekkesi’nde olmak üzere, isimleri tespit olunan 48 şeyh İstanbul’un önemli tekkelerinin meşîhatını üstlenmişlerdi. Necdet Yılmaz XVII. Yüzyılda Halvetîliğin çeşitli kolarına bağlı olarak irşad hizmeti yürüten 207 şeyh ismi tespit etmiştir.104 Bunlardan 48 tanesi Sivâsîliğe mensup şeyhlerdir. Bu durumda XVII. Yüzyılda Sivâsîliğin Halvetîlik içerisindeki oranı % 24 civarındadır. Sonuç olarak Sivâsîlik, XVII. Yüzyılda isimleri tespit edilemeyenlerle birliklte 40 civârındaki tekkede 48 şeyh ile temsil edilmiştir. XVIII. Yüzyılda, Sivâsîyye şeyhlerinden Mehmed Sadrî Efendi (öl. 1118/1707), Şeyh Abdülbâkî (öl. 1122/1710), İsâ Mahvî (öl. 1127/1715), Rafîâ Abdurrahman Efendi (öl. 1132/1719) ve Ahmet Ve î Efendi (öl. 1116/1748) gibi büyük şahsiyetlerin varlığını görüyoruz. 102 Kılıç, Rüya, “Sivas’tan İstanbul’a Bir Tarîkat Portresi: Şemsiyye ve Sivâsiyye”, Türkler, Edit.: Komisyon, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, c. XI, s. 125. 103 Vicdânî, a.g.e., s. 252. 104 Yılmaz, Necdet, OTT, ss. 534-539. 261 262 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER XVIII. Yüzyılda Sivâsîyye toplam 40 şeyh tarafından 14 tekkede faaliyetlerini sürdürmüştür. Bu tekkelerden ikisi XVIII. asırda faaliyete geçmiştir. Yüzyıl itibariyle, büyük bir yükseliş gösteren Halvetiyye’nin bütün tarîkatlar içerisindeki oranı % 40.06;105 Sivâsî şeyhlerin Halvetîlik içerisindeki oranı ise % 13 tür.106 Bir önceki asırla mukayese edildiğinde, yirmiden ondörde düşen tekke sayısında % 30’luk107, şeyhlerin sayısında ise kırksekizden kırka düşerek %16’lık bir gerilemenin olduğunu görüyoruz. XIX. Yüzyılda Sivâsîlik beş tekkede yedi şeyh ile temsil edilmiştir. Bu durumu bir önceki yüzyılla karşılaştırdığımızda şeyh sayısının kırktan yediye düşerek % 82.5 lik, tekkeler ise on dör en beşe düşerek %65’lik bir gerileme göstermiştir. XX. Yüzyıla geldiğimizde, Hüseyin Vassaf, Şeyh Kâsım Efendi isminde bir zât ile Sivâsîyye’nin devâm e iğini bildirir. Kasım Efendi, 1197/1783’de Dağıstanda dünyaya gelmiş, bilâhare İstanbul’a gelerek aslında bir Nakşî zâviyesi olan Taşkasap’daki, Zibîn-i Saâdet Dergahı’nda108 postnişîn olmuş, Mayıs 1326/1908’de109 vefât ederek mezkûr tekkenin hazîresine defnedilmiştir.110 Vassaf, okuduğu bir levhâda, bu zâtın Nakşî ve Halvetî usullerini icrâ e iğinin111 yazılı olduğunu bildirir.112 Bu zâtın oğlu, Şeyh Seyyid Yusuf Ziyâeddîn Efendi(öl. 1941)113 babasından sonra meşîhatı üstlenmiştir.114 Hülasa olarak tekkelerin kapatılmasına kadar geçen çeyrek asırda sadece iki şeyh ve bir tekkenin mevcûdiyetini görüyoruz. 105 Muslu, a.g.e., s. 747. 106 Aynı eser, s. 206. 107 Kaynaklarda Sivâsiliğin XVII. Yüzyılda sadece İstanbul’da kırk civârında tekke ile temsîl edildiği yazılıdır. (Bkz. Vicdânî, Tomar, s. 252; Vassaf, Sefîne, c. III, s. 376) Ancak burada, isimleri tespit edilebilen 20 tekke esas alınmıştır. Tekke sayısını kırk olarak kabul edecek olursak, %65 oaranında bir gerileme olduğunu söyleyebiliriz. 108 Rahmi Serin bu tekkenin ismini “Zeytin-i Sefâdet Dergahı” şeklinde yanlış kaydetmiştir. Bkz. Serin, Halvetîlik, s. 163. 109 Tabibzâde, vefât tarihi 1328/1910 olarak vermektedir. Bkz. Tabibzâde, a.g.e., s. 63. 110 Vassaf, Sefîne, s. 376. 111 Tabibzâde Zâkir Şükrü, Kasım Efendi’nin ismini, “eş-Şeyh el-Hâc es-Seyyid Mehmed Kâsım Efendi-i Dağıstânî el-Halvetî eş-Şemsî” şeklinde vermektedir. Tabibzâde, a.g.e., s. 65. 112 Vassaf, a.g.e., s. 377. 113 Bu zâtın “10 Ramazan 1360/1941” da vefât e iğine dâir, sadece Tabibzâde’nin Turgut Kut tarafından hazırlanan nüshasında bilgi bulunmaktadır. Eserin orijinalinde olmadığı halde bu zâtın vefât tarihinin kırmızı kurşun kalemle ismi belli olmayan birisi tarafından sonrada ilâve yapdığı kaydı bulunmaktadır. Bkz. Tabibzâde, a.g.e., s. 63. 114 Vicdânî, a.g.e., s. 252; Vassaf, Sefîne, c. III, s. 376; Tabibzâde, a.g.e., s. 65. Rahmi Serin, Yusuf Ziyâeddîn Efendi’nin Abdülehad Nûrî Efendi’nin torunlarından olduğuna dâir bir silsilenâme olduğunu kaydetmektedir. Bkz. Serin, Halvetîlik, s. 163. Ancak, bu rivâyet diğer kaynaklarda yer almamaktadır. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL b- Sivâsiyye’nin Tarîkat Silsilesi Abdülehad Nûrî Efendi tarafından kurulan Sivâsîyye, Halvetiyye’nin dört ana kolundan biri olan Şemsiyye’nin tek şubesidir. Şemsiyye silsilesi, kurucusu Şemseddîn Ahmed Sivâsî’den, Halvetiyye’nin Pîr-i Sânîsi kabul edilen Seyyid Yahya eş-Şirvânî’ye kadar115 iki ayrı koldan ulaşmaktadır. Birinci silsile şöyledir: 24. Pîr-i Sânî Seyyid Yahya eş-Şirvânî (öl. 890/1485). 25. Habîb-i Karamânî (öl. 902/1497-98) 26. el-Hâc Hızır Amâsî (öl.öl.?) 27. Muslihuddîn Halîfe (öl.?) 28. Şemseddîn Ahmed Sivâsî (öl.1006/1597) 116 İkinci silsile ise şu şekildedir: 24. Pîr-i Sânî Seyyid Yahya eş-Şirvânî (öl. 890/1485). 25. Ziyâeddîn Yûsuf Mahdum-ı Şirvânî (öl. 890/1485) 26. Muhyiddîn Muhammed Rûkiyye (öl. 903/1597-98)117 27. Şahkubad-ı Şirvânî (950/1543/44) 28. Abdülmecîd-i Şirvânî (971/1563) 29. Şemseddîn Ahmed-i Sivâsî (öl.1006/1597). 115 Halvetiyye Tarîkatı’nın Seyyid Yahya Şirvânî’den önceki silsilesi şu şekildedir: 1-Ser- Çeşme-i Evliyâ Hazreti İmam Ali Kerrema’llâhü Vechehu ve (r.a), 2- Hz. Hasan ElBasrî (r.a), 3-Hz. Habîb-i ‘Acemî (k.s.), 4-Hz. Dâvût-i Tâî (k.s.), 5-Hz. Ma’rûf el-Kerhî (k.s.), 6-Seriyyü’s Sakatî (k.s.), 7-Seyyidü’t-Tâife Hazret-i Şeyh Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.), 8-Mimşâd ed-Dîneverî(k.s.), 9-Şeyh Muhammed ed-Dîneverrî (k.s.), 10-Şeyh Muhammed el-Bekrî (k.s.), 11-Şeyh Vecîhü’d-Din el-Kâdî (k.s.), 12-Şeyh Ömer el-Bekrî(k.s.), 13-Şeyh Ebu’n-Necîb esSühreverdî (k.s.), 14-Şeyh Kutbu’d-Dîn el-Ebherî(k.s.), 15-Şeyh Rüknü’d-Dîn Muhammed Necâsi (k.s.), 16- Şeyh Şehâbeddîn Muhammed et-Tebrîzî (k.s.), 17-Şeyh Seyyid Cemâleddîn et-Tebrîzî (k.s.), 18-Şeyh İbrâhim Zâhid el-Gîlânî (k.s.), 19-Şeyh Ahî Muhammed b. Nûru’lHalvetî(k.s.), 20-Pîr-i Tarîkat-ı Halvetiyye Hz.Ömer Halvetî (k.s.), 21-Şeyh Fânî Ahî Mîrem Halvetî (k.s.), 22-Şeyh Hacı İzzeddîn Hiyâvî (k.s.), 23-Şeyh Sadreddîn Hiyâvî (k.s.), 24-Pîr-i Sânî el-Halvetî Hz. Seyyid Yahyâ eş-Şirvânî (k.s.). Bkz. Abdülehad Nûrî, Silsilenâme, vr. 8387; Vassaf, Sefîne, c. III, s. 92; Harîrîzâde, Tibyân, c. III, vr, 134; Vicdânî, Tomar, ss. 171-176; Sûzî Ahmed Efendi, Silsile-i Pîrân li Meşâyihi’l-Halvetiyye, Süleymaniye Ktp., Osman Huldi Öztürkler, nr. 63, vr. 29b-31b; a. mlf. Dîvân-ı Sûzî, Mustafa Efendi Matbaası, İstanbul, 1290, ss. 21-22; Aşkar, Bir Türk Tarîkatı Olarak Halvetiyye, ss. 555-558. 116 Pîr-i Sânî Seyyid Yahya eş-Şirvânî (öl. 890/1485), Hz. Peygamberden başlayarak saydığımızda, Halvetiyye silsilesinde 24. sırada yer almaktadır. (Bkz. Mehmed Sami’, Esmâr, s. 27). Biz de silsilenin daha iyi anlaşılabilmesi için numaralandırmayı bu şekilde yapmayı uygun gördük. 117 Sadık Vicdânî, gördüğü bir silsile-nâmede “bu saygıdeğer şeyhin ismi yoktu” der. Bkz. Vicdânî, Tomar, s. 250’deki 95 numaralı dipnot. 263 264 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Bu iki ayrı silsile bütün kaynaklarda yer almamaktadır. Şemsiyye’nin en temel kaynaklarından olan Necmü’l-Hüdâ ve Hediyye yanında Sadık Vicdânî’nin Tomar’ında ve Harîrîzâde’nin Tibyân’ında ve Sefîne-i Evliyâ gibi kaynaklarda bu iki silsile de yer almasına rağmen,118 Mehmed Sami Esmâr-ı Esrâr’da Sivâsîyye silsilesini verilirken ikincisini yazmaktadır.119 Müellifimize atfedilen bir risâlede,120 Abdülehad Nûrî’ye ulaşan Sivâsîyye silsilesinde, Şemseddîn Ahmed-i Sivâsî (öl.1006/1597)’den sonra 30. sırada, dayısı ve şeyhi Abdülmecîd-i Sivâsî, 31. sırasında ise Abdülehad Nûrî Efendi yer alır. Bu eserde, yukarda verdiğimiz ikinci kol zikredilmektedir.121 Abdülehad Nûrî, silsilesini verirken de, ikinci silsileyi zikreder.122 Muhammed Nazmî’nin de aynı silsileyi verdiğinden yola çıkarak ikinci rivâye eki isimleri içeren silsilenin daha doğru ve meşhur olduğunu söyleyebiliriz. Sivâsiyye silsilesinde öne çıkan hususiyetlerden biri, her ne kadar geniş bir aile çevresi içerisinde kalmış olsa dahi, genel olarak meşîhat babadan oğula şeklinde devam etmemiştir. c- Abdülehad Nûrî’nin Halîfeleri Abdülehad Nûrî Efendi’nin kaynaklarda ismi zikredilen altmış civarında halîfesi vardır. Bu halîfelerden bir kısmı İstanbul’un önemli tekkelerinde görev yaparken, İstanbul dışında Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli bölgelerinden bir çok kimseye hilâfet vermiştir. Abdülehad Nûrî Efendi 118 R.Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ, vr. 38b; a. mlf., Hidâyet Yıldızı (Necmü’l-Hüdâ), s. 71; Nazmî, Hediyye, ss. 58-267-268; Nazmî, Dîvân, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., Hazine, nr. 920, vr. 3a-4a; Vicdânî, Tomar, s. 250; Harîrzâde, Tibyân, c. II, vr. 209b; Vassaf, Sefîne, c. III, s. 347; John S. Trimingham, The Sufi Orders in Islam, Oxford, 998, s. 76; Fındıklılı, Tekmîletü’ş-Şekâik, s. 361. 119 Mehmed Sami, Esmâr, s. 50. 120 Abdülehad Nûrî, Silsilenâme-i Abdülehad Nûrî, Süleymâniye Ktp., Çelebi Abdullah, 172, vr. 83a-86b. Bu eser, her ne kadar müellifimize adına kayıtlı olsa da (Bkz. Uçman, Abdullah, “Abdülahad Nûrî”, TDVİA, c.I, s. 179), Hüseyin Akkaya’nın da dikkat çektiği gibi (Bkz. Akkaya, Hüseyin, a.g.e., s. 79) Abdülehad Nûrî’ye âit olması mümkün değildir. Zira, “Beyân-ı Silsile-i Halvetiyye kuddise esrârühüm” başlığı taşıyan eserde, silsilenin sonunda Abdülehad Nûrî’den sonra Abdülbâki Efendi’nin ismi yazılıdır. Tarihi olarak müellifimizin silsilede kendisinden sonraki kişiyi zikredebilmesi imkan dahilinde değildir. Ayrıca müellifimizden sonra bir kişi tarafından da ilâve yapılmış olamaz, çünkü, manzum ve 65 beyi en oluşan eser, bir bütünlük içerisinde kaleme alınmış, sonradan ilâve yapılmamıştır. Yazı karakterleri eserin başından sonuna kadar aynı olup, bir kalemden çıkmış olmalıdır. Ancak, Abdülehad Nûrî’den sonra, Abdülbâki Efendi veyâ Sivâsiyye silsilesine mensup bir başka kimse tarafından yazılmış olabilir. Süleymâniye Kütüphanesi kataloğunda müellifimiz adına kayıtlı olması ve bu zamana kadar böyle bilinmesi nedeniyle biz de müellifimiz adına zikre ik. 121 A. Nûrî, a.g.e., aynı yer. 122 Nazmî, a.g.e., s. 267-268. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL şeyhlik yaptığı otuz beş yıl müddetince, yirmi binden fazla kişinin biatını kabul e iğini ve bunlardan üç yüz kadarının “ tarîkat-ı aliyyeden behredâr” olduklarını elli kadarının hilâfet aldıklarını ve yedi tanesinin de “vâsıl-ı ilallâh” olduklarını bildirir.123 Onun ilk halîfesi, irşâd için gi iği Midilli Adası’ndan İstanbul’a davet edilmesi üzerine kendi yerine bıraktığı Âlimî Efendi’dir. Diğer halifelerinden bazıları şunlardır: Muhammed Nazmî Efendi,124 Vekâyiu’l-Füzelâ’nın yazarı Medmed Şeyhî’nin babası Simkeşzâde Feyzî Hasan Efendi,125 Bülbülcüzâde Abdülkerîm Fethî Efendi.126 Şeyh Seyyid Hüseyin Efendi,127 Esircizâde Hüseyin Efendi128, Nefes Anbarı Zâkir Osman Efendi129, Hamza Efendi130, Çelebi Mustafa Efendi131, Kubûrîzâde Ortanca Mustafa Efendi (1068/1658)132, Kutub Ahmed Efendi (1075/1664-65)133, Gevrekcizâde Mehmed Efendi (1078/166768)134, A’mâ Mehmed Efendi (1080/1669-70)135, İmam Süleyman Efendi (1080/1669-70)136, Bosnalı Karabaş Osman Efendi (1085/1674)137, Vâiz Süleyman Efendi (1090/1679)138, Mekkî Mehmed Efendi (1084/1673-74) 139, Selebâf Mehmed Dede (1100/1689) 140. İstanbul dışından ise Şeyh Âlimî Mehmed Efendi (Midilli Adası) (1040/1630-31)141, Ankaralı Karabaş Mahmud Efendi (Ankara ve Edirne) (1088/1677)142, Varnalı Osman Efendi 123 Nazmî, Hediyye, ss. 267. 124 Türer, Osman, Şeyh Mehmed Nazmî, Hayatı Eserleri ve Hediyyetü’l-İhvân’ı, AÜ. İlahiyat Fakültesi, Ankara 1982.) Bu çalışmanın araştırma bölümünü oluşturan birinci bölümü yayınlanmıştır. (Bkz. Türer, Osman, Türk Mutasavvıf ve Şairi Muhammed Nazmî Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ank., 1988.) 125 Hasan Feyzî ve Dîvanı hakkında hakkında Ali Osman Coşkun tarafından bir doktora tezi hazırlanmıştır. Bkz Çoşkun, Ali Osman, Simkeşzâde Feyzî ve Dîvânı, Gazi Ünv., SBE, Ank., 1990. 126 Nazmî, Hediyye, s. 339. 127 Nazmî, Hediyye, s. 334; Vassaf, Sefîne, c. III, s. 372; Bursalı, OM, c. I, s. 62; Tevfîk, Tezkire, vr. 61b; Abdulkadiroğlu, Abdulkerim-Özsoy, Ülkü Ayan, Safranbolu Meşhurları, 1. Baskı, Ankara 2000, s. 117. 128 Nazmî, Hediyye, s. 338; Tevfîk, Tezkire, vr. 61b; Vassaf, Sefîne, c. III, s. 373; Süreyyâ, Sicill-i Osmânî, c. II, s. 199. 129 Besteleri için bkz. Ergun, Antoloji, ss. 76-77. 130 Nazmî, Hediyye, s. 343. 131 Nazmî, Hediyye, s. 333; Şeyhî, Vekâyiu’l-Füzelâ, c. I, s. 42. 132 Nazmî, Hediyye, s. 312-13. 133 Nazmî, Hediyye, ss. 316-17 134 Nazmî,Hediyye, ss. 317-18. 135 Nazmî,a.g.e., ss. 318. 136 Nazmî,Hediyye, s. 318. 137 Nazmî,a.g.e.,s. 321; Tabibzâde, a.g.e., s. 63; Özdamar, Dergahlar, s. 107. 138 Nazmî, a.g.e., s. 326. 139 Nazmî,Hediyye, ss. 324-25. 140 Nazmî, a.g.e., s. 330. 141 Nazmî, a.g.e., s. 309; Clayer, Mystques Etat et Societi Les Halvetis, s. 103,158. 142 Nazmî, a.g.e., s. 323; Süreyyâ, Sicill-i Osmânî, c. IV, s. 321. 265 266 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER (Varna) (1092/1681)143, Filibeli Abdullah Efendi (Filibe) (1090/1679)144, Vânî Seyyid Mehmed Efendi (Van) (1055/1645)145, Kırımlı Cârullah Efendi (Kırım) (1058/1648)146, Şeyh Ali Efendi (Medine) (1100/1698)147 B- Edebî Şahsiyeti Abdülehad Nûrî Efendi, tasavvufî şahsiyetiyle temâyüz etmesine rağmen, kendi döneminde ve sonraki dönemlerde özellikle ilâhîleriyle tanınan, divân sahibi özgün bir şâirdir. Müstakîmzâde Süleyman Sadeddîn Efendi, müellifimizin divânını incelemiş veya ilâhîlerini dönemindeki tekkelerde dinlemiş olmalı ki, “İlâhiyyâtı sermâye-i ehl-i zikr ü temcîddir” 148 ifâdesiyle övgüde bulunur. Safâyî, şiirlerinden “Ekser gü ârı münâcât-ı Hüda ve na‘t-ı Müctebâ”149dır diye bahseder. Sadık Vicdânî ise, şiirlerinin bir inci gibi olduğunu, “le‘âlî-i sûfiyye”150 ifâdesiyle açıklar. Abdülehad Nûrî, şiirlerini sade, anlaşılır ve akıcı bir Türkçe ile yazmıştır. Şiirleri, ifâdelerindeki lirizm, şekil ve uslûbu ile Yunus Emre’yi çağrıştırmaktadır. Müellifimiz hakkında yazı yazan herkesin ortak kanaati budur.151 Çok az da olsa Arapça ve Farsça şiirler yazmış, tamlamalar kullanmıştır. Tam bir divanı bulunmaktadır. “Semâdan sırr-ı tevhîdi duyan gelsün bu meydâna Derûnice bugün Allah diyen gelsin bu meydâna”152 şeklinde başlayan ve müellifimizin Ayasofya Camii’de, vaaz esnâsında irticâlen okuduğu ve kendisine tevdî edilen kutubluk makamına işâret e iği rivâyet edilen,153 143 Aynı eser, ss. 326-27; Clayer, Mystques Etat et Societi Les Halvetis, ss. 103, 158. 144 Aynı eser, s. 326; Clayer, a.g.e.,ss. 103, 158. 145 Nazmî, Hediyye, s. 310. 146 Aynı eser, s. 311. 147 Aynı eser, ss. 330. 148 Müstakîmzâde, Terâcîm-i Ahvâl-i Şüyûh-i Ayasofya, Süleymâniye Ktp., Esad Efendi Bl., nr. 1716, vr. 13a-13b. 149 Safâyî, Tezkire, Süleymâniye Ktp., Es‘ad Efendi Bl., nr. 2549, vr. 335b. 150 Vicdânî, Tomar, s. 116. 151 Yunus Emre ve Abdülehad Nûrî’nin şiir ve dil özellikleri hakkında mukayese ve benzerlikler hakkında bkz. Gölpınarlı, Abdülbâki, Yunus Emre ve Tasavvuf, İnkılap Kitabevi, İst., 1992, s. 225; Üçer, Müjgan, Yunus İzinde Bir Şâir: Nûrî-i Sivâsî (Abdülehad Nûrî), Revak, 1993, ss. 56-65; Akkaya, Hüseyin, a.g.e., ss. 163-165; Coşkun, Ali Osman, Abdulahad Nûrî Dîvânı, s. 8; Yılmaz, Necdet, OTT., s. 209; a. mlf., Osmanlı’da Tasavvuf ve Mutasavvıflar ve XVII. Asırda Yunus İzinde Bir Âlim Sûfî Abdülehad Nûrî Efendi, (Yayımlanmamış makale), s. 12.; Çelik, Nilüfer, Abdülehad Nûrî ve Divanının Tenkitli Metni, s. XXXII; Erdemir, Avni, Anadolu Sahası Musikişinas Divan Şâirleri, Türk Sanatı ve Eğitimi Vakfı Yay., Ankara 1999, s. 349-352. 152 A. Nûrî, Dîvân, vr. 62b. 153 Nazmî, Hediyye, s. 173; Vassâf, Sefîne, c. III, s. 358. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Gönül maksûdunu buldu cihan envâr ile doldu Bu gün Nûrî imâm oldu uyan gelsün bu meydâna154 beytiyle biten şiirinin, Yunus Emre’nin aşağıdaki şiirinden alınan ilham ile söylendiğine dikkat çeker: Bu ‘ışk meydânı içinde çağırdım bir avâz etdüm Müezzinlik bizim oldu imâm oldum uyan gelsün.155 Abdülehad Nûrî Efendinin 40’dan fazla şiiri bestelenmiş, ilâhîler yazdığı gibi bizzat kendisi “Ey dil bize bir haber ver” mısrasıyla başlayan ilâhîsini bestelemiştir.156 Aşağıda sunacağımız gibi, özellikle kendi dönemindeki bestekarlar onun gü elerine büyük bir rağbet göstermişlerdir.157 Müellifimizin bestelediği ilâhînin gü esi şöyledir: Ey dil bize ver bir haber ‘Işk ellerine kim gider Hasret ile yandı ciğer ‘Işk ellerine kim gider ‘Âşıklara vakt-i seher Andan nesîm-i ‘ışk eser Ol ne aden alup haber ‘Işk ellerine kim gider İster gönül ol illeri Müşgîn kokar sümbülleri Solmaz o bağun gülleri ‘Işk ellerine kim gider Ey hâb-ı gafle e kalan Fırsat geçer bir dem uyan Bâkî değül bezm-i cihân ‘Işk ellerine kim gider Bi’llâhi ol ilün yolu Nûrî’ye cândan sevgili Bağlandı ‘ışkın mahmili ‘Işk ellerine kim gider.158 154 A. Nûrî, Dîvân, vr. 63a. 155 Gölpınarlı, Abdülbâkî, Yunus Emre ve Tasavvuf, s. 225. 156 Öztuna, Yılmaz, Büyük Türk Mûsikîsi Ansiklopedisi, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1990, c. II, s. 148. 157 Tekin, Arslan, Edebiyatımızda İsimler ve Terimler, Ötüken Yay. İkinci Basım, İst., 1999, s. 11-12. 158 A. Nûrî, Dîvân, vr. 30b-31a. 267 268 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Abdülehad Nûrî Efendi’nin kendi dönemindeki ve sonraki bestekarlar tarafından bestelenmiş şiirleri ve bestekarları Sade in Nüzhet Ergun’un Türk Mûsikîsi Antolojisi ve Ali Rıza Şengel’in Türk Mûsikîsi Klasikleri’de geniş şekilde yer almaktadır. Ayrıca Müjgan Üçer159 ve Hüseyin Akkaya da160 çalışmalarında bestelenmiş eserlerle ilgili bilgi sunarlar. Nuri Efendinin eserlerini besteleyenler arasında Dede Efendi de vardır.161 Abdülehad Nûrî’nin en fazla rağbet gören ve bestelenen “Bâğ-ı cemâle çün irem” isimli şiiri şu şekildedir: Bâğ-ı cemâle çün irem Vuslat gülin anda direm Hakk’ın tecellâsın görem Ben hû direm yâ hû direm. Gice ve güzdüz ey dede Kesretde de vahdetde de Mahşerde de cennetde de Ben hû direm yâ hû direm. Cümle vücûdum mû-be-mû Hû ile dolmuşdur kamu Milk oldı bana çünki hû Ben hû direm yâ hû direm. Ayrılsa cismimden bu can Yıkılsa bu kevn ü mekan Münkir olursa hep cihan Ben hû direm yâ hû direm. ‘Âşıklar içre olsa sûr Bu Nûrî’ye irse sürûr Anda tecellî itse nûr Ben hû direm yâ hû direm.162 Daha kendi döneminde birçok şiirinin bestelenerek tekkelerde okunması şiirlerin tasavvufî şevk ve zevk açısından değerine işâret ederken, aynı zamanda Derviş Ali Şirugânî (öl.1126/1714), Nikâbî Ömer Efendi ve Halîfezâde Tâhir Efendi gibi önemli bestekarlar tarafından bestelenmesi onun şiirinin tasavvufî muhtevâ yanında şekil ve üslup önünden edebî bir kıymete hâiz olduğunu gösterir. 159 Üçer, Müjgan, Yunus İzinde Bir Şâir: Nûrî-i Sivâsî, ss. 61-65 160 Akkaya, a.g.e., s. 157-162. 161 Şengel, Ali Rıza, Türk Musikîsi Klasikleri, c. I, s. 89. 162 A. Nûrî, Dîvân, vr. 50a-b. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL C- Eserleri Abdülehad Nûrî Efendi, ağırlıklı olarak tasavvufî konuların ele alındığı yirmi civârında eser kaleme almış bir müelli ir. Bursalı Mehmed Tahir, 28 eser ismi zikreder.163 Aynı şekilde Hüseyin Vassaf da, eserlerinin sayısının yirmi sekiz olduğu söyler ve “tahkîk edebildiklerim ber vech-i âtîdir” diyerek, yirmi eserin ismini zikreder.164 Hocazâde Hilmi Efendi, “müellefât-ı ‘aliyyelerinin başlıcaları ber vech-i âtîdir” diyerek, on yedi eser ismi zikreder ve ardından “vesâirdir” ifâdesiyle başka eserlerinin de olduğuna işâret eder.165 Sadık Vicdânî de, Hocazâde gibi, on yedi kadar değerli eserinin olduğunu ifâde eder.166 Bağdatlı İsmâil Paşa, Hediyyetü’l-Ârifîn’de yirmi yedi,167 Brockelman ise GAL’de on dokuz eser ismi kaydeder.168 Yukarıdaki kaynaklarda geçen eserleri incelediğimizde, bazı eserlerin mükerrer olarak zikredildiği ortaya çıkmaktadır. Bazı risâleler, çeşitli eserlerin içerisindeki bölümlerdir. Ancak, belki de önemine binâen müstakil eser gibi kaydedilmiştir. Örneğin, Risâletün fî Hayâti’l-Hızır ve İlyâs, Kasmu’l-Mübtedi‘în içerisinde; Risâletün fî Cevâzi Edâi’n-Nevâfili bi’lCemâ‘ati, el-‘Adlü ve’l-İksât beyne’t-Tefrîti ve’l-İfrât içerisinde; Risâletün fî Nef’i Mesâ‘i’l- Ahyâ’i ve’l-Emvât, Risâletün fî İsbâti’ş-Şu‘ûr li-Ehli’l-Kubûr içerisinde bölüm olarak yer almaktadır.169 Kütüphanelerde tespit edebildiğimiz müstakil eserleri şu şunlardır. Arapça Eserleri 1) Mir‘âtü’l-Vücûd ve Mirkâtü’ş-Şuhûd170 (Tasavvuf) 2) Riyâzu’l-Ezkâr ve Hiyâzu’l-Esrâr171 (Tasavvuf) 163 Bursalı, OM, c. I. ss. 121-122. Bursalı Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri’nde yirmi sekiz eser kaydederken, “Sekiz Zâtın Terceme-i Ahvâli” isimli eserinde on sekiz eser ismi kaydeder. Bkz. Bursalı, Sekiz Zât, ss. 37-38. 164 Vassaf, Sefîne, c. III, s. 368. 165 Hocazâde, Ziyâret, s. 89. 166 Vicdânî, Tomar, s. 252. 167 Bağdatlı İsmâil, Hediyyetü’l-Ârifîn, c. I, s. 493. 168 Brockelman, GAL, c. II, s. 591. 169 Bu konuda Necdet Yılmaz da aynı bulgulara ulaşmıştır. Bkz. Yılmaz, OTT, s. 211. 170 Süleymâniye Ktp., Hasan Hüsnü Paşa Bl., nr., 1193; Aynı Ktp., Es‘ad Efendi Bl., nr. 3614; Aynı Ktp., Hacı Mahmut Efendi Bl., nr. 2341; Aynı Ktp., Hacı Mahmut Efendi Bl., nr. 2905; Aynı Ktp., Hacı Mahmut Efendi Bl., nr. 1061; Aynı Ktp., Reşid Efendi Bl., nr. 457; Koca Râğıp Paşa Ktp., nr. 714; Nazmî, Hediyye, s. 215; Bursalı, OM, c. I, s. 122; a. mlf., Sekiz Zât, s. 38; Vassaf, Sefîne, c.III, s. 368; Bağdatlı İsmail, Hediyyetü’l-Arifîn, c. I, s. 493; Brockelman, GAL, c. II, s. 591; Hocazâde, Ziyâret, s. 89; Kehhâle, Mu‘cemu’l-Müellifîn, c. V, s. 66. 171 Süleymâniye Ktp., Mihrişah Sultan Bl., nr. 212; Aynı Kpt., Hacı Mahmud Efendi Bl., nr. 2575; Aynı Ktp., Hacı Mahmud Efendi Bl., nr. 2438/2; Aynı Ktp., Hasan Hüsnü Paşa Bl., nr. 1193; Beyazıt Ktp., Veliyyüddîn Efendi Bl., nr. 1827; Edirne Selimiye Ktp., nr. 1113 (Bkz. Yılmaz, Necdet, 269 270 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL 3) Risâletün Müte‘allikatün bi-Tayyi’l-Mekân172 (Tasavvuf) 3. Dîvân182 4) Kasmu’l-Mübtedi‘în bi-Sinâni’s-Sünne173 (Tasavvuf) 4. Tercüme-i Te’dîbü’l-Mütemerridîn183 5) el-‘Adlü ve’l-İksât beyne’t-Tefrîti ve’l-İfrât174 (Tasavvuf-Fıkıh) 6) İsbâtü’l-‘Âlim ve’ş-Şu‘ûr limen Kâne min-Ehli’l-Kubûr175 (Tasavvuf) 7) Risâletün Müteallikatün bi-Kavlihî Te‘âlâ “ve en-Leyse li’l-İnsâni illâ mâ-Se‘â176 8) İnkâzu’t-Tâlibîn ‘an-Mehâvi’l-Gâfilîn177 9) Hikmetü’t-Te‘âruz fî Sûreti’t-Tenâkuz178 (Tefsir) Abdülehad Nûrî’ye atfedilen ancak mevcut eserler içerisinde bir bölüm olan veya kütüphanelerde nüshalarını tespit edemediğimiz eser isimleri şunlardır:184 Risâle-i Şerh-i Erba‘iniyyât,185 Risâle fî-Muhabbeti’l-‘Abdi li-Rabbihî,186 Risâle fî Şurûti Talebi li-‘ilmi’n-Nâfî‘,187 Risâle-i Şart-ı İsticâbeti’d-Du‘â,188 Risâle fî Hakîkati Leyleti’l-Kadr,189 Ravdatü’l-Cinân fî-Esrâri’d-Deverân,190 Vâridât,191 Sülûk,192 Ebeveyn-i Nebî,193 Risâle fî’l-Evliyâ ve fî-Hayâti’l- 10) Te’dîbü’l-Mütemerridîn179 Türkçe Eserleri 1. Risâletün fî-Deverâni’s-Sûfiyye180 (Tasavvuf) 2. Terceme-i Risâle-i Deverâni’s-Sûfiyye181 (Tasavvuf) OTT, s. 210); Bursalı, OM., c. I, s. 121; a. mlf., Sekiz Zât, s. 37; Vassaf, Sefîne, c. III, s. 368; Bağdatlı İsmail, Hediyyetü’l-Arifîn, c. I, s. 493; Brockelman, GAL, c. II, s. 591; Hocazâde, Ziyâret, s. 89. 172 Süleymâniye Ktp., Es‘ad Efendi Bl., nr. 1446/19, vr. 258b-260b; Beyazıt Ktp., Veliyyüddin Efendi Bl., nr. 1827/10, vr. 142b-144a; Bursalı, OM, c. I, s. 121; a. mlf., Sekiz Zât, s. 38; Vassaf, Sefîne, c. III, s. 368; Bağdatlı İsmail, Hediyyetü’l-Arifîn, c. I, s. 493; Brockelman, GAL, c. II, s. 591; Hocazâde, Ziyâret, s. 89. 173 Beyazıt Ktp., Veliyyüddin Efendi Bl., nr. 1827/2, vr. 19b-31b; Bursalı, OM, c. I, s. 122; Bağdatlı İsmail, Hediyyetü’l-Arifîn, c. I, s. 493; Brockelman, GAL, c. II, s.591. 174 Beyazıt Ktp., Veliyyüddin Efendi Bl., nr. 1827/6, vr. 104b-112a; Bursalı, OM., c. I, s. 122; Bağdatlı İsmail, Hediyyetü’l-Arifîn, c. I, s. 493; Brockelman, GAL, c. II, s. 591. 175 Beyazıt Ktp., Veliyyüddin Efendi Bl., nr. 1827/7, vr. 112b-124b; Bursalı, OM, c. I, s. 122; a. mlf., Sekiz Zât, s. 38; Vassaf, Sefîne, c. III, s. 368; Bağdatlı İsmail, Hediyyetü’l-Arifîn, c. I, s. 493; Hocazâde, Ziyâret, s. 89; Brockelman, GAL, c. II, s.591. 176 Beyazıt Ktp., Veliyyüddin Efendi Bl., nr. 1827/8, vr. 126b-132b; Süleymaniye Ktp., Es‘ad Efendi Bl., nr. 1446, vr. 258-260;Nazmî, Hediyye, s. 255; Brockelman, GAL, c. II, s. 591. 177 Beyazıt Ktp., Veliyyüddin Efendi Bl., nr. 1827, vr. 133b-141b; Bursalı, OM, c. I, s. 122; Bağdatlı İsmail, Hediyyetü’l-Arifîn, c. I, s. 493; Brockelman, GAL, c. II, s. 591; Kehhâle, Mu‘cemü’lMüellifîn, c. V, s. 66. 178 Köprülü Ktp., nr. 1590; A. Nûrî, el-‘Adlü ve’l-İksât beyne’t-Tefrîti ve’l-İfrât, vr. 7b; Bursalı, OM, c.I, s. 122; a. mlf., Sekiz Zât, s. 37; Vassaf, Sefîne, c.III, s. 368; Bağdatlı İsmail, Hediyyetü’lArifîn, c. I, s. 493;; Hocazâde, Ziyâret, s. 89; Kehhâle, Mu‘cemu’l-Müellifîn, c. V, s. 66. 179 Beyazıt Ktp., Veliyyüddin Efendi Bl., nr. 1827/4, vr. 68b-82b; Bursalı, OM, c. I, s. 122; a. mlf., Sekiz Zât, s. 37; Vassaf, Sefîne, c.II, s. 368; Hocazâde, Ziyâret, s. 89; Bağdatlı İsmail, Hediyyetü’lArifîn, c. I, s. 493; Brockelman, GAL, c. II, s. 591; Kehhâle, Mu‘cemü’l-Müellifîn, c. V, s. 66. 180 Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmut Efendi Bl. nr. 3044/2; Beyazıt Ktp., Veliyyüddin Efendi Bl., nr. 1827/11; Bursalı, OM, c. I, s. 122; a. mlf., Sekiz Zât, s. 38; Hocazâde, Ziyâret, s. 89; Vassaf, Sefîne, c. III, s. 368; Bağdatlı İsmail, Hediyyetü’l-Arifîn, c. I, s. 493; Brockelman, GAL, c. II, s. 591. 181 Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi Bl., nr. 3122/2; Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi Bl., nr. 3172; Süleymaniye Ktp., Es‘ad Efendi Bl., nr. 1434. Abdülehad Nûrî’nin başkasına âit eserlerden yaptığı tek tercümedir. Müellifimizin deverân konusuna verdiği önem ve hassâsiyetin netîcesi olsa gerek, Sünbül Sinan Efendi (öl. 936/1529-30)’nin konuyla ilgili bu eserini tercüme etmiştir 182 İÜ. Ktp., TY, nr. 483; İÜ. Ktp., TY, nr. 510; İÜ. Ktp., TY, nr. 1350; Sül. Ktp., H. Hüsnü Paşa, nr. 1039; Sül. Ktp., Mihrişah Sultan, nr. 159; Sül. Ktp., H. Mahmud Ef., nr. 3484; Sül. Ktp., H. Mahmud Ef., nr. 3586; İstanbul Bel. Ktp., YZM, nr. 474; İstanbul Bel. Ktp., YZM, nr. 100; Selim Ağa Ktp., Hüdai, nr. 1875/21. Akkaya, Hüseyin, “Kadızâdeliler-Sivâsîler Tartışmasının Önemli İsimlerinden Abdülahad Nûrî ve Dîvanı”, Sivas 1998. Bu çalışma “Abdülahad Nûrî ve Dîvanı”adıyla Kitabevi Yayınları arasında yayınlanmıştır. (İstanbul 2003.); Çelik, Nilüfer, Abdülahad Nûrî ve Dîvân’ının Tenkitli Metni, Yüksek Lisans Tezi, Elazığ, 1999; Coşkun, Ali Osman, Abdülahad Nûrî Dîvânı, M.E.B. Yay., İstanbul 2001. 183 Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi Bl., nr. 4411; Süleymaniye Ktp., Pertevniyal Bl., nr. 96/11; Süleymaniye Ktp., Es‘ad Efendi Bl., nr. 3065; Süleymaniye Ktp., Çelebi Abdullah Bl., nr. 196; Beyazıt Ktp., Veliyyüddin Efendi Bl., nr. 1827/5; Bursalı, OM., c. I, s. 121; a. mlf., Sekiz Zât, s. 37; Vassaf, Sefîne, c. III, s. 368; Bağdatlı İsmail, Hediyyetü’l-Arifîn, c. I, s. 493; Hocazâde, Ziyâret, s. 89; Brockelman, GAL, c. II, s. 591. 184 Konuyla ilgili geniş bilgi için bkz. İbrahim Baz, Abdülehad Nûrî-i Sivâsî, İnsan Yayınları, İstanbul 2007, ss: 269-308. 185 Vassaf, a.g.e., c.III, s. 368. Nazmî Efendi müellifimizin bu isimde bir eserinin olduğu haber vermektedir: “Te’lîfât-ı şerîfelerinden kitâbı-ı Erba‘iniyyât’da ...” Bkz. Nazmî, Hediyye, s. 257. Nazmî bu eserde Abdülehad Nûrî’nin, Hz. Adem’in yaratılışına dâir “İnnallâhe hammera tînete Âdeme erba‘îne sabâhen” şeklindeki bir hadisi (Böyle bir hadisi kaynaklarda bulamadık ancak, Avârifü’l-Maârif’te bu rivâyete yer verilir. Bkz. Sühreverdî, Avârif, s. 264.) sekizinci hadis olarak şerh e iğini belirtir ve kısa bir alıntı yapar. Bkz. Nazmî, Hediyye, s. 257-258. Anlaşılan o ki, Abdülehad Nûrî bu eserde tasavvufî düşüncede önemli bir yere sahip olan, çile ve erbaîn şeklinde literatürde yerini alan “kırk” sayısı hakkında çeşitli hadis, muhtemelen âyet ve erbaînin sülûk açısından önemi üzerinde durmuştur. Hüseyin Vassaf’ın incelediğine göre, bu eserin İstanbul kütüphânelerinde halen bulunma imkânı söz konusudur. Bulunduğunda, konuyla ilgili kıymetli bilgilere ulaşılacağı muhakkaktır. 186 Vassaf, Sefîne, c.III, s. 368. Abdülehad Nûrî böyle bir Risâlesinin olduğunu Te’dîbü’lMütemerridîn isimli eserinde “Fî Risâletine’l-Müteallikatü bi-kavlihi “Kul in-küntüm tuhibbûne’llâhe fe ebi‘ûnî yuhbibkümullâh” ifâdesiyle beyân eder. (Bkz. Abdülehad Nûrî, Te’dîbü’l-Mütemerridîn, vr. 75b.) 187 Vassaf, Sefîne, c.III, s. 368. 188 Vassaf, Sefîne, c.III, s. 368. 189 Vassaf, Sefîne, c.III, s. 368. 190 Vassaf, Sefîne, c. III, s. 368. 191 Aynı eser, c. III, s. 368. 192 Aynı eser, aynı yer. 193 Aynı eser, aynı yer. 271 272 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Hızır ve’l-İlyâs,194 Risâle-i mâ-‘Arafnâke,195 Risâletün fî nef‘i Mesâ‘i’lAhyâ‘i li’l-Emvât,196 Risâletün fî Cevâzi Edâi’n-Nevâfili bi’l-Cemâ‘a,197 Şerh-i Kelimâti Kümeyl bin Ziyâd,198 Merâtibi Ma‘rifeti’r-Rahmân,199 Risâletü’l-Itriyye,200 Dürer-i Nûri,201 Risâletü’t-Tâc,202 Hüccetü’l-Vidâd,203 Risâletün fi’r-Reddi ‘alâ men-Enkera ‘İntifâ‘a Ba‘zi’l-Mü’minîn bi-Sa‘yi Ba‘zi İhvânihim, Risâletün fi’l-Kelâmi ‘alâ Ba‘zi ‘Âyâtin mine’l-Kur’âni’lKerîmi, Silsilenâme-i Abdülehad Nûrî.204 D-Tesirleri Bir tarîkat şeyhinden etkilenecek kişilerin başında, hiç şüphesiz kendi müridleri gelir. Abdülehad Nûrî Efendi açısından olaya baktığımızda, Nazmî Efendi bunların en önemlilerindendir. Osman Türer’e göre, Nazmî Efendi “Hasbelkader tanımış olduğu bir şeyhe intisâb etmeyip, bilakis bağlanacağı şeyhin manevî seviyesini ve irşâd kudretini kendi açısından 194 Aynı eser, aynı yer. 195 Vassaf, Sefîne, c.III, s. 368; Hocazâde, Ziyâret, s. 89; Bursalı, Sekiz Zât, s. 38. 196 Bursalı, OM., c. I, s. 121; a.mlf., Sekiz Zât, s. 37; Hocazâde, Ziyâret, s. 89; Bağdatlı İsmail, Hediyyetü’l-‘Ârifîn, c. I, s. 493. 197 Bursalı, OM., c. I, s. 121; a.mlf., Sekiz Zât, s. 37; Hocazâde, Ziyâret, s. 89; Bağdatlı İsmail, Hediyyetü’l-‘Ârifîn, c. I, s. 493; Kehhâle, Mu‘cemü’l-Müellifîn, c. V, S. 67. 198 Bursalı, OM.,c. I, s. 122; a.mlf., Sekiz Zât, s. 37; Bağdatlı İsmail, Hediyyetü’l-‘Ârifîn, c. I, s. 493. 199 Bursalı, OM., c. I, s. 122. 200 Aynı eser, aynı yer. 201 Bursalı, OM., c. I, s. 122. 202 Bursalı, OM., c. I, . 122; Bağdatlı İsmail, Hediyyetü’l-‘Ârifîn, c. I, s. 493. Müellifimizin bu isimde bir eserinin olduğu Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi’nde de zikredilmekte ve “tarîkat şeyhlerinin başlarına giydikleri tacın, yapılışını, renklerini, ve üzerinde bulunan simgelerin özelliklerini açıklar” tanıtılmaktadır. (Bkz. Heyet, “Abdülahad Nuri”, Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, İstanbul, 1983, c. I, s. 41). Ansiklopedideki ilgili maddenin kaynakları arasında Osmanlı Müellifleri ve Sicill-i Osmânî eserlerinin isimleri gösterilmektedir. Ancak bu iki eserde de Risâletü’t-Tâc isimli müellifimize atfedilen eserin muhtevâsı hakkında böyle bir bilgi bulunmamaktadır. Anlaşılan muhtevâya dâir bilgiler eser ismine uygun şekilde tahmini olarak yazılmıştır. Mehmed Alî Aynî de böyle bir eserin varlığına işâret eder. Bkz. Aynî, Tasavvuf Tarihi, s. 274, 18 no’lu dipnot. 203 Bursalı, OM., c. I, 122. 204 Uçman, Abdullah, “Abdülahad Nûrî”, TDVİA, c.I, s. 179. Süleymâniye Ktp., Çelebi Abdullah, 172, vr. 83a-86b’de kayıtlı olan bu eser, her ne kadar müellifimize adına kayıtlı olsa da Hüseyin Akkaya’nın da dikkat çektiği gibi (Bkz. Akkaya, Hüseyin, a.g.e., s. 79, 138 no’lu dipnot.) Abdülehad Nûrî’ye âit olması mümkün değildir. Zira, “Beyân-ı Silsile-i Halvetiyye kuddise esrârühüm” başlığı taşıyan eserde, silsilenin sonunda Abdülehad Nûrî’den sonra Abdülbâki Efendi’nin ismi yazılıdır. Tarihi olarak müellifimizin silsilede kendisinden sonraki kişiyi zikredebilmesi imkan dahilinde değildir. Ayrıca müellifimizden sonra bir kişi tarafından da ilâve yapılmış olamaz, çünkü, manzum ve 65 beyi en oluşan eser, bir bütünlük içerisinde kaleme alınmış, sonradan ilâve yapılmamıştır. Ancak, Abdülehad Nûrî’den sonra, Abdülbâki Efendi veyâ Sivâsiyye silsilesine mensup bir başka kimse tarafından yazılmış olabilir. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL muhâsebe edip, o hususlarda kalbi iyice kanaat getirdikten sonra şeyhine mürid olmuştur.”205 Bu ifâdelerden anlıyoruz ki Nazmî Efendi, kendince yaptığı incelemeler netîcesinde mânevî terbiyeyi alabilecek kişi olarak Nûrî Efendi’yi görmüştür. Ayrıca onun hayatını Hediyyetü’l-İhvân isimli eserinde uzun şekilde anlatmıştır. Abdülehad Nûrî’nin önemli halîfelerinden biri olan Simkeşzâde Feyzi Efendi, müellifimizin takipçilerinden olmuş, Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’nin verdiği “Sîmî” mahlasını kullanırken, Nûrî Efendi’nin “Hasan Çelebi senün mahlasun ba’de’l-yevm Feyzî olsun” diyerek verdiği “Feyzî” mahlasını kullanmaya başlamıştır.206 Feyzî Efendi, Abdülehad Nûrî hakkında kasîde türü dört medhiye, iki terkîb-i bend ve bir tahmîs yazmıştır. Bu medhiyelerden ilki, kırk beş,207 ikincisi on iki,208 üçüncüsü altmış,209 dördüncüsü ise elli sekiz210 beyitten müteşekkildir. Terkibi bendler de, medhiyeler gibi uzundur.211 İkinci medhiyenin son beyti şöyledir: “Gelse kapuna nâ-şâd feyzünle olur ol şâd Zâtunda konmuş irşâd diller sana musahhar.”212 Zamanının kutbu olarak kabul edilen Abdülehad Nûrî’ye, kendi döneminin önemli şahsiyetlerinden Abdülmecîd-i Sivâsî’nin “Sânî-i İbn Arabî” şeklinde hitap e iği213 “Olanlar Şeyhi”214 olarak maruf İbrahim Efendi (öl.1065/1655) saygı ve hürmet göstermiş, ondan tefeyyüz etmiştir.215 Hatta kendisini Aziz Mahmud Hüdâyî’ye nisbetle Celvetî sayarken, Abdülehad Nûrî’den aldığı feyz ile de halvetî addeder.216 205 Türer, a.g.e., s. 38. 206 Nazmî, Hediyye, s. 331; Şeyhî, a.g.e., c. I, s. 38; Çoşkun, Ali Osman, a.g.t., s. 8. 207 Çoşkun, a.g.t, ss. 189-192. 208 Aynı tez, ss. 192-193 209 Aynı tez, ss. 193-198. 210 Aynı tez, ss. 198-2002. 211 Aynı tez, ss. 227-238. 212 Aynı tez, s. 193. 213 Nazmî, Hediyye, s. 306. 214 Hayatı hakkında bkz. Vassaf, Sefîne, c. II, s. 290-294; Kemikli, Bilal, Sun‘ullah Gaybî Dîvânı (inceleme-metin), MEB Yay., İstanbul, 2000, ss. 29-32. 215 Nazmî, Hediyye, ss. 306-308; Uşşâkîzâde, Zeyl, ss. 545-546; Vassaf, Sefîne, c. II, s. 290; Aynı eser, c. III, s. 364; Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c. III/1, s. 351; Yılmaz, Necdet, OTT, s. 330. 216 Vassaf, Sefîne, c. II, s. 291; Bursalı, OM, c. I, s. 26. Kemikli, Bilal, Sun‘ullah Gaybî Dîvânı, ss. 26-27; a. mlf., “Yunus Yolunda Bir Mutasavvıf Şâir: Olanlar Şeyhi İbrahim Efendi”, VII, Uluslar arası Türk Halk Edebiyatı Semineri, 7-9 Mayıs 1997, Eskişehir. Ayrıca bkz. Olanlar Şehyi İbrahim, Müfîd-i Muhtasar, haz.: Bilal Kemikli, Kitabevi Yay., İstanbul 2003, ss. 13, 36, 44, 45.) 273 274 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Abdülehad Nûrî ile görüşen kişilerden biri de, Şeyh Şa‘ban-ı Velî’nin halîfelerinden biri olan Üsküdârî Karabaş Ali Efendi’dir.217 Mesnevî şârihlerinden olan Sarı Abdullah Efendi de (öl. 1071/1661), Olanlar şeyhi İbrahim Efendi’nin de bulunduğu bir mecliste Abdülehad Nûrî ile görüşmüştür.218 Abdülehad Nûrî Efendi’den sonra, Kadızâdelilere karşı mücedelede ismi ön plana çıkan Niyazî-i Mısrî’nin müellifimizin eser ve şiirlerini okumuş olması muhtemeldir. Aşağıdaki şiirlerdeki benzerlik buna delil olarak gösterilebilir: Abdülehad Nûrî: “es-Salâ gelsün gelen meydân-ı ‘ışka es-salâ Bâş u câna bakmayan merdân-ı ‘ışka es-salâ İbn-i Edhem gibi tâc u tahtın terk eyleyüp Kul olan gelsün berü sultân-ı ‘ışka es-salâ.”219 Niyazî-i Mısrî: “es-Salâ her kim gelür bâzâr-ı ‘aşka es-salâ es-Salâ her kim yanarsa nâr-ı ‘aşka es-salâ İbn-i Edhem gibi tâc u tahtın terk eyleyen Soyunup ‘abdâl olan hunkâr-ı ‘aşka es-salâ.”220 Halvetiyye Tarîkatının kollarından Salâhiyye’nin221 kurucusu olan Abdullah Salahaddîn-i Uşşakî (1117/1705-1197/1782),222 Abdülehad Nûrî’nin eserlerini okumuş ve mensur eserlerinde onun fikirlerine yer vermiş, nakiller yapmıştır.223 Abdülehad Nûrî’den etkilenen kişilerden biri de İmam Abdülganî enNablûsî (öl. 1143/1731)’dir. İmam Nablûsî, müellifimizin “Mir‘âtü’l-Vücûd ve Mirkâtü’ş-Şuhûd” adlı eserini “Itlâku’l Kuyûd fî Şerhji Mir‘âtü’l-Vücûd”224 ismiyle şerhetmiştir. Hüseyin Vassaf, müellifimizin türbesini ziyâret etmiş, onun bir na‘tını tahmîs yazmıştır. 225 217 Nazmî, Hediyye, s. ss.303-304. 218 Nazmî, a.g.e., s. 175-176. 219 A. Nûrî, Dîvân, vr. 18b. 220 Erdoğan, Kenan, Niyazî-i Mısrî Dîvânı, Ankara, s. 210. 221 Salahiyye Tarîkatı hakkında geniş bilgi için bkz. Akkuş, Mehmed, Abdullah Salâhaddîn-i Uşşakî (Salâhi)’nin Hayatı ve Eserleri, MEB Yay., 1998, ss. 42-63. 222 Hayatı, tarîkatı ve eserleri hakkında geniş bilgi için bkz. Akkuş, Mehmed, a.g.e. ss. 11-188. 223 Akkuş, a.g.e., s. 90. 224 Bu eserin nüshaları bkz.: 1-Süleymâniye Ktp., nr. 332 . Bir mecmuanın 50-117 varakları arasında bulunmaktadır. 25 satıra, nesih hatla yazılmış olup, çalışmamızda bu nüshadan istifâde edilmiştir. 2- Hacı Selim Ağa Ktp., Hüdâî Bl., nr. 321; 3- DTCFKtp., İsmail Saib Bl., 1.234; 4DTCF. Ktp., İsmail Saib, 1.234; 5- DTCF. Ktp., İsmail Saib, I. 803. 225 Hüseyin Vassaf’ın yazdığı bu tahmîs Sefîne’nin numaralı sayfalarında olmayıp, üçüncü cil e müellifimizn hayatını anla ığı bölümde 370-371 sayfaları arasında müstakil bir sayfadır. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL E- Kadızâdeliler-Sivâsîler Tartışması ve Abdülehad Nûrî Efendi Genel anlamda İslam tarihi, spesifik olarak da Osmanlı tarihi içerisinde önemli bir yeri olan ve meydana geldiği XVII. yüzyıldan günümüze kadar bir çok ilim ve fikir adamının çalışmalarının konusunu teşkil eden226 fıkıh ehli ile mutasavvıflar arasındaki bu dinî-fikrî tartışma, ilk olarak Kadızâde Mehmed Efendi ismindeki bir vâizin başlatması münâsebetiyle, “Kadızâdeliler Hareketi”,227 Kadızâdelilerin karşısında mutasavvıfları temsîl eden ve “Sivâsî” olarak tanınan Abdülmecîd-i Sivâsî ve onun takipçilerinden başta Abdülehad Nûrî’ye nispetle de, “Kadızâdeliler-Sivâsîler”228 mücâdelesi şeklinde tarihteki yerini almıştır. Ayrıca kadızâdeliler hareketi, Osmanlı Devleti’nin her kademesine karşı ortaya koyduğu din anlayışı ve bunun siyâsete uzanan fikrî boyutu ve baskı yönüyle “Hoca Nüfûzu”,229 hedef kitleleri olan mutasavvıflara karşı ise her açıdan “tasfiyeci”230 bir hüviyet taşımaktadır. 226 Necati Öztürk, Islamic Ortodoxy, Among The O omans In The Seventeenth Century With Special Referance to The Qâdı-zâdeMovement, (Basılmamış Doktora Tezi), Edinburg Üniversitesi, 1981; Semiramis Çavuşoğlu, The Kadizâdeli Movement: An A emp of Şerî’atMinded Reform in the O oman Empire, (Basılmamış Doktora Tezi), Princeton University, 1990; M.Hulusi Lekesiz, XVI. Yüzyıl Osmanlı Düzenindeki Değişimin Tasfiyeci (Püritanist) Bir Eleştirisi: Birgivî Mehmed Efendi ve Fikirleri, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara, 1997; Madeline C. Zilfi, “The Kadızâdelis: Discordent Revivalism in Seventeenth-Century Istanbul, Journal of Near Eastern Studies, 4 (1986), çev: Hulusi Lekesiz, “Kadızâdeliler: Onyedinci Yüzyıl İstanbul’unda Dinde İhyâ Hareketleri”, Türkiye Günlüğü, sy.: 58 (Kasım-Aralık, 1999), ss. 65-79; M S. Çapanoğlu, “Dördüncü Murad Devrinde Fıkıhçı Yobazların Dâvâsı” Tarihten Sesler, c. I, sy., 2 (Şubat 1943), ss. 37-39; Hans George Mayer, “İçtimâî Tarih Açısından Osmanlı Devleti’nde Ulemâ-Meşâyih, Münâsebetleri, KAM, yıl: 9, sy., IV (1980). 227 Ahmet Yaşar Ocak, “XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda Dinde Tasfiye (Püritanizm) Teşebbüslerine Bir Bakış: Kadızâdeliler Hareketi”, Türk Kültürü Araştırmaları, yıl: XVIIXXI/1-2, (1979-1983), Ankara, 1983, ss. 208-225. 228 Necdet Sakaoğlu, “Kadızadeliler-Sivâsîler”, DBİA, c. IV, ss. 367-369; Yılmaz, Necdet, OTT, ss. 449-452; Akkaya, Hüseyin, “XVII. Yüzyıl Osmanlı Devleti’nde Görülen Fikir Hareketlerinde Kadızâdeliler-Sivâsîler Tartışması”, Osmanlı, Editör: Güler Eren, c. VII, ss. 170-177; Cengiz Gündoğdu, “XVII. Yüzyılda Tekke-Medrese Münâsebetleri Açısından Sivâsîler-Kadızâdeliler Mücâdelesi”, İLAM, c. III, sy., 1, (Ocak-Haziran 1988), ss. 37-72; Kara, Mustafa, “Osmanlılarda Tasavvuf ve Tarîkatlar”, Osmanlı Ansiklopedisi, Tarih-Medeniyet-Kültür, İz Yay., İstanbul, 1996, c. I, s. 221; Türer, Osman, Muhammed Nazmî, ss. 22-29. 229 Ahmet Refik, Osmanlı’da Hoca Nüfûzu,Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 1997. Bu eserde temel olarak XVII. Yüzyıl ile başlayan ve Kadızâdeliler ile zirve noktasına ulaşan devlet yönetimi üzerindeki ulemânın nüfûzu ele alınmakla birlikte, Kadızâdeliler zümresine dâhil olmayan ulemâ ve ha a Aziz Mahmud Hüdâyî gibi sûfîlerin de etkilerine değinilmektedir. 230 Ahmet yaşar Ocak,konuyla ilgili yazdığı makaleye “XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda Dinde Tasfiye (Püritanizm) Teşebbüslerine Bir Bakış: Kadızâdeliler Hareketi” ismini vermiştir. Bkz. Ocak, a.g.m. s. 208.; Unan, Fahri “Dinde Tasfiyecilik Yahut Osmanlı Sünnîliğine Sünnî Muhâlefet: Birgivî Mehmet Efendi”, Türk Yurdu, sy., 36, Ankara, 1990; Karagöz, Mehmet, “Osmanlı Fikir Hayatında Kadızâdeliler”, Türkler, Edit: Komisyon, Ankara, 2002, c. XI, s. 141. 275 276 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Tartışmanın ne şekilde cereyan e iğine geçmeden önce, Kadızâdelilerin fikrî referansı konumundaki Birgivî Mehmed Efendi ve İslam tarihinde benzer tavırlar ortaya koyan diğer şahıs ve hareketleri kısaca tanıtmak faydalı olacaktır. Çünkü, Kadızâdeliler olayında görüldüğü gibi, bu tür gelişmelerin, hasbelkader meydana gelmiş değil, tarihin seyri içerisinde siyâsî, içtimaî ilmî ve dînî açıdan birtakım gerekçelere dayanan bir zihniyetin tezâhürü olduğu kanaatindeyiz. Burada hemen belirtmek gerekir ki, bu tür hareketlerin özünde, zaman içerisinde çoğunlukla örfe dayalı olarak ortaya çıkan bid’atlarden231 uzaklaşmak ve yeniden Kur’an ve sünnete dönmek çerçeveli bir İslam anlayışı sergileme mantığı yatar. Bu çağrı, görünüşte prensip olarak doğru ve kimsenin itiraz edemeyeceği bir hakîka ir. Ancak, her nedense bu hareketler, istikrarın bozulduğu, siyâsî ve içtimâî buhranların yaşandığı dönemlerde meydana gelmesiyle dikkat çeker.232 Onun için bu yöndeki sosyal kültürel hareketlerin bir tesâdüf sonucu olduğunu söylemek zordur.233 Bu anlamda İslam âlimleri arasında tara ar toplayan ve tartışmalara sebebiyet veren ilk ciddi hareket, Moğol istilasının etkilerinin hala devam e iği bir ortamda İbn Teymiye (661/1263-728/1328) ile başlamış, talebesi İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye ile devam etmiştir.234 Bu çizginin XVI. yüzyıldaki temsilcisi ise Birgivî Mehmed Efendi (929/1523-981/1573)’dir. İslam toplumlarında din anlayışı sorgulandığında, Birgivî’nin yaklaşımında da görüldüğü gibi, ilk hedef, her an göz önünde olan mutasavvıflar olmuştur. Hulusi Lekesiz, bu açıdan Birgivî’nin devrin genel durumu hakkındaki problemi görmekle birlikte, bunun sebepleri konusunda aynı başarıyı gösteremeyerek, tenkitlerini günlük haya a her an göze çarpan aksaklıklara ve dolayısıyla devrin şartlarına göre, günlük haya a büyük etkisi olan tarîkatlara yönel iğini ifâde eder.235 Bu tür yaklaşımlar, hangi alanda olursa olsun, problemleri doğru tespit etmek ve bunlara köklü çözümler sunmak yerine, günü kurtarmaya yönelik popülist adımlardır. 231 Kadızâdeliler hareketinin taşımış olduğu selefî anlayışın temel karakteristik özelliklerinden biri muhâliflerini “Bid’at” ehli olmakla itham etmektir. Bkz. Atay, Hüseyin, İslam’ın İnanç Esasları, Ankara, 1992, s. 125. 232 İktisadî gelişmeler ve bunların özel olarak tasavvufî genel olarak da ahlâkî yönü üzerine incelemelerde bulunan Sabri Ülgener, siyâsî, ve içtimâî buhranların yaşandığı dönemlerde bu gelişmelere paralel ve doğru orantılı olarak toplumların da zihniyet gelişim ve değişiklikleri yaşadığını söyler. Bkz. Ülgener, Sabri F., İktisâdî Çözülmenin Ahlâk ve Zihniyet Dünyası, İstanbul, 1991, s. 11 vd. 233 Ocak, Kadızâdeliler Hareketi, s. 208. 234 Ocak, a.g.m., ss. 212-213. 235 Lekesiz, M.Hulusi, “Osmanlı İlim Zihniyeti: Teşekkülü Gelişmesi ve Çözülmesi Üzerine Bir Tahlil Denemesi”, Türk Yurdu Dergisi, c. XI, sy., 49, (Eylül 1991), ss. 24-25. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Ayrıca ifade etmek gerekir ki İmam Birgivi ile Kadızadeliler olarak tanımlanan şahıslar arasında samimiyet ve zihniyet farkı bulunmaktadır.236 Kadızâdeliler tartışmasında vâizlerden ve sûfîlerden ön plana çıkan üçer kişi bulunmaktadır. Bunlar 1. Küçük Kadızâde Mehmed Efendi (öl.1045/1635) ve karşısında Abdülmecîd-i Sivâsî Efendi (öl. 1049/1639), 2. Üstüvânî Mehmed Efendi (öl.1072/1661) ve karşısında müellifimiz Abdülehad Nûrî Efendi(1061/1651), 3. Vânî Mehmed Efendi (öl. 1096/1685) ve karşısında Niyazî-i Mısrî (öl 1105/1694). Tartışmayı başlatan Kadızâdeliler olup, mutasavvıflar cevap veren ve savunan konumundadırlar. Tartışma konularını üç ana başlık halinde ele alabiliriz:237 1. Tasavvufî konular: Semâ‘ deverân ve zikirle ilgili olanları 2. İnanç ve ibâdetlere dâir konular: Hızır’ın sağ olup-olmadığı, ezan ve mevlidin makamla okunabilmesi (teğannî), Hz. Peygamberin ismi duyulunca söylenen salavât (tasliye) ve sahâbeye söylenen tarziyenin câizliği, İbn Arabî’nin küfürle ithâmı, Yezid’e lânet okunması, kabir ziyâretleri, bid‘atler, cemaatle nafile namaz kılmanın câizliği gibi konulardır. 3. İçtimâî Konular: Tütün ve kahve, rüşvet, selam verirken eğilme ve namaz sonrası musâfaha gibi konulardır. Tartışma konularına dikkat edildiği takdirde, birçoğunun islam inanç ve ibadet esasları açısından aslî hususların olmayıp talî ve ha a bir kısmının âfâkî konular olduğu görülmektedir. Şimdi Abdülehad Nûrî Efendi’nin tartışmadaki yerini ve tartışma konularıyla ilgili fikirlerini görelim. Naimâ’ya göre, Abdülehad Nûrî Efendi, Kadızâdelilerin el kitabı haline gelen Birgivî’nin Tarîkat-ı Muhammediyye’sini alaya alarak tanıdıklarına da böyle yapmaları konusunda tekli e bulunurdu.238 Bunun üzerine, Abdülehad Nûrî’nin dostlarından biri olan ve Kürd Molla olarak bilinen 236 Bkz. İbrahim Baz, “Kadızadeliler Hareketi ve Fikri Referansları İmam Birgivî Arasındaki Zihniyet Farkı”, Bakı İslam Üniversiteti Zaqatala Şöbesinin Elmi Mecmuasi, Zaqatala 2007, ss: 7-30. 237 Çavuşoğlu, Semiramis, “Kadızâdeliler”, TDVİA, c. XXIV, s. 100. 238 Naimâ, a.g.e., c.V, s. 2300. Naimâ, Abdülehad Nûrî’nin Tarîkat-ı Muhammediyye’yi alaya aldığını belirtmekle birlikte, Abdülehad Nûrî’nin eserlerinde alay ifâdelerine rastlayamadık. Kanaatimizce müellifimiz, Kadızâdelilerin bu esere istinâd ederek türlü tahrik ve tacizlerde bulunmaları münasebetiyle, bu eserin de hatadan beri olmadığını ortaya koymak istemiş ve bu konuda tanıdığı ilim erbabına konuyla ilgili çalışma yapmalarını tavsiye etmiş olmalıdır. 277 278 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Süleymâniye dersiâmlarından Mehmed Efendi (öl. 1066/1656), Tarîkat-ı Muhammediyye’de bulunan zayıf hadislerle ilgili bir eser yazar.239 Yine Abdülehad Nûrî’nin dostlarından biri olan ve Tatar İmam olarak bilinen, Mehmed Ağa Camii imamı Kefeli Hüseyin Efendi de aynı minvalde bir eser kaleme alır. Naimâ’nın bildirdiğine göre, bu eserler çoğaltılarak elden ele dolaşmaya başlar ve ha a Kadızâdelilerin de eline geçer.240 Abdülehad Nûrî, Kadızâdelilerin yaptığı gibi meydanlara çıkarak insanları dışlayıcı, ilmî olmaktan uzak konuşmalar yapmaktan ziyade, uzlaştırıcı olmayı ve yukarıda belirtildiği üzere dostlarına konuyla ilgili eserler yazmalarını tavsiye etmiş, aynı zamanda kendisi de fikirlerini bu yolla ifâde etme yolunu seçmiştir. Bu açıdan tarih kitaplarında onun Kadızâdeliler hareketindeki konumu hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Bu tartışma ile ilgili en fazla eser kaleme alan kişilerin başında Abdülehad Nûrî Efendi’nin geldiği söylenebilir.241 Abdülehad Nûrî Efendi’nin Kadızâdeliler hakkında ön plana çıkan düşüncesi onları “orta yolu terk eden” bir grup olarak görmesidir. Nûrî Efendi, Kadızâdelilerden “kassâs”, “câvizü’l-haddi’l-vüstâ (orta yolu aşanlar)”, “ehl-i taassup” şeklinde bahseder ve onların, herşeyin en iyisini yaptıkları zannında olduklarını söyler.242 Bu yönlerinden dolayı onlara “zamanımızın âciz evlatları”243 der ve onların insa an uzak mütecâviz tavırlarından dolayı el-‘Adlü ve’l-İksât beyne’t-Tefrîti ve’l-İfrât isimli eserini kaleme alır. Bu eserde, “ifrat ve tefritin vartalarından sakındıracak orta yolu açıklamak bize vâcip oldu” der.244 Nûrî Efendi, “Allah bizi fazlı ile “ümmeten vüsta”245 kıldı ve her zaman bütün işlerde ihsan üzere olmayı ve iktisâdlı davranmayı emre i.” der.246 Kısaca diyebiliriz ki, Nûrî Efendi’nin Kadızâdelilere karşı takındığı tavır, orta yolu takip etmek olmuştur. Abdülehad Nûrî yazdığı şiirlerde de Kadızâdeliler hakkındaki düşüncelerini ortaya koymuştur. Aşağıdaki beyi e, Kadızâdelileri hakîkati göremeyen kişiler olarak kabul eder ve onların nezdinde bütün insanlara meşâyihin aydınla ığı yolu görmeyi tavsiye eder: 239 Naimâ, a.g.e., c. V, s. 2300-2301; Arslan, İmam Birgivî, s. 117. 240 Aynı eser, c. V, s. 2301. 241 Eserler ve konuları hakkında geniş bilgi için bkz. Baz, İbrahim, a.g.e., ss269-308. 242 A. Nûrî, el-‘Adlü ve’l-İksât beyne’t-Tefrîti ve’l-İfrât, vr. 1b. 243 Aynı eser, vr. 2a. 244 Aynı eser, vr. 1b. 245 Bakara Sûresi, 2/143: “İşte böylece sizin insanlığa şâhitler olmanız, Rasûl’ün de size şâhit olması için mûtedil bir ümmet kıldık...”. 246 A. Nûrî, a.g.e., vr. 1b. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Körler ile haşr ola247 kim görmeye Hakk’ı Pür itmiş iken ‘âlemi âsâr-ı meşâyih.248 Hülasa olarak Abdülehad Nûrî Efendi, Kadızâdelileri nefsini öven, olmadığı halde kendilerini hâmisi ve hizmetkârı gibi görmelerine rağmen, dinin detaylarını bilmeyen ve kendine tabi olanları yoldan çıkaran, kesin ahkamı göremeyen, taassup ehli ve nasîha an anlamaz, ancak kendilerine velî süsü veren kişiler olarak tanıtır ve onların şerrinden Allah’a sığınır. Müellifimizin tartışma konularıyla ilgili görüşleri ise şöyledir: Nûrî Efendi, ilimler arasında bir ayırım yapmaksızın, Allah rızası için olduğu takdirde bütün ilimlerin tahsilinin câiz ve gerekli olduğu kanaatindedir. Aklî ilimler bundan hâlî olamayacağı gibi, Kadızâdelilerin karşısında oldukları ilm-i tasavvufun tahsîlinin de, bu ilimler arasında olması gerekliliğine dikkat çeker. İlim öğrenmeyi, varlığın hakîkatini anlamaya yönelik bir çaba olarak ele alacak olursak, objektif bir yaklaşımla bütün ilimler insanı mutlak hakîkate götürürür. Çünkü varlıkta, vâr edenin işâretleri vardır. Bu işâretler hangi ilim dalı ile anlaşılabiliyorsa, o ilmin tahsilinin cevâzı değil, zarûreti vardır. Ona göre, Hızır haya a olduğu gibi, İlyas, İdris ve İsa peygamber de haya adır. “Deverân-ı sûfiyyenin hıll u hürmetine mahsus Şâri‘den bir delîl-i katı‘ veyâhut eimme-i erbaadan bir kavl-i şâyi‘ vakı‘ olmamıştır.”249 Çünkü deverânın zuhûru onlardan sonradır. Deveran, istekle meydana gelen yalnız kuru bir ritüel olmayıp, ilâhî cezbe ile gerçekleşir. O, semâ‘daki lezzetin nefsânî değil, aşk ile ortaya çıkan ilâhî ve rûhânî bir lezzet olduğunu söyler.250 Hz. Peygamberin isminin her söylenişinde salavâtın gerekli olduğunu, İslam âlimlerinin ekserinin de bu kanaa e olduğunu söyler.251 Tütün ve kahvenin câiz olduğunu dile getirir ve bizzat kendisi kahve içer. Hz. Peygamber’in anne babasının iman üzere vefat e iklerini dile 247 Abdülehad Nûrî, bu mısralarla “Bu dünyada kör olan kimse, âhire e de kördür, üstelik iyice yolunu şaşırmıştır.” mealindeki İsrâ Sûresi’nin 72. âyetine ve “ Kim beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onukıyânet günü kör olarak haşredeceğiz; O: Rabbim! Beni niçin kör olarak haşre in? Oysa ben hakîkaten görür idim!, der.” mealindeki Tâhâ Sûresi’nin 124. ve 125. âyetlerine telmih yapılmaktadır. 248 A. Nûrî, Dîvân,,vr. 8a. 249 A. Nûrî, Deverân, s. 1. 250 Sûfîlerin Allah’ı hatırlatan ilâhîleri dinleyerek, cezbelenmesi veya deverân yapmasına hususunda Kur’an-ı Kerim’de (Mâide Sûresi, 5/83) ashâbın anlatılan şu özelliklerinin methedildiğine dikkat çekerler: “Rasûle indirileni duydukları zaman, hakkı tanıklıklarından dolayı gözlerinden yaşlar boşandığını görürüsün.” 251 A. Nûrî, el-‘Adlü ve’l-İksât beyne’t-Tefrîti ve’l-İfrât, vr. 9a. Tasliye konusunda Dihlevî, Hz. Peygamberi hayırla anmanın Allah’a yönelmenin en güzel yollarından bir olduğu ve daha önemlisi Allah’tan ona rahmet etmesini dileyerek peygamberi yanlış bir tavır sergileyerek tanrılaştırma yolunun da kapatılacağını söyler. Dihlevî, Hüccetüllâhi’l-Bâliğa, c. II, s. 208. 279 280 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER getirir.252 Bidatler konusunda ise, “her bid’at dalâle ir” ibâresinin âm olduğunu ve bunun tahsisinin bulunduğunu söyler. Ona göre bid’atin dalâlet olmasının sebebi “çirkin” olmasına bağlıdır. Buna göre hadisin asıl anlamının “Küllü bid‘atin kabîhatün dalâlatün” ve “küllü bid‘atin haseneteün hidâyetün” şeklinde anlaşılması gerektiğini söyler.253 Ona göre kabir ziyâreti, muvahhidlerin kalbinde dînî faydalar doğuran İslam’ın şiarlarından biridir254 ve kabir ziyâreti sözlü, fiilî ve takrîrî bir sünne ir.255 Abdülehad Nûrî Efendi, sûfîlere göre nâfile namazları cemaatle kılmanın kerih değil, i ifak ile câiz olduğunu söyler.256 “Eşyânın zikri hâl ile midir kâl ile midir?” hususunda eşyânın zikrinin kâl ile olduğu görüşünü kabul eder. Buna eşyânın zikrini duyabilmek için tevhîdin sırrının kalbe yerleşmesi gerekir. Hudâ tevhîdün esrârın gönülde eylese ikâ‘ Sadâ-yı hûyı eylerdi kamu eşyâ sana ismâ‘257 SONUÇ Abdülehad Nûrî Efendi, gerek ilmî yetkinliğinin ve gerekse tasavvufî derinliğinin ve samimiyetinin doğal bir neticesi olarak, zâhiri anlamda döneminin en önde gelen şeyhleri arasında görüldüğü gibi, birçok büyük mutasavvıfın beyânı, kendisinin de Ayasofya Camii kürsüsünden “Gönül maksûdunu buldu / Cihan envâr ile doldu / Bugün Nûrî imam oldu / Uyan gelsin bu meydâna” şeklinde irticâlen dile getirdiği itirâfı ile, zamanının kutbu olarak kabul edilmiştir. Tasavvufî anlamda irşâd hizmetlerine devam ederken bir yandan da selâtin câmilerinden sırâsıyla Fâtih, Bâyezid ve Ayasofya câmilerinde Cuma vaizliği yapmıştır. Çok sayıda kudretli halîfeler yetiştirmiş, zamanında İstanbul’un önemli kırk civârındaki tekkesi onun kurucusu olduğu Sivâsiyye’ye hizmet vermiştir. Ancak, XVIII. yüzyıldan itibâren Osmanlı devletinin kemâlden zevâle doğru yürümesine paralel olarak, Sivâsiyye’de gerek tekke ve gerekse hizmet verecek halîfeler yetiştirememiş olması sebebiyle devamlı bir küçülme ile, tekkelerin kapatıldığı XX. Yüzyılın ilk çeyreğinde sadece iki şeyh ve bir tekke ile varlığını sürdürebilmiştir. Bunun yanında, Sivas’taki mevcûdiyetini koruyan Sivâsiyye’nin kendisinden ayrıldığı Şemsiyye kolunda da aynı tarihe kadar irşad hizmetleri devam etmiştir. 252 A. Nûrî, Tercüme-i Te’dîbü’l-Mütemerridîn, vr. 2b. 253 A. Nûrî, el-‘Adlü ve’l-İksât beyne’t-Tefrîti ve’l-İfrât, vr. 6a. 254 A. Nûrî, İsbâtü’l-‘Âlim ve’ş-Şu‘ûr limen Kâne min-Ehli’l-Kubûr, vr. 1b. 255 A. Nûrî, a.g.e., vr. 3a. 256 Aynı eser, vr. 2b. 257 A. Nûrî, Dîvân, vr. 33b, Der-Beyân-ı Püser-ı Dil ve Hâne-i Tâlib-i ‘Âşık Mevcûdest,1. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Abdülehad Nûrî Efendi, çok sayıda kıymetli eser kaleme almış velûd bir yazar, tasavvufî neş’e ile yazdığı onlarca şiiri ünlü bestekarlarca bestelenmiş önemli bir tekke şâiri, yetiştirdiği büyük hâlifeler ve hizmet yürüttüğü onlarca tekke ve Sivâsiyye’nin müessisi olarak kendi döneminde ve sonraki yüzyıllarda birçok kişiyi etkilemiş XVII. yüzyılın en önde gelen sûfîlerinden biridir. Kadızadeliler-Sivasiler tartışmasının en önemli aktörlerinden biri olan Abdülehad Nûrî Efendi’ye göre de Kadızâdeliler, orta yolun dışına çıkmış, haddi aşan, söylediklerinin dahi künhüne vâkıf olmayan, ilimleri amele varmayan ve takvaya götürmeyen, asırlardır tartışılan ve üzerinde i ifak sağlanamayan tâli ve ihtilaflı meseleleri, itikâdî ve en mühim meselelermiş gibi gündeme getirerek böylece işlerin en iyisini yaptıkları zannında olan, şöhret sevdalısı vâizlerdir. Kaynakça Abdülehad Nûrî, el-‘Adlü ve’l-İksât beyne’t-Tefrîti ve’l-İfrât, Beyazıt Ktp., Veliyyüddin Efendi Bl., nr. 1827/6, vr. 104b-112a ____, Mir‘âtü’l-Vücûd ve Mirkâtü’ş-Şuhûd, Süleymâniye Ktp., Hasan Hüsnü Paşa Bl., nr. 1193. ____, Risâletün Müte‘allikatün bi-Tayyi’l-Mekân, Beyazıt Ktp., Veliyyüddin Efendi Bl., nr. 1827/10, vr. 142b-144a ____, Riyâzu’l-Ezkâr ve Hiyâzu’l-Esrâr, Süleymâniye Ktp., Mihrişah Sultan Bl., nr. 212. ____, Kasmu’l-Mübtedi‘în bi-Sinâni’s-Sünne, Beyazıt Ktp., Veliyyüddin Efendi Bl., nr. 1827/2, vr. 19b-31b. ____, İsbâtü’l-‘Âlim ve’ş-Şu‘ûr limen Kâne min-Ehli’l-Kubûr, Beyazıt Ktp., Veliyyüddin Efendi Bl., nr. 1827/7, vr. 112b-124b. ____, Risâletün Müteallikatün bi-Kavlihî Te‘âlâ “ve en-Leyse li’l-İnsâni illâ mâSe‘â, Beyazıt Ktp., Veliyyüddin Efendi Bl., nr. 1827/8. ____, İnkâzu’t-Tâlibîn ‘an-Mehâvi’l-Gâfilîn, Beyazıt Ktp., Veliyyüddin Efendi Bl., nr. 1827, vr. 133b-141b ____, Hikmetü’t-Te‘âruz fî Sûreti’t-Tenâkuz, Köprülü Ktp., nr. 1590 ____, Te’dîbü’l-Mütemerridîn, Beyazıt Ktp., Veliyyüddin Efendi Bl., nr. 1827/4. ____, Tercüme-i Te’dîbü’l-Mütemerridîn, Beyazıt Ktp., Veliyyüddin Efendi Bl., nr. 1827/5. ____, Risâletün fî-Deverâni’s-Sûfiyye, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmut 281 282 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Efendi Bl. nr. 3044/2. ____, Terceme-i Risâle-i Deverâni’s-Sûfiyye, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi Bl., nr. 3122/2. ____, Dîvân, Süleymâniye Ktp., Mihrişah Bl., nr. 159. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL ____, “Kadızadeliler Hareketi ve Fikri Referansları İmam Birgivî Arasındaki Zihniyet Farkı”, Bakı İslam Üniversiteti Zaqatala Şöbesinin Elmi Mecmuasi, Zaqatala 2007. Bilmen, Ömer Nasuhî, Büyük Tefsir Tarihi (Tabakâtü’l- Müfessirîn), Bilmen Yay., İstanbul 1974. ____, Silsilenâme-i Abdülehad Nûrî, . Süleymâniye Ktp., Çelebi Abdullah, 172, vr. 83a-86b. (Abdülehad Nûrî’ye ait omayıp, onun adına kayıtlıdır.) Brockelmann, Carl, Geschichte der Arabischen Li eratur Supplementband, Leiden, 1937-1942.(GAL). Abdulkadiroğlu, Abdulkerim-Özsoy, Ülkü Ayan, Safranbolu Meşhurları, 1. Baskı, Ankara 2000. Bursalı, Mehmed Tâhir, Meşâyih-i Osmâniyeden Sekiz Zâtın Terceme-i Ahvâli, İstanbul 1318. Ahmet Refik, Osmanlı’da Hoca Nüfûzu, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul 1997. ____, Osmanlı Müellifleri I-II-III ve Ahmet Remzi Akyürek-Mi âhu’l-Kulûb ve Esâmî-i Müellifîn Fihristi (Haz: Mustafa Tatçı-Cemal Kurnaz), Bizim Büro Basımevi, Ankara 2000. Akkaya, Hüseyin, Abdülahad Nûri ve Divanı, Kitabevi Yay., İstanbul 2003. ____, “XVII. Yüzyıl Osmanlı Devleti’nde Görülen Fikir Hareketlerinde Kadızâdeliler-Sivâsîler Tartışması”, Osmanlı, Editör: Güler Eren, c. VII. Akkuş, Mehmed, Abdullah Salâhaddîn-i Uşşakî (Salâhi)’nin Hayatı ve Eserleri, MEB Yay., 1998. ____, “Tasavvufun Anadolu’ya Girişi ve İslamlaşmada Rolü”, Tanımı Kaynakları ve Tesirleriyle Tasavvuf, haz.: Coşkun Yılmaz, Seha Neşriyat, İstanbul, 1991. Arslan, Tekin, Edebiyatımızda İsimler ve Terimler, Ötüken Yay. İkinci Basım, İstanbul 1999. Arslan, Ahmet Turan, İmam Birgivî Hayatı, Eserleri ve Arapça Tedrisâtındaki Yeri, Seha Neşriyet, İstanbul 1992. Aşkar, Mustafa, “Bir Türk Tarîkatı Olarak Halvetiyye’nin Tarihî Gelişimi ve Halvetiyye Silsilesinin Tahlili”, AÜİFD, c. XXXIX, s. 542. Atay, Hüseyin, Hüseyin, İslam’ın İnanç Esasları, Ankara 1992. Aynî, Mehmed Ali,Tasavvuf Tarihi, sad.: Hüseyin Rahmi Yananlı, Kitabevi Yay.İstanbul 1992. Ayvansarâyî, Hüseyin, Mecmuâ-i Tevârih, haz. Fahri Ç. Derin-Vahid Çabuk, İstanbul 1985. Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-Ârifîn Esmâü’l-Müellifîn ve Âsârü’lMusannifîn, İstanbul 1951. Barkan, Ömer Lütfi, “Kolonizatör Türk Dervişleri” Vakıflar Dergisi, c. II, ss. 279-304. Baz, İbrahim, Abdülehad Nûrî-i Sivâsî, İnsan Yayınları, İstanbul 2007. ____, “Şeyh Abdülehad en-Nûrî” (Terâcim-i Ahvâl), Sırât-ı Müstakîm, VII, (161), 9. 1327, s. 69. Cebecioğlu, Ethem, “İslam Tebliğcileri Olarak Mutasavvıflar”, I. Somuncu Baba ve es-Seyyid Hulûsi Efendi Sempozyumu Tebliğleri, haz. İhsan Özkes, İstanbul 1991. ____, “Seyyid Ali Hemedânî’nin Keşmir’de İslâmı Yayma Faaliyetleri ve Siyâsî Düşünceleri”, Tanımı, Kaynakları ve Tesirleriyle Tasavvuf, ss. 101-132;. ____, “Güney Asya’da İslâm’ın Yayılmasında Sûfîlerin Rolü”, AÜİFD, c. XXXIII, Ankara 1992. Clayer, Nathalie, Mystques Etat et Societi Les Halvetis dans I’aire balqaninique de la fin du XVe siecle a nos jours, Leiden 1994. Coşkun, Ali Osman, Simkeşzâde Feyzî ve Dîvânı (İnceleme-Metin-İndeks), Gazi Ünv. SBE., (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara 1990. Coşkun, Ali Osman, Abdülahad Nûrî Dîvânı, M.E.B. Yay., İstanbul 2001. Çapanoğlu M S., “Dördüncü Murad Devrinde Fıkıhçı Yobazların Dâvâsı” Tarihten Sesler, c. I, sy., 2 (Şubat 1943). Çavuşoğlu, Semiramis, The Kadizâdeli Movement: An A emp of Şerî’atMinded Reform in the O oman Empire, (Basılmamış Doktora Tezi), Princeton University, 1990. Çavuşoğlu, Semiramis, “Kadızâdeliler”, DİA, c. 24, s. 100. Çelik, Nilüfer, Abdülahad Nûrî ve Divanını Tenkitli Metni (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), FÜSBE, Elazığ 1999. Çetin, Osman, Anadolu’da İslâmiyetin Yayılışı, İkinci Baskı, İstanbul 1990. 283 284 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Demiriz, Yıldız, Eyüp’de Türbeler, KB. Yay., Ankara 1989. Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, MÜİF. Vakfı Yay.,Beşinci Basım, İstanbul 1997. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Harîrîzâde Mehmed Kemâleddîn, Tibyânu Vesâili’l-Hakâik fî Beyâni Selâsili’tTerâik, Süleymaniye Ktp., İbrahim Efendi Bl., nr. 430-432. Has, Şükrü Selim, ”Halebî İbrahim b. Muhammed”, DİA, İst., 1997. Erdemir, Avni, Anadolu Sahası Musikişinas Divan Şâirleri, Türk Sanatı ve Eğitimi Vakfı Yay., Ankara 1999. Haskan, Mehmet Mermi, Eyüp Tarihi, Türk Turing Turizm İşletmeciliği Vakfı Yay., İstanbul 1993. Erdoğan, Kenan, Niyâzî-i Mısrî Dîvânı, Akçağ Yay., Ankara 1988. Ergun, Sade in Nüzhet, Türk Mûsikîsi Antolojisi, İst., 1942. Heyet, “Abdülahad Nuri”,Türk ve Dünya Ünlüleri Ansiklopedisi, İstanbul 1983. Fârâbî, el-Medînetü’l-Fâzıla, çev: Ahmet Aslan, KB Yay., Ankara 1990. Heyet, Evliyalar Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi Yay., İstanbul 1992. Fındıklılı İsmet Efendi, Tekmiletüş’Şakâik fî Ehli’l-Hakâik, (neşr.: Abdülkâdir Özcan), Çağrı Yay., İst., 1989. Hocazâde Ahmed Hilmi, Ziyâret-i Evliyâ, İstanbul 1325. Fırat, Erdoğan, Şahsiyet Gelişiminde Tevbenin Fonksiyonu, (Doçentlik Tezi, Ankara1982. Işın, Ekrem, “Abdülahad Nuri”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, İstanbul 1994. Fidan, Mehmet Emin, Tarihi Gelişimi İçerisinde Sûfîlik, İstanbul 1997. ____, “Abdülahad Nuri”,Yaşamları ve Yapıtlarıyla Osmanlılar Ansiklopedisi, Yapı ve Kredi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 1999. Filiz, Şahin, İslam Felsefesinde Mistik Bilginin Yeri, İnsan Yay., İstanbul 1995. ____, “Abdulahad Nuri”, DBİA, c. I. s. 21. Fîruzâbâdî, Muhammed b. Yakub, el-Kâmûsu’l-muhît, Beyrut 1991. İnalcık, Halil, “Osmanlı Tarihine Toplu Bir Bakış”, Osmanlı, c. I, s. 110. Freud, Sigmund, Neue der Vorlesungen zur Einführung in die Psychoanalyse, (Psikanaliz Üzerine), çev.: A. Avni Öneş, Say Yay., İstanbul 2001. İsen, Mustafa, “Divân Şâirlerinin Tasavvuf ve Tarikat İlişkileri” Milli Eğitim, sy.: 84 (Nisan 1989). Gazâlî, Ebû Hâmid, İhyâ u Ulûmi’d-Dîn, Temel Neşriyat, İstanbul 1985. ____, “Mutasavvıflara, Sûfî Şairlerce Yazılan Mersiyeler ve Sufî Düşüncesine Göre Ölüm”, Türklük Araştırmaları Dergisi, VII(1991-92). ____, İhyâ u Ulûmi’d-Dîn, ter.: Ahmet Serdaroğlu, İstanbul 1975. ____, Kimya-yı Saâdet, çev: Faruk Meyan, Bedir Yay., İstanbul 1979. Gölpınarlı Abdülbâki, Melâmîlik ve Melâmîler, İstanbul 1992. ____, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İnkılap ve Aka Yay., İstanbul 1983. Gölpınarlı Abdülbâki, Türkiye’de Mezhepler ve Tarîkatlar, İnkılap Kitabevi, İstanbul, trs.Yay., İstanbul 1977. ____, “Şemsiyye”, İA, c. X, s. 423. ____, Yunus Emre ve Tasavvuf, İnkılap Kitabevi, İst., 1992. Gözütok, Şakir, Tasavvu a Şahsiyet Eğitimi, Seha Neşriyat, İstanbul 1996. Gündoğdu, Cengiz, Bir Türk Mutasavvıfı Abdülmecîd Sivâsî, KB Yay., Ankara 2000. ____, “XVII. Yüzyılda Tekke-Medrese Münâsebetleri Açısından Sivâsîler-Kadızâdeliler Mücâdelesi”, İLAM, c.III, sy. I (Ocak-Haziran 1998). ____, “Türk Tasavvuf Kültürü’nde Bir Şeyh Ailesi: Şemsî-Sivâsîler”, Türkler, (Ed: H. Celal Güzel), Ankara 2002. Halaçoğlu, Yusuf, XVI-XVII. Yüzyıllarda Osmanlılarda Devlet Teşkilatı ve Sosyal Yapı, Ankara 1996. John S. Trimingham, The Sufi Orders in Islam, Oxford 1998. Kara, Mustafa, “Osmanlılarda Tasavvuf ve Tarîkatlar”, Osmanlı Ansiklopedisi, Tarih-Medeniyet-Kültür, İz Yay., İstanbul 1996. Karagöz, Mehmet, “Osmanlı Fikir Hayatında Kadızâdeliler”, Türkler, Edit: Komisyon, Ankara, 2002, c. XI, s. 141. Katip Çelebi, Mîzânu’l-Hak fî İhtiyâri’l-Ehakk (İslam’da Tenkit ve Tartışma Usûlü), haz: Süleyman Uludağ, Mustafa Kara, Marifet Yay., İstanbul 2001. ____, Bozuklukların Düzeltilmesinde Tutulacak Yollar (Düstûru’l-Amel liIslâhi’l-Halel), haz.: Ali Can, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1982. Kehhale, Ömer Rıza, Mu’cemü’l-Müellifîn, İstanbul, 1901. Kemikli, Bilal, Sun‘ullah Gaybî Dîvânı (inceleme-metin), MEB Yay., İstanbul 2000. ____, “Sivaslı Şâir-Mutassavvıf Abdulehad Nûri ve Bir Şiiri”, Sivas Altıncı Şehir, yıl:1, sy. 2, (Nisan-Haziran), 1997. 285 286 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL ____, “Yunus Yolunda Bir Mutasavvıf Şâir: Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi”, VII, Uluslar arası Türk Halk Edebiyatı Semineri, 7-9 Mayıs 1997 Eskişehir. Müstakimzâde, Hülâsâtü’l-Hediyye, Millet Ktp., Ali Emirî Bl. nr. 1082. Kemiksizzâde Saffet Mustafa, Nuhbetü’l-Âsâr min Ferâidi’l-Eşâr, İÜ. Ktp., Türkçe yazma, nr. 6189. ____, Terâcim-i Ahvâl-i Şüyûh-ı Ayasofya, Sül. Ktp., Es’ad Ef., 1716/2. Kılıç, Rüya, “Sivas’tan İstanbul’a Bir Tarîkat Portresi: Şemsiyye ve Sivâsiyye”, Türkler,, (Ed: H. Celal Güzel), Ankara, 2002, c. XI, ss. 120-127. Koçi Bey, Koçi Bey Risâlesi, sad: Zuhuri Danışman, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara 1985. Köprülü, Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, DİB. Yay.,Yedici Baskı, Ankara 1991. Lekesiz, M.Hulusi, XVI. Yüzyıl Osmanlı Düzenindeki Değişimin Tasfiyeci (Püritanist) Bir Eleştirisi: Birgivî Mehmed Efendi ve Fikirleri, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara 1997. ____, “Osmanlı İlim Zihniyeti: Teşekkülü Gelişmesi ve Çözülmesi Üzerine Bir Tahlil Denemesi”, Türk Yurdu Dergisi, c. XI, sy., 49, (Eylül 1991), ss. 24-25. Mantran, Robert, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, çev: Server Tanilli, İstanbul 1992. Masssignon, Louis, “Tarîkat”, İA, İstanbul, 1974, c. XII, s. 15. Mayer, Hans George, “İçtimâi Tarih Açısından Osmanlı Devletinde Ulemâ-Meşâyih İlişkileri” ter. Hüseyin Zamantılı, Kubbealtı Akademi Mecmuası, sy. IV, yıl, IX, Ekim 1980, ss. 55. ____, “XVII. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nda Dinde Tasfiye (Püritanizm) Teşebbüslerine Bir Bakış: Kadızâdeliler Hareketi”, Türk Kültürü Araştırmaları, yıl: XVII-XXI/1-2, (1979-1983), Ankara, 1983, ss. 208-225. Mehmed Sami‘, Esmâr-ı Esrâr, İstanbul 1316. Mehmed Süreyyâ, Sicill-i Osmâni (The O oman National Biography),I-IV, İstanbul, 1308/1890-1315/1897. ____, Sicill-i Osmâni,Haz: Nuri Akbayır, Kültür Bakanlığı ve Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Kalkınma Vakfı Ortak Yayını, İstanbul 1996. Morgan, Clifford, Psikolojiye Giriş,(çev.: Kurul), Ank., 1984. Muslu, Ramazan, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (18. Yüzyıl), İnsan Yayınları, İstanbul, 2003. ____, Mecelletü’n-Nisâb fi’n-Nesebi ve’l-Künâ ve’l-Elkâb, KB Yay., Ankara 2000. Naimâ, Mustafa Efendi, Naîmâ Tarihi,(Ravzatü’l-Hüseyn fî Hülâsât Ahbâri’lHafîkâyn), çev: Zuhuri Danışman, Zuhuri Danışman Yay., İstanbul 1967. Nazmî, Muhammed, Hediyyetü’l-İhvân,(Osman Türer tarafından hazırlanan doktora tezi olarak hazırlanan tahkikli metin), Ankara 1982. ____, Dîvân, Topkapı Sarayı Müzesi Ktp., Hazine, nr. 920. Ocak, Ahmet Yaşar, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler (15-17. Yüzyıllar), İstanbul 1998. Oğlanlar Şehyi İbrahim, Müfîd-i Muhtasar, haz.: Bilal Kemikli, Kitabevi Yay., İstanbul 2003. Öz, Mehmed, “Onyedinci Yüzyılda Osmanlı Devleti: Buhran, Yeni Şartlar ve Islahat Çabaları Hakkında Genel Bir Değerlendirme”, Türkiye Günlüğü, sy., 58 (Kasım-Aralık 1999), ss. 48-53. Özcan, Abdülkadir, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Duraklama ve Gerilemesinin Sebepleri Hakkında Bazı Tespitler ve Alınan Tedbirlere Genel Bir Bakış”, İlim ve Sanat, sy. 44-45 (1997), s. 23. Özdamar, Mustafa, Dersaâdet Dergahları, Kırk Kandil Yay., İstanbul 1994. ____, Pîrân, Kırk Kandil Yay., İstanbul 2002. Öztuna, Yılmaz, Büyük Türk Mûsikîsi Ansiklopedisi, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1990. Öztürk, Necati, Islamic Ortodoxy, Among The O omans In The Seventeenth Century With Special Referance to The Qâdı-zâdeMovement, (Basılmamış Doktora Tezi), Edinburg Üniversitesi 1981. Pakalın, M.Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü (I-III), MEB Yay. İst., 1993. Recep Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ fî Menâkıbı’ş-Şeyh Şemseddin Ebu’s-Senâ, Süleymâniye Ktp., Lala İsmâil Kitaplığı, nr. 694/2. Recep es-Sivâsî, Hidayet Yıldızı (Necmü’l-Hüdâ), Ter: Hüseyin Şemsi Güneren, Haz.: M.Fatih Güneren, Seçil Ofset, İstanbul 2000. Safâyî, Mustafa, Tezkiratu’ş-Şuarâ, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi Bl., nr. 2549, vr. 266a.) Sakaoğlu, Necdet, “Kadızadeliler-Sivâsîler”, DBİA, c. IV, ss. 367-369. 287 288 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Serin, Rahmi, İslam Tasavvufunda Halvetîlik ve Halvetîler, Petek Yay., İstanbul, 1984. ____, “Orta Asya’da İslâm’ın Yerleşmesi ve Muhâfazasında Tarîkatların Rolü”, İlim ve Sanat, sy. 35-36, (Temmuz 1992). Suraiya, Faroghi, “İktisat Tarihi 17. ve 18 Yüzyıllar”, Türkiye Tarihi, İstanbul, 1995, c. II, s. 191-196. Uçman, Abdullah, “Abdülahad Nuri”, Büyük Türk Klasikleri, Ötüken-Söğüt Yay., İstanbul 1987. Sûzî Ahmed Efendi,. Dîvân-ı Sûzî, Mustafa Efendi Matbaası, İstanbul 1290. ____, “Abdülahad Nûrî”, DİA, c.I, s. 179. Sûzî, Ahmed Efendi, Silsile-i Pîrân li Meşâyihi’l-Halvetiyye, Süleymaniye Ktp., Osman Huldi Öztürkler, nr. 63. ____, “Abdülahad Nuri”, Sahabeden Günümüze Allah Dostları, Şule Yay., İstanbul 1995. ____, Dîvân-ı Sûzî, Mustafa Efendi Matbaası, İstanbul 1290. Unan, Fahri, “Dinde Tasfiyecilik Yahut Osmanlı Sünnîliğine Sünnî Muhâlefet: Birgivî Mehmet Efendi”, Türk Yurdu, sy., 36, Ankara 1990. Sühreverdî, Avârifu’l-Meârif, haz: H.Kâmil Yılmaz-İrfan Gündüz, İslam Dergisi Hediyesi, İstanbul 1990. ____, Osman, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihi, Seha Neşriyat, İstanbul 1995. Şapolyo, Enver Behnan, Mezhepler ve Tarikatlar Tarihi, Türkiye Yay., İstanbul 1964. Unat, Faik Reşit, Hicrî Takvimleri Milâdi Tarihe Çevirme Kılavuzu, TTK. Basımevi, Ankara 994. Şeker, Mehmet, Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması, Ankara 1991. Uşşâkîzâde, Seyyid İbrahim, Zeyl-i Şakâik (Hans Joachim Kissling tarafından önsöz ve alfabetik fihrist ilavesiyle yapılan tıpkıbasım), Wiesbaden 1965. Şemseddin Samî, Kâmus-i Türkî, İstanbul 1317. Şengel, Ali Rıza, Türk Musikîsi Klasikleri, Yayına Haz.: Yusuf ÖmürlüAbdulkadir Töre. Kubbealtı Yay., 1982. Şeyhî, Mehmed Efendi, Vekâyiu’l-Fudalâ, haz. Abdülkadir Özcan, İstanbul, 1989. Tabibzâde Zâkir Mehmed Şükrü, Die Istanbuler Derwish-Konvente Und Ihre Scheiche (Mecmûai Tekâyâ), haz. M. Serhan Tayşi, Berlin 1980. Tabibzâde Zâkir Mehmed Şükrü, İstanbul Hânkâhları Meşâyihi, haz: Turgut Kut, Harvard 1995. Tanman, M.Baha, “Halvetîlik”, DBİA, c. III, s. 534. ____, “Sivâsî Tekkesi”, DBİA, c. VII, s. 16. Tevfîk, Mecmûatü’t-Terâcim, İÜ Ktp., TY. nr. 192. (Tevfik, Tezkire) Tuman, Nail, Tuhfe-i Nâilî, (Divan Şairlerinin Muhtasar Biyoğrafileri),31 Mart 1949, “Nûrî” md., c. 2, s. 1103. Türer, Osman, Şeyh Mehmed Nazmî, Hayatı, Eserleri ve Hediyyetü’l-İhvân’ı –II (Metin), AÜİF, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 1982. ____, Türk Mutasavvıf ve Şairi Muhammed Nazmî, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ankara 1988. ____, “Batının İslâmı Tanımasın Tasavvuf’un Rolü”, Tanımı, Kaynakları ve Tesirleriyle Tasavvuf, Seha Neşriyat, İstanbul. Uzunçarşılı, İsmail Hakkı, Osmanlı Tarihi, TTK Yay., Ankara 1988. Üçer, Müjgan, Yunus İzinde Bir Şâir: Nûrî-i Sivâsî (Abdülehad Nûrî), Revak, 1993. Ülgener, Sabri F., İktisâdî Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, İstanbul 1991. Vassaf, Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr, Süleymaniye Ktp., Yazma Bağışlar, nr. 2305-2309. Vicdânî, Sâdık, Tomar-ı Turûk-ı ‘Aliyye (Tarîkatlar ve Silsileleri), haz: İrfan Gündüz, Enderun Kitabevi, İstanbul 1995. Yalçın, Ayhan, Gönül Sultanları İstanbul Evliyâları ve Ziyâret Yerleri, Çelik Yay., İstanbul 1996. Yılmaz, Hasan Kâmil, Aziz Mahmud Hüdâyî (Hayatı, Eserleri, Tarîkatı), Erkam Yay., İstanbul 1999. ____, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, Ensar Yay., İstanbul, 2000. Yılmaz, Necdet, Abdülehad Nûrî-i Sivâsî ve Mir’âtü’l-Vücûd ve Mirkâtü’şŞühûd Adlı Eseri, Yüksek Lisans Tezi, MÜSBE, İstanbul 1993. ____, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (Sûfîler Devlet ve Ulemâ), Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2001. (Yılmaz, OTT) ____, Osmanlı’da Tasavvuf ve Mutasavvıflar ve XVII. Asırda Yunus İzinde Bir Âlim Sûfî Abdülehad Nûrî Efendi, (Yayımlanmamış makale) 289 290 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL ____, “Bâli-zâde Hasan Bey’in Midilli Adasındaki Vakfiyesi”, (EV.VKF. 1032 Ra. A. 5/76), (Yayınlanmamış makale) Yurdaydın, Hüseyin Gazi, İslam Tarihi Dersleri, Ankara 1971. Zilfi, Madeline C. “The Kadızâdelis: Discordent Revivalism in SeventeenthCentury Istanbul, Journal of Near Eastern Studies, 4 (1986), çev: Hulusi Lekesiz, “Kadızâdeliler: Onyedinci Yüzyıl İstanbul’unda Dinde İhyâ Hareketleri”, Türkiye Günlüğü, sy.: 58 (Kasım-Aralık, 1999). Abdülehad Nûrî-i Sivâsî’nin Midilli’deki Faaliyetleri DR. NECDET YILMAZ SABAHATTİN ZAİM ÜNİVERSİTESİ Giriş Halvetiyye tarîkatinin Seyyid Yahyâ-yı Şirvânî’ye dayanan dört ana kolundan birisi Şemsiyye’dir. Bu kolun kurucusu aynı zamanda alim ve şair olan Şeyh Şemseddin-i Sivâsî’dir (v. 1006/1597).1 Zileli olduğu halde Sivas’a yerleşerek, irşat faaliyetlerini burada sürdürmüş ve yine burada vefat etmiştir. Müessisi olduğu kol, ismine izâfeten Şemsiyye olarak anılagelmiştir. XVII. asırda, tarîkati, Sivas’da kendi âsitânesinde, İstanbul’da da 1 Şemseddin-i Sivâsî ve Şemsiyye şûbesi için bk. Nazmî, Hediyye, s. 315-388; Receb b. İbrahim-i Sivâsî, Necmü’l-hüdâ fî menâkıbı’ş-Şeyh Şemseddin Ebü’s-Senâ, Süleymaniye Ktp., Lala İsmail, nr. 694/2; Sâmi, Esmâr, s. 50-51; Vicdânî, Tomar,s. 250-253; Harîrîzâde, Tibyân, II, vr. 209b-216b; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 95-96; Aksoy, Şemseddin Sivâsî: Hayatı, Eserleri ve Mevlidi (Tenkitli Basım), basılmamış doktora tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1983, s. 1-14; Yüksel, “Sivas’ta Bir Şeyh Ailesinin Ortaya Çıkışı ve Vakıflar Üzerine Bir Deneme (Şeyh Şemseddin Ailesi)”, Revak, I/1, Sivas 1990; Aksoy, Gülşen-Âbâd, (inceleme-metin-sözlük), İstanbul 1990, s. 8-15; a.mlf., “Şemseddin Sivâsî”, Sahabeden Günümüze Allah Dostları, VIII, 175-182; Öngören, Osmanlılar’da Tasavvuf, s. 107-110; Akkaya, Osmanlı Türk Edebiyatında Süleyman Peygamber ve Şemseddin Sivâsî’nin Süleymâniyyesi İnceleme, Tenkidli Metin ve Tıpkıbasım (1. Kısım: İnceleme) (yay. Şinasi Tekin-Gönül Alpay Tekin), Harvard Üniversitesi 1997, s. 127-143; Gündoğdu, Abdülmecîd-i Sivâsî, s. 45-51. 291 292 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER yeğeni ve halifesi Abdülmecid-i Sivâsî Efendi ve Abdülehad Nûrî Efendi ile temsil edilmiştir. Şemseddin-i Sivâsî Efendi’nin vefatından sonra yerine, oğlu ve halifesi Pîr Mehmed Efendi geçmiştir.2 Bu vazifeyi iki yıl sürdürdükten sonra vefat etmiş, ardından Şemseddin-i Sivâsî Efendi’nin, aynı zamanda yeğeni ve dâmâdı olan diğer halifesi Receb Efendi posta oturmuştur. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL di Ayasofya Câmii’nde tesirli vaazlar etmeye başlamış, burada erbaîn çıkardıktan sonra bağlılarından Reisülkü âp La’lî Efendi’nin (v. 1007/1598) Eyüp Nişanca’da kendisine hediye e iği bahçe içinde bulunan eve yerleşmiştir.7 Fazla geçmeden Çarşambapazarı’nda bulunan Mehmedağa tekkesi meşîhatı kendisine tevcih olunmuş, bu sûretle oraya yerleşip irşat hizmetlerini yürütmeye başlamıştır.8 Receb Efendi’nin vefatıyla boşalan Şemseddin-i Sivâsî âsitânesi şeyhliğini diğer halife ve müridlerin isteği üzerine Zile’de postnişîn olan Abdülmecid-i Sivâsî Efendi üstlenmiştir.3 Abdülmecid Efendi’nin İstanbul’a hicret etmesiyle yerine Şemseddin-i Sivâsî Efendi’nin bir diğer oğlu Hasan Çelebi postnişîn olmuş, ondan sonra Hüseyin Çelebi, ardından da küçük kardeşi Şeyh Müeyyed Çelebi vazifeyi devralmıştır.4 Abdülmecid Efendi üç yıl bu vazifeyi yürü ükten sonra Sultan Selim Câmii yanındaki, daha sonra kendi adıyla anılacak olan Şeyhyavsî tekkesine postnişîn olmuştur.9 Sivas’daki Şemsiyye âsitânesi, her ne kadar XVII. yüzyılda faaliyetlerini devam e irmişse de, Müeyyed Efendi’nin Abdülmecid Efendi’nin halifesi olmasından da anlaşılacağı gibi Şemsiyye, asıl olarak Abdülmecid ve ondan sonra da Abdülehad Nûrî Efendi tarafından temsil edilmiştir. Bu dönemde Sivas’daki merkez tekkenin etkinliği İstanbul’a göre ikinci planda kalmıştır. Aynı zamanda kuvvetli ve tesirli bir hatip olan Abdülmecid Efendi, idarecilerin talebi doğrultusunda Sunullahefendi câmii ve Ayasofya, Fâtih, Sultanselim ve Sultanahmed câmilerinde halkı vaz u nasihatla irşat etmiştir.11 Abdülmecid-i Sivâsî Efendi Zile’de doğmuş, ilmî ve tasavvufî gelişimi Sivas’da gerçekleşmiştir. Olgunluk devresinde İstanbul’a giderek Devlet-i Aliyye’nin merkezinde irşat faaliyetlerinde bulunmuş alim, vâiz ve şair bir sûfîdir. XVII. asrın ilk yarısında gerek devlet adamlarına yakınlığı ve onları etkilemesiyle, gerekse halka karşı tesirli bir irşat siyaseti yürütmesiyle ve aynı zamanda Kadızâdeliler’e karşı sûfîler tarafının bir sembol ismi olmasıyla dikkatleri üzerine çekmiş önemli bir şahsiye ir. Zileli olmasına rağmen Sivas’a yerleşmiş bir aileye mensup olduğundan diğer büyükleri gibi kendisi de Sivâsî nisbesiyle meşhur olmuştur. Babası, Şemseddin-i Sivâsî Efendi’nin de büyük kardeşi, Zileli Ebü’l-Leys Şeyh Muharrem Efendi’dir (v. 1000/1591).5 Abdülmecid Efendi’nin bağlıları arasında hilâfete mazhar olan pek çok kişi olmuştur. Bunlar arasında en önemlisi yeğeni de olan ve Şemsiyye kolu içerisinde Sivâsiyye şubesinin kurucusu sayılan Abdülehad Nûrî Efendi’dir.16 Abdülmecid Efendi’nin ilim ve irfandaki şöhretini duyan dönemin padişâhı III. Mehmed (1595-1603) bir Ha -ı Humâyûn’la kendisini İstanbul’a davet etmiştir.6 Vâki davet üzerine İstanbul’a gelen Sivâsî Efen2 Receb b. İbrahim-i Sivâsî, Necmü’l-hüdâ, vr. 38a; Nazmî, Hediyye, s. 351, 355, 385; Şeyhî, Vekâyiu’l-fudalâ, I, 63; Müstakimzâde, Hülâsatü’l-hediyye, vr. 23a. 3 Nazmî, Hediyye, s. 355, 385; Şeyhî, Vekâyiu’l-fudalâ, I, 63. 4 Hocazâde, Ziyâret, s. 93. Ayrıca bk. Nazmî, Hediyye, s. 385. 5 Nazmî, Hediyye, s. 389 vd.; Şeyhî, Vekâyiu’l-fudalâ, s. 52; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 393. Muharrem Efendi’nin şahsiyeti ve eserleri için bk. Gündoğdu, Abdülmecîd Sivâsî, s. 40-41. 6 Bk. Nazmî, Hediyye, s. 395; Şeyhî, Vekâyiu’l-fudalâ, I, 63; Gündoğdu, Abdülmecîd Sivâsî, s. 57-59. Abdülmecid Efendi, bu tekkelerde yürü üğü irşat hizmetleri yanında, Süleymâniye câmiinde tefsir dersleri vermek sûretiyle de talebe okutmuştur.10 İstanbul’a geldikten sonra biri Sivas12 diğeri Bursa’ya13 olmak üzere iki defa sürgün, bir defa da hac14 vesilesiyle olmak üzere buradan üç defa ayrılmış ve 1 Cemâziyelâhir 1049/29 Eylül 1639 tarihinde İstanbul’da vefat etmiştir.15 Halifelerinden Abdülehad Nûrî Efendi’yi Midilli’ye, Mısrî Ömer Efendi’yi bir ara Mısır’a, Mehmed Şâmî Efendi’yi Şam’a, Murad Efendi’yi 7 Müstakimzâde, Hülâsatü’l-hediyye, vr. 63b; Gündoğdu, Abdülmecîd Sivâsî, s. 60-61. 8 Nazmî, Hediyye, s. 396; Şeyhî, Vekâyiu’l-fudalâ, I, 63; Tevfik Tezkiresi, vr. 39b; Ayvansarâyî, Hadîka, I, 198; Süreyya, Sicill-i Osmânî, III, 400; Vassaf, Tibyân, III, 256; Hocazâde, Ziyaret, s. 86. 9 Nazmî, Hediyye, s. 396. 10 Gündoğdu, Abdülmecîd Sivâsî, s. 62 (Naîmâ, Târih (çev.: Zuhuri Danışman), II, İstanbul 1968, s. 705’den naklen). 11 Nazmî, Hediyye, 396 vd.; Gündoğdu, Abdülmecîd Sivâsî, s. 61-62; a.mlf., “Sutan Ahmed Câmii İlk Cum’a Vâizi: Abdülmecid Sivâsî (971/1563-1049/1639) (Vâizlik Hizmetleri, Sutan Ahmed Câmii’ne Atanması, Va’z Uslûbu)”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, VI/14 (2005), s. 43-46. 12 Bk. Gündoğdu, Abdülmecîd Sivâsî, s. 134-138. 13 Bk. Gündoğdu, Abdülmecîd Sivâsî, s. 138-139. 14 Bk. Gündoğdu, Abdülmecîd Sivâsî, s. 138. 15 Gündoğdu’nun adı geçen çalışmasında gösterilen kaynaklara ilâveten bk. Îsâzâde Târîhi (Metin ve Tahlil) (haz.: Ziya Yılmazer), İstanbul 1996, s. 3 (vefatın Cemâziyelâhir’in birinci gününde vâki olduğu sadece bu kaynakta geçmektedir); Tevfik Tezkiresi, vr. 39b; Mucîb Tezkiresi, s. 38. 16 Bk. Nazmî, Hediyye, 470 vd. 293 294 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Safranbolu’ya, Sivaslı Kadızâde Mehmed Efendi’yi Gümülcine’ye, Kadızâde Şeyh Küçük Mehmed Efendi’yi Amasya’ya, Karabaş Ahmed Efendi’yi Karadeniz Ereğlisi’ne, Yusuf Beğ’i Mısır’a,17 Ankaralı Şeyh Hasan Efendi’yi Gölcük Örcün Köyü’ne,18 Karamürselli Şeyh Hasan Efendi’yi Karamürsel’e19 göndermesi, Şemsiyye’nin İstanbul dışında da ne denli bir tesir sahasına sahip olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Abdühelad Nûrî Efendi ve Sivâsiyye Abdülehad Nûrî Efendi, Sivas’ta,20 1003/1594 senesinde21 dünyaya gelmiştir. Babası, Kadı Muslihiddîn Mustafa Safâyî Efendi, Ebu’l-Berekât Muhammed ez-Zîlî’nin dört oğlunun en küçüğü olan İsmail Efendi’nin oğlu, Şemseddin-i Sivâsî’nin kardeşidir. Annesi ise yine Ebu’l-Berekât’ın büyük oğlu Muharrem Efendi’nin kızı Safâ Hatun’dur.22 Babasını küçük yaşta kaybeden Abdülehad Nûrî Efendi, Sultan III. Mehmed’in daveti üzerine, yerleşmek için hilâfet merkezi İstanbul’a giden dayısı Abdülmecid-i Sivâsî Efendi’nin himayesinde, annesi ve iki kardeşiyle birlikte buraya gelmiştir.23 17 Bk. Gündoğdu, Abdülmecîd Sivâsî, s. 198. 18 Galitekin, Gölcük Örcün Köyü ve Baba Sultan Zâviyesi, ? 1998, s. 66, 67. Baba Sultan zâviyesinin padişah veya hâkim tarafından tevliyet, nezâret ve zâviyedârlığının Abdülmecid-i Sivâsî’ye verilmesi üzerine, halifesi mezkûr Hasan Dede’yi buraya zâviyedâr olarak göndermiştir (Gös. yer). 19 Galitekin, Gölcük Örcün Köyü, s. 68. Bu zâtın kabri Karamürsel’in merkezinde bulunmaktadır (Gös. yer). 20 Nazmî, Hediyye, s. 499; Uşşâkîzâde, Zeyl, s. 539; Şeyhî, Vekâyiu’l-Fudalâ, I, 547; Müstakimzâde, Terâcim-i Ahvâl-i Şüyûh-ı Ayasofya, Süleymaniye Kütüphanesi, Es’ad Efendi, 1716/2, vr. 13b; Safâyî Mustafa, Tezkiretü’ş-şuarâ, Süleymaniye Kütüphanesi, Es’ad Efendi, nr. 2549, vr. 335a; Kemiksizzâde Saffet Mustafa, Nuhbetü’l-âsâr min ferâidi’l-eş’âr, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY, nr. 6189, vr. 140b; Tevfik Tezkiresi, vr. 42b; Ayvansarâyî, Mecmuâ-i Tevârih, s. 212; Vicdânî, Tomar, s. 251; Vassaf, Sefîne, III, 357; Hocazâde, Ziyâret, İstanbul 1325, s. 48; Bursalı, “Şeyh Abdülehad en-Nûrî”, VII, (161), 9. 1327, s. 69-70; a.mlf., Osmanlı Müellifleri, I, 121; Süreyya, Sicill-i Osmânî, III, 294; Baz, Abdülehad Nûrî-i Sivâsî, s. 69. 21 Nûrî Efendi’nin doğum tarihi konusunda kendisine yakın kaynaklar ile son devirde yazılanlar arasında farklılıklar vardır. Özellikle ona yakın olan kaynaklar doğum tarihini 1003/1594 olarak (bk. Nazmî, Hediyye, 499; Uşşâkîzâde,Zeyl, s. 539; Şeyhî, Vekâyiu’l-fudalâ, I, 547; Süreyya, Sicill-i Osmânî, III, 294; Nail Tuman, Tuhfe-i Nâilî, İstanbul Üniversitesi Şarkiyat Araştırma Merkezi Ktp., “Nûrî” md., s. 4405; Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-ârifîn, esmâü’l-müellifîn ve Âsârü’l-musannifîn, I, İstanbul 1951, s. 493) verirken sonraki kaynaklar ise 1013/1604 tarihini kaydetmektedir. (bk. Bursalı, “Şeyh Abdülehad en-Nûrî”, s. 69; Hocazâde, Ziyâret, s. 88; Vicdânî, Tomar, 251). Mehmed Sâmi, Esmâr-ı Esrâr’ında 1001/1592 tarihini verirken (İstanbul 1316, s. 51), Hüseyin Vassaf ise Sefîne’de 1003/1594 veya 1013/1604-05 tarihlerini beraber zikretmektedir (III, 357). Değerlendirme için bk. Baz, Abdülehad Nûrî-i Sivâsî, s. 70-71. 22 Nazmî, Hediyye, s. 499; Uşşâkîzâde, Zeyl, s. 539; Şeyhî, Vekâyiu’l-fudalâ, I, 547, Vassaf, Sefîne, III, 357; Süreyya, Sicill-i Osmânî, III, 294; Baz, Abdülehad Nûrî-i Sivâsî, s. 71-74. 23 Nazmî, Hediyye, 500-501; Uşşâkîzâde, Zeyl, s. 539; Şeyhî, Vekâyiu’l-fudalâ, I, 547, Tevfik Tez- SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Nûrî Efendi kısa sürede ilmî yönden tebârüz etmiş, yirmi yaşına geldiğinde kitap ve risale telîfine başlamıştır.24 Nûrî Efendi’nin, dayısı Abdülmecid Efendi’ye olan bağlılığı tarîkat yoluyla da sürmüş, yirmi yaşlarına geldiğinde ona intisap ederek mücâhede, riyâzet ve halvetlerle sülûk olunmuş, “usûl” ve “furû”dan oluşan on iki ismi tekmîl etmiştir.25 Nûrî Efendi, üstün bir kabiliyet ve kapasiteye sahip olmasına rağmen tekmîl-i tarîkat etmesi için olağanüstü bir gayret göstermiş, tam kırk halveti peş peşe çıkarmıştır. 1600 gün yani dört yıl beş ay on gün süren bu halvet hayatının sonunda Abdülmecid-i Sivâsî Efendi ona böyle zorlu bir mücâhedenin sebebini anlatma sadedinde, “Abdülehad, seni bu kadar riyâzât ve mücâhedât ile sülûk e irmemizin sebebi, zaman gelip İstanbul’da benzeri az bulunan bir mürşid-i kâmil olup o zaman şeyhlerinin, sana itaat edip iltica ve müracaat edecek olmalarındandır.” demiş, kendisine seccade, asâ, ridâ ve kemer vererek “Resûlullah’ın işâret-i şerîfesi” ile Midilli adasına halife nasb ve tayin etmiştir.26 Nûrî Efendi, şeyhinin emrine uyarak, iki dervişle birlikte annesini de yanına almak suretiyle Midilli’ye gitmiş ve orada Fatih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan câmide vaaz, irşat ve tedris çalışmalarına başlamıştır.27 Midilli Adası’nda takriben dört-beş yıl müddetle irşat, vaaz ve tedris çalışmalarında bulunmuş olan Nûrî Efendi’nin şöhretinin, saltanat merkezi olan İstanbul’a yayılması sonucu, daha önce de muhiblerinden olan Şeyhülislâm Yahya Efendi, onu Mehmedağa zâviyesine şeyh olarak görevlendirmek istemiş,28 bu arzusunu Abdülmecid-i Sivâsî Efendi’yi ziyaret ederek beyan etmiştir. Abdülmecid Efendi de kabul edip Nûrî Efendi’yi İstanbul’a çağırmıştır. O da şeyhinin emrine icabet ederek derhal 24 25 26 27 28 kiresi, vr. 42b; Vassaf, Sefîne, III, 357; Hocazâde, Ziyâret, s. 88; Vicdânî, Tomar, s. 251; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 121; Baz, Abdülehad Nûrî-i Sivâsî, s. 74-74. Nazmî, Hediyye, 501; Vassaf, Sefîne, III, 357. (Muhammed Nazmî Efendi, “... sinn-i şerîfleri işrûna bâliğ oldukda, müellefât ve musannafâtı ışrûndan ziyâde...” demiş olmasına rağmen yazdığı eserlerin keyfiyeti ele alındığında büyük çoğunluğunun ömrünün ilerleyen yıllarında telif edildiği anlaşılmaktadır. Bu yüzden Sefîne’de geçen, “...hazret-i Nûrî’nin sinn-i âlîleri yirmiye bâliğ olduğu sırada tahrîr-i âsâra başlayub yirmi kadar eser vücûda getirmişlerdir” ifâdesi daha doğru olmalıdır.). Nazmî, Hediyye, s. 502. Nazmî, Hediyye, s. 507; Müstakimzâde, Hülâsatü’l-hediyye, vr. 37a. Nazmî, Hediyye, s. 508. Nazmî, Hediyye, s. 509-510; Müstakimzâde, Hülâsatü’l-hediyye, vr. 37b; Vassaf, Sefîne, III, vr. 357 (Hüseyin Vassaf zühûlen olsa gerek, adı geçen Şeyhülislâm’ın Es’ad Efendi olduğunu kaydetmektedir.). 295 296 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL İstanbul’a gelmiş, şeyhi ve Şeyhülislâm ile görüştükten sonra da onların vâki talepleri ile karşılaşmıştır.29 Nûrî Efendi, 1061/1651 senesi Muharrem’inin sonlarına doğru rahatsızlanmış, kısa bir süre sonra vefat etmiştir. Bunun üzerine alelacele Midilli’ye giden Nûrî Efendi, halifelerinden Alîmî Efendi’yi yerine halife nasb ederek, vâlidesi ve dervişlerinden birkaçı ile birlikte 1033/1623 tarihinde İstanbul’a dönmüştür.30 Mehmedağa câmiinde imamlık yapan Tatar Ali Efendi kendisini gasletmiş, Fatihsultanmehmed câmiinde Abdülmecid-i Sivâsî Efendi’nin oğlu Abdülbâkî Efendi’nin kıldırdığı cenâze namazına kırk binden fazla cemaat iştirak etmiştir. Cenâzesi Eyüb Nişanca’daki şeyhinin kabrinin bulunduğu bahçeye defnedilmiş, daha sonra Yusuf Ağazâde Mustafa Ağa tarafından üzerine bir türbe inşa e irilmiştir.38 Kaynaklardan ismini öğrenemediğimiz Abdülmecid-i Sivâsî Efendi’nin kızı olan hanımı da, aynı türbe içine defnedilmiştir.39 1970 tarihinde restore edilen türbe40 halen ziyaret edilmektedir. Şeyhülislâm Yahya Efendi’nin daveti üzerine İstanbul’a gelen Nûrî Efendi, İstanbul’a gelir gelmez Mehmedağa zâviyesinde ikâmet ederek burada irşat çalışmalarına başlamıştır.31 Aynı yıl şeyhinin kızı ile evlenmek suretiyle ona damat olan Nûrî Efendi, adıgeçen tekkede vefatına kadar, tam yirmi sekiz yıl şeyhlik yapmıştır.32 Nûrî Efendi’nin İstanbul’a dönüp Mehmedağa tekkesine şeyh oluşundan iki yıl sonra 1035/1625-26 tarihinde kendisine Boşnak Osman Efendi’den boşalan Fatihsultanmehmed câmii kürsü şeyhliği tevcih olunmuş,33 bu suretle Cuma günleri halka vaaz vermeye başlamıştır. Bu silsile diğer câmilerle; 1051/1641 tarihinde Bayezid câmiinde,34 1057/164735 tarihinde ise Büyükayasofya câmiinde36 görevlendirilmek suretiyle devam etmiştir. On beş sene kadar süren onun bu aktif vaizlik dönemi kendi isteği ile tedrîcen sona erdirilmiş ve ömrünün son on yılını tamamen bağlılarının yetiştirilmesine adamıştır.37 29 30 31 32 33 34 35 36 37 Nazmî, Hediyye, s. 510. Nazmî, Hediyye, s. 510. Nazmî, Hediyye, s. 510; Müstakimzâde, Hülâsatü’l-hediyye, aynı yer; Hocazâde, Ziyâret, s. 88. Müstakimzâde, Hülâsatü’l-hediyye, aynı yer; Vassaf, Sefîne, III, 358. Nazmî, Hediyye, s. 512. Şeyhî, Uşşâkîzâde, Hocazâde, Bursalı Mehmed Tâhir, Nûrî Efendi’nin Fatih câmii kürsü şeyhliğine başlama tarihini 1041 olarak (Şeyhî, Vekâyiu’l-fudalâ, I, 547; Uşşâkîzâde, Zeyl, s. 540; Hocazâde, Ziyâret, s. 88; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, 121; Bursalı, “Abdülehad Nûrî”, s. 69), Sâdık Vicdânî 1040 olarak vermektedir (Vicdânî, Tomar, s. 251). Vassaf ise 1045 Rebiülevvelinden itibaren Ayasofya, Fatih, Sutan Ahmed câmileri kürsü şeyhliğinde bulundu, demektedir. (Vassaf, Sefîne, III, 358). Nazmî, Hediyye, s. 512; Uşşâkîzâde, Zeyl, aynı yer; Hocazâde, Ziyâret, aynı yer; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, I, aynı yer; Vicdânî, Tomar, aynı yer. Nazmî, Hediyye, s. 512; Şeyhî, Vekâyiu’l-fudalâ, I, 547; Müstakimzâde, Şüyûh-ı Ayasofya, vr. 13a-13b. Ayasofya Kürsü Şeyhliği, Cuma günleri kalabalık cemaate namazdan sonra vaaz edilmesi Osmanlılar’da bir gelenek olup bu konuda bir silsile teşekkül etmişti. “Katar şeyhliği” adı verilen bu silsilenin son kademesi Ayasofya kürsü şeyhliği idi. “Ayasofya vâizi”, “Ayasofya Cuma vâizi” de denirdi. Bu görevi yapanlar aynı zamanda birer tekke şeyhi olduklarından bu isimle anılmışlar ve protokolde en önlerde yer almışlardır. (Bk. Müstakimzâde, Şüyûh-ı Ayasofya, 10b-16a; Mehmet İpşirli, “Ayasofya Kürsü Şeyhliği”, DİA, IV, 224; Necdet Sakaoğlu, “Ayasofya Kürsü Şeyhi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul 1993, 1, 459). Nazmî, Hediyye, s. 513; Vassaf, Sefîne, III, 358. Hülâsatü’l-hediyye’de “...rıhletlerine bir sene kaldıkta dersleri bi’l-külliyye terk...” diyerek ömrünün son bir yılında vaazlarını bıraktığını belirtmektedir. (vr. 38a). Abdülehad Nûrî Efendi, otuz beş senelik şeyhliği müddetinde bizzat kendi ifâdesine göre, yirmi binden fazla kimseyi tarîkatine kabul ederek bi’atlarını almıştır. Bunlardan üç yüz kadarının “tarîkat-ı aliyyeden behre-dâr” olduklarını, elli kadarının hilâfete nail olduklarını, yedisinin de “vâsıl-ı ilallah” olduğunu bildirmiştir.41 Sivâsiyye, Halvetiyye tarîkatinin yukarıda saydığımız dört ana kolundan biri olan ve Şemseddin Ahmed-i Sivâsî’ye nisbet edilen Şemsiyye’den doğmuş Nûrî Efendi’ye nisbet edilen bir şubesidir.42 Sivâsiyye, Şemsiyye’nin vücut verdiği tek şube olmuştur. Bu şube ilk dönemlerde Şemsiyye’nin İstanbul’daki temsilcisi konumunda iken daha sonra müstakil bir şube olarak ortaya çıkmış, Nûrî Efendi’den itibaren bu adla anılagelmiştir. Bunun sebebi ise Nûrî Efendi’nin Şemsiyye’yi İstanbul başta olmak üzere Anadolu ve Rumeli’de halifeleri vasıtasıyla geniş bir kitleye yaymış olmasıdır.43 38 Nazmî, Hediyye, s. 515-516; Uşşâkizâde, Zeyl, s. 540; Şeyhî, Vekâyiu’l-fudalâ, I, aynı yer; Müstakimzâde, Ayasofya-i Kebîr’e Şeyh Olanlar, vr. 13b; Tevfik Tezkiresi, vr. 43a; Vassaf, Sefîne, III, 263; Hocazâde, Ziyâret, aynı yer; Süreyya, Sicill-i Osmânî, aynı yer; Bursalı, Osmanlı Müellifleri, aynı yer; Tuman, Tuhfe, aynı yer; Bağdatlı İsmail Paşa, Esmâü’l-Müellifîn, I, 493. 39 Vassaf, Sefîne, III, 363; Baz, Abdülehad Nûrî-i Sivâsî, s. 89. 40 Haskan, Eyüp Tarihi, I, 273. 41 Nazmî, Hediyye, s. 560. 42 Sami, Esmâr, s. 50-51; Vicdânî, Tomar, s. 252; Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, III, 298; Louis Massignon, “Tarikat” md., MEBİA, XII/1, İstanbul 1974, s. 15; Şapolyo, Mezhepler ve Tarîkatlar Tarihi, s. 459; Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 407; Baz, Abdülehad Nûrî-i Sivâsî, s. 161 vd. 43 Vassaf, Sefîne, III, 362; Vicdânî, Tomar, s. 252; Baz, Abdülehad Nûrî-i Sivâsî, s. 162 vd. Vicdânî, İstanbul’da Sivâsiyye koluna mahsus kırk kadar tekke ve zâviyenin kurulduğunu kaydeder (s. 252). 297 298 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Midilli Adası Midilli, Ege denizinin kuzeydoğusunda Anadolu sahillerine yakın, 1630 km2 yüzölçümüyle, bugün Yunanistan’ın üçüncü büyük adasıdır. Ada 821, 881 ve 1055 yıllarında müslüman Araplar tarafından kuşatılmıştır. 1091’de Çaka Bey’in burayı kısa bir süre için ele geçirmesiyle Türklerle bağlantısı başlamıştır. 1462 yılında Fatih Sultan Mehmed zamanında Sadrazam Mahmud Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu şiddetli bir kuşatma sonucunda Midilli’yi ele geçirmiştir. Bilahare ada bir sancak haline getirilerek Midilli kasabası ve Molova, kadılık merkezi yapılmıştır.44 Midilli, Osmanlı döneminde Deryâ kalemine (Cezâyir veya Kapudan Paşa eyâleti) bağlı bir sancak olarak örgütlenmiş, sancakbeyi, kale dizdârı, topçubaşı, liman hocası, alaybeyi gibi sancağı yönetenler yanında dört zeâmet ve 83 tîmâra bölünmüştü. Sancakbeyi bir gemi donatacak hâslara sahip bulunurdu. Bu görevlere ise Kapudan Paşa inhâsı ile tayinler yapılırdı.45 Midilli adasının nüfusu huzurlu geçen XVI. yüzyılda ikiye katlanmış, kısmen Anadolu’dan gelenler tarafından ve genelde mahallî nüfusun ihtidâsı neticesinde İslâmiyet zamanla yayılmaya başlamıştır. XVII. yüzyıl boyunca da bu nüfus artış göstermiştir. İslâmlaşma 1602-1644 tarihleri arasında en üst noktaya varmış, 1644’ten sonra XIX. yüzyılın başına kadar sabit kalmıştır. Midilli kalesi onarılarak burada Fatih Sultan Mehmed adına Fethiye câmii inşa edilmiştir.46 Midilli’nin aşağı hisarındaki bir kilisenin Fatih adına mahalle mescidine çevrildiği, 1709 tarihli bir tahrir de erindeki kayda göre Fatih’in Midilli kalesinde bir câmii ve bir de mescidi bulunduğu tespit edilmektedir.47 Barbaros Hayreddin Paşa kasabaya on odalı bir medrese, bir dergâh ve bir imaret yaptırmıştır. 1544 yılından itibaren Derviş Hamîdî tarafından Mevlevîlik yerleştirilmeye başlanmış, bir Mevlevîhâne kurulmuştur. Aşağıda ayrıntılı olarak bahsedeceğimiz ada için önemli bir vakfiye, derya beylerinden Bâlîzâde Hasan Bey’e ai ir. Bâlîzâde Hasan Bey, kuzey limanı yanındaki susuz kısımda Abdülehad Nûrî Efendi ve onun men44 45 46 47 Kiel, “Midilli”, DİA, XXX, 11-14. Parmaksızoğlu, “Midilli”, Türk Ansiklopedisi, XXIV, 140. Parmaksızoğlu, “Midilli”, Türk Ansiklopedisi, XXIV, 140. İşbilir, “Ege Adaları’nda Sosyal Yapı”, Ege Adaları’nın İdarî, Malî ve Sosyal Yapısı (ed. İdris Bostan), Stratejik Araştırma ve Etüdler Milli Komitesi Araştırma Projeleri Dizisi 2/2003, Ankara 2003, 115-134, 124. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL supları için bir câmi-tekke, buraya bağlı beş adet derviş hücreleri ile harem binası inşa e irmiştir. Bir Bektâşî tekkesinin varlığı 1699’dan itibaren kaynaklarda geçmektedir. 1304 (1887) yılına ait salnâmeye göre adanın üç kazasında altmış bir cami, otuz sekiz hamam, yedi tekke ve dört medrese bulunmaktadır. Abdülehad Nûrî Efendi’nin Midilli’deki Faaliyetleri Abdülehad Nûrî Efendi, Midilli adasına yirmili yaşlarında iken gelmiştir. Buna göre 1620’li yıllardan bir-iki sene önce gelmiş olmalıdır.48 Burada, Fatihsultanmehmed câmiinde tebliğ, irşat ve tedris hizmetleri neticesinde kısa zamanda insanların sevgisini celbetmiş, ada ahalisinin çoğu kendisine muhib ve mürid olmuştur. Rivâyete göre yetmiş civarında kâfir onun vasıtasıyla İslâm’ı kabul etmiş, bunların tamamına yakını sülûkünü tamamlamıştır. Bu başarılı çalışmalarını haber alan Abdülmecid-i Sivâsî Efendi, “Aferin! Abdülehad’ın malumumuzdan ziyade kuvvet-i tasarrufu varmış.” diyerek kendisine iltifat etmiştir.49 Midilli adasında Nûrî Efendi’nin müntesipleri arasına girmiş, hayır ve hasenâtı ile tanınan, Deryâ Beyleri’nden Bâlîzâde Hasan Bey, şeyhi için derviş hücreleri, taamhâne, harem kısımlarının bünyesinde bulunduğu bir câmi-zâviye inşa e irmiş,50 giderlerini karşılamak için vakıf tayin etmiş ve bu yapının Nûrî Efendi’den sonra da onun halifeleri tarafından kullanılmasını şart koşmuştur.51 Hizmetlerin neler olduğu, nerelerden beslenip nerelere harcanacağı hususu ayrıntısıyla anlatılmış olan vakfiye metni Başbakanlık Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı’nda bulunmaktadır.52 Buna göre Bâlîzâde Hasan Bey, ilk vakfiyeyi Rebiülevvel 1032/Ocak-Şubat 1623 yılında tanzim e irmiş, 1035/1625, 1036/1626 yıllarında altı adet vakfiye ile ilavelerde bulunmuştur. Bâlîzâde Hasan Bey’in vakfiyesine göre, vakfe iği bazı menkul ve gayrımenkuller şöyledir: 48 49 50 51 52 Bir değerlendirme için bk. Baz, Abdülehad Nûrî-i Sivâsî, s. 84. Nazmî, Hediyye, s. 508-509. Nazmî, Hediyye, s. 509; Vassaf, Sefîne, III, 357. Nazmî, Hediyye, s. 509; Müstakimzâde, Hülâsatü’l-hediyye, vr. 37b. EV.VKF Dosya no: 5, Gömlek no: 76. Vakfiye’nin bir sureti Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’ndeki 987 numaralı de erin 187. sayfa, 61 sırasında kayıtlıdır. Bu suret 17 Cemâziyelâhir 1262/12 Haziran 1846 tarihinde, mütevelli el-Hâc Mehmed Kâmil tarafından Midilli kadısı Ali b. Hüseyin’e tescil e irilmiştir. 299 300 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Bir adet hamam; bir adet yel değirmeni; bir adet su değirmeni; içinde kule, banyo, ahır, fırın, çeşme, su havuzu, bahçesinde pek çok meyveli ve meyvesiz ağacı, tohum ekilebilir tarlasıyla birlikte bir adet altlı üstlü ev; 1630 adet zeytin ağacı; dört kıta bağ; üç kıta incir bahçesi; iki yağ değirmeni; bir göz su değirmeni; içinde banyo, anbar vs. bulunan bir ev; 250 bin akçe nakit para; Bâlîzâde’nin hanımı Zeynî Hâtûn tarafından bağışlanan bir bahçe ile 100 adet zeytin ağacı... İnşa e iği câmi-tekkede, postnişînliğin gereklerini icra etmek ve ayrıca cuma günleri vaazetmek karşılığında şeyh efendiye günlük elli akçe, fakirlerin/dervişlerin yeme içme ihtiyaçlarını karşılamak için günlük kırk akçe akçe tayin edilmiştir. Ayrıca câmi-tekkenin tevliyet, cibâyet, kitâbet, imâmet, hitâbet ve diğer hizmetleri için de belli miktarlarda günlük tayin edilerek bütün bu hizmetlilerin seçimini şeyh efendiye bırakmıştır.53 Ayrıca zaman içerisinde olabilecek ihtilaflı durumlar için de şeyh efendinin kararına bağlı kalınacağı ifade edilmiştir. Nazmî Efendi’nin Hediyyetü’l-İhvân adlı eserinde verdiği bilgiye göre, Nûrî Efendi’nin oğlu, bilâhare Mehmedağa tekkesine şeyh olan Mustafa Efendi’nin (v. 1102/1690) sertarîki olan Seyyid Abdülaziz Efendi 1080/1670’li yıllarda bir vesile ile Midilli’ye gi iğinde Nûrî Efendi vesilesiyle ihtidâ edip kendisinden tekmîl-i tarîkat eden zâtlardan üç-dört tanesini görmüştür.54 Abdülehad Nûrî Efendi, Midilli adasındaki hizmetlerini anlatırken, “Midilli adası irşadımızın nuruyla aydınlandı. Ada ahalisinin çoğu iradet ve biat e i. Aralarında muhabbet oluştu. Davetler ve ziyaretler olmaya başladı. İhvan arasındaki muhabbet ve ülfet hayli kuvvetlendi.” demektedir.55 Abdülehad Nûrî Efendi’nin Midilli’deki Halifeleri Abdülehad Nûrî Efendi yetiştirdiği halifelerini özellikle İstanbul’daki önemli tekkelerde görevlendirmiş, “kurduğu Sivâsî tarîkatiyle İstanbul’daki Halvetî örgütlenmesini geniş bir toplumsal zemine oturtmuş ve bu sayede taşra kökenli şeyh ailelerinin XVII. yüzyıl şehir hayatında kazandıkları nüfuzun başlıca temsilcilerinden birisi durumuna gelmiştir.”56 Sivâsiyye, İstanbul ve Anadolu’da kısa sürede yayılıp etkin olmasına rağmen uzun müddet devam edememiştir. İstanbul’da zamanla kırk ka53 54 55 56 Nazmî, Hediyye, s. 509. Nazmî, Hediyye, s. 508. Nazmî, Hediyye, s. 576. Işın, “Abdülahad Nuri”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, I, 21. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL dar tekkede temsil edilen bu şûbe Vassaf’ın beyanına göre tarîkatin devamını sağlayacak kudretli halifeler yetiştirilememesinden dolayı, daha fazla yayılamamıştır. Yine Vassaf’a göre bu şûbe son zamanlarda Taşkasap’ta Zibin-i Sa’âdet tekkesinde Şeyh Yusuf Ziyâeddin Efendi tarafından temsil edilmiştir.57 Nûrî Efendi Midilli’den ayrılırken sonraki dönemlerde ismi kurucusundan dolayı Bâlîzâde tekkesi diye anılacak olan dergâhın şeyhliğine halifesi Alîmî Efendi’yi tayin etmiştir. Bilâhare tekkenin postnişînliğini üstlendiğini tespit e iğimiz kişiler de şunlardır: 1. Alîmî Efendi Alîmî Efendi Midillili’dir. Abdülehad Nûrî Efendi Midilli’de iken kendisine intisab etmiş, hem şer’î ilimleri hem de seyr ü sülûkunu şeyhinden tamamlamıştır. Nûrî Efendi’nin İstanbul’da Mehmedağa tekkesine şeyh olmasıyla Midilli’deki tekkesi postnişînliğine getirilmiştir. On yıl kadar bu hizme e bulunduktan sonra 1040/1631 civarında vefat ederek Midilli’ye defnedilmiştir.58 2. Mustafa Efendi Edirne yakınlarında bir köyden olan Mustafa Efendi, şer’î ilimleri tahsil e ikten sonra Nûrî Efendi’ye intisab etmiştir. Uzun zaman hizmet ederek hilâfete nâil olmuş ve Alîmî Efendi yerine, Midilli’deki tekkeye postnişîn olarak vazifelendirilmiştir. On yıl kadar bu hizme e bulunduktan sonra, 1050/1640 senesi civarında vefat ederek Midilli’de Alîmî Efendi’nin yanına defnedilmiştir.59 3. Esircizâde Hüseyin Efendi Hüseyin Efendi İstanbul’da doğmuştur. Dönemin ulemâsındandır. Şer’î ilimleri tahsil e ikten sonra tasavvufa meylederek, Nûrî Efendi’ye intisab etmiştir. Tekmîl-i tarîkat ile hilâfete nâil olmuş, Konyalı Seyyid Mehmed Efendi’nin yerine tekkenin sertarîkliğine getirilmiştir. Şeyhi tarafından Midilli’deki tekkeye halîfe tayin edilerek burada iki yıl irşat hizmetinde bulunmuş, iki yıl sonra İstanbul’a şeyhinin yanına tekrar dönmüştür. Burada da şeyhi tarafından tekkede pîşkademlikle60 görevlendirilmiştir.61 57 58 59 60 Vassaf, Sefîne, III, 376. Vassaf, Sefîne, III, 309. Vassaf, Sefîne, III, 309. Pîşkademlik, sertarîk olanların üzerine bir nevi denetci ve dervişlerin bâtınlarının terbiyesi için görevlendirilmiş kimseler için kullanılır bir tabirdir. (Bk. Nazmî, Hediyye, s. 640). 61 Nazmî, Hediyye, s.638-640. 301 302 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Süreyya, Sicill-i Osmânî’de Hüseyin Efendi’nin, şeyhi Nûrî Efendi vefat e iğinde Kemhacıbaşı62 olduğunu kaydetmektedir.63 Buradan onun maişet temini için esnaflık yaptığını ve esnaf arasında da saygın bir yerinin olduğunu anlıyoruz. Şeyhi’nin vefatından sonra, pîrdaşlarından Yusuf Ağazâde Mustafa Ağa’nın, Nûrî Efendi halîfelerine meşrûta olmak üzere Fethiye câmii yanında yaptırdığı mescidde imam ve şeyh olarak kırk sene kadar hizme e bulunmuştur.64 Pîrzâdesi Mustafa Çelebi’nin 1102/1690-91 senesinde vâki olan vefatının akabinde de Mehmed Ağa Câmii’ne vâiz ve tekkesine şeyh olmuştur. Bu vazîfeyi üç yıl kadar yürü ükten sonra, 9 Şevvâl 1105/3 Haziran 1694 tarihinde vefat ederek65 Şeyhi Nûrî Efendi’nin türbesi civârına defnedilmiştir.66 Vefatına Şeyhü’l-kuds ibaresi ve Muhammed Nazmî Efendi’nin Vefatına dedim târîh ey Nazmî du’â idüb Makâmı ola yâ Rabbî Hüseyn’in Cennet-i Me’vâ (sene: 1105) beyti tarih düşürülmüştür.67 Hüseyin Efendi’nin Fethullah ve Yahyâ isminde iki oğlu olmuştur. Vefatıyla boşalan Mehmed Ağa Tekkesi şeyhliğini oğlu Yahyâ Efendi (v. 1153/1740) üstlenmiştir.68 Bir diğer oğlu Fethullah Efendi de dönemin önemli zâkirbaşılarındandır. 1066/1655 senesinde doğmuş, bir tara an ilim tahsîlinde bulunurken bir tara an da mûsikî ile iştigal etmiştir. 1098/1687 senesinde mülâzım, 1108/1696-97 senesinde de Bali Paşa Hâric Medresesi’nde müderris olmuştur. 1111/1699-1700 senesinde Bağdat Valisi tayin edilen Hasan Paşa’nın imamı olmuş, aynı senenin Cemâziyelâhir’inde Şehrezûr’a vardıklarında vefat etmiştir. Güzel sesli olan Fethullah Efendi, ilâhîler de bestelemiş bir bestekârdır.69 Tevfik, Mecmûatü’t-Terâcimi’nde, Esircizâde Hüseyin Efendi’nin, şeyhi Nûrî Efendi’nin Mir’âtü’l-Vücûd adlı eserini Türkçe’ye tercüme e iğini kaydetmektedir.70 62 Kemhacıbaşı, kemha denilen ipekli kumaş yapan esnafın kâhyası hakkında kullanılan tabirdir. Kemhacılar kethüdası denir. Bunlar esnaf tarafından seçilir, hükümet tarafından atanırdı. (Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, II, 241). 63 Süreyya, Sicill-i Osmânî, II, 199. 64 Nazmî, Hediyye, s. 640-641. 65 Nazmî, Hediyye, s. 641; Tevfik Tezkiresi, vr. 61b; Tabibzâde, Meşâyih, s. 18; Süreyya, Sicill-i Osmânî, II, 199. 66 Nazmî, Hediyye, s. 641; Tevfik Tezkiresi, vr. 61b. 67 Nazmî, Hediyye, s. 641; Tevfik Tezkiresi, vr. 61b. 68 Ayvansarâyî, Tercümetü’l-Meşâyih, vr. 31a; Tabibzâde, Meşâyih, s. 18. 69 Ergun, Antoloji, I, 51. 70 Tevfik Tezkiresi, vr. 61b. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL 4. Şeyh Ali Efendi Muhammed Nazmî Efendi’nin mühtedî olduğunu söylediği Ali Efendi, muhtemelen Nûrî Efendi Midilli’de iken ihtidâ etmiş olan bir zâ ır. İntisabla tekmîl-i tarîk etmiş ve Medîne-i Münevvere’ye halife olarak gönderilmiştir. 1100/1689 senesinde burada vefat etmiş ve Yenbu’da defnedilmiştir.71 5. Şeyh Ahmed Dede Hakkında ayrıntılı bilgi edinemediğimiz Midillili Şeyh Ahmed Dede de Nûrî Efendi’nin halîfelerindendir. Nazmî Efendi onun Şeyh Mustafa Efendi yerine halîfe olarak gönderilebilmiş olabileceğini tahmin etmektedir.72 Bu tahminden anlaşıldığına göre Nûrî Efendi’nin Mustafa Efendi adlı bir halifesi de Midilli’de postnişînlik yapmıştır. Sonuç Abdülehad Nûrî Efendi, XVII. yüzyılın taşra kökenli bir şeyh ailesine mensup olup İstanbul’da oldukça tesirli olmuş alim ve şair bir sûfîdir. Midilli’deki dört-beş senelik irşat hayatı boyunca, ada ahâlisinin mânevî hayatını derinden etkilemiş, çok sayıda ihtidâya vesile olmuştur. Midilli adasının İslâmlaşma süreci Abdülehad Nûrî Efendi döneminde en üst seviyesini bulmuş, ondan sonra da, bu süreç bir müddet daha devam etmiştir. Deryâ Beylerinden Bâlîzâde Hasan Bey yaptırdığı bir câmi-tekke ve onun hücrelerini Nûrî Efendi’ye tahsis etmiş, bunların giderlerini karşılayacak yüksek miktarda menkul, gayrimenkul ve para vakfederek ilânihâye Nûrî Efendi’nin anlayışını ve yolunu devam e irecek olanlara şart koşmuştur. Abdülehad Nûrî Efendi’nin halifeleri kendisinden sonra Sivâsiyye’yi Midilli’de hakkıyla temsil etmiş, ada ahalisinden gayrimüslimlerin ihtidâsı ve müslüman olanların da mânevî gelişimi onlar eliyle sağlanmıştır. Nûrî Efendi gerek halkın yaygın eğitiminde ve ihtidâ hareketlerinde göstermiş olduğu olağanüstü gayretle ve gerekse yöneticilerle olan münasebetleriyle Osmanlı meşâyihinin özellikle XVII. yüzyıldaki tipik örneklerindendir. 71 Vassaf, Sefîne, s. 330. 72 Bk. Nazmî, Hediyye, s. 646. 303 304 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER KAYNAKLAR Akkaya, Hüseyin, Osmanlı Türk Edebiyatında Süleyman Peygamber ve Şemseddin Sivâsî’nin Süleymâniyyesi İnceleme, Tenkidli Metin ve Tıpkıbasım (1. Kısım: İnceleme) (yay. Şinasi Tekin-Gönül Alpay Tekin), Harvard Üniversitesi 1997, s. 127-143. Aksoy, Hasan, “Şemseddin Sivâsî”, Sahabeden Günümüze Allah Dostları, I-X, Şûle Yayınları İstanbul 1995, VIII, 175-182. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Gündoğdu, Cengiz, Bir Türk Mutasavvıfı Abdülmecîd Sivâsî Hayatı Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2000. Harîrîzâde, M. Kemaleddin, Tibyânu Vesâili’l-hakâik fî beyâni selâsili’t-tarâik, I-III, Süleymaniye Kütüphanesi, İbrahim Efendi, nr. 430-432. Haskan,, Mehmet Mermi, Eyüp Tarihi, I-II, Türk Turing Turizm İşletmeciliği Vakfı Yayınları, İstanbul 1993. Hocazâde, Ahmed Hilmi, Ziyâret-i Evliyâ, İstanbul 1325. Aksoy, Hasan, Gülşen-Âbâd, (inceleme-metin-sözlük), İstanbul 1990. İpşirli, Mehmeti, “Ayasofya Kürsü Şeyhliği”, DİA, IV, 224-25. Aksoy, Hasan, Şemseddin Sivâsî: Hayatı, Eserleri ve Mevlidi (Tenkitli Basım), basılmamış doktora tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1983. Îsâzâde Târîhi (Metin ve Tahlil) (haz.: Ziya Yılmazer), İstanbul 1996. Ayvansarâyî, Hüseyin, Mecmuâ-i Tevârih (haz. Fahri Ç. Derin-Vâhid Çabuk), İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1985. Ayvansarâyî, Hüseyin, Hadîkatü’l-cevâmi’, I-II, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1281. Ayvansarâyî, Hüseyin, Tercümetü’l-Meşâyih, Sül. Ktp., Es’ad Efendi, nr. 1375. Bağdatlı İsmail Paşa, Hediyyetü’l-ârifîn, esmâü’l-müellifîn ve âsârü’lmusannifîn, I-II, İstanbul 1951. Baz, İbrahim, Abdülehad Nûrî-i Sivâsî Hayatı, Eserleri, Görüşleri, İnsan Yayınları, İstanbul 2007. Bursalı Mehmed Tâhir, “Şeyh Abdülehad en-Nûrî”, Sırât-ı Müstakîm, VII, (161), 9. 1327, s. 69-70. Bursalı, Mehmed Tâhir, Osmanlı Müellifleri, I-III, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1338. Ekrem Işın, “Abdülahad Nuri”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, I-VIII, İstanbul 1993-1995, I, 21. Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, MÜİF Vakfı Yay., İstanbul 1997. Ergun, Sadeddin Nüzhet, Türk Mûsikîsi Antolojisi, I-II, Rıza Coşkun Matbaası, İstanbul 1942. Galitekin, Ahmed Nezih, Gölcük Örcün Köyü ve Baba Sultan Zâviyesi, ? 1998, Gündoğdu, Cengiz, “Sutanahmed Câmii İlk Cum’a Vâizi: Abdülmecid Sivâsî (971/1563-1049/1639) (Vâizlik Hizmetleri, Sutan Ahmed Câmii’ne Atanması, Va’z Uslûbu)”, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, VI/14 (2005), s. 43-46. İşbilir, Ömer, “Ege Adaları’nda Sosyal Yapı”, Ege Adaları’nın İdarî, Malî ve Sosyal Yapısı (ed. İdris Bostan), Stratejik Araştırma ve Etüdler Milli Komitesi Araştırma Projeleri Dizisi 2/2003, Ankara 2003. Kemiksizzâde Saffet Mustafa, Nuhbetü’l-Âsâr min Ferâidi’l-Eş’âr, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY, nr. 6189. Kiel, Machiel, “Midilli”, DİA, XXX, 11-14. Louis Massignon, “Tarikat” md., İslâm Ansiklopedisi, XII/1, İstanbul 1974. Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmânî Yahud Tezkire-i Meşâhîr-i Osmâniyye, I-IV, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1308. Mucîb, Mustafa, Tezkire-i Mucîb (İnceleme-Tenkidli Metin-Dizin-Sözlük) (haz. Kudret Altun), Ankara 1997. Müstakimzâde, Terâcim-i Ahvâl-i Şüyûh-ı Ayasofya, Süleymaniye Kütüphanesi, Es’ad Efendi, 1716/2. Müstakimzâde, Süleyman Sa’deddin, Hülâsatü’l-Hediyye, Millet Ktp., AEŞ, nr. 1082. Müstakimzâde, Süleyman Sa’deddin, Meşâyihnâme-i İslâm, Süleymaniye Kütüphanesi, Es’ad Efendi, nr. 1716/1. Nail Tuman, Tuhfe-i Nâilî, İstanbul Üniversitesi Şarkiyat Araştırma Merkezi Kütüphanesi, “Nûrî” md., s. 4405. Nazmî, Mehmed Efendi, Hediyyetü’l-ihvân (haz. Osman Türer), İnsan Yayınları, İstanbul 2005. Necdet Sakaoğlu, “Ayasofya Kürsü Şeyhi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, I-VIII, İstanbul 1993-1995. Öngören, Reşat, Osmanlılar’da Tasavvuf Anadolu’da Sûfîler, Devlet ve Ulemâ (XVI. Yüzyıl), İz Yayıncılık, İstanbul 2000. Pakalın, M. Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I-III, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1993. 305 306 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Parmaksızoğlu, İsmet, “Midilli”, Türk Ansiklopedisi, XXIV, 140-141. Receb b. İbrahim-i Sivâsî, Necmü’l-Hüdâ fî Menâkıbı’ş-Şeyh Şemseddin Ebü’sSenâ, Süleymaniye Kütüphanesi, Lala İsmail, nr. 694/2. Safâyî Mustafa, Tezkiretü’ş-Şuarâ, Süleymaniye Kütüphanesi, Es’ad Efendi, nr. 2549. Sami, Mehmed, Esmâr-ı esrâr, İstanbul 1316. Şapolyo, Enver Behnan, Mezhepler ve Tarîkatlar Tarihi, İstanbul 1964. Şeyhî, Mehmed Efendi, Vekâyiu’l-Fudalâ (haz. Abdülkadir Özcan), I-II, Çağrı Yayınları, İstanbul 1989. Tabibzâde, Mehmed Zâkir Şükrü, Die Istanbuler Derwisch-Konvente Und hre Scheiche (Mecmua-ı Tekâyâ) (haz. M. Serhan Tayşî), Berlin 1980. Tevfik, Mecmûatü’t-Terâcim, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, TY, nr. 192 (Tevfik Tezkiresi). Uşşâkîzâde, Seyyid İbrahim, Zeyl-i Şakāik (Hans Joachim Kissling tarafından önsöz ve alfabetik fihrist ilâvesiyle yapılan tıbkıbasım), O o Harrossowitz, Wiesbaden 1965. Vassaf, Hüseyin, Sefîne-i Evliyâ (haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), I, Sehâ Neşriyat, İstanbul 1991. Vicdânî, M. Sâdık, Tarikatler ve Silsileleri (Tomâr-ı Turûk-ı ‘Aliyye) (haz. İrfan Gündüz), Enderun Yayınları, İstanbul 1995. Yüksel, Hasan, “Sivas’ta Bir Şeyh Ailesinin Ortaya Çıkışı ve Vakıflar Üzerine Bir Deneme (Şeyh Şemseddin Ailesi)”, Revak, I/1, Sivas 1990, s. 38-53. Eyüp’te Sivasi Dergahı Haziresi ve Mezar Taşları HİCABİ GÜLGEN Amasyalı Pir İlyas (ö. 837 / 1433) tarafından Anadolu’ya getirilen Halvetiyye tarikatının dört önemli büyük kolundan birisi Şemseddin Sivasi (ö. 1006 / 1597) tarafından kurulmuş olan Semsiyye’dir.1 Kurulduğunda Sivas’taki Şemsiyye dergahı merkezli olarak faaliyetlerini yürütmüş olan tarikat, Şemseddin Sivasi’den sonra post-nişîn olan Abdülmecid Sivasi (ö. 1049 / 1639)’nin Sultan III. Mehmed’in2 davetiyle merkezini İstanbul’a taşımıştır.3 Abdülmecid Sivasi, İstanbul’da ilk olarak Fatih’teki Şeyh Yavsi tekkesi postuna oturmuş, bu tarihten sonra da tekkenin ismi “Sivasi” olarak değişmiştir. Bu değişimle birlikte, önceleri Şemsiyye’nin İstanbuldaki şubesi gibi görülen Abdülmecid Efendi, müstakil bir hüviyet kazanarak, “Sivasiyye” diye tanınmaya başlamıştır. Bir diğer tara an Reîsülkü âb Lâ’lî Efendi’nin Abdülmecid Efendi’ye hediye e iği Eyüp Nişanca’daki bahçeli 1 Uludağ, Süleyman, “Halvetiyye”, DİA, c. XV, s. 394. 2 Abdülmecid Sivasi’nin İstanbula davetinin III. Murad tarafından yapıldığını bildirirken, Cengiz Gündoğdu, III Mehmedi göstermektedir. Bkz. Tanman, M. Baha, “Sivasi Tekkesi”, DİA, c. XXXVII, s. 288; Gündoğdu, Cengiz, “Eyüpte Medfun Bir Halveti- Sivasi Şeyhi Sivâsîzâde Abdülbâkî Efendi”, Tarihi Kültürü ve Sanatıyla Eyüp Sultan Sempozyumu IX, s. 315. 3 Gündoğdu, agm, s. 315. 307 308 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER konak, bilahere Fatihteki tekkeye bağlı bir zaviyeye halini almıştır.4 Abdülmecid Efendi’nin vefatından sonra Sultan IV. Mehmed’in annesi Mahpeyker Vâlide Sultan tarafından, üzerine bir türbe inşa e irilmiştir. Bilahere Abdülmecid Efendi’nin yeğeni,de aynı yerde başka bir türbeye defnedilmiştir. Çalışmamızın asıl hedef ve içeriği nedeniyle, tali konuları geçerek,5 hazire ve hazirede bulunan mezar taşları konusuna geçmek istiyoruz. Eyüp Nişanca Caddesinde bulunan Sivâsî Tekkesi, iki türbe binası ile bunların etrafında sıralı ve dağınık haldeki mezarlardan müteşekkildir. Tekke arazisinin doğu ve güney duvarı boyunca komşu binalar, kuzey duvarı boyunca cadde, batı duvarı boyunca da bir zamanlar tekke binasının bulunduğu düşünülen fakat sonradan arazisi üzerine inşa olunan bir okul yer almaktadır. Hazireye, kuzeydoğu ucunda yer alan Abdülahad Nûrî Sivâsi’ye ait kırma çatılı kagir türbenin bitişiğindeki kapıdan girilir. Girişin tam karşısında daha özenle inşa edilmiş bulunan Abdülmecid Sivâsi ve oğlu Abdülbâkî Sivâsî’ye ait yine kırma çatılı kâgir türbe bulunur. Her iki türbenin cephe ve yan duvarları boyunca mezarlar sıralanmıştır. Dış etkiler ve zamana bağlı sebeplerle mezar ve mezar taşlarının büyük bir kısmı kaybolmuş, kırılmış veya zarar görmüş durumdadır. Mahalle sakinlerinden gönüllü kimselerin gayretiyle bazı mezarlar korunabilmiştir. Çalışmamızda biri hariç tarihsiz mezar taşı kataloglamaya girmemiştir. Toplam 29 mezar taşının incelendiği çalışmada öncelikle mezar taşlarının katalog fişleri ortaya konmuş, daha sonra da değerlendirme yapılmıştır. KATALOG Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği :1 : İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. : 30. 03. 2010 : Seyyid Abdülkerim Efendi oğlu Muhammed Hâşim Çelebi. Vefat Tarihi : 11 Ramazan 1258 H. / 16 Ekim 1842 M. Fotoğraf No :1 Ölçüleri : BŞ: 152 x 32 x 14cm. AŞ: 140 x 27 x 14cm. Malzeme ve Teknik : Mermer, dik kesim - yüksek kabartma. 4 Tanman, agm., s. 288. 5 Sivâsî ailesi, düşüncesi ve ilim kültür hayatına ait geniş bilgi için bkz. Türer, Osman, Mehmed Nazmî Hayatı, Eserleri ve Hediyyetü’l-İhvan’ı, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Ankara 1982; Arıcan, M. Kazım, “Şemseddin Ahmet es-Sivâsî’nin Ahlak Anlayışı”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. XII/1, 2008, s. 121-146; Fikret Mutlu, Şemseddin Sivâsî’nin Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Düşüncesi, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sivas 2005; vd. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Yazı Dili ve Türü Kitabe : Türkçe, Celî Sülüs. : BŞ Dış مرحوم/ پوست نشين لرندن/ بلاطده طريق سنبلي/ شمس سيواسلي اولادلرندن/ يا هو پوست نشين شيخ سيد/ مخدومي مرحوم و مغفور/ عبد الكريم افندينك/ و مغفور سيد ن۱۱ في۱۲۵۸ الفاتحة سنة/ هاشيم چلبي روحيچون/ محمد BŞ Dış Yâ Hû, Şems-i Sivâsî’nin torunlarından Balat’da Sümbülî Tarikatı postnişinlerinden Seyyid Abdülkerîm Efendi’nin oğlu postnişîn Şeyh Seyyid Muhammed Hâşim Çelebi’nin rûhu için el-Fâtiha. Sene 1258 / 11Ramazan. Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezarın baş ve ayak şahidesi bulunmaktadır. Baş taşı dikdörtgen prizmatik bir kaide ile bunun üzerinde bulunan Sümbülî kavuktan oluşmaktadır. Baş taşının iç ve yan yüzleri boş bırakılmıştır. Ayak taşının iç yüzünde yemişleriyle birlikte hurma motifi yine kabartma olarak çalışılmıştır. Ayak taşının dış ve yan yüzleri de boş bırakılmıştır. Yakın tarihli bir tamirde taşın yazı, kavuk ve süslemeleri koyu yeşil yağlı boya ile boyanmış bulunmaktadır. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü Kitabe :2 : İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. : 30. 03. 2010 : Abdülmecid ? : 1135 H. / 1722-23 M. :2 : BŞ: 132 x 26 x 16 cm. AŞ: 132 x 22 x 12 cm. : Mermer, alçak kabartma. : Türkçe, Ta’lik. : هاتف غيبي/ فريد... خانقاه بي بقادن/ سواسيده شيخ... / هو الباقي ۱۱۳۵ سنه/ و له العبد المجيد. جلوه كاهك كلشن/ ديدي تاريخ سال رحلتن BŞ Dış BŞ Dış Hüve’l-Bâkî. Sivâsî’de Şeyh hangâhı .... Gaybî bu dünyadan göçmesine tarih olarak “Cilvegâhın gülşen ve lehu’labdülmecîd” dedi. Sene 1135 Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezarın baş ve ayak şahideleri bulunmaktadır. Baş taşı köşelikli üstüvane biçiminde çalışılmış olup, sadece dış yüzünde altı satırlık yazı panosu oluşturulmuştur. Yazı panolarının en üstünde taşın köşeliklerine uygun olarak daralan bir alınlık panosu hazırlanmış ve içine yarı realist üslupta bir yonca – penç motifi yerleştirilmiştir. 309 310 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Mezarın ayak taşı ise sade bir üstüvane biçiminde olup, üzerinde herhangi bir yazı ve süs unsuruna yer verilmemiştir. Taşın yazı panoları yakın tarihli bir tamira a yeşil renkte yağlı boya ve yaldız boya ile boyanmıştır. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği :3 : İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. : 30. 03. 2010 : Muhammed Şükrü Efendi oğlu Seyyid Muhammed Nureddin Efendi. Vefat Tarihi : 21 Rebiyülevvel 1293 H. / 16 Nisan 1876 M. Fotoğraf No :3 Ölçüleri : BŞ: 121 x 30 x 9 cm. Malzeme ve Teknik : Mermer, yüksek kabartma. Yazı Dili ve Türü : Türkçe, Celî Sülüs. Kitabe : مخدوم/ محمد شكري افندينك/ مرحوم و مغفور الشيخ/ الله هو ايچون كافه اهل/ نور الدين افندينك روح شريفي/ مكرملري السيد محمد را۲۱ في۱۲۹۳ سنه/ ارواحيچون الفاتحة/ ايمان BŞ Dış BŞ Dış Allah Hû. Merhum, mağfûr Şeyh Muhammed Şükrü Efendi’nin oğlu Seyyid Muhammed Nureddin Efendi’nin ve bütün iman ehlinin rûh-ı şerîfleri için el-Fâtiha. 21 Rebiyülevvel 1293 H. Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezarın yalnızca baş şahidesi bulunmaktadır. Sümbüli başlıklı şahidenin dış yüzünde sekiz satırlık yazı panosu oluşturulmuştur. Yazı panoları ve sarığın alt kısmı yeşil ve sarı renkte yağlı ve yaldız boyalarla yakın tarihli bir tamira a boyanmıştır. Şahidenin iç ve yan yüzlerinde herhangi bir yazı ve süsleme unsuruna yer verilmemiştir. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü :4 : İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. : 30. 03. 2010 : Sivâsîzâde Şeyh Abdülbâkî Efendi. : 10 Safer 1213 H. / 24 Temmuz 1798 M. :4 : BŞ: 126 x 25 x 15 cm. : Mermer, mail kesim – yüksek kabartma. : Türkçe, Celî Sülüs. Kitabe : / زاده شيخ عبد/ و مغفور سيواسي/ اشيان مرحوم/ جنت مكان فردوس ۱۰ ص۱۲۱۳ سنه/ روحنه فاتحة/ الباقي افندي BŞ Dış BŞ Dış Mekanı cennet, yuvası Firdevs olması umulan merhum ve mağfûr Sivâsî torunlarından Şeyh Abdülbâkî Efendi ruhuna Fatiha. Sene 1213 S. 10. Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezarın yalnızca baş şahidesi bulunmaktadır. Köşegenli üstüvane şeklindeki şahidenin dış yüzünde yedi satırlık yazı panosu yakın tarihli bir onarımda yeşil renkte yağlı boya ile boyanmıştır. Taşın üzerinde başka bir süs unsuru yoktur. Ayak taşı yerinde bulunan taşın sonradan oraya konduğu ve başka bir mezarın ayak taşı olduğu tahmin edilmektedir. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği :5 : İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. : 30. 03. 2010 : Şeyh Abdülmecid Sivasi sülalesinden Şeyh Seyyid Muhammed Şükrullah Efendi. Vefat Tarihi : 25 Rebiyülâhir 1283 H. / 6 Eylül 1866 M. Fotoğraf No :5 Ölçüleri : BŞ: 145 x 34 x 11 cm. AŞ: 122 x 34 x 10 cm. Malzeme ve Teknik : Mermer, mail kesim, yüksek kabartma. Yazı Dili ve Türü : Türkçe, Celî Sülüs. Kitabe : شيخ عبدالمجيد سيواسي/ قطب العارفين غوث الوارثين/ الله هو / شيخ سيد محمد شكرالله/ سلالئ طاهره لرندن مرحوم/ قدس سره ربيع الاحر )كتبه( امين۲۵ في۱۲۸۳ سنه/ افندينك روحنه فاتحة BŞ Dış BŞ Dış Allah Hû, Âriflerin kutbu, verâset ehli’nin gavsı, Şeyh Abdülmecid Sivasi hazretlerinin pâk sülâlelerinden, Seyyid Muhammed Şükrullah Efendi’nin rûhuna Fâtiha. Sene 1283, 25 Rebiyülâhir. Emin ... Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezarın baş ve ayak taşları günümüze sağlam ulaşmıştır. Baş şahidesi dikdörtgen prizmatik bir kaide üzerinde sümbülî kavuklu, ayak taşı ise sade sivri kemer alınlıklıdır. Baş ve ayak taşları yine dikdörtgen bir kapak taşı üzerine yerleştirilmiştir. Baş taşı dış 311 312 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL yüzünde yedi satırlık yazı panosu oluşturulmuş; en üst ve al aki panolarda uçlara doğru daralma meydana getirilmiştir. Bu daralmalar simetrik bir görüntü oluşmasını temin etmişlerdir. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü Kitabe : : : : : : : : : : 6 İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. 30. 03. 2010 Seyyid Şeyh Cezbî Ahmed Bey. Receb 1245 H. / Ocak 1829 M. 6 BŞ: 132 x 27 x 16 cm. Mermer, alçak kabartma – mail kesim. Türkçe, Celî Sülüs. الغفور السيد الشيخ/ المحتاج الى رحمة ربه/ مرحوم و مغفور/ هو الحي الباقي في ب۱۲۴۵ سنة/ تعالى فاتحة/ روحيچون رضاء لله/ جزبي احمد بكك/ BŞ Dış BŞ Dış Hüve’l-Hayyü’l-Bâkî, tevbeleri kabu edici rahmet sahibi rabbinin merhametine çok muhtaç olan Seyyid Şeyh Cezbî Ahmed Bey’in rûhuna Allah rızası için Fâtiha. Sene 1245 Receb ayında. Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezarın yalnızca baş şahidesi bulunmaktadır. Dikdörtgen prizmatik bir kaide üzerine Sümbülî kavuklu taşın iç yüzünde sekiz satırlık yazı panosu yer almaktadır. Yakın bir tarihte yeşil ve sarı yaldız boyayla boyanmış olan taşın dış yüzü sade ve boştur. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü Kitabe : : : : : : : : : : 7 İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. 30. 03. 2010 Hatice Hâtun. 1117 H. / 1705 – 1706 M. 7 BŞ: 71 x 30 x 8 cm. AŞ: 65 x 23 x 7 cm. Mermer, mail kesim alçak kabartma. Türkçe, Celî Sülüs. ۱۱۱۷ سنه/ روحنه فاتحة/ مرحومة خديجة خاتون/ الباقي BŞ Dış BŞ Dış El-Bâkî (cc). Merhûme Hatice Hâtun ruhuna Fâtiha. Sene 1117. Genel Özellikleri ve Süsleme: Sivri kemer alınlıklı baş ve ayak taşlarından meydana gelen mezarın yalnızca baş taşı iç yüzünde dört satırlık yazı panosu bulunmaktadır. Baş taşının dış yüzü ve ayak taşının her iki yüzü sade ve boş bırakılmıştır. Yazılar yeşil ve sarı renkte boyalarla yakın tarihte boyanmıştır. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği : : : : Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü Kitabe : : : : : : 8 İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. 30. 03. 2010 Hacı Ahmed Efendi oğlu Rum eli kadılarından Hâfız İsmail Efendi. 1182 H. / 1768 -1769 M. 8 BŞ: 89 x 27 x 14 cm. Mermer, alçak kabartma mail kesim. Türkçe, Celî Sülüs. / رحمت ايليه امين روم/ جميع مؤمنين مؤمناته/ حق سبحانه و تعالى / احمد افندي روحنه/ اسمعيل افندي ابن الحاج/ ايلي قضاتندن حافظ ۱۱۸۲ فاتحة سنه BŞ Dış BŞ Dış Hak Sübhânehû ve Teâlâ bütün mü’min ve mü’minelere rahmet eyleye, âmin. Hacı Ahmed Efendi oğlu Rumeli kadılarından Hâfız İsmail Efendi rûhuna Fâtiha. Sene 1182. Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezarın yalnızca baş şahidesi bulunmaktadır. Baş şahidesi başlıksız olup bir tarafı düzlenmiş üstüvane biçimindedir. Yedi satırlık yazı panosu yeşil ve sarı renkte boyalarla boyanmış bulunmaktadır. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü : : : : : : : : : 9 İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. 30. 03. 2010 Abdüssamed Efendi. 1067 H. / 1656 – 1657 M. 9, 10 BŞ: 173 x 85 cm. AŞ: 162 x 82 cm. Mermer, alçak kabartma mail kesim. Türkçe, Celî Sülüs. 313 314 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Kitabe : ترك ايليوب سواي عقبايه قلدي رحلت/ اول عالم زمانه اول فاضل بيگانه غرق ايده روح پاكك درياي فضل/ اخواني جمله يا رب سندن رجا ادرلر/ عبد الصمد افندي اوله/ تاريخ فوتي ايچون نظمي بو كلدي ياده/ رحمت ۱۰۶۷ سنه/ مقيم جنت BŞ Dış SİVASİYYE’YE GİDEN YOL BŞ Dış Zamanının âlimi ve fâzılı, dünyayı ukba için terk edip, (ahirete) göçtü. Ey Allahım! Bütün sevenleri (kardeşleri) senden onun temiz ruhunu rahmetinle kuşatmanı dilerler. Vefat tarihi için Nazmî şunu söyledi: “Abdüssamed Efendi ola mukîm-i cennet” (Abdüssamet efendi Cennetin sakinlerinden olsun). Sene 1067. Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezar üstü açık tekne lahit mezar ile buna baş ve ayak kısmında yer alan üstüvâni iki şahideden oluşmaktadır. Baş taşının bir yüzünde yedi satırlık yazı panosu bulunmaktadır. Ayak taşı sade ve boş olarak çalışılmıştır. Yan taşları üzerinde ikişerli gülçe motifi bulunmaktadır. Lahit yakın tarihte onarımdan geçmiş ve yazılar ile gülçeler yeşil-sarı renkte boyalarla boyanmıştır. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü Kitabe : : : : : : : : : : 10 İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. 30. 03. 2010 Yahya Efendi torunu Molla Feyzullah 1175 H. / 1761 – 1762 M. 11 BŞ: 76 x 20 x 10,5 cm. Mermer, mail kesim – alçak kabartma. Türkçe, Celî Sülüs. مخدومي مرحوم/ يحيى افندينك كريمه سنك/ مرحوم محمد اغا شيخي ۱۱۷۵ سنه/ روحنه فاتحة/ منلا فيض الله/ BŞ Dış BŞ Dış Merhum Muhammed Ağa şeyhi Yahyâ Efendi’nin kızının oğlu merhum Molla Feyzullah ruhuna Fâtiha. Sene 1175. Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezarın yalnızca baş şahidesi günümüze ulaşmıştır. Sümbülî kavuklu baş şahidesi iç yüzünde beş satırlık yazı panosu bulunmaktadır. Taşın boyun kısmının uzun yapılmış olması dikkatlerden kaçmıyor. Kapak taşı orijinaldir. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü Kitabe : : : : : : : : : : 11 İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. 30. 03. 2010 Şeyh Kutbü’l-Ârifîn Yahyâ Efendi. 1153 H. / 1740 – 1741 M. 12 BŞ: 135 x 22 x 17 cm. AŞ: 116 x 62 cm. Mermer, mail kesim alçak kabartma. Türkçe, Ta’lîk. محمد اغا جامع/ مرحوم و مغفور/ طريق شمسيه حلويه دن/هو الحي الباقي ۱۱۵۳ الفاتحة/ يحيى افندي روحيچون/ شيخي قطب العارفين/ شريفي BŞ Dış BŞ Dış Hüve’l-Hayyü’l-Bâkî. Halvetiyye’nin Şemsiyye kolundan merhum ve mağfûr Muhammed Ağa Camii şerifi şeyhi, kutbü’l-ârifîn Yahya Efendi ruhu için el-Fâtiha. 1153. Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezar, ortası açık bir kapak taşı ile bunun her iki ucunda bulunan baş ve ayak taşlarından müteşekkildir. Baş taşı köşegenli üstüvâne şeklinde olup, iç yüzünde yedi satırlık ta’lik yazı panosu bulunmaktadır. Ayak taşı ise sade üstüvânî olup, üzerinde herhangi bir yazı ve süs unsuruna yer verilmemiştir. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği : : : : Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü Kitabe : : : : : : 12 İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. 30. 03. 2010 Şeyh Seyyid Yahya oğlu Seyyid Muhammed Şerefüddin. 1177 H. / 1763 – 1764 M. 13 BŞ: 58 x 21 x 14 cm. AŞ: 61 x 21 x 15 cm. Mermer, alçak kabartma, mail kesim. Türkçe, Celî Sülüs. شيخ/ الدين بن السيد يحيى/ السيد محمد شرف/ مرحوم و مغفور له ه۱۱۷۷ سنه/ زاوئ محمد اغا BŞ Dış BŞ Dış Muhammed Ağa Zâviyesi Şeyhi Seyyid Yahya oğlu merhum ve mağfûr Seyyid Muhammed Şerefüddin. Sene 1177 h. 315 316 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezarın baş ve ayak şahideleri köşegenli üstüvane biçimlidir. Bugün baş ve ayak şahidelerinin üzerinde bulunduğu kapak sonradan ilave edilmiştir, orijinal değildir. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü Kitabe : : : : : : : : : : 13 İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. 30. 03. 2010 Yahya oğlu Şeyh Muhammed. 1165 H. / 1751 – 1752 M. 14 BŞ: 145 x 28 x 19 cm. AŞ: 123 x 76 cm. Mermer, alçak kabartma – mail kesim. Türkçe, Celî Sülüs. / الشيخ محمد بن يحيى/ مرحوم و مغفور له/ الله سبحانه و تعالى ه۱۱۶۵ سنه/ روحنه فاتحة BŞ Dış BŞ Dış Allah Sübhânehû ve Teâlâ. Merhum ve mağfûr, Yahya oğlu Şeyh Muhammed ruhuna Fâtiha. Sene 1165 h. Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezarın baş ve ayak taşları mevcu ur. Baş taşı köşegenli üstüvane, ayak taşı ise tamamen düz üstüvane biçimlidir. Baş taşı iç yüzünde beş satırlık yazı panosunda Celî Sülüs yazı metni yer almaktadır. Yakın bir tarihte metin zemini ve yazılar yeşil-sarı yaldız boya ile boyanmıştır. Kapak taşı orijinal değildir. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü Kitabe : : : : : : : : : : 14 İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. 30. 03. 2010 Şabanzâde Muhammed Efendi. 1120 H. / 1708 – 1709 M. 15 BŞ: 157 x 26 x 19.5 cm. Mermer, alçak kabartma – mail kesim. Türkçe, Celî Sülüs. / ... شعبان زاده/ الى رحمة ربه الغفور/ مرحوم و مغفور له المحتاج ۱۱۲۰ الفاتحة سنه/ محمد افندي روحيچون BŞ Dış BŞ Dış Merhum ve mağfur, Rabbinin rahmetine muhtaç Şabanzâde ... Muhammed Efendi ruhu için el-Fâtiha. Sene 1120. Genel Özellikleri ve Süsleme: Üstü açık bir kapak taşı ile buna baş ve ayak ucunda eklenmiş şahidelerden meydana gelen mezarın ayak şahidesi bugün mevcut değildir. Baş taşı köşegenli üstüvane biçimlidir. Ayak taşının da ya aynı şekilde ya da tam üstüvane olması düşünülmektedir. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü Kitabe : : : : : : : : : : 15 İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. 30. 03. 2010 Ayşe Hoca. 1234 H. / 1818 – 1819 M. 16 BŞ: 80 x 40 x 5 cm. Mermer, alçak kabartma mail kesim. Türkçe, Celî Sülüs. نوري خادمة الفقرا و/ مرحومه و مغفور لها زوجهء شيخ/ سبحان الباقي / فحر كائنات عليه السلام عائشه/ حجرء سعادت و راجيهء شفاعت/ فراشهء ۱۲۳۴ سنه/ حواجه روحنه فاتحه BŞ Dış BŞ Dış Sübhâne’l-Bâkî. Şeyh Nûri’nin zevcesi, fakirlerin hizmetçisi, Hücre-i Saâdet’in temizlikçisi ve kâinâtın kendisiyle övündüğü (Hz. Peygamber) aleyhi’s-Selâm’ın şefâatini uman, merhume ve mağfure Hatice Hoca ruhuna Fâtiha. Sene 1234. Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezarın yalnızca baş şahidesi bulunmaktadır. Şahide sivri üçgen alınlıklıdır. Taşın iç yüzünde bulunan yedi satırlık yazı panosu yakın tarihli bir onarımda yeşil ve sarı renkte boyanmıştır. Mezarın kapak taşı yerinde yine yakın tarihli bir onarıma ait beton şebeke yer almaktadır. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri : : : : : : : 16 İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. 30. 03. 2010 Şeyh Mehmed Nûri Efendi. 1234 H. / 1818 – 1819 M. 17 BŞ: 128 x 30 x 14 cm. 317 318 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Malzeme ve Teknik : Mermer, yüksek kabartma - mail kesim. Yazı Dili ve Türü : Türkçe, Celî Sülüs. Kitabe : و راجي/ مرحوم و مغفور له حادم الفقرا/ هو الحي الذي لا يموت محمد نوري افندينك روح/ باني تكيه شيخ نقشيبندي/ شفاعت رسول الله ۱۲۳۴ سنه/ پر فتوحلريچون لله الفاتحه/ BŞ Dış BŞ Dış Hüve’l-Hayyü’l-lezî Lâ Yemût. Fakirlerin koruyucusu, Rasulüllah (as.)’dan şefaat uman, tekkenin bânii, Nakşibendi şeyhi, merhum ve mağfûr Muhammed Nûri Efendi’nin ferahlık dolu ruhları için, Allah için el-Fâtiha. Sene 1234. Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezarın baş şahidesi ve kapak taşı bulunmaktadır. Ayak taşı yeri var ise de günümüze ulaşmamıştır. Baş şahidesi dikdörtgen prizmatik bir kaide ile buna üs e ilave edilmiş Sümbülî kavuktan müteşekkildir. Kapak taşının ortası açık bırakılmıştır. Şahide yakın tarihli bir onarımda yeşil ve sarı renkte yağlı boya ile boyanmıştır. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü Kitabe : : : : : : : : : : 17 İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. 30. 03. 2010 Şerife Havva Hanım. 2 Cemâziye’l-evvel 1282 H. / 23 Eylül 1865 M. 18 BŞ: 165 x 90 cm. AŞ: 126 x 86 cm. Mermer, alçak kabartma – mail kesim. Türkçe, Ta’lîk. باشا/ رئس اركاني سامح/ بشنجي اردوي همايون/ اه من الموت / خانمك روحيچون رضاء/ محترمه لري شريفه حوا/ حضرتلرينك والدهء ۲ في جا۱۲۸۲ سنه/ لله تعالى الفاتحه BŞ Dış BŞ Dış Âh mine’l-Mevt. Beşinci Orduy-ı Hümâyûn reis erkânı Sâmih Paşa hazretlerinin muhtereme vâlideleri Şerife Havva hanımın ruhu için, Allah rızası için el-Fâtiha. Sene 1282 Cemâziye’l-evvel 2. Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezar, sonradan beton şebeke ile çevrilmiş bir kapak taşı ile bunun iki ucunda yer alan üstüvâni baş ve ayak şahidelerinden müteşekkildir. Baş şahidesinin iç yüzünde sekiz satırlık yazı panosu yer alır. Taşın diğer yüzü ve ayak taşı tamamen boş bırakılmıştır. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü Kitabe : : : : : : : : : : 18 İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. 30. 03. 2010 Ma’mer (?) Kadın. 1123 H. / 1711 – 1712 M. 19 BŞ: 90 x 29 x 7 cm. Mermer, alçak kabartma – mail kesim. Türkçe, Celî Sülüs. ۱۱۲۳ تحه سنه/ حيچون الفا/ قادين رو/ (مرحوم معمر )؟ BŞ Dış BŞ Dış Merhûm(e) Ma’mer (?) kadın ruhuna Fâtiha. Sene 1123. Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezar, ortası açık bir kapak taşı ile buna baş tarafından ilave edilmiş sivri üçgen alınlıklı bir şahideden oluşmaktadır. Kapak taşı üzerindeki izden, orijinalinde ayak taşının olduğu anlaşılmaktadır. Baş taşı iç yüzünde dört satırlık yazı panosu bulunmaktadır. Yazıdaki imlâ hatalarından taş ustasının acemi veya ümmi olduğu tahmin edilmektedir. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü Kitabe : : : : : : : : : : 19 İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. 30. 03. 2010 Ayşe Sıddıka Hanım. 6 Receb 1101 H. / 15 Nisan 1690 M. 20 BŞ: 106 x 31 x 8 cm. AŞ: 83 x 28 x 7 cm. Mermer, alçak kabartma – mail kesim. Türkçe, Ta’lik. خلفاسندن بهجت افندينك/ ديوان همايون مهمه اوطاسي/ اه من الموت و كافهء اهل/ عايشه صديقه خانمك روحنه/ والده سي مرحومه و مغفور لها/ رجب۶ في۱۱۰۱ فاتحه سنه/ ايمانك ارواحنه BŞ Dış BŞ Dış Âh mine’l-Mevt. Dîvân-ı Hümâyûn mühimme odası hulefâsından Behcet Efendi’nin annesi merhume ve mağfure Aişe Sıddıka Hanım’ın ruhuna ve bütün ehl-i imanın ruhlarına Fâtiha. Sene 1101 Receb 6. 319 320 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezar baş ve ayak taşları ile bunların üzerine oturduğu ortası açık kapak taşından müteşekkildir. Baş taşı oval üçgen alınlıklıdır. Taş alnında iri yaprak bezemeleri dış hatlar boyunca oval sınırları teşkil eder. Bunun hemen altında yedi satırlık yazı panosu eğimli şeritler halinde düzenlenmiştir. Ayak şahidesi de üst sınırlarındaki kırığa rağmen, aynı tipolojide olduğunu göstermektedir. Alınlığın hemen altında ve taşın dış yüzünde yarı stilize gül ağacı motifi bütün yüzeyi kıvrılarak doldurmuş bulunmaktadır. Taşların diğer yüzleri boş bırakılmıştır. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü Kitabe : : : : : : : : : : 20 İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. 30. 03. 2010 Zöhre Kadın. 1182 H. / 1768 – 1769 M. 21 BŞ: 60 x 26,5 x 5 cm. Mermer, yüksek kabartma - mail kesim. Türkçe, Celî Sülüs. ۱۱۸۲ سنه/ قادين روحنه فاتحه/ زوجهسي زهره/ مرحومه حسين اغانك BŞ Dış BŞ Dış Hüseyin Ağa’nın eşi merhume Zöhre Kadın ruhuna Fâtiha. Sene 1182. Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezar yalnızca palmet tepelikli bir baş şahidesinden müteşekkildir. Ayak ve kapak taşı mevcut değildir. Taşın üzerinde yazı dışında herhangi bir yazı veya süsleme unsuru bulunmamaktadır. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü Kitabe : : : : : : : : : : 21 İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. 30. 03. 2010 Hacı Hafız Mehmet Şükrü Efendi. Belli değil. 22 BŞ: 107 x 39 x 8 cm. Mermer, alçak kabartma – mail kesim. Türkçe, Ta’lik. BŞ Dış خطيبي و/ نشانجي جامع شريفي/ جهانك معروفي اولان/ رضاء لله فاتحه محمد شكري افندينك/ الشيخ سياهي )؟( حاجي حافظ/ مكتبي خواجهسي ...مرقد شريفي BŞ Dış Rızâen lillâhi Fâtiha. Bütün dünyanın tanıdığı Nişancı Camii şerifi (imam) hatibi ve mektebi hocası eş-Şeyh Seyyâhî (Siyâhî) ! Hacı Hâfız Muhammed Şükrü Efendi’nin mezarı ... Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezarın yalnızca dolamı destarlı müderris kavuklu baş şahidesi bulunmaktadır. Kapak taşı sonradan iliştirilmiştir. Ayak taşı ise mevcut değildir. Betondan kapak taşı yapılırken şahidenin tarih kısmı beton içinde kaldığından, vefat tarihi okunamamıştır. Şahidenin iç yüzünde bulunan yedi satırlık yazı panosu haziredeki en güzel yazı örneklerinden biridir. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü Kitabe : : : : : : : : : : 22 İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. 30. 03. 2010 Hatice Enîse Hanım. Cemâziye’l-âhir 1318 H. / Eylül – Ekim 1900 M. 23 BŞ: 104 x 30 x 7 cm. Mermer, alçak kabartma dik kesim. Türkçe, Ta’lik. دردنجي/ محاسبات دائره سنك/ باب والاي سر عسكري/ اه من الموت خانمك/ حليله سي خديجه انيسه/ معاوني جمال بكك/ شعبه سي مدير في جماذي الاخر۱۳۱۸ سنه/ روحنه فاتحه BŞ Dış BŞ Dış Âh mine’l-mevt. Yüksek askeri muhasebe bölümü dördüncü şubesi müdür yardımcısı Cemal Bey’in eşi Hatice Enîse Hanım’ın ruhuna Fâtiha. Sene 1318 Cemâziye’l-âhir. Genel Özellikleri ve Süsleme: Hazirede dağınık taşlar arasında bulunan baş şahidesi. Taşın alt kısmı kırık durumdadır. Gül tepelikli şahidenin bir yüzünde sekiz satır halinde ta’lik yazı ile panolar sıralanmış bulunmaktadır. Taşın arka yüzü sade ve boştur. 321 322 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü Kitabe : : : : : : : : : : 23 İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. 30. 03. 2010 Ayşe Kadın. 1164 H. / 1750 – 1751 M. 24 BŞ: 76 x 21 x 6 Mermer, alçak kabartma – mail kesim. Türkçe, Celî Sülüs. ربه الغفور/ المحتاج الى رحمة/ مرحومه و مغفوره/ هو الخلاق الباقي ۱۱۶۴ الفاتحه سنه/ قادين روحيچون/ عائشه BŞ Dış SİVASİYYE’YE GİDEN YOL BŞ Dış Hüve’l-Hallâku’l-Bâkî. Bağışlayıcı rabbinin merhametine muhtaç olan merhume ve mağfûre Ayşe Kadın’ın ruhu için el-Fâtiha. Sene 1164. Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezarın yalnızca baş şahidesi günümüze ulaşmıştır. Katibi kavuklu şahidenin iç yüzünde altı satırlık yazı panosu yer almaktadır. Katibi sarığın sonradan şahidenin ana gövdesine oturtulmuş olduğunu düşünmekteyiz. Zira hanım mezarlarında bu tür örneklere rastlanmamaktadır. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü Kitabe : : : : : : : : : : 24 İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. 30. 03. 2010 Beyli Abdurrahman Efendi kızı Fatma Hatun. 1165 H. / 1751 – 1752 M. 25 BŞ: 102 x 40 x 5,5 cm. Mermer, alçak kabartma – mail kesim. Türkçe, Ta’lik. عبد/ مرحومه فاطمه خاتون ابنته المولى المرحوم بكلي/ هو الباقي ۱۱۶۵ سنه/ روحيچون الفاتحه/ الرحمن افندي BŞ Dış BŞ Dış Hüve’l-Bâkî. Merhum Beyli Abdurrahman Efendi kızı merhume Fatma Hatun ruhu için el-Fâtiha. Sene 1165. Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezarın yalnızca baş şahidesi günümüze sağlam ulaşabilmiştir. Yukarı doğru genişleyen şahidenin alınlığında Barok tarzı iri yaprak motiflerinin, taşın üst sınırlarını belirlediği dilimli bir taç bulunur. Bunun altında tek bir pano içinde Ta’lik yazı ile altı satırlık yazı metni bulunmaktadır. Panonun köşelerine sade birer kare ve daire biçimli köşebentler yapılmıştır. Taşın diğer yüzleri sade ve boştur. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü Kitabe : : : : : : : : : : 25 İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. 30. 03. 2010 Mehmed Şâkir Efendi. 1285 H. / 1868 – 1869 M. 26 BŞ: 150 x 39 x 13 cm. Mermer, alçak kabartma – dik kesim. Türkçe, Celî Sülüs. اولي محمد/ موازنه قلمي مميز/ باب سر عسكريده/ هو الخلاق الباقي ۱۲۸۵ سنه/ رضاء لله الفاتحه/ افندينك روحيچون/ شاكر BŞ Dış BŞ Dış Hüve’l-Hallâku’l-Bâkî. Harbiye nezaretinde birinci yazı sorumlusu olan Mehmed Şükrü Efendi’nin ruhu için, Allah rızası için el-Fâtiha. Sene 1285. Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezarın yalnızca baş şahidesi günümüze sağlam ulaşabilmiştir. Abdülmecid usulü fesli baş şahidesinin iç yüzünde yedi satırlık yazı panosu bulunmaktadır. Panonun üst kısmında omuzlar arasında yarı stilize yaprak motifleri yer almaktadır. Aynı şekilde sade yaprak motiflerinin zencirek şeklinde yazı panosunun tamamını kuşatan bir bordür olarak kullanıldığı da görülmektedir. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü : : : : : : : : : 26 İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. 30. 03. 2010 Beyli Abdurrahman Efendi. 1131 H. / 1718 – 1719 M. 27 BŞ: 93 x 115 cm. Mermer, yüksek kabartma - dik kesim. Türkçe, Celî Sülüs. 323 324 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Kitabe : / عبد الرحمن افندي/ دامادي بكلي/ سيواسي زاده/ مرحوم و مغفور له ۱۱۳۱ سنه/ روحيچون الفاتحه BŞ Dış SİVASİYYE’YE GİDEN YOL BŞ Dış Sivâsîzâde damadı, Beyli Abdurrahman Efendi ruhu için elFâtiha. Sene 1131. Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezarın yalnızca baş şahidesi mevcut bulunmaktadır. Bodur üstüvâni tarzda şekillenmiş şahidenin iç yüzünde bir pano açılarak, altı satırlık yazı bu panonun içine yerleştirilmiştir. Bugün tekne biçimli kapak taşı sonradan beton ile inşa edilmiştir. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü Kitabe : : : : : : : : : : 27 İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. 30. 03. 2010 Seyyid Hacı İbrahim Bey. 2 Şa’ban 1280 H. / 12 Ocak 1864 M. 28, 29 BŞ: 160 x 120 cm. AŞ: 158 x 113 cm. Mermer, alçak kabartma – dik kesim. Türkçe, Celî Sülüs. قرق سنهء متجاوز/ طريقت عليه سادات سنبليه دن/ لا وجود الا هو لاهوت/ ملوكانه ده براز صداقت ايدرك عازم كلزار/ خدمهء ركاب فرتاب الحاج ابراهيم بك افندينك و جميع مؤمنين/ اولان محب العباني الامين السيد شعبان۲ في۱۲۸۰ سنه/ مؤمناتك روح طيبه لريچون الفاتحه/ BŞ Dış BŞ Dış Lâ Vücûde illâ Hû. Sümbüliyye Tarikatından olup kırk seneyi aşkın huzurda görev yaptıktan sonra ruhani alem gitmeye azmeden, güvenilir olan, Seyyid Hacı İbrahim Bey Efendi’nin ve bütün mü’min hanım ve beylerin güzel ruhları için el-Fâtiha. Sene 1280, 2 Şa’ban. Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezar, üstü açık tekne lahit ile buna baş ve ayak kısmından tu urulmuş iki şahideden müteşekkildir. Her ikisi de üstüvâni olan şahidelerden baş taşının (yola bakan) yan yüzlerinde aynı yazı metni tekrar edilerek yazılmıştır. Her iki yazı arasında ufak farklar göze çarpmaktadır. Şahideler üzerinde başka bir yazı ve süsleme unsuru bulunmamaktadır. Tekne lahdin her iki yüzünde ise yine birbirinin tekrarı olan üçerli vazo içinde stilize çiçek buketleri motifi çalışılmıştır. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü Kitabe : : : : : : : : : : 28 İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. 30. 03. 2010 Polis Mustafa Efendi oğlu Osman Efendi. 5 Receb 1327 H. / 23 Temmuz 1909 M. 29 BŞ: 70 x 26 x 8 cm. Mermer, alçak kabartma – mail kesim. Türkçe, Ta’lik. روحنه/ مخدومي عثمان افندينك/ پوليس مصطفى افندينك/ هو الباقي ۵ رجب۳۲۷ الفاتحه سنه BŞ Dış BŞ Dış Hüve’l-Bâkî. Polis Mustafa Efendi’nin oğlu Osman Efendi’nin ruhuna el-Fâtiha. Sene 327 Receb 5. Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezar, bir kapak taşı ile buna baş kısmında ilave edilmiş fesli bir şahideden müteşekkildir. Şahidenin yola bakan dış yüzü tamamen dört satırlık yazı panosuyla doldurulmuş bulunmaktadır. Katalog No Bulunduğu Yer İnceleme Tarihi Kimliği Vefat Tarihi Fotoğraf No Ölçüleri Malzeme ve Teknik Yazı Dili ve Türü Kitabe : : : : : : : : : : 29 İstanbul Eyüp Sivasiler Tekkesi Haziresi. 30. 03. 2010 Polis Mustafa Efendi kızı Nazmiye Hanım. 4 Teşrîn-i evvel 1332 R. / 17 Ekim 1916 M. 30 BŞ: 70 x 27 x 9 cm. AŞ: 64 x 26 x 8 cm. Mermer, alçak kabartma – mail kesim. Türkçe, Ta’lik. روحنه/ كريمه سي نظميه خانمك/ پوليس مصطفى افندينك/ هو الباقي ۱۳۳۲ تشرين اول سنه۴ لله الفاتحه BŞ Dış BŞ Dış Hüve’l-Bâkî. Polis Mustafa Efendi’nin kızı Nazmiye Hanım’ın ruhuna Allah (rızası) için Fâtiha. 4 Teşrîn-i Evvel 1332. Genel Özellikleri ve Süsleme: Mezar, bir kapak taşı ile bunun iki ucunda bulunan baş ve ayak şahidelerinden müteşekkildir. Baş şahidesi yuvarlak kemer alınlıklıdır. Alınlıkta iri bir gülçe ile bunun iki yanında 325 326 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER aşağıya doğru salınan barok tarzı birer yaprak dilimi yer alır. Al a ise beş satırlık yazı panosu bulunmaktadır. Sivri üçgen alınlıklı ayak taşının her iki yüzü boş bırakılmıştır. DEĞERLENDİRME Eyüp Nişanca’da bulunan Sivâsîler tekkesi haziresine ilk defin işlemi bilindiği kadarıyla 1639 M. tarihinde Abdülmecid Sivâsî’nin vefatıyla gerçekleşmiştir. Bilahare yakınları ve müridleri de şeyhlerine yakın defnedilmişlerdir. Oğlu Abdülbâkî Efendi ile yeğeni Abdülahad Nûri Efendi’ler’in kabirleri, Abdülmecid Sivâsî gibi türbe içinde yer almaktadır.6 Hazirede özellikle tekke binasının yıkılması ve yerine bugün de mevcut bulunan ortaokulun yapılması, türbenin tamiratları ve bir dönem kendi haline terk edilmiş olmasına bağlı olarak, birçok mezar taşının kaybolduğu, kırıldığı bir gerçektir.7 Zira büyük bir arsaya sahip bulunan bahçede çalışabileceğimiz 29 mezarın olması makul değildir. Hâkeza hazirenin farklı yerlerinde birçok kırık mezar taşına tesadüf edilmektedir. Gönüllü birkaç kişinin gayretleriyle haziredeki mezar taşları temizlenip, ayıklanmış, ve küçük tamiratlarla muhafaza edilmiştir. Hazirede mevcut durumda, tarih ve-veya isim kaydıyla muhafaza edilmiş 29 adet mezar bulunmaktadır. Türbe içindekiler hariç tutulursa en eski defin işlemi 1657 M. tarihli olup, Abdüssamed Efendi’ye ai ir (Kat: 9; Foto: 9,10). En erken tarihli hanım mezarı ise 1690 M. tarihinde vefat eden Ayşe Sıddıka Hanım’ın mezarıdır (Kat: 19; Foto: 20). Hazirede 17. yy’a ait 2; 18. yy’a ait 14; 19. yy’a ait 9 ve nihayet 20. yy’a ait 3 mezar bulunmaktadır. Görüldüğü üzere en fazla defin işlemi 18. yy’a ai ir. Hazireye 20. yy başlarında da defin işleminin devam e iği anlaşılmaktadır. Ancak bu mezarların tekke ile organik irtibatlarının olduğu söylenemez. Bu mezarlar mahalle ahalisinden nüfuz sahibi kimselere ait olsa gerektir. (Kat: 22, 28, 29). Bunlardan 22 numaralı katalogda yer alan mezar taşında “Yüksek askeri muhasebe bölümü dördüncü şubesi müdür yardımcısı Cemal Bey’in eşi Hatice Enîse Hanım” şeklindeki ifade bu düşüncemizin doğruluğunu kuvvetlendirmektedir. Çalıştığımız 29 mezardan 10 tanesi hanımlara geri kalanı erkeklere ai ir. Erkeklere ait mezar sayısının çokluğu tekkenin işlevsel yapısında erkeklerin üstelendiği rolün çokluğunu göstermesi bakımından önemlidir. 6 Ayvansarayi, Hüseyin Efendi, Hadikatü’l-Cevâmî, Matbaa-i Âmire, 1281, s. 121. 7 İstanbul Ansiklopedisindeki tekkeyi gösteren bir çizim, türbe ve civarındaki hazirenin eski durumunu göstermesi bakımından önemli bir fikir vermektedir. Bkz. Koçu, Reşat Ekrem, “Abülmecid Efendi (Şeyh Sivâsî)”, İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul 1958, c. I, s. 140. SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Osmanlı mezar taşları 15. Yüzyılın sonlarında klasik formu diye tarif edebileceğimiz sarıklı formuyla yapılmaya başlanmıştır.8 Ama klasik form asıl gelişimini 16 ve 17. yüzyıllar boyunca devam e irmiştir. Sivâsîler tekkesi haziresinde bulunan mezar taşları da klasik ve gerileme devri özelliklerine sahip şahide formlarının bulunduğu örneklere ev sahipliği yapmaktadır. Tespit edebildiğimiz en erken tarihli mezar olan Abdüssamed Efendi’ye ait 1657 M. tarihli mezar, erken devir mezar taşlarında da örneklerine rastlanılan ama klasik dönemde çokça kullanılmış olan üstüvânî şahide tipolojisindedir (Fot: 9, 10). Ortası açık bir tekne mezar üzerine, baş ve ayak uçlarına dikilen bu üstüvânî şahidelerden en az birinde kitabe yer alır. Bu kitabelerin yönü, daha rahat okunabilmesi için yola bakar. Bu şahide de kitabenin yol cihetine baktığı görülür. Tekne lahdin her iki yanındaki gülçe motifleri, yine devrin süsleme anlayışına paralel olarak sadelik içinde güzelliği esas almış bulunmaktadır. Çalışılan 29 mezardan 5 tanesi tam üstüvânî hazırlanmıştır. 1709 M. tarihli Şabanzâde Muhammed Efendi’nin mezar taşıyla birlikte hazirede köşelikli üstüvâni tarz gelişmiştir. Bu formdaki mezar taşlarından 6 tane mevcu ur. Hazirede dikkat çeken bir diğer şahide formu ise “Sümbülî” kavuklu mezar taşlarıdır. Toplam 6 adet örneği bulunan bu şahidelerden en eski tarihli olanı Yahya Efendi torunu Molla Feyzullah’a ait 1762 M. tarihli mezar taşıdır (Kat: 10; Foto: 11). Tekke ile ilgili bazı kaynaklarda Sivâsîler silsilesinden Abdülbâkî Efendi’nin çocuksuz vefat etmesiyle posta XIX. yüzyılın başlarında Halvetiyye’nin Sümbüliyye kolundan Seyyid Abdülhâlik Efendi’nin geçtiği ifade edilmektedir.9 Halbuki bu mezar taşı da göstermektedir ki, tekkenin Sümbüliye ile irtibatı daha eskidir. 19. Yüzyılın ikinci yarısından sonrasına ait iki erkek mezarında Abdülmecidî Fes’li şahide örneği bulunmaktadır. Hanım mezarlarında ise genellikle, klasik devrin en çok kullanılan örnekleri olan sivri üçgen alınlıklı mezar taşları ile karşılaşılır. Bu şahidelerin bir kısmında taşın alınlık kısmı çeşitli çiçek ve bitki desenleriyle tezyin edilmiş, bazıları ise sade bırakılmıştır (Kat: 7, 15, 18, 19 ve 22). 1752 ve 1769 M. tarihli iki hanım mezarında ise, erken devir Osmanlı mezarlarında da örnekleriyle karşılaşılan palmet tepelikli şahide kullanılmıştır (Kat: 20, 24; Foto: 21, 25). Osmanlı mezar taşları özellikle 18. Yüzyılın sonu ve 19. Yüzyılın başlarından itibaren Batılı sanat üsluplarının tesirlerinden etkilenmiş; buna bağlı olarak daha süslü ve gösterişli yapılmaya başlanmıştır. Bu bağlamda 8 Gülgen, Hicabi, Osmanlı Mezar Taşlarının Bursa ve Civarında İlk Örnekleri, Basılmamış Doktora Tezi, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa 2009, s. 205. 9 Tanman, agm., s. 288. 327 328 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Sivâsîler tekkesi haziresinde bulunan taşlardan özellikle hanım mezarları ve geç devir özelliği taşıyan mezarlarda bazı süs unsurlarına rastlanılmaktadır. Bunlardan en dikkat çekeni Muhammed Haşim Çelebi’ye ait 1842 M. tarihli mezarın ayak taşıdır. Taşın iç yüzünde alçak kabartma tekniğinde hazırlanmış bulunan hurma ağacı ve yemişleri motifi, haziredeki en süslü örnek olarak karşımızda durmaktadır (Kat: 1; Foto: 1). Katalogda yer alan mezar taşı yazılarından çoğu Celî Sülüs yazı ile yazılmışlardır. İkinci sırada ise 9 mezar taşında örnekleri görülen Ta’lik yazı gelir. Ta’lik yazının ilk örneği 1690 M. tarihli Ayşe Sıddıka Hanım’ın mezar taşında görülür (Kat: 19; Foto: 20). Son Ta’lik örneği ise 1909 M. tarihli olup, Osman Efendi’nin mezar taşında görülür (Kat: 28; Fot: 29). Sonuç itibariyle Sivâsîler üzerine yapılacak araştırmalarda gerek tekke haziresinde gerekse dışarıda yer alan mezarların dikkatlice incelenmesi icab etmektedir. Tekke haziresinde yapılacak daha kapsamlı kazı faaliyetleri yeni taş örneklerinin ortaya çıkmasına vesile olabilir. Bu mezar ve şahidelerin korunması aynı zamanda milli ve manevi mirasımızın korunması bakımından da önem arz etmektedir. Fotoğraf 1 Fotoğraf 2 Fotoğraf 3 Fotoğraf 4 Fotoğraf 5 Fotoğraf 6 329 330 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Fotoğraf 7 Fotoğraf 8 Fotoğraf 11 Fotoğraf 12 Fotoğraf 9 Fotoğraf 10 Fotoğraf 13 Fotoğraf 14 331 332 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Fotoğraf 15 Fotoğraf 16 Fotoğraf 19 Fotoğraf 20 Fotoğraf 17 Fotoğraf 18 Fotoğraf 21 Fotoğraf 22 333 334 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVASİYYE’YE GİDEN YOL Fotoğraf 23 Fotoğraf 24 Fotoğraf 27 Fotoğraf 28 Fotoğraf 25 Fotoğraf 26 Fotoğraf 29 Fotoğraf 30 335 336 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVÂSÎLER VE İLİM IV. BÖLÜM SİVÂSÎLER VE İLİM 337 338 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVÂSÎLER VE İLİM Şemseddin Sivâsî ve Hadis İlmi Doç. Dr. SALİH KARACABEY ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ Ahmed Şemseddin, Ebu’s-Senâ b. Ebu’l-Berekât Muhammed ezZîlî’nin oğlu olup 926/1520 yılında Tokat’ın Zile ilçesinde dünyaya geldi. Babası da ilim ve irfan ehlindendi. Dolayısıyla öğrenim hayatında destek ve teşvik göreceği bir muhit içerisinde doğup büyüdü. Yetişmesinde hem önünde örnek bir şahsiyet, hem de desteği ile katkıda bulunduğu belirtilen1 ağabeyi Ebu’l-leys Muharrem Efendi vardı. Tefsir ve hadis başta olmak üzere dinî ilimlerde âlim bir şahsiyet olan ağabeyi, onun ilmî hayatına katkı sağlayan önemli faktörlerden biriydi. Ahmed Şemseddin, Zile’de başladığı tahsiline Tokat’ta devam e i. Dinî ilimler için gerekliliği tartışılmayacak olan Arapça’yı ve edebiyat dili Farsça’yı öğrendi. İstanbul medreselerinde müderrislik yapacak bir ilmî seviyeye ulaştı. Çevresinin de katkısıyla dinî ilimlerin birçok alanında bilgi sahibi olduğu anlaşılan Şemseddin Sivâsî özellikle tasavvufî yönüyle öne çıktı. Hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği şehirde 1006/1597 yılında vefat e i. Sivas Meydan Camii haziresine defnedildi. 1 Aksoy Hasan, “Şemseddin Sîvâsî, Hayatı, Şahsiyyeti, Tarîkatı, Eserleri,” Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Aralık 2005 Sivas, XII, 2. 339 340 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Nesir ve nazım türünde yazılmış birçok eserinin varlığı bilinmektedir. Ancak hadis ilminde müstakil bir eserine rastlanamamaktadır. Kendisinden çok etkilendiği anlaşılan ağabeyinin hadis alanında da öne çıktığına ve aile çevresinin ilim ehlinden oluşuna dair bilgiler, eserlerinde yer verdiği hadisler, bu alanda geniş bilgi sahibi olabileceğini düşündürmektedir. Osmanlı zamanında hadis öğretimi medrese programlarında yer almakla kalmamış, hadis öğretimine tahsis edilen daru’l-hadisler ülkenin her bölgesinde faaliyetlerini sürdürmüştü. Ayrıca onun yaşadığı dönemde ve bulunduğu şehirlerde, bilhassa Buhârî ve Müslim’in sahihleri ile hadis rivayet kitaplarından derlenen, başta Kadı Iyaz’ın eş-Şifa isimli eseri olmak üzere Şemâil, Menâkıb veya Megâzî türünde bazı derleme eserlerin ve şerhlerinin; hem medreselerde, hem de camilerde yaygın olarak okunduğu bilinmektedir.2 Dolayısıyla doğrudan hadis ilmiyle ilgilenmeyen ilim adamları, ha a halk arasında bile, geniş bir hadis bilgisi ve zengin bir sünnet kültürü oluşmuştu. Müellifin yaşadığı dönem, hadis ilimleri tarihi açısından şerh ve derlemecilik devri olarak değerlendirilebilecek bir zaman dilimidir. Bu sebeple, hadiste “rivayet ilimleri” alanında yapılan çalışmalar, çoğunlukla ilk üç asırda yazılan temel kaynakları esas alan eserlerdir. Aynı dönemde “dirayetü’l-hadis” alanında yapılan yeni çalışmalar olmakla birlikte bunun sayısı da önceki dönemlere göre oran olarak düşmüştür. Fakat hadisle ilgili çalışmalar sona ermiş değildir. Bilhassa temel hadis kaynaklarını ve onlara dayalı yeni eserleri toplumun geneline yaymak ve zengin bir nebevî kültür oluşturmak yolundaki çabalar artarak devam etmiştir. Toplumun kültürünü oluşturan dinî hayatı, sanat ve edebiyatı hadis kültürü ile şekillendirilme yolunda büyük gayret gösterilmiştir. İnsânî ilişkiler ve ahlâkî değer yargılarının Hz. Peygamber’in sünnetine göre şekillenmesi için hadis, hayatın her alanına taşınmaya çalışılmıştır. O dönemde edebi eserlerde de, doğrudan veya dolaylı olarak nebevî kültürün izlerine sıkça rastlanmaktadır.3 Şemseddin Sivâsî’nin eserleri arasında bilhassa Mevlid ve Menâkıb-ı Ciheryâr-ı Güzîn, bilgi kaynağı itibariyle hadis kitapları ile onlara yakın muhtevaya sahip Delâilü’n-Nübüvve ve Siyer kitaplarına dayanmaktadır. Dinî edebiyatımızda Mevlid çok yaygın olan edebî türlerden biridir. Muh- 2 Bkz. Karacabey Salih, Hadis Öğretiminde Medrese ve Dâru’l-Hadislerin Yeri (Osmanlılar Dönemi) (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), U.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa 1984, s. 103 vd. 3 Bir yandan bazı hadislerin manzum çevirileri yapılırken bir yandan da manzum eserlerde o kültür işlenmekte idi. Bkz. Karacabey Salih, “Vesîletü’n-Necat’ın Hadis Açısından Analizi”, Yayınlanmamış Tebliğ, s. 2. SİVÂSÎLER VE İLİM tevasında yer alan münâcât, tevhid, velâdet, mirâc, ahlâku’n-nebî, mucizât gibi başlıklar aynı zamanda müstakil olarak da ele alınan ve haklarında manzum eserler yazılan konulardır. Bu tür eserlerde hadisler nadiren tam metin olarak veya iktibas yoluyla bir bölümü nakledilir. Özellikle “Mi’râc” gibi bölümlerde metnin neredeyse tamamı bilgi kaynağı olarak hadislere dayansa da, anlatım telmih yoluyla hadisteki bilgiye müracaat etmek şeklindedir. Manzum bir siyer-i nebî olarak değerlendirilebilecek mevlidlerin dayandığı kaynakların başında hadislerin gelmesi tabii bir durumdur. Çünkü hadis kaynaklarında yer alan rivayetler Hz. Peygamber’in sadece sözlerini değil, fiillerini, takrirlerini, yaratılış özelliklerini ve ahlâkî güzelliklerini de içine almaktadır. Bu şekilde Hz. Peygamber’in hayatını bütünüyle kapsayan başka bir ilim yoktur. Ayrıca Hz. Muhammed’i (sav) anlatan her metin hadis ilminin ilgi alanına girmektedir. Kur’ân ve sünnete bütün dinî ilimlerin kaynağı durumundadır. Bu sebeple her bir ilim dalının kendi alanıyla ilgili sıkça müracaat e iği bazı ayetler ve hadisler vardır. İlgili eserler incelendiğinde bu husus açıkça görülebilir. Böylece her ilim dalının ve her alanın kendisine göre bir hadis kültürü de oluşmuştur. Özellikle “Cami’” türündeki eserlerde yer alan cihad, megâzî, siyer, menâkıb ve fezâil gibi bölümler İslâm tarihi eserlerinin müracaat kaynağı olan hadisleri içermektedir. Hadis kaynaklarındaki zikir, dua, rikâk ve zühd bölümler ile bu konulardaki hadisleri ihtiva eden müstakil eserler, tasavvuf erbabının sıkça müracaat e iği hadislerdendir. Hadis tarihi açısından bakılınca bazı hadislerin; rivayet edildikleri bölgelere, bazen sıkça kullanıldıkları ilim dallarına, mesleklere veya mezheplere göre şöhret kazandıkları olmuştur. Bundan dolayı bazı hadislere sıhhat sorgulaması yapılmadan, ilgi alanındaki bütün eserlerde yer verildiği görülebilir. Bazı alanlarda veya eserlerde hadis âlimlerince zayıf sayılan hadislerin sıkça yer almasının sebeplerinde biri de budur. Dinî ilimlerin herhangi birinde meşhur olup çalışmaları doğrudan hadis ilimleriyle ilgili olmayan âlimlerin de hadis ilmi ile bir şekilde ilgisi bulunmaktadır. Çünkü hadis, dinî ilimlerin iki temel kaynağından birisidir. “Hadis ilmi” ifadesi metin, isnad ve rivayet yöntemlerini de içerisine alan çok geniş bir kavramdır. Şemseddin Sivâsî’nin, rivâyet ve dirâyet açısından, doğrudan hadise tahsis edilen bir eseri bilinmemektedir. Dolayısıyla sempozyum programında ilan edilen “Şemseddin Sivâsî ve Hadis ilmi” başlığı onun eserlerinde, özellikle de mevlidinde kullandığı hadisleri değerlendirmekle sınırlı tutulacaktır.4 Hadis ilmi ile irtibatı bu şekilde olan âlimlerin 4 Tebliğde kullanılan nüsha Prof. Dr. Hasan Aksoy Bey’in henüz yayınlanmamış doktora tezidir. İstifade edebilmem için tezini bana gönderdiği için kendilerine teşekkür ederim. 341 342 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER hadisçiliğini, daha çok Hz. Peygamber’e bakışları ile hadisleri anlama ve yorumlama yaklaşımları çerçevesinde düşünmek, konunun içeriğine daha uygun düşmektedir. Dolayısıyla tebliğde Şemseddin Sivâsî’nin hadisçiliği; mevlid’inin hadis kullanımı açısından zenginliği, kullandığı hadislerin güvenilirliği, hadisleri anlama ve yorumlama konusundaki yaklaşımları açısından değerlendirilmeye çalışılacaktır. Mevlid’in esas alınması ise, genel olarak mevlidlerin bütünüyle Hz. Peygamberi konu almalarındandır. Nitekim müellif de eserin telif sebebini açıklarken; “Dâimâ dilden geçerdi bu hayâl - Kim koyam bu yolda ben de bir misal, Ya’ni söyleyem o Şâhın mevlidin - İşide evsâfın erbâb-ı din,”5 beyitlerinde mevlidi dinleyenlerin Hz. Peygamber’in özelliklerini duymalarını istediğini açıklamaktadır. Mevlid’lerin yazılış sebeplerinden biri, belki de en önemlisi, Hz. Peygamber’i tanıtmak ve diğer peygamberlerden farklı olan yönünü ortaya koymaktır. Nitekim mevlidlerin velâdet ve mucizât bölümlerinde bunu açıkça görmek mümkündür. Aynı yaklaşım Şemseddin Sivâsî’de de görülmektedir. A- Hz. Peygamber’in Konumuna Bakış Kendileri açıkça ifade etmeseler de, Hz. Peygamber’in konumunu mevlid yazarlarının gözüyle değerlendirmek gerektiğinde, iki ayrı gözlük kullanmak gerektiği anlaşılıyor. Birincisi, nübüvvet kurumu içerisinde son peygamber olma özelliğinin de tabii bir sonucu olarak Hz. Muhammed’in diğer peygamberler arasındaki yeri; ikincisi ise iman ve itaat açısından İslâm dini içerisinde Hz. Peygamber’in yeri ve konumu meselesidir. Özellikle mevlid yazanların Hz. Muhammed (sav) ile diğer peygamberleri kıyaslamaları dikkati çekmektedir. Örneğin, Süleyman Çelebi gibi yazarlarda da bu hassasiyeti görmek mümkündür. “Yaygın bilgiye göre Süleyman Çelebi Vesîletü’n-Necât’ı imam olarak görev yaptığı Bursa Ulu Camii’nde bir vaizin Hz. Muhammed ile başta Hz. İsâ ve Hz. Musa olmak üzere, bütün peygamberlerin eşit olduğuna dair yaptığı bir konuşma üzerine yazmıştır. Her birinin Allah’ın elçisi olduğunu tasdik, imanın gereği olmakla birlikte, peygamberlerin de kendi aralarında derecelerinin olduğu ayetlerde de ifade edilmektedir. Eserin içeriği tahlil edildiğinde, Hz. Muhammed’in önceki peygamberlerden derece farkının açıklanmak istenildiği görülebilir.”6 5 Şemseddin Sîvâsî, Mevlid, (Thk. Hasan Aksoy) (Yayınlanmamış Doktora tezi), İstanbul 1984, b. 42-44, s. 6. 6 Karacabey, Salih, “Vesîletü’n-Necât’ın Hadis Açısından Analizi”, Yayınlanmamış Tebliğ, s. 1. SİVÂSÎLER VE İLİM Şemseddin Sivâsî de kendisinden önceki mevlid yazanlar veya benzeri manzum eserlerinde Hz. Peygamber’i konu edinenlerin anlayışına benzer bir yaklaşım içerisindedir. Bu anlayışı; varlık âleminde Hz. Muhammed (sav) ve nübüvvet kurumu içerisinde Hz. Muhammed (sav) olmak üzere iki başlık altında ele almak mümkündür. 1- Yaratılanlar Âleminde Hz. Muhammed Şemseddin Sivâsî, Halvetiyye tarikatına mensup tasavvuf ehli arasında saygın bir yeri olan önemli bir şahsiye ir. Dolayısıyla bakış açısını şekillendiren tasavvufî düşüncedir. Bu bağlamda Hz. Muhammed’in (sav) varlık âlemindeki yerini bu düşünce sistematiği içerisinde değerlendirmesini beklemek tabii bir durumdur. Hakikati ve sonuçlarıyla, tasavvufî düşüncede var olan Nûr-ı Muhammedî anlayışı, Şemseddin Sivâsî’nin de en temel bakış açısıdır. Ona göre kâinât Hz. Muhammed için ve O’nun nurundan yaratılmıştır. Bu düşüncenin temel dayanağı da hadis-i kudsî olduğu benimsenen bir ifadedir. Hz. Peygamber’in faziletini anla ığı bölümde gökyüzü ile yeryüzü arasında geçtiğini öne sürdüğü bir tartışmayı nakleder. Anlatımına göre, üstünlüğü ile övünen gökyüzü karşısında üzülen7 yeryüzünü Allah şöyle teselli eder: “Ol habîbime sen olursın mekân - Kim ânun-çün oldı emr-i “kün fekân”, Yok-durur halkımda andan muhterem - Mebde-i halkımdur ol kân-ı kerem Olmasa ol yaradılmazdı felek - Olmaz- ıdı ins ile cinn ü melek”8 Bu ifadeler (“ )قال الله تبارك و تعالى لولاك لما خلقت ال ٔافلاكŞânı yüce olan Allah, ‘Sen olmasan âlemleri yaratmazdım buyurdu.”9 lafızlarıyla nakledilen ve tasavvuf çevrelerinde kudsî hadis kabul edilen metnin tercümesi ve yorumu olarak değerlendirilebilir. Ayrıca beyitlerde yer alan ay, yıldızlar, yer gök, cennet ve cehennem gibi varlıkların her birinin zikredildiği hadisler de nakledilmektedir. “Sen olmasaydın dünyayı yaratmazdım. Sen olmasaydın 10 cenneti yaratmazdım. Sen olmasaydın cehennemi yaratmazdım.” ifadeleriyle nakledilen hadislerin de dikkate alındığı anlaşılmaktadır. Yukarıdaki beyitlerin fikrî temelinin Cabir b. Abdillah’ın nakle iği mevkuf bir habe- 7 8 9 10 Mevlid, b.263- 290, s. 32-36. Mevlid, b. 290-292, s. 36. İsmail Hakkı, Rûhu’l-Beyan,(I-X) Dâru Ihyâı’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut ty., V, 404; VI, 111. et-Trablusî, Muhammed b. Halil b. İbrahim, el-Lü’lü’l-Marsû fî mâ la asle leh ev bi-Aslihî Mevzû, Thk. Fevvaz Ahmed Zemreli, Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmiyye, Beyrut 1415, s. 154. Bu hadislerin tahrici ve sıhhati hakkında daha fazla bilgi tebliğ’in hacmini zorlayacağı düşüncesiyle kısa tutulmuştur. Konuyla ilgili Yıldırım Ahmet, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, TDV. Yay. Ankara 2000, s. 121-134 den bilgi alınabilir. 343 344 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER re de11 dayandığı düşünülebilir. Suyûtî’nin “Allah, Muhammed’in nûrunu yara ı. Sonra onu dört parçaya ayırdı. Birinci parçadan arş’ı, ikinci parçadan kalemi, üçüncü parçadan levh’i yara ı. Dördüncü parçayı da dört parçaya ayırdı. Birinci parçasından aklı, ikinci parçasından marifeti, üçüncü parçasından güneşin, ayın, gözlerin ve gündüzün nurunu yara ı.”12 diye nakle iği hadis de bu fikrin kaynağı hakkında bilgi verebilir. Bu hadise yakın içerikte bir hadis de İbn Abbas’tan nakledilmiştir.13 O, Hz. Muhammed’in (sav) yaratılışın başından beri diğer yaratılmışlardan üstünlüğüne işaret eder. Tasavvufî kültürde var olan ve İslâm kültürüne yansıyan Nûr-ı Muhammedî veya Hakîkat-i Muhammediye anlayışı14 Şemseddin Sivâsî tarafından da aynen benimsenmektedir. Ha a beş vakit namazı Hz. Peygamber’in ruhunun ilk yaratıldığında Rabbine yaptığı beş secde ile izah eder. Konuyu anlatmaya, “Ahmed’in nûrını evvel kıldı var - Zât-ı nûrından okurdu girdi-gâr”15 beytiyle başlar. Devam eden beyitlerde Nur-ı Muhammedî’nin Hz. Âdem’den Hz. İsmail’e gelinceye kadar peygamberleri, ondan sonra da Hz. Muhammed’e (sav) ulaşan soyunu takip e iğini işlemektedir. Tasavvufî çevrelerde yaygın olan bu anlayışın hadisteki kaynağı () ٔاول ما خلق الله نوري “Allah’ın ilk yara ığı şey benim nûrumdu”16 lafızlarıyla nakledilen hadis olduğu anlaşılmaktadır. Hadisin Cabir b. Abdillah’tan geldiği belirtilen rivaye e, Hz. Peygamber’in kendisine; “Allah’ın ilk yara ığı şey peygamberinin nurudur. ( ) ٔاول ما خلق الله نور نبيكdediği kaynaklara girmiştir.17 “Rûh-ı Ahmed’den de rûh-ı Enbiya - Yaratıldı cümleten buldı ziya Enbiya ervahı çün buldu zuhur - Evliya ervahı andan aldı nur”18 beyitleriyle Şemseddin Sivâsî “nur” yerine “ruh” kelimesini de kullanmaktadır. Aslında bu konuda daha yaygın olan hadislerde “Ruh” kelimesi geçmektedir. Nitekim (( قال النبي عليه السلام اول ما خلق الله روحيPeygamber (as) “Allah’ın ilk yara ığı şey benim ruhumdu,” buyurdu19, lafızlarıy11 Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, (I-II), 4. Baskı, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 1405, I, 311. 12 Suyûtî, el-Hâvî, (I-II), Thk. Abdullatif Hasan Abdurrahman, 1. baskı, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1421/2000, I, 311. 13 Hâkim, el-Müstedrek, II, 671. 14 Bkz. Döner, Nuran, Tasavvuf Kültüründe Hz. Peygamber Tasavvuru, (Yayınlanmamış Doktora Tezi), UÜSBE. Bursa 2007. s. 7-46. 15 Mevlid, b. 191, s. 24. 16 İsmail Hakkı, Ruhu’l-Beyan, II,296; X,77; Leknevî, Abdulhayy, el-Âsâru’l-Merfû’a fi’l-Ahbâri’lMevzûa, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, ty., s.43. 17 Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, (I-II), 4. Baskı, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 1405, I, 311. 18 Mevlid, 194-195, s. 24. 19 İsmail Hakkı, Ruhu’l-Beyan, III, 56; III, 194,; VIII, 221; Ali el-Kârî, Mirkâtu’l-Mefâtîh, (I-XI) Beyrut SİVÂSÎLER VE İLİM la kaynaklarda yer almaktadır. Her ne kadar hadisin metnini yazmasa da kendisinden önceki mevlid yazarlarının konuyu işlerken bu metni kullandıkları görülmektedir.20 Kendisinden öncekilere benzer tarzda “Nûr-ı Muhammedî”nin Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e gelinceye kadar geçen serüvenine işaret eder. Bu yolculuk esnasında dikkat çektiği bir nokta önemlidir. “Böyledür nakl-i sahih içre haber - Hıfz idüp ol nûrı hôş Rabbü’l-Beşer, Kankı sulb u rahme kim kondı o nûr - Bulmadı şirk ü zina anda zuhûr, Seyr idüp aslâb’ı tâhirden ol şâh - Tâhirât erhamına kondı ü mâh”21 Bu ifadeler Hz. Peygamber’in; “Hz. Âdem’den ta öz annem ve babamdan doğduğum ana kadar, asla nikâhsız bir soydan gelmedim, hep nikâhlı bir soydan geldim.”22 hadisine telmihtir. Aynı zamanda Hz. Peygamber’in, “Allah İsmailoğulları içerisinden Kinane’yi, Kinane’den Kureyşi, Kureyşten Haşimoğullarını, Haşimoğullarından da beni seçti.” 23 hadisinin de anlamını yansıtmaktadır. Devam eden beyitlerde bu nur çerçevesinde Hz. Peygamber’in babasının herkesin beğendiği bir genç oluşuna ve Âmine ile evlilikten sonra bu nurun ona geçişine ve Abdullah’ın önceki durumunun değiştiğine bilhassa işaret eder. 2- Diğer Peygamberlere Göre Üstünlüğü Kâinât kendisinin hatırına yaratılan Hz. Muhammed (sav) her ne kadar en son gelen peygamber olsa da en nübüvvet kurumunda önemli konuma sahiptir. “Enbiyâya kimisin serdâr ider - ‘Arşına da’vet idüp sır-dâr ider”24 beyti bile Sivâsî’nin, Hz. Muhammed’in (sav) diğer peygamberler ile arasındaki ilişkiyi nasıl gördüğünü anlatmaya yetecek niteliktedir. Şüphesiz onu bu düşünceye sevk eden bazı naslar da bulunmaktadır. Hz. Peygamber’in kendisini “Seyyidü’l-Mürselîn” olarak tanı ığı hadisler bu konuda etkili olabilir.25 Ayrıca Mevlidin başında “tevhid” bölümünün ardından “Kaside fi 20 21 22 23 24 25 2001, I, 307; Ke ânî, Ebû Abdillah Muhammed b. Cafer, Nazmu’l-Mütenâsir, Dâru’l-Kütübi’lSelefyye Mısır ty., s.172. Bkz. Aymutlu Ahmed, Süleyman Çelebi ve Mevlid-i Şerif, M.E.B. İstanbul 1995, s. 82-83. Mevlid, b. 220-222, s. 27. Beyhakî, es-Sünenü’l-Kubrâ,(I-X) thk. Muhammed Abdulkadir Ata, Mekke 1414/1994, VII, 190. Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, (I-X) Dâru’l-Kitâb Beyrut, 1967, VIII, 214. Müslim, Fezâil, 1; Ahmed b. Hanbel, IV, 107; Ebu Ya’lâ, Müsned, (I-XIII) Thk. Hüseyin Selim Esed, Dâru’l-Me’mûn Dımeşk, 1404/1984, XIII, 391. Mevlid, b. 24, s. 4. Bkz. Ali el-Mü ekî el-Hindî, Kenzu’l-Ummâl, fî Süneni’l-Akvâl ve’l-Ahvâl, Müessesetü’rRisâle 1401/1981, XI, 435. 345 346 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVÂSÎLER VE İLİM medhi’n-Nebiyyi ve ashabihi sallallahu teala aleyhi ve sellem” in yer alması ve bu kasideye; “İy nübüvvet gülşenine bâğubân - Cennet oldı makdemünle bu cihân”26 beyti ile başlaması da nübüvvet kurumu içerisinde Hz. Peygamber’in yerine ve konumuna bakışını yansıtması açısından önemlidir. Konuya girerken; “Tut kulak evsâfına iy yâr-ı din - Bilesün kimdür o fahrü’l-Mürsel’in”27 beytiyle devam eder. Önceki peygamberlerden bazıları ile açıktan kıyas yaptığı beyitlerin birkaç tanesi şöyledir: B- Hadis Kullanımı Açısından Değerlendirme Hadislerin manzum tercümesi olmayan metinlerde hadis, şairin ondan anladığı ve ifade etmek istediği şekilde bir nazım olarak okuyucusuyla buluşmaktadır. Manzum eserlerde ender olarak hadis metinlerine yer verilmekte, büyük çoğunlukla da hadis olduğuna bile işaret edilmeden muhtevasından manzum bir metin çıkarılmaktadır. Ayrıca en çok başvurulan usullerden biri de iktibas yoluyla hadislerin tamamına işaret edilmesidir. Şemseddin Sivâsî’nin eseri bu gözle incelendiğinde benzer yöntemin kullanıldığı görülmektedir. Benzeri eserlere göre Mevlid’de metin nakline daha az yer verdiği söylenebilir. “Ne denlü enbiyâ geldi kamusı ânı medh itdi - Anun hüsnini vasf itdi olup Yûsuf anâ sâni, Halîlullah’a ger berd ü selâ oldı-sa ger nâr - Söyindi hep bu doğdukta mecûsun cümle nîrânı, Ne var Musa âsâsın ejderha itdi-se destinde - Bu tiryak-ı nübüvvetle âdem itdi cümle su’bânı”28 beyitleri ile başlayarak, devam eden beyitlerde Hz. Süleyman ve diğer peygamberler ile kıyaslayıp üstünlüğüne işaret eder.29 Hz. Muhammed’in (sav) son peygamber olarak gönderilmesinin, yıldızlardan sonra doğan güneş gibi bütün mevcudatı aydınla ığını30 ifade e ikten sonra; “ ين َ ِ َو َما َٔا ْر َس ْل َن َاك إ َِّلا َر ْح َم ًة ِل ْل َعا َلمBiz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.”31 ayetine ve Hz. Peygamber’in, شفاعتي:قال رسول الله صلى الله عليه و سلم “ ل ٔاهل الكبائر من ٔامتيŞefaatim ümmetimden büyük günah işleyenleredir.”32 hadisine telmihen; 1- Metnin Nakli Hadislere dayanmakla birlikte tam metin aldığı pek görülmeyen Şemseddin Sivâsî, “Faslun fi mevlûdi’l-mâneviyyi ve zuhûri nûrihi fi ümmetihi bi-hasebi’l-istidat ila yevmi’t-tenad”35 başlığı altında “Mevlid-i zâhir ‘avâmındur sehâ - Mevlid-i bâtın nasîb-i müntehâ”36 beytiyle havassın mevlid anlayışı olarak nitelediği bu ifadeyi, kıyamete kadar her an ortaya çıkan sırr-ı Rasûl olarak nitelemektedir. “Dem-be- dem toğmaktadur sırr-ı Rasûl - Anı kat’ oldı sanur her bir fuzûl”37 “Dem –be- dem mevliddedir ehl-i safâ - Her zaman doğmaktadur nûr-ı Mustafâ”38 beyitleri bu durumu açıklamaktadır. Ona göre sahabeyi nurlandıran odur. O nur sahabeden tabiûna intikal e iği için hidayete erdirmiştir. Nûr-ı Nebî bütün kuşakları geçerek geldiği için pek çok kişi onunla kemal bulmuştur. Çok kısa özetlenebilecek bu açıklamalardan sonra der ki: “Ger bu söze şâhid istersen ‘ıyan - Bu hadîsi gel okı gitsün gümân”39 “Rahmeten li’l-âlemîndir Mustafâ - Hem Şefî’al müznibîndir Mustafâ”33 beytini yazdıktan sonra, İnşirah, Leyl, Duhâ gibi birçok sure ve ayete işaret ederek, Allah’ın kendisini Kur’ân da medhe iği bir peygamber hakkında insanın övgüsünün çok cılız kalacağını; “Kim ola Şemsi ânı meddâh ola - Tâ meğer ‘avnı anun Fe âh dile getirir. 26 27 28 29 30 31 32 33 34 Mevlid, b. 30, s. 4. Mevlid, b. 89, s. 11. Mevlid, b. 744-746, s. 90-91. Mevlid, b. 748 vd. s. 91 vd. Mevlid, b. 94, s. 12 Enbiya, 21/107 Ahmed, Müsned, III, 213. Mevlid, b. 97, s. 12 Mevlid, b. 99, s. 13. ola”34 beytiyle لا تزال طائفة من ٔامتي ظاهرين على الحق إلى قيام الساعة “Ümmetimden bir gurup, kıyamet kopuncaya kadar, hakka yardımcı olmaya devam edecektir”40. Hadisin kaynaklardaki en yakın lafzı ُ َي ُق-صلى الله عليه وسلم- ول ال َّل ِه َ ول َسمِ ْع ُت َر ُس ُ َجا ِب َر ْب َن عَ ْبدِ ال َّل ِه َي ُق ول » َلا َت َز ُال َطا ِئ َف ٌة م ِْن ُٔا َّمتِى َ ُي َقا ِت ُل ون عَ َلى ا ْل َحقِّ َظا ِه ِر َين إِ َلى َي ْو ِم ا ْل ِق َيا َم ِة 35 36 37 38 39 40 Mevlid, b. 580 vd. s. 70 vd. Mevlid, b. 594, s. 72. Mevlid, b.597, s. 73. Mevlid, b. 603, s. 73 Mevlid, b. 668, s. 81. Hadis bu lafızlarla bkz. Muhammed Derviş el-Hût, Esne’l-Metâlib, Beyrut, 1403/1983, s. 345. 347 348 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Cabir b. Abdillah, Rasûlullah’ın (SAV) ümmetimden bir gurup, kıyamet gününe kadar hak uğruna mücadeleye destek olmaya devam edecektir buyurduğunu işi im dedi.41 Mevlidinde hadislerin tam metinlerini nadiren kullandığı görülen müellifin bir anlamda bu hadisin yorumu sayılabilecek “mevlidi’l-manevî” bölümü her devirde yaşayan inananlara Allah’a kulluk ve insanlara karşı görevler adına bütün sorumluluklarını hatırlatmaktadır. Nitekim sözüne, “Pes bu sırrın mazharıdur beş namaz - cem’ olup her gün kılur ehl-i niyâz Şark u garbda yüğrişür ehl-i gazâ - İrişür küfr ehline bi’se’l cezâ”42 beyitleriyle devam eder. Şemseddin Sivâsî’nin bu anlayışı kendisinden önce43 ki alimlerin düşünce yapılarına uygun düşmektedir. Müslümanlar arasında en çok itibar gören iki hadis kitabında aynı hadisin bab başlığı olarak kullanılması manidardır.44 Ama bu tebliğ açısından daha da önemlisi Şemseddin Sivâsî’nin bu hadisi eserine alarak manevî mevlidin sürekliliğine delil olarak yorumlamasıdır. Hadisin değişik rivayetleri Hz. Peygamber’in mevlidini her an yeni meydana gelmiş gibi algılayacak, Allah’a ve Allah’ın kullarına karşı45 görevlerini yerine getirme bilincinde olacaklarına işaret olarak algılanabilir. 2- Metnin Manzum Tercümesi Her ne kadar bir metnin doğrudan tercümesi olduğu iddia edilemese de, mevlid türü eserlerin genelinde “Mi’râc”, “Ahlâk-ı Nebî”ve “Mu’cizât”gibi konular, ilgili hadislerin me um olarak tercümesi gibidir. Müellifin, “Faslun fi rizâihî sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem” başlığı altında uzunca anla ığı46 Hz. Peygamber’in sütanneye verilişi ve orada iken yaşadığı önemli olaylar hadis kaynaklarındaki bilgilerin manzum tercümesi niteliğindedir. Ha a zengin çocuklarını almak isteyen hanımların yetim diye onu almayışlarını, Halime Hatun ile Onu buluşturan ortak kaderi47, dönüş yolundan başlamak üzere48 Halime Hatun’un hanesindeki bereket ve güzel gelişmeleri, orada iken Hz. Muhammed’in göğsünün açılması olayını detayları ile nazmetmektedir. Ha a, 41 42 43 44 45 46 47 48 Müslim. İmaret, 173; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, IX, 180; Mevlid, b. 669-670, s. 81. Bkz. Bûsırî, İthâfu’l-Hıyeretu’l-Mehera, VII, 349. Buhârî, I’tisâm, 10; Müslim, İmaret 53. Buna işaret eden rivayet için Bkz. Müslim, İmaret, 171. Mevlid, b. 411-504, s. 50-61. Bkz. İbn Sa’d, Tabakât, I, 111; İbn Kesîr, es-Sîretü’n-Nebeviyye, I, 226. İbn Hıbbân, Sahîh, (el-İhsân bi-tertîb’i Sahîh’i İbn Hıbbân, (tertîb, Ali b. Bâlbân el-Fârisî), (nşr. Kemal Yusuf el-Hût), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1987, VIII,83. SİVÂSÎLER VE İLİM “Kalbini şeytânî hazdan itdi pâk - yinine iman ü hikmet kodı pâk”49 beytinde de görüldüğü gibi hadis içerisinde önemli bir ayrıntıya dahi dikkat e iği görülmektedir. Nitekim bu olay hadiste “...Sonra kalbini açtı içerisinden küçük bir kan pıhtısı çıkardı ve bu şeytanın sendeki hazzıdır dedi”50 lafızlarıyla yer alır. Kırk beş beyi e işlediği “Ahlâk-ı Nebî” başlığı altında başlarken ve bitirirken inananlara nasihat içeren on beyit dışındakiler, konuyla ilgili sahih hadislerin me um olarak tercümesi gibidir. Bilhassa Şemâil-i Şerif gibi eserlerde Hz. Peygamber’in ahlâkını anlatan bölümlerde yer verilen hadislerin manzum tercümesi denilebilir. Ha a konuya başlarken önce ayetlere yer verdiği ni görmek mümkündür. “Zâtı Mahbûb-ı Hudâ hulkı azîm - Adı Mahmûd-ı Muhammmed hem Rahîm”51 beytinde öncelikle (يم ٍ ِ“ ) َوإِن ََّك َل َع َل ٰى خُ ُل ٍق عَ ظŞüphesiz sen büyük bir ahlâka sahipsindir.”52 ٌ َل َقدْ َجا َء ُك ْم َر ُس ٌ يص عَ َل ْي ُك ْم بِا ْل ُم ْؤ ِمن َِين َر ُء ayetinin peşinden de وف ٌ ول م ِْن َٔا ْن ُفسِ ُك ْم عَ ِزي ٌز عَ َل ْي ِه َما عَ ِنت ُّْم َح ِر “( َرحِ ٌيمEy inananlar! And olsun ki, içinizden size, sıkıntıya uğramanız kendisine ağır gelen, size düşkün, inananlara şe atli ve merhametli bir peygamber gelmiştir.”53 ayetinin verdiği mesaj yansıtılmıştır. “Fakr-ıla cûd ü sehâ idi işi - Batıla itmezdi her gîz cünbüşi”54 beyti pek çok sahâbîden nakledilen “Rasûlullah (sav),başkalarına yardımda insanların en cömerdi idi.”55 hadisinin tercümesi niteliğinde iken, “Hayr işe “lâ” dimedi ol hande-rû - Bitürürdü kim gelirse yalvarû”56 beyti de; ما سئل النبي صلى الله عليه و سلم شيئا قط فقال لا قال ٔابو محمد قال بن:عن جابر قال عيينة إذا لم يكن عنده وعد “Cabir b. Abdillah diyor ki: Hz. Peygamber kendisinden yapılan bir isteğe karşılık hiçbir zaman ‘hayır’ veya ‘yoktur’ demedi. Ebu Muhammed dedi ki İbn Uyeyne şöyle dedi, ‘Şayet istenilen yoksa temin eder veya söz verirdi”57 hadisinin manzum çevirisi denilebilecek durumdadır. 49 Mevlid, b.475, s. 58. 50 Müslim, İman 261; Ahmed b. Hanbel, I, 390; İbn Ebî Şeybe, el-Musannaf, XIV, 294; İbn Hıbban, Sahih, XIV, 242, 249. 51 Mevlid, b. 114, s. 14. 52 Kalem 68/4. 53 Tevbe, 9/128. 54 Mevlid, b.115, s. 15. 55 Buhari, Savm, 7, II, 672; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 288;, 363; İbn Hıbban, Sahih, (İbn Balaban Tertibi), Thk. Şuayb el-Arnavut, Müessesetu’r-Risale, Beyrut, VIII, 125, 56 Mevlid, b.116, s. 15. 57 Dârimî Mukaddime 12, I,34; Ayrıca bkz. Buhârî, Edeb, 39, V, 2244; Ebu Ya’lâ, Müsned, IV, 6; 349 350 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER “Hoş güleç yüzlüydi ğam tutmaz-ıdı - Kakıyup kimseye kaş çatmaz-ıdı”58 beyti Hz. Hüseyin’in babası Hz. Ali’den nakle iği “O devamlı herkese karşı güler yüzlü idi...”59 anlatımını yansıtmaktadır. “Sabr iderdi kendüye olsa ezâ - Yâ sükût ile ya husn-i edâ” beytine kaynak olabilecek pek çok rivayet bulunabilir ama Hz. Aişe’nin “Rasulullah (sav) kendisine yapılan bir kötülüğün intikamını almadı.”60 tespitini örnek vermek mümkündür. Mevliddeki beyitlerden birçoğu61 Şemâil kitaplarında Hz. Peygamber’in ahlâkını anlatan “O, kötü kelimelerle konuşmaz ve konuşturmazdı. Çarşılarda yüksek sesle bağırıp çağırmazdı. Kötülüğe kötülükle karşılık vermez, kötülük edenleri affedip iyilik ederdi.”62 hadisinin, Enes b. Malik’den nakledilen “Hz. Peygamber insanların en güzeli, en cömerdi ve en cesuru idi,”63 ifadelerinin manzum tercümesidir. Sahabenin Hz. Peygamber’in hayatında gördüğü birçok şaka sonucunda özetlediği cümle64 Sivâsî tarafından; “Ger mizah itse iderdi şer’ ile - Hatırına ta ki vahşet gelmeye”65 beytiyle nazmedilmiştir. Sahabe Hz. Peygamber’in hayatında yaşadığı yokluğu ve bundan kurtulmak için nübüvvet nazını kullanmayışını birçok örnek vererek anlatı66 yor. Sivâsî ise bu boyutu; “Günler olurdı ki yimezdi ta’âm - Yir ü gök mi âh-ı eldeyken tamâm”67 beytiyle yansıtıyor. Kaynaklarda yer alan “Hz. Peygamber elenmiş undan yapılmış ekmek yemedi”68 rivayetini; “Arpa ununu eletmezdi ol şâh - Hoş mubarekdür diyû yirdi o mâh”69 beytiyle nazmediyor. Hz. Peygamber’in yenilmesi caiz olduktan sonra yemek seçmediğini, kendisini davet eden herkese gi iğini, ikram edilen yemeği beğenmese de övdüğünü ve verdiği her nimet için Allah’a daima 58 Mevlid, b.118, s. 15. 59 Tirmizî, Şemâil, 354; Taberânî, el-Mucemü’l-Kebîr, XXII, 155; Bûsırî, Ahmed b. Ebu Bekir, İthafu’l-Hıyere, VII,22; 60 Buhari, Menâkıb, 20, III, 1306. 61 Örneğin, Mevlid, b. 122, s. 15. 62 Tirmizi, Şemâil-i Şerif, çev. Hüsamüddün en- Nakşibendî, sadeleştiren M. Sadık Aydın, Hilal Yay. 1976, 350-351; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, (I-VII), thk. Muhammed es-Saîd za’lul, Dâru’lKütübi’l-İlmiyye Beyrut, 1410, VI, 312. 63 İbn Mace, Cihad, 9. 64 Tirmizi, Şemâil-i Şerif, s, 260-264. 65 Mevlid, b. 127, s. 16. 66 Bkz. Ahmed, el-Müsned, I, 373; İshak b. Râhûye, Müsned, (I-V) thk. Abdulğafûr b. Abdulhak el- Belûşî, Medine 1412/1991, III, 881. 67 Mevlid, b. 128, s. 16. 68 Tirmizî, Şemâil, 177. 69 Mevlid, b. 129 s. 16. SİVÂSÎLER VE İLİM hamd e iğini ifade eden beyitler de70 hadis kitaplarında geçen ve çoğu şemâil türü eserlerde bir araya getirilen hadislerin manzum tercümesidir.71 Hz. Peygamber’in hayatında ihmal etmediklerinden biri de yaşlı-genç, zengin-fakir, kadın-erkek ve ha a din ayırımı yapmadan hastaları ziyaret etmektir.72 Bu durumu Sivâsî, “Hasteler sorup iderdi ta’ziyet - Uluya hurmet kiçiye merhamet”73 beytiyle özetlemektedir. Mi’râc olayını anlatırken Hz. Peygamber üzerinde Mekkeli müşriklerin maddî ve manevî baskılarının ar ığına da dikkati çeker. Bazı mevlid yazarları gibi mi’racı hadislerde anlatılan sıraya göre yazmasa da, konuyu belli fasıllara ayırarak, oradaki motifleri kullanmaktadır.74 Kâbe, gözünün gördüğü yere ayağını basan burak75, Kudüs76, Mescid-i Aksâ’da kılınan namaz77, iki kâsede Hz. Peygamber’e sunulan içecek ve Hz. Peygamber’in sütü tercih etmesi ile fıtratı tercih e iğinin beyanı. Tersi olsaydı ümmetinin yoldan çıkacağı bilgisinin kendisine verilmesi78 aynen hadisin ilgili bölümünün tercümesi gibidir. Mi’racı anlatırken sîret kitaplarındaki bilgileri kullandığının işaretini de vermektedir.79 Mi’rac esnasında Hz. Peygamber’in diğer peygamberlerle karşılaşması80 Sidretü’l-Müntehâ ve sonrasının sadece Hz. Peygamber’in geçişine izin verildiği, “Senden özge kimse basmadı kadem - Bu makâma iy nebiyy muhterem”81 Yine Mi’racın temel motiflerinden olan refref ve beyti ma’mûr82 “Pes nihayet buldu esrâr-ı niyaz - Bana farz oldı o dem beş vakt namaz”83 beytiyle ifade e iği beş vakit namazın Mi’râc esnasında farz kılındığı malum olup konunun ilgili hadislerin manzum tercümesi ile işlendiği 70 Mevlid, b. 130-133, s. 16-17. 71 Bkz. Buhârî, Et’ime, 20, V, 2065; Tirmizî, Şemâil, 170- 185; Ebu Ya’la, Müsned, (I-XIII), Thk. Hüseyin Selim Esed, Dımeşk 1404/1984, XI, 77; Ebu Avâne, Müsned, (I-V) Dâru’l-ma’rife, Beyrut, ty. V, 212-213; Beyhakî, Şuabu’l-İman, V,84. 72 Ahmed, Müsned, III, 260; Tayâlisî, Müsned, (I-IV), Thk. Muhammed b. Abdulmuhsin et-Türkî, Dâru Hicr, 1419/1999, I,475; İbn Hıbban, Sahih, XI, 242; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, XIV, 405; Beyhakî, Şuabu’l-İman, VII, 169. 73 Mevlid, b. 134, s. 17. 74 Mirac bölümü, b. 784, s. 95. 75 Mevlid, b. 835, s. 102. 76 Mevlid, b. 841, s. 102. 77 Mevlid, b. 866-876, s. 106-107. 78 Mevlid, b. 853-857, s. 104. 79 Bkz. Mevlid, b.859, s. 105 80 Bkz. Mevlid, b. 886-903, s. 108-110. 81 Mevlid, b. 927, s. 113. 82 Mevlid, b. 927-933, s. 113. 83 Mevlid, b. 1015, s. 123. 351 352 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER açıktır.84 Özellikleri itibariyle namazın bütün ibadet şekillerini içine aldığını, faziletini ve Allah’a yakın olmanın yegâne yolu olduğunu beyan ettikten sonra dönüşte Hz. Peygamber’in karşılaştıkları ile ilgili olarak yine hadislerde zikredilen Kureyş’in Kudüs ve kervanları ile ilgili sorularına ve Hz. Peygamber’in cevabına değinir.” Kuds’i keşf itdi o dem Rabbu’l-enâm - Yirlü yirince haber virdi imâm”85 Hz. Peygamber, “Kureyş beni yalanladığında Hıcr de ayağa kalktım. Allah Beytü’l-Makdisi yüksel i. Ona bakarak özelliklerini haber verdim.”86 O gece için müşriklerin sorularından biri de yoldaki kervanları idi. “Didiler gerçek budur Kuds’den haber - Lîk varmı bizim ‘îrden haber, Didi Ravha’da konupdı karîban - İrte gün doğdukta olurlar ayân, İrte geldi ol zamân ‘îr-ı Kureyş - Gördi ânı şâhid-i tedbîr Kureyş”87 Olay burada işaret edildiği gibi, Hz. Peygamber’in haber verdiği şekilde gerçekleştiğine dair bilgi kaynaklarda yer almaktadır.88 Sonuçta Hz. Peygamber’in söylediklerinin doğru çıktığını “Sıdkını gördükte ol kavmi esîr - Didiler “câ’e bi-sıhrin müstemir”89 beytinde onların Hz. Peygambere inanmak yerine sözlerinin veya yaptıklarının sihir olduğunu iddia etmek suretiyle başkalarının da inanmalarını engellemeye çalıştıklarını anlatır. Mu’cizât yoğun olarak işlediği ve hadislerin metin tercümesi şeklinde değerlendirilebilecek bölümlerden biri de Mu’cizât’tır. Bu bölümde özellikle Kadı Iyaz’ın eş-Şifâ isimli eserini esas aldığı intibaını vermektedir. Mu’cizât’ı işlerken özellikle Kur’ân’ı birinci sırada zikretmesi anlamlıdır. 3- İktibas Hem halk arasında hem de belli konuları içeren eserlerde konular ve kaynakları olan ayetler ve hadisler herkes tarafından bilindiği düşünülünce yazarlar bazen bir iktibas ile ana kaynaktaki bilgiye işaret edebilmektedirler. Böylece yaygın olarak bilinenler tekrar edilmemiş olmaktadır. Özellikle manzum eserlerde bu kullanım daha yaygındır. Mevlid’de de bunun örnekleri vardır. 84 85 86 87 88 Buhari, Salat, 1;Nesâî, Salat, 1; İbn Mace, Salat, 194, I, 448; İbn Hıbban, Sahih, XVI, 419. Mevlid, b. 1038, s. 126. Buhari, Salat, 199, IV, 1743. Mevlid, b. 1039-1041, s.126 el-Bûsırî, Ahmed b. Ebî Bekir, İthafu’l-Hıyereti’l-Mehera bi Zevâidi’l-Mesânîdi’l-Aşera, VII,49. 89 Mevlid, b. 1043, s.127. SİVÂSÎLER VE İLİM “Küntü kenz”ün mahzeninden feth-i bâb - Eyleyüp tâliblere kaldır nikâb” 90 ُ : ” يقول الله تعالى:قو ُله عليه الصلاة والسلام حببت ٔان ُٔاعْ َر َف derken ( َفخلقت الخلق ُ ُ نت كنز ًا مخفي ًا ف ٔا ُ »ك 91 )ل ُٔاعرفhadisinden iktibas yaparak konuyu açıklamaktadır. Bu iktibas, “Küntü kenzen sırrı yüz urur o dem - Ânun ile işidürsin dem-be-dem”92 beytinde tekrar eder. Aynı şekilde; “Men Aref” sırrı bulur ol dem zuhur - Rabbini bilip olursın cümle nûr”93 beytiyle yapılmak istenen (“ )من عرف نفسه فقد عرف ربهNefsini bilen Rabbini bilir.”94 sözleriyle nakledilen metnin iktibas yoluyla aktarımıdır. 4- Telmih İslâmî Türk Edebiyatı’nda dinî bilgilerin kaynağına büyük ölçüde telmih yoluyla bazen de iktibas yapılarak işlenmektedir. Aynı uygulamayı Şemseddîn Sîvâsî’de de görmek mümkündür. Edebiyatımızda yaygın olan bu durum sebebiyle bazen bilgilerin Kur’ân ve Sünnet olan ana kaynaklardan mı, yoksa onlara dayanan diğer edebî eserlerden mi alındığını belirlemek zor olabilmektedir. En azından şunu söylemek mümkündür. Dinî kaynaklardaki bilgiler edebî eserlerden alınsa bile onun ayetlere veya hadislere dayandığını bilerek kullandıkları anlaşılmaktadır. Sıkça görünen bu uygulamalar Şemseddîn Sivâsî’de de rastlanmaktadır. “Yoğ iken eşyâyı icâd eyledin - “Kün” dedün vîrânı âbâd eyledün”95 beytini, Hz. Peygamber’in Sahabeye yaratılışı anlatırken söylediği; “(“ ”)كان الله ولم يكن شيء غيرهAllah vardı. O’nun dışında hiçbir şey yoktu”96 hadisine telmihen söylediği düşünülebilir. Aynı zamanda Süleyman Çelebi’nin “Cümle âlem yoğ iken ol varidi - Yaradılmışdan gani Cebbâr idi”97 beytinden etkilendiği de akla gelebilir. Ama her iki durumda da bu beytin kaynağı ayet ve hadistir. “Hakk ıla söyler ü hak ıla görür - Hakk ıla tutar u Hakk ıla yürür”98 beyti 90 Mevlid, b. 161, s. 20. 91 İsmail Hakkı, Tefsîru Rûhu’l-Beyan, IV, 280; Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, II, 132; Ebu Şehbe, elİsrâiliyyât ve’l-Mevzûât fî Kütübi’t-Tefsîr, 4. Baskı, Mektebetü’s-Sünne, s. 15. 92 Mevlid, b. 721, s. 88. 93 Mevlid, b. 719, s. 87. 94 Makdisî, Tezkiretü’l-Mevzûât, s. 35; İbn Arrâk, Tenzîhü’ş-Şerîa, II, 494. 95 Şemseddin Sîvâsî, Mevlid, (Thk. Hasan Aksoy) Yayınlanmamış Doktora tezi, b. 2, s. 1, İstanbul 1983. 96 Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 1,III, 1166; İbn Hıbban, Sahih, XIV, 11; Taberânî, el-Mucemü’l-Kebîr,XVIII, 204; 97 Vassâf Hüseyin, Mevlid Şerhi Gülzar-ı Aşk, Hazırlayanlar, Tatçı Mustafa - Yıldız Musa - Üstüner Kaplan, Dergah Yayınları İstanbul, ty, s. 87. 98 Mevlid, b. 723, s. 88. 353 354 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER ُ َق َال َر ُس ول ال َّل ِه َص َّلى ال َّل ُه عَ َل ْي ِه َو َس َّل َم إ َِّن ال َّل َه َق َال َم ْن عَ ا َدى لِي َو ِل ًّيا َف َقدْ آ َذ ْن ُت ُه بِا ْل َح ْر ِب َو َما َت َق َّر َب إِ َل َّي عَ ْبدِ ي بِشَ ْي ٍء َٔا َح َّب إِ َل َّي م َِّما ا ْف َت َر ْض ُت عَ َل ْي ِه َو َما َي َز ُال عَ ْبدِ ي َي َت َق َّر ُب إِ َل َّي بِال َّن َواف ِِل َح َّتى ُٔاحِ َّب ُه َف ِٕا َذا َٔا ْح َب ْب ُت ُه ُك ْن ُت َس ْم َع ُه ا َّلذِ ي َي ْس َم ُع ِب ِه َو َب َص َر ُه ا َّلذِ ي ُي ْب ِص ُر ِب ِه َو َيدَ ُه ا َّلتِي َي ْبطِ ُش ب َِها ... َو ِر ْج َل ُه ا َّلتِي َي ْمشِ ي ب َِها Rasûlullah (sav): “Allah, her kim beni tanıyan ve ihlâs ile bana ibadet eden bir kuluma düşmanlık ederse, ben de ona harb ilân ederim. Kulum bana, kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili olan bir şeyle yaklaşamaz. Kulum bana nafile ibadetlerle de yaklaşmaya devam eder. Nihayet ben onu severim. Ben kulumu sevince de artık onun işiten kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı mesabesinde olurum...”99 hadisine telmih yoluyla işare ir. “İlâhi bu kulun senden yana sana sığınmışdur - Senin kahr-ı celâlinden yine sen ol nigeh-bânı”100 beyitleri Hz. Peygamber’in; قال لي رسول الله صلى الله عليه و سلم )إذا ٔاتيت مضجعك فتوض ٔا وضوءك للصلاة ثم: اضطجع على شقك ال ٔايمن وقل اللهم ٔاسلمت وجهي إليك وفوضت ٔامري إليك و ٔالج ٔات ظهري إليك رهبة ورغبة إليك لا ملج ٔا ولا منجى منك إلا إليك آمنت بكتابك الذي ٔانزلت وبنبيك الذي فقلت ٔاستذكرهن وبرسولك الذي ٔارسلت. (ٔارسلت ف ٕان مت مت على الفطرة فاجعلهن آخر ما تقول ( قال )لا وبنبيك الذي ٔارسلت. Berâ b. Âzib diyor; yatacağın zaman abdest al, sonra sağ tarafına yat ve şu duayı oku buyurdu. “...Senden kaçıp sığınacak senden başka kimse yok, senden kaçıp kurtulacak yine senden başkası yok...”101 فقدت رسول الله صلى الله عليه و سلم ذات ليلة في الفراش فجعلت ٔاطلبه:عن عائشة قالت اللهم إني ٔاعوذ برضاك من:بيدي فوقعت يدي على باطن قدميه وهما منتصبتان فسمعته يقول سخطك و ٔاعوذ بمعافاتك من عقوبتك ٔاعوذ بك منك لا ٔاحصي ثناء عليك ٔانت كما ٔاثنيت على نفسك Hz. Aişe diyor ki; “Bir gece yatakta Rasûlullah’ı (sav) kaybe im. Ellerimle aramaya başladım. Elim ayaklarının iş tarafına değdi. O esnada şu duayı yaptığını duydum. “Allahım! Ö enden rızana, cezandan affına, senden sana sığınırım. ...”102 99 Buhari, Rikak, 38. 100 Mevlid, b. 774, s. 94 101 Buhari, Deavât, 6; Müslim, Zikir, 56; İbn Hıbban, Sahih, XII, 337. 102 Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ, (I-VI) Beyrut 1411/1991, I,452; İbn Hıbban, Sahih, I,335; Hâkim, elMüstedrek, I,449. SİVÂSÎLER VE İLİM C- HadisYorumu Sivâsî’nin beyitlerinde hadislerin yorumunu da bulmak mümkündür. Örneğin Hz. Peygamber’in tevazuu, kendisine inanmayan üstelik eziyet edenlere bile Allah’tan marifet dilemesi, yetimlerin başını okşayıp gözlerinin yaşını silmesini örnek verirken; ipek elbiseyi bile fakirlere karşı büyüklenme olmasın, onlar kendisinden uzaklaşmasın diye giymediğine yorumlamaktadır.103 Halbuki hadiste Hz. Peygamber kendisine hediye gelen ipek elbiseyi (ﺍﻵﺧﺮﹶ ﹺﺓ “ )ﺇﹺﳕﱠ ﹶﺎ ﻳﹶﻠﹾ ﹶﺒ ﹸBunu ancak ahire en ﺲ ﹶﻫ ﹺﺬ ﹺﻩ ﹶﻣ ﹾﻦ ﻻ ﹶ ﺧﹶ ﻼﹶ ﹶﻕ ﻟﹶ ﹸﻪ ﹺﻓﻰ ﹺ nasibi olmayanlar giyer” buyurarak giymemişti.104 Mi’râcın sebebi hikmeti gibi gösterilen anlatım da bir anlamda ilgili hadislerin yorumu gibidir. Şemseddin Sivâsî’nin anlatımı ile yeryüzündeki ve yeryüzü semasındaki her şey Rasûlüllah (sav) ile anlam kazanmıştır.105 Hz. Muhammed’in (sav) kendisinde bulunmamasına üzülen gökyüzünü teselli için Allah Hz. Peygamber’e Mi’râc yaptırdı.106 Bazen hadisin yorumu ile metne işaret eden cümlenin iktibas edilişini birlikte görmek mümkündür. Hz. Peygamber’in mucizelerine ayırdığı fasılda; “Hazret-i Kur’ân’dur evvel mu’cize - Dinle benden kim diyem anı size”107 beytinde, َق َال ال َّنب ُِّي صلى الله عليه وسلم َما م َِن ال َٔا ْن ِب َيا ِء َنب ٌِّي إ َِّلا ُٔاعْ طِ َي َما ِم ْث ُل ُه آ َم َن:حديث َٔابِي هُ َر ْي َر َة َق َال َ َف َٔا ْر ُجو َٔا ْن َٔا ُك، َوإِن ََّما َك َان ا َّلذِ ي ُٔاوتِي ُت ُه َو ْح ًيا َٔا ْو َحا ُه الل ُه إِ َل َّي،عَ َل ْي ِه ا ْل َبشَ ُر ون َٔا ْك َث َرهُ ْم تَا ِب ًعا َي ْو َم ا ْل ِق َيا َم ِة “Her peygambere insanların benzerine iman e ikleri bir mu’cize verilmiştir. Bana verilen (mucize) ise ancak Allah’ın bana vahye iği (Kur’ân-ı Kerîm) dir. Bunun için kıyamet gününde ben peygamberlerin en çok tabiî bulunanı olmayı ümid ederim.”108 hadisinin hem metnine işaret etmiş hem de kullandığı ifadeden tek mucizenin bu olmadığına, en büyük ve ilk verilen mucizenin Kur’ân olduğuna işaret etmiştir. Nitekim devam eden on bir beyi e Kur’ân’ın neden mucize olduğunu açıklamaktadır.109 103 Bkz. Mevlid, b.142-148, s. 18. 104 Buharî, Cuma, 6, I,302; Libas, 66, V, 2258; Ebu Davud, Libas, 9, IV, 46; İbn Hıbban, Sahih, XI, 514. 105 Mevlid, b. 293-306; s. 36-37. 106 Mevlid, b. 307-310. 107 Mevlid, b. 1067, s. 130. 108 Buhari, Fezâilü’l-Kur’ân, 1, IV,1905; Müslim, İman, 239; Ahmed b. Hanbel, II, 451. 109 Bkz. Mevlid, b. 1068-1079, s. 130-131. 355 356 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER D- Kaynakları ve Sıhhat Açısından Değerlendirme “Gerçi dinilmiş kitaplar bî Idâd - Lîk her birinde var bir türlü dâd”110 beytinde işaret e iği gibi kendisinden önce birçok mevlid yazılmıştı. Dolayısıyla bilgi kaynağı olarak onları kullanmış olması da düşünülebilir. Ancak özellikle müellif adı ve bilim dalı olarak adını zikre iği eserler onun kaynakları hakkında bilgi vermektedir. Her zaman kaynaklarını zikretmemektedir. Kadı Iyaz’ın Şifâ-i Şerif isimli eseri Osmanlı medreselerinde de ders kitabı olarak okutulan kitaplardan biridir. Ayrıca o dönemde cami derslerinde de aynı eserler okutulmaktadır. Bu durumda müellifin kaynakları hakkında bilgi sahibi olmak mümkündür. Hz. Peygamber’in mucizeleri arasında, emri üzerine yerinden sökülüp gelen ağacı anlatırken; “Nakl ider bunu dahî Kadî Iyâz - Cennet işre bula reyhân u riyaz”111 Geldi bir gün bir ‘arabî hazrete - Didi geldim ya Muhammed hizmete, Gösteresin tâ bana bir mu’cize - Ben de iman getürem ol dem size” Henüz iman etmemiş bir çobanın sürüsüne saldıran bir kurt ile arasında geçen diyaloğu anla ığı olay da112 yine Kadı Iyaz’ın eserinden alınmış gibi gözükmektedir.113 Mucizelerini bitirirken yazdığı “Sîre ehli lîk bin mikdarını - Add idüp esfara yazdılar anı”114 beyti kaynaklarının önemli bir kısmının da “Siyer” kitapları olduğu konusunda bilgi verecek niteliktedir. Kullandığı hadislerin sıhhat değeri hakkında kendisinin herhangi bir beyanına rastlanamamaktadır. Ancak konuyla ilgili diğer eserlerde yer alan ve kültürel olarak kabul edilen ama hadis âlimlerinin belirlediği sahihlik kriterlerine uymayan bazı hadislere de eserinde her hangi bir şekilde yer verdiği görülmektedir. Örneğin iktibas e iği (( ﻛﻨﺖ ﻛﻨﺰﺍifadesi ile başlayan metin için yapılan değerlendirme “Sahih veya zayıf herhangi bir senedi yoktur.”115 Yine Hz. Peygamber’in diğer varlıklara üstünlüğü konu edilen “Sen olmasan âlemleri yaratmazdım.”116 lafızlarıyla nakledilen kudsî hadisin 110 Mevlid, b. 48, s. 7. 111 Mevlid, 1090, s. 132. 112 Mevlid, b. 1132-1160, s. 137-141. 113 Bkz. Kadı Iyaz, 308-310. 114 Mevlid, b. 1194, s. 145. 115 Trablusî, Muhammed b. Halil, el-Lü’lü’l-Mersû fî mâ lâ Asle leh ev bi-Aslihi Mevzû, Beyrut 1415, s. 143. 116 İsmail Hakkı, Rûhu’l-Beyan,(I-X) Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut ty. V,404; VI, 111. SİVÂSÎLER VE İLİM sahih olmadığı hakkında da geniş değerlendirmeler yapılmıştır.117 Keza telmih yoluyla işaret e iği ve kendisi hadis demese de tasavvuf çevrelerinde kudsî hadis olarak bilinen “Küntü kenzen” ifadesinin hadis olmadığı birçok eserde bilhassa mevzuat kitaplarında belirtilmektedir.118 SONUÇ Şemseddin Sivâsî hadis ilimlerini konu alan bir eser yazmamış olsa da özellikle Mevlid’i, Hz. Peygamber’in hayatı, şahsiyeti, nübüvveti hakkında bilgi veren bir eser olduğu kadar, müellifin peygamber sevgisini ve hadis kültürünü de yansıtan bir eserdir. Konusu Hz. Muhammed olan bir eserin öncelikli kaynağı elbe e ki hadislerdir. Bununla birlikte hadis ve sünnet temeline dayanan fakat bilgi naklinde kendisini daha rahat hisseden Şemâil, Siyer-i nebi ve Delâilü’n-nübüvve kitaplarının da bu eserin kaynakları arasında olduğu anlaşılmaktadır. Mevlid büyük ölçüde hadislere dayanmasına karşılık müellifin her bir hadisi kaynaklarından seçerek almaktan ziyade yüzyıllar boyunca kaynağı hadisler olan kültürü yansıtan eserlerden daha çok istifade ettiği anlaşılmaktadır. Özellikle tasavvufî kültürün etkisi ile yazılan bölümlerde doğrudan metnine müracaat e iği veya atıflarda bulunduğu hadislerden bunu anlamak mümkündür. Olumlu açıdan bakıldığında bu durum kültürümüzün her karesini hadislerin ördüğü gerçeğini karşımıza çıkarır ki bu durum, nebevî kültürün topluma mal olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Bilgi kaynağı olarak hadis temeli üzerine oturmasına rağmen eserde metin olarak kullanılan hadis sayısı bir tanedir. Buna karşılık kaynağı verilmeden de olsa eserin Mirâc, ahlâku’n-nebî ve mucizât gibi bölümleri neredeyse tamamen hadis metinlerinin manzum çevirisi niteliğindedir. Ayrıca bu konularda esas alındığı tespit edilen hadislerin temel hadis kaynaklarında yer alan sahih hadisler olduğu da anlaşılmaktadır. Hadis ilimlerine dair müstakil bir eseri tespit edilemese de Şemseddin Sivâsî’nin geniş bir hadis bilgisi ve zengin bir nebevî kültürünün olduğu söylenebilir. Ayrıca eserlerini peygamber sevgisinin ve O’nun sünnetinin topluma yerleşmesi için yazmış olduğunu kabul etmek, hakkını teslim etmek olur. 117 Makdisî, Tezkiretü’l-Mevzûât, s. 52; Ali el-Kârî, el-Masnû’, thk. Abdulfe ah Ebû Gudde, Müessesetü’r-Risâle, 2. baskı, Beyrut 1398, s. 254; Şevkânî, Muhammed b. Ali, el-Fevâidü’lMecmûa fi’l-Ehâdîsi’l-Mevzûa, Thk. Abdurrahman Yahya el-Muallimî, el-Mektebü’l-İslâmî, Beyrut 1407, s. 326. 118 İbn Teymiyye, Ehâdîsü’l-kussâs, s. 69; Zerkeşî, et-Tezkire fi’l-Ehâdîsi’l- Müitehire, Thk. Mustafa Abdulkadir Atâ, Dâru’l-Kütübil-İlmiyye, Beyrut 1406/1986, s. 136; Fe enî, Tezkiretü’lMevzûât, s. 11; Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II,132. 357 358 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER KAYNAKLAR Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, (I-II), 4. Baskı, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 1405. Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut 1985. Aksoy Hasan, “Şemseddin Sîvâsî, Hayatı, Şahsiyyeti, Tarîkatı, Eserleri,” Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, XII, 1-43, Aralık 2005. Ali el-Kârî, el-Masnû’, thk. Abdulfe ah Ebû Gudde, Müessesetü’r-Risâle, 2. baskı, Beyrut 1398. Ali el-Kârî, Mirkâtu’l-Mefâtîh, (I-XI) Beyrut 2001. SİVÂSÎLER VE İLİM Haris b. Ebî Üsame, Müsned (Zevâidü’l-Heysemî), (I-II), Thk. Hüseyin Ahmed Salih el-Bâkirî, 1. baskı, Merkezi Hıdmeti’s-Sünne, Medine, 1413/1992. Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, Beyrut 1967. İbn Ebî Şeybe, el-Musannaf, (I-VII) Thk. Kemal Yusuf el-Hût, Riyad, 1409. İbn Hacer, Telhîsu’l-Habîr,(I-IV), Thk. Seyyid Abdullah Hâşim el-Yemânî el-Medenî, Medine 1964. İbn Hıbbân, Sahih, Thk. Şuayb el-Arnavut, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut, 1414/1993. Ali el-Mü ekî el-Hindî, Kenzu’l-Ummâl, fî Süneni’l-Akvâl ve’l-Ahvâl, Müessesetü’r-Risâle 1401/1981. İbn Huzeyme, Sahih, M. Mustafa el-Azamî, Beyrut, 1390/1970. Âlûsî, Ebû’l-Fazl Seyyid Mahmud, Rûhu’l-Meânî, Beyrut, ty. İbn Mace, Sünen, Thk. Muhammed Fuad Abdulbâkî, Beyrut 1390/1970. Âşık Paşa, Garib-nâme, Thk. Kemal Yavuz (tıpkı basım) TDK. Yay, İstanbul 2000. İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-Kübrâ, Beyrut ty. Aymutlu, Ahmed, Süleyman Çelebi ve Mevlid-i Şerif, M.E.B. İstanbul 1995. İbnü’l-Mülakkın Ömer b. Ali, Hulâsatu’l-Bedri’l-Münîr, (I-II), Thk. Hamdî Abdulmecîd İsmail es-Silefî, 1. Baskı, Mektebetü’r-Rüşd, Riyad 1410. Beyhakî, el-Îtikâd, Beyrut 1401. Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ,(I-X) Thk. Muhammed Abdulkadir Ata, Mekke 1414/1994. Beyhakî, Şuabu’l-İman, (I-VII) Thk. Muhammed es-Saîd Zalul, Beyrut 1410. Buhârî, Muhammed b. İsmail, Sahih, İstanbul 1979. İbn Kesîr, Tefsîr, (I-IV), Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1401. İbn Teymiyye, Ehâdîsü’l-Kussâs, Beyrut 1972. İshak b. Râhûye, Müsned, (I-V) thk. Abdulğafûr b. Abdulhak el- Belûşî, Medine 1412/1991. İsmail Hakkı, Rûhu’l-Beyan,(I-X) Dâru Ihyâı’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut ty. Dârimî, Ebû Muhammed Abdullah, Sünen, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut ty. Karacabey Salih, Hadis Öğretiminde Medrese ve Dâru’l-Hadislerin Yeri (Osmanlılar Dönemi) (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi) U.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Bursa 1984. Derviş el-Hût, Esne’l-Metâlib, Beyrut, 1403/1983. ____, “Vesiletü’n-Necât’ın Hadis Açısından Analizi”, Yayınlanmamış Tebliğ. Deylemî, el-Firdevs bi-Me’sûri’l-Hıtâb, (I-V), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1406/1986. Ke ânî, Ebû Abdillah, Nazmu’l-Mütenâsir, Dâru’l-Kütübi’l-Selefyye Mısır ty. Döner, Nuran, Tasavvuf Kültüründe Hz. Peygamber Tasavvuru, (Yayınlanmamış Doktora Tezi,) UÜSBE. Bursa 2007. Leknevî, Abdulhayy, el-Âsâru’l-Merfû’a fi’l-Ahbâri’l-Mevzûa, Dâru’lKütübi’l-İlmiyye, ty. Ebu Avâne, Müsned, (I-V) Dâru’l-Ma’rif, Beyrut, ty. el-Makdisî, Ebû Abdillah, el-Ehâdîsü’l-Muhtâra, (I-X), thk. Abdulmelik b. Abdullah b. Düheyş, Mektebetü’n-nehzati’l-Hadîsiyye, 1.baskı, Mekke 1410. Ebû Dâvud, Sünen, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî, ty. Ebu Şehbe, el-İsrâiliyyât ve’l-Mevzûât fî Kütübi’t-Tefsîr, 4. Baskı, Mektebetü’sSünne. Ebû Ya’lâ, Müsned,(I-XIII), Thk. Hüseyin Selim Esed, Dımeşk 1404/1984. Hâkim, el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn, (I-IV) Thk. Mustafa Abdulkadir Atâ, Beyrut 1411/1990. Ma’mer b. Râşid, el-Câmi’, (el-Musannaf’ın) sonunda Beyrut, 1403. Müslim, Sahih, Thk. Muhammed Fuad Abdulbâkî, Beyrut, ty. Nesâî, es-Sünenü’l-Kübrâ, Beyrut 1411/1991. ____, Sünen, Haleb 1406/1986. 359 360 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVÂSÎLER VE İLİM er-Râzî Ebû’l-Kâsım Temâm b. Muhammed, el-Fevâid, (I-II), Thk. Hamdi Abdulmecîd es-Silefî, 1. Baskı, Mektebetü’r-Rüşd, Riyad 1412. Suyûtî, el-Hâvî, (I-II), Thk. Abdullatif Hasan Abdurrahman, 1. baskı, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 1421/2000. Şemseddin Sivâsî, Mevlid, (Thk. Hasan AKSOY) (Yayınlanmamış doktora tezi), İstanbul 1984. Şevkânî, Muhammed b. Ali, el-Fevâidü’l-Mecmûa fi’l-Ehâdîsi’l-Mevzûa, Thk. Abdurrahman Yahya el-Muallimî, el-Mektebü’l-İslâmî, Beyrut 1407. Taberânî, ed-Duâ, Thk. Mustafa Abdulkadir Atâ, 1. baskı, Dâru’l-Kütübi’lİlmiyye, Beyrut 1413. Taberânî, el-Mucemü’l-Evsat, thk. Tarık b. Ivazullah b. Muhammed ve Abdulmuhsin b. İbrahim, Dâru’l-Haremeyn, Kahire 1415. ____, el-Mucemü’l-Kebîr, (I-XXV), thk. Hamdi b. Abdulmecîd es-Silefî, Mektebetü’l-Ulûm ve’l-Hikem, 2. baskı, Musul 1404/1983. Tayâlisî, Müsned, (I-IV), Thk. Muhammed b. Abdulmuhsin et-Türkî, Dâru Hicr, 1419/1999. Sivâsîlerin Fıkıh Kültürü PROF. DR. ABDULLAH KAHRAMAN CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ. Tirmizî, Sünen, Beyrut, ty. ____, Şemâil-i Şerife, Terceme ve Şerheden Hüsamüddîn en Nakşibendî, Sadeleştiren M. Sadık Aydın, Hilal Yay. İstanbul 1976. Trablusî, Muhammed b. Halil, el-Lü’lü’l-Mersû fî mâ lâ Asle leh ev bi-Aslihi Mevzû, Beyrut 1415. Vassâf, Hüseyin, Mevlid Şerhi Gülzar-ı Aşk, Hazırlayanlar: Mustafa TatçıMusa Yıldız-Kaplan Üstüner, Dergâh Yayınları İstanbul ty. Yıldırım Ahmet, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, TDV. Yay. Ankara 2000. Zehebî, Mizanu’l-İtidâl, Beyrut 1995. Zerkeşî, et-Tezkire fi’l-Ehâdîsi’l- Müştehire, Thk. Mustafa Abdulkadir Atâ, Dâru’l-Kütübil-İlmiyye, Beyrut 1406/1986 Zeyla’î, Tahrîcü’l-Ehâdîs ve’l-Âsâr, Thk. Abdullah b. Abdurrahman b. esSa’d, 1. baskı, Dâru İbn Huzeyme, Riyad 1414. Giriş “Sivâsî ailesi” denilince, ilmi ve irfanı içine sindirmiş, bu yönleriyle insanlara rehber olabilmiş bir aile akla gelmektedir. Gerçekten de bu aileden yetişen güçlü ilim ve irfan adamları, dini olması gereken şekilde anlama bahtiyarlığına ermiş, fıkıh ve tasavvuf bütünlüğünü isabetle yakalayıp temsil edebilmişlerdir. Burada Sivasilerden maksat “Sivâsî” nisbesini kullanan bu ailenin üç güzide ve mümtaz şahsiyeti olan Şemsüddin Sivasi, Abdulehad Nuri ve Abdulmecid Sivasi’dir. Ebulleys Muharrem Efendi de her ne kadar bu aileye mensup ve bu ailenin büyüğü ise de, Zile’de kalması dolayısıyla daha çok “Zîlî” nisbesini kullanmıştır. Bu sebeple tebliğde esasen diğer üç zatın fıkha katkısı ele alınacak ise de, fıkıhla daha yakın ilgisi sebebiyle Muharrem Efendi’den de kısaca bahsedilecektir. Ancak o tarihlerde Zile’nin Sivas’a bağlı olduğu düşünülürse onu da Sivâsî nisbesiyle anmak mümkün olur. I. Muharrem Efendi (1000/1591-92) Dini ilimler sahasında eserler veren bir zat olup Zile’lidir ve Zîlî nisbesiyle anılmaktadır. Şeyhler ve mutasavvıflar faslında sözü geçen biri- 361 362 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER dir. Halveti büyüklerinden Abdülmecid Şirvânî’nin halifesidir1. Sivas’lı meşhur mutasavvıf Şemsüddin Sîvasî’nin büyük kardeşi, Abdülmecid Sivâsî’nin de babasıdır2. Babası Arif Efendi’nin oğlu eş-Şeyh Mehmet Ebü’l Berekât Efendi’dir3. Annesi Sultan Hatun’dur4. Sivas’lı olmasının yanı sıra Kastamonu’lu olduğu da rivayet edilmektedir5. Muharrem Efendi fıkıhta Hanefi mezhebine mensuptur. O, mezhep olarak Hanefî, meşrep olarak ise Halvetî’dir6. Ebu’l-Leys künyesini de kullanan bu âlim, fakih olmasının yanında, başta nahiv olmak üzere, bazı ilimlere de vâkı ır. Dolayısıyla âlim, fâzıl, fakih, müstakim ve kanaatkâr, hile ve hud’a bilmez bir şahsiye ir. Vefat e iğinde miras olarak kitaplarından başka bir şey bırakmamıştır. Muharrem Efendi’nin büyük oğlu Feyzullah Efendi’dir. Ondan sonra ‘Şeyhî’ lakabı ile meşhur olan Abdülmecid Efendi gelir. Diğer iki mahdûmundan Abdülkerim Efendi Zile Camii’nin hatibi idi. Küçük mahdûmları ise Abdürraûf Efendi’dir7. Yaşadığı devirde ilmî hayatın canlılığını sürdürmesi adına değerli katkıları olduğunu yazmış olduğu eserleriyle ortaya koyan Muharrem Efendi, dönemin kıymetli âlimlerinden ve velûd yazarlarından biridir. Fakat onunla ilgili hala yeterli çalışma mevcut değildir8. Araştırmacıları teşvik için eserlerinin kütüphane kayıtlarına dipno a işaret edilmiştir. Eserleri: Muharrem Efendi farklı sahalarda birçok eser vermiştir. Eserlerini Türkçe, Arapça ve Farsça olarak kaleme alan müellifimizin bu dilleri kullanmadaki kudreti, onun ilmî kapasitesini akse iren önemli bir diğer hususiye ir. Fıkıhla ilgili olan eseleri şunlardır: Hubbu’l Mesâil, Hediyyetü’s1 Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri (sadeleştiren: A. Fikri Yavuz- İsmail Özen), İstanbul 1975, I, 393; Gündoğdu, Cengiz, “Türk Tasavvuf Kültüründe Bir Şeyhler Ailesi”, Türkler Ansiklopedisi, XI, 130. 2 Mehmet Süreyya, Sicil-i Osmanî, Kültür Bakanlığı Yay. İstanbul 1996, IV, 1097. 3 Bağdadî, Hediyyetü’l Arifin, İstanbul 1955, II, 5. 4 Receb Sivâsî, a.g.e. 9. 5 Ziriklî, onun ismine “Kastamonî” nisbesini de eklemiştir. Bk. Hayrüddîn Ziriklî, el-A’lâm Kâmûsu Terâcim, Beyrut, 1389/1969, VI, 172. Bu nisbe Muharrem Efendi’den bahseden ona yakın kaynakların hiç birisinde yer almamaktadır. Kanaatimize göre Ziriklî ona bu nisbeyi Süleymaniye vaizi olan Kostamonu’lu müderris Muharrem Efendi (ö. 983/1575) (Bk. Mehmet Süreyyâ, IV, 1097) ile karıştırmış olduğundan dolayı vermiştir. Bk. Bağdadî, Hediyyet’ül Arifîn, Beyrut 1955, VI, 5. 6 Bağdadî, VI, 5. Ayrıca bk. Halid Reyyan, Fihris Mahtutatu Daru’l Kitabi’z-Zahiriyye, Dımeşk 1973, 465. 7 Receb Sivâsî, 73; Gündoğdu, XI, 130-131. 8 Hubbu’l-mesâil ve Hediyyetü’s-su’lûk adlı eserlerinin bizim danışmanlığımızda ve Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Tasavvuf Anabilim dalında Fıkıh-Tasavvuf ilişkisini tespit bağlamında Yüksek Lisans tezi olarak hazırlanmaktadır. SİVÂSÎLER VE İLİM Sü’lûk fî şerhi tuhfetü’l-mülûk. Diğer eserleri: Haşiye ale’l-Fevâidi’z-Zıyâıyye (Muharrem diye meşhurdur), Künûzu’l-Evliyâ ve Rumûzu’l-Esfiyâ, Tergîbü’l-Müteallim, Menâkıbu Ebû Hanife ve eimmeti’l-mezahib9, Tercüme-i Hilyetü’n-Nebî, Sarf Tertibi Üzere Lügat-ı Fârisî, Risâle Tergîbî’n-nâs ile’l-ilm ve’l-hazzi ale’l-amel, Umdetü’nNisa’dır10. Fıkha katkısı: Muharrem efendi’nin fıkha dair iki eserini tespit etmiş bulunuyoruz. Bu eserlerden birini “Hubbu’l Mesâil” adıyla kendisi telif etmiştir. “Hediyyetü’s-Sü’lûk fî şerhi tuhfetü’l-mülûk” adını taşıyan diğer eseri ise, Hanefi fıkıh âlimlerinden ve Muhtâru’s-sıhâh adlı meşhur lügatın müellifi Zeynüddin Muhammed b. Ebû Bekir er-Râzî (666/1268)11 tarafından yazılan “Tuhfetü’l-mülûk fi’l-İbâdât” adlı eserin şerhidir. Müellifin her iki eserinin ortak noktası, fıkıh içerisinden bir seçki ve ayıklama özelliği taşımalarıdır. Pek çok fıkıh konusundan günümüzdeki ilmihal geleneğine benzer şekilde bir yöntem izlenmiş ve halkın günlük yaşayışında en fazla fıkıh konuları seçilerek bir kitapta toplanmıştır. Zeynüddin er-Râzî, fıkhın on temel ve önemli konusunu özet olarak ele almıştır. Onun kitabında özetlediği konular şöyledir: Temizlik, namaz, zekat, oruç, hac, cihad, avlanma ve kurban, helal-haram, ferâiz ve helal kazanç esasları. Muharrem Efendi de bu konuları Hanefi fıkıh literatürüne bağlı kalarak açıklamıştır12. Buna göre her iki kitapla Muharrem Efendi’nin ilmihal geleneğinin öncülerinden olması yönüyle fıkha önemli bir katkı sağladığı söylenebilir. Muharrem Efendi’nin kendi telifi olan, fıkha katkısının en güzel örneğini 9 Ömer Rıza Kahhale, Mu’cemü’l Müellifin, Müessesetü’r-Risale, Beyrut, c.3, s.17 10 Receb Sivâsî, a.g.e. 73. Eserlerin kütüphane kayıtları için bk. “Hediyyetü’s-Sü’lûk”, Ziyâbey Kütüphânesi, Demirbaş No: 83, Yazma Eser, (166 Sayfa). “Tercüme-i Hilyetü’n-Nebî”, Süleymâniye Kütüphânesi, Servili Bölümü, Demirbaş No: 0145 (10 Varak). “Hâşiye ale’lFevâidi’z-Zıyâıyye”, Süleymâniye, Tâhir Ağa Tekkesi, DBN: 18.(2 cilt) (Çok farklı nüshaları var). “Künûzu’l-Evliyâ ve Rumûzu’l-Esfiyâ”, Süleymâniye Kütüphânesi, Düğümlü Baba, DBN:523. (38 sayfa). “Sarf Tertibi Üzere Lügat-ı Fârisî”, Süleymâniye Kütüphânesi, Yazma Bağışlar, DBN: 140. (9 varak). “Risâle Tergîbî’n-nâs ile’l-ilm ve’l-hazzi ale’l-amel”, Süleymâniye Kütüphânesi, Çelebi Abdullah Efendi, DBN: 395. “Umdetü’n-Nisa”, Süleymâniye Kütüphânesi, Mahmûd Efendi, DBN: 562. “Tergîbü’l-Müteallim”, Süleymâniye Kütüphânesi, Antalya(Tekelioğlu), DBN: 854. “Menâkıbu Ebû Hanîfe ve eimmeti’l-mezâhib”(Arapça), Süleymâniye Kütüphânesi, Bağdatlı Vehbî, DBN: 1147. “Muharrem”, Süleymâniye Kütüphânesi, Hamidiye, DBN: 1297. “Hubbu’l-Mesâil”, Süleymâniye Kütüphânesi, Fatih, DBN:2155. 11 Aynı zamanda mutasavvıf olan Zeynüddin er-Râzî’nin hayatı ve eserleri için bk. Kâtip Çelebi, Keşfü’z-zunun, 92, 135, 633, 1072, 1073, 1208; Bağdâdî, İzahu’l-meknûn, I, 475, II, 389; Zirikli, el-A’lâm, VI, 279; Kehhâle, Mu’cenmü’l-müellifîn, III, 168. 12 Hediyyetü’s-su’lûk eserinin hemen her sayfasında onun Hanefi fıkıh iteratürüne atıflarına rastlanmaktadır. 363 364 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER oluşturan ve Türkçe olarak kaleme aldığı “Hubbu’l Mesâil” adlı eseri ise beş temel fıkıh konusu esas alınarak yazılmıştır. Ancak kitapta fıkhın hemen her konusuna da değinilmiştir. Müellif, dini (şer’î) meselelerle dopdolu olması dolayısıyla eserine “Hubbu’l Mesâil” adını verdiğini ifade etmiştir. Kitaptaki hedefini açıklarken de, seksen iki yaşında yazdığı bu kitapla halk nezdinde unutulmaya yüz tutan bazı önemli fıkhî meseleleri hatırlatmayı ve kendisi için dua ve rahmet vesilesi kılmayı düşündüğünü söylemiştir13. Kendi ifadesiyle kitapta yer alan konular ve bunları tercih sebebi kısaca şöyledir: “...Yokladım ve mahalle münasip dini hükümlerden beş önemli konu buldum. Bunların üçünün yapılması vacip kılınırken terk edilmesi yasaklanmıştır. Bunlar namaz, oruç, ve Allah’a yemindir. Zira namazı vaktinde kılmak, ramazanda oruç tutmak ve yemini yerine getirmek İslamî vecibelerdendir. Diğer iki konunun da yapılmaması vacip, yapılması ise yasaklanmıştır. Bunlar da haksız yere adam öldürmek ve hanımını anasına benzetmek (zıhar)ten ibare ir. Zira Allah’ın helal kıldığını haram hale getirmek yasaklanmıştır. Bu beş önemli konuyu değiştirmek de Allah katında büyük ve kesin haramlardandır”14. Muharrem efendi’nin kendi derlemesi olan bu kitap beş ana bölüm, bazı önemli fetvalar ve sonuç bölümünden oluşmaktadır15. O bu kitabını klasik fıkıh, fetva ve tasavvuf kitaplarına bağlı kalarak ve onları referans alarak hazırlamıştır. Ancak içerik ve sistematik olarak fıkıh kitaplarıyla bu kitap arasında önemli farklar vardır. Mesela eserin bir bölümünde sorucevap yöntemi kullanılmıştır. Eserde didaktik bir yöntem izlenmiştir. Dilinin Türkçe olması, seçilmiş meselelere yer verilmesi, yer yer menkıbevi olayların anlatılması eserin bu yönüne ışık tutmaktadır. Daha da önemlisi, eser fıkıh-tasavvuf ilişkisinin en önemli ve başarılı örneklerinden biridir. Fakih ve mutasavvıf olma özeliğine sahip bir âlim şahsiyetin ilmî ve irfanî seviyesi kitabın her sayfasına yansımıştır. Kitapta inanç-fıkıh ve ahlâk iç içe, başarılı bir insicamla ve adeta gergef gibi işlenmiştir. Böylece İslam’da inanç-ibadet-ahlâk ve hukukun birbirini nasıl beslediği ve ayrılmaz bir bütün oldukları çok net bir biçimde fotoğraflanmıştır. Bu yönüyle de müellif eseriyle, farklı bir tür ortaya koyarak fıkha katkı sağlamıştır. Zira bu kitabıyla o, fıkhı teoriden, içinden zor çıkılan ihtilaflı konular olmaktan çıkararak yaşanabilir hale getirmiştir. 13 Bk. Hubbu’l-mesâil, vr. 2ab-3a. 14 Bk. Hubbu’l-mesâil, 2b. 15 Bk. Hubbu’l-mesâil, 3a-b. SİVÂSÎLER VE İLİM II. Şemsüddin Sivasi (1006/1597) XIII. asırda İran’da kurulan Halvetiyye tarîkatinin halifelerindendir. Şemsüddîn Sivâsî’nin ilmiye sınıfında en yüksek derece olan “Mevlanâ” payesine eriştiği ve “Diyar-ı Rûm’da vücûd-ı mahz-ı hüsn-i âlem” olduğu ve vâizlik vazifesiyle görevli bulunduğuna işaret edilmektedir16. Zâhiri ve bâtınî ilimlere vâkıf, ârif, ve takvâsıyla meşhûr olan Şemsüddîn Sivâsî, Kânûnî, II. Selim, III. Murâd, III. Mehmed, zamânında İstanbul’da va’z ve irşâdda bulunmuş, hepsinden hürmet görmüştür. Aynı zamanda devrinde yaşayan ulemânın da teveccühünü kazanmıştır. Eserleri incelendiğinde onun, tasavvuf düşüncesini şeriata dolayısıyla fıkha dayandıran, kriter olarak fıkhı alan (müteşerri’) bir sûfî olduğu, ehl-i sünnet akîdesine muhâlif, Râfizî, Bektâşî ve Hurûfîler gibi gruplara karşı son derece sert çıkışlarda bulunan, sünnî akîdenin güçlü bir savunucusu olduğu görülür17. Arapça ve Farsça’yı o dillerde eser te’lif edecek derecede iyi bilen Şemsüddîn Sivâsî’nin velûd bir bir müellif olduğu dikka en kaçmamaktadır. Manzum ve mensur otuzdan fazla eser te’lif etmiştir. Bu eserlerden bir kısmı basılmış, bir kısmı ise kütüphânelerde yazma halindedir. Eserlerinin çoğu tasavvufî muhtevâlı olup, daha çok tasavvufî fikirlerini ifâde etme ve yayma gâyesiyle yazılmıştır. Bu durum onun eserlerinin, mücerred duyguları ifâdeden ziyâde halkı irşâda yönelik olduğunu göstermektedir18. Fıkha Katkısı Fıkıhla ilgili bilinen tek eseri, Zübdetü’l-esrâr fî şerhi muhtasar menâr’dır. Eser, fıkhın temeli, yöntemi, ve bir anlamda da felsefesi sayılan fıkıh usulüne dairdir. Meşhur Hanefi fıkıh alimlerinden Ebu’l-Berekât Abdullah b. Ahmed Hafızuddin en-Nesefî (710/1310) tarafından kaleme alınan, çok tutulduğu için üzerine çok fazla şerh ve hâşiye yazılan19 ve medreselerde temel ders kitabı olarak okutulan Menâru’l-envâr üzerine şerh yazabilmek önemli bir ilmî birikim gerektirir. Zira fıkıh usulüne dair olan Menar, bu ilme giriş mahiyeti taşıması, hacminin küçüklüğüne rağmen fıkıh usulünün temel meselelerine yer vermeye çalışması ve çetrefilli ifadeler içermesi bakımından şerhi zor bir kitaptır. Bunun içindir ki, ilk şerhi müellifin 16 Bk. Yüksel, Hasan, “Sivas’ta Bir Şeyh Ailesinin Ortaya Çıkışı”, Revak, c. 1, sayı, 1, s. 41. 17 Gündoğdu, a.g.m, XI, 130. 18 Eser isim listeleri ve mevzuları için Bk. Receb Sivâsî, a.g.e., vr., 3a-5a, Nazmî, Hediyye, s. 93; Vassâf, Sefîne, s. 254-255; İsmâil Paşa, a.g.e., I, 150-151; Hoca-zâde, a.g.e., s. 91-92; Mehmet Tâhir, Meşayih-i Osmaniye, s. 10-11; Mehmet Tâhir, Osmanlı Müellifleri, s. 206-207; Gündoğdu, a.g.m, XI, 130. 19 Bk. Atay, Hüseyin, “İslam Hukuk Felsefesine Giriş” (İslam Hukuk Felsefesi içinde), Ankara 1985, 146-157. 365 366 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVÂSÎLER VE İLİM kendisi yapmıştır. Kitabın taşıdığı bazı zorluklar dolayısıyla bazı müellifler metni yeniden düzenlemiş, ayıklamış ve bazı ilaveler de bulunmuşlardır. Belirtilen bu tasarrufları yapanlardan biri de Zeynüddin Ebu’l-İzz Tahir b. El-Hasen İbn Habib (v.808/1406)dir. Şemsüddin Sivâsî de şerhini İbn Habib tarafından yapılan Muhtasar menar adlı eser üzerine yapmıştır. Bunun da ayrıca bir önemi vardır. Zira İbn Habib Nesefi tarafından kaleme alınan Menar metnini gözden geçirerek bazı ayıklama ve ilavelerde bulunmuştur. Bu haliyle İbn Habib’in kitabı daha rafine hale gelmiştir20. Sivas’nin şerhetmek için bunu esas alması da seçiciliğini göstermesi bakımından önemlidir. bu konuda delil aldığı başka âyet25 ve hadisler26 mevcu ur. Şemsüddin Sivâsî bunları kısaca verdikten sonra çok açık olmamakla birlikte cumhurun görüşüne meyletmiştir. Onun kullandığı şu ifadeden bunu anlamaktayız: “İlham ihtimalden kurtulamaz, ihtimalli bir şeyle de delil getirilmez. Sufîlerin delillerine ise gerekli cevap verilmiştir”27. Onun böyle bir ifade kullanması, en azından bazı sufiler gibi, ilhamın delil olmasını savunmaması, bu konuda cumhurun görüşüne katıldığını göstermektedir. Dolayısıyla ona göre de ilham objektif dini delillerden biri değildir. Şemsüddin Sivâsî, fıkhın en temel konusunda müstakil kitap yazmak yerine, bu alanda yazılmış muteber bir metne şerh yazmayı tercih etmesi de önemlidir. Bu durum onun geleneğe bağlı olduğunu göstermek yanında, öğretici bir yöntemi hedeflediğini de göstermektedir. Zira şerhinde metnin sınırlarını fazla zorlamamasından, açık ifadeler kullanmasından ve detaya girmemesinden anlaşılan budur. Çalışmasıyla adeta fıkıh usulünün temel kavramlarının en iyi şekilde anlaşılmasını hedeflemiştir21. Aynı zamanda bu eseriyle manevi ilimler yanında zahirî ilimlere önem verdiğini ve o konuda da yetkinliğini ispat etmiştir. Şerhini yaptığı kitapta Hz. Peygamber’in fiilleri, mubah, müstehap, vâcip ve farz olmak üzere dört kısma ayrılmaktadır. Şemsüddin Sivâsî, “zelle” adı verilen ve kişinin kastı olmadan kendisinden sâdır olan fiiller diye tarif e iği bir kısım fiiller daha bulunduğunu fakat uyulma bakımından esas alınamayacağı için bunların zikredilmediğini ifade eder. Diğer kısımları oluşturan fiilleri dinen bağlayıcı olup olmama bakımından ele alan Sivâsî, kısaca şu değerlendirmeleri yapar: Hz. Peygamber’in fiilleri, ümmetinin uyması noktasında mutlak değildir. Yani bir fiilin sadece Hz. Peygamber’den sâdır olması, onun uyulması için gerekli ve yeterli sebep değildir. Şayet fiillerin bağlayıcılık yönü açıklanmışsa onun göz önünde bulundurulması gerekir. Şayet uyulmasının vâcip olduğu anlaşılıyorsa uymak zorunlu, müstehap olduğu anlaşılıyorsa uyulması tercih sebebi, uyulup uyulmama noktasında bir yönlendirme yoksa o zaman da mubah olarak değerlendirilir28. Bu konuda Sivâsî, klasik fıkıh usulü çerçevesindeki bilgileri aşmamıştır. Bazı konulara yaklaşımı22 1. İlhamın Delil Değeri Şerh yaptığı Menar metninde ilhamın delil olup olmadığı konusunda başlıca iki görüşe yer verilmiştir. Cumhurun temsil e iği birinci görüşe göre, ilham kesinlik ifade etmeyip, ihtimal ve subjektiflik içerdiği için delil kabul edilmemiştir. Bazı sufilerin benimsediği diğer görüşe göre ise, ilham dini hükümler konusunda amel edilmeye elverişli bir delildir. İkinci görüşü savunan sufiler, bazı âyetlere23 ve hadislere24 dayanarak “Allah bal arısına ilhamda bulunduğuna göre mümin kuluna haydi haydi ilham eder” diyerek görüşlerini delillendirmeye çalışmışlardır. Cumhurun da 20 Bk. Takçı, Yakup, Şemsüddin Sivâsî’nin Zübdetü’l-Esrâr fî şerhi muhtasari’l-menâr Adlı EserininTahlil ve Tahkiki (Basılmamış Y. Lisans Tezi, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sivas 1999), 40. 21 Şemsüddin Sivâsî, Zübdetü’l-esrâr, Süleymaniye Kütüphanesi Kılıç Ali Paşa Bölümü, vr.1a1b. 22 Şemsüddin Sivâsî’nin bu eserini temel alarak kelam açısından incelediğini belirten, bu konuda yanlışlarla dolu, bu zatı yanlış tanımaya sevkedebilecek kadar eksik fikirler içeren ve Abdurrahim Güzel tarafından sunulan bir tebliğin tenkidi için bk. Takçı, 60-64. 23 Nahl, 16/67. 24 Tirmizî, “Tefsîr”, 15. 2. Bağlayıcılık Açısından Hz. Peygamber’in Fiilleri Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, Şemsüddin Sivâsî, fıkıh alanında teceddüt peşinde olan, farklı fikirler ileri sürme iddiası taşıyan bir âlim değildir. Onun esas çabası, dinin doğru anlaşılması ve en güzel şekilde yaşanmasıdır. Fıkıh usulün iyi anlaşılması da onun hedefleri arasındadır. Bu sebeple o geleneğe bağlı kalarak fukaha metoduyla yazılmış bir fıkıh usulü eserinin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmak maksadıyla Zübdetü’l-esrâr adlı eserini kaleme almıştır. Örnek verdiğimiz konularda aslında başka mutasavvıfların kendilerine mahsus, duygusallık ağırlıklı değerlendirmeleri vardır. Mesela ilhamın delil olduğunu, ha a diğer delillerden üstün olduğunu savunan mutasavvıflar bulunduğu gibi, Hz. 25 26 27 28 Bakara, 2/111. Müslim, “Munâfıkîn”, 4. Bk. Şemsüddin Sivâsî, Zübdetü’l-esrâr, Vr., 51a-51b. Şemsüddin Sivâsî, Zübdetü’l-esrâr, Vr., 37b-38ab. 367 368 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Peygamber’in bütün fiillerinin delil değeri taşıdığını ve örnek alınması gerektiğini düşünenler de vardır. Fakat Sivâsî, mutasavvıflarla fıkıh ve usulcüler arasında tartışmaya konu olan bu iki temel meselede usulden yana tavır koymuştur. Bu durum onun fıkıh ve usul bilgisinin sağlamlığı kadar seçiciliğine de işaret etmektedir. Aynı zamanda onun bu tavrından şeriat-tasavvuf dengesini çok iyi kurduğu ve fıkha hâkim tasavvuf yerine fıkıhla beraber ve fıkhın rehberliğinde yürüyen bir tasavvuf anlayışına sahip (müteşerri’) olduğu sonucu da çıkarılabilir. III. Abdülmecîd Sivâsî (1563-1639). 971/1049 yılında Zile’de doğan Abdülmecîd Sivâsî, “Sivâsî” nisbesiyle meşhûr olmuştur. Zâhirî ilimleri, babası Muharrem Efendi ve amcası Şemsüddîn Sivâsî’den tedris etmiştir. O, gerek Halvetî şeyh ve halîfelerinden oluşan ve devrinde ilim, irfân ve takvâsıyla temâyüz etmiş âilesi, gerekse sosyal çevresi îtibâriyle iyi bir şekilde yetişmesine müsâit bir ortam içinde doğup büyümüştür. Otuz yıl kadar bu ilim ve irfan ortamında medrese tahsîli gördükten sonra tasavvufa yönelerek amcası Şemseddin Sivâsî’ye intisâb etmiş, kısa zamanda sülûkünü tamamladıktan sonra hilâfet almış, amcasının ölümü üzerine Sivas’daki Şemsî Dergâhı’na şeyh olmuştur29. Abdülmecid Sivâsî’nin en mümeyyiz vasfı, Ehl-i Sünnet’in sıkı bir bağlısı ve savunucusu olmasıdır. Onun bütün arzusu, Müslümanların yaşayışlarını Kur’an ve sünnete uydurmaları ve ahlâklarını yüceltmeleridir. Bu doğrultuda o, gerek tarîkat gerekse şerîat meselelerini îzah ederken, İslâmî geleneğe uymuş, görüşlerini dile getirirken âyet ve hadîsleri sıkça kullanmış, farklı kaynaklardan yaptığı nakillerle bu görüşlerini te’yid etmeye çalışmıştır30. Sivâsî’nin tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm ve tasavvuf gibi dînî ilimlerle ilgili telif ve tercüme yirmiden fazla eseri bulunmaktadır. Bununla birlikte o, daha çok tasavvufî kişiliğiyle ön plana çıkmıştır. Fıkha vukufiyetini ise daha çok Kadızadelilerle giriştiği tartışmalardan takip etme imkânı bulmaktayız. SİVÂSÎLER VE İLİM yanında güçlü bir fıkıh kültürüne de sahip olmasını sağlamıştır. Herne kadar müstakil bir fıkıh kitabı bulunmasa da, özellikle tasavvufla ilgili eserlerinde konuların takdiminde gerekli olduğu kadar fıkhî açıklamalarda bulunmuştur. Söz konusu risaleler gözden geçirildiğinde bu âlimin de mücerred fıkıh yerine fıkıh ve tasavvufu iç içe işlediği görülür. Fakat onun fıkıh bilgisini esas yansıtan ve fıkha katkısını gösteren Kadızadeliler karşısındaki performansıdır. Gerek Abdülmecid gerekse Abdulehad Nuri’nin fıkhî düşüncelerinin tespitinde merkezi bir yer işgal eden Sivâsî-Kadızade tartışmalarının mahiyetini şöyle özetleyebiliriz: Abdülmecid Sivâsî, III. Mehmed tarafından yapılan daveti ederek İstanbul’a göç etmiştir31. Onun yaşadığı dönemde Osmanlı’da tarîkat ve medrese erbâbı arasında dikkat çekici olaylar tezâhür etmiş, her iki tarafın birbirlerine bakışında değişme ve sertleşme görülmeye başlamıştır. Bundan dolayı da her iki taraf arasında ciddî tartışmalar cereyân etmiştir. Bu tartışmalara doğrudan katılan Abdülmecid Sivâsî, tasavvuf ve tarîkatleri savunmuş ve mutasavvıfların savunduğu fikirlerin temsilcisi olarak görülmüştür. Karşı görüşlerin temsilcisi olarak da Kadızâde Mehmed Efendi (1045/1635) kabul edilmiştir. O dönemde meydana gelen bu tartışmalar “Kadızâdelîler-Sivâsîler” mücâdelesi olarak târihe geçmiştir32. Kadızâdelilerin sebep olduğu bu münâkaşalar vahim sonuçlar doğurmuştur. Fakat o dönemde İstanbul’da bulunan bir çok âlim ve mutasavvıf bu sonuçlardan rahatsız olmalarına rağmen çözüm üretememiş veya ilgilenmemişlerdir. Neticede bilgi birikimleri ve yetkinlikleri giderek zayıflayan ulemâ sınıfının yara ığı boşluğu, halk üzerinde etkili olan vâizler doldurmaya çalışmıştır. Bunların dini aslına döndürmek adına geleneğe aykırı fikirlerine karşı koymak Sivâsî’lere düşmüştür. Bu durum onların öne çıkıp mücadele etmesini ve önemli tarihi kişilik kazanmalarını sağlamıştır33. Kadızadeliler, daha çok bir dönem İbn Teymiye (728/1328) ile temsil edilen ve Osmanlı toplumunda Birgivî (981/1573) tarafından savunulan bidatlere karşı mücadele söyleminden etkilenmişlerdir. Bazı araştırmacı- Fıkha Katkısı Esasen bir sufî olmakla birlikte, ilim geleneğine sahip bir aileden gelmesi ve otuz yılı aşkın medrese ve tekke tahsili alması bütün İslamî ilimler 29 Gündoğdu, Bir Türk Mutasavvıfı Abdulmecid Sivâsî, Ankara 2000, 39vd.; a.mlf., a.g.m, 131132. 30 Gündoğdu, agm, 132. 31 Bk. Mehmet Süreyya, Tezkire-i Meşâhir-i Osmâniye (Sicilli-i Osmâni), Matbaa-i Amire, İst. 1311/1893, III, 400; Mehmed Tahir, Osmanlı Müellifleri, I, 50; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsîr Târihi (Tabakatü’l-müfessirin), Bilmen Yay. İst. 1974, II, 693;Gündoğdu, 32 Tartışmaların fıkıh açısından bir değerlendirmesi için bk. Akpınar, M. Raşit, Kadızadeliler ve Sivasiler Arasındaki Fıkhî Tartışmalar (yayınlanmamış Y. Lisans tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 2009), 84vd. 33 Akpınar, 23vd. 369 370 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER lar Kadızadelilere kaynaklık eden Birgivî’nin İbn Teymiye’den doğrudan etkilendiğini, adeta onun Osmanlı toplumundaki temsilcisi olduğunu ileri sürmektedirler. Bu iddia tam olarak ispat edilememiştir. Zira Birgivî İbn Teymiye ile çağdaş olmadığı gibi eserlerinde onun fikirlerine isim vererek atı a da bulunmamıştır. O zaman bu iddia iki âlim arasında, özellikle bidatlar karşısındaki tutumları ve savundukları fikirler noktasında kabaca bir benzerliğe işare en başka bir anlam taşımamaktadır. Kadızadeliler, tasavvuf erbabının din adına yapıp e ikleri bazı uygulamaları dine aykırı bidatler kapsamında değerlendirmiş ve onlara karşı çok sert ifadeler kullanarak mücadele etmişlerdir. Sivasiler ise, onların bidat saydığı pek çok hususun örf haline geldiğini ve bunları birden söküp atmanın toplumsal dengeyi olumsuz yönde etkileyeceği kanaatini benimsemişlerdir. Söylemlerinde bu nokta üzerinde dururken bir tara an da Kadızadelilerin sufilere atfen iddia e iği her davranışın aslında bidat olmadığını ve dinde açıktan yasaklanmadığını da ispat etmeye çalışmışlardır. Sivasilerin bu tartışmalarda en önemli yönlerinden biri, İstanbul ulemasının vâizler grubunu oluşturan Kadızadelilere rakip olabilme cesaretini göstermeleridir. Söz konusu tartışmalarda Kadızadeliler kendi bakış açılarına göre bir anlamda yeniliği, yenileşmeyi daha doğrusu dini bidatlerden arındırarak özüne döndürmek suretiyle bir yeniliği temsil etmişlerdir. Sivasilerin ağırlıklı söylemi ise, geleneği ve klasik duruşu savunup meşrulaştırma noktasında odaklanmaktadır. Ancak onların yaklaşımı sosyolojik olarak ve toplum psikolojisi bakımından incelendiğinde, denge ve istikrarın sağlanması adına önemli unsurlar taşıdığı görülür. Kadızadelilerin hurafeleri temizleme adına başla ıkları bu girişimin üslubu ve yöntemi tu urulabilseydi onların da bu noktada özellikle dinin doğru anlaşılmasında gözardı edilemeyecek katkılarından bahsedilebilirdi. Şimdi de onun fıkhî yaklaşımlarına bazı örnekler verelim: 1. Müsbet ilimlerin tahsilinin dini hükmü Tıp, astronomi, fizik gibi müsbet ilimlerin tahsilinin dinen caiz olup olmadığı noktasında Kadzadeliler, bu gibi ilimler farz-ı ayın değilse de farz-ı ayın olan dini ilimler özellikle de, itikat ve ilmihal bilgileri öğrenildikten sonra öğrenilmelerinde beis yoktur. Abdulmecid Sivâsî’ye göre ise kişiyi Allah’a ulaştıran her türlü ilmi iyi niyet taşımak kaydıyla öğrenmek dinen caizdir. Zira ilimsiz sufi kapısız eve benzer. Dışarıdan gelecek zararlardan kendini koruyamaz34. 34 Bk. Abdulmecid Sivâsî, Mi’yâr-ı tarîk, vr. 28a; Akpınar, 118-119. SİVÂSÎLER VE İLİM 2. Tütün kullanmanın dini hükmü Kadızadeliler, tütün ve tütün mamullerinin kullanılmasını dinen kesin haram saymışlardır. Buna karşı Abdulmecid Sivâsî, bu konuda kesin delil bulunmaması, insanların alışkanlıklarını birden terk e irmeye kalkışmanın fitneye sebep olacağı, Allah hakkını kul hakkına takdim etmenin farz olması, tütün kullanmanın cevazına dair fetva verilmiş olması gibi gerekçelere dayanarak tütün kullanmanın cevazına hükmetmiştir. Kul hakkına riayetin Allah hakkına riaye en önce geldiğine şu örnekleri vermiştir: Bir kimse namazını vaktin sonuna kadar tehir etse, tama namaza başladığı sırada suda birinin boğulduğunu görse namazının geçme tehlikesi bulunsa bile, namazı bozup boğulmak üzere olanı kurtarması gerekir. Hamile bir kadın oruç tu uğu taktirde çocuğuna zarar vereceğini bilse orucunu kazaya bırakır. Burada Abdulmecid Sivâsî, Allah’ın hakkı olarak tütünün “haram olmasını”, kul hakkı olarak ise, haramlığı ve zararı kesin olmayan tütünü içmeyi alışkanlık haline getirmesini ve yasaklanması durumunda ortaya çıkacak olan fitneyi değerlendirmiştir35. 3. Kabir ziyareti Kadızadeliler dinin belirlediği şartlara ve adaba uygun kabir ziyaretini sadece mubah olarak değerlendirir, kabir ziyaretinde başvurulan bidatlerin yasaklanması gerektiğini savunur. Abdulmecid Sivâsî ise, adabına uygun kabir ziyaretinin sadece mubah değil müstahap olduğu ve Allah’ı zikir anlamı taşıdığı kanaatindedir. O bu görüşünü şöyle gerekçelendirmiştir: Ölüleri anmak gururu ve aşırı sevinci giderir. Dünyada hüzünlenmek ve gam çekmek günahlara keffâret olur ve kişiyi cennete yaklaştırır. Bu bakımdan kabirleri ziyaret etmek ve ölüleri anmak müstehaptır. Burada fikrini ispat için “İşleriniz zora girdiğinde kabir ehlinden yardım talep edin”36 şeklindeki uydurma bir hadisi delil olarak kullanan Abdulmecid Sivâsî şu görüşlere yer verir: Hadiste geçen “kabir ehli”nden maksat, Allah’ın veli kullarıdır. Böyle kimseleri ziyaret etmek Allah’ı zikretmek gibidir. Ayrıca ölülerin arkasından dua etmek, onlar namına sadaka vermek ve kurban kesmek onlara çok sevap kazandırır. Sâlih bir kimsenin kabrini ziyaret eden günahkâr kimse bağışlanabilir. Nitekim Kabir ziyaretini inkâr eden İbn Teymiye tepkiler sonunda tövbe etmek zorunda kalmıştır37. Onun bu görüş ve değerlendirmelerinde aşırıya kaçtığı ve delillerinin çok zayıf olduğunu söylemeye hacet yoktur. İşte Kadızadelilerin sert tavırlarını biraz da sufilerin işi mecrasından çıkaran bu aşırılıklarına bağlamak gerekir. 35 Bk. Abdulmecid Sivâsî, Dürer-i akâid, vr. 77b, 78a; Akpınar, 126-127. 36 Hadisin değerlendirmesi için bk. Güler Zekeriya, “Vesile ve Tevessül Hadislerinin Kaynak Değeri”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, 10 (Ocak-Haziran 2003), s, 81. 37 Bk. Abdulmecid Sivâsî, Dürer-i akâid, vr. 82a. 371 372 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVÂSÎLER VE İLİM IV. Abdülehad Nûrî (1061/1650) Abdülehad Nûrî, 1003/1594-95 târihinde Sivas’da doğmuştur. Babası, Abdülmecîd Sivâsî’nin amcası İsmâil Efendi’nin oğlu Kadı Muslihuddîn Mustafa Sâfâyî, annesi de yine Abdülmecîd Sivâsî’nin kız kardeşi Safâ Hatun’dur. Küçük yaşta babasını kaybeden Abdülehad Nûrî, dayısı Abdülmecîd Sivâsî’nin’nin himâyesinde annesi ve kardeşleriyle birlikte İstanbul’a hicret etmiştir38. Henüz küçük yaşta iken Sivas’da Kur’ân, Arapça nahiv ve sarf dersleri almış olan Abdülehad Nûrî, İstanbul’a geldikten sonra devrin önde gelen ulemâsından zâhirî ilimleri tedris etmiş ve kısa zamânda dikkat çekici bir ilmî seviye elde etmişti. Yirmi yaşında iken kitap yazmaya başlamış, her kesimden insanın istifâde edebileceği muhtelif dînî mesele ve konuyla alakalı yirmiyi aşkın eser telif etmişti39. Abdulehad Nûrî’nin iki önemli özelliğine dikkat çekilmektedir. Bunlardan birisi, yetiştirdiği halifelerini özellikle İstanbul’daki önemli tekkelerde görevlendirmesidir. Böylece o, Sivâsî ekolüyle İstanbul’daki Halvetî örgütlenmesini geniş bir toplumsal zemine oturtup, taşra kökenli şeyh ailelerinin XVII. yüzyıl şehir hayatında kazandıkları nüfuza katkı sağlamıştır40. Dikkat çekilen bir diğer özelliği de, dönemde Kadızâdeliler’e karşı yapılan mücadelede aktif rol alıp sûfiyyenin mukabil fikirlerini beyan ve onların görüşlerini red sadedinde gayet ciddi ve ilmi risaleler kaleme almış olmasıdır41. Bu eserlerden özellikle, el-Adlu ve’l-iksât beyne’t-tefrîti ve’lifrât, İsbâtu’l-âlim ve’ş-şuûr li-men kâne min ehli’l-kubûr, İnkâzu’t-tâlibîn an mevâhi’l-gâfilîn, Risâletü’l-ezkâr ve hıyâzu’l-esrâr, Risâletün fî cevazi deverâni sûfiyye fi’l-lügati’t-Türkiyye adlı risale tarzı eserlerindeKadızadelilere cevap verirken fıkıh birikimini ortaya koymaktadır. Fıkha Katkısı Abdulehad Nurî Kadızadelilerle tartışmaya adeta Abdulmecid Sivâsî’nin bıraktığı yerden devam etmiştir. Şimdi de onun fıkhı yaklaşımlarına ışık tutan bazı örnekler üzerinde duralım. 38 Nazmî, a.g.e., s. 215; Mehmet Tâhir, Osmanlı Müellifleri, I, 51; Mehmet Süreyyâ, a.g.e., III, 294; Akkaya, Hüseyin, Abdulehad Nurî ve Divanı, İstanbul 2003, 51vd.; Baz, İbrahim, Abdulehad Nurî’nin Hayatı Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri (Basılmamış Doktora Tezi, Ankara Ünv. Sos. Bil. Enst., 2004), 46vd. 39 Nazmî, a.g.e., s. 215; Gündoğdu, a.g.m, XI, 134; Akkaya, 55. 40 Ekrem Işın, “Abdülahad Nuri”, DİA, I, 21; Gündoğdu, a.g.m, XI, 135. 41 Yılmaz, Necdet Osmanlı Toplumunda Tasavvuf, Sûfîler Devlet ve Ulemâ, İstanbul OSAV yay., 2001, 208; Baz, 192-195. 1. Cehrî zikrin dini hükmü Kadızadelilere göre, sabah ve akşam Allah’ı zikretmek dinin kesin bir emridir ve buna kimse karşı çıkamaz. Ancak alenî zikir yapmak hem riya tehlikesi taşıdığı hem de bidat olduğu için caiz değildir. Bu sebeple camilerde tesbih dualarının açıktan yapılması dahi yasaklanmalıdır. Onların bu görüşlerine karşı çıkan Abdulehad Nurî, pek çok âyet ve hadisin cehrî zikrin gizli zikirden faziletli olduğuna işaret e iğini savunmuştur. Üstelik, riya tehlikesi gibi olumsuz durumlar olmadığı taktirde Kur’ân’ı bile açıktan okumak gizli okumaktan daha faziletlidir. Zikrin gizli olmasını gösteren deliller, açık zikrin haramlığını değil, gizli zikrin mubahlığını gösterir. Esas olan zikrin açıktan yapılmasıdır. Gizli zikir ilgili âyet42 gereğince, Mekke döneminde müşriklerin olumsuz davranışlarını bertaraf etmek için geçici süre olarak önerilmiştir. Açık zikri yasaklayan âyet ve hadis olmadığı için, riya tehlikesi olmadığı zaman böyle zikir yapmak daha faziletlidir. Zira açık zikir, evleri nurlandırır, kalpleri yumuşatır, vesveseleri bertaraf eder, bu zikri duyan eşyanın şahitliğini kazandırır...43. 2. Tegannî, Sema, Raks ve Devrân Tasavvuf edebiyatında tegannî, sema, raks ve devran kelimeleri zaman zaman birbirinin yerine kullanılır. Her üçü de zikir esnasında yapılan birtakım hareketleri ve söylenen sözleri ifade eder. Tegannî, nâme söylemek; sema, cezbeye gelen sufilerin şiir ve ilahi dinlerken kendilerini tutamayarak sağa-sola yönelerek birtakım hareket yapmaları; raks ve devran, zikrin ayakta dönerek yapılmasıdır44. Zikrin bu şekillerde yapılmasının bir nevi dans anlamına geldiğini, dinde yeri olmadığını ve haram olduğunu savunan Kadızadeliler karşısında Abdulehad Nûrî, bunun helal olduğunu savunmuştur. Abdulehad Nûrî görüşünü savunurken bu konuda haram kılıcı kesin bir nass bulunmadığını, aksine cevaz veren bazı âyet ve hadislerin bulunduğunu söyleyerek görüşünü, bazı âyetlere, hadislere ve fetvalara dayanmıştır. “Allah’ı ayakta zikretme”yi ifade eden âyetlerle45, “her halde Allah’ı zikre devam edin”46 mealindeki hadisler ve sahabe uygulamaları onun dayanakları arasındadır. Ona göre aynı şey olmadıkları halde, devranı raksa kıyas ederek haram olduğuna fetva veren bazı şeyhulislamların bu fetva- 42 43 44 45 46 Enfâl, 9/205. Bk. Abdulehad Nurî, Risâletü’l-ezkâr, vr. 36-39; Akkaya, 91. Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, MEB, 1983, III, 162. Al-i İmrân, 3/191, Nisâ, 4/103. Bk. Abdulehad Nurî, Riyâzu’l-ezkâr, vr. 40-41. 373 374 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER ları isabetsiz, hükümleri ise oldukça katıdır. Nitekim devranın cevazına fetva veren İzzüddin b. Abdisselam, Gazali ve Suyutî ve Ali Cemali Efendi gibi büyük âlim ve Şeyhulislamlar da vardır. Bu da göstermektedir ki, raks başka sufilerin dönerek zikretmesi demek olan devran başkadır. Mahiyetleri farklı olan iki şeyi kıyas ederek aynı hükümde birleştirmek usul açısından doğru değildir, raks haram olsa da devran caizdir. Nasıl ki, sarhoşluk veren her içecek şarap (hamr) değilse,içinde oyun bulunan her devran da raks değildir. Devranı bir oyun olarak kabul etsek bile mubah oyunlar çerçevesinde değerlendirmemiz gerekir47. O, bu arada kendine göre güçlü deliller serdederken devranın ehline câiz olduğuna dair bir ifade de kullanarak, her kesin bunu adabınca yapamayacağına da dikkat çekmiştir48. 3. Nâfile namazları cemaatle kılmak Hanefi mezhebinde nâfile namazların cemaatle kılınmasının mekruh olması hükmünden hareketle, bu gibi namazları cemaatle kılmayı âdet haline getirmenin bidat ve mekruh olduğunu dolayısıyla da terk edilmesi gerektiğini savunur. Buna karşılık Abdulehad Nurî, el-Adlu ve’l-iksât beyne’t-tefrîti ve’l-ifrât adlı eserinde, Regâib, Berat, Kadir gibi mübarek gecelerde kılınacak olan nâfile namazların cemaatle kılınmasının mendup ve çok sevap olduğunu savunur. Ancak o, savunmasını muknî delillerle ortaya koyar ve fıkıh-usul dengesini sağlamaya çalışır. Öncelikle nâfile namazları cemaatle kılmanın dini hükmü konusunda iki aşırı uç bulunduğunu tespit eder. Bunlardan birine göre, nâfile namazı cemaatle kılmak asla caiz değilken, diğerine göre nâfileyi cemaatle kılmak neredeyse farzdan bile faziletli kabul edilir. Orta yolu bulma adına ise şu görüşleri ortaya koyar. Üç veya üç kişiden az olan cemaatle nâfile namaz kılmanın caiz olduğu ve mekruh olmadığı konusunda Hanefî âlimleri görüş birliği etmiştir. Kerahet üçten sonrasındadır. Aynı zamanda nafile kılanın nafile kılana uymasının da caiz olduğu konusunda i ifak vardır. Sonuç olarak da özel davet yani ezan ve kametle bu namaz için cemaat oluşturulmadığı müddetçe nafile namazı cemaatle kılmanın mekruh olmayacağı görüşünü savunan Abdulehad Nurî, görüşlerini farklı fetva, fıkıh ve fıkıh usulü kitabına dayandırır49. Ona göre fıkıh kitaplarında yer alan bu gibi yasaklar, kişileri namazdan engellemek anlamında olmayıp aksine bu gibi ibadetlerin keraheten caiz olduğunu anlatmaya yöneliktir. Bu konuda engelleyici 47 Abdulehad Nurî, Risâle-i Raks ve Devrân, 1avd.; amlf., Riyâzu’l-ezkâr, vr. 1-2, 3a, 6a, 6b, 3940, 43b; Akkaya, 81-83, 91; Akpınar, 142-149. 48 Abdulehad Nurî, Risâle-i Raks ve Devrân, 3a. 49 Bk. Abdulehad Nurî, el-Adlu ve’l-iksât beyne’t-tefrîti ve’l-ifrât, Vr. 105a-112b. SİVÂSÎLER VE İLİM rivayetler ihtiyatla değerlendirmek gerekir. Zira namaz ile meşgul olmayan kişilerin cami dışında pek çok kötü işle oylanması mümkündür50. Ele Aldığı Diğer Bazı Fıkhî Konular Başka bir risâlesinde dönemin tartışmalı meselelerinden biri olan Hz. Peygamber’in anne-babasının mümin olup olmadığı meselesini ele alır. Farklı düşünenlerin delillerini çürüterek, Hz. Peygamber’in annebabasının muvahhid, müminve Hanif dini üzere olduklarını savunur51. O, bir başka risâlesinde, cehrî zikrin fazileti, cevazı, bunun devran halinde yapılmasının dinen sakıncalı olmadığı konusunu ele alır ve karşıt görüşte olanlara güçlü cevaplar verir52. Kabir ziyaretini ele aldığı bir risalesinde de, müminlerin özellikle de âlim ve sâlihlerin kabirlerini ziyaret etmenin dinen câiz olduğunu delillerle ispata koyulur ve muhalif düşünenlere mukni cevaplar verir53. Ölünün arkasından yapılan iyiliklerin, hayır hasenâtın, onun namına verilen sadakaların, okunan Kur’ânların, yapılan haccın ona mutlaka faydası dokunacağını delillerle ortaya koyan Abduehad Nurî, bu konuda “İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur” mealindeki âyetin bu görüşe aykırı olmadığını savunur. Ona göre bu âye en hareketle başkasının yaptığı salih amelin diğer mümine faydasının olmadığını savunanlar âyetin zâhirî manasını esas aldıklarından isabet edememişlerdir54. Abdulehad Nurî, Kadızadelileri hedef aldığı bir risalesinde, bazı vâizlerin kendilerini âlim ve fakih göstermek için halkın benimsediği bazı konuların dinde yeri olmadığını cami kürsülerinde söyleyerek halkı aldattıklarını dile getirerek ilmin Allah için olması gerektiğini, ilim amel bütünlüğünü sağlayamayanların ilminin kendileri kurtaramayacağını savunur. Burada da kendi görüşlerini delillerle ispata çalışır. Bu gibi kimseleri 55 gâfil olarak nitelendirir . Değerlendirme ve Sonuç Şemseddin Sivâsî hariç tutulursa, diğer Sivâsîlerin fıkhî görüşlerini ve sahip oldukları fıkıh kültürlerini, daha çok, Kadızadelilerle girmiş oldukları tartışmalardan takip edebiliyoruz. Onlar, bidat, örf-adetin dindeki 50 51 52 53 54 Akpınar, 153. Bk. Abdulehad Nurî, Te’dîbü’l-mütemerridîn, Vr., 68b-82b. Bk. Abdulehad Nurî, Riyâzu’l-ezkâr ve hıyâzu’l-ebrâr, vr. 16bvd. Bk. Abdulehad Nurî, İsbâtu’l-âlim ve’şuûr li-men kâne min ehli’l-kubûr, Vr., 112bvd. Abdulehad Nurî, Risâletün müteallikatün bi-kavlihî Teâlâ “ve en leyse li’l-insâni illâ mâ se’â”, Vr., 127avd. 55 Bk. Abdulehad Nurî, İnkâzu’t-tâlibîn an mevâhi’l-gâfilîn, Vr., 133bvd. 375 376 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER yeri, dini ilimler yanında müsbet ilimlerin tahsili, rüşvet, tütün, kahve, kabir ziyareti, cehri zikir, cemaatle nafile namaz kılma, teganni, sema ve devran ile zikir yapma gibi pek çok konuyu akaid-ve fıkıh ve tasavvuf ekseninde tartışmışlardır. Bu konular, güncel olmasının yanında aynı zamanda tartışmaya müsait olmaları dolayısıyla da önem arzetmektedirler. Bu konularda bağlayıcı ve yönlendirici görüş beyan etmek hayli ilmî-fıkhî birim yanında cesaret de gerektirmektedir. Sivâsîler verdikleri cevaplarda bu yöndeki yetkinliklerini ispat etmişlerdir. Özellikle Abdulehad Nurî’nin tartışmalar esnasında kullandığı kaynaklar ve referans gösterdiği âlimler asla azımsanamayacak bir ilmî seviyeye dikkatlerimizi çekmektedir. İstanbul ulemâsına rağmen bu konuların tartışılmasında ön plana çıkabilmek özgüven yanında Sivâsîlerin belli bir saygınlık ve güvenilirliklerinin bulunduğunu da göstermektedir. Aslında yoğun olarak tasavvufla iştigal eden bu gibi âlimlerin derin fıkıh bilgisi gerektiren bu konularda söz söyleyebilmesi de onların fıkıh sahasına olan aşinalıklarını göstermektedir. Sivasilerin fetva ve görüşlerinde farklı bir yaklaşımı benimserken daha çok örf deliline ve bidat kavramına yükledikleri anlama dayanmışlardır. Sivasiler örfleşmiş bulunan birtakım uygulamaların yasaklığı hakkında kesin delil yoksa toplumsal dengeyi koruma adına bunlara dinen tahammül edilebilir, derken Kadızadeliler, dinde uygulaması bulunmayan hususları bidat kabul edip uygulamamak, uygulanıyorsa kaldırmak gerektiğini savunmuşlardır56. Sivasilere göre, Kadızadelilerin bidat diye reddettikleri âdet ve ibadetler aslında farzları takviye eden şeylerdir. Buna göre mesela, tesbih ve tehlillerin fazla yapılmasının bidatla alakası olmayıp, Hz. Peygamber tarafından teşvik bile edilmiştir. Mescitlerin kandillerle aydınlatılması, Hz. Peygamber’e açıktan ve toplu olarak salavat getirilmesi de İslam ulemasının örf haline getirdiği güzel uygulamalar olup hepsi dinin ruhuna uygun ve terki gereken bidat kapsamında değerlendirilemeyecek hususlardır57. Bu tebliğde adı geçen Sivâsîlerin fıkıh kültürlerine genel olarak ışık tutma ve mutasavvıf olarak meşhur olan bu zevatın fıkıh yönlerine dikkat çekme hedefi güdüldüğünden sadece bazı görüşlerinden örnekler verilmekle yetinilmiştir. Aslında her bir risaleleri başlı başına incelenmeye değer durumdadır. Meselenin bu yönü gayretli ve titiz araştırmacıları beklemektedir. 56 Abdulehad Nurî, el-Adlu ve’l-iksât beyne’t-tefrîti ve’l-ifrât, vr. 109a-112b; Akpınar, 92-97. 57 Abdulehad Nurî, el-Adlu ve’l-iksât beyne’t-tefrîti ve’l-ifrât, vr. 109a-112b. SİVÂSÎLER VE İLİM Şeyh Ahmed Rindî Sivâsî ve Şiirlerinde Melâmet Neşvesi YRD. DOÇ. DR. NECDET ŞENGÜN DEÜ İLAHİYAT FAKÜLTESİ TÜRK İSLAM EDEBİYATI ANABİLİM DALI ÖĞRETİM ÜYESİ Rindî mahlasımız Ahmed adımız Sergeşte-i mestlikdir mu’tâdımız Bizi teskîn eden hep feryâdımız Handemizde zâhir efgânımız var Giriş Sivas şehri, Türklerin Anadolu’ya geldikleri ilk günlerden beri önemli ilim ve kültür merkezlerinden biri durumundadır. Bu ilmî ve kültürel muhit zamanla kendi dinamiklerini oluşturmuş ve pek çok sanat ve kültür adamı yetiştirerek bu durumunu daha da güçlendirmiştir. Zamanla bu duruma katkı sağlayan ailelerin, sülalelerin ortaya çıktığı ve bu aileler içerisinden pek çok kültür adamının neşet e iği bilinmektedir. Bu ailelerden biri de Tokat’tan gelerek Sivas’a yerleşen, daha sonraları Halvetiyye’nin Şemsiyye kolunun kurucusu olarak tanıdığımız Şemseddin Sivâsî (ö. 1597)’nin1 başını çektiği Karaşemsîler ailesidir. Bu aile, içe1 Hasan Aksoy, “Şemseddin Sivâsî, Hayatı, Şahsiyeti, Tarikatı, Eserleri”, Cumhuriyet Üniversitesi 377 378 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER risinden pek çok ilim ve sanat adamı yetiştirmiş bir ailedir. Şemseddin Sivâsî yanında Abdülmecid-i Sivâsî (ö. 1640)2, Abdülehad Nûrî (ö. 1651)3, Ahmed Sûzî (ö. 1830)4 ve Recep Kâmil bahsi geçen ailenin diğer tanınmış fertlerindendir. Bizim bu tebliğimizde konu edeceğimiz şahıs, yukarıda adı geçen ailenin Cumhuriyet dönemindeki mensuplarından 1908 doğumlu Şeyh Ahmed Rindî’dir. Şeyh Ahmed Rindî, Cumhuriyet döneminde, Sivâsî dergahının5 son postnişini olan Hüseyin Şemsi Güneren’in kardeşidir. Ahmed Rindî, ne Sivas’taki dergahta ne de başka bir yerde şeyhlik yapmış olmasına rağmen, sırf bu aileye duyulan saygı gereği Şeyh olarak isimlendirilmiştir. Şeyh Ahmed Rindî’nin hayatı ve görüşleri üzerinde bazı çalışmalar yapılmıştır. O nedenle ben burada hayatı hakkında ayrıntılara girmek istemiyorum. Fakat sizleri bu çalışmalardan haberdar etmem gerektiğini de düşünüyorum. İlk olarak ifade etmem gerekir ki, Şeyh Ahmed Rindî’nin oğlu Elektrik Yüksek Mühendisi Ali Kasım Karaşemis, babasının dağınık vaziye e bulunan şiirlerinden bir kısmını bir araya getirerek Son İkramŞiirler adıyla 1966 yılında yayımlamıştır. Ali Kasım Karaşemis, bu eserin baş tarafında çok kısa olmak üzere babası ve şahsiyeti hakkında bazı bilgiler sunmuştur. Bu husus, aile içinden birisi olmak hasebiyle son derece önemli bir bilgi paylaşımıdır. Diğer tara an bu eser, Şeyh Ahmed Rindî’nin kimliği ve kişiliği adına çok önemli bilgileri hâvîdir. Şeyh Ahmed Rindî üzerinde müstakil ilk yazıyı kaleme alan kişi, Rindî ile zaman zaman görüştüğü anlaşılan İbrahim Arslanoğlu’dur. Arslanoğlu, daha önce Türk Folkloru dergisinde yayımladığı makaleyi, Sivas Meşhurları 6 adlı eserine almış, burada Şeyh Ahmed Rindî’yi tanıtmıştır. İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. IX/2, Sivas 2005, ss. 1-43. 2 Abdülmecid Sivâsî hakkında bilgi için bk. Cengiz Gündoğdu, Bir Türk Mutasavvıfı Abdülmecid Sivâsî: Hayatı Eserleri ve Tasavvufî Görüleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2000. 3 Hüseyin Akaya, Abdülahad Nûri ve Divanı, Kitabevi Yayınları, İstanbul 2003. 4 Metin Ceylan, “Ahmed Suzi ve Divanı”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C. II, S. 2, Afyon, Şubat 2001, ss. 237-251. (Metin Ceylan, Ahmed Sûzî ve Divanı üzerine bir yüksek lisans tezi hazırlamıştır. Bkz. Metin Ceylan, Ahmed Sûzî Dîvânı’nın Edisyon Kritiği: Afyon 1999, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Ortaöğretim Sosyal Alanlar Eğitimi Ana Bilim Dalı Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi.) 5 Bu dergahın adının ehl-i beyt dergahı olduğu Şeyh Ahmed Rindî’nin oğlu Ali Kasım Karaşemis tarafından haber verilmektedir. Şeyh Ahmed Rindî, Son İkram-Şiirler, (Hazırlayan: Ali Kasım Karaşemis), İstanbul 1966, s. 5. 6 İbrahim Arslanoğlu, Geçmişten Günümüze Sivas Meşhurları, Sivas Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayınları, C. II, Sivas 2006, ss. 310-322. SİVÂSÎLER VE İLİM Prof. Dr. Bilal Kemikli, 27-30 Ekim 2008 tarihlerinde tertip edilen Cumhuriyet Döneminde Sivas Sempozyumu’nda “Cumhuriyet Döneminde Sivaslı Bir Şair: Şeyh Ahmed Rindî ve Şiiri Üzerine Bazı Değerlendirmeler” adlı bir tebliğ sunmuş, daha sonradan bu çalışmasını “Cumhuriyet Döneminde Bir Rind Şair başlığı” ile Sûfi Şairin İzinde Şiir ve İrfan adlı kitabına 7 dahil etmiştir. Kemikli’nin bu makalesi, ailenin haya aki son temsilcisi ve şu an aramızda bulunan Dr. Fatih Güneren Beyefendi’nin, mektup vasıtasıyla ile iği, amcası Şeyh Ahmed Rindî hakkındaki bilgilerini de içeren canlı bir vesika hükmündedir. Yine Doç. Dr. Alim Yıldız 2003 yılında hazırladığı Sivaslı Şairler Antolojisi’nde Şeyh Ahmed Rindî’nin adını halk edebiyatı şairleri arasında zikretmiş,8 onu tanıtmış, daha sonra Sivas’ta yayımlanan Sultan Şehir dergisinde çıkan “Rind Meşreb Bir Şair Ahmed Rindî” başlıklı yazısında9, Şeyh Ahmed Rindî hakkında müstakil bir yayın yaparak kıymetli bilgiler sunmuştur. Tüm bu bilgiler çerçevesinde Şeyh Ahmed Rindî’nin Sivas’ın yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden biri olduğu açıkça görülmektedir. Ne var ki o, Kemikli’nin ifadesiyle “kendisini melâmet neşvesiyle sırlamış, yazdığı şiirler dağınık bir şekilde kalmış, biraz da nisyana mahkum olmuştur.”10 Son yıllarda artan Sivasla ilgili çalışmaların onu bu nisyandan kurtarmaya yönelik birtakım sonuçları olmuştur. Naçizane hazırladığım bu tebliğ, bu amaca hizmet eden küçük bir çalışma hükmündedir. A. Şeyh Ahmed Rindî’nin Tasavvufî Yönü Şeyh Ahmed Rindî, Şemsî-Sivâsî dergahının bir üyesi olmasına rağmen onun, ne Sivâsî dergâhında ne de başka bir tekkede postnişînlik yaptığına dair bir bilgimiz vardır. Fakat bu durum, onun bu dergahtan feyz almadığı anlamına gelmez. Tam aksine Son İkram’daki şiirlere bakılırsa iyi bir tasavvufî eğitimden geçtiği, tasavvufun inceliklerine vâkıf olduğu ve dergahtaki sohbetlerden yeterince istifade e iği görülecektir. Ha a onun Halvetî-Şemsî geleneğini içselleştirdiği ve bu birikimini melâmet ile buluşturduğu11 iddia edilebilir. Şiirlerinde kendisinin bir ilim ve irfan merkezinde yetiştiğine dair zaman zaman gönderme7 Bilal Kemikli, Sûfi Şairin İzinde Şiir ve İrfan, Kitabevi Yayınları, İstanbul 2009, ss. 201-212. 8 Alim Yıldız, Sivaslı Şairler Antolojisi, Sivaslılar Eğitim Kültür ve Yardımlaşma Vakfı Yayınları, İstanbul 2003, ss. 818-823. 9 Alim Yıldız, “Rind Meşreb Bir Şair Ahmed Rindî”, Sultan Şehir, II (7), Yaz 2008, ss. 82-84. 10 Kemikli, age, s. 202. 11 Kemikli, age, s. 204. 379 380 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVÂSÎLER VE İLİM ler yaptığı da vakidir. Bu şiirlerde Rindî’nin tasavvuf edebiyatına olan vukûfiyeti açıkça görülmektedir: Getirmiş Sivas’a beş asır evvel Ecdâdım Belihden emr-i Mübeccel Âsâr-ı irfânı harf-i bî-bedel Kulaklara sığmaz kâl olsa eğer (Son İkram, s. 41) Kesre e görmeyen vech-i vahdeti Hayalde arar hep hak hakîkati Tadıp mest olmak çün mey-i vuslatı Kendinde kendini bulmuş olmalı (Son İkram, s. 50) Diğer tara an şairin derbeder bir hayat yaşadığı, gençlik yıllarında Sivas’ta iken arkadaşları tarafından kendisine alıştırılan içki müptelâlığından bir türlü kurtulamadığı, ibadetlerini aksa ığı yönünde bilgiler vardır.12 Şairin kendisi de bu hayat tarzından muztaribdir. Böyle bir aileden olmasına karşın yaşantısı ile bu aileyi tam olarak temsil edememenin üzüntüsü içerisindedir. Bazı şiirlerinde bu hususa vurgu yapmaktadır: Medâr-ı i ihârın kemterisin Hazret-i Şemsin Fakat sen ey gönül hâlâ esîr-i dâm-ı perçemsin (Son İkram, s. 34) Bu durumuna karşın tasavvuf düşüncesini asla terk etmemiş, şiirlerinde genellikle tasavvuf anlayışını işlemiştir. Ha a tasavvufla olan irtibatını göstermesi bakımından şu bilgiler önemlidir. Rindî, İbrahim Arslanoğlu’ndan, ilerde kendisi ile ilgili bir yazı yazarsa kendisini tasavvuf şairi olarak anmasını istemiş ve bu bağlamda: “Rindî demek, tasavvuf demek, tasavvuf benim her şeyim” ifadelerini kullanmıştır.13 Diğer tara an kendisi Güneren soyadını almış olmasına karşın hayatının son zamanlarında oğlu Ali Kâsım’dan Karaşemis soyadını almasını istemesi14 Şemseddin Sivâsî ile dolayısıyla Şemsiyye-Sivâsiyye tarîkatı ile olan bağlantısını kuvvetlendirme çabalarından biri olarak yorumlanabilir. Bununla birlikte Şeyh Ahmed Rindî’nin Bektâşî olduğu yönünde hüküm vermemize sebep olabilecek birtakım hususlar da söz konusudur. Örneğin Rindî kendisini kastederek “Bektâşîden Allâh’ına Açık Mektup” isimli bir broşür yayınlamış, bu nedenle sorguya çekilmiştir. Son İkram’daki “Cenâb-ı Allâh’a Tarziye” başlıklı şathiyesini bu sorgudan sonra yazmıştır.15 Yine aşağıda örnekleri verilen bazı şiirlerinde kendisini Bektâşî veya Kızılbaş olarak tanıtmaktadır. 12 13 14 15 Rindî, Son İkram-Şiirler, s. 6. Kemikli, age, s. 205. Rindî, Son İkram-Şiirler, s. 5 Rindî, age, ss. 44-47. Bektâşîdir öz adım Şaka nükte mu’tâdım Yükselirim her adım Sevdâlı bir periyim (Son İkram, s. 48) Bizi dışımızla ölçen yanılır Çünkü ne renk ne bir elvânımız var İsmimiz dillerde zındık anılır Kızılbaşlık gibi ünvanımız var. (Son İkram, s. 9) Şeyh Ahmed Rindî şiirlerinde pek çok yerde Hz. Ali’ye ve ehli beyte olan sevgisini dile getirmiştir. Diğer tara an Ali Kasım Karaşemis, babası Şeyh Ahmed Rindî’nin doğum yerini Sivas’taki ehl-i beyt dergahı olarak dile getirmektedir. Bu tür bilgiler onun Bektâşîliğe yakın biri olduğunu bize göstermektedir. Fakat şunu hemen belirtmek gerekir ki sadece bu bilgilere dayanarak onun Bektâşî olduğunu söyleyebilmemiz zor görünmektedir. Kanaatimize göre bu tür şiirler, biraz da bölgenin ve Rindî’nin yakın çevresinin etkisiyle, girdiği çevrelerde Bektâşîliğin bir artı değer olarak algılanıyor olmasının sonucu meydana getirilmiş ürünlerdir. Diğer tara an Rindî “Kalender gılâmam şakayı sever” (Son İkram, s. 30), “Ehl-i harâbâtım kalender-serim” (Son İkram, s. 43), “Bir kalender kızılbaşım” (Son İkram, s. 105), gibi ifadelerde ve Arzuhâl-i Kalenderânem (Son İkram, s. 167) şeklindeki bir şiir başlığında kendisini Kalenderî olarak tanımlamıştır. Fakat bu anlayışın da yine çevresindeki bu meşrebdeki adamlar, özellikle Neyzen Tevfik, Rıza Tevfik gibi şahıslar etkisiyle söylenmiş ifadeler olduğu kanaatinde olduğumuzu belirtmek isterim. Yine kendisini melâmî olarak tanımlayan Rindî’nin melâmîlik-kalenderîlik ilişkisinden16 haberdar olduğu sonucunu da çıkarmamız mümkündür. Şiirlerine göre kendisini pek çok tasavvuf ekolünün içerisinde gösteren Şeyh Ahmed Rindî’nin hangi ekole mensup olduğunu bu bilgilere dayanarak tam olarak ortaya koyamasak da onun tasavvuf terminolojisine hakim olduğu, daha önceki mutasavvıf şâirlerin manzûmelerinde işledikleri pek çok konuyu günümüz diliyle yeniden işlediği söylenebilir. Bu konuların en başında vahdet-i vücûd anlayışı gelmektedir. Şeyh Ahmed Rindî de pek çok mutasavvıf şâir gibi vahdet-i vücûd anlayışını benimsemiş ve 16 Ahmet Yaşar Ocak Kalenderîlik-Melâmîlik ilişkisine vurgu yapmış ve “Kalenderîlik mistik temellerini oluştururken hem doğrudan doğruya hem de Melâmetîlik vasıtasıyla Hint-İran mistisizmine dayanmıştır. Ama Kalenderîliğin bir sûfî zümre olarak ortaya çıkışı bizzat Melâmetîlik akımının tabiî bir gelişim süreci içindeki doktrin ve amelî alandaki farklılaşmasının bir sonucudur” görüşünü ortaya koymuştur. (Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sufilik Kalenderîler (XIV-XVII. Yüzyıllar), TTK Yayınları, Ankara 1992, s. 16.) Diğer tara an Sâdık Vicdânî de bu ilişkiye temas eder ve bu bağlamda Kalenderîlere olumsuz bir nazar atfederek: “Melâmetiyyeden gayrı olarak sûfiyye miyânında Kalenderiyye nâmıyla bir kısım türedi ve onların akîdelerini bozdu, ibâdetleri azal ı” ifadelerine yer verir. (Sâdık Vicdânî, Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye: Melâmîlik, E âf-ı İslâmiyye Matbaası, İstanbul 1338-1340, s. 18) 381 382 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVÂSÎLER VE İLİM şiirlerinde bu hususa sıklıkla yer vermiştir: Mevcûdu bildik ki bir vücûd imiş Bahr-i vahdet bî-hadd ü hudûd imiş Avâlim âdemde hep mevcûd imiş Bunu ısbât eder Kur’ânımız var (Son İkram, s. 10) Kesre e görmeyen vech-i vahdeti Hayâlde arar hep hak hakîkati Tadıp mest olmak-çün mey-i vuslat Kendinde kendini bulmuş olmalı (Son İkram, s. 50) B. Rindî’nin Şiirlerinde Melâmet Neşvesi Melâmet kelimesi, Arapça “ ”لومkökünden gelir ve “kınamak” “kötülemek” “ayıplamak” gibi anlamlara sahiptir. Kur’ân-ı Kerîm’de “lvm” kelimesi hem kök hem de müştakları itibarıyla birkaç yerde geçmektedir. Bu âyetlerden birinde geçen “kınayanın kınamasından korkmazlar”17 şeklindeki ifade, melâmet anlayışının ana felsefesi haline gelmiştir. Melâmet anlayışını temellendirmeye çalışanlar görüşlerini, bu âyetlerle birlikte, tebliğe ilk başladığı dönemde Hz. Peygamber’in de halk tarafından kınandığı, melekler tarafından kınanması sebebiyle ilk melâmînin Hz. Âdem olduğu gibi düşüncelere veya “Halkın beğendiğini Hakk’ın beğenmeyeceği” gibi birtakım ilkelere dayandırmaktadırlar.18 Tasavvuf tarihinde özellikle de Anadolu sahasında neşv ü nemâ bulan tasavvuf düşüncesinde melâmet anlayışı önemli bir yere sahiptir. Fakat hemen hatırlatmamız gerekir ki melâmet anlayışı konunun uzmanları tarafından iki şekilde değerlendirilmiştir. Bunlardan birincisi melâmîliğin sistemli bir tarikat olduğu yönünde; diğeri ise, melâmet anlayışının her tasavvuf ekolü ve her tarikat içerisinde bulunabilecek bir yaşam biçimi, bir anlayış olduğu yönündedir.19 Bu anlayışa sahip olanlara da ehl-i melâmet, melâmî, melâmetî gibi isimler verilmektedir. Bu tür şahısların kınayanın kınamasından korkmadıkları, halkın beğenisini kazanmak için süslenmedikleri, görünüşlerine önem vermedikleri, gönül dünyalarını yüceltmek için Allah’a yöneldikleri, hayrı gizleyip şerri açığa vurmadıkları, havf ve reca arasında oldukları, batınlarında iddia zahirlerinde riya bulunmadığı, ha a gönül dünyalarından kendilerinin bile haberdar olmadığı ifade edilmektedir.20 Tasavvuf tarihinde melâmet anlayışının ortaya çıkışı oldukça erken dönemlere rastlamaktadır. İlk defa Orta Asya’da ortaya çıktığı, Anadolu topraklarında Hacı Bayram-ı Velî’nin halifesi Dede Ömer Sikkînî ile ikin17 5 Mâide / 54. 18 Nihat Azamat, “Melamet” DİA, XXIX, Ankara 2004, s. 24. 19 Mustafa Kara, “Farklı Bir Tasavvufî Yol: Melâmetiye”, Dervişin Hayatı Sûfînin Kelâmı, Dergah Yayınları, İstanbul 2005, s. 124; “Melâmiyye” DİA, XXIX, Ankara 2004, s. 25. 20 “Melâmiyye”, s. 26. ci devre melâmîliğinin başladığı, bazı görüşleri dolayısıyla özellikle ehl-i sünnet tarafından pek tasvip görmediği, bu nedenle bazı melâmî şeyhlerinin öldürüldüğü ve Nûru’l-Arabî ile üçünce devresini yaşadığı, konuyla ilgili kaynaklarda belirtilmektedir.21 İlk dönemlerde daha sistemli bir tarîkat formatıyla ortaya çıkan melâmîliğin esasları, Sülemî’nin Risâletü’l-Melâmiyye’sinde ortaya konulmuştur. Bu eser, melâmilîk hakkında söz söyleyenlerin birincil kaynağı durumundadır. Nitekim yakın dönemlerde yerli ve yabancı araştırmacılar, bu esere dayanarak melâmîliğin ne olduğu gibi bir soruya cevap aramışlardır. Ömer Rıza Doğrul22 ve Ali Bolat23 melâmîliğin ilkelerini bu eseri esas alarak ortaya koymaya çalışmışlardır.24 Melâmîliğin ehl-i sünnet tarafından tasvip edilmemesi nedeniyle başından geçen birtakım hadiselerden sonra sistemini kaybe iği, yakın dönemlerde ve günümüzde bir yaşam biçimini aldığı söylenebilir. Dolayısıyla herhangi bir tarikat içerisinde bulunan bir şahsın melâmet neşvesini taşıyabileceği ve bu anlayışı benimseyebileceği kabul edilmelidir. Şeyh Ahmed Rindî, son dönem mutasavvıf şâirlerimizden biri olarak kendisini tanımladığı pek çok şiirinde melâmî olduğunu ifade etmektedir. Yukarıda ifade e iğimiz gibi Şemsî-Sivâsî bir gelenek içerisinde yetişmiş olmasına rağmen yaşadığı birtakım hâdiselerin veya içerisinde bulunduğu çevrelerin etkisi ile o, kendisini, sistemli bir tarikat içerisinde görmemiş, buna mukabil tasavvufa olan ilgisini hiç kaybetmeden yaşamaya devam etmiştir. Şeyh Ahmed Rindî’nin hayat hikâyesine baktığımızda onu bu duruma sevk eden çok önemli bir hâdisenin gerçekleştiğini görüyoruz. Bu hâdise hanımının vefatı hâdisesidir. Rindî, uzun boylu ve yapılı vücûduna mukabil, yaratılış itibarıyla hisli bir yüreğe sahip, kırılgan gönüllü ve çabuk incinen bir yapıdadır. Dolayısıyla bu vefat hâdisesi onu derinden etkilemiş ve belki de dünyanın fânîliğini ayne’l-yakîn müşahede etmesine sebep olmuştur. Şiirlerinde ölünceye kadar aynı tazelikte tu uğu bu acı hâdiseyi 21 Geniş bilgi için bkz. Abdülbaki Gölpınarlı, Melâmîlik ve Melâmîler, Gri Yayınları, İstanbul 1992; Rüya Kılıç, “Bir Tarikatın Gizli Direnişi: Bayramî Melâmîleri veya Hamzavîler” Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 10, Ocak-Haziran 2003, ss. 251-272; Kara, age, s. 126. 22 Bkz. Ömer Rıza Doğrul, İslam Tarihinde İlk Melâmet, İnkılap Kitabevi, İstanbul Tarihsiz. 23 Bkz. Ali Bolat, Bir Tasavvuf Okulu Olarak Melâmetîlik, İnsan Yayınları, İstanbul 2003. 24 Risâle üzerinde R. Hartman bir inceleme yapmış, bu inceleme‚ “As-Sulami’s Risâlât al-Malâmatiya” adıyla Der Islam, 8 (Nisan 1918)’de yayınlanmış, bu inceleme, Köprülü-zâde Ahmed Cemal tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Bkz. Darulfünûn Edebiyat Fakültesi Mecmuası, İstanbul 1924, S. 6, ss. 277-322. 383 384 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVÂSÎLER VE İLİM sık sık dile getirmekte, ha a böyle bir acıyı kendisine ta ırdığı için feleğe sitem etmektedir. Üstelik hanımı vefat e ikten sonra ailesi parçalanmış, çocukları İzmir’deki kardeşinin yanına gönderilmiş ve mutlu bir aile ocağı böylece dağılmıştır. Bir darbe vurdu ki sineme ölüm Açılmadan soldu sarardı gülüm Yavrular uzakta erişmez elim Yârânın hasreti ne olur olsun (Son İkram, s. 29) O ev ocak evlâd u ıyâl Şimdi hepsi oldu hayâl Bende kalmadı bir miskâl Îmân yâ Rabbi yâ Rabbi (Son İkram, s. 78) Karardı ocağım dağıldı yuvam Hâlâ da iptilâ etmekte devâm Sevdiğimden de yok bir yıldır peyâm Bu aceb da’vâya fetvâ da gönder (Son İkram, s. 21) Bu hâdise onun daha da içe kapanmasına, memuriye en istifa ederek, derbeder bir hayat tarzını benimsemesine, dünyadan el etek çekmesine, himmete muhtaç bir hale gelmesine sebep olmuştur. Adeta kendisini unutturmak, bu fânî alemde hiçbir şeye tevessül etmemek gibi bir anlayışa doğru sürüklenmiştir. Hiç şüphesiz onun bu hale gelişinde tasavvu a zaten var olan bu tür anlayışların etkisi olmuştur. Şeyh Ahmed Rindî’nin tasavvuf içerisindeki melâmet damarından haberdar olduğu ve bu anlayışı benimsediği ve hayatını buna göre yeniden dizayn e iği söylenebilir. Şeyh Ahmed Rindî, Son İkram’daki pek çok şiirinde melâmet neşvesini benimsediğini dile getirmekte, kendisini melâmî olarak tanımlamakta ve bu melâmet neşvesinden hoşnud olduğunu ifade etmektedir. Bu tür şiirlerde şâirin ilâhî aşka tutulduğu ve bu durumun onu melâmet anlayışına götürdüğü ifade edilmektedir. O tıpkı annesinden tokat yiyen bir çocuğun yine annesinin kucağına atılması gibi ta ığı bu acı ile kendini Allâh aşkına kaptırmış ve hemen her şiirinde bu durumunu dile getirmiştir: Soyundum cübbe-i destârı meydânı melâme e İmanım dâm-ı küfr ü perçem-i gılmânede kaldı (Son İkram, s. 40) Beni bu Rindî ve melâmet perişân etmededir Buna püsküllü belâ mı buna devlet mi desem (Son İkram, s. 58) Vurundum tâc-ı aşkı postu dergâh-ı melâme e Kemâl-i Rind ile sâhib-kemâlâtı utandırdım (Son İkram, s. 139) Kayd-ı ferdâdan berî oldum harâbât ehliyim Bir nefes terk-i melâmet etmedim etmem yine (Son İkram, s. 177) Yine onun şiirlerinde karşılaştığımız bir başka durum, kılık kıyafete, insanların dış görünüşlerine yani şekle önem vermemesidir. Bu durum melâmet anlayışının önemli ilkelerinden biridir. Zira özellikle Dede Ömer Sikkinî ile başlayan Bayramî-melâmîliğinin önemli ilkelerinden biri tâc ve hırkayı atmak, dervişliğin tâc ve hırka ile değil gönül ile yaşanacağını savunmaktır. Bu durum, Dede Ömer Sikkînî’den önce şiirlerinde yer yer melâmet anlayışını dile getiren Yûnus Emre’nin: “Dervîşlik olaydı tâc ile hırka Biz de alır idik otuza kırka” dizelerinde kendisini bulan bir anlayıştır. Şeyh Ahmed Rindî, dervişlik nedir şeklindeki soruya cevap aradığı şiirlerinde belli bir tasavvuf ekolüne mensûbiyeti gösteren tâc ve hırka giymek yerine melâmet anlayışını başa tâc edinmeyi tavsiye etmektedir: Girip beyt-i dile her an hac edip Abâ-yı kasrı giymedim bir başka süsle asla Semâvât-ı aşkı hep miraç edip Perîşânlık gibi üstümde sâbit zînetim vardır Rindî melâmâtı başa tâc edip (Son İkram, s. 123) Hırka-ı kasrı giymiş olmalı (Son İkram, s. 52) Şeyh Ahmed Rindî’nin melâmet anlayışı doğrultusunda işlediği daha pek çok husus vardır. Bunlardan bazılarını şu şekilde özetlemek mümkündür:“Yarın kaygısı taşımamak”, “şan ve şöhrete itibar etmemek”, “Haktan gelen her cefâyı safâ bilmek”, “bu fânî dünyanın heves ve hırslarına kapılmamak ve dünyaya sırt çevirmek”, “her türlü riyâ ile mücadele etmek”, “halka hüsn-i nazar ile kendi nefsine sû-i zan ile bakmak”, “hürmet görmeyi ve beğenilmeyi sevmemek”, “fakir yaşamak ve fakr ilallâh anlayışını benimsemek.” Şeyh Ahmed Rindî şiirlerinde bu hususları ayrıntıları ile ele almıştır. Yine oğlu Ali Kasım Karaşemis’in ifadeleri ile “ibadetlerinde kusur eden ama kalben tam bir Müslüman” olan Şeyh Ahmed Rindî, kanaatimize göre ibadetlerini de gizli olarak eda etmekte, böylece melâmet anlayışının önemli ilkelerinden biri olan “riyadan kaçmak” ilkesini yerine 385 386 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVÂSÎLER VE İLİM getirmektedir. Zira şiirlerinden anladığımız kadarıyla kalbinde bu kadar derin bir Allah aşkı olan birisinin ibadetlerinde kusur ediyor gözükmesi başka türlü izah edilemez. Şeyh Ahmed Rindî, yazdığı şathiye türündeki şiirler ile de melâmî meşrebliğini ortaya koymuştur. Dinî-tasavvufî Türk edebiyatında şâirlerin mânevî sarhoşluk halinde söyledikleri, ilk anda akla ve şer’î esaslara muhalif gibi görünen manzûmelerine şathiye veya hezeliyyât denmektedir.25 Rindî, pek çok şiirini şathiye türünde yazmış, ilâhî aşkın sarhoşluğu ile Allah’a seslenmiştir. Bu tür şiirlerinde sanki çok yakın bir arkadaşı ile sohbet eder gibi, bazen Allah’la şakalaşarak bazen O’na kızarak hitap etmiştir. Nitekim Türk Edebiyatında Şathiye26 adlı kitabı hazırlayan Cemal Kurnaz ve Mustafa Tatçı, Şeyh Ahmed Rindî’nin iki şathiyesini bu kitaba dahil etmişlerdir. Kitap incelendiğinde kitaba şathiyeleri alınan birçok mutasavvıf şâirin ya bizzat melâmetîlik içinde adı geçen ya da melâmî meşreblikle şöhret bulmuş olduğu görülecektir. Rindî’nin bu tür şiirlerine örnek olması kabilinden “Asrî Münâcât” başlıklı şiiri ile “Cenâb-ı Allah’a Tarziye” başlıklı iki şiirinden birer dörtlüğü örnek olarak veriyoruz: Şu yâreme bir el vursan Göster varlığını varsan Yok eğer ki uyuyorsan Uyan yâ Rabbi yâ Rabbi (Son İkram, s. 21) Bilseydim ki böyle darılacaksın Çalar saat gibi kurulacaksın Hemen gırtlağıma sarılacaksın Görmezdim buna hiç lüzum yâ Rabbi (Son İkram, s. 44) Diğer tara an onun melâmî meşreb yönünü gösteren en önemli hususlardan biri de Son İkram’da temas e iği ve kendilerine nazîre, hicviye veya tahmis yazdığı kişilerin kimliği ve meşrebidir. Bu şahısların kimliklerini incelediğimizde birçoğun melâmîlik ile alakalı şahıslar olduğunu görürüz. Bunların da başında Bayramî-melâmîlerinin pîri kabul edilen Hacı Bayrâm-ı Velî gelmektedir. Rindî, bir vesîle ile 1 Nisan 1948’de Ankara’ya gitmiş, Hacı Bayrâm-ı Velî’yi ziyaret etmiş ve onun hakkında iki şiir yazmıştır. Bunlardan birini civardaki bir kahvede (Son İkram, s. 104-106) diğerini Hz. Pîrin türbesinin eşiğinde (Son İkram, s. 199) yazmıştır. Şeyh Ahmed Rindî’nin, şiirlerine bir nazîre, bir hicviye ve bir de reddiye ile karşılık verdiği bir başka şahıs Osman Kemâlî Efendi (ö. 1954)’dir. 25 Geniş bilgi için bkz. Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul 1977, ss. 485-486; Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Rehber Yayınları, Ankara 1997, ss. 660-662; Şemseddin Sâmi, Kâmûs-ı Türkî, Çağrı Yayınları, İstanbul 1996, s. 778; Faruk Kadri Timurtaş, Tarih İçinde Türk Edebiyatı, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1990, s. 159. 26 Cemâl Kurnaz-Mustafa Tatcı, Türk Edebiyatında Şathiye, Akçağ Yayınları, Ankara 2001, ss. 160-162. Bu şahıs da son melâmî büyüklerinden biri olarak kabul edilmektedir.27 Rindî, Kemâlî’nin “görünür” redifli şiirine yazdığı hicviyesinde “bana da böyle görünür” başlığını atmış (Son İkram, s. 147), “Nazar boncuğu” başlıklı şiirinde de Osman Kemâlî Efendi’nin Hz. Peygamber hakkındaki lâkayd sözlerine itiraz etmiştir. Şeyh Ahmed Rindî, Hacı Bayram-ı Velî’den önce melâmet neşvesini manzumelerinde dile getiren Yûnus Emre tarzında şiir yazmaya gayret etmiş, bazı şiirlerine “Yûnus gibi” şeklinde başlıklar atmıştır. (Son İkram, s. 142) Neyzen Tevfik Kolaylı yaşamı dolayısıyla onun ilgisini çekmiş, onunla dost olmuş, onun kabri başında ağlamış ve onun gibi melâmet neşvesi taşıyan şiirler yazmıştır. Neyzen’in hocası hükmündeki Şâir Eşref’i de bir şiirinde tahmis etmiştir. Şeyh Ahmed Rindî, şiirlerinden birinde de bir Fuzûlî muakkıbı olan ve özellikle Doğu Anadolu halkı üzerinde çok büyük tesir bırakan Karabağlı Mîr Seyyid Hamza Nigârî (ö.1885)’nin28 bir şiirini tahmis etmiştir. Mîr Hamza Nigârî de Rindî’ye benzer bir şekilde yirmi yaşındaki oğlunu kaybetmiş, bu acı onu derinden etkilemiştir. Yine onun birtakım görüşleri nedeniyle Amasya’da ikamet ederken önce Samsun’a daha sonra Harput’a sürgün edildiği ifade edilmektedir. Muhtemeldir ki Mîr Hamza Nigârî de daha önce Bayramî-melâmîlerinin savunduğu fikirlere yakın fikirleri savunmuştur. Şeyh Ahmed Rindî’nin bir gazelini tahmis e iği Şeyh Gâlib, melâmî bir şâir olarak tanınmasa da, babası Mustafa Reşîd Efendi, Mevlevîlik ve melâmîlik ile ilgili şiirler yazan bir şahıstır. Son ikram’da adı geçen diğer şahıslardan Harputlu Rahmî ve Nevres’in melâmîlikle ilgileri tespit edilememiştir. Diğer şahıslar Zileli Mehbûtî Baba, Şâir İhyâ Efendi ve Kitapçı Hoca Muzaffereddin gibi isimlerin pek tanınmayan ancak melâmet neşvesine sahip şahıslar olduğu düşünülebilir. Rindî, Şemsî-Sivâsî gelenek içerisinden sadece Abdülahad Nûrî’ye bir tahmis yazmıştır. Son İkram, s. 188’deki “Bendeyim Sultân-ı Gavse Hazret-i Yahyâ’ya da” başlıklı şiir, onun tasavvuf vadisindeki serüvenini adeta özetler mâhiye edir. Bu şiire göre Rindî, Halvetî gelenek içerisinde doğduğunu, ardından Mevlevî ol27 Victoria Rowe Holbrook, 1990 yılında Berkeley, California’da İbn-i Arabî Topluluğunun organize e iği IV. senelik İbn-i Arabî sempozyumunda “Ibn ‘Arabi and O oman Dervish Traditions: The Melami Supra-Order” adlı bir tebliğ sunmuş bu tebliğde Osman Kemâlî Efendi’nin son melâmîlerden biri olduğunu ifade etmiştir. Bu tebliğ daha sonradan topluluğun internet sitesinde yayınlanmıştır. Bkz. www.ibnarabisociety.org/articles/melami1.html; Ayrıca bkz. Osman Türer, “Erzurum’lu Sûfî Şair Osman Kemâlî Efendi ve İnsan Telakkîsi”, Türk-İslâm Düşünce Tarihinde Erzurum Sempozyumu (26-28 Haziran 2006, Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi, Erzurum), Erzurum, 2007, c. 2, s. 3-14. 28 Mîr Hamza Nigârî, Divân-ı Seyyid Nigârî, (Hazırlayan: A. Azmi Bilgin-Necdet Yılmaz), Kule Yayınları, İstanbul 2003, ss. XI-XIV. 387 388 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER duğunu, daha sonra da Sivâsîlerden ders aldığını, daha sonra Bektâşîliğe geçtiğini ve son olarak İbn-i Arabî ile tanışarak melâmî olduğunu dile getirmektedir. Bu şiirden melâmet neşvesine sahip olduğunu ifade eden bir altılığı örnek olması için aşağıda veriyoruz: Şâb iken hasebe’n-neseb icrâ-yı ecdâd sünneti Zevk-i vecdiyle olup raksân-ı râh-ı Halvetî Nûr-ı feyz-i Şemisle ref’ e ikçe zulmeti Dilde oldu müncelî sözü velînin himmeti Başıma pîr-i melâmet koydu tâc-ı vahdeti Bendeyim sultân-ı gavse hazret-i Yahyâya da. (Son İkram, s. 188) SONUÇ Şeyh Ahmed Rindî, Şemseddin Sivâsî ailesinin bir ferdi olarak HalvetîŞemsî-Sivâsî tasavvuf ekolü içerisinde dünyaya gelmiş Sivaslı bir mutasavvıf şâirdir. Ne var ki yaşadığı dönem tekke ve zaviyelerin kapanmış olduğu, tasavvuf düşüncesinin zayıfladığı bir zaman dilimidir. Bu nedenle mensup olduğu aile ve dergâh ile ilişkilerini çok sıkı tutamamıştır. Sivas’ta yaşadığı yıllarda bu bağın daha kuvvetli olduğu söylenebilir. Fakat hanımının genç yaşta ölümü ve ailesinin dağılması ile birlikte Sivas’ı ve mensup olduğu aileyi terk ederek İstanbul’a gitmiş, burada girdiği birtakım çevrelerin ve edindiği dostların etkisiyle farklı bir hayat tarzına girmiştir. Şeyh Ahmed Rindî’nin Halvetiyye yolundan Şemsîlik-Sivâsîlik içerisinden neş’et etmesine rağmen Bektâşîlik, Kalenderîlik ve Melâmîlik gibi ehl-i sünnet tarafından tam olarak benimsenemeyen birtakım gruplara meyyal olduğu şiirlerinden anlaşılmaktadır. Melâmîlik her tarikat içerisinde var olabilen bir yaşam biçimi olarak değerlendirildiğinde onu bir melâmî olarak niteleyebilmemiz imkan dahilindedir. Zaten kendisi pek çok defa kendisini melâmî olarak tanıtmaktan da çekinmemiştir. Şeyh Ahmed Rindî, melâmet anlayışını sadece şiirlerine konu edinen bir şahıs değil aynı zamanda bu düşünce doğrultusunda da yaşayan bir şahıstır. Onun hayat seyri ve yapıp e ikleri takip edildiğinde bu melâmet neşvesinin hayatının her sa asında görüleceği muhakkaktır. Bu durum, şâirin Rindî mahlasını seçmesinde de kendisini gösteren bir durum olsa gerektir. Onun bugün elimizde olan Son İkram-Şiirler adlı kitabı, oğlu Ali Kasım Karaşemis öncülüğünde birkaç edebiyat öğretmeni tarafından hazırlanmıştır. Fakat bu kitap pek çok okuma ve imlâ yanlışları ile karşımızda SİVÂSÎLER VE İLİM durmaktadır. Şeyh Ahmed Rindî’nin birçok şiirinin de dönemin edebiyat dergilerinde kaldığı, kitaba dahil edilmediği bilinmektedir. Kitap dışında kalmış şiirlerin de toplandığı ve konunun uzmanları tarafından hazırlanacak yeni bir kitaba ihtiyaç vardır. Onun tüm şiirlerini toplayan böyle bir kitap, ilim ve edebiyat alemine sunulmuş önemli bir katkı olacaktır. Kaynakça Akaya, Hüseyin, Abdulahad Nuri ve Divanı, İstanbul 2003. Aksoy, Hasan, “Şemseddin Sivâsî, Hayatı, Şahsiyeti, Tarikatı, Eserleri”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C. IX/2, Sivas 2005. Arslanoğlu, İbrahim, Geçmişten Günümüze Sivas Meşhurları, Sivas Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayınları, C. II, Sivas 2006. Azamat, Nihat, “Melamet” DİA, XXIX, Ankara 2004. Bolat, Ali, Bir Tasavvuf Okulu Olarak Melâmetîlik, İnsan Yayınları, İstanbul 2003. Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Rehber Yayınları, Ankara 1997. Ceylan, Metin, “Ahmed Suzi ve Divanı”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C. II, S. 2, Afyon Şubat 2001. ____, Ahmed Sûzî Dîvânı’nın Edisyon Kritiği: Afyon 1999, XVI+353, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi) Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Ortaöğretim Sosyal Alanlar Eğitimi Ana Bilim Dalı Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bilim Dalı. Doğrul, Ömer Rıza, İslam Tarihinde İlk Melâmet, İnkılap Kitabevi, İstanbul Tarihsiz. Gölpınarlı, Abdülbaki, Melâmîlik ve Melâmîler, Gri Yayınları, İstanbul 1992. Gündoğdu, Cengiz, Bir Türk Mutasavvıfı Abdülmecid Sivâsî: Hayatı Eserleri ve Tasavvufî Görüleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2000. Hartman, Richard, “As-Sulami’s Risâlât al-Malâmatiya”, Der Islam, 8 (Nisan 1918). Holbrook, Victoria Rowe, “Ibn ‘Arabi and O oman Dervish Traditions: The Melami Supra-Order (Part One)” www.ibnarabisociety.org/articles/melami1.html; Kara, Mustafa, “Farklı Bir Tasavvufî Yol: Melâmetiye”, Dervişin Hayatı Sûfînin Kelâmı, Dergah Yayınları, İstanbul 2005. Kemikli, Bilal, Sûfi Şairin İzinde Şiir ve İrfan, Kitabevi Yayınları, İstanbul 2009,. 389 390 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVÂSÎLER VE İLİM Kılıç, Rüya, “Bir Tarikatın Gizli Direnişi: Bayramî Melâmîleri veya Hamzavîler” Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 10, Ocak-Haziran 2003. Köprülü-zâde Ahmed Cemal, Darulfünûn Edebiyat Fakültesi Mecmuası, İstanbul 1924, S. 6. Kurnaz, Cemâl -Mustafa Tatcı, Türk Edebiyatında Şathiye, Akçağ Yayınları, Ankara 2001. “Melâmiyye” DİA, XXIX, Ankara 2004. Mîr Hamza Nigârî, Divân-ı Seyyid Nigârî, (Haz. A. Azmi Bilgin-Necdet Yılmaz), Kule Yayınları, İstanbul 2003. Ocak, Ahmet Yaşar, Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sufilik Kalenderîler (XIV-XVII. Yüzyıllar), TTK Yayınları, Ankara 1992. Sâdık Vicdânî, Tomâr-ı Turuk-ı Aliyye: Melâmîlik, E âf-ı İslâmiyye Matbaası, İstanbul 1338-1340. Sivâsî İlâhiler Şemseddin Sâmi, Kâmûs-ı Türkî, Çağrı Yayınları, İstanbul 1996. Şeyh Ahmed Rindî, Son İkram-Şiirler, (Hazırlayan: Ali Kasım Karaşemis), İstanbul 1966. Timurtaş, Faruk Kadri, Tarih İçinde Türk Edebiyatı, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1990. Türer, Osman, “Erzurum’lu Sûfî Şair Osman Kemâlî Efendi ve İnsan Telakkîsi”, Türk-İslâm Düşünce Tarihinde Erzurum Sempozyumu (2628 Haziran 2006, Atatürk Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi, Erzurum), Erzurum, 2007. Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları, İstanbul 1977. Yıldız, Alim, “Rind Meşreb Bir Şair Ahmed Rindî”, Sultan Şehir, II (7), Yaz 2008, ss. 82-84. Sivaslı Şairler Antolojisi, Sivaslılar Eğitim Kültür ve Yardımlaşma Vakfı Yayınları, İstanbul 2003. AHMET HAKKI TURABİ DOÇ. DR. MARMARA Ü. İLAHİYAT F. TÜRK DİN MUSİKİSİ ANABİLİM DALI ÖĞR. Ü. “Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan Kenz açılmaz şol gönülden tâ ki pür-nûr olmadan Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ide Hakk Pâdişah konmaz saraya hâne ma‘mûr olmadan” Şemseddin Sivâsî’nin asırlar önce kaleme aldığı gazelindeki bu ifadeler hâlâ gönlümüzde bir karşılık bulmakta. Besteleri de türlü makamlarla dilimizde. Böylesine güçlü ifadeler, yaşanmadan anlatılamaz, anlatılsa da bu kadar güçlü ortaya konulamaz. Herhalde bunu “Cenâb-ı Allah’ın kapalı kapıları dostları için sonuna kadar açmasıyla” izah etmek mümkün olabilir. Yanmayan yakamaz, aydınlanmayan aydınlatamaz... Muhabbetullah ile yanan, Nûrullah ile aydınlanan bu eşsiz gönüllerden çıkan her bir kelime gönlümüzü yakmakta ve kalbimizi aydınlatmaktadır. “Sivâsîler Sempozyumu”na davet edilmek, Sivâsî ailesiyle alakalı olarak sahamız çerçevesinde bizlerin de katkı yapabileceğini düşündürdü. Bu meyanda Sivâsî ailesinden dîvanları olan kimseleri ve bilhassa bu dîvanlardan seçilmiş şiirlere yapılan besteleri tespit etmek istedik. Buna ek olarak dergâhın son temsilcisi Hüseyin Şemsi Güneren’in yaptığı bes- 391 392 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER teleri de listemize ekledik. Bu arada konumuz çerçevesinde sadece ilahi formunda yapılan besteleri dikkate aldık. Diğer yandan gönülleri titreten bu şiirleri, hâlâ gönülleri titreyen genç kardeşlerimizin besteleriyle yeniden işlediklerini de gördük. Bundan dolayı yeni bestelere de ulaşmaya çalıştık. Tebliğimizi yazarken kaynaklarda ve arşivlerimizde tespit e iğimiz en sağlıklı notalarıyla eski besteleri ve değerli bestekârlardan topladığımız yeni besteleri bir araya getirdik. Bu çerçevede 145 adet eser tespit e ik. Şemseddin Sivâsî’nin şiirlerine yapılmış 48, Abdülmecîd Sivâsî’nin şiirlerine 5, Abdülahad Nûrî’nin şiirlerine 48, Ahmed Sûzî’nin şiirlerine 23, Ahmed Rindî’nin şiirlerine 2 beste yapılmış olduğunu; bununla birlikte Hüseyin Şemsi Güneren’in değişik gü elere yaptığı 60 besteyi tespit e ik ve listemize dahil e ik. Musikinin insanoğlunun üzerinde ki inkar edilemez özelliği, tarih boyunca semavi veya gayr-i semavi, hak veya batıl tüm inanç sistemleri tarafından kullanılmıştır. Zira Beethoven’un ifadesiyle “müzik insanı Allah’a en ziyade yaklaştıran unsurdur ve bu açıdan tüm felsefelerin de üzerindedir”. Bu meyanda İslam tasavvufunun bilhassa cehri yani açıktan zikir yapan tariklerinde musiki ziyadesiyle ruhların tasfiyesi için kullanılmıştır. Musikinin ayrılmaz bir parçası olan şiir de bu konuda en önemli silah olmuştur. Zira dervişlere şiir vasıtasıyla hem tasavvuf hem tarikat hem adab öğretilmiş, hem de sufi gayretle harekete geçen ruhlar musiki ve şiirin etkisiyle daha coşmuş ve Cenab-ı Allah’a giden yollar kısalmıştır. Bu meyanda Sivâsî ailesinin şiirleri hem bu amaçlara hizmet ederken diğer yandan bu şiirlerde yaşadıkları dönemle ilgili izler de bulmak mümkün olmaktadır. Özellikle Kadızadeliler’le olan mücadele, şiirlere yansımış ve bilhassa bu şiirlerin bestelenmesiyle de eserler daha çok yayılma mimkanına kavuşmuştur. Mesela Şemseddin Sivâsî’ye ait Eyyühe’l münkirü hâlî (ey halimi inkar eden) Mâbedâlek mabedâlî (sana görünen ne ise bana görünen de odur) Lâtelümni ente hâlî (beni ayıplama) Veskınî hamre’l visâlî (bana vuslat şarabı sun)1 şiir buna en güzel örnektir. Bir diğer örnek: Mescid ile medreseyi ısmarladık zâhidlere Hakk’a ibâdet etmeye yeter bize meyhâneler Tarikata yeni giren birine yol göstermek kabilinden şu eser örnek olabilir: 1 Hüseyin Şemsi Güneren, Tasavvuf Musikisinde Sivâsî İlahileri, s.123. SİVÂSÎLER VE İLİM Ey gâfil uyan rıhleti nâgâhı unutma Yol korkuludur korkusu çok râhı unutma Mağrur olu ben devleti dünyâyı denîye Sakın yitirip dînini Allâhı unutma Hâlikden utan rızkını kuldan sakın umma Bil Rabbini errızku alâllâhı unutma Bu dârı fenâ içre hevâ yolları çokdur Şemsî yürü sen Hakka giden râhı unutma Tasavvuf yolunu en güzel anlatan bir diğer eser: Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan Kenz açılmaz şol gönülden tâ ki pür-nûr olmadan Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ide Hak Pâdişah konmaz saraya hâne ma’mur olmadan Hak cemâlin kâbesini kıldı âşıklar tavaf Yerde Kâbe gökyüzünde beyt-i ma’mur olmadan Bir aceb sevdâya düşmüş tutuşur Şemsî müdâm Hakk’a makbûl olmak ister halka menfûr olmadan Abdülahad Nuri ise bu yolu şu şiirlerle anlatmıştır: Tarîkat kurb-i Rahman’dır, bu meydan özge meydandır Hakîkat sırr-ı Sübhan’dır bu meydan özge meydandır Bu yol candan ferağ ister, ciğerde nice dağ ister Buna bir kalb-i sağ ister, bu meydan özge meydandır Bu meydanda satılır can, bu meydanda sorulmaz kan Olur her demde bin kurban, bu meydan özge meydandır Gelir meydana âşıklar, vücûdu aşka yanıklar Aceb münkir ne sayıklar, bu meydan özge meydandır Bu yolda Nûri serden geç, bu erkân içre sırlar aç Bu meydan içre kanlar saç, bu meydan özge meydandır2 Bu çerçevede diğer bir şiirinde Abdülahad Nuri şöyle demektedir: Tarîkat sırrını ayne ayân et, kerem et kullara yâ Hayy u Kayyûm Hakîkat hâlini keşf ü beyân et, kerem et kullara yâ Hayy u Kayyûm Esirge Nûri miskini İlâha, anın gönlünü yap lûtfinle şâha Fakîrindir kapında pâdişâha, kerem et kullara yâ Hayy u Kayyûm3 2 Abdülahad Nûri Dîvânı, s.262 3 Hüseyin Akkaya, Abdülahad Nûri Dİvânı, İstanbul 2003, s.298 393 394 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Bu aşkın nasıl olduğunu ise yine Şemseddin Sivâsî hazretleri şu şekilde anlaymaktadır: Biz ol uşşâk-ı ser-bâzız bize akl issi yâr olmaz Mey-i aşk ile sermestiz bize hergiz humâr olmaz Şarâb-ı aşkı çün içtik ferâgat mülküne göçtük Yanıp aşkıyla tutuştuk bize tehdîd-i nâr olmaz Diriyiz dâim ölmeyiz çürüyüp toprak olmayız Karanlık yerde kalmazız bize leyl ü nehâr olmaz Bizim gülşendeki güller açılır tâze solmazlar Şitâ olmaz bu gülşende zemistânı bahâr olmaz Kıyamazsan baş u câna ırak dur girme meydana Bu menzilde nice canlar baş oynar i’tibâr olmaz Bu dünyâ balına banma hayâlâtına aldanma Ebed bâkî kalam sanma fenâdır pâydâr olmaz Erişdi çün Şemsî’nin vücûdu katresi bahre Ne katre ayn-ı bahâr oldu ana ka’r u kenâr olmaz4 Sempozyum çerçevesinde Şemsiyye kolunun büyüklerinin hayatları etraflıca anlatılacağından dolayı, biz bu büyüklerin hayatlarından ziyade sahamız çerçevesinde bilhassa Türk Din Musikisi alanına yaptıkları katkılardan bahsetmek istiyoruz. Öncelikte tarikatın cehrî (sesli) zikir yapan bir kol olması hasebiyle musikiyi tarikatın her türlü ayin ve merasiminde kullandıklarını söylemek yerinde olacaktır. Bu meyanda gerek tarikat ayinleri ve zikirleri; gerek ramazan, hac, muharrem, mirac, kurban vb. gibi dini gün ve bayramlarda dergâhta icra edilen merasimlerde dini musikinin başta ilâhi olmak üzere salât, tevşîh, naat, durak gibi formlarının icra edildiğini tespit e ik. Bilhassa bu eserlerin gü elerinin dergâhın post-nişînlerinin divanlarından seçildiğini gördük. Bununla birlikte bu konuda katı bir durum sergilenmeksizin Yunus Emre, Eşrefoğlu gibi tasavvufî şiir yazan sûfîlerin şiirlerinin de çokça kullanıldığını görmekteyiz. Bu bilgilere ilave olarak özellikle Türk Musikisi’nin hemen bütün makam ve usûllerinin kullanılması, dergâhın musiki alanında ne kadar dirayetli olduğunu göstermesi bakımından oldukça dikkat çekicidir. Ayrıca hazretlerin gü elerine beste yapanlara göz atacak olursak; Türk Din Musikisi’nin en çok eser veren bestekarı Derviş Ali Şîrugani, Türk Musikisi’nin zirvesi olan Hammâmîzâde İsmail Dede Efendi, Hatip Zâkiri 4 Recep Toparlı, Şemse in Sivâsî Dîvanı, İstanbul 1984, s.64 SİVÂSÎLER VE İLİM Hasan Efendi, Dellâlzâde İsmail Efendi, Zekâi Dede gibi klâsik üstadların yanında cumhuriyet dönemi meşhur bestekarlarından Hüseyin Saade in Arel, Zekâizâde Ahmed Irsoy, Abdülkadir Töre, Muallim İsmail Hakkı Bey, Hüseyin Sebilci, Kemal Tezergil, Aslan Hepgür’ü görebiliriz. Bununla birlikte yaşayan bestekârlarımızdan Cüneyd Kosal, Erol Başara, Ahmet Hatiboğlu, Sadun Aksüt gibi üstadların Sivâsîler’in şiirlerini gü e olarak seçtiklerini; M. Hakan Alvan, Barış Demir, Adnan Üzülmez gibi genç bestekarların da bu konuda üstadların yolunda olduklarını zikretmek gerekir. Bu konuda Sivâsî ailesinin şiirlerinin bestelenme kolaylığı olması, şiirlerin aşkın gönüllerden çıkması, ifadelerin gücü ve samimiyeti doğrudan bestekarların ruh dünyasını sarmakta ve müzkal kompozisyonun daha kolay ortaya konmasını sağlamaktadır. Beste konusunda diğer bir tespitimiz ise şudur: Sivâsî ailesinin gü elerine yapılan besteler oldukça ağırbaşlı, sanatlı ve yüksek kalitede eserlerdir. Kanaatimizce şiirlerin kalitesi, ifade e ikleri yüce anlamlar ve bilhassa ruhaniyetleri, bu şiirlere alelade, basit besteler yapılmasına engel olan en önemli unsurlardır. Aynı zamanda şiirlerden mükerrer bestelenenlere baktığımızda; Şemseddin Sivâsî’ye ait olan “Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan” 9, “Göster cemâlin şem’ini” ve “Canan ilinin gülleri” 7 defa; Abdülahad Nûrî’ye ait olan “Ey şehr-i nüzûl-i sûre” 5, “Habibullah cihâne cân değil mi” 5, “Semâdan sırr-ı tevhidi” 5 defa; Abdülmecid Sivâsî’ye ait olan “Hadden aştı iştiyakın” ise 5 defa bestelendiğini görmekteyiz. Zaten Abdülmecid hazretlerine ait tek bu şiir bestelenmiştir. Tespit e iğimiz diğer bir konu ise dergâhta okunan bestelerin kulaktan kulağa intikal ederken zamanla deforme olduğudur. Zira deforme olan bu eserler, bir müddet sonra Hüseyin Şemsi Güneren kanalıyla gelmiş olması hasebiyle bestekar olarak kendisi zikredilmiştir. Mesela Dede Efendi’nin rast makamında bestelediği ve sofyan usûlüyle ölçtüğü “aşkınla cihan beste” isimli eser, bazı kaynaklarda küçük melodik değişikliklerle birlikte Hüseyin Şemsi Güneren’in bestesi olarak kaydedilmiştir. Bunlara ek olarak araştırmamızın son sa asında aziz dostum Alim Yıldız’ın yardımlarıyla Süleymaniye Kütüphanesi’nde kayıtlı Şemseddin Sivâsî’ye ait bir dîvanın dijital kayıtları elimize ulaştı. Bu eserde bazı şiirlerin kim tarafından ve hangi makamda bestelendiğine dair bilgiler yazıldığını tespit e ik. Bu çerçevede mesela segâh makamında “Ey gâfil uyan rıhlet-i nâgâhı unutma” isimli eserin Ali Şîrugani Dede tarafından değil, Hammâmizâde İsmail Dede Efendi tarafından bestelendiğini; saba makamında “Cemâlin nuruna nisbet-i cihan şemsî değil” isimli bestekârı 395 396 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVÂSÎLER VE İLİM bilinmeyen eserin Derviş Ali Şîrugani Dede’ye ait olduğunu tespit e ik ve listelerimizi yeniledik.5Aşağıda listesini vereceğimiz şiirlerin kimler tarafından hangi makamlarda bestelendiğine dair bilgiler elde e ik. Bununla birlikte tüm araştırmalarımıza rağmen bu eserlerin notalarına maalesef ulaşamadık: “Cümle âlem âşina ben arada bîgâneyim”, Dede Efendi, Muhayyer; “Ey fahr-i cihan hâce-i kevneyn-i müzekkâ”, Dede Efendi, Rast; “Hüdâvendâ şu alemde”, Nazmi Efendi, Aşiran; “Yâ Rab lisanımda ezkârımı aşk eyle”, Nazmi Efendi, Rehâvi; “Mecnun olalı gönlüm Leyla haberin söyler”, Dede Efendi, Evc-Gerdaniye; “Düşüp derdine Mevlanın kodum bu akl ü idrâkimi”, Derviş Mustafa, Çargâh; “Biz ol uşşâk-ı serbâzız”, Dede Efendi, Rahatülervah.6 Burada zikretmemiz hasebiyle adı geçen eserleri listemize dahil etmedik. Usûl Beskekâr Gü enin ilk satırı Makam Usûl Beskekâr Gü e sâhibi Aşkınla cihan beste Rast Sofyan H. Şemsi Güneren Abdülahad Nûri Aşkınla cihan beste Rast Düyek H.ZâkirîHasan Ef. Abdülahad Nûri Bağ-ı cemâle çün erem Z.Hicaz Düyek Hacı Fâik Bey Abdülahad Nûri Ben lâ-mekândan gelmişim Uşşak Sofyan H. Şemsi Güneren Ahmed Sûzî Benim ol aşk bahrîsi Maye Sofyan H. Şemsi Güneren Yunus Emre Biz ol uşşâk-ı serbâzız Hüzzam Sofyan Aslan Hepgür Gü e sâhibi Şemseddin Sivâsî Mâhur Nîm Sofyan Aslan Hepgür Şemseddin Sivâsî Gü enin ilk satırı Makam A gönül n’eylersin Hüseynî Sofyan H. Şemsi Güneren Hakîkî Biz ol uşşâk-ı serbâzız Sofyan - Tâhir Düyek H. Şemsi Güneren Ahmed Sûzî Biz ol uşşâk-ı serbâzız Rast Aceb kavgaya dûş oldum Şemseddin Sivâsî Bestenigâr Aceb ol ruhleri gül Sabâ Yürüksemâî H. Şemsi Güneren Abdülahad Nûri Biz ol uşşâk-ı serbâzız Durak Evferi H. Sâdeddin Arel Şemseddin Sivâsî Serbest Sengin Semâî H. Şemsi Güneren Fazlı ve Sakıb H. Şemsi Güneren Ahmed Sûzî Sabâ Bu genc-i dilde e ârım Hüseynî Aceb ol ruhleri gül Sofyan Yürüksemâî - - H. Şemsi Güneren Ahmed Sûzî - Bu gönül mürg-i zâr eyler Evc Allâhümme salli alâ (Salavat) Bu nâsut içre Hüseynî Müsemmen Andım yine ol bezmi Rahatfezâ Durak Evferi H. Sâdeddin Arel Şemseddin Sivâsî H. Şemsi Güneren Abdülahad Nûri Hicaz Yürüksemâî H. Şemsi Güneren Ahmed Sûzî Cânân elinin güllerinin bağı Besteısfahan Sofyan Aşk ile bîgâne olmuş M. Hakan Alvan Şemseddin Sivâsî Nîm Sofyan Kemal Tezergil Uşşak Sofyan H. Şemsi Güneren Yunus Emre Cânân elinin güllerinin bağı Bestenigâr Aşkın bezirgânı Şemseddin Sivâsî Düyek - Bestenigâr Sofyan Zeki Altun Abdülahad Nûri Cânân elinin güllerinin bağı Gülizar Aşkın meyine kanmış Şemseddin Sivâsî Düyek - Mâye Sofyan Cüneyd Kosal Abdülahad Nûri Cânân elinin güllerinin bağı Gülizar Aşkın meyine kanmış Şemseddin Sivâsî Sofyan Rast Sofyan Dede Efendi Abdülahad Nûri Cânân elinin güllerinin bağı Hüseynî Aşkınla cihan beste H. Şemsi Güneren Şemseddin Sivâsî Cânân elinin güllerinin bağı Karcığar Sofyan H. Şemsi Güneren Şemseddin Sivâsî Cânân elinin güllerinin bağı Muhayyer Yürüksemâî Kalender Şemseddin Sivâsî Cânâne candan âşık ol Uşşak Yürüksemâî - Abdülahad Nûri 5 Şemseddin Sivâsî, Divan-ı Şemsi, Süleymaniye Kütüphanesi, H.Şemsi-F. Güneren Bölümü, no 12, vr. 1b, 8a. 6 Şemseddin Sivâsî, Divan-ı Şemsi, Süleymaniye Kütüphanesi, H.Şemsi-F. Güneren Bölümü, no 12, 1b, 5a, 10a, 12a, 13a, 17b, 19a, 20a. 397 398 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVÂSÎLER VE İLİM Gü enin ilk satırı Makam Usûl Beskekâr Gü e sâhibi Gü enin ilk satırı Makam Usûl Beskekâr Gü e sâhibi Cânımın cânânı Hû’dur Hüseynî Sofyan H. Şemsi Güneren Abdülahad Nûri Ey gafil uyan rıhlet-i nâgâhı Segâh Sofyan H.İsmail Dede Ef. Şemseddin Sivâsî Cebrâilim selâm söyle dostuma Bayâtî Sofyan H. Şemsi Güneren Yunus Emre Ey gönül efsâne gönül Uşşak Sofyan H. Şemsi Güneren Ahmed Sûzî Cemâlin nûruna nisbet cihan Sabâ Durak Evferi Ali Şîruganî Şemseddin Sivâsî Ey kerem kânı Gerdâniye Sofyan Barış Demir Abdülahad Nûri Cemâlin nûrunu âşıklarına Segâh Sofyan Aslan Hepgür Abdülahad Nûri Ey şehr-i nuzûl-i sûre Acemaşîrân Düyek Abdülkadir Töre Abdülahad Nûri Coşkun sular gibi Uşşak Sofyan H. Şemsi Güneren Ahmed Sûzî Ey şehr-i nuzûl-i sûre Evc Düyek İsmail Hakkı Bey Abdülahad Nûri Cümle âlem âşinâ Rast Durak Evferi H. Sâdeddin Arel Şemseddin Sivâsî Ey şehr-i nuzûl-i sûre Hüseynî Sofyan - Abdülahad Nûri Çün şevkin bana âşinâ düştü Bayâtî Sofyan H. Şemsi Güneren Ahmed Sûzî Ey şehr-i nuzûl-i sûre Sabâ Raks Aksağı - Abdülahad Nûri Derdin ne behey âşık Hüzzam Nîm Sofyan Ş. Sinan Ef. Şemseddin Sivâsî Ey şehr-i nuzûl-i sûre Uşşak Sofyan - Abdülahad Nûri Derviş olan kişiler Nevâ Aksaksemâî H. Şemsi Güneren Yunus Emre Ey şemsi’d-duhâ Maye Sofyan H. Şemsi Güneren Müridoğlu Efendim senin yoluna Hüseynî Sofyan H. Şemsi Güneren Yunus Emre Eyyühe’l-münkirü hâli Muhayyer Düyek H. Şemsi Güneren Şemseddin Sivâsî Ehl-i zikr olanı tayib edenler Karcığar Devrihindî H. Şemsi Güneren Ahmed Sûzî Gel geçelim bu dünyâdan Çargâh Nîm Sofyan H. Şemsi Güneren Ahmed Sûzî El benimçün seni sarmış biliyor Ferahfezâ Ağıraksak İsmail Dede Ef. Şemseddin Sivâsî Gel terk eyle dünyâyı Karcığar Sofyan H. Şemsi Güneren Ahmed Sûzî Eser aşkın yeli Hüseynî Nîm çember H. Şemsi Güneren Abdülahad Nûri Geldim sûzâne şem-i pervâne Hüseynî Sengin Semâî H. Şemsi Güneren Ahmed Sûzî Estağfirullah (istiğfar) Çargâh Sofyan H. Şemsi Güneren Geldin geri gider misin Acema-şîrân Düyek Ahmed Irsoy Abdülahad Nûri Ey beni aşk ateşiyle yandıran Uşşak Evsat Ş. Ahmed Ef. Abdülahad Nûri Geldin geri gider misin Mâhur Düyek Sâdun Aksüt Abdülahad Nûri Ey bülbül diyârın kandedir Hümâyun Müsem-men H. Şemsi Güneren Niyâzî-i Mısrî Gönlümüz her an sendedir Karcığar Devr-i Revan H. Şemsi Güneren Abdülahad Nûri Ey dil bize ver bir haber Hüseynî Türk-i Darb - Abdülahad Nûri Gönül pür-yâredir Nevâ Sofyan H. Şemsi Güneren Şemseddin Sivâsî Ey dil bize ver bir haber Hüseynî Düyek İsmail Hakkı Bey Abdülahad Nûri Gönül senden peyâm-ı yâri özler Sabâ Curcuna A. Hakkı Turabi Abdülahad Nûri Ey dil bize ver bir haber Karcığar Sofyan C. Enes Ergür Abdülahad Nûri Göster cemâlin şem’ini Maye Devr-i Kebîr H. Şemsi Güneren Şemseddin Sivâsî Ey gafil uyan rıhlet-i nâgâhı Nikriz Durak Evferi H. Sâdeddin Arel Şemseddin Sivâsî Göster cemâlin şem’ini Sabâ Sofyan S. Eyyubî Işıksal Şemseddin Sivâsî 399 400 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVÂSÎLER VE İLİM Gü enin ilk satırı Makam Usûl Beskekâr Gü e sâhibi Gü enin ilk satırı Makam Usûl Beskekâr Gü e sâhibi Göster cemâlin şem’ini Segâh Devrihindî - Şemseddin Sivâsî İnile ey dertli gönül Bayâtî Düyek H. Şemsi Güneren Niyâzî-i Mısrî Göster cemâlin şem’ini Segâh Nîm Sofyan - Şemseddin Sivâsî Kapuna geldi âsîler şefâat Maye Oynak H. Şemsi Güneren Şemseddin Sivâsî Göster cemâlin şem’ini Tâhir Sofyan H. Şemsi Güneren Şemseddin Sivâsî Kılsan n’ola bülbül Karcığar Yürüksemâî H. Şemsi Güneren Müridoğlu Göster cemâlin şem’ini Uşşak Düyek - Şemseddin Sivâsî Kim ki derer bu gülşenin lâlesini Hüseynî Yürüksemâî H. Şemsi Güneren Şemseddin Sivâsî Göster cemâlin şem’ini Hüseynî Sofyan - Şemseddin Sivâsî Kişver-i ten içre Sabâ Müsem-men - Abdülahad Nûri Günc-i gamda rûz ü şeb dil Ferahnâk Ağıraksak Dellalzâde İsmail Şemseddin Sivâsî Kûy-i Hakk’a varmışım ben Hüseynî Sofyan H. Şemsi Güneren Ahmed Sûzî Habîbullah cihâne cân değil mi Nikriz Düyek M. Hakan Alvan Abdülahad Nûri Lûtfeyle sabâ Hüseynî Sofyan H. Şemsi Güneren Müridoğlu Habîbullah cihâne cân değil mi Sabâ Aksak Nikabi Ömer ağa Abdülahad Nûri Mecnûn olalı gönlüm Bayâtî Sofyan H. Şemsi Güneren Şemseddin Sivâsî Habîbullah cihâne cân değil mi Sultâniyegâh Düyek Ahmed Gölge Abdülahad Nûri Medhûş olmuşum Uşşak Sofyan H. Şemsi Güneren Ahmed Sûzî Habîbullah cihâne cân değil mi Sûzidil Düyek M. Hakan Alvan Abdülahad Nûri Mekke yurdun Medîne Bayâtî Sofyan H. Şemsi Güneren Şemseddin Sivâsî Habîbullah cihâne cân değil mi Vech-i dil Düyek M. Hakan Alvan Abdülahad Nûri Minnet Hüdâ’ya şükür atâya Hüseynî Aksak H. Şemsi Güneren Yunus Emre Hadden aştı iştiyâkın Acem Düyek Zekâî Dede Abdülmecid Siv. Nice bir yatarsın uyanmaz mısın Hüseynî Devrihindî H. Şemsi Güneren Yunus Emre Hadden aştı iştiyâkın Bayâtî Düyek Ahmed Çelebi Abdülmecid Siv. N’oldu yine zâre düştün Isfahan Sofyan H. Şemsi Güneren Ahmed Sûzî Hadden aştı iştiyâkın Besteısfahan Devr-i Revan Cüneyd Kosal Abdülmecid Siv. Nûş edenden câm-ı aşkı Yegâh Durak Evferi H. Sâdeddin Arel Ahmed Sûzî Hadden aştı iştiyâkın Hicaz Sofyan - Abdülmecid Siv. On bir aylık yoldan gelir Acemkürdî Düyek Abdüllkadir Töre Abdülahad Nûri Hadden aştı iştiyâkın Hüseynî Sofyan - Abdülmecid Siv. Pervâneyim şem’i yâre Bayâtî Sofyan H. Şemsi Güneren Ahmed Sûzî Halvetî’nin aşkı çoktur Segâh Sofyan H. Şemsi Güneren Ahmed Sûzî Sana cânân gönül hayrân Karcığar Curcuna H. Şemsi Güneren Ahmed Sûzî Hayrân olurum ey dost Bayâtî Sofyan H. Şemsi Güneren Ahmed Sûzî Semâdan sırrıtevhîdi Gerdâniye Aksaksemâî Ahmed Gölge Abdülahad Nûri Hüdâvendâ şu âlemde Hüseynî Sofyan H. Şemsi Güneren Şemseddin Sivâsî Semâdan sırrıtevhîdi Hicaz Sofyan Taşkın Savaş Abdülahad Nûri İki cihan sultânının Hümâyun Sofyan H. Şemsi Güneren Yunus Emre Semâdan sırrıtevhîdi Rast Devrihindî Hüseyin Sebilci Abdülahad Nûri 401 402 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVÂSÎLER VE İLİM Gü enin ilk satırı Makam Usûl Beskekâr Gü e sâhibi Gü enin ilk satırı Makam Usûl Beskekâr Gü e sâhibi Semâdan sırrıtevhîdi Şehnaz Düyek Tâhir Karagöz Abdülahad Nûri Vasıl olmaz kimse Hakk’a Uşşak Sofyan Hüseyin Sebilci Şemseddin Sivâsî Semâdan sırrıtevhîdi Uşşak Devr-i Kebîr Çalakzâde Mustafa Abdülahad Nûri Vâsıl olmaz kimse Hakk’a Bestenigâr Sengin Semâî Adnan Üzülmez Şemseddin Sivâsî Sende doğmuştur Muhammed Hüzzam Semâî Bekirzâde Hüseyin Abdülahad Nûri Vâsıl olmaz kimse Hakk’a Gülizar Düyek Ali Şîruganî Şemseddin Sivâsî Sende doğmuştur Muhammed Irak Semâî - Abdülahad Nûri Vâsıl olmaz kimse Hakk’a Hicaz Düyek Halit Pekçetin Şemseddin Sivâsî Sende doğmuştur Muhammed Rast Sofyan Sâdun Aksüt Abdülahad Nûri Vâsıl olmaz kimse Hakk’a Mâhur Devrihindî H. Şemsi Güneren Şemseddin Sivâsî Sensin bize bizden yakın Acem Serbest H. Şemsi Güneren Yunus Emre Vâsıl olmaz kimse Hakk’a Sabâ Sofyan - Şemseddin Sivâsî Sevdâ-yı hayâlinle Hüseynî Sofyan H. Şemsi Güneren Ahmed Sûzî Vâsıl olmaz kimse Hakk’a Segâh Düyek Zeki Altun Şemseddin Sivâsî Sevdâ-yı hayâlinle Nevâ Sofyan H. Şemsi Güneren Ahmed Sûzî Vâsıl olmaz kimse Hakk’a Uşşak Düyek B. Sıtkı Sezgin Şemseddin Sivâsî Severim ben seni Bayâtî Sofyan H. Şemsi Güneren Yunus Emre Vâsıl olmaz kimse Hakk’a BesteIsfahan Durak Evferi H. Sâdeddin Arel Şemseddin Sivâsî Şems Şuâiyle çekinmiş nikab Şehnaz Yürüksemâî H. Şemsi Güneren Ahmed Sûzî Yâ Resûlallah cemâlin gün gibi Hicaz Evsat Selânikli Ahmed Abdülahad Nûri Şol dem gördüm dîdârını Eviç Sofyan Ahmet Hatiboğlu Şemseddin Sivâsî Yâ Resûlallah kaçan Müstear Evsat Ş. Kemal Efendi Abdülahad Nûri Şol dem gördüm dîdârını Segâh Nim Sofyan Erol Başara Şemseddin Sivâsî Yanarım her dem âteş-i aşka Çargâh Sofyan H. Şemsi Güneren Şeyhoğlu Tahrîr-i nokta-i aşk Nevâ Yürüksemâî H. Şemsi Güneren Abdülahad Nûri Yanmaktan usanmazam Hüseynî Yürüksemâî - Abdülahad Nûri Tâlib-i Hak olup derde düşenler Bayâtî Sofyan H. Şemsi Güneren Şemseddin Sivâsî Zahmime merhem dilersen Hüseynî Sofyan H. Şemsi Güneren Şemseddin Sivâsî Tâlib-i Hak olup derde düşenler Uşşak Sofyan H. Şemsi Güneren Şemseddin Sivâsî Tarîkat kurb-i Rahman’dır Segâh Curcuna Cüneyd Kosal Abdülahad Nûri Tarîkat kurb-i Rahman’dır Uşşak Yürüksemâî - Abdülahad Nûri Tarîkat sırrını ayne ayân et Uşşak Yürüksemâî - Abdülahad Nûri Terk-i cihân eylemeyen n’eyledi Sûznâk Yürüksemâî Erol Başara Şemseddin Sivâsî 403 404 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SONUÇ VE DEĞERLENDİRME SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Aynaya Bakmak: Şemseddin Sivâsî’nin İzinde Tarihi Yeniden Okumak Prof. Dr. BİLAL KEMİKLİ ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ Tarih, özellikle de kültür tarihi, esası itibariyle aynaya bakma imkânı veriyor. Aynaya bakıyoruz, orada suretimizi görüyoruz. Bize görünen o suret, ne bizim kendimiz, ne de gayrımız. Bir yansıma... Ancak bu yansımayla kendimize çeki düzen veriyor, kendimizi tanıyor, kendimiz hakkında bir kanaat ediniyor, bir bakışa, bir görüşe ve bir duyuşa sahip oluyoruz. Tarih, bir dönemin yaşanmışlıkları... Orada sevinçler, tasalar, kaygılar, umutlar, başarılar ve hezimetler saklı. Orada eserler, kelam, söz ve mana var. Adeta parçalanmış bir resim var; tarihçi, kayıtlardan, belgelerden, satır aralarından ve anlatıla gelen efsaneden yola çıkarak o resmi tamamlamak için çabalıyor. Burada, Sivâsîleri esas alan bu sempozyumda, her ne 405 406 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER kadar Şemseddin Sivâsî ve ahfâdını konu edinsek de, özü itibariyle bir şehri ve bu şehrin kültür tarihindeki yerini konuştuk. Tarih aynasından 16 ve 17 yüzyılının Sivas’ının ve oradan İstanbul’a intikal ederek payitahtın resmini görmeye çalıştık. Özellikle ilk oturum, bize büyük resmi gösterdi. Bu resimden bendenizin çıkarımı şudur: Sivas, ilim ve irfan şehridir. Evet, Sivas ilim ve irfan şehridir. Bu çıkarımı önemsiyorum; zira Sivas’ı sadece birkaç saz şairinin şehri olarak lanse edenler var. Şiir şehri yahut kültür şehri diyoruz. Bunlar elbe e önemli; ama o kültüre hayat veren, o sözü ve sanatı besleyen asıl kaynağı, ilim ve irfan hayatına özellikle atı a bulunmak lazımdır. Şunu arzuluyor gönlüm: Sivas’ın medreselerini, bu medreseleri besleyen vakıfları ve buralarda kurulan kütüphaneleri esas alan çalışmalar yapılsa... İlim tarihimiz açısından bu çalışma çok önemli bir boşluğu dolduracaktır. Zira Sivas, Selçuklu döneminde bir geçiş yeridir. Anadolu’yu mayalayan bilge şahsiyetler, ilim ve sanat adamları Sivas’a da uğradılar. Acaba onların burada izleri nelerdir? Acaba onlar hangi medresede, hangi zaviyede veya dergâhta misafir edildi? Bir araştırılsa... Mesela İbn-i Arabî Sivas’a uğradı. Bunu biliyoruz; Cağfer Karadaş bu hususta daha evvel kısa bir makale yazmıştı. Peki, ama Sivas’ta nerede kaldı? Burada ders oku u mu? Kimlerle sohbet e i? Bunların peşinde olmak gerekiyor. Elbe e sadece medreseler değil, tekkeler de özellikle çalışılmalı. Bu konuda Bursa çok şanslı, Bursa medreseleri, tekkeleri, hanları çalışma konusu ediliyor, tezler hazırlanıyor. Fakat bu çalışmaların benzeri, neden Sivas için de düşünülmesin? Bu sempozyum, büyük oranda bu “nedene” cevap verecek mahiye edir. Umuyorum ki, benzeri çalışmalar devam e ikçe, o unu uğumuz yahut kaybe iğimiz resmi bulmuş olacağız. Sivâsî’ler Sempozyumu bendenizin çok eski bir rüyasıydı. Birkaç yıl önce İstanbul’daki Sivaslılar bendenizi bir konferansa davet etmişlerdi. Gi im ve orada 17.yüzyılda İstanbul’a gelen Sivâsî Ailesi’nin İstanbul kültür ve ilim hayatına yaptığı katkıları anla ım. Orada temel niyetim şu soruyu sormaktı: 16 yüzyılda İstanbul’a gelen Sivaslı bir aile, şehrin ilim, kültür, irfan ve sanat hayatına bu denli etki ediyor; peki 20. yüzyılda İstanbul’da yaşayanlar ne yapıyor? Bu temel sorudan yola çıkarak orada şunları da sordum: Şehrin ilim hayatında neredesiniz? Sanat hayatında neredesiniz? Kültür ve irfan hayatına bir katkınız var mı? Bu konuda bir çabanız var mı? Bu soruyu bugün burada Sivas’taki hemşerilerimize de sormamız lazım. Sormalıyız, zira Çerkezin Kahvehane’de veyahut Taşhan’da çay içip sohbet etmekle, siyasi eleştiriler ve her şeye muhalefet etmekle terakki SONUÇ VE DEĞERLENDİRME edemiyoruz. Oturup çalışmak, sevdalanmak, gayret etmek gerekiyor. Bendeniz, rüyamı yani Sivasiler Sempozyumu hayalimi İstanbul’daki hemşerilerimize Eyüp Belediyesi’nin yetkililerine açtım. Lakin bu rüyayı hayra yormak değerli ilim ve sanat adamı Doç. Dr. Âlim Yıldız’a nasip oldu... O bunu hem tabir e i ve hem de Temel Karamollaoğlu Beyefendiyi bu tabire ortak e i. Kemal İbn Hümam’ın adını yaşatan ve Sivas’i ilim şehrine dönüştürme niyetinde olan bu güzide Vakıf, mütevazı, ama oldukça anlamlı ve tesiri daha sonraki dönemlerde de devam edecek olan bu ilmi toplantıyı düzenledi. Açılış konferansından başka, beş oturum oldu... Tarih, iktisat tarihi, kültür tarihi, edebiyat, tasavvuf, hadis, kelam, fıkıh, sanat tarihi ve musiki gibi farklı disiplinlerin penceresinden Sivâsî Ailesi’nin tarihine bakma imkânımız oldu. Fakat bazı eksiklikler kaldı... Her güzel işte olduğu gibi, bunda da bir eksiklik var. Bir nazarlık gibi... Nedir bu eksiklik? Sivâsî Ailesi’nin vakıfları. Vakfiyeleri bir arkadaşımız, arşiv uzmanlarından Salih Şahin bey araştırdı. Bir vakfiyeye ulaşamadı... Ama gerek onların Osmanlı Arşivlerinde ve gerekse bendenizin bir arkadaşımızdan rica ederek Vakıflar Arşivi’nden temin e iğim bazı belgeler var. Vakfiye metni yahut zeyline henüz ulaşılamamıştır; ama eldeki bu belgeler de bir tebliğ konusu olabilirdi. Bu belgelerden bir değil birkaç vakfın olduğunu öğreniyoruz. Yapılan çeşmeler, tekkedeki tamirler, tesis edilen kütüphanelerden söz ediliyor. Demek ki, geride bakir bir değil birkaç konu kaldı: Sivâsîlerin vakıfları, Eyüp’teki ve Sivas’taki tekkenin harcamaları, postnişinlerin katkıları, tesis edilen kütüphaneler, dergâhta okunan kitaplar... Bu konular yeni araştırmalara kapı açacak ve tarih aynasına bakmaya devam edeceğiz. Eyüp’teki Tekke’den ve Sivas’taki Dergâh’tan geriye kalanları konu edinen tebliğler dinledik. Dinlerken, belki şunu sorduk: Tarihin bize bıraktığı resmi ne kadar koruyoruz? Bizler kültürel mirası hoyratça kullanıyoruz; açıkça söyleyeyim, miras yediyiz, tüketiyoruz, bitiriyoruz. Bu aileden geriye başka bir şey kalmadı mı? Vakıf mülkü ne oldu? Mezar taşları, kütüphaneler ve diğer maddi kültür varlıkları... Bunların izini de sürmek lazım. Her halükarda, bugün Şemseddin Sivâsî’nin izinde giderek tarihi yeniden okuma imkânımız oldu. Aynamız kırık da olsa, geriye dönüp bakmaya, bizi biz eden temel değerleri düşünmeye, şehrin kültür ve irfan hayatını mayalayan şahsiyetleri tanımaya çalıştık. Bu bakımdan hazırladıkları tebliğlerle bizleri aydınlatan değerli ilim adamlarına ve bu ortamı hazırlayan kişi ve kurumlara minne arız. 407 408 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SONUÇ VE DEĞERLENDİRME birkaç cümleyle de olsa bilgi vermek isterim. PROF. DR. OSMAN TÜRER KİLİS 7 ARALIK ÜNİVERSİTESİ, MUALLİM RİFAT EĞİTİM FAKÜLTESİ Teşekkür ederim Sayın Başkan. Muhterem hocalarım, çok kıymetli Sivas’lı dostlar ve sevgili misafirler. Sözlerime başlamadan önce hepinizi saygı ve muhabbetle selâmlıyorum. Böylesine güzel ve anlamlı bir programa bendenizi de davet ederek sizlerle birlikte olmama vesile olan organizasyon yetkililerine huzurunuzda şükranlarımı arz ederim. Efendim, dün akşamdan beri çok güzel, verimli ve bereketli bir gün yaşadık. Sempozyum’un başlangıcında muhterem Prof. Dr. Süleyman Uludağ hocamızın anlamlı ve doyurucu konuşmasının ardından, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Musikisi Korosu’nun sunduğu nefis konserin, doğrusu tadı damaklarımızda kaldı. Kıymetli sanatçılarımıza çok teşekkür ederim. Bugün de sabahtan beri biri birinden güzel tebliğleri zevkle dinledik. Bendeniz kendi adıma bu tebliğlerden çok faydalandığımı belirtmek isterim. Bu tebliğleri dinleyince, hakkında bir hayli bilgi sahibi olduğumu sandığım Sîvasî ailesi hakkında bilmediğim pek çok şey olduğunu fark e im. Sempozyuma tebliğleriyle çok değerli katkılarda bulunan kıymetli ilim ehli meslektaşlarımı tebrik eder, kendilerine şükranlarımı arz ederim. Tebliğleri izlerken, kendi kendime “bu sempozyuma ben de bir tebliğle katkıda bulunabilsem iyi olurmuş” diye düşündüm. Çünkü benim de doktora çalışmam, Gerek Sîvasî ailesi, gerekse Şemsiyye-i Halvetiyye silsilesi hakkında en önemli kaynaklardan biri olan, Muhammed Nazmî Efendi’nin (ö. 1701) Hediyteü’l-İhvân adlı eseriyle ilgiliydi. Böyle bir sempozyumda, bir tebliğle bu önemli eseri ve yazarını tanıtmam, mutlaka faydalı olurdu. Maalesef yoğun meşguliyetim sebebiyle buna fırsat bulamadım. Yine de, muhterem Başkan’ın izni olursa, bu vesileyle, sahayla ilgilenen meslektaşlarımın yakından tanıdıkları bu eser ve yazarı hakkında Efendim, Trabzon asıllı bir aileye mensup olan ve İstanbul’da doğup yaşayan Muhammad Nazmî Efendi, Abdülehad-ı Nûrî Efendi’nin terbiyesinde yetişen ve vefatından sonra makamında post-nişîn olan bir şeyh efendidir. Yani Sivâsî ailesinin “bel evlâdı” değilse bile “yol evlâdı”ndan olan bir za ır. Öyle ki, Abdülehad-ı Nûrî Efendi’nin vefatından sonra, seyrü sülûkünü Abdülmecîd-i Sîvasî’nin ruhaniyetine tabi olarak ikmal edecek kadar Sîvasîler’e bağlıdır. Aynı zamanda Dîvân sahibi bir şair olan ve Mesnevî’nin I. cildini nazmen tercüme eden Nazmî Efendi’nin, seksen yıla yakın ömrünün sonlarında yazdığı, en geniş ve yegane mensur eseri olan Hediyteü’l-İhvân ise, Abdülehad-ı Nûrî Efendi’yi ve onun silsilesini oluşturan altı şeyhi konu alan bir eserdir. Bu zatlar şunlardır: Nûrî Efendi’den geriye doğru sırasıyla, Abdülmecîd-i Sîvasî, Şemmseddîn Ahmed-i Sîvasî, Abdülmecîd-i Şirvanî, Şahkubâd-ı Şirvanî, Muhammed-i Rukıyye ve Yûsuf-ı Mahdûm. Bilindiği üzere bu zatın da şeyhi Seyyid Yahyâ-yı Şirvanî’dir. Nazmî Efendi, bu zatlardan en çok da Abdülehad-ı Nûrî, Abdülmecîd-i Sîvasî ve Şemmseddîn Ahmed-i Sîvasî üzerinde durmaktadır. Bu demektir ki, Receb Efendi’nin Şemmseddîn Ahmed-i Sîvasî’nin menakıbı hakkında yazdığı Necmü’l-Hüdâ bir tarafa bırakılırsa, bu eser, Sîvasî ailesi hakkında yazılmış olan en önemli ve kapsamlı kaynak durumundadır. Her ne kadar burada bir tebliğle tanıtma imkânım olmadıysa da, bu konuda yaptığım doktora çalışmasının bir hayli gecikmeyle de olsa, Hediyteü’l-İhvân’ın metniyle birlikte neşredilmiş olduğunu burada memnuniyetle belirtmek isterim (Mehmed Nazmî Efendi, Osmanlı’da Tasavvufî Hayat – Halvetîlik Örneği – (Hediyyetü’l-İhvân), Hazırlayan: Osman Türer, İnsan Yayınları, İstanbul, 2005). Konuyla ilgilenenlerin bu çalışmadan istifade etmesi mümkündür. Muhterem dinleyenlerim, Nazmî Efendi ve eseri hakkında bu kadar bilgi verdikten sonra, sempozyum hakkında genel bir değerlendirme yapacak olursam, şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, bu sempozyum oldukça başarılı geçmiş ve amacına ulaşmıştır. Tebliğlerin hepsinin aynı salonda sunulması ve izleyicilerin bütün tebliğleri dinleme fırsatı bulması, plânlama açısından takdire şayan bir husustur. Yapılan oturumların sonunda dinleyicilere soru sorma fırsatı verilememiş olması bir eksiklik gibi görülse de, zaman darlığı olması ve çay aralarında ikili sohbetlere fırsat verilmiş olması, bu eksikliği telafi etmiştir diye düşünebiliriz. Bendeniz, organizasyonda bir eksiklik görmediğim gibi, gayet başarılı bir sempozyum gerçekleştirildiğini söyleyebilirim. Doğrusunu söylemek gerekirse, şahsen tenkitçi bir alışkanlığa da sahip değilim. 409 410 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SONUÇ VE DEĞERLENDİRME Olaylarda ve insanlarda hep güzel tarafları görmek gibi bir huyum var. Bunda, yıllarca tasavvufî kültür ve neşveyi anlatan eserlerle haşir-neşir olmanın da etkisi olduğunu ifade etmeliyim. Bu tür konular gündeme geldiğinde hep, Alvarlı Efe diye meşhur olan Erzurum’lu Muhammed Lutfî Efendi’nin şu beytini hatırlarım: “Muhabbetle nazar her bir uyûbu setr eder görmez, Adâvetle nazar kemlikleri ifşâ eder durmaz.” Sözlerimi belki biraz uza ım. Diğer konuşmacıların hakkını gasbetmiş olmayayım ve sizlerin de sabrınızı zorlamayayım. Böyle anlamlı bir sempozyumu tertip ederek bizleri bir araya getiren ve dostlarla birlikte çok güzel, muhabbetli ve bereketli günler geçirmemize vesile olan, muhterem Bakanımız Temel Karamollaoğlu Beyefendi başta olmak üzere, Sivas Kemal İbnu Hümâm Vakfı yetkililerine, tertip heyeti başkanı Doç. Dr. Alim Yıldız’a ve emeği geçen herkese tekrar çok teşekkür eder, hepinize saygılar sunarım. PROGRAM AÇILIŞINDAN BİR GÖRÜNTÜ VAKFIMIZ MÜTEVELLİ HEYET BAŞKANI TEMEL KARAMOLLAOĞLU AÇILIŞ KONUŞMASI YAPARKEN 411 412 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SONUÇ VE DEĞERLENDİRME SİVAS BELEDİYE BAŞKANI DOĞAN ÜRGÜP KONUŞMA YAPARKEN SİVASİ İLAHİLERİ KONSERİNDEN SİVAS VALİSİ ALİ KOLAT KONUŞMA YAPARKEN SEMPOZYUM KATILIMCILARI İLE ŞEMSEDDİN SİVASİ TÜRBESİ ZİYARETİ 413 414 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SONUÇ VE DEĞERLENDİRME SEMPOZYUM OTURUMLARINDAN SEMPOZYUM HEYETİ ŞEMSİ SİVASİ YURDU ÖNÜNDE SEMPOZYUM OTURUMLARINDAN SEMPOZYUM HEYETİ 415 416 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SİVAS KEMAL İBN-İ HÜMAM VAKFI SİVAS KEMAL İBN-İ HÜMAM VAKFI ANA GAYEMİZ Cenab-ı Hakk>ın rızasına nail olmak. Bunun için bu hedefi gözeten insanlardan oluşan bir toplum meydana getirebilmek. Birbirlerine karşı sevgi ve saygı besleyen, birbirlerinin hakkına riayet eden, hakkı üstün tutan, vefakâr, sadık, fedakâr ve gayretli, çalışkan bir toplum meydana getirmek. MİSYONUMUZ Milli ve manevi değerleri eğitim, kültür ve sosyal faaliyetler yoluyla topluma kazandırmak. VİZYONUMUZ Kurumsallaşmasını tamamlamış, eğitim, kültür ve sosyal sahalarda her türlü faaliyeti gösteren, verimli çalışan, yeterli akara sahip, öncü, örnek ve yüksek itibar sahibi bir vakıf olmak. DEĞERLERİMİZ Ahlâki ve manevi değerlere bağlılık Faydalı olmak Liyakat ve ehliyet Gönüllülük Adalet Vefa ve sadakat Hoşgörü Doğruluk Şeffaflık ve hesap verme sorumluluğu Güvenilirlik 417 418 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Kurumsal 1990 yılında dönemin Belediye Başkanı Temel KARAMOLLAOĞLU öncülüğünde hayırseverlerin katılımıyla kurulan vakfımız; kuruluşundan bugüne, toplumun hizmetine kazandırdığı kurumları ve toplumsal dayanışma ile yardımlaşma alanlarında yaptığı hizmetlerle faaliyetlerini sürdürmektedir. Vakfımız bugün; Şemsi Sivasi Yüksek Öğrenim Yurdu, Recep Ayan ve Selimiye Kültür Siteleri ile Yenişehir Dershanesi kurumlarında sürdürdüğü faaliyetlerle gençlerimizin Milli ve Manevi değerlerimize bağlı olarak yetişmelerine katkı sağlamaya çalışmaktadır. Vakfımız; toplumsal dayanışma ve yardımlaşma alanında kuruluşundan bu yana yürüttüğü titiz çalışmalarla hayırseverlerin takdirini kazanmıştır. İhtiyaç sahibi ailelere yiyecek, giyecek, yakacak ve ev eşyası gibi yapılan ayni yardımların beraberinde, nakdi yardımlarla da destek olmaya çalışmaktadır. Hayırseverler ile muhtaçları buluşturan vakfımız; yardım faaliyetlerini ihtiyaç sahiplerinin onurunu zedeleyici durum ve davranışlardan kaçınarak büyük bir özenle yürütmektedir. Yerinde yapılan araştırma ve tespitler neticesinde vakfımıza emanet edilen hayırların gerçek muhtaçlara ulaşması sağlanmaktadır. Burs imkânlarının kısıtlı olduğu Sivas’ta vakfımız kuruluşundan bu yana binlerce öğrenciye verdiği burslarla eğitim desteği sağlamaktadır. Vakfımıza yapılan müracaatlar arasından tespit edilen öğrencilere bursları aylık olarak ulaştırılmaktadır. Aile kurumunu güçlendirmek, gençleri evliliğe teşvik etmek amacıyla düzenlenen toplu düğün merasimleri ve evlenenlere yapılan maddi yardımlarla yuva kurmak isteyen ihtiyaç sahibi gençler desteklenmektedir. Ayrıca Sünnet Düğünü heyecanını çocuklarına yaşatamayan ailelere yapılan Sünnet Şölenleri ve giysi yardımları ile bu mutluluk yaşatılmaya çalışılmaktadır. Vakfımız düzenlediği ve kitaplaştırdığı Sempozyumlarla; toplumsal sorunların Bilim Adamları tarafından müzakere edilerek çözüme kavuşturulmasına katkılar sağlamaktadır. Bugüne kadar düzenlediğimiz Sempozyumlar bilim camiasında ve kamuoyunda büyük beğeni toplamaktadır. Belirli gün ve gecelerde düzenlenen Konferans, Panel, Seminer şeklindeki programlar ve öğrencilerimizin yeteneklerini sergilediği pek çok salon programı vakfımızın diğer bir faaliyet alanıdır. Bütün bu çalışmaların beraberinde vakfımız Sivas’ta gençlerin yetişmesine destek olan sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerine katkı sağlamakta veya bu kurumlarla ortak faaliyetler yürütmektedir. İ.H.Toprak Huzurevi, Selimiye Kız Öğrenci Yurdu, Salih Aşık Erkek Öğrenci Yurdu ve Özürlüler Kültür Sitesi’nin kuruluşunda ve sonrasındaki faaliyetlerinde vakfımızın önemli katkıları olmuştur. SİVAS KEMAL İBN-İ HÜMAM VAKFI Şemsi Sivasi Yüksek Öğrenim Erkek Öğrenci Yurdu Yüksek öğrenim öğrencilerinin barınma sorununun giderilmesine vakfımız 1994 yılında hizmete giren Şemsi Sİvasi Yurdu ile önemli bir katkı sağlamıştır. Hayırseverlerin destekleriyle Sivas’ın seçkin mahallelerinden Yenişehir mevkiinde bahçesi ve spor alanlarıyla 5000 m2 alana kurulan yurdumuz 1000’er m2’’ lik 6 kat ve iki bloktan oluşmaktadır. Öğrenci yurdumuza Sivas’ın manevi şahsiyetlerinden Şemsi Sivasi Hazretleri’nin ismi verilerek, isminin yaşatılması sağlanmaktadır. Yurdumuzda üç öğün yemek, 24 saat sıcak su, yerden ısıtmalı 3’er kişilik odalar, çamaşırhane, kütüphane, etüt odaları, teknik bölümler için laboratuvarlar ve bilgisayar odası gibi pek çok hizmeti titizlikle gençlerin hizmeti sunmaktayız. Hizmet kalitesi fiziki şartlarda ve uygulamalarda sürekli yenilikler yapılarak arttırılmaktadır. Şehirlerarası Terminal ve Merkez Otobüs durağı yanında yer alması ile kolay ulaşılır olması da öğrenci yurdumuzun önemli özelliklerindendir. Yurdumuz, temel barınma hizmetleri ve fiziki şartlar açısından öğrencilerin öncelikli tercihleri arasındadır. Gençlerin kendilerini yetiştirmelerine yönelik eğitim, kültür, spor ve sosyal içerikli pek çok faaliyetler uzman eğitimciler ve öğrencilerimiz tarafından organize edilmektedir. Yurdumuzda sürekli olarak haftalık sohbetler ve aylık seminerler düzenlenmektedir. Kültür Seminerleri ve yıl sonunda düzenlen kitap okuma kampları da öğrencilerimizin yetişmelerine ciddi katkılar sağlamaktadır. Gençlerimizin değişen dünya şartlarında söz sahibi olabilmeleri için her yıl Bilgisayar ve Yabancı Dil kursları düzenlenmektedir. ALES ve KPSS sınavları için de çalışma grupları oluşturularak gençlerin mesleğe hızlı geçişleri ve alan uzmanlığı teşvik edilmektedir. Bu çalışmalar sonucunda bugüne kadar pek çok öğrencimiz Yüksek Lisans ve Doktora çalışması yapmış bir kısmı üniversitelerde öğretim görevlisi olarak yer almıştır. Yurdumuzda basketbol, voleybol ve futbol alanlarının beraberinde satranç ve masa tenisi de öğrencilerimizin hizmetine sunulmuştur. Düzenlenen turnuva ve müsabakalarla hem kaynaşma sağlanmakta hem de gençlerimizin spor yapması teşvik edilmektedir. Gezi ve pikniklerde kurumumuzun geleneksel faaliyetlerindendir. Sivas çevresine yapılan küçük gezilerin beraberinde İstanbul ve Çanakkale gezileri her yıl organize edilerek gençlerimize tarih şuuru yerinde verilmeye çalışılmaktadır. Mezun öğrencilerimizle ilişkilerimizi sürdürmeye büyük özen göstermekteyiz. Yaz aylarında düzenlediğimiz Mezunlar Buluşması programı ile artık iş hayatı içerisinde yer alan mezunlarımızın vakfımızla ilişkileri sürdürülmektedir. 419 420 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER Yenişehir Dershanesi İlköğretim öğrencileri için 2005 yılında Yenişehir Etüt – Eğitim Merkezi olarak faaliyetlerine başlayan kurumumuz; sınavlarda göstermiş olduğu üst üste başarılar neticesinde oluşan talebe cevap verebilmek için, 2008 yılında Yenişehir Dershanesi’ne dönüştürülmüştür. 360 öğrenci kapasiteli Yenişehir Dershanesi, ilköğretim 3. sınıftan, SBS ÖSS ve KPSS hazırlığa kadar her yaş grubuna hizmet vermektedir. Modern 1000 m2 kapalı alanı ve kaliteli kaynak kitaplar, testler ve denemelerle desteklenen yoğun eğitim programı ile öğrencilerin ve velilerin büyük beğenisini kazanmaktadır. Her geçen gün çocuk yetiştirmenin ve geleceği planlamanın zorlaştığı günümüzde; vakıf kuruluşu olmanın bilinci ile dershanemizde öğrencilerimizi sınavlara hazırlarken ahlâki ve manevi gelişimlerine katkı sağlayıcı pek çok sosyal, kültürel ve sportif faaliyetler de düzenlenmektedir. Uzman psikolog ve eğitimcilerin katılımı ile düzenlediğimiz Motivasyon ve Bilgilendirme amaçlı öğrenci seminerleriyle, öğrencilerimize değişen sınav sistemleri ve ders çalışma teknikleri anlatılmaktadır. Öğrencilerimizin özgüven kazanmaları için kendi yeteneklerini sergiledikleri tiyatro, şiir gecesi, müzik dinletisi ve bilgi yarışması gibi birçok faaliyetler yapılmaktadır. Öğrencilerimizin hazırladığı birçok salon programı medyada yer almış, vakfımızın ve dershanemizin yeni ailelerle tanışmasına vesile olmuştur. Öğrenci başarısında bilinçli velinin önemli bir etkendir. Veli Bilinçlendirme Seminerleri düzenlenerek sağlıklı bir toplum olma yolunda önemli katkılar sağlanmaktadır. Yıl içerisinde düzenli olarak devam eden ve büyük beğeni gören seminerlerimize sadece kurumuz öğrenci velileri değil dışardan da birçok aile katılmaktadır. Dershanemiz, çocuklarının güvenli ve modern bir ortamda milli, manevi ve ahlâki değerler kazanmasını isteyen ailelerin talebine cevap vermektedir. Başarılı olup da maddi imkanı olmayan pek çok öğrenciye eğitim hizmeti sunmaktadır. Kültür Siteleri Vakfımız Sivas halkına iki kültür sitesi ile hizmet sunmaktadır. Recep Ayan Kültür Sitesi 1990 yılında 4 Eylül Mahallesi’nde, Selimiye Kültür Sitesi 1991 yılında Yenidoğan Mahallesi’nde hizmete başlamıştır. Türkiye’de ilk olma özelliği ile Kültür Sitelerimiz sosyal hizmet veren pek çok kamu kuruluşuna ve sivil kuruluşa örnek olmuştur. Her iki kültür sitemizde benzer fiziki özellikler taşımaktadır. Zemin katı spor salonu olarak hizmet veren kurumlarımızın üst katında ise Kütüpha- SİVAS KEMAL İBN-İ HÜMAM VAKFI ne, Derslikler, Kantin ve İdari kısımlar yer almaktadır. Her iki sitemizin de bitişiğinde camii, spor sahaları ve çocuk parkları olduğundan faaliyet çeşitliliği için ideal bir ortam oluşmaktadır. Kurumlarımız; Vakfımızın amaçları doğrultusunda bugüne kadar aralıksız hizmetler vererek pek çok insanımızın kendini geliştirmesine vesile olmuştur. Sitelerimiz; fiziki şartlarında yapılan yenilikler ve çağın gereklerine göre sürekli geliştirilen faaliyetleri ile bugün de çevre insanı için cazibe merkezi konumundadır. Kültür Sitelerimizde sürdürülmekte olan faaliyetlerimizden bazıları şu şekildedir: KUR’AN KURSLARI Diyanet İşleri’nin onayı ve yetkin hocalarla, yaz ve kış grupları şeklinde her seviyeden ve yaş grubundan bay ve bayanlara eğitim veren kurslarımız Vakfımızın titizlikle yürüttüğü faaliyetlerindendir. ANA-ÇOCUK SAĞLIĞI SEMİNERLERİ Sağlıklı bir toplum olabilme yolunda temel sağlık bilgilerinin uzmanlar tarafından aktarıldığı seminerler anne ve anne adaylarının yoğun ilgisi ile bir yıl boyunca sürekli olarak devam ettirilmektedir. OKUL DERSLERİNE YÖNELİK DERS ÇALIŞTIRMA PROGRAMLARI İlköğretim ve lise öğrencilerinin okul saatleri dışındaki zamanlarında, üniversite öğrencisi ağabey ve ablalar nezaretinde ders çalışmaları ve temel dini bilgileri almaları sağlanmaktadır. SPORTİF FAALİYETLER Binaların zemin katındaki spor salonlarımızda özellikle Uzakdoğu sporlarına yönelik kurslarımız düzenli bir şekilde sürdürülmektedir. Ayrıca Masa tenisi ve satranç oynama imkanı da olan sitelerimizde kaynaşma amaçlı pek çok müsabaka ve turnuvalar da düzenlenmektedir. HAFTALIK SOHBETLER – AYLIK SEMİNERLER Sitelerimizin temel faaliyetlerinden olan haftalık sohbetler ve aylık seminerler, her yaş grubundan bay ve bayanlara yönelik olarak organize edilmektedir. Haftalık sohbetlerde İlmihal Bilgileri, İnanç ve İbadet esasları, Siyer, Ahlâk gibi konular; aylık seminerlerde ise daha çok aktüel konular anlatılmaktadır. YAZ OKULU Yaz Tatillerinde öğrencilere yönelik Temel Dini Bilgiler dersleri düzenlenmektedir. İl genelinden öğrencilerin katıldığı Yaz Okulu programında sportif faaliyetler, piknikler, yarışmalar, turnuvalar gibi pek çok sosyal etkinlik yer almaktadır. 421 422 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER SOSYAL YARDIMLAR ÖĞRENCİ BURSLARI Burs imkanının çok olmadığı Sivas’ta, vakfımız her yıl yüzlerce öğrenciye burs vermektedir. Her eğitim döneminin başında burs komisyonumuza yapılan belgeli müracaatlar titizlikle incelendikten sonra belirlenen öğrencilere okulun devam ettiği aylarda nakit olarak burs ödenmektedir. Öğrenci Bursları vakfımızın öncelikli sosyal yardım faaliyetlerinden olup bugüne kadar sayıları on bine yaklaşan ihtiyaç sahibi öğrenci ile hayırseverlerle buluşturulmuştur. AYNİ VE NAKDİ YARDIMLAR İlgili komisyonun bizzat yerine giderek yaptığı araştırmalar ve tespitler neticesinde karar verilen ailelere; yiyecek, giyecek, ev eşyası, yakacak gibi ayni yardımlar ve nakdi yardımlar ulaştırılmaktadır. Bu çalışmalarda ihtiyaç sahiplerinin onurunu zedeleyici tutum ve davranışlardan özenle kaçınılmaktadır. EĞİTİM YARDIMLARI Vakfımız kurumlarında; vakıf kuruluşu olmanın gerektirdiği hassasiyetler sürekli gözetilmektedir. Yurt ve Dershanemizde pek çok ihtiyaç sahibi öğrenciye düşük ücretle veya ücretsiz hizmet verilmektedir. Başörtüsü yasağı ve Katsayı eşitsizliği nedeni ile ülkemizde okuma fırsatı bulamayarak yurt dışında eğitim veya özel eğitim almak zorunda kalan öğrencilere maddi destek olunmaktadır. Zaman zaman açılan Ücretsiz Meslek Edindirme Kursları ile de gençlerin eğitimine ve meslek edinmelerine katkı sağlanmaktadır. MİSAFİRHANE HİZMETİ Hastalık, cenaze ve resmi işler gibi vesilelerle şehir dışından ve ilçelerden Sivas’a gelip kalacak yeri olmayanlar vakfımız tarafından misafir edilip, işlerini takip etmelerinde yardımcı olunmaktadır. TOPLU DÜĞÜN VE SÜNNETLER Aile kurumunu güçlendirmek için evlenen gençlere destek olmak vakfımızın çalışmalarındandır. Bu amaçla toplu düğün merasimleri düzenlenmekte ve evlenen çiftlere ayni ve nakdi yardımlar yapılmaktadır. Sünnet Şölenleri ve giysi yardımları ile de çocuklarımıza ve ailelerine Sünnet Düğünü mutluluğu yaşatılmaktadır. SİVAS KEMAL İBN-İ HÜMAM VAKFI SEMPOZYUMLAR Alanında söz sahibi kişilerin katılımı ile, toplumun sorunlarının bilimsel ortamlarda müzakere edilerek, çözümlerin üretildiği ve sunulan tebliğlerin kitap haline getirilerek bilim camiası ve kamuoyunun hizmetine sunulduğu sempozyumlarımız vakfımızın geleneksel çalışmalarındandır. KEMAL İBN-İ HÜMAM’IN HAYATI ESERLERİ VE İLMİ KİŞİLİĞİ ( 1991 ) Vakfımıza adını koyduğumuz Kemaleddin İbn-i Hümam’ın hayatı, ilmi kişiliği ve eserlerinin; sunulan tebliğlerle tüm kamuoyuna tanıtıldığı sempozyumla pek çok Sivaslı’nın ve ülke insanının bilmediği bir değerin tanınmasına katkı sağlanmıştır. 25 – 26 Mayıs 1991’de yapılan sempozyum sonucunda oluşturulan kitap konuyla ilgilenenler için en önemli kaynaklar arasında yer almaktadır. EĞİTİM VE VERİMLİLİK ( 1992 ) İnsanlığın temel meselesi olan ve beşikten mezara kadar hayatımızın bir parçası olan eğitim konusunun; Eğitim ve İslam, Din Eğitimi, Ahlâk Eğitimi, Meslek Eğitimi gibi başlıklarla müzakere edildiği 15 – 17 Mayıs 1992 tarihindeki sempozyuma bir çok eğitimci ve akademisyen katılarak tebliğ sunmuştur. ŞEMSİ SİVASİ’NİN HAYATI ESERLERİ VE TASAVVUFİ YÖNÜ ( 1993 ) 23 Mayıs 1993 yılında düzenlenen sempozyumla; Sivas’ın önemli bir değeri olan Şemseddin Sivasi’nin Hayatı, Eserleri ve İlmi kişiliği sunulan tebliğlerle ortaya konulmuştur. Bu sempozyum aradan geçen yıllara rağmen konu ile ilgilenenler için en önemli kaynaktır. 21.YY’A GİRERKEN DÜNYA VE TÜRKİYE GÜNDEMİNDE İSLAM ( 1995 ) 19 – 21 Mayıs 1995 tarihlerinde düzenlenen ve 21. yy ‘ a girmeden İslam’ın Türkiye ve Dünya gündemindeki yerinin konuşulduğu sempozyum, günümüzde bile tartışılmaya devam eden pek çok konuyu gündeme getirerek kamuoyunun ve ilim aleminin dikkatini çekmiştir. KÜLTÜRÜMÜZ VE KİTAP ( 2007 ) Uzunca bir süre ara verdiğimiz sempozyumlara 4 – 6 Mayıs 2007’de düzenlediğimiz Kültürümüz ve Kitap Sempozyumu ile yeniden başladık. Toplumun niçin okumadığı, gençlere okuma alışkanlığının nasıl kazandırılacağı gibi pek çok sorunun gündeme geldiği sempozyuma şehir içi ve şehir dışından pek çok araştırmacı, yazar, yayıncı ve akademisyen katılarak tebliğ sunmuştur. 423 424 İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER İLİM VE KÜLTÜR TARİHİNDE SİVASİLER ULUSAL SEMPOZYUMU ( 2010 ) 30 Nisan - 1 Mayıs 2010 tarihlerinde gerçekleştirilen sempozyumda çok sayıda bilim adamımız tebliğleri ile Sivas’ın manevi önderlerinden Şemseddin Sivasi ve onun ailesinden gelen çok sayıda mutasavvıf – şair ayrıntılarıyla ele alınmıştır. Marmara Üniversite Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu’nun konseri ile başlayan sempozyum iki gün sürdü. KATILIMCILAR KATILIMCILAR Prof. Dr. A.Turan Arslan Prof. Dr. Abdullah Kahraman Prof. Dr. Bilal Kemikli Prof. Dr. Emine Yeniterzi Prof. Dr. Hasan Aksoy Prof. Dr. Hüseyin Akkaya Prof. Dr. Mustafa Uzun Prof. Dr. Osman Türer Prof. Dr. Recep Toparlı Prof. Dr. Süleyman Uludağ Prof.Dr. H. İbrahim Delice Doç. Dr. Alim Yıldız Doç. Dr. Cağfer Karadaş Doç. Dr. Cengiz Gündoğdu Doç. Dr. Hakkı Turabi Doç. Dr. Salih Karacabey Doç. Dr. Ünal Kılıç Yrd. Doç. Dr. Ömer Arslan Yrd. Doç. Dr. Necdet Şengün Dr. Ali Öztürk Dr. Fatih Güneren Dr. İbrahim Baz Dr. Necdet Yılmaz Dr. Yüksel Göztepe Hicabi Gülgen Mujgan Üçer Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Selçuk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Cumhuriyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Marmara Üniversitesi. İlahiyat Fakültesi. 7 Aralık Üniversitesi Rektör Yardımcısı Cumhuriyet Üniversitesi Rektör Yardımcısı Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Cumhuriyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Marmara Üniversitesi. İ Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İstanbul Çorum Sebahattin Zaim Üniversitesi Koordinatörü Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Sivas MARMARA ÜNİVERSİTESİ İLAHİYAT FAKÜLTESİ TÜRK TASAVVUF MUSİKİSİ TOPLULUĞU Ahmet Hakkı Turabi Erhan Özden Halit Ünver Hasan Aksoy Mehmet Hadi Duran Mehmet Nuri Uygun Murat İşel Mustafa Uzun Nuri Özcan Safi Arpaguş Ubeydullah Sezikli Uğur Özcan 425